199
A. J. CRONIN _ Yeşil Yıllar Cilt1 www.kitapsevenler.com Merhabalar Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz Bilgi Paylaştıkça Çoğalır Yaşar Mutlu Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmiştir. T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı Ankara Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin Tarayan Yaşar Mutlu web sitesi www.yasarmutlu.com www.kitapsevenler.com e-posta [email protected] [email protected] [email protected] [email protected] Yeşil Yıllar 1 CRO N İ N Çeviren : HARUNOĞMT ANKARA : Mithatpaga Cad. : No. : 29 Tel : 12 99 87 _ 12 04 48 BAŞKENT YAYINEVİ ANKARA Çıkaran Yazan Çeviren : Baskı : Başkent Yayınevi - ANKARA A. J. CBONtN Emel HARUNOĞMJ AV MATBAASI — Mithatpaşa Cad. No. 28 ANKARA Dağıtım : Başkent Yayınevi _ ANKARA Bu kitap 1971 senesinde basılmıştır. •Y E Ş t L YILLAR l Şapkasında bir sürü iğneler bulunan, mantolu orta yaşlı bir kadın büyük, gri binanın önünde durdu. Derin bir nefes aldıktan sonra yanındaki çocuğa : Evimize geldik artık, Robert, bak, dedi. Pencerelerde beyaz tül perdeler görülüyordu. 8 yaşındaki küçük Robert, eve biraz hayret, biraz korkuyla baktı. Sadece pervazları oyma olan binanın taş yapısı, kasvetli, iç kapayan bir hava yaratıyordu. Evin bu kasvetli görünüşünü yan taraftaki çiçekli, büyücek bahçe, iç açıcı çehresiyle, bir parça gideriyor, insana bir parça ferahlık veriyordu. Orta yaşlı kadın Mrs. Lackie'ydi. Robert'in anneannesi.. Evine kavuşmuş olmaktan doğan bir memnuniyetle dolu olduğu farkediliyordu. Robert'in varlığı ile ilgili gibi görünen bir endişe, sesinde titriyordu. Devam etti :

A.J.Cronin-Yeşil Yıllar Cilt1.pdf

Embed Size (px)

Citation preview

A. J. CRONIN _ Ye şil Yıllar Cilt1 www.kitapsevenler.com Merhabalar Buraya Yükledi ğim e-kitaplar A şağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden Görme Özürlüler İçin Hazırlanmı ştır Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapl arı Dinliyoruz Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek De ğildir Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayaca ğından Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkada şlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Oldu ğunda Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Ki tapçılardan Temin Edebilirler Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bi r Şeyide Dü şünmem Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz Bilgi Payla ştıkça Ço ğalır Yaşar Mutlu Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çe şitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenile şmiş veya yayımlanmı ş yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmi ş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir ki şi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren e ğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kurulu şlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri 87matlarda ço ğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekle ştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dı şında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sa hipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve ço ğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmi ştir. T.C.Kültür ve Turizm Bakanlı ğı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Ba şkanlı ğı Ankara Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan za mana saydı duyarak Lütfen Yukarıdaki ve A şağıdaki Açıklamaları Silmeyin Tarayan Ya şar Mutlu web sitesi www.yasarmutlu.com www.kitapsevenler.com e-posta [email protected] yasarmutlu@yasarmutlu. com [email protected] [email protected] Yeşil Yıllar 1 CRO N İ N Çeviren : HARUNO ĞMT ANKARA : Mithatpaga Cad. : No. : 29 Tel : 12 99 87 _ 12 04 48 BAŞKENT YAYINEVİ ANKARA Çıkaran Yazan Çeviren : Baskı : Başkent Yayınevi - ANKARA A. J. CBONtN Emel HARUNO ĞMJ AV MATBAASI — Mithatpa şa Cad. No. 28 ANKARA Dağıtım : Ba şkent Yayınevi _ ANKARA Bu kitap 1971 senesinde bası lmı ştır. •Y E Ş t L YILLAR l Şapkasında bir sürü i ğneler bulunan, mantolu orta ya şlı bir kadın büyük, gri binanın önünde durdu. Derin bir nefes aldıktan sonr a yanındaki çocu ğa : — Evimize geldik artık, Robert, bak, dedi. Pencerelerde beyaz tül perdeler görülüyordu. 8 ya şındaki küçük Robert, eve biraz hayret, biraz korkuyla baktı. Sadece pervazları oym a olan binanın ta ş yapısı, kasvetli, iç kapayan bir hava yaratıyordu. Evin bu kasvetli görünü şünü yan taraftaki çiçekli, büyücek bahçe, iç açıcı çehresiy le, bir parça gideriyor, insana bir parça ferahlık veriyordu. Orta ya şlı kadın Mrs. Lackie'ydi. Robert'in anneannesi.. Ev ine kavu şmuş olmaktan doğan bir memnuniyetle dolu oldu ğu farkediliyordu. Robert'in varlı ğı ile ilgili gibi görünen bir endi şe, sesinde titriyordu. Devam etti :

— Evimiz güzeldir, dedi. Güne şli günlerde manzara çok iç açıcı olur. Tâ uzaklara kadar her yer görünür. Levenford çok esk i bir kasabadır, havası da umumiyetle pusludur. Fakat civarda çok güzel e ğlenecek, gezecek yerler var. Hiç canın sıkılmayacak burada.. Sonra gözleri çocu ğa takıldı : — Aaaa, hâlâ a ğlıyor musun, sen?. Ama hiç yakı şmıyor sana bu.. Sil bakayım o yaşlan.. Hadi, hadi içeri girelim.. Robert'in ba şı önüne e ğikti. Eliyle cebini yokladı. Mendilini bulamadı. So nra hatırladı. Vapurda, martılara ekmek kırıntıları ata rken denize dü şürmüştü. Yürüdüler. Binanın sa ğ tarafından gittiler. Bilmedi ği, kendisini deh- sete dü şürecek yeni şeylerle kar şıla şmak endi şesi Ro-bert'in içini korku ile dolduruyordu. Bu korkunun sebebi de yok de ğildi. Dublin'den hareket ettikleri sırada Win-ton iskelesini hatırladı. Kom şuları Mrs. Chapman, onu anneannesine teslim ederken e ğilip yanaklarından öpmü ş ve «Ah, zavallı yavruca ğım. Kimbilir bundan sonraki hayatında nelerle kar şıla şacaksın, ba şına neler gelecek, zavallı çocuk!.» demi şti. Mrs. Chapman, sevgi ve şefkat dolu bir sesle söylemi şti bunları ama, hiç de münasebeti olan bir söz de ğildi aslında. Çocu ğun kafası mütemadiyen bu sözlerle me şguldü. Unutamamı ştı onları. Yan taraftaki giri ş kapısının önüne geldiler. Çiçek tarhlarının arasın da 18 - 20 yaşlarında bir gençle kar şıla ştılar. Dizlerini bükerek oturmu ş, yeni alt üst edilmi ş toprakla u ğra şıyordu. Mrs. Lackie'nin o ğluydu bu genç. Kalın camlı, geni ş kenarlı bir gözlük vardı gözlerinde. Miyoptu. Anne siyle Robert'i görünce elindeki kazmayı bırakarak aya ğa kalktı. Kaba ve saf, hattâ aptalca bir görünü şü vardı. Annesi onun halini görünce, ayak üstü paylam aktan kendini men edemedi : — Kaç defa söyledim sana ? dedi. Hâlâ mı o pis topraklarla becelle şiyorsun? Ne lâf dinlemez çocuk oldun sen? Sonra havayı yumu şatmak, çocu ğunun da gönlünü almak ister gibi, Robert'i kolundan tutarak o ğluna gösterdi : — Bak Murdoch, dedi. Robert bu!.. Evet, bu çocuk R obert'di. Bu yabancı şehirde ilk adımlarını atarken de büyük bir korku iç indeydi. Anneannesinin eline sımsıkı yapı şmıştı, istasyonun karanlık peronunu ve karanlık antresini geçtikten sonra yola düzülmü şlerdi. Şehrin caddeleri güne ş ı şı ğı altında pırıl pırıldı. Anneannesine biraz güven duy gusu ile ba ğlanmaya başlamı ştı. O güne kadar hiç birbirlerini görmemi şlerdi. Endi şeli bir yüzü, deniz mavisi gözleri ve çile çekmi ş bir insan hâli vardı kadında. Robert, gözlerine dikkatle baktı ğı zaman çocuk anlayı şıyla hükmünü vermi ş, «Anneme hiç benzemiyor..» demi şti. Ona kocaman bir kurabiye almı ş olmasına ra ğmen, anneannesini o zamana kadar hiç sevmemi şti. Win-ton'da trene binmi şlerdi. Üçüncü mevki vagonun bir kom-partmanında kar şı kar şıya oturmu şlar, fakat birbirleriyle hiç konu şmamışlardı. Kadın, gözlerini pencereye dikmi ş, hep dı şarıyı seyretmi şti. Koyu renk bir manto, gri bir elbise vardı üzerinde. Mantonun boyu n kısmında şerit kadar ince bir kürk görünüyordu. Gö ğsüne gümü ş bir i ğne takmı ştı. Kendi kendine konu şuyor, daha do ğrusu hep dua mırıldanıyor gibiydi. Sol tarafına faz laca eğdi ği şapkası ona biraz garip bir görünü ş vermi şti. Elinde top etti ği mendilini, hemen hemen bir saat rakkası düzeni ile sık sık gözlerine do ğru kaldırıyordu. Birbiri ardınca yaptı ğı vapur ve tren yolculu ğu kadım bir hayli yormu ştu, istasyonun dı şına çıktıkları zaman kendine şöyle bir düzen vermek istedi. Kafasını toplama ğa çalı ştı. Çocu ğa döndü, zoraki olmamasına gayret etti ği bir gülü şle baktı. Elini avucunda ok şadı ve bir «Maa şallah!..» çektikten sonra : — Bravo, dedi, bak, artık göz ya şların durdu. Canım, kocaman bir adammı şsın, sen me ğerse.. Haaa!.. Ve sordu : — Arabaya binelim mi, yoksa yürüyelim mi? Ev, şuracıkta, yakın. Yorulur musun yoksa? Çocuk kadını memnun etmek için cevap verdi : — Yorulmam anneanne, yürüyelim.. Robert, bir taraftan da istasyon meydanına baktı. Z aten ortalıkta araba filân da görünmüyordu. Ana caddeye çıktılar. Kadın, yol boyu nca enteresan yerleri çocu ğa göstererek anlatıyor, onu me şgul etmeye çalı şıyordu.

Fakat vapur Robert'! sarsmı ştı. Ba şı hafif dönüyordu. Önündeki yol yükselip, alçalıyor gibi geliyordu. Va-pur'un pervanelerindek i u ğultu hâlâ kulaklarındaydı. Anneanne Robert'e bir bina gösterdi. Yoldan biraz i çerideydi bina. Beyaz mermer sütunlar üzerinde yükseliyordu. Önünde büyükçe iki top namlusu vardı. — Burası bizim Belediye, Robert, dedi. Büyü kbaban Mr. Lackie burada memur. Sa ğlık servisinde çalı şıyor. Robert'in binayı do ğru dürüst gördü ğü yoktu. Sadece anneannesinin sözlerine kulak vermi şti. Kendi kendine «Büyükbabam., diye mırıldandı, ya ni annemin babası, anneannemin kocası ha?» Çocuk, yorulma ğa ba şlamı ştı. Nerdeyse yüruyeme-yecek hâle gelecekti. Anneann esi de bunu farketmig gibiydi. Çocu ğa merhamet duyarcasma baktı ve üzüntü ta şıyan bir sesle : — Aksi, dedi. Tramvaylar da i şlemiyor bugün nedense? Robert çok yorulmu ştu. Birden ayakları tutmayacak ve' yere yıkılıverec ekmi ş gibi geldi ona. Sokaklar, insanlar, sesler.. Bu kasabanı n yabancılı ğı onun küçük ruhunda sadece güvensizlikler do ğuruyor, onu korkutuyordu. Phoenix Terrace'daki evlerinin pencerelerinden dolan u ğultuların ruhuna verdi ği emniyet ve huzuru bir an dü şündü. Kadının, yırtık eldivenli eliyle i şaret etti ği bir atelyenin ön kapısından soka ğa kıvılcımlar fı şkırıyordu. Biraz ilerde, ray yenileyen i şçileri görünce, tramvayların neden çalı şmadığını da anladılar. Caddeyi dönerlerken aniden kopan bir rüzgâr, göz ya şı dökmekten kıpkırmızı olmu ş gözlerine kesif bir toz tabakası doldurdu. Genzine kaçan tozlar onu bir öksürük krizine sürükledi. Kadınca ğız hemen durdu ve çocu ğun a ğzını yüzünü mendiliyle sildi. Çok geçmeden bu kalabalık, binbir sesle çalkanan c addeyi geride bıraktılar. Bir çayır sahayı, büyükçe bir havuzu, kasaba bandosunun muayyen günlerde hal ka parasız mar şlar dinletti ği bando pistini geçtiler. Sessiz bir mahalleye geldi ler. Mahallenin arkasında yükselen sık bir a ğaçlık bölge vardı. Şirin, sevimli bir köy gibiydi burası. Etrafta, tek katlı, villâ tipi evler, kö şkler vardı. Etrafta yemye şil ağaçlar, tarlalar göze çarpıyordu. Bu arada, eski tar zda yapılmı ş bir kaç baraka, önündeki yalaktan bir atın su içti ği bir nalbant dükkânı gördüler. Evlerin ekserisinin önlerinde bakımlı çiçek bahçeleri vardı ve kapılarında, renkli cam plâkaların üzerinde yal dızlı harflerle sahiplerinin isimleri yazılıydı. Sonra da eve gelmi şlerdi. Robert, genç Murdoch'a anneannesi tarafından takdim edildi ği anda, Dublin'den buraya kadar süren yolculu ğunu ana hatlariyle kafasında şöyle bir ya şadı. Murdoch'un bir böbürlenme havası içinde : — Haaaa, bu mu Robert? Çok şükür gelebildi nihayet ha! şeklindeki konu şması üzerine kendine geldi. Birden Murdoch'un elini kend ine do ğru uzatılmı ş gördü. Murdoch, sahnede oynayan bir aktör edâsiyle o koca elini uzattı. Toprakla becelle şen ellerinin sertli ğini ve kabuk ba ğlamı ş derisini avuçlarında hissetti. Murdoch : -r- Merhaba, küçük, dedi, ho ş geldin... Ve canlı bir eda ile ilâve etti : — Bundan sonra, bir şey oldu ğu takdirde bana söyleyebileceksin.. Anladın mı? Sonra da koca gözlüklerinin arkasından devire devir e baktı ğı gözlerini annesine çevirdi : — Bu kasımpatlarmı bana Bahçeler Müdürlü ğünden gönderdiler, anne!.. Kadın, onu tekrar tersledi : — Peki, peki, anladık... Sen onu bırak ta şu kılı- 5 gına kıyafetine bak. Sakın baban eve dönmeden eller ini adamakıllı temizlemeyi ihmal etme. Biliyorsun, seni bahçe ile u ğra şırken görünce kan beynine sıçrıyor adamcağızın. — Şimdi, şimdi temizlenece ğim anne, diye cevap verdi Murdoch. Merak etme, be ş dakika sonra tamamım. Biz içeriye girerken de arkamızdan seslendi : —Siz gelene kadar hazır olur diye patatesleri de oca ğa koydum, kaynıyor. Besbelli annesinin gönlünü almak istiyordu. Robert' le kadın, lâvabolu dar bir antreden geçerek mutfa ğa girdiler. Geni şçe bir yerdi burası ve biraz da oturma

odası manzarasındaydı. Bir kaç iskemle ve tabure ko nmuştu. Duvarlar, renkli, büyük kareli kâ ğıtlarla kaplanmı ştı. Büyükçe bir duvar saati monoton «tik-tak» larla i şliyordu. Kadın üstündekilerini çıkarma ğa ba şlarken bir iskemleyi i şaret ederek Robert'e oturmasını, istirahat etmesini söyledi, Ro bert, etrafı ürkek ürkek süzüyordu. Güya oturdu ğu, aslında kenarına ili şti ği iskemlede nefes alırken bile âdeta korkuyordu. Kadınca ğız torununun bu ürkek halini hemen farketmi şti. Onu, yabancılık çekti ği bu eve ısındırmak, korkacak bir şey olmadı ğım göstermek için ikide bir tatlıla ştırma ğa çalı ştı ğı bakı şlarla onu süzüyordu. Mrs. Lackie önce şapkasını çıkardı. Üzerindeki i ğneleri birer birer topladı. Dörde katladıktan sonra tekrar şapkaya ili ştirdi ği tülünü mantosuyla, beraber, dolaptan bozma önü perdeli gardroba astı. Duvardaki bir çivide asılı duran pembe i ş önlü ğünü beline sardıktan sonra mutfa ğın içinde sokaktakinden daha rahat adımlarla dola şmağa ba şladı. Vakit ö ğleyi çoktan geçmi şti. Mrs. Lackie, hem korkulu halini unutturmak, hem de ona bilgi vermek mak-sadiyle konu şmağa ba şladı : — Ben evde olmadı ğım için hazırda yeme ğimiz yok. Zaten nerdeyse akşam oluyor. Ben şimdi ba şlarım, artık ak şama yeriz yavrucu ğum olmaz mı? Mamafih sen acıktıysan, peynir, ekmek falan bir şeyler vereyim ye.. Çocuk, kafası ile «hayır» i şareti yapınca devam etti : kederli hali at artık üzerinden. Dikkatli ol. Büyükbaban geldi ği zaman da sakın a ğlayayım filân deme. Öyle üzüldü ki o da, bilemezsin. Zaten bir yı ğın pürüzlü i şler var onca ğızın da başında. Belediyedeki görevi çok sorumlu.. Şimdi nerdeyse Kate de çıkar, gelir. Kate, malûm benim öteki kızım, senin teyzen yani. A nnen bahsetmi şmiydi ondan sana? ilkokul ö ğretmenidir o. Seni çok sevecektir (Çtcu ğu sıkılmı ş görünce). Biliyorum, sıkılıyorsun.. Ama, tabiî bir şey bu.. Senin gibi kocaman bir çocuk dahi bu kadar akraba ile birden kar şıla şınca sıkılır elbet (Robert'i güldürmek için anlatırken de akrabaların şekillerini tarife çalı şıyordu). Sonra, nah böyle kocaman bir delikanlı da tanıyacaksın. Benim büyük oğlum, amcan., îsmi Adam. Ama onun evi ba şka yerde. Bizimle oturmaz o. Sade, arada bir buraya gelir. Sonra, ha, büyükbabanın annesini unutuyordum. Şu anda bir ahbapta o.. Ama o da bu evde oturur. Bir de pimpirik bir ihtiyar var bizde.. Ben im babam o. Adı Dandie; Dandie Grod. O hep evdedir, hiç bir yere gitmez. Se nin deden.. Bu kadar akraba - taallûkat Robert'in kafasının içi ni karmakarı şık etmi şti. Anneanne de farkındaydı bunun. Kısa kesti : — Bak, dedi, her kula nasip olmaz bu. Anneannesini n babasını görmü ş çocuk pek enderdir. Büyük bir mutluluktur, böylesi. Şimdi ben onun kahvaltısını hazırlayaca ğım. Bir tepsi koyarım, sen çıkarırsın yukarı. Hem tanı şmış, ahbaplık etmi ş olursun dedenle, hem bana yardımın dokunur, e mi, yavrum? Mrs. Lackie, yemek masasını açtı. Be ş ki şilik bir sofra hazırlama ğa ba şladı. Sonra raftan oval bir tepsi aldı. Ortasında bir kar anfil resmi bulunan bu tepsiye beyaz bir fincanla çay, reçel, ekmek, peyni r koydu. Küçük Robert sert bir sesle sordu : — Dedem niye yeme ğini burada, sizinle yemiyor, anneanne? Çocuğun sesindeki ton kadının canını sıkmı ş gibiydi. Hislerini belli etmemeye çalı şarak : — Adet edinmi ş, diye cevap verdi. Hep yukarda, odasında yer o. . Kimbilir? Sonra yumu şak bir sesle ilâve etti : — Ta şıyabilecek misin tepsiyi, bakalım? Haydi, al onu. Yalnız dikkatli ol, devrilmesin. Üst kata çıkacaksın. Evi daha bilmiyordu ama, tepsiyi aldı ğı gibi hole çıktı. Merdiveni kar şıda gördü. O tarafa yürüdü. Orta kısmı ba ştan a şağı mu şamba ile dö şenmi şti merdivenin. Yukarda, küçük bir pencereden cılız iki ndi güne şinin bir kaç huzmesi merdivene kadar inebilmi şti. Titreye titreye basamakları tırmanma ğa ba şladı. Her an dü şmekten korkuyordu. Nihayet merdivenler bitti. Küçük bir koridora ula şmıştı. Kar şıda iki kapı vardı. Tepsiyi yava şça yere koyarak sa ğdakinin tokma ğını çevirffi, kilitliydi. Öteki kapı, eliyle hafifç e iter itmez açıldı. Hemen tepsiyi yerden aldı, içeri girdi.

Burnuna kuvvetli bir sigara dumanı doldu ve ek şimi ş yemek kokusunun genzini tıkadı ğını hissetti. Uzunca bir zaman havalanmamı ş, içinde hep insan oturan odaların karmakarı şık havası vardı bu odada. Etraf her haliyle ihmal edilmi ş, darmada ğınık bir görünü şteydi, insanı biraz tecessüs, biraz da korkuyla dolduran bir hali vardı . Kö şede sarı, pirinç topuzlu bir karyola duruyordu. Yamalı bir yorgan dip tarafa do ğru atılmı ştı ve yatak toplanmamı ştı. Şöminenin önünde dertop olmu ş bir ayı postu görünüyordu. Kirli, bu- ru şuk bir havlu, karyolanın ufkî çubu ğu üzerine yanlamasına serilmi şti. Şöminenin üzerinde sırtıstü bir duvar saati yatıyord u. Bütün içi bo şaltılmı ş, âletleri sa ğına, soluna karmakarı şık konulmu ştu. İhtiyar Gow, madenî kısımları pastan kıpkırımızı olm uş şöminenin yanında, alçak bir masanın ba şındaydı. Yırtık, müflonlu bir çift terlik vardı aya klarında. Sırtında eski bir elbise göze çarpıyordu. Çok eski bir koltukta oturuyor, fes rengi bir bez örtülü masanın üzerinde bir kitaptan, önündeki kâ ğıda bir şeyler yazıyordu. Sol tarafındaki duvarda büyük bir raf üz erinde baston ve pipolar dolu bir koleksiyon bulunuyordu. Go w tam 70 ya şındaydı. Uzun boylu, kırmız,î suratlı, omuzları gen i ş bir ihtiyardı. Kızıl saçları her halde aylardanberi ber ber yüzü görmemi şti. Kulaklarının üzerinden ve ensesinden yakasına kadar dökülmü ştü. Hepsi ağarmamı ştı. Kızıllı ğını kaybetmi ş sayılabilirdi ama, ı şık isabet eden yerleri buğday şansı gibi parlayan tatlı bir renkte görünü yordu. F ırça gibi dikine çıkmı ş bıyıkları ile sakalları da öyleydi. Göz akları yer yer beneklenmi şti. Fakat mavi gözbebekleri canlılı ğını ve parlaklı ğını muhafaza etmekteydi. Tatlı bir derinli ği ve sıcaklı ğı vardı bu mavi gözlerin. İhtiyar adamın dikkate en çarpan tarafı iri burnuydu . Kıpkırmızı bir burundu bu. Vi şne koyulu ğunda bir kırmızılık... Küçük küçük, i ğne ucu kadar küçük delikler vardı üzerinde. Çiçek bozu ğu izleri gibi.. Kocaman ve şi şkindi. Çok tuhaf bir görünü şteydi. Gow tam o anda yazısını bitirmi şti. Kalemini, bakkallar gibi, kula ğının arkasına yerle ştirdikten sonra çocu ğa dikti gözlerini. Kapıya do ğru dönerken koltu ğun yayları gıcırdamı ştı. Robert'e bu gıcırtılar, ilk kar şıla şmayı müjdeleyen nağmelerden mürekkep tatlı bir musiki gibi gelmi şti. Yarım asrı çok a şmış bir zaman aralı ğı ile yeryüzüne inmi ş bu iki Ademo ğlu bir süre, hiç bir şey söylemeden kar şılıklı bakı ştılar. Robert, Dede'nin burnunun kendinde ilk uyandırdı ğı «tuhaf» görünü şünden kendini kurtarma ğa çalı ştı; kızardı. Çorabı dü şük, ayakkabısının ba ğları çözülmü ş, siyah elbiseli, sarı şın çocu ğun, yani kendisinin, kırmızı saçları ve a ğlamaktan kıpkırmızı olmu ş gözleriyle bu ihtiyarın üzerinde yarataca ğı tesiri, hayreti, düşünüvermi şti Robert, bir anda. İhtiyar adam, lakayt bir bakı şla onu tekrar süzdü. Masanın üzerindeki kitabını, kâ ğıtlarını kenara itti ve bo şalan yere tepsiyi koymasını asabî bir jestle i şaret etti. Tepsi önüne konur konmaz da yemeğe ba şladı. Ekme ğinin üzerine sürdü ğü peynir, reçeli ve dilimi, çaya batırdıktan sonra aceleyle yiyor, etrafiyle ve Robe rt'le ilgilenmeden atı ştırıyordu. Yemek bir kaç dakika sürmü ştü. Yeni bir hamle ile önüne gelenleri temizledikten sonra elinin tersi ile a ğızını, bıyıklarını sıvazladı, sildi. Yemek; ba şka i şler yapmak yahut sigara veya pipo içmek gibi i şler için bir başlangıç imi ş gibi şöyle bir gerindi, rahatladı ğını belirten bir iki kıpırda-nı ş gösterdi, sonra da piposunu alarak yaktı. Yeme ğin, ilk i şlerinden birine şimdi ba şlayabilirdi. Konuştu. Sesinde, tavrının ve tarzının zıddına şefkat ve samimiyet de vardı : — Haaa, dedi. Sen Robert Shannon'sun, öylemi? ledi : Çocuk, ezilip büzülerek, kızarıp bozararak keke- Evet, dedeci ğim... Gow, doyurdu ğu karnının verdi ği rahatlıkla devam, etti : — Nasıl, bari yolcu ğunuz rahat oldu mu? — Evet, rahat rahat gelebildik anneannemle... H ele vapur yolculu ğunu çok sevdim ben..

— Öyle.. O hattın vapurları çok iyi gemilerdir. Me selâ Viper, meslâ Adder.. Vaktiyle tekel'de çalı şırken sık sık görürdüm onları, arada sırada da binerdim. Adder'in su kesiminin tam üzerinde sarı bir çizgi var- 10 di, Viper'den bu çizgisiyle ayırdederdik onu. Birde n 1-âfı de ği ştirdi : — Dama oynamasını biliyor musun, sen? Çocuk şaşırmı ştı ama, cevabını geciktirmedi : — Bilmiyorum dedeci ğim, nasıl bir oyun o? Gow, mü şfik bir eda ile konu ştu : — Fazla merak etmene de ğmez, dedi. Burada kalırsan çok geçmez ö ğrenirsin damayı. Zannederim, kala-eakmı şsın. Onun için biraz sabırlı ol, kâfi. Robert ba şını önüne e ğdi : — Evet, dedeci ğim, dedi. Burada kalacakmı şım. Mrs. Chapman söylemi şti bana. Ba şka gidecek yerim de yokmu ş hem.. De ğil mi? Gow, bu hazin sesleni şe kulak bile asmadı. Piposundan iki nefes daha çekt ikten sonra babacan bir tavır ve alaylı bir tebessümle Ro bert'e çapraz bir bakı ş fırlattı. Robert, kendi durumundan dolayı büyük bir keder his setti içinde. Dede'sinden bir yakınlık görmek, onun tarafından sevilmek, içindeki ıstırabı oldu ğu gibi onun gözleri önüne serebilmek ihtiyacını duydu. Zavallı Ro-bert'in babasının tüberküloza yakalanarak öldü ğünden haberi var mıydı acaba? İrsî oldu ğu anla şılan bu hastalık, evvelce, Robert'in iki halasını da alı p götürmü ş, annesini de pençesine alarak, çok kısa bir süre için de onu da mahvetmi şti. Hattâ küçük Robert'de bile bu amansız hastalı ğın emarelerinin mevcudiyetinden bir ara bahsedilmi şti. Fakat dede, çoktan mevzuu de ği ştirmi şti : — Sen 8 ya şındaydın, de ğil mi Robert? — Hemen hemen; dedeci ğim.... Robert, bunu, ya şını daha küçük göstermeye çalı şan bir eda ile söylemi şti. Fakat dede oralı bile görünmüyordu. Devam etti : 11 — Ehhh, dedi, 8 ya şında oldu ğuna göre, kendini kurtaracak bir ça ğdasın demektir. Yürüyü şü sever mi-sir. sen? Robert'in bu sualden ne anladı ğı pek belli olmadı : — Öyle fazla bir yürüyü ş yapmadım hiç. Yalnız, tatilde Portrush'a gittimizide Giant's Causeway'e kadar yürümü ştüm. Fakat, buraya gelirken trene bindik; yürümedik. — Öyleyse bir gün seninle el ele verir, şöyle esaslı bir yürüyü şe çıkarız. Güzel bir îskoç havası ahr, tabiatla ba şbaşa tatlı bir kaç saat ya şarız. Haa, ne dersin, iyi olmaz mı? İhtiyar Gow, bunları söyledikten sonra, Robert'le ka r şdaştı ğmdanberi ilk defa olarak içini dinleyerek duydu ğu hissi dile getirdi : — Hoşuma gittin, evlât, dedi. Senin de saçların benimki gibi.. Grow'larm hepsinin saçı böyle kırmızıdır. Anneninki de öyleyd i. Zavallıcık... Robert, annesinden bahsedilince içinde his setti ği teessürü daha fazla tutamadı, hıçkırıklar içinde a ğlama ğa ba şladı. Annesi öldü ğünden bu yana, yani a şağı yukarı bir haftadır, ondan ne zaman bahsedüse kendini tutamıyor, bo şanıyordu. Annesinin sa ğlı ğında içinde yarattı ğı sevgi şimdi böyle bir ihtiyaç halinde kendini gösteriyordu. Fakat şimdi, ne ba şım göğsüne dayayıp a ğlayabilece ği Mrs. Chapman vardı, ne de sigara kokan nefesiyle onu teselliye çalı şan St. Dominic kilisesi Papazı Mr. Shanley.... Robert, derdine kar şı istedi ği yakınlı ğı dedesinden bulamayınca gerçek bir üzüntüye kapıldı, nasıl hareket etmesi gerekti ği hususunda kararsız kaldı. Bir an a ğlamanın bo ş oldu ğunu hissederek hıçkırıklarını susturmak istedi. O zaman da bir öksürük nöb etine yakalandı. Nöbet bir kaç dakika sürdü. Babası gibi öksürmekte ol duğunu dü şündü. Nihayet, nöbet geçti ği zaman ba şının çatlayacak gibi a ğırmakta 12 oldu ğunu farketti ve her şeye ra ğmen teselli edici bir söz bekledi. ihtiyar Gow, yine oralı de ğildi. Bir kaç saniye böyle geçti. Teselli ve hafif bir ok şama bile Robert'i o anda memnun edecekti. Fakat olm adı. Sadece ihtiyar, elini cebine attı, madeni bir kutu içinden yuvarlak bir nane şekeri çıkardı ve

ağzına attı, emmeye ba şladı. Robert, şekeri bile kendisine vermedi ğini görünce bir kere daha şaşırdı, üzüldü. Teselli bekledi ği dedesinden Robert'-in duyabildi ği tek teselli cümlesi şu oldu : — Hayatta en tahammül edemedi ğim şey kar şımda bir insanın a ğlamasıdır. Senin de göz ya şların pek bölmü ş canım.. Bırak bu âdeti Robert, kendini tutmasını biraz ö ğren evlâdım. Sonra kalemine davrandı ve devam etti : — Şu ya şa geldim ama, şimdiye kadar tümen tümen üzüntü ile kar şıla ştım. Bu üzüntülerin beni hırpalamasına müsaade etseydim bug ün böyle olabilir miydim hiç? Dede, cafcaflı bir felsefi nutka giri şecek gibiydi ama, tam o esnada bir zil sesi duyuldu. Ses a şağıdan geliyordu, ihtiyar Gow, sözünü yanda kesti. Pi posunun ucu ile çocu ğa gitmesini, a şağıya inmesini i şaret etti. O, ba şını tekrar önündeki kâ ğıda e ğdi ği zaman Robert tepsiyi almı ş, ayaklarını sürüye sürüye kederli bir ruh hali içinde kapıdan çıkmı ştı. n Mutfaktakilerin hepsi birden susmu şlardı. Besbelli ki Robert'den bahsediyorlardı. Küçük çocuk, içeri girdi ği anda hepsinin ta ş kesilmi ş gibi oldukları yerdo ka-lıvermeleri bunu gösteriyordu. B üyükbaba Mr. Lackie, Kate, Murdoch ve anneanne hepsi bir aradaydılar. Bütün kü çük çocuklar gibi Robert de çok sıkılgandı ve sıkılganlı ğı o anda çok daha fazlala şmıştı. Büyükbaba, bir iki saniye sonra, ona do ğru geldi, elini yakalayıp bir süre avucunda sıktıkt an sonra eğildi, alnından öptü. 13 Annesiyle bu adam arasında büyük bir ilgisizli ğin varlı ğını sezen Robert'i bu hareket büyük ölçüde sarsmı ştı : — Hoş geldin, Robert'ci ğim, geli şine ne kadar sevindim, busen. Şükür görü ştürene.. dedi. Büyükbabasının bu şekilde konu şaca ğını hiç tahmin etmemi şti. Mutlaka sert konu şacak, onu incitecek, kıracak bir histi içindeki.. S esinde üzülmü ş, ezilmi ş, keder duymu ş insanların acılı ğı vardı. Arkasından da Kate onu öpünce, bütün aksine telkinl ere ra ğmen, a ğlamamak için kendini zor zeptetti. Anneannesi, Robert'i kolundan tutarak sofradaki yer ine oturttu : — Saat 7 ye geliyor, dedi, karnın acıkmı ştır, bir şeyler ye artık.... Hepsi sofraya yerle ştiler. Büyükbaba isteksizli ği tonundan belli bir sesle bir dua okuduktan sonra kayık tabakta, henüz dumanı tüt mekte olan eti parça parça doğradı. Anneanne de sofranın ucunda tabaklara lahana ve patates koymakla meşguldü. Mr. Lackie, Robert'in taba ğına itina ile güzel ve büyük bir parçayı koydu. Bun u yaparken de iyi bir i ş yapmı ş insanların edasiyle : Al bakalım, küçük, hepsini yiyeceksin bunun , L. Büyükbaba, 47 - 48 ya şında gösteriyordu. Kısa boylu, zayıf bünyeli bir in sandı. Çehresi solgundu. Küçük gözleri, ensiz bir suratı v ardı. Siyah bıyıkları fırça gibiydi. Saçları, ba şının saçsız kısımlarını örtebilmek için yana taranm ı ştı. Yüzünde feragat sahibi insanlara mahsus bir ifade v ardı. Hani o, kıymetleri bilinmemi ş dürüst insanların ifadesi... Kolalı yakasında siya h bir kravat vardı. Beyaz dü ğmeli, çift önlü lâcivert elbisesi bir hayli garip g örünüyordu. Kar şısındaki büfenin üzerinde de denizcilerin kasketine benzer şapkası duruyordu. Robert'in omuzunu ok şadı ve : '14 dedi. — Lahananı etle ye.. İnsana çok yarar bu., dedi. Robert, sofrada herkesin kendisine bakmakta oldu ğunu hissediyordu. Elindeki çatalla bıçakta bir hayli büyüktü. Kullanamıyordu o nları, elinden kayıyorlardı. Et çok tuzlu ve kemikliydi, lahanayı da sevmemi ş-ti. Nerdeydi o babasının evindeki yemeklerin lezzeti ve sofranın havası, ner deydi bu sofra, bu yemekler? Tam mânasiyle şımartılmı ş bir çocuktu Robert.. Babası, evde, o kendine mahsu s şakacı tavriyle, sofraya her şeyin «mutlaka en iyisinin konulması» nı söyler, eve hemen her dönü şünde de pasta, istiridye gibi sofranın çe şnisini

zenginle ştirecek yiyecekler alır, getirirdi. Robert'i, annes iyle babası, hele yemek bahsinde o derece şımart-mı şlardı ki, annesinin, ona bir parça tavuk eti yedire-bilmek için vadetmedi ği iyi şey kalmazdı. Fakat Robert gerçe ğin acı da olsa farkındaydı. Büyükbabasını daha ilk günden üzm eyi, onu kzıdırmayı do ğru bulmadı, be ğenmedi ği halde yeme ğini zorla tamamladı. Başı öne e ğik oldu ğu için Robert'in kendilerine dikkat etmedi ğini zanneden Mr. ve Mrs. Lackie, fısıltılı bir sesle, yarım kalmı ş konu şmalarına devam ettiler. Büyükbabası biraz sıkılmı ş bir tavırla konu şuyordu : — Mrs. Chapman, senden her hangi bir talepte bulun madı mı? Karısı cevap verdi : — Yoooo, hiç bir şey istemedi, dedi. Halbuki bir hayli de masra fı olmu ş zannederim. Fakat istemedi. Hassas, insanlık t arafı kuvvetli bir kadına benziyor.. Mr. Lackie, şöyle bir gö ğüs geçirdi : — Şu herkesin birbirine kötülük etmek için yarı ş yaptı ğı bu dünyada, iyi insanların da bulundu ğunu görmek ne güzel şey de ğil mi? Gelirken arabaya bindiniz mîydi? — Lüzumu yoktu ki... E şyamız fazla de ğildi. Elbiselerinin ço ğu küçüldü ğü için almadık. Sonra, galiba, ötekiler e şyayı alıp götürmü şler.. 15 Büyükbaba, içten içe kızıyordu. Kendisine ıstırap v eren bir hayali seyrediyor gibiydi. Kendi kendine söylenir gibi : — Delikleri bir türlü bitip tükenmek bilmedi ki.. Ellerinde avuçlarında bir şey kalmadıysa hiç de hayret etmem do ğrusu... Karısı cevap verdi : — Ama bir yı ğın da hastalıkla mücadele ettiler. — Ne olacakmı ş ki! Akıl yoktu ki onlarda. Niçin kendilerim sigo rta ettirmemi şler? Bir sigorta poliçesi olsaydı ellerinde, her şey düzelirdi vallahi. Robert'in gözlerine bir uyku a ğırlı ğı çökmü ştü. Mr. Lackie'nin ufalmı ş gözleri üzerine dikilmi şti. Havasını de ği ştirdi : — Aferin Robert'e, dedi. Bak yeme ğinin hepsini bitirdi. Tabii öyle olacak. Bizim evde hiç bir şey ziyan edilmez, de ğil mi? Kate, masanın öbür tarafında Robert'in kar şısında oturmu ştu. Konu şulanlarla ilgilenmiyor gibiydi. Pencereden dı şarıya dalgın dalgın bakıyor, akşamı seyrediyordu. Birden ba şını döndürdü ve cesaret vermek isteyen bir tebessümle Robert'e güldü. Kate 21 ya şında idi. Robert'in annesinden sadece üç yaş küçüktü. Fakat, Robert, onun annesine çok az benze di ğine dikkat etti. Annesi gerçekten güzel bir kadındı. Halbuki Kate, ba sit çehreli, kuru ve çatlak tenli bir kızdı. Fersiz gözleri, çıkık elmacık kemi kleri ile o hiç de Robert'in annesinin karde şine benzetilemezdi. Saçlarının rengi de tuhaftı. Sanki Grow'larm kırmızı saçiyle Lackie'ler in siyah saçları arasında kalmayı tercih etmi ş, böylece de renksiz kalmı ş bir yı ğından ibaretti. Kate Robert'e : — Okula gidiyordun, de ğil mi Robert? Robert kızardı ve büyük bir gayret sarfederek cevap landırdı : — Evet, dedi, gidiyordum. Crescent'de Miss Barty'- " nin okuluna gönderiyorlardı beni. 16 Kate tasdik makamından ba şını salladı ve : — Nasıl, be ğenmi ş miydin okulunu? Robert : — Evet, dedi, çok be ğenmi ştim, çok iyi bir okuldu... Kate konu ştu : — Bizim de burada güzel bir okulumuz var. Her halde bu okulu da seversin, olmaz mı? Büyükbaba lâfa karı ştı : — Bana kalırsa John Street İlkokuluna gönderelim onu.. Yahut da seninle beraber olsa, daha iyi de ğil mi Kate? Kate, öksürerek sesini akort etmeye çalı şan Büyük-baba'ya döndü. Bu mütalâayı beğenmedi ği belliydi. Kızgın bir sesle konu ştu :

— O ne biçim lâf baba.. Sen de bilirsin ki John Street basit, kıymetsiz bir okul. Biz hepimiz Academy'-de okuduk, Robert'in de orada okuması lâzım. Senin sosyal mevkiin de bunu gerektirir zaten. Mr. Lackie ba şını önüne e ğmişti yine. Mırıldanır gibi : — Şey.. Evet, belki ama, birinci ders dönemi bitm eden de almazlar ki.. Ama Ekim'in 15 inde bitiyor dönem galiba.. Bir iki şey sor bakalım Robert'e, durumu nasıl acaba? Kate, «hayır» mânasında ba şını salladı : — insaf yani, baba, dedi. Şimdi olur mu bu? Çocuk tur şu gibi zaten. O kadar yol gelmi ş. Bir de sınava mı sokaca ğız şimdi? Gitsin yatsın daha iyi. Sonra birden hatırlamı ş gibi : — Ha.. Sahi kiminle yatacak Robert? Robert'i de uyku fena bastırmı ştı. Nerdeyse sofrada uyuyacaktı. Kate'in söylediklerini duyunca yerinden silkindi ve anneann esine göz kırparak uyumak istedi ğini i şaret etti. Fakat kadınca ğız günün telâ şından o âna kadar bu konuyu hiç mi hiç dü şünmemişti. Kendi kendine mırıldanır gibi konu ştu : 17 — Robert kocaman çocuk, seninle yatması olma z Kate.. Senin yata ğın da çok ufak Murdoch.. Sonra, sen de ders çalı şıyorsun, geç yatıyorsun.. Şey.. Haminninenin odasını versek ne dersin? Yani, o bura da yokken tabii. Ha, olmaz mı? Fakat Mr. Lackie bu teklife itiraz etti : — Olmaz, dedi. Kendisine sormadan odasını bo zmağa hakkımız yok. Az para de vermiyor kadın bu bir tek oda için yani, de ğil mi? Sonra bir kaç güne kadar da gelecek. Ba şka bir formül bulalım. Murdoch ba şım taba ğına e ğmiş, miyop gözleriyle yeme ği ve ekmek lokmalarını bir polis hafiyesi dikka-tiyle muayene ede ede yiyordu. Arada sırada da taba ğının yanında duran ders kitabını alıyor, kokluyormu ş gibi burnuna kadar yakla ştırıyordu ve güya okuyordu. Babasının itirazı üzeri ne ba şını i şgüzar bir tavırla kaldırdı ve ilk defa olarak konu ştu r — Yukarda, ihtiyarla beraber yatsın.. En do ğrusu bu... Mr. Lackie, Dede'nin lâfını i şitince çehresi biraz donukla şmıştı ama, o da mütalâayı kabul eden bir tavırla kafasını salladı. Fakat Robert beyninden vurulmu şa dönmü ştü. Bu durumu, birbiri ardınca u ğradı ğı felâketler zincirinden bir halka telâkki ediyor, bu halkanın gele gele, kendisini üst kattaki o ürkütücü, garip insana ba ğlamı ş oldu ğunu görüyordu, içindeki ürkütücü korkuya ra ğmen «olmaz» demek kuvvetini de kendisinde bulamıyordu. Hem öylesine de yorgundu ki göz kapakl arını kıpırdatacak takati bile kalmamı ştı. Kate'in sesini duydu : — Gel bakayım, yuvrum... diye seslendi, sonra da a nnesine hitap etti : — Su ısındı mı acaba, anne? — Isınmı ştır her halde. Yalmz idareli kullan. Bula şıkları da yıkayaca ğız. Küçücük banyoya girdi. Kate'in yardımiyle elbisele- 18 rini güç belâ çıkarabildi. Robert, tamamen soyundu ğu sırada Kate'in yüzünün de hafifçe kızardı ğını görmü ştü. Kullanıla kullanıla rengi yer yer sararmı ş, sabit küvete girdi, içindeki ılık suyun seviyesi bir karı ştan fazla de ğildi. Kumlu, sarı bir sabunu bir bez parçasının içine koyarak ıs lattı ve çocu ğu sabunlama ğa başladı. Uykudan ba şı ikide bir önüne dü şüyordu. Göz kapakları a ğırla şmış, gözya şları tamamen kurumu ştu. Kendini tamamen Kate'e teslim etti. Yıkanabildikten sonra Kate'in kendisini kuruladı ğını, gömle ğini tekrar giydirdi ğini hayal - meyal farketti. Banyonun kapısının topu zundan çıkan sesi de şöyle böyle hatırlayabiliyordu. Yukarı çıktılar. Bir rüya içinde yüzüyor gibiydi. Mahut odanın kapısında dalgaların, tren gü rültülerinin tünel-lerdeki uğultuların arasından elini kendisine uzatmı ş olan Dede'yi gördü. Elinden tutmu ştu. İhtiyar Gow çok deli yatıyordu. Lokomotif gibi horlu yor, devamlı surette sa ğa sola dönüp duruyordu. Duvar tarafında idi çocuk. Sa baha kadar yassı kadayıf haline gelmedi ği kaldı. Fakat öylesine bitkindi ki, sabahı deliksi z bir uyku ile buldu. Yalnız uyanı şı müthi ş korkulu bir rüya ile oldu :

Babası odasında idi. Üzerinde uzun bir gecelik vard ı. Arkada şlarının tavsiyesi ile ilâç niyetine çay nargilesi içiyordu. Arada bir , kahverengi gözlerinde bir neş'e ça ğlayanı beliriyor, karısı ile şakala şıyor, kahkahalar atıyordu. Ama kadın hep somurtuyordu. Onun kar şısm-da ayakta, elleri önüne kenetlenmi ş olarak duruyordu. O sırada doktor geldi. 40 - 45 ya şlarında, soluk ve abus çehreli bir adamdı bu. Birden bir gök gürültüsü duyuldu. Simsiy ah kanatlı ata benzeyen bir canavar heybetli gövdesi ile odaya girdi. Çocuk kor kudan, deh şetten ba şını kollarının arasına sakladı, hıçkıra hıçkıra a ğlama ğa ba şladı. Fakat ötekiler hiç oralı de ğillerdi. Beraberce bu canavarın sırtına bindiler, u çtular, gittiler. 19 Gözlerim açtı ğı zaman kan-ter içindeydi. Kalbi küt - küt vuruyor, nefes alamayacak gibi oluyordu. Sabah olmu ştu. Odaya güne ş dolmu ştu. Dede çoktan kalkmı ş, giyinmi şti bile. Pencerenin kırık pancur-larını açıyordu. Döndü, Rob ert'e baktı : — Seni uyandırdım galiba, küçük, dedi. Hava öyle gü zel ki bugün. Hem kalkma zamanı da geldi artık. Robert yava şça yataktan çıktı. Giyindi, ihtiyar, anlatma ğa ba şladı : Kate, çalı ştı ğı okula, Murdoch da kendisini postacı olarak yeti ştiren Skerry Kolejine gitmi şti. Büyükbaba daireye yollanmak üzere idi. O da gid ince a şağıya rahatça ineceklerdi. Dede, Mr. Lackie'-den bahsederken i şini sormu ştu Robert. O güzel üniformasını çok sevmi şti çocuk. Fakat onun, bölgede herkesin çöp tenekele rinin, helalarının temiz kalmasını kontrol eden bir görevd e oldu ğunu ö ğrenince sukutu hayale u ğradı. Gerçi, büyükbaba sular idaresine müdür olmak istiyormu ş ama şimdiki halde durumu buymu ş. Dede-torun sokak kapısının hızla kapandı ğını duydular. Bir iki saniye sonra da Mrs. Lackie'nin sesi duyuldu : — Ne âlemdesiniz, diyordu, kucak kuca ğa iyi uyuyabildiniz mi bari? Beraber a şağı indiler, ihtiyar Gow, sofraya, damadının koltu ğuna otururken cevap verdi : — Sa ğ ol Hannah, iyi uyuduk. ihtiyarın yalnız sabah kahvaltılarında a şağı indi ğini Robert sonradan öğrenmi şti. Şöminede ate ş yanıyordu. Mutfa ğa sevimli bir oda havası veriyordu bu. Gizli bir samimiyet onları birbirine kayna ştırmı ştı. Sofranın bir kenarında ekmek kırıntıları, reçel, peynir döküntüleri fazlaca idi. Belli ki Murdoch kalkmı ştı oradan. Mrs. Lackie, büyükçe bir teiieke kutudan üç çay fincanına ka şıkla kakao koydu Beyaz çaydanlıktan içlerine kaynar su döktü. — istersen bu sabah Robert'i biraz gezdir olm az 20 mı baba? dedi kadın. İhtiyar, terbiyeli ve a ğır bîr tavırla : —•• Elbette, dedi, götürürüm. Gezeriz. Kızı memnun olmu ştu : — Seni bilmem mi baba, dedi. Elinden geleni yapa rsın. Yalnız, ba şlangıçta her şey biraz zor olur, dikkat et.. Dede, kakao fincanını iki eliyle tutarak dudakları- • na yakla ştırırken : — Yo, kızım dedi. Zorluklardan kaçmak yok bizde. Kadın, yüzündeki üzgün ifade ile babasına bakma ğa devam ediyordu. Her halinde babasına kar şı duydu ğu büyük sevgi okunuyordu. Kahvaltının sonuna do ğru Hannah, dı şarı çıktı, biraz sonra babasının silindir şapkası, bastonu ve masasındaki kâğıtları ile geri döndü. Solmu ş rengi kaybolmu ş eski şapkayı dikkatle fırçaladı, kâ ğıtların ba ğlı bulundu ğu ye şil kurdelânın dü ğümünü sıkı ştırdı. Sonra da özür diler gibi : — Bunlar senin yapaca ğın i şler de ğil aslında babacı ğım ama, bir bakıma yardımı oluyor bize, farkın-daysan. ihtiyar garip bir şekilde tebessüm etti. Fincanın dibindeki kakaoyu da içtikten sonra kalktı. Ciddi bir eda ile şapkasını giydi. Çocu ğa «haydi» gibilerden i şaret ettikten sonra yürüdü. Kadın kapıya kadar onla rla geldi, ihtiyarın gözlerine endi şeli bir bakı şla baktıktan sonra, hafif bir sesle : — Bana söz ver bakayım baba., dedi. Fakat ihtiyar kızmı ştı : — Allah, Allah, dedi, ne biçim insansın sen be Hannah.

Fakat kızına hemen mü şfik bir tavırla tebessüm etti ve çocu ğu elinden tuttu, yürümeye ba şladılar. Tramvay dura ğına geldiler. Nihayet kırmızı bir araba göründü, ihtiyar adam, çocu ğu alıp, üstü açık olan yukarı kata çıkardı. Ön sıraya oturdular. Tramvay o sıralarda 21 pek yeni bir ta şıttı ve Robert, korkudan dedesinin eline daha sıkı yapı şmıştı. Bu yakınlıktan memnun olmu ş bir tavırla o da dönüp çocu ğa baktı. Sabah serinli ğinde, Toll'dan a şağı uzanan meyilli yolda hoplaya zıplaya gidiyorlardı . Biraz sonra biletçinin sesi duyuldu : — Lütfen bilet alalım.. Biletler, lütfen., diyordu. Ve onlara do ğru yakla şıyordu. Robert, bilet keserken çıkardı ğı sesten ve çantasındaki paraların şıkırtısından biletçinin geldi ğini anlıyordu ama, dedesi hiç oralarda de ğildi. Çenesini bastonuna dayamı ş, pencereden dı şarıya dikti ği bakı şlariyle öylesine dalmı ş gibiydi ki.. Bir anıt hareketsizli ği ta şıyordu âdeta.. Biletçi yanlarında durunca, de de, istifini bile bozmadan, öyle bir ahbapça bakı ş ve bir gizli anla şma tavriyle ona baktı ve göz kırtı ki, adam aptal aptal sırıtmak tan ba şka bir şey yapamadı ve : — Haaa, Dandie, sen miydin yahu? dedikten sonra yü rüdü gitti. Küçük çocuk, dedesinin böyle itibarlı bir insan olu şundan memnunluk duymu ştu. Nihayet tramvaydan indiler. İhtiyar Dandie azametli bir tavırla iki basamaklı bir merdivenle girilen bir binaya do ğru yürüdü. Kapısının önünde, madenî bir levha üzerinde, harfleri bir hayli silinmi ş bir yazı göze çarpıyordu : Avukat Duncan McKellar. Kapının iki tarafında yarım tül pe rdeli iki pencere vardı ve birinin üzerinde yaldızlı «Levenford in şaat Şirketi», di ğerinde ise «Rock Sigorta Şirketi» yazıları okunuyordu. İhtiyar adam içeri girince eski azametinden çok şey kaybedivermi ş, lâettayin bir insan oluvermi şti. Fakat, gi şe gibi küçük delikten uzanan çirkin suratlı bir kadın ı görünce birden tavrı deği şti. Kadın, Mr. Kellar'ın Mr. Blair'le görü şmekte oldu ğunu, biraz beklemek gerekti ğim söylemi şti. İhtiyar homurdandı. Robert'in sonradan ö ğrendi ğine göre, Dede, çirkin kadınlara hiç tahammül edemez, onlara sert çıkar, suratım ekşitirmi ş. 22 Beş dakika kadar sonra içerden sakallı bir adam çıktı. Gülüyordu. Çocuk adamın şapkasını giyerken üzerine dikti ği bakı şlardan sıkılmı ştı. Adam, ihtiyara kaşlarını çatarak baktıktan sonra onlara do ğru yürüdü ve : — Demek, bahsetti ğiniz çocuk bu, öyle mi? dedi. ihtiyar hürmetk ar bir tavırla cevap verdi : — Evet, Rahip Hazretlerimiz. Mr. Blair'di bu. Çocu ğu şöyle bir süzdü. Robert, bu bakı şlarda bütün geçmi şini bilen ve kendisini küçük gören bir hava sezdi, sıkı ldı, üzüldü. Adam : — Kendi emsalin çocuklarla oynayacak, arkada şlık edecek halin yok senin, de ğil mi? diye konu ştu. Robert, sorunun havasına uyarak tasdik zorunda kald ı : — Öyle, efendim. — İyi o halde... Benim bir o ğlum var, Gavin. Seninle oynar o. Fazla büyük değil senden. Bir kaç gün sonra bize gel sen. Evimiz uzak de ğil, Drumbuck yolunda. Başını önüne e ğdi. Ne olursa olsun, Gavin denilen o çocukla oynama k, arkada şlık yapmak niyetinde olmadı ğını söyleyemezdi, söyleyecek durumda olmadı ğını şuur altında farketmi şti. Adam, karasız bir durumda bir süre daha ona bak tı, çenesini sızavladı, sonra da ba şını sallayarak kapıdan çıktı, gitti. Onlar da Mr. MacKeller'ın yanma alındılar. Eski sti lde dö şenmi ş, güzel bir büroydu burası. Ceviz, büyük bir yazı masası, yerde ayakların gömüldü ğü büyük bir halı vardı. Şöminenin üzerindeki raf gibi kısımda bir kaç tane g ümüş kupa, duvarlarda çerçeveli portreler görülüyordu. Mac Kellar döner koltu ğunda oturuyordu. Ba şını kaldırmadan konu ştu : — Biraz beklettiler seni de ğil mi Dandie.. Verdi ğim i şi bitirdin mi, yoksa biri mahkemeye falan mı verdi seni, ha? 23

Kafasını kaldırınca Robert'i gördü Keyfi kaçm ı ş gibi suratı hafifçe asıldı. Mr. McKellar 50 ya şında gösteriyordu A ğırba şlı bir kıyafeti vardı. Kırmızı suratlı, sa ğlam yapılı idi, kısa kesilmi ş saçlariyle tertemiz bir insan intibaı bırakıyordu. Gür saçları püskül püsküldü. Gözleri k eskin ve kupkuru bakıyordu ama, iyi bir insan oldu ğu da bu gözlerden anla şılabiliyordu. ihtiyar Dendie'nin uzattı ğı kâ ğıtları aldı, inceledi, alt duda ğı hafifçe içeri kaçmı ş olarak konu ştu : — Vallahi, çok esaslı bir adamsın sen Dandie, dedi . El yazın fevkalâde doğrusu.. Kendine böyle devamlı i ş bulabilsen iyi kazanırsın... Dandie, yapmacık bir kahkaha savurdu : — Gönül istiyor ama, benim elimde de ğil ki? Şimdilik bu kadarına da razıyım ben. McKellar oturmasını i şaret ettikten sonra defterine bir şeyler yazdı : — Bunu da eski hesabına ilâve ettim. Ay ba şında hepsini birden alırsın, olmaz mı? dedi ve Robert'i göstererek : — Yeni bir misafiriniz var galiba., diye de il âve etti. Sonra da geriye yaslanarak gözlerini Robert'e dikti. Rahibinkinden daha kuvvetli oldu ğunu hisseti çocuk bu bakı şın. Hakkında kötü bildikleri varmı ş da onu de-ği ştiriyormu ş gibi bir ifade dola ştı çehresinde. Kelimeleri geveliyerek : — Hoş bir - çocu ğa benziyor, dedi. Yanılmıyorsam, insanı pek u ğra ştırmaz, yormaz gibi geldi bana görünü şü. Elini yelek cebine attı. Bozuk paralan bir yokladı, içinden aldı ğı bir şilini Dandie'ye uzattı : — Bununla küçü ğe bir çikolata alırsın. Ve gitmelerini isteyen bir ifade ile ilâve etti : — Bana müsaade ediver artık Dandie, dedi. Çok meşgulüm zira.. 24 İhtiyar Dandie, nefis kokulu bir hava kokluyormu ş gibi derin bir nefes aldı, göğsünü şi şirdi, yazıhaneden keyifle çıktı. Merdivenleri in ip soka ğa çıktıkları anda küçü ğe kar şı tarafta bir şeyleri gösterdi. Gösterdi ği iskoç çingenesi iki kadındı. Biri daha gençti. Esmer tenl i, hareketli, dinç görünü şlü idi. Alev alev yanan saçları vardı. Ba şında bir sepet ta şıyor, yürürken kalçaları düzenli kıvrılı şlarla sallanıyordu. Ba şındakini tutmak için iki eli havada oldu ğu için memeleri daha gergin olarak ileri fırlıyordu, ihtiyar, istek ve i ştah ifade eden bir erkek sesiyle konu ştu : — Bak, yavrum, dedi Böyle nefis bir sonbahar gününd e ne nefis bir manzara de ğil mi? Robert hiç de böyle bir kanaatte de ğildi. Bunlar, ba şları üzerinde ta şıdıkları sepet içindeki âletlerle tamir edile cek bir şeyler arayan basit çingene kadınlarıydı. Dedesinin ne demek iste di ğini anlayamamı ştı. Halbuki, ihtiyar, 70 yıllık ömrüne ra ğmen onların tenlerinde, kalçalarının kıvrılı şında bir şeyler bulmu ş gibi idi. Fakat Robert çingeneleri kafasından hemen uzakla ştırdı. Asıl önemli olan avukatın bürosunda içine do lan hislerdi. Bir takım gizli mânalar bulmu ştu orada. Kendisini bu derece bir gizlilik ve ondan mütevellit bir bo şluk içinde hissetmemi şti. Geze geze eve dönerlerken ba şını önüne e ğip dü şüncelere daldı. Kar şıla ştı ğı o insanların kendisine çevrilen bakı şlarındaki mânidarlık onu üzüyordu. Aslında, bunun sebebi pek basitti, ama, Robert, o vakit h enüz bilmiyordu bunu. Bu dedikodu yuvası, küçük kasabada herkesin bildi ği gerçek şu idi : Robert'in annesi, vaktiyle istedi ği her hangi bir erke ği ba ştan çıkaracak kadar güzel ve herkesin sevdi ği bir kızdı. Fakat bir Dublin'li olan ve kasaba ananelerine göre «yabancı» sayılan Owen Shannon'la bir seva-hatte tanı ştıktan sonra evlenmesi onu gözden dü şürmüştü. Owen Shannon kimsesiz bir gençti. Bir müessesede küçük bir memurdu. Zekâsı ve yakı şıklılı ğından 25 gayri hiç bir meziyeti—tabii kasaba halkına göre—yo ktu. Bu dedikoducu insanlar, onların senelerce mutlu bir hayat sürmü ş olduklarını hiç hesaba katmıyorlar, önem vermiyorlardı. Önce zavallı Owen'in arkasından da karısının ölmü ş olmasını, bu yüzden, «Allanın bir lütfü» olarak yorumluyorlar ve Robert'in dayanacak tek

dalı kalmamı ş bir çocuk olarak Lackie'lere gelmesini «Kaderin bi r cilvesi» şeklinde benimsiyorlardı. Dede ile Robert saptıkları bir yolda gölü gördüler. Yarım saat kadar yürüdükten sonra da bir sırtın burnunu dönünce Drumbuck köyü i le kar şıla ştılar. Robert, bir gün evvel anneannesiyle bu köyün kenarından geçtikl erini hatırladı. Vakit ö ğleyi bulmu ştu. Fabrikaların paydos düdüklerinden anladılar bun u. Drumbuck, bol a ğaçlı, güzel bir tepenin ete ğindey-di Ortasından küçük bir ırmak geçiyordu, iki beton köprüsü vardı. Vitrininde şekerleme ve pastalar bulunan, tabelâsında «Tibbie Minns» yazan bir şekerci dükkânını geride bıraktılar. Robert, kapısı açık bir barakaya baktı. Tezgâhının başında çalı şmakta olan bir dokumacı gördü. Biraz ötede de bir nalbant, dükkâmn ının önünde, bir atın kuca ğına aldı ğı aya ğına nal çakıyordu. Dükkânın kıpkırmızı oca ğı geride görünüyordu. Hava da ğlanmı ş kıl kokuyordu. İhtiyar Dandie herkesle selâmla şıyordu. Belli ki köy halkının hemen hepsini tanıyordu. 250 gramı iki şiline tatlı satan kadını, el arabası ile meyva sata n yaşlı adamı, kö şe ba şındaki bakkalı çok â şinâ birer tavırla, şakala şarak selâmladı. Robert, dedesinin bu hallerinden gurur d uyuyordu. Hana benzeyen bir otel gördüler. Kapının önünde kır mızı yüzlü, iri yarı, kolları yarıya kadar sıvalı bir adam vardı, ihtiyar Dandie onu da selâmladı : — Merhaba Saddler. Ne haber, nasılsın bakalım? Adam ihtiyarı ne ş'e ile kar şıladı : 26 — Oooo, Dandie, dedi, iyiyim, çok iyiyim, Sen nasılsın bakalım? Ne arıyorsun buralarda? — Şöyle bir hava alalım demi ştik de... dedi ve birden hatırlamı ş, iyi bir is yapmak istermi ş gibi şapkasını geriye itti : — Dur burada, dedi. Senin çikolatayı unutuyordum a z daha.. Otelin yanındaki bakkala girdi. Robert kapının önün deki bir ta şın üzerine oturdu. Yerden, bu ğday tanelerini korka korka acele ile toplayan civci vleri seyre daldı, ö ğle sıca ğında köy her şeyiyle hafif bir sessizli ğe, bir nevi uykulu havaya bürünmü ştü. Yan taraftaki mavi boyalı bir dükkânın tezgâhın ın gerisinde bir kadının simsiyah gözlerini üzerine di kip bakmakta oldu ğunu hissetmi şti Robert. Kadın, vitrinin gerisinde, bu ğulu bir şekil halindeydi. Çok geçmeden Dandie, çocu ğun çikolatasını getirdi. Vıcık vıcık bir şeydi bu. Bayattı da her halde. Kekremsi bir tadın a ğzına yayıldı ğını hisseti çocuk, ihtiyar, Robert'i orada bırakarak otelin lokantasın a girdi. Lo ş ve serin bir yerdi burası. Robert arkasından bakıyordu. Orta kıs ımdaki bo ş bir masaya gidip oturdu. Kalın camlı, ufak bir barda ğı aldı, alı şkın bir eda ile dudaklarına götürüp içindekini bir yudumda midesine yuvarladı. Sonra da, ma ğrur tavriyle, nutuk atar gibi etrafmdakilerle konu şmağa ba şladı. Lokanta, ö ğle yeme ği yemekte olan insanlarla bir hayli kalabalıktı. Bir yandan d a, büyük bir bardaktan, köpüklerini a ğsının kenarlarına saça saça bira içiyordu. Robert, birden kafasını öbür istikamete çevirdi. Bi raz ilerideki ye şillikte iki kız çocu ğu çember çeviriyorlar, ba ğrı şıp ko şuşuyorlardı. Robert, yava ş yava ş yerinden kıpırdandı. Dedesinin, bir süre içerden çı kamayaca ğını dü şünerek çayırlı ğa, kızlara do ğru yürümeye ba şladı. Erkek çocuklardan pek ho şlanmazdı Robert ama kızlarla iyi geçinirdi, korkmazdı onlard an Oku- 27 ! İ lundaki ö ğrenci arkada şlarının ço ğu da kız îdi zaten. Kızlardan biri ötede çemberini çevirmeye devam ediyordu ama, ya şça biraz küçük olanı yorgun bir tavırla, çayırın kenarındaki banklardan birine otur muştu. Robert'le ya şıt görünüyordu. Omuzdan askılı, kareli bir yün elbise vardı sırtında. Kendi kendine şarkı söylemeye ba şladı. Robert, yava ş yava ş yakla ştı, bankın öteki tarafına yava şça ili şti. Bahane ile dizindeki bir sıyrı ğı incelemeye ba şladı. Kızla meşgul de ğilmi ş gibi görünmek istiyordu. Nihayet, küçük kız şarkısını bitirmi şti. Kısa bir sessizlik, sonra da Robert'in bekledi ği oldu. Kız ona do ğru dönmüş ve arkada şça bir eda ile : — Sen de şarkı söyler misin, sever misin? demi şti. Robert, üzgün üzgün kafasını salladı. Şarkı söylemeyi hiç mi hiç bilmezdi. Sadece babasının ö ğretti ği bir şarkı vardı, itibarını kaybetmi ş güzel bir kadını

anlatıyordu bu şarkı; bir tek onu, onu da yarım yamalak bilirdi Rob ert. Şarkı bilmedi ğine, küçük kızı memnun edemedi ğine hakikaten üzülmü ştü çocuk. Zira onu beğenmi ş, ho şlanmı ştı ondan. Güzel bir kızdı. Hafif kıvırcık siyah saç larını altımda bir yarım daire çevirttikten sonra arkada t oplamı ştı. Açık mavi gözleri ve pürüzsüz teniyle çok cana yakındı. Robert, konu şmalarını uzatmak istiyordu. Kıza : —• Çemberin demirden mi? Kız cevap verdi : — Elbette demirden.. Ama sen niye çember diyorsun ona. Biz teker, deriz. Onu çevirdi ğimiz şu sopa da çomaktıı1. Robert, utandı. Yabancı oldu ğunun böylece ortaya çıkmasından hafif bir utanç duydu, kızardı. Öteki kız da çemberi çevire çevire kar şıdan yanlarına do ğru geliyordu. Konuyu de ği ştirmek için sordu : — Senin ablan mı bu kız? Kız, tatlı bir gülü şle güldü ve çabuk çabuk konu ştu : — y°""i, dedi, ablam de ğil. Louisa teyzemin kızıdır. 28 Ardfillan'dan geldi. Benim ismim de Alison... Aliso n Keith... Evimiz nah şurada. Tepede, a ğaçlar arasındaki şu ev. Annemle otururuz. Robert, Alison'un rahat bir tavırla konu şması ve kırdı ğı potlar yüzünden biraz sünepele şmişti. Louisa hoplaya zıplaya geldi. Robert, kendini o na kar şı müdafaa etmek istermi ş gibi tebessüm etti. Kız, soluya somya kar şılarında durdu, mahir bir hareketle de çemberini çoma ğın üzerine alarak durdurdu. Sonra, şaşırmı ş gibi Robert'e bakarak : — Heyyyy, dedi, kimsin sen, nereden çıktın? 11 -12 ya şlarında vardı. Alison'un aksine sarı şındı bu. Uzun, sarı saçlarını cakalı bir tavırla ikide bir arkaya atıyordu. Rober t, durumun biraz izaha muhtaç oldu ğunu bir anda dü şünerek, kızı kurtarma gayesiyle konu ştu : — Dün Dublin'den geldim buraya.. Ba ğıra ba ğıra konu ştu Louisa : — A, Dublin'den mi geldin? İrlanda'nın merkezi orası be... Biraz durdu ve ilâve etti : — Orada do ğdun öyleyse sen!. Robert ba şını sallayarak tasdik etti. Kız tekrar konu ştu : — Sen İrlandalısın demek ha? Robert, ma ğrur bir sesle cevap verdi : — Hem İrlandalıyım, hem de îskoçyalı.. Fakat Louisa kızmı ştı : — Hadi ordan sen de, dedi. Olur mu hiç öyle şey ? Bir insan hem îskoçyalı, hem İrlandalı nasıl olabilirmi ş ki? Amma da garip i ş ha!.. Robert, umdu ğu tesiri yaratamamı ş, Lousina'ın tavrının, tersine, daha mütehakkimle şmesine sebep olmu ştu. Kız bu cevap üzerine daha da sertle şmişti. Birden durdu. Aklına bir şey gelmi ş gibiydi. Kar şısındakini si- 29 gaya çeken bir savcının sert ve şüpheli edasiyle sordu : — Hangi kiliseye gidiyorsun sen? Azametli bir pozla güldü önce. Fakat az daha a ğzından «St. Domaniç'e» diye kaçıracaktı. Fakat, kar şısındakinin gözlerinde farketti ği kıvılcım ona, kendini müdafaa ihtiyacını hissettirdi ve : — Hangi kiliseye olacak, dedi. Basbaya ğı bir kiliseye i şte.. Tepede, kocaman bir çan kulesi var. Phoenix Crescent'de. Bi zim eve çok yakın bir kilise.. Sıkılmı ştı bu sorgu-sualden.. Bahsi kapatmak istiyordu Heme n yerinden fırladı. Çimenler üzerinde üç takla attı. Oyun olarak bütün bildi ği bundan fazla de ğildi zaten Aya ğa kalktı ğı zaman Louisa'nın hayret dolu gözlerinin hâlâ üzer inde oldu ğunu farketti. Kız, en a ğır ithamlardan daha üzücü bir sesle konu ştu : — Ah, dedi, az daha katolik zannediyordum se ni. Nihayet gülmü ştü. Ama Robert daha fazla kekelemeye ba şlamı ştı : — Şey., dedi. Ama nerden geldi aklına bu senin? — Vallahi bilmiyorum. Ama neyse de ğilmi şsin. Çok iyi!.. Bunalmı ştı. Gözlerini pabuçlarının burnuna dikip öyle sustu . Alison'un gözlerinde durumuna acıyan bir ifade okudu ğu için büsbütün sıkılmı ş, ezilmi şti. Louisa, gülmesine devam ederek uzun saçlarını bir d aha arkasına savurdu : —• Burada mı kalacaksın, artık? diye sordu.

Robert, dudaklarını hafif aralayarak ancak isitile- bilir bir sesle âdeta mırıldanır gibi konu ştu : —• Öyle.. Burada kalaca ğım artık.. Ve ilâve etti : — Danasını da söyleyeyim istersen, bir aya kadar d a Academy'ye kaydolaca ğım, derslere ba şlayaca ğım., Lousa bu habere de memnun olmu ş gibiydi. Ali-son'a dönerek : 30 — Academy mi? Senin gitti ğin okul de ğil mi orası Alison? Öylelerini Academy'ye almazlar, de ğilmi? Alison gözlerini kaldırmadan ba şı ile tasdik i şareti yaptı. Robert, göz kapaklarının acı acı sızladı ğım hissediyordu. Louisa biraz durdu, sonra da katıla katıla gülerek : — Haydi Alison, dedi, yemek saati geldi. Eve dönelim artık.. Mağrur tavriyle çemberine uzandı. Robert'e, gözlerinde n tâ içine kadar i şleyen merhametli bir bakı şla baktı ve : — Niye öyle suçlu suçlu duruyorsun? Dedikler in do ğruysa korkacak hiç bir şey yok.. Sonra kıza döndü : — Ne dikilip kaldın, Alison.. Hadi, yürü gide lim... Giderlerken Alison döndü, Robert'e baktı. Bu bakı şta,, hem üzüntü, hem de kendine bir sıcak ilgi hisseti. Robert. Fakat hiç u mmadığı bu kötü durumla kar şıla şmak Robert'i o kadar büyük bir kedere bo ğmuştu ki, bu tatlı bakı ş bile onu teselli edemezdi. Bulundu ğu yerde put gibi çakılı kaldı, uzakla şan iki kızın ardından öylece* bir süre baktı. Caddenin öbür tara fından dedesinin seslenmesi onu kendisine getirdi. Yanma gitti ği vakit, ihtiyar adamı mutlu bir ruh hali içinde gülmekte oldu ğunu gördü. Gözleri parlıyordu. Şapkası hafif yana eğilmi şti. Lomond View'e do ğru yürümeye ba şladılar. Çocu ğun arkasını sıvazlayarak : — Aferin Robert, dedi, bakıyorum, hanımlar arasında itibarın yüksek. O küçük, Keith'lerin kızıydı, biliyor musun? — Evet, dedeci ğim.. diye cevap verdi Robert, ihtiyar, nazik ve efe ndi bir tavırla konu ştu : — Tanırım, temiz ve dürüst insanlardır onlar. Kı zın babası, vaktiyle Rawalpindi'nin süvarisi idi. iyi kaptandı. Annesi iyi piyano çalar, hoş bir kadındır. O 31 konu ştu ğun kızın da sesi çok güzeldir ha.. Bülbül gibi şakır, şarkı söyler bacaksız. Fakat Robert'in donuklu ğu birdenbire dikkatini çekmi şti : — Ne o, bir şey mi oldu sana? Neyin var? Robert, hemen silkindi : — Hiç bir şeyim yok dede, dedi. Nerden çıkarıyorsun onu? Bir şey olmadı ki... Fakat ihtiyar inanmamı ştı. Buna ra ğmen itiraz etmedi. Sadece «Ben biliyorum, farkındayım sıkıntının.» der gibilerden kafasını sa lladı. Robert'in şaşkınlı ğı devam ederken de ıslıkla bir şarkı tutturdu. Pürüzsüz ve güzel çalıyordu. Etrafına hiç aldırı ş etmeden, yüksek perdeden çaldı ğı ıslık Robert'in ho şuna gitmi şti. Yalnız eve yakla ştıkları zaman ıslı ğı kesti, bu defa şarkıyı hafif bir sesle söylemeye ba şladı. Benim sevgilim yazın Yeni açmı ş konca gülü Tam kapıya yakla şırken de Robert'in kula ğına e ğildi : — Sakın, dedi, benim o lokantada bir şeyler içti ğimi anneannene söyleme. Çok kızar ha!.. rv Robert, anneannesinin, ilk günler kendisini evin di ğer halkiyle pek temas ettirmek istemedi ğini zannetmi şti. Bu konuda kesin bir karar veremiyor, fakat bazı hareketleri onda bu şüpheyi uyandırıyordu. Zaten garip bir durum vardı. Meselâ Kate, evdeki vaktinin ço ğunu kendi odasında geçirir, ö ğrenci ödevlerinin tashihlerini yapar, veya kitaplarına kapanırdı. Yüz ünde ve alnındaki sivilceler onun üzüntülü psikolojisinin belirtileriydi. Ö ğle yemeklerinde de evde olurdu

ama, pek kimseyle konu şmazdı. Bazı ak şamlar da, kitaplarından ve çalı şmalarından ancak arkada şı Bassie Ewing'i ziyarete gitti ği za- 32. man uzak kalırdı. Ev halkının arasına pek nadir kar ı şırdı. Büyükbaba ise i şine son derece ba ğlı bir insan oldu ğundan ço ğu zaman ak şamlara kadar eve u ğramazdı. Ö ğle yemeklerine geldi ği günler tek elin parmakla-riyle sayılacak kadar azdı. Geceleri bile pek istirahat e tmez, belediye kontrolünü gerektiren maddelerle ilgili resmî raporları koltu ğuna gömülerek okur, kimseyle konu şmazdı. Sadece haftada bir ak şam bir in şaat şirketinin mûtat toplantılarına katılırdı. Murdoch da, istekli görünmesine ra ğmen Robert'le hemen hemen hiç konu şamazdı. Zaten bütün gün okulda idi. Ak şamları da a ğır a ğır yeme ğini yedikten sonra kitaplarını önüne yayar, miyop gözleriyle onları ok ur, kar şılarında, herkesle ilgisini kesmi ş gibi saatlerce öyle kalırdı. Küçük Robert'in en yakın arkada şı yine ihtiyar Dede'di. Academy'de derslere başlayaca ğı günü beklerken Robert ona daha fazla yakla şıyordu, ihtiyarın kopya etti ği o yazıların dı şında bir me şgalesi yoktu. Robert'in arkada şlı ğından zaman zaman memnun kaldı ğı anla şılıyor, zaman zaman da onunla def-i belâ kabilinden ilgilendi ği hissediliyordu. Havanın açık oldu ğu günler ekseriya beraber çıkarlar, Drumbuck çayırına giderlerdi. İhtiyar, orada iki arkada şiyle «Marley» oynardı. Topla oynanan bu oyunda Dandie adamakıllı ustaydı. Hep kazanırdı. Oyun arkada şlarından biri, ne ş'eli, gücü-kuvveti yerinde bir adam olan otel sahib i Saddler Boag'dı. Saddler'in otelinden ba şka araba ve hayvan levazımatı satan bir dükkânı da vardı. Kendini bildi bileli bu i şi yapıyordu, oteli sonra açmı ştı. Dedenin öteki oyun arkada şı ufak-tefek, Karamürsel sepeti gibi bir herifti. Peter Diekiey'di adı. Eskiden posta müvezzili ği yapmı ştı. Bu yüzden, dünyanın çevresini dola şacak kadar yol tepti ğini söylemi şti bir gün Robert'e. Şimdi çalı şmıyordu. Yalnız Halley adlı kuyruklu yıldızla çok i l- 33 giliydi. Bu yıldızın, günün birinde, dünyaya çarpıp ıp parçalayaca ğından ödü patlıyordu. Dandie'nin topları beyaz zemin üzerine kahverengi karelerle boyanmı ştı. Saddler, kazanmak için üç top birden koydu ğu zaman Dandie'nin son topunu gözünün hizasına getirerek, alay ederek ni şan alması gülmeye de ğer bir manzara te şkil ediyordu. Dedesiyle Robert, bazı günler de ya kasabanın kütüp hanesine gider, bir şeyler okurlardı, ya da itfaiyecilerin talimlerini seyrede rlerdi. Robert, bu talimleri çok seviyordu. Yalnız, ihtiyar, onların her hareket lerini alabildi ğine tenkid eder, kızar, söylenirdi. Bir gün de göle gitmi şler, sandalcı Parkin'in orada bulunmamasından bilis tifade bedava tarafından gölde nefis bir sandal gezintisi yapmı şlardı. Bir tek Pazar günleri Robert'in canı sıkılıyordu. Z ira o gün program ba ştan aşağı de ği şiyor, çocu ğun içini derin bir bo şluk kaplıyordu. O gün Mrs. Lackie erkenden uyanırdı. Kocasına çayını yata ğında içirir, oca ğa et yeme ğini vurduKtan sonra da onun eskimi ş redingotunu çıkarıp temizlemeye ba şlardı. Böylece, bütün ev halkı bir giyim teî-âgma dü şerdi. Kate, sırtında sabahlı ğı ol-'du ğu halde, merdivenlerde bir a şağı, bir yukarı mekik dokurdu. Mrs. Lackie, yıkana yı kana küçülmü ş eldivenlerine parmaklarını sı ğdırabilmek için u ğra şır dururdu. Bu telâ ş içinde kilise yoluna revan olunabilmesi daima mesel e olurdu. Murdoch, hep son dakikada, sırtında gömle ği ile merdiven ba şından sarkar, «Anne... Çoraplarımı bulamıyorum.» diye feryat ederdi. Mr. Lackie'nin ha li ise bir âlemdi, îlk giyinen daima o olurdu ve elinde saati, boynunu sık ıp suratım kıpkırmızı yapan kolalı yakasının içinde, holde, bir a şağı bir yukarı, sabırsız adımlarla gider gelir, «Ne biçim insanlarsınız siz? Biraz çabuk olu n yahu!.. Nerdeyse çanlar çalma ğa ba şlayacak..» derdi. 34 İhtiyar Dandie kiliseye gitmeyi sevmezdi. Kılık-kı-y afeti de müsait de ğildi gerçi. Ev halkı, o telâ şlı halleri bitip yola revan olduktan sonra da Rober t'e bir i şaret çakar, biti şikteki Mrs. Bosombley'e bir sabah ziyareti yaparlar dı. Robert, kendini, evde fazla hisseder, onlara yük ol duğunu dü şünürdü. Kiliseye gidi ş hazırlıkları sırasında ortalıkta görünüp, ayakları na dola şmayı bile ho ş görmedi ği için odasından hiç çıkmaz, dedesiyle otururdu. Sa bahın içe ferahlık

veren havası içinde çalı şmağa ba şlayan kilise çanları ona yalnızlı ğını, kimsesb'i ğini daha derinden duyururdu. Dede-torun'un sabah ziyaretine gittikleri Mrs. Bo-s omley dul bir kadındı. Kocası domuz kasabıymı ş. Rivayete göre, Bosomley de vaktiyle seyyar bir ti yatro trupunun primadonnasıydı ve bilhassa «Kralın sevgil isi» piyesinde, Josephine rolündeki ba şarısı ile büyük sükse yapmı ştı. Şimdi 50 ya şında vardı. Gülünce hiç yokmuş gibi kaybolan küçük gözleri, ablak çehresi, daima masa ile kıvrılmı ş sarı saçlariyle temiz kalbli bir kadındı. İri yarı idi. Yanaklarmdaki ince damarlar çehresini tatlı bir kırmızılıkla süslüyordu. Robert bazan onu aradaki çitten seyrederdi. Küçük b ahçede, arkasında beyaz kedisi ile bir a şağı, üç yukarı gider gelir, bazan da kendi kendine ko nuşurdu. Her halde vaktiyle oynadı ğı piyeslerdendi bu sözleri. Bir defasında Robert söylediklerini iyice duymu ştu. Kadın «Atalarımızın mezarlarına göz dikenlere kar şı sava şın. Anavatan topraklarımıza göz dikenlerin gözlerin i çıkarın..» diyordu. ' Levenford'lu de ğildi. Nerede do ğup büyüdü ğü ve Levenford'a gelmeden önceki hayatı meçhuldü. Bir tiyatroda ba şartist oldu ğu hakkındaki söylentilerin gerçeklik derecesi de bilinmiyordu. Zira, bir söyle ntiye göre de, tiyatroda hiç çalı şmamış, sadece bir cambazla 35 gezmi ş, durmu ştu. Karnında dö ğme bir resim oldu ğu da söyleniyordu. Robert, Mrs. Bosomley'in misafirperverli ği ile kendi evlerindeki pintili ğin tezat durumunu farketmi şti. Kadın, onları, ön odaya almı ş, Robert'e süt ve sandviç ikram etmi ş, kendisi de Dandie ile birlikte kahve içmi şti. Sonra da Robert'i çok şaşırtan bir harekette bulunmu ştu. Sigara yakmı ş ve içmi şti. Küçük çocuk, hayatında ilk defa sigara içen bir kadın gör üyordu. Sigara paketinin üzerindeki yazıyı o yüzden hiç unutmadı Robert : Da ğ Kokusu. Sigara bu isimle anılıyordu. Pazarların ö ğle sonralarının da bir ba şka âlem oldu ğunu Robert biliyordu. Mr. Lackeie, kıravatını, kolalı vakasını çıkarmadan ser in bir kö şeye, bir divanın üzerine uzanır kestirirdi. Murdoch da, Kate ile ber aber Halk Dersanesine ders vermeye giderdi. Ortalıktan el ayak çekilince Dandi 'e, küçük Robert'e yine bir i şmar eder, köye do ğru el ele yollanırlardı. Sıcakta, ö ğle yeme ğinin üzerine yapılan bu yürüyü ş di ğerlerine benzemezdi. O Pazar, Dede'nin bir plânı va rdı her halde. Zira çayırın etrafını dolanınca bir bahçenin dikenli çiti önünde durdular. Bahçe kapısının üzerinde «Bahçıvan A. Dar lymple» yazıyordu. Bahçede elma, armut, kiraz gibi meyva a ğaçlarından ba şka lahana, havuç, fasulye de yeti ştiriliyordu. Dandie, evvelâ geldikleri yolu bir kol açan etti. Sonra çitin üzerinden abanarak bahçeye baktı. Sesli bir yutkunm a ile dilini şapırdattıktan sonra da kendi kendine söylenir gibi konu ştu : — Yazık, dedi. Adamca ğız görünmüyor ortalıkta. Ba şından şapkasını çıkardı, kibar bir tebessümle Robert'e verdi : — Kapıya kadar gidip yorulmana de ğmez Robert, dedi, çitten giriver. Şu armutların iyi olmu şlarından bir kaç tane koparıp şapkaya koy. Ama kafanı gösterme sakın... 36 Robert, çitin altına uzanarak sürüne sürüne öte tar afa geçti. Armutları topladı. Dandie, bir taraftan şarkı mırıldanıyor, bir taraftan gözleriyle fıldır f ıldır etrafı kolaçan ediyordu. Robert i şini bitirince dönüp Dede'nin yanına geldi. Sularını çenelerinden akıta akıta armutları yediler . Dandie, ciddi bir tavırla Robert'e hitap etti : — Buranın sahibi var ya, Darlymple, son ü züm mahsulünü bir tek bana verir, o kadar sever beni o.. Robert, umumiyetle yalnızlı ğa alı şmış ve onu sevmi ş bir çocuktu ama, Dandie'nin yanında iken, gelip geçici de olsa, bir rahatlık hi ssediyordu. Yalnız bu gezintilerin tadını arada bir kaçıran bir şey vardı ki. Ro-bert'in canını sıkıyordu bu. Herkesin semtapi ve dostlukla selâmla dı ğı, hararetle kar şıladı Dandie'yi bazı kendini bilmez çocuklar alaya alma ğa kalkı şıyorlardı. Tabii, bu çocuklar, Gavin Blair gibi Academ'yde okuyan, iyi a ile çocukları de ğildi. Köprü üstünde kasketlerini suya daldırarak balık avlama ğa çalı şan bu çocukların

Dandie'yi gördükleri zaman bütün i şlerini bırakıp : Hey Allahım, buruna bak buruna, Nerden buldun onu dilenci Gow baba.. diye b ağırmaları Robert'i yerin dibine geçirdi. Dandie, hiç aldırmaz, onları duymuy ormuş gibi yapar, çocuklar bağırma ğa devam etseler bile, yürür giderdi. Robert, nihaye t bir gün dayanamayıp sordu : — Dede, dedi, sahi sen nerden buldun bu kocaman bu rnu ? Dandie, önce aldırmadı, cevap vermedi ama, sonra ma ğrur ve tepeden bakan bir eda ile konu ştu : — Bu bana Zulu harbinden kaldı evlâdım, anladın mı ? Robert «Öyle mi, dede» derken, artık, bu yüzden uta nç yerine gurur duymakta oldu ğunu hissediyor, o ba ğıran çocuklara kar şı içinin öfke ile kabardı ğını anlıyordu. Sonra da rica etti : 37 — N'olur, bana o harbi anlatsana dedeci ğim.. ihtiyar adam vakur bir bakı şla torununu süzdü. Çocuğun bu ilgisi bir bakıma ho şuna da gitmi şti. İhtiyar anlattıkça Robert memnuniyetten kendinden ge çiyordu. Robert, Dede'yi iskoç Kır At Süvari Bölü ğünün gözbebe ği bir delikanlı olarak bir anda hayalinde canlandırdı. Kahramanca bir sava ş esnasındaki huruç hareketi ile rütbesi derhal terfi ettirilen Dandie, çok geçmeden binba şının ba şmüşaviri ve dayana ğı haline gelmi şti. Bir muhasara sırasında da, durumu yardımcı birl iklere duyurmak vazifesi ona verilmi şti. Dandie, geceyarısı yola çıkmı ştı, iki elinde iki tabanca, a ğzında bir kama, kayalardan tırmana tırmana gidiyord u. Birden (burada Robert nefesinin kesildi ğini hissetmi şti) ay bulutların arasından sıyrılmı ş ve ı şık altında kalan Dandie, saniyesinde çetelerin sald ırısına u ğramı ştı. Dandie Gow, tabancalarmdaki son kur şuna kadar kullanmı ştı. Etraf mezbahaya dönmü ştü sanki. Kur şunları bitince de bir kayanın üzerine çıkmı ş, üzerine saldıranları birer iki şer kanlar içinde yerlere sermi şti. Henüz ölmemi ş olanların iniltileri gecenin sessizli ğini deh şetle doldurmu ştu. Dandie, hemen ıslı ğını çalmı ş, çok sevdi ği beyaz atı karanlıkları bir kuyruklu yıldız gibi y ara yara yanına gelmi şti. Neydi o gece? Atının üstünde dörtnala giderken duydu ğu o heyecanı ömründe bir daha tadamamı ştı. Zulular arkasından mızraklar sa-vurmu şlar, fakat o aldı ğı yaralarla kanlar için atının boynuna sarılmı ş olarak yardımcı birli ğin karargâhına ula şmış, sanca ğın şerefini de kurtarmı ştı. Robert, derin bir nefes aldı. Heyecan ve hayranlıkt an gözbebekleri iri iri açılmı ştı. — Dedeci ğim, dedi, çok a ğır mıydı yaraların? — Zannederim.. Her halde çok a ğır yaralanmı ştım yavrum... Robert nihayet o soruyu sordu : 38 — Burnun, dedi, burnun o zamandan mı b öyle kalmı ştı ? O günleri hatırladı ğını gösteren bir ok şayı şla burnunu sıvazladıktan sonra ihtiyar konu ştu : — Zehirli bir mızrak., dedi. Evet, yavrum ze hirli bir mızrak, tam burnumu hedef almı ştı sanki. Güneş batıya do ğrulmu ştu. Gözlerini kama ştırmasın diye şapkasının önünü biraz aşağıya do ğru çekti. Maziyi hatırlamı ş bir eda ile bahsi kapadı : — O sava ştan dolayı bizzat Kraliçe bana Balmoral ni şanını tevcih etmi ş, burnumdan dolayı da teessürlerini bildirmi şti, evlâdım... Robert, dedesine artık bir kahraman gözü ile bakıyo rdu, içinde bamba şka bir saygı ve sevgi uyanmı ştı. Demek, dedesi mükemmel bir insan, bir kahramand ı. folda elini hiç bırakmadı, eve döndüler. Anneannesi Robert'e elindeki bir kartı göstererek : — Haminnen geliyor yarın, yavrum, dedi. Seni de çok görmek istiyormu ş. O gün l Ekim'di ve kart posta ile gönderilmi şti. Haber, ihtiyar Dandie'de naho ş bir tesir yaratmı ştı. Sadece, a ğzına ek şi bir şey koymu ş gibi suratını buru şturdu, tek kelime söylemedi ve kızım şöyle bir müsteh-ziyane süzdükten sonra merdivenlere do ğruldu. Mrs. Lackie' onun arkasından, bir şeye üzülmü ş ve onu hafifletmeye çalı şıyormu ş gibi seslendi :

— Bir yumurta yapayım mı baba ister misi n? — Yok, Hannah, yok, dedi. Bir şey yiyecek hal yok artık bende.. Robert, Zulu'larla çarpı şmış bu kahraman askerin bu melûl - mahzun haline bir mâna verememi ş, fakat 'izülmü ştü. Duydu ğu gıcırtıdan, dedesinin yukarı çıkar çıkmaz kendini koltu ğuna atıverdi ğini anlamı ştı yalnız. * * * Dandie'nin ne dü şündüğünü bilmiyordu ama, Robert, haminne'yi yani Mr. Lackie'nin annesini büyük 39 bir sabırsızlıkla bekliyordu. Ertesi günü zor etti. Cu martesiydi. Bir araba sesi duyunca heyecanlandı ve pencereye ko ştu. Kalbi çarpa çarpa baktı. Haminne arabanın kapısına çarpmamak için ba şını e ğerek inmi şti. Siyah pelerinin gö ğsüne bastırdı ğı para çantasını bir eliyle sıkı sıkı tutuyor, bir eliyle de ete ğini toplayarak duruyordu. Neden sonra elini çantasına a tarak para çıkardı, arabacıya verdi. Fakat adamın canı sıkılmı ştı, «az» der gibilerden ellerini havaya kaldırdı ama, haminne ısrar etti ve nihayet adamca ğız halı sarılı denkleri içeri ta şımağa ba şladı. İhtiyar Dandie, kimseye görünmeden, sessizce evden ç ıkmı ş, mûtadı olmayan bir saatte gezmeye gitmi şti. Kate'le Murdoch evdeydiler ve koşarak ya şlı kadını kar şıladılar. Anneannesi Robert'e sesleniyordu : — Nerdesin Robie? Haminnen geldi, hak, ona yardım e tsene.. Artık çocu ğu «Robie» diye ça ğırma ğa ba şlamı şlardı evde. O da yadırgamamı ştı bunu. Küçük, ça ğırıldı ğını duyunca ko ştu ve telâ ş arasında kimseye farkettir-meden mümkün mertebe e şyanın a ğır olmayanlarını ta şımağa koyuldu. Arada bir de, mahcup bir ilgi ile haminnesine bakıyordu . Buru şuk buru şuk, uzun, sarı ve abus bir çehresi vardı kadının, î ri yan, ihtiyar Dandie'den de iri bir vücudu vardı. Siyah şapkasının kenarındaki beyaz i şleme keten suratının ablaklı ğım adamakıllı ortaya vuruyordu. Siyah saçları ancak tek tuk beyazlanmı ştı. Tam ortadan iki yana taramı ştı onlan. Uzun ve yarık dudaklarının üzerinde bir, ben vardı. Tüylenmi şti. Yolculu ğunu Mrs. Lackie'ye anlatırken konu şmakta zorluk çekti ği, di şlerinin birbirine çarptı ğı farkediliyordu. Anla şılan di ş te şekkülâtı bozuktu. Kilitli olan odası sahibesinin gelmesiyle açılmı ş, Robert de merakını tatmin etmek imkânını bulmu ştu. Kadın a şağıda yorgunluk çayını içerken, Robert de yukarıda, kapı önündeki bir deng in üzerine oturdu, odayı seyre ba şladı. Dedesininkinin aksine çok temiz, düzenli bir odaydı bu. Balmumu ve kâfuru kokuyordu. Ortada, büyük bir maun karyola vardı. Ka ryolanın iki tarafında, yen de oval iki halı, karyolanın altında da parlak ve t emiz bir lâmbalık... Karyolanın üzerinde kalın, ku ş tüyünden bir mavi yorgan görünüyordu. Aralık kısmı kadife, oturacak kısmı keten bir koltuk pence re önünde idi. Ve bir kö şede eski, fakat temiz bir diki ş makinası.. Duvarlara ta ş basması, kocaman üç büyük tablo asılmı ştı : «Mah şer günü», «Samson'un Mabedi Tahribi» ve «Beni İsrail'in Kızıldenizi Geçi şleri» adlı dinî üç tabloydu bunlar. Kapının yanında, bir çerçeve içinde de bir şiir vardı. Ba şlı ğı, «Mukaddes Gün» idi. Robert onu okudu : İbrahim Peygambere, çok yalnız birisini yanına aldı ğı için hamdü sena eden bozuk bir teknikle yazılmı ş bir manzume idi. Biraz sonra Robert a şağı indi ve bu defa haminne-siyle birlikte çıktı. İhtiyar kadın, basamakları tek tek, a ğır a ğır çıkmı ştı. Çok temkinli bir hali vardı. Robert ise, kendisini yiyecek olan canavarın yanınd a arzusu hilâfına gitmek mecbudiyetinde olan bir kuzu sadak atiyle onu takip ediyordu. Ya şlı kadın, bir şeyine dokunulup dokunulmadı ğım anlamak için bütün odayı, bütün e şyayı tek tek, büyük bir titizlikle muayene etti. İskemleleri bile yerlerinden oynatıp baktı. Diki ş makinasmın i şleyip i şlemedi ğini kontrol etti. Bir yanda da sakin fakat keskin bakı şlarla Robert'i kritik ediyordu. Muayene bitti ği zaman fazla memnun olmamı ş gibiydi. Ba şını salladı, çantasını açarak içinden bir kaç şi şe ilâç bir gözlük kutusu ve bir Kitabı-ı Mukaddes çıkardı, ilâçları karyolasının yanındaki i şleme örtülü küçük masanın üzerine itina ile sıraladı. Sonra Robert'e dönüp, a ğzım yaya, yaya, bozuk köylü şivesiyle konu şmağa ba şladı : 41

— Nasılsın, bakiim? Ben yokken uslu uslu oturun mu, yavrum? — Evet, haminne, oturdum. — Bravo evlâdım, aferin sana. Şimdi de istersen bana yardım et biraz. Odayı düzeltece ğim. Bir gün bile ayrılsam mutlaka biri her tarafı k arı ştırıp alt üst ediyor burayı.. Robert, paketleri açtı, kadın da temiz temiz katlan mış giyeceklerini teker teker yüklü ğe istif etti. Sonra Robert'e bir bez parçası uzattı : — Hadi evlâdım, dedi, sen de, şöminenin etrafındaki şu pirinç aksamı siliver. Temizlik dinden, imandan gelir, Allah bile pis insanları sevmez, de ğil mi? Kendisi de yüklükten bir tüy çıkardı. Şöminenin üzerinde dizili çiniden mamul minik köpek heykellerinin tozların! aldı. Robert'in i ş görmesi kadının ho şuna gitmi şti. Üze rindeki ciddi hali tamamiyle bıraktı, manalı ve istekli bir sevgi ile çocu ğa baktı : — Meğer iyi çocukmu şsun sen, Robie, dedi, Her şeye ra ğmen iyi çocukmu şsun. Ve ilâve etti : — Bak, haminnen sana ne getirdi, yavrucu ğum... Elini dolaba attı. Sa ğ gözünden bir avuç nane şekeri aldı, bir tanesini a ğzına attı, ötekileri çocu ğun avucuna koydu. Onu seven ve koruyan bir insan edasiyle konu ştu : —• Ama bunları a ğzında emeceksin. Kıtır kıtır yenmez bu. Böyle daha çok gider. Sen artık haminnenin o ğlu olacaksın, de ğil mi? Bundan sonra hep benimle beraber oturacaksın, tosunum benim, ma şallah. İkindi çayına seninle gezmeye gideriz olmaz mı? Yaşlı kadın sözünü tuttu. Hemen bütün gün Robert'i hiç yanından bırakmadı. Arada bir onu kar şısına alıp sohbet ediyor, hattâ kendisiyle ilgili b azı şeyler anlatı- 42 yordu. Bazı şeyleri de açıklamı ştı bu sohbetler sırasında : Köylü bir aile idiler. Bir süredenberi yanında misa fir kaldı ğı ye ğeni de Ayrshire'de patates ziraati ile i ştigal ediyordu. Kocası Levenford'un demir mamulleri fabrikasında sürveyandı. Bir vincin altın dan geçerken üzerine bin kiloluk bir çelik dü şmüş, ölmü ştü. Evliya gibi bir adammı ş sa ğlı ğında, haminnineyi Hak yoluna o getirmi ş. «Zavallı Samuel..» diyordu kadın, fakat ne de olsa «Allah'ına kavu ştu ğu» nü belirterek kendini teselli ediyordu. Fabrikanın sah ipleri olan Marshall Birederler de kadirbilir insanlardı, do ğrusu. Kaydıhat şartiyle ona maa ş bağlamı şlar, ele-güne muhtaç olmasını önlemi şlerdi. Oturdu ğu bu odaya ve yiyip içtiklerine mukabil para veriyordu. ikindi vakti Robert'e : — Hp.ydi yavrum, dedi, git, elini, yüzünü y ıka... Robert yıkandı. Biraz sonra da haminninesiyle berab er ^ ola düzüldüler. Drumbuck köyüne gidiyorlardı. Robert, daha şimdiden haminninesinin o dindar ve sert baskısına g irmeye başladı ğını hissediyordu. Kadının ho şuna gitmek için de kendine, ciddî dindar, ağır ba şlı bir hava vermeye çalı şıyordu. Kadının ba ş sallamalarını bile taklide başladı. Onunla yürürken hamin-ninesinii şatafatlı kıyafeti ona gurur veriyordu. Hava güne şli ve sıcaktı ama, o yine, seyahatte giydi ği misafirlik elbiselerini giymi ş, sedef kakmalı, altın saplı şemsiyesini, bir hükümdar asası gibi eline almı ştı. Robert, kimsenin onun arkasından ba ğırıp alay edemeyece ğini iftiharla düşündü. Atların su içti ğini gördü ğü yala ğın yakınındaki şekerci dükkânına geldikleri sırada haminne konu ştu : —• Bana bak, yavrum dedi, hiç unutma bu söyleyecekl erimi : Gitti ğimiz yerde çok kibar davranacaksın. Miss Minns benim çok sevgili a hbabımdır. Aynı kilise- ye gideriz onunla. Sana sorulmadan bir tek kelime k onuşmayacaksın, çayını da höpördeterek içme sakın, anladın mı? Miss Minns'in o çerçeveleri boyalı alçak pencereler ine çenesini i ştihla dayadı ğı günlerde, bir gün gelip de bu kadının evine misafir olarak gelece ğini dünyada aklına getirmemi şti Robert. Haminnenin hafifçe itti ği kapı hafif bir gıcırtı ile

açılmı ştı, îçeri girdiler. Balmumu, anason, sabun ve nane kokulariyle dopdolu bir yerdi burası. Miss Minns'in sırtında mavi bir entari vardı. Gözün deki madeni çerçeveli gözlü ğü arada bir eliyle düzelterek tezgâhın arkasında bir şeyler örüyordu. Haminneyi görünce sevinç ve hayret ifade eden bir çı ğlık attı : — Vay karde ş, vay.. Sen geldin ha... Haminne, arkada şına sürpriz bir baskın verdi ğinden dolayı memnun ve ondan beklenmeyecek derecede ne ş'elenmi şti : — Geldim ya Tibbie'ci ğinr ben geldim i şte.. dedi ve Minns'in ne şe'li kahkahaları arasında birbirlerini kucakladıla r. Sonra da, kadın, romatizmalı ayaklarını sürüye sürüye misafirlerin i aldı, dükkânın arka tarafındaki evine götürdü. Oval bir masanın üzerine hemen fincan ve tabak koyduktan sonra çaydanlı ğı oca ğa sürdü. Bir taraftan da, hamminne'nin Kilmarnock'a dair anlattıklarını büyük bir ilgi ile dinliyor, arada ona cevaplar yeti ştiriyordu. Haminne'nin, kilise fasıllariyle dolu uz un hikâyesi bitince Miss Minns, kibar ve efendice bir tavırla hami nne'ye döndü : — Eh, dedi, maa şallah karde ş, çok güzel vakit geçirmi şsin, çok iyi olmu ş bu seyahat senin ıçm ha?... Miss Minns, biraz sonra çayları koyma ğa ba şladı. Bir taraftan da haminnenin yoklu ğu esnasında muhitteki olan-bitenleri anlatıyordu. D oğanları, ölenleri, hattâ, Robert sek farkında delildi ama, gebe kalanl arı bile 44 nakletti. Fakat bunlar önemi tâli derecede bahisler di. Bitince ortaya garip bir sessizlik çöktü. Şimdi onlar, sofrada, aperitif içki ve mezeleri aldı ktan sonra asıl önemli yeme ğe gözlerini dikip bakmakta olan oburlar gibi idiler . Şimdi sıra önemli yemekte, yani Robert'dey-di. Ona bakma ğa ba şladılar. Miss Minns, Robert'in duymasına kıymet vermeden kon uştu : — Maaşallah, ho ş bir çocuk.. Çok şeker şey... Sonra ona döndü : — Kurabiyeden biraz daha alsana koca delik anlım.. Çok güzel bu kurabiye.. Robert kendisine gösterilen bu ilgiden şüphesiz memnunluk duyuyordu. Esasen Miss Minns, ona daha evvel bir tabak dolusu kek vermi ş, boyu masaya yeti şsin diye iskemlesine bir de minder koymu ştu. Sonra da çayını içmedi ğini görünce, dükkâna giderek, bir şi şe, gazoza benzer, sarı renkli güzel bir su getirdi. «Çelik Birası» adını verdikleri bu şi şenin üstünde pars derisi giymi ş, şi şkin pazulu bir adamın halter kaldırırken bir resmi vardı. Miss Minns konu ştu : — Haminnenle bana anlat bakayım yavrum, dedi. D edenle nasıl vakit geçirdin, eğlendin mi? Tatlı bir tavırla söylenmi şti bu söz. Robert cevap verdi : — Evet, dedi, çok iyi vakit geçirdim, efendim. îki kadın birbirlerini manalı bir şekilde süzdüler. Üzülmü ş, kederlenmi ş gibi de bir halleri vardı. Sonra haminne, kendince malûm ba zı şeyleri söylememek istermi ş gibi bir tavır takınarak Robert'e sordu : — Peki, neler yaptınız dedenle yavrum? Robert bira şi şesine uzandı. Kendisine büyük bir adam tavrı vermey e çalı şarak : — Oooo, dedi, bir yı ğın şey yaptık. Mr. Boag'la top 45 oynadık, Zulu'larla harbettik. Mr. Dalrymple'in bahçesinden yemi ş topladık. Ve kendince yanlı ş anla şılmasını önlemek için ilâve etti : — Sahibi dedeme evvelden müsaade vermi ş de onun için beni çitten içeri soktu dedem tabii.... Robert, sözlerini ilgi ile dinledikleri için memnun du. Dedesini methederek Drumbuck oteline gittiklerini, hattâ yolda gördükle ri çingene kadınların Dede'nin çok ho şuna gitti ğini teker teker söyledi. Robert, haminnenin acıma d olu bakı şlarını üzerinde hissetti. Haminne, arkasından ihtiy atlı, fakat arzulu bir eda ile konu ştu. Sanki durumda çok fena noktalar varmı ş da hepsini ö ğrenmesi lazımmı ş gibi, eski olayları, da karı ştırma ğa, Dublin'deki hayatını da anlatması için Robert'e bir takım sorular sorma ğa ba şladı. Bunu öyle munis bir yakınlık havası içinde kurcalıyordu ki, Robert, çok geçmeden adamakıllı açıldı, çocuklu ğuna dair hatırladı ğı neler varsa, her birini bütün ayrıntılarına kadar

nakletti. Robert'in anlattıkları bitince iki kadın manidar bir sükutla birbirlerine bakakaldılar. ilk konu şan Miss Minns oldu. Haminneye, hayıflanan bir sesle : — Bak, karde ş, dedi, gördün mü olanları? Haminne lahavle çeker g ibi ba şım iki yana salladı, sonra da Robert'e döndü : — Hadi, yavrum, dedi, sen biraz soka ğa çık, kapının önünde oyna. Ben Miss Minns'le özel bir şey konu şmak istiyorum. Robert, ev sahibesine veda ederek çıktı. Atların su içti ği yala ğın ba şında bir süre oyalandı, içindeki sıkıntı gitgide ço ğalırken haminnesini gördü.' Beraber eve do ğru yola çıktılar. Haminne yolda Robert'le hiç konu şmadı, sadece elini hiç bırakmadı ve ikide bir merhametli pozlarla onu ok şadı. Eve geldikleri zaman da hemen Robert'i kendi odasına aldı. Kapıyı kapadıkta n, sırtından pelerini çıkardıktan sonra da çocu ğa : — Benimle birlikte dua eder misin? dedi. Çocuk asa bi ve biraz heyecanlıydı : — Ederim, haminne., diye cevap verdi. Yaşlı kadın elinden tuttu ğu Robert'e diz çöktürdü. Odanın kesifle şen lo şlu ğunda kendisi de o iri yarı vücudu ile çocu ğun yanına diz çöktü. Samimi bir vecd-ü isti ğraf içinde dualar birbiri ardında sıralıyordu. Hep Robert için hayır dua ediyordu. Robert, endi şelerle sararmı ş çehresiyle ve heyecanlı bir halde diz çöktü ğü yerde nasıl hareket edece ğini bilemiyor, bir yandan Tanrı'ya sı ğınmanın, ona dualarla yalvarmanın içine bir zindelik, bir ku vvet a şıladı ğını zannediyordu. Haminne, nihayet, bir günahkâr kulu i çin Tanrı'dan ma ğfiret, kendisi için de sonsuz sabır diledikten ve Robert'i de Tanrı'nın yardımına emanet etti ğini söyledikten sonra yerinden kıpırdandı. Robert'i n gözleri inci taneleri ile pırıl pırıl olmu ştu. Dua bittikten sonran ya şlı kadın ne ş'e ile aya ğa kalktı. Gözlerinin içi bile gülüyordu. Pan-curlar ı açtı, lâmbayı yaktı. Sonra çocu ğu tepeden tırna ğa kadar bir süzdü. Artık uhrevî âlemden, dünyaya, yeryüzüne inmi şlerdi : — Sırtındaki elbise çok kötü, Robert, dedi. Bu kıl ıkla Academy'ye gidersen kimbilir neler söylerler arkandan.. Söylediklerine Robert'i de inandırmak istiyormu ş gibi elbisenin kuma şını parmaklariyle bir yokladı : — Ben yarın sana makinede bir şey dikerim ellerimle, dedi. Şu küçük dolabı aç, orada şerit bir metre var. Bana getir onu, yavrum. Metreyi eline aldıktan sonra çocu ğu Kar şısına put gibi dikti. Ölçülerini dikkatle aldı. «Ev-Kadın» adlı bir derginin içinden çıkardı ğı renkli bir patrona, kaleminin ucunu tükrükleyerek bazı rakamla r yazdı, ölçü i şini tamamladıktan sonra yerinden kalkarak elbise dolabı na gitti, açtı. Kendi kendine konu şur gibi : 47 — Bir yerde şayak bir etekli ğim olacaktı. Güzel bir kuma ştı. Tam sana göre bir şey., diye mırıldandı. Dolabı karı ştırırken kapı vuruldu. Dede'nin sesiydi : — Haydi Robie, yatma zamanın geldi. Haminne, kafa sını kapıya do ğru çevirdi, sert bir sesle konu ştu : — t>cn yatırırım îiobert'i.. thtiyar Dandie'nin se si de sertti : — Benimle beraber yatıyor o... Haminne kestirip at ıverdi : — Bundan sonra benimle yatacak o.. Anla şıldı mı? Kısa bir süre sessiz geçti, ihtiyar Dandie'nin sesi tekrar duyuldu : — Geceli ği benim odada ama... — Olsun.. Ben ona ba şka gecelik veririm. Bir süre daha sessizlik oldu. Dandie'nin ma ğlubiyetinin matemiydi sanki bu sükut.. Sonra, Robert dedesinin hafif terliklerinin sesini duydu, ihtiyar adam süklüm-büklüm odasına, yatma ğa gidiyordu. Robert, bu olay sırasında son derece telâ şlanmı ş, heyecanlanmı ştı. Ya şlı kadın onun solgun çehresini görünce bunu anladı. Hareketl erini daha sakinle ştirdi, yumuşakla ştırdı, çocu ğa kar şı daha koruyucu bir tavır takındı. Robert'in elbiselerini çıkardı, ibrikle üzerine su dökerek on u tertemiz yıkadı, sonra

büyükçe bir havluya sararak karyolaya yatırdı. Sonr a da karyolaya çıkıp çocu ğun yanma oturdu ve çocu ğu üzmemeye çalı şan bir eda ile alnını ok şamağa, saçlarını düzeltmeye ve samimi bir üzüntü ile içini çekerek, konu şmağa ba şladı : — Sakın üzülmeyesin, yavrucu ğum, canını sıkacak bir şey söyleyece ğim, ama, üzülme : Deden hayatında harbe falan girmi ş adam de ğildir. Ömründe bir defa bile, çarpı şmamıştır. Kendisi 70 ya şındadır ve bir tek gün dahi Winton Kontlu ğundan 70 mil uza ğa gitmemi ştir. 48 Robert şaşırmı ştı. Haminne neler söylüyordu? Ina-namıyordu. Yanlı ş mı i şittim, yanlı ş mı gördüm diye,, gözlerini ve kulaklarını daha faz la açmı ştı. Kadın arkasından ilâve etti : — Söylediklerim tamamen do ğrudur, yavrum. Senin istikbalin bakımından öneml i bir konudur da, onun için söyledim. Hattâ söylemeyi kendim için bir nevi görev adettim. Kadınca ğız bunları anlatırken Robert bütün varlı- ğiyle isyan etmek istiyor, hiç birini duymama ğa çalı şıyordu. Fakat kelimeler.. Onlardan kaçamıyordu ki.. Kadın anlatıyordu yine : — Şimdiye kadar hangi i şe elini attıysa yüzüne gözüne bula ştırdı. Hangi göreve yerle ştirildiyse kısa bir süre sonra kovuldu. Tekel de polarında memurdu bir zamanlar. Sonra senelerce i şsiz - güçsüz dola ştı. Zavallı karısı da onun kahrından ölüp gitti. Ya içki?.. Suratına di kkatli bir baksana onun. Nedir o burun, zannediyorsun? Arkada şlık etti ği kimseler de onun gibi. Boag'ra dolandırıcılı ğı be ş kere ortaya atıldı. Dickie de serserilikten yakın da Düşkünler Evine gidecektir. Kimsenin yanında be ş paralık itibarı bile yok artık. O ğlumun sa-dakasiyle yiyip içip, yatıp kalkıyor. Robert, zavallı çocuk, müthi ş bir sukut-u hayale u ğramı ştı. Dedesi için neler düşünmüştü, neler duyuyordu halbuki.. Elleriyle kulaklarını kapadı ve ba şını yastı ğa gömerek «Hayır!.. Hayır!» diye hıçkıra hıçkıra a ğlama ğa ba şladı. Çocu ğun üzüntüsü ya şlı kadını da sarsmı ştı : — Bunları bilmen lâzımdı, Robie'ci ğim, bilmen lâzımdı. Onun için anlattım sana.. (Bir taraftan yatak çar şafını düzeltiyordu.) Sen şimdi tam geli şme devre-sindesin. Bu ça ğda bir çocu ğun onun tesiri altında kalması do ğru olmaz. Ağlama yavrum.. Bundan böyle ben me şgul olaca ğım seninle; a ğlama artık... Yaşlı kadın, a ğlaması geçinceye kadar çocu ğu ok şadı, ba şından ayrılmadı. Sonra, ağır a ğır yerinden kalktı, kendisinin de yorgun oldu ğunu söyleyerek : — Erken yatan, erken kalkar. Erken yatıp erken ka lkan da sıhhatli olur, kafası çok iyi i şler, zengin olur., şeklindeki ata sözünü tekrarladı. Sonra soyunma ğa baş- 49 ladı. Robert, büyük kederine, onu peri şan eden sükut-u hayaline ra ğmen haminnesinin soyunu şunu dalgın dalgır seyretmekten kendim alamadı. Kadı n evvelâ, rengini muhafaza etmi ş kumral saçlarının üzerine takke gibi oturttu ğu siyah şapkasını çıkardı. Sonra, gö ğsüne i ğnelenmi ş, altın saati aldı, kurdu, şöminenin tablası üzerindeki bir çiviye astı. Sonra bir atkı çıkardı omuzlarından. Bunu içine soğuk i şlemesin, kendisini hasta etmesin diye kullanıyordu. Uzun kollu, sımsıkı siyah korsesinin dü ğmelerini de birer birer çözdü, ciddiyetle katladı v e pencere önündeki koltu ğun üzerine ihtimamla koydu. Haminnenin üstünde bir çerçi dükkânının varlı ğı kadar öte-beri bulundu ğunu dü şündü Robert. Daha da bitmemi şti. Kadın, biraz durakladıktan sonra patis kadan, d ört tane sargı çıkardı. Bu sargılar vücuduna sıkı sıkı sarılmı ştı ve uçlarında kurdeleler vardı. Onların altından da koltuk altlarına kadar ç ıkan siyah bir sutyen vardı. Kadın sutyeni çıkarmadan durdu. Sa ğ elini, manyetizmacıların yaptı ğına benzer sür'atli bir hareketiyle a ğzındaki takma di şleri çıkardı. Di şsiz a ğzı yüzünden çehresi korkunç derecede çökmü ş bir insanın yüzü gibi olmu ştu. Normal zamanlardaki sert çizgilere birdenbire ve çok tatlı yumu şaklık gelmi şti. Di şlerini ba ş ucunda hazır bulunan su dolu bir kaba koydu. Sonra dolaba do ğru gitti. Aldı ğı beyaz takkeyi ba şına geçirdi. Kurdelesini çenesinin altından sıkıca ba ğladı. Çehresi normal zamanlardakine yakın diri ifad esine bir nebze kavu şmuştu şimdi.

Haminne etekli ğini çözüp bıraktı. Ayaklarının dibine yı ğılan bu kuma ş parçasını itip öteye fırlattı. Onun altmdaki di ğer eteklikler de aynı şekilde çıkarıldı. Ro-bert'in, çocuklu ğana ait en şaşırtıcı, en hayrete dü şüren hâtırası bu eteklikler di. En dı şta siyah bir saten ondan sonra üç tane beyaz pamukl u eteklik, iki tane de krem rengi fanila eteklik.. Fa kat Robert, bu eteklik meşherinin altındaki esrarı ö ğrenmeye muvaffak olamadı. Zira tam o anda haminne ciddi ve biraz da sıkıl» jan bir ifade ile baktı : — Başını duvara do ğru döndür, Robert, dedi. Robert için yapacak yegâne şey bu emri yerine ge- 50 tirmekti. Bu defa görmüyor, fakat yine tekmelerin a tıldı ğını, balinaların fırladı ğını duyuyordu. Tahlil edemedi ği bazı sesler daha i şitti Robert, biraz sonra da lâmba söndü, haminne Robert'in yanına yata ğa girdi. Robert, haminnenin gayet sakin, sessiz uyudu ğunu gördü. Dedesi gibi horuldamıyordu. Fakat yata ğa girer girmez Robert'in aya ğına de ğecek şekilde uzattı ğı ayakları buz gibiydi. Robert, yan tarafa dönmü ş yatarken, ba şucundaki masada şeffaf kapta pırıl pırıl parlayan takma di şleri gördü. Onlara korku içinde bakıyordu. Eski stilde, fakat son derece sa ğlam di şlerdi bunlar. A ğıza iyi yerle şmeyi sa ğlayan kuvvetli bir yayı vardı. Robert, dedesinin bö yle takma di şleri olmadı ğını dü şündü. Aynı anda da, bütün kusurlarına ra ğmen onun yanında olmak için büyük bir arzu duymakta oldu ğunu farketti. V O sabah Robert, din kitaplarının adına Sırat Köprüs ü dedi ği tehlikeli geçitten geçecekmi ş gibi bir his içindeydi. Okula, Academy'ye ba şlıyordu. Heyecan ve endi şe içinde uyanmı ştı. Haminnesi elbiselerinin hazır oldu ğunu söyledi. Onu aldı, pencere önüne götürdü. Robert şaşırmı ştı. Elbisesi orada, ince bir kâ ğıdın üzerinde duruyor, âdeta onu bekliyordu. Büyük bir sabırsızlık içindeydi kaç gündür. Yeni el biseyi merak ediyordu. Nihayet ona kavu şmuştu. Ne diyece ğini şaşırdı onu ilk gördü ğü anda. Ama bir tuhaf olmu ştu görünce. Ye şildi rengi, öyle basit de ğil, fazla frapan, zehir gibi bir yaprak ye şiliydi. Haminnesi, bunu makinede dikerken görmü ştü ama, aklına bile getirmemi şti bunun kendine ait olaca ğını. Haminnesi hayatından memnun bir şekilde : — Haydi bakalım, dedi, geçir artık onu sırtına... Üstelik çok da boldu. Golfcülerinkinin biçiminde kesilmi ş olan pantolon uzunmu ş da paçaları kesilmi ş gibi a şağıya do ğru dümdüz dökülüyordu. Ceketin içinde de âdeta kaybolmu ştu Robert. Ya şlı kadın : — Çok güzel oldu., diye diye orasından burasından elbiseyi çeki ştirip duruyor, düzeltiyor ve devam ediyordu : — Tıpatıp oturdu. Tam vücuduna göre oldu. Tabu ölç ülü - bicili yaptım da ondan... Robert pancar gibi kızarmı ştı. Ezile büzüle : —• Ama, haminne, rengi? Kadın teyel ipliklerini eliyle sökerken cevap verdi : — Ne rengi, renginde ne varmı ş ki? Nefis bir kuma ş bu. Zaten belli ediyor kendini. Dünyada eskimez bu.. Robert, koluna yakından bakınca suratı adamakıllı d eği şti. Aman Ya Rabbi, kumaşta kendili ğinden bazı yuvarlar vardı. Küçük küçük güller.. Çoc uk büyük bir keder içinde bu kuma ştan haminnesine gayet güzel eteklik olabilece ğini dü şündü. Ama kendisine? Israr etti : — Bugünlük eski elbisemi giyeyim haminne, dedi, fakat ya şlı kadın derhal önledi : — Olur mu öyle şey? Ne münasebet!.. Hem ben dün gece onu kestim, tahta bezi yaptım. Haminne, uzun bir nutuk çekti, elbiseyi methetti. A klı biraz yatmı ştı ama, dı şarı çıkınca kar şıla ştı ğı Murdoch tekrar bütün şevkini kırdı. Merdivende, Ro-bert'i görünce hayretler içinde kalmı ş, yanlı ş görüp görmedi ğini anlamak için elini gözünün üstüne getirerek bir daha, bir daha b akmı ş, sonra da makaraları koy-vermi şti.

Kahvaltıda çorbasını içerken anneannesi de elbisesi hakkında hiç bir mütalâa beyan etmemi şti. Hareketlerindeki a şırı şefkat de Robert'i rahatsız etmi şti. Elbisesi hakkındaki hükmünde yalnız olmadı ğını görüyordu. Dı şarısı sisli ve bir hayli so ğuktu. Üzgün ve sinirli bir hali vardı soka ğa çıktı ğı zaman. Kül rengi, so ğuk iskoç seması altında bahardan bir parçayı kendinin te şkil etmekte oldu ğunu acı acı dü şündü. Onu bir gören bir daha, bir daha bakıyordu. Utancından ana yolu bıraktı, arka s okaklardan birine saptı. Burası tenha idi, fakat normal yolunu uzatıyordu. O kula saatinde yeti şemedi. Okulun karanlık bir dehlizi andıran kemerli kapısın ın kar şısında bir an duraladı, yutkundu. Okula kaydolurken bir kere daha , görmü ş oldu ğu bu kapı onda tehlikeli bir geçit oldu ğu hissini uyandırmı ştı. Dikdörtgen şeklinde yüksek bir saat kulesi, a şınmı ş beton merdivenleri, çocuk kokusu, havagazı ve tebe şir kokuları 52 duyulan sıcak koridorları, sınıfları vardı Acade my'nin. Asırlık bir bina idi bu ve kuruldu kurulalı okuldu. Robert, o halet-i ruhiye içinde kapısından girdi ği okulun koridorlarında da yolunu şaşırdı. Ö ğretmen olan Kate'in tavsiyesi ile yazılabildi ği ikinci sınıfı zorla bulabildi. Robert, içeri girdi ği zaman ö ğretmen Mr. Dalgleish ilk dersi tamamlamı ştı. Kimseye sezdirmeden bo ş sıralardan birine geçip oturmak istedi ama, tam sıralara yakla ştı ğı sırada kürsüdeki ö ğretmen onu gördü, durdurdu. Her zaman öyle sert, yahut alaycı bir adam de ğildi ama o gün biraz garipti hali i şte. O gün hiddetli oldu ğunu, bıyı ğının ucunu dudaklariyle kemirmesinden bütün çocuklar anlamı şlardı. Geç kaldı ğı için Robert'i azarlaması bekleniyordu. Fakat bağırmadı. Kürsüden yava şça, kayar gibi indi. Ba şını hafifçe sola do ğru e ğmiş, sallana sallana Robert'e do ğru yürümü ştü. Bütün sınıf hayret ve merakla onlara bakıyordu, ö ğretmen nihayet : — Demek yeni gelen ö ğrenci sensin, öyle mi? dedi ve tepeden tırna ğa onu bir süzdükten sonra ilâve etti : — Şu hayat ne tuhaf., insanı şaşırtacak şeyler yine de arada sırada oluyor. Elbisen yeni senin galiba, ha!. Bir kaç çocuk kıs kıs güldü. Robert a ğzını açamı-yordu. — Ama böyle surat etme, evlât dedi ö ğretmen Nereden aldınız bu kumaşı, Kooperatifin ma ğazasından mı, Miller'den mi? Gitgide rengi beyazla şmakta olan Robert, duyular duyulmaz bir sesle a ğzının içinde kelimeleri yuvarladı : — Haminnem dikti, ö ğretmenim.. Bir kahkaha tufanı yükseldi, ö ğretmen, çocu ğun etrafında dönerek tetkikine devam ediyordu. — Eh, fazla frapan renk ama, yakı şmış sana do ğrusu.. Sen irlanda'nın istiklâline taraftar olan gruptan-sın demek, öyle m i? Bir kahkaha daha... Robert, yarım daire şeklinde dizilmi ş sıralarda kendisine gülenleri kocaman kocaman görüyor, fakat tek tek de hepsini farkedebiliyor-du. Kahkaha atanlara sadece iki çocuk iltihak etmemi şti. Biri Gavin Blair'di, öteki de Alison; o çayırlıkta ko- 53 r nuştu ğu güzel kız Alison Keith.. Alison, kitabını sırasın ın üzerine dikine koyarak arkasına gizlenmi ş, onun biraz üstünden uzattı ğı güzel gözlerinin bakı şları ile üzüntü içinde Robert'e bakıyordu. Gavin en ön sırada idi ve hocaya onu çi ğ çi ğ yiyecekmi ş gibi bir hiddet içinde gözleriyle ate ş püskürüyordu. Öğretmen parma ğına Robert'i takmı ştı bir kere. Israr etti : — Cevap versene sualime efendi.. Saint Patrick '-çilerden misin, de ğil misin sen? Anlayalım!... Robert bir tek kelime ile kar şıladı bunu : — Bilmiyorum... Hoca, daha müstehzi bir ifade ile : — Hıh... Bilmiyormu ş., deyince ö ğrenciler daha fazla yüz bulmu ş bir halde kahkahalar attılar. Hoca, tarihten beyl ik bir parçayı şiir okur gibi okumağa ba şladı :

— «Boynunda yonca yapraklarından yapılmı ş bir çelenk, Ye şiller Giyme türküsünün canlı bir misali halinde üzerimize a tılıyor, fakat alnını mukaddes suyla yıkadı ğını yine de inkâr ediyor, onu, yüzü kızarmadan kabullenemiyordu.» Parçayı bu minval üzere okuma ğa devam etti. Sonra birdenbire çocukları susturdu. Normal sesiyle Robert'e hitap etti. Artık sesinde a lay yoktu, ciddiydi : — Bana bak, dedi, belki seni ilgilendirir, onun için söyleyeyim. Anneni de ben okutmu ştum senin. Ona verdi ğim emeklerin heba olup gitti ğini şimdi anlamı ş bulunuyorum. Hadi, geç, bir yere ili ş. Robert, büyük bir utanç içinde, titreye titreye git ti, bir yer bulup oturdu. Bütün ders boyunca, çektiklerinin bununla sona erme si için dua etti, durdu. Fakat nerde? Me ğer daha uvertür faslı imi ş o.. Teneffüse çıktıkları zaman bir sürü çocuk etrafını sardı, gülüyorlar, ba ğırıyorlar, orasından burasından itip kakıyorlardı. Sınıfa girer girmez, Robert'i, ba şka bir çocuk gözüyle görmüşlerdi. Şimdi ise zavallı, bir sürü içinde tamamen yabancı b ir mahlûk durumuna dü şürülmü ştü. Hamish Boag ile Bertie Jamıeson Roberti'n en am ansız hasımlarıydı. Elbisesi koyu ye şil Annesi bizden de ğil Defol, aramızdan çekil diye, ba ğırmakla onu tahkir etmeye çalı şıyorlardı. Bu, ö ğretmenin alayından, şüphesiz çok daha zalimce, çok daha alçakça bir hare ketti. Fakat aynı mânayı ta şıyor, aynı gayeye yönelmi ş bulunuyordu. Ya şlı bir kadının sandı ğında nasılsa unutulmu ş olan bir kuma ş, ırkî ve dinî husumetleri tâ temelinden tahrik etm i ş, su yüzüne çıkarmı ştı. Robert, ö ğle paydosunda bütün gözlerden kaçtı, çama şırhanenin bölmelerinden birine girerek kapıyı kilitledi, oturdu kaldı. Reçe li ekme ği hâlâ kâ ğıdından çıkaramamı ştı, öylece duruyordu. Fakat, çocuklar biraz sonra R obert'in yerini keşfettiler, zorla oradan çıkardılar. Öğleden sonra beden e ğitimi dersi vardı. Eski bir gönüllü çavu ş okulda nezaretçi öğretmen olarak görev yapıyordu. Beden e ğitimi dersine o nezaret ediyordu, Bütün çocuklar ders için teneffüshanede toplandılar. Robe rt ceketini çıkarırken Bertile ile Mamish tehdit-kâr bakı şlarla ona do ğru geldiler. Kaba saba tavırlı, fırlak alınlı bir çocuk olan Bertie: — Sana sonra gösterece ğiz biz., dedi. Robert ilk defa sual sorma ğa cesaret edebildi. Ke-keleye kekeleye : — Neden? dedi. Cevap ha şin ve çıplaktı : — Pis Babtist'in birisin de sen, onun için. Anladı n mı? Robert, biraz sonradan itibaren ba şına gelen gelece ğinin korkusu içinde, dersin devam etti ği bir saat boyunca, «kollar yana..», «dizleri bük» gibi ö ğretilen hareketleri tekrar edip durdu. Nihayet ders bitmi şti. Ö ğretmen gittikten sonra teneffüshanede giyinirlerken çocuklar tekrar etrafı nı çevirdiler. Büyük çocukların ekserisi de aralarındaydı. Tekmeleye tek meleye bir kö şeye sıkı ştırdılar. Müthi ş canı yanıyordu. Bir ara Jamieson kolunu yakaladı R obert'i arkaya çevirerek, büktü, büktü. Acıdan ba ğırma ğa ba şladı. Ellerinden silkinip kaçmağa ba şladı. Fakat bir kaç adım atmı ştı ki tökezlenerek yuvarlandı. Zalim çocuklar hemen üzerine atıldılar. Hamish ayaklarınd an tutarak debelenmesini ve aya ğa kalkmasını bir derece önledi. Arkasından yeti şen Jamieson da çıkıp gö ğsüne oturdu, ellerini de tuttu. Bir 55 kaç saniye sonra elleri bir ba şkasına devretti, çocu ğun kafasını iki tarafından tutarak sert topra ğa vurma ğa ba şladı. Robert peri şan olmu ştu. Yüzü gözü, her tarafı toz toprak içinde kalmı ştı. Tozlu yüzüne akan gözya şları suratını çamura bulamı ş gibiydi. Di ğer çocuklar da onları cesaretlendiriyorlardı. — Gebert şu domuzu, diyorlardı, göster şu velede gününü. Anlasın dünyanın kaç bucak oldu ğunu. Berti Jamieson birden yeni bir ke şifle haykırdı : — Çakısı olan var mı, çocuklar? Karnını bir keseli m şu herifin, îçi de dı şı gibi ye şil mi, anlayalım. Robert peri şandı. Yalvarıyordu :

— N'olur Bertie, yapma, n'olur.. diyordu. Korku sundan kalbi daha hızlı çarpıyor, bu merhametsiz çocuklara ne söylece ğini şaşınyordu. Nihayet zil çaldı. Sınıflara girmek için onu bırakt ılar. Koridorda ö ğretmen onu gördü. Elinde zili tutuyor, çocukların sınıflara da ğılmasına nezaret ediyordu. Ro-bert'i toz-toprak içinde görünce, biraz da lâf o lsun kabilinden sordu : — Ne oldu? Fakat Robert daha a ğzını açamadan ötekiler bir a ğızdan yeti ştiler : — Bir şey yok, efendim. Howie adındaki küçük çocuk da arkalarından seslendi : — Shannon'un ye şil elbiselerini ok şadık, efendim.. Öğretmen sadece acı acı tebessüm etti, o kadar... Robert, okuldaki o hafta, hayatının en büyük ıstıra plarını çekti ğini gördü. Çocukların onunla u ğra şmalarının sonu bir türlü kesilmiyordu. Çocuklardan kurulu bir çete okuldan çıktıktan sonra yol üstündeki Kuts al Melâike kilisesinin önünde onu bekliyordu. Bu kalabalık güruh, o vakte kadar o kiliseye adım atmamı ş olan Robert'i karga tulumba içeri sokuyorlar, iane kutus undaki paraları ona aldırtıyorlar, günah çıkartıyorlardı, isa'nın heyke lini, ellerini, ayaklarını, vücudunun di ğer yerlerim ona zorla öptürüyorlardı. Merhametin ze rresinden mahrum görünüyorlardı bu çocuklar. Robert, çaresiz, bütün i şkencelere, ezalara katlanıyor, ara- 56 da bir, canına tak deyip üzerlerine saldıracak oldu ğu, zaman ba şa çıkamıyor, dayak yiyordu. Elinden geldi ği kadar onlarla kar şıla şmamağa çalı şıyor, okula gider gelirken yolunu de ği ştiriyor, sapa ve tenha yerlerden, onu bulamayacakla rını, görmeyeceklerini zannetti ği yollardan gidiyordu. Ekseriya demir fabrikasının önünden geçen yolu tercih ediyordu ama, orayıda ö ğrenmi şlerdi çocuklar. Çete peşine takılarak onu tedirgin ediyorlardı. Bir defasın da fabrikanın i şçileri de onu ye şil elbisesinden dolayı hafif yollu alaya almı şlardı. Şüphesiz, onlarınki şaka kabilindendi ama, kızmı ş olan Robert içerlemi şti. Bu üzüntü onu Peri şan ediyordu. Adeta aptala dönmü ştü. Dersleri iyi anlayamıyor, ev görevlerini yanlı ş yapıyor, sınıfta otururken de defterleri karalayıp duruyor, dalgın dalgın düşünüyordu. Bir gün ö ğretmen onu derse kaldırmak istemi ş, ezberi okumasını söylemi şti. Robert'in mütereddit davrandı ğım görünce de «Kalksana, ne bekliyorsun?» demi şti. Fakat Robert o kadar dalgındı ki, farkında bile olmadan ağzından bir cümle çıkmı ştı : — Ye şil elbisemi bekliyorum, ö ğretmenim.. Bütün çocuklar hayretten bir an dona kaldılar. Faka t arkasından bir kahkaha tufanı kopmu ştu. Çocuk, durumun tahammülfersah bir hale geldi ğini görmü ştü. Dayanamayacaktı artık. O gün eve dönünce kendini dedesinin odasına dar attı. Alı şkın oldu ğu o .mayho ş, fakat yine de sevdi ği koku burnuna gelir gelmez gözlerinden ya şlar boşandı. Haminnesiyle yatma ğa ba şladı ğından bu yana dedesiyle Robert'in arasında bir uçurum açılmı ş gibiydi. Robert, her an ondan özür dilemeye niyet etmi şti ama dedesi yanından geçerken buna hiç fırsat vermemi ş, daima ba şı yukarda, dudaklarında so ğuk ve gururlu bir tebessüm olarak yürümü ş gitmi şti. Bir defasında da dedesine durumu anlatmak istemi ş, fakat o dinlemeye bile lüzum görmeden : — Kiminle istersen onunla yatabilirsin evlâdım... demi şti. Şimdi de gözleri dalgındı. Derin dü şünceler içinde gibiydi. Robert gözya şları içinde : — Dedeci ğim.. diye konu ştu. ihtiyar, a ğır a ğır döndü, ona baktı. Gözleri parlamı ştı adamın. Bir an sustuktan sonra, hislerini frenle- 57 meye çalı şarak konu ştu : — Eski dost dü şman olmaz, yavrum, dedi. Bir gün bana gelece ğini biliyordum zaten.. VI Dedesi onu kuca ğına almı ştı. Nihayet gözya şları dindi. Dedesine içini döktü. Artık tam mânasiyle barı şmışlardı. Dedesi onu sessizce dinledi. Masanın

üzerindeki piposunu aldı, eliyle onu muayene ederke n de gayet kesin bir eda ile konu ştu : — Bir tek şey var yapılacak, dedi ve yalnız kararlı mısın, yap abilir misin? diye ilâve etti. Robert, bunca ıstıraplı günlerden sonra çok sevdi ği bir yakının ona verdi ği bu mantıklı ve sakin —bir nevi— teminattan büyük haz d uymuştu. Hemen cevap verdi : — Yaparım, dede.. Yaparım, yaparım.. Bunu söylerken âdeta ba ğırmı ştı Robert sevincinden, ihtiyar Dandie, piposunu kibritle yaktı, bir iki kuvvetli nefes çektikten so nra konu ştu : — Sınıfınızın en iri yarı, en kuvvetli, en cüsseli çocu ğu kim? Robert ancak bir iki saniye dü şündü. Zira, böyle bir suale verilecek cevap hazırdı : — Gavin Blair, dedi. — Şu bizim Rahibin o ğlu mu? dedi ihtiyar. Robert ba şiyle tasdik etti. Dandie tekrar konu ştu : — Tamam, dedi, Gavin'le kavga edeceksin.. Robert şaşırmı ştı, Gavin'i seviyordu, neden kavga etsindi? Okulda ona i şkenec etmeyen bir iki çocuktan biriydi Gavin. Öbür çocukların çirkin hareketlerine daima kızan, onlard an uzak duran Gavin'le kavga etmek mecburiyetinde kalması için sebep yoktu ki.. Okulda sadece iki defa konu şmuştu onunla. Gösteri şli, mütevazı, ö ğrencilerin hepsinden seviyeli bir çocuktu. Ö ğretmen bile seviyordu onu. Bütün spor müsabakaların da birinci geliyordu. Ve o kadar kuvvetliydi ki, Bertie Jameis on'un ensesine bir yumruk indirse onu boylu boyunca yere serece ğini herkes bilmekteydi. Dedesi, Ro-bert'in bunları anlatmasını sakin sakin dinledi, fakat hiç aldırmadı ğı belliydi : 58 — Korkuyor musun yoksa Robert? diye sor du. Yalan da de ğildi, korkuyordu Robert. Gavin'in sa ğlam bünyesini, azimli ve iradeli bakı şlarını, keskin bakı şlı gözlerini dü şündü. Kendisine tecavüz eden çocuklar kadar da gözü pek olmadı ğını biliyordu. — Kavga etmesini bilmiyorum ki dede.... ihtiyar Da ndie bu engeli de bertaraf etti : — Mesele, kuvvetli veya kuvvetsiz olmakta de ğil Kavga için akıllı olmak lâzım sadece. Ben sana ö ğretirim kavga etmeyi. Hem de bir kaç günde öğretirim, me' rak etme hiç. Sonra da gerekçesini söyledi : — istersen ö ğretmenine mektup yazar, çocuklara dikkat et, deriz. Ama o zaman sana daha fazla kin besler herif, iyisi mi, y apaca ğın en iyi şey, gidip çocukların en kuvvetlisini dövmek.. Oldu mu? Robert bir titreme anı ya şadı. Çok korkuyordr Robert. Buna ra ğmen kesin kararını verdi. Kekeley< kekeleye, bo ğuk bir sesle : — Oldu, dedeci ğim, diye cevap verdi. Dövü şece ğim Gavin'le.. Dedesiyle o ak şam Mrs. Lackie'nin yıkadı ğı tabakları kuruladıktan sonra odalarına çıktılar ve hemen derse ba şladılar. Durumu haminneye hiç haber vermeyeceklerini de aralarında kararla ştırmı şlardı. Dedesi Ro-bert'e önce boks durumu aldırdı : — Yumruklarını gö ğsünde tut, çeneni içeri al, ayaklarına do ğru hafif öne e ğil.. Sonra kendisi de aynı durumu alıp Robertin, kar şısına geçti. Robert'in durumunun kaidelere uygun olup olmadı ğını anlamak için bir daha tepeden trna ğa süzdükten sonra komut verir gibi konu ştu : — Bir sol yumruk çak.... Robert, bu komutu öyle şevkle ve hızla yerine getirdi ki, yumruk dede'nin t am göbeğinin üstüne isabet etti. ihtiyar adamın nefesi kesi lmi şti, beli büküldü ve kendisini koltu ğa dar attı. Robert şaşırmı ştı : — Ah, dedeci ğim, dedi. Vallahi isteyerek olmadı, ihtiyar kızmı ştı ama, canı yandı ğından de ğildi bu. Robert kaide ihlâli yapmı ştı, belden a şağıya vurmu ştu 59 yumru ğu. Bu, ö ğretti ğine aykırı bir hareketti. Normal haline avdet edinc e de, usule aykırı yumruk şekilleri üzerinde Robert'e uzun uzun bilgi verdi. B acakları

kuvvetlensin diye de Robert'i dı şarı yolladı. Çocu ğun soka ğın ucuna kadar bir kaç defa ko şmasını sa ğladı. ihtiyar Dandie, asil «müdafaa san'ati» ni küçük Rob ert'e ö ğretmek hususundaki gayretlerini aralıksız devam ettirdi. Ona geçmi şteki ve haldeki boksörlere ait hikâyeler anlattı. Jenny Mace büyük Jim gibi boksör lerin mücadelelerini, sekiz di şi kırıldı ğı ve kula ğı koptu ğu halde 36 raund daha dövü şmekten yılmayan Panter Billy ve emsali boksörlerin ba şlarından geçenleri hikâye etti. Robert'i cesaretlendirmek, kuvvetlendirmek ve kavgacı bir ze kaya kavu şturabilmek için bütün bilgisini ortaya döktü. Adelelerinin gev şememesi, mesamatının fazla açılmaması için hiç su içmemesini veya az içmesini ona sıkı sıkı tembih etti. Çok sevdi ği peynirinden kendine dü şen hisseyi bile ak şam yemeklerinde Rc-bert'e veriyor, a ğzının suyu akmasına ra ğmen onu yemesini zevkle seyredebiliyordu. — Dunlop peyniri kadar besleyici bir ba şka gıda yoktur, evladım, diyordu. Robert, dedesine inanıyordu ama o peyniri yerken mi desinin acı acı yandı ğım hissediyordu. Bir Cumartesiydi. Dandie, Robert'i aldı, mezarlı ğa götürdü. Arkada şları orada toplanmı şlardı. Robert'i onlara gösterdi. Durumu, kendisini ve Robert'i bu egzersizlere iten zorunlu sebebide kısaca anlattı. Fakat Saddler, bundan bir ihdihza payı çıkarma ğa kalktı: — Hey Dandie, dedi, peki ne oldu senin o me şhur felsefene? Hani insanlar yaşamalarına bakmalı, ba şkalarının ya şamalarına engel olmamalı derdin. Şimdi de kalkmı şsın bir kavgayı tahrik ediyor, hattâ yaratıyorsu n olur mu böyle şey? Dandie'nin cevabı kesin olmu ştu: — Saddler, dedi, bazen ya şayabilmek için çarpı şmakta gereklidir, de ğil mi? Mr. Boag, cevap vermedi ama, Robert kendisine bakı şlarından, ba şarı ümidi ta şımadı ğım anladı. 60 Nihayet kavga günü gelip çattı. Dedesi Robert'i oku la gitmeden odasına ça ğırdı, gözlerinin içine bakarak sıkı bir nutuk çektikten s onra: — Bir noktayı hiç unutmayacaksın, dedi. Bu kavgada her şey var, fakat Robert için korku denen şey katiyen yok. Robert, a ğlamaklı olmu ştu. Annesinin mü şvik kuca ğında ya şadı ğı seneler onu yırtıcı ve kavgacı bir çocuk olmaktan o kadar uzak hazırlamı ştı ki, dedesinin yedirdi ği peynirlere, yaptı ğı sporlara ra ğmen nefsine tam manasıyla güvenemiyordu. İşin garip tarafı, Gavin, son zamanlarda «tarafsız» l ı ğı bırakmı ş, Robert'-in tarafına da meyletmeye ba şlamı ştı. Bir gün Bertie, oyun oynarken Robert'e fena halde bir omuz atmı ştı da Gavin ona bir yumruk savurnıu ştu. Bir gün de sınıfta silgiye ihtiyacı oldu ğunu görünce, kendi silgisini yava şça Robert'in önüne itivermi şti. Bunlara ra ğmen kavga için seçti ği çocu ğun Gavin olması onu üzüyordu. Fakat bir hamlede ken dini topladı. Gavin'le kavga sadece bir «vasıta» idi. Asıl gaye ötekilerin in gözünü korkutmaktı. Binaenaleyh dedesine verdi ği sözden dönmeyecekti. Bayra ğı açmı ştı. Dedesi ak şam paydosunda saat tam 16'da kavgayı çıkarmasını sö ylemi şti. Robert, okulda çok huzursuz bir gün geçirdi. Oturdu ğu yerden hep Gavin'in sakin, terbiyeli ve zeki tavırlarını tetkik etti. Güzel bir çocuktu da Gavin.... Hafif çukura kaçmı ş parlak gözleri, simsiyah kirpikleri vardı. Dudaklarında vakur bir kıvrılı ş vardı. Bir yayla çocu ğuydu. Babası Perth'li idi. Ölü annesi de înveraray'da dün yaya gelmi ş, oralarda büyümüştü. Gavin o gün koyu renkte, kareli bir kuma ştan yapılmı ş bir iskoç etekli ği, ayaklarına da da ğ ayakkabıları giymi şti. Belki de ak şama, babası veya ablasıyla bir yere gidece ği için böyle giyinmeye lüzum görmü ştü. Bir kaç kere göz göze geldiler. Robert, kalbinin gö ğsüne a ğır geldi ğini de hissediyordu. Gavin'i sevdi ğini anlıyordu. Fakat, ne olursa olsun, karar, karar dı. Dövüşecekti. Okulun gri ta ş kulesindeki saat arka arkaya dört defa çaldı. Payd os olmu ştu. Kavgaya tutu şmaması için bir mucize, bir önleyici sebep bekler g ibiydi Robert 61 Son ümidi de, ö ğretmenin onu okulda — bazan yaptı ğı gibi — biraz alıkoyması idi. Çocuklar gittikten sonra çıkarsa Gavin'i bulamaz ka vga da edemezdi. Fakat ne yazık ki bu ümitte suya dü ştü.

Avluda yürürken birden önünde Gavin'i gördü, çantas ı sırtındaydı ve hızlı hızlı gidiyordu. Robert'de dedesine kar şı mahcup olmamak için çabuk davranması gerekti ğine hükmetti. İçi içine sı ğmıyordu. Nihayet birden fırladı, Gavin'in sırtına kuvvetli b ir yumruk indirdi. Geri döndü. Kavgalarda âdet oldu ğu üzere iki yumru ğunu birbiri üzerine koyup : — Çöz.... dedi. Usule göre Gavin'in eliyle vurup i ki yumru ğu ayırması ve böylece kavganın ba şlaması gerekiyordu. Etraflarını hemen bir meraklı kalabalı ğı çevirmi şti. Çocuklar Robert'in böyle bir teklife cesaret edemeyece ğini bildikleri için şaşkına dönmü şlerdi. Fakat durumun ciddili ğini çok geçmeden kavradılar. Gürültüler, şamatalar içinde bağırıyorlardı : — Ko şun.. Kavga var.. Shannon'la Gavin kavga ede cekler. Ko şun!.. Gavin'in suratı pancara dönmü ştü. Etraflarını çevirmi ş olan çocuklara ka şlarını çattı. Prestijini korumak için bu kavgayı yapmak me cburiyetinde idi. Kendisine meydan okuyan Robert gibi zayıf - nahif bir çocuk d a olsa bu kavgayı yapmak zorundaydı. Eliyle Robert'in yumruklarına hafif bir tokat indirerek «çözdü». Kavga ba şlıyordu artık. Çocuklar açılmı şlar, onları ortada bırakmı şlardı. Robert ihtarını yaptı : — Hazır ol.... ikisi de ellerini yumruk yaparak gö ğüslerine yapı ştırdılar. Robert, bütün formaliyeyi yerine getiriyordu. Dedesinin tembihler ine uygun olarak gard'ını aldı. Fakat bacakları titriyordu. Bir ara yere e ğildi, yerdeki kuma bir çizgi çekti : — Şuna bir bas da göstereyim sana gününü.. Gavin çizgiye bastı. O gitgide daha fazla hiddetlen iyor ve Robert bunu gördükçe daha çok korkuyordu. Robert iliklerine i şleyen bir ürperi şle titredi. Artık yapılacak yegâne harekete kalmı ştı i ş. Konu ştu : 62 — ilk önce korkan vursun. Gavin, bir saniye bile dü şünmeden ilk yumru ğu Robert'in gö ğsüne indirdi. Kaburgalarından kof bir ses çıktı ğını duydu. Sanki kemik de ğil, kontrplâktı bu kaburgalar. Benzi sapsarı olmu ştu. Fakat ok yaydan çıkmı ştı bir kere, dönü ş yoktu. Robert korkudan birbirine vuran di şlerini kenetledi, bu en sevdi ği çocu ğun, Gavin'in üzerine saldırdı. Fakat Robert, aldı ğı bütün boks derslerim bir anda unutmu ştu. Cılız kolları havada kavisler çizerek gidip geliyordu. Ekseriya i sabet ettiriyordu. Fakat yumrukları hep sert yerlere rastgeliyordu. Dirse ğine, elbisesinin madeni düğmelerine, çenesine.... Sert yerlere temaslarda acıy an elleri onu sinirlendiriyordu da.. Robert, her vuru şunda kendi canının Gavin'inkinden daha fazla acıdı ğını dü şünüyordu. Fakat Gavin, yumruklarım hep Robert'in boşluklarına, yumu şak yerlerine isabet ettiriyordu. iki defa yere dü ştü Robert. Çocuklar Gavin'i alkı şlıyorlardı. Bu kadar hiddetlenebilece ğim hiç tahmin etmemi şti Robert. Bir arkada şlarının dayak yemesini, acılar içinde kıvranmasını zevkle seyrede bilen bu çocuk ların dünyanın en a şağılık insanları olması gerekti ğini bir an dü şündü. Can dü şmanı bu çocuklardı onun. Onlara kar şı duydu ğu öfke iliklerine kadar i şliyor, kavganın hareketlili ği içinde hayal-meyal farkedebildi ği bu alçak çehrelerin sahiplerine nasıl bir insan oldu ğunu gö-termek emeliyle kıvranıyordu. Robert, yerden birden do ğruldu ve tekrar Gavin'e saldırdı. Bir anda ayakları nın ucuna serilivermi şti çocuk. Gavin, yerde, bir ölü hareketsizli ği içinde yatıyordu. Fakat biraz sonra kalktı. O zaman, küçük Howie, arkada şları arasında Sincap diye anılan çocuk ba ğın-verdi : — Haydi Gavin, göster şuna kendini.. Aya ğın kaydı da dü ştün sen, farkındayız. Haydi, göster şuna.... Gavin, duruma ciddi bir önem vermeye ba şlamı ştı. Geri geri gidip hız alıyor, Robert'in saldırmasına pek imkân vermiyordu artık. İkiside adamakıllı yorulmu şlardı, nefes nefese soluyorlardı. Robert hararetten yanıyordu, kıpkırmızı kesilmi şti. Tenindeki so ğuk terleme 63 tamamen yok olmu ştu. Bir ara, Gavin'in mosmor olmu ş, ve balon gibi şi şmiş gözünü farketti. Böyle efendi çocu ğa bu kötülü ğü o mu yapmı ştı? Üzüldü.

Toz, toprak, gürültü, patırtı arasında, tam bu esna da, Robert bir ses duyar gibi oldu. Üst sınıflardaki çocuklardan biri ba ğırıyordu : — Ye şil elbiseli o ğlan kavga ediyor, bakın yahu1.. Teneffüshaneye g iderken kavgayı görmü şler, geri dönmüşlerdi. Robert bir anda zannetti ği kadar korkak olmadı ğını görmü ş, baya ğı da sevinmi şti. Heyecanı büyüktü. Aslında boynuna sarılması gerek G avin'e do ğru son bir hamle daha yaptı. Bu kapı şma sırasında, kendini kurtarmak isteyen Gavin, sert çe silkinince kafası Robert'in yüzüne çarptı. Burnunda n çe şme gibi kan akma ğa başladı. Sıcak kanı tuzlu-tuzlu a ğzında hissediyordu. Üstü ba şı da kan içinde kalmı ştı. Bu kadar çok kanın kendi çelimsiz vücudunda nas ıl olup da bulunabildi ğine şaşmaktan da kendini alamadı. Ama, Robert'in artık dur umundan utanç duymuyordu. Ayakları sanki vücudundan ayrı bi r parçayım ş gibi hissizle şmişti ama, zihni gitgide daha iyi i şliyordu. Ve habire saldırıyor, yumruklarını Gavin'e rastgeîe savuruyordu. Bir ara başı döner gibi oldu. Havada çı ğlıklar, fi şekler, göz kama ştıran ı şıklar hissetti. Şuur altında Dikie'nin Halley kuyruklu yıldızını hissetti. Dünyaya çarpmı ş mıydı, neydi? Robert yine Tumrukları savuruyordu ama, kavganın so nu gelmi şti artık. Arkasından kuvvetli bir çift kolun kendisini tuttu ğunu farketti. Büyük ö ğrencilerden biriydi bu ve bir ba şkası da aynı şekilde Gavin'e mâni olmu ştu. — Yeter artık, barı şın artık bakalım. Amma da birbirinize girdini z ha! Çocuklar, biriniz ko şup büyük kapının anahtarını getirin. Bunun burn u fena kanıyor. Kocaman anahtarı Robert'in ensesine dayadılar, sırt üstü kumlara yatırdılar. Gavin büyük bir teessür içindeydi. Yüzü-gözü birbir ine karı şmış vaziyette bas ucunda duruyordu. Robert'in elbiseleri kandan kıpkı rmızı ıslanmı ştı. Büyük çocuklar kan dinmezse diye endi şe ediyorlardı. Bir mendilin iki ucunu tuzlu suya ba-tırıp Robert'in burun deliklerine sokarak kanı d urdurma- yi ba şardılar. — Hiç kımıldamadan 15-20 dakika böyle yat, bir şeyin kalmaz., dedikten sonra da gittiler. Sınıf arkada şları da iki şer üçer çekip gitmi şler, bir tek Gavin kalmı ştı. Kavga ettikleri yer, kan lekeleri, birikinti ku m tepecikleri ve ayaklarla oyulmu ş kısımları ile terkedilmi ş küçük bir harb meydanını andırıyordu ve bu harbin iki kahramanı şimdi bir dostluk havası içinde başbaşa idiler. Robert, Gavin'e tebessüm etmek istedi, fakat muvaffak olamadı. Burun deliklerinin tıkalı olu şu ve kuruyan kanların çehresini ince fakat sert bir tabaka halinde kaplaması buna imkân vermedi. Gavin, mü şfik bir »esle arkada şına sokuldu : — Kusura bakma, dedi. Bilhassa kafa vurmadım s ana. Istemiyerek oldu. Ama kımıldama daha, öyle dur.... Robert üzgün bir tavırla ba şını salladı. Nihayet gü-lümseyebildi : — Ben de gözünün haline çok üzüldüm Gavin., dedi. Gavin, davul gibi olmu ş gözünü hafifçe aralayabildi, tatlı tebessümüyle gü ldü. Bu gülü ş, Robert'in içini aydınlattı sanki. Burnundaki mendil akan kan damlaları da ke şi linçe Gavin onu yava şça çekti, aldı. Sonra da onu tutarak aya ğa kaldırdı. Yanyana, konu şmadan, Drumbuck yoluna do ğru yürümeye ba şladılar. Gavin, yol üzerindeki kendi evlerine gelince durdu : — Bize girelim, yüzünü yıka, temizlen.. Bu durumda eve gidemezsin. Uzun direklerin arasından geçerek içeri girdiler, îki taraflı ye şillikli, temiz bir ta ş yoldan yürümeye ba şladılar. Burası bahçeydi, geni ş ve bakımlı bir bahçe. Kar şıda bir el arabası ve yanında çalı şan bir adam vardı. Kö şkün etrafım dolanınca bir çe şme gördü Robert. Yüzlerini, ellerini yıkama ğa koyuldular. Evin penceresinden siyah elbiseli, be yaz önlü ğüyle bir hizmetçi kadın baktı onlara. Manzara onu biraz s inirlendirmi şti. Arkasından kiremit rengi elbise giymi ş bir kadın dı şarı çıktı. Onlara do ğru geldi : — Bir kaza mı geçti, ba şınızdan, yavrucuklarım? Vah, vah.... Gavin'in ablası Julia Blair'di bu.. Annelerinin v efa- 65 tından sonra evin bütün yükünü ve sorumlulu ğunu üzerine almı ştı.

ilk hayret hali geçtikten sonra da ba şka bir şey sormadı. Robert'i aldı, Gavin'in odasına çıkardı. Oda ipler, balık a ğlariyle, foto ğraflarla süslüydü, etrafta kendi yaptı ğı tahta oyma i şleri de vardı. Robert'in sırtındaki vıcık vıcık kanlı elbiseyi çıkarttırdı, hizmetçi kadına verdi. Kadın i ğrene i ğrene tuttu ğu elbiseyi alelacele bir kâ ğıda sardı. Gavin'in gri, güzel elbiselerinden birini dolaptan çıkarak Robert'e giydirdi. Mü şfik ve merhametli bir sesle Robert'e a şinalık gösterdi : — Anneni çok iyi tanırdım, Robert, dedi. Ara sıra b ize gelirsin, Gavin'le oynarsınız, arkada şlık edersiniz. Tabii şey olunca... Julia etrafına bakındı, Gavin yoktu. Gözüne pansuma n yapmaları için a şağıda kalmı ştı. Sözünü tamamladı : — ikiniz de iyile şince tabii... Beraber a şağı indiler. Kapının önünde onu u ğurlarken kanlı elbisesinin bulundu ğu paketi eline tutu şturdu. Koruyucu bir ifadeye bürünen hareketli çehre si hafifçe kızara kızara konu ştu : — Üzerindeki elbiseyi geri vermene lüzum yok, Robert'ci ğim, dedi. Gavin'e küçük geliyordu zaten bu elbise. Robert yürüdü. Julia, kapının e şi ğinde, Robert gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı. Ak şam karanlı ğı ortalı ğı kaplıyordu. Robert, Lomond View'ya do ğru, yoku ş yukarı a ğır a ğır yürüyordu. Acılarını, yorgunlu ğunu hissetmeye ba şlamı ştı. Ayaklarını zorla sürüyordu. Ba şı dönüyor, her tarafı a ğrıyordu. Takatsizli ği gitgide artıyordu. Zihni karmakarı şıktı. Gavin'lerin o kocaman evi büyük ölçüde tesir etmi şti Robert'e. îyi misalleri aklına getirdikçe bo ş yere çıkardı ğı bu kavgadan daha büyük bir pi şmanlık duyuyor, Gavin'in ablasının gösterdi ği ilgi pi şmanlı ğını katmerle ştiriyordu. Ya büyük çocuklar gelmeyip de kavga deva m etseydi ne olacaktı? Nihayet evinin önüne gelmi şti. Dedesi, tek ba şına kapıda oturmu ş, onu bekliyordu. Yeni elbisesinden şaşırmı ş görünüyor, fakat kafasının çok me şgul bulun- 66 düğü belli oluyordu. Uzunca bir süre konu şmadılar, ihtiyar, Robert'in sapsarı çehresini, asabiyetten hatları gerilmi ş çehresine bakıyordu. Nihayet ok şayıcı bir ses--o- sordu : — Dövdün mü, Robert? Çocuk kekeledi: — Galiba hayır, dede, yenildim zannediy orum. Dandie, cevap vermedi. Robert'i alıp yukarıya, odasına çıkardı, kendi kolt uğuna oturttu. — Ama, emin ol, hiç korkmadım dede.. Hele kavgaya giri ştikten sonra hiç korkmadım., diye anlatma ğa ba şladı, ihtiyar adam olayları heyecanla dinledi. Bitti ği zaman e ğilip çocu ğu yana ğından öptü. Sonra da kalkıp, ba şına olayları getiren elbisenin bulundu ğu kâ ğıdı alıp şömineye fırlattı. Ye şil elbise uzun süre yandı. Odayı pis bir yanık kokusu kapladı. Nihayet ihtiyar adam : — Hepsi bu kadar. O da tamam oldu i şte... diye şefkatle bakarak mırıldandı. O kı ş boyunca ihtiyar Dandie ile haminne arasında öteden beri mevcut gerginlik, Robert'in hangisine ait olaca ğı meselesi halinde açık bir mücadele sahasına intikal etmi şti. Görü şlerinin ayrılı ğından, sahip oldukları imtiyazların farklılı ğından do ğan bu durum aylarca kı şın şiddetli so ğuklarında ve karanlık geceleri boyunca hep mesele oldu. Zahi rî çatı şma da Robert'in üzerinde cereyan ediyordu ve o kavga günü ba şlamı ştı. Haminne, Robert'in elbisesini de ği şmiş görünce şiddetli bir tehevvüre kapıldı ve çocu ğu tokatladı. Gece de, yatakta beraber yatarlarken, ona, nankörlü ğün fenalıkları hakkında uzun bir nutuk çekti, «o nun o ğlu» olarak kalmak istedi ği takdirde daha akıllıca hareket etmesi gerekti ğini söyledi, Kadm çocu ğun sa ğlı ğı hakkında ötedenberi gösterdi ği endi şeleri daha artırmı ştı. Robert aksırsa zatürrieye yakalandı diye tuttur ur, ona kendi bulu şu olan bir takım ilâçlar, siyah şuruplar içirmeye kalkı şırdı. Fakat Robert, her şeye ra ğmen eskisinden daha mutlu oldu ğunu hissediyordu. Kavga gününden sonra Robert'in okuldaki itibarı yük selmi şti. Bunda kavga kadar, fazla kan kaybetmesinin de rolü vardı. Ve olay, art ık okulla ilgili tarihlerde bile bahsedilir olmu ştu. Çocuklar bazı şeyleri anla-

urlarken meselâ «Shannon'un kavga günü», « Shannon' -un burnunun kanadı ğı gün» diye tasrih etmek zorunda kalıyorlardı. Robert, artık, do ğru dürüst bir elbisesi oldu ğu için alaylara mâruz kalmıyordu. O da Julia Blair'e bu yüzden dua ediyordu. Hattâ, B ertile ile avanesi bile ona kar şı sevgi belirtileri göstermeye ba şlamı şlardı. Gavin'-le de iyi arkada ş olmu şlardı. Gavin'i seviyordu. Öteki çocuklardan ba şka, bamba şka tarafları olan bir insandı o. Onlara karı şmazdı. Babasının iyi ticarî mevkii, kendinin spor v e emsali konulardaki müstesna durumu onun, kendisini öteki ç ocuklardan üstün saymasına sebep te şkil edebilirdi ama, di ğerlerine karı şmamasının gerekçesi bu de ğildi. Gösteri ş yapmayı da sevmezdi. Onun beylik konuların dı şında, emsallerinde bulunmayan merak ve zevk sahaları vardı, iç açıcı v e sakin bir havası olan odasına cilt cilt tabiat kitapları vardı. Bir çok k uşların, böceklerin rengârenk resimler mevcuttu bu kitaplarda. Güzel de bir yumur ta koleksiyonuna sahipti. Duvarda elinde büyük bir balık tutarken çekilmi ş kısa pantolonlu bir foto ğrafı asılıydı, îyi bir balıkçı olan babası sık sık Loch Lomonda balı ğa gider, onu da götürürdü. Gavin, geçen sonbahar'da (9 ya şında idi) koskocaman 5 kiloluk bir balık bile tutmu ştu. Fakat Robert, onun kelimelerle anlatılmasına imkân olmayan mânevi nitelikleri, temiz iç dünyası yanında bunların hiç bir şey ifade edemeyece ğini dü şünürdü. Az konu şurdu, sakin, sessiz bir tabiatı vardı. Azimli bir i fade ta şıyan çenesi, çehresinin ve dudaklarının keskin çizgileri «Asla m ağlup edilemem ben..» diye haykırıyordu sanki. Kavgadan bir kaç gün sonra bir paydos sırasında Rob ert, Gavin'in kendisini bekledi ğini görmü ştü. Hiç konu şmadan yava ş yava ş yürümü şlerdi. Ana caddeye ilk defa çıkıyordu Robert, bu yüzden müthi ş bir heyecanla ürperdi ğini hissediyordu. Haftalarca nasıl arka sokaklardan okula kaçamak gid ip geldi ğini dü şündü bir an... Yarım saat kadar Gavin'in babasının deposunda oyalandılar. Arka taraftaki ahırda, ba şarabacı Tom Drin su çiçe ğine yakalanmı ş fakat çabuk nekahet devresine girmi ş olan hasta bir ata su veriyordu. Etrafta be- 68 yaz önlüklü adamlar harıl harıl gidip geliyorlar, ç alı şıyorlardı. Bu ğday ve saman yı ğınları, fasulye, yulaf ve un çuvallariyle dolu depo dan çıktıkları sırada Blair onları gördü. Kar şıdan el salladı ve yüksek sesle : — Aferin çocuklar, diye ba ğırdı. Bakın, ne güzel iki arkada ş oldunuz... Sonra yanlarına geldi Blair, gülerek çenelerini ok şadı ve onlara birer avuç keçiboynuzu verdi. Akşam karanlı ğı çökmeye ba şladı, iki arkada ş ke-çiboynuzlarını çi ğneye çi ğneye evlerine do ğru yürümeye ba şladılar. Robert, Gavin'e gıpta ile baktı ve : — insanın seninki gibi bir babası olması ne güzel şey., dedi. Bu sözle kendi talihsizli ğine hayıflanıyordu Robert ve arkada şına bundan daha güzel bir şey söyleyemezdi. Gavin, bu iltifattan mahcup olmu ştu. Bir ara durdular. Gavin, ayakkabısının ucu ile kald ırım ta şına hafif vururken konu ştu : — Baharda Winton tpeelerine gidece ğim, ku ş yumurtası arama ğa.. E ğer sen de gelirsen... Güzelli ğini duydu ğu bu tepelerde yapaca ğı gezintiler için Gavin'in arkada ş olarak kendisini seçmesi Ro-bert'in için gurur ve s evinçle doldurmu ştu. Ne güzeldi, tabiatla ba şbaşa olacaklar, ku ş yumurtası arayacaklardı. Robert, o gece hep o gezintiyi tahayyül etti. Bu yü zden de sabaha kadar hemen hemen hiç uyuyamadı. Gözlerinin Önünde ne nefis man zaralar canlanıyordu.. Bir ak şam Lackie'lerin evinde mutfakta bütün aile efradı t oplanmı ştı. Mrs. Lackie, kapının önündeki posta kutusunun yanına var dı ğı zaman müthi ş bir çı ğlık attı. Ahretten bir haber gelmi ş olsa bu derece bir sevinç belirtisi gösterebilirdi bir insan. Öylesine ba ğır-mı ştıki. — Adam'dan, diyordu, Adam'dan mektup var. Doğru mutfa ğa getirdi mektubu. Sofra ba şında idik. Devam etti : — Cumartesi günü saat 13 de burada olacakmı ş. Bir i ş seyahati yapıyormu ş, şöyle bir u ğrayıp geçecekmi ş... Mr. Lackie mektubu almak için elini uzattı. Fakat 69

Mrs. Lackie vermek için hafif bir tereddüt geçirdi, son ra uzattı. Mektubu birbirlerinden kıskanır gibi bir halleri vardı. Mek tup elden ele bütün evi dola ştı. Bu haber yalnız iki ki şi üzerinde pek ilgi uyandırmadı : Biri ihtiyar Dandie, öteki de, haberi duyunca ka şları öfkeli öfkeli çatılan Kate... Anneannesinin anlattıklarım dinledikçe Robert'in Ad am'a kar şı merak ve heyecanı artıyordu. Küçükken mahalledeki çocukların hepsinin misketleri ni yütermi ş. Kafası mükemmel çalı şırmı ş. Daha 13 ya şında iken aldı ğı bir bisikleti 25 şilin kâriyle birine devretmi ş. Sonra Mc Kellar'ın bürosunda parasız çalı şıp i ş ö ğrenmeye gayret etmi ş. Bütün gününü orada geçirdikten sonra ak şamları da Rock Sigorta Şirketine gider, tahsildarlık yaparmı ş. Kazandı ğı parayı da bi-riktirirmi ş. 26 - 27 ya şma gelince de kendi ba şına sigortacılık yapma ğa ba şlamı ş. Winton'da Fidelity Buil-ding'de büro açmı ş, hem Rock Şirketinin, hem de Cale-donis'nın acentalı ğmı yapmı ş. Senede de en az 400 ingiliz lirası kazanç sa ğlamı ş. Kadın bunları Robert'e anlattıktan sonra derin bir nefes aldı, arkasından da kocası... Mrs, Lackie, büyük o ğlu olan Adam'ın kendisine hediye etti ği altın i ğneyi de österdi : — Çok kıymetli, pahalı bir şey bu.. Nihayet Cumartesi oldu. Saat 13 den bir iki dakika evvel kapıda bir otomobil durdu. Hepsi kapıya ko ştu. Adam'ın kendi otomobili de ğildi bu, yine de bir otomobildi i şte. İlk çıkan Argyll marka, kırmızı boyalı pırıl pırıl b ir arabaydı. Pirinç kaplı radyatörünün üzerinde de mar kanın sembolü olan mavi bir aslan vardı. Kapısı arkadaydı. Kanapeleri yüksek, g eni ş bir otomobil. Adam gülerek ve rahat bir tavırla eve girdi. Kahver engi, kürk yakalı bir palto giymi şti. Şafakta yata ğından kalkıp o ğlu için hazırlanma ğa ba şlamı ş olan Mrs. Lackie ile kucakla ştı. Babasının elini kuvvetlice sıktı. Ci ğerlerine de selâm vermekle yetindi. Orta boylu, balık etinde, siyah s açlı bir adamdı. Hafif göbeklenmeye ba şlamı ştı. Çok iyi tra ş olmu ştu ve so ğukta seyahat etti ği için yanaklan hafif pembele şmişti. Hemen, teklifsizce sofraya oturdu. Annesinin taba- 70 gına bol bol koydu ğu pirzolayı, patatesleri, karnıbahar-ları yeme ğe ba şladı. Bir taraftan da konu şuyordu. Argyll Fabrikalarında çalı şan Kay adındaki arkada şı iskenderiye'ye gidiyormu ş, Winon'dan gelirken onu da almı ş 50 millik yolu iki saatten daha az bir zamanda kat etmi şler. Bütün ev halkı onu seyrediyordu. Onlar etli börekte n ibaret ö ğle yemeklerini bir saat önce yemi şlerdi. Adam, eve gelmeden önce kasabada yarım saat kadar k aldı ğını, Mc. Kellar'la sigortaya ait bazı i şleri görü ştü ğünü anlattı. Küçük, açık mavi gözleri vardı. Bir ara Robert'le gözgöze geldi, ona dostça baktı. Robert memnuniyetinden kıpkırmızı kesilmi şti., Mrs. Lackie, bir ara kimseye farkettirmeden dı şarı çıkmı ş, o ğlunun yakası kürklü güzel mantosunu tekrar seyrettikten sonra içeri dön müş, o ğluna hayran hayran yaptı ğı hizmete devam etmi şti. — Sizinle konu şaca ğım bir i ş vardı, dedi Adam. İhtiyarın sigorta poliçesi i şi... ihtiyar dedi ği Dandie'ydi. Mr. Lackie, yazmakta oldu ğu şeyi bitirmi şti. Sallanır koltu ğunu masaya yakla ştırdı, Adam'ın yakınına geldi, samimiyet ve sempati dolu bir sesle : j i ^1 — Evet Adam, söyle... dedi. Oğlu dü şünceli dü şünceli konu şuyordu : — Vadesi geliyor. 7 Şubat'ta aolacafc. Evvelce kararla ştırıldı ğı gibi anneme verebilmesi şartiyle 450 sterlin... Mr. Lackie içini çekti : — İyi para, do ğrusu... O ğlu daha ileri gitti : — İyi ne kelime, çok iyi, temiz para.. Hattâ daha fazl a da olabilirdi. Babasının hayret dolu bakı şı üzerine hafifçe gülerek açıkladı : — Eski poliçeyi devam ettirebilseydik, 75 ya şına geldi ği veya daha evvel öldü ğü takdirde 600'e çıkardı, bu. Tabii faizi ile berab er... Mr. Lackie cevap verdi :

71 — 600 iyi ama, öyle yapılsaydı parayı şimdi alamazdık ki.... Adam omuzlarını silkerek umursamaz bir tavır takınd ı : — Orası öyle ama, Rock Şirketi banka gibi sa ğlam bir müessese.. Kaçırılır fırsat de ğil do ğrusu. Sen ne dersin anne? Mrs. Lackie teessür içindeydi, bir yandan da el i aya ğı titriyordu : — Ben söyleyeceklerimi evvelce söylemi ştim size biliyorsunıi" Babamın sırtından para kazanmak iste- liyorum. Böyle şey sevmem ben. Fakat Adam gülümsemeye çalı şarak cevap verdi : — Ooo, yapma anne, dedi. Bunun tartı şmasını daha evvel yapmı ştık, halletmi ştik de.. Sen bu parayı onun yedi ğine içti ğine rahatça sayabilirsin. Sonra poliçenin tarihine baksana bir.. Büyükbabam s enelerce evvel o Castle Şirketine kendini sigorta ettirdi ği zaman ayda 5 şilin gibi çok küçük bir meblâ ğ ödüyormu ş. Biliyorsun ki ben Rock Şirketine girdi ğim zaman poliçenin süresi geçmi şti. Castle Şirketinin evrakı arasına atılmı ş duruyordu Ben ele geçirmeseydim hâlâ da öyle kalacaktı ya. Mc. Ke llar, büyükbabamın poliçesini benim hatırım için yeniledi, unuttun mu? Mrs. Lackie hafif bir gö ğüs geçirdi. Bir şey söylemedi. Kocası ise tereddüt içinde sordu : — Peki, poliçeyi yeniletti ğin için komisyon da mı istiyorsun yoksa? Adam, pi şkin bir tavırla güldü-: — Elbette, dedi, hani bir lâf vardır, dostluk ba şka, alı ş-veri ş ba şka, diye. Ben buna «akrabalık ba şka, i ş ba şka» diyebilirim. Bu akrabalık, babalık, evlâtlık derecesinde olsa dahi. Kısa bir süre manidar bir sessizlik oldu. Nih ayet Mr. Lackie konu ştu : — Evet.. Evet., dedi. Poliçeyi yenilemek her halde gereklivdi bana kalırsa.. Doğrusu budur.. Oğlu basını sallavarak tasdik etti ve ayak ucunda dur an çantadan bir kâ ğıt çıkardı : — Sen yerinde kararları ve dü şünceleri olan adarn- 72 sın, baba.. Benimle aynı görü şü müdafaa edece ğini biliyordum zaten. (Kâ ğıdı göstererek) i şte poliçe burada. Onu sana bırakıyorum anne, ayı n 17 sine kadar yu-karıdakine imzalatmı ş ol, e mi? Mrs .Lackie : — Olur.. Peki., dedi ama, sesinde hâlâ küskün bir eda vardı. Robert'in küçük kafası Adam'ın durumunda bir ince t araf ke şfetmi şti ama, konuyu anlayamamı ştı. Söylediklerinden de bir mâna çıkaramamı ştı. Mr. Lackie evden gittikten sonra Adam oturup Robert'le biraz has-bih al etti. Sonra da eksprese yeti şmek üzere kalktı. Ku ş tüyü sapından yontulmu ş bir kürdanla a ğzını karı ştırıyordu. Çipil gözlerinde dostça bir bakı ş parlatarak Robert'e : — İstasyona kadar beni geçirirsin sanırım, küçük arka daş, dedi. Sana küçük bir hediye almak isterim. Tanı şmamızın yadigârı olarak beni hatırlaman için. Haaaa, ne dersin? Sonra da, saat zincirinin ucuna ba ğlı para cüzdanını çıkardı, içinden bir yarım altın lira çıkarıp gösterdi : — Buna para derler, evlât, dedi. Bak, pırıl pı rıl.. Darphaneden yeni çıkmı ş. Parası olmayanlar onun aleyhinde söylerle ama, i nanma. Yeryüzünde en güzel şey odur. Bu ya şta paranın kıymetli oldu ğunu idrak edersen senin için çok iyi olur. Ama, beni de yanlı ş tanıma . Bildi ğin o pintilerden de ğilim, olamam da.. Paramı kullanmasını, ondan istifade etmesini severim, îyi giyinir, iyi yer, iyi ya şarım, en iyi, en lüks otellerde kalırım. Onun için de herkes peşimden gelir. Ötekilere bak bir de hele.. Meselâ ded en.. Yukandaki ihtiyar. Metelik harcamaz kendisine. Tavan arasında o turup, her Allah'ın günü peynir - ekmek yemekten ba şka bir şey yapmaz. Günlük sigara ihtiyacı için para harcama ğa kıyamaz. Adam durdu. Saatine baktı. Tatlı bir şekilde güldü. Robert de gülümsedi. Robert, holde onu beklerken hayatın güçlükleri, paranın öne mi hakkındaki sözlerinin ne kadar yerinde oldu ğunu dü şünüyordu. Büyüse, çok paralı bir insan olsa, parala r cebinde deste deste, şıkır şıkır ses verse, lüks lokantalara gerine gerine girse, garsonlar onu tâ kar şıdan görüp ko şsalar, kar şılasalar, diye

73 hayal ediyordu. Bir taraftan, o altın yarım lirayla amcasının kendine alaca ğı hediyeyi dü şünüyor, şimdiden sevinç râ şeleri geçiriyordu. Mrs. Lackie o ğlunun paltosunu tutarken ona seslendi : — Çantamı ta şıyabilir misin, küçük? Onun bir i şini görmek fırsatı eline geçti ği için arzu ile ko ştu. Çantayı aldı. Fakat umdu ğundan a ğırdı. İçinde de ne oldu ğunu bir türlü kestiremedim, Ne kitaba, ne kâ ğıda benziyordu, girintili, çıkıntılı acayip bir şeyler tıkılmı ştı içine. Annesi o ğlunu bir daha ve i ştiyakla öptükten sonra yola düzüldü. Adam, hızlı hızlı yürüyor, Robert de ona yeti şmeye çalı şıyordu. A ğırlı ğından yorulan kollarını dinlendirebilmek için çantayı mütemediyen bir elinden, öteki eline aktarıp duruyordu. — Nasıl bir hediye alayım sana, ha? Mahcup bir tav ırla cevap verdi : — Siz ne arzu ederseniz. Fakat Adam ısrar etti : — Yoo, dedi, öyle şey olmaz. Senin arzu etti ğin bir şeyi almak isterim. Robert, ne anlayı şlı, ne bonkör bir adam, diye geçirdi kafasından. He men hatırladı : Çocuklar o günlerde buz tutmu ş olan gölün üzerinde kayıp duruyorlar, kendisi de onlara hasretle bakıyordu. Ona eri şilmez bir mutluluk gibi geliyordu onlar gibi buz Uezirncte Kaymak.. Söylendi : — Buzda kaymak için çift tekerlekli bir ayakkabı.. Bilmem nasıl? — Ya? dedi Adam, Pekiyi, ama bilmem ki, bir süre i şine yarar ama, yaz gelince ne yaparsın sonra? Çocuk şaşırmı ştı. Ama Adam'a da hak vermekten kendini men edememi şti. Yazın o ayakkabılar bir i şe yaramazdı ki... Adam devam etti : — Bence futbol topu daha iyi.. (Bir an durd u). Yalnız o da mahzurlu.. Arkada şların ister; vermezsc-n olmaz. Verirsen esk itirler, patlatırlar, kaybederler. O da olmadı.. Şey.. Çakı.. Çakıya ne dersin? Robert daha dü şünecek kadar vakit bulamadan, O, 74 kar şıdan gelen bir ahbabına selâm verir vermez ko nuştu : — Tehlikeli o.. Elini, melini kesersin. O da olma? Ba şka bir şey dü şün bakayım Robert.... Ama Robert tanı da dü şünecek haldeydi. A ğır çanta onu peri şan etmi şti. Çantanın bulundu ğu elin tarafına do ğru e ğilmi ş, ha babam arkasından kan ter içinde koşturuyordu. — Ben.. Ben mi? Bilmiyorum ki!... .... diye cevap verdi. Adam aklına o anda gelmi ş bigi konu ştu : — Ne alalım sana, söyliyeyim mi? î şine yarayacak bir şey verirsem anneannen de hoşlanır hem.. Sahi.. Heyecanla, hızlı hızlı söylüyordu : — Şimdi aklıma geldi. Nihayet buldum.. Tamam.. En i yisi bu... Robert, nefes nefese : — Çok te şekkür ederim.. Sa ğ ol, amca., dedi ama, şu çanta kendisini öldürmeden bir istasyona varsalar diye dua ediyordu için den. Hediye, mediye düşünecek halden çıkmı ştı zavallıcık. Fakat Adam kendi âlemin-deydi. Saatine baktı : — Çabuk yürü o ğlum, dedi. iki dakika var trene. Çantayı da yere sü rme.. Adam önden fırladı, Robert de arkasından, istasyonu n merdivenlerine tırmanma ğa başladılar. Tren kalkmak üzereydi. Adam bir vagona çab ucak atladı Nihayet çantayı almak için uzanmı ştı. Rpbert verdi ve derin bir «Ohhh..» çekti. Adam vagona daldı, hızlı hızlı yürümeye ba şladı. Çantasını bir kompartmana koyduktan sonra elini pencereden uzattı. Robert'in ter içinde ki, kıpkırmızı, küçük avucuna kaskatı, madeni? bir şey sıkı ştırdı. Kaba i şlemeli, parlak bir takvimdi bu. Haftanın günleri döndürülerek de ği ştiriliyordu. Üzerinde de itinalı bir yazı vardı : «Rock Sigorta Şirketi - Semper Fidels» Robert'e pırlanta bir ta ş hediye ediyormu ş gibi bir tavır takınmı ştı Adam. Robert'e : — Bak, ne güzel şey. Al bunu.. Çocuk elindekine şöyle bir baktı. Şaşırmı ştı. Keke-

75 liye kekeliye konu ştu : — Te şekkür eüerim.. Çok güzelmi ş.. Evet.. Trenin düdü ğü öttü ve hareket etti. Çocuk eve dönerken Adam'a içinden te şekkür ediyordu ama, pek de tatmin olmu ş değildi. Avucunda sıkı sıkıya tuttu ğu hediye ve günün, böyle, garip hâdiselerle öolu akı şı onu bir hayli şaşırtmı ştı. Eve gelince do ğru dedesinin odasına gitti, îieciyeyı ona gösterdi, ihtiyar Dandie, onu eline a ldı, ka şlarını havaya kaldırarak evirdi, çevirdi. — Altına benzemiyor, de ğil mi dedeci ğim? Dandie tesdik etti : — Altın de ğil, yavrum.. Adam verdiyse mutlaka pirinçten mamuld ür bu. Sir süre konu şmadılar. Takvimin üzerindeki yazıyı Robert yüksek s esle bir daha okudu ve damdan dü şer gibi dedesine sordu : — Dedeci ğim, bunun senin poliçeyle bir ilgisi var mı? ihtiyar adam birden hiddetlendi, mosmor oldu. Hakar et edilmi ş gibi de ği şti suratı. Öfkeli bir sesle cevap verdi : — Bana bak, bu dolandırıcılık hikâyesi hakkında bi r daha a ğzını açayım deme. Yoksa beynini da ğıtırım senin, anladın mı' Robert korku ile sustu. İhtiyar canı sıkılmı ş bir tavırla odanın içinde üç aşağı, be ş yukarı dola şmağa ba şladı. Sonda da bütün nefretini, hırsını bo şaltmak ister gibi haykırdı : — Alçaklık bu. Görülmemi ş bir rezalet.. Korkunç bir şey, korkunç.. Bu sözleri arka arkaya bir kaç defa tekrarladı. Ba şlangıçta çok hırslı ve acı söylüyordu ama, sonra alaylı, daha sonra da sakin b ir hava içinde söyledi bunları. Nihayet öfkesinin manasızlı ğına kanaat getirmi ş de pi şman olmu ş gibi, köşede sıkılmı ş, büzülmü ş duran Ro-bert'e döndü, uzun uzun baktı: — Sen buzda kaymak mı istiyordun? Kalbi büyük bir heyecanla sarsılan çocuk çaresizlik içinde cevap verdi : 76 — Evet ama, dedeci ğim, ayakkabım yok ki!... «Allah!.. Allah!..» der gi bi bir iki mırıldandıktan sonra : — Bir dü şüneyim, üzülme hemen. Dur bakalım. Bir yol unu buluruz belki. ihtiyar Dandie, yerinden kalktı. Baraber a şağıya, mutfa ğa indiler. Kirli tabakaların arasında bulunan dolabı açtı ihtiyar. T ahta bir sandık çıkardı. Onu alıp tekrar yukarı, odalarına geldiler. Sandı ğın içinden bir yı ğın eski, hurda öte beri vardı. Kilitler, kapı tokmaklan, at nallar ı, paslanmı ş buzda kayma ayakkabıları.. Bu evde hiç bir şeyi atmak alı şılmamı ş şey oldu ğu için bunlar yıllardanberi o küçük sandıkta birikmi şti, ihtiyar, koltu ğuna oturarak piposunu yaktı. Robert'i de kar şısına, yere oturttu. Dandie, sandıkta buldu ğu paslı buzda kayma ayakkabısını çocu ğun aya ğına geçirdi, anahtarla vidasını sıkı ştırma ğa başladı. Fakat olmadı. Robert'in gözlerinde parlayan ü mit ı şı ğı sönmü ştü. Müthi ş canı sıkıldı bu neticeye. Fakat ihtiyar kırk ambar halindeki küçük sandı ğı karı ştırma ğa devam etti. Ümitlerin tamamen sıfıra inmekte oldu ğu bir anöa ihuyar, bir ayakkabı cana buldu. Çocukken Kate kuBa nırmı ş bunu Robert sevinçten uçacak gibiydi. Müthi ş sevindi. Ayaklarına takıp vidalarını sıkı ştırınca tastamam oluvermi şti. Ba ğlamak için şerit yoktu ama, Dandie'de bir yı ğın kınnap daima bulunurdu. Onunla durumu idare ettirdiler. Da ndie, denemeyi ba şardıktan sonra vidaları açtı, çıkarttı ğı ve günlük ayakkabılarını giydirdi Buz ayakkabılarını da yanlarına alarak beraberce göle d oğru hareket ettiler. Robert manzaradan müthi ş heyecanlanmı ştı 5-6 yüz metre boyunda, 2-3 yüz metre geni şli ğinde kosko caman bir buz sahası halindeydi göl.. Üz erinde bir yı ğın genç gölgeler kayıyorlardı. Ok gibi fırlıyorlar, oldukla rı yerde dönüyorlar veya çömeliyorlar, karmakarı şık şekiller çizerek uçar gibi gidiyorlardı. Kimisi düşüyor, kalkıyor, birbirlerine çarpıyorlardı. Patenle rin buz üzerinde çıkardı ğı cızırtılı sesler, kayanların çı ğlıkları ile birlikte tatlı bir senfoni halinde masmavi gökyüzüne do ğru yükseliyordu. Dandie, tekerlekleri Robert'in ayakkabıları üzer ine 77 geçirdikten sonra sıkı sıkı ba ğladı. Buz üzerinde dengesini nasıl sağlayabilece ğine dair çocu ğa uzun uzun tariflerde bulundu. Sonra egzersiz fasl ı başladı, ihtiyar adam, Robert'in yanında mahsustan sen deliye sendeli-ye

hareketler yaparak tatbikî dersini de verdi. Robert önce acemi tavırlarla bocaladı, fakat çok geçmeden kendi kendine kaymasın ı ö ğrendi, ihtiyar artık onu tamamen serbest bırakmı ştı. Biraz sonra da pistin kenarına, Mr. Boag'la Dikie'nin yanlarına gitti. Piposunu tüttürdü ve bir taraftan onlarla gevezeli ğe, bir taraftan da Ro-bert'i seyre ba şladı. Robert, yeni tattı ğı bu harikulade zevkin büyüsüne kapılmı ş gibi buzların üzerinde kayarak geni ş helezonlar çiziyor, bir o tarafa, bir o tarafa gidip geliyordu. Gözlerindeki ne ş'e sonsuz ı şıltılar saçıyordu. Robert'in gözleri bir an kuytu bir kö şeye takıldı. Usta kayıcılar orada, yere bir por takala kabu ğu koymu şlar, dümdüz, bembeyaz buz tabakası üzerinde belirl i bir nokta te şkil eden bu portakal kabu ğunun etrafında dairevî hareketler yapıyorlardı. Robert bir an Miss Julia Blair'i, çok geçmeden de A lison Keith'le annesini orada, gördü. Ne de güzel kayıyorlardı. Bir aralık Alison kayarak Robert' in yanma geldi, iki kolunu çapraz bir şekilde ona do ğru açarak iki elinden tuttu, çekmeye ba şladı. Robert için unutulmaz mutluluklarla dolu bir gündü o. Alison'un hareketlerini taklit ederek, onun ahenkl i e ğilip kalkı şlarına uyarak daha da maharetli bir patinajcı olmu ş çıkmı ştı Robert. Alison sonra tekrar onu aldı ğı yere getirdi. Robert te şekkür etti. Küçük kız bu te şekküre tatlı bir tebessümle mukabelede bulundu, sonra da bir oA. gib i fırlayarak buzların üzerinde kaydı, tâ portakal k& bu ğunun yanındaki annesine kadar gitti. Alison'la ben, ber kaydıkları o bir kaç dakika içinde bir tek kelime bı le konu şmamışlar, sadece bakı şlariyle birbirlerine biı şeyler anlatabilmi şlerdi. Robert, o dakikaların sarho ş lu ğu içindeyken dedesinin kendisine seslendi ği duydu. Tatlı ve babacan tebessümüyle Robert'e sordu : — Nasıl, dedi, memnun musun hayatından Robie. Memn un da ne kelime? Robert uçuyordu sevin cinden : ' — Öyle güzel, öyle güzel bir şey ki bu dedeci ğim.. Sana nasıl te şekkür edece ğimi bilemiyorum, benim bi- 78 ricik dedeci ğim... Bir süre sonra eve döndüler... Robert o gece yata ğında hep mutlulukları dü şündü Zenginli ği, kendisine hayran hayran bakan garsonları istemiyordu artık. Eski buz ayakkabıları, dedesinin sicimleri, göldeki kayak ve Alison.. Onun küçük mut lulukları bunlardı. Ama ne yazık ki Gavin'le kar şıla şmamışlardı orada. Hem artık uslu çocuk olacaktı o haminnesi.. Nankörl ük etmeyecekti artık, iyi çocuk olacaktı. Kendi kendine mırıldandı : — Söz veriyorum, haminneci ğim.. Hiç kimseye kar şı nankörlü ğüm görülemeyecek benim.. Bana en küçük mutlulu ğu veren insanı bile ba şımın üzerinde görece ğim. Evet, öyle bir çocuk olaca ğım Ama.... Ama şimdi uykum var benim haminne.... Kı ş çabucak geçti. Gökyüzünün mavili ğinde, a ğaç ların tomurcuklannda, ku şların cıvıltılarında birdenbire baharı buluverdi Robert.. Evin önündeki üç kestane ağacı, mutluluklara, hürriyetlere, dostluklara kara s evdalı, küçük sevinçlerle başı dönen bu küçük çocu ğun masum bakı şları önünde beyaz tüylerini silktiler. Haminne Nisan'ın 15 inde, bir kaç ay kalmak üzere A yrshire'deki akrabasının yanına gitti. Haminne yılı iki e şit parçaya bölmü ştü. Sonbaharla kı şı Levenford'-da, «Olgun mevsimler» dedi ği ilkbaharla yazı da Kil-marnock'ta geçirirdi. Hamminneyle Robert, ev içindeki kar şılıklı a ğır görevlerinde ölçülü ve seviyeli hareket edebilmi şlerdi Ya şlı kadın, Robert'in nazik durumunu gayet maharetle kollayabilmi ş, çocu ğu a şırı ve kaprisli bir baskı altına alma ğa kalkı şmamıştı. Kocası onu yaygın olmayan, fakat inançlı bir mezheb e sokmu ştu. Sıkı sıkıya bağlanmı ştı ona ve kocası öldükten sonra da bu ba ğ aynı sıkılı ğı muhafaza edebilmi şti. Fakat kadın Robert'i hiç bir zaman kendi mezheb ine sürükleme gayretine dü şmedi. Hareketlerinde, sabırlı ve olgun bir güven ta şıyan bir insanın dürüstlük hudutlarını hiç bir zaman a şmadı. Bu konudaki en büyük gayreti, Pazar ak şamları Robert'i odasına alarak kuca ğına oturttuktan sonra Kitab-ı Mukaddes'ten yüksek sesle parçalar okutmak- 79

tan ibaret kalırdı. Robert'in Saul'le Davud Peygamb er arasındaki çarpı şmayı anlatı şını çok be ğenirdi. Onu dinlerken pencerenin önündeki koltu ğunda ileri geri sallanır, sineklerin vızıldadıkları camlardan dı şarıya bakarak Drumbuck mezarlı ğına ölülerini ziyarete gidenleri seyrederdi. A ğzında da bir şeker bulunurdu. Bu, dedenin hiç bıkmadı ğı şekerlemesi de ğil, di şlerinin arasında mütemadiyen ses veren bir akide idi. Robert, dede i le haminnesi arasındaki yaradılı ş ve telâkki farklarım sevdikleri şekerler arasındaki farklarda görür gibi olurdu. Ya şlı kadın, arada bir Robert'in okumasını keser, ona sağlık bahislerinde vaaz eder gibi nasihatlerde bulunur, b ilhassa şeytana uymanın fenalıkları hakkında konu şurdu. Şeytandan «îblis» diye bahsederdi. Kadının gözünde insanın ba ş dü şmanı Iblis'ti. Tanrı gerçeklerinin kolunu - budunu kemirirdi hep bu iblis. Robert'in evvelki din bilgi leriyle haminnesinin telkinleri birbirine inziman edince, şeytan, bu küçük çocuk için de korkulu bir gerçek halinde belirmeye ba şlamı ştı. Kı ş ak şamlarında haminnesi kiliseden gecikti ği zaman Robert, içi sıcak su dolu şi şeyi yata ğına koymak ve şayet saat 20 olmu şsa tek ba şına soyunup yatmak durumunda kalırdı. Haminnesi ona böyle tembih etmi şti. Korkudan kapıyı açık bırakırdı ama, merdiven ba şının gayri kâfi aydınlı ğı, biti şik odada da dede'nin bulunmayı şı onu ürpertili bir bekleyi ş içinde kıvran-dırırdı. Karanlık odada Robert, kimseyi incitmeden hafif hafif nefes alma ğa çalı şır, çıtırdayan somyaların verdi ği korku, şeytanın, mutlaka kar şıki dolapta bulundu ğuna dair inancının yarattı ğı korkunun yanında hiç kalırdı. Yata ğında biraz kıpırdayacak olsa şeytanın, dolabın kapa ğını hemen açıp üzerine atılaca ğını ve... ötesini vahmederdi. Kaskatı kesilmi ş olarak ve âdeta hiç nefes almadan öylece uzun süre yata ğında büzülür kalırdı. Fakat, tabiatindeki o fecî ko rkaklı ğı bazan nasılsa yenmeyi ba şarırdı. Birdenbire içinde uyanan cesaretle yataktan fırlar, dizleri titreye titreye o dolabın kar şısına geçerdi. Sokak lâmbasının ı şı ğında küçük ve çelimsiz bir gölge halinde görünen Robert, o kudret lerle dolu oldu ğunu dü şündüğü şeytanın kar şısına geçer, dolabın kapalı kapısının gerisine duyu rmak ister gibi birden haykırırdı : 80 I — Ben senden korkmuyorum pis şeytan.. Çık dı şarı bakalım... içinden de «Ya çıkarsa?» diye bir pani ğe kapılır, fakat hemen kendini toparladı. Yakla şır, eliyle de gö ğsünde üç defa haç i şareti yaparak dolabin kapa ğım aralardı. Kalbi duracak gibi oldu ğu bir anda da kapa ğı-ardına ....kadar açıverdi ve içerde şeytan olmazdı>Sadece hafif karaltılar halinde hamin nesinin elbselerini farkeaer, rahatladı ğını hissederek derin bir nefes alır, döner, yata ğına girerdi. Robert, bu olaylardan haminnesini hiç haberdar etme mişti. Henüz tam bir şuurdan mahrum körpe benli ğine usta elleriyle bir şekil verdi ği için memnun bulundu ğunu hissediyordu. Yaşlı kadın, ba şında yeni bir şapka ile Kitmarnock'a gitmek üzere evden çıktı ğı zaman Robert'in avucuna bir yarım şilin sıkı ştırdı, ilâcını muntazaman içece ğine dair ondan söz aldı. Sebatkârlık ve azim konusunda ayak üstü nasihat etti. Sonra da kula ğına e ğilerek hafif bir sesle : — Döndükten sonra senin hakkında dahakiyi şeyler dü şünece ğim, yavrum., diye fısıldadı. Robert, ya şlı kadının arkasından a ğlamamak için kendisini güç zaptetti. Bir taraftan da, onun evde olmayı şı içine bir ferahlık vermi şti. Anneannesi, onu aşağıya, oturma odasında, perdeyle ayrılmı ş minder gibi küçük bir yata ğa nakledince daha fazla sevinç duydu. Perde ardı bu k öşede mutlu ve tatlı bir yalnızlık kokusu duydu. Kendisini, müstakil oda sah ibi bir insan gibi görüyordu. ihtiyar Dandie de ferahlamı ş görünüyordu, ilk i şi haminne'nin Robert'e bıraktı ğı kocaman şi şedeki ilâcı pencereden a şağı boca etmek oldu. ilâcın üzerine döküldü ğü çiçekler hemen saranp soldular. Murdoch da suratı nı astı. Dandie'nin pencereden a şağıya pis şeyler dökmeyi âöet edindi ğini sanmı ştı. Söylenme ğe başladı. Fakat solan çiçekler yeniden açma ğa, kararan topraklar ye şermeye çok geçmeden ba şladı, ihtiyar Dandie de, üst kattaki sakin hava içi nde artık rahatça kafasını dinleyebiliyordu. Her gün muayyen zamanlar da da evden çıkıyor, geze geze Saddler Boag'ı yenmeye, çayıra gidiyordu.

81 Büyükbaba Mr. Lackie, bir Pazar günü temiz pak giyi ndi. Kasketinin üzerine beyaz bir kılıf geçirdi ve Ro-bert'i elinden tutarak Bent ler'e götürdü. Torununu ilk defa gezmeye götürüyordu. Ye şillikler arasında tatlı bir gezinti yaptılar, Sivri uçlu, pembe boyalı parmaklıkların ötesindeki büyük su deposunu, müdürün oturdu ğu lojmanı seyrettiler. Etraf ne kadar da güzeldi. Şimdi Müdür Mr. Cleghorn'un yakında görevden çekildikten sonra kendisinin o i şe getirilece ğini ve bu evde oturaca ğını umuyordu. Mrs. Lackeie'nin de o eski, bir nebze de hırçın tit izli ği kalmamı ştı artık. Az para harcamak için yaptı ğı cimrice hesaplan terketmi şti. Evde daha sakin, daha neş'eli bir hava esmeye ba şlamı ştı. Murdoch, sabahları, suratındaki ayva tüylerini sakal niyetine kazırken gür sesiyle şarkılar söylüyordu : Bir kız seviyorum, içimde sızı, Ama ne de güzel o Y ayla Kızı. Bir tek Kate'in sinirlili ği yine üzerindeydi. A ğaçla-nn çabuk ye şermesini bile tenkid mevzuu yapıyor, çiftçilerin damlara saman çö pü ta şımalarına, tâ Snoddie'-lerin çiftli ğinden, çok uzaklardan gelen at ki şnemelerine dahi öfkeleniyordu. Bir gün de şöyle bir hâdise geçti. Öğle yeme ği bitmi şti. Açık pencerenin önünde, tâ arka bahçeden oraya kadar gelen nefis leylâk kokularını içlenne sindire sindire otu ruyorlardı. Hep bir arada idiler. Hiç bir gıda maddesinin ziyan olmasına taha mmül edemeyen Mrs. Lackei komposto taba ğında son kalan üç tane eri ği taksim ka şı ğına almı ş : — Kim ister, çocuklar? Bu mevsimde çok faydalıdır, kan'dır bu., diye soruyordu. Önce Kate'e vermeye niyetlendi. Fakat, bermutat somurtuk oturan kızından bir cevap alamayınca kompostoyu Murdoch'un tab ağına koydu. Birden Kate'in kaşlan çatılmı ştı. Alnında koca koca yumrular peyda olmu ş, kıpkırmızı kesilmi şti. Birden aya ğa fırladı ve ba ğırma ğa ba şladı : — Bu evde kimsenin beni insan yerine koydu ğu yok. Ben de çalı şıyor, kazanıyorum. Bu evde benim de param giriyor. O pis hayvan gibi çocuklarla okulda niye u ğra şıyorum zannediyorsunuz. Hiç birinizle konu şmayacağım artık... 82 . Sözlerini bitirir bitirmez de odadan fırladı. Mrs. Lackie de arkasından ko ştu. Fakat kadınca ğız, bir iki dakika sonra, paylanmı ş bir durumda döndü, içini çekerek : — Çok garip bir kız oldu Kate, do ğrusu... dedi. Murdosh, kurumlu haliyle kompostoyu Kate'e devretme ye her an hazır oldu ğunu ima ediyordu. Fakat Mrs. Lackie, Kate'in isteyebilece ği şeyi, her derdine deva olan ilâcı biliyordu. Bu bir fincan çaydı. Onu Kate'e gö türmek i şini de Robert'e vermi şti. Zira, genç kızı sinirlendirmeyecek yegâne insan , bu evde, Robert'di. Robert, dökmemek için büyük gayret sarfederek yukar ı kadar çıkardı ğı çayla odasına girdi ği zaman, Kate, karyolasına kapanmı ş, hıçkıra hıçkıra göz ya şı döküyordu. Öfkesi geçmi ş görünüyordu. Göz ya şları, kaderine, talihine a ğlayan bir insanın göz ya şlarıydı Robert'i görünce birdenbire silkindi, yata ğında oturdu. Robert'den medet uman bir hali vardı : — Kimse beni sevmiyor, herkes benden tiksiniyor, n efret ediyor Robert.. Söyle yavrum, sence de o kadar çirkin miyim ben? Bir taraftan da a ğlamasına devam ediyordu. Robert, bu soruyu yalanla cevaplandırmak mecburiyetinde oldu ğunun farkındaydı : — Katiyen Kate, katiyen. Bilâkis.... Üzgün üzgün b aşını salladı Kate : — Biliyorum, Robert, annen benden güzeldi, h em de çok güzeldi, dedi. Sonra benim ismim de çok çirkin. Hele bir dü şün yavrum : Kate : Hangi budala erkek Kate adında bir kızı yanma alır da mehtap gezintisine çıkar? Yahut körfezdeki gazinoya gider? Halbuki, meselâ İrene ne güzel bir isim de ğil mi, Robert.. Ne olur yavrum, yanımda yabancı bir er kek varken raslarsan sakın Kate diye ça ğırma beni olmaz mı? irene, de,.. Çocuk şaşırmı ştı ama, söz vermi şti yine de öyle söyleyece ğine. Aslında, bütün bu krizler hassasiyetinden ileri gel iyordu. Gerçekten de çok alıngan, hassas bir kızdı Kate.. Ö ğretmen okulunda çok müsbet intibalar bırakmı ş, dürüst bir ö ğretmendi, îyi hokey oynar, güzel yün örerdi. 83

Kız enstitüsünün idare meclisinde de üye idi. iskoç ların özellikleri olan konularda hep en ön saftaydı. Fakir ö ğrencileri pislikten kurtarmak için didinirdi. Onların ba şlarındaki sirkeleri elleriyle ayıklar, kendisi çok temiz bir insan oldu ğu için de bunu yaparken hemen bit kapardı. Onun, bö yle günlerde eve döner dönmez banyoya girip tepeden tırna ğa temizlenmesi görülecek . şeydi. O esnada suratı tiksintiden sapsarıydı ama yine de şikâyet etmezdi. Tanıyanlar ondan hep sitayi şle bahsederler, «Çok iyi, kıymetli kızdır,» derlerd i. Robert, di şlerinin sa ğlı ğım, sa ğlamlı ğını Kate'e borçluydu. Çürümeye ba şladı ğı sıralarda bir gün onu almı ş tek kelime söylemeden di şçi Mr. Strang'a götürmü ştü. Mütevazı kitaplı ğından Ivanhoe ve Hedeward the Wake gibi kitapları d a ona vermi ş, okutmu ştu. Çocuk, o kitaplıkta ba şka türlü kitapların bulundu ğundan da haberdardı, onları kaçamak kaçamak, gayet çabuk tar afından gözden geçirebilmi şti. Meselâ esmer, yakı şıklı bir adam vardı onlardan birinde. O güne kadar hiç yüz vermedi ği nefis kadının, sedefler kadar beyaz elbisesi için deki şahane vücudu önünde dize gelmi şti. O günkü konu şmaları sırasında Kate : — î şte böyle, küçük Robie.. demi ş ve içini çekerek ilâve etmi şti : — Bu kahrolası kasabada çürüyüp gidece ğiz galiba.... Robert a şağı inince anneannesine Kate'in öfkesinin geçti ğini söylemi şti. Halbuki devam etmi şti ve tam 15 gün, Kate, kızgınlık ânında sarf etti ği söze sadık kalmı ş, kimseyle konu şmamıştı. Mutlaka bir şey konu şması gerekti ği zamanlarda ise yazılı olarak temas ediyordu Kate, bir gün en iyi arkada şı olan Bessie Ewing'le de şiddetli bir kavga etmi şti. Zavallı, fedakâr Bessie, o ak şam geç vakit onlara gelmi ş, Mrs. Lackie ile mutfa ğın bir kö şesinde uzun uzun, heyecanlı heyecanlı bir şeyler konu şmuş, durmuştu. Tâ okuldaki hayatlarından bu yana Kate'in kapri slerine, hırçınlıklarına tahammül gösteren Bessie, KnoxhiPli , görgülü, iyi bir ailenin kızıydı. Bütün hafta telefon santralinde çalı ştıktan ba şka, cumartesi geceleri de kırmızılı, mavili elbisesini giye- 84 rek Salvation Army te şkilâtında görev alırdı. Uf ak-tefek, kısa boylu, sa rı benizli bir kızdı. Fakat çok güzel, yumu şak saçları, mele ği andıran halleri ve — Robert'in bile dikkatini çekmi şti — mutfakta kar şıla ştıkları vakit Murdoch'a tuhaf tuhaf bakı şları vardı. Kate'in annesine : — Sormayın, ne kadar üzülüyorum Mrs. Lackie, diyordu Bessie. Robert'in kula ğı kiri şteydi. Onları dinliyordu. Bessie devam etti : — Ama buna bir çare bulmak lâzım.. Bana kalırsa, k endisini devamlı surette oyalayacak bir me şgale bulmak gerek. Meselâ, bir müzik âleti ö ğrenmeye heves etse.. Banco meselâ.. Meselâ mandolin.... Bu nihayet bir temenniden, bir arzudan ibaretti. Am a ne demi şler? Çocuktan al haberi.. Robert hemen ihtiyar Dandie'ye yeti ştirdi : — Dedeci ğim, dedeci ğim. Biliyor musun, Kate banco ö ğrenecekmi ş. Fakat Dandie, bıyıklarının altından alaylı bir gülü şle ona baktı ve mırıldandı : — Çalgı ö ğrenmesinin ona bir faydası olaca ğını sanmam ben, yavrum.... îhtiyar Dandie'nin ne dedi ğini, ne demek istedi ğini anlamamı ştı Robert ama, birden içine bir co şkunluk doldu, ko şa ko şa a şağı indi ve kendini soka ğa dar attı. Bir süre civarda hopladı, zıpladı. Sonra Mrs. Bosom-ley'e biti şikteki dul kadına u ğradı. Çıkarken elinde güzel bir sandviç ve arkasınd a kadının tatlı bir tebessümü vardı. Durumunun meçhullerle çevrili mahy etini, herkes tarafından bir nebze de olsa lânetlenmi şli ğini, evde pek istenen bir kimse olmadı ğım ve nasıl bir istikbale do ğru yürümekte oldu ğunu bir an unutmu ştu Mutluydu, îçi çok sevdi ği arkada şı Gavinle doluydu zira. O Gavin'i seviyordu, Gavin de onu. Gavin'le kırlara açılma ğa, da ğlara tırmanma ğa ba şlamı şlardı. Bir hayli gözü peklik, cesaret isteyen bu tırmanı şların, bu gezilerin yanında, Robert'in vaktiyle ihtiyar Dandie'yle yaptı ğı gezintiler pek çocukça kalıyor du. Gavin, kuş yumurtaları koleksiyonunun yegâne eksi ği olan ya ğmurku şu yumurtasını arıyordu. Winton 85 bölgesinde pek nadir görülen bu ku şun yumurtasını bulabilmek için de yorulmadan, bıkmadan, usanmadan dere, tepe a şıyorlar, sarp kayalıklara tırmanıyorlardı. Yumurta pe şinden nispeten düz sayılabilecek yamaçlarda koruluk ları tararlarken

Gavin, Robert'e ku şlar, hayatları, yuvaları ve di ğer özellikleri hakkında izahlarda bulunuyordu. Akla hayale gelmez yerlerde bir çok ku ş yuvası bulmakta mahirdi Gavin. Gün oluyor, bir mu şmulanın ye şil dallarını aralayarak yava şça ona : — Bak, diyordu, bir Ardıç ku şunun yuvası bu.. Beg tane yumurtası var. Robert, saman ve çamur karı şımı basit mimarînin eseri olan ve içinde ince kabuklu, mavi benekli sıcak yumurtalar bulunan bu y uvalara hayretle seyrediyordu. Robert'e yumurta toplama i şinin inceliklerini de ö ğretmi şti, Da ğ adamlarının kanunlarına göre, bir yuvadan bir taned en fazla yumurta almayaca ğına dair ona yemin de ettirdi. Yuvarardaki bütün yumurt aları alıp giden, böylece de anne ku şun oradan ba şını alıp gitmesine sebep olan haylaz, merhametsiz çocuklardan bahsederken sempatik yüzü öfkeden sapsa rı oluyordu. Bir ara Drumbuck tepesine çıkmı şlardı. Robert, meçhul bir kıt'aya ayak basmı şlar, yem bir diyar ke şfetmi şler gibi hissetmi şti kendini. Yüzünü bahar suları gibi serin ve tatlı bir rüzgâr ok şuyordu. Uzaklarda eteklerde, ovanın beyaz şeritler halinde birbirine yakın ve uzak kıvrılıp gi den yollarında bir dünya uzanıp gidiyordu. Clyde ırma ğının denizle birle şti ği noktada geni şçe bir su havuzu güne ş altında panl parıl yanıyor, üzerinde küçücük gemil er nokta nokta görünüyordu. Levenford, çocukluk yıllarım gömdü ğü kasaba, kar şıda, a şağılarda, hafif bir sis tabakası altında kaybolmu ş gibiydi. Sadece Kale Kaya'nın sivri tepesi sis tabakasının üzerinde kalmı ştı. Drumbuck Köyünün oyuncak evler gibi görünen evleri de, a şağıda, ayaklarının dibinde melûl - mahzun uyukluyorla rdı. Batı da öbek öbek ye şillikler, ovalar ve sırtlar üzerinde göz alabildi ğine görünüyordu. Fakat Robert, onların ötesinde gördü ğü bir şey üzerine hayretle bağırmaktan kendini alamadı. Beyaz bulutların üzerinde yükselen, masmavi, çok sivri bir tepe görmü ştü. Haykırır gibi konu ştu : —• Bak. Gavin, demi şti, ne müthi ş şeyy... 86 Gavin, a ğır ba şlı, ciddi tavriyle kısaca söyledi : — O «Ben» da ğıdır. Robert, içinin da ğ büyüklü ğünde heybetli, kocaman bir mutlulukla doldu ğunu hissetti. Saatlerce baksa o nefis manzaraya doyamay aca ğını dü şünüyordu. Burada her şey ne kadar da güzeldi., însan her halde ancak böyl e bir da ğ ba şında üzüntülerden, kederlerden uzak bir hayat ya şıyabilirdi. Fakat, dü şüncelerinde devam edemedi. Gavin onu kolundan tutarak çekti. Be raber yürüdüler. Çayırın vadiye benzer çukurca bir kısmında beyaz badanalı b ir çiftlik binasının yanından geçtiler. Çiftli ğin di ğer evleri, büyük binanın etrafında, bir kare te şkil edecek şekilde in şa edilmi şlerdi. Avludan inek bö ğürtüleri, at ki şnemeleri ve tezek kokuları geliyordu. Büyük binanın arka kapısı nın önünde küçük gölgeli, sararmı ş bir katırtırna ğı fidanı vardı. Katırtırnakla-rı etrafta boldu ve rengârenk ku şlar havada döne döne uçu şuyorlar, arılar, güne ş altında san renkleriyle gözleri kama ştıran katırtırnaklan arasında vızıldıyorlardı. Çayı rda, gölgelere uzanmı ş inekler, ba şları aynı istikamete dönük a ğır a ğır gevi ş getiriyorlar, bu iki ya-yabancı çocu ğu iri ve yayvan gözleriyle süzüyorlardı. Gevi ş getirmekten ba şka yapabildikleri yegâne hareket-konan sinekleri ko vmak için kulaklarını oynatmalarından ibaretti. Gavüı'le Robert tarlaları geçtikten sonra daha yüks ek tepelere do ğru tırmanma ğa başladılar. Tepenin tam üstünde bir çayırlı ğa vardılar. Burası, yerle âdeta ilgisi kesilmi ş, gökyüzündeynıi ş gibiydi. Kayalıklar arasında öbek öbek bataklıklar ve ıssız, sessiz bir yer.. Bu sessizlik ve hayatsızlık orayı biraz da korkunç bir yer haline getirmi şti. Havaya bakmaktan korkar gibi yürüyorlardı. Gözleri fundaların arasındaki kırmızı salep çiçekle rini ve bataklıklarda ki süngerler gibi küme küme yeti şmiş mersin a ğaçlarını görüyorlardı. Ba şlarının üzerinden akıp giden bulutları o kadar yakın hissed iyorlardı ki kendilerine.. Sanki onları sırtlamı şlar, götürüyorlardı. Gavin. Robert'in dikkatini çeken kayda de ğer bir şeyi i şaret ediyor, onun hakkında kısaca bilgi veriyordu, î şte, ifraz etti ği yapı şkan sıvı ile böcekleri yakalayan ve yiyen bir bitki., î şte fevkalâde nefis ko- 87

kulu, beyaz bir orkide... Bir ara, önlerine büyücek bir yılan bile çıktı. Fakat daha Robert'in feryadı basmasına vakit kalmadan, Ga vin, böyle şeylere alı şkın bir da ğ adamı tavrı ile onu ezip öldürdür Öğle yemeklerini Rüzgârlı Kaya adı verilen havadar, n efis manzaralı bir yerde yediler. Ba ş döndürücü dir yükseklikte, düz bir kayalıktı buras ı. Robert sevincinden uçuyordu. Gavin Robert'in yardımını da sa ğladı ğı bütün gayret ve bilgisini ortaya koyarak tam birbuçuk ay bu Ya ğ-murku şu yumurtasını aradı ama, nafile, bulamadı. Her gün, gittikleri çok uzak bir yerden, ikindiye do ğru, artık bütün ümitlerini kaybetmi ş olarak dönüyorlardı. Sazlı bir bataklı ğın yanından geçerlerken Robert bir parça geri kalmı ştı. Tuhaftı, yüksek ye'rlerdeki bu bataklıklar ve s ularındaki hayat Robert'i de ilgilendirmeye ba şlamı ştı artık. Birden e ğilip bir kaç küçük kurba ğa yavrusu avuçladı. Fakat tam o sırada gözüne, rüyada imi ş gibi, hayal meyal bir şey çarptı. Yamba şmdaki yosunların üzerinde, geli şigüzel atılmı ş gibi duran bir saman yı ğını.. Üzerinde de sarıya yakın bir ye şil renk üzerine pembe benekli, büyükçe üç yumurta... Robert birden bir feryat koyuverdi. Bunu duyan Gavi n'in o küçük vücudu kar şıdaki ufkun mavili ğinde siyah bir karaltı halinde duraladı. Fakat çok yorgundu. Baktı. Anlamamı ştı. Geri dönmek de istemiyordu. Fakat Robert de kol larını telâ şla sallayarak : — Ko ş Gavin, ko ş. Bak., diye ısrarla onu ça ğırıyordu. Gavin, nihayet dayanamadı, yalpalaya yalpalaya döndü, Robert'in ya nına geldi. Robert hiç bir şey söylemedi, sadece eliyle saman yı ğınını gösterdi ona. Yüzünü görmüyordu ama, birdenbire putla şmış gibi durmasından anlamı ştı. Nihayet aradıklarını bulmu şlardı, Gavin, kekeliye kekeliye : — Eeee, evet, i şte bu., dedi ve ayakkabılarına filân aldırm adan suya daldı. Yumurtalardan birini aldıktan sonra geri dön dü. Bataklı ğın kıyısına oturdular. Gavin, cılk olup olmadı ğını anlamak için yumurtayı iyice muayene etti, sonra da yava şça suya bırakıp yüzdürdü. Hayır, cılk de ğildi. Bakması için Robert'in avucu-na verdi sonra : — Ne güzel, de ğil mi Robert? — Harikulade bir şey., diye cevap verdi çocuk ve ilâve etti : — Nihayet bulabildik-diye ne kadar seviniyor um Gavin, bilsen. Hem bu kadar yoruldu ğumuz kadar da varmı ş yani.... Hayran hayran seyrettikten sonra yumurta}'! uzattı : —• Al Gavin.... Fakat Gavin itiraz etti : — Yoo, dedi, olmaz. Senin o benim de ğil.... Bir taraftan yuvadaki di ğer yumurtalara bakıyordu. Fakat Robert de biliyordu ki, ölse onlara el sürmeyecekti. Robert şaşırmı ştı : — Ne demek o, Gavin, dedi. Olur mu öyle şey? Senin bu yumurta.. Fakat Gavin şiddetle kar şı koyuyordu : — Hayır Robert, senin. Madem ki bulan sensi n, yumurta senin demektir.. Robert, mütalâa beyanına da kalktı : — Ama, ben de senin için arıyordum, Gavin. Ç ok rica ediyorum, yapma. Gavin bembeyaz kesilmi ş yüziyle hâlâ ısrar ediyordu : — Senin.. Robert, a ğlamaklı olmu ştu. Nerdeyse bo şanacaktı. Kar şılıklı olarak mütemadiyen bir Robert «Senin..» diyordu, bir Gavin.. En sonund a Robert, daha fazla dayanamadı, içindekileri oldu ğu gibi ortaya döktü : — Bak Gavin, dedi, sana bir şey söyleyece ğim. Bu yumurta hakikaten çok güzel ama, ben istemiyorum onu. Zira benim öyle kol eksiyonum falan yok. Fakat senin var. Meraklısı de ğilim. Beni daha çok, kurba ğalar, kurba ğa yavruları, kır böcekleri gibi şeyler ilgilendiriyor, sarıyor. Emin ol ki, bu yumurtayı almazsan, şey.. Yaparım vallahi, a.tarım onu.. Bu tehdit üzerine Gavin ona döndü, yüzüne dostça, ı lık ve tatlı bir bakı şla baktı. Pırıltılı gözlerinden sevinç ta şıyor, sesi titriyordu. Nihayet razı olmu ştu : — Peki, diye cevap verdi, peki alıyorum onu Ro- 88 89

'i bie. Yalnız bir şartım var. Ben de sana kar şılı ğında bir şey verece ğim. Bende, senin çok arzu etti ğin bir şey, biliyorum. Onu verece ğim sana i şte, bu yumurtaya kar şılık Tamam mı? Onları bunca zaman u ğra ştıran yumurtayı bir beze sardılar, topladıklarını doldurdukları teneke kutuya koydular. Gavin, Robert 'e tatlı tatlı gülümsedi. Yarı kapalı kirpiklerin arasından süzülen bu candan gülü ş Robert'in içini bir anda büyük bir sevince bo ğdu. Robert o ak şam, Gavin'in evinden çıkarken elinde güzel bir şey ta şıyordu. Ne zamandanberi gıpta ile baktı ğı ve nasıl kullanılaca ğını da Gavin'den ö ğrendi ği bir aletti bu. Bir mikroskop. Pirinçten mamul eski bir şeydi ama, Robert'i hiç bir hediye bu kadar yürekten sarsamazdı. Julia'nınm ı ş evvelce, Gavin'in ablasının.. Kızca ğız bunu Winton Kolejinde tabii ilimler okurken baba sına aldırmı ş. Basit bir mikroskoptu ama objektifi de, bakma yer i de iki taneydi. Smith and Beck marka adeseleri sabitti. Her şeyin iyisini alma ğa meraklı baba Blair, çocu ğuna iyi bir mikroskop almayı da ihmal etmemi şti. Robert'e mikroskopla birlikte, muayene edilmek üzer e küçük küçük dilimlenmi ş bir iki şey ve bir de yapraklan sararmı ş, küf içinde bir kitap vermi şlerdi. İki bölümden ibaret kitabın birinci kısmının ba şlı ğı «Bir damla suda neler görebilirsiniz?», ikinci kısmının ba şlı ğı da «Bir sinek kanadının yapısı nasıldır?» idi. Büyük bir sevinç içinde eve dönen Robert, mikros-ko pu hemen dedesinin odasına çıkardı ve masanın üzerine koyarak, ilk önce, küçük dilimleri tetkike ba şladı, ihtiyar Dandie, çucu ğa, onun bu haline hayretle bakıyordu. Zaten, Gavin' le arkada şlı ğı sıkıla ştırdı ğından bu yana Robert'e biraz so ğuk davranma ğa başlamı ştı, îh-tiyar, her hâdiseyi kendisine nispet olsun d iye yapılmı ş görmek huyundaydı ve bunu da Robert ö ğrenmi ş artık. Onun için biraz da aldırmama ğa başlamı ştı onun bu alınganlıklarına, ihtiyar adam, Robert'i n kırlarda yaptı ğı gezintileri içinden memnuniyetle kar şılıyordu ama, kendisi bu gezmelere katılamadı ğı için küskün ve onları küçümser tavırlar takınıyor du. Şimdi de aynı küçümser edanın içindeydi, fakat merakını da yeneme mişti. Küstahça bir sesle : — Neymi ş o saçma şey öyle, Robert, dedi. O, zırva yeni icatlara benzi yor, ha?.... ihtiyarın kendisine kar şı tavrını anlamakta Robert kıymetli bir ölçü sahibi ydi de aynı zamanda. Filhakika, ihtiyar, ona kar şı sevgi ile dolu oldu ğu zaman, isminin yumu şatılmı ş şekli ile «Robie» diye hitap ederdi, kızgın oldu ğu zamanlarda da do ğrudan do ğruya «Robert» diye.... O gün de «Robert» demesinden , ihtiyarın kendisine kar şı pek de «iyi» olmadı ğını hissetmi şti çocuk. Buna ra ğmen ona «saçma icat» dedi ği şeyin ne oldu ğunu, neye yaradı ğını izah etti. Çok geçmeden ihtiyar yanına gelmi ş, gözünü — kendince — garip boruya dayamı ş, bir şeyler görmeye çalı şmaktaydı ama, biraz evvel saçmalı ğından bahsetti ği yeni icadı çok iyi anladı ğını da şimdi söyleyebiliyordu. Mikroskop onu hayli de sarmı ş görünüyordu. Robert, yemekten sonra tekrar yukarı çıktı ğı zaman dedesinin hâlâ mikroskopun ba şında bulundu ğunu ve zevkten a ğzının kulaklarına vardı ğını gördü. Lâm'ın üzerine küçük bir peynir kırıntısı ko ymuş, inceliyordu. Robert'i farkedince hayret dolu bir kahkaha koyuvermekten ke ndini alamadı : — Allah, Allah, dedi. Peynirin içindeki şu hayvancıklara bak yahu.... Bu mikroskopun eve giri şiyle ihtiyar Dandie ve küçük Robert için maceralarl a dolu yeni bir devir ba şlamı ş oluyordu. Aralarında 60 senelik bir uçurum bulunan iki nesil, aynı zevkler ve aynı heyecanlar pe şinde, bilinmeyen bir dünyayı ke şfe doğru kanat çırpma ğa ba şlamı şlardı. Bu yüzden de çok geçmeden Miss Blair'-in emektar aletini bîtap bir hale getirdiler. Yeni kon ular, yeni ke şifler ihtiyacı onları sarmı ştı. Bunun üzerine ihtiyar, bir Huxley edasiyle, Umu mi Kitaplı ğın yolunu tuttu ve daha derin konulara el atarak Brook 'un Tabii ilimlere Giri ş, Steed'in Canlı Su Bitkileri ve bunlardan daha zengi n olan Grant'ın 30 tane renkli tablosu Göl Hayatı kitaplarını toparladı, ev e getirdi. Gündüzleri, Robert okuldayken, Dandie, civarındaki durgun suları tarıy or, geceleri de Robert ev ödevlerini bitirdikten sonra, ba şbaşa veriyorlar, ellerindeki sihirli adeselerden fırlayan acayip yaratıkları kitaplardak i resimle-riyle kar şıla ştırıyorlardı. Mikroskopta gördükleri bir şeklin amip oldu ğunu farkedince, yahut fırıldak gibi

90 91 bir rotiferle kar şıla ştıkları zaman içine dü ştükleri he-yecafl ve hayretle karı şık hayranlık çok büyük oluyordu. Henüz 9 ya şını sürmekte olan ve henüz çarpma cetvelini bile ta mamiyle öğrenememi ş bulunan Robert, ke şfe ba şladı ğı hayat harikaları kar şısında büyük bir sarho şlu ğa sürüklenmi ş gibiydi. Artık, mikroskop ba şında da, mikroskopun uza ğına da tabiatla kucak kuca ğa, tabiatın canlıları ile iç içe ya şıyordu. Ku ş yuvaları boyunlarını uzatan yavrularla doluydu. Çayırlarda kuzular meliyor, tarlada bir merkep yavrusu ko şup duruyordu. Fakat Robert, kitaplarında gördü ğü, hem de sık gördü ğü bir kelimenin mânasını bir türlü anlıyamıyor-du. Bu kelime «Üreme » idi. Onun, o küçük hayvancıklarından bazıları ortalarından bölünmek suretiyle, bazıları da birbirleriyle birle şerek daha Karı şık şekilde ço- ğalıyorlardı. Robert, kendini büyük bir ke şfin e şi ğinde hisseder gibi oluyordu. Bu sırrı ona kim öğretecekti? Belki de Bertie Jamieson., Şimdi arkada ş oldukları, o zalim, haşarı Bertie-Gavin, 10 gün kadar kalmak üzere Luss'a gitmi şti. Babasının ısrarları üzerine biraz da mecbur kalmı şt1. da ondan gitmi şti. Akşamları Robert, okuldan; Ja-mieson ve arkad aşlariyle birlikte dönüyordu şimdi. Ama Jamieson'ların evine geldikleri zaman hep si onu kapıda bırakıyorlar, çama şırlı ğa gidiyorlardı. Kapısını kilitleyip, pencerel erini de sıkı sıkı örtüyorlardı. Robet, dı şarıda, kendisini ayırmalarından mütevellit bir teessür içinde beklerken, karanl ık çama şırhaneden bir takım garip sesler, gülü şmeler yükseliyordu. Nihayet, çekingen bir tav ırla dı şarı çıktıkları bir gün Bertie, Robert'e, büyük lütu fta bulunan bir eda takınmı ş ve : — Yarın ak şam seni içeri alırız., demi şti. Bu vaat üzerine sevinçten yerinde duramaz olmu ştu Robert O gece mikroskop ba şında yanyana otururlarken Robert, meseleyi dedesine açmı ş, durumu kısaca anlatmı ştı. Fakat ihtiyar birden yerinden fırlamı ş ve : — Ne!. — diye ba ğırmı ş, masaya yumru ğunu vurdu ğu sırada mikroskop bile devrilmi şti — Bir daha aya ğını atmayacaksın oraya.. Hele o çama şırlı ğa katiyen girmeyeceksin, anladın mı? Bacaklarını kırarım seni n 92 gidersen. Sakın ha, sakın.... Ertesi ak şam okuldan çıkarken Robert, ihtiyarı kapıda buldu. Onu bekliyordu. Elinden tuttu, yürümeye ba şladılar. Tam o sırada Jamieson, ko şa ko şa yanlarından geçiyordu, ihtiyar, onu gördü Kendinde n umulmayacak bir çeviklikle çocu ğun üzerine saldırdı, kuvvetli bir tokat asket ti. Bertie, yere düşmemek için söyle bir sendeledi, sonra da ne oldu ğunu anlayamadan tabana kuvvet kaçma ğa ba şladı, ihtiyar öfkeli öfkeli yürürken dü şünüyordu Robert : — ilkbahar., ilkbahar.. Ama ne inanılmaz, ne garip belirtilerle gösteriyor kendini insanlarda.,.. IX insanlar açılıp saçılmı şlardı. Damarlarındaki arzuların kıvılcım kıvılcım çıkı şlarına boyun e ğmeye mecbur olmanın haz veren ürpetileri içinde hay atlarına devam ediyorlardı. Yani ilkbahar devam ediyordu, il kbahar... A şk ve heyecan dolu mevsim... Drumbuck yolundan ayrılan bir çıkmaz sokak vardı, i ki taraflı küçük, fakir evleriyle bir süre içeri do ğru devam eder, bir yerde tıkanır kalırdı. Baraka Soka ğı adı verilmi şti buraya. Fakat onun hemen yamba şında-ki kodamanlar soka ğının havasını bozuyordu bu sokak. Zira istasyon şefinden itfaiye âmirine, belediye kontrolörü olan Mr. Lackie'ye kad ar kasabanın hemen en tanınmı ş, en sivrilmis kimseleri Baraka Soka ğının yanındaki o sokakta oturuyorlardı. Baraka Soka ğın halkı ise ayak takımı i şçiler, dökümcüler, makinistlerdi. Maden fabrikasında çalı şan bu insanlar u ğra ştıkları i şlerin «pislik» lerini küçük ölçüde de olsa etrafa b ula ştırıyorlardı. Sabahları saat 5 de fabrikanın düdü ğü ile kalkıp i şlerinin ba şına ko ştukları için o saatlerde kimse onları görmüyordu ama, ö ğle ve ak şam paydoslarında gider gelirlerken atları kabaralı ayakkabıları temiz cadd elerde takırtıh sesler

çıkararak ho şa gitmeyen gürültüler yapar, ya ğ lekeleri içindeki tulumları, simsiyah, korkunç elleri, temiz, kıyafetli insanlar arasında sırıtırdı. Mütevekkil insanlardı bu i şçiler, i şleri, çalı şma şartları a ğırdı. Fakat yine de kendi imkânları içinde e ğlenmenin, ho şça vakit geçirmenin yollarını buluyorlardı. Cumartesi günleri açık renk, kareli k umaştan kasketli insanların akın akın dere istikametine gitmekte 93 oldukları görülürdü. O gün en temiz elbiselerini gi yerler, kendilerine adamakıllı çeki düzen verirler, ekseriya trene bini p Winton'a giderek etli börek yerler, ak şama da Varyete Tiyatrosunu kaçırmazlardı. Güne şli Pazar ak şamları da küçük gruplar halinde kırlarda dola şırlar, a ğız armonikasiyle ustaca havalar çalarak şarkı söylerler, e ğlenirlerdi. Robert, onları sever, hayatla rını, eğlencelerini hazla seyrederdi. Lomond View'daki ilk günler, haminnesinin horultularından bunaldı ğı saat lerde onların armonikaları, şarkıları çocuk ruhunu ne ş'e ile doldurur, kendi kendine mutlu bir gülü şle sü-lerdi. Dünyanın güzel oldu ğunu ve henüz yerinde durdu ğunu şükrederek dü şünürdü Robert öyle gecelerde . Onların içinde bir Jamie Nigg vardı. 28 - 30 ya şlarında, tıknaz bir adamdı Jamie.. Kazan i şçisiydi. îri, baygın gözleri, iki yanında sallanıp duran kocaman kocaman elleri vardı. Bir süredenberi Robert'le ilg ilenmeye, onunla ahbaplık etmeye ba şlamı ştı. Robert, çok geçmeden onun ciddi bir üzüntüsünün var lı ğını sezmi şti. İç güdüsü ile farketti ği bu üzüntünün bacaklarından ileri geldi ğini anlamı ştı. Zira, Jamie'nin bacakları had derecede çarpıktı. O kadar ki, onları biti ştirdi ği zaman arada, kocaman, oval bir bo şluk husule geliyor, yürürken de paytak paytak adım atıyordu Jamie'nin kafasının her an bu kusuru ile m eşgul oldu ğu besbelliydi. Yürürken onu hep örtmeye çalı şıyordu, ama, olmuyordu ki... Zira, çarpıklık, en katı yürekli bir insanı açındıracak derecede barizd i ve gizlenmesi tamamen imkânsızdı. Robert, ö ğlo yemeklerinden sonra ko şa ko şa okula giderken Jamie ekseriya onu durdurur, kocaman gözleriyle onu şaşkın bakı şlarla süzerdi. Nasırlı, iri eliyle bir taraftan çenesini sıvazlardı. Her gün tra ş olurdu Jamie, ama, sakalları çok gür ve sert oldu ğu için suratı daima koyu bir gölge içindeymi ş gibi görünürdü. Hep de havadan sudan, konu şacak konu bulamayan kimselerin sıkıntısı içinde lâf ederdi : — Nasılsın bakalım, küçük? — Te şekkür ederim Jamie, iyiyim... — Evdekiler nasıllar, iyiler mi? — iyiler Jamie... 94 .— Mr. lackie ile anneannen? — Onlar da iyi.. — Murdoch yakında imtihana giriyormu ş, öyle mi? — Öyle Jamie, giriyor... — Haminnen dana gelmedi galiba, ha? — Evet, daha gelmedi, Jamie... — Dedeni geçen Pazar günü çayırca görmü ştüm. — Ya. öyle mı, Jamie? — İyi görünüyordu, maa şallah? — Öyledir... — Bugün de hava çok güzel.. —• Güzel ya... Konuşma böylece sona ererdi. Sonra kar şılıklı biraz dururlardı. Jamie yava ş yava ş elini cebine atar, bir peni çıkararak hafif bir te bessümle Robert'e uzatır, Le-venford'un beylik esprilerinden birini d e yapmadan edemezdi : — Sakın, hepsini bir dükkânda harcayayım deme, e mi? Robert, parayı avucunda sımsıkı tutar, yıldırım hı- ziyle ko şarken, Jamie, çarpık baca ğiyle arkasından seslenirdi : — Evdekilerin hepsine selâmlarımı söyle... Robert, Jamie'nin gösterdi ği bu sevgiyi, sevk-i ta- biisiyle şu şekilde izah ediyordu.

Miss Julia Blair gibi, Rahip gibi ve kendisine bura da sevgi gösteren di ğerleri gibi Jamie de her halde annesini tanıyor, onun için Robert'le ilgileniyordu. Gerçekten Robert'e söyleyen her «Anneni tanırdım..» sözü, onda tatlı bir melodi gibJ kulaklarında akisler yapar, insano ğlunun kalbindeki gizli, iyi hislere kar şı onda büyük bir güvenlik ve rahatlık uyandırırdı. Fakat Robert, ekseriya, elindeki para ile Miss Minn 'sin dükkânına ko şup ye şil kavanozların içindeki şekerlere sahip olmak için öylesine bir telâ ş gösterirdi ki, Jamie'nin ilgisinin sebeplerini ara ştırma aklının kö şesinden bile geçmezdi. Şık paltolu amcası Adam'ın gösterip de eline vermedi ği o yarım altın Robert'i öylesine bir hayal sükûtuna u ğratmı ştı ki, Jamie'nin verdi ği 95 o bir peniyi hemen harcamazsa ya birinin farkedip e linden alaca ğım, ya da ak şam pantolonunu çıkarırken dü şürece ğini, dedesinin de onu alıp, Robert'in hesabına temiz bir niyetle saklayarak kendisine bir daha ver meyeceğini dü şünürdü, îyi gıdadan mahrum körpe vücudu da şeker ihtiyaciyle âdeta kıvranıyordu zaten. «Önemsiz, sanılır, ama, kırlardaki, da ğlardaki yaratıklar bile bazı gıdalarını alamadıkları takdirde, iyi görünü şlerine ra ğmen, çabucak takatten dü şerler, ölüp giderler..» diye tabiat bilgisine dayanarak da hükü mler çıkarıyordu Robert. Çocuk, sonraları, o ça ğdaki hayatı sırasında sofralardan ekseriya aç kalkt ı ğını, kazınan midesinin kendisini rahatsız etti ğini hatırlamı ş ve «Miss Minns'-in şekerleri olmasaydı belki de şimdi yoktum.» demi şti kendi kendine. Mayıs'm son Cumartesi günü Jamie'yle kar şıla şmaları tesadüfi olmamı ştı. Çarpık bacaklı i şçi onu Baraka Soka ğının kö şesinde bekliyordu. Temiz giyinmi şti o gün. Sırtında lâcivert bir elbise, ayaklarında kırmızıya çalan koyu kahverengi fotinler ve ba şında da kırmızı-si-yah, kareli, ekose bir şapka vardı. Robert'e müşfik bir sesle : — Benimle futbol maçına gelir misin? de mişti Birden kalbinin yerinden fırlayacak gibi çarpma ğa ba şladı ğını hissetmi şti. Gavin, babasiyle gitti ği Luss'dan hâlâ dönmemi ş oldu ğu için, Robert, o Cumartesisi'nin bomboş kaldı ğını üzülerek görmü ştü.. Sonra maç.. Futbol.. Büyüklerin oynamakta oldu ğu bu oyunu Robert hep duyardı ama, o güne kada r hiç seyredememi şti Robert'in sevinçle kafasını salladı ğını gören Jamie : — Hadi gel öyleyse, dedi, gidelim... Ve gitmi şlerdi. Robert, Jamie'yle arkada şlarının yanında maçı seyrediyordu. Seyirciler arasından ikide bir avazeler yükseliyord u. Robert de ye şil çimlerde, kocaman bir topun pe şinde ko şuşan, birbirlerine sık sık çarparak yerlere dü şen rengârenk fanilâlı gençleri o da gırtla ğını paralarcasma ba ğırarak te şci ediyor, avuçları kızarıncaya kadar alkı şlıyordu. Maç Levenford takımı ile bölgedeki ezelî ve ebedî rakibi Ardfillan takımı arasındaydı. Robert de Levenford'lu seyirciler gibi dü şünmeye ba şlamı ştı çok geçmeden. Acaba bu Ardillan'lı- 96 lar gibi ayıcı, madara futbolcu var mıydı hiç dünya da? «Kavanozlar» diye alay ederlerdi onlarla. Çünkü Ardfil-lan'lılar, para yer ine reçel kavanozu getiren küçük çocukları maçı seyretmeye stada sokarlardı. S onra da bu kavanozları götürüp eskicilere satarlar, paraya tahvil ederlerd i. Robert, avazı çıktı ğı kadar ba ğırdı ama, sonunda hak da yerini buldu : Levenford maçı kazanmı ştı. Robert'le Jamie sohbet ede ede dönü ş yoluna koyuldular, ikisi de maçın heyecanını hâlâ üzerlerinden atamamı şlardı. Futbolculardan, Ardfillan'lıların kasdî fa-vullerinden, buna mukabil Levenford'lularm gösterdikleri centilmence oyundan bahsettiler. Nihayet Baraka Soka ğı'nın kö şesine gelmi şlerdi. Ayrılacaklardı. Jamie bütün gün elinde ta şıdı ğı ve kendisini hep tedirgin etti ği belli olan bir paketi Robert'e uzattı. Suratı pancar gibi kızarmı ştı bunu yaparken. Ciddi bir tavırla : — Şey, Robert, dedi. Al bunu, sizin Kate'e ver.. Benim tarafımdan, olmaz mı, Çocuk, büyük bir hayretle Jamie'nin gözlerine baktı . Kate, ha î. «Sizin Kate»!... Jamie'yle aralarındaki bu güzel arkada şlıklar Kate'in ilgisini bir türlü kavrayamadı Robert.. Paketi şaşkın bakı şlarla aldı. Jamie : — Hah, şöyle, dedi. Aferin. Götürüp odasına koyarsın.. Ve o kıpkırmızı yüzü ile yürüdü, gitti. Robert, eli nde paketle kalakalmı ştı.

Eve geldi ği zaman Kate'i göremedi. Yalnız Murdoch ortalardayd ı. Mutfaktaki masaya kitaplarını sermi ş, üzerlerine abanmı ş, kendi kendine bir şeyler söylüyor veya okuyordu. Robert, kimseyle kar şıla şmayınca Jamie'nin dedi ği gibi yaptı, kâ ğıda sarılı, koca paketi Kate'in yatak odasına çıkardı, masanın üstüne koydu. Robert, Kate'in odas ına ancak ça ğrıldı ğı zaman girerdi o güne kadar. Halbuki şimdi içinde büyük bir tecessüs vardı ve getirdi ği hediyeden dolayı, oraya girebilmek hususunda k endisini imtiyazlı bir durumda sayıyordu. Bu rahatlık içinde etrafa gö z gezdiriyor, orayı burayı karı ştırıyor, konsolun üstündeki kolonya şi şele- 97 rini, krem kutusunu muayene ediyordu. Bir yı ğın da küçük, el kitapları gözüne ili şti. Aldı, okudu: «Hatları bozan ameliyatlar yaptırm adan yüz güzelli ği nasıl sağlanır» di birinin adı. Bir ba şkası «Madame Belsover metodu ile 12 günde memeler nasıl inki şaf ettirilir?» adını ta şıyordu. Sonra da, ona biraz müphem, fakat biraz da iç gıcıklayıcı gelen bir ba şka kitap: «Neden kenarda kalacakmızsınız, genç kızlar?.» Ara ştırmalarını daha da geni şletecekti ama, tam o sırada kapı açıldı, Kate göründü, îri iri çatlakl arla dolu suratı, Robert'i odasında görünce, hiddetten kıpkırmızı kesilmi şti. Sinirli zamanlarında Robert'in bir kaç defa şahit oldu ğu gibi ka şları çatıldı, alnında iri iri yumrular peydahlandı. Robert, bu öfkenin ona tuzluy a patlayabilece ğini hesaplamı ş, fakat küçük zekâsiyle hemen bir manevra çevirmesi lüzumunu idrak etmi şti. Pi şkin ve ne ş'eli görünmeye ça lisan bir sesle ba ğırdı : — Oooo, sen misin Kate, dedi. Bak sana ne güzel bir şey getirdim. Görünce şaşıracaksın. Geldi, kar şısına dikildi. Öfkesi devam ediyor, kıpkırmızı kula kları ve şimşeklere gebe gözleri hâlâ hırsla bakıyordu. Sert ser t : — Ne varmı ş? diye sordu. Pi şkinli ği devam ettirmek mecburiyetinde. Sırıtarak cevap verdi : — Öyle güzel bir şey ki, hediye. Masanın üzerindeki paketi kıza gösterdi. Kate, fazl a bir ilgi göstermemek gayreti içindeydi, inanmaz bir tavırla şöyle bir baktı, sonra da, hediyenin yüzü suyu hürmetine vazgeçti ği halde, öbürünü kurtarmak isteyen bir hava içinde çocu ğu hafif yollu payladı : — Bana bak, Robert, dedi, sana bir daha ve son defa söyleyeyim, bir kadının, bir genç kızın odasına habersiz katiy en girilmez, anladın mı? Bir daha böyle şey yaptı ğını görmeyeyim. Sonra masaya do ğru gitti, paketi aldı. Karyolasının üzerine oturduk tan sonra çabuk çabuk iplerini çözdü, açtı. Robert de büyük b ir merakla içinden ne çıkacak diye onu seyrediyordu. Kâ ğıt sıyrılınca altında, kurde-lâya sarılı güzel bir kutu göründü. Büyücek bir kutuydu, içinde de pahalı cinsinden bir buçuk, iki kilo kadar çikolata vardı. 98 Kate'in hayatında bu kadar güzel bir hediye almı ş olabilece ğine ihtimal verememi şti, Robert. Ama bunu söylemedi ona. Kutuya do ğru e ğildi ve Kate'e : — Jamie yolladı bunu sana, dedi. Ne güzel şeyler de ğil mi? Bugün ö ğleden sonra beni maça götürmü ştü. Hatırladın de ğil mi, onu? Hani şu Jamie Nigg, canım. Suratı karmakarı şık olmu ştu kızın. Sevinçle sukutu hayal, memnuniyetle ho şnutsuzluk, hepsi birden okunabilirdi bu çehrede . Karmakarı şık bir ruhî hale sürüklenmi şti. Fakat çok geçmeden kendini toparladı Çehresini ma ğrur, kibirli bir ifade kaplamı ştı : — O mu, dedi, Jamie mi gönderdi bunu? Kabul edemem. Hediye alamam ondan.. Geri yollayaca ğım.. istemem... Robert, avını kaçırmak istemeyen bir tazı gibi kula klarını dikmi şti : — Ne diyorsun, dedi, geri gönderilir mi bu? Ve yal varır gibi konu şmağa ba şladı : — Yapma, Kate, ne olur yapma.. Ayıp olur vallahi. Sonra Jamie çok üzülür buna. Sonra... Anla şılıyordu bu «sonra».. A ğzı sulanmı ştı Robert'in. Çikolatalara dayanamamı ştı. Yutkundu, tükrü ğün" yuttu.

Nihayet Kate, bu manzaraya dayanamadı, kendim tutam adı, gülmeye ba şladı. Robert, onun güldü ğü zaman ne kadar sevimli oldu ğunu dü şündü o an.. Hattâ böyle kısa ve kuru bir gülü şle güldü ğü zaman dahi... — istiyorsan sen bir tane al, ye, öyleyse. Ben düny ada elimi sürmem bunlara. Al hadi, ye... Robert hayatından memnundu. Müsaadeyi koparmı ştı. Hemen elini kutuya daldırdı. Gözleriyle kısa bir an seçme i şini yaptıktan sonra bir tanesini alıp a ğzına attı. Portakalh bir çikolataydı bu. Nefis tadının h emen diline yayıldı ğını zevkle hissetti Robert. Robert'in yiyi şi Kate'in de i ştahını getirmi şti. — Güzel mi, bari? Robert, a ğzının içinde bir şeyler gevelemeye çalı şarak lezzetini tarife çalı ştı. Kate'in üzüntüsü ba şka idi : — Ke şke, dedi, Jamie Nigg de ğil de, ba şka biri gönderseydi bunu... 99 Çocuk, müdafaa etmek istedi : —• Nedenmi ş, dedi ve ilâve etti, Jamie gibi bir insan dünyada yoktur. Arkada şlariyle birlikte maçta bir görseydin onu sen. Sonra Levenford'un santrforunu da tanıyor. Ne kötülü ğü varmı ş ki? Kate, kekeliyerek cevap vermeye çalı ştı : — Öyle, öyle Robert ama, mevki sahibi bir insan de ğil. Kazancı., î şi pis.. Sonra kafayı da çekiyormu ş. «Kafayı çekme» tâbirinin «içki içmek» mânasına geld i ğini anlamı ştı Robert, Dedesinin bu konudaki mütalâasını hatırladı, ciddi bir tavırla : — içki içen her adam kötü müdür ki Kate? Amma yapt ın ha.. Bir zararı yok ki bunun.. — Vallahi.. Sonra., diye devam edecekti, bir şey söyleyecekti kız. Fakat kızardı, mahcup bir hal aldı. En nihayet tek kelime ile söyleyebildi : — Ya bacakları? Fakat Robert müdafaaya kararlıydı : — Aldırma sen onun bacaklarına Kate.. — Aldırmamak olur mu, Robert? Bacak en önemli şeydir.. Hele bir gezmeye giderken.. Dü şün manzarayı... Robert, şaşırmı ş gibi kızın yüzüne baktı ve damdan dü şer gibi soruverdi : — Yoksa, dedi, be ğendi ğin ba şka birisi mi var, senin? inkâra kalktı ama, yapamadı. Yine kekeliyerek : — Şey.. Vallahi.. Bilmem ki.. Evet, evet var.... Kate' in gözü «Neden kenarda kalacakmı şsınız, genç kızlar?» kitabına kaydı, romantik bir havaya daldı, uzaklara gitmi şti kafası. Robert, onun bu dalgınlı ğından bilistifade bir çikolata daha alıp a ğzına attı. Neden sonra Kate, kendi kendine konu şur gibi anlatma ğa ba şladı : — Beni isteyen bir çok kimse var tabii. Bir çok de ğilse de, bir kaç ki şi.. Şey kendimi methetmek istemem, daha do ğrusu bir kaç ki şi de ğil de, bir iki ki şi.. Ama benim de, a şağı yukarı, idealim olan bir tip var. Şöyle esmer, kibar, güzel konu şan, olgun bir insan tipi.. Rahip Mr. Sproule gibi, meselâ.. Değil mi? Robert hayret içinde Kate'in yüzüne baktı. Bir d e 100 Rahip Sproule'u dü şündü. Saçı perçemli, tok sesli, orta ya şlı, göbekli bir adamdı bu rahip. Üstelik dört çocuk babasıydı da... . Cevabı hiç de Kate'in hoşuna gidecek cinsten olmadı. —> Aşkolsun Kate, vallahi.. Do ğrusu ben Jamie'yi ona de ği şmem.. Kate, halim selim bir tavırla cevap verdi : — Neyse , dedi, bırak bunları şimdi.. Bir çikolata daha al, ye.. Al, al Robert. Bana bakm a sen. Ben a ğzıma sürmem. Hem bir şey söyleyeyim sana, yavrum. Şu a şk denilen şey çok sinirime dokunuyor benim. Evet, evet, sinirime dokunuyor. Hep kadın kı smı zararlı çıkıyor bu a şk i şinden çünkü. Nasıldı çikolata; sert miydi, yumu şak mıydı, nasıldı? Hemen cevap verdi Robert : — Sertti Kate, hem öyle güzeldi ki, çikolatanın bö y-lesini ömründe yememişsindir vallahi, inanmazsan, bafc nah, bundandı i şte yedi ğim. Çok güzeldi.

Kate hemen : — Hayır.. Yoooo, dünyada yemem vallahi., diy e önlemek istedi. Fakat cam da çekmi şti hani. Bir taraftan bunu söylerken, bir taraf tan da, ne yaptı ğının farkında bile de ğilmi ş gibi uzandı, bir çikolata aldı, dü şünür gibi biraz durakladıktan sonra a ğzına attı. Robert, hemen konu ştu : — Ne güzel, de ğil mi, Kate? Kate, cevabına ba şka taraftan, ma ğrur bir mukaddeme ile girdi : — Şu yeryüzünde hiç bir erkek beni para ile satın al amaz Robert. Bunu böyle bil. Ama itiraf etmek mecburiyetindeyim ki, çi kolata da gerçekten pek nefismi ş. Bunu da söylemeden yapamam do ğrusu.. — Bir tane daha al, Kate. — Vallahi, bilmem ki?.. Alsam mı acaba?... Mide mi de bozacak ama, mademki o kadar ısrar ediyorsun, alayım bari. Ama, hani ilk önce yedi ğin portakallısı vardı, ya, ondan bul bana Robert. Yarım saat sonra kutunun üst sırasını bitirmi şlerdi. Nihayet Robert Kate'e sordu : — Peki, dedi, Jamie'ye ne söyleyece ğim ben?.... 101 Kate kutuyu kapadı, pembe kurdelâsmı tekrar ba ğladı ve ani bir kahkaha ile güldü. Bu garip tabiatlı, hırçın ve durgun kızın bö yle gülmesi anla şılabilecek gibi bir hareket de ğildi. Fakat, kahkahasının ömrü pek kısa sürdü, yine mahzunla şmış, sessizle şmişti : — Ne kötü insanlarız biz, Robie, de ğil mi? Her halde sen de ğilsin ama, ben fenayım; muhakkak. Bir dü şün hele, zavallı adamın kimbilir, nelerinden fedakârlık ederek aldı ğı bu çikolataları yiyoruz, bir taraftan da onu çeki ştiriyoruz. Kendisine ne söyleyece ğine gelince: Elbette do ğrusunu söylersin. «Çikolataları çok sevdik, çok ho şumuza gitti.» dersin, bir de te şekkül edersin, olur biter. Sonra Robert odadan çıktı. Merdivenleri iki şer, üçer atlayarak a şağı indi. Kate'in sözlerinin hiç de ğilse ilk kısımlarım Jamie'ye söylemeye karar vermi şti. X Kavurucu sıcaklar ba şlamı ştı. Temmuz gelmi şti. Temmuz'la beraber de ne kadar zamandır özledi ği yas tatili.. Altın rengi ba şakları dalga dalga ürperten sıcak rüzgârlar esiyordu. Robert, avare günler ya şıyordu. Drumbuck yollarında Gavin'le birlikte sıcak tozlar arasında, yerleri sulayan bel ediye arabasının arkasından yalın ayak ko şuyorlar, muziplikler yapıyorlar, Garsha-ke tepesini n en yüksek noktasına kadar tırmanıp yabanî mersin topluyorlard ı. Robert'in anneannesi mersin-ler'e çok seviniyordu. Onları hemen kaynatıp reçel yapıyordu. Her zaman yedikleri Ravent reçelinden çok daha güzel oluyordu o. Değirmenin köpüklü sularında yıkanıyorlardı. Robert, G avin'in yardımı ile yüzmeyi burada ö ğrenmi şti Suyun derin bir tarafında kollariyle serin sular ı yara yara ilerliyor, küçük ça ğlayanın altında du ş yapıyordu. Sular, a ğzına burnuna giriyor, ok gibi fırlayan küçük küçük balıklar baca klarım gıdıklıyorlardı. Bu gıdıklamalar Robert'e ürpertiler veriyor, keskin ve ne ş'eli kahkahalar attırıyordu. Sudan bu kadar büyük haz duyabilece ğini o zamana kadar hiç aklına getirmemi şti, içindeki üzüntülerin son kalıntılarının bu sula rda yıkandı ğını, vücudundan, benli ğinden uzakla şıp gittiklerini hissediyordu. Sonra kıyıya çıkıyorlar, hopluyor - zıplıyorlar, ne ş'e 102 içinde oyunlar oynuyorlardı. Yorgunluktan bitap bir hale gelince de yem şeyil otların içine sırtüstü uzanıyorlar, masmavi ve berr ak gökyüzünü, içlerini kor gibi yakan büyük hazlar içinde seyrediyorlardı. Hay at.. Ne ş'e.. Çocukluk.. Nefis güneş ı şı ğı, tertemiz, pırıl pırıl hava, a ğaçların, otların zehir ye şili ve içinde uyanan, varlı ğını hissettirmeye ba şlayan hisler, gülmenin, oynamanın yürümenin, gezmenin, nefes almanın, bir kelime ile hayatın, ya şamanın verdi ği büyük güç, büyük sevinç.... Robert, vah şi tabiatın koynunda a şırı bir mutlulukla dopdolu günler ya şıyordu. Ufuklardan kopup gelen, yemye şil çayırlan üfüren rüzgârlar Allah'ı kafasından alıp götürmü ştü. Haminnesinin gönderdi ği hasret ve sevgi dolu kartpostalları şöyle bir göz attıktan sonra bir tarafa atıyordu. Ar tık evin karanlık

köşelerinden, dolaplarından kar şısına şeytan çıkacak diye korkmuyordu. Eve döner dönmez, aklına ilk gelen duayı alelacele mırıldanıy or, hemen uyuyordu. Fakat Allah'ın gözünden dü ştü ğünü ve yine felâketlere çarpılmak üzere bulundu ğunu dü şünebiliyordu. îlk önce, geçici bir zaman için dahi olsa, Gavin'si z kalaca ğına dair haberi duydu. Babası, her yaz Portshi-re'de balık tutma ğa ve ku ş avlama ğa müsait bataklı ğı bulunan bir kö şk tutardı. Bu sene de öyle olmu ştu. Tabii, Gavin, bütün tatil boyunca orada, çiçeklerin, mor da ğların ortasında kalacaktı. Robert'i de Gavin'le birlikte götürmek için Miss Blair az ısrar etmedi, az u ğra şmadı ama, Robert'in gardrobunun hafifli ği, tren masrafı gibi bir sürü so ğuk gerçekler bu hareketli i ştiyakını Robert'in içine hapsetti, istasyonda Gavin 'le vedala şır-larken, gözleri endi şe ile parlıyor, buna ra ğmen, ba şparmaklarını birbirlerininkine geçirmek suretiyle yapmayı âdet e dindikleri sa ğlam el sıkı şı ile ebedî dostluklarını teminat altına aldıklarını düşünüyorlardı. Sonra beyaz mendiller sallandı ve o kadar.... Robert, zehirini içine akıttı ğı teessürü ile peri şan bir halde ana yoldan eve dönerken, felâketin sahiden gökyüzünden tepesine in er gibi oldu ğunu farketti. Birdenbire yolu kesilmi şti. Korku ile ba şını kaldırıp baktı. Fakat gördü ğü manzara korkusunu azaltacak cinsten de ğildi. Kar şısında Rahip Roche duruyordu. 103 Simsiyah cüppesi, uzun, heyula gibi boyu ile bir ka ra şeytan gibi duruyordu. Saçakları sallanan şemsiyesine yaslanmı ş, simsiyah papaz gözlerini hiç kırpmadan —onun mikroskopta küçücük bir yaratı ğa baktı ğı gibi üzerine dikmi şti. Küçük çocuk, o güne kadar rahiple kar şıla şmamak için elinden geldi ği kadar gayret sarfetmi ş, bunda da muvaffak olmu ştu. Rahip Roche, kasabanın en önemli şahsiyetlerinden biriydi. Kendim mesle ğine vermi ş, çok gezen, çok dola şan bir adamdı. Bu bakımdan bir gün Robert'in onunla kar şıla şması mukadderdi ama, bu i ş biraz çabuk olmu ş, vakitsiz kapana kısılmı ştı Robert Rahip, genç bir adamdı. Bölgenin en genç papazıydı. Açık bir alnı, ince bir yüzü ve gaga gibi, hafif kıvrık bir burnu vardı. Italya' daki iskoç Okulunda ö ğrenci iken kazandı ğı ba şarılarla zekâsını ispat etmi şti. Kutsal Melâike Kilisesinin rahipli ğine terfian tâyin edildi ği zaman da o güne kadar hiç de iyi idare edilememi ş olan bir kilisenin idaresini üzerine almı ş bulunuyordu. Zira kilisenin cemaati pek karmakarı şık bir manzara arzet-mekteydi. Maden fabrikasında nispeten yüksek yevmiyeli i ş sahaları, zaman zaman, Lehistanlı ve Litvanyalı İskoç ve islâv göçmenlerini bile oraya çekmi şti. Bu kaba, saba, cahil insan sürüsü ile ba şa çıkmanın bir tek yolu olabilece ğine derhal kanaat getirmi şti papaz. Elindeki tek silâhı kullanmı ştı. Adeti olmadı ğı halde kürsüden sert tavırlarla, yıldırımlar gibi gürlemi ş, onları, sokakta da rastlasa, kilisenin merdivenlerinde de görse herkesin içinde paylamı ştı. Böylece de, bir sene gibi kısa sayılabilecek bir zaman zarfında büt ün cemaatini yola getirmi şti. Rahip Roche, fabrikanın sahipleri Marshall Karde şlerle ahbap olmu ş, şehrin daha liberal dü şünceli ilen gelenlerinin de saygısını kazanmı ştı. Katoliklere kötü gözle bakan, onları hiç sevmeyen, hattâ nefret eden bir iskoç kasabasında bu gerçekten önemli bir ba şarı idi. i şin güzel tarafı, cemaati, ona kar şı sadece korku ile de ğil, hayranlıkla da bakmaya ba şlamı ştı. Katolikler onun için «dehşetli adam» tâbirini kullanıyorlar, onun «Allah'ın d ünyaya yolladı ğı bir dehşet» oldu ğunu söylüyorlardı. Robert, onun bu munis görünü şüne aldanmamak gerekti ğini kendi kendine itiraf ettikten sonra, korku- dan tirtir titremesinin normal bir netice oldu ğunu dü şündü. Birden sesini duydu : __ Robert Shannon, senin adın de ğil mi? Düşüp bayılacak gibi oldu. Zorla cevap verebildi: — Evet, rahip hazretleri.. i şte ele vermi şti kendini.. Ah bu «Rahip hazretleri» lâfı. Hangi m ezhepten oldu ğunu açı ğa vurmu ştu i şte.. Papaz devam etti : — Katoliksin, tabii? — Evet, rahip hazretleri.. Şemsiyesinin saçaklarını eliyle katlama ğa, bükmeye ba şladı :,

__ Duplin'deki meslekta şım Rahip Shanley'den seninle ilgili bir mektup aldı m. Seninle ilgilenmemi söylüyordu. Çocuğu, şöyle bir süzdü : '-— Pazar günleri kiliseye geliyorsun elbet, de ğil mi? Söyleyemedi ama, o mânada, yani «hayır» mânasında b aşını geriye do ğru kaldırdı. Katolik olu şundan dolayı ba şı belâya girmi şti, alnında da hâlâ onun izini ta şıyordu. Fakat Levenford'a geldi ğinden bu yana, tek ba şına kalmasından, biraz da mahcup tabiatli olmasından bir tek defa bile. ki liseye gitmemi şti. Papaz hayret etmi ş göründü : — Aaaa, dedi, (bir taraftan da şemsiyesiyle me şguldü) tabii kilisede derslere ba şladın? — Hayır rahip hazretleri.... — Hiç de ğilse günah çıkarttın mı? Annesiyle babasının hastalıkları bu önemli dinî gör evin yerine getirilmesinde de onu alıkoymu ştu. Robert, o anda «yer yarılsa da içine girsem.» d iye dü şünüyordu : — Hayır rahip hazretleri.... — Allah, Allah.. Nasıl olmu ş bu? Böyle bir ihmali Shannon ismini ta şıyan bir insana katiyen yakı ştıra-mam ben. Bu hatayı düzeltmek lâzım Robert. Hem de hiç gecikmeden.. Şimdi, hemen şimdi düzeltmek lâzım.... Tavrı hiç de sert de ğildi. Robert'in korktu ğu kadar yok muydu, acaba? Gülümsüyordu. Zavallı çocuk «Ba- 105 na niye kızmıyor? Niye hiddetlenip ba ğırmıyor?» diye geçirdi içinden. Gözleri dolu dolu olmu ştu. Biraz evvel Gavin'den ayrılmı ştı, arkasından da bu belâ... Yoldan geçenler de tecessüsle onlara bakıyo rlardı. Vakit ö ğle oldu ğu için geçenler de çoktu. Papazla görü şmesi hemen dört bir tarafta duyulacak, okulda tekrar çocukların gözünden dü şecek, evde de herkesin keyfi kaçacaktı. Tatsız bir şey olacaktı velhasıl.. Ama, papaz hiç oralarda de ğildi. — Bu ayın ba şında kiliseye yeni bir sınıf ba şlayacak. Haftada iki gün.. Salı ve Per şembe.. Saat 16 dan sonra. Çok uygun.. Hoca da El izabeth Josephina adında bir kadın, îyi insandır, seversin.. Şayet gelirsen... Hükmedici siyah gözlerini üzerine dikmi şti, devam etti : — Gelebilir misin, Robert? Korkudan kurumu ş, gergin dudaklarının arasında duyulur - duyulmaz b ir cevap verdi : — Gelirim, rahip hazretleri... — Aferin, çok iyi bir çocuksun sen... Şemsiyesi yine karmakarı şıktı, saçakları birbirine girmi şti ama, o düzeltti ğini zannediyor, memnun görünüyordu. Robert'e görevleri hakkında ayak üstü kısa bir konferans çekerken de şemsiyesini döndürüyor, döndürüyor, onu bir nevi oyu ncak gibi kullanıyordu. Son olarak da şunları söyledi : — Sonra bir şey daha var, Robert, dedi. Katolik olmayan kims elerle birlikte oturdu ğun için pek kolay olmaz ama, mühim bir noktadır bu.. Cuma günleri et yemeyeceksin. Bizim mezhebin kesin emridir bu.. C uma günleri et yok. Anladın mı? Sakın unutma bunu.. Gitti. Fakat Robert hâlâ bu kötü tesadüfün etkisind en kendisini kurtaramamı ştı. Şaşkın bir haldeydi. Eli aya ğı titriyordu. Yürümeye ba şladı. Papazın uzakla ştı ğı tarafın aksi yolda gidiyordu. Günahları onu yakalam ı şlar, cezalandırmı şlar, mahkûm etmi şler gibi bir ruh hali içindeydi, iki büklüm yürüyor du. Günün parlaklı ğı kaybolmu ştu. Papazın söylediklerine önem vermemek bir a ndah i hatırından geçmemi şti. Hayır, hayır, yapamazdı onu. Öyle şey olmazdı. Gözlerini hâlâ üze- 106 rinde hissediyordu. Maddî ve mânevi heybeti o derec e yakınında ve o derece dehşetli bir şekilde tecessüm ediyordu ki, onun sözlerine itaat e tmemek yapabilece ği şey de ğildi. Haminnesinin, bin bir ihtimamla ruhunda yeti ştirmeye çalı ştı ğı üzüm ba ğı, rahibin, fırtına gibi esen bir nefesiyle bir har abeye dönmüştü. Hayatına, öteden-beri hâkim olan talihsizlikler in yeniden hüküm sürmeye ba şlamakta olması onu yeni bir ıstıraba do ğru sü-rüklüyordu. Fakat

Robert için, kaderine boyun e ğmekten, ıstıraplarına seve seve katlanmaktan ba şka yapılacak bir i ş yoktu. Lomond View'un arkasına geldi ği sırada birdenbire aklına bir şey geldi ve bütün vücudundan bir ter sa ğanağının bo şandı ğını hissetti. O gün Cuma idi. Et yememesi lâzım gelen gündü. Halbuki burnuna, bayıldı ğı, çok sevdi ği, nefis pirzola kokuları geliyordu. Kendine, şansına, kaderine lanet ediyordu : — Ah, Allah Baba, ah Rahip Roche, ne yapayım ben şimdi, ne yapabilirim? Ayakları birbirine dola şa dola ğa mutfa ğa girdi. Sofradaki yerine oturdu. Murdoch'la Kate de oturmu şlardı. Çok geçmeden Robert korktu ğuna u ğradı. Anneannesi getirip önüne bir tabak pirzola koymu ştu. Yemek her zamankinden daha fazlaydı ve çok da nefis kokuyordu. Robert, dalgın dalgın taba ğına, pirzolasına baktı. Sonra hafif bir sesle konu ştu : — Anneanneci ğim, bugün pirzola yemeyece ğim ben... Hepsi birden hayretle gözlerini Robert'e diktiler. Mrs. Lackie, merakla sordu : — Neyin var, Robert, hasta mısın yoksa? — Vallahi, pek bilmiyorum, diye cevap verdi, biraz ba şım a ğrıyor da... — Öyleyse hafif bir şey ye.. Bir parça et suyu ile patates vereyim sana. Robert bir daha şaşırmı ştı. Et suyu da yasaktı. Hafifçe gülümseyerek ba ğım salladı: — Bir şey yemesem daha iyi olacak. Canım istemiyor.. Mrs. Lackie dilini hafifçe şaklattı. Bir şeye inanmadı ğı zamanlar öyle yapardı. Yemekten sonra evden 107 çıkarken Mrs. Lackie bir ka şık ilâç içirdi Robert'e. Mutfaktan geçerken cebine kaçamak bir dilim ekmek soktu. Yolda kıtlıktan çıkm ı ş gibi onu yedi ama, doymadı. Ak şama kadar da midesi kazındı, durdu tabii. Akşam sofrada bütün aile efradı toplanmı ştı. Mrs. Lackie, torununu himaye etti ğine ve iyi bir i ş yaptı ğına kani ho ş bir eda ile kocasının taba ğındaki sövü şten bir dilim alıp Robert'in taba ğına koydu. Sonra da, bir kabahat i şlemi ş gibi ötekilere baktı : — Bugün biraz keyfi yoktu Robert'in. Dünya ba şına yıkılıyor gibi gelmi şti Robert'e. Önündeki nefis et parçalarına bakıyor, üzerindeki pırıl pınl parlayan salçalarını donup kalmı ş bir halde seyrediyordu. Büyük bir pi şmanlık duyuyordu. Niçin gerçe ği söylememi şti? Ama, imkânı yok, söyleyemezdi bunu. Katolik mezhebi ile olan ilgisi bu aile için çok ıstırap verici, acı ve hazin bir hikâye olmu ştu zaten. Bir çok gayretlerden sonra üzeri küllenmi şti. Onu canlandırmak, yeniden ortaya çıkarmak Rober t için, bir ba ş belâsı olabilirdi. O zaman, dedesinin odasındaki t abloda Samson nasıl dünyanın altım üstüne getiriyorsa, onun için de öyl e bir şeyler olabilirdi. Onu öğrenen büyük babasının, Mr. Lackie'nin halini dü şünmek bile onu korkutuyordu. Fakat hiç ummadı ğı bir durumla kar şıla ştı. Onu Mr. Lackie kurtardı. Birdenbire lâfa karı şarak : — Rahat bırakın çocu ğu, dedi. Bugün çok yoruldu o. Erkenden yatsın.. Ve önündeki sövü şü çekti, kendi taba ğına aldı. Robert'e üzüm vermek istedi. Onu almadı ve kendi ke ndisine, üzümü almamakla vermi ş oldu ğu cezayı Robert tasvip etti. Böylece de aç mide ile perdenin arkasındaki yata ğına gitmek zorunda kaldı. Pazar sabahı Robert erkenden yata ğından kalktı. Kimse uyanmadan karanlık ta şlıktan soka ğa süzüldü. Kilisenin saat 7 de ba şlayan toplantısına yeti şti. Kalabalı ğın en arka sırasında durdu, iane kutusu dola ştı-rıldı ğı zaman da görünmemeye çalı ştı. Gotik stilde in şa edilmi ş bir kiliseydi bu. Pugin adında bir mimarın eseriydi. Tam da «matluba muvafık» idi, zevkle i şlenmi ş, rengârenk oyma camlı pencereleri ve tâ geride, dipte, I beyaz yüksek bir mimberi vardı. Bir dizi yüksek kem erler mihraba heybetli bir görünü ş sa ğlıyordu. Robert o sabah, kısa kısa duaları nefes al madan, birbiri ardınca sıralarken bu mihraptan teselli istedi. Rahip Roche kürsüye çıktı ğı zaman dizleri titremeye ba şlamı ştı, imandan umulan cesareti hiç de gösteremeyen bu aslında dini yarım adamın kendisinden bahsetmesi ihtimali onu ürkütmü ştü. Fakat korktu ğuna u ğramadı. Bahsetmemi şti. Ama bir şey

söyledi ki, Robert'in ruhundaki nisbî sükun tam mân asiyle ve bükere daha alt üst oldu. Gelecek hafta perhiz'di ve Çar şamba, Cuma, Cumartesi günleri katiyen et yenmeyecekti. Bu bünlerde et yemek cür'etinde bulun an imansız ruhlara Allah hiç merhamet etmezdi. Robert, derinlere dalmı ş bir halde sık sık gözlerini kırparak eve döndü. Yo lda dalgın dalgın, kendi kendine «Çar şamba, Cuma, Cumartesi..» diye tekrarlayıp duruyordu. Allah'a kar şı gelmek fena bir şeydi ama, onu korkutan, bu zor i şi yapmasını bildirdi ği için rahifr" deh şetengiz haliydi. Çar şamba günü, bir tesadüf sayesinde i ş tıkırında yürüdü. Çama şır günü oldu ğu için Mrs. Lackie telâ şlıydı. Ö ğle yeme ğine ça ğırdı ğı zaman, Robert yukarday-dı. «Kitaplarımı düzeltiyorum, sonra yerim ben..» diye cevap vermesine bu telâ şlı hali yüzünden muvafakat etti. Geç vakit indi ğinde de : — Şimdi yemek ısıtamam. Bir iki dilim ekmek al, .re çel sür ye., diye onu serbest bıraktı. Cuma günü de aynı sistemi uygulamak istedi ama tutt uramadı. Anneannesinin aksili ği üzerindeydi : — O ne demekmi ş, o öyle? Haydi in a şağı da sıcak yeme ğini ye., diye hı şımla azarladı Robert'i. Robert daha ö ğle yeme ğinde i şlerin çatallandı ğını görerek peri şan olmu ştu. Bunun bir de ak şamı vardı ve en mühimi, bir de yarını vardı. Bu vartayı nasıl atlataca ğını bilemiyordu. Mrs. Lackie önüne bir tabak kıyma koydu. Sonra da m utfaktan öyle bir hı şımla çıktı ki, hani « Şayet bunu yemezsen ba şına gelece ği sen dü şün..» der gibi bir hali vardı. 108 109 Robert müthi ş ıstırap çekiyordu. Gözü, önündeki kıymada, arpacı kumrusu gibi düşünüp duruyordu. Engizisyon mezaliminde zorla domuz eti yedirilen sakallı Yahudiler bile bu kadar ıstırap çekmemi şlerdir, diye içinden geçiriyordu. Kaşısında oturan Murdoch'a melûl - mahzun baktı. Bir y andan a ğzındaki lokmayı çi ğniyor, bir yandan da Robert'i süzüyordu. O günlerde evde çalı şıyordu Murdoch.. Kate de ikmal imtihanları ba şladı ğından okuldaydı. Onun için sofrada Murdoch'la yalnızdı. Robert kendini sancılı imi ş gibi sıkarak : — Bu et karnımı müthi ş a ğrıtıyor benim Murdoch., dedi ve taba ğını kaptı ğı gibi kıymaları Murdoch'un taba ğına boca etti. Murdoch hayretle ona baktı. Fakat midesine fazlaca düşkün oldu ğu için itiraz etmedi. Yalnız, şüpheli bir tavırla : — Bakıyorum, dedi, bugünlerde hiç et yemez o ldun, sen... Anlamı ş mıydı, acaba? Farkında bile de ğildi Robert. Ba şını önüne e ğmiş, tirtir titreyerek patatesleri yemeye ba şlamı ştı. Onların da et suyuna de ğmemiş olanlarını seçiyordu tabii. Fakat ertesi günü artık tahammülü kalmamı ştı Robert'in. Açlıktan bitkin bir hale gelmi şti. Artık uydurabilecek bahane de kalmamı ştı. Onun için tek çıkar yolu, öğle yeme ği saatinde evden uzakla şmakta buldu. Gitti, limandaki ya ğ ve katran kokularını köpekler gibi koklaya koklaya, beti benz i uçmu ş bir halde ba şıbo ş gezdi, durdu. Ak şam üstü, ayaklarını büyük güçlüklerle sürüye sürüye eve dönerken açlıktan dü şüp bayılacak bir halde oldu ğunu hissediyordu. Midesi şiddetli bir bir sancı ile sarsılırken anneannesine, nereden geldi ğini sordu ğu zaman ne cevap verece ğini bile dü şünemez olmu ştu. Midesi «Yemek! Yemek!» diye kıvranıyordu. Biti şikteki Mrs. Bosomley evinin kapısında idi. Elinde d e bir kaç mektup zarfı vardı. Robert'den, bunları ko şa ko şa götürüp posta kutusuna atmasını rica etti. Robert, de ğil ko şabilecek, hattâ yürüyebilecek halde dahi de ğildi ama, bu iyi kalbli kadının hatırını kıra-mazdı. Mektupları aldı , Baraka Soka ğının köşesindeki kutuya attı. Döndü ğü zaman Bosomley'in kendisini pen- 110 cereden ça ğırdı ğını gördü. Her zamanki mütevazı hediyesini veriyord u. Robert'e.. Kocaman, sıcak bir sandviç. Gözleri falta şı gibi açılmı ştı Robert'in. Ona, o anda altın kadar kıymetli gelen, altın rengindeki s andviçi kaptı ğı gibi evin arka kapısını dolandı, sendeleye sendeleye mutfa ğın yanındaki odaya kendini dar attı. Sandviçin lezzetli kokusu bile onu nerdeyse b ayıltacaktı. Bir lâhza

elindekine baktı ve suları akmakta olan a ğzını açarak sandviçi ısırdı. Fakat ısırması ile beraber-: — Aman Allahım.. diye feryat etmesi bir oldu. Heme n aklına gelmi şti. Sandviçe konulan ve adına Vovril denilen nesne eften ba şka ne idi ki? Kar şıdaki demiryolu köprüsünde ilânı bile vardı. Her şi şeye _ kocaman bir öküzün girmekte oldu ğunu gösteriyordu. İki üç dakika ta ş kesilmi ş bir halde, kar şıdaki o öküz resmine öylece bakakaldı. Bu resim, şimdi ona, ellerinin arasındaki et hülâsasının, yani günah i şlemesine sebep olan şeyin sembolü gibi gelmekteydi. Fakat birden müthi ş bir çı ğlık attı. Sandviçin üzerine atıldı, ısırdı, paralat», onu.. «Ya Rabbi..» dedi. Günahlarını yaza cak mele ği de, Rahip Roche'u da, her şeyi, herkesi bir anda unutmu ştu. Günahkâr dudaklariyle bu tuzlu et suyunu emdi, emdi. Parmaklarını yaladı. Sand viçin son kırıntısını da temizledikten sonra şöyle rahat bir nefes aldı. Kendini zaferi kazanm ı ş hissediyordu. Fakat çok geçmeden kendine geldi. Deh şet içinde kaldı. Yaptı ğı şeyi dü şünüyordu. — Günah i şledim.. Hem de müthi ş, korkunç bir günâh., diye söylendi kendi kendine. Bir an çıt duyulmadı. Sonra içini bir pi şmanlık doldurdu. Ağlaya a ğlaya, hıçkırıklar içinde odadan çıktı, dedesinin yanına gitti. XI Robert yanına geldi ği vakit ihtiyar Dandie mikroskop ba şındaydı. Gözünü bir âlim edasiyle dayamı ş, bir şeyler inceliyordu. Çocuk büyük bir heyecanla her şeyi anlattı. Hikâyenin devamı boyunca ihtiyar hiç istif im bozmamı ş, o vaziyette dinlemi şti. Kafasını kalflırıp yüzüne bile bakmamı ştı ve Robert, gözya şlarını görmemesinden memnun olmu ştu. Robert sözlerini bitirince ihtiyar yerinden kalktı, patlak terlikleriyle odada üç a şağı, be ş yukarı gezinmeye ba şladı. Çocuk da gözlerini onun 111 üzerinden ayıramıyor, kendisini dedesinin yanında t am bir emniyet içinde hissediyordu, Robert «Ke şke benim mezhebimi de bu rahip yerine dedem tesbit etseydi.» diye dü şünüyordu. — Cumalarını ayarlamak, idare etmek kolay, o ğlum. Ben anneannene bir şey söylerim, olur, biter., diye ba şladı Dandie. Bunu söylerken ba şını da sallıyordu. Robert bütün sevincinin yok oldu ğunu gördü. Dede arada durarak, sakalını sıvazlıyarak devam etti : — Ama, bu ba şlangıç.. Mesele ne zamandanberi için için k aynıyordu. Sen burada tuhaf bir durumdasın Robie. Bunu saklamak mânâsız. Zavallı annen acayip bir vasiyetname bırakmı ş. Bana kalırsa, en iyisi, sen de onlar gibi ol, bitsin bu mesele. Yani.. Onlarla birlikte Knoxhi ll'deki kiliseye git sen de, demek istiyorum. Hiç ummadı ğı bu hal şekli tavsiyesi kar şısında Robert'in gözlerinden sıcak sıcak yaşlar bo şanmıştı. — Olmaz, dedeci ğim, yapamam. Onların kilisesine gidemem ben. Bir insan dünyaya hangi mezhebin insanı olarak gelirse öyle kalmalıdır. Bir çok güçlüklerle kar- şıla şsa dahi... Fakat ihtiyar, Robert'i ikna etmek istiyor gibiydi. Teklifini kabul etmesinin ona sa ğlayaca ğı faydaları bir bir açıkladı : — Vallahi, dedi, bu dedi ğimi yaparsan anneannen bayılır sana, etrafında pervane olur, her istedi ğini yerine getirir bundan sonra. Bak, sana yeminl e söylüyorum bunları. Kandırmak için falan de ğil. — Yapamam, yapamam dede, elimde de ğil yapamam. İkisi de bir an sustular, ihtiyar mütebessim bir çehıse ile baktı çocu ğa. Sıın'i bir gülü ş de ğildi bu ama içten gelen, kar şıdaki insanın içine de ılık ılık giren, munis bir gülü ştü ve ihtiyar Dandie'nin böyle güldü ğü de pek nadir görülmü ş vakalardandı. Sonra Robert'e do ğru gitti, elini sıktı, biraz evvelki sözleriyle tam tezat te şkil eden bir hareketle : — Ben zaten senden bunu beklerdim Robie, dedi. Bravo sana, o ğlum.. Çocuk, şaşırmı ştı. Dedesindeki bu ani de ği şikli ğe bir mâna verememi şti. Dü şündü. Onun bir hareketini 112 fevkalâde, ama hakikaten fevkalâde be ğendi ği takdirde «o ğlum» derdi Robert'e. Demek ki, bu hissi, yani Robert'i be ğeni şi samimiydi. Bu iltifatının bir

tezahürü olarak, kutusundan aldı ğı iki şekerlemeyi de Robert'in avucuna sıkı ştırdı. Sonra da : — Bak, Robert, dedi, ben sana durumu apaçık nakled ece ğim şimdi., dedi ve kendisi de a ğzına bir şeker attıktan ve koltu ğuna cakalı bir eda ile yerle ştikten sonra izaha giri şti : — Bu sözlerimi kafana iyice yerle ştirmelisin, Robie.. Ben din konusunda insanların tam mânasiyle ba ğımsız kalabilmelerine taraftarım. Bana kalırsa, hangi insan neye inanmak istiyorsa inanabilmelidir. Yeter ki, ba şkasının, kar şısındakinin inancına müdahale etmesin. Onu d a, kendi inancında olmadı ğı için kınamasın.. Şimdi sana sözüm şu.. Arzu etti ğin mezhebin adamı olmalısın. Hareketlerinde, dü şüncelerinde tam mânasiyle serbestsin, o ğlum.. Sana şimdi bir noktayı daha söyleyece ğim. Benim şahsımla ilgilidir tamamen bu.. E ğer sen, benim tatlı vaadlerime kanıp da Knoxhill'e gitmeyi kabul etseydin, seni reddedecektim evlât. Ömrünün sonuna kadar seninle konu şmayacaktım. Biraz durdu. Bir mütefekkir pozuyla bir iki dakika konu şmasına ara verdi. Piposunu yakıp tüttürdü. Kü-mnü silkeler gibi pipoy u tablaya hafifçe vururken de tekrar konu şmağa ba şladı : — insanların dinleriyle, mezhepleriyle hiç mi hiç ilgilenmem. Katoliklere kar şı her hangi bir husumetim de yok. Yalnız, katol iklerin papalarını sevemedim ben. Zorla de ğil ya, sizin o muhterem papalarınıza kanım Di r türlü ısınamadı benim. Aksini benim a ğzımdan duydu ğun gün bil ki yalan söylemi şimdir. Ya Borgia'lar. Onlar da pek matah insanla r olmaktan uzaktırlar bana Kalırsa. Ama, bunlar benim şahsi sempati ve antipati hesaplarına dayanan görü şlerimden ba şka bir şey de ğil. Yoksa sevmeyi şimin din, mezhep meseleleriyle hiç bir ilgisi yok. Her ney se, ne diye uzun uzun bahsediyoruz bunlardan hep. Hem senin kabahatin n edir ki bugünkü durumda? Seni niye kabahatli bulsunlar? Bütün dinler yeryüzünd e bir tek Allah'ı kabul etmi ş, ona inanmı ş. Yani senin Allah'ınla anneannenin Allah'ı ba şka ba şka Allah'lar de ğil. Yalnız küçük bir yol farkınız var anııe- 113 annenle.. O diyor ki Allah'a incil'le, Mezamir'le u la şır, sen de diyorsun ki, dağa do ğrusu senin mezhebindeki-ler de diyorlar ki, Dua kit abiyle ula şılır. Aslında ikisiyle de ula şılır veya ikisiyle de ula şılmaz, bana kalırsa. Yalnız benim gördü ğüm bir şey de var.. Senin anneannen, yani benim kızım olan o kadın, senin o Allah'a bu hurdanla, şamdanla dualar yollamana izin vermez. Ama ben izin veririm, o ğlum, istersen hamam ta şıyla dua et, hiç farketmez bence. Dedesinin böylesine be şerî, böylesine heyecanlı ve ölçülü konu ştu ğunu Robert ilk defa görüyordu. Konferans verir gibi konu şanları kötüler, onlara «palavracı», «tra şçı» gibi sıfatları bol keseden takardı ama, me ğer kendisi de böyle konu şabiliyormu ş, diye dü şündü Robert. Bir saate yakın, teatral ve ate şin jestlerle tam bir meydan kürsüsü hatibi gibi konu ştu, insanlı ğın şerefi, hürriyet, tolerans, liberalizm, hür dü şünce v.s. gibi edebî ve ilmî kelimeler ve tâbirlerle bol bol süsledi ği konu şması gerçekten güzeldi. Ama Robert yine karı şık dü şünceler içindeydi. O okkalı, kuvvetli tâbirler onu o derece cezbediyordu ki, zaman zaman «Bir dedi ği, ötekini tutmuyor galiba..» diye endi şeye dü ştü ğü oluyordu. Fakat hemen sonra da, kendisinin yanlı ş anlamasının daha muhtemel bulundu ğunu dü şünüyordu. Ama arada bir garip şeyler de yapmıyor değildi ihtiyar.. Hele bir defasında, a şkın, yeryüzündeki bütün insanlara şâmil faziletlerinden bahsettikten ve a şkı fevkalâde methü sena ettikten sonra birden öfkeyle yumru ğunu kaldırıp masaya vurduktan sonra : — Biz o cadı karının beynini patlatırız alimallah., demi şti. Biz dedi ği Robert'le kendisi, cadı karı dedi ği de, Robert'in anneannesi, yani kendi öz kızıydı. Mamafih, ihtiyarın konu şmasının Robert'deki etkisi müsbet olmu ş, ferahlamı ştı çocuk. Ültimatomu babasından almı ş anneannesi, ondan sonraki Cuma'larda torununa gizli gizli s^bze yeme ği vermi ş, arada bir, kocası evde yokken de yumurta pi şirip yedirmi şti. l A ğustos günü — Dedesinin tembihlerine uyarak kimseye haber vermeden — Robert, o minik Mukaddes Melâike Manastırına gitmeye ve ilk kilise merasimi için hazırlanma ğa ba şladı.

114 Eilazbeth Josephine adında bir rahibenin okuttu ğu bu sınıfta pek az çocuk vardı, ikide bir burunlarını çeken 6-7 kız çocu ğu ile dondurmacı Italyanın o ğlu An-gelo Antonelli ve Robert.. Güzel bir çocuktu Angelo.. Koyu kumral yumu şak saçları ve yalvarır gibi bakan iri, siyah, parlak gözleri vardı. Cildi şeftaliyi andırıyordu. Robert bu çocuktan ho şlanmı ştı, kendisinden bir ya ş kadar küçük oldu ğu için de hemen onun ağabeyi durumunu almı ştı. Dersleri bazan, henüz kilisenin içi alaca karanlıkk en yapıyorlardı. «Isa Çarmıhım ta şıyor» adlı tablonun kopyesini ta şıyan renkli bir pencerenin altında toplanıyorlardı. Arada bir manastırın süslü salonun da da ders görüyorlardı ama, en fazla, bahçede, çimenlerin üzerinde yapıyorlardı . Zira hava çok sıcak oluyor, içerde oturmak imkânsız hale geliyordu. Çimenli bir sırtın üzerinde çiçekleri açmı ş bir leylâk a ğacı vardı. Onun altına oturuyorlardı, rahibe de tab uresiyle kar şılarına geçiyordu. Kadın, kitabını kuca ğına koyuyor, ellerini de çaprazlama geni ş kolluklarından içeri sokuyordu. Etrafı yüksek duva rlarla çevrili olan bahçe harikulade bir sükunet içinde yüzerdi. Şehirlerin da ğdasından binlerce mil uzaktaymı ş gibiydi. Arada sırada manastırın di ğer rahibelerinden biri etrafımızda görülürdü. Yüzünde beyaz tülü, elinde t eşbihi ile dudaklarını oynata oy-nata, geni ş ve uzun eteklerini arkası sıra dalgalandıra dalgal andıra tarhların arasında dola şırdı. Güvercinler, hiç çekinmeden yanlarına kadar gelirler, etraflarında dola şırlardı. Leylâklara konup kalkan arıların vızıltısı devamlı bir u ğultu halinde duirulurdu. Bu eflâtun rensa. çiçekler in nefis rayihası yüzük parmaklarına geçirdikleri basit bir altın halka ile kendilerini Allah'la evlenmi ş sayan bu rahibelerin durumlariyle ne kadar da hema -henkti. Ağaçların dalları arasından kilisenin ta ştan haçı gökyüzüne çakılı imi ş gibi görünürdü. Bir ara, rahibe, i şaret parma ğını dudaklarına götürerek susmalarını söyler, çocuklar gözlerini dört açarak muti bir tavırla ona bakarlardı ve rahibe isa'nın çocukluk yıllarının hikâyesine ba şlardı. Robert, o masum saatleri hiç unutamıyordu. Ne o günlerden önce, ne de hayatının ondan sonraki uzun senelerinde öyle bir sükun ve mutluluk devresi ya şadı ğını hatırlamıyordu. 115 'f Rahibe Elizabeth, bir hayli ihtiyar, müteehakkim ta vırlı, çehresi buru şmuş bir kadındı. Fakat iyi bir din Ö ğretmeniydi. Öyle güzel anlatırdı ki, isa'nın Filistin'deki o hayatı bütün çocukların gözleri önü nde âdeta canlanırdı. Nefes bile almaktan çekinerek dinlerken, o sefil ah ırı, orada yatan çocu ğu, Mübarek Ailenin zavallı bir e şekle Herod'un zulmünden kaçı şlarım görür gibi olurlardı. Elizabeth, Robert'e ötekilerden daha faz la ilgi gösteriyordu. Çocuk sebebini bilmiyordu, fakat bunu geçmi şinin fazla bilinmeyi şine hamlediyordu. Bu ilgi Robert'de gurura benzer hisler uyandırıyordu. Hele suallere derhal cevap verdi ğinde kendisini «aferin» le taltif etti ği zaman. Rahip Rocre, arasıra onların durumlarını ö ğrenmeye yanlarına gelirdi. O zaman Elizabeth'-le so hbet ederler, gözlerini Robert'e dikerek bir şeyler konu şurlardı. Bu ziyaretlerden sonra kadın Robert'e kar şı daha mü şfik olurdu. Ona tütsülü kuma ş parçaları ve küçük kutsal resimler verirdi. Robert onları koynun da ta şırdı. isa'yı bütün kalbiyle sevmeye ba şlamı ştı. Yanında uslu uslu oturan Angelo'nun çehresinde Robert, isa'nın çehresini görüyordu. Rah ibenin söyledi ğine göre, Isa bir gün Robert'e kendini ı şıklar içinde gösterecek ve mukaddes bir ekmek parça sı halinde gelip dilinin üzerine oturacaktı. Robert, o günü sabırsızlıkla bekliyordu. Elizabeth, çocuklara, usulüne uygun yapılmayan mera simlerin günahından da bahsetmi şti. Bunlardan sakınmaları gerekti ğini söylemi ş ve bir çok kötü misaller vermi şti. Meselâ, bir küçük çocuk mihraba do ğru giderken cebindeki ekmek kırıntılarını dü şünmeden a ğzına atmı ş, bu yüzden de orucu bozulmu ştu. Ba şka bir çocuk da a ğzını yıkarken su yutmu ş, aynı akibete u ğramı ştı. Bunlar da çok kötü şeylerdi ama, bir hikâye daha vardı ki, çocuklar tir tir titremi şlerdi onu dinleyince. Bu da bir kız çocu ğunun ba şından geçmi şti. Çocukca ğız, merak etmi ş, cebinden mendilini çıkarıp a ğzındaki Mukaddes Ekmek parçasını almı ş. Ama bir de bakmı ş ki mendili kan içinde..

ihtiyar Dandie, Robert'in dersleriyle gerçekten çok yakından ilgileniyordu. Önce, Rahibe Elizabeth'in güzel bir kadın olup olma dı ğını sorarak bu ilgisini gösterme- 116 ye ba şladı. Robert, bunu, dü şünmüş, dü şünmüş, sonunda da «Güzel de ğil..» diye cevaplandırmak zaruretini hissetmi şti. Kanlı mendil hikâyesine de pek hayret etmi şti dedesi. Merakından da : — O merasim görmeye de ğer bir şey galiba. Bir gün ben de seninle gelsem ona., demi şti. Fakat Robert onu derhal önlemi şti : — Katiyen olmaz, dede, imkânsız., diye haykırmı ştı. Günaha girersin sonra, büyük günaha girersin. Hem, o merasime gitmeden önc e günan çıkarman da gerekir. Yani Rahip Roche'e gidip bütün ömründe yaptı ğı fenalıkları bir bir anlatman lâzım gelir. ihtiyar babayani bir eda ile cevaplandırmı ştı bunu : — Bu i ş çok vakit alır be Robert.... Temmuz ayının sonlarında Rahibe Elizabeth hastaland ı. Bu yüzden leylâk a ğacının altındaki tabureye körpe yüzlü genç bir rahibe geld i, oturdu, ismi Cecilia idi. Çok nazik, çok tatlı bir genç kızdı Cecilia hem şire. Dersleri rahibe hazretlerinden daha ilgi çekici bir şekilde anlatıyordu. Hazret-i isa'dan bahsederken mavi gözleri büzülüyor, keskin keskin b akıyordu. Çocukları kocakarı hikayeleriyle de korkutmuyordu o. Robert müthi ş sevmi şti onu. Hemen ko şup dedesine anlattı : — Yeni bir hoca geldi bize, dede, dedi. Genç bir rahibe. Son derece de güzel. ihtiyar önce cevap vermedi. Adeti veçhile bir süre bıyıklariyle oynadı. Sonra da ciddi bir tavırla konu ştu : — Bana öyle geliyor ki Robert, sana kar şı vazifelerimi bir hayli ihmal ettim. Bunu tez elden telâfi etmem gerek. Onun için yann s eni derse ben götürece ğim. Şu Cecilia hem şireyle de tanı şaca ğım. Robert müteredditti : — Şey, dede, dedi, galiba erkekleri almıyorlar manastı ra ama.... Bıyıklarıyla oynama ğa devam ediyordu. Sakin tebessümü ve kendine güvene n hali içinde : — Görürüz., diye cevap verdi. ihtiyar kararından caymadı. Ertesi gün ö ğleden sonra manastırı ziyaret için hazırdı. Elbiselerini güzelce fırçalamı ş, ayakkabılarım boyamı ş, şapkasını itina 117 ile ba şına yerle ştirmi ş, kemik saplı güzel bastonunu da eline almı ş ve Robert'le birlikte yola çıkmı ştı. Manastırın hizmetçisi genç kız, ihtiyarı görünc e önce bir tereddüt geçirmi şti ama, sonra onu kabul salonuna buyur etti. Dandie 'nin çok kibar davranı şı şüphesiz ba ş rolü oynamı ştı bu durumda, ihtiyar koltuklardan birine yerle şti, şapkasını dizine koydu. Put gibi duruyordu. Bir ara Robert'e başiyle burayı be ğendi ğini ifade eden bir i şaret yaptı. Sonra da saf ve mütecessis bir bakı şla, şöminenin üzerinde bir fanus içindeki mavili-beyazlı Meryem Ana heykelini kritik etti. Çok geçmeden Cecilia hem şire içeri girdi. İhtiyar hemen aya ğa kalktı ve gayet saygılı bir eda ile önünde e ğildi. Kendisini takdim ettikten sonra Robert'in hâmisi oldu ğunu ihsas ettiren bir tavırla konu şmağa ba şladı : — Sizi rahatsız etmek mecburiyetinde kald ı ğım için affınızı rica ederim hanımefendi. Torununun e ğitimiyle çok yakından ilgilenmek isteyen bir insanın bu halini mazur görece ğinizi umarım. Cecilia hem şire mütereddit tavırla : — Buyurun, beyefendi ,sizi dinliyorum. Oturm az mısınız? diye cevap verdi. Gerçi, manastıra erkeklerin girmesi yasak de ğildi ama, Cecilia hemşire, ö ğretim kadrosunda oldu ğu için böyle ziyaretçilere pek alı şık delildi. ihtiyar : — Te şekkür ederim, hanımefendi.... dedikten sonra oturmak için Cecilia hemşireyi bekledi yine. Ancak o oturduktan sonra kendisi oturabildi ve devam etti :

— Şunu öncelikle pe şin ve açıkça arzedeyim ki, bendeniz, sizin le aynı mezhebin insanı de ğilim, Torunumun hangi ola ğanüstü şartlar altında buraya gelmi ş oldu ğunu bildi ğinizi tahmin etmekteyim. Fakat (Robert'i yanma çe kerek eliyle ba şım ok şadı) kendisini buraya benim gönderdi ğimi de her halde bilmiyorsunuz. — Çok iyi yapmı şsınız, beyefendi. Dandie, mütevazi bir tavırla ba şını önüne e ğdi : — Takdirlerinize lâyık olma ğa ke şke hakkım bulunabilseydi. Fakat, heyhat! Robert'i buraya göndermem için beni tahrik ed en âmil, ba şlangıçta, sadece 118 mantıkî dü şüncelerdi. Yeryüzündeki milyonlarca insanın her han gi birisinin düşünebilece ği mantıkî şeylerdi. Bununla beraber hanımefendi ihtiyar bir an duraladı.. «Size hem şire desem daha iyi olacak zannederim, müsaade eder misiniz?» diye bir çıkı ş yaptı. Cecilia, hafif sıkılmı ş gibi ba şını önüne e ğdi. İhtiyar devam etti : — Evet, hem şire.. Bizim küçük bu manastıra gelmeye ba şladı ğındanberi, bilhassa derslere siz gelmeye ba şladı ğınızdan bu yana, ben, daha çok memnunum. Dudaklarınızdan dökülen ve bana kadar gel en o basit, fakat güzel gerçekler beni gitgide daha fazla cazbetme- ye ba şladı. Cecilia hem şire iltifatlardan duydu ğu heyecanla hafifçe kızarmı ştı. İhtiyar, şimdi de mahzun, fakat tatlı bir sesle tekrar söze b aşladı : — Şüphesiz ben de insanım. Şüphesiz hayatımın her saniyesi mükemmel bir insanda bulunması gereken vasıfları ta şımıyor. Yer yüzünde dola şmadığım yer kalmadı. Geçirdi ğim, ya şadı ğım maceralar.... Robert hayretler içinde kalmı ştı. A ğzı açık, öylece dedesine bakıyor. «Eyvah, dedem yine Zulu'ları anlatma ğa ba şlayacak..» diye heyecanlar geçiriyordu. Fakat korktu ğuna u ğramadı, ihtiyar devam ediyordu : — Bu maceralar beni kuvvetli ihtirasların pe nçesine sürükledi. Hele zavallı bir erke ğin, yeryüzünde kendisiyle ilgilenecek, kendisine ba kacak bir kimsesi olmadı ğı zaman bu ihtiraslar çok daha kuvvetleniyor, artı yor. Her halde bilmezsiniz, bir erke ğin hayatında, iyi bir kadın sevgisinden, ilgisinden uzak yaşamak kadar büyük bir mahrumiyet tasavvur edi lemez (îçini çekti). Böyle bir durumda.... Her halde takdir edersiniz .. Bir insan kalbinin en derin kö şelerinden kopup gelen bir heyecanla, samimi b ir ihtiyaçla sulh ve sükun arama ğa koşarsa.. Cecilia hem şire şaşırmı ş, heyecanlanmı ştı. Körpe yüzü kıpkırmızı olmu ştu. Tatlı bakı şlı gözlerinde Dan-die'nin ruhuna kar şı a şırı bir merhamet duyan bir ifade vardı. Ellerini o ğuşturdu, hafif bir sesle cevap verdi : — Çok güzel, gerçekten fevkalâde bir şey bu, dedi. Duydu ğunuz nedamet hisleri samimi ise, Rahip Roche size memnuniyetle yardım ed er sanırım. 119 ihtiyar cebinden mendilini çıkararak burnunu yava şça sildi. Mahzun tebessümü ile başını sallayarak devam etti : — Evet, dedi, rahip şüphesiz iyi bir insan. Fevkalâde iyi bir insan.. Am a, ne bileyim ben, biraz so ğuk tavırları, halleri var. Onun için onunla istemiy orum. Bence, e ğer geleceksem, Robert'le birlikte sınıfa g elsem, bir kenarda oturup dinlesem.. Berrak bir göl üzerinden geçen hafif bir bulut gibi bir şüphe dola ştı Cecilia'nın gözlerinde. Fakat, her şeye ra ğmen adamın cesaretini kırmamak, onu incitmemek istiyor gibiydi : — Bir mahzur var bence. Çocukların dikkati sizin ü zerinize çevrilebilir, zihinleri me şgul olabilir. Mamafih bir hal çaresi buluruz. Rahibe hazretleriyle görü şürüm ben meseleyi. Dandie, tatlı gülü şlerinin en tatlısiyle gülümsedi Cecili'ya.. «O koca man burnuna ra ğmen insanın dayanamayaca ğı bir tatlı gülü şü var..» diye dü şünmekten kendini alamadı Robert, ihtiyar kalktı, Cecilia hem şirenin elini sıktı. Bu bir el sıkı ştan farklı bir şeydi. Adeta parmaklarını ucundan tutmu ştu kızın. Sanki bu parmakların önünde e ğilip selâm vermek istiyor gibi bir hali vardı.

ihtiyar fazla ileri gitmi ş de ğildi ama, o gittikten sonra da, uzun müddet Cecilia hem şirenin çehresindeki kırmızılık gitmedi. Derste ö ğrencilerine Mucize Çocuk hikâyesini anlatırken de canlı gözlerinde bir kaç damla ya ş farketti onun, Robert.. Robert, dersten çıktı ğı zaman dedesini kendisini bekliyor buldu, ihtiyar çok neş'eliydi. Bastonunu sallaya sallaya bir a şağı bir yukarı, manastırın önünde gidip sreliyor, bir taraftan keyifli keyifli türkü söylüyordu. Tabii hafif sesle.. Yolda Robert's esaslı bir nutuk çekti, iyi bir kadmın, bir insan ahlâkını nasıl yükseltece ğini anlattı. Arada bir de kendi kendine bir şeyler konu şuyor, bazan da birdenbire duruyor, yüksek sesle : — Fevkalâde.. Fevkalâde... diye mırıldanıyordu. Ro bert, dedesinin anlattıklarını garip bir endi şe içinde dinliyordu. Zira son zamanlarda Robert, bu k adın konusunda büyük bir güçlükle kar şıla şmıştı. Bu- 120 nunla beraber, Cecilia hem şirenin ve süslü, temiz manastır odasının dedesi üzerinde iyi bir etki bırakmı ş olmasından memnuniyet duymu ştu. ihtiyar Dandie zekâsını kullanmı ş, manastırı ikinci ziyaret için bir haftanın geçmesini beklemi şti. Kendisine müsbet cevap verilece ğini umuyordu. Ne ş'eliydi. Sabah havaya baktı ve : — Böyle bir günde bahçe daha güzel olur., diye mırı ldandı. Daha şimdiden kendisini Robert'le birlikte o güzel çimenlerin üze rinde, leylâk kokuları arasında Cecilia hem şireyi dinlerken görüyordu. Her zamankinden daha çok süslendi. Uzun süre ayna kar şısında kendine çekidüzen verdi. Bazan Mrs. Bosomley'e giderken yaptı ğı gibi sakalını taradı.....Gömle ğini temiz olmasına zaten itina ederdi, o gün de en temizini seçti, giy di. Onu bizzat kendisi kolalamı ş, ütülemi şti. Yakasına da küçük bir mine koncası taktı. Konca nın diri, parlak mavisi gözleriyle aynı renkteydi. Sonra Robe rt'i elinden tutarak soka ğa çıktı. Ba şı havada, gö ğsü dı şarda, manastıra do ğru yürümeye ba şladılar. Ama ne yazık ki, kabul salonuna Cecilia hem şire gelmedi. Kar şısında Rahibe Elizabeth Josephina'yı gören Dandie'nin suratı bird en asıldı. Rahibe sarılık hastalı ğından dolayı yattı ğı yata ğından yeni kalkmı ş ve her zamankinden daha sert bir tavırla odaya girmi şti. Güzel Cacilia yerine kar şısında bu abus çehreli kadını gören Dandie sinirinden yerinde kıpır kıpır kıpırdanma ğa ba şladı. Dudaklarından hazır bekleyen tebessümü donup kalmı ştı. Hırsından yakasındaki çiçe ği sıkıp duruyordu. Rahibe hazretleri, Robert'i heme n odadan çıkarıp bahçeye, derse yolladı, içerde neler olup bitti ğini Robert bu yüzden göremedi. Fakat çok geçmeden dı ş kapının hızla kapandı ğını i şitti çocuk. Sonra a ğaçların arasından baktı Dedesi merdivenleri iniyordu. Mesaf e bir hayli uzaktı, net olarak farketmesine imkân yoktu ama, ona, dedesi mü thi ş kızmı ş, bozulmu ş gibi geldi. Rahibe hazretleri asabîli ği yüzünden kısa kesti ği dersten çocukları azat edince Robert hemen kapıya ko ştu : Dedesi beklememi şti onu. Nihayet ak şam üzeri evde gördü onu.. Yakasındaki mine yoktu. «Zavallı dedeci ğim..» diye dü şündü Robert. Onun nedamet arzusunun böyle yarıda bırakılmasına çok üzül- 121 muştu do ğrusu. Fakat, yakında, ayın son per şembe günü Şaraplı Ekmek Yortusu vardı. Robert o günü iple çekiyor, fakat bir taraft an sevinirken, bir taraftan da kederleniyordu. Kiliseye ba şlamanın zevkini tatmadan ilk günah çıkarma merasimi ne tâbi tutulacaktı Robert. Rahip Roche, Robert'in de ö ğrencisi bulundu ğu o küçük sınıfa kaç defa bundan bahsetmi şti. Üstü kapalı konu şmasına ra ğmen, Robert, hiç bir şeyden haberi olmayan zavallı çocuklara tabiatın haz ırladı ğı müthi ş tuzakları gözlerinin önünde canlandırabilmeye ba şlamı ştı. Kadın - erkek farkı üzerinde yarı karanlık bir fikir edinmi ş gibiydi. Rahip onlara masumiyetten, şöyle üstünkörü, fakat ısrarla bans açıyordu. Sonra Rober t, vaktiyle i şlemi ş oldu ğu günahın sisler arasından sıyrılmı ş oldu ğunu ve kar şısına dikildi ğini gördü. «Aman, Allahım . Nasıl da i şlemi şim ben bu günahı..» diye içinden geçirdi. Onun en büyük, en affedilmez günah oldu ğuna inanıyordu. Onun için de dünyada, rahibe söyleyemeyece ğini dü şünüyordu.

Fakat söylemesi de lâzımdı. Noksan itirafta bulunma nın günahı, kiliseye ba şlama merasiminde yapılacak kusurdan çok daha önemliydi, büyüktü. Suçunu itiraf zorunda oldu ğunu dü şündükçe fenalıklar geçiriyordu. Fakat itirafa mecbu rdu ve bundan kurtulma ğa imkân olmadı ğını dü şünmek ona büyük ıstırap veriyordu. Nihayet o gün, o müthi ş saat geldi, çattı. « İsa çar-mahmı ta şıyor» resminin bulundu ğu camlı pencerenin altından geçti. Ayakları birbiri ne dola şarak, utançtan ve korkudan terleye terleye, günah çıkarma hücresine do ğru yürüdü. Rahip Roche orada idi, Robert'i bekliyordu. Karanlı k hücreye girdi. Diz çöktü. Fakat öyle müthi ş bir pani ğe kapılmı ştı ki, zaten tutmayan dizleri, tahta düşemeye hızla çarpınca canı acıd) ve derhal bo şandı. Hıçkıra hıçkıra a ğlıyordu. — Beni ba ğı şlayın rahip hazretleri, diyordu, affedin beni . Öyle fena bir çocu ğum ki ben.. Öyle büyük bir kabahat i şledim ki... Kapalı yerin arkasından bir ses duyuldu : — Ne var, yavrucu ğum? Fena bir söz mü söyledin bir kimseye ? 122 Sesteki tatlı ve cesaret verici ton Robert'in üzünt üsünü bir kat daha artırmı ştı : — Hayır, rahip hazretleri.. Hayır.. Daha fena, çok daha fena bir şey.. — Nedir, yavrucu ğum? Birden kelimeler a ğzından dökülüv^rdi : — Haminnemle yattım, rahip hazretleri... Karanlık parmaklı ğın gerisinden kendini tutamayan bir insanın mü şfik kahkahası duyuldu. Fakat Robert, bunun kahkaha mı, yoksa hıçk ırıklarının yankısı mı oldu ğunu farkedemedi. XII Gökyüzü kül rengi bulutlarla kaplıydı o gün.. O gün , yani Şaraplı Ekmek Yortusu günü.... İsa'nın çar-mıh'tan indirildi ği zamanki ölü vücudunun rengindeydi bulutlar. Robert'in içi de öyle, bulutluydu. Perdeli bölmedeki yata ğında rahatsız bir gece geçirmi şti. Saman minder her tarafını a ğrıtmı ştı. Ancak arada bir dalabiliyor, o zaman da rüyasın da İsa'nın çocuklu ğunu ya şıyordu. Güzel ba şını onunla aynı yastı ğa koymu ş, yumu şacık yana ğını yana ğına dayamı ş, yanı ba şında uyuyordu. Sıçrayarak uyandı. «Bu rüya in şallah günah sayılmaz..» diye dua etti içinden. Son günlerde günah korkusu bütün benli ğini kaplamı ştı. Yatmak üe-re soyunurken «Bir günah mı i şliyorum, acaba» diyordu. Haç-Put'a, Meryem Ana heykeline vey a ba şka bir şeye, acaba, kötü bir şekilde mi bakıyordu? Günah i şlemek korkusundan gözleri ve dudakları mühürlü imi ş gibi, oraya, buraya çarpa çarpa dola şıyordu. Kiliseye bir şekilde yapma ğa azmetmi şti ki, civarında, Allah tarafından verilmi ş gizli i şaî etler arama ğa kadar i şi vardırıyordu. Gökyüzüne bakarak kendi kendine kon uşuyordu. Her şeyde o günle ilgili bir talih i şareti arıyordu. Yusuf aleyhisselâmm yüzüne benzeyen bir bulutu gökyüzünde gördü ğü takdirde kiliseye çok iyi ba şlayaca ğına dair kendi kendine bahislere giri şiyordu, Sonra da ba şını havaya kaldırıyor, gözlerini kırpı ştıra kırpı ştıra bulutları seyrediyor, havadaki buhar yı ğınlarının arasında ihtiyar bir adam yüzü, hiç de ğilse bir sakal bulma ğa u ğra şıyordu. 123 f Sokaktan ü,ç tane çakıl ta şı alıyordu. Her birini Ekanim-i Selâse'den birini temsil etti ğini farzediyor « Şu sokak lâmbasını bu ta şlardan biriyle vurabildi ğim takdirde kiliseye çok iyi ba şlayabilece ğim.» diyor, fakat tam tatbikata giri şece ği sırada «günah olur» korkusiyle vazgeçiyordu. Bununla beraber, o sabah içinde bir huzur da hissed iyordu. Dü şüncelerinin ortasında garip bir sevine havası, bir hayret esint isi varmı ş gibi geliyordu. Bütün ev halkı kahvaltı etmek, su ısıtmak, pabuç bo yamak gi bi gündelik i şlerde uğra şırken, o, kendisini, yalnız kendisini Allah'ın o ğlu telâkki ediyor, böylece mutlu ve co şkunluk dolu bir şerefe ula ştı ğını dü şünüyordu. Gece yatarken a ğzını adamakıllı yıkamı ştı. Onun için kahvaltıya inmek telâ şından muaf oldu ğunu kabul etti. Anneannesi, acaba, dede'sinin tembi hi üzerine mi böyle olmu ştu? Yemek konusunda Robert'e hiç zorluk çıkarmıyord u artık. Biraz sonra Robert, yukarıya, dedesinin yanına çıkt ı. O da hazırlanmı ştı çok geçmeden.. Robert'le beraber kiliseye gidecekti, zi ra. En az Robert kadar

kendini heyecanlı hissediyordu o da. Bu «merasim» d e bulunmasın, imkân yok olmaz öyle şey. Dedesi çabuk alınırdı ama, kırgınlı ğı da çok sürmezdi. Rahibe Elizabeth Jo-sephina ile olan vak'ayı çoktan unutmu ştu her halde. Artık kocaman bir çocuk oldu ğu için merasimde beyaz elbise giymemesine manastırda karar verildi. «Allah razı olsun..» diye dü şündü Robert. Giymek mecburiyetinde oldu ğu beyaz çoraplarla beyaz ayakkabıyı bile zor bulmu şlardı. Bunların temini de ihtiyar Dandie'-ye dü şmüştü tabii. Nasıl aldı, bilmiyordu Robert. Zira parası yoktu. Sordu ğu zaman omuzlarını silkmi ş, her hangi bir fedekârlık yapmadı ğını anlatmak isteyen bir tavır takınmı ş. Sonradan eline geçirdi ği bir rehin makbuzundan durumu anladı Robert.. Misa fir odasındaki ye şil vazonun ba şını yemi şti beyaz iskarpinlerle çoraplar.. O sabah büyük bir gururla giydi ği bu beyaz çoraplar ve ayakkabılar ayaklarında oldu ğu halde dedesiyle beraber manastıra yollanmı şlardı. Mihrap adı verilen yüksek yer zambaklarla süslenmi şti Bu güzel ve insan- 124 da büyük hisler uyandıran manzara Robert'î büyülemi şti. En ba ştaki sıraya yava şça oturdu. Angelo da yanındaydı, o sevimli italyan çocu ğu.. Üzerinde bahriyeli elbisesi vardı. Tam kar şısında 6 küçük kız çocu ğu bulunuyordu. Birisinin hali Robert'in canım sıktı. Beyaz duva ğının üzerine yapma çiçeklerden bir çember konulmu ş olan kız kendini tutamayarak kıkır kıkır gülüyordu . Tabii etrafa belli etmemeye çalı şarak. Arkalarındaki sıiada büyükler vardı. O gün kiliseye ba şlayan çocukların anneleri, babaları, hısım akrabala rıydı bunlar.. Robert'in dedesi de oradaydı. Angelo'nun annesiyle babasının yanında.. Onların ötesinde de Angelo'nun abla-wi ve amcası vardı. Ded esinin kiliseye girdi ği sırada çok fena hareket etti ğini hatırlamı ştı Robert.. Meryem Ana heykeli Önünde iki büklüm olup selâm vermemi ş, parma ğını mukaddes suya batırarak haç bile çıkarmamı ştı. Olur i ş miydi bu da hani? Ama çok şükür şimdi me-resimi ilgi ile, ciddiyetle takip ediyordu. Öyle tenezzül etmiyormu ş gibi yukarıdan bakan bir tavrı bereket versin yoktu. Fakat ihtiyar her şeye ra ğmen hayatından memnun görünüyordu. Robert'e bir şeyler yapmak, ona yardım edebilmek için çırpındı ğı daima belli oluyordu. Robert onun bir ara yere e ğildi ğini hissetti. Arkasında oldu ğu için göremedi ği bu hareketten önce ku şkulandı. Fakat çok geçmeden içgüdüsü ile anladı ki, dedesi Mrs. Anto-nelli'nin dü şürdü ğü eldiveni için e ğilmi ş ve onu alarak sahibine vermi şti. O sırada içerdeki çan çalma ğa ba şladı. Ayin'in girizgâhıydı bu çan sesi. Robert de «Kiliseye Ba şlama Hazırlı ğı» m okuyarak, ciddi bir iman duygusu içinde âyine katılıyordu ama, asıl dü şündüğü ba şkaydı. Bu âyini, daha önceki ve daha sonraki dakikalardan bamba şka ve ulvî bir karaktere sokacak olan dakikayı iple çekiyordu o. Vakit de bir türlü geçmek bilmiyordu, içinden ko pup gelen bir titreme bütün vücudunu kaplıyordu. Sonra «Domine non sum dignus» ilâhisinin okunmasına geçildi. «Çok şükür.. Nihayet..» diye mırıldandı Robert.. Sa ğ elini kaldırıp gö ğsünde üç defa haç-put çıkardı ve arkasından dizleri titreye titreye yerin den kalktı. Bu onun için çok mühim dakikalardı. Angelo ve di- 125 ger çocuklarla birlikte yürümeye ba şladılar. Mihrabın önünde bulunan ipe do ğru gidiyorlardı. Koca kilisenin içindeki bütün gözleri n kendi üzerlerinde oldu ğunu hissediyordu. Sırtında pırıl pırıl, güzel elbisesiy le birden Rahip Roche'u gördü. Elinde bir tas vardı. Onlara do ğru a ğır adımlarla ve vakur bir tavırla geliyordu. Robert, bu manzaradan tatlı bir ba ş dönmesi hissetti ğini gördü. Hatırlama çalı şıyordu. Okuyaca ğı duayı hatırlama ğa Çalı şıyordu. Fakat hayır, gelmiyordu aklına, içinden dua ediyordu hatırlamak için.. «N'olur Allahım, hatırlayayım onu da ele güne maskara olmayayım.» di yordu içinden. Rahibenin öğretti ği gibi yapmayı dü şündü bir an. Gözlerim kapadı, ba şım yukarıya kaldırdı, Titreyen dudaklarım bir kere açtı ve içinden en son duayı, tek kelime halindeki o son duayı söyledi : ÎSA... Sonra takdisin son safhasına gelmi şlerdi. Dilinin üzerinde kocaman, sert bir madde hissetti. Bu Mukaddes Ekmek'ti. Fakat onun ta hayyül etti ği gibi bir mukaddes ekmek de ğildi bu.. O ıslak, yumu şak, fevkalâde tadı olan bir şey zannetmi şti mukaddes ekme ği. Halbuki... Tutması lâzım geldi ğini dü şündü. Fakat

ağzı da o kadar kuru, kupkuru idi ki, onu a ğzında evirip çevirmesi, sa ğa, sola kıpırdatması dahi mesele idi. Utancından, şaşkınlı ğından kıpkırmızı kesildi Robert. Yava ş yava ş döndü, yerine gelip oturdu. Şakakları ate ş gibi yanıyordu. Avuçlarına aldı ba şını, sıktı, sıktı.. Yutkundu, yutkundu Oh!.. Nihaye t yutabilmi şti.. Fakat o ne? Çocuk ruhunda birden kendisine şok tesiri yapan bu sukut-u hayal ne? Hiç bir şey olmamı ştı.. Bekledi ği, umdu ğu hiç bir şey.. Takdis edili şinin ne ruhunda bir de ği şiklik yarattı ğını gördü, ne de içine yayıldı ğını, onu bamba şka bir insan yaptı ğı.. Bu hislerin tesiri altında üzerine a ğır, kesif bir bulutun çöreklendi ğini hissetti. Acaba bir «kusur» mu etmi şti? Bir kabahat mı i şlemi şti? Dü şündü, uzun bir süre düşündü.. Fakat hayır.. Katiyen hayır.. Fakat, böyle d üşünmek günah olmaz mıydı? Günaha girmemeliydi. Derhal kendisini toparlaması, bu korkunç uçurumdan ruhunun yuvarlanmasına müsaade etmemesi lâzımdı. Robert, te krar dua kitabına el attı. Sayfaları çevirdi. Tamam, diye dü şündü. Bunu okuyayım, en iyi bu.. Bir şükran duasıydı. 126 Okudu, bir daha, bir daha okudu çabuk çabuk. Ferahl a-mı ştı. Bir ara ba şını kaldırdı. Yanındaki Angelo ona bakıyor, tatlı bir t ebessümle gülüyordu. Sonra, arkasından, dedesinin öksürdü ğünü duydu. İçine daha bir güven doldu. Ba şarı elde eden insanların gurura benzeyen hislerini bugün o d a kendi içinde duyuyordu, her şeye ra ğmen. Nihayet âyin bitti. Dua eden insanların yanına gitti Robert. Bir süre sonra kiliseden çıktılar. Günlük, güne şlikti dı şarısı. Manastırdaki hemşirelerle kar şıla ştı orada. Bakı ştılar bir an. Güldüler. Sonra dedesiyle ve Anto-nelli'lerle kar şıla ştı. Tuttular onu, öptüler, tebrik ettiler. İhtiyar Dandie, İtalyanlarla hemen ahbap olmu ştu. Onlar da dedeyi sevmi şlerdi. Sevmek ne kelime, hayran olmu şlardı ona. Dedesi, Robert'i Mr. ve Mrs. Anto-nelli ile yeti şkin kızları Clara'ya, Angelo'nun amcası Vitaliano'y a takdim etti. Angelo'nun amcası 50 ya şlarında bir adamdı. Esmer, tipik bir İtalyandı. Çok sakin bir görünü şü vardı. Hepsi de Robert'e gülümseyerek bakıyorlard ı. Mrs. Antonelli de siyah gözlü, siyah kıvırcık saçlı, güç lü, kuvvetli bir kadındı. Yeşil kadife bir elbise giymi şti. Kulaklarında küçük altın küpeler vardı. Gözlerini Robert'e dikmi ş, tam bir anne şefkati ile, ikide bir «Angelo'cu ğumuzun ne de güzel, ne de iyi bir arkada şı varmı ş meğer..» diyordu. Mr. Antonelli de esmer bir adamdı. Boyu karısından biraz kısaydı. Saçları dökülmeye ba şlamı ştı. Bir ara, sa ğ elini yumruk yaparak sol avucunda şaklattı. İri, fıldır fıldır dönen gözlerini ihtiyar Dandie'ye çevirdi. Bu gözler tıpkı oğlunun, Angelo'nun gözleriydi. Sadece onda, altları kırı ş kırı ş olmu ştu. Mütevazı, fakat samimi bir nezaketle ihtiyar Dandie 'ye : — Sizden bir ricada bulunmama müsaade ediniz, Mr. G ow, dedi, Çocuklarımız birbirleriyle çok iyi arkada ş olmu şlar. Şayet tenezzül ederseniz, bu arkada şlı ğın şerefine yeme ği beraber yiyelim. Olmaz mı? Dandie reddetmedi. Antonelli'ler çok memnun kalmı şlardı. Böylece hep birlikte, Antonelli'lere do ğru yola çıktılar. Robert, Angelo'yla önden yürüyorl ardı. Öteki ler arkada idiler. AntonelFler dükkânlarının üstündeki bir dairede kal ıyorlardı. Kırmızı boyalı dükkânın üzerinden yaldızlı 127 harflerle «Levenford Nefis Dondurma Salonu — Antoni o Antonelli — şubesi yoktur» yazıyordu. Sıcak İtalya'nın canlılı ğı bu italyan ailesinin evinde de kendini belli ediyordu. Halıların renkleri bile hayatiyet doluydu . Perdeler nefis bir filizi yeşildi. Duvarlarda rengârenk mukaddes resimler ası lmı ştı. Ailenin çok dindar oldu ğu anla şılıyordu. Oca ğın saçaklarla süslü tablasının iki tarafında, biri Capri'den di ğeri Napoli'den iki manzara vardı. Bu resimler mavi renkleriyle çok şahaneydiler. Robert, «Aman Allahım..» diye hay kırmaktan kendini alamamı ştı. Duvarda lâvlar saçan Vezüv tablosunu gö rmüştü. Yaldızlı bir rafta pembe beyaza boyanmı ş parlak bir heykel Robert'e do ğru gülümseyerek bakıyordu. Bu kadar ekzotih, bu kadar kokulu bir eve o güne kadar hiç girmemi ş oldu ğunu dü şündü Robert.. Her taraf kokuyordu. Yemek, meyva

kokuları, ek şi, mayho ş, tatlı çe şitli kokular ve a şağıdan, dükkândan gelen dondurmanın tatlı vanilya kokusu.. Mrs. Antonelli ile Clara ne ş'e içinde konu şarak, espriler yaparak sofrayı hazırlıyorlardı. Bir ara Angelo, Robert'i e linden tutarak a şağı ta şlı ğın sonuna kadar götürdü. Bir kapı önünde durdular. Burası Angelo'nün amcasının odası idi. Küçük italyan, arkada şına bir şey göstermeye hazırlanıyor gibiydi. Robert, içeriye bir göz atar atmaz bir arm onika görmü ş, bayılmı ştı. Üzerinde sedef kakmalı «Orfeo Organetto» yazısı v ardı. Duvara dayamı şlardı. Angelo, hafif bir sesle : — Nicolo!.. Nicolo!.. diy e seslendi. Robert, arkada şının neyi veya kimi ça ğırdı ğını dü şünmeye vakit kalmadan karyoladan küçük bir canlının fırladı ğını gördü. Bu kırmızı ceketli bir maymundu. Çağırıldı ğını duyar duymaz atlamı ş, zıplaya zıplaya gelmi ş, Angelo'nun kuca ğına çıkmı ştı. Ufacık, bumburu şuk bir şeydi. Çok sevimli bakı şları vardı. Endi şeli bir ifade vardı yüzünde. Minicik yüzlü, temiz b ir may mundu. Yeni do ğmuş çocuklardaki gibi bir hal vardı üzerinde.. Şaşırmı ş, sinmi ş, korkmu ş ve fakat bunlara ra ğmen de biraz kızgın bir hal.. Robert'i yadırgayıp kaçmak, saklanmak istememi şti. Bir maymunu yakından seyretmek zevkini Robert ilk defa o gün tattı, Angelo, maymun unu anlatıyordu : 128 — Isırmaz o Robie, korkma, sen de sev.. Tabii benim arkada şım oldu ğunu biliyor senin. De ğil mi Nicolo? Ha? Hem pis hayvan de ğildir bu. Hiç piresi yok. Vita amcam bunu dünyada her şeyden çok sever. Bize u ğur getiriyormu ş Nicolo. Levenford'a ilk geldi ğimiz zaman çok fakirmi şiz biz Robie. Amcam armonikasını alır, Nicolo ile birlikte sokak sokak dola şır, armonika çalarmı ş. Onun sayesinde epey para kazanmı ş. Ama şimdi zenginiz artık. Zengin sayılmazsak da halimiz, vaktimiz ço k şükür yerinde. Buna ra ğmen amcam yine armonika çalarak para kazanmak istiyo r ama, annem bırakmıyor artık. «Öyle durumlara tenezzül edecek insanlar de ğiliz.» diyor. Onun için Nicolo evde bir süs, bir u ğur i şareti gibi duruyor şimdi. Amcam onu eve ilk getirdi ği zaman iki ya şındaymı ş. Şimdi 10 ya şında. Maymunlar için 10 ya ş hiç bir şey de ğildir. Çok ya şarlar onlar zira.. Bu sırada Mrs. Antonelli onları ça ğırmı ştı. Angelo, Nicolo'yu kuca ğından bırakmamı ştı. Robert arkada, o önde yürüdüler. Büyük odaya ge ldiler. Onlar içeri girer girmez Mrs. Antonelli maymunun ge tirili şine itiraz etti : — Oooo, dedi, Nicolo olmaz. Sonra o ğlunu kırmaktan çekinir bir eda ile ba ğladı : — Bugün olmaz Angelo.. Böyle güzel misafirle rimiz varken.. De ğil mi? Fakat Angelo dayattı : — Niçin anneci ğim? dedi. Ne olursun, kırma beni. Bugün kiliseye ba şladım ya.. Onun hatırı için.. Mrs. Antonelli ısrar kar şısında dayanamamı ştı : — Haaa, do ğru, dedi. Peki öyleyse yavrum.. Vita amcaya şöyle bir çapraz bakı ş attıktan sonra ihtiyar Dandie'ye döndü. Maymunu i şaret etti gülerek : — Angelo'nun sevgilisi., diye takdim etti. Angelo duayı okuyup bitirince sofraya oturuldu. Mas anın üzerine i şlemeli, temiz bir örtü yayılmı ştı. Tabaklarda Robert'in Lomond View'da hiç görmedi ği çe şitli yiyecekler vardı. Büyük büyük tabakların, sahanları n içindeki etli pilâvlara, domates salçalı makarnalara, tavuk etlerine, dil sö vüşlerine, zeytinlere, sardalya- 129 lara ve ançuvezlere şaşkın bir şekilde bakıyordu Robert. Büyük bir tabak içinde de meyva vardı. Sofranın tam ortasına da üzerinde « Sevgili Angelo'cu ğumuzun şerefine..» diye yazılmı ş kocaman bir dondurmalı pasta konmu ş, etrafına şi şe şi şe şaraplar dizilmi şti. ihtiyar Dandie, Mrs. Antonelli ile Clara'nm araları na oturmu ş, keyifli keyifli mideye bir şeyler atı ştırıyordu. Masanın bir ucunda oturan Mr. Antonelli de mütemadiyen gülümsüyor, aile efradım ve misafirleri m tatlı bakı şlarla süzüyordu. Robert'le dedesini misafir ekmekten büyük bir kıvan ç ve memnunluk duydu ğu belliydi. Sonra da Dandie'ye :

— Biraz şarap Mr. Gow, dedi. Özel, nefis bir şaraptır bu.. Napoli şarabı.. Harika bir şeydir.. İsmi Fras- cati.. Bardakları doldurdu Mr. Antonelli.. Evde pek de iti barlı bir mevkii olmadı ğı anla şılan o sessiz, hep gülümseyen Vitaliano amcanın bar dağına da koydular. Daiıdie, kadehini eline alarak aya ğa kalktı : — Bu mutlu, bu kutsal günü hep beraber kutlamak içi n burada, bu misafirperver Antonelli ailesinin çatısı altında toplandık. Yavru larımızın şerefine kadehlerimizi kaldıralım. Buyurun... Hep beraber kadehleri diktiler. Evet, hep beraber. Zira şereflerine kadeh kaldırılanlar küçükler de kendi şereflerini kutlamadan yapamamı şlardı. Onlar da içmi şlerdi. Ama tabii, kadehlerinin diplerine, birer yük sük dolusu konmu ştu onların şarabı.. Robert, şarabın a ğzına çok tatlı geldi ğini ve gırtla ğım hafif yaktı ğını hissetmi şti. Mr. Antonelli e ğilerek Dandie'ye sordu : — Nasıl, dedi, bizim Frascati'miz ho şunuza gitti mi Mr. Gow?.. ihtiyar çok samimi bir şekilde cevap verdi : — Hakikaten güzel, nefis bir şarap, dedi. Hem hafif de-Mr. Antonelli, yemeğinin be ğenilmesinden gurur duyan bir ev kadını gibi şarabının be ğenilmesinden ho ş- lanmı ştı : — Evet, evet, çok hafififtir.. Güzel ve hafif.. Bi r bardak daha Mr. Gow? tso — Çok te şekkür ederim Mr. Antonelli. Nicolo, Angelo'nun kuca ğında somurtuk bir halde oturuyordu. Cam sıkılmı ş gibiydi. Eee, olup olaca ğı bir maymundu bu. Tabii insanların konu şmalarından anlamadı ğı için cam sıkılmı ş olabilirdi. Fakat ya ikram faslı? Ona neden bir şey vermemi şlerdi? Sanki böyle dü şünmüştü maymun ve kendisine bir şey ikram etmeyenlere, yahut ikramı unutanlara nispet yapmak istemi şti. Uzandı, meyva taba ğından bir muz aldı. Robert, şaşırmı ş kalmı ştı hayvanın bu hareketine. Fakat maymun, muzu soyup, tıpkı bir insan gibi, yemeye ba şlayınca, nerdeyse hayretten küçük dilini yutacaktı. Angelo, maymununun marifetlerinden birini kendili ğinden göstermesini iftiharla seyrediyordu. Sonra «Yaaa!.» der gibilerden Robert' e baktı ve yava ş bir sesle : — Daha ne marifetler var, Nicolo'nun, bir bilsen , dedi. Onları da sonra gösterecek bize. Dandie, havasını bulmu ştu. Şarap da ona yapaca ğını yapmı ştı tabii. Sa ğında ve solunda oturan Mrs. Antonelli ile Clara'ya : — Müsaade edin, barda ğınızı bir daha doldurayım Mrs. Antonelli.. Seninkin i de yavrum, Clara-Clara da, annesi de kahkahalar içind e «Yok, yok, istemeyiz..» diyorlar, elleriyle bardaklarının a ğzını kapatıyorlardı ama, ihtiyar Dandie, her defasında onlara isteklerini ka bul ettiriyordu. Dandie, kendi barda ğını da doldurduktan sonra Clara'yı kahkahalarla gül düren yan bir bakı şla bir daha baktı. Arkasından da muhtelif sosyal ça lı şmaları hakkında ev sahibesi hanıma vermekte oldu ğu malûmatı nakle devam etti. Mrs. Antonelli'nin bu derece kibar ve faal bir adamla, kırk yılda bir de olsa temas etmi ş bulunmaktan son derece memnuniyet duydu ğu, hattâ bu memnuniyetin onu baygınlıklar geçirecek derecede oldu ğu muhakkaktı. Sonra kahkahalar ço ğaldı. Miss Clara'nm bir sevgilisi varmı ş. Ondan bahsedildi, ihtiyar Dandie, bu defa onu ele alarak kıza takılıy or, mütefekkirane bir tavırla : — Zamane delikanlıları bizim delikanlılıkl arımıza hiç benzemiyorlar, diyordu. Nihayet Dandie ile Mr. 131 Antonelli kar şılıklı geçip : — italya'nın şerefine... — îskoçya'mn şerefine., nakaratlariyle kadehleri doldurup b oşaltma ğa başlayınca iki arkada şın sofradan kalkmalarına izin verildi. Robert'le Angelo, maymunu alarak Vitaliona amcanın odasına daldılar. Armonika'-nın «yava ş» yazan dü ğmesine bastıktan sonra hafif bir sesle yava ş yava ş çalma ğa

başladılar, iki çocu ğun bildikleri topu topu dört parçadan ibaretti. Önce «îskoçya'mn Çançiçekleri» ni çaldılar. Arkasından « Hıristiyan Askerleri., ileri» yi.... «Allahıma emanettir kralım..» ve «Bugün sana çiçeklerden taç takıyoruz ve Meryem Ana..» parçaları da çalının ca repertuvar tamam olmu ştu. Sonra aynı parçaları döne döne bir kaç defa dah a çaldılar. Müzik Nicolo'nun da ho şuna gitmi şti. Kulaklarını dikip bir dinleyi şi vardı ki, Robert'le Angelo bazan müzi ği unutup maymunu seyre dalmaktan kendilerini alamıyorlardı. Maymun, en fazla «îskoçya'mn Çançiçek-leri» parçası ndan ho şlanmı ştı. Kula ğının aşina oldu ğu bu melodiy^eftnlerken çocukların kar şısına geçip hoplayıp zıplama ğa, oynama ğa ba şlıyordu. Çocukların kendisiyle ilgilendi ğini görünce daha da şevke gelmi şti. Yemek esnasında kendisiyle ilgilenilmemesinin o nda üzüntü uyandırdı ğı, ne ş'esini bulamamasına sebep oldu ğu anla şılıyordu. Bir ara, koridora fırladı. Döndü ğü zaman elinde bir şapka vardı, ihtiyar Dandie'nin şapkası. Onu kemali ciddiyetle kafasına geçirdi. Sonra da, dedeyi taklit eder gibi, ma ğrur bir tavırla odanın içinde üç a şağı, be ş yukarı dola şmağa ba şladı. Arada bir de şapkasını çıkarıyor, kandilli bir temenna ile çocukları selâmlıyordu. Çocuklar kahkahalar la güldükçe o daha beter coşuyordu. Bu sefer de bir takım acayip sesler çıkarm ağa, şapkayı kuyru ğu ile tutup kaldırmak, sonra tekrar kafasına koyup altınd a kaybolmak gibi numaralara başladı. Bunları öyle çevik, öyle sür'atli hareketlerl e yapıyordu ki, takip etmekte bile mü şkülât çekiyorlardı. Nihayet büyük bir hiddete kapılmı ş gibi şapkayı fırlatıp odanın bir kö şesine attı. Sonra da pe şinden ko ştu, futbol topu gibi tekmeleye tekmeleye odanın içinde f ır döndü. Bir hayli de böyle oynadı. Şapkanın üzerinden taklalar attı, sonra büzülüp kıvr ılarak uyuma taklitleri yaptı. Angelo ile Robert kahkahadan kırılmı şlardı. Gülmekten gözleri ya şlarla dolmu ş, etrafı bulanık görmemek için ikide bir yenleriyle g özlerini silmek zorunda kalmı şlardı. Bu kahkaha tufanlarından biri daha ça ğlamakta iken kapı açıldı, Vita amca içeri girdi. Sakin ve so ğuk çehresinde bariz bir memnuniyetsizlik okunuyordu. Nicoîo'yu yerden tutup kaldırdı. Sustur du ve kö şede duran sepetine götürüp koydu. Sonra da Dandie'nin şapkasını yerden aldı, kolunun tersiyle sildi, temizledi ve Angelo'ya hitaben İtalyanca bir şeyler söyledi. Bu sözleri Angelo, Robert'e tercüme etti : — «Bu odada o kadar çok gürültü yapıyorsunuz ki, sa ğır oldu ğum halde ben bile duyuyorum,» diyor. Hem böyle bir mübarek günde bu kadar gürültü yapmak do ğru de ğildi. Parça bittikten sonra Vita amca Angelo'ya müte-bess im bir çehre ile bir şeyler söyledi. Angelo da Robert'e tercüme etti : — Diyor ki, takdis edilmi ş olmak çok önemli, çok büyük bir şeydir, sakın unutmayın, diyor. Şu dakikada, bizi öldürseler, parça parça etseler, y ahut ta ta ş kesil-sek hiç gam yemeyiz, zira dosdo ğru gidece ğimiz yer cennettir, diyor. Biraz sonra Robert'in ça ğırıldı ğını duydular. Yemek bitmi şti. Robert'le dedesi gideceklerdi. ihtiyar Dandie, ta şlıkta Mr. ve Mrs. Antonelli'nin ellerini tekrar tekrar sıkıyer, vedala şıyordu. Kolunu da sözde bir «pederane şefkatle» Clara'mn beline dolamı ş,. boyuna gülüyordu. Bir taraftan da Clara'ya : — Ben senin baban sayılırım. Hadi bakayım, yavr um... diyordu. Herkes kahkahalarla gülüyordu : — Güle güle... Güle güle.. Bir tek Thaddeus Gerrity'nin suratı asıktı. Geritty , Clara'mn sevgilisi olan delikanlıydı ve biraz evvel gelmi şti. İhtiyar Dandie, veda sahnesinde bir punduna getirip Clara'yı öpmeye de muvaffak olunca çocukca ğız öfkesinden, sinirinden pancara dönmü ştü. Nihayet Dandie ile küçük Robert sokaktalar.. Cadded en a şağı do ğru yürüyorlar. Robert'in kafasının içinde bu unutulmaz günün acı, tatlı bütün olayları dolanıp duruyor, ihtiyar Dandie de az heyecanlı görünmüyor. 133 132 Hafif de sarho ş.. Gözleri pırıl pırıl yanıyor. Arada bir denges ini kaybeder gibi de oluyor. Ama, çok de ğil, biraz. Robert dü şünüyordu :

Takdis edilmi ş olmak. Ne güzel şey bu.. Vita amcanın söyledikleri, kanatlarını açmı ş süzülen bir ku ş gibi, bir haberci güvercin gibi zihninde, beyninde içinde yaşıyor. Onu, sisli bir dalgınlık atmosferi içinde bir denbire göklere, sonsuzluklara do ğru yükselten şey acaba hâlâ karnında acayip bir yanma yapan Frasçati şarabı mı? «Eminim..» diye geçiriyor içinden.. Kilis eye ba şlama merasimini çok iyi bir şekilde, hattâ fevkalâde mükemmeliyetle ba şardı ğına inanıyor. Dandie'nin dilinin altında fena bir sözün bir yumru halinde toplandı ğını hisseder gibi oluyor. Fakat bir aralık kendini tutamıyor, ko şup önüne geçiyor ve büyük bir heyecan içinde elinden t utarak konu şuyor : — Dedeci ğim, benim sevgili biricik dedeci ğim.. Bizim Allah'ı çok seviyorum ama, bil ki seni de çok seviyorum... XIII Levenford yarı yarıya bo şaldı. A ğustos bütün ha şmetiyle bastırınca hali, vakti yerinde ailelerin büyük C-o ğunlu ğu deniz kıyısına, sayfiyeye indiler. Kasaba çok tenhala ştı. Sokaklar ıssız., însan bir yabancılık, bir yadı rgama hissediyor. Okulların açılmasına daha epey var. Çocuklar ekin t arlalarında, tozlu çitlerin diplerinde yanıyorlar, kararıyorlar. A ğaçlar susuzluktan yerlere e ğilmi ş. Arada bir esen hafif ve geçici bir rüzgâr bitkin bir iç ç eki şi halinde a ğaçlara şöyle bir dokunup geçiyor. Kasaba ıpıssız bir da ğ ba şı gibi.. Robert pazar yerinde akisler yapan ayak seslerini duyabiliyor şimdi. Kale mazgallarına do ğru birbiri üzerinde yükselen damlar, bombo ş kalmı ş ta ş binalar muhasara altında kalmı ş insanları kırılmı ş bir şehir havası veriyor. Robert'in günleri hâlâ Gavin'siz geçiyor. Daha dönm edi. Arada bir kart yolluyor arkada şına. Ama Robert o kartları aldıkça arkada şım daha fazla özledi ğini hissediyor, daha çok görece ği geliyor onu. Gerçi Leven-ford'daki hava gibi, Robert'lerin evinde de hâdiseler durgun ama, bu dah a ziyade zahirî bir durgunluk.. ^ Hani sudan yeni çıkmı ş, ölü balıklar vardır. Daha do ğrusu 134 ölü zannedilirler de birdenbire hareket edip suya a tla-yıverdiler mi, dirilir, hayatlarına devam ederler, i şte Robert'lerdeki de böylesine bir durum. Hâdiseler ölü gibi ama, her an canlanabilir, dirilebilirler. Yaz tatili boyunca hazırlamaları için " hocalarının verdi ği bir ödevi her ak şam çalı şarak peyderpey hazırlıyordu Robert. Bu, İskoçya Kraliçesi Mary hakkında uzun bir yazı olacaktı. Robert, her ak şam, bu çalı şmağa ba şlamadan evvel bahçeye çıkmayı, serinlikte biraz haya almayı itiyat haline getirmi şti. Robert, Kate'e çikolata yollaya nmaden fabrikası i şçisi Jamie Nigg'i her ak şam orada görürdü. Arkasını Robert'lerin evine çevirmi ş, onların alçak duvarlarının üstünde oturur, bir a ğız mızıkası ile monoton bir hava çalıp dururdu. Et- rafiyle hiç ilgilenmezdi. Bu hava hep aynıydı. Fakat hangi müzi k parçasından alınmaydı, bilmiyordu. Bunu Jamie'ye de bir defa sormu ş, fakat ondan da «Bilmiyorum.» cevabını almı ştı. Onun için «Jamie'nin havası» adını vermi şti. Keçiboynuzu gibi bir havaydı. Bir türlü bitmek, tükenmek bilmiyordu. Galiba, Jamie'nin mızıka ile çalmasını bildi ği ba şka bir şey de yoktu. Robert, hiç ses etmeden gider, Jamie'nin yanıba- şına otururdu. Etraftaki sarı otların üzerine ak şam üstleri çiseleyen inci tanecikleri şeklindeki kıra ğılar, susuzluktan, güne ş altında yanıp kavrulan tarlalara, bahçelere kurtar ıcı bir Haçlı Ordusu gibi yayılan sis tabakası Robert'! öyl e sevindirirdi ki.. Saat 7 sularında Kate evden çıkardı. Cakalı bir kır ıtı şla kapıda bir boy gösterir, sonra da arkada şı Bessie Ewing'e gitmek üzere yola dü şerdi. Sırtına ekseriya gri ya ğmurlu ğunu giyer, yakasını artistik bir pozla yukarı kaldı rır, ellerini ceplerine sokardı. Kate, bir haftadan fazl a bu şekilde, hâdisesiz gitti, geldi. Ne Ro-bert'le, ne Jamie'yle hiç ilgil enmedi. Yalnız Robert'e, başiyle, belli belirsiz bir i şaret yapıyordu. Jamie, bu i şareti görüyordu ama, hiç farkında olmuyormu ş gibi davranıyordu. Bu i şaret anlarında bir tek fark, mızıkanın sesinin biraz daha hafiflemesinden ibaret ti. Fakat Kate, yürümeye başladıktan sonra, Jamie, mızıkasının sesini perde per de yükseltiyor, Kate uzakla ştıkça daha tiz perdeden melodisine devam ediyordu. Sanki Kate'i ardından ısrarla, inatla kovalıyor gibi bir mızıka çalı ştı 135 bu. Kar şılıklı şarkı söylemeler, romantik bir gece, mehtap, balkon, kitara gibi lüzumlu klâsik unsurları mevcut de ğildi ama, bu Robert'e bir esrenat gibi

geliyordu. Yava ş, fakat inatçı, hedefinden vazgeçmez, sert bir sere nat.. Bir iskoç serenadı... Bir ak şam hiç beklenmedik bir hâdise oldu. Jamie, bermutat «Duvar üstü» serenadındaydı. Robert de onun yanında. Kate yine e vden çıkmı ş, Bessie'ye gitmek üzere yola revan olmu ştu. Tam onların yanından geçerken isteksiz bir tavı rla, mecburiyet hissedenlerin isteksiz tavriyle, durdu v e Robert'e çıkı ştı : — Eve gidip ödevine çalı şsam... Sert sert de suratına bakıyordu. Robert daha cevap vermeye vakit bulamamı ştı ki, Jamie, mızıkayı a ğzından aldı, kıra ğıdan üzerinde birikmi ş ıslaklı ğı hızlı hızlı silkeledikten sonra : — Yoo, dedi, çocu ğun hiç bir kabahati yok.. Bu söz üzerine Kate, Jamie'ye bakma ğa mecbur oldu. Fakat bakı şında gizlemeye lüzum dahi görmedi ği bir hiddet vardı. Bu hiddetin bir kaç sebebi olab ilirdi. Bir kere Jamie'nin her gün oraya oturup mızıka çalm a-sındaki inatçılık.. Sonra konu ştu ğu zaman Jamie'nin aya ğa kalkmak lüzumunu hissetmeden cevap vermesi.. Fakat hepsinden fazla kendi öfkesine kendisinin kız mış olması muhtemeldi. Kate'in bakı şı üzerine Jamie de gözlerini ona dikmi şti. Fakat bir kaç saniye süren bu bakı ştan ilk önce vaz geçen yine Kate oldu. Kısa bir ses sizlikten sonra Jamie lâf açmak istedi : — Bu gece hava çok güzel olacak... Kate'in cevabı hem sert, hem de biraz tersler gibiy di: — Bilâkis. Ya ğmur ya ğacak her halde... — Belki ya ğar.. Zaten, şöyle güzel, tatlı bir ya ğmur da ister artık... Kısa bir sessizlik daha oldu. Sonra Kate konu ştu : — Havadan bahsetmek için mi beni yolumdan alıkoydu nuz siz? Biraz çıkı şır gibi bir tonla söylemi şti bunu ama, gitmek için de hiç bir harekette bulunmadı. O çirkin yüzü asıktı ama, Robe rt kıza biraz daha dikkatli bakmak mecburiyetini hissetmi şti. Kate, ak şamın hafif 136 alacakaranlı ğında kavgaya hazırlanmı ş bir insan gibi bir aya ğını cesur bir tavırla ileri atmı ş öylece duruyordu. Yumruk yaptı ğı belli ol^n elleri ceplerindeydi. Robert, genç kızın vücudunun ne kada r mütenasip, ne kadar kuvvetli oldu ğuna bir anda dikkat etti. Bacakları da ne kadar düz gün, ayak bilekleri de ne kadar güzeldi. Bunu ilk defa farked iyordu çocuk. Jamie'nin de aynı mü şahedede bulunmu ş olması ve tabiatiyle içinde bir şeylerin uyanmı ş bulunması muhtemeldi. Delikanlı bu hislerin tesiri altında, ne yapaca ğını bilmeyen bir ruh hali içinde mızıkasını a ğzına götürüp dalgın dalgın bir şeyler çaldı, sonra da a ğzından hızla çekerek silkti. Böyle bir hava içinde bir çıkı ş yapmasının mümkün oldu ğunu dü şündü ve : — Ben de bu ak şam tam gezilecek hava, diyordum, kendi kendime., de di. Buzlar çözülüyor gibiydi. Kate ilk defa terslemeden, ha ttâ tamamen tersine bir cümle, söyledi : — Gerçekten de öyle ama, dedi, nereye gidilebil ir ki, de ğil mi? Jamie, fırsatı kaçırmak niyetinde görünmüyordu : — Ooo, dedi, insan bir kere istemeyegörsün. Nere ye olsa gidebiliriz. Yer mi yok?... Kate, ba şını «olmaz» gibilerden salladı : — Çok naziksiniz, teklifinize te şekkür ederim. Fakat ben arkada şım Miss Ewing'e gitmeye mecburum. Sonra gidiyormu ş gibi bir adım attı. Fakat Jamie duvardan, indi, üs tünün tozunu silkelerken de mazereti bir noktaya kadar hükümsüz bırakacak emri vakisini yaptı : — Ben de o tarafa gidecektim zaten, dedi. Sizi ark adaşınızın evine kadar bırakayım. Kate, içine girdi ği çıkmazda şaşırmı ştı. Emri vaki o kadar ani olmu ştu ki itiraz dahi edemedi. Çehresi asıktı yine, halinde de kızgı n insan hali yine vardı, fakat tuhaftır, yolda yan yana, fakat biraz mesafel i giderlerken de Robert, Kate'in tavrında biraz da memnuniyet ifadesi hisset ti. Gittikçe koyula şan alacakaranlı ğın Jamie'nin bacaklarındaki çarpıklı ğı gizleyebildi ğin! de farketti çocuk. 137

Şimdi tek ba şına kalmı ştı. Ak şamın karanlı ğında daha kuvvetle hissetti ği yalnızlı ğı içinde, o nemli, toprak kokulu havayı biraz daha içine çekti. Sonra da, sanki birisi onu kovalıyormu şçasına son sür'atle ko şmağa ba şladı, odasına daldı. Eskimi ş, yamalı çantasına e) attı. Biraz sonra kitapları/ defterleri önündeydi. Murdoch derslere daha evvel sarılmı ştı, anla şılan. Kitaplarının üzerine kapanmı ş, sayfalarını çevirip duruyordu ama, bir yandan da kaşımakta oldu ğu kafasından ya ğmur gibi kepekler dökülüyordu. Robert kendi kendine hep «Murdoch acaba gerçekten ders çalı şıyor mu?» diye sorar, buna, gördüklerinden edindi ği kanaata göre pek de müsbet cevap veremezdi. Zira, M urdoch'un ö ğretmen olma ğa niyet etti ğini ortaya koyan bir tek hareketini dahi o güne kad ar görmemi şti. Buna mukabil, kitaplarının arasında bir tohum katal ogu sakladı ğı bir iki kere gözüne ili şmişti. Bu da şüphesiz, onun, çiçekçili ğe olan a şırı merakını gösteren ciddî bir delildi. Garip de tabiatleri vardı Murdoc h'un.. Her Allanın günü, o hiç ayrılamadı ğı kitaplarının ba şından günde bir kaç defa olmak üzere kalkar, yüksek sesle ge ğirir-di. Mübarek delikanlı her yedi ğini de ğirmen gibi ö ğütür ama, adı «safrası hasta» ya çıkmı ştı bir kere. Onun için her ayıp hareketi gibi bu da mubahtı onun için. Ama hepsi bu kadar de ğildi ki.. Ayna vazgeçmedi ği sevgililerinden biriydi. Sık sık kar şısına geçer, kâh «mah cemâl» ini temasa eder, kâh bu mah cemâlini yok etmeye çalı şan sivilcelerle oynayıp durur, onları koparırdı. Vakitli vakitsiz bahçeye çıkıp Araf'taki ruhlar gibi dola şıp durdu ğu da çok olurdu. Zihninden geçenleri farkına varmadan açıklayıverdi ği de ekseriya olagelen i şlerdendi. Meselâ bir defasında : — Ah, dünyada ne harika yerler varmı ş meğerse, demi şti. Biliyor musun, Hollanda'da kilometrelerce kare geni şlikte tarlalarda sırf lâle yeti ştiriliyormu ş ? Dü şünün hele bir kere: Kilometrelerce lâle.. Ne güzel şey... Robert, ödevine çalı şmağa ba şladı ğı sırada, Mr. Lackie, o ğlu Murdoch'un arkasına isabet eden kö şede koltu ğuna oturmu ş, sessiz sedasız duruyordu. Elinde kamçısı ve dizginleri, arada bir atlara «deh» diyen bir ara bacıyı andırıyordu. Gelecek ay posta müdürlü ğünde memuriyet imtihanı oldu ğu için zavallı delikanlısının 138 yularlarını babası biraz sıkma ğa çalı şıyordu. Hattâ, arada bir, kamçının şaklamakta oldu ğunu gösteren emareler bile vardı. Gerçekte, Murdoch 'un bu imtihanları kazanması, yalnız kendi istikbali bakım ından de ğil, Belediye müfetti şi (!). Mr. Lackie'nin prestiji bakımından da elzem görünüyordu. Kendisini hemen hemen kimse sevmedi ği, kendi haline terkedilmi ş bir insan oldu ğu için Mr. Lackie, bazı kimselere «Küçük o ğlum memur du..» diyebilmek istiyor, bu bir cümlenin saltanatı içinde kendinin önemli bir şahsiyet oldu ğunu ispat etmek istiyordu. Mr. Lackie, bu sözü bilhassa, rahip efen -Jamie, Mr. Me Kellar'a, için için kıskanageldi ği sa ğlık dairesi âmiri Dr. Laird'e söylemek istiyordu. Robert, masaya, Murdoc'un tam kar şısına oturmu ştu. Onu fazla rahatsız etmemi ş olmak için de kendi kitaplarını, kendi tarafına usu lca koyuvermi şti. Dede, sinin kıl gibi yonutulmu ş ince kalemiyle imzalanmı ş olan bu kitapları, anneannesi de temiz kalsın, bozulmasın diye kırmızı kaplama kâ ğıtlarıyla kaplamı ştı. Bu evde hiç bir şeyin ziyan olmasına asla müsaade edilmez prensibi b u konuda tatbik sahası bulmu ştu. Okuldaki son 3 ayı bir üst sınıfta geçirmi şti. Evde hiç kimseye de, bir böbürlenme vesilesi yaptı demesinler diye söylememi şti. Robert bunu. Yeni hocası Mr. Singer'di. Kabak kafalı, a ğır hareketli, nizamı intizamı seven bir adam.. Robert'e kar şı hem mü şfik davranıyor, hem de derslerine iyi çalı şmasını te şvik ediyordu. Mr. Dalgleish'in sert ve ha şin muamelesinden kurtulmu ştu Robert. Artık kimseden çekinmiyor, korkmuyordu. Korkudan zihninin karı şıp ödevlerini alt üst etti ği günler bitmi şti artık. Hocanın suratına ödü patlaya patlaya, kar şısında put gibi durup bakmıyordu şimdi. Gerçekten de açılmı ştı Robert. Fevkalâde de çalı şkan bir ö ğrenciydi. Tarih kitabını karı ştırma ğa ba şladı. Okul karnesinin bulundu ğu sayfa açılmı ştı. Gördü karnesini. Robert, onu, arada sırada gizli gi zli bakıp keyiflenmek için oraya saklamı ştı. Fakat birden nasıl olduysa karne kitabın gizlil ik yüzünden de kızarıverdi. Büyükbabası Mr. Lackie de görmü ştü kızardı ğını. Tabii karnenin düştü ğünü de.. Şüphelendi. Robert'in kabahatli oldu ğu için kızardı ğını zannetmi şti. Karneyi alıp kendisine getirmesini

139 r i şaret etti çocu ğa. Yerden aldı, götürüp verdi. Büyükbaba Lackie karney i dikkatle gözden geçirmeye başladı. Bu inceleme boyunca derin bir sessizlik oldu. 3 aylık ders durumunu bizzat Mr. Singer eliyle yazmı ştı karneye ve durum şu idi : Matematik 10, Tarih 10, Co ğrafya 10, ingilizce 10, Fransızca 10, Resim 9. Notların altında bir de «Sınıfta-ki durumu: Sınıf b irincisi» diye bir yazı vardı. Mr. Lackie hayretler içinde öyle kalakalmı ştı. Notlar gözlerinin falta şı gibi açılmasına sebep olmu ştu. Bir daha, bir daha baktı. Üst tarafını tekrar o kudu. Hayır Robert's aitti bu karne. «R. Shannon» yazıyor du. Altındaki imza da «Geo. Singer, M. A.» idi. Karneyi incelemeye ba şladı ğı sıradaki bakı şlarında «Bu karnenin sahte oldu ğunu anladım ben..» demek isteyen bir ifade vardı ama, r esmî ba şlı ğı, ö ğretmenin imzasını görünce i ş de ği şmişti. Robert, büyükbabasının dü şüncelerini okuyor gibiydi. Mutlaka içinden «Sahte de ğil.. Her halde do ğru..» diyordu. Bununla beraber hiç de memnun görünmüyordu. Hani karnenin k ötü notlarla dolu olmasını, bu yüzden de Robert'i esaslı bir tekdir etmeyi terc ih ederdi her halde. İsteksiz bir tavırla ve âdeta küçük dü şmüş gibi bir hava içinde karneyi iade etti. Bir tek takdir kelimesi bile sarfetme-mi şti. Robert, yerinden kalkıp karneyi aldıktan sonra yine bir suç i şlemi ş gibi döndü, kitaplarına e ğildi. Her ak şam yata ğa girer girmez uyumuyordu Robert, Bazan gözlerini k aranlık tavana dikiyor, dü şüncelere dalıyordu. Murdoch yukarı çıktı ğı zaman o ekseriya yeni dalmak üzere bulunuyordu. Ekseriya bu durumlarda an neannesiyle kocasının bazı konu şmalarım istemeye istemeye de olsa i şitmek mecburiyetinde kalıyordu Karı koca hemen hemen her ak şam, yatmadan önce alçak sesle, uzun uzun konu şuyorlardı. Perdeli kö şesinde bu konu şmaların bazı kelimeleri Robert'in kula ğına geliyordu : Ardfillan Sa ğlık Kurumu, konferans vermesi için Mr. Lackie'yi da vet etmi ş. -O günkü pirzola kaç paraya alınmı ş? -Aman, ne de pahalı.. -Bu sene yazlı ğa, bir deniz kıyısına gitmek yok.. - O parayı yapı şirketine ya- 140 tırırlarsa çok daha iyi olur.. - Mrs. Lackie'nîn he men arkasından bir mütalâası.. Belki de önümüzdeki seneye Adam'ın i şleri daha iyile şir.. Yahut da Mr. Lackie sular idaresine müdür olur.. Ama o zaman a kadar da durumu iyi idare etmek lâzım, idare etmek., idare... Fakat Robert artık hiç bir şeye hayret etmiyor bu evde. Büyükbabasının hasisli ğine adamakıllı alı şmıştı. Fakat bu şiddetli para hırsının her geçen gün biraz daha onun benli ğine nüfuz etti ğini görüyordu. Masrafları daha fazla kısmak, her şeyi daima daha az parayla halletmek hususunda kafas ı yeni yeni keşifler pe şinde ko şuyor, yeni yeni «tasarruf ilhamları», onu en basit ihtiyaçlardan bile ebediyen vazgeçmek durumuna dü şürüyordu. Karısını, yalnız mutfak konusunda de ğil, evin bütün ihtiyaçlarında tasarrufa, kısıntılar a, daha doğrusu mahrumiyetlere sürüklenmeye mecbur ediyordu. A nneannesi, meselâ, Bruce'lar, Donald'lar gibi büyük ma ğazalardan alı ş veri ş etmek istiyor, fakat yapamıyordu. Bu ma ğazaların vitrinlerine bakıp bakıp geçiyordu kadınca ğız. Halbuki iyi malzeme kullanabildi ği zaman yemek pi şirmekte emsali yoktu , kadının. Hele çörekleri fevkalâde nefis oluyordu. F akat, onu da pek seyrek, evde fazla yumurta oldu ğu zaman yapardı. Kadınca ğız, çoluk çocu ğa, elce ğiziyle güzel şeyler pi şirmek, yedirmek istiyordu ama, hep cebinde duran o siyah para kesesine şöyle bir bakınca kendini frenlemek, çavdar ekme ğine katlanmak zorunda oldu ğunu anlıyor, Robert'i, Vennel'e, Durgan'ın dükkânına 25 kuru şluk kemik almak için gönderiyordu. Robert giderken de : — Söyle ona benim tarafımdan, üzerinde, şöyle hafif tarafından biraz et bıraksın., diyordu. Sonra da o fakir mahallesindeki Logan'ın dükkânına koşturuyordu Robert'i. Be şer kuru şluk havuçla şalgam aldırma ğa.. Robert, kadınca ğızın bu çırpınmalarını gördükçe ona acıyor, müthi ş üzülüyordu. Geçen Pazar günü Mrs. Lackie, sofadaki havagazı lâmbasına yeni cam takıyordu. Bir hayli zor olan bu i şi yaparken camı kırmı ş, teessüründen gözleri dolu dolu olmu ştu. A ğlamamak için kendini zor tutmu ştu.

Fakat, Mr. ve Mrs. Lackie'lerin o konu şmaları olurken Robert kendini adamakıllı yorgun hissediyordu. Uyumak istiyordu. Hem de bir a n evvel uyumak. Dal- 141 mak üzere iken «Belki yarın dedemle Antonelli'le re gideriz..» diye dü şündü. Gavin'den ayrı kaldı ğı haftalar, Robert, hep o küçük Angelo ile arkada şlık etmi şti. Bu 'insanı sıcaktan bunaltan, sıkan yaz günleri nde insanın yapacak bir şeyler bulması ne kadar da güzeldi. Angelo da Robert 'le oynadı ğı, güzel güzel vakit geçirebildi ği için memnundu. Halinde çok tatlı bir canlılık var dı. Baygın gözleri hep etrafta bir şeyler arıyormu ş gibi dola şıyordu. Bu haliyle de şip şirin, tatlı bir kız çocu ğuna benziyordu. Evlerinin avlusunda ko ştukları zaman Robert'in elini tutardı. Ak şam olup ayrılmaları vakti gelince de a ğlama ğa başlardı. Epeyce şımartılmı ş bir çocuk oldu ğu muhakkaktı. Clara ile aralarında 12 ya ş fark mevcuttu. O sempatik, şi şman, yumu şak huylu ve o ğlunu çok seven babasını hep istekleriyle yorar, fakat her istedi ğini de aldırırdı. Şeker, çikolata, meyva, oyuncak; her şey.. Evin her tarafı ona serbestti. Misafir odasına bile gayet büyük bir pervasızlıkla girerdi. Çikolatalı bisküvi kutusunu, komposto tenekesini Öyle büyük bir rahatlıkla bo şaltır, öyle serbest ve rahat bir tavırla istedi ğini, istedi ği miktarda yerdi ki.. Robert, evinde bir bardak suy u bile bu kadar rahatlıkla alıp içemedi ğini gayri ihtiyarî dü şünürdü. Günün her dakikasındaki evin içinde nazlanmaları, i stemeleri duyulurdu : — Anneci ğim, kavun istiyorum ben... — Babacı ğım, bana limonata versene... Bir gün Robert'e mütebessim bir çehre ile memnun me mnun anlatmı ştı. Bir gece yarısı uyanmı ş. Cam sucuklu yumurta istemi ş. Hiç çekinmeden annesini uyandırmı ş, sucuklu yumurtayı pi şirtip yemi ş, ondan sonra yatmı ş. Bununla beraber taba ğında yeme ğini hiç bir zaman bitirmeyen bir çocuk olarak tanırdı onu Robert. Sonra, nedense, sık sık da hast a olur, yata ğa dü şerdi. Bazan Angelo ile Gavin'i mukayese ederdi. Robert.. Gavin'in sert ve so ğuk, fakat yerinde candan olabilen halini dü şünürdü. Ciddi bir tavırla, konu şmadan duru şları, cimriliklere, manasızlıklara kar şı nefreti var- 142 di. Bunları hatırladıkça içinin burkuldu ğunu, bir yerinin —onun yoklu ğundan dolayı— acıdı ğını hissederdi. Fakat Angelo'da da hareketsizli ğine, yava şlı ğına ra ğmen tatlı bir taraf buluyordu. Sonra.. Sonra maymun da vardı.. O da, onlar için çok kıymetli ve büyük bir e ğlence idi. Mütemadiyen maymunla oynuyorlardı. İki çocu ğun iyi anla ştı ğını, birbirlerini sevdiklerini gördü ğü için Angelo'nun annesi Robert'i daima evlerine davet ediyor, ikisin in ba şbaşa e ğlenmelerinden zevk duyuyordu. Kocası şimdi paralı bir insan oldu ğu için Mrs. An-tonelli artık görü ştü ğü kimselere önem veriyor, seçiyordu. İlk önceleri kasabada herkes onlara küçük gören bir gözle bakıyormu ş. Halbuki şimdi.. Meselâ kızları Clara, o her .zaman şık kıyafetiyle, bir nakliyat şirketi müdürünün o ğlu olan Thaddeus Gerity'nin yanına pekâlâ yakı şıyordu. Mrs. Antonelli'nin, her gün ö ğleden sonra evlerine gelen Roberte' yakın ilgi göstermesinin aynı mahiye tte bir sebebi vardı. Kadının, sempatik küçük bir okul ö ğrencisi oldu ğu halde yine de Ratolik olan Robert'e tatlılıkla muamele etmesi, dedesini şaraplarla, pastalarla a ğırlaması, kibarlar semti olan Drumbuck yolunu ve kasabanın ye rlilerince önemli telâkki edilen memur sınıfım temsil etmelerinden ileri gelm ekteydi. Yalnız Robert, dedesinin Frascati şaraplarını gövdeye indirdikten sonra hallerinden baya ğı endi şe ederdi. Alkolün tesiriyle dedesinin Clara'ya ve M rs. Anto-nelli'ye biraz «fazlaca yakınlık» göstermesi R obert'i eni konu üzer, tedirginle şir, için için kendini yerdi. Böyle anlarda Clara, g özlerini ihtiyar Dandie'ye diker, korkulu korkulu bakar, Mrs. Antone lli de ka şlarını çatar, so-murturdu. Mrs. Antonelli o derece esmer bir kadındı ki, Robert, gayri ihtiyarî, kadınlı ğına ra ğmen bu kadın her halde her gün tra ş oluyordur, diye dü şünürdü. Dedesinin hareketlerinden mütevellit tedirginli ğinden Robert'in kurtulması pek güç olmazdı ama. Zira, ihtiyar Dandie'nin o «yakınl ı ğı» bir anlık bir rüzgâr esintisi gibi geldi ği gibi gidiverirdi. O munis bir yelkenli gibi hayat ının

günlük akı şı içinde, bir anlık bir çe şni de ği şikli ğini tadar, sonra da o hayat, normal mecrası için akıp gitmeye devam ederdi. Bunun üzerine içi adamakıllı rahatlardı Robert'in. Bir rahatlık içinde de olanları unutur, Angelo'yla soka- 143 ğa çıkarlardı. Ya gider, çayırdaki bandonun çaldı ğı mar şları dinlerler, yahut da gölde sandal kiralayıp kürek çekerlerdi. Bazan da V ita amcayla beraber yürüye yürüye Mukaddes Melâike Kilisesindeki âyine giderle rdi. Vita amca garip tabiatli bir adamdı. Çok sessiz, içine kapanık bir hali vard ı. Biraz da bönce, aptalca idi. Evde hiç kimse onunla me şgul olmaz, ilgilenmezdi. O da gününün yarısını kilisede dua ile geçirir, di ğer yarısında da evde maymunu ile oyna şırdı. Ağustos'un sonlarında idi. Bir ak şam evde, oturuyorlardı. Ta şlıktaki lâmbanın fitili biraz fazla açılmı ştı. Mrs. Lackie, Robert'e «Git, şunu biraz kıs..» demi şti. O tam lâmbanın ba şında iken Kate yanına geldi. O ak şam eve biraz geç dönmüştü. Kapıdan girince de onu görmü ştü. — Sen misin Robie? dedi. Henüz ta şlıkta ı şı ğın yanmakta oldu ğunu görünce bir an bocalamı ş, ne yapaca ğını şaşırmı ş gibi olmu ştu. Ama, sesinde yine dostça ve sıcak bir ifade var dı. — Benim, Kate., diye cevap verdi Robert. Robert, tavanda asılı duran lâmbaya yeti şebilmek için çekti ği bir iskemlenin üzerine çıkmı ştı, î şini bitirdikten sonra inerken Kate, koltuk altlarından tutarak onu çabucak yere i ndirdi. Sonra da : — Biraz benimle gelir misin, yavrum? diye mırıl dandı. Robert, bu davetten garip bir zevk duymu ştu. Son zamanlarda Kate'în kendisine kar şı çok iyi davranmakta oldu ğunu görüyor ve bundan ho şlanıyordu. — Bana bak, Robie. Bir şey söyleyece ğim sana., diye sözlerine ba şladı. Fakat birden durdu. Gülmesi tutmu ştu. — Şey., diye devam etti. Çok tuhaf bir vaziyet oldu da .. Jamie Nigg, beni Ardfillan panayırına götürmek istiyormu ş. Bugün söyledi. Bir daha güldü Kate. Ama düşündüm. Benim onunla yalnız ba şıma oraya gitmem do ğru olmayacak. Görenler ne der, de ğil mi? Mahzuru ona belirttim. Tabii kabul etti. Onu n için.. Dedi ki.. Şey.. Yani ikimiz dedik ki.. Robert'i de alalım y anımıza.. O ia gelsin.. Ha?.. Ne dersin, Robie?. Gelmek ister misi n bizimle Ardfillan'a panayıra? E ğlenirsin hem... 144 Robie Ardfillan'a, panayıra gelir miydi?» Böyle sor u da olur muydu yani?.. Panayırdaki o fevkalâde e ğlencelerin methini az mı i şitmi ş, onları ya şamayı az mı hayal etmi şti çocuk?.. Civar kasabalar ve köyler halkı her sen e orada bir defa toplanırlar, sergiler açarlar, hem alı ş veri ş yaparlar, hem e ğlenirlermi ş. Robert bunları kafasından geçirirken cevabını da ve rmi şti : — O Kate.. Elbette gelirim. Niçin gelmeyecek mi sim? Kate memnun olmu ştu : — Pekâlâ Robie, dedi. Mesele kalmadı o halde.. Sonra Robert'i kolundan tuttu. Sıktı. Bu bir ok şama, memnuniyet ifadesiydi. Sonra merdivenlerden yukarıya, odasına çıkma ğa ba şladı. Fakat bir kaç basamak sonra durdu. Aklına bir şey gelmi şti. Hemen geri döndü : — Robie, dedi, Gavin'i gördüm istasyonda. Arkad asın Gavin'i.. Gelmi şler... Gelmi şti ha?.Nihayet gelmi şti Gavin, öyle mi? Halbuki Robert onu dört gün sonr a bekliyordu. Ne iyi etmi şti de gelmi şti. Müthi ş sevindi Robert.. Demek onu, o sevgili, canı, ci ğeri olan arkada şım yarın görebilecekti artık. Arrlfillan panayırı haberiyle birlikte bu haber ilk duydu ğu sevinci katmerlendirmi şti. Büyük bir heyecan içinde soluma ğa ba şladı Robert, içi içine sı ğmıyordu. Sokak kapısına do ğru yürüdü. Araladı, e şi ğe çıktı. Ba şını gökyüzüne kaldırdı. Bir tek yıldız görünmüyordu semada.. Gökyüzü silinm i ş, kaybolmu ş, yerine uçsuz bucaksız bir siyahlık gelmi şti sanki. Fakat ılık ılık esen rüzgâr içini şevkle, umutla doldurdu yine. Ya şamak güzel şeydi. Gerçekten güzel şeydi do ğrusu. Yalnızlıklara, kimsesizliklere, öksüzlüklere ra ğmen güzel şeydi. XIV Yata ğında heyecanlı, telâ şlı saatler geçirdi. Bir an evvel uyumak, sabahı bir an evvel bulmak, Gavin'ine bir an evvel kavu şmak istiyordu. Bu arzusunun şiddeti

onun bir an evvel dalmasına, uyumasına da mâni oluy ordu aslında.. Bu mücadelenin ne kadar sürdü ğünü hatırlamıyordu. Nihayet sabah olmu ştu. Gözlerini açar açmaz soka ğa fırladı. Elinde bir yı ğın dergi vardı. Angelo'dan 145 okumak için almı ştı onları,. O gün de götürece ğini yaat etmi şti. Onları Angelo'lara bırakacak ve do ğru Gavin'e ko şacaktı. Fakat tam mezarlık yolundan aşağı do ğru hızlı hızlı iniyordu ki kar şıda Gavin'i gördü. O da onlara geliyordu. Birden haykırdı : — Gavin... Mutluluktan, arkada şına kavu şmanın verdi ği haz-dan Gavin'in de gözlerinin içi gülüyordu. Hiç bir şey söylemedi. Sadece o candan, o içten kopup gelen samimiyetle Robert'in elini yakaladı. Sıktı. Gözler inde parlayan mutluluk tebessümünü dı şarıya vurmamak için büyük zorluk çekiyordu. Zira gü lümsemeyi bir zaaf i şareti telâkki ederdi. Boyunda, bo şunda bir de ği şiklik olmamı ştı ama, adamakıllı kararmı ştı, teni güne şten iyice yanmı ştı. Bu görünü şü ile eskisinden daha ciddi, daha a ğır ba şlı bir hali vardı. Robert, onu kar şısında görünce artık hiç bir mutluluk aramadı ğını hissetmi şti. Bakı şları kar şıla ştı ğı zaman Gavin'in gözlerinden içine a ğır a ğır bir dostluk sıcaklı ğı yayıldı. Onım uzun bir süredenberi özlemim çekti ğini bu bakı şlar, bu dostluk, bu ilgiydi i şte. Robert büyük bir heyecanla içindekileri ona dökmek ihtiyac ı ile kıvranıyordu. Meselâ onu ne kadar büyük bir i ştiyakla özledi ğini, her gün onun yoklu ğunu benli ğinin en derin kö şelerinde bile hissetti ğini söylemek istiyordu. Fakat tuttu kendini. Zira yasaktı böyle tezahürler, aralarında. Ciddi ve sakin olmak, kuvvetli olmak, lüzumsuz lâkırdılardan uzak durmak gerekti. Gavin : — Seni alma ğa geliyordum., dedikten sonra, böyle erken gelme kte olmasının sebebini izaha ba şladı. Gözlerini kar şılara dikmi ş, bizim Winton tepelerine doğru bakıyordu : — Rüzgârlı Kaya'ya gideriz, diye dü şündüm. Kartal varmı ş. Oradaki hancı söylemi ş babama. Güne ş yükselmeden kayalara çıkar, kartalı ararız. Yem eğimizi de aldım yanıma.. Robert baktı. Çantası arkasındaydı. Gayri ihtiyarî yine mutlulu ğunu dü şündü. Gavin... Kartal... Ve da ğlarda geçecek olan bütün bir gün.. Kalbi yerinden fırlayacakmı ş gibi oluyordu bu mutluluktan, heyecandan... — Fevkalâde.. Fevkalâde.. Şu dergileri Angeloya bırakıp hemen gidelim. 146 Gavin anlamamı ş gibi : — Angelo kim? diye sordu. Robert, hemen i zah etti: — Angelo Antonelli, hani şu küçük italyan çocu ğu var ya o i şte.... Sen tatilde iken onunla bir hayli arkada şlık ettik. Bize nazaran çok küçük bir çocuk tabii ama. Gavin'in gözleri bulutlanmı ştı. Robert'in söylediklerinden endi şeye kapıldı ğı, kalbinin incidi ği hissediliyordu. Robert bunu anlayınca birden sust u. Gavin biraz ha şinlenmi şti: — Benim bildi ğim Levenford'da bir tek italyan ailesi var. Şu dondurmacılar.. O aileden biri eskiden sokak sokak dola şıp, armonika çalar, maymun oynatır, dilenci gibi para toplarm ı ş. Robert'in kulakları yanma ğa ba şladı. Çok sevdi ği bu insanların aleyhinde, hem de Gavin gibi birinin konu şması onu eni konu üzmü ştü. Vita amca, Nicolo.. Teessüründen a ğlamaklı oldu. Fakat Gavin, sevgili arkada şının bu halinin hiç farkında de ğilmi ş gibi sözlerine devam ediyordu : — Yoksa onların pis yumurcaklarından biriyle ar kada ş mı oldun sen? Fakat Robert'in sesi, iradesi dı şında bir tuhaf, hattâ biraz sert çıkmı ştı : — Ben, o şirin Angelo'dan hiç bir fenalık gördü ğümü hatırlamıyorum Gavin... Gavin, Angelo isminin böyle mü şfik bir sıfatla Robert'in a ğzından çıktı ğını görünce derin bir yerinden yaralanmı ş gibi oldu. Bunu meydana vurmamak için de alaylı bir sesle konu ştu : — Angelo, şirin Angelo ha?... Sen şimdi bo ş ver Angelo'ya filân da, hadi gel, kayalara çıkalım. Orada ayrı kaldı ğımız süre zarfında neler yaptı ğımızı birbiri- . mize tatlı tatlı anlatırız, olmaz mı?

— Bugün götürece ğime dair söz verdim. Sözümü yerine getirmezsem çok ayıp olur. Graphic, Sphere, Illustrated ve Lon don New dergileri.. Robert dudaklarının kurudu ğunu hissediyordu. Dergileri methederek Antonelli'le ri savunmağa çalı şıyordu. Devam etti : 147 — Bu haftaki dergilerden birinde kelebe ğin, tâ tırtıl halinden ba şlayarak en mütekâmil haline gelinceye kadar geçirdi ği safhaları gösteren nefis foto ğraflar var. Mrs. Antonelli, bu dergileri her cumart esi İtalya'daki ak- > rabalarma gönderiyor. Onun için postayı aksatmama m şartiyle bana da veriyor, okuyorum. Şayet şimdi götürmezsem postaya yeti şmez. Hem çok ayıp olur, hem de bir daha bana vermezler.. Gavin'in suratı balmumu gibi sapsarı olmu ştu. Sesinde bir sinirlilik ve bariz bir kıskançlık hissedilmekteydi. Birdenbire hiddetl endi : — Nihayet senin bilece ğin bir i ş bu.. O mendebur ahbaplarını bana tercih ediyorsan o zaman ba şka, istedi ğin gibi hareket edebilirsin. Ben şimdi dosdo ğru Uzun Kayalara gidiyorum, îster benimle gelirsin, ister sevgili Angelo'na gidersin. Keyfin bilir.. Bir an durdu. Gözleri Robert'ten ba şka tarafa bakıyordu. Onunla gözgöze gelmek istemiyor gibi bir hali vardı. Budaklan asabî ihtil âçlarla titriyordu. Ma ğrur ve vakur olma ğa çalı şan bir tavırla ka şlarını çatmı ş, öylece duruyordu. Robert, iki arada bir derece kalmı ştı. Haykırmak, Gavin'e haksız oldu ğunu, durumu bu şekilde değerlendirmesinin sakat bulundu ğunu söylemek, «Ne olur, beni anla.. Mü şkül durumda bırakma beni..» diye yalvarmak istiyordu. F akat, Gavin, haksız oldu ğunu düşünmenin, farketmenin yarattı ğı haleti ruhiye içinde daha fazla sinirlenmi ş, daha inatçı olmu ştu. Bir kere ok yaydan çıkmı ştı, basit ve nispeten e ğlenceli bir «kapris» halinde ortaya çıkan konu, ciddi bir t artı şma halini almı ş, iki sevgili arkada şın arasının açılmasına kadar varabilecek bir durum yaratmı ştı. Gavin'in mânâsız inatçılı ğı kar şısında Robert de sustu. Hiç bir şey söylemedi. Gavin döndü, Uzun Kayalara do ğru yürümeye ba şladı. Robert, hiç beklemedi ği, aklından, hayalinden bile geçirmedi ği bu havganın verdi ği şaşkınlıkla, ne oldu ğunu, neye u ğradıklarını anlayamadan orta yerde dona-kalmı ştı. Nihayet yava ş yava ş yürümeye ba şladı. Kendinin bile farkında değil gibiydi. Ayakları onu şuuraltı bir şevkle Antonelli'lere do ğru sürüklüyordu. Dergileri bırakıp dönerim, diye dü şünüyordu. 148 Fakat Levenford dondurma salonuna gelince An-gelo'y u kendisinden daha üzgün bir durumda buldu. Küçük çocuk, arkada şına gözya şları içinde : — Nicolo hasta.. Hem de çok hasta., diye üzüntüsünü n sebebini anlattı. Kabahat Clara'da, o kötü kalbli, dü şüncesiz Clara'-daymı ş. Vita amca ak şamları Mukaddes Melâike Kilisesine gitti ği zaman Nicolo'yu dı şarı çıkarır, bırakırmı ş. Hayvanca ğız bu bo ğucu gecelerde hava alsın, bunalma--sın diye. Vita a mca da bir kaç saat kalırmı ş kilisede. Yalnız, her ihtimale kar şı hava bozarsa hayvanca ğız içeri girebilsin diye de penceresini açık bırakırmı ş. Zira Nicolo, böyle hallerde su olu ğuna tırmana tırmana rahatça çıkar, açık pencereden içeri girermi ş. Fakat iki gece evvel çıkan müthi ş fırtına pencereleri kapamı ş. Kafasız Clara da akıl edip hayvanca ğızı bir aramak zahmetine katlanmamı ş. Tabii Vita amca kilisede oldu ğu için hayvanca ğız şiddetli sa ğnağm altında kalmı ş. Ancak gece onbuçukta Vita amca kiliseden döndü ğü zaman hayvanca ğızı bulmu ş. İliklerine kadar ıslanmı ş tabii zavallı Nicolo.. Avlunun bir kö şesinde büzülmü ş kalmı şmış. Robert, Angelo ile beraber yukarı çıktı. Evin içi d armada ğınıktı. Her şey birbirine karı şmıştı. Mrs. Antonelli mutfa ğa kapanmı ş, çama şır yıkıyordu. Ocakta bir kazanda su kaynıyordu. Clara, soka ğa bakan odasında divanın üzerine yüzükoyun uzanmı ştı. Mr. Antonelli Vita amcanın odasındaydı. İri gözlerinde mustarip bir ifade vardı. Vita amca da Nicolo'yla m eşguldü. Kollarını sıvamı ştı. Maymun, her zamanki yuvası olan sepetinde de ğildi. Yataktaydı. Vita amcanın geni ş yata ğında. Tam ortaya oturtulmu ş, arkasına yastıklar konulmu ştu. En güzel yün hırkası sırtına geçirilmi şti. Ba şında da tepesi yün püsküllü, yumu şak bir Napoli takkesi vardı. Ufacık suratı hastalıktan son ra daha da ufalmı ş, o koca yata ğa girince de hemen hemen kaybolmu ştu. Çok endi şeli görünüyordu. Arada bir di şleri birbirine vuruyor, vücudu tirtir titriyordu. E trafındakilerin bakı şlarındaki üzüntü onun da gözlerinde vardı.

Vita amca elindeki tastan parmaklarının uçlariyle a ldı ğı bir ya ğı maymunun göğsüne sürüp duruyor, o ğuş-turuyordu. Bir yandan da mütemadiyen konu şuyordu. 149 Kâh kendi kendine söyleniyor, kâh maymuna, kâh da M r. Antonelli'ye hitap ediyordu. Karde şine söyledikleri sitemli, tariz dolu lâflardı. Robert'in gözleri bir ara Angelo'ya takıldı. Artık ağlamıyordu. O da durumdaki meraklı havaya kendini kaptırmı ş, teessür içinde hayvanı seyrediyordu. Amcasının sözlerini fısıltı halinde bir sesle Robert'e tercüm e etti : — Allah'ı unuttuk da onun cezasını çekiyoruz, d iyor Vita amcam. Babamın i şten, para kazanmaktan, Clara'nın da erkek dü şünmekten ba şka bir i şleri yokmuş da bu belâlar onun için ba şımıza geliyormu ş. Bugünkü varlıklı halimizin, zenginli ğimizin temelinin kendisi ile Nicolo oldu ğunu söylüyor. Yiyecek ekmek bile bulamadı ğımız günlerde Nicolo'yla ben çalı ştık da be ş on para kazandık, diyor. Ya Nicolo'cuk ölürse, diyo r.. Hani demin a ğlamı ştı ya, o zaman söylemi şti.. Nicolo'cuk ölürse bizim de bahtımız kapanır, t alihimiz uçar gider onunla beraber., demi şti. Bu sırada Mrs. Antonelli odaya girdi. Kaynar suya b atırılmı ş, buharları tüten bir bezi bir tasa koymu ş, getirmi şti. Karyolanın yanına dikildi, bir emir bekler gibi durdu. Vita amca sıcak bezi alarak hayvanın gö ğsüne bastırma ğa ba şladı. Clara bir hortlak görmü ş gibi korkuyla kapıya do ğru fırladı. Oradan, a ğlamaktan kızarmı ş gözlerle, korku içinde bu tedavi sahnesini seyrett i. Fakat bu tedavi usullerinin Nicolo'ya bir iyilik sa ğlamadı ğı da görülmekteydi. Nihayet Vita amca parladı. O sessiz sedasız, halim selim adamın bu kızgınlı ğı görülecek manzaraydı gerçekten. Elindeki bezi kızgı n bir tavırla birdenbire fırlatıp atmı ş, ba ğırıp ça ğırma ğa ba şlamı ştı. Robert, Vita amcanın söylediklerim, yine An-gelo'nun kula ğına fısıldayarak yaptı ğı tercümeden ö ğrendi : — Nicolo'yu mutlaka bir doktora göstermek lâzım, d iyor.. Hem de kasabanın en iyi doktoruna.. O kaltak Clara hemen gitsin; ko şa ko şa gidip doktor bulsun getirsin, o fena kalbli Clara, diyor.. Clara hakkında sarfedilen sıfatlara itiraz etmeyi d üşünmemişti ama, bu doktor lâfına itiraz etmi şti, italyanca olarak söyledi ği sözleri yine Angelo nakletti. Robert'e : 150 — Clara da diyor ki, maymun muayene etmek için h iç bir doktor gelmez, veteriner ça ğıralım, diyor... O anda Vita amcanın yüzünde beliren kızgın havadan veterineri kabul etmek istemedi ğim tahmin etmi ştim. Angelo ba şını sallayarak : — Evet, dedi, Vita amca veteriner istemiyor. Mut laka doktor olacak, diye dayatıyor. «Elimizde avucu- \muzda ne varsa hepsini verelim. Bütün altınlarımız ı ve-\relim. Kasabanın en iyi doktorunu getirelim.» diyor. Clara boynunu büktü. A ğlaya a ğlaya şapkasını ge-irdi ba şına. Babasının verdi ği avuç dolusu parayı kü-çantasına koyduktan sonr a odadan çıktı, doktor •ama ğa gitti. \ Şimdi doktor bekleniyordu. Ev halkı, Robert dahil, m aymunun yattı ğı yata ğın etrafına dizilmi ş olan sandal-ykere oturarak maymunu seyretmeye ve d oktoru bek-lömeye ba şladılar. Yalnız Vita amca, eline bir te şbih aîmı ş, yata ğın yanına diz çökmüş, bir taraftan te şbihini çekiyor, bir taraftan da dualar mırıldanıyor du. l Yarım saat sonra Clara göründü. Fakat yanında dok tor falan yoktu. Gitti ği gibi tek ba şına dönüp gelmi şti. Onu yalnız gören Vita amca hemen yerinden fırla dı. Clara'ın üzerine yürüdü, italyanca, ba ğırıltılı gürültülü bir sorgu sual faslı başlamı ştı. Durum çok geçmeden anla şıldı. Vita amca, hiddet içinde ba ğırıp çağırdıktan sonra şapkasını kaptı ğı gibi soka ğa fırladı. Ben de anlamı ştım ama, Angelo durumu açıkladı : — Dört doktora gitmi ş Clara. Hiç biri gelmemi ş. Vita amcam kendisi gitti şimdi de. in şallah ba şına bir i ş gelmeden doktor getirir. Hasta maymunun ba şucunda bu seferki bekleyi ş tam birbuçuk saat sürdü. Sonra sokak kapısının açıldı ğını duydular. Hep birden fırladılar yerlerinden. Ni hayet Vita amca gelmi şti. Yanında bir doktorun bulundu ğu birisiyle konu şmakta olmasından anla şılıyordu. Derin bir nefes aldılar hepsi de....

Çok geçmeden doktorla Vita amca içeri girdiler. Dok tor, ihtiyar, zayıflıktan sırf kemikten ibaret görünü şte bir adamdı. Adı Galbraith'di. Kasabada kıymetli bir doktor olarak bilinirdi ama, aksi tabiatli bir adam oldu ğu için halk kendisini pek sevmezdi. Vita amcanın, 151 o cahil, sa ğır haliyle bu aksi herifi nasıl kandırıp bir maymun u muayeneye getirebildi ğine herkes şaşmış kalmı ştı, i şin garibi, doktor para için de kabul etmi ş de ğildi bu i şi. Aksi tavırlı doktor, bir an, odadakilere «Dı şarı çıkın hepiniz..» diyecekmi ş gibi baktı ama, söylemedi. Sonradan vazgeçmi ş olacaktı. Gözlerini yata ğın ortasına kurulmu ş olan maymuna çevirdi ve yava ş yava ş yay nına yakla ştı. Önce hayvanın ate şine baktı, sonra nab/ sını saydı, orasını burasını yokladı, boğazını, dilini muayene etti. Sonra da çantasından çı kardı ğı bir dinlence aletini hayvanın gö ğsüne, sırtına, muhtelif yerlerine dayayarak dinledi . Maymun, çokusluydu. Adamın doktor oldu ğunu, kendisini iyile ştirmek için geldi ğini anlami ş-tı sanki. Korkudan, koca koca açılmı ş gözleriyle diktenin çehresine bakıyordu. Bakı şlarında tam bir itirjıat ifadesi farkediliyordu. Do ktora güven duydu ğunu ihsas etmek istiyor gibiydi. Dr. Galbraith, dü şünceli bir tavırla elini keçi sakalına götürdü, sıv azladı. Hastaya sıcak bir ilgi ve anlayı şla bakıyordu. Doktor, odadakileri tamamen unutmu ş gibiydi. Halbuki, bütün ev halkı da, Robert de, on un en küçük bir hareketiyle dahi ilgileniyorlar, bir bakı şından dahi mânalar çıkarma ğa çalı şıyorlardı. Doktorun dürüstlü ğüne, hasta hayvana kar şı gösterdi ği yakın ve gerçek ilgiye hayran kalmı şlardı. A ğzından çıkacak sözleri büyük bir merak ve sabırsızlıkla bekliyorlardı. Angelo, bir ara Robert'in kula ğına e ğilmi ş : — Vita amcamın söyledi ğine göre, çok iyi bir dok-tormu ş bu adam. Hem baksana nasıl dikkatle muayene ediyor Nicolo'yu.... Nihayet doktor Nicolo'nun yanından ayrıldı, geri ge ri bir iki adım attı. Dudaklarında kuru bir tebessümden ba şka bir şey yoktu o anda. Çantasından matbu başlıklı bir defter, cebinden de bir dolmakalem çıkard ı. «Mr. Nick Antonelli» adına iki reçete kaleme aldı. Sonra da o küçük, siy ah çantasını topladı ve nihayet konu ştu : — İlâçtan dört saatte bir vereceksiniz. Yatakta sıcak tutacaksınız. Ve ak şam sabah, günde iki defa keten tohumu lapası yapacaksı nız. Sadece sulu şeyler yiye- 152 çek. Ba şka yok. Kuzey Afrika'nın «Rhesus Macaque» cinsi güz el maymunlardan biri bu ama, ne yazık ki, bu cinsin ci ğerleri zayıftır. Sizinki de iki taraflı zatürrie olmu ş. Dikkatli bakılırsa geçer. Şimdilik Allahaısmarladık ve çıktı, gitti. Vita amca caddenin tâ sonuna kadar arkasından ko ştura ko ştura gitti ama, adama beş para bile muayene ücreti olarak kabul ettiremedi. O zaman, hepsi anladılar ki, doktorun gösterdi ği sadece ilmî bir ilgiden ibaretti. Robert'e mikros kobun başında geçirdi ği saatlerde büyük heyecanlar veren, sonradan da hay atının en zevkli anlarını kendisine ya şatan o güzel, o ferahlık verici, maddeden, menfaatten tamamen uzak ilgi.... O anda, bu az konu şan, sükuti îskoç doktoru ile arasında, Robert, ırkî ve bilhassa fikrî bir birlik hissederek içinden gururlandı. Hemen heyecanlanabilen bu ate şli Akdeniz çocu ğu italyan üzerinde doktor bir kaç dakika içinde mükemmel bir tesir uya ndırmı ş, onları kendisine hayran etmi şti. Doktor gittikten sonra evin içinde rahat bir hava e smeye ba şladı. Bütün millet seferber edildi. Herkesin yapaca ğı i şler ayrı ayrı kendisine bildirildi. Robert'e de ilâçları eczaneden alıp getirmek görevi dü şmüştü. Clara ile annesi, yakı olarak kullanılması gereken keten tohumu lapas ını hazırlama ğa ba şladılar. Vita amca da suyundan çorba yapıp Nicolo'ya içirmek üzere tavuk ha ş-lama ğa koyulmu ştu. Maymun sessiz sessiz yata ğın ortasında oturuyor, melûl mahzun duru şuyla hüzünlü bir hava yaratıyordu. Hiç bir belirti göstermeden sütünü içti. ilâcını aldıktan sonra da kendinden geçti, uykuya d alar gibi oldu. Odadakiler durumu farkedince onu rahatsız etmemek için ayaklar ının ucuna basa basa birer birer odadan çıktılar.

Robert, daha o ya şta, ci ğer hastalıklarının çok tehlikeli oldu ğunu ö ğrenmi ş bulunuyordu. Onun için çifte zatürrenin ne gibi iht ilâtlara yol açabilece ğini aralarında bir tek Robert biliyordu. Nitekim ertesi sabah Nicolo, bir gün evveline nazaran daha fenala şmış durumdaydı. Kocaman yata ğa sı ğamaz olmu ştu. Bir o yana bir bu yana dönüyor, ate şler içinde çırpınarak acı acı feryat ediyordu. Manzara gerçekten yürekler açı şıydı. Vita amca, gözleri ya şlar içinde, yata ğın yanına diz 153 çökmüş, hayvanın ba şından ayrılamıyordu. Fakat Ni-colo, o gün ak şama kadar hemen hemen hiç bir şey yememi şti. Vita amcanın o canla ba şla hazırladı ğı tavuk suyu çorbasından da pek az bir şey içebildi. Ak şam üzeri de nefesleri sıkla ştı ve hırıltılı bir şekil aldı. O hafta, Nicolo, her geçen günü biraz daha fenala- şarak geçirdi. Evin içine dalgın bir sessizlik, bir yarım matem havası çömü ştü. Arada sırada Mrs. Antonelli ile Clara'mn hıçkırık sesleri ve Vita amc anın yükselen feryatları bu sessizli ği yırtıyordu. Gavin, Robert'! terketmi ş gibiydi artık. Tatil de henüz devam ediyordu. Onun için de Robert, hemen hemen bütün gününü Antonelli' lerde geçiriyordu. Hasta maymunun hizmetçisi gibi bir şey olmu ştu. Hiç ba şından ayrılmıyor, hayvanın her hangi bir ihtiyacına seve seve ko şuyordu. Dedesi de her gün ö ğleden sonra saat üç sularında gayet ciddi ve kibar bir tavırla hasta yı ziyarete geliyordu. Sokak üzerindeki bütün odada oturuyordu. Bu geli şlerinde bazı şeyler bekledi ğini tahmin ediyordu Robert.. Meselâ Clara'mn gelmesini ve kendisiyle biraz şakala şmasını, yahut da Mrs. Antonelli'nin bir bardak Fras cati ikram etmesini.... Hafif yollu da olsa kafayı çeker, keyf im yerine gelir, «ııe ş'emi bulurum» diye dü şünür olmalıydı. Fakat bunların hiç biri olmuyordu. Sadece Mr. Antonelli bu ziyareti kabul ediyor, Dandie'ye şarap, marap da ikram etmiyor, sadece bir kaç kelime konu şuyordu. Durum gerçekten kötü idi ve gitgide de daha kötüye gidiyordu. Zavallı hasta hayvan artık zorlukla nefes alabilmeye de ba şlamı ştı. Vücudu erimi ş, bir deri bir kemik kalmı ştı. Doktor bir kere daha geldi ve artık hayvanın ku rtulması için ümit kalmadı ğını açık açık söylemekten çekinmedi. Mr. Antonelli üzüntüsünden, hayvanla u ğra şmaktan a şağıda çalı şamıyor, bu yüzden de dükkânı kapatmaktan bile bahsediyordu. Cumartesi günüydü. Vita amca, Mr. Antonelli'nin sur atına sert sert bakarak bir şeyler söyledi, italyanca konu ştukları için Robert yine anlamamı ştı ama, Ange-lo'nun yardımiyle ö ğrendi : — Nicolo'yu yalnız Allah kurtarabilir, diyor. Onun için dua edelim, durmadan dualar edip bir mucize bekleyelim, diyor. Babama da , sen de git, Rahip Roche'a 154 söyle, kilisede Nicolo için dua okusun, âyin yaptır sın Manastırın hemşirelerinden bir kaçını da eve yollasın, evde dua ok usunlar, diyor. Zavallı Vita amcacı ğım.. Ah, zavallı adam.. Ama üzüntüsünden, kızgınlı ğından babama da öyle fena söyler söylüyor ki Robert.... Mr. Antonelli, karde şi tarafından, kendisine böyle mü şkül bir görev verildi ği için hiç de memnun de ğildi ve bu yüzden oflayıp pufluyordu. ikide bir, am a, o günlerde evin havasına tamamiyle Vita amca hâkim bu lundu ğu için sesini de çıkaramıyordu. Maymun da âdeta bir sinir, bir tılsı m halini almı ştı ev halkının nazarında. Ailenin hayat memat meselesi telâkki edi liyordu hayvan. Antonelli'lerin servetlerinin mahvolması veya mahvo lmaktan kurtulması Nicolo'nun ölmesine veya ya şamasına ba ğlı görülüyordu. Angelo'nun babası, karde şinin verdi ği görevi yerine getirmek üzere şapkasını alıp evden çıktı. Meseleyi papaza açtı. Ertesi gün Pazar'dı. Sabahleyin, Rahip Roche, kilis ede kürsüye çıkar çıkmaz, Mr. Vitaliano Antonelli'nin arzusu üzerine bir dua okuy aca ğını cemaate söyledi. Rahip, Nicolo'nun adını zikretmedi ği için Robert, biraz üzülmü ştü ama, ö ğleden sonra da Rahibe Elizabeth Josephine ile bir hem şire de eve gelince Robert müteselli oldu. Antonelli'ler kilisenin gelirine bü yük ölçüde faydalı oluyorlar, bol bol teberrularda bulunuyorlardı. Onun için eve gelen iki rahibe de onları memnun etmek için ellerinden geleni yapmaktan geri kalmadılar. Hepsi büyük odada toplanıp diz çöktüler. 30 gün duasiyle, «Memorare» ilâhisini bir a ğızdan

söylediler. Fakat, bu dualara ra ğmen de Nicolo'nun durumunda bir iyile şme, bir düzelme görülemedi. Ertesi gün, pis kasvetli bir hava vardı. Ya ğmur da ya ğıyordu. Uzunca bir süredenberi bütün imkânların seferber edilmesiyle k urtarılma ğa çalı şılmı ş olan zavallı maymun da son nefesini vermek üzere bulunuy ordu. Nicolo, tam on gündenberi yata ğından dı şarı çıkamamı ş, ölümle pençele şmiş durmu ştu. Vita amca, hayvanın odasına kimsenin girmesine müsaade etmiyor , sadece kendisi onunla ilgileniyor, onu ölümün e şi ğinden geri çevirebilmek için ne mümkünse yapıyordu. 155 O sabah Robert de evden erken çıkmı ş, Antonelli-lere gelmi şti. Vita amca hariç, hepsi, o büyük odada toplanmı ş oturuyorlardı. Suratlar bir karı ştı. Dü şen bin parça olurdu. Birden bir gürültü duydular. Şaşırmı şlar, ne oldu ğunu anlayamamı şlardı. Fakat bir iki dakika sonra Vita amca top gib i odanın ortasında gür-leyince durum ortaya çıktı. Korkunç bir hiddet içinde yine italyanca bir şeyler söylüyor, elleriyle, kollariyle hareketler ya pıyor ve Clara'y1 i şaret ediyordu. Angelo'-nun, bilâhare, tercüme etmesiyle durumu Robert de anlamı ştı. Vita amca şöyle ba ğırmı ştı : — Madem ki bu sebep, oldu, bu Allanın belâsı Clara, gitsin 365 basama ğı o tırmansın. Hemen şimdi gitmeli hem. Ba şka ümidimiz kalmadı. Bir tek bu.. Bir tek bu hemen gitsin.... Vita amcanın Clara'ya tırmandırmak istedi ği 365 basamak Kale Kayası adı verilen tarihî hisarın merdivenleri idi. Bu çok dindar, bu garip İtalyan, Vita amca bu kasabada kendine mahsus bir ibâdet tarzı icat etmi şti. Ana caddenin büyük kalabalı ğı ortasında, insanların, atların, arabaların arasın da dünyaya metelik vermeyen bir tavırla icabında dimdik durarak, kulak larına kadar inik siyah şapkasının altında gökyüzündeki azizleri, melekleri seyreden bu iyi kalbli, saf italyan'ın ibâdeti, bu kaleye tırmanmak, tırmanırke n de her basamakta bir «Ave» ilâhisi okuma süresince oturmaktı. Nehrin a ğzında bulunan bu kaleyi, vaktiyle Bruce ve Wallace adında iki cengâver müdafaa etmi şlerdi. Şimdi tamamen terkedilmemi şti. Eski, i şe yaramaz topları ile boş bir mabet gibiydi şimdi bu kale. Dı şarıda helezonî bir merdiveni vardı ve bu merdiven a şağıdaki asma kapıdan, kalenin harap burçlarına kadar dimdik çıkıyordu. Halkın tecessüsünü tahrik eden bir nokta da, merdiven sayısının tam 365 tane olması idi. Bir yılın günlerinin sayısı ka dar. Ne bir eksik, ne bir fazla.... Vita amca, o 365 basamak merdiveni çıkmanın u ğuruna inanıyordu ve bu görevi, Nicolo'nun hastalı ğına sebebiyet verdi ğini iddia etti ği Clara'ya tevdi ediyordu. Ve Clara, hâlâ a ğlıyordu. On dakika sonra Clara'yla Robert Kale Kayasına 156 doğru yola çıktılar. Ya ğmur müthi ş yo ğıyordu. Kısa bir zamanda sırılsıklam olmu şlardı. O mağrur, o burnu havalarda Clara, bu a ğır ceza, bu hareketler kar şısında baygınlıklar geçirmi ş, kanlı gözya şları dökmü ştü ama, Vita amcaya itaat etmekten, onun emirlerini harfiyen yerine getirmekt en ba şka çıkar yolu da kalmamı ştı. Fakat bu güzel genç kızı oraya yalnız da gönder emezlerdi. İlk akla gelen Angelo oldu. Fakat ya ğmur çok ya ğdı ğı için onun girmesi mahzurlu bulundu. Ondan sonra da, bu hayırlı ibadet için Clara yanınd a «gözcü» ve «muhafız» olarak bulunmak görevini Robert'e verdiler. Zira, ibadetin bir de özelli ği vardı. Hiç kimse onların böyle bir gaye için oraya gitti ğini bilmemeli, anlamamalıydı. Robert, oralarda dola şan bir meraklı kafilesi, turist veya bir rehber fal an görecek olursa hemen durumu Clara'ya haber verecek, o da aya ğa kalkarak etrafı seyrediyormu ş gibi tavurlar takınacaktı. Fakat kalede in cin top oynuyordu. Bu pis ya ğmurda kim gelebilirdi ki, zaten?.... Bir tek kimse dahi gö-rünmüyodu. Bu duru mda, ibadete Robert'in katılması kararla ştırıldı. Bir ki şi yerine, iki ki şi yaparsa, her halde, bir parça daha tesirli olabilirdi. Ba şladılar.. Basamaklar teker teker onları kabul ediyordu. Ya ğmur altında ku şlar merakla tepelerinde uçu şuyorlardı. Fakat Clara akıllı kızdı. İçinde bulundu ğu büyük üzüntüye ra ğmen, akıl edebilmi ş, yanına bir yastıkla, bir semsiye almı ştı. Fakat Robert, esasen gözcü niyetiyle gitti ği için böyle- bir tedbire lüzum bile

görmemi şti. Onun için de Robert sucuk gibi ıslandı, çıplak diz kapakları parça parça oldu. Böylece, tepede uçu şan ku-ların, onları ıslatan bulutların, vaktiyle Bruce'le Walla-ce'a siper olan burçların ve nihayet her şeye kadir Tanrı'nın bakı şları altında, ıstırapla, ihtirasla çıkıyor, çıkıyor lardı. Nihayet basamaklar bitti. Kalenin tepesine ula ştılar. İkisi de müthi ş yorulmu şlar, bitmi şlerdi. Hele zavallı Robert!.. Öyle peri şan olmu ştu ki.. Ayakta duracak hali bile kalmamı ştı. Sol gözünü de açamıyordu. Son basamakta, Clara, kazaen şemsiyesini gözüne sokmu ştu. Neyse ki bir şey olmamı ş, sadece biraz acımı ş-tı. Artık bütün ıstırapları, yorgunlukları unutmu şlardı. 157 II Zira ba şarmı şlardı. Tam 365 basama ğı çıkmı şlardı ve büyük bir i ş görmü ş olmanın gururu içindeydiler. Bu haleti ruhiye içinde eve dönmek üzere kaleden in diler. Clara, her ihtimale kar şı kendine acındırmak isteyen tavırlar takınma ğa çalı şıyordu. Zira evdekilerden umabildi ği sadece « İyi yaptın..» dan ibaret bir takdirin ötesinde değildi. Fazla bir şey beklemiyordu. Fakat eve döndükleri zaman hiç umulmadık bir şey oldu. Clara kapıda görünür görünmez hepsi birden sevinçle , hayranlıkla kızın üzerine atıldılar. Öpen öpene, kucaklayan kucaklayana. (Rob ert, o anda dedesinin de orada bulunmayı ne kadar arzu edebilece ğini şimşek gibi bir an içinde aklından geçirdi.) Ev halkında müt-hiç bir sevinç vardı. San ki bir kaç saat önceki o ma-temzede durumdaki insanlar de ğildi onlar. Nihayet ö ğrendiler. Nicolo kefeni yırtını ştı. Kısa bir müddet evvel kriz geçi ştirilmi ş, Nicolo kurtulmu ştu. Robert, içeri girdi ği zaman, zatürrieden kurtulanlarda görülen o şayanı hayret deği şiklikle kar şıla ştı ve şaşırdı. Müthi ş, akıl sır ermez bir de ği şiklikti bu. Vita amcanın gözleri ı şıl ısıldı artık, imanının, Allah'ının, sevgili Nicolo'sunu kurtardı ğına inanıyordu : — Çok şükür iyile şti Nicolo.. Nihayet iyile şti.. Allah'ın sayesinde iyi oldu Nicolo'm.... Vita amcanın matemati ği de kuvvetli idi. Nicolo saat tam ll'i 20 dakika g eçe düzelmi şti. Bir hesabını yaptı. O saat, Clara ile Robert'in hisarın tam 365 inci basamağına geldikleri dakikaydı. 5Tani tam, ibadetin bitti ği anda Nicolo, krizi atlatmı ş, rahat rahat, normal nefes alma ğa ba şlamı ştı. Fakat Robert'in yaptı ğı hesaba göre, bu anın, Clara'nın şemsiyesini gözüne soktu ğu an olması daha kuvvetle muhtemeldi. O dakikada hayvandan birdenbir e bir ter bo şanmış, sahibine bakıp hafifçe gülümsemi ş, sonra da sakin sakin nefes alını ş ve derin bir uykuya dalmı ştı. Maymunun iyile şmesi çabuk oldu ve bir gün Vita amca, a ğzı kulaklarında müjdeyi verdi : — İlk defa bugün muz yedi. Nicolo.... Vita amca, yine o eski sessiz haline dönmü ştü. Bü- 158 tün ev de eski dengesini bulma ğa ba şlamı ştı. Bu arada Clara yine şahanele şmişti. Yeni yeni frapan renkli kuma şlardan elbiseler yaptırmı ş, çalımı, tafrası yerine gelmi şti. Evde dua eden hem şirelere haklarını fazlasiyle vermi şler, Rahip Roche'un yardım kasasına da hatırı sayılır yeni bir teberruda bulunmu şlardı. Doktora da, bir sabah, en iyilerinden üç sandık kay ısı hediye gönderilmi şti. Doktorun hizmetlerine bakan kadın, Mr. Galbraith'iı ı kayısıyı çok sevdi ğini söylemi ş, «Ba şka bir şey olsaydı mutlaka geri gönderirdi.» demi şti. Bütün bu hava içinde Robert'in durumu gariple ş-mi şti. Ayakları arasında dola şırken hiç önem verilmeyen, fakat daima onların i şlerine canla ba şla ko şmuş olan bu çocu ğa kar şı garip ve anla şılmaz bir so ğukluk, hattâ, hattâ, çok bariz bir ilgisizlik ve umursamazlık ba şlamı ştı. Robert, bu hareketlerden çok fazla alınma ğa ba şlamı ştı. Halbuki o çıplak dizleriyle yerlere çökerek muc izenin hiç değilse yarısını sa ğlamamı ş mıydı? Maymunun, nekahet devresini ya şarken en fazla hoşlandı ğı o taze, ye şil böcek tırtıllarını Drumbuck korularını bir ba ştan bir başa tarayarak o getirmemi ş miydi? Bütün bunlara, bu kendini parçalarcasma yaptı ğı yardımlara ra ğmen, ona ne bir sözle, ne de küçük bir hediyeyle te şekkür etmek lüzumunu hissetmemi şlerdi. Bilâkis, artık tuhaf tuhaf bakıyorlar, onu

istemez bir tavır takınıyorlardı. Meselâ, Clara ile sevgilisi ve annesi arasında Robert'in lâfı edilirken, o Angelo'yla beraber dükk ândan yukarı çıkıyordu. Onu görür görmez lâfı de ği ştiriyorlardı. Anla şılan rüzgâr yine ve daha so ğuk esmeye ba şlamı ştı Robert'in ve küçük çocuk, henüz o ya şta, hayatın acı gerçeklerinden birini daha ö ğrenmek üzere oldu ğunu çok geçmeden anlayacaktı. Bir kaç gün sonraydı. Artık hemen hemen tamamen iyi le şmiş bulunan Nicolo'yu Angelo'yla birlikte almı şlar, dola şmağa çıkıyorlardı. Birden neye u ğradı ğını anlamadı Robert. Öyle müthi ş bir şekilde itilmi şti ki, hızlı hızlı gidip duvara çarpmı ştı ve bu itili şle birlikte gürleyen bir ses duymu ştu : — Maymunun yanından çekil sen.... Onu iten de, tersleyen de Clara'nın sevgil isiydi. 159 1 Onunla açık yalnız kaldı- Thaddeus'du. Ve sonra daha acı bir şekilde haykırmı ştı Robert'in yüzüne : — Senin gibileri biz burada istemiyoruz.. Çekil git... Def ol... Korkudan ve hayretten donup kalmı ştı Robert.... O zamana kadar kendisine en ufak bir tarizde bulunmayı dahi dü şünmemiş olan bu delikanlının kendisine neden böyle birdenbire dü şman kesildi ğini anlayamamı ştı. Şaşkınlı ğından cevap bile verememi şti. Fakat inat etmi şti. Gitmedi. Gitmeyecekti de.. Tâ ki, bu meselenin kördü ğümünü çözünceye kadar. Avluya güne ş vuruyordu. Duvara çarptı ğı zaman üstünün kirlenmi ş olan kısmını koluyla silip temizledi. Angelo'nun yaln ız kalmasını bekliyordu, açık durumu konu şacaktı. Nihayet oldu, lar. Sakin bir heyecanla konu ştu Robert : —- Anlamıyorum, Angelo, dedi. Ne var acaba? Ortada bir şeyler dönüyor sanıyorum. Ne yaptım ben acaba? Söyle Angelo.... Robert'in yüzüne bakmıyordu çocuk. Bir müddet öylec e kaldı. Sonra birdenbire başım kaldırarak Ro-bert'e baktı. O psmbe yüzü sapsarı kesilmi şti. Kazların ayaklarındaki zar gibi sapsarı olmu ştu bu yüz.. Ve yüzünde, gözlerinde, ellerinin hareketlerinde, her şeyinde bir hiddet ifadesi vardı. Keskin, sert ve vurucu bir sesle, ba ğırır gibi konu ştu : — Biz seni sevmiyoruz artık.... Robert'in o anda dünya ba şına yıkılmı ştı sanki.. Angelo, o çok sevdi ği küçük, şirin Angelo'su mu söylüyordu bunu ona ve neden? Fak at dü şünmesine vakit kalmadan çocuk devam etti : — Anneni bana, onunla artık sakın oynama, arkada şlık etme, hiç konu şma, diyor.Senin deden sarho şun biriymi ş, şarap delisiymi ş. Cebinde parası yokmuş. Bir 10 kuru şu bile yokmu ş hattâ.... Bütün o bahsetti ği konaklar, evler hepsi, hepsi yalanmı ş. Dünyada öyle binaların yüzünü bile görmemi ş. Yani senin o deden dünyanın en büyük yalancısıymı ş, anladın mı? Son kelimeyi Robert'in suratına bir tokat indirir g ibi sert söylemi şti. Hayretle yüzüne bakıyodu Robert.. Hayretle, hem de müthi ş bir hayretle bakıyordu. Kili- 160 şeye ilk ba şladı ğı gün yanyanâ oturdu ğu çocuk muydu bu? Sevdi ği, hattâ kırılmasın, incinmesin diye o sevgili vefakâr, iyi kalbli Gavin'le arasındaki sıkı ve candan arkada şlı ğı u ğrunda feda etti ği çocuk bu muydu? Zavallı Robert, bir ta ş gibi donmu ş kalmı ştı. Bir tek kelime bile söyleyememi şti. Fakat Angelo'nun söyleyecekleri bitmemi şti. O çı ğlık gibi keskin sesiyle tekrar bağırdı : — Evet, dedi, Thad ö ğrenmi ş bunların hepsini. Senin o deden dolandırıcının, dilencinin, serserinin, aptalın biriymi ş. Bu vasıflariyle onu Levenford'da tanımayan yokmu ş. Hele kadınların pe şinde ko şması.. Bu ya şında.. Ancak ahlâksızlara yakı şır bir hareketmi ş. Hepsi bir tarafa, Thad'ın asıl tepesini attıran Clara ablacı ğım boynuna kolunu dolaması. Pis, ahlâksız herif.... Robert, daha fazla tahammül edemeyece ğini anlamı ştı. Kafasının içi u ğulduyor, başı dönüyor ve o, Angelo'yla arasındaki her şeyin artık tamamen bitti ğini anlıyordu. Bir tek kelime bile söylemememi şti. Hem söylese de ne olacaktı? Bu istenmedi ği evden ayrılmak üzere yürüdü. Fakat bir anda kafas ında bir şimşek çaktı. Geriye döndü. Angelo'nun o çok sevdi ği melek burnuna do ğru elini kaldırdı ve tam üstüne bütün kuvvetiyle bir yumruk oturttu. Onun din ve Allah telâkkisi,

böyle bir çocu ğa yumruk atmayı men ediyordu, belki de bu hareketi büyük bir günahtı ama, Angelo'nun can acısiyle kıvrana kıvran a annesine do ğru ko şarak nasıl uludu ğunu hatırladıkça, ondan sonraki acı günlerde içinde bir nebze olsun, ferahlık ve sevinç duyacaktı. Bu arkada şlıktan ona tek teselli bu olacaktı. XV Ders niyetine en büyük sempatisini bahçecilik, çiçe kçilik kitaplarına, tohum kataloglarına veren Murdoch ta şlıkta, en yeni ayakkabılarını giymi ş, duruyordu. Anneci ği de etrafında pervane.. Zira imtihana gidiyor bu g ün. imtihan haftası başladı onun. Mrs. Lackie, sırtındaki bayramlık elbiselerini itin a ile fırçalıyor, siliyor. Pantolonunun paçasında hafif bir leke gözüne ili şti bir ara- Hemen diz çöktü. Ev i şlerinden yorulmu ş vücudu, kıpkırmızı olmu ş süratiyle o ğlunun i şini görmenin mutlulu ğu var onda. Elindeki fırça düzenli hareketlerle bir gidiyor, bir geliyor. Yor- 161 gun yüzünde bir şey dü şünen, ma ğrur bir mâna okunuyor. Robert dü şünüyordu. Anneannesi onlar için gece demiyor, gündüz demiyor, daima çalı şıyordu Onların uğruna saçını süpürge yapmı ştı. En güzel, en iyi yemekleri pi şiriyordu onlara. Sonra.. Yırtıklarını yamıyor, söküklerini dikiyor, çamaşırlarını yıkıyor. Ortalı ğın silip süpürülmesi, temizlenmesi dahi onun, ya şlanmı şlı ğına ra ğmen, üzerine aldı ğı yükler arasında.. Be ş parayı bile harcarken hesabını yapmak, enine boyuna dü şünmek mecburiyetinde o.. Sabahları, herkes rahat ve sakin uykusunda iken o uyanıyor. Bütün ev halkının i şe gidi ş saatlerine göre i şlerini ayarlıyor, kahvaltıyı ayarlıyor, kendi i şlerini ayarlıyor. Bir tek ayarlamad ğıı, ayarlayamâ'dı ğı, hattâ dü şünemedi ği kendisi.. Sa ğlı ğı, yarım.. Yegâne kayıtsızlı ğı o konu ile ilgili. Ak şamları en son yatan da o.. Ve bütün bunları hiç bir şey beklemeden, bir kar şılık istemeden ve ummadan yapıyordu. Mr. Lackie, evin tahsisatını kıstıkça, kısmasına ra ğmen Mrs. Lackie, insan gücünü a şan bir tahammülle onların ihtiyaçlarını dü şünüyor, temin ediyordu. Yukarıdaki ihtiyar Dandie için de, kollarının arasına bırakılıveren bi r çocuk için de kalbinde yer bulabiliyor, ba ğrına basabiliyordu.. î şte Murdoch'un haftasıydı bu hafta. Lâklâkiyet-le ge çirilecek zaman de ğil. Hep çalı şması ve ba şarması lâzımdı. Murdoch, şansını kendinin tâyin edece ği günlerde yaşadı ğı için nefsinden emin ve kendisinden memnun bir hal i vardı. Bir gece evvel babası ile gayet ciddi bir görü şme yapmı ştı. Fakat bu görü şmeden hiç bir şey olmamı ş gibi çıkmı ştı. Herkese de «Bundan fazlasını yapamam.» demi şti. Evet.. Evet.. O bitip tükenmek bilmez ba ş kagımalariyle etrafta tonlarca kepe ğini da ğıttı ğı kafatasının içine her halde bir hayli bilgi topla mış ti. imtihana giderken, her şeyi cebindeydi. Ö ğle yeme ği için gereken para, biri kırıldı ğı takdirde ötekini kullanır diye iki gözlük, kitap, defter, kalem, kâğıt, silgi gönye.... Hülâsa her şey.... Nihayet saltanatlı saltanatlı evden çıkıyor Murdoch . Robert'îe anneannesi kapıya çıkıp u ğurluyorlar onu. Biraz sonra 9.20 trenine binmi ş olacak ve Winton'a ha- 162 reket edecektir. Nene-torun, arkasından el sallıyor lar Murdoch'un. Ve içlerinden, i şinin rast gitmesi için dua ediyorlar, Allah'a yalva rıyorlar. Murdoch, her ak şam Winton'dan 4 treniyle dönüyordu. Ak şama kadar dairede o ğlunun ne yaptı ğını dü şünmekten do ğru dürüst i ş bile göremeyen babası da erkenden, normal saatinden evvel eve dönüp onu merakla bekliy ordu. Murdoch kapıdan girer girmez de soruyu yapı ştırıyordu : — Nasıl gitti? Murdoch, edalı, cakalı bir pozla elini havada şöyle bir yarım daire çizdiriyor ve cevap veriyordu : — Müthi ş baba.. Müthi ş. Öyle fevkalâde gitti ki sorma.... Gerçekte n fevkalâde.... Her geçen gün Murdoch'un nefsine itimadı ço ğalıyordu. Ev halkı, hepsi, a ğzından çıkacak kelimeleri tehalükle beklerken, o gözlerini kocaman kocaman açarak büyük bir fincan içindeki çayını içiyor, o günün nasıl gi tti ğini sakin bir eda ile, ağır a ğır anlatıyordu :

— Hele bugünkü imtihana ben bile şaştım, diyordu. Sualler bana o kadar kolay geldi, o kadar kolay geldi ki.. Sayfalar dolusu yaz dım, durdum. Hattâ bendeki kâğıtlar bitti de ba şka kâ ğıt istedim. Bir çokları bir tek kâ ğıdı bile tamamiyle dolduramadılar hattâ.... Babasının a ğzı kulaklarına varıyordu. Gözleri ı şıldıyordu. Biraz zoraki de olsa, ağzından pek ender çıkan bir kaç aferini sevgili o ğluna bol keseden sunuyordu. Mrs. Lackie, kocasına oldu ğu gibi Murdoch'a da her ak şam sö ğüş ba ş veriyor, hiç usanmadan getirip taba ğına kadar koyuyordu. Robert de biliyordu, ötekiler de biliyordu. Murdoch imtihanları verecek ve mutlaka k azanacaktı. Robert, bir yandan buna seviniyor, bir yandan da üz ülüyordu. Bu durumla kendisi kar şıla şacak olsa kim-bilir ne zavallı bir hale dü şece ğini dü şünmeden yapamıyordu. Ama üzüntüsünün, kederlerinin ba şka sebepleri de vardı. 163 Sahte, gösteri şli arkada şlı ğın ve nankörlü ğün bariz biı timsali olan Antonell'ler olayı aklından bir türlü çıkmıyor, dü şündükçe de onda moral namına hiç bir şey bırakmıyordu. Fakat i şin en fenası Gavin'i a şağı yukarı bir aydır görmemi ş olmasaydı. Sadece, bir defasında, ana caddede bird en kar şı kar şıya gelmi şler, ikisi de dudaklarına kadar kâ ğıt gibi bembeyaz kesilmi şler ve birbirlerinin yüzüne bile bakmadan geçip gitmi şlerdi. Kendisine kar şı vefasızlık gösterdi ğini zannetti ği Gavin'i, Robert'in, öyle görece ği gelmi ş, onu bütün kalbiyle o kadar özlemi şti ki, anlatılamazdı. Bu üzüntülü günlerden Robert'in kurtulabilece ğine dair ufukta bir tek ümit vardı. Kate ve Jamie'yle birlikte yapaca ğı Ardfillan gezisi.. Panayır Çar şamba günü açılıyordu. C gün onlar orada olacaklardı. Çok de ğil bir kaç gün kalmı ştı. Dedesi de vaktiyle bu oyunları hiç kaçırmazmı ş. Ne kadar e ğlendiklerini Robert'e anlata anlata bir türlü bitiremezdi. Son anlatı şında, Robert, ne dü şünecek acaba diye : — Belki ben de giderim, dede., demi ş, o da heyecanla cevap vermi şti : — Gideriz, evlâdım, tabii gideriz.. O gün saat 2 de arabayla gelip onları alaca ğım söylemi şti Jamie. Tam söyledi ği saatte geldi, onların umdu ğu gibi atlı bir arabayla de ğil. Kate'le Robert büyük odanın penceresinden dı şarıyı seyrediyorlar, Jamie'yi bekliyorlardı. Birden sarı bir otomobil göründü, içinden Jamie çıkınca adamakı llı şaşırmı şlardı. Ama Jamie'-nin de cakasına diyecek yoktu do ğrusu. Gülerek : — Adam a ğabeyin otomobille gelir de ben gelemem mi yani? diy ordu. Başında ekose kuma ştan yeni bir kasket vardı. Eski günlere nazaran dah a konu şkan bir halde idi. Durumu anlattı. Argyll fabrikasmdaki makinistlerden Sam Lighbody çok iyi arkadasıymı ş. Sam o gün için fabrikanın otomobillerinden birini almı ş. Onları Ardfillan'a kadar götürecekmi ş. Jamie, Kate'le Robert'i Şam'a takdim etti. El sıkı ştılar. Sam otomobilin şoför mahallinde oturuyordu. Kalkmadı. Ba şım güçlükle çevirerek şaşı şaşı bir bakmakla yetindi. Eliyle sıkı sıkı bir manivelayı tutuyordu. 164 Motoru kendi kaniyle i şletiyormu ş gibi, öylece, manivelaya asılmı ş, hiç kıpırdamadan duruyordu. Sertçe bir rüzgâr vardı. Şam'ın hatırlatması üzerine Kate bir ko şu içeri girdi. Otomobilde şapkası rüzgârdan uçmasın diye bir tül aldı, geldi. Şapkasını ba ğladı. Kate'le Robert henüz hayran hayran otomobilin etrafında dola şır, seyrederlerken kar şıdan ihtiyar Dandie sökün etti. Ötekiler otomobile binmek üzereydiler. Dandie, elbiselerini tertemiz silmi ş, fırçalamı ş, kılık kıyafetine çeki düzen vermi ş görünüyordu. Bastonlarının en güzel de elindeydi. Otomobile bakarak : — Maşallah.. Ma şallah., dedi, sonra da mahsus sert bir tavır takını r görünerek ilâve etti : — Ooo, delikanlı, ya ğma yok öyle.. Torunumu (Kate'i kastediyord u) seninle birlikte Ardfillan'a tek ba şına gönderece ğimi zannediyorsan aldanıyorsun. Saatlerce, yanında yalnız şu küçük çocuk oldu ğu halde yalnız bırakmam ben onu. Dandie de Ardfillan'a gitmek için bu şekilde konu şuyordu. Kate anlamı ş ve haykırmı ştı :

— Aaaa, büyükbaba... Ama sen davetli de ğilsin ki.. Olur mu hiç? Fakat Jamie bir kahkaha attı. ihtiyarı tanırdı, üst elik arkada şlık da etmi şlerdi bir hayli. Robert onları kaç defa Drumbuck Otelinin altındaki lokantadan ellerinin tersiyle a ğızlarını sile sile birlikte çıktıklarını görmü ştü. Jamie, pi şkin bir tavırla : — Gelsin.. O da gelsin, dedi ve ilâve etti : — Ne kadar kalabalık olursak o kadar iyidir. Atla içeri sen de.. Dandie de atladı. Otomobil, bulundu ğu yerde bir müddet zangır zangır sallandıktan sonra yava ş yava ş hareket etti. Biraz sonra da hızlandı ve Drumbuck yolundan a şağı ya ğ gibi kayma ğa ba şladı. Kate'le Jamie, şoför mahallinde Şam'ın yanında idiler, ihtiyar Dandie ile Robert de arkada .... Kasıla kasıla gidiyorlardı. Daha henüz yola çıkmı şlardı ki bir el arkaya, Dan-die'yle Robert'in oturd ukları kısma do ğru uzandı. Bu Jamie'nin eliydi ve Robert'in dedesin e bir puro veriyordu, ihtiyar puroyu alıp yaktıktan sonra zevk le derin bir nefes çekti. Sonra da bir aya ğını altına aldı, geni ş kol- 165 tu ğa daha fazla yayıldı. Elindeki puroyu bir taraftan evirip çevirirken, bir taraftan da : — Hımmm, diyordu. Güzel bir puro bu Robert. -Son ra, otomobilde yan gelip oturmu ş oldu ğunu bir an aklına getirdi ve konu ştu : — Eh, dedi, oldu olacak, bari, kasabanın içi nden geçse de millet de bizi görse.... Zaten otomobil onun istedi ği istikamette gidiyordu. Demiryolu köprüsünün altından ana caddeye do ğru ilerliyorlardı. Birdenbire bir haykırı ş duydular. Sesten en fazla ürken küçük Robert olmu ştu. Yerinden do ğrulup sesin geldi ği tarafa baktı. Murdoch'tu. istasyonun önünde durmu ş, bir taraftan kollariyle i şaretler yapıyor, bir taraftan da «durun., durun..» diye ba ğırıyordu. Fakat, onun sesini arabadakiler i şitinceye kadar çok gerilerde kalmı ştı Murdoch.. Otomobile yeti şmek için de şapkasını ba şından kaptı ğı gibi delicesine ko şmağa başladı. Hâlâ da bir taraftan kolunu sallayarak durmal arı için i şaret ediyordu. Sam frene basıp ve otomobil duruncaya kadar Murdoch en az bir 200 metre gerilerde kalmı ştı ama, yeti şmeye azimli görünüyordu. Nihayet otomobil de durdu. Durdu ama, içindekiler de müthi ş bir zelzeleye u ğramı ş gibi sarsıldılar içinde. Fakat oldu ğu yerde de öyle bir titreyip duruyordu ki mübarek o tomobil, hepsi, tavaya konmu ş mısır tanecikleri gibi zıplama ğa devam ettiler. Direksiyonu kullanan Sam yüzünü ek şiterek şöyle bir geriye dönüp baktı. Otomobilin böyle birdenbire sarsıntılar içinde durdurulmasının hiç d e normal bir durum olmadı ğı bu bakı ştan belliydi. Nihayet Murdoch, belki de 200 metre dünya sür'at re korunu kırdı ğı bu ko şu sonunda otomobile yeti şmişti. Tabii, külüstür lokomotifler gibi oflayıp pufluyor, do ğru dürüst nefes alabilmeye çalı şıyordu. Kekeleye kekeleye, kesik kesik de olsa, konu şabilecek duruma geldi ği zaman, teklifsiz tekellüfsüz otomobile atladı ve : — Şimdi tamamız, dedi. Ben de sizinle geliyorum. Ne reye gittiklerini, otomobilin kime ait oldu ğunu, binip binemeyece ğinî sormak lüzumunu bile hissetmemi şti. Hiç kimse tek kelime söylemedi. Davetsiz misafirlerin sonu gelmeyecek gi bi görünmüyordu. Fakat 166 Murdoch'un yani 2 numaralı davetsiz misafirin bu te klifsizli ğine de en fazla l numaralı davetsiz misafir olan ihtiyar Dandie içerl emi şti. Canı sıkılmı şa benziyordu. Ama, bereket versin, Sam, yine onları h oplata zıplata otomobili yürütmeye ba şladı da dedenin sesi çıkmadı, mesele de unutulmu ş oldu. Otomobil, paldır küldür kasabaya do ğru yol alıyordu. Kulaklarına, gözlerine tatlı tatlı bir rüzgâr doluy ordu hepsinin. İçlerinde en mutlu olan Robert'di şüphesiz. Yeni bir dünyayı ke şfe gidiyormu ş gibi heyecanlıydı. Kendi ba şında da benzeri bulundu ğu için olacak Murdoch'un imtihanını hatırladı birden. Rüzgârda sesini duyura bilmek için yüksek sesle : — Hey Murdoch, dedi, nasıl gitti bugünkü? Murdoch, diline pelesenk etmi ş göründü ğü klâsik

cevabını tekrarladı : — Öyle fevkalâde gitti ki, sorma. Gerçekten fevkal âde.... Koşmakta mütevellit yorgunlu ğu henüz geçmemi şti. Hâlâ nefes nefese idi. Ceketinin yakası, her zamankinden daha fazla yelken le şmiş görünen kulaklarına kadar çıkmı ş olarak kö şeye büzülmü ş, otomobil sa-fasının hayranlı ğından a ğzı açık ayran delisi halinde aval aval etrafı seyreder ek oturuyordu. Yüzü de hâlâ kâğıt gibi bembeyazdı. Hiç lüzumu olmadı ğı halde, elindeki şapkasiyle yelpazeleniyordu. Arada bir de sanki bir şey söyleyecekmi ş gibi a ğzını daha fazla açıyor, sonra da vazgeçmi ş gib kapıyor, tekrar eski haline getiriyordu. Robert, bu müthi ş rüzgâr yapan otomobilin içinde, bu gürültüler aras ında daha fazla konu şmanın, rahat konu şmanın imkânsızlı ğını dü şünerek sustu. Murdoch'un imtihan durumunun ayrıntılarını sonra ö ğrenmeye karar verdi. Bu hengâme sırasında kasabadan çıkmı şlar, Lea Brae nehrinin kıyısına takiben yoku ş a şağı gidiyorlardı. Önlerindeki nehrin son kıvrımları gün eş altında pırıl pırıl yanarak tâ denize kadar uzanıyordu. Zümrüt gibi yem yeşil çayırlıklar, bahçeler, yeşillik sahalar ortasından, nehrin kıyısı boyunca kıv rıla kıvrıla beyaz bir şerit uzanıyordu. Bu içinde bulundukları otomobilin takip edece ği yoldu ve batıda, mor sisler üstünde, daha mor bir gölge., Pı rıl pırıl, nefis bir manzara. 167 Fakat Robert, kar şısındaki güzelliklere, yolculu ğun güzelli ğine ra ğmen içinde derin bir üzüntü hissediyordu. Güzel bir şey kar şısında, daima derinden derine, içten içe, kuvvetli acılar duyan zavallı bir çocuk! Bu kendisiydi, Robert'di. içini çekti ve kendisini bu sür'atli gidi şin keder dolu, fakat aynı zamanda da hazlar verebilen atmosferin terketti. Otomobil gayet güzel yol alıyordu. Kumluk yerlerde saatte 30 kilometreye kadar sür'at yapabiliyorlardı. Köylerden geçerlerken halk , evlerinin kapılarına, pencerelerine fırlıyor, onları seyrediyordu. Tarlal arda çalı şan köylüler otomobili görünce ellerindeki âletleri bırakıyorlar , derin bir : — Oooooooo!... sedasiyle hayretlerini ifade ediyo rlardı.. Yalnız, yol boyunda kar şıla ştıkları hayvanlar onlara ve otomobile öfke ile bakı yorlardı. Yol ortasında dikilip kalmı ş olan inatçı bir ine ği ezmeden geçmek için Şam'ın gerçekten önemli bir maharet göstermesi icap etti. Asıl hiddetli mahlûklar köpeklerdi. Korkunç bir hiddet içinde otomobi lin sa ğında solunda sür'atle koşuyorlar, insanı yiyecekmi ş gibi di şlerini gösteriyorlar, dilleri bir karı ş dı şarıda havlayıp duruyorlardı. Ya tavuklar? Ne yap tıklarının farkında olmayan bu hayvanca ğızlar acı acı feryatlar kopararak otomobilin teker-leleri arasına dalıveriyorlardı. Bir defasınd a Robert, tekerlekler arasında kaçan bir tavukla birlikte havada bir tüy yı ğınının uçtu ğunu gördü. Hemen geriye baktı. Fakat otomobilin arkasından kal dırdı ğı toz bulutu cinayet vak'asının mevcut olup olmadı ğı hakkında kesin bir şey ö ğrenmesine engel oldu. Her şey gayret iyi gidiyorken, birden pek a ğırlarına giden bir şey cereyan etti. Otomobilin demir kalbi bir yoku şta birdenbire stop ediverdi. O sırada yanlarından panayıra gitmekte olan köylüler geçiyor du. Kahkahalarla güldüler : — Haydi bakalım, beyefendiler, şimdi inin de siz onu itin., diyerek alay ettiler. Ba şka yapabilecekleri bir şey yoktu zaten, itmeye ba şladılar. Tâ Ardfillan'a gelinceye kadar. Kan ter içinde kalmı şlar, helak olmu şlardı. Panayır yerine geldikleri zaman saat 4 olmu ştu. Oyunların ba şlamasına daha bir saat vardı. E ğlenceleri i ş ha- 168 yatına göre ayarlamı şlar, saat 17 de ba şlatmayı uygun görmü şlerdi. Biraz sonra herkes kendi me şrebine göre bir i şe koyuldu. Kate, bu güzel kıyı kasabasından annesine bazı hediyeler götürebilmek i çin bir tuhafiyeci dükkânına daldı. Sam, otomobildeki arızayı ara ştırma ğa ve tedavi çarelerini arama ğa koyuldu. Ötekiler de biraz ilerde, kıyıdaki ye şil sahaya sıralanmı ş renkli parlak tenteleri, atlı karıncaları seyretmeye Ba şladılar, ilerde uzanan kumsaldan dalgaların şapırtıları geliyordu. Fakat birdenbire çok garip bir şey oldu. Bir ses : — Öldürece ğim.. Kendimi öldürece ğim., diye gürledi. Otomobilin içindekiler hayretle bu sözleri söyleyene döndül er. Murdoch'tu. Halbuki Robert onu bir kaç dakika evvel çok sakin b ir durumda görmü ştü. Otomobilin bir kö şesine büzülmü ş, sessiz sessiz oturuyordu. Gerçi beti benzi

solgundu ama, bunu, otomobile yeti şmek için ko şması ile izah etmi şti kendi kendine Robert. Murdoch'a birdenbire ne oldu ğunu, neden böyle kendini öldürmekten bahsetti ğini kimse anlayamamı ştı. Delikanlı, feryadını takiben bo şanmıştı. Hıçkıra hıçkıra a ğlıyordu. Otomobili bile sarsan bir hıçkırıktı bu.. Gözleri yuvalarında n fırlamı ş gibiydi. Yumrukla-riyle otomobilin kanepesini dövüyor ve hıçkırıkları arasında devam ediyordu : — Bakın.. Bakın.. Söylüyorum size i şte. Kendimi öldürece ğim. Memur olmak istemiyordum zaten. Bunlar babamın ısrarı yüzünden başıma geldi. Evet, kendimi öldürdü ğüm zaman görecek o.. Günahı onun boynuna olac ak tabii. Kaatil olacak. Hem de evlât kaatili... Fakat ihtiyar Dandie, torununun bu haline fena hald e kızmı ştı : — Hey, bana baksana, ne oluyor sana böyle Allah-a şkına?. Ne var, ne oluyorsun? Söyle de, anlayalım biz de.. Allah! Allah!... Murdoch hafifçe kafasını kaldırdı. Miyop, çipil göz leriyle önce ihtiyar dedesine, sonra da Jamie'yle Ro-bert'e baktı. Sonra da ba şını önüne e ğerek kolları arasına aldı ve hıçkıra hıçkıra a ğlama ğa ba şladı tekrar. 169 i — Her şey mahvoldu, diyordu. Mahvoldum artık ben. İmtihanlardan çıkardılar beni.. Bu sabah bir kenara çektiler. «Buradan git.. Bir daha gelme..» dediler. Evet, evet «Bir daha gelme!» dedi ler bana.. Am....a mutlaka bir yanlı şlık olacak bunda. Çünkü.. Çünkü.. Ve o her imtihan dönü şünde kendisine sorulan soruya cevaben söyledi ği cümleyi zaman ekini de ği ştirerek tekrarladı : — Öyle fevkalâde gitmi şti ki.. Gerçekten fevkalâde.... Kazanamamıştı.. Murdoch imtihanı kazanamamı ştı. Herkes hayretten dona kalmı ş durumdaydı. Kimse bir şey söyleyebilecek durumda hissetmiyordu kendini. Bi tmeyen ve gitgide şiddetini artıran hıçkırıkları oto-mobildikleri yerl erinden sarsıyordu. Etraftan görenler de toplanma ğa, merakla birbirlerine ne oldu ğunu sorma ğa ba şlamı şlardı. İhtiyar Dandie her şeye ra ğmen içlerinde en cerbezeli adam olarak görünüyordu. Murdoch'u yakasından yakaladı ğı gibi şöyle bir silkeledi : — Hey., dedi. Kendine gel bakayım, budala herif... Sam, «makinistçe» bir espri savurdu : — Sinir civataları laçka olmu ş. Torpito gözünden İngiliz anahtarını alıp sıkı ştırmak lâzım beybaba... Dandie tamamladı : — Hakkın var vallaha arkada şım, dedi. Bunu adam etmek için bir şeyler lâzım... Jamie'yle ihtiyar Dandie, koltuk atlarına yapı ştıkları gibi Murdoch'u otomobilden çıkardılar. Kar şıda bulunan bir gazinoya karga-tulumba soktular. Jamie, iki tarafa sallanan kapıyı tutarak Dandie il e Murdoch'un içeri girmesini sağlamı ş, sonra da dönüp arkalarından bakıp duran küçük Rob ert'e : — Sen buralarda biraz dola ş, aslanım. Biz şimdi gelece ğiz, demi şti. Robert, bir süre oldu ğu yerde çakılmı ş gibi kaldı. «Zavallı Murdoch!.» diye düşünüyordu. Sonra yolun öbür tarafına geçerek mahzun mahzun gezmeye ba şladı, iki elini sallaya sallaya, sa ğı solu seyrediyordu. Çok geçmeden panayır yeri kalabalıkla şmıştı. Etraftaki köy- 170 lerden ve kasabalardan halk akın akın geliyordu. Le -fenford'kılardan da bir kaç ki şiye rastlanmı ştı Robert. Bunlar sadece göz a şinası oldu ğu kimselerdi. Fakat birdenbire oldu ğu yerde duruverdi. Gördü ğü şey onu bir anda şaşkında çevirmi şti. Güneşten yanmı ş, çizgileri sert. küçük bir yüzdü bu.. Gavin'di. Ne yapaca ğını, nasıl hareket etmesi lâzım geldi ğini bir anda kararla ştıramadı Robert. Gavin yalnızdı. Küçük bir kalabalı ğın bir iki adım dı şında o kalabalı ğa kar şıydı. Kar şısındaki şaşkın bir köylüye bir altın saat satma ğa çalı şan bir i şportacının dil dokusunu, o kendine has, azametli, m ağrur tavrıyla seyrediyordu. Onların çeki şmelerinin uzamasından bıkmı ş olacak ki, bir an döndü ve döner dönmez de kalabalık arasından gözleri birb irini buldu. Gavin, önce kıpkırmızı kesildi, sonra sapsarı oldu ve hemen göz lerini ba şka tarafa çevirdi. Kendine dü şünme vakti aradı ğı belliydi. Zira gözlerini uzakla ştırmasına ra ğmen

yerinden kıpırdanmamı ştı ve âdeta arkasındaki bir çift gözle Robert'! kri tik ediyor, onun ne yaptı ğını kolluyor gibiydi. Bir iki saniye süren bu halin den sonra Robert'in bulundu ğu yere do ğru bir iki adım attı ve kalabalı ğın arasından sıyrıldı. Geldi, geldi, Robert'in çok yakınında, bi r duvarda bulunan bir ilânı okumaya ba şladı. Bu ilân kendisini çekti ği için de ğil, fakat Gavin'ne yakın olmak için Robert de gitti, o ilânın kar şısında durdu. İki-, sini de şuuraltı bir istek tahrik ediyor, hareketlerine istikamet ve riyor gibiydi, ilân çok çi ğ renklerle basılmı ştı ve muhtevasını Robert kelimesi kelimesine biliyo rdu ama, yine de bakma ğa ba şlamı ştı. Tam da Ga-vinin* yamba şında idi. Rengi sapsarı kesilmi ş, yanakları gerilmi şti. Heyecanlandı ğı, asabı, bozuldu ğu zamanlar Robert böyle olurdu, ikisi de gözlerini, silik bir hayal g ibi ancak farkedebildikleri resme dikmi ş, duruyorlar, heyecandan kesik kesik soluyorlardı. İlk önce Gayin olmak üzere, dü ğmelerine basılmı ş gibi ikisi birden aynı, şeyleri birbirlerine söylediler : — Kabahat bende... — Hayır, bende... Gavin Robert'e döndü ve devam etti : — Hayır, Robie.. ne dersen de, çok iyi biliyoru m, 171 l kabahat bende. Ba şka bir arkada ş buldum diye kıskan-mı ştım da ondan öyle hareket etmi ştim. Yeryüzünde benden ba şka arkada şın olmasın istiyorum. Robert duygulanmı ştı : — İnan Gavin, benim tek arkada şım sensin.. Daima da sen kalacaksın. Bunun aksini yahut bunu ba şka türlüsünü dü şünmek imkânsız benim için. Bunu sana yeminle, bütün mukkaddesatım üzerine, yemin le temin edebilirim. Fakat o hâdiseye gelince; hiç itiraz etme, aksini s avunma, kabahat tamamen benimdi onda. —. Hayır, hayır bendeydi kabahat, Robert., înan ki bendeydi. — Bendeydi.. Son sözü Robert'e bırakmı ştı Gavin. Bu gösterilmi ş bir fedakârlık, bir feragatti. Robert'in maddeten ve manen kendisinden zayıf oldu ğunu bildi ği için öteden-beri, çe şitli hâdiselerde böyle davranmı ştı. Ve artık, birbirlerini sevdiklerini ispat sadedindeki bu tartı şmayı orada kesmi şlerdi. Gerçek olan, güzel olan, bir anla şmazlık yüzünden kesitinye u ğrayan arkada şlıklarına yeniden, hem de en iyi şekilde kavu şmuş olmalarıydı. Duvardaki kocaman ilân önemini çoktan kaybetmi şti artık. Birbirlerinden uzak kaldıkları, görü şeme-dikleri süre içinde ikisinin de birbirlerinden aşağı kalmayacak derecede müteessir bulundukları gözlerin den okunuyordu. Büyük bir arzu içinde bekledikleri, özledikleri o barı şma anında çekingenli ğin bütün engelleri birden yıkılmı ş, yok olmu ştu. Evvelce el sıkı şmaktan öteye geçmeyen büyük heyecan ve dostluk belirtileri, bu defa, daha yakınlık, daha sıcaklık ifade eden bir belirtiye kavu şmuştu. Robert, sevgili arkada şının koluna girmi şti. Birbirlerine âdeta kenetlenmi ş gibiydiler. Birbirlerine hitap edecek, sevinçlerini, mutluluklarını ifade edecek kelimeler i bulamayacak kadar büyük bir heyecan içinde, kolkola, yanyana yürümeye ba şladılar, kalabalı ğa karı ştılar. Panayır tam panayırlı ğım bulmu ştu artık. Her tarafta tam bir e ğlence havası, tam bir curcuna almı ş gidiyordu. Sevgililer birbirlerinin kollarına yasl anmış dola şıyorlar, kadın - erkek, çoluk - çocuk, geç - ihtiya r, herkes bir e ğlencenin peşinde gününü gün ediyordu. At- 172 lıkarıncaların mızıkaları çalıyor, oyun yerlerinde borular, trampetler ötüyordu. Bir yerde ziller çalıyor, herkesi «Yeryüzünün en şi şman kadını Cleo» yu görmeye davet ediyordu. Kolalı yakalı, papyonlu bir takım a damlar bir sıra çadırın önlerinde dizilmi şler, ellerindeki kı-, sa bastonlarla havada dairele r, ba şka şekiller çize çizc haykırıyorlardı : — Bayanlar, baylar. . Buyrun Buraya buyr un.. Pars adam Leo'yu görün... — Peru cüceleri burada bayanlar, baylar... — Dünyanın yegâne konu şan atı.. Burada.. ı Robert'le Gavin tam bir sermestî içindeydiler. Bir

tarafta tekrar birbirlerine kavu şmuş olmanın sevinci, bir tarafta panayırın canlı, hareketli, e ğlence havası onları tepeden tırna ğa sarmı ştı. Bu eğlencelerin kendileri için tertip edilmi ş oldu ğunu hissediyorlar, panayırı böylece benimsiyorlardı. Mutluluklarına, sevinçleri ne hudut yoktu. Kalabalık arasından kendilerine yol aça aça ilerliyorlar, etr afı seyrediyorlardı. Robert cebindeki bir florini sıkı sıkı tutuyordu. Onu Jami e ona cep harçlı ğı olarak vermi şti. Gavin'in de bir miktar, daha bir hayli parası v ardı. Gavin, Levenford'dan trenle gelmi şti ama, trenle dönmesine lüzum yoktu artık. Şimdi Robert'le birlikte, otomobille dönebilirdi. Robert böyle istiyordu. Öyle ya, neden ayrı ayrı döneceklerdi? Bu dü şünce ikisinin de sevinçlerini artırdı. Hindistancevizi ni şan oyununa katıldılar. Bir şans denemek istemi şlerdi. Üçer tane hindistan cevizi kazanmı şlardı. Gavin, cebinden çakısını çıkarıp bir tanesini kesti, tatlı suyunu içtiler. Sonra di ğer oyun yerlerini gezdiler, atı şlar yaptılar, şans denemelerine devam ettiler. Bunların sonunda bi r yı ğın düğme, toka, i ğne gibi \ şeylerle cepleri dolu dolu olmu ştu. i Bu mutlu gezintilerine devam ederle rken ak şam karanlı ğının bastırdı ğını gördüler. Etrafta lâmbalar vanma ğa ba şlamı ştı. Kalabalık da gitgide ço ğalıyordu. Müzik sesleri bütün panayırı kaplamı ştı. Bir aralık Kate'le Jamie'yi gördü Robert. Bir oyun yeri nde, yanyana, kahkahalarla gülüyorlardı. Bir ara da Dandie'yi, Şam'ı ve Murdoch'u atlı kanncalara binmi ş gördü Robert. Tahta atların üzerinde, bando mızıkal arın gürültü- 173 leri ve panayırın ı şıkları ortasında ba ş döndürücü bir hızla dönüyorlardı. Neş'eli kahkahalar patlatıyorlardı. Yalnız Murdoch'un gözlerindeki parıltı biraz cilâlı idi. Şapkasını yana devirmi ş, di şlerinin arasına sıkı ştırdı ğı puroyu boyuna çi ğnemekle me şguldü. Tahta at üzerinde ta şkınlıklar yapıyor, ikide bir yukarıya, atları tutan iplere uzanıyor, çılgınca na ralar savuruyordu. Sonra vaktin epey ilerlemi ş oldu ğunu farkettiler. Gece bir hayli ilerlemi şti. Yorgun fakat mutlu birer haleti ruhiye içinde otomo bilin bulundu ğu yere do ğru yürüdüler. Çok* geçmeden hepsi bir araya gelmi şti. Hepsinin iyi bir gün geçirmekten ileri gelen ne ş'eli çehreleri pırıl pırıldı. Hele Kate.. Kate o kadar mutlu görünüyordu ki.. Gözlerinde kıvılcımlar çakıyordu sanki. Sık sık Jamie'ye bakıyordu. Murdoch kocaman kocaman açtı ğı gözleriyle Ga-vin'in elini sıkarken bir şeyler mırıldanıyordu. Panayırdaki e ğlenceleri göstererek : — Benim için hiç önemli de ğil bunlar, diyordu. Anlıyor musun, hiç önemi yok bunların. Benim gibi bir adam bu şeylerle hiç ilgilenmez. Sam otomobili çalı ştırma ğa u ğra şıyor. Muhakkak ki varlı ğına en fazla muhtaç bulundukları insan şimdi Sam.. Murdoch'la Dandie, dede - torun, motor ç alı şma arefesinin tak - tukları ile arada bir sarsılırken «Gene-vieve, Gen., e., üeve..» diye şarkı söylüyorlardı. Nihayet otomobil harekete hazırlanmı ştı. Hep birden içine doldular ve yola koyuldular. Çok geçmeden Murdoch yerinden fırlayıp pencereden dı şarı sarkmak lüzumunu hissetti. Robert, karanlıkta uzun uzun ö ğürtüler duyunca suratını i ğrenç bir tavırla ek şitti. Panayır, e ğlenceler, o göz kama ştıran ı şıklar geride kaldı artık. Gece serin. Rüzgâr esiyor. Onlar dönü ş yolundalar, ihtiyar Dandie, yorgunluktan tur şusu çıkmı ş bir halde, arka tarafta, uyuyor. Murdoch'un solgun ve bitkin ba ş? omuzunda.. O da uyku ile uyanıklı ğın tam ortasındaki yerde.. Yanlarında Jamie'yle Kate.. Kızın boynuna kolunu atmı ş Jamie. Beraber mehtabı seyrediyorlar. Robert, Gavin'le birlikte önde oturu yor bu defa. Kalbleri heyecanla çarpıyor. Arkada şlıkları yeniden kuruldu. Ne güzel!.. Bir daha ayrılmayacaklar. Hiç ay- 174 rılmayacaklar. Öyle dü şünüyorlar.. Fakat, bu ayrılmama kararlarının ancak ve yalnız bir süre için gerçekle şebilece ğini bilmiyorlar. Mutlulukla dolu içleri. Hiç bir şeyden şüpheleri yok. Otomobilin monoton gürültüsünden ba şka hiç bir ses yok etrafta.. Bir de asetilen lâmbalarının fısıltıl ı sesi.. Sam bir kapalı kutu sanki.. Direksiyon ba şında, dünya ile ilgisini tamamen kesmi ş gibi oturuyor. Gözleri sadece yolda. Kafası.. Ya kafası? Kırabilir nerelerde o?

Robert'le Gavin e şirilmez, tutulmaz yıldızlarla kaplı gökyüzü altında , meçhuller âlemini, karanlık sonsuzlukları fethe gitmekte oldu klarını hissediyorlar. Gavin mırıldanıyor : — İşte ben böyle istiyordum, Robert.. Ben böyle se viyorum. Arkada şının ne demek istedi ğini anlıyor Robert. Birbirlerine biraz daha sokuluyorlar. XVI İhtiyar Dandie'nin bir sözü vardı : «Çok gülme, son rr\ a ğlarsın..» derdi. Fena hâdiselerin mahsulü bir görü ştü bu her halde. Robert, a şırı derecede ne şeli oldu ğu zamanlar ona da ihtarım yapardı : — Şimdi gülüyorsun ama, yarın a ğlayacaksın, o ğlum.. Mutlu panayır gezisinin ertesi günü Robert için de, Dandie için de kötü bir gün oldu. Belki, panayırda çok gülmü şlerdi de ondan.... Robert, o sabah, her zamankinden geç kalkmı ştı. Evin içinde esrarengiz bir sessizlik hissetti. Murdoch uyanmamı ştı. Mr. Lackie belediyesine gitmi şti. Mrs. Lackie mutfakta, i şleriyle hemhaldi. İhtiyar Dandie, burnu adamakıllı kızarmı ş olarak sinirli sinirli piposunu içiyordu, Robert'i bile yanma istemez görünen bir hali vardı. Robert tam a şağıya inmi şti ki kapı açıldı. Haminnesi içeri girdi. Çocuk şaşırmı ştı. Onlar panayırda iken gelmi şti ihtiyar kadın ama Robert'in henüz haberi olmamı ştı. Sabah erkenden de kalkmı ş, boncuklu şapkasını ba şına geçirmi ş, fabrikaya aylı ğını alma ğa gitmi şti. Oradan dönüyordu. Robert büyük bir sevinç içinde : 175 — O haminne, diye haykırdı. Sen geldin, demek ha? Hiç haberim yoktu... Fakat o ne? Haminnenin suratı adamakıllı asıktı. Ço cuğun, kendisini böyle sevinç ve heyecan duyarak kar şılaması onda buz gibi bir so ğukluk yaratmı ştı. Hiç cevap vermemi şti. Kızgın oldu ğu belli bir tavırla, a ğır a ğır çocu ğa do ğru yürüdü. Tam kar şısına gelince de durdu ve anormalli ği sesinden belli olan bir hava içinde konu ştu : — Robert.. Sen bunu mu yapacaktın bana Robert? Hiç ümit etmezdim, hiç beklemezdim senden bunu do ğrusu... Çocuk korku içinde kalmı ştı. Geri geri giderek sırtını duvara verdi. Anlamı ştı. Yine mezhep meselesi... . Dinî terbiyesi hakkında o kadar gayretler sarf etti ği, emekler verdi ği halde Robert'in tekrar katolikli ğe dönmü ş olmasını, daha do ğrusu katolikli ğine devam etmesini hazmedememi ş, buna kızmı ştı. Kadınca ğız Levenford'a geleli henüz 24 saat bile olmamı ştı ama, durumu bu kadar sür'atle nereden ö ğrenmi şti? Robert bir an bunu dü şündü ve kararım verdi. Mutlaka o Mrs. Minns'den ö ğrenmi ştir, diye dü şündü. ihtiyar kadının çehresinde mustarip, üzgün bir ifad e vardı. Bakı şlarındaki karanlık hava, dudaklarındaki gerginlik çocu ğu şaşkına çevirmi şti birden. Korkuyordu da. — Günün birinde bana geleceksin yine sen... Ve o kadar.. Ba şka hiç bir şey söylemedi. Robert'i korkuları, endi şeleri ile başbaşa oracıkta bıraktı ve yürüdü. Haminnesi merdivenler i çıkarken Robert, şaşkınlıktan a ğzı açık, arkasından bakakaldı. Ne yapaca ğını şaşırmı ştı. Haminnesinin o kızgın hal içinde ihtiyar Dandie'nin kapısını vurup içeri girdi ğini gördü. Bu hayra alâmet de ğildi. Robert do ğru oturma odasına ko ştu. Do ğuştan ba ğlı bulundu ğu bu mezhep, haminnesini niçin bu derece korkunç, bu derece şiddetli bir nefrete sürükleyebili-yordtı. Anla şılması güç bir nokta idi bu. Zira. haminnesini Robe rt pekâla sevebiliyordu. Onun ba şka mezhebin insanî oldu ğunu bilmesine ra ğmen seviyordu. Herkese örnek olacak derecede inançların a, dinine ba ğlı olan bu kadm nasıl bu kadar mutaassıp, nasıl bu kadar dar gö- 176 rü şlü oluyor, olabiliyordu7 Robert, gayri ihtiyari, on un mezhep konusundaki kör taassubunu dü şündü. Ba şka mezhepten olan ya iki, ya da üç ki şiyle ancak konu şmuştu bu kadın bütün hayatında. Cehaleti ve taassubu o derece ileri gitmi şti ki, bu gibi insanlarla konu şmayı hem zelil, hem de gülünç bir hareket

olarak kabul ediyordu. Fakat bu halinden hiç de şikâyetçi de ğildi o. Onun için de bu havadan çıkmak kurtulmak gibi bir meselesi yo ktu. Anla şılan, ihtiyar Dandie'nin Robert'in kiliseye ba şlamasına izin vermi ş olmasını da öyle pek kolay tarafından affetmeyecekti. Çok geçmeden Robert use kattan sesler i şitti. Ha-minnesiyie dedesi kapı şmışlardı. Robert korku içindeydi. Dizleri titriyordu. Biraz sonra ta şlıkta dedesinin hızlı ayak seslerini duydu. Kapıdan ba şını uzatıp baktı , Robert. Dedesi hırsla şapkasını ba şına geçiriyordu. Robert'i görünce sert bir tavırla onu ça ğırdı : — Gel benimle o ğlum, dedi. Biz bu evde kalamayız artık. Ailahm belâ ları.... Beraber çıktılar. İhtiyar Dandie çok üzgündü.' Haminnenin, Robert'in k atolik kilisisesine gitmeye ba şlamasında ki kabahati dedede buldu ğu muhakkaktı. Fakat Dandie'yi teessüre sevkeden ba şka şeyler de mevcuttu. Bir gece evvel Ardfillan'dan döndükleri vakit hamin ne yatak odasının penceresinde oturuyormu ş. Mur-doch'un «durumunu» oldu ğu gibi görmü ş ve bunu sabahleyin kahvaltıda, o ğluna, yani Murdoch'un babasına söylemi ş. Onun için ihtiyar Dandie şimdi bir de Mr. Lackie ile kar şıla şmamağa çalı şıyordu. Zira damadının bu yüzden kendisine dü şman kesildi ğini tahmin etmi şti. Yalnız bir kere garip bir kar şıla şmaları oldu ğunu hatırlıyordu Robert, eskiden olmu ştu bu.. Mrs. Lackie'nin bir gün gayet ustaca çevirdi ği bir manevra neticesinde Mr. Lackie, Robert'le Dandie'yi yanma alarak Levenford' un yeni su bentlerini gezdirmeye götürmü ştü. Fakat bu da sonu iyi bitmeyen hâdiselerden biri olmu ştu. Mr. Lackie, onlara ma ğrur bir tavırla bîr çok filtreleri göstermi ş ve bir sa ğlık uzmanı sıfatiyle, suyun ilk şekli ne olursa, olsun, sonunda temiz bir içme suyu haline geldi ğini büyük bir heyecan duyarak anlatmı ştı. Sonunda bir barda ğı doldurup Robert'e uzatmı ştı : 177 — iç de bak, Robert.. Robert, suyu be ğenmemişti. Bulanık bir şeydi. Tereddüt ediyordu. Nihayet bir bahane buldu : — Susamadım, büyük baba.. Mr. Lackie, bu defa barda ğı ihtiyar Dandiey'e uzattı. Dandie, Robert'in ilk d efa şahidi oldu ğu bir tebessümle damadına baktı. Yumu şak bir sesle mırıldandı : — Bilirsin, içilecek cinsler meyanmda suyla ba şım pek ho ş de ğildir. Hele bu s*uyu canım hiç içmek istemiyor. Mr. Lackie hiddetlenmi şti : — Yoksa, dedi, bana inanmıyor musun sen? Dandie gü ldü. Müstehzi bir tavırla : — Sana nasıl inanmam ben, dedi. İnanırım, inanırım tabii ama bir şartla.. Önce sen iç bakayım. Mr. Lackie barda ğı yere döküp yürümü ştü. Zaten, umumiyetle birbirlerini pek görmezlerdi bile . Gittikleri yerler de daima ayrı istikametlerdeydi çünkü. Tabiatiyle yolları da ayrıydı. Şayet, kırk yılda bir ihtiyar Dandie, muteber sa ğlık müfetti şine —alay olsun diye onu bu sıfatla anardı— çar şıda, pazarda bir rastlıyacak olsa, mahirane bir man evra ile yolunu deği ştirip, «müsademe»yi önlerdi. Kar şıla şmaları bir nevi müsademe mahiyetinde olurdu daima. Onun için, o da, öteki de arzu etmezl erdi bunu. Fakat bu defa «müsademe» muhakkak görünüyordu. Bütün mesele, şöyle uzaktan da olsa birbirlerini ancak farkedebilmelerindey-di. Kızılca kıyamet kopabilirdi o anda. Panayırın ne ş'eli, kahkahalar yüklü atmosferinde pek mahzurlu gö rülmemi şti ama, sabahın serin havası içinde yürütülen bir muhakeme, Murdoch'un kaçamak panayır gezisini de, orada, gazinoda hep beraber kafayı çek melerini de önemli bir durum olarak ortaya koymu ştu. Mr. Lackie, a ğzına içkinin zerresini bile koymayı korkunç hatalardan sayan bir insandı. Onun nazarınd a içki içmek en büyük günahı i şlemekti. Sonra ne mânası vardı bu zıkkımı ziftlenme nin. Parayı soka ğa atmak, o binbir güçlükle de ğerlendirilen eme ği heba etmek de ğil de neydi bu. Mr. Lackie'nin ekonomik, daha do ğrusu cimri kafası ile hiç ba ğdaşamayacak bir i şti bu.. Murdoch'un, o her gün «fevkalâde, fevkalâde» n a- 178 karatlarma ra ğmen imtihanda ba şarı gösterememi ş olması da adamı tâ can evinden vurmu ştu. Ele güne kar şı rezil oldu ğuna mı yansın, bu çapkın ihtiyarın o ğlunu

masum ve tertemiz evlâdını ba ştan çıkarı şına mı yansın, şaşırmı ştı adamca ğız. Dandie'yi bir eline geçirse yapaca ğını biliyordu o.. Bir kaç adım attıktan sonra Dandie biraz yava şladı. Peri şan haleti ruhiyesi içinde tutunacak bir dal, sı ğınacak bir melce arıyor gibiydi. Birden ma ğrur, azametli bir tavırla Robert'e döndü : — Allaha şükür ki, evden gayri gidecek bir yerimiz var, Robie, dedi. Sıkı ştı ğımız, mü şkül bir duruma dü ştü ğümüz anda bize bir lokma ekmek verecek ahbaplarımızın mevcudiyeti ne iftihar v erici, ne güzel bir şey.. Meselâ, hemen Antonelli'lere gidebiliriz. Robert, Antonelli'leri duyunca birden şaşalamı ştı. Zınk diye oldu ğu yerde durdu. Bunun imkânsızlı ğını ona nasıl anlatmalıydı. Sadece bir : — Şey.. Hayır, dedeci ğim. Gidemeyiz onlara., diyebildi. Fakat ihtiyar kız mıştı : — Niye gidemeyecekmi şiz ? Bize o kadar candan ilgi gösteren italya nlara gidemezsek nereye gidebiliriz ki Robert? Sebep n e buna? Hâlâ şaşkındı Robert : — Çünkü.. Şey olmaz, dedeci ğim.. Çünkü., dedi. Daha fazlasını bir türlü söyleyemiyor, yutkunuyor, kekeliyordu. Yüz lerine kapanan kapının nankör sahiplerini anmak bile istemiyordu. Bu ıstırabı dedesinin duymasına gönlü bir türlü razı olmuyordu. Kendini yeter derecede kahrolmu ştu. Onun da kahrolmasını istemiyordu. Fakat, anlatması da lâ zımdı. Bu iyi kalbli ihtiyar, bu durumu ba şka türlü kabullenemezdi. Bir bir nakletti Robert.. Angelo'nun suratına indir di ği ha şmetli yumru ğa kadar hepsini tek tek anlattı. İhtiyar korkunç bir sessizlik içinde, hiç renk verme den başından sonuna kadar dinledi. Fakat hiç bir şey söylemedi. Ne lehte, ne aleyhte bir tek kelime bile sarfetme-rli. Hâdisenin onda mü thi ş bir şok tesiri yapmı ş oldu ğunu Robert biliyor, daha do ğrusu ba şka türlü bir tesir yanmasının imkânsız bulundu ğunu tahmin ediyordu. Fakat Dandie'nin çok önemli bi r hasleti vardı. Istırabı- 179 m katiyen belli etmezdi. Bu, senelerin onda nice te crübeler pahasına kendi kendine yarattı ğı bir hasletti. Fakat biraz sonra yüzü pençe pençe kızardı. Düşündükçe daha fazla tesir ediyor olmalıydı. Onun içi n müthi ş bir şamar olmu ştu bu. Şaşkına dönmü ştü. Geri döneceklerini zannetti Robert. Geri dönecekler ini ve Drumbuck'a, Saddler'le Peter Dikie'yle bulu şmağa gideceklerini zannetti. Fakat dönmedi ihtiyar. An a caddeden Knoxhilie'e do ğru yoluna devam etti. Robert, kasabının güneyine do ğru, hiç bilmedi ği bir yere do ğru gitmekte olduklarını farketti. Çocuk dayanamadı, sordu : — Nereye gidiyoruz, dedeci ğim? ihtiyar dimdik ve metin adımlarla yürürken kısaca c evap verdi : — Acı sularda yıkanma ğa gidiyoruz, o ğlum... Gerçekten, do ğrudan do ğruya kelimelerdeki mânayı mı kasdetmi şti Dandie, anlayamadı. Yoksa, Ardfil-lan tarafından esen, deni zin kekremsi, tuzlu kokusunu ta şıyan rüzgâr, onda denize kar şı bir özlem mi uyandırmı ştı? Belki de ruhuna ıstırap veren hâdiselerden, insanlardan bir an evve l uzakla şmak arzusunu mu ifade etmek istemi şti? Robert, bunları dü şüne dü şüne yürür- • ken, bindenbire Knoxhill çayının kaybolııverdi ğini, kendilerini limanın alt tarafında, çayın denize döküldü ğü noktada bulduklarını gördü. Fakat manzara hiç de iç açıcı de ğildi.. Denizin oldu ğu yerde şairaneli ği bulma ğa alı şmış kimseleri tam sükûtu hayale u ğratacak bir yerdi burası, insanın her adımda sendelemesine sebep olabilecek, ini şli, çıkı şlı sürülmü ş, keseklerle kaplı bir tarlayı andıran toprak zemin yer yer de k alaslar, a ğaçlarla doluydu. Kıyı kirli, ye şil yosunlar, deniz otları, yassı ta şlar ve sedef kabuklarla kaplıydı. Deniz çekilmi ş, kenardaki sular bulanık bir çamur rengi almı ştı. Fabrikanın bacalarından çıkan ve kurum ya ğdıran siyah dumanlar, tersaneden oralara kadar gelebilen çekiç gürültüleri, civardak i bir çama şırhanenin burada denize açılan pis su yolu, hepsi hepsi burada temer küz ediyordu. Manzaranın verdi ği büyük hüzün, bu kasvetli atmosferle daha büyüyor, daha kuvvetleniyordu. Bir tek şey insana hafif de olsa teselli verebiliyordu. Deni zden do ğru gelen hafif rüzgâr.. Tuz ve iyot ko-

kulu bu rüzgâra yüzlerini çevirdiler, içlerine çekt iler, ihtiyar Dandie'nin kollarına ko ştu ğu sükûnet derhal etraflarını sarmı ştı. Gözlerini uzaklara dikti. Denizin arkasını, öteleri görmek, oralarda bir şeyler bulmak istiyor gibiydi. Ve sular hafif hafif kıpırdanıyor, dalgalar küçük küçü k sesler çıkarıyorlardı, iki yalnız insan, aralarında nesiller boyu farkı olan i ki yalnız insan huzura, mutlulu ğa, ama, ebedi olan huzura ve mutlulu ğa ko şabilmek için çırpınıyorlardı. Fakat ayakları topra ğa basıyordu. Koparamıyorlardı topraktan. Koparamazl ardı da, koparamayacaklardı da. Ya mutlulukları ne olacaktı? İhtiyar adam yere oturdu. Ayaklarını ileri do ğru uzattı. Papuçlarını, çoraplarını çıkardı. Pantolonunun paçalarını dizkap aklarına kadar sıvadı. Ceketini çıkarıp, gömle ğinin kollarım da sıvadıktan sonra ıslak kumsalda şap şap sesler çıkararak yürüdü, sı ğ sulara girdi Kül rengi dalgacıklar bacaklarını okşuyordu. Robert bir süre dedesini seyretti. Sonra o da dedesi gibi soyundu, onun kumlar üzerindeki ıslak ayak izlerinden yürü-y e yürüye suya girdi, yanına gitti. Bir süre etrafı, suyun içini, delmeye çalı şan bakı şlarla taradıktan sonra şapkasını çıkardı, eline aldı. Çok enteresan ve hikâ yeleri olan bir şapkaydı bu. Robert, ne zaman dedesini hatırlasa bu şapka hemen aklına gelirdi, iki yanında etrafı teneke parçasiyle çevrili iki hava deli ği bulunan bir şapkaydı bu. Çok eskiydi ve eskili ği yüzünden kaskatı kesilmi şti. Rengi atmı ştı. Yamyassı, kocaman bir şapkaydı bu.. Robert dü şündü, içine neler girmemi şti bu şapkanın. Dedesinin ba şı ba şta idi tabii. Bahçelerden a şırdıkları armutlara, elmalara, çileklere kadar pek çok şey.. Gerçekten çok i şe yaramı ştı, ihtiyar adam, şimdi de suya e ğilmi ş, topladı ğı böcek kabuklarını, midyeleri onun içine dolduruyo rdu. Böcek kabukları bembeyazdı ve üzerlerinde oyukları vardı. Suyun dibinde, kumlar arasında gümü ş para gibi göze çarpıyorlardı. Midyeler, kayaların yarıkla-rmdaki yosunların arasında sedef gibi parlıyorlardı. Renkl eri mosmordu. Toplama i şine Robert de yardım etti. Şapkayı tamamen doldurunca ihtiyar şöyle bir do ğruldu. Gözlerini, denizin biraz ilerideki bir kısmı na dikerek Robert'e hitap etti : 180 181 — Oğlum, dedi, belki fena bir adamım ben. Ama pek o kad ar da fena bir insan değilim. Ne dü şünmüştü, aklına ne gelmi şti de böyle konu şmuştu ihtiyar, Robert anlayamadı. Hemen de susmu ştu. Sudan çıktılar. Kıyıda ate ş yakacak kuru bir yer aradılar. Sonra da ate şi yakacakları çalı çırpıyı toplama ğa ba şladılar. İyice kurumu ş bir kaç bez parçası ellerine geçti. Bir gemiden atılmı ş olması muhtemel bulunan bir şiltenin kuru otlarını aldılar. Sepet kırıkları ve denizin getird i ği tahta parçalarını da getirerek ate şi yaktılar. Dandie, bir taraftan midyeleri kızartır ken, bir taraftan da öteki kabuklu böceklerin nasıl yenece ğini Robert'e gösteriyordu. Onları, ate şte tutuyor, kabu ğu sıca ğın tesiriyle açıldı ğı zaman da a ğzına götürüp için-dekini «hop» diye yutuveriyordu. — Öyle lezzetli bir şey ki bu., istiridyeden bile daha lezzetli., diyor du. Birbiri arkasından yiyordu onları. Istırabı, üzüntüleri içinde, hıncını alır gibi, böyle tuzlu, a ğız-burun burucu şeyler yemekten bir nevi haz duyuyor gibiydi. Robert, ötekilerden pek ho şlanmamı ştı ama, midyeleri sevmi şti. Kabuklan rahatça açılıyor, sedef tabaklar içinden et gibi sert, cevi z gibi tatlı, kızarmı ş parçalar ortaya çıkıyordu, i ştahla yiyordu. Hepsini bitirdiler. Dandie'nin suratında acı bir te bessüm vardı : — Tabak, çanak yıkamak külfeti de yok. Ne pratik d eğil mi? Sonra piposunu yaktı. Yan üstü uzandı. Dirse ğine dayanarak, hülyalar içinde denizi seyretmeye başladı. Yalnız biraz sonra susamı ştı. Kendi kendine konu şur gibi : — Biraz su olsaydı ne iyi olurdu... diye mırıldan dı. Fakat o anda yapılabilecek bir şey yoktu. Robert, bir an dedesine baktı. Gözleri dolu dolu oldu. Bu adam, gerçekten iyi bir insandı. Öyle , bazı kimselerin, aleyhinde konu ştukları gibi kötü adam de ğildi. Ona ait bildikleri şöyle bir sinema şeridi gibi, ana hatlariyle kafasın-dr. canlandı.

182 Dandie'nin içkiye kar şı meyli ve zaafı oldu ğu muhakkaktı. Bu inkâr edilemezdi. Bazı geceler, merdivenlerden, onu yalpa vura vura, sarsak adımlarla yukarı çıktı ğını duyar, «Bizim ihtiyar çekmi ş yine kafayı..» diye dü şünürdü. Kula ğına, karanlıkta çarptı ğı şeyleri umursamayan sarho ş bir adamın alaylı söylenmeleri gelirdi. Fakat, hiç bir zaman bir «ayya ş» de ğildi dedesi. Torunu Adam'm onun için en kibar tâbir olarak kullandı ğı bu «ayya ş» tâbiri hiç de yerinde de ğildi, büyük haksızlıktı. Çılgınca e ğlencelere katılmı ş, bir çok içki âlemleri yapmı ştı şüphesiz ama, uzun süre içki içmeden durdu ğu da pek çok görülmü ştü. Ve meselâ, Levenford'da Cumartesi geceleri kafaları çekip çeki p sokaklara dökülen insanlara, onların sarho ş kafilelerine katıldı ğı da görülmü ş, i şitilmi ş de ğildi. Bütün hayatı boyunca önemli, büyük i şler yapmak, ba şarmak arzusunu içinde yaşatmı ştı. Ve bunları öyle kuvvetli bir a şkla yapmayı dü şünmüştü ki, son senelerde, artık, onları gerçekten yapmı ş oldu ğuna inanmı ştı. Bazı kimselerin çok yalancı adam olarak tanıdıkları Dandie'nin, yal ancı dedikleri tarafı bu idi i şte. O yalan söylemiyordu hakikatte, yapmadı ğı halde yaptı ğını zannetti ği hayatı anlatıyordu. Aslında hayatı tatsız, yavan gü nler ve senelerden ibaretti. Dedeleri çok önemli insanlarmı ş. Babası ile amcası Clen Nevis'teki o büyük tasfiyehaneyi ortak olarak i şletiyorlarmı ş. Evdeki albümlerden birinde, bir gün, Robert'in eline bir foto ğraf geçmi şti. Sararmı ş, eski bir foto ğraftı bu. Elinde tüfek tutan bir delikanlının foto ğrafı, iki yanında iki köpek vardı ve büyük bir malikânenin merdivenlerinde ayakta duruyordu. Mrs. Lackie, foto ğraftaki delikanlının dedesi oldu ğunu söyleyince ne kadar da şaşırmı ştı Robert.. Me ğer ihtiyar Dandie'nin çocukluk yıllarına ait bir foto ğrafmı ş bu. Anneannesi —Robert o anı hiç unutamazdı— dudakla-, rında üzüntü ifade eden acı bir tebessümle içini çekerek ona : — Ya., evlâdım, demi şti. Grow'lar o devrin en önemli, en ileri gelen şahsiyetleriymi şler. Ama... Ailenin, o bitip tükenmez zannedilen servetini bi-r a'ya konan bir vergi mahvetmi şti. Robert'in ö ğrendi ğine göre, Dandie de, bu felâketten sonra, çok genç ya şta, bir makinist yanına çırak olarak girmek zorunda kal- 183 mıştı. Fakat bir türlü «i ş» i kavrayamamı ştı. Sonra da bir gün delikanlı gözleri kararmı ş, acele bir izdivaç yapmı ştı. Basit bir kızla evlenmi ş ama, hiç bir zaman da evlendi ğinden pi şmanlık izhar etmemigti. Karısının anası, babası ona Allah gibi taparlarmı ş. Evlendikten sonra bir süre hırdavatçılık yapmı ş. Bunda da tutunamamı ş, fakat yılmamı ştı. Rençberlik, marangozluk, dö şemecilik bile yapmı ştı. Fakat olmamı ştı, bir türlü olmamı ştı. Cleyde vapurlarında biletçilik yaptıktan sonra da tekele girmi şti. Onu zaman zaman içkiye çeken kuvvet emellerini gerç ekle ştirememi ş olması, başarısızlı ğa u ğraması idi. Sukutu hayaller bütün ömrünce pe şini bırakmamı ştı. Herkesle çabucak ahbap oluvermek adeti yüzünden içk iyle ha şır, ne şir ya şayan bir çok kimseyle de tanı şmış, böylece içkiye alı şmıştı. Fakat içki arzusu hiç bir zaman daimî olmamı ştı. Gelip geçici idi. Günlerce durur, birden aklına gelir ve başlardı içmeye. Esasen bir tezatlar âlemiydi kendi. B unu kaç defa. Robert de görmüştü. Bir bakardı, hiç kabahati olmadı ğını savunarak Robert'in yanında aslan kesilirdi, bir de bakardı ki... Bu defa kendini içkiye veri şinde kederinin büyük rolü olmu ştu. Haminneye kar şı kızgınlı ğından içmi şti. Murdoch'un durumunu Mr. Lackie'ye haminnenin ha ber vermi ş olması tepesini attırmı ştı. Dandie, Robert'in bu dü şüncelerinin farkında bile de ğildi tabii. Fakat bu düşüncelerle, kendi sözleri o kadar birbirinin arkasın dan gelmi şti ki, bu tesadüfün yegâne farkında olan insan Robert, şaşırıp kalmı ştı. Filhakika, ihtiyar yerinden yava ş yava ş kıpırdanmı ş ve konu şmağa ba şlamı ştı : — Biri var, demi şti, biri var ki, bizim evin içine adım attı ğı gündenberi yakamı bırakmadı benim. Ama, bana yaptıklarını yanına kâr bırakmayaca ğım elbet. Hıhhh. Pis karı.. Murdoch'u ba ştan çıkarıyormu şum ben de?.. Yedi ği naneye bak şu ihtiyarın..... Birdenbire durdu Dandie. Piposunun ıslak, a ğız kısmını ileri do ğru uzattı, Robert'e, keyifli keyifli, kar şıda görünen bir vapuru gösterdi :

— Bak, Robert, dedi. Bu «Lord of the Isles.. Kyles adalanna yaptı ğı seferden dönüyor.. Esaslı vapurdur ha...» 184 Nehirden a şağı do ğru nazlı bir gelin gibi salına salına gidiyordu. Ço k kalabalıktı. Dede torun onu zevkle seyretmeye ba şladılar. Çarkları güne şte pırıl pırıl yanıyordu. Direklerinde bayraklar uçu şuyordu. Bacaları kırmızı renkteydi. Tüy gibi ince birer duman çıkıyordu bu bacalardan. Vapurdan e ğlenceli bir hava oldu ğu belliydi. Müzik sesleri geliyordu. Kıyıya çarpan dalgaların hafif gürültüleri içinde bu müzik onları da şevke getiriyor, içlerinde yepyeni arzular uyandırıyordu. Şu güzel vapurun içinde olabilmek için neler feda et mek istemezlerdi ki şu anda.. Halbuki onlar, evlerinden kapı dı şarı edilmi ş, meteliksiz iki zavallı insandı. Süprüntü-ler arasın da yiyecek arayan iki zavallı insan.. Heyhat!.. Dandie, bir iki saniye sonra hüly alarından sıyrılıp gerçe ğe döndü. Haminneden açtı ğı bahse devam etti : — Lemond View'a geldi ğim zaman, ba şlangıçta bana çok iyi davrandı. Çoraplarımı yamıyor, terliklerimi ayak ucumda daima hazır bulun duruyordu. Sonra, bir gün bana sigarayı bırakmamı söyledi. Bak hele karıya.. kokusu ho şuna gitmiyormu ş da... Tabi bırakmadım. İşte o yiızden külahları de ği ştik. O gün bugündür hep benim aleyhime çalı ştı durdu. Evdeki durumumuzu sen de gördün o ğlum.. Onun sözü benden çok geçiyor. Karı şanı, görü şeni yok, istedi ği gibi hareket ediyor. Sofralarında ba ş kö şeyi ona veriyorlar. Ben a şağı bile inemiyorum yeme ğe. Sıcak suyu Cumartesi ak şamından hazırlanıyor. Sabahları banyoya en önce o g iriyor. Ama, bende buna daha fazla tahammül edemem evlâdım. . Edemem... Sonra daha ba şka vapurlar geçti önlerinden.. E şya yüklü çatanalar, teknesi pas içinde bir «Küçük posta», limanla Sandbank arasında zincirden bir kabloya ba ğlı olarak i şleyen, iki yaka arasında yolcu ta şıyan nehir vapurları, sonra o bembeyaz bacalı nefis «Kraliçe Alek-sandra»... Bir ara da kocaman bir ba şka vapur geçti. Marshall Karde şlerin şilebi imi ş o. Maden fabrikasının Arjantin'le yaptı ğı alı ş veri şlerin mallarım bu şilep getirir, götürmü ş. Yava ş yava ş gidiyor, fakat çok ses çıkarıyordu. Geminin üst tar afında bir yerde bir adam duruyordu. Kaptanmı ş adamın, durdu ğu o yere de kaptan köprüsü denirmi ş. Dedesi söylemi şti Robert'e. Çocuk, gözleri güne ş ı şınlarından sulana sulana geminin 185 arkasından uzun uzun baktı. Tâ, nehrin a ğzından ötelerde siyah bir nokta halinde kayboluncaya kadar. Güne ş, tam o geminin kayboldu ğu noktada eflâtun sisler ve dumanlar içinde denize do ğru alçalıyordu. Dandie kendi kendine konu şur gibi anlatıyordu. Marshall şileplerinin üstüne vapur yoktu. Clyd dünyanın en güzel nehriydi. Rober t Burns de dünyanın en büyük şairi. Bir İskoçyalı üç İngilize bedeldi. Bir eli arkasına ba ğlı bile olsa yine de üçüyle rahat rahat ba şa çıkabilirdi. Ama.. Ama kadın milliyetiyle ba şa çıkmak zordu.. Uzun bir sükût oldu. Dandie, kadın milletin den bahsedince birden düşünceye dalmı ştı. Neler geçiriyordu kafasından, neler dü şünüyordu, Robert biliyordu. Fakat birdenbire yerinden fırladı, ihtiy ar adam. Fena bir şeye karar verdi ği zamanlarda oldu ğu gibi elini kalçasına vurdu. Suratı da hiddetli bi r hal almı ştı : — Hiç yolu yok, dedi, yapaca ğım. Vallahi de, billahi de yapaca ğım. Robert şaşırmı ştı. Halbuki kafasının içi ne güzel hayallerle doluy du. Seyahatlerin, yolculukların tatlı, mestedici hülyas iyle ne güzel de dalıp gitmi şti. Fakat Dandie'nin haykırı şiyle birden silkindi. Dedesine baktı. Yanılmı ştı. Onun da kendisi gibi tatlı hayallere daldı ğını zannetmi şti, ama, hayır, o bamba şka bir dünyada ya şanmıştı me ğer. Onda artık, o dü şünceli, dalgın vaziyet yoktu. Karar vermi ş insanların güven dolu havası gelmi şti üzerine. Her halde müthi ş bir karar vermi şti. Burun delikleri sür'atle bir açılıp bir kapanıyor, derin derin soluyordu. Nefes yerine hidd et fı şkırıyordu o deliklerden sanki. Bir kaç adımlık bir saha içinde gidip gelmeye ba şladı. Nihayet : — Gel o ğlum, gel, dedi, gidelim. Vallahi öyle bir int ikam alaca ğım ki.. Robert'i kasabanın içinde acele acele sürükler gibi götürürken birden durdu. Kilisenin kulesindeki saate bir baktı. Tekrar yürüd ü. Robert hâlâ şaşkındı. Dedesinin intikamını dü şünüyordu. Neyin intikamı, nasıl bir intikamdı bu, a caba?

ihtiyar Dandie'nin kullandı ğı bu «intikam alma» tâbiri, o bölge halkının dilinde, daha ziyade nev'i şahsı- 186 na münhasır, orijinal bir öç alma mânasını ta şırdı. Şeytanî bir zekâya dayanan, keyifli bir intikam alma şekli.. Fakat keyifli denilince, şaka falan gibi basit bir şey de ğildi bu. Gerçi bu i şte intikam alan keyiflenir, zevk duyar, muhatabı da şaşırıp kalırdı ama, bundan ötesinin öyle şakaya gelir bir tarafı olmazdı. Kinden do ğan, an'anevî ve korkunç bir şeydi bu. Tıpkı Korsikalıların intikam almaları cins inden.. Yalnız Korsika'da hemen tabancaya, tüfe ğe davramlırdı. Burada, Levenford'da ise, önce intikam dü şünülür, tasarlanır, sonra da tatbik safhasına intik âl ettirilirdi. Robert sordu : — Nereye gidiyoruz böyle, dede? ihtiyar büyük bir so ğukkanlılıkla konu ştu : — Evvelâ, dedi, şu bizim kibar dostlarımız, makarnacılara, Antonelli 'lere uğrayaca ğım. Robert'in şaşkınlı ğını görünce de ilâve etti : — Yok canım, öyle de ğil.. Merak etme; arka kapıdan.... Robert korkudan yolun ba şında durmu ştu. Orada beklemeye karar verdi dedesini, ihtiyar, Antonelli'lerin arka taraftaki avlularına doğru gitti, kö şeyi döndü. Fakat bir dakika sonra da aynı köseden göründü. Gel iyordu. Bir hâdise uman Robert, dedesini görünce eni konu sevindi. Görünü şüne bakılırsa, hiç bir hâdise yoktu. Hattâ ihtiyar Dandie, dudaklarında alaycı bi r gülümseme bile ta şıyordu. Gitgide bastıran ak şam karanlı ğında tekrar yola koyuldular. İhtiyar daima tenha olan o «Baya ğı yol» a saptı. ikide bir yan yan bakıyordu Robert dedesine. Ba şlarına üst üste sepetler koyup ta şıyanların hem hareket eden, hem de kımıldamayan o g arip yürüyü şlerinin temposunda, gayet temkinli adımlar atarak gidiyordu . Bir aralık, ihtiyarın başındaki şapkanın hafifçe kımıldadı ğını gördü çocuk. Şapka, iç kısmında bir manivela varmı ş gibi hafifçe yukarı kalktı, şöyle bir hafif dönü ş kaydetti ve tekrar ba şa oturdu. Fakat buna hiç bir manâ veremedi Robert. «Her halde yanlı ş gördüm.» diye dü şündü. Hele o hiç aklına gelmemi şti. Fakat, bir ara, şapka yine kımıldanıp, altından incecik bir kuyruk çıkınca her şeyi anladı. Nico'nun kuyru ğu, ihtiyar Dan- -187 die'nin perçemlerinin arasında bir kâkül gibi çıkmı ştı. İtalyanların sevgili maymunları Dandie'nin şapkasının içindeydi. Robert öyle şaşırmı ştı ki, dili tutulmu ştu âdeta. Bir şey soramıyordu. Fakat dedesi, onun, maymunun farkına vardı ğını anlamı ştı. Yan yan bakarak : — Şapkama bayılıyor, kerata, dedi. Onun için şapkanın içine onu hapsetmek kadar kolay bir şey yok. Eve geldikleri zaman hava iyiden iyiye kararmı ştı. Saat 20 sularındaydı, ihtiyarın eve dönü ş saatini iyi ayarlamı ş oldu ğunu o zaman anladı Robert. Mr. Lackie, Per şembe günleri saat 19.30 da in şaat şirketindeki toplantıya giderdi. Dede torun, kimseye görünmeden yukarıya çıktıklar, Dandie'nin odasına girdiler. Nicolo, ma şallah; sapsa ğlamdı. Şapka içindeki seyahat ona hiç dokunmamı ştı. Dandie'yle Robert'e de alı şıktı. Robert, Allahtan ki alı şık, diye dü şündü, yoksa yabancılarla hiç durmazdı mübarek hayvan, îlk defa gelmi ş olmasına ra ğmen ihtiyarın odası da ho şuna gitmi şe benziyordu. Odanın içinde bir o yana, bir bu yana gidip geliyor, keyifli keyifli hoplayıp zıplıy ordu. Karnını da yeni doyurmu ş olmalıydı. Zira Dandie'nin verdi ği şekerlemeyi bile yemedi. Keyifli oyununa kendi kendine devam etti durdu. Dandie, maymunu seyrederken pek heyecansız, gayet s oğukkanlı görünüyordu. Hayvanların kar şısında sükûnetini, daha do ğrusu ciddiyetini kaybetmemek onun huyuydu. Hiç sırıtmaz, alıp ok şamazdı. Hayvanlarla senli benli olmayı sevmezdi, (insanlarla olmu ştu da eline ne geçmi şti?) Hattâ Mrs. Bosomley'in yanında kedisi Mikado'ya büyük bir sevgi gösterdi ği halde, bu kediye bir gece sokakta hatırı sayılır bir tekme savurdu ğunu Robert gözleriyle görmü ştü. Saat 21 olmu ştu. Merdiven ba şında bir tıkırdı oldu. Haminnenin banyoya gitti ğini anlamı şlardı, ihtiyar Dandie, zaten kula ğı kiri şte bekliyordu. Tıkırtının arkasından banyo kapısının kapandı ğını duyar duymaz derhal yerinden fırladı.

Nicolo'yu kaptı ve o ya ştaki bir insandan beklenmeyecek bir çeviklikle dı şarı koştu. Üç be ş saniye sonra geri döndü ğü zaman maymun kuca ğında yoktu. 188 Robert'in eli aya ğı buz kesilmi şti. Dedesinin intikam alma metodundaki önemi kavramı ştı. Tir tir titriyordu çocuk «Acaba ne olacak?» diy e korku içinde bekliyordu. Dandie de tırnaklarını sinirden kemire kemir e koltu ğunda oturuyordu. O da bekliyordu. Kulaklarını açarak din lemeye, beklemeye ba şladılar. Nihayet, ihtiyar kadının merdiven ba şından geçip odasına girdi ğini duydular. Kadın yava ş yava ş soyunmu ş ve yata ğına girince de karyola gıcırdarm ştı. Ondan sonra sessizlik, tarn, mutlak bir sessizlik.. Fakat çok geçmeden beklenen oldu. Hava bir anda yır tıldı sanki.. Bir çı ğlık, bir çı ğlık daha.. Ve bir daha.. İçerde neler olmu ştu? Bunu tahmin edebilen iki ki şi, bilen de bir ki şi vardı. Tahmin edebilenler Dandie'yle Robert, bile n de ya şlı haminneydi ve onları şüphesiz, en iyi şekilde, o yayık iskoç a ğziyle haminne anlatabilirdi. Nitekim hamminne, bu hâdiseyi, o gec e ba şından geçenleri senelerce ahbaplarına, bilhassa iyi ahbabı olan Mrs . Minns'e anlattı durdu. Anlatırken de o son derece ciddi havasını hiç bir z aman terketmezdi. Robert'in daima «Hamminnenin şeytanla kar şıla şması» diye hatırladı ğı bu olayı haminne, Mrs. Tibbie Minns'e şöyle anlatırdı : «Ya.. Tibbie karde ş.. O müthi ş şey ba şıma geldi ği ak şam keyfim zaten biraz yoktu. Üstümü ba şımı çıkarıp güzelce katlamı ş, sandalyenin üzerine muntazam bir şekilde koymu ştum. Geceli ğimle takkemi de kafama geçirmi ştim. Sonra da dini bütün her insanın yaptı ğı gibi duamı okudum, takma di şlerimi a ğzımdan çıkardım ve şamdanı yaktım. Bilirsin, yatarken âdetimdir, ba ş ucuma bir şamdan alırım daima. Sonra hafifçe ba şımı yastı ğa koydum. Her zaman yaptı ğım gibi kendimi Allah'a emanet, edip tam gözlerimi kaparken o şey gö ğsüme sıçradı. Hemen gözlerimi açtım. Mumun titrek ı şı ğı altında şeytan kar şımda de ğil mi? Havır, hayır Tibbie'ci ğim, rüya falan gördüm zannetme. Rüya de ğildi bu. Uyuyamıyordum çünkü. Sonra ben öyle uyanık rüya gör en bir insan da de ğilimdir, hani.. İnan ki, şeytanın tâ kendisiydi o. Kuyru ğuyla falan tam şeytan.. Di şlerini göstererek kar şımda sırıtıyor, beni öbür dünyava, cehenneme çağırıyordu. Belki sen de bilirsin, ben öyle kolay kol ay korkmam Tibbie, fakat 189 o hınzır şeytanı görünce içimde, kemiklerimin erir gibi oldu ğunu hissettim. Değil dua okumak, bir feryat koparacak takatim bile ka lmamı ştı. Bütün gücüm, kuvvetim benli ğimden çekilip gitmi ş gibiydi. Ölü gibi kaskatı kesilmi ştim. Gözlerimi ona dikmi ş, öyle bakıyordum. O da bana öyle bakıyordu. Sonra birdenbire bir sıçradı, geldi gö ğsümün üzerine, bir a şağı bir yukarı dola şmağa ba şladı. Vallahi karde ş, zaten heyecandan, korkudan nefesim tıkanmı ştı, o gö ğsümün üzerinde öyle dola şmağa ba şlayınca daha beter tıkandım. Ci ğerlerimi pençeleri arasına almı ş sıkıyor, bir yandan da kafamı didikleyip duruyordu. Bir süre üzerimde gezdi, tepindi, sıçrad ı; sıçradı, tepindi. Ama ben de artık tamamen nefes alamayacak hale gelmi ştim. Birer ate ş parçası gibi parlayan gözlerinden de etrafa kıvılcımlar saçılıyo rdu. Öyle korkunç, öyle müthi ş bir şekilde sarsılmı ştım ki, her tarafım sırılsıklam olmu ştu. Ayıp de ğil ya, her tarafım.... Ve şeytan durmadan beni mıncıklıyor, didik didik ediyor du. Saçımı ba şımı darmada ğın etti ği bir yana, ayıptır söylemesi, entarimi de sırtımın tam orta yerine kadar açtı. O anda şeytan duasını bir okuyabilseydim.. Ah, bir okuyabilseydim mesele kalmayacaktı ama, akl ım, zihnim o derece peri şan olmu ştu ki okuyamadım tabii. Bütün yapabildi ğim fısıltı halinde «Git şeytan, git..» demekten fazlaya geçemedi. Sesim zayıf çıkıyordu ama, buna ra ğmen, bu sözler şeytanın daha fazla ileri gitmesine mâni oldu, her halde. Her ne hal ise, pis şeytan nihayet benimle didi şmeyi bıraktı, gitti, ba ş ucumdaki takma di şlerimi aldı. Ben Ulu Tanrı'yı içimden, sessiz, sessiz imdada ça ğırırken o da kar şıma geçti, di şlerimi a ğızına sokup sokup çıkarma ğa ba şladı. Sana bir şey söyleyeyim mi Tibbie'ci ğim, galiba beni kurtaran da bu oldu. Baktım ki, şeytan i şi azıtıyor durmak bilmiyor, kanım beynime sıçradı. Yerimden doğruldum, yata ğın içine oturdum ve o şey'e bir yum- ' nık indirerek : «Seni şeytan seni.... Seni Allah'ın cennetten kapı dı şarı etti ği pis mahlûk..» dedim.

İyi ki demi şim., karde ş.. Vallahi Cenâb-ı Hakkın adını anar anmaz beyninde n vurulmu şa döndü pis şey- 190 tan. Her halde yâlnız benim yumru ğum onu sersemletmedi ya, insan kuvveti, hele kadın kuvveti nedir ki, de ğil mi? Öyle bir haykırı ş haykırdı ki, duysan, korkudan donar, ta ş kesilirdin vallahi. Hemen yataktan fırladı, hoplay ıp zıplıyarak gitmeye ba şladı. Bereket versin ki kapıyı aralık bırakmı ştım. Hava sıcaktı o gece. Biraz nefes alayım diye adamakıllı kapamamıştım. Pis şeytan, o aralık kapıdan cehennem ate şinden bir alev parçası gibi syırıldı, gitti Ben de bu belâdan kurtuldu ğum için Hak Taalâya hamdederek kıvrıldım, yattım. B ir müddet kıpırdamaktan çekinerek öyle kaldım. Sonra yava ş yava ş yataktan çıktım, lâmbayı yaktım, canımı kurtardı ğı için Cenâb-ı Hakka duaya ba şladım. Fakat tam o sırada bir de ne göreyim. Aman Allahım, ne yapmı ş pis şeytan biliyor musun? Di şlerimi almı ş götürmü ş, diyeceksin, de ğil mi? Yo, hayır, hayır karde ş, alıp götürmemi ş. Onları kırmamı ş da. Fenalık olsun, intikam olsun diye yata ğımın ayak ucundaki pis lâzımlı ğın içine at- mış....» XVII .Ertesi haftaki Salı günü okula ba şladı Robert. Tatil bitmi şti artık. Kate de ilkokuldaki ö ğretmenli ğine döndü. O günü Robert gayet net şekilde hatırlıyordu. Dedesini her tarafından bir bulut gibi sarmı ş olan keder o gün son haddini bulmu ştu. Ondaki bu daimî üzüntülü hal Robert'e de geçmi ş ve bütün hayatı boyunca onu bırakmamı ştı. O hal üzerine geldi ği zamanlarda hayatı ya şamağa değmez, kapkaranlık bir şey olarak görürdü. Evdeki hava gerginli ğini, sinirlili ğini muhafaza edi-vordu. Bu istikamette bir geli şme, bir de ği şme yoktu. Haminne odasmda.n dı şarı çıkmamı ştı. Murdoch da srö-rünürlerde voktu. Çocuk vuvasında Mr. Dahymple'in y anında çalı şmağa ba şlamı ştı ama, evdekilerin bundan henüz haberleri olmamı ştı. Dandip. aHık arkadaslariyle bulu şmayı da istemez görünüyordu. Kopya i şi de olmayınca kendisine me şgale kalmıyor, böylece de sıca ğa ve damadının öfkeli suratına tahammül etmekten ba şka görev'i! kalmıyordu. Zavallı ihtiyar, her dakika i şkence içerisinde idi. Ezilip büzülüyor, oturdu ğu yenle oflayıp pufluyor, cle- 191 vamlı bir kıvranı ş hali ya şıyordu. Artık pipo da içmiyordu. Bunun sebebini küç ük yaştaki Robert bile anlamı ştı. Fakat o, gerçek sebebi bildirmemek isteyen bir tavırla elini bo ş pipoya parma ğı ile vurmu ş, hüzünlü bir tavırla : — Bunun faydası mı var ki insana o ğlum? Ne faydası var ki? demi şti. Ertesi sabah Robert perdenin arkasında giyinirken M r. Lackie, kahvaltı masasında yine Dandie aleyhinde atıp tutuyordu. Bu sırada Mrs . Lackie a şağıya indi. Hem şaşkın, hem de müteessir bir hali vardı. Endi şe ile : — Babam yukarda yok, diye ba ğırdı. Nereye gitti acaba ? Kısa bir sessizlik oldu. Mr. Lackie'nin hayreti de bu sessizlik sonunda hiddetle yer de ği ştirdi. Adeta kük-redi : —. Küllü ayıbından gayri bir de koybolması eksikti moruğun, dedi. Ak şama kadar gelmezse sebebini anladım demektir. Robert'in içine bir keder dolmu ştu ama, pek telâ şa kapılmamı ştı. Gavin'le birlikte okuluna gitti. Orada ö ğrendi ki, yalnız aynı şube'ye dü şmekle kalmamı şlardı, oturdukları yerler de yanyana idi. Yeni kita pların ve Gavin'le yanyana dü şmenin verdi ği sevinç içinde ak şamı etti. Eve dönerken de kitaplarını eve getirdi. Anneannesine rica ederek, kitaplarını kaplatacaktı ona. Fakat evdeki durum normal de ğildi. Sofraya oturdukları zaman anladı. Anneannesinin gözleri kan çana ğına dönmü ştü. A ğlaya a ğlaya bir hal olmu ştu her halde, kadınca ğız. Mr. Lackie de durgundu. Önemli bir şeyler oldu ğunu anladı. — Dedemden bir haber var mı anneanne?.. Mrs. Lackie, müteessir bir tavırla ba şını «hayır.» dercesine salladı. Mr. Lackie, elindeki ekme ği di şleriyle koparırken, sanki, o hiç sevmedi ği ihtiyar Dandie'nin kafasını koparıyor gibiydi. Öfke si burnundan akıyordu, belliydi. Bir taraftanda da parmaklarıyla sofra ört üsünün üzerine vuruyor, trampet çalar gibi yapıyordu. Her halde bu da

192 sinirdendi. Bir süre kimse bir şey söylemedi, îlk a ğzım açan, o sırada yeni gelmi ş bulunan Murdoch oldu : — Sakın, adamca ğızın ba şına bir i ş gelmi ş olmasın.... Mr. Lackie hemen kafasını kaldırdı. O ğlnu tersledi : — Sen sus, bakalım, aptal, dedi. O muhte şem zekânı burada de ğil, ba şka yerde gösterseydin. Murdoch iskemlesinde sindi, çıt çıkaramadı. Ortaya daha sıkıntılı, daha kasvetli bir sessizlik çökmü ştü simdi. Nihayet, hava öyle gergin bir hal almı ştı ki Mr. Lackie konu şmak lüzumnu hissetti : — Bu durumdaki biri lalettayin biri olsaydı, mesel e yoktu. Ama, ihtiyarın gayubeti behemehal kafa çekme i şiyle ilgili oldu ğuna göre.... Fakat sözü a ğzında kaldı. Mrs. Lackie yerinde hiddetle kıpırdand ı ve kocasına çıkı ştı : — Onu nereden biliyormu şsunuz? Söyleyin de, biz de ö ğrenelim bari.... Mr. Lackie bozulmu ştu. Kaymbabasma müteveccih bütün tarizlerine ses çı karamayan karısının bu müdahalesi sinirlendirmi şti onu. Fakat cevap verebilecek durumda da değildi. Zaten Mrs. Lackie henüz lâfını bitirmemi şti. — Zavallı babacı ğım, dedi, cebinde be ş kuru şu bile yok.. Zaten herkesin lanetlemesi oldu. Herkes aleyhinde konu şuyor, kimse adam yerine koymuyor zavallıyı. Hakaret ediyorsunuz ona, ayya ş, diyorsunuz. Son zamanlarda dozunu çok artıran bu hareketlerden kendini içkiye verdiyse bile şaşmam da, ayıplamam da ben. Ağlama ğa ba şlamı ştı. Murdoch, annesinin bu çıkı şı ile, biraz evvel babasının kendisini paylamasının haksızlı ğını etrafa kabul ettirmi ş gibi bir tavır takınmı ştı. Fakat her ihtimale kar şı, kafası yine önündeydi. Bir daha azarlanma ğa niyeti yoktu. Kate de annesini teselli lüzumunu hissetti ve babas ına da vazifesini hatırlatırmı ş gibi sertçe bir sesle hitap etti : 193 — Siz de şöyle bir çıkıp adamca ğızı arasanız fena olmaz, baba, dedi. Cebinde parası da bulunmadı ğına göre, zaten fazla uzaklara gidememi ştir her halde.. Mr. Lackie, dünyada en fazla nefret etti ği bir adamı arama ğa kalkacak tıynette bir insan de ğildi. Onun için kızının bu talebinden suratı asıldı : — Yapamam, dedi, aramayamam onu. Sanki bu kadarı y etmiyormu ş gibi, bir de onun kayboldu ğunu dünya âleme ilân mı edece ğiz? Peçetesi ile dudaklarını kurulayarak sofradan kalkt ı : — Benim memurlara söyledim, görürlerse ha ber verecekler. Daha fazlasını yapamam ben. Mr. Lackie'nin «memurlarım» dedi ği iki zavallı adamca ğızdan ibaretti. Biri, ilerde, yerine geçece ğini umdu ğu için etrafında pervane gibi dönen i şgüzar muaviniydi, Archibald Jupp adında sıska, kafasız bi r adam; öteki de fıçı gibi bir o ğlandı. Bütün hareketlerinde o kadar yava ştı ki, maden i şçileriyle kasabanın di ğer alaycı gençleri bu şi şko delikanlıya «Sür*at Postası» adını takmı şlardı. Robert sonradan haksız çıkmı ştı ama, bu iki ki şinin gerçekten bir şey becerebileceklerine o anda ihtimal verememi şti. Dedesinin son günlerdeki hallerinden haberi olmadı ğı için de müthi ş merak etmeye ba şlamı ştı. Ertesi sabah da durum aynıydı. Ne Dandie, ne de hab eri.... Evin içindeki gergin ve durgun hava da devam ediyordu tabii. Ö ğle oldu, yine bir şey yok.... Sofrada nihayet Mr. Lackie elinin içiyle masaya vurdu. — Adam'a bir telgraf çekelim.... Evet,, evet.. En iyisi buydu. Evde bu i şle esaslı şekilde me şgul olacak bir erkek yoktu. En iyisi Adam'ın gelmesiydi. Fakat telgraf.. Telgraf şimdiye kadar bu evin içinde hemen hemen hiç i şitilmemi ş, hiç lüzum görülmem şi bir şeydi. Bir ölüm habercisi, bir kara haberci gibi bir tesir bırakıyordu ev halkı üzerind e. Fakat Mr. Lackie bu fikri benimsemi şti. «Adam bu i şi halleder.» diyordu. Nihayet kadın kalktı, alelace le giyindi. Murdoch'un be-

194 raber gelme teklifini de reddederek Adam'a telgrafı çekmek üzere tek ba şına Durumbuck postahanesine yollandı. Mrs. Lackie eve döndükten kısa bir müddet sonra, ya ni onun telgrafı çekmek üzere evden çıkmasından l saat sonra eve telgrafın cevabı geldi. Telgraf aynen şöyle idi : «Yarın ö ğleden sonra saat üçte oradayım - Adam.» Adam'ın, âd eta bir ticaret i şine kar şılık verir gibi, telgrafı sür'atle cevaplandırması hepsinin içine bir ümit, bir iyimser hava getirdi. Mrs. Lackie, bu tel grafı, Adam'-dan gelmi ş di ğer telgrafların en üstüne, dolaptaki yerine itina ile yerle ştirdi. Onun bütün mektupları, telgrafları, okul karneleri ve hattâ ha ttâ kurdele ile ba ğlanmı ş bir tutam çocuk saçı bile bu dolapta dururdu. Annesi te lgrafı yerine koyarken : — O ba şkadır, o.. Bir taneciktir benim Adam'ım.. diyordu . Fakat, daha Adam Levenford'a gelmeden, ertesi sabah müthi ş bir şey oldu. Kuşluk vaktiydi. Robert evde avare avare dola şıyordu. Birden kapı açıldı büyükbabası kapıda göründü. Yanında muavini Archi J upp da vardı. Archie ta şlıkta durdu, Mr. Lackie karısına do ğru geldi. Kısa bir tereddüt ânı ya şadıktan sonra da ciddî ve hattâ bir parça da mü şfik bir tavırla konu ştu : — Karıcı ğım, dedi, sana bir şey söyleyece ğim ama, lütfen kendine hâkim ol. Gölün üzerinde ihtiyarın.... şapkasını bulmu şlar.. Robert'in gözleri deh şet içinde açılmı ştı. Jupp, zavallı Dandie'nin şapkasını uzatıp göstermi şti. Bu ezilmi ş, ıslak şapkayı o bulmu ştu, izahat verdi : — Gölün tâ öbür kıyısında, suların üstünde yüzüyor du Mrs. Lackie.. Kayıkhanenin tam önünde.. Sesine bir teselli tonu vermek ister gibi devam ett i : — îçime do ğmuş gibi oraya bir bakayım demi ştim.. Robert, üzerinden henüz sular sızmakta olan bu sahipsiz şapkaya endi şe ve deh şetle bakıyordu. Bu şapkanın, böyle sahipsiz bir şekilde bu eve gelmesindeki mânayı Mrs. Lackie derha l kavramı ştı. Gözlerinden yaşlar akma ğa ba şladı. Archie Jupp onu teskine çalı şıyordu : 195 — A ğlamayın Mrs. Lackie, dedi. Çok rica ederim a ğlamayın. Belkide bir şey yoktur. Hiç bir şey yoktur belki de. Şapkası suda bulunan bir insanın mutlaka o suda ölmü ş olmasına hükmedilemez ki.... Mr. Lackie mutfa ğa gitmi ş karısına çay hazırlamı ştı. Getirdi, kederli bir tavırla verdi, içip bitirinceye kadar da ba şında durdu, bekledi, karısını teselliye çalı ştı. Sonra da muaviniyle birlikte çıktı gitti. Öğleden sonra Adam geldi. Sırtında siyah bir ceket, a yağında da çubuklu bir pantolon vardı. Gri bir kravat takmı ş, üzerine de inci bir i ğne ili ştirmi şti. Gelir gelmez de meseleye el attı. Ciddi bir tavırla masanın ba şına geçip oturduktan sonra, bir sorgu hâkimi gibi herkesi tek er teker sorguya çekti. Hattâ Robert bile, dedesinin o dü şünceli halini ve en son söyledi ği sözleri nakletti. Adam kararmı açıkladı : — Polise haber verelim.... Bu polis kelimesi herkesi şöyle bir ürküttü, îlk reaksiyon Mr. Lackie'dendi. — Fakat Adam, dedi, benim içtimai mevkiim?! Adam, soğukkanlı bir eda ile görü şünü açıkladı : — E ğer, bu ihtiyar adam, aklına estiyse, heyheylere boy un e ğip kendini göle attıysa, sen ne kadar saklarsan sakla yine günün bi rinde duyulur, ortaya çıkar. Bununla beraber, yine sizin bilece ğiniz bir şey bu, netice itibariyle.. Ben karı şmam. Haber verirsek gölü ararlar demek istemi ştim de.... Mrs. Lackie oldu ğu yerde zangır zangır titriyordu : — Adam, yani sen.. Şey.. Şey mi demek istiyorsun? Adam yani o.. Adam omuzlarım silkti : — Yani anneci ğim dedi, bu ihtiyar her halde bizimle alay etmek iç in bu şapkayı suya atmadı ya!.. Kadm, büyük üzüntüsünü, bir insanın ölümünü bu kada r küçümseyen bir ifade kar şısında hayretini gizleyemedi : — Aaa, ne biçim söz öyle o Adam?., dedi. Fakat o ğlu açıklama ğa kalktı : — Düşündüklerimi oldu ğu gibi söyledi ğim için kusura bakma, anne. Ne kadar üzgün oldu ğunu elbette bi-

196 liyorum. Ama, sen benden iyi biliyorsun onu, ya şayıp da ne olacaktı yani? Haydi, ben gideyim de ba şkomiseri görüp durumu anlatayım. Muir iyi ahbabımdı r benim. Durumu aydınlatmak için elinden gelen gayreti esirg emez. Bu sözleri söyledikten sonra cebinden timsah derisi bir tabaka çıkardı, içinden bir puro aldı. Robert de büyük bir üzüntü içinde ba kı şlarını ona dikmi şti. Son-r°, da, arada bir babasına da bakarak konu ştu : — Vallahi çok iyi oldu aniıe, dedi. Poliçeyi uzatt ı ğımız çok iyi oldu. Ben o kadar ısrarla üzerinde dur-masam sizin de yap aca ğınız yoktu ya bu i şi.... Ha, bir durun bakayım, faiziyle ne ediyor, hesaplay ıvereyim sise şuracıkta.. Sonra sa ğ elini iç cebine sokup pırıl pırıl parlayan gümü ş bir dolmakalem çıkardı. Robert'in getirdi ği bir kâ ğıdı masanın üzerine koyduktan sonra hesap etmeye girigti : — Be ş sene üçten.. Sonra.. Sonra yirmi be ş daha.. î şte bak, anne, tam 116 lira fark ediyor.... Fakat Mrs. Lackie hüngür hüngür a ğlıyordu. — Ben para falan istemiyorum.... Mr Lackie de bo ğuk bir sesle : — Ben şimdi gelirim., diye çıkıp gitti. Nihayet Adam da kalemini cebine koydu. Kalktı . — Anne, dedi, ben gidip in şaat Şirketinde McKel-lar'larla bir konu şayım. Parayı hemen vermemek için güçlük çıkarırlarsa o hal leder. Onu alır beraber buraya gelirim sanıyorum. Sen de bize güzel bir yem ek hazırlarsın, anne, olmaz mı? Kıymalı yumurta falan gibi iyi bir şeyler olsun ama.. McKellar'ın ho şuna gider. Sonra çıkıp, gitti. Mrs. Lackie, o ğlunun isteklerini yerine getirmek için, o gider git mez mutfakta yemek odası arasında mekik dokuma ğa ba şlamı ştı. Kafasını babası ile ilgili kötü düşüncelerden kurtarmak için kendini büyük bir gayretl e i şine vermek istiyor gibiydi. Fazla masraf olacak diye heyecanlar geçire n Mr. Lackie, şimdi gelmi ş, altı tane yumurtaya kıyarak kurabiye yapmasını da s öylüyordu. Fırında zaten bir yı ğın şey pi şirmi şti kadm- 197 cağız ama, Mr. Lackie'nin de ne hikmetse bonsörlü ğü üzerindeydi bugün. Evin içini o zamana kadar görülmemi ş nefis bir yemek kokusu istilâ etmi şti. Masaya en güzel, temiz sofra örtüsü yayıldı, üzerine de oturm a odasındaki büfede duran yemek takımının tabakları sıra sıra konuldu. Akşam üzeri saat 5 de Adam eve döndü. Ellerini o ğuştura o ğuştura günlük hesabı verdi : — Pazartesinden itibaren ilk i ş olarak gölü tarama ğa ba şlayacaklar, dedi. Bir hafta içinde çıkarsa ne âlâ.. Arama - taramanın masrafını da Hayır Yapanlar Cemiyeti verecek. Muir'in söyledi ğine göre, göl çok berbat durumdaymı ş. On sene içinde üç ki şi bo ğulmu ş orada, bir de buz kazası olmu ş. McKeller'la da konu ştum. Saat 7 den evvel gelemezmi ş beyefendi., inatçının biridir zaten o. Yeme ğemizi biz yiyelim anne.. Sofraya oturdular. O evde, o güne kadar böyle nefis , böyle çe şidi bol bir sofranın kuruldu ğunu hiç görmemi şti Robert.. Et, yumurta, börek, kurabiye ve sıcak koyu çay... Mr. Lackie, cömert bir eda ile masaya şöyle bir göz gezdirdi. Hayatından memnun görünüyordu. Cimrilik babında şeytanın baca ğını kırmasının bir gerekçesini yaptı : — Böyle günlerde masrafa acımam ben. Ama her şey yerli yerinde gerek.. Murdoch, marazî haleti ruhiyesi içinde bir sual att ı ortaya : — Adam, dedi, acaba suyun yüzüne çıkar mı dersin, ha? Adam, bilgiçlik taslayan bir eda ile cevap verdi : — Vallahi, bu konuda muhtelif görü şler var, dedi. Muir'in söyledi ğine göre, bazıları 48 saat içinde suyun yüzüne çıkarmı ş. Tabii, davul gibi şi şmiş olarak. (Mrs. Lackie, bunu duyunca titreyerek göz lerini kapadı.) .Suyun üzerinde yüzükoyun, hafif hafif yüzermi ş. Amma da tuhaf de ğil mi bu? Sonra, efendim, bazıları da inatçı olurlarmı ş. Bir türlü yukarı çıkmazlarmı ş, suyun dibinde kalırlarmı ş. Otların arasında, kumların içinde takılıp kalırmı ş. Gölün dibi ot dolu tabii. Bu durumda- 198

kiler karnına gaz dolup şi şse bile yukarı çıkamazmı ş. O zaman suyun yüzünde, içi cıvalı bir alet yüzdürüp, bulundu ğu yeri tesbit ederler, sonra kancalarla falan çıkarırlarmı ş. Robert, Adam'in bu anlattıkları kar şısında ürper-mekten kendini alamamı ştı. Sevgili dedeci ğini, öyle, suyun dibinde, yosunların, otların arası nda davul gibi şi şmiş bir durumda gözünün önüne getiriyordu. Manzara tah ammül edilir gibi değildi do ğrusu.. Hayali bile feciydi . Fakat tam bu sırada kapı çalındı. Herkes yerinden şöyle bir kıpırdadı. Kapıya Kate gitti. Biraz sonra döndü ğü zaman yanında Archi Jupp vardı. Archie, ev halkının sofrada oldu ğunu göründe mahcup olmu ş bir tavırla bir an duraladı : — Kusura bakmayın, dedi Çok affedersiniz, rahatsız ettim sizleri. Fakat haber vermeden yapamadım. Yeni bir şeyler daha bulundu da.... Haberi bir an evvel ula ştırmak için Archie ko şa ko şa gelmi şti. Alnındaki boncuk boncuk terleri mendiliyle kuruladı. Heyecanlıydı ve çehresinde samimi bir üzüntüye delâlet eden emaraler vardı. Devam etti : — Gölde kayıçılık yapan Mr. Parkın hatırladı ğını söylemi ş. Çar şamba akşamı, geç vakit, kayıkhanesinin yan taraflarında bir cismin suya dü ştü ğünü gayet net şekilde i şitmi ş. Bugün kancasını alıp oraya gitmi ş. Biraz ara ştırma yapmı ş. Sudan bir elbise, bir erkek ceketi çıkarmı ş. Götürüp karakola teslim etmi ş. Biraz evvel ben de gördüm. Mr. Gow'un ceketiyd i. Robert'in kıpkırmızı olmu ş gözlerinden tekrar ya şlar bo şanmağa ba şladı. Bir tarafta da Mrs. Lackie a ğlıyordu. Sessiz sessiz içini, çeke çeke.... Mr. Lackie, cömertli ğinin bir yeni ni şanesini daha gösterdi. Misafiri yeme ğe davet etmek nezaketini gösterdi : — Şöyle buyur Archie, dedi. Sen de biraz bir şeyler ye, bizimle. Archie, saygılı bir davranı şla iskemlelerden birine oturdu. Mrs. Lackie'nin uzattı ğı çayı alırken de, Mr. 199 Lackie'nin kula ğına e ğildi, ba şkasının duymamasını istedi ği hafif bir sesle : — îyi etti de kendini öldürdü, de ğil mi? dedi. Fakat Mr. Lackie ka şlarım çattı. Hiç umulmayacak bir reaksiyon gösterdi : — Yoo, dedi, böyle konu şmana müsaade edemem Jup.. insanca bir söz de ğil senin söyledi ğin. Aslında, bu hâdisede teker teker hepimiz kabahatliyiz, suçluyuz, ihtiyar Dandie, hiç de fena bir insan de ğildi do ğrusu. Sonra kendine göre bir havası da vardı. Bastonunu sallaya sallaya sokakta öyle bir yürüyü ş yürürdü ki, de ğme insan o tavn kendisine yakı ştıramazdı.... Sonra e ğilip Robert'in omuzuna dokundu. A ğlamaması için de ğildi ama, bu ilgisi. Bilâkis a ğlaması yerinde bir hareket kabul ediyordu. Munis bi r sesle : — Zavallı yavrum, dedi, sen de onu çok severdin.... Kapı tekrar çalınmı ştı. Artık kara haberin sonucunu ö ğrenmekten ba şka bir şey kalmadı ğına kani görünüyordu herkes.. Bu çalınan kapı açılı nca ihtiyar Dan-die'nin cesedinin bulundu ğu ö ğrenilecek ve her şey tamamlanmı ş olacaktı her halde. Herkes yerinden fırladı. Hayretle do ğruldular. Müthi ş, manalı, kuvvetli bir sessizlik oldu. Bir şeyin kesinle şti ğini ö ğrenmekten ileri gelen derin bir sükut. Sonra yine Kate yerinden kalktı. Kapıyı açma ğa gitti. Dönüp geldi ği zaman suratının kâ ğıt gibi bembeyaz hali korkunçtu. Herkes : — Tamam, Kate haberi ö ğrendi her halde, diye geçiriyordu içinden. Kısık bi r sesle konu ştu : — Ooo, baba, dedi, polis gelmi ş. Seni görmek istiyor. Adam kapının aralı ğında, Kate'in arkasında görünüyordu. Kırmızı yüzlü, iri cüsseli bir adamdı bu. Mi ğferini ba şından çıkarmı ş, elinde evirip çeviriyor, aceleci bir bakı şla Mr. Lackie'yi bekliyordu. Mr. Lackie de sapsarı kesilmi şti. Bet beniz kalmamı ştı onda da. Fakat ciddi halini kaybetmemi şti. Hemen yerinden kalktı. Adam'a da «Benimle gel.. » mânasına bir i şaret yaptı. Baba - o ğul ta şlı ğa çıktılar. Arkalarından da kapıyı kapattılar. Sanki içerdekilerin önlerine bir engel koyarak felâket haberini veya felâketin kendisini onlardan uzak tutmak istiyorlar dı. îçerdekiler> 200

korkunç bir sessizlik içinde, tek kelime konu şmadan, kara haberi alınca öylece donup kalmı ş gibi otururlarken, di ğerlerinin dı şarıda fısıltı halinde seslerle konu ştuklarını ancak i şitebiliyorlardı. Onlara saatler kadar uzun gelen bir süre sonra Mr. Lackie içeri girdi. Tekrar bir sessizlik oldu. Sonra, içlerinde en cesur oldu ğu anla şılan Kate, bu korkunç sükûtu yırttı ve sordu : — Bulmu şlar mı, baba? Mr. Lackie, ancak duyulabilen bir sesle mırıldandı : — Bulmu şlar.... Yüzü eskisinden daha fazla sararmı ştı. Devam etmek lüzumunu hissetmi şti : — Nihayet ele geçirmi şler.... Murdoch kısık bir sesle teferruata inmek isteyen su alini sordu : — Morgda mıymı ş? Mr. Lackie'nin cevabı kısa fakat kesin oldu : — Hayır.. Ardfillan cezaevinde.... Taşla şmış bakı şlariyle odadakileri teker teker süzdü. Bitkinlikten tutuna tutuna iskemlesine kadar geldi. Çöker gibi oturduktan sonr a devam etti : — Evet, bizim ihtiyar şu anda Ardfillan cezaevinde.... Ba şına bazı i şler gelmi ş. O gece Skeoch korulu- ğundaki serserilerle kafayı çekmi ş. Zilzurna sarho ş olmu ş. Sonra da kayıkhanede kavga ederek şapkasını, ceketini göle dü şürmüş. Ondan sonraki iki gün de kim-bilir daha ne haltla r karı ştırdı ki, sonunda Ardfillan cezaevini boylamı ş. Suçu hem sarho şluk, hemde de kanunlara ve nizamlara aykırı hareket., içerde yatıyormu ş şimdi. Adam gitti. Onu kefaletle hapisten çıkarttıracak.... Adamla ihtiyar Dandie yolun ucunda göründükleri zam an karanlık basmak üzereydi, ihtiyar şapkasızdı. Kaybetti ği ceketinin yerine de sırtına bir polis gömle ği giymi şti. Fakat önünü iliklememi ş oldu ğu için gö ğsü ba ğrı tamamen açık bir durumdaydı. Yaptıkları ile iftihar ediyormu ş gibi bir hali de yok de ğildi ama, muti, boynu bükük tavrı daha galip geliyordu. Gözle ri o derece ı şıldıyordu ki, üzerine geçirmeye çalı ştı ğı umursamazlık ve kabadayılık zırhına ra ğmen bu parıltı bir 201 «çatlak» te şkil ediyor, aslında onun korkmakta oldu ğunu, yaptıklarından pi şman bulundu ğunu açıklıyordu. Robert, pencerenin dibine büzülmü ş, tek ba şına, endi şelerle dolu bir halde öylece duruyordu. Gizli bir göz i şareti ona yetti. Hemen yukarı fırladı. Daha kendisi gelmeden dedesinin odasına fırladı. Orada, safi kulak kesilmi ş, etrafı dinlerken sokak kapısının kapandı ğım duydu, arkasından da müthi ş bir gürültü koptu. Adam, yüksek sesle birini paylar, azarlar gi bi konu şuyordu. Mrs. Lackie ağlyıp sızlıyor, kocası da mütemadiyen bir şeyler söylüyordu ama, ihtiyar Dandie'nin sesi hiç duyulmuyordu. Nihayet yukarı çıktı. A ğır adımlarla odasına girdi. Yüzü son derece renksizle şmiş, sarı-beyaz karı şımı bir manzara almı ş, saçı, sakalı da birbirine karı şmıştı. Üzerinde insanı rahatsız eden garip bir koku va rdı. Robert'e şöyle bir baktı. Sonra da odanın içinde üç a şağı, be ş yukarı gezinmeye başladı. Olan bitenleri umursamaz bir tavır takınmak i stiyordu ama, yapamıyordu. Keyifli keyifli bir türkü tutturmak istedi, bece-• omedi. Sonra, sırılsıklam olmu ş, yırtılmı ş, buru ş buru ş şapkasını aldı. Kızı, onu büyük bir saygı ve sevgi hissiyle getirip yata ğının üzerine koymu ştu Elinde bir süre şapkasını seyretti. Baktı, baktı ve sonra so ğukanlı bir tavırla Robert'e : — Kalıplanırsa güzel olur yine, dedi. îyi şapkadır bu.... IK1NCÎ KISIM I Kestane a ğaçları yine o nefis ye şillerine bürünmü şlerdi. Şimdi kolları etrafa daha fazla uzanmı ş, rüzgâr altında hafif hafif sallanıyorlardı. Ben d ağlarının gerisinde batmakta olan güne şten hafif bir bu ğu yükseliyor gibiydi. Robert, 1910 yılının nefis bir Nisan ak şamını ya şıyordu. Heyecan dolu, gurur dolu nefse itimat dolu bir ak şam, ilk defa o gün kendisinin, bizzat kendisinin bu kadar sevdi ğini, bu kadar be ğendi ğini ve kendi kendisiyle bu kadar iftihar etti ğini dü şünüyordu. Eve dönüyordu. Yürürken arada bir duraklı yor, bazan kendi kendisini tanımıyor, «Acaba bu gerçekten ben mi-

202 yim?» diye soruyordu. Ama, her halde oydu, o, kendi si, Robert Shannon. Kar şısında adamakıllı boylanmı ş, sarı şın çehreli, zayıf bünyeli, 15 ya şında gösteren bir çocuk vardı. İncecik kolları, sö ğüt dalları gibi sallanan bacaklariyle hafif öne do ğru e ğilmi şti. Yüzü ona biraz yabancı gibi geliyordu. Dalgın, hülyalı bakı şları vardı. Çocuksu yüzünde, ya şlı ba şlı adamlarınkini andıran bir burun ta şıyordu. Hayretten kendisini alamamı ştı. Ruhunda acı ile karı şan hisler duymu ştu. Bir türlü inanamıyordu. Bugün Paskalya arefesiydi ve o Mr. Reid'le konu.3a- lı daha henüz 10 dakika olmamı ştı. «Yason» Robert'i en sona bırakmı ş, ötekiler gittikten sonra da parmağiy-le i şaret ederek kürsünün yanına ça ğırmı ştı. Reid, Ro-bertlerin sınıf öğretmeniydi. 32 ya şında, genç bir adamdı. Hafifçe yanlara do ğru yayılmı ş çehresinde sıkı şıp kalmı ş, fakat fı şkırmak isteyen bir canlılık kendini belli ediyordu. Duda ğının üzerinde üç köse bir yara izi, iki tarafında d a kar şılıklı, küçük küçük, beyaz tomurcuk gibi benekler vardı. Bi r operasyondan kalma oldu ğu intibaını veren bu yara, burnunu biraz a şağıya dü şürüyor, yassıltıyordu. Ve her halde bu yüzden burun delikleri geni ş, burnu kemiksizmi ş gibi görünüyordu. Yumuşak, sarı saçlarının altındaki mavi gözleri iri ve ç ok belirliydi. Cildi daima nemli görünürdü ve bembeyazdı. Hiç saka llı dola şmazdı. Her gün çehresi sinek kaydı biı-tıra şın canlılı ğı ile dolu görünürdü. Biraz çirkin görünen o yarasını bıyıkla kapama ğa bile lüzum görmezdi. Bu yara ile ilgili olarak, bazı kimselerin kendisine alaylı alaylı bakmalarına bile tahammül gösteriyor, hiç önem vermiyor gibi davranı yordu Fakat bu kusur konu şurken kendini bariz şekilde ortaya koyuyordu. «S» harflerini, dilini damağına yapı ştırdıktan sonra söylüyormu ş gibi bir pelteklikle konu şuyordu. Öğrencilerin Mr. Reid'e yakı ştırdıkları takma isim de bu pelteklikten ileri gelmi şti. Bir derste Yunan şairi Pindar'ın üçüncü kasidesindeki argonafti şleri anlatırken, Yason'dan heyecanla bahsetmi ş, o anda çok çabuk konu ştu ğu için de «Yason» un «s» si di ğer günlerdeki durumundan çok farklı bir bariz pelte klikle kulaklara dolmu ştu. 203 l Bugünkü konu şmaları sırasında Robert ö ğretmenini hayran hayran seyrederken, o, kürsünün üzerine parmaklariyle, trampet çalar gibi vurarak : — Shannon, demi şti, sen bizim bu sürünün (o sınıftan bahsederken hep böyle derdi) arasına karı şacak bir çocuk de ğilsin. Bamba şka bir halin, bamba şka bir kafan, bamba şka heveslerin var. Ben senin için bir şey dü şündüm. Seni Marshal müsabakasına sokaca ğım. Kazanaca ğına güvenim var. Bu fevkalâde bir şeydi. Konu şmaları bu kadarla kalmı ştı, ama Robert, eve geldi ği zaman hâlâ sarho ş gibiydi, içi sonsuz mutluluklarla dolu idi. Müthi ş seviniyordu. Yalnız kalmak, sırrını bütün kulaklardan saklamak i stiyordu ama, dedesi yukarıda, açık pencerenin önünde onu bekliyordu. Da ma tahtasını hazırlamı ştı bile. Robert'i bekliyordu. Meraklanmı ş, sabırsızlanmı ş gibi bir hali vardı : — Bir şey mi oldu? Nerelerde kaldın böyle? diye sordu. Robert'in cevabı kısa ve kesindi : — Hiç.... Ona bir şey söylememeye karar vermi şti. Dedesi, onun için artık o eski, melek gibi insan de ğildi. Sırrını söylerse yazık ederdi. Halbuki, gerçekte, dedesi de Robert gibi de ği şmemişti. Hareketlerinde yine o eski canlılık vardı. Sadece sakalındaki kırmızı tel ler biraz daha azalmı ş, yaşlılı ğın sebep oldu ğu dikkatsizlikle yele ğinin yakasına yapı şan lekeler biraz daha ço ğalmı ştı. Sonraları, bazı a şırı hareketleri olmu ştu ama, o günlerde henüz o hale gelmi ş de ğildi. Çocukluk senelerindenberi arkada şı olan Peter Dickie Glenwoodie'deki Dü şkünler Evine yatmı ştı. Kendisini, artık kimsenin, yüzüne bakılmaz bir ihtiyar telâkki etmesine üzülerek bunu yapmı ştı. Dandie, Dickie'-nin gidi şinden sonra daha sakin, daha a ğır ba şlı, ciddi tavırlar takınma ğa başlamı ştı. Antipati çekmemek için daha dikkatli olma ğa ba şlamı ştı. Bir türlü de yaşlı oldu ğunu kabul etmiyordu. Eskidenberi öyleydi zaten.. Ve yanında, «ölüm» kelimesi geçti ği zaman kendisine hakaret ediliyor sayardı. Mamafih yine

«neş'esini bulmu ştu». Senelik bayramını yapıyordu. Haminne yine Kilm arnock'a gitmi şti. 204 Bununla beraber, biraz öfkeli görünüyordu. Robert'i n, dama oyununa engel olaca ğını sanmı ştı. Kızgınlı ğını döktü : — Otursana be, ne öyle put gibi dikilmi ş kar şımda duruyorsun ? Robert, boynunu büküp kar şısına oturdu, ihtiyar, ka şlarını çatıp zihnini bir noktaya toplama ğa çalı şıyor-mu şçasına dama tahtasına e ğildi, oynayaca ğı ta şı uzun uzun hesapladı. Robert'e farkettirmeden esaslı bir komplo hazırlıyordu, ama, o da görmüyor de ğildi. Hiç bir kastı yokmu ş gibi, ta şını sakin sakin sürüyor, geli şigüzel oynuyormu ş gibi bir poz takınıyordu. Bir yandan da piposunun ucunu süzüyor, kendi kendine mırıldanıyor du. Delikanlının aklı oyunda de ğildi. Ö ğretmenin, istikbal için kendisine ümitler veren vaadi zihnini mütemadiyen kurcalıyordu. Okulu bitirmek üzere olan herkes gibi, o da, ne olaca ğını uzun uzun dü şünmüştü. Gözü çok yükseklerdeydi, ne olmak istedi ğini de pekâlâ biliyordu ama, içinde bulundu ğu hayat şartları, onun bu arzusunun gerçekle ştirecek nitelikte görünmüyordu. Okulda daima sınıfının birincisi olma ğa alı şmıştı. Bir çok ö ğretmen deği ştirmi şti. Hepsi de gayet tarafsız olarak, ona, iyi bir is tikbale yürüdü ğünü söylemi şlerdi. Meselâ, bir Mr. Irvin vardı. Uzun boylu, zay ıf bir adamdı. Hareketlerinin büyük kısmı yapmacıktı, ikide bir de nezle olurdu. Robert'e Ingilizcesinin mükemmel oldu ğunu söyler, «denizlerin ruhu,» «mabar selleri» gibi şatafatlı terkiplerle süslü kompozisyon ödevlerini b ütün sınıfa yüksek sesle okurdu. Sonra Mr. Calwel gelmi şti. Çocuklar ona «Koltuk De ğneği» adını takmı şlardı. Bir aya ğı tutmadı ğı, kısa bir koltuk de ğneği ile dola ştı ğı için böyle demi şlerdi. Bir hayli ya şlı, zayıf, kibar bir adamdı. Küçük bir sakalı vardı. Rahipler gibi kül rengi bir cüppe giyer, klâ sikleri severdi. Ara sıra Robert'i bir kenara çekerek «Sen iyi bir Lâtince uz manı olabilirsin..» derdi. Öteki ö ğretmenler de öyle, onu te şvik edici sözler söylerlerdi. Fakat Reid'e gelinceye kadar Robert, içindeki ilgi ve sempatinin tek bir istikamete yöneldi ğini görmemi şti. Tabiat bilgisine kar şı duydu ğu yakınlı ğı Reid ciddi- 205 ye almı ştı. Onu tatlı bir hâtıra olarak daima içinde ya şatmı ştı. Sıcak bir yaz günüydü. Sınıfın pencereleri açık ola rak ders yapıyorlardı. Birden içeri iki kelebek uça uça girmi şlerdi. Bütün ö ğrenciler dersi bırakıp onları seyre ba şlamı şlardı. Ö ğretmen Reid birden sormu ştu : — Niçin iki tane? Bu suali hem kendine, hem de bütün sınıfa sormu ş gibiydi. Kısa bir sessizlikten sonra Robert'in mütevazi sesi duyulmu ştu : — Sevi şiyorlar da ondan, efendim.... Hoca kızar gibi olmu ştu : — Yani kelebekler arasında da mı a şk var, demek istiyorsun; sersem.... Robert kendinden emin, cevabım vermi şti : — Aaa.. Elbette efendim. Onlar, e şlerini kokulan., dan tanıyarak tâ bir günlük yoldan bulurlar. Bu koku, onların derileri altındak i guddelerden çıkar. Mine çiçe ğinin kokusu gibi bir kokudur bu. — Daha neler., diye çıkı şır gibi konu ştu hoca. Hâlâ Robert'in söylediklerine inanmıyordu. — Peki.. Bu kokuyu onlar nasıl duyarlar? Onu da sö yler misin, lütfen? — Boynuzlarının ucunda koku alma ğa yarayan birer küçük tomurcuk vardır. Robert, konu hakkında bilgi verebilecek durumda old uğu için biraz da ma ğrurdu. Gülümseyerek devam etti : — Bu bir şey de ğil efendim, hele bir «Kızıl Amiral» vardır ki, bir şeyin tadını ayaklariyle alır. Bütün çocuklar kahkaha ile güldüler. Fakat Reid onl ara kızdı : — Susun sersemler, dedi. Bunun bildi ği bir şeyler var. Bırak onları, devam et sen Shannon. Yani, bizim şu iki ahbap kelebekler, koku olmazsa birbirlerini göremezler mi yani? Robert kızarma ğa ba şlamı ştı :

— Vallahi efendim, dedi, kelebe ğin gözü çok tuhaftır. Üç bin kadar ayrı ayrı parçadan müte şekkildir ve bunların her birinin, tıpkı tam bir göz gibi, bütün taba- 206 kalan, adesesi, her şeyi vardır. Fakat, renklere kar şı hassas oldukları halde son derece miyopturlar, bir metreden ilerisini pek göremezler. Robert sustu. Ö ğretmen de anlat diye ısrar etmedi ama, dersin sonun da sınıftan çıkarlarken ona hafifçe gülümsedi. Ö ğretmenlik, ö ğrencilik münasebetlerinde Robert'e ilk gülümseyi şiydi bu. Sonra da hafif bir sesle kendisine : — Tuhaf, demi şti, sende bir şeyler var, Shannon. Ondan sonra Reid, bir yandan onun tabiat bilgisine kar şı olan ilgisini te şvik etmeye, bir yandan da fizikten, öteki çocukların ok uduklarından daha ileri dersleri okutma ğa ba şladı, iki ay kadar sonra da bir gün Robert'i lâbora tuvara götürdü. Kolloidlerin şeffaflı ğı üzerinde yapılan deneylerde hazır bulundurdu. Bu ilgi üzerine Robert hocasına büyük ölçüde ba ğlanmı ştı. Derste onu hayranlıkla dinliyordu artık. Kimesizli ği-nin ruhî problemleri içinde ona büyük bir sadakatle ba ğlanması normaldi. Bir sene kadar evvel Gavin'i babası Academiy'den al mış, Larcfield Kolejine vermi şti. Robert için beklenmedik, şiddetli bir darbe olmu ştu bu. Larchfield Koleji, Ardfillan civarında pahalı bir hususi okuld u, yatılıydı. Alelade aile çocuklarının getirmelerine imkân olmayacak derece p ahalı ücretli bir yerdi. Müdürü, Balliold'da okumu ş, Lords'da me şhur bir Kriket Kulübünün reisli ğini yapmı ş bir adamdı. Gavin, bu okulda da kendisini herkese sevdirmi şti ama, Robert'e kar şı durumu, ilgisi hiç de ği şmemişti. Bazı yaz günlerinde, Mr. Reid'in bisikletini al arak Ga-vin'e gidiyordu. 20 kilometrelik mesafeyi a ştıktan sonra, onun, okulu adına girdi ği müsabakaları seyre gitti ği zaman Gavin'le mutlaka görü şürdü. Bu vefakâr arkada şı, pavyonda, etrafını saran alkı şçıların arasından sıyrılıp, oyun sahasının tâ bir ucundan kalkar, Robert'in garip bi r yabancı haliyle büzülüp oturdu ğu yere kadar gelirdi. Üzerinde kırmızı - beyaz form ası ile yanında oturur, dereden tepeden konu şurlardı. Gavin ona : — Evde ne var, ne yok9 diye sorardı. Robert de anlatırdı. Arkada şlıkları daha büyük bir hararetle devam et- 207 ti ği ve Gavin'i geli şlerinde eskisi gibi yine bir çok zamanlar beraber o ldukları halde, uzun süre birbirlerini göremedikleri de oluy ordu. Robert de, böyle Gavin'siz zamanlarında ikinci derecede bir arkada şla olmaktansa kendi içine dönmeyi tercih ediyor, kendisim yalnızlı ğa kar şı olan şiddetli temayülüne tamamen terkedi-yordu. Tek ba şına saatlerce kırlarda dola şıyordu. Winton tepelerinde ne kadar yuva, kaya, patika varsa hepsini teker teker biliyordu. G öllerde, nehrin a ğızındaki çamurlu su birikintilerinde balık avlıyordu. Bilhas sa kumbalı ğı, merlando balı ğı. .. Rüzgârtepe'nin arkasındaki, otlar ve çalılıkl arla kaplı vah şi bataklı ğın haritasını çıkarmı ştı. Bütün orman bekçileri tanımı şlardı. Bu yüzden artık istedi ği her kö şe buca ğa girebiliyor, bir nevi imtiyazlı muamele görüyordu. Koleksiyonları her geçen gün biraz daha zenginle şiyordu. Elde etti ği numunelerin bazıları son derece nadir bulunan şeylerdendi. Meselâ, çok çabuk üreyen bir su kurdunun yumurtalarından hazırlanmı ş tertipler, henüz tasnifi yapılmamı ş bir çok tatlı su hayvanları elde etmi şti. Bir tane de «Pantala Flavescens» denilen cinsten çok güzel bir yosuncuk yakalamı ştı ki, Kuzey Britanya'da o zamana kadar kimse bundan ele geçirem emi şti. Bütün çocuklar, tatillerini deniz kıyısında geçirme't için can atıy orlardı. Fakat Robert bu gezintilerden öyle büyük zevkler duyuyordu ki, deni z kıyısı falan aradı ğını hatırlamıyordu. Onun muhayyilesi ehlile şmiş tabiattan ho şlanmıyordu. Gezdi ği bataklıklar, muhayyilesinde, Güney Amerikanın Pampa denilen geni ş otlakları veya Tata-ristan ovaları gibi canlanıyor ve o ufukta, ba zan lama'-lar, bazan da tehlikeye dü şmüş misyonerler arayarak ihtiyatla, yava ş yava ş yürüyordu. Evet, acı bir gerçekti ki, Robert, o zamanlar çok a te şli bir dindardı. Belki, yalnızlıkları içinde, tek ba şına ya şadı ğı saatler, onda bir sı ğınma ve bir mânevi varlı ğa inanma ihtiyacını kuvvetlendiriyor, içindeki bu d indarlık ate şim daha fazla körüklüyordu.

iki günde bir Rahip Roche'un dualarında görev alıyo rdu. Bu da, tabiatiyle. di ğer çalı şmalarına darbe vuruyordu. Hem şirelerle çok iyi ahbap olmu ştu. Manastırın dehlizlerinde, mumların titrek ı şıkları altında 208 yapılan a ğır yürüyü ş merasimlerinde buhurdanı sallamak görevini ona ver mişlerdi. Büyük perhizlerde nefs'-ten fedakârlık metotlarını uygulardı. Hak dinine ba ğlı oldu ğu için Cenâb-ı Allah'a şükrediyordu. Yanlı ş bir dine ba ğlı olarak dünyaya gelen ve ahrette azap çekecekleri muhakkak olan öte ki zavallı çocuklara bütün kalbiyle acıyordu. Ya dünyaya pdesbiteryen veya müs -lüman olarak gelseymi şim diye dü şündükçe tüyleri diken diken oluyordu. «Allah bana a cımı ş da öyle yaratmamı ş, sonra öbür dünya için hiç ümidim olmazdı.» diyord u. Din konusundaki sıkıntıları el'an da geçmi ş de ğildi. Takvimlerde öyle günler vardır ki, hatırladıkça, üzerine büyük bir deh şet gelirdi. Maddesinin yorulmasından de ğil, ruhuna yapaca ğı tazyiki dü şünerek korkardı. Gerçe ği görüyordu, îskoç kasabalarının pek ço ğu gibi Levenford da taassupla kaynayan bir Vezüv gibiydi. Protestanlar katolikleri sevmezler, katolikler protes-tanlardan hoşlanmazlardı. Hele yahudiler?.... Onları ne Protesta nlar severdi, ne de katolikler.... (Ekserisi Lehli olan yahudiler, kasa basının Vennel bölgesinde, zararsız, küçük bir azınlıktılar.) Saint Patrick yortusunda haç-put'larla i şlenmi ş bayraklar meydan okur gibi açılır, eski İrlanda mezhebi mensupları da sancaklarını alıp yeşil kemerli gaydacıları arkasında, ana caddeden a şağı inmeye ba şladılar mı, ayrı ayrı mezheplerin rengi olan maviyle ye şil arasındaki dü şmanlık, anlatılması ayıp kaçacak derecede fena hareketlere, bir yı ğın kavgalara meydan verecek şekilde alevlenirdi. 12 Temmuz günü bu husumet daha dp, kızıskın bir hal alırdı. Altın kalbli büyük Kral Wil-h.elm'in loncalarına me nsup olanlardan müte şekkil bir alay da gaydalı bayraklı resmi geçidini yapardı . Ba şlarında bulursan beyaz ata binmi ş, sırmalı püskülü turuncu bir elbise giymi ş sivri şapkalı bağırırdı : — • Papalıktan, esirlikten, alçaklıktan kurtu lduk..,. Ve arkasından halk hep bir a ğızdan şarkı söylerdi : Köpekler - de köpekler, mukaddes kö pekler, Köpekler - de köpekler, mukaddes su. Kara! - da Wil liam papa'nra. papa,nın güruhunu, Boyne - de Walter harbinde sürdü süpürdü. 209 Mukaddes Melâike Kilisesinin önünden geçerken kaske tini çıkarıp selâm vermesine bile herkes gülüyor, yahut da kızıyordu. Fakat o ka vga günlerinde ve bilhassa 12 Temmuz'da, e ğer dövü şe karı şmamağa muvaffak olursa kendini bahtiyar addederdi. Bununla beraber, Robert, bütün günlerim din kav-gal ariyle, veya vecd'ü isti ğrak içinde kelebek ve melek kovalamakla geçiriyor de ğildi. Büyükbabası Mr. Lackie, okul dı şındaki bo ş vakitlerini de ğerlendirmesine, faydalı i şlerde hasretmesine bilhassa ilgi gösteriyordu. Çalı şabilecek ça ğa geldi ğindenberi de onu bir kaç defa i şe yerle ştirmi şti. Şimdi de ekmekçilik yapıyordu. Her sabah saat 6 da kalkıyor, fırıncı Baxter'in tekerlekli ar a-basiyle kapı kapı dola şarak evlere yemek veriyordu. Bu saatlerde kasabanı n uyanı şını görmek, uykusundan yeni uyanmı ş insanlara bir hizmette bulunabilmenin haz zını duymak ho şuna gidiyordu. Çalı ştı ğı yerlerde daima kendisine az gündelik veriyorlardı. Bunun nedeni üzerinde durmamı ştı Robert.. Kazandı ğı parayı da büyükbabası, kendi alıyordu. Onun gıdası, üst ü ba şı vesair ihtiyaçları için yaptı ğı masrafa kar şılık olarak.... Fakat Mr. Lackie'nin yine de gözü doymuyordu. Yine her Allah'ın günü karısına fazl a para harcamaması, tutumlu olması için nasihatlerde bulunmaktan kendin i men edemiyordu. Hattâ son zamanlarda evin ihtiyaçlarım kendi kar şılama ğa ba şlamı ştı. Onun için de faturalarda indirmeler isteyerek, yahut da alı ş veri ş sırasında sıkı sıkı pazarlıklara kalkı şarak satıcıların asaplarını bozuyordu. Kendi kafasınca «faydalı» oldu ğunu zannetti ği bir şey gördü mü, hele biraz da ucuz gibi geldi mi hemen satın alma ğa kalkardı. Fakat hemen hemen de daima en sonunda almaktan cayar, eve eli bo ş dönerdi. Fakat yine de tesellisini bulurdu. Param cebimde kaldı ya, diye ovunurdu. Robert, bir dama oyunu sırasında daldı ğı bu hülyalardan ancak rakibinin zafer sarho şlu ğu içindeki bir haykırı şı ile silkindi. İhtiyar Dandie, Robert'in son kalan iki ta şını da süpürmü ş, galip gelmi şti. Alay dolu bir sesle konu ştu :

— Tâ ba şında biliyordum zaten seni yenece ğimi.. Pöhhhh.... Bir de sana bizim kasabanın en zeki çocu ğu diyorlar ha.. Turp sıkayım akıllarına.... 210 Ve bir kahkaha koyuverdi. Robert oyunun bitmesini s evinçle kar şılamı ştı, ama, bu sevinç kıvılcımlarını dedesi gözlerinde görür de, s akat bir mâna vermeye kalkı şır diye dü şündü. Hemen kalktı. I O gün de içi içine sı ğmıyordu. Ko şa ko şa a şağı indi. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Ak şama, hattâ saat 8 lere kadar serbestti. Yalnız o sa tte bir hususi i ş için bir yere gidecekti. Bir an kafasından geçirdi , «Gidip bi-yoskop seyredeyim.» dedi. Asabını teskin için.. «Ama cebim de metelik yok.» diye düşündü. Sonra da çevirdi «Murdoch'un cebinde..» diye. Zira artık onun eskilerini giyiyordu. Çoktan tavan arasına atılmı ş, güveler yemeden kalabilsin diye kâfuru içinde muhafaza edilmi ş eskilerini.. Artık büyümü ştü. Mutfa ğa gitti. Anneannesi çama şırları hafifçe ıslatıyor, ütü tahtasının üzerine yayıyordu. Gözlerindeki fer bir hayli zayıflamı ştı artık. Saçının rengi de iyice solmu ştu. Yüzü daha bir süzülmü ş, buru şukları daha derinle şmiş, yol yol çizgiler hasıl olmu ştu. Fakat kibarlı ğından, sabırlı halinden kaybetti ği hiç bir şey yoktu, Robert, gözlerinde sadece iyi niyetler dolu bir mân a ile ve nefesini tutarak anneannesini şöyle bir süzdü. Öylece, ona bir süre baktı ve çok t atlı bir sesle mırıldandı : — Biraz daha bekleyeceksin, anneanneci ğim, dedi. Çok de ğil, bir parça daha bekleyeceksin. Yaşlılı ğın merdivenlerini tırmanma ğa ba şlamı ş olan kadınca ğız ka şlarım çatıp tuhaf bir bakı şla baktı çocu ğa. Tebessüm etti. Sonra ütü aklına geldi, îyi kızıp kızmadı ğını anlamak için yana ğına hafif sürdü : — Neyi bekleyecek misim? Robert kekeleye kekeleye : — Vallahi.... diye ba şladı ama hemen de durdu. Heyecanım kaybetmemi şti. — Çok seviniyorum, anneanneci ğim, dedi, yakında sana faydam dokunacak, diye. Hem de büyük, çok büyük bir faydam dokunacak, biliyor musun? Anneannesi : — Yakındaki büyük faydan yerine, şimdi bana kü- 211 çük bir faydan olsun, ister misin? Kate'e bir şeyler yazdım. Götürür müsün? Robert, istekle atıldı : —. Aaa ne demek anneanneci ğim.. Elbette götürürüm.. Mrs. Lackie'nin, kasaba dahilinde birisine, meselâ Kate'e, meselâ Murdoch'a yazdı ğı mektuplar varsa, posta parasından tasarruf olsun diye onları Robert ta şırdı, (Kate, Jamie'yle evlenmi ş, ba şka eve çıkmı ştı Murdoch çocuk yuvasında çalı şıyordu. Durumu iyi idi ve evden kurtuldu ğu için memnundu.) Bu mektuplar, sempatik kadının birer aynası gibiydi, içinde ona a it her şeyler vardı. Espri, bilgi, haber, nasihat.. Hattâ hattâ ricalar., ve bü tün bunlar, onun ailenin fertlerini birbirine ba ğlı tutmak için gösterdi ği azim ve sabrın, devamlı gayretlerin bir faslını te şkil ediyordu. Ütü so ğuncaya kadar bekledi. Sonra Mrs. Lackie oturma odas ına kadar gitti. Bira?, sonra elinde balmumu ile mühürlenmi ş bir zarf oldu ğu halde döndü. — Al bunu.. Sonra büyük bir teneke kutunun kapa ğım açtı. Şüpheli bir bakı şla içine eğildikten sonra tekrar Ro-bert'e döndü : — Biraz kurabiye de yapıp yollamak isterdim ama, un kalmamı ş. Selâm söyle.. Robert soka ğa çıktı. Drumbück yolundan a şağı indi. Çayırı geçti. Tersane havuzlarının o heyula gibi yükselen, kapkara havuzl arının dibinden yürüyerek sola saptı. Ertesi gün tatil oldu ğu için havuzda i şler o günden biraz durmu ştu ama, heybeti ile hâlâ onu korkutuyordu. Kate, şimdi kasabanın batısındaki dı ş mahallelerden birinde oturuyordu. Eski Toll kapısı civarındaki yuvarlak, ye şil bir tepe üstünde, yeni yapılmı ş küçük evlerden birinde... Robert, tepeyi tırmanma ğa ba şlamı ştı ki, sa ğdaki yoldan Kate'in gelmekte oldu ğunu gördü. Önündeki çocuk arabasını hafif hafif iti yordu. Kate, içine çocu ğunu koyup onunla dola şmasını çok seviyordu. Robert, kendi

kendine «Eminim ki, diye dü şündü, bu arabayla kasabada ve Knoxhill parkında bir haftada dola ştı ğı yollar kilometreleri bulur.» Dola şırken de iki- 212 de bir e ğilir, ma ğrur bir eda ile gözlerini çocu ğa diker, sonra da kö şesinde «N» markası i şlenmi ş örtüyü düzeltirdi. Robert onu görünce durdu. Gülümsedi. Fakat Kate onu görmemi şti. A ğır a ğır geliyordu. Eski ince hali kalmamı ştı Kate'in.. Biraz toplanmı ş, hafifçe şi şmanlamı ş-tı. Arabanın içindeki çocu ğuna bakıyor, dilini şaklatarak onu güldürmeye çalı şıyordu. Aynı dalgınlık içinde yanından geçerken Rob ert dayanamadı : — Bu ne dalgınlık böyle hanımefendi.. Merhaba.... Kafasını kaldırdı. Robert'i görünce çok sevindi ği belliydi : — Ooo, Robie, dedi, sen misin? Hey Allahım, burnun un dibinden geçiyorum da görmüyorum seni.. Sonra hemen çocu ğundan bahsetti : — Baksana benim küçü ğe., inanmazsın belki ama, vallahi ikinci di şini de çıkarıyor. Fakat gık'ı bile yok. öyle uslu çocuk k i.. Kendi methiyesinden kendi merhamete gelmi şti. Arabaya do ğru e ğildi : — Benim bir tanem, yavrum.... Anasının kuzusu.... Robert içinden geçirdi : «Hey dünya, hey.. Sevgili Kate, bak ne kadar mutlu şimdi.. Yavrucu ğuyla.. Halbuki vaktiyle onun düzelmesi için çalgı çalmasın ı bile tavsiye edenler vardı..» Beraber yürüdüler. Kate'i evi tertemizdi. Apaydınlıktı. Sıcak suyuna v arıncaya kadar bütün modern ihtiyaçları sa ğlanmı ştı. Burnu dolduran sabun, boya ve cila kokusu onun ne mükemmel bir ev kadını oldu ğunu belli ediyordu. Babasının tahminleri hiç de doğru çıkmamı ştı. Kate gerçekten mutluydu. Kızın kazandı ğı para evden eksilecek endi şesiyle Mr. Löke, Kate'in evlenmesine itiraz etmi ş, o çok bilmi ş edasiyle de hükmünü vermi şti : — Ba şını ate şe atıyor budala kız.. Mesle ğinden de olacak.... Kate, çocu ğu be şi ğine naklettikten sonra mutfa ğa girdi. Havagazını yaktı. Biraz sonra nefis bir et ve so ğan kokusu yayıldı. Tavaya koydu ğu eti dikkatle çevi- 213 ill1 rirken gözüne ya ğ sıçramasın diye ba şım yana, Robert'e do ğru döndürdü : — Bizimle kal, Robie, dedi. Beraber bir şeyler yeriz, olmaz mı? O eski, ha şin, kaba - saba kız ne kadar kibarlamı ş, efendile şmişti. Robert'e ısrar ediyordu : — Mutlaka kal, Robie, e mi? Jamie yukarda, yıkanıy or. Biraz geç geldi bugün. Erken gelseydi seni maça da götürürdü. Şimdi nerdeyse iner a şağı.. Senin karnın da her halde çok acıkmı ştır, de ğil mi? Sözlerini bitirince Robert'e şöyle bir baktı, fakat hemen çabucak ba şını öbür tarafa çevirdi. Biraz sonra merdivenlerden Jamie'nin ayak sesleri d uyuldu. Yıkanmı ş, taranmı ş, temiz pak olmu ştu. Saçlarım ıslak ıslak sımsıkı taramı ş, elbiselerini giymi ş, boynuna pöti-kare, frapan bir kırmızı kravat takmı ştı. Robert'i görür görmez : — Vay, sen misin küçük?.... diye bir hayret nidası koparmaktan kendini alamadı. Bu cümleden ve ba şını hafifçe sallamasından Robert çok haz duymu ştu. Onun hassas kalbi için bu küçük iki hareket dünyan ın en şaşaalı vaadlerinden daha samimi, daha ate şliydi. Jamie, Robert'in varlı ğından duydu ğu memnuniyeti bundan daha kuvvetle ifade edemezdi. Yemeğe oturdular. Kate, Robert'in taba ğına büyük bir parça et koydu. Yumu şak, sulu ve fevkalâde lezzetli idi. içine sıcak sıcak y ayıldı. Jamie de, bir yandan Ro-bert'in taba ğına kızarmı ş so ğan dolduruyordu. Yeni kızarmı ş, üzerlerine tereya ğı sürülmü ş ekmek dilimleriyle-le, kaynar, sıcak çay da vardı. Robert, evde son zamanlarda ne kadar yavan yiyecekl er yediklerini Jamie'yle Kate'in bilmekte olduklarını zannetti. Zira Jamie, Robert'e mütemadiyen yemesi için ısrar ediyordu. Nihayet tıka basa doydu ğunu, yiyemeyecek hale geldi ğini görünce de :

— Peki, sen bilirsin artık o ğlum., dedi. Robert Lomond View'daki bütün çocuklu ğunun müthi ş bir kanunun baskısı altında geçmi ş oldu ğunu acı acı düşünmekten kendini alamadı. Para biriktirmek.. Her ne pahasına olursa olsun 214 para biriktirmek. En lüzumlu, en hayatî, en mübrem ihtiyaçlardan bile fedakârlık ederek para biriktirmek. Ah, şu kuzeyliler, diye içinden geçirdi Robert.. Karınlarını güzelce doyuracak yerde bankaya para ko ymayı tercih eden pintilikleri olmasaydı, ne de iyi olacaklardı. Cöme rtlik yerine bol bol nezaket göstermesini gayet iyi bilirlerdi. Bu yüzden Mr. La ckie'nin evini korkunç bir miskinli ğin kapladı ğını görüyordu Robert.. Bu pintilik meselesi onda, o her zamanki hayretle d olu garip hisleri uyandırdı ğını zaman Jamie Nigg'i dü şünürdü. Jamie, hiç de mükemmel kazanan, vasatın üstünde bir hayat ya şama imkânları olan bir insan de ğildi. Fakat, mümkün oldu ğu kadar kendisinin ve ailesi efradının gıdasına, ih tiyaçlarına dikkat ediyor, meselâ sofrasında sık sık et yeme ği bulundurmayı unutmuyordu. Sonra.. Sonra bir zavallı çocu ğu da alıp maça götürüyor, gönlünü alıyordu. Yani al nının teriyle kazandı ğı parayı bu yoldan daha de ğerlendirmi ş oluyor ve ona alnının akiyle hak kazandı ğını ispat ediyordu. Yemek bitmi şti. Çaylarını içmeye ba şladılar. Jamie, Robert'in hep öyle mahzun ve mahcup durmasını sevmiyordu. Onda bu yüzden uyanan merhamet hislerine hiddet de karı şıyordu. Zira, istiyordu ki, Robert de rahat, pervas ız, di ğer çocuklar gibi korkmadan, çekinmeden ya şasın, gülen oynayan bir insan olsun. Onun daima alt ında yaşamak mecburiyetinde kaldı ğı baskıları hazmedemiyor, çocu ğu onlardan kurtarmak istiyordu. Çocu ğun, o anda, gizlemeye çalı ştı ğı heyecanın farkındaydı. Robert'e takılmak ihtiyacını hissetti. Ka-te'e dönerek : — Delikanlı profesörümüz yine kafasında bir şeyler kuruyordu galiba.. Ne çıkarsa böyle sessiz, sükuti insanlardan çıkar. Onl ardan korkmalı. Bunları söylerken de gülüyordu. Kate, ba şını salladı. Robert'in bu açık şakaya ra ğmen alınması ihtimali-lini dü şünerek « şaka ediyor» der gibilerden bir göz kırptı. Fakat Jamie de pe şini bırakaca ğa benzemiyordu : — Çok içten pazarlıklıdırlar onlar. Kafal arından ne geçti ğini, neler yapmak istediklerini kimse anlayamaz. Binbir şeytanlık dü şünürler. Hele atlamada da birinci olurlarsa.... 215 J'l V' Jamie, espriyi güzel oturtmu ştu. Geçenlerde okulda bir yüksek atlama müsabakası yapılmı ş, Robert birinci gelmi şti. Jamie, ondan kinaye böyle demi şti. Robert'in içinden ani bir heyecan dalgası geçmi şti. Ba şını yine utanmı ş gibi öne e ğmişti ama, ba şarısından gurur duymakta oldu ğu da belliydi. Rekoru da hatırı sayılmaz cinsten de ğildi hani. Eski rekoru üç santim a şarak yeni okul rekorunu kırmı ştı. Fakat, bu heyecan bir şey de ğildi. Biraz sonra içinde daha yakıcı bir ate şin uyandı ğın1, hissedecekti. Kate'in kocası manalı bir bakı şla ilâve etmi şti : — Sebebim de söyleyeyim mi sana Kate? Tabii, delik anlımız artık â şık da ondan elbet. Çırılçıplak, koyu bir gerçekti bu. Robert onun, içi ndekilerin bu karakterini bir kere daha tâ can evinde duydu. Bu gerçekte, son der ece saf, berrak bir gururun yakıcılı ğı vardı. Sonra, derin, gizli ve kuvvetli, insanın b ütün benli ğini saran arzular vardı ve Robert'in gözleri hâlâ önündeydi. Mahcubiyetten, utançtan yine kıpkırmızı kesilmi şti. Kalbini çepçevre saran sıcak mutluluk dalgasını haz içinde hissediyordu. Fakat Kate, konuyu de ği ştirmek, Robert'i mü şkül durumdan kurtarmak istiyordu. Birdenbire Jamie'nin sözünü kesti : — Bırakın bunları Jamie, dedi, ba şka konu mu yok? Çocukca ğızı utandırıp durma sen de.. Sonra da Robert'e döndü : — Sen aldırma Jamie a ğabeyine, dedi, bo ş ver ona sen de, evde ne var, ne yok? Ne âlemde bizim tayfa? Ondan haber ver.. Robert birden cebindeki mektubu hatırladı. Sohbetin tatlılı ğından unutuvermi şti. Halbuki onun için gelmi şti buraya. Hemen cebine davrandı. Çıkardı mektubu :

— Affedersin, Kate, dedi. Unuttum. Annean nem yollamı ştı bunu sana. Kate mektubu aldı, açtı, okudu. Sonra bir daha okud u. Robert şaşırmı ştı. Zira Kate'in yüzü de ği şmişti. Baya ğı bir keder havası çökmü ştü. Alnı da yine yumru yumru şi şmişti bir anda. Halbuki Robert, Kate'in o 216 yumrularının rahatlı ğa, mutlulu ğa eri ştikten sonra tamamen kaybolup gitti ğini sanmı ştı. Hiç bir şey söylemeden mektubu Jamie'ye uzattı. Kate, mektubu okuduktan sonraki kederli halinden çı kamıyordu. Jamie'nin mektubu bitirmesini bekledikten sonra üzgün konu ştu : — Gerçekten de çok fena bu i ş artık, dedi. Babamın bu hali de bir türlü düzelmedi. Düzelmek bir yana, gitgide hastalı k halini alıyor. Çok fena bir dü şünceyi kafasından uzakla ştırmak ister gibi bir hareket yaptı. Jamie de, tuhaf bir bakı şla Robert'i süzüyordu. Çocuk durumu farketti. Bir h oş olmayan durum vardı ama, neydi? Anlayamamı ştı. Sıkıcı bir sessizlik çökmü ştü ortaya. Tam o sırada küçük uyandı. A ğlıyordu. Kate hemen yerinden fırladı. Çocu ğunun uyanmasına sevinmi şti. Kuca ğına aldı. A ğzına emzi ğini verdi. Küçük susmu ş, şapırdata şapırdata emzi ğini emiyordu şimdi. Kate çocu ğu Robert'e uzattı. Bu iki dakika çocu ğu yakından seyretti o da.. Çocu ğu, bu çok sevdikleri, onlar için paha biçilmez de ğer ta şıyan çocu ğa ona da veri şlerini, Robert, çok iyimser bir düşünce ile, kendisine kar şı besledikleri sevginin bir ni şanesi şeklinde yorumladı. Kate, Robert'e, bir de onun kuca ğındaki kendi çocu ğuna baktı : — Seni pek severdi. Robert dedi. Ama, hiç tasalanm a, günün birinde senin de olur.. Robert mahcup bir tavırla tebessüm etti. Bir genç k ızı seviyordu; bu gerçekti. Fakat tezatlar içinde görüyordu kendini.. Çocuk bab ası olmayaca ğanı tahmin ediyordu. Zira bazı gece denemelerinin kendisine bu neticeyi verdi ğini zannediyordu. Onun için kafasında bazı istifhamlar vardı. Çocuğu tekrar be şi ğine bıraktı. Sonra da kalkarak : — Geç oldu, Kate, dedi. Eve döneyim artık. Kate onu kapıya kadar geçirdi. Şimdi ikisi kar şı kar şıya idiler. Kate'in gözleri Robert'deydi. Onu seven bir insanın bakı şlariyle uzun uzun süzdü. Sonra da : — Anneannen sana mektupta neler yazdı ğını söylemedi mi? dedi. O da Kate'e bakıp güldü : 217 — Hayır, Kate, dedi. Hiç bir şey söylemedi. Sade mektubu verdi. Ben de sormak lüzumunu hissetmedim. Hem, benim de kendi ka famı i şgal eden Önemli bir meselem var. Kate kafasını hafif yana do ğru e ğerek : — İyi bir şeymi Robie, yoksa fena mı? diye sordu. Robert hemen kafasını salladı : — Hayır, dedi, iyi bir şey bu Kate.. Hem de çok iyi.. Bak, anlatayım da. - Fakat anlatamadı. Yine kıpkırmızı kesilmi şti. Gözlerini bir an kapadı. Kar şısında bir karanlık vardı, içinde, etrafına şimşekler gibi ı şıklar saçan pırıl pırıl noktalar gördü. Kendini o karanlıkta za nnetti. O karanlı ğın içinden, uzaktan uza ğa bir tren sesi duyar gibi oldu. Hemen arkasından d a, bu tren düdüğünün yankısıymı ş gibi sür'atle ırmak vapurundan birinin sis düdü ğünü i şitti. Bir göz açıp kapama süresine sı ğan bu hayalinden Kate'in. : — Peki Robie, peki., diyen sesiyle sıyrıldı. Kate zoraki bir tebessümle gülmeye çalı şıyordu : — Şimdi müsait de ğiliz galiba, Robert, dedi. Sen de söyleme, b en de söylemeyeyeyim. El sıkı ştılar. Robert evden çıkar çıkmaz yoku ş a şağı bütün hıziyle ko şmağa başladı. Kate'i çok seviyor ve onun için de, haberi, i lk önce ona duyurmayı istemiyordu. Uzak ufuklara do ğru demir almı ş giden vapurun düdü ğünü bir daha, karanlıklar ötesinden i şitir gibi oldu. Büyük tatlı bir hazla iliklerine kadar ürperdi. m

Hızlı ko şusuna Drumbuck yoluna kadar devam etti. Her adımda yüre ği hopluyordu. Biraz durdu, nefes aldı. Sonra da yürüye yürüye Sin clair yoluna saptı. Artık koşmuyordu, fakat kalbinin hızlı sesini yine duyuyordu . Yolun iki tarafında ıhlamur a ğaçlan gayet muntazam bir şekilde dizilmi şti. Kaldırımlar sapsarı bir halı gibiydi. Büklüm büklüm, sapsarı ıhlamur çiçekl eri de her tarafı kaplamı ştı. Çocukluk yıllarında onun için hiç bir özellik ta şımamı ş bulunan bu ara soka ğın hiç de yabancısı olmadı ğını dü şündü. Seneler öncesi haline 218 nazaran her hangi bir de ği şikli ğe de u ğramamı ştı. Yol boyunca sıralanmı ş olan seyrek, eski evlerde, iyi günler görmü ş olmanın endi şesiz atmosferi vardı. Fakat şimdi.. Şimdi bu sokak onun için önemliydi, çok önemliydi. S oka ğın isminde şimdi esrarlı bir hava, bir harikuladelik bulunuyordu. O isim kalbinin üstüne yazılmı ş, hayır yazılmı ş da de ğil, kazılmı ş gibiydi. Bu sevgili, bu aziz soka ğı kaplayan ıhlamur çiçeklerine basa basa ilerlerken gözleri tâ dipteki son eve dikilmi şti. Saat 8'e geliyordu ve ortalık adamakıllı kararmı ştı. Evin soka ğa bakan penceresinin pancurlan arasından ı şık sızdı ğını görünce kalbi daha hızlı çarpma ğa ba şladı. Biraz daha yakla ştı ğı zaman bir şarkı duydu. Onun sesiydi bu.. Onun, biricik sevgilisinin , Ali-son'un sesiydi. Biliyordu, bu saatlerde o hep şarkı çalı şırdı. Fevkalâde bir sesi vardı. Bütün kasaba onun bu konudaki ola ğanüstü kabiliyetinden bahsediyordu. O da bu kabiliyetini iyi bir mecrada inki şaf ettirmek için çalı şıyordu. Iskala ve egzersizlerini biraz evvel bitirmi ş olmalıydı. Bu sadece, münferit notalar üzerinde yapılan bir çalı şmaydı. Notalar, birer melodi halinde birbirlerine bağlanmı ş de ğildi ama, yine de ku ş ötü şü gibi, insanı teshir ediyordu. Şimdi annesi piyanoya geçmi şti. Ara na ğmelerini o yapıyordu. Alison da «Flodden'e Mersi-- ye» isimli parçayı o nefis sesiyle söylüyor du. Basit bir İskoç havasıydı bu, fakat Robert, onları Alison'un sesinden dinledi ği zaman, dünyada, onların üzerine müzik parçası yokmu ş gibi gelirdi : Gün do ğmadan şarkı söylemeye ba şlardı kızlar, Koyunları otlatırken dinlerdim onları Geceleri ne güzeldi gökte yıldızlar Çok uzak larda şimdi yurdumun bahan Gecenin kimine hüzün, kimine ne ş'e da ğıtan sessizli ği içinde billur bir ses çınladı. Tatlı, pırıl pırıl berrak, kulaklardan kal blere akan bir sesti bu. Robert'in heyecandan nefesi kesilecek gibi olmu ştu. Gözlerini kapadı. Şarkı söyleyen o kız kar şısındaydı şimdi.. Ama, pek çok zamanlar oyun oynadı ğı kız çocu ğu de ğildi bu.. Gözlerinin önünde boyu serpilmi ş, büyümü ş, geli şmiş bir genç kız vardı. Artık salla parti, geli şi gü- 219 zel, ayaklarını sürüyerek yürümüyordu o.. Gençli ğini, genç kızlı ğım biliyordu. Benli ğinde olgunla şmağa ba şlayan de ğerleri kıymetlendiriyor, tomurcuklanan, muhitte ilgi ve takdirle bahsedilen varlı ğını kendi de be ğeniyor, onun bîr hazine oldu ğunu anlıyor, ciddi, sakin, vakur bir tavırla yürüyo rdu. Robert, bir kaç ay önceki o unutulmaz, emsalsiz gün ü hatırladı birden ve Alison'u o günkü haliyle gözlerinin önünde buluverd i. Alison, okulun beden e ğitimi salonundan çıkmı ş, kız arkada şlariyle beraber koridorda yürüyordu. Askılı, lâcivert keten etekli ğini giymi şti. Kısa etekli ğinin askıları beyaz bluzunun üzerinden geçiyordu. U zun ve mütenasip, adaleli bacaklarında siyah çoraplar, ayaklarında da siyah jimnastik ayakkabıları vardı. Onunla bu şekilde bir kaç defa kar şıla şmıştı ama, her defasında hafifçe selâmla şmaktan öteye geçmemi şlerdi. Fakat o gün, her zamankinden farklı olmu ştu. Robert, kızlara yol vermek için terbiyeli bir tavır la kenara çekilmi ş, âdeta duvara yapı şmıştı. Alison, tam Robert'in yanından geçerken elini z afir bir hareketle ba şına götürmü ş, saçlarını düzeltmi şti. Elin yukarı kalkmasiyle birlikte körpe gö ğüsleri, bluzunu yırtacakmı ş gibi dı şarı fırlamı ştı. Biraz önceki beden hareketleriyle kızı şmış olan vücudunun hareketini, Robert, kendisine hafifçe sürtünen gö ğüslerin uçlarında hissetmi ş ve bir anda elektrik lenmi şti ve Alison, o koyu kestane rengindeki gözleriyle Robert'in içine i şleyen bir tebessüm sunmu ştu. Robert, o dokunma ânında kendinden tamamen geçm i şti. Alison'un, bir genç kız, üstelik çok güzel ve cazib eli bir şrenç kız haline geldi ğini o zaman farkedebilmi şti. O nefis varlı ğı bu kadar yalandan gördü ğü anda kendisinde hasıl olan de ği şikli ği tahlil edebilecek bir ça ğdaydı. Fakat

birden çarpılmı ş gibiydi ve kendi kendine «Bana ne oldu?» diye sorm uştu. Alison, çoktan geçip gitti ği halde, o hâlâ duvara dayanmı ş durumda öyle duruyor ve irinde yakan, sarho ş bir ate şin alev alev yanmakta oldu ğunu hissediyordu. Ihlamur a ğaçlarından birinin koyu gölgesine adam-n kıllı gizl enmi şti. Etraftan bir geçen olsa, kendisim imkânı vok göremezlerdi. K aranlıkta, onun dudaklarından yükselen şarkıyı dinlerken birden gö ğüs geçirdi : 220 __. Ah, Alison, diye inledi. Kestane gözlü, nefis b akı şlı, saf, tertemiz, ku ğu boyunlu güzel Alison... Hep dinledi Robert. Son na ğmeler de titrek notalar halinde gecenin zifiri semalarına yükselinceye kadar onu dinledi. Şarkı bitince saklandı ğı gölgelikten çıktı. Üstüne çeki düzen verdi ve Alison'iann 20 - 30 metre ilerdeki evlerine doğru yürümeye ba şladı. Demir kapıyı iterek bahçeye girdi. Büyük bir bahçeydi burası. Etrafta yüksek duvarlar, içinde sık yaprakl ı büyük küçük a ğaçlar vardı. Bahçeyi tam ortasından ikiye ayıran, çakıl ta şı dö şeli yolun sa ğında solunda çimenler vardı ve tek tuk, iri zakkum a ğaçları bulunuyordu. Alison'un babası, öldü ğü zaman önemli bir servet bırakmamı ştı. Ancak vasat bir hayatı yürütebilecek kadar varlıklıydılar. Evleri d e, Drumbuck yolundaki zengin evlerine hiç benzemiyordu. Robert, iki basamak merdiveni çıktıktan sonra kapın ın silini çaldı. Janet kapıyı açtı. Evin ihtiyar hiz-metçisiydi Janet. On seneden beri Mrs. Keith'in yanında çalı şıyordu. Ev halkına ba ğlı hizmetçilerin eve gelen yabancılara kar şı takındıkları şüpheli tavır ve bakı şlar, Robert'e kar şı da Janet'te vardı. «Bu evdekiler senin dengin de ğil Onlara bir dü şmanlık yapabilirsin sen..» mânasındaki bu bakı şlarla Janet yalnız kendisine bakıyor zannetmi şti, Robert, Büyük bir odaya alındı Robert. Ana kız içerdeydiler . Alison kitaplarını masanın üzerine yaymı ştı. Mrs. Keith de şöminenin ba şında alçak bir kanepeye oturmu ş, kuca ğında mavi bir keten i ş torbası, örgü örüyordu. insanın içini açan tertemiz, aydınlık bir odaydı. R obert, hele dı şarının karanlı ğından sonra gözlerinin burada kama ştı ğını hissetmi şti. Duvarlar çok açık bir maviye boyanmı ştı. Mrs. Keith'in eserleri olan sulu bo-va resimler çerçevelenerek duvarlara asılmı ştı. Pancur-ları kapalı pencerelerde temiz, beyaz muslin perdeler göze çarpıyordu. Bir sümbül kokusu her tarafı kaplamı ştı. Biras sonra gördü Robert,. Mavi sümbüller, şöminenin üzerinde, mavi bir vazonun içindeydi. Piyanonun kapa ğı açıktı. Üzerinde püskülleri sarkan ipek bir sal vardı. Koltuklar keten örtülerle kaplanmı ştı. Şöminenin alevleriyle dalga dalga parlayan pirinç bir masa- 221 da da Kaptan Keithe'in vaktiyle Hindistan'dan getir miş oldu ğu, ço ğu fildi şi, bir takım antikalar göze çarpıyordu. Şöminenin tablasında çok sayıda küçük filler boy sırası dizilmi şlerdi, Robert gözlerini önüne e ğmiş, ayakta duruyordu. Mrs. Keith onu mahcup durumdan kurtarabilmek için konu ştu : — Aferin Robert, dedi. Bu ak şam tam saatinde geldin. Dı şarda hava nasıl? Robert, fısıltı halinde konu şabildi : — Çok güzel bir hava, Mrs. Keith.. Hafif bir sis v ar ama, yıldızlar yine de ı şıl ı şıl.... Çocuk bir sandalye alarak masanın ba şına, Alison'-un yanına oturdu : — Yıldızları daima görürsün zaten sen Rob ert. Sis de olsa, perde de olsa, görürsün onları. Gözün hep yıldızlardadır zaten senin. Tatlı tatlı gülümsedi Mrs. Keith.. Sonra da onları kendi hallerine bırakmak için örgüsüne e ğildi. O güzel tebessümü renksiz, fakat ne ş'eli yüzünde yava ş yava ş dağıldı. Fakat Robert, artık onda tabiat halinde yerle şmiş olan mahcubiyeti içinde Alison'la ders çalı şmağa ba şladı ğı zaman Mrs. Keith'in, kendisini, belli etmemeye çalı şarak süzmekte oldu ğunu farketti. 35 ya şında, uzun boylu, biraz zayıf bir kadındı Mrs, Keit h. Kıyafetlerini sade, fakat kibar ve zevkli şeylerden seçerdi. Memlekette, tanınmı ş, muteber bir ailedendi ama, kocası öldükten sonra halk arasına p ek karı şmamış, evine kapanarak kendini kızına vakfetmi ş, onun en iyi şekilde yeti şmesi için bütün imkânları seferber etmi şti. Bütün e ğlencesi musiki ile u ğra şmaktan ve bir iki

yakın ahbaplariyle görü şmekten ileri geçmiyordu. . Bunlar Julia Blair, Mrs. Marshall ve Ö ğretmen Reid-den ibaretti. Mrs. Keith'in dünyadan elini ete ğini çekmesinde rol oynayan âmillerden biri de sıhhi durumunun bozuklu ğuydu. Robert'e ekseriya, kadınca ğız devamlı bir ba ş ağrısından ıstırap çekiyor gibi gelirdi. Bununla bera ber, muhtemeldi ki, biricik kızı üzülmesin diye hastalı ğını saklıyor, yahut da umursamıyordu. Kızına müthi ş 222 bağlıydı. Onun istidadiyle iftihar ediyor, bu istidadı n en mükemmel şekilde geli şmesi için bütün gayretiyle çalı şıyordu. Fakat, her şeyi gerçek cepheleriyle görebilen akıllı bir kadın oldu ğu için de kızını sadece kendi hâkimiyeti altında bulundurmanın mahzurlarını idrak ediyordu. Alison'u n, kendi ya şıtı, dürüst insanlarla arkada şlık etmesini istiyordu. Robert'i, bir çok taraflari y-le iyice incelemi ş, bu incelemelerin sonunda, rahatlamı ş bir ruh hali içinde, onunla kızının arkada şlı ğını normal görmü ş ve hattâ Robert'i bu arkada şlık için te şvik edecek davranı şlarda bulunmu ştu. Daha eski senelerde de, Alison daha küçük bir kızke n beraber oynarlardı. Robert, mahcup hali ve çekingen havası içinde o oyunların ç ok sıkıcı ve ciddi oyunlar oldu ğunu sonraları dü şünmüştü. Alison'ların açık pencerelerinden tatlı bir piyano sesi gelirken veya Mrs. Marshal!.'! Alison'u n annesiyle çay içmeye getiren araba yoku ştan, yukarı çıkarken, onlar sıcak güne şe ra ğmen çimenlere otururlar, bebeklere ziyafetler hazırlarlar, kırmı şı balıklara yiyecek atarlardı. Bazan aniden ya ğmur bastırırsa içeri kaçarlardı. O zaman Janet, yin e o şüpheci bakı şlariyle, onlara, üzerlerine kakao çekirde ği serpilmi ş tereya ğlı ekmek verirdi. Ya ğmur camları döverken onlar bi rmasa ba şına geçerler, çaylarını da yudumlarken soru - cevap oyunu oynarlardı. Acayi p bir oyundu bu.. Yuvarlak yuvarlak kesilmi ş küçük kâ ğıt parçacıkları olurdu. Bunların üzerlerinde, mesel â, «domino nasıl bir oyundur?* gibi sualler ve meselâ «noktalı ta şlarla oynanır» gibi mânâsız sual ve cevaplar yazılı olurdu. Bazan bu oyuna Mrs. Marshall'ın kızı Louisa (çocukluk sevgilisiydi Robert'in) da ka tılır ve hep kazanırdı. Robert'in o zaman öfkeden beti benzi atardı. Biraz daha büyüdükten sonra Alison'la ders de çalı şmağa ba şladılar. Daha fazla elle tutulur, i şe yarar cinsten şeylerden anladı ğı için Alison'un matemati ği zayıftı. Halbuki Robert'in muhayyilesi çok kuvvetli oldu ğu için matemati ği de iyiydi. Mrs. Keith, kızının Winton'daki Müzik Akade misine girebilmesi için mutlaka diploma alması gerekti ğini biliyor ve bunun sa ğlanmasını istiyordu. Onun için, son zamanlarda Robert'e, kendilerine muntazam an gelmesini ve Alison'a yardım etmesini istemi şti. Mrs. Keith gözlerini örgüsünden kaldırmadan mü şfik ve şakacı bir sesle Robert'e sordu : — Benim bu kalın kafalı, haylaz kızıma bu gece ne ders veriyorsun bakayım, Robert?... — Öklit teoremini çalı şaca ğız bu gece Mrs. Keith.. Hani şu, dik açılı bir üçgenin kenarları... Mrs. Keith, izahatı yarım bıraktırdı : — Ben bilmem, öyle şeyleri Robert, dedi. Fakat senin bildi ğin muhakkak.... Bu defa gülmemi şti. Robert'in o büyük mahcubiyetini yok edebilmek i çin sakin bir şekilde konu şuyordu. Saten Robert'e, belli etmemeye çalı şarak, bir çok konularda yardım ederdi. Meselâ, şurada burada yanlı ş hareketlerde bulunmama.k için umumi kitaplıktan bilhassa aldı ğı «Görgü» kitabında bile ö ğrenemedi ği şeyleri ondan öğrenmi şti. Alison önemsemez bir tavırla : — Bunu ö ğrenece ğim de elime ne geçecek anne? dedi.. O kadar sa çma bir şey ki.. Robert hemen müdahale etti : — Aaa, hiç de de ğil, Alison, dedi. Üstelik çok mantıkî bir şey., iki nokta arasında en kısa yol bir düz hattır diye bir kere ö ğrendin mi, Öklit kanunlarının 13'ü de kendili ğinden anla şılır. Mrs. Keith güldü : — Galiba 14 üncü kanunu da bir gün sen icat edecek sin Robert.. Yahut da daha müthi ş bir şey meselâ... Yusufçukların Hayatı'nı yazacaksın..

Alison, Robert'in bir kabahatim söylüyormu ş gibi : — Yazar, vallahi yazar bu, anne. Biliyor m usun. p-ecen hafta, sınıfta, matematik kitabındaki cevaplardan birinin yanlı ş oldu ğunu ispat etti.. Ana kız piilümserîerken Robert de hem memnun, hem m ahcup ba şım önüne e ğmiş, duruyordu. Bu hâdiseyi annesine açıkladı ğı için Alison'a biraz da te şekkürle bakıyordu. Hafif bir sesle dersine devam etti sonra . Birbirleriyle o kadar yanyana oturmu şlardı ki, Robert, masanın altında kızın dizinin dizine de ğdi ğini hissediyordu. içine tatlı bir şeyler yayılıyor, bayılacak ei-bi oluyordu. Kitabın üzerinde bazan te sadüfen eli elî- ne de ğince bütün mevcudiyetiyle ürperiyordu. Alison, omuz larına dökülen saçlannı arada bir sinirli bir tavırla arkaya do ğru silkeliyordu. Saçları pek iyi taranma-mı ştı ama, Robert'e harikulade ve kutsal bir şey tesiri yapıyordu. Arada, kaçamak bakı şlarla kızın körpe yanaklarına bakıyor, kaleminin uc unu ağzına koyup dalgın dalgın bakıyor, baktı ğı zaman Robert de onun taze ve nefis dudaklarını seyrediyordu. Her şey, hepsi o mânayı ta şıyordu, ama, Robert bir türlü aklına «a şk» kelimesini getirmiyor, getiremiyordu. Alison'un kendisinden ho şlandı ğını dü şünüyor, kendisini bir rüyanın içinde ya şıyor, konu şuyor, dü şünüyor hissediyordu. Bir saat ne kadar da çabuk geçmi şti. Dokuz olmu ştu. Mrs. Keith geni ş geni ş esneyerek saate bakmı ş, böylece, bize de vaktin tamam oldu ğunu hatırlatmı ştı. Aklından geçenleri söylemek, hattâ fısıldamak cesar eti bile yoktu Robert'in. Halbuki bunları Alison'un da bilmesini ne kadar da arzu ediyordu. Kendi kendine cesaret vermeye çalı şıyordu. «Hadi, hadi Robert, bir kere ba şlamak yeter her halde..» diyordu. Nihayet bu «ba şlama»yı yazı ile yapmak kararını verdi ve hemen de tatbike geçti. Elleri titreye titreye küçük bir kâğıt parçası aldı. Üzerine de şunları yazdı : «Seninle ayrıca konu şmak istiyorum Alison.» Alison hemen kendini toparla dı. Annesi hissetmesin diye o da kâ ğıda ufacık harflerle : «Ne için?» ibaresini yazdı. Robert'in eli aya ğı hâlâ titriyordu. Güçlükle şunları yazabildi : «Sana.bir şey söyleyece ğim.» Alison bir an durdu. Bir şeyler hissetmi ş olmalıydı. Robert'in yüzüne baktı. O içten ve pırıl pırıl tebes-sümüyle çehresi aydınlan dı. Sonra da kalemi kâ ğıt üzerinde kuvvetle yürüterek cevabım yazdı : «Peki.» Robert, bütün varlı ğının Mf sevinç ürperi şi geçirdi ğini hissetti. Mrs. Keith görmesin diye hemen kâ ğıdı kaptı, adamakıllı buru şturdu, avucunun içinde sıktı, sıktı ve a ğzına atarak hemen yuttu. Alison, Robert'in bu harek etini görmü ş ve gülmemek için kendini güç 224 zaptetmi şti. Bu sırada süt ve galeta bulunan bir tepsiyle Ja net içeri girdi. Geometri dersinin bitti ğini belirten kesin i şaretti bu.. Robert 10 dakika sonra müsaade isteyerek kalktı. Mr s. Keith'e veda etti. Alison vaadini tutmu ştu. Onunla beraber kapıya kadar geldi. Endi şesiz, rahat bir bakı şla gözlerini karanlı ğa dikti. Etrafa çı ğ ya ğmıştı : — Hava gerçekten de güzel bu gece, dedi. Bari bahç e kapısına kadar geleyim. Ortadaki çakıl ta şı dö şeli yoldan yürüyorlardı. Robert, Alison'un yanında iken duydu ğu hazzı ve heyecanı biraz daha uzatabilmek gayesiyl e yava ş yürümeye dikkat ediyordu. Alison dimdikti ve tam kar şısına bakıyordu. Yol kenarındaki bir ağaçtan el yordamiyle bir yaprak kopardı, parmaklan a rasında ezdi. Yeni açılmı ş bir frenküzümü yapra ğıydı bu. Ezilince koku yayıldı. Robert, ne şekilde hareket edece ğini, neler söyleyece ğini dü şünemiyordu. Etrafındaki her şey dönüyor gibi geliyordu. Nefes alı şları sıkla şmıştı. Büyük, ama çok büyük bir gayretle nihayet nefsine hâkim ol abildi, ilk çıkı şım yaptı. — Bu gece ben gelirken şarkı söylüyordun. Duydum. Çok güzel söylüyordu n. Fakat hiç ilgisi olmayan, mânâsız bir lâf çıkıver-m i şti i şte a ğzından. Bu sözlerdeki manasızlı ğın, o saf, o her tarafını ate şler içinde yakan sevgisini ne kadar gülünç hale getirmi ş olabilece ğine bir anda intikal etti. Sevgisinden

bahseder etmez önce kendisi korkacaktı zaten ama, y ine de istemi şti söylemeyi. Alison, iltifatına çalı şma durumundan bahsederek cevap verdi : — Evet, Robert, ciddi şekilde ders alma ğa ba şladım artık. Miss Cramb bana Shubert'in şarkılarını da ö ğretiyor. Öyle güzel şeyler ki.... Shubert'in şarkıları!.... Robert'in gözlerinin önünde Ren nehri , sahillerindeki şatolar canlanıyordu ve rn"V»a.wiifisü dimdik a.vakt a: Aüson'la ikisi küçük bir nehir vapurunda gidiyorlar. Köprülerin altından geç iyorlar. Eski bir hana iniyorlar. Küçük küçük masalar dizilmi ş bir bahçede oturuyorlar. Ama bunları sadece havalinde ya şadı Robert, ona söyleyemedi. Sadece kesik bir sesle : 226 — Her geçen gün daha güzel şarkı söylüyorsun Alison.,., diyebildi. Alison, acı acı güldü. Çok sert, güç be ğenir bir kadın olan Miss Cramb'ı bir türlü memnun edemedi ğinden bahsetti. — Ona be ğendirmek o kadar zor ki.... Sustular. Bahçe kapısına da gelmi şlerdi artık. Robert'in burada ayrılması gerekiyordu. Alison'un kendisine kaçamak bir şeyler sorar gibi baktı ğını gördü. Üzerinde büyük bir çaresizlik çökmü ştü. Kalbinin yine o ate şle yanmakta oldu ğunu hissediyordu. Nefesi titredi. Derin derin gö ğüs geçirdi. Konuya bir ba şka yoldan, «sakladı ğı sırrının yolundan» girmeyi dü şündü. O an, insanın en güzel sırlarını bile rahatlıkla açabilece ği andı .Onun da üzerine o anın cesareti gelmi şti : — Seni ilgilendirece ğini zannetmiyorum ama, bugün benim için önemli bir şey oldu. Mr. Reid benimle konu ştu.. Dedi ki.... Şey.. Beni Marshall mükâfatı müsabakasına sokacaklarmı ş. Ya!.. Alison sevinçle haykırıvermi şti : — Robie.... Kızın bu sevinci ve onu Robert'e açıkça göstermesi, Robert'i müthi ş heyecanlandırmı ştı. Yumruklarını sıkmı ş öyle duruyor, yanaklarının alev alev yandı ğını hissediyordu. Marshall Mükâfatını kazanmanın müthi ş bir şey oldu ğunu Robert iyi biliyordu. Dünya ölçüsünde önemi olan, küçüksenemeyecek bir şeydi. Bu, Winton Kolejine parasız yatılı ö ğrenci olarak girmek demekti. Bu koleji yüzyıl önce Sir John Marshall açmı ştı. Winton Kontlu ğunun bütün çocuklarına açıktı ama, fevkalâde pahalı bir okuldu. Tahsil süresi 5 yıldı ve her yıl için 100 ingiliz lirası ödeniyordu. Marshall Mükâfatı, Iskoç-yalıların iler lemeye ve kültüre gösterdikleri büyük ilgiyi, azim ve sebatı, çalı şka.n ve zeki fakir çocuklara yeti şme imkânı sa ğlamak arzularını belirten bir delil sayılıyordu. Bü yük adamlar dehâlarım evvelâ bu mükâfatı kazanmak suretiyle isp at etmi şlerdi. Vaktiyle meşhur olan bir devlet adamından bahsedilirdi. Winton' lu olan bu adamın ismi, tâ deniza şırı beldelerde, dünvanın her tarafında saygı ile an ılırmı ş. Öldü ğü zaman okul arkada şlarından birinin «Aaa, ben onun Marshall Mükâ- 227 f atını kazandı ğı günü bilirim.» demesi, bu adam hakkında söylenen en güzel sözlerden biri olarak kalmı ş, denilirdi. Robert haiff bir sesle devam etti : — Kazanaca ğımı hiç zannetmiyorum ama, şansımı bir deneyece ğim, Alison. Bunu da herkesten önce sana söylemek istedim ben. Alison, emin bir tavırla konu ştu : — Senin çok fazla bir şansın oldu ğunu ben zannediyorum, dedi. Yalnız, bunu kazanırsan senin için çok iyi olacak mı? — Elbette. Bir kazansam fevkalâde olacak.. Dalgın dalgın Alison'a bakma ğa devam ediyordu. Dilinin ucunda bir sürü şairane kelimeler vardı ama, söyleyemiyordu ki.. Her saniye niyetleniyor, fakat her saniye şaşırıp susuyordu. Şaşkınlı ğından, ağırlı ğını bir aya ğından öbür aya ğına, mütemadiyen aktarıyordu. Nihayet konu ştu tekrar ama, yine ilgisiz bir sözdü : — Müsabakayı in şallah tatilden sonra yaparlar. —• in şallah... — Pazartesi günü Gavin'le göle gidece ğiz. — Öyle mi? Heyecan dolu bir sessizlik daha oldu ve :

— Haydi, Allahaısmarladık Alison., dedi Robe rt. Kızın cevabı da o kadarcıktı : — Güle güle Robie.. Böyle pek ani ve pek so ğuk bir şekilde ayrıldılar. Robert kendi kendine kızıyordu. «Yine her şeyi berbat ettim.» diyordu. Fakat çok geçmeden yapt ı ğını ve yapamadı ğını unuttu. Dünyayı, elan, harikulade şeyler vaadeden harikulade bir yer olarak görüyordu. IV Onun, bu her şeye ra ğmen güzel geçen günü bu ayrılı ş sahnesini takiben sona ermeliydi ama, maalesef mümkün de ğildi. Bir de onun yata ğa girme merasimi vardı, garip ve i şkenceli merasim. Üstelik «Aslanlı Köprü Gecesi» pro gramında repertuvara dahildi. Büyük heyecanlar, ümitler ve t atlı hayallerle dolu olmasına ra ğ- 228 men Lomond View'a gelince eve u ğramadı. Bunu iradî bir hareketle yapmı ştı. Karanlık kır yolunda yürümeye ba şladı. Üç kilometre ötedeki Aslanlı Köprüye doğru gidiyordu. Nasıl, haminnenin gece yata ğa giri şindeki halleri psikolojik enteresanlıklarla dolu idiyse, Robert'in ruh dünyasında, buna benzer olmasa bile, dikkate şayan taraflar bulunması mümkündü. Esasen onu, yani bu ma hrumiyetler, üzüntüler, kederler içinde bir çocukluk devresi ya şamış olan Robert'i oldu ğu gibi tanımak gerekirdi. Bu bakımdan, o «Rana temporaria» adını v erdikleri kurba ğayı merhametsizce ve kemali ciddiyetle nasıl bıçak altm a yatırıp parça parça edebiliyorsa, bizim de burada, şimdi, Robert'i bütün arzuları, hayalleri, ihtirasları ile ortaya koyarken hiç bir eksik yönün ü bırakmamamız normal olacaktı. Binaenaleyh onu, bilhassa bu geceki hayat ında çok yakından takip etmek zarureti ortadaydı. Gece bir hayli ilerlemi ş, hava serinlemi şti. Çok geçmeden Robert, Aslanlı Köprüye yakla şmıştı. Gökyüzünde yıldızlar ve pırıl pırıl bir mehtap vardı. Robert, ba şını yukarı kaldırdı ğı anda mehtabı hafif bir bulut perdesinin gerisine kaçarken gördü. A ğaçların kıra ğıların ıslaklı ğı ile daha da taze bir görünü ş almı ş olan yaprakları sert rüzgârın nefesiyle hızlı hızl ı sesler çıkarıyordu. Robert, sırtındaki eski ceketin, yani Murdoch'tan kendisine intikal etmi ş olan ceketin dü ğmelerini iliklemi ş, önünü rüzgâra kapamı ş, yürüyordu. Aslanlı köprü çok eski senelerdenberi mevcuttu. Altından, kasabaya ismini veren Leven nehri akıyordu. Yarım d aire şeklinde üç gözü ve nehrin tam orta yerinde yükselen dar bir kemeri var dı. Kemerin iki tarafmda aslan ba şı biçiminde, ta ştan yontulmu ş iki çıkıntı mevcuttu. Senelerin sürükledi ği sular aslanları belirli bir şekil olmaktan çıkarmı ş, fakat aslan olduklarını ispata yarayacak bütün teferruatı s ilip götürememi şti. Etraf ıpıssızdı. Robert, izahı güç bir hareket için bur aya gelmi ş görünüyordu. Nitekim hiç umulmadık bir şey yaptı. Çevik olma ğa çalı şan hareketlerle önce kemere tırmandı, hızlı bir nefes aldıktan sonra da köprünün çok dar yan duvarının üstüne çıkarak yürümeye ba şladı. Bir cambaz gibiydi. A şağıdan hırçın akan suların sesi geliyordu. Altında, 229 karanlık, derin bir uçurum varmı ş gibi geldi. Köprü, sütunlar hepsi etrafında dönüyor gibiydi. Robert, yüksek bir yere çıktı ğı zaman müthi ş ba şının döndü ğünü hissederdi. Burada, şimdi aklının alabilece ği en müthi ş i şkenceyi kendine yapıyor, bu yerde yürümeye çalı şıyordu. Fakat muvaffak olmu ştu. Köprünün ucuna kadar yava ş yava ş gitti. Sonra da aynı şekilde geri döndü. Fakat yere aya ğını basar basmaz müthi ş bir halsizli ğin benli ğini sardı ğını hissetmi ş, gözlerini kapamı ştı Kendisiyle alay eder gibi duran ikinci asların üzerine peri şan bir zavallılık içinde kapandı. Ormanların kralının, kendi garip haline gü ldü ğünü dü şünüyordu. Aslında hakikaten delilikti bu yaptı ğı. Ama bunun da kendince sa ğlam bir gerekçesi vardı. Robert, bu hareketiyle, kendisinin korkak ol madığını bizzat kendisine kar şı ispat etmek zaruretini benimsemi ş ve bunun icabını yerine getirmi ş oluyordu. Zira, kendi kendine ço ğu zaman dü şünmüştü. Hiç kimse tarafından sevilmiyor, sokakta yanından geçenler ona bakıp kah kaha atınca titremeler geçirip kızarıyor, beyni, kulakları sökülüyor gibi sinir buhranları geçiriyordu.

Ve bütün bunlar onda kendisinin korkak, gerçekten k orkak ve âciz bir insan oldu ğu şüphesini yaratıyordu. Köprü hikâyesinden sonra içi sükûnet bulmu ş ve nefsine itimadı biraz daha artmı ş bir halde eve döndü, içersi zindan gibiydi. Büyükba basının pintili ği yüzünden, geceleri ta şlıkta yanan küçük idare lâmbası da artık kaldırılmı ştı. Ayak parmaklarının uçlarına basa basa merdivenleri çıktı . Banyoya girdi, kapıyı yava şça kapadı. So ğuk du şun altına attı kendini. Hiç gürültü yapmama ğa çalı şıyordu. Zira Mr. Lackie, bir damla suyun bile bo şa akıtılmamasını isterdi. Su buz gibiydi, elini bile dondurmu ştu. Fakat yine de di şlerini sıka sıka altında durdu. Bir süre sonra vücudu uyu şmuş kaskatı kesilmi şti. Çivi kesmek dedikleri bu durum olsa gerekti, insanın kendi de ğerini, kendine kar şı göstermek arzusu ile bir ilgisi yoktu bu hareketinin. Sadece bir tedbirdi bu. Geceleri insanın ba şına gelebilecek kötü bir durumun önüne geçmek için başvurabilecek cinsten bir tedbirdi. Bir bakıma dua etmekle birdi. Biraz sonra banyodan çıktı. 230 Murdoch'un odası onun olmu ştu şimdi. Çocuk yu-vasındaki görevinden izinli olarak bir iki hafta için eve geldi ği zaman da, evvelce Kate'in olan, geni ş, güzel odada kalıyordu.. Müthi ş ü şümüştü. Eli aya ğı, her tarafı buz gibi olmu ştu. Çini şamdanın içindeki mumu yaktı. Kendi karaltısı ile bi rlikte okulda kazandı ğı mükâfatların karaltısı etrafta boy gösterdi. Bunlar cicili bicili ciltler içinde bir yı ğın kıymetsiz kitaplardı. Robert'in «iskoç'un Me şhur Adamları» cildinden en az üç tane mevcuttu. Kıymetli mikroskobu ile kol eksiyonları da onların arasındaydı. Onları, kendi yaptı ğı mukavva kutularda muhafaza ediyordu. Yazı takımı ve kâ ğıtlarla umumi kütüphaneden aldı ğı «Mahcubiyeti Yok Etme Usulleri» adlı kitap masasının üzerindeydi. Açtı. Rast-gele b ir sayfadan bir paragraf okudu : «Soğukkanlı bir tavırla bir ayna kar şısına geçiniz. Kollarınızı gö ğsünüzün üzerinde çapraz vaziyette kavu şturup aynada kendinizi uzun bir süre seyrediniz. Sonra aynada dimdik durup kendinizi korkusuzca süzü nüz. Bu durumda kendinizin kuvvetli, so ğukkanlı ve sakin oldu ğunuzu görürsünüz. Sonra derin bir nefes alın, kuvvetle verin, tok bir sesle üç defa şu sözleri tekrarlayınız: Julius Caesar, Napolyon!.... Yapaca ğım, yapaca ğım, yapaca ğım....» Kitabın dediklerini harfiyen tatbik etti. Gözlerini n sulanmasına ve aynada gördü ğü ye şil gözlerinin cesaretini kırmasına ra ğmen yaptı. Bu sırada çok soğukkanlı oldu ğu da muhakkaktı. Sonra müsvedde defterinin arasında n yırttı ğı bir tabaka kâ ğıda büyük harflerle «YAPACA ĞIM» diye yazdı. Her sabah uyandı ğı vakit gözüne çarpacak bir yere, duvara i ğneledi. Sonra yata ğının önüne diz çöktü, dualara ba şladı. Duaları uzundu ve çok karı şıktı Robert'in. Dua ederken kendini tamamen ona verir, ba şka hiç bir şeyle zihnini me şgul etmezdi. Yalnız dualarının istikameti de de ği şmişti. Suratını bir türlü net hayalleyemedi ği Sakallı Allah Baba'ya değil, büyük kurtarıcıya isa'ya dua ediyordu. Bazan pa paz ve kilisedeki merasim hatırına geliyor, kendisini kabahatli hissederek bu günahlarını affettirmek için ona yalvarıyordu. Isa, imam dolu kalbini koruyordu ve annesini, Meryem Ana'yı düşündüğü 231 zamanlarda, Meryem Ana'nın yüzü Alison'un yüzü olar ak kar şısına dikiliyordu. Dualarında azizleri de unutmuyordu ve hiç birinin g önlünü kırmamak için hepsi için yapma ğa giri şti ği duaları uzatmak zorunda kalıyordu. Gittikçe kabar an azizler listesinde Aya Andon da yer almı ştı. Aya Andon, gençlerin hami şiydi. Ve şimdi son perde ba şlıyordu. Hani bazı piyesler vardır. Muharriri, derin bir tee ssür uyandırmak yahut bir gerçe ği ortaya atmak mak-sadiyle esere farkında olmadan y ama gibi bir şeyler ilâve eder ve bunlar, hiç umulmadık bir anda seyirc ilerin kahkahalariyle kar şılanır, i şte bu da böyle bir perdeydi. Maziye bakan gözler korkudan tir tir titreyen bir ç ocuk görüyordu. Köprüdeki nefse i şkence hareketinden ve banyodaki so ğuk su «tedbir» inden sonra ruhunu temizlenmi ş sayan bu budala çocuk dolabın arkasına e ğildi. Oradaki gizli bir yerden garip bir şeyler çıkardı. Bir ipin ucuna, bir hurda deposundan toparlanmı ş gibi bir yı ğın demir parçası takılmı ştı. Koca koca anahtarlar, kapı tokmakları, bir çift buzda kayma ayakkabısı.. Onu e l alı şkanlı ğı ile çabucak

beline ba ğladı. Acıtıcı demir parçaları "tam karnının üzerine gelmi şti. Uykusunda yüzükoyun geldi ği ve kafasına şeytanca hayaller girdi ği taktirde bu demirler derhal batacak ve onu kötülükten koruyacak tı. Robert, nihayet bu tantanalı «yatma merasimi» ni ar tık bitirmi şti. Yamalı yorgarıınm ba şına çekti ve yan üstü yattı. Mumu da üfledi. Yata ğı, yorganı, yaştı ğı, her tarafı muskalarla doluydu. Biri, bizzat isa' nın takdis etti ği 4 tane hakiki mucize yadigârı renk renk muskalar.... Yalnız pembesi, alı yoktu. Onlardan da olsa muhakkak takardı. Boynunda da iri bir te şbih asılıydı. Böylece, Allah'a yakın olabilmek ve dinden uzakla şmamak için mümkün olan her şeyi yapmı ş bulunuyordu. Bu dü şünce ile uyku denen küçük ölümü de ça ğırma safhasına geçerken son ve en yeni duasını yapıyordu : — Marshall Mükâfatını bana kazandır Ya Rabbim, ne o lur? V Ne de güzeldi sabah.. Gün daha yeni a ğarmı ştı. Fakat gökyüzünün parıltı aydınlıkları ^aha yeryüzüne 232 boşanmamıştı. Pazartesiydi. Erkenden kalkmı ş, kimseye duyurmadan evden çıkmı ştı. Okul ö ğrencileri tatil, günlerinde sabahların daha erken o ldu ğunu, etrafta neş'enin daha bol oldu ğunu bilirler. Robert de ö ğrenciydi, Robert de biliyordu, bunları. Dörtyol a ğzında Tom Drin'i bekliyordu. Arabasiyle sabah erken den göl kenarındaki evlere sipari şleri götürürdü. Tora. Oraya giderken Robert'i de Lu ss'a bırakacaktı. Gelmesine geldi Tom ama, hem geç kalmı ştı, hem de suratı adamakıllı asıktı. Devamlı çalı şmaktan şikâyetçiydi. «Bugün de çalı şılır mı?» diyordu. Haklıydı. Robert'e bile fırından izin vermi şlerdi o gün. Fakat Blair'lerin mağazasındakiler çok insafsızmı şlar. Tentesiz at arabasının üstüne, erzak torbalarının ortasına kuruldu, Robert, nal sesleri arasında yola çıktılar. Boş sokaklarda sabahın katıksız tazeli ği vardı. Bir kadın kapıya çıkmı ş süt alıyordu. Gömlekli bir adam, yukarı katlardan birin de bir pancur açıyordu. Ve uyku sersemi bir genç kız, geceli ğinin önünden diri gö ğüslerini göstere göstere yarı açık bir kapıdan ot minder sil-kiyordu Sabahın hareketleri ba şlamı ştı, insanın içi bir şevk, bir canlılık doluyordu. Robert, Gavin'le balı ğa çıkıyordu o gün ve bu son e ğlencesiydi. Artık kapanacak, Marshall Mükâfatı için çalı şmağa ba şlayacaktı. Sonra güne ş do ğdu. Fakat bulutların arasından sıyrılamamı ştı. Sakin, gümü ş rengi bir sabahtı. Hava sıcaktı. Etraf parıltılı, munis bir aydınlık i çindeydi. Sesler bo ğuk bo ğuk duyuluyordu ama, çok uzaklardan bile geliyordu. Ve bu büyük sessizli ğin içinde yeşil yapraklarda yürüyen usarelerin hı şırtısı bile duyulur gibi oluyordu. Arabanın okları arasındaki atm sırtı, hafif dalgada sallanan vapur gibi, hafif hafif inip kalkıyordu. Etrafındaki manzara yanların dan kayıp kayıp gidiyordu. Ağaçların arasından bir görünüp, bir kaybolan çayırla r, sisli korular, uzun bacan kül rengi büyük malikâneler, bu ğuları tüten a ğaçlar arasındaki taraçalar, limonluklar.. Tom'a yardım ediyordu. Büyük kır evlerinin kapıları ndaki her duru şta o da iniyor, torbaları, paketleri arabanın üstünden bera ber alıyorlardı. San sakalı birbirine karı şmış Tom'un kıyafeti de dökülüyordu. Is- 233 marladı ğı şeyleri eksik getirdi diye öfkelenen kâhyalarla bir kaç kere kavga etti. Bir defasında da a ğır bir kutuyu kaldırınca manzarayı gördüler, içinde ki büyük un çuvalı patlamı ş, içindekiler arabaya dökülmü ştü. Tom küfürü salladı. Sonra da durumu örtmek isteyen bir tavırla «Bo ş ver, dedi, soka ğa dökülmedi ya....» Sallana sallana Lus'a geldikleri zaman vakit de ö ğleyi geçmi şti. Gavin, kasabanın giri ş yolunun ba şındaki kilometre ta şına oturmu ş, hâlâ bekliyordu. Sabrının tükenmi ş oldu ğu besbelliydi. Arkasında kolejin üniforması olan gr i fanile pantolonla gömlek, ba şında da aynı renkte yumu şak kriket kasketi vardı. Larcfield formasının renkleri olan mavi-beyaz ince bir şerit kasketin üzeriydeydi. Kendisi gibi geli şmemiş, hâlâ körpeli ğini muhafaza eden bu varlı ğın, Gavin'in, yanık çehresinde gizli duran mütevazı gururunun mânasını kavramak hakikaten mü şküldü.

Fakat birbirlerinin ellerini kuvvetle ve samimiyetl e sıktıkları zamandaki sevinç ifadesini Robert kendi kendine dü şünmeden yapamadı. Araba, onları ba şbaşa bırakarak uzakla ştı, îlk önce Gavin konu ştu : — Akşama kadar hiç balık tutamayaca ğız galiba.. . Rüzgâr yok, hava da inadına o kadar aydınlık ki bugün.. . Gölün o sakin koyuna da ldılar. Sa ğlı sollu öbek öbek oturtulmu ş bir kaç kulübenin arasından geçtiler. Saz damlı, d uvarları badanalı barakacıklardı bunlar. Ye şil tepenin ete ğinden ba şlıyorlar, gölün gümü ş kıyısına kadar devam ediyorlardı. Damlardaki sazların, saman ların arasında yabani güller, küpe çiçekleri bitmi şti. Beyaz badanalı duvarların üzerine kıpkırmızı bi r saçak halinde sarkıyorlardı. Yolun tozlarına boylu boyunc a uzanmı ş kahverengi bir köpek rüya görüyordu. Robert, tatlı bir arı u ğultusu duydu. Göl kıyısındaki küçük tahta iskele ve beyazla şmış iplerle sahile ba ğlı kayıklar sisler arasında görünüyordu. Manzara müthi ş güzeldi, îkisi de bu güzellik kar şısında dillerini yutmu şlar gibi, sadece, birbirlerine bakıyorlardı. Gavin' in babasının balıkçı kulübesine do ğru yürüdüler. Güneş hep hafif bulutların gerisindeydi. Ters çevrilmi ş bir sandalın üzerine oturdular, güne ş ufka ininceye kadar balık yemleri hazırlamakla me şgul oldular. 234 Arada bir konu şuyorlar, ekseri zamanlarında oldu ğu gibi de daha ziyade susuyorlardı. Kulübede çalı şan Mrs. Glen adında bir kadın vardı. Ak şam saat 7 sularında onlara fırından henüz çıkmı ş çörek, ha şlanmı ş taze yumurta, çay ve kaymaklı süt ikram etti. Ortalık hafif hafif kararmaktaydı. Gölün yüzündeki neftî parıltılar ak şamı müjdeliyordu. Küreklere Robert asıldı. Durgun sular ın serinliklerine do ğru açıldılar. Bir süre sonra kürekleri bıraktı. Yüksek tepelerle çevrili bu sakin atmosferde sandalı suların sallantısına bıraktı. Ha va karardıkça suların nefti rengi koyula ştı, koyula ştı, çehreler gölgele şti ve gittikçe gözden silinmeye başlayan kıyıdan gaydaların tatlı na ğmeleri duyuldu. Mânevi varlı ğının hududunun dı şındaki her şeyi kaybetmi ş bir insanın haykırı şlarına benziyordu bu sesler. Gavin'in, gizli bir ürperi şle kaskatı kesildi ğini hissetti Robert. Bu ânın, bu sesin etkisinden hiç bir şey, hattâ onlar bile, bu sakin hallerine ra ğmen kendilerini kurta-ramıyorlardı. Neftîlikleriıı siya ha tam mânasiyle dönmek üzere oldu ğu anlardan birinde Gavin yava ş bir sesle konu ştu : — Marshall Müsabakasına girecekmi şsin, öyle mi Robert? Şaşırmı ştı Robert. — Evet., evet ama, nerden biliyorsun sen bun u... — Ablama Mrs. Keith bahsetmi ş.. — Ne zaman? Bir an durdu. A ğır bir tavırla devam etti : — Ben de giriyorum. Robert, arkada şının yüzüne hayretle baktı. Da ğlar, tepeler, karanlıklar bile onun bu şaşkınlı ğına katılıyor gibiydiler. — Ama, Gavin, dedi, senin parasız yatılı okuma ğa ihtiyacın yok ki.. Gavin'in ka şlarını çattı ğı karanlıkta bile hissediliyordu. Yava ş yava ş, arada bir duraklayarak ve sıkıla sıkıla konu şuyordu : — Bir şey söyleyece ğim, sana, belki şaşıracaksın ama, do ğru oldu ğuna inan Robert.. Babamın i şleri son zamanlarda bir hayli bozuldu, insa n zahire tüccarı 235 olursa, —bu ğday, arpa, yulaf alıp satarsa— bazan büyük zararlar ı da göze alması gerekiyor. Durum, herkesin zannetti ği gibi de ğil.. Babama haset edenleri, gösteri ş yapıyor diye ayıplıyanları kastediyorum ben. Aslın da babam da gösteri şi sevmez ama Robie, rahip oldu ğu için itibarını koruması da lâzım. Benim için çok büyük fedakârlıkları olmu ştur. Şimdi sıkıntıda oldu ğuna göre, benim de ona elimden geldi ği kadar yardım etmem, üzüntülerini, me şelerini bir nebze de olsa hafifletmem gerekiyor. Robert, bir şey söyleyemedi. Gavin'in babasını çok sevdi ğini eskidenberi bilirdi. Babasının i şlerinin son zamanlarda pek iyi gitmedi ğine dair bazı şeyler de i şit-mi şti. Buna ra ğmen, bütün ümitlerini ba ğladı ğı bu mükâfat için birbirlerinin rakibi durumuna gireceklerini ö ğrenmek Robert için büyük bir darbe olmu ştu. Gavin, onun konu şmasına fırsat vermeden devam etti :

— Esasen bizim Kontlu ğun en zeki çocuklan bu müsabakaya girecek. Fazla ol arak bir de ben girmi şim, ne fark eder? Sonra bizim kasabanın şerefi de bahis konusu.. Marshall Mükâfatını 12 senedenberi Leve nford'-dan bir kimse bile kazanamamı ş. Kesin karar vermi ş oldu ğunu gösteren bir tavırla derin bir nefes aldı : — Bu mükâfatı ikimizden biri mutlaka kazanmalı Robert... Robert,, Gavin'in kuvvetli bir ö ğrenci oldu ğunu biliyordu. Gergin bir sesle konu ştu : — Sen kazanırsın bunu, Gavin.. Küçükken yaptıkları gibi, birbirlerine «Hayır, sen kazanırsın..» diye kavga etmediler. Gavin dü şünceli bir tavırla mütalâasını belirtti : — Babama bir faydam dokunması için şüphesiz kazanmak isterim ama, bence, senin kazanma ihtimalin daha çok.. Bu gerçe ği kabul etmek benim için güç. Çünkü, bilirsin, bir hayli gururlu insammdır. Ga liba yayla çocu ğu oldu ğum için biraz da. Sonra babamın öyle fevkalâde bir i nsan olması da bu havaya sokmuştur beni belki. Sonra durakladı. Ba şkasının i şitmesi ihtimalinden endi şe ediyormu ş gibi sesini hafifleterek konu ştu : 236 — Kazanırsan doktor mu olursun, yoksa papaz mı? İmtihana iki rakip olarak girecekleri haberinin henü z tesirinden kurtulamamı ştı Robert. Fakat bu soruyu yine de ciddiyetle kar şıladı. Fakat içini ona dökmek ihtiyacını da duyuyordu. Zaten, bu şekilde konu şabilece ği yegâne insan olarak Gavin'i biliyordu : — Aslında, kendimi papaz olma ğa lâyık görmüyorum ben, dedi. Sonra, niçin yalan söyleyeyim bütün arzum tıbbî konularda ar aştırmalar yapan bir biyoloji âlimi olmak.. Gerçek bu. Ama, bunu d a saklayamam, meselâ Rahip Damien'i, Ar ş Rahibini, dü şündüğüm zamanlar, âyinler sırasında kendimi bu anlattı ğımdan çok ba şka hissediyorum. O zaman, dünyevî olan her şeyden elimi aya ğımı çekmek, hattâ çok sevdi ğim, güzel, iyi bir kızı sevmekten bile vazgeçmek istiyorum. İşte.. İşte o zaman, Gavin'ci ğim, ba şımı alıp uzaklara, çok uzaklara gitmek, gerçekten büyük bir aziz olmak istiyorum. Yalnız küflü patates yiyerek ya şamak, paraya müstekreh bir şey nazariyle bakmak istiyorum. Bilhassa bu, bu para.. Ne harik ulade bir şey, onun tesirinden uzak kalmak.. Sonra.. Sonra bütün ömrümü kaba bir elbise içinde, mihraplar önünde vecd-ü isti ğrak içinde geçirmek.. Ayinlerde dua. ederken duyduklarımı ka,bil olsa da sana anlatabilseydim Ga vin. Gavin âdeta utanır gibi cevap verdi : — Bana kalırsa.. Muhakkak ki.. Böyle dü şünmesen tahammül edemezsin. Yani demek istedim ki, yalnız ekmek parası için tahammül edilm ez.... Robert, Gavin'in fikrini kabul etti : — Evet, dedi, şüphesiz yalnız ekmek parası için olsa tahammül edilmesi gerçekten mümkün de ğil. Ama, dua esnasında insan her şeyi unutuyor. Gerçekten harikulade bir şey dua, Gavin.. Duaların sayesinde neler eld e ettim, nelere ula ştım, bilemezsin. En az 30 - 40 misal verebilirim sa na bu hususta.. Mrs. Bourke'u tanırsın de ğil mi? Hard şu sütçü kadını.. Onu büyükbabam süte su karı ştırıyor diye cezalandıracaktı. O sırada bir gün kad ını kilisede gördüm. Durmadan dua ediyordu. Sonra ne oldu, biliyor mus un, Gavin? Büyükbabamın tahlil için aldı ğı sütün şi şesi patlayıverdi. Hem de tam tahlil sırasında old u bu. Büyükbabam, şimdiye kadar hiç böyle bir şeyin vukubulmadı ğım söylemi şti. Tabii, 237 kadını, duaları kurtardı. Yalnız, tabii olmayacak şeyler için duaları bo ş yere harcamamak lâzım. Madame Pom-padour'un zümrüt ye şili gözlerinin çok güzel oldu ğunu söylerler, ama, ben be ğenmem meselâ., î şte bu gözlerin renginin deği şmesi için dua etmek do ğru de ğildir. Olmayacak bir i ştir de ondan.. Gavin, ö ğrenmeyi muhakkak arzu etti ğini belirten bir tavırla sordu : — Meselâ, dedi, sen, Marshall Mükâfatını kaza nmak için dua edecek misin? Robert tereddütsüzce cevap verdi : — Evet.. Maalesef edece ğim galiba, Gavin. Sonra, içinden ta şıp gelen bir heyecanla ilâve etti :

— Fakat beni sokmadıkları takdirde senin için dua edece ğim, Gavin, dedi. Zira sen o kadar dürüst, o kadar insan bir çocuksun ki.. Tanıdı ğım bütün insanlar arasında, hattâ bizim evdekiler arasında dahi senin gibisine rastlamadım. Biliyorsun, muhitte katolikleri nasıl ayıplıyo rlar, katoliklere kötü gözle bakıyorlar. Halbuki ne kadar mânâsız bir şey de ğil mi bu dü şünce.. Vallahi, geçen gün Rahip Canon, bir Almanaktan göstermi şti bana, bütün dünyada 32 tane katolik duka varmı ş.. Bir . dü şün. 32 tane.. Sonra.. Levenford'da mütemadiyen de şeyden bahsederler.. Şeyden.... Birden vazgeçmi ş gibi durdu. Sesine nutuk verir gibi bir hava gelmi şti : — Bırakalım bunu bir yana, dedi. Ama, i şte ben de mükâfatı bilhassa bunun için kazanmak istiyorum. Onlara göstermek isti yorum. Onların a şağı gördü ğü, hakir gördü ğü bir kimsenin, pekâlâ, büyük, çok büyük bir ili m adamı, hattâ, hattâ, insanlı ğın bir halaskarı olabilece ğini ispat etmek istiyorum. Bu kimse, belki, dinle ilim arasın ı da bulur.. Ve belki dinlerin arasını da bulur, diye dü şünüyorum. Robert, bu parlak, ideal fikirlerine kendi de şaşmıştı. Gavin, a ğır bir tavırla konu ştu : — Evet, dedi, müsabaka imtihanında birbirimiz in kar şısına çıkmamız çok üzücü bir durum ama, bunun, birbirimize kar şı besledi ğimiz, köklü, kuvvetli sevgiyle hiç bir ilgisi olamaz. Bizim a rkada şlı ğımızı hç bir şey 238 bozamaz. Yalnız hislerimize kapılmamayı bilmemiz lâ zım.. Tabii, benim de bildi ğim bir kaç dua var, Robie.. Ortalı ğa tatlı bir karanlık çökmü ştü şimdi. Çok geçmeden pırıl pırıl bir mehtap Ben da ğlarının ardından yükseldi. Sonra bir ı şık ça ğlayanı halinde gölün sularına döküldü, kaypak siyahlıkları yakamozlarla yaldızlama ğa ba şladı, içinde bulundukları sandal, kıpırdanma ğa ba şlayan dalgaların tesiriyle kıyıya sürüklenmi şti. Karanlıkta a ğaçlara gözleri takıldı Robert'in. Onların varlı ğında uhrevî bir şeyler buldu. Cenaze merasimlerinde görülen sorguçla ra benziyordu ağaçlar. Sonra birden realistle şti ğini hissetti, nıüsbet tarafı galip geldi Robert'in. «Yok canım, dedi kendi kendine. Ne sorgu ç, ne bir şey.. Basbaya ğı ağaç i şte bunlar..» Harikulade güzel, temiz bir toprakta y eti şmiş, boy vermi ş ağaçlardı bunlar ve şimdi, tabiatı kaplayan tatlı karanlı ğa bürünmü şler, hafif hafif sallanıyorlardı. Mürekkep gibi koyula şmış olan siyah, sı ğ sularda birden bir hareket oldu. Bir balık sıçramı ştı. Birden hayata, gerçeklere döndüklerini daha kuv vetle hissettiler. Karanlıkta arkada şını hayal meyal görebiliyordu Robert. Gavin, oltayı çekti : — Çok şükür, nihayet bir tane yakalabildik.. Robert, kürekleri yava şça sulara bıraktı, kayı ğı yava ş yava ş kıyıya yana ştırdı. Gavin, oltayı tekrar suya attı. Sandalın arka taraf ında oturmu ş, hareketsiz duruyordu. Sadece sa ğ elini, bile ğinden a şağı kısmını, ahenkli hareketlerle yava ş yava ş oynatıyordu. Robert de, balıkları kaçırırım endi şesiyle, nefes bile almaktan korkarak gözlerini dikmi ş oltanın suya de ğen noktasına bakıyordu. Gavin, oltaya arada bir yer de ği ştiriyordu. Kamı şın parıltısı, karanlıkta gümü şî bir kavis çizerek daha ilerde bir yerde hafifçe suy a dalıyor, oradan bir ı şıltı gözlerine kadar gelebiliyordu. Çok geçmeden bir şıpırtı daha duydular. Birincisinden de kuvvetliydi bu.... Robert heyecanla yerinden do ğruldu. Gavin'in oltası havada geni ş bir kavis daha çizmi şti. Oltayı kavrayan elleri fazla sıkılmaktan müteve llit içten içe titremi şti. Oltanın makarasının bo şaldı ğı zamanlarda çıkardı ğı ses duyuldu. Gavin di şleri arasından mırıldandı : — Sandalı biraz açı ğa al, Robie. Altına kaçmasın.... 239 Suların kaypak karanlı ğında bir balık çırpmıyordu. Deliler gibi sıçrıyordu . Suyun yüzüne çarptı ğı zamanlar inci gibi su tanecikleri havaya fırlıyor , pırıl pırıl parlıyordu. Robert, oltanın bulundu ğu noktadan geri geri gitmeye çalı şarak, balı ğın omurganın altından kaçmasına imkân vermemek isti yordu. Artk sessiz durma ğa mecbur de ğillerdi. Kürekler de, suları balık gibi hızlı hızlı dövüyordu. Balı ğın her sıçramasında kürekleri hızla suya vuruyordu Robert.

Gavin heyecanla konu ştu : — Aferin, dedi. Bir som balı ğı yakaladık, Hem de en iyi cinsinden.. — Kürekleri al yukarı, diye mırıldandı. Gavin'in k olları mücadeleden yorulmu ştu. Kopacak gibi oldu ğunu hissediyordu kollarının. Balı ğı yakalayan ipin incecik oldu ğunu bildi ği halde mücadeleden vaz geçmiyor1, inad ediyordu. Y ava ş yava ş büyük bir titizlikle oltanın makarasını sarma ğa ba şladı. Gerilmi ş vücudunu, azimli çehresini ay aydınlatıyordu. Robert, gözlerini heye canla ona dikmi ş, balıkla ilgili verece ği yeni emre hazır bir vaziyette duruyordu. Balık, a rtık eskisi gibi çarpınamıyordu. Gavin, makarayı sara sara onu daha yakına getirmi şti. Kısık bir sesle mırıldandı : — Göründü, Robert, dedi. Kocaman bir balık. Zıpkın ı al oradan. Şurada, oturdu ğum yerin tam altında. Robert e ğildi, beceriksiz bir hareketle e ğilip zıpkına uzanırken, aya ğı ıslak tahtaların üzerinde kaydı, oturulacak yerin üstüne boylu boyunca kapaklandı. Kayık âz daha devrilecekti. Bacağı sıyrılmı ştı. Gavin, hiç sesini çıkarmadı. Robert nihayet do ğrulup kalkınca : — Bulabildin mi? dedi. — Evet, Gavin. Buldum. Kısa bir sessizlik oldu. Gavin gittikçe artan sabır sızlı ğını göstermemek isteyen bir tavırla konu ştu : — Pek iyi yakalanmamı ş oltaya, dedi. Olta a ğzının kenarında görünüyordu. Kancayı tut. Ben balı ğı sudan çıkaraca ğım. Zıpkını sakın saplama ama. Ucunu galsa-malarınm altına sokacaksın, dikkat et. Robert, bir beceriksizlik yapmak endi şesi içinde kancayı aldı, sandalın su dolu iç kısmına çömeldi. Ba- 240 lı ğı o da görüyordu şimdi.. Suyun içinde derinli ğine ve geni şli ğine büyükçe bir yer kaplamı ştı. Parlıyordu. Büyüklü ğü Robert'i müthi ş şaşırtmı ştı. Hayatında bu kadar büyük bir balı ğa zıpkın saplamamı ştı Robert. Sonra zıpkın saplamak da nankörce bir i şti, müsbet sonuç elde edebilmek için çok dikkatli o lmak gerekti. Gavin'in anlattı ğına göre, babası balı ğı tutar, o zıpkını saplar-mı ş. Fakat, çoğu zaman zıpkını saplayamamak yüzünden balı ğı kaçırırlarmı ş. Robert'in gözleri kararıyor, eli aya ğı titriyordu. Kulaklarında da müthi ş bir yanma ba şlamı ştı. Balık yakla ştı, nihayet elle uzanabilecek kadar yakına geldi. İçinde büyük bir korku dolmu ştu Robert'in. Kocaman, kaygan bir mahluktu kar şısındaki. Zıpkınla onu vuramamak korkusu Robert'i bir daha kapladı, öl ü gibi sapsarı kesilmi şti. Her tarafı ıspazmoza yakalanmı ş gibi titriyordu. Fakat, kendini toparladı ve bekledi. Ba şarmı ştı nihayet. Zıpkını çenesinin altına soktu ve çekip sandala aldı balı ğı. Gavin hemen oltayı bırakıp Robert'in yanma çömeldi. Gecenin derin karanlı ğında yükseklere çıkmı ş olan mehtap, etrafa ı şıklarını döküyordu. Gavin'le Robert de bu ı şık huzmelerinin kar şısındaydılar. Yan yana durmu şlar, sandalın dibinde parıltılar içinde yatan balı ğa bakıyorlardı. Balık ma ğlûp olmu ştu. Robert birdenbire kalbinin derin bir üzüntü ile burkuldu ğunu f arketti : — Ya Gavin, ya ben, diye dü şündü, ikimizden biri de ma ğlup olacak.. VI Ertesi sabah geç uyandılar. Kulübedeki iki sedire k ar şılıklı yatmı şlar ve deliksiz, rahat bir uyku uyumu şlardı. Mrs. Glen'in getirdi ği kahvaltıyı yedikten sonra dı şarı çıktılar. Gavin, babasının av bıça ğım almı ştı. Etraf aydınlıktı. Pırıl pırıl güne şli bir gündü. Gavin balı ğı ortasından ikiye böldü. Orta kısmı daha da koyucaydı ve kemi ği sedef bir dü ğmeyi andırıyordu. Gavin : — Yazı—tura atalım, dedi. En do ğrusu bu. Yalnız kuyruk tarafı daha iyidir bana kalırsa. Parçalardan her biri 6 libreden daha hafif de ğil, sanırım. 241 Parayı Robert kazandı. Gavin, samimi bir gülü şle güldü : — Unutma, sakın, dedi. Yirmi dakikadan fazla ha şlanmayacak. Daha lezzetli oluyor öyle.

Paylarına dü şen parçalan ye şil sazlara sardılar ve Gavin'in bisikletinin port—bagaj'ına koydular. Sonra, Mrs. Glen'e veda ederek ikisi birden bisiklete bindiler. Gavin direksiyona, Robert arkaya geçmi şti. Yolda sıra ile yer deği ştirdiler. Balı ğı payla ştıkları gibi, bisikleti kullanma yorgunlu ğunu da payla şıyorlardı. Robert, Lomond View'a geldi ği zaman vakit ö ğleyi bulmu ştu. Yemek odasına girdikleri zaman Mrs. ve Mr. Lackie'yi sofrada buld u. Haylazlık etti ği için ona kızmı şlardı. Fakat «sus payı» olarak kocaman bir som balı ğının yarısını getirdi ğinin de farkındaydılar. Bu yarım balık anneannesini n tabiriyle, onlara, en azından bir kaç gün giderdi. Durumu çok iyi bilm esine ra ğmen büyükbaba çıkı şmadan yapamadı : — Neredeydin? Koltu ğuna gömülmü ş, so ğuk ve ciddi bir tavırla, sert bir sesle sormu ştu bunu Mr. Lackie.. Bir süreden-beri bu şekilde konu şmayı adet edinmi şti. Bir kaç ay kadar evvel de böyle acayip bir hali olmu ştu, hatırlıyordu Robert. Kahvaltıda, sabah kahvaltısında idiler. Önüne ha şlanmı ş yumurta konmu ştu. Tuhaf bir tavırla yumurtayı eliyle itmi ş ve söylenmi şti : — Kaç defa söyledim size. Biz çok ve a ğır şeyler yiyoruz. Doktorlar a ğır şeyler yemek iyi de ğildir, diyorlar. Size dinletemiyorum, Robert, büyükbabasının çıkı şına cevap vermeden Mrs. Lackie atıldı : — Sana söylemi ştim ya, dedi. Göl'e gitmi şti. Dün gece gelemeyece ğini de haber vermi şti. Robert havayı yumu şatmak için hemen elindeki balı ğı masanın üstüne koydu : — Bakın, ne getirdim size, dedi. Gavin tuttu ama, zıpkını da ben sapladım. Mrs. Lackie hemen balı ğın sarılı oldu ğu sazları açtı. Hem sevinç, hem de hayretle : — Aferin Robert, aferin sana., diye söylenmekten 242 kendini alamadı. Bu aferin'e Robert hiç mukabele et memişti. Asıl büyükbabasının ne söyleyece ğini merak ediyordu. Fakat Mr. Lackie, gözlerini bal ı ğa dikmi ş, sakin, sadece bir merak saikiyle onu süzüyordu. Nas ıl olduysa oldu, yüzüne hafif bir parıltı, bir tebessüm parıltısı gelmi şti. Halbuki hiç gülmeyen, daima asık çehreyle oturan, hele kahkaha denilen nesneden nasi bi olmayan bir adamdı. Dayanamadı : — Güzel bir balık., dedi. Fakat birden kafasında b ir şimşek çakmı ş gibi oldu : — Ama, sombalı ğı bize yaramaz. Çok a ğırdır. Midemizi bozar. Ve ilâve etti : — Öğleden sonra bunu alıp Donaldson'a götürün. Mrs. Lackie'nin alnı buru şmuş, gözleri endi şe ile dolmu ştu : — Aaa, olmaz, dedi. Kocasına baktı. Sonra da korka korka : — Hiç olmazsa, dedi, bir iki dilimini alıkoyalım. Fakat, Mr. Lackie kararlıydı. Kayıtsız bir tavırla cevap verdi : — Hayır, dedi, hepsini götüreceksiniz. Nadir bul unan bir balıktır bu. Libresi üçbuçuk şilinden satılır. Bu parayı veren deliler de var dem ek. Donaldson, bunu bizden en a şağı yarını krondan almalı. Robert şaşırıp kalmı ştı. Bu güzel balı ğı pi şirmek, her zamanki fakir sofralarını zenginle ştirmek, afiyetle yemek varken, demek onu götürüp ba lıkçı Donaldsona, satacaklardı.... Bir an « Şaka mı ediyor acaba büyükbabam?» diye suratına baka cak oldu ama, Lackie hiç oralarda de ğildi. Söyleyeceklerini söylemi ş, emrini vermi ş insanların rahatlı ğı içinde yeme ğine e ğilmi şti tekrar. Anneannesi, dudakları sinirden gerilmi ş bir halde, tencerenin dibinde kalmı ş bir kaç patatesi Robert'in taba ğına koyma ğa çalı şıyordu. Elleri titriyordu sinirden ama, ne yapabilirdi, ba şka ne diyebilirdi ki kadınca ğız? — Bu senin, ku şluktan kalan payın yavrum., dedi Robert'e ve ilâve etti : — Karnın acıkmı ştır. Hadi, otur ye... 243 Robert, ö ğleden sonra içi gide gide balı ğı aldı. Do-naldson'un ana caddedeki dükkânına götürdü. Tekrar, sazlara sarmı ş oldukları balı ğı üzüntü ile mahzun mahzun Donaldson'a u/attı. Balıkçı, kırnuzı suratlı , iri yarı bir adamdı.

Sırtına beyaz bir ceket, onun üzerine de mavi çizgi li bir önlük giymi şti. Başında da siyah bir hasır şapka vardı. Robert, bir şey satmayı, pazarlık etmeyi hiç beceremezdi ama, an la şılan büyükbabası i şyerine giderken balıkçıyı bir «görmü ş» tu. Donaldson, hiç bir şey söylemeden balı ğı aldı, beyaz, çini teraziye koyarak tarttı. Tam 6 libre gelmi şti. Gavin'in tahmini tamdı. Sonra bıyı ğını burdu. Robert'e tuhaf tuhaf bir baktı ve : — Gölde mi yakaladınız? Ba şiyle tasdik etti Robert. — Sizi çok u ğra ştırdı mı? Robert, gölün o geceki halini, Gavin'le arkada şlı ğını, balıkla yaptıkları mücadeleyi hatırlamı ştı. Kısaca bir : — Evet!.... dedikten sonra ba şını önüne e ğdi. Balıkçı, dükkânın dip tarafındaki camlı bir bölmeye girdi. Kasadan alaca ğını alıp döndü ğü zaman Robert'e : — Libresi bir kurondan 6 libre, tam 15 şilin yapar. Al sana tam 15 tane gümü ş; evlâdım. Götür, Mr. Lackie'ye ver bunu. Benden de s elâmlar söyle.... Robert dükkândan çıkarken balıkçı durmu ş, arkasından bakıyordu. Para ak şama kadar cebinde büyük bir a ğılık te şkil etmi şti Robert'in. Mr. Lackie eve gelir gelmez ona aktardı. Ba şını sallayarak almı ştı paraları Mr. Lackie. Avcunun da bir iki sallayıp şıkırdattıktan sonra me şin cüzdanına koydu. Paraları, cinslerine göre, keseye koymakta yektaydı büyükbabası. Yemekte pek keyifliydi Lackie. Karısına, eve dönerk en Mr. Cleghorn'a rastladı ğım anlattı. Bentler müdürü çok bozulmu ş artık. Gerçekten pek bitkin bir hal-deymi ş. Böbreklerinde ta ş var, diyorlarmı ş doktorlar. Bu hastalık onu «yolcu» etmese bile, bir iki aya kalmaz, mutlaka görevinden çekilm ek zorunda kalırmı ş. Mr. Clesrhorn'un istifası ihtimalinden bahsederken Mr. Lac-kie'nin üzerinde, o güne kadar hiç de alı şık olmadık- 244 ları ne ş'eli, memnun bir hal vardı. Sofradan kalkarken Robe rt'e bir i şaret yaptı : — içeri gel, dedi. Seninle biraz konu şmam lâzım Ev halkının hemen hemen hiç oturmadıkları misafir odasına geçtiler. Tül perdelerin önüne oturdular. Yanlarında bir vazoda kuru sazlar gözüne ili şti Robert'in. Balı ğı saran sazları hatırladı. Dı şarda kestane a ğaçlarının yaprakları hı şırdıyordu. Mr. Lackie'nin soluk dudakları sarkmı ştı. Parmaklarının uçlarını birbirler-ne de ğdirerek, dü şünceli ve şefkatli olmaya çalı şan bir tavırla çocu ğu süzdükten sonra konu ştu : — Sen artık büyüdün, Robert, dedi, ma şallah kocaman bir çocuk oldun. Okuldaki durumun da çok iyi. Aferin.. Çok ho şuma gidiyorsun. Robert, kıpkırmızı kesilmi şti. Büyükbabasının onu methetmesi hiç âdedi değildi. Acaba? Fakat fazla dü şünmesine vakit kalmadı : — Biz ailece, senin için elimizden gelen bütün fed akârlıkları yaptık. Her halde sen de bunu takdir ediyorsun. Çocuk safiyetle cevap verdi : — Elbette büyükbaba. Bilmiyor muyum? Bütün y aptıklarınız için size minnettarım tabii.... — Mr. Reid, hocan, bizim daireye gelmi şti bugün. Bir kâ ğıt imzalatacakmı ş da onun için. Senin istikbalin hakkında uzun uzun konu ştuk onunla. Durdu. Öksürdü. — Senin dü şündüğün bir şey var mı? Robert, gö ğsünün tıkanır gibi oldu ğunu hissetmi şti : — ö ğretmenim size bahsetmi ştir her halde, büyükbaba., dedi. Benim.... Benim en büyük idealim Winton Üniversitesinde Tıp tahsili ya pmak. Mr. Lackie, biraz geri çekilir gibi oldu. Daha do ğrusu bu söz kar şısında ufalmı ş gibiydi. Koltu ğuna yerle şir gibi miydi, yoksa, cevap pek ho şuna gitmemi ş miydi onun. Robert birden intikal edemedi: — Ama, dedi Lackie, biliyorsun ki, biz de öyle par alı insanlar de ğiliz. Robert irkilmi şti : •— Ama, büyükbaba, dedi. Mr. Reid, size Marshall mü kâfatından bahsetmedi mi? 245 — Etti, etti, bahsetti ama....

Lackie'nin yana ğına biraz renk geldi. Onu, sukut-u hayallere kar şı tam bir baba şefkatiyle savunmu ş gibi bir tavır takındı: — Kendisine söyledim. Bir çocu ğun aklına, böyle delice şeyler koyup ümitlendirmenin do ğru bir şey olmayaca ğını söyledim. Bana kalırsa, Mr. Reid, elinde olmayan, gerçekle şmesine imkân bulunmayan şeyleri va-ad ediyor bol keseden. Sonra, öyle, kat'i bir eda ile konu şmasını da hiç be ğenmedim, imtihan bu, de ğil mi, belli mi olur ki? İşte, önümüzde bir misal de var. Mur-doch'un durumu. Hele Marshall imtihanı.. Pa rasız yatılı imtihanı bu, pek öyle kolay bir şey de ğildir ki.. Darılma bana Robert ama, daha açıkçasını söyleyeyim, ben senin bu imtihanı ba şarı ile geçebilece ğine hiç ihtimal veremiyorum. Robert peri şan olmu ştu. Yalvarır gibi : — Ama, bir defa denememe müsaade edersiniz, de ğil mi büyükbabacı ğım.. Bu cümleyi söylerken, içindeki endi şelerin, korkuların saikiyle, sözlerin yansını da a ğzından yuvarlamı ş-tı Robert. Fakat büyükbabasının o zayıf çehresindeki o sıkıntılı hal daha da fazlala ştı. Kesin bir dille konu ştu : — Müsaade edemem Robert, senin menfaatin için müs aade edemem. E ğer edecek olursam sana fenalık etmi ş olurum, senin bir takım yanlı ş dü şüncelerle saplanmana sebebiyet vermi ş olurum.. Hem, binde bir ihtimalle, senin bu imtihanı kazanmı ş oldu ğunu farzetsek bile, senin daha be ş sene, be ş para kazanmadan tahsil yapmana benim mâli takatimin taha mmülü yok.. Senelerce, binbir mahrumiyet ve sıkıntılara katlanarak bir ken ara koydu ğumuz paranın önemli bir kısmını da senin için harcadık zaten. Artık senin, bu harcadı ğımız paraları ödemenin zamanı geldi.. Manen, maddeten yıkılmı ş, çökmü ştü Robert.. Dudaklarından cılız bir : — Ama.... Büyükbaba.... Kelimeleri dökülebildi. Feci bir durumdaydı. Mahvoluyordu. Her şeye ra ğmen kendini savunmaya çalı şıyordu ama, peri şanlı ğından devam edemedi. Körpe suratının bembeyaz kesil di ğini, bütün vücûdunun zelzeleye u ğramı ş gibi titre-246 mekte oldu ğunu hissediyordu. Bir defacık şansını denemeye izin verirse, kendisi için harcadı ğı paraları, bir misli fazlasiyle ödeyece ğini söylemek istiyordu. Fakat dili tutulmu ş, kolu kanadı kırılmı ş bir haldeydi. Orada, öylece, şaşkın şaşkın bakakalmı ştı. Gerçi bilmiyor de ğildi. Büyükbabası münaka şa edilebilir bir insan de ğildi. Dedi ği dedikti. Bütün zayıf yaradılı şlı, bütün cahil insanlar gibi o da fikirlerinde ısrar etmeyi, bir meselenin kar şısına inatla dikilmeyi prensip edinmi şti. Halinde, tavrında Robert'e kar şı her hangi bir kızgınlık alâmeti görünmüyordu, ona hiç bir zaman fena muamel e etmemi şti, hattâ ömründe ona el bile kaldırmamı ştı. Fakat içindeki bir takım tuhaf hislerin tesiriy le Robert'e kar şı «elinden geleni yaptı ğını» dü şünüyor, bu kanaatle kendim tatmin ediyordu. Robert'i teselli etmek için gayet gösteriyormu ş gibi bir tavırla devam etti : — Esasen, ben geçen hafta senin için ustaba şıyla konu ştum. Fabrikaya bu yaz başladı ğın takdirde 21 ya şına girinceye kadar i şi adamakıllı ö ğrenirmi şsin.. O süre zarfında da iyi para alırsın, evin masrafına y ardımın dokunur. Bu durumda yapaca ğın en makul, en iyi şey de bu de ğil mi zaten? Çocuğun a ğzından mırıltı halinde bir ses yükseldi. Makinist o lmak istemiyordu. Dökümhanede senelerce çıraklı ğa tahammül edece ğini hiç zannetmiyordu. Lac-kie, haklı bile olsa, Robert'in kalbini parça parça eden ıstırabı dünyanın hiç bir mantı ğı önleyemezdi. Mr. Jackie, konu şmanın bitti ğini imâ edercesine kalktı, îçini çekti, omuzunu okşayarak : — Biliyorum, senin için büyük bir sukut-u hayal old u bu. Fakat daha büyük sukut-u hayallere u ğramanı da bu durum önleyecekti buna emin ol. Kaderi ne razı olman gerek. Ne yaparsın, evlâd? dedi ve odadan çıktı. Robert, ba şı önüne e ğik vaziyette oldu ğu yerde ka-lakalmı ştı. Büyükbabası, fabrika ile her şeyi konu şmuş, neticeye bile ba ğlamı ştı demek. O zaman kafasına dank etti. Geçen gün anneannesinin Kate'e yolladı ğı mektupta yazılan bu idi demek.. Bütün ümitlerinin yıkıldı ğını görüyordu. Alison'la, Gavin'le konu ştukları, çılgınca hayallerden ba şka bir şey de ğilmi ş meğer. Hepsinin bir 247 anda suya dü ştü ğünü görüyor, bo ğuluyor gibi oluyordu. A ğladı, a ğladı..

O Julius Caeser gibi, Napolyon gibi bir adam olmak istiyordu ama olamıyordu i şte.. Kendi kendine dü şündü. — Neysem, yine o'yum i şte ben.... VII Takvimin yaprakları birbiri ardından kopuyordu. Ve Robert, bu büyük ümitlerin, büyük hayallerin ve idealin çocu ğu Robert, peri şandı. Paskalya tatilinin bitmesine az kalmı ştı. Bir per şembe günüydü. Mrs. Bosomley'in arka bahçesindeki otları biçiyordu. Mr. Lackie, kad ınla anla şmıştı. Ayda, bir şi-lin'e bahçenin bakımı ile me şgul oluyordu. Kazandı ğı bu küçük meblâ ğı büyükbaba almaya tenezzül etmiyordu. Fakat 3 ay son unda Mrs. Bosomley'e kira öderken hesaplıyor, çeki yazarken bu parayı dü şüyordu. Oturduklan ev Mrs. Bosomley'indi. Bu ev de, kadının kendi oturdu ğu ev de kocasından kalmı ştı ona. O gün i şini bitirmi ş, makineyi yerine koyuyordu. Mrs. Bosomley, pencere de göründü. Robert'i içeri ça ğırdı. Önüne bir dilim elmalı ekmekle, bir fincan ça y koydu. Kendisi de fincanına koyu bir çay koymu ştu ama, şekersiz içiyordu. Bir yandan çayını yudumluyor, bir yandan da, ho şuna gitmeyen bir şey görmü ş gibi Robert'-in yüzüne bakıyordu. Kadın, son zamanlarda biraz daha şi şmanlamı ştı. Üzerine daha mütebakim bir tavır gelmi ş, suratı da eski boksörlerinki gibi yamru — yumru bir hal almı ştı. Fakat gözleri parlıyor, dudakları alaylı bir te bessümle aydınlanıyordu. Canlılı ğını tamamen muhafaza etti ğini her haliyle gösteriyordu. Nihayet konu ştu : — Robert, dedi, danlma, gücenme ama, sen gitgide a ta benziyordun. Çocuk şaşırmı ştı. Hayret içinde : — Allah, Allah, öyle mi Mrs. Bosomley? Kadın ba şım salladı : : — Yükünü demek istiyorum, tabii. Gitgide uzuyor y ukarı do ğru. Sonra, sende niçin hep böyle mahzun bir tavır var, anlayamıyorum .. — Yaradılı ştan olsa gerek. »« 248 — Böyle mahzun halinle kendini mutlu hissedebi liyor musun, Robert? Elindeki dilimden ısırdı ğı lokmayı güçlükle yuttu. Halbuki içinde elma reçel i oldu ğu için çok da yumu şaktı. — Hayır, diye cevap verdi. Kendimi Öyle pek de mutlu falan hissetti ğim yok. Fakat bazan, ayni zamanda hem mutlu, hem de ma hzun oldu ğum vâki. — Şimdi de hem mutlu, hem mahzun, Robert? galiba.. Mrs. Bosomley ba şını sallayarak bir sigara yaktı. Çok sigara içti ği için parmaklan nikotinden sapsarıydı. Mrs. Bosomley, Dru mbuck yolunda oturan a ğır başlı kimselerden farklıydı. Hakkında bir çok şeyler söylenirdi ama, o, hiç birine aldırı ş etmezdi. Bamba şka tabi-atli, iyi kalbli bir kadındı. Murdoch'tan duymuştu. Sağlı ğında kocasiyle çok kavga eder, tabak—çanak, eline n e geçerse suratına fırlatırmı ş. Bir dakika sonra da beraber bahçeye çıkarmı şlar, kocasının boynuna kolunu dolar «canım, ci ğerim..» gibilerden lâflar edermi ş. Birdenbire elini uzattı : — Şu fincanını ver bana. Falına bakayım senin. Bakalım iyi şeyler çıkacak mı? Dumanı gözlerine kaçmasın diye, sigarasını duda ğının en kenarına yerle ştirdi, kafasını da mümkün oldu ğu kadar dik tutma ğa çalı şarak, bo ş fincanını aldı, evirip, çevirme ğe, dibindeki çay yapraklarını incelemeye ba şladı. Kahve telvesiyle, çay tortusuyle fala bakmakta, rüya tefs irinde, eldeki çizgileri okumakta mahirdi, iskambil falına da iyi bakardı. Ve söyleme ğe ba şladı : — Oooooo, dedi, durum önemli.. Hem de çok önemli.. .. İstikbâline ye şil renk hâkim.... Tatlı bir ye şil.. Kırlık, a ğaçlık yerlerde ba şarıya ula şacaksın. Fakat, biraz daha ya şını—ba şını aldıktan sonra oralarda geceleri kalmama ğa bak. Kadınlara kar şı çok ate şlisin.... Hem de kıskanç davranıyorsun. Aaaa, dur, dur, o ne öyle?.... Evet.. Evet.. 21 ya şında geldi ğin zaman nefis vücûdlu, harikulade bir esmerle kar şıla şacaksın. Cidden şahane bir kadın.. Başını kaldırıp Robert'e şöyle baktı : 249 — Hiç korkutmadı mı seni bu? Robert, samimiyetle c evap verdi : — Korkutmadı zannediyorum, Mrs. Bosomley.. Ve deva m etti :

— A şka, sevme ğe son derece istidadı olan bir kadın bu., ispanyol tipinde bir şey.. Kırmızı saçlılara bayılan biri.. Robert, pancar gibi kızarmı ştı yine. Mrs. Bosomley fincanı bıraktı. Bir kahkaha attı. — Aaaa, çocuk, dedi, vallahi sen beni meraktan öld üreceksin.. Derdin ne senin kuzum? Robert mahzun bir tavırla cevap verdi : — Önemli bir şey yok, Mrs. Bosomley.... — Anla şıldı, anla şıldı, dedi. Ne yapsam söyletmeyece ğim ben seni.. Fincanları tepsiye koyarak yerinden kalktı : — Niye dedene açmıyorsun? Sesinde belli belirsiz bir mahcubiyet ifadesi belir mişti. Zaten ihtiyar'a kar şı daima sevgi, saygı duyan bir hali vardı : — Ne derlerse desinler, senin deden önemli bir ins andır, Robert.... Fakat, maalesef Robert bu kanaatte de ğildi artık. Dedesini yine seviyordu ama, başı sıkı ştı ğı, meselesi oldu ğu zamanlarda hemen ko şup derdini açtı ğı bir kimse olmaktan çıkmı ştı o.. Ve Robert bir istiridye hayatı ya şamayı tercih ediyordu artık. Derdini içine atmak ve üzerine kapanıp ıstır aplariyle tek ba şına, ha şır—neşir ya şamak.. Anneannesine bile hiç bir derdini açamaz olm uştu. Kadınca ğızın, Robert'le ilgili bazı endi şeleri bulundu ğu ve ıstırap çekti ği belliydi. Belki, meseleyi açarsa, durum daha da berbat bir hal alır, diye dü şünüyordu, onun korkusundan açamıyordu. Mamafih. Mrs. Bosomley'in dede ile konu ştu ğu çok geçmeden anla şıldı. Zira ertesi gün ihtiyar Dandie, Ro-bert'i yanma oturtmu ş, duruma el koymu ştu. Robert'in söylediklerini dinlerken çehresinin aldı ğı şekil, gözlerinin o mustarip ve dü şünceli hali kolay kolay unutulacak gibi de ğildi. Bir çok kusurları, ta şkın- 250 lıkları, hattâ çılgınlıkları olan bir adamdı ama, h iç biı zaman baya ğı, dü şük hareketleri olmamı ştı. Böyle hareketleri aklı, havsalası almazdı. Yava ş yava ş yerinden kalktı, bastonuna ve şapkasına davrandı. Yüzünde bir asalet havası vardı : — Haydi o ğlum, dedi, gidip senin şu Mr. Reid'inle görü şelim şimdi : Robert, sokaklarda onunla görünmeyi hiç istemezdi. Herkesten zaten utanan bir insandı, bir de dedesinin yolda yürürken yaptı ğı bazı garip hareketler onu büsbütün utandırırdı. Fakat, o anda o derece peri şan durumdaydı ki, «gitmem» diyemedi, ihtiyarın müdahalesinden bir netice çıkac ağına dair en küçük bir ümidi bulunmadı ğı halde, farkına bile varmadan, kendisini sokakta b uldu. O saatlerde büsbütün tenhala şmış olan sokaklardan geçerek Reid'in evine do ğru yürümeye başladılar. Acadeymy'in ö ğretmenlerinden pek ço ğu Knoxhill ve Drumbuck yolu gibi «iyi» semtlerdeki güzel kö şklerde oturuyorlardı. Sadece Reid istisna te şkil ediyordu. O gitmi ş, kasabanın hiç de iyi sayılmayan bir semtinde, dah a ziyade Lehlilerin, rıhtım amelelerinin ve di ğer fakir insanların ya şadı ğı eski Vennel civarında yüksek, karanlık bir ev tutmu ştu. Arka odası pis bir avluya bakıyordu. Ön cephe, Levenford Yardımla şma Derne ğine nazırdı. Derne ğin önündeki pirinçten üç topuz ve Liman birahanesinden her ak şam çıkan insanlar buradan rahatça görülebilirdi, ön odanın pencereleri tozdan adeta buzlu camlara dönmü ştü. Reid, bu evi, kenarda—köşede oldu ğu ve karı şanı—görü şeni bulunmadı ğı için seviyordu. Mr. Reid, Academy'ye iki sene evvel gelmi şti. Mr. Douglas, Ardfillan okuluna Müdür olunca yerine Mr. Reid tayin edilmi şti, îlk geldi ği zamanlar okulda kısa bir süre kalaca ğını söylemi şti. «Bir yerde uzun zaman kalmayı sevmem.» demi şti. Sonra Müdür de ondan pek ho şlanmamı ştı. Kılı ğına—kıyafetine dikkat etmeyi şi, derslerde herkesten ba şka metodlar takip edi şi Müdürü kızdırmı ştı. Buna ra ğmen kısa bir süre sonra gitmedi; kaldı. Bir takım ö zelliklere sahip, kıymetli bir ö ğretmendi. Kısa bir zaman sonra Müdür de bu nitelikl erini kabul etmek zorunda kalmı ştı. Fen derslerinden gayri, yüksek sınıflara da Ede biyata gidiyordu. Bunda da ehliyet sahi- 251 biydi. Trinity College'in hem Edebiyat, hem Fen kol undan yüksek derece ile mezun olmu ştu. Levenford gibi sönük bir yerde neden bu kadar u zun süre kaldı ğı

kendisine seneler sonra eski bir ö ğrencisi tarafından soruldu ğu zaman verdi ği cevap çok enteresandı : — Veresiye ya şamak mümkündür de ondan. Bazı hayat şartlarının sürükledi ği mü şkil durumlar onu derbeder yapmı ştı. Kuzey irlanda'da, bir Rahibin o ğlu imi ş. Babası onu papaz yapmak istiyormu ş. Fakat papaz okulunda inceledi ği Huxley'in tesirinde kalarak «Dünyanın Yaradılı şı» adlı dini kitabı inkâr etmi ş. Ailesiyle bu yüzden bozu şmuş olacaktı. Zira kendisi bundan hiç bahsetmemi şti ama, ders verirken bile yüzünde görülen o kayıtsız maskesi ve manevî de ğerlere kar şı izhar etmeden yapmadı ğı nefret Robert'i bu kanaate sevketmi şti. Bu duygular, olsa olsa, bir isyanın sonunda insanda uyanırdı. Robert'lere ilk Edebiyat dersine geldi ği zaman, ö ğrenciler, Mr. Douglas'ın öğretti ği bir metodu uyguluyorlardı. Sıra ile tahtaya kalkı yorlar, muayyen bir konu üzerinde konu şuyorlar, böylece, hitaben, kompozisyon, düzgün cüml e yapma hasletlerini geli ştiriyorlardı. O günkü konu «Pazar günü ne yapaca ğım?» idi. Reid, iskemlesine yaslanarak aya ğını kürsünün üzerine koymu ştu. Bu oturu ş tarzı görülmemi ş bir şeydi çocuklar için. (Fakat o derslerim hep o durumd a oturarak vermi şti.) Çocuklar teker teker kalktılar, pazar günü ne yapacaklarını anlattılar. Tabii bunlar hep dürüst, iyi ve ahlâki şeylerdi. Onlar bitirdikten sonra Mr. Reid kendin kendine konu şur gibi «pazar günü ne mi yapaca ğım?» diye mırıldandı ve : — Vallahi, dedi, yata ğımda ayaklarımı uzatıp bira içece ğim. Hep böyle ne ş'eli, kaygusuz, rahat görünmek isterdi ama, aslında kimsesiz, bedbaht bir insandı, öteki ö ğretmenlerin arasına girmezdi. Onlarla hiç bir müşterek tarafı yoktu çünkü. Arasıra Fabian Derne ğinin toplantılarına katılıyordu ama, ünlü Felsefe Kulübü de dahil olmak üzere, Levenford'daki bütün kulüplere «i şret yuvası» dırlar diye hiç u ğramazdı. Kadınlarla da pek ilgili görünmezdi. Robert, o zamanlara kadar bir tek defa 252 bile bir kadınla görü ştü ğünü, ne de dola ştı ğını görmemi ş, duymamı ştı. Yalnız musikiyi çok sevdi ği için Mrs. Keith'le ve onun bir iki arkada şiyle ahbap olmu ştu. Sinclair yolundaki evden ba şka bir eve gitmedi ği muhakkaktı. Robert, onun bazı hallerini, kendine kar şı tavırlarını dü şünürdü : «Belki bende ilme kar şı istidad gördü ama, benimle ilgilenmesinin sebebi, galip bir ihtimalle, ikimizde de yaradılı şdan bir acayiplik bulunmasaydı.» derdi. Robert'i, ekseri pazar sabahları kahvaltıya ça ğırır, bol bol kızarmı ş sucuk yedirirdi. Az konu şurdu. Hislerini hiç belli etmezdi. Tersine, heyecan larını bir maske altında gizlerdi. Edebiyat zevki çok ha şin, kuru ve realistti. Robert'i süslü cümlelerden uzak tutabilmek için gayret sarfe derdi. Edison'nu, Lock'u, Hazlitt'i ve Montaig-ne,i severdi. Sahillere hayran dı. Dar kafalı Levenford'-da herkesten uzak ya şadı ğından bahis açıldı ğı zaman Shilîer'in bir cümlesini söylerdi : «insanın halkla temas edip de pi şman olmadı ğı bir tek durum vardır: Harp.» Gözlerinde bazan da dü şmanca olmayan, sevgi ta şıyan bakı şlar dola şır, Robert hayret ederdi. Dede—torun, Reid'in evinin o karanlık, dar ve pis m erdivenlerinden çıkarlarken Reid'in odasından gelen bir müzik sesi, duydular, i htiyar Dandie, kapıya basto-niyle bir iki defa vurdu, içerden «buyrun» diye bir ses geldi. Girdiler. Reid, pencerenin önündeki bir hasır koltukta oturuy ordu. Yorgun bir hali vardı ve oturu şu daha ziyade yatmı şlı ğa benziyordu. Ceketsizdi. Gömlekle oturuyordu. Pantolonun paçalarını da çoraplarının içine sokmu ştu. Bisiklete binerken giydi ği siyah potinleri aya ğındaydı ve ayakları koltu ğun kar şısındaki bir masanın üzerindeydi. Masada, henüz köpü ğü uçmamı ş bir bardak bira ve borusu, kahkaha çiçe ğini andıran bir gramofon vardı. Kapıda duydukları p lâk hâlâ çalıyordu. Dandie, o resmî pozlariyle kendini takdime ba şlayınca Reid, bir el hareketiyle onu durdurdu, ikisine de oturmaları için i şaret etti. Biraz sonra plâk bitti ama, Reid hemen arkasını kovdu, tekrar hasır koltu ğuna geçti. Arada bir de masadaki barda ğa uzanıyor, birasından içiyordu. 253 Yine yorucu bir bisiklet gezisinden döndü ğünü anlamı ştı Robert.. Garip halleri vardı. Birdenbire spor yapmak arzusunu duyar, bisik letine atladı ğı gibi, ba şı

önünde, ayaklan pedalları delicesine çevire çevire dola şırdı. Alnından terler aka, aka, dere, tepe demez, tozu dumana katarak, çı lgınca bir süratle dola şır dururdu. Sonra da, kazasız—belâsız evine gelip kapa nır, yiyip içerek, Londra Filarmoni Orkestrasının çaldı ğı Bethoven'in senfonilerni plâklarından dinleyerek yorgunlu ğunu çıkarırdı. Kendisi piyano da çalardı ama, kırk yılda bir.... Zira istidadını yeter görmezdi. Büyük müzik a şkını dinlemekle kifayet eder, müzisyenlik konusunda bir heveskâr olmaktan ileri g eçemeyece ğine inanırdı. Nihayet plâk bitti. Bu o senfoniydi. Plâkları kaldı rdı. Sonra da nazik bir tavırla Dandie'ye döndü : — Buyrun efendim, dedi, bir emriniz mi vardı? Dandie, içeri girdikleri zaman aya ğa kalkıp kar şılamamı ş olmasına ve plâ ğını dinlemeye devam edi şine kızmı ştı. Tariz ta şıyan bir sesle sordu : — Artık bizimle konu şabilir misiniz? i şiniz bitti mi efendim? Reid, hiç oralı de ğildi Kısaca : — Bitti.... cevabını verdi. — Pek âlâ, öyleyse.. Sizinle Robert ve Marshall Mü kâfatı hakkında görü şmek istiyordum. Red, gözlerini Dandie'den çevirdi. Robert'e baktı. Sonra yerinden kalktı. Sıra sıra kitap raflarının altındaki bir dolabı açtı. Bi r şi şe bira getirdi. Barda ğını doldururken Dandie'ye hitap etti : — Bana bir emir verilmi ş bulunuyor. Ve bilirsiniz, benim gibi zavallı bir öğretmen de verilen emirleri yerine getirmekle mükell eftir, î şte, ben de yerine getirmekle mükellef oldu ğum emre göre, bu genç dostumuzu mümkün oldu ğu kadar bu müsabaka imtihanına yak-la ştırmamaya çalı şaca ğım. İhtiyar Dandie, o kızgın tebessümüyle ö ğretmene şöyle bir baktı. Bastonunun sapına dayanarak öne do ğru e ğildi. Acıklı ve sabırsız bir bakı şla Reid'i süzerken kendim şöyle bir toparladı. Robert, onun yine bir konferans a başlayaca ğını tahmin etmi şti ama, bunun netice-li bir konferans olup olmayaca ğı hususunda bir tahmin 254 yapabilecek durumda de ğildi. Dandie, «azizim, efendim..» diye ba şladı ve gerçekten parlak bir nutuk çekti. Diyordu ki : — Bu hususta size emir verilmi ş olabilir. Ben de buraya o emri iptal etmek için geldim. Ve bunu, sadece, n âçiz sahsım adına de ğil, ahlâk, bütün hürriyetler ve adalet adına yapaca ğım. Bana kalırsa, bu cehalet asrında bile, en hakir görülen insanın bile hakları yla ilgili bir takım temel hürriyetler mevcuttur. Vicdan hürriyeti, söz hürriy eti, Rabb—ül Alemîn'in insano ğluna verdi ği melekâti geli ştirme hürriyeti v.s... Binaenaleyh, bu hürriyetleri çi ğneyecek kadar a şağılıkla şa-bilen, alçakla şanbilen bir insan varsa, ben onunla beraber olmam, onun dâvasına hizm et edemem. ihtiyarın sesi müthi ş ve kelimelere, tâbirlere uygun tonlarla alçalıp yükseliyor, Reid de onu zevkle dinliyor görüyordu. Dandie Rabb-ül Alemin dedi ği zaman ö ğretmen hafifçe gülümsedi yalnız. Sonra da hayranlık dolu bakı şlarla : — Ya şa baba, dedi. Bravo.. Al şunu iç bakalım.. Hadi, hadi, iç, susamı şsmdır. Barda ğa doldurdu ğu birayı Robert'in dedesine uzatırken de ilâve etti : — Şimdi edebiyatı bir tarafa bırakıp dü şünelim. Bir çıkar yol bulmaya çalı şalım. Fakat ben size pe şin pe şin kanaatimi söyleyeyim. Bu i ş için hiç bir hal çaresi göremiyorum. ihtiyar yudumladı ğı biradan bıyıklarına bula şan köpükleri nefesiyle a ğzına çekerek cevabı ve hal çaresini yapı ştırdı : — Halbuki gayet basit, dedi. Robert'in ismini imt ihana gireceklerin listesine gizlice koyarsanız. Kimseye de hiç bi r şey söylemeyiz, olur, biter. Reid, «hayır» mânâsına ba şını salladı : — imkânı yok, dedi, olmaz. Zaten okulda durumum iy i de ğil. Herkes di ş biliyor bana. Büsbütün ba şım belâya girer sonra. Hem listeyi ö ğrencinin velisinin imzalaması da şart. Dandie onun da çaresini buldu. — Ben imzalarım. 255

Reid, birden yerinden kalktı, odanın içinde gidip g elmeye ba şladı. Alnı kırı şmış, dudaklarından tebessüm kaybolmu ştu. Robert, dikkatle ona bakıyordu, gözleriyle bütün hareketlerini, mimiklerinin en inc e teferruatına kadar dikkatle takip ediyordu. Reid, Dandie'nin öne sürdü ğü hal çarelerini kafasının içinde tartıyor olmalıydı. Gitgide artan heyecan belirtile rinden bu mânâ çıkıyordu. Robert, gayri ihtiyari içinde ümit tomurcuklarının yeşermekte oldu ğunu farketti. Reid, birdenbire oldu ğu yerde durdu. Misafirlere dönmeden gözlerini tam kar şısına rastlayan noktaya dikti ve birden haykırdı : — Niye olmasın? Olur.. Hem vallahi de mükemmel olu r.. Kendi kendisiyle konu şmağa devam etti : — Becerebilirsek, sızıntı vermezsek iyi olur. Kimsenin ruhu bile duymadan, gizliden gizliye her şeyi ko-tarır, hazırlarız. Hele.. Hele bir de ba şarıya ula şırsak, seyreyle sen o Lackie denilen herifin de hâ lini, bizim Müdürün de, ha? Sonra Robert'e döndü : • . — Bana bak, dedi, nasıl olsa kazanırsan Kole je gitmene engel olamazlar. Amma da parlak i ş olur, de ğil mi? Hani, at yarı şlarında hiç umulmadık bir atın birinci gelmesi gibi bir şey.. Adetâ kazanıp kazanmayaca ğını ö ğrenmek için Robert'e tartıyormu ş gibi dikkatli dikkatli bakıyordu. Robert, ö ğretmeninin bakı şlarının mânasını hissetmi ş gibi onların a ğırlı ğı altında ezilmi ş, kıpkırmızı kesilmi şti. Titreyen parmaklarının arasında kasketi ile oynayıp duruyordu. Gerçi Mrs. Bosomley onu ata benzetmi şti ama, kendisinde hiç de yarı ş kazanacak bir at hâli bulamıyordu. Kısa ve garip bir tarzda kesilmi ş olan saçlarının arasından derisi görünüyordu. Berb ere para vermemek için (Mr. Lackie'nin tasarruf politikası) saçlarını evde anneannesi kesmi şti bu defa da ve kafası o gö-rünüsiyle hiç de zeki bir çocu ğun kafası manzarasında de ğildi. Reid, onu eskiden de severdi. Fakat şimdi, bu durumun yarattı ğı veni bir canlılık havası içinde irlandalı damarla rı ayaklanmı ştı. Onu, bu çocu ğa canla ba şla yardıma sevketmi şti. Yanakları heyecandan kızarmı ştı onun da. Yumruklarını havada sallayarak konu ştu : 256 — Öyle de, yandık böyle de.. Atın ölümü arpa'dan ol sun demi ş diyenler. Bir kere deneyece ğiz. Sana zaten eskiden de hep söylerdim, bir kere şansını denomeli insan diye, de ğil mi Robert? Bu arada ben de talihimi denemi ş olaca ğım. Hem de hayatımın en büyük rizikosunu göze alarak.. Prensib imizi koyduk ortaya.. Kimseye bir şey söylemeyece ğiz, imtihana birdenbire girece ğiz ve kazanaca ğız. Robert, hayatında hiç bir ânının o kadar önemli olm ayaca ğını dü şünüyordu. Uğradı ğı hayal sükûtunun tahammül hudutlarını a şan ıstırabı hafiflemi şti, içinde, parıltıları görünen, hiç de ğilse hissedilen bir istikbal tekrar açılıyordu. Reid'in kendisine itimad etti ğini görüyordu. Bütün bu unsurlar içine in şirah, ferahlık dolduruyor, kalbi, bu yüzden co şkun bir sevinç içinde çarpıyordu. ihtiyar Dandie, meseleyi halletmi şli ğinin verdi ği rahatlık içinde elini Reid'e uzattı. Gerçekten unutulmaz bir andı bu. Fakat i şin hissi tarafını kesip atmakta kendisinden beklenen olgunlu ğu gösterdi : — Gülünç mevkie dü şmeyelim. Bu senin için çok zor bir i ştir Shannon., dedi ve bir iskemle alarak daha yakınlarına oturdu, devam etti : — Henüz 15 ya şındasın.. Bu müsabakayı kendinden iki, hattâ üç yaş büyük çocuklarla gireceksin. Sonra, itiraf etmeliyiz ki, bazı noksanların var, Robert. Biliyorsun, acelecisindir. istirahat yapmadan, do ğrudan do ğruya neticelere atlarsın bazı durumlarda. Bütün bu noksanlarını gid ermen, kusurlarını bertaraf etmen lâzım.. Robert, a ğzı açık, gözleri ı şıl ı şıl, hocasına bakıyordu. Konu şmağa cesaret edemiyordu ama, sükûtu ile de pek çok şeyi, hattâ her şeyi açıklamı ş oluyordu. Reid, sırda ş bir tavırla konu şmasına devam etti. Sesindeki samimiyet Robert'in bütün varlı ğım iliklerine kadar titretti : — Hedeflerinin ne oldu ğunu iyi biliyorum ben, dedi. Bana kalırsa bu seneki plânları şu.. Sayı itibariyle her zamankinden çok daha az, fa kat vasıfları itibariyle de, tersine, çok yüksek seviyede ö ğrenci almak.. Benim imtihanlara

girecekler arasında korktu ğum, bilhassa üç çocuk var. Biri Larchfield'den Gavi n Blair, ikincisi Ard- 257 fillan ortaokulundan Allardyce, üçüncüsü de özel ö ğretmenler elinde yeti ştirilmi ş Me Ewan.... Gavin Blair'i bilirsin.. Her derste iy i, ba şta gelen öğrencilerden biri,. Allardyce 18 ya şında bir genç.. Yüksek sınıflarda okumu ş. En önemli üstünlü ğü ba noktadan geliyor. Fakat, bana kalırsa asıl büy ük tehlike Me Ewan.. O, gerçi o da küçük, a şağı yukarı seninle ya şıt. Babası Undershaw okulunda antik diller ö ğretmeni.. Senelerdenberi o ğlunu kendisi okutuyor. Çocuk daha 12 ya şında iken su gibi Lâtince konu şurmuş. Şu anda tam 6 tane yabancı dil mükâfatı onun için çantada keklik diyorlar. Reid'in sesinde hafif bir istihza, bir hiciv edası vardı ama, sabahlan kahvaltıda annesinden—babasından kızarmı ş ekme ği, muhtemelen Sanskritçe konu şarak isteyen bu müthi ş çocuktan gerçekten korktu ğunu gizlemiyordu. Robert, hiç sesini çıkarmadan di şlerini gıcırdatıp duruyordu. Bu, o ana kadar hiç yü zünü dahi görmedi ği Me Ewan'a öyle kızıyordu ki Robert. Reid, daha yumu şak ve candan bir tavırla konu şmasına devam etti : — Söylemek istediklerimi anladın her halde, de ğil mi Shannon? Çok iyi çalı şmamız lâzım. Tabii, seni öldürecek de ğilim, merak etme. Fakat sıkı ve çok çalı şmak lâzım. Her gün bir saat beraber çalı şırız. Sinirlerinin teskin olması için arada benim bisikleti alır, kırlarda gezinti y aparsın. Yalnız, dikkat et, bir tarafını bozma. Bende bir sürü kitap var, onlar ı da veririm sana. Yatak odasında saklarsın. Hem orada okursan daha iyi olur , kimse görmez. Yalnız yüzünün dönük oldu ğu yerin çıplak duvar olmasına dikkat et. Daha iyi çalı şabilirsin o takdirde. Plânlarımızı, aynen kararl aştırdı ğımız gibi tatbik ederiz. Son on senenin bütün imtihan sualler i bende var. Hepsine teker teker cevap veririz. Ve yarın çalı şmalarımıza ba şlıyoruz. Konu şaca ğımız ba şka bir nokta kalmadı zannederim. Sizin bir diyece ğiniz var mı? Robert'in bütün vücûdu heyecandan titriyordu. Ö ğretmenine nasıl te şekkür edece ğini bilemiyordu. Onu mahcup etmemek için, onu bir t akım tehlikeleri üstüne çıkaca ğını nasıl söyleyebilirdi? Hattâ bu u ğurda öle-bilece ğini.... Nihayet gayet kısa konu şabildi : — Hiç bir şey söyleyecek durumda de ğilim ö ğretmenim. Size nasıl te şekkür edece ğimi bilemiyorum., Size 258 söz veriyorum ki.... Fakat arkasını getiremedi. İmkânı yok, içindekileri dökemiyordu. Hocası anlamı ştı. Yüzündeki memnuniyet dolu ifade bunu gösteriyor du. Çevik bir hareketle yerinden kalktı. Robert için, kitaplı ğından, bir kaç kitap ayırmaya başladı. Kitapların yarısını Robert, yarısını da dedesi yükl endiler. Eve getirdiler. Müthi ş sevinçliydi. Sanki ayakları yerden kesilmi ş, havalarda uçuyor gibiydi. VIII Bu konu şmadan bir kaç gün sonra, —Haziran ba şlarıydı— bir hâdise oldu. Aslında pek önemli bir şey de ğildi ama, Robert'in o kadar i şine yaradı ki.. Bunu, kaderin kendisine güzel bir yardımı, Tanrı katına h er gün ya ğdırdı ğı dilekçelere bir cevap olarak kar şıladı. Robert, bir sabah ekmek tevzii i şinden dönüp eve geldi ği zaman Adam'la kar şıla ştı. Temiz kıyafeti, temiz, tra şlı çehresiyle kahvaltı masasına oturmu ş, annesi ve babası ile konu şuyordu. Ekspresle, birinci mevki yataklıda seyahat etmi şti. Çalı ştı ğı müessese hesabına yaptı ğı yolculuklarda daima lükse kaçardı. Winton'daki bazı i şler dolayısiyle arada sırada kuzeye geldi ği oluyordu ama, şimdi Londra'daydı. Caledonie sigorta şirketinin Güney Bölgesi Temsilcisi olmu ştu. Bu de ği şiklik dolayısiyle maa şında bir artma olmamı ştı ama, kendisi, yeni durumunun mesle ğindeki tecrübe bakımından faydasını, daha yüksek me vkilere başlangıç sayılması gerekti ğini belirtiyordu. O devrede, Ealingt'te. Hanger Hill'de tuttu ğu, bir pansiyonda kalıyordu. Robert içeri gidi ği zaman konu şmasını kesmi ş ve elini sıkmı ştı. Robert, et suyunu ve sütünü içerek kahvaltısını yaparken o tek rar sohbetine devam etti. — Ya, anneci ğim, dedi. Evi her halde bir görmek istersin, sen de .. Anneannem, anla şmamış gibiydi. : —• Hangi evi, çocu ğum?

— Yeni evi anne.. Benim yeni satın aldı ğım evi. •— Ne? Ev mi aldın sen adam? Adam gülümsedi : . 259 Bunu Mr. Lackie hayret ifadesi ta şıyan bir sesle söylemi şti. Soruda, Levenford in şaat şirketinin bir üyesi olması da rol oynuyordu tabii. Zira, bütün biriktirdi ği parayı Mr. Lackie, oraya yatırmı ştı. Hemen ilâve etti : —• Nerede? Adam övünme ifade eden bir sesle cevap verdi : — Bayswater yolunda.... Tam parkın kar şısında.. Fevkalâde manzarası var. Çok da güzel bir ev.. Krem rengi mermerleri, maun m erdivenleri, mermer, pırıl pırıl ta şlı ğı.. Tam bir asilzade evi yani sizin anlayaca ğınız. Vergiden de muaf hem. Ama bakıyorum, siz benim bu evimden pek h oşlanmadınız gibi.. Mrs. Lackie gö ğüs geçirerek konu ştu : —<• Nasıl ho şlanmayız, evlâdım. Bizim için bundan daha sevinç verici bir haber dü şünülebilir mi? Adam, bo şalan fincanını uzattı, bir çay daha istiyordu. Guru r dolu bir gülü şle gülerek devam etti : — Bu evde bir hayli zamandır gözüm kalmı ştı, î şe gitti ğim zaman geçti ğim yolun üzerindeydi. Üzerindeki «Satılık» tabelâsı altı—yed i ay durdu. Nihayet bir gün baktım : «Haftaya müzayedeye çıkarılıyor» diye yazı yordu. Kendi kendime «Hah, dedim, güzel bu..» Zaten Güneye gitti ğimden beri kendime sa ğlam bir gelir kayna ğı arıyordum. Müzayede pazartesi günüydü. Gittim. Bir takım silindir şapkalı adamlar, bir takım camlı bölmeler arasında b ir gidip, bir geliyorlardı. Müzayede memuru da onlar gibi giyinmi ş bir adamdı. Evin muhammen bedelinin 6 bin lira oldu ğunu ilân ettikten sonra gözlerini bana dikti. Artır maya 3 binden başladı. Boyuna ar-tırıyorlardı. O silindir şapkalı adamlar birbirlerine kaptırmamak için çırpınıyorlardı. Ben gayet sakindi m. Fiyat yükseldi ve nihayet 5500 e çıktı. Artırma için bir müddet daha bekl ediler. Fakat ba şka talip çıkmadı ğı için bu fiyata silindir şapkalı en parlak olan adamın üzerinde kaldı. Ben, müzayedenin ba şından sonuna kadar bir kenarda durmu ş, hiç bir şeye karı şmamıştım. Zira tahkikatımı sa ğlam yapmı ştım. Evin 2 bin liraya ipotekli oldu ğunu, vâdesinin de gelmi ş bulundu ğunu ö ğrenmi ştim. Evi satın alan parlak silindir şapkalı adamdan ertesi sun bir mektup aldım. Evi ban a 4 bin liraya devret-meve hazır oldu ğunu bildiriyordu. Hiç umursamadım. Mektubu yı rtıp kâğıt sepetine attım, Sonra da.... 260 Adam, hikâyesine uzunca bir süre daha devam etti. B ir takım çapra şık i şlerden, yollardan nasıl geçerek bu evi kelepir denebilecek bir fiyata nasıl ele geçirdi ğini anlattı. Özet olarak şuydu : Peşin para, topu topu 1900 liracık sayarak bu eve mali k olmu ştu. Lackie, o ğlunun becerdi ği i şten kendine de bir gurur payı çıkararak içini çekti ve bir : — Aman Ya Rabbi.... Koyuverdi. Hem hayran, hem de biraz çekingen bir hâ li vardı. Gerçi, Mrs. Lackie'ye göre de, büyük bir kelepirdi i ş ama, yatırılan para da kadının ölçülerinin çok üzerinde, çok büyük bir meblâ ğdı. Aslında da öyle sayılmak gerekirdi. Zira adam, son 15 sene zarfında bir kena ra koydu ğu paranın hemen hemen tamamını bu eve yatırmı ş olmaktaydı. Kadın devam etti : — Bu i şi kıvırmakla hepsinden daha kafalı oldu ğunu gösterdin demek, o ğlum. Hattâ Londralılardan da üstün oldu ğunu gösterdin. Var olasın benim aslan o ğlum.. Peki şimdi ne yapmak fikrindesin Adam? Evde keidin mi oturacaksın? Adam, bu suale de gayet ciddi cevap verdi : — Hayır, anne, dedi. Ben oturmayaca ğım. Esasen evin şu andaki hâli oturulma ğa müsait de ğil. Daha do ğrusu i şe de yarar bir durumu yok. Ben onu adamakıllı deği ştirip yeni bir şekle sokmak istiyorum. Her katını müstakil bir hâle getirip sekiz daireli bir apartman yapmak kararında yım. Her dairesi 70 lira ile 150 lira arasında kira getirir. Vergileri, tamir ve bakım ücretleri çıkınca her ay a şağı yukarı 600 lira safi kâr bırakır. Asıl i şlerimin dı şında giri şti ğim bu ilk gelir denemem hiç de parlak olmayan bir d urum arzetmiyor de ğil mi, anne? Yüzde 20 kâr. Haa? Mr. Lackie de o ğlunu dikkatle dinlemi şti. Dudaklarını ısırdı :

— Ooo, dedi, yüzde 20 kâr, mükemmel do ğrusu, in şaat Şirketi bana ancak yüzde 3 veriyor. Oğlu kayıtsız bir eda ile gülümsedi: — Babacı ğım, dedi, şahsî te şebbüsler daima fazla para getirir de ondan böyle oluyor. Sonra ben, evde ya- 261 paca ğırn tâdiller için de bir para harcamak durumundayım . A şağı yukarı bin lira civarında bir şey.. Mesele, şimdi de bu parayı bulma ğa kalıyor. Vallahi, ben böyle bir i şe varımı—yo ğumu hiç çekinmeden koyabilirim. Mr. Lackie'nin alnı hafifçe kızarmı ştı. Adam'ı takdir ederdi, ama, bu takdir hissine her zaman bir itimatsızlık da karı şırdı. Bunun sebebi, para i şlerinde, elle tutulabilir gerçeklere kıymet veren bir insan olmasıydı. Cimrili ği de zaten bundan ileri geliyordu. Ve şimdi ortada, insanı Pa şalar gibi ya şatabilecek bir gelir sa ğlayan, pırıl pırıl, mükemmel bir ev vardı. Müthi ş heyecanlanmı ştı. Güçlükle konu şabiliyordu : — Ben de parayı daima emlâke yatırma ğa taraftarım, Adam. Fakat evi görmedi ğime de üzülüyorum hani.. — Göreceksin, baba.. Niye göremeyecekmi şsin.. Bir an dü şündükten sonra devam etti : — Hattâ bu yaz annemle birlikte gelir, bir iki haf ta kalırsınız, isterseniz bir ay kalın. Nasıl ho şunuza giderse. Üstelik hem ziyaret, hem ticaret olu r. Sizi Ealing'e götürürüm. Biraz da kafanızı dinlemi ş olursunuz. Mrs. Lackie, ne zamandır bekledi ği davete kavu şunca sevindi : — Ne iyi olur, Adam., diye ellerini o ğuşturma ğa ba şladı. Bunda da Mr. Lackie'nin bazı mütalâaları duyuldu. Hiç bir kon uda hemen karar verildi ği görülmü ş de ğildi. Ama, nihayet Adam giderken mesele de halledil mişti. Davete icabet edilecekti. Fakat bundan asıl memnun olan Robert'di. Bu gezi ta m imtihanlarının arefesine rastlıyordu. Onların gitmesiyle evde rahat kalacak, ders çalı şırken kö şe bucak gizlenmek mecburiyetinde olmayacaktı. Tesadüflerin bu garip cilvesine içinden dualar ediyordu. Robert bir gün odasında çalı şırken tuhaf bir ses duydu. Kulak verdi. Anneannesi şarkı söylüyordu. Nota ile, musiki ile ilgisi olmaya n hafif bir söyleyi şti bu ama, yine de şarkı söylüyordu anneannesi.. Sevinçten. Zira yolcul uk ba şlıyordu. Günler çabuk geçmi ş, hazırlıklar son safhasına intikal etmi şti : îki bavul —e şya dolu idi— cilâlanmı ştı. Parıl parıl parlıyordu. Mr. Lackie'nin elbiseleri ütülenip, duvara 262 asılmı ştı. Mrs. Lackie, Miss Dobbi'nin manifatura ma ğazasından koyu kahverengi bir vual alabilmi ş, kendisi dikerek bir yazlık elbise yapabilmi şti. Fakat onun asıl sevdi ği 25 senelik kürküydü. Omuza alınan cinstendi. Lime lime olmu ştu ama, Mrs. Lackie onu her sene naftalinleyip sandı ğa koyar, bahar gelince de çıkarıp hava-landırırdı. Hangi hayvanın kürkü oldu ğunu bilmiyordu. Robert ama, daha ziyade bir kedi kürküne benzetiyordu. Şöyle, söylemesi ayıp bir vaziyette dururken —Samuel Lackie'nin sevinç altında ezili şi gibi yamyassı ezilmi ş bir kedi. Mrs. Lackie, elbise yaptı ğı kuma şın eninden artırıldı ğı bir parça ile kürküne yeni bir astar yapmı ş, modaya uygun bir biçime sokmu ştu. Sonra da, arka bahçedeki çama şır ipine asmı ş, eliyle silkiyor, seyrek tüylerini kabartma ğa çalı şıyordu. Sevinmekte hakkı vardı kadının. Be ş senedenberi ilk defa olarak yazlı ğa gidiyordu. Hazırlanı şları da bir âlem olmu ştu. Kadın, götürülecek e şyayı biraz fazlala ştırsa Mr. Lackie hemen kar şısına dikiliyordu : — Kimbilir trende buna ne kadar para alırlar? Frenlemeyecek olsa kadının kendisini masrafa bo ğup mahvedece ğini dü şünüyordu. Yolda bir aksilik çıkmaması için inceden inceye hes aplar yapıyordu. Ma şallah ya bir lokantada yemek veya bir gece otelde kalmak mec buriyetine dü şerlerse halleri nice olurdu. Fenalıklar geçiriyordu. Tedbirlerini a ldı. Yeme ği yemek için bir mukavva kutuya, kendilerine yetecek kadar, bir şeyler koyacaklar ve Londra'ya kadar bütün geceyi üçüncü mevkide, yatmadan seyahat edeceklerdi. Mr. Lackie, küçük bir defter almı ş, üzerine de «Adam'ı ziyaret masrafları» diye yazmı ş, cebine koymu ştu. Belki de, bu masrafları sonradan Adam kendisine verir

diye dü şünmüştü. Defterin ilk sayfasının ilk satırında «iki bile t. — L. 7—9—6» yazmı ştı. Kendisini iflâsa sürükleyecek derecede büyük bi r masraf yapmı ş edâsiyle ikide bir defteri açıp bunu okuyor, acı ac ı ba şını sallıyordu. Fakat Robert'in sonradan Murdoch'tan ö ğrendi ğine göre, Mr. Lackie, bu masraftan kendini kurtarmanın yolunu aramı ş, aramı ş ve nihayet bulmu ştu. Büyükbabası resmî yetkililerden, bazı aracıların yardı- 263 I miyle, parasız seyahatim sa ğlayacak «tren permisi» elde etmi şti. T, v _i» Hareketlerinden bir gün evvel Mrs. Lackıe Robert - in odasına geldi. Yata ğının kenarına oturup onu uzun uzun süzdükten son ra konu ştu : — Bugünlerde fazlasiyle me şgul bulundu ğunu görüyorum, yavrum.. Sanırım, ben Londra'da iken de bu durumun devam eder. Robert şaşırmı ştı. «Anneannemin haberi var mı yoksa?.. Sakın dedem söylemi ş olmasın..» diye dü şündü. Ba şını önüne e ğdi, cevap vermedi. Kadın konuyu deği ştirerek devam etti : — Potinlerin adamakıllı gitmi ş senin. Nerdeyse hiç giyilmez hâle gelecek. Şayet biz dönmeden sıkı şırsan merdiven altında Kate'in sa ğlam, bir çift kahverengi pabucu var. Haberin olsun.... — Peki, anneanne,. Ayağındaki potinler bir felâketti. Evvelce Kate'in hoke y oynarken giydi ği bu sarı pabuçların konçlan baca ğının yarısına kadar çıkıyordu. Kadın ayakkabısı oldu ğu o kadar belliydi ki, dü şünmek bile Robert'in tüylerini diken diken ediyordu. Anneannesi onu kandırma ğa çalı şarak : — Geçen gün baktım, dedi. Şekli hi§ bozulmamı ş. — Merak etme, anneanne.. Bir kolayını bulurum ben. Kısa bir sessizlikten sonra kadın cevap verdi : — Zaten, her şeyin kolayını buluyorsun sen, de ğil mi Robert?... Kadın, bunu söylerken hafifçe gülümsemi şti. Kalktı, elleriyle saçlarım yokladı. Kapıya kadar yürüdükten sonra geri döndü. Robert'i bir süre daha süzdükten sonra mırıldandı : — Allah zihin açıklı ğı versin sana.. Yavrum benim.... Kadının gözleri do lu doluydu. Nihayet gittiler. Onlar gider gitmez de ihtiyar Dan -die, Robert'in masasiyle bütün kitaplarını a şağıya, misafir odasına nakletti. Bu odada oturuldu ğunu hiç görmemi şti Robert. Her halde kibarlık olsun diye bulundurul uyordu orası., içeriye girince bir daha bakı şlariyle taradı Robert odayı.. Yarım daire şeklinde bir şöminesi vardı. Şöminesinin tablasının üzerinde çerçevesi yaldızlı bir ayna, kur şun kaplama kenarlı ğın içinde de yaprakları uzun bir süs çiçe ği duruyordu, i şleme bir tül örtülü diki ş masası duvara dayandırılmı ştı. Üzerinde bir Japon yelpazesi, üç tane sedef kab uk ve cam bir kâğıt baskısı vardı. Kâ ğıt baskıda «Ardfillan Hatırası» yazılıydı. Odanın ortasında da, kırmızı çuha örtülü büyücek bir masa vardı. Masada bir saksı içinde saza benzer bir yaprak, saksıya dayanmı ş olarak da yaldızlı ciltli bir «Pilgrim's Progress» görülüyordu. Bir kenarda konso l şeklinde bir piyano ve döner iskemlesi duruyordu. Mr. ve Mrs. Lac-kie'nin evlendikleri gün çektirdikleri bir foto ğraf piya-nonun üzerindeydi. Ve duvarda «Ovaların Kr alı» le-jandlı ya ğlı boya bir tablo asılıydı. Penceredeki geni ş çıkıntı Robert için çok güzel bir çalı şma yeri idi. Yalnızken de, Reid geldi ği zamanlarda da hep orada çalı şıyordu. Evde kimse olmadı ğı için artık ö ğretmeni de rahatça eve gidip gelebiliyordu. Evin iç i bir mabet gibi sessizdi, ihtiyar Dandie'nin evin içinde varlı ğı ile yoklu ğu birdi. Hiç gürültü yapmamaya çalı şıyor, ayaklarının ucuna basa basa yürüyordu. Mrs. L ackie, giderken Mrs. Bosomley'le konu şmuş, ara sıra eve gelerek ortalı ğa çeki düzen vermesini sa ğlamı ştı. Fakat ona hiç ihtiyaç kalmamı ştı, ihtiyar Dandie ev i şlerini çok mükemmel biliyor ve çok mükemmel yürütüy ordu. Tek ba şına ya şadı ğı devirlerde ö ğrendi ği çorbalar pi şiriyor, yiyorlardı. Evde kimsenin bulunmayı şından o da çok memnundu. Karı şanı, görü şeni yoktu. Kafası dinçti. Evin içinde istedi ği gibi cirid atabiliyordu. Yalnız, bazı lüzumlu e şya el altından kaldırılmı ştı. Tabak, çatal ve bıçakların ço ğu kaldırılmı ş, kilit altına

alınmı ş, yemek için lüzumlu kap—kaçak da ortadan yok edilm i şti. Mrs. Lackie, Dandie'nin tencereleri yakmasından korkmu ştu. Neler yiyeceklerini de gitmeden tesbit etmi şti. Pazartesi günleri bakkal onlara ufak tefek bir şeyler getiriyordu. Biraz da evde erzak vardı. Mamafih, ih tiyar Dandie, bütün zorlukları alt etmesini biliyordu. Meselâ arada bir çocuk yuvası'na gidiyordu. Murdoch'un bu ziyaretlerden ho şlandı ğı iddia edilemezdi ama, Dandie, her seferinde elinde bir karnıbaharla veya bir tencere dolusu patatesle dönüyordu. Mrs. Lackie'nin bırak- 264 265 tı ğı-listede bu yemekler şüphesiz yoktu. Patatesler Ro-bert'in çok ho şuna gidiyordu. Dandie, bir iki kere de ak şam karanlı ğı çökerken Snoddie çiftli ğine doğru gözden kaybolmu ş, ertesi gün de Allah baba sofralarına nefis bir ta vuk söğüşü yollamı ştı. Belli etmek istemiyordu ama, Dandie'nin, Robert'-in çalı şmasına kar şı büyük bir sevgi, saygı duymakta oldu ğu anla şılıyordu. Okuma ğa, kitaplara kar şı sempatisi vardı. Kendisinin topu, topu üç kitabı vardı. Biri Bobert Burns'ün şiirleriydi. Ço ğunu ezber bilirdi, ikincisi, hatırlayıp hatırlayıp makaraları koyverdi ği eski bir kitaptı. Hacı babanın Maceraları.. Üçüncüsü de Pears Shilling Encyclopedia.. Kırmızı c iltli bir kitaptı bu ve üzerinde e ğri bü ğrü bir yazı ile «Muhterem efendim, on sene evvel si zin sabununuzdan kullandım, ondan sonra da ba şka sabun kullanmadım.» yazılıydı. Ro-bert'in çalı şmağa ba şladı ğı ilk günlerde, Dandie'nin «Bakalım Peras bu konuda ne diyor?» diyerek bu Ansikle-pedi'yi eline alması Rob ert'in hiç gözünün önünden gitmiyordu. Dandie, çalı şmalarında da Robert'e yardım ediyordu. Ö ğrendi ği şeyleri ona anlatıyordu çocuk, ihtiyar, sonraları pek bilgiçlik taslama ğa kalkmı ştı ama, yine de çocuk bazı zor konuları anlatırken, ma ğrur tavırlar takmıyor, hele cebir denklemlerini veya ezberledi ği Latince şiirleri dinlenmesini istedi ği zaman müthi ş bir memnuniyet duyuyordu. Lackie'lerin gidi şinden bir hafta sonra Robert'e ekmek da ğıtma i şini bıraktırdı. Zira, i ş, Robert'in zihninin en açık oldu ğu sabah saatlerini alıyor, derslerine çalı şmasına gerçekten de set çekiyordu. Bu imtihana girm ek için i şlenen kabahatler gerçekten büyüktü. Ve ancak ba şarabilirse kendilerini mazur gösterebilirdi. Onun için de çalı şmak, hep çalı şmak gerekti. Ekmek i şini bıraktı ğı gün, daha sabah karanlı ğında kitaplarının ba şına oturdu, kendisini yine o bitmez, tükenmez gibi görünen hara retli çalı şmaya verdi. Bu her; gün böyleydi. Gecelere kadar, büyük odada, o k üçük masanın üzerine kapanarak acı ve köklü bir yalnızlık içinde çalı şıyordu. Vakit gittikçe azalıyordu. Rakipleri durmadan ve şüphesiz ondan çok daha iyi şartlar altında, çok daha fazla çalı şabiliyorlardı. Üstelik ancak bir ki şi 266 kazanacaktı. Gözlerini, önündeki sayfalardan bir an dahi kaldırmadan çalı şması, çok, çok çalı şması lâzımdı. Aksi takdirde kazanaca ğına dair en küçük ümit dahi bes-lememeliydi. Reid, her ak şam saat 6 da geliyordu. Bu sıkı mesaiye dayanabiliy or mu diye onu uzun uzun süzüyor, sonra da sandalyeyi çekip yanına oturuyordu. Tam dört saat beraber çalı şıyorlardı. Saat 10 da ihtiyar Dandie, onlara kakao getiriyordu. Çalı şmanın hareketinden kakaonun kâ ğıtları arasında buz gibi oldu ğu da ço ğu zaman vâ-kiydi. Reid'in tavırlarındaki canlılık Rob ert'in içine sükûnet aşılıyordu. Onu çok sevdi ğini hissediyordu. Tütün, ter, ve tebe şir kokan sıhhatli vücudu, her zaman yeni yıkanmı ş gibi temiz duran açlk sarı saçlarını ellerile ikide bir arkaya do ğru, parmaklarını açarak, tarar gibi atı şı, nefesin deki insan sıcaklı ğı ona kuvvet veriyordu. Reid giderken ona da «hemen yat» derdi ama, yatmaya cağını kendisi de bilirdi. O gittikten sonra Robert'in müthi ş şekilde bastıran uyku ve yorgunluk mücadelesi başlardı. Bazan, iki dakika için banyoya ko şar, yüzüne sular serperdi. Su da aksi gibi ılıktı. Depo damın tam altında oldu ğu için yazın su daima ısınıyordu. Yüzünü yıkadıktan sonra bitkin bir halde gelir, tek rar masanın ba şına çökerdi. Devam etmesini, kuvvetinin son damlasına kadar çalı şmasını isteyen gizli bir kuvvetin kendisini tesir altında bulundurdu ğunu görürdü. İçinden dualar okurdu.

Uykusunu kaçırmak için baca ğına sivri kalem uçları batırır, artık ambale olmu ş kafasını, okuduklarını kabul etsin diye yumruklardı . Saatlerin yelkovanları gecenin derinli ği içinde sessiz sessiz dönüyor ve o hâlâ, ceketini bir kenara atmı ş, kolları sıvalı, çıplak dirseklerini masaya dayamı ş, yorgunluktan dönen başını elleri arasına almı ş olarak lâmbanın önünde hareketstz duruyordu. Geceyarısmdan sonra saat 2 de yerinden kalkıyor, se ndeleye sendeleye odasına gidiyordu. Kendisini yata ğa atar atmaz, ölü, gibi, hemen uyuyordu. Fakat baza n da iyi hazırlanamadı ğım, cevap veremeyece ği bir soruyla kar şıla ştı ğını görerek kâbuslar geçiriyordu. Bazan, daha da feci oluyordu. Bir türlü uyku tutmuyordu. Beyni müthi ş bir açıklık içinde i şlemeye devam ediyor, ikin- 2&1 I ci derecedeki cebir denklemlerinin en zorlarını, yahut sayfalarca hesaba ihtiyaç gösteren yüksek trigonometri problemlerinin en karı şıklarını çözme ğe uğra şıyordu. Bunların hepsi, hakikatte, onun için birer çocuk oyunca ğından ibaretti. Fakat hep u ğra şıyordu. Vücûdu, sabah olsa da pancurlarm aralıklarından günün ilk ı şıkları içeri dolsa diye büyük bir özlem içinde bekliyor, bir an evvel ders çalı şmak ihtirasının icaplarına derinliklerinde bir denizaltı mermisi hıziyle kayıp gidiyordu. S adece, ö ğleden sonraları kendisine küçük bir istirahat tanınmı ştı. Dedesi, saat 5 e do ğru hava alması için onu zorla ve mutlaka soka ğa gönderirdi. Gavin'in Larchfield'den eve geldi ği aksamlar, bu istirahat saatinde onu Dalreoch'da k ar şılama ğa gidiyordu. Bu istasyon, Levenford istasyonundan d aha çok i şine geliyordu. Gavin trenden inip kar şıya geçinceye kadar büyük bir kapıda onu bekliyor, adımını adımlarına uydurmak üzere kendisini hazı rlıyor, sonra da yanyana yürüyüp çalı şmalarındaki geli şmeler hakkında birbirleriyle konu şuyorlardı. Di ğer günlerde ise okulunun bahçesinde Reid'le hendbol oynayarak dinleniyordu. Reid, bu oyunda bir hayli ba şarılı idi ve söylenildi ğine göre de, Oueen Ku-lübündeki okullararası şampiyonalara katılmı ştı. Yalnız, onların oynadı ğı tam nizami oyun de ğildi. Zira saha küçüktü, fakat ne de olsa ko şup zıplıyorlardı ve Robert, kendini bu oyundan daima daha canlanmı ş hissediyordu. Daha ba şka şeyler de vardı. Bilhassa şansı yaver gitti ği günler Alison'u da görüyordu. Onunla ekseriya Drumbuc Yolunun sonunda kar şıla şıyorlardı. O saatlerde Alison musikî dersinden eve dönerdi. Bükülmü ş meşin çantası koltu ğunun altında, ba şı açık, yürürdü. Sıcak günlerde ince bir elbise giyer, h afif bir rüzgâr eteklerini havalandınrdı. Güzel bacaklarını görünce Robert bir ho ş olurdu. Ba şlan öne eğik olarak dereden tepeden konu şuyorlardı. O Ro-bert'e okulda olup bitenleri, ö ğretmeninin neler söyledi ğini anlatırdı. Mr. Reid'in hayranıydı Alison. Umumiyetle sakin görünürdü Alison, fakat bâ zan gözleri irile şip bakı şları tatlılâ şır, dudakları daha koyula şırdı. Sinclair yoluna gelince ayrılırlardı. Robert ko şa ko şa, arada 268 bir e ğilip yerden aldı ğı bir ta şı uzaklara fırlata fırlata eve dönerdi. Koşmaktan kıpkırmızı kesilen yanakları yana yana yine odasına, kitaplarına kapanırdı. Hayatından çok memnundu. Aya ğına kadar çayını getiren dedesi de yeryüzünden gelmi ş, geçmi ş insanların en iyi kalblisi, en kibarıydı. Ama hayı r.. Hayır, yanılmı ştı. Zira bir hafta sonra şöyle dü şünmüştü Robert : «O, o canavar beni aldattı.» X imtihana dört gün kalmı ştı nihayet. Ama Robert de bitmi şti. Sıcak, durgun bir gündü. Havada fırtına alâmetleri vardı. Banyo ya geçti. Kafasını suyun altına tuttu. Sonra bir havlu aldı, kurulan mağa ba şladı. Birden kulaklarına dedesinin kahkahaları çalındı. Banyo dan çıkıp, merdivenin alt tarafına gidip, seslendi. Banyo-yoktu «Acaba, bana mı öyle geldi?» diye bir tereddüt anı geçirdi. Fakat, gaipten sesler duyacak kadar sinirlerinin peri şanla ştı ğını dü şünmezdi. Yava şça yukarı çıktı. Girdi içeri. Kimseler yoktu. Fakat tam o sırada tekrar dedesinin kahkahas ını duydu. Arkasından da Mrs. Bo- somley'in sesini....

Önce şaşırdı. Fakat hemen anlamı ştı. Hava durgun oldu ğu için duvarın ötesinde konu şulanlar oldu ğu gibi i şitiliyordu. Biti şik evdeydi kahkahalar.... Birden intikal etti. Dedesi o gün ö ğle yeme ğinden sonra aynanın kar şısına geçmi ş, sakallarını taramı ştı. Odadan çıkmak üzereydi ki, duydu ğu bir gürültü üzerine birdenbire oldu ğu eyrde kalakaldı. Hayret ve deh şet içindeydi. Gözlerini, üzerinde gül resimleri bulunan, kar şısındaki çıplak duvara dikmi ş bakıyordu. Birden : — Aman Allahım, dedi. Bu duvarın tam arkası Mrs. Bosomley'in yatak odası. Demek dedesiyle Mrs. Bosomley bir yatak odasında başbaşaydılar şimdi.. Robert'in havsalası almamı ştı bu i şi. Müthi ş bir deh şet içinde kalmı ştı. Oradan kaçmak istedi. Fakst iradesi yenildi; durdu, kulak kabarttı «Aman Allahım; Nasıl olur?» diyordu kendi kendine. Fakat yanılmasına da imkân yoktu. Gözü kararmı ş bir halde önce odadan, sonra da evden fırladı. Hiç bir şeyi gözü görmüyordu. Yoku ş yuka- 269 rı ko şarken vücudu tepeden tırna ğa titriyordu. Dünyanın, çalı şmanın çabalamanın, didinmenin ne mânâsı vardı ki? i şte, insan, hayatının son demlerinde bile olsa kendini şeytanın kuca ğına atabiliyordu. Şimdi onların o yatak odasındaki halleri gözlerinin önüne gelir gibi oluyor, fakat hemen bu hayali kafasından silkip atıyordu. G ayrî ihtiyarî tepeye giden yolu tutmu ş oldu ğunu, kendisine birisi seslenip de ba şım kaldırınca farketti. Çocuk Yuvası'nın önünden geçiyordu ve ona seslenen de Murdoch'tu. Farkına varmadan tâ oralara kadar gelmi şti demek. Murdoch bahçenin giri ş kısmındaki bir kaç fidanı budamakla me şguldü. Durdu. Robert de onu görünce bir durakladı, müteredditti. Murdoch, iri, siyah eliyle alnındaki teri silerek sordu : — Ne var, Robie, dedi. Yangından kaçar gibi niye ko şuyorsun öyle? Konuşacak halde bile de ğildi. Murdoch'un sözde esprisi cevapsız kaldı. — Bir şey mi oldu? diye ekledi Murdoch. Robert, boynunu büktü, ba şını salladı. Murdoch yine konu şuyordu : — Ha.. Anladım, dedi. Bizim büyük moruk yine evden tüydü galiba. (Cevabını yüzünden okuma ğa çalı şarak) De ğil mi Robie? Peki.. Ba şka bir yaramazlık mı yaptı öyleyse? «Yaramazlık» ha?.. Ne hafif, ne zayıf bir kelimeydi bu.. Vücûdunu yeniden bir titreme aldı. Nerdeyse hüngür hüngür a ğlayacaktı. Nihayet titrek bir sesle konu şabildi : — Ne rezalet çevirdi ğini bilsen, ba şka kelime bulurdun Murdoch.. Offf, Ya Rabbim.. Şu insanlar niçin namusları dairesinde hayatları nı yürütme ğe bakmazlar?. Hem de o ya şta? Murdoch anlamı ştı durumu. İhtiyarı biliyordu da ondan anlamı ştı. Bu te şhisinin verdi ği rahatlık ve memnuniyetle cebinden bir keçiboynuzu çıkardı. — Aaaaa, öyle mi? diye bir haykırdıktan sonra ge- ğirdi. Keçiboynuzunu i ştahlı i ştahlı çi ğnemeğe ba şladı. Robert'in yüzü bembeyaz kesilmi şti. Ba şım öbür tarafa, yola do ğru çevirdi. Bir araba geçiyordu. Uzun uzun ona baktı. Bu yaz semâsı altında, tek ba şına, salla-na saliana giden bu araba, ona hayatın monotonlu ğunun, 270 sıkıcılı ğmm bir sembolü imi ş gibi geldi. Murdoch biraz durduktan sonra tekra r konu ştu. — Robert, sen çok toy bir çocuksun, dedi. Çok zeki sin ama, çok da toysun. Senin zekânın yanında, bilirsin, ben bahçecilikten ba şka bir şey anlamam, ama, senin yaşında iken bu kadar saf da de ğildim, do ğrusu. Şimdiye kadar alı şman da lâzımdı halbuki. Bizim ihtiyarın eski huyudur bu .. Bütün hayatı çapkınlıkla geçmi ştir. Karısı sa ğken bile.. Buna ra ğmen karısı da onu severdi üstelik. Robert oldukça bozguna u ğramı ş ve susup kalmı ştı. Murdoch : — Ne yapalım ki, onun için adetâ tabiat haline gel miş bu, diye devam etti. Yaşını ba şını adamakıllı almı ş oldu ğu halde yine de vazgeçmedi. Zira, biraz da onun bile elinde olmayan bir şey. Dedim ya, tabiat.... Hiç üzülmene, üzerinde durmana de ğmez bence.

Robert, bitkin bir sesle konu ştu : — Çok, çok fena bir şey.... Murdoch, Robert'in haline gülmemek için kendini güç zaptediyor gibiydi. Buna ra ğmen ciddiyetini bozmama ğa çalı şarak cevap verdi : — Bizim elimizden bir şey gelmez ki Robert.. Hem çapkınlık yaptı diye kıya met kopmaz ya canım.. Biraz daha büyüdükten sonra sen de ho ş göreceksin onu, eminim. Sonra konuyu de ği ştirdi : — Gel, bak, Robert, dedi. Yeni yeti ştirdi ğim karanfilleri göstereyim sana.. Öyle koncalar verdi ki.... Budama makasını koltu ğuna sıkı ştırdı, kapıyı açtı. Robert kısa bir tereddütten sonra içeri girdi. Beraber limonlu ğa gittiler. Be ş altı tane saksının içinde, süt gibi, açık ye şil renkte körpe saplar konca verme ğe ba şlamı ş-dı. Murdoch eseriyle iftihar eden bir san'atkâr tavırlarıyla a şıyı nasıl yaptı ğı hakkında açıklamalarda bulundu. Toprak saksıları düzeltti. Ç akısı ile zararlı bir otu keserken, çiçeklerin saplarım sazlarla ba ğlarken kocaman ellerinin sakin ve usta hareketlerinde insana rahatlık veren bir hava vardı . — Ba şarı elde edersem buna «Murdoch Lackie karanfili» ad ım verece ğim. Ne güzel olur, de ğil mi Robert?. 271 Bunun üzerinde kafa patlatma ğa de ğer bak.. Şeyi.. Dü- şünmektense. Ha? Robert'in arkasını sıvazlayarak ne demek istedi ğini anlatmı ş oldu. Murdoch'un sözleri ilk kızgınlı ğını yok etmi şti ama, ne de olsa kendisini yine hakarete u ğramı ş sayıyordu. Onun için, eve, kitaplarına dönemedi. Y aşının özelliklerinden biri olan sesindeki bo ğukluk gibi, bu hali de her şeye ra ğmen bir hayli gülünçtü. Ayakları onu Kiliseye sürükledi. Serin ve sakindi k ilisenin içi. Rahibe Elizabeth Joesphine yan taraftaki mihrabın önünde, çiçeklerin yanında duruyordu. Robert, elbiselerin bulundu ğu kısma do ğru ilerlerken gördü, onun geli şine memnun olmu ş bir tavırla gülümsedi. Kendisine daima teselli sun muş olan pencerenin dibinde ve sırtında kendisi gibi yük ta şıyan, kendisi gibi mustarip heykelin dibinde diz çöktü. Tütsü ve mum kokusu ile dolu ruh anî havayı teneffüs etti. O anda, dedesine, en gerçek fazileti pervasızca çi ğneyen bu adama kar şı içinin derin ve haklı bir esefle dolu oldu ğunu farketti. Sonra Alison'u hatırladı Genç, kız, ekseriya giydi ği o beyaz elbisesiyle gözlerinin önünde canlandı, i lk aşkının, çocukluk a şkının ilâhele ştirdi ği, çok yükseklere, melek mertebesine çıkardı ğı Alison'u bir nevi vecd içinde andı. Dedesi bu şekilde hareketlerde bulunabilen bir çocuk hakkında kimbilir neler dü şünür diye aklından geçirdi, içini hiddet dalgası istilâ etmi şti. Zayıf iradeli kimseleri isa'nın kilisesinden kovmu ş oldu ğunu hatırlayarak, kesin kararını vermi ş bir insan durumundaydı artık.. Dedesiyle bütün münasebetlerin i kökünden kesecekti. Kalktı. Eve geldi ği zaman dedesi onu ta şlıkta kar şıladı. Onu görünce memnun oldu ğu her halinden belliydi, içerden de güzel bir yemek kokus u geliyordu. — Uzunca bir yürüyü ş yaptın galiba, dedi. Aferin, çok iyi etmi şsin. Şimdi daha iyi çalı şırsın artık. Robert, so ğuk bir tavırla ve kızgın kızgın baktı. Azap içinde kıvranan şeytana meleklerin baktı ğı gibi.. Sonra da o soıdu : — Sen ne yaptın bugün? Kayıtsızca gülümsedi ve cev ap verdi: 272 — Mezarlıkta marley oynadık arkada şlarla. Her zamanki gibi .... Robert kızmı ştı. «Yalanda söylüyor ha?. Hem günahkâr, hem de yal ancı....» diye geçirdi içinden. Bir şeyler söylemek istiyordu ona ama, vakit kalmadı, ih tiyar hemen yemek odasına daldı. — Buraya gel, dedi. Öyle nefis bir çorba yaptım ki sana. Bir iç, kafanın daha bir sükûnete eri şti ğini göreceksin. Çok rahat konu şuyordu. Ne kalbini, ne de kafasını ezen bir kötülük olmamı ş gibi davranıyordu. Robert şaşkındı. Bir robot gibi yemek odasına girdi. O mutfak ta meşgulken kendisi sofraya oturdu. Üzüntülerine ra ğmen karnının çok acıkmı ş oldu ğunu hissetti.

ihtiyar biraz sonra yemek odasına girdi. Elinde koc a bir kâse, dumanları tüten bir çorba vardı. Et suyundan yapmı ştı Dandie. Hem Robert'i güldürmek hem de aşçılı ğı gerçek bir hüviyet içinde kar şısına telkin edebilmek için Mrs. Lackie'nin i ş önlüklerinden birini takmı ş, basmada havludan bir a şçı külahı oturtmu ştu. Robert her şeyi mahveden bu ihtiyarın bir soytarı, ayni zamanda zavallı bir soytarı oldu ğuna da hükmetti. Çorba gerçekten güzeldi. İçinde tavuk eti, havuç, nohut ve daha bir yı ğın şey vardı, ilk ka şı ğı a ğzına götürdü ğü zaman dedesi mü şfik bir tavırla gözlerine bakmı ş : — Nasıl, be ğendin mi? demi şti. Son damlasına kadar içti çorbasını. Sonra da kar şısında, ona büyük bir sevgi ile bakan ihtiyara gözl erini dikti. Onu, o dakikada, o kadar i ğrenç, o kadar mânâsız buluyordu ki.... Onu, çocuk r uhunun kutsal inançlarını sarsmı ş, hiddet ve nefrete lâyık bir insan olarak görüyord u. Onu, bir günahkâr ve günah yaratıcı bir insan görüp ondan kaçmak istiyordu. Açık konu şmanın zamanı geldi, artık diye dü şündü. Fakat, zebun bir tavırla : Biraz daha, dedi, biraz daha koyar mısın dede? dedi. XI imtihan günü gelmi ş çatmı ştı. Robert sabah göz-lerım açtı ğı zaman ya ğmur yağmakta oldu ğunu gördü. 273 Per şembe günü, yani bir gün evvel Reid, bütün kitapları m toplamı ş, götürmü ştü : — Zayıf ö ğrenciler son dakikaya kadar çalı şırlar, demi şti, imtihan odasma girinceye kadar kitaplarından, notlarından ba şlarım kaldırmazlar. Sonra da kaybederler. Bütün ö ğrendikleri benli ğine i şlemi şti Robert'in artık ve bunlara yeni bir şeyler ilâve etmenin imkânı yoktu. Kafasının içinde bir bo şluk hissediyordu, öğrendikleri iyi i şlemi şti. Ne pahasına olursa olsun diye verdi ği imtihana girme kararı içini ate ş gibi yakıyordu. Fakat çehres de sapsarıydı. Bununl a beraber üzerinde sakin bir hal yok de ğildi. Murdoch'un eski elbiselerinden en iyisini seçti, gi ydi. Lâcivert bir elbiseydi bu. Pek fena da sayılmazdı ama, dirsekleriyle panto lonun arkası biraz parlamı ştı. Ayakkabılarını da güzelce fırçaladı, cilaladı. Pırıl pırıl olmu ştu. Bunlar, anneannesinin i ş kalmadı ğını söyledi ği ayakkabılardı. Etrafında dört dönen dedesi, ona cesaret vermek için bir de çiçek getirip yakasına taktı. Dedesinin yakaya çiçek takma merakım çok iyi bilird i. O gün yakasına taktı ğı üzerinde boncuk boncuk kıra ğı tanecikleri bulunan kırmızı bir gonca güldü. Sonra, kibar bir tavırla cebinden dikdörtgen şeklinde bir zarf çıkardı. — Bunu sana biri getirdi, Robie.. — Kim? Sanki «Ben efendi bir adamım, o ğlum. Senin özel i şlerine karı şmam.» der gibi Robert'e göz ucu ile bakıyordu. Robert, parmakları titreye titreye zarfı yırttı, ihtiyar, ona memnun memnun bakıp gülme ğe ba şlamı ştı bile. Mektup Alison'dandı. Ona, bir kaç satırla ba şarı diliyordu. Robert, kalbinin bir sıcaklıkla doldu ğunu hissetti. Kıpkırmızı kesildi. Sonra mektubu ceb ine koydu. Dandie de ne ş'eli bir ıslık tutturmu ş, kendi kendine gülerek kahvaltı sofrasını hazırlıyordu. imtihanın ilk günü oldu ğu için Reid de onunla birlikte gidecekti. Büyük şehrin tuzaklarından birine dü şmesinden çekindi ği için bu şekilde hareket edece ğini söylemi şti. Yaptı ğı i şin önemsiz oldu ğu havasını vermek istemesine ra ğmen Reid'in Robert'e gösterdi ği ilgi hiç de küçümsenecek şey de ğildi. Pek çok iyi- 274 likleri, pek çok cömertlikleri olmu ştu Robert'e kar şı. Hiç bir kar şılık beklemeden, seve seve, isteye isteye, ona tam üç ay ders vermi ş olması küçük bir iskoç kasabasında bile küçümsenebilecek olaylardan olamazdı. Hi-mâyekâr tavırları, dostlukları ve bilhassa Robert'in durumu nun güçlü ğünü tam mânâsiyle takdir edi şi cidden göz ya şartıcı bir şeydi ve bu hal, insanlı ğın mutlu gelece ği hakkında, insana, bütün fikir cereyanlarından daha çok ümit veriyordu.

istasyonda Gavin'le bulu ştular. Onun da Robeıt gibi, rengi solmu ştu. Ama Robert'e nazaran daha sakin, daha heyecansız görünü yordu. Hattâ gülüyordu. O da çok çalı şmıştı. En az 10 gündenberi görü şmemişlerdi. Fakat şimdi aralarında hiç bir rekabet duygusu yoktu. Önemli bir te şebbüse birlikte giri şmiş iki i ş arkada şı gibiydiler. El sıkı şırlarken Robert içinde ona kar şı çok sıcak arkada şlık sevgisini bir kerre daha duydu. Reid'in i şitmemesi için de kula ğına e ğilerek yava şça : — Gavin, dedi, aklından çıkarma, ikimizden biri mut laka kazanmalı.... —• Mutlaka.. Kazanması gereken insanın o anda, kendisi olması ge rekti ğini biliyordu ama, ya olmazsa?.... «Aman Allah'ım, korkunç bir şey bu..» diye dü şündü ve «O takdirde Gavin kazansın..» dedi kendi kendine. Nihayet iki arkada şı kader yolculu ğuna çıkaracak olan tren göründü. Gürültü ile istasyona girdi. Bir konı-partmana yerle ştiler, içerisi tünellerden geçerken dolmu ş islerin ve içilen sigaraların kokusu ile doluydu. Yerler kibrit çöpü içindeydi. Bu hat üzerinde gidip gelen çok sayıdaki i şçi çocuklar, tahta bölmelere, kur şun kalemleriyle, kaba zekâlarını gösteren resimler, yazılar karalamı şlardı. Konuşarak zihnî kuvvetlerini bo ş yere harcamasınlar diye Reid onlara birer magazin almı ştı. Gavin de, Robert de dergileri büyük bir ilgiyle okuyorlarmı ş gibi birer kö şeye çekilmi şlerdi. Robert'in elindeki dergi dudak-larmdaki bitm ez tükenmez kıpırdanmaları gizliyebilmek-teydi. Zira m ütemadiyen dua okuyor, bu son safhada kendisini yalnız bırakmaması için Ulu Tanrı ya yalvarıp yakanyordu. 275 Reid, ö ğrencisinin yanına oturmu ştu. Geriye do ğru sür'atle kaybolan gemi tezgâhlarını, havagazı kazanlarım, fabrika bacala rını ya ğmur altında sür'atle ilerleyen trenin penceresinden seyrediyor, yumu şak omuzlarının samimi temasiyle Robert'e daha fazla cesaret veriyo rdu. Tren, sallandı ğı zaman birbirlerine daha yakla şıyorlar, fakat bir daha ayrılmıyorlardı. Reid, so n bir hediye olarak Robert'e, kendi ruhunu, zekâsını ve c ümle kuvvetlerini de vermek istiyor gibiydi. Robert'i arada bir havaiyatla me şgul edebilmek için te şebbüste bulunmak istiyordu ama, kendisinin de heyecanlı old uğu gözden kaçmıyordu. Hattâ sinirleri adamakıllı gerilmi şti. Belli etmek istemiyor, gizlemek için yapmacık tavırla takınıyordu fakat Robert farkınday dı. Mutlaka Robert'-in kazanmasını istiyordu. Bunu, canlı, kuvvetli var lı ğının bütün heyecanı, bütün samimiyeityle arzu ediyordu. Kolejin binaları, ya ğmurdan ıslandı ğı için olacak, eski devirlerden kalma yapılara benziyor du. Damlan, sivri sivri göklere yükseliyordu. Şehrin batı tarafındaki korulu ğa tamamiyle hakim bir tepenin üzeriydeydiler. Gri renkteydiler. Böyle şeyleri sadece rüyalarında görebilmi ş olan Robert gibi 15 ya şında bir çocu ğun üzerinde, tabiatiyle büyük bir tesir yapıyordular. Binaları görür görmez Ro bert'in eski hastalı ğı nüksetmi şti. iradesi za-yıflayıvermi şti. Onları, istasyondan, Gilmore tepesinin ete ğine kadar getiren san tramvaydan indi ği zaman Ro-" bert, kendini ürkek ve korkak hissediyordu, îki tarafında ö ğretmenlerin evleri bulunan tenhâ yoldan yukarı çıkıp güzel bir avluya girdi kleri sırada da çocuk bir an duraladı. Binaların, yolların ve etrafın temiz li ği, güzelli ği, zengin görünü şü kar şısında kendini pek biçare, pek yabancı bulmu ştu: «Benim gibi üstü ba şı dökülen, zavallı bir çocu ğun buraya girme ğe nasıl hakkı olabilir?» dive kendi kendine dü şündü. Bu dü şünce ayıplanacak bir şey de de ğildi aslında. Zira yakasındaki çiçe ğe ve cebindeki mektuba (Alison'un mektubuna) ra ğmen cesaretinin kırılma ğa ba şladı ğını farkediyordu. Zira sol aya ğındaki potin endi şe vermeye ba şlamı ştı. Düz-tabanlar gibi kaykıla kaykıla yürüyü şünü Reid farket-mi şti. Sordu : — Ayağına bir şey mi oldu, Robert? Kıpkırmızı kesilmi şti. Rastgele bir yalan attı: 276 — Galiba dizim uyu ştu, Mr. Reid.... —• Mesele yok.... Fakat, artık harp meydanına gelmi şti i şte. imtihana girecek çocukların hepsi kapının önünde birikmi şlerdi. Reid, Gavin'le Robert'i bir kenara çekti : — Hiç biri metelik etmez, korkmayın, dedi. Bunu , elinden geldi ği kadar inanma ğa çalı şarak, hattâ inanarak söylemi şti ama, Robert yine de onunla ayni

kanaatte de ğildi. Hepsi de canlılık ve hayat fı şkıran bir yı ğın çocuktu bunlar, içlerinden McEwan'i seçer gibi oldu. Gözlüklü, kısa boylu, ufak—tefek bir çocuktu. Elleri cebinde, sütunlardan birine dayan mış gülüyordu. Çocu ğun bu pervasız, rahat hali şaşırtmı ştı Robert'i. Nasıl da korkusuz, nasıl da dünyaya meydan okuyan bir hâli vardı. Nihayet derinden bir u ğultu duyuldu. Robert, önce kendi kalbinin sesi zann etti ği bunu. Fakat çok geçmeden kalın, me şe a ğaçlarından mamul kapılar açıldı, çocuklar içeri dolma ğa ba şladılar. Robert, yerinden kıpırdanır kıpırdanmaz Re id'in, koluna yapı şmış oldu ğunu gördü. E ğilmi ş, nefesinin sıcaklı ğını yana ğiyle duyacak kadar ona yakla şmıştı : — Benim saatimi al Shannon, dedi. Onların eski saatlerine güvenme. Sakın heyecana da kapılma.... Nefesi birden sıkla ştı. Yuvalarından dı şarı u ğrayan gözleri korkunç bir hal aldı ve Robert'in gözlerine dikildi : — Hiç tereddüdüm yok.. Kazanaca ğına eminim. Çok büyük bir kapı.. Kilisedekilere benzeyen, renkl i camlarla süslü pencereler.. Balkonda org boruları parlıyor. Duvarlar, boydan bo ya yırtık—pırtık bayraklarla donatılmı ş. Daha yukarıda, direklerden, yeni, parlak renkli b aşka bayraklar sallanıyor. Bu sabah ilk tanıdık manzarayla kar şıla şıyor Robert. Kar şıda, dipde, yeni cilalanmı ş, pırıl pırıl sarı sıralar. .. Hepsi 100 tane. Tam 100 tane. Üzerlerine l den 100 e kadar numaralar yazılmı ş. Mümeyyizin oturaca ğı yüksekçe yerin kar şısına dizilmi ş. Robert'in numarası «9». Yeri, ilk sıranın tam ortasında. Bir sürü me şin kaplı defter, mürekkep kalemi, kur şun kalemler, mürekkep, kurutma kâ ğıdı, hepsi önünde sıralanmı ş, hazır duruyor. Robert, onların arasına Reid'in gümü ş saatini de ilâve ediyor. Ve saati tam 10 a 3 dakika var. 277 Nihayet sessizlik. Duyulan bütün çıtırdılar, _ hı şırtılar kesildi şimdi. Mümeyyiz iri yarı bir adam. A ğır, fakat atik, hareketli. Rengi solmu ş bir cübbe var arkasında, ilk kâ ğıdı da ğıtıyor : Trigonometri. Robert gözlerini kapıyor ve bir dua daha mırıldanıyor. Gözlerini açtı ğı zaman görüyor.. Önünde, küçük, ince harflerle yazılmı ş bir kâ ğıt var. Alıp okuyor ve sevincinden yerinden zıplayacakmı ş gibi oluyor, îlk sual, Reid'in müthi ş bir isabetle, imtihanda sorulaca ğını iyi tahmin etti ği bir problem. Cevabım hemen hemen ezbere biliyor Robert. Dudakları kupkuru, elleri titreye titreye m ürekkep kalemine uzanıyor. Sayfalan lekesiz, bembeyaz duran ilk defteri önüne çekiyor. Ve ondan sonra artık, dünya ile hiç bir ilgisi yoktur Robert'in. D erin bir vecd içinde öne doğru e ğilmi ş, vücûdunun, kâ ğıdın üzerine kelimeler, rakamlar, i şaretler halinde akan sel var yalnız ortada. O gün ak şama do ğru Levenford'a dönerken yine Ga-vin'le beraberdi. F akat tren o kadar kalabalıktı ki, cevaplarını birbirlerininkiyl e kar şıla ştırma ğa pek fırsat bulamadılar. Yalnız Cebir ve geometri sorularının b ir hayli zor oldu ğunda müttefik olduklarını tesbit edebildiler. Robert, «y a bir şey unuttumsa..» diye endi şeli ve mahzun duruyor, adeta ü şüdüğünü hissediyordu. Hele ayakları?.. Ayaklan gerçekten ü şüyordu. Sebebi vardı ama.. Delikti altları.. Potinleri adamakıllı eskimekle kalmamı ş, sol aya ğının altında da üç parma ğın kolaylıkla geçebilece ği kocaman bir delik açılmı ştı. Buna ra ğmen, onurundan, Ka-te'in o sivri burunlu, sa ğlam, fakat konçları ta baca ğının yansına kadar uzun potinlerini giymemi şti. Buna mukabil kafasını i şletmemizlik de etmemi şti. Anneannesinin yata ğının altında eski bir şapka kutusu almı ş, ondan keserek, ayakkabının o kısmına mukavvadan bir taban astarı y apmıştı. Fakat bir yandan yağmur, bir taraftan da kaldırımların ta şlan bu tedbirinin pek en-ti T>üften oldu ğuu çabucak ortaya çıkarmı ştı. 15 - 20 dakikada içinde mukavva da, çorapları da yırtılmı ş ve Robert, ondan sonra yere hep çıplak ayakla basm ı ştı. Delik büyüyebilirdi de.. içi buhar dolu kompartmanda me şin ceketlerinden sular akan i şçilerin arasına oti"*up büzüldü ğü za- 278 man vücûdunun titredi ğini, ü şüdüğünü hissetmesi çok normaldi.

Reid onlan Levenford istasyonunda kar şıladı. Ro-bert'i bırakmadı, alıp evine götürdü. Yeme ğe oturttu. Robert, sıcak sıcak kıymalı patatesleri atı ştırırken, Reid, ümitli fakat her şeye ra ğmen endi şeli, tuhaf bir sesle ona imtihandaki soruları sordu. Masanın geçip oturdu, logaritmalar ve bir takım cetveller karı ştırarak, her sorunun ayrı ayrı cevaplarını hazırlad ı. Sonra yanına geldi, hiç bir şey söylemeden onları önüne koydu. Robert, bu cevapl an, zihninden, kendi cevaplannı hatırlama ğa çalı şarak kar şıla ştırdı. Sonra da ba şını kaldırıp Reid'e baktı : — Evet.... dedi. — Hepsi de do ğru mu? Mahcup bir tavırla, fakat ö ğretmeninin heyecanla nefes aldı ğını görerek tekrar : — Evet.... diye cevap verdi. Ertesi gün cumartesiydi. Fransızca, ingilizce ve Ki mya imtihanı vardı. Pazar günü istirahat edilecek, pazartesi günü de son imti han Fizik'ten olacaktı. Robert, cumartesi günü ayakkabısının içine iki kat mukavva koydu. Her ihtimâle kar şı diye de, görünen kısmını mürekkeple boyadı. Artık imtihandan falan korkmuyordu. En büyük endi şeyi, bütün ö ğrencilerin gözleri önünde aya ğı çırılçıplak ortaya çıkıverirse diye duyuyordu. Tram vaydan inice müthi ş bir sağnağa tutuldular. Gavin, onu da ya ğmurlu ğunun altına aldı. Fakat ayakkabılarının da içine alamazdı ki.... Ama ne zararı vardı? imtihan salonuna girer girmez bu ıstıraplarını unutuverdi. Kendini ba ğladı ğı heyecanın girdabı içinde kayboldu, gitti. Ayaklar ının ıslaklı ğını tekrar ancak trende hissetti. Birdenbire müthi ş bir ba ş a ğrısına da yakalanmı ştı. Eliyle şakaklannı bastırıyor, tirtir titriyordu. Yalnızdı. Gavin, Winton'da kalmı ştı. Ablasına gidecekti. Levenford'a gelene kadar ço k fena idi. Bir faydası olur diye, ba şını, pencereden dı şarı uzatıp rüzgâra tuttu. istasyonda Reid'in vefakâr çehresi gözlerinin önünd e, biraz bulutsu, göründü. Kendisinin pek de yüzünü kara çıkarmadı ğını anlatmak ister gibi gülümsedi. 279 Aceleden ziyade, yine koruyuculuk gayesiyle Robert' ! kolundan yakaladı ve merdivenleri çabuk çabuk indirerek, arabaların bulu nduğu tarafa do ğru götürdü. — Çok yoruldum, efendim. Ama ziyanı yok. Yarın ak şama kadar istirahat edece ğim nasıl olsa.... Robert'i evine arabayla götürdü. Dandie de onlara g üzel bir yemek hazırladı. Robert, sofranın şeref misafiri gibi bir şey olmu ştu. Her zamanki sükûtili ğinin aksine o ak şam yemekte çok çok konu ştu. Reid de durmadan soruyordu. Fransızca soruları nakletti. Ingiliz-ceden yazdı ğı tahriri, a şağı yukarı, kelimesi kelimesine ezberinden okuyabildi. Reid, mütemadiyen heyecanlanıyor, durmadan ellerini sinirli sinirli oynatarak : — Mükemmel Robie, mükemmel, diyordu. O muadele leri yazdı ğın iyi olmu ş.... Onu söyledi ğine de çok iyi etmi şsin.... Öğretmenin dudaklarında, heyecandan beyaz bir köpük h asıl olmu ştu. ihtiyar Dandie de aynı derecede heyecanlıydı Onun b u kadar heyecanlandı ğını Robert görmemi şti. Hiç bir şey yiyemiyor, sadece a ğzını açmı ş —tâbir caizse— aval aval torununu dinliyordu. Sadece onun vasisi, hâmisi oldu ğu için de ğildi bu.. Her halde Robert'in şahsında kendim görüyor, kendi çocuklu ğunu, kendi gençli ğini ya şıyor olmalıydı, imtihana giren, basanlar elde eden kendisi gibiydi. Gözleri ı şıl ı şıl parıltılar içinde torununu süzüyordu. Reid, son olarak konuyu ba ğladı : — Fazla büyük konu şup da sonradan mahcup ot* mak istemem, Shannon, dedi. Fakat kimseyi kendine güldürmedi ğin de muhakkak. Hele Pazartesi günkü imtihan senin en kuvvetli oldu ğun dersten. O zamana kadar sevincinden çıldırmazsan, 100 üzerinden en a şağı, en a şağı 95 numara alırsın. Ama sakın sevinçten çıldırmaya falan kalkma. Bunu muhtemel gö rüyorum. Üstelik kendim için de.. Anladın mı? Haydi şimdi git yat. Güzel bir uyku uyu bakalım.... Robert yava ş yava ş merdivenleri çıkarken hocasının Dandie'ye söyledik lerini duymuştu : 280 — Müthi ş bir şey.. Bir tek yanlı şlık bile yapmamı ş. Mükemmel. Umdu ğumdan daha da mükemmel....

Robert, derin ve mutlu bir heyecan, bir sevinç için de gözlerini kapadı. Duydu ğu gurur kendisinin bayıltacak gibiydi. Merdivenin tra bzanlarına tutundu. Ertesi gün, Pazardı. Sabah 7,5 de uyandı 8 de kilis ede olması lâzımdı. Hemen kalktı, giyindi. O kadar sür'atli, âdeta makine gib i hareket etmi şti ki, kendisinde bir tuhaflık hissetti ği zaman Drumbuck yolunun yarısına ula şmıştı. Başı hâlâ müthi ş zonkluyor, gırtla ğı yanıyordu. Günün ilk ı şıkları havanın sıcak olaca ğını haber vermekle beraber o tirtir titremekten ken dini alamıyordu. Halbuki o sabah kiliseye mutlaka gitmesi lâzımdı. Y alnız Allah'ın ona kar şı gösterdi ği lütuflara şükranlarını bildirmek için de ğildi bu istek. İmtihanda kazanmak için evvelce yapılmı ş bir ada ğı içinde de.. Kiliseye gitti. Döndü ğü zaman kahvaltıda bir lokma bile gırtla ğından geçmiyordu. Eskisinden daha müthi ş bir ü şüme nöbetine yakalanmı ştı. — Dede, dedi, çok ü şüyorum ben. Belki garip gelecek sana ama, ate ş yaksan çok iyi olacak gibime geliyor. Ba şka türlü ısınanıayaca ğım. Dandie, ka şlarını kaldırarak Robert'i uzun uzun süzdü. Hayret etmi ş olmasına ra ğmen itirazda bulunmadı. A ğır a ğır konu ştu : — Ate şi hak ettin herhalde, dedi. Hem de evin en güzel od asında yakaca ğım sana.... Misafir odasına geçtiler. Şömineye odun attı. Yanı-ba şındaki bir koltu ğa oturdu Robert. Kendini daha sıcak, daha rahat hissediyordu . O kadar ki, biraz sonra bütün vücudu yanma ğa ba şlamı ştı. — Yemek ne istersin? Dandie, ö ğleye kadar mütemadiyen odaya girmi ş çıkmı ş, şöminenin sönmemesine dikkat etmi şti. — Bir şey istemem, dede. Karnım hiç aç de ğil şimdi. •— Nasıl istersen, yavrum.... Bir şey söyleyecekti. Bir tereddüt anı geçirdi. Vazgeçti . Tekrar odaya geldi ği zaman ba şında şapkası vardı. Alelacele giyindi ği belliydi. 281 __ Ben söyle bir dola şmağa gidiyorum. Biraz sonra gelirim. Yarım saat kadar sonra döndü ğü zaman yanında Reid de vardı. Onlar odaya girince Robert, koltu ğuna adamakıllı gömülmü ş olarak, gözlerini hafifçe yukarı kaldırdı, baktı. Reid, hem kızgın, hem endi şeli görünüyordu. Yabancı bir sesle konu ştu : — Merhaba, delikanlı, nedir bu hal yahu? Ban a bak, hastayım diye bizi kandırma ğa çalı şıyorsan nafile yavrum.. Yüzdün yüzdün kuyru ğuna geldin. Yolundan dönersen hata edersin. Bir süre daha ba ğırdı, söylendi. Sonra Robert'in koltu ğunun yanma bir iskemle çekti. Saçmalıklara artık tahammülü kalmamı ş bir adam tavriyle Robert'in elini yakaladı : — Evet, bir parça ate şin var gibi ama, dereceye bakma ğa de ğecek kadar bile de ğil. Zaten bakacak derecemiz de yok ya... Sana bo ş yere kuruntu vermek istemem. Biraz so ğuk almı şsın. Hepsi o i şte.... Robert, zorla iki kelimeyi bir araya getirebildi : — Evet, ö ğretmenim, dedi, yarına kadar düzelirim. — Tabii, tabii, in şallah iyile şirsin canım.. Yalnız öyle kederli gibi de durma bakayım. Sinirlerin tama-miyle bozulur so nra. Kendini şöyle biraz topla. Bir şeyler yemeye çalı ş. Sonra dedeye döndü : — Şu dün ak şamki kaymaklı meyveden getirsenize bir parça.... ihtiyar dı şarı çıkınca da tekrar ba şladı : — Bu kadar emek sarfettikten sonra geri dönül mez. Ben seni ne yapar, yapar, yine de imtihan salonuna sokarım. Ba şın nasıl? iyice misin? — Çok iyi efendim.. Yalnız bir parça dönüyor.... D andie, üzeri kaymaklı haşlanmı ş elma ile içeri girdi. Do ğruldu Robert. Zorla yeme ğe karar vermi şti. Fakat bir iki ka şık aldıktan sonra melûl mahzun ö ğretmenine do ğru baktı : — Gırtla ğım a ğrıyor, efendim. Yiyemiyorum. — Gırtla ğın mı? Ha,.. Biraz durduktan sonra devam etti : — Bir bakayım hele. Yakla ş şöyle. Aç a ğzını....

Kolundan tutarak pencere önüne götürdü. Ba şım biraz sertçe iterek a ğzının içine ı şık gelecek şekilde tuttu. Robert, kendini zorlayarak a ğızını açmı ş, öylece duruyordu. Bir süre baktıktan sonra Reid birden de ği şmişti. Robert, kendisini tutan ellerin gev şemesinden vahim bir durum oldu ğunu hissetmi şti. Korku ile sordu : — Ne var, efendim? — Hiiç.. Pek anlayamadım. Başını Öbür tarafa çevirdi. Sesi kısılmı ş, son derece bitkin bir hal almı ştı : — Bir doktor getirelim bakalım.... Reid gitti. Robert tekrar koltu ğuna oturmu ştu, iyice hasta oldu ğunu anlamı ştı artık. En fenası, zonkla-yan ba şını kurcalayan korkuydu. Yarına kadar iyi ola-mayıp da imtihana girememek korkusu.. Dedesi, kar şısında ayakta durmu ş, dimdik, ona bakıyordu. Reid, yanm saat sonra, yanında Dr. Galbraith oldu ğu halde geldi. Doktor, boğazına bakar bakmaz Reid'e döndü. Ba şını salladı ve emrini verdi : — Yata ğına yatırın onu.... XII Haftalarca süren müthi ş bir çalı şmadan sonra böyle sırt üstü uzanıp (yatmak hoşuna bile gitmi şti Robert'in. Böylesine bir istirahat! kırk yıl kal sa hayalinden bile geçiremezdi zira. Ellerini yorganın üzerine öylece bırakıvermi ş, sırt üstü tam bir hareketsizlik içinde yatıyordu. G özleri ile her saat ba şka başka yerlerden odaya sızan güne ş ı şıklarını takip etmekten ba şka hiç bir i ş yapmıyordu. Bilenler bilir : Bo ğazdaki fazla, çok fazla şi şkinlik inip de deri soyulma ğa başladı mı, difterinin ne hükmü, ne de acısı kıymet ta şır artık, ilk günlerdeki ate şli halden sonra gelen bu durum derin bir dalgınlı ğı da beraberinde getirir. Nabız atı şı yava şlar, asap tatlı bir gev şekli ğe kavu şur. Bazı hallerde bu çok ileriye gider, kalb bile çalı şmak istemez gibi olur. O zaman da doktor deri altına şırınga yapma ğa kalkar. Fakat Robert'in bu cinsten de ğildi. Hastalık şiddet ve tehlike hamulesinden —çok şükür— mahrumdu. Zaten doktor da 10 - 15 gün içinde kalkabilece ğini söylemi şti. 282 283 Buna ra ğmen sukutu hayaller ve ümitsizliklerin ötesinde fec i bir mânevi duruma sürüklenmi şti Robert. Ümit ve imanla desteklenen bir ruh tasav vur edin. Gerçi, onda hâlâ sa ğlam inançlar, duygular mevcuttu, ilâhî unsurlarla o lan sıkı ilgisini muhafaza edebilmi şti. Her şeye ra ğmen Tanrı rahimdir, mü şfiktir, kendisini seven, gece gündüz huzurunda dik çökerek ona dualar okuyan bir çocu ğun istikbalini mahvetmez, diyebiliyordu. Fakat istedi ği şey de o kadar küçüktü ki.. Mucize de ğil, sadece küçük bir adalet, çok küçük bir adalet b ekliyordu. Çöküntüsü bekledi ği bu adaletin gerçekle şemeyeceğinden korkmasındandı. Mr. ve Mrs. Lackie henüz o ğullarının yanından dönmemi şlerdi. Mrs. Lackie'nin babasına gönderdi ği kartlardan Londra seyahatinden çok memnun bulundu ğu anla şılıyordu. Kadın, büyük bir iftiharla kocasının «Ada m'ın evine para yatırdı ğını» da yazmı ştı. Bu meselenin cimri Lackie'yi adamakıllı sarmı ş oldu ğu görülüyordu. Mrs. Lackie'nin yazdı ğına göre, seyahat kısa bir süre daha uzayacaktı. Dönü şte haminnenin Kil-marnack'dakı arkabalarında da bir hafta kadar kalacaklar ve haminneyi de alarak Levenford'a gelec eklerdi. Robert'le dedesi takvime bakarak hesabını yaptılar. Onlar dönünceye kadar Robert iyile şip yataktan çıkabilecekti. Sevindiler. ihtiyar Dandie, hastabakacılı ğı da mükemmelen yapıyordu. O ba şlangıç günlerindeki humma nöbetleri sırasında, gecenin her dakikasında bile yanında olmu ştu. Odada terlikîeriyle gidip geldi ğini, ilâçlarını vermek, gırtla ğını temizlemek üzere ba ş ucunda bulundu ğunu bir sis perdesi gerisinden hatırlayabiliyordu. Mrs. Bo-somley'in sesini de hat ırlıyordu Robert. Ona, hastanın yiyebilece ği cinsten şeyler yapıp getiriyordu. Bir tabak peluze, elma suyu v.s. Robert, onu artık bir dü şman gibi görmüyordu. O da insandı. Ve iyi insandı.. Kâinatla hiç bir ilgisi yokmu ş gibi yatıyordu ama, ziyaretçileri de eksik değildi. Dr. Galbraith her gün oradaydı. Az konu şan, so ğuk, hattâ biraz da ha şin görünmesine ra ğmen Robert'e kar şı çok mü şfik tavırlar takınıyordu.

Antonelli'lerde, o maymun muayenesi ile ilgili gari p sahneden Robert'i hatırlayıp hatırlamadı ğını hiç belli etmemi şti. 284 Bir kaç defa da Kate geldi. Eve, çocu ğuna mikrop götürmemek için bahçe kapısından içeri girmemi şti hiç. Murdoch da bir hayli sık geldi, gitti. Onun ziyaretleri Robert'in gururunu ok şuyor, haz duyuyordu. Ayakkabılarını sürüye sürüye yürümelerini, yapmacıklı sözlerini, artık ez berlemi ş oldu ğu kaba şarkılarını, yeni cins karanfillerinin geli şmeleri hakkındaki «resmî tebli ğ» lerini sevmi şti onun. Gavin de, hastalı ğı duyar duymaz ko şup gelmi şti ama, Dandie onu almamı ştı içeri. Tabii, hastalı ğın ona da geçmesini önlemek için. Fakat buna biraz kalbi kırılmı ştı Robert'in. Mamafih, çabuk iyile şmekte oldu ğunu düşünerek tesellisini buldu; nasıl olsa çok yakında gö rü şürlerdi. Artık, geri gitmesi imkânı olmayan bir güne yakla şmakta oldu ğunu hissediyordu Robert. 20 Temmuz'a do ğru gidiyorlardı. Unutulmaz bir tarih o.. Esasen o g üne ka,dar pek anlatılacak bir şeyleri yoktu Robert'in.. Ama o gün.. O 20 Temmuz.. O günü Robert çok seneler hâtırasında ya şatmı ş ve o günü her zaman için bahsedilme ğe de ğer bulmu ştu.. O muhte şem 20 Temmuz'u.... Çar şambaya rastlamı ştı. Ö ğleye kadar hiç bir hâdise olmamı ştı. Yalnız, Robert bir ara giyinip odasından çıkmı ş, bahçede hafif bir yürüyü ş yapmı ştı. Hava da çok güzeldi. Ö ğle yeme ğinden sonra ihtiyar Dandie, arka bahçeye bir iskeml e koydu. Aya ğının altında bir tahta, dizlerinin üzerine de bir b attaniye getirmi şti, îçine sıcak sıcak yayılan güne ş altında dinleniyordu. Bu nekahet devresinin tatlı güne şle kucak kuca ğa istirahat! ne de güzeldi.. Kalbi yerinden fırlayacakmı ş gibi çarpıyordu Robert'in. Ya ğmuru takiben bulutların dağılmasından sonra duyulan ku ş sesleri gibi mutlu, ne ş'e yaratıcı sesler duyuyordu içinde.. Dandie içerdeydi. Eve çeki düzen vermekle me şguldü. Robert, Mr. Lackie'nin hastalı ğım duyunca yüzünün alaca ğı şekli dü şündü. Ortalı ğın karı şıklı ğı onu biraz kızdırırdı herhalde ama, doktorun ücretini Mr . Reid'in verdi ğini duyunca herhalde kızmazdı artık. Robert bu dü şünceler içindeyken cakılta şı dö şenmi ş yoldan ayak sesleri i şitti. Reid'in ayak sesleriydi bu, tanıdı. Hocası, vefakâr ve çileli yakını Mr. Reid, köşeyi döndükten sonra yanına geldi, gülerek çimlerin üstüne oturdu, 285 — Ne haber delikanlı, dedi, daha iyicesin ya? — Çok te şekkür ederim, hocam. Sa ğ olun.. Hemen hemen tamamiyle iyile ştim artık. — Çok güzel.. Fevkalâde.... Çimlerin arasından kopardı ğı bir otu bir iki saniye elinde tuttuktan sonra öte ye fırlattı. Kısa bir sessizlik oldu. Mr. Reid, bir te dirginlik içinde etrafına bakmıp duruyor, kafasından bir dü şünceyi atamıyor gibiydi. — Bravo Shannon, dedi. Çok iyi dayandın. Yen din., înan ki, senin gösterdi ğin so ğukkanlılı ğı ben bile gösteremedim. Ne yalan söyleyeyim? Hastalandı ğın gün a ğlayacak gibi olmu ştum. Fakat sonra dü şündüm ki, sukutu hayalleri de yenmek gerekir. Ha, sahi Robert, Candi de'i okumu ş muydun sen? — Okumamıştım efendim. — Sana getireyim de oku onu. Göreceksin, insan kaderin yardımiyle her konuda nasıl iyi sonuçlar elde edebiliyor.. Çok güzel bir kitap.. Robert, hocasının yüzüne baktı. Bu söylediklerinden hiç bir şey anlamamı ştı. Bir mukaddeme mi yapıyordu Reid yoksa? Kaderin yardımın dan bahsedi şi onu biraz canlandırmı ş, heyecanlandırmı ştı. Bir şey mi vardı acaba? Birdenbire konuya girdi : — Marshall müsabakasının sonuçları bir ha fta sonra ilân ediliyor, dedi. Bir yutkundu. Daha sakin olma ğa çalı şan bir tavırla devam etti : — .... Ama ben Prof. Grant'ı gördüm. Numaraları ve neticeyi ö ğrendim. Aldı ğı ilâçlara ra ğmen kalbi yerinden fırlayacakmı ş gibi olmu ştu Robert'in.... Yumruklarının sıkıldı ğı- ğını, ileriye do ğru atılır gibi bütün vücudunun kasıldı ğını ve gırtla ğının kuruyup tıkanır gibi oldu ğunu hissetti. Reid de, heyecanının farkına varmı ştı. Gözlerini merhametli bir bakı şla Robert'in gözlerine dikti. Onun da içinin kan a ğlamakta oldu ğu besbelliydi. Dudaklarından bir isim döküldü :

— Me Ewan.... 286 Dünya ba şına yıkılır gibi olmu ştu Robert'in.. Demek müsabakayı bu dâhi çocuk kazanmı ştı. Müsabakaları hep dâhi çocuklar kazanırlardı ama , bazıları da ve en fazla kazanması gerekenler, birden hasta olurlar, d ifteriye yakalanırlar ve kazanamazlardı. Bu kaderin bir cilvesiydi i şte. Reid ba şını önüne e ğmiş, çimlerin arasından ot koparmakla me şguldü. Bunu sinirinden yapmakta oldu ğu her halinden belliydi. — Bin üzerinden topu topu 920 numara alabilmi ş.... Bunu küçümseyen bir tavırla söylemi şti. Bu sırada Robert, dedesini hayal meyal farketti. Mutfak kapısından çıkıp arka bahçeye gelm i şti o da.. Durumdan haberi bulundu ğu anla şılıyordu. Reid, geldi ği zaman önce onunla konu şmuş, durumu anlatmı ş, sonra da Robert'in yanına gelmi şti, içinde, bütün dünyayı kapkara gösteren acısı ile Robert hocasına baktı. Ba şı gayri ihtiyari önüne dü şmüştü. Soluk dudakları hafifçe aralandı : — ikinci kim? Kısa bir sessizlik daha oldu. Reid, dudakları acı i le büzülerek konu ştu : — Sen, dedi. Kim olacak? Sen.... Hem de sade ce ve sadece 25 numara eksi ğiyle. Yani bir dersten imtihana giremedi ğin halde sadece 25 numara noksaniyle.. O kadar çırpındım ki Robert.. Senin numaralarının girdi ğin derslere göre ortalaması alınsın diye o kadar u ğra ştım ki, tasavvur edemezsin. Ayaklarına kapanarak yalvardım âdeta.. Okuld a aldı ğın numaraları göstermek istedim onlara. «Fizik imtihanına girsey di 25 de ğil, 95 numara alırdı..» dedim. Fakat hepsi beyhude oldu. Kaideyi bozamayacaklarını söylediler. Belki de box-mak istemediler, Robie... Tekrar derin bir sessizlik oldu. Robert, mâruz kald ı ğı felâketin kesin karakterini hâlâ kavrayamamı ş gibiydi. Kendisi için bir kazanma imkânının daha var oldu ğunu kabul etmek istiyordu. Reid, Robert'in içindeki o öldürücü, kahredici ate şi üflemek istermi ş gibi ilâve etti : / — Gavin üçüncü.... dedi. Senden bir numara noksani yle.. Kafası çok gerilere gitti. Pırıl pırıl mehtan altın da bir göl.. Bir sandalda iki çocuk.. Ve bir ses : «ikimizden 287 biri. İkimizden biri muhakkak kazanmalı.» Bir an kendi şaşkın, peri şan halini unutuverdi Robert. Sevgili Gavin'ini üzüntü içinde düşünmüştü : — Kendisi biliyor mu? — Hayır, daha haberi yok.... O zaman ihtiyar Dandie birden söze karı ştı. Titrek bir sesle : — Gavin'in babası müthi ş bir felâkete u ğradı, dedi. Dedikodu yapmak isteyen bir adam edası ile de ğil, o felâketi kendisi de tatmı ş bir insan tavrıyla söylemi şti bunu. Er geç söylenecek olan bir şeyi, bir an evvel söylemek isteyen bir sesti bu Bel ki de Robert'e do ğrudan do ğruya acımayı onuruna yediremedi ği için, o anda, kendi kederini unutturup, dikkatini ba şka bir istikamete çekmek maksadiyle söylemi şti bunu. Hayret içinde, Robert dedesinin yüzüne baktı kaldı : — Ne oldu dede? — Top attı, yavrum.. Nihayet iflâs etti adamca ğız.... Yeni bir deh şete sürüklenmi şti Robert. Beyninde şimşekler çakıyor, üzerine yıldırımlar ya ğıyor gibi geldi ona. Oldu ğu yere yı ğılıverdi. Gavin'in, o sevgili Ga-vin'inin babası if lâs etmi şti ha? Mahvolmu ş, manen, maddeten yıkılmı ş, bütün itibarını, servetini kaybetmi şti ha? Olacak şey miydi bu Tanrım, olacak şey miydi bu?.... Çocu ğun Marshall imtihanını kaybetmi ş olması bu felâketin yanında hiç bir şey de ğildi. Babasını yer yüzünden her şeyden çok, taparcasına seven, onu Olim-pus da ğı Tanrılarından biri mesabesinde gören bu sevgili arkada şını, kar şısında, gururu lime lime olmu ş, çehresi bembeyaz kesilmi ş bir halde görüyor gibiydi. Hemen gitmeli, onu görm eliydi. Fakat nasıl? Dedesi ile Mr. Reid, bu niyetini duy-s alar imkânı yok yollamazlardı. O halde? O halde onlara hiç haber ve rmemeliydi. Bekledi. Biraz sonra ikisi de içeri girmi şlerdi. Robert, yava ş yava ş yerinden kalktı.

Görünmeden yan soka ğa çıkarak yürümeye ba şladı. Bacaklarının titredi ğini, güçlükle yürümekte oldu ğunu farketmiyordu bile....... Gavin'i bulmak istiyo rdu.. Fakat evde yoktu. Zaten Blair'lerin evinde kimse yo k gibiydi. Ne ev halkından biri, ne bahçıvan, ne hizmetçi.. O resmiyet ifade e den i şaretli lâmba direklerinin 288 arasındaki kapının gerisinde bir felâketin habercis ini iç güdüsü ile hissetti. Kapıyı vurdu. Bir daha, bir daha vurdu. Nihayet üçü ncüsünde Miss Julia'yı kar şısında bulabildi. Julia, sanki yeni bir felâket hab eriyle kar şıla şmaktan korkuyormu ş gibi kapıyı aralık tuttu, arasından ba şını şöyle bir uzattı. Titrek, kederler yüklü bir sesle konu ştu. Gavin Mr kaç gündenberi Ardfillan'-da, arkada şlarının yanına gitti. Ama, telefon etmi şti bugün.. Saat 4 teki trenle gelecekti. Robert biliyordu. Gavin trenden daima Dalreoch'ta i nerdi. Hava son derece sıcaktı. Sokaklarda millet ceketlerini kollarına al mış, gömleklerini sıvamı ş olarak dola şıyordu. Ellerindeki şapkalariyle de yüzlerini yelpazeliyorlardı. Yola çıktı. Halsiz bacaklarını sürüye sürüye gidiyo rdu. Ardfillan treni tam istasyona girerken yeti şmişti. Yine her zamanki yerinde durdu. Gözlerini rayların parıltısına ve etraftan yükselen tozlara d ikmi şti. Tam bu sırada Gavin'i gördü. i şte.. Tren durur durmaz basamaktan atlamı ş ve kar şı tarafa do ğru yürümeye ba şlamı ştı. Robert'i görmemi şti. Yüzü, bembeyaz gökyüzünden daha beyaz, âdeta kireç gibiydi. Ba şını önüne e ğmiş, yürüyordu. Haberi olmu ştu demek, zavallı çocuk.... O sırada istasyon memuru düdü ğünü öttürdü. Elindeki parlak, ye şil bayra ğı salladı. Bir yük treni yava ş yava ş gidiyor, pe şine taktı ğı bir kaç vagonu makasa sokuyordu. İstasyon memuru ye şil bayra ğını sallayarak ona yol veriyordu. Orada duran bir ba şka vagondan da bir arabaya patates aktarılıyordu. Yolcu treni tekrar kalktı. Gavin henüz rayların üze rinde idi ve vagonları makasa sokmağa çalı şan lokomotifin hareketlerinin farkında de ğildi. Ba şı önüne e ğikti hâlâ. Kaldırıp kar şısına baksa lokomotifi görecekti. Üstelik lokomotif in üzerine gidiyordu. Birden Robert yerinden fırladı. Çılgın g ibi haykırdı. Gavin arkada şının feryadını duymu ş, kafasını kaldırınca onu görmü ştü. Bir anda lokomotifi de farketmi şti. Fakat kı-pırdayamıyordu. Bir aya ğı bir demire takılmı ş yahut sıkı şmış gibiydi. Yere e ğilmi ş, bütün gayretiyle çırpmıyor, aya ğını kurtarma ğa çalı şıyordu. Ve lokomotif devâsâ haliyle üzerine yürüyor du. 289 Robert birden fırladı, ko şmağa ba şladı. Bir taraftan da ba ğınyordu. Renksiz çehresinde daha da siyahla şmış gözleri rayların ötesinden uzandı. Robert'inkilerle kar şıla ştı. Tam ö anda lokomotif üzerine geldi. Robert'in ikinci ferya-dıia vakit kalmadan Gavin'in çı ğlı ğı bütün istasyonda çın çın çınladı. Robert'in üzerine kapkara bir sis bulutu ç ökmüştü. Kendine geldi ği zaman etraf kalabalıktı. Sesler, gürültüler, gidi p, gelmeler oluyordu. Makinist kaza için elini kolunu sallıyor, kendisinin bir kabahati olmadı ğını söylemeye çalı şıyordu. Etraftan bazı konu şmalar duyuluyordu : — Çok acı.. Çok acı.... Birisi de : — Babası.... diye ba şladı. Gavin'in intihar etti ğini söylemek istiyordu. Bitkin ayaklarını sürüye sürüye eve döndü. Duvara y apı ştı. Kendisini ölüm derecesinde hasta hissetmesine ra ğmen hiç ses çıkarmadan, karanlı ğın basmasını bekledi. Karanlık bastı ama, o yine uyuyamamı ştı. Üzerine çöreklenen keder bulutlarının baskısı altındaydı, içini bir nedamet kemirmeye ba şlamı ştı. Ne budalaca, ne ahmakça hareket etmi şti.. Kafasına, bütün benli ğine azap veren düşünceler henüz berrakla şmamışlardı. Buna ra ğmen, birdenbire, vücudunu tepeden tırna ğa ürperten bir hissin tesirinde kaldı ğını farketti. Hayatının en buhranlı bir anına geldi ğini görür gibi olmu ştu. Seyahattakiler ertesi gün döndüler. Mr. ve Mrs. Lac kie ile haminne. Robert yatak odasında tek ba şınaydı. Kapıyı da arkadan kilitlemi şti. Dı şarı ile bir irtibatı yoktu. Geldiklerini de seslerinden anlamı ştı. Bir aralıR haminnesinin kendisine seslendi ğini duydu. Cevap bile vermedi. Sonra hiç kimseye görünmeden soka ğa çıktı. A şağı do ğru yava ş yava ş yürüdü. Yolun kenarındaki üç kestane abacının havaya düsen siluet ini şöyle hayal meyal farkettikten sonra Gavin'lerin evini gördü. Dünyanı n her seve, en büvük ölümlere

ra ğmen bile mevcut olan güzelliklerini görmemek ister gibi kapanmı ş pancurlar ona hüzün, hüzün ne kelime, dünyanın en büyük ıstır abını vermi şti. 290 Eve yakla şmıştı. Elleri cebindeydi. Gözleri yuvalarından fırl amış gibiydi ve bitaptı. Parmaklan cebindeki küçük bir madalyaya do kundu. Bu «Mucize Madalyasını ona manastırda, o leylâk a ğacının altında oturdu ğu sırada vermi şlerdi. O zamanlar peri masallarına inanan, dünyay ı güllük gülistanlık gören bir çocuktu. İçinden bir şeylerin kabardı ğını, gelip gelip bo ğazına dayandı ğını hissetti. Bu her şeyden bir nefretti, insanlardan, hayattan, Tanrılardan, her şeyden nefret.. O kutsal yadigârı parmakları arasınd a evirdi, çevirdi ve elini pantolonunun cebinden çıkara rak onu büyük bir deh şet hissiyle uzaklara, tâ uzaklara fırlatıp attı. « Çocukları öldüren, mahveden, kalblerini parça parça eden bu Allah olmaz olsun ..» diye söylendi. Gözleri dolu dolu ol- . mu ştu. Ne Allah vardı bu yer yüzünde, ne adalet.... Bü tün ümit namevcuttu artık. Ortada, sadece, insanlara meyd an okur gibi duran, bo ş, derin bir gökyüzü vardı. Gerisi lâfü. güzaftı. Gavin, o zavallı, o pırıl pırıl, altın yürekli Gavi n odasındaydı. Yata ğında yatıyordu. Derin bir uyku uyuyordu. Ebedî uykusunu. ... Uzun bir rüyaya dalmı ş gibiydi yüzü.. O temiz, o saf, o güzel yüzü.. Ve Al lah vardı gökyüzünde ve adalet vardı yeryüzünde, öyle mi? Gözleri kapalıydı . Yüzü sakin, lekesizdi ve hâlâ va.kur ve hâlâ azim vardı çehresinde.... Julia Blair'in gözleri kan çana ğına dönmü ştü. Hâlâ da a ğlıyordu. Katıla katıla, hıçkıra hıçkıra a ğlıyordu. O kahrolası demirler arasına sıkı şan ayakkabısını gösterdi Robert'e. Baktı : Aya ğım kurtarmak için çırpınır-ken topuk hemen hemen kopacak dereceye gelmi şti.. Evet.. Teslim olmamı ştı o.. Kar şısındaki Allah bile olsa teslim olmamı ştı ona. Daldı ğı derin uykusunda, hâlâ, ma ğlûp edilemiyenlerin, o boyun e ğmeyenlerin cesaretiyle doluydu. ÜÇÜNCÜ KISIM I Gözü bir çocu ğa ili şti : Luke'dü bu, Kate'in o ğlu.. Ba şında Acedemy'nin yeni mavi kasketi vardı. Kapıda, okula yeni ba şlamı ş bir çocu ğun ma ğrur tavriyle durmuş, babasını bekliyordu. Seneler ne de çabuk eecivor- du.. _Yıldırımla vurulmu ş gibi hissetti kendini. Ya Rab-bi.. ihtiyarlıyor mu ydu yoksa.... 17 yaşına gelmi şti. 291 Şubattı. Bir ak şam fabrikanın o büyük kapısından çıkıyordu. Yer, ka baralı potinlerinin altında takır takır ötüyordu. Sokak lâ mbalarının etrafı donuk ı şık daireleriyle çevrilmi şti.... — Bana bir penny ver Robie.... Gürbüz, kırmızı yanaklı, güzel bir çocuk olmu ştu Luke.. Ko şa ko şa yanına gelmi şti. Gözleri ı şıl ı şıl parlıyordu. Robert, ya ğlı kirli tulumunun ceplerini karı ştırdı. Buldu ğu parayı uzattı : — Ama «lütfen» demen lâzım.,.. — Lütfen.. — Senin ya şındayken bana kim para verirdi böyle, biliyor musun? Para veren insanların mütehakkim edası vardı Ro-ber t'de ama, Luke, hiç oralı değildi. Gözünü paraya dikmi ş, ilgilenmiyordu bile onunla.. Ama ne zararı vardı.. Ona para vermek, onu alıp cumartesi günleri maça götürmek, hayatının en büyük tesellilerinden biriydi. Senelerin yükü altın da şimdiden a ğırla şan, ıstırapla dolu ve artık bitmi ş, tükenmi ş saydı ğı hayatının.... Sonraları, bazan maçlarda, onu da keder dolu a ğırba şlılı ğını bir tarafa atarak çılgınca alkı şladı ğı, Luke'e beraber oyunları te şci etti ği yine de olmu ştu ama.... Yanından ayrılırken ba şını çevirip : — Be ş dakikaya kadar baban çıkar, dedi. Beni biraz erken bıraktı bu ak şam... Arkasından : — Konsere mi gideceksin? diye seslenmi şti Luke. Robert ba şını sallamı ştı ama, görmemi şti çocuk. Düşünceler içindeydi yine. Buz tutmu ş çayırda yürüyordu. Dalgınlı ğı yüzünden daha rahat adım atabiliyordu bu çayırda. Bu ak şamı dü şündükçe, kendisini mahveden, o bitmez tükenmez yorgunluk bile üzerinde n kalkıyordu. Yemeği yer yemez sofrada uyuyup kalmayacaktı bu gece.

Dalgınlı ğı devam ediyordu. Karanlı ğın içinde kapkara bir hevula gibi yükselen Mukaddes Melkâike Kilisesinin önünden geçerken, her zamanki küfür yüklü hareketini, yumru ğunu sıkıp kiliseye sallamayı bile unutmu ştu. Sonra, hatırladı; hem manastın, hem de Rahip Rorch'u : 292 Gavin'in ölümünden sonraydı. Academy'yi bırakmak üz ereydi. Bir gün Rahip Roche onu evine ça ğırdı. Dostça bir tavırla onu içeri aldı, elleri cüb besinin ceplerinde, bir a şağı, bir yukarı, odayı bir süre ar şılandık-tan sonra Robert'e döndü : — Azizim Shannon, dedi. Bütün bunlarla belki d e Allah seni deniyordur, sana, takip edece ğin yolu göste-riyordur... Siyah gözleri Robert'e kar şı merhametle ı şıldıyor-mu ş gibiydi. Robert önüne baktı, cevap vermedi. Bu susu ş manalıydı ve Rahip bunu anlamı ştı : — Fabrikada mı çalı şacaksın? — Öyle.. Ba şka çıkar yol göremedi ğim için tabii... — Burası küçük bir kasaba., insan burada ba şka i şler için pek imkân ve fırsat bulamaz. Haklısın galiba ama... Biraz durdu Kısa bir dü şünce ânı ya şadı : — Rahip olmayı hiç dü şündün müydü Shannon? — Evet... — Rahiplik çok iyidir. Fevkalâde bir hayattır yavr um.. Tann'nın sevgili kullarından biri olarak Tann'ya hizmet etmek kadar güzel, zevkli ve şerefli hiç bir i ş yoktur. Ate şlenen gözlerini Robert'in üzerine dikmi şti : — Seni kandırmak, oyalamak istedi ğimi zannetme. Bo ş vâidlerle bulunmam ben. Fakat durum şu : Fakir ve kabiliyetli çocukların rahip ola rak yeti ştirilebilme-lerine, bu tahsili almalarına sarfedilm ek üzere ayrılmı ş bir para var. Çok bir şey olmadı ğı için, seçilen adaylar da az tabii. Fakat seni normal adaylardan ayırıyorum ben. Zaten senin i çin piskoposlu ğa da yazdım. Eğer kabul edersen seni derhal alınz. Hemen gelecek h afta içinde de Rahip Okuluna ba şlarsın. Robert bir süre cevap vermedi. Utanıyordu. Zira bil iyordu ki, Rahip Roche, bu teklif üzerine onun derhal atılıp boynuna sarılması nı bekliyordu. Filhakika 6 ay önce olsaydı, bu olurdu. Fakat bu 6 ay içinde her şey o kadar de ği şmiş ve bu her şeyle birlikte Robert'in iç dünyası da o kadar de ği şmişti ki.... Eskiden içinden fı şkıran o ate şin yerini şimdi bir bozkır kuraklı ğı, koyu bir acılık almı ştı. 293 Rahip gülümsüyordu : — Eee.. Ne dersin bu i şe bakalım Shannon?.... — Maalesef efendim.... Kelimeler dudaklarından zorla dökülüyordu. Tekrar e tti : — Maalesef kabul edemeyece ğim.... Rahibin çehresi hayretten takallüs etmi şti. Şaşırmı ştı. Çabuk çabuk konu şarak : — Peki rahip olmak istemiyor muydun sen? — Evet, dedi Robert, istiyordum, istiyordum ama, e skidendi o. Şimdi istemiyorum. Ortaya derin bir sessizlik çöktü. İçinde ya şadı ğı haleti ruhiyeyi ilk defa anlıyor gibiydi. Fakat kurnazdı, belli etmiyordu. S ukutu hayale u ğradı ğını göstermemek için bir hayli gayret sarf etti ve ona, ikna edici, a ğır bir tonla, Allah u ğruna hasredilen hayatın insana verece ği saadetleri, mânevi hazları anlatma ğa koyuldu. Robert'-in gözleri önüne geni ş ufuklar açma ğa çalı şıyordu. Meryem Ana Kilisenin hiç bir kar şılık beklemeden, parasız olarak ilim ve irfan dağıtmakta oldu ğunu ileri sürdü. Tatlı hülyalara dalmı ş gibi yaparak Valladoild'de, iskoç Kolejinde ya şadı ğı ö ğrencilik yıllarını ballandıra ballandıra anlattı : isterse, arzu ederse, tabii oraya gidebilirdi Rober t. O Papaz Okulunun binalarını, ispanya manzaralarını şairane bir üslûpla tasvir etti. Bir asmadan bahsetti. Güne şli günlerde altında yatıp ö ğle uykusu çeker, bir yandan da âdeta a ğzının içine dü şen leziz, nefis üzümlerden yiyerek hararetini giderirmi ş. Rahip, bundan bahsederken ciddiyetini nasılsa boz muş, biraz gü-lümsemi şti.

Bu tatlı hikâyeler kar şısında Robert, havasının de ği şir gibi olma ğa ba şladı ğını hissetmi şti. Rahip Roche'a kar şı da daima sevgi ve hayranlık duymu ştu. Hele yaşadıkları o heyecanlı hava içinde, onun, insan gönlü nü fethetmesini bilen iyi kalblili ği kar şısında mukavemet etmesine pek de imkân yoktu. Fakat içinden gelen bir his ona iradesini kullanmasını, bütün cazibesin e ra ğmen bu tekliflere boyun eğmemesini emrediyordu. Dudakları solmu ş, kupkuru olmu ştu. Son bir gayret sar-federek : 294 — imkânsız, efendim, dedi. istemiyorum. Daha uzun, daha manidar bir sessizlik oldu. Rahip R oche, bu defa, de ği şik bir tonla, biraz sertlik ta şıyan bir ifade ile konu şmağa ba şladı : — Şüphesiz kendisine ait bir i şte kararı sen vermelisin. Sana tesir etmeyi aklımın kenarından geçirmem. Fakat şu noktayı tebarüz ettirmeden de geçemeyece ğim : Hem mânevi, hem de maddî de ğeri büyük olan böyle fırsatlar insanın eline kırk yılda, hattâ belki de ömründe bi r defa ancak geçer. Sonra, unutmamalısın ki, elimizdeki bu yeri ilelebet bo ş tutmamıza da imkân yok. Cenab-ı Hakka dua et. Sana en iyi yolu göstersin. C umartesi günü de gel, bana nihai kararını bildir. Cumartesi oldu ama, Robert papazın evine gitmedi. R ahip Roche'a meydan okumak suretiyle bu cesareti gösterebilmesine kendi de şaşıyordu. Fakat içindeki isyan tohumları sür'atle ye şeriyorlardır Madem ki Allah onun âlim olmasına müsa ade etmiyordu, önünde diz çökerek papaz olsundu? Artık papazlıktan nefret ediyordu. «Papaz olmayayım da ne olursam olayım..» diyordu. Bu şartlar altında fabrikaya girmek dü şüncesi ona çok cazip gelmeye ba şlamı ştı. Yenilgi hissi ve acı ıstıraplar içindeydi. Kafasınd a yeni ve korkunç fikirler uyanıyor, kendisini, kaderin reva görebilece ği en büyük felâketlere ve bir an evvel atmak istiyordu. Bütün iste ği, dünyada, maddî ve mânevi hiç bir şeye kıymet ve önem vermedi ğini göstermekten ibaretti. Şimdi bu hâdisenin üzerinden tam birbuçuk sene geçmi şti. Bu dü şüncelerinin ço ğu hareretini kaybetmi şti. Durumunu yine parlak görmüyor, tersine fecî bul uyordu ama, yava ş yava ş kuvvetten dü ştü ğünü, cesaretinin de azalmakta oldu ğunu farkediyordu. O kadar can-ü gönülden istedi ği, buna mukabil de daima kendisinden kaçar göründü ğü zengin ve parlak yarınları asla fethedemeyecek mi ydi? Yolda bunları dü şünüyordu ve devam etmek, bir neticeye ula şmak istiyordu. Fakat tam Drumbuck yoluna saparken, kö şe ba şının karanlı ğı içinden çıkan bir adanı ona doğru geldi. Selâm verdikten sonra da yanında, onunla birlikte yürümeye ba şladı. Gölgesiyle de ona a şina gelen bu insan ihtiyar Dandie'den ba şkası 295 değildi. Zavallı anneannesinden miras kalan, boynunun borcu dedesi.... ,— Bu gece hava biraz so ğuk, Robert.... Cevap olarak a ğzının içinde bir şeyler geveledi. Kendi kendine bu saatte burada ne i şi var acaba? diye dü şündü. Bir hafta kadar evvel de i şçiler Meyhanesinin kapısında, bir sürü i şçi çocu ğu kar şısına almı ş, onlara kadınların seçme ve seçilme haklarına dair bir konu şma yaparken görmü ştü. — Acaba bana biraz borç para verebilir misin, o ğlum? Çok bir para da de ğil, 6 peni.. Postaya mektup ataca ğım da.. Talebinden ho şlanmadı ğını göstermek için sesini çıkarmadan yoluna devam e tti. Şimdi de bir müsabakalara katılma i şi çıkarmı ştı Dandie. Gününün yarısını bu i şe veriyordu. Ve her halde onun «Yeni Devir» dedi ği şeye dahildi bu., ömrünün son demlerini teminat altına almak için zengin olmak is tiyor anla şılan. Onun gibi birisi için hiç de zor i ş de ğil bu.. Muntazaman umumi kütüphaneye devam ediyor, okuma odasındaki gazetelerden, ne kad ar «para ve servet» vaad eden ilânlar varsa, onları, o çıtkırıldım kütüphane me-m uresi hanımın gözleri önünde, çok masum tavırlarla gizlice kesiyordu. Bunlar, kon u bakımından birbirlerinden o derece farklı ilânlardı ki, insan, görmeden mümkün değil inanamazdı. Sonra, eve gelince, bu kes-tiklerindeki bo ş kelimelerin yerlerini dolduruyor, manzumelere son mısralarını buluyor, kafiyelere kafiyeler uydur uyor, derginin verdi ği altı harften koca bir lügat listesi çıkarıyor ve yazdı ğı bir yı ğın mektupla birlikte bunları postalıyor, gönderiyordu. Ne zaman torununa merdivenlerde rastlasa hemen yana şır, cebinden çıkardı ğı kâ ğıdı göstererek :

— Şunu bir kere lütfen dinler misin, Robie? dedikten s onra da öksürükle genzini temizleyerek ba şlardı : Lonılra'lı güzel kadın Neden sıkar pabuçların Gelin ce bir kaldırıma Dururdun bir iki dakika Arkasından kendi yazdı ğı mısraı kasıla kasıla okurdu : 296 Onları çıkarırdın.... Fakat gönderdi ği mektuplar, posta kutusuna girer girmez ate şe dü şen kar tanecikleri gibi erir, kaybolurdu. Kendisine bir şey çıkmadı ğım görünce de, bu şiir bilmecelerinin dünyanın en büyük sahtekârlı ğı oldu ğu nü, yapanların dolandırıcı olduklarını söylerdi. Fakat yine de vaz geçmezdi. Bu sefer de ba şka çeşitlerine merak sarardı. Zira en kuvvetli gerekçesi, Ardfillan'da bir marangozun bu bilmecelerden bin lira kazanmı ş olması idi. Şimdi de karanlıkta giderlerken kazanmak ümidinin ve rdi ği kuvvetle konu şuyordu : — înan ki müsabakada kazanınca verece ğim Robie.. Postane yedide kapanacak, yarın da son gün. Gönde-remezsem.... Robert birden lâfını a ğzına tıkadı : — Metelik bile vermem sana.. Sonra sana bir şey daha.. Şimdi eve gidince do ğru odana çıkıp yatacaksın, anladın mı? Kırk yılın ba şında, bu gece bir soka ğa çıkaca ğım. Bir saçmalık yapıp i şimi alt üst edersen kafanı kırarım vallahi.... ihtiyar tek kelime söylemedi. Boyun e ğen, itaat eden, daha do ğrusu buna mecbur olan bir insan susu şuydu bu.. Dandie'nîn bu «yeni devir» inde edindi ği en kötü huy ceza korkusuydu. Küçük bir çocuk gibi cezadan k orkuyordu. Eve girdiler, ihtiyar adama biraz da sert çıkı ştı ğı için Robert üzülmü ştü ama, iyi ki daha kırıcı bir şeyler söylemedim, diye geçirdi içinden. Arkasından baktı. Tıpı ş tıpı ş merdivenleri çıktı ihtiyar. Fakat artık nefes darl ı ğı vardı. Bir merdiven çıkarken nefes nefese kalıyordu. Rober t, kapısını kapatıncaya kadar bekledi. Sonra da içeri, odasına girdi. Mr. Lackie sofraya oturmu ş, margarinli ekme ğini yiyordu. Sakalları ya ğ içinde kalmı ştı. Ba şını sallayarak Robert'e belli belirsiz bir selâm ve rdi. Robert, elindeki ve yüzündeki kirleri şöyle bir muslukta temizledikten sonra geldi, yerine oturdu. Yeme ği «saklanmı ş» ti. Haminnesi alıp getirdi. Bir yıldanberi Robert'e bakmak sorumlulu ğunu yüklenmi ş olan haminne bu sayede, daha bir canlanmı ş, " uvvetlenmi şti. Dinçle şmiş gibiydi. 207 Zavallı anneannesi bir yıl evvel Ölmü ştü. Evin bütün ruhu, kalbi, kafası olan anneannesi. Bir kı ş gecesiydi. Mr. Lackie, Adam'dan gelen, para ile il gili bir mektup yüzünden kavga çıkarmı ştı. Kadınca ğız o gece birdenbire gözlerini hayata yumdu. Hastaydı, ama, bunu bütün gözlerden saklamı ştı. Kendinden ba şka kimse bilmiyordu. Robert, biraz kendine de kabahat buluyo rdu. Bazan, anneannesi heyecanlanır, bir a ğrıyı dindirmek istiyormu ş, yahut da dü şmek üzere olan kalbini tutuyormu ş gibi eliyle gö ğsünün sol tarafını bastırdı. Bu hareketi son zamanlarında bir hayli de sıkla şmıştı. O ak şam, kavgadan sonra Robert, onu misafir odasında bul duğu zaman yine öyle kalbini bastırıp duruyordu. Yüzü mosmor kesilmi şti. Güçlükle nefes alıyordu. — Sen fenasın, anneanneci ğim, doktor getireyim.. Nefes alamadı ğı için zorla konu şabildi: __ İstemez yavrum, dedi. Büyükbabam bo şuna telâ şlandırmayalım.. Fakat durumu ciddi görmü ştü Robert : — Hayır, dedi, hiç de iyi görmüyorum halini. Getir ece ğim. Koşa ko şa Dr. Galbraith'e gitmi ş, alıp getirmi şti. Geldikleri zaman kadınca ğız komaya girmi ş, kendinden geçmi şti. — Ümitsiz.... Doktor bu fecî te şhisi koydu ğu zaman parmaklarının arasındaki nabız artık pek zayıflamı ş bulunuyordu. Mr. Lackie, şaşkın bir haldeydi. Fakat yine de, para gidecek diye ödü patlıyordu. Doktora endi şe dolu, titrek bir sesle sordu : — Şey.. Yarın da gelmeniz gerekecek mi, Doktor b ey? Dr. Galbraith, sinirli sinirli : — Hayır, dedi ve arkasını döndükten sonra da ilâve etti, zira yarına çıkmayacak. Fakat meraklanmayın, morga kaldırılmasına lüzum gös termem..

Zavallı anneannesinin vücudunu, morgun so ğuk, buz gibi masalarından birinde öyle çırılçıplak, ölü durumda tahayyül eden Robert'in tü yleri diken diken olmu ştu. 298 Fakat Mr. Lackie, haftalarca sonra bile, cenazeye g elmi ş çelenklerin çoklu ğunu hatırlıyor, gurur duyuyordu. Yalnız, Mrs, Lackie'ni n onu bırakıp gitmi ş olmasını da bir türlü aklı alımyor, bu gerçe ği kabullenmek istemiyordu. Üzgün bir tavırla, ço ğu zaman : — Her zaman «Ben ölürüm de sen yine ya şarsın,» derdi, diyordu. Robert, bir şeye pek hayret etmi şti. Mr. laçkie karısının e şyalarını Batmamı ştı, Her pazar günü, ö ğleden sonra, yatak odasına giriyor, zaten bir iki t aneden fazla olmayan bu elbiseleri dolaptan çıkarıyor, ter temiz fırçalayıp tekrar yerli yerine asıyordu. Karısını arama ğa ba şladı ğı besbelliydi. Robert de aynı durumdaydı. Etrafında pervaneler gib i dönen anneannesinin kıymetini sa ğlı ğında takdir edememi ş olmanın verdi ği üzüntü ile kahroluyordu. Robert'in bir kulu kölesi olmadı ğı kalmı ştı zaten Aile içinde birli ği muhafaza için nasıl da çırpınırdı. Kocasını idare etmek, o k orkunç, hastalık derecesindeki cimrili ğinin hafifletmek için ne kadar didinirdi. Zavallı u çuk çehreli, mert, kendini evine, ailesine esir etmi ş kadınca ğız.. Anneannesi elbette kusursuz bir insan de ğildi. Paraya kar şı olan a şırı düşkünlü ğü ona sert ve aksi bir hal veriyordu. Bunda, kocası nın cimrili ğinin de rolü pek çoktu herhalde ama, ne de olsa, öyleydi. R obert, okula gitti ği senelerde, ücret olarak ödenmesi gereken bir kaç şilini bile vaktinde vermez, nihayet müdür sınıfa gelip gözlerini ona diker, «Bu sınıfta ücretini ödemeyen biri var..» derdi. Robert, o anlarsa yerin dibine g eçerdi. Sonra, meselâ, sigorta memuru, Dandie'nin sigorta tak-sidini tahsi l için geldi ği veyahut ta kendisi, dalgınlıkla yeme ği yakıp ziyan etti ği zamanlar üzüntüsünden ölecek gibi olurdu. Hiç ü şenmez, yorgunlu ğuna, sıhhatinin bozuldu ğuna aldırmaz, bir keçe parçasını, hafif sabunlu bir suya şöyle daldırıp çıkardıktan sonra koca evi bodrum katından tavan arasına kadar silerdi. Bütün bu cimriliklerine ra ğmen, Robert, onun çok iyi, çok insan, çok mübarek bir ka dın oldu ğunu dü şünürdü. Fakat, onu o şekilde dü şünerek kederlenmek de istemiyordu artık. Zaten yete r derecede üzüntüsü vardı. Onun için anneannemi, hep, yazları, yolculuk arefesin- 298 de, kürkünü güne şte silkeleyip kendi kendine tebessüm eder hali ile gözlerinin önüne getirmeye çalı şırdı. — inanılır gibi de ğil vallahi, rezalet.... Bunu büyükbabası söylemi şti. Robert, dalgınlı ğından bu sesle silkindi. Mr. Lackie, margarinili ekme ğinden iri bir parçayı di şleriyle koparırken, tatlı bir gülü şle Robert'e bakarak bunu söylemi şti. Eve, hatırı sayılır bir para getirmeye başlayalıberi Robert'e açıkça sevgi gösteriyor, bazı a kşam yemeklerinde onunla dertle şe-cek kadar iyi davranıyordu. Devam etti : — Ne olacak, bu dünyanın hali bilmem? Şu tereya ğının bu kadar pahalıla şaca ğı kimin aklından geçerdi ki.. Libresi onbir buçuk pen ny. Olacak şey mi yani?.. Bereket versin şu margarine.. Pekâlâ tereya ğının yerini de tutuyor yani. Tadı aynı, üstelik daha da besleyici.... Haminne önüne çayım almı ş, ba şını kaldırmadan örgüsünü örüyordu. Ebedî bir istikrar sembolü gibiydi. Hiç de ği şmemişti. Zindeli ğinden hiç bir şey kaybetmemi şti. Bir i şçi bulma bürosunun aracılı ğiyle bulunan ve sadece gündüzleri gelen bir hizmetçi kızla evin bütün i şlerini hallediyordu. Tabii, bu hizmetçi i^i bir hayli güç olmu ştu Mr. Lackie, cimrili ği yüzünden annesinin bu teklifine kar şı koymak istemi şti, fakat kadın adamakıllı dayatınca susmu ş, durmuştu. — Adam'dan bir haber çıkmadı hâlâ.... Böyle olmaz.. Kate'le Murdoch'a da söyledim, pazar'a gelecekler, bu i şi konu şaca ğız. Sen de bulunursan iyi olur Robert.... Robert «olur» der gibilerden ba şını salladı, yeme ğine e ğildi. Çatalıyla i şaret ederek haminnesinden biraz daha lahana istedi. Yeme ğin ya ğı biraz azdı ama, bol olması iyiydi. Zaten, haminnesi de ona daha yemek v ermeye niyetli görünmü ştü. Robert'le haminnesi arasında bir süredenberi gizli bir anla şma var gibiydi. Bu da şüphesiz, Robert'in ev içindeki mevki ve itibarının yükseldi ğini gösteriyordu. Nasırlı elleri, kırık tırnakları, o b itmez tükenmez yorgunlu ğu ve

artık şüphelenmeye ba şladı ğı öksürü ğü gibi, bu durum da, ona, içinde kederlerin gizli bulundu ğu bir memnuniyet veriyordu. Yemekten sonra yukarı çıktı. Sophie Gait, Dandie'-n in yeme ğini odasına götürmü ş, evine dönmeden evvel 300 Robert'in yata ğını düzeltiyordu. Sophie, Vennel'de oturan kalabalı k bir ailenin kızıydı. Robert'le ya şıttı. Geni ş, ablak çehreli, kısa boylu bir kızdı. Bodur bacaklarım örten saten entariyi haminne ona yapmı ştı. Biraz da şaşıydı, insana hep gözünün ucu ile bakıyor gibi gelirdi. Bir gün o daya ani olarak girdi ği zaman kar şıla ştı ğı manzara Robert'i adamakıllı şaşırmı ştı. Şaşılı ğına üzüldü ğünü kızı, başında Mrs. Lackie'nin bir şapkası oldu ğu halde ayna kar şısında kırıtırken bulmu ştu, Içi-ne dokunmu ştu. — Bu gece konsere gidiyor musun, Sophie? — Hayır, dedi. Bizim gibiler nereden bulacak öyle yerlere bileti.. Yastı ğı hafif bir vuru şla düzelttikten sonra devam etti : — Babam kulüpten bir tane uydurmu ş. Belki onu da görürsün orada.. Yatak i şi bitmi şti. Gözleriyle odayı şöyle bir taradı. Sonra da Robert'e bakarak : — Ba şka yapacak bir şey yok galiba, de ğil mi? — Hayır, Sophie, yok.... Bir adım attı, yorganın üzerine son bir defa daha v urdu, öksürdü, gö ğüs geçirdi ve nihayet odadan çıktı. Robert'in konser hazırlı ğı öyle uzun sürmeyecekti. Eskiden kendisine, kılık kıyafetine çok dikkat etti ği halde, son iki sene, bu ilgiyi, bilhassa ilgisizl ik haline getirmi şti. Gömle ğini çıkardı. Upuzun boyu, içindeki kaburga kemikler i görünen sırtı meydana çıktı. Temiz bir gömlek giydi . Ayna kar şısına geçti. Esmer bileklerini, parlak sarı saçlarını ve renksiz çehre sini şöyle bir süzdü, inatçı bir ruh haliyle kravat takmama ğa karar verdi. Birçok i şçilerin yaptı ğı gibi boğazına bir atkı atıp sıkı dü ğüm yaptı. O da i şçiydi, hattâ Fabian'dı. Utanılacak bir şey yoktu ki bunda.... Artık hazırdı. Konsere gidebilir hale gelmi şti. Dedesinin odasına geçti. Kenarları yaldızlı, me şin kaplı kaim bir kitap okuyordu. Bir elinde de, te psiden aldı ğı bir parça peynirle ekmek vardı. Koltu ğuna gömülmü ştü. Gözünü kitaptan ayırmadan, elindeki peynir ekmekten bir lokma ısırd ı : 301 — Allah, Allah, dedi, amma da garip şeyler oluyor. Bak yahu Robert, insanın içinde on metre barsak varmı ş meğer.. Daha uzaktan insanın içine ürperme veren bu kitap p ahalı bir şeydi. Kar şıdaki duvara dayalı duran, hepsi aynı tipte, sıra sıra ki taplardan biriydi ve bir ay kadar evvel Dandie'nin adıaa «Ocakba şı Tıp Ansiklopedisi Şirketinin mümessil ve satı ş memuru» titr'iyle gönderilmi şti. Kitapların içinde bulundu ğu paketten bir tomar da el ilânı, pankartlar çıkmı ştı : Sevdiklerinize kar şı görevinizdir. — Binden fazla kesit ve foto ğraf.. — 44 çe şit zehire kar şı ilâçlar. — Herkesin konu ştu ğu diller. — Heyecanlı, açık bir eser. — Kendi gözün üzle görün, bize hiç para yollamayın, mümessilimizin haftada bir size u ğrayacaktır. — Dede, bir yandan şehrin kuytu kö şelerinde ev ev iola şıyor. Bir yandan büyük bir merakla tıbbî bilgisini artırma ğa u ğra şıyor, Robert de bu arada bir şeyin farkına varıyordu. Dandie, para göndermekten ziyade hesap makbuzu doldurmakta maharetli idi. Bu sırada Robert'in gözüne, masanın üzerinde, kâ ğıtlar arasında bir mektup ili şti : «Muhterem efendim, Taleb-i âlinizi is'af hususunda istical göstererek size derhal, Leveiford nam kasaba-i kadîm-i hümâyunun Umur-u Sıhhiye Müdüriyet i gibi mes'ul bir mevkii i şgal eden damadımın ismini veriyorum. Beni ondan sor abilirsiniz.» Sonra bir mektup daha.. Bunun ba ş tarafında sadece «Hanımefendi» kelimesi var ama, daha tehlikeli bir şeyi i şaret ediyor o. Dedenin saçları artık tamamen beyaz oldu gibi bir şey. Hani saçlarda normal renk olarak hiç bir şey kalmaz da insanlar, merhamet saikiyle «gümü şî saç» diye bahsederler ya, öyle oldu i şte Vaktiyle hiç bir kuvvetin bükemeyece ği o heybetli vücut da öyle bir çöktü ki, ceketi, pantolonu her t arafından çuval gibi

dökülüyor. Fakat mavi gözleri ihtiyarlı ğından beklenmeyecek derecede parlak, yüzü de ikide bir renk de ği ştiriyor. Erkekli ğinin garip bir sembolü olan burnu bile eski rengim ve irili ğini kaybetti, yumu şacık bir şey oldu. Robert, dedesinin, hayatındaki hüzünlü bir virajı aldı ğını bili- yor artık. İnsan hayatındaki bu ça ğ tıp ansiklopedilerinde meraklı vs bol resimlerle anlatılır, Mrs. Bosomley de onun için sa dece uzaktan uza ğa selâmla şılan bir ahbap haline geldi. Kadınlar arasında bulu nmaktan çok haz duyan Dandie'nin bu merakı, şimdi küçük okul kızlarına, ilkokul ça ğındaki sübyanlara aktı. Onları mezarlık yolunda durdurup, ho şlarına gidecek sözlerle güldürüyor, onların cıvıl cıvıl kahkahalariyle mest oluyor. Bütün bunlara ra ğmen ihtiyarlı ğını kabul etmiyor o.. Tersine, eskisinden daha güçlü kuvvetlilik taslıyor.. Küheylanlar gibi kendi ni şi şirip bir bakı şı var ki. îkide bir ma ğrur bir tavırla gö ğsüne yumrukla vuruyor, «Bak Robert, bak.. Halis iskoç me şesidir bu..» diyor.. « Şehir meclisine adaylı ğımı koysam..» Kahkahalarla gülüyor. Bereket versin gülüyor. Demek kendisi de o lmayacak bir i şten bahsetti ğinin farkında.. Ve ilâve ediyor : «Bir sene sonra i dare meclisi ba şkanı yaparlar beni, vallahi..» — Dede.... — Buyur, evlâdım.... Robert bekliyor. Ona bakmasını bekliyor. Nihayet ba şını kitaptan kaldırıyor Dandie. Ak şamki kızgın sözlerine pi şman oluyor Robert o anda ve bu sefer azarlamıyor. Bilâkis, son zamanlarda daha da gülünç le şen gururunu ok şayarak ondan bir vaad alma ğa karar veriyor : — Ben konsere gidiyorum. Sen bunu suistimal etme ye tenezzül etmeyecek kadar dürüst ve olgun bir adamsın. Ben gelene ka dar buradan hiç bir yere kıpırdanmayaca ğına söz veriyor musun bana? Kitapta kaldı ğı yere parma ğım koyarak, gözlüklerinin altından memnun olmamı ş bir eda ile Robert'e bakıyor : — Tabii, evlâdım tabii. Noblesse oblige.. (Asilli ğin sanaldandır.) Artık merak etmemesi lâzım Robert'in, hiç merak etm emesi lâzım. Veda ediyor dedesine, kapısını kapıyor ye onu «Kalınbarsak hast alıkları» konusundaki etüdü ile ba şbaşa bırakıyor.... 302 303 II Levenford Orkestra Derne ğinin her Per§embe ak şamı verdi ği alelade konserlerden değildi bu.. Yeni yapılacak bir hasta haneye para temi ni maksadiyle «yüksek himaye» de düzenlenmi ş, ola ğanüstü bir konserdi. Ana caddede, Academy Okulunun biti şi ğindeki şehir kona ğında veriliyordu. Robert gitti ği zaman bir sürü insanın, birbirlerini omuzlaya omuzlaya kapıdan içe ri girmekte olduklarını gördü. O da kalabalı ğa karı ştı. Salona girerek, balkonun altındaki en son sıralardan birine azametle kuruldu. Havagazı ile ay dınlatılmı ş olan salon şimdiden nefesle ısınmı ştı ve konu şmalardan mütevellit büyük bir u ğultu vardı. Reid, istedi ği kadar en ön sırada, kendi yanında ona yer ayırmı ş olsun, onun yeri burasıydı. Öyle dü şünmüş, öyle karar vermi şti. Ne olursa olsun, tek ba şına oturmak istiyordu. Bu ak şam duyaca ğı heyecanı kimsenin bilmemesi, anlamaması, hattâ hissetmemesi lâzımdı. Büyük adam olamayan ve hiç olmazsa şimdilik bir hiç olarak kalmayı tercih eden bir insanın kayıtsız tav-riyle etrafı süzüyordu. Sa lon o kadar dolmu ştu ki, krem rengi boyalı i şlemeli duvarların önüne, palmiyelerin arasına iskem leler koymak gerekti. Salonu dolduran büyük kalabalı ğın arasında Kate'le Jamie'yi de görüyordu. Salonun ortalarında bir yerde, yanyana o turuyorlardı. Mr. McKellar da oradaydı ve göze çarpmak için azametli bir tavır ta kınmı ştı. Bertie Jamieson'u da gördü. Parlak saçları, yüksek yakalı ğı ile dikkati çekiyordu. Yanında gayet şık giyimli iki de genç kadın vardı. Sir Thomas ve Lady Marshall'la bir sürü kellifel şehir meclisi üyesi en ön sırayı i şgal etmi şlerdi. Reid'le bütün yakınları da oradaydılar. Alis on'un annesi, musiki hocası Miss Cramb dahil.. Sonra, uzu n kafalı, sivri akça sakallı birini daha gördü Robert, îsâ piyesinin ünlü rejisö rü ve Winton Orfeus Korosunun şefi Dr. Thomas olmalıydı.

Reid, ikide bir arkasına dönüyor, birini arıyormu ş gibi bakmıyordu. Ba ş denizinin üzerinden hocasının yüzünü gayet sarih şekilde görüyordu. Arada bir sabırsızlıkla elini sarı bıyı ğına götürüyordu (Son zamanlarda bıraktı ğı bu bıyık ona gösteri şli bir hal vermi şti). Yüzünde, Robert'i ısrarla ve istekle arayan edayı görünce 304 Robert, bütün varlı ğiyle ürperdi ve hemen ba şını önüne e ğdi. Onun bu ilgisi çok haz veriyordu ama, görünmemeye, herkesten uzak bir köşede, gururuyla ba şbaşa kalma ğa mutlak surette kararlıydı. Yine de görüp selâm veren oldu. Sophie'nin babasıyd ı bu. Kulüp biletiyle girmi şti ve yer bulup oturaca ğını hiç zannetmeyen bir tavırla etrafına bakınıp duruyordu. Sarı benizli, mat çehreli bir insandı Ga ltx. Çipil gözleri tatlı bakardı. Fabrikada Robert'le birlikte, Ja-mie'nin a telyesinde çalı şıyordu. Pek iyi bir i şçi de ğildi ama, kasabadaki i şçi birli ğinin idare heyetine girmeye muvaffak olmu ştu. Onunla sık sık kazan deposunda kar şıla şırlardı ve kızı onların evinde çalı ştı ğı için, sanki arada gizli bir ba ğ varmı ş gibi, Robert'e kar şı özel bir ilgi gösterirdi. Bereket, yanında bo ş yer yoktu. Robert, ba şını çevirdi, hemen arkasından da salonun ı şıkları kısmen söndü. Perde, birkaç kırık dökük alkı ş arasında açıldı. Robert, gözlerini sahneye dikti. İlk parçalar Robert'in heyecanını büsbütün artırmı ştı. Zira bunlar, ta şrada sık sık çalınan parçalardan farklı şeylerdi. Orkestra «Pinafore» den çok iyi seçilmi ş birkaç parça ile ba şladı. Arkasından Tosca'dan Duetto geldi. Bunu, o günlerde Winton'da bulunan Cari Rosan'ın ünlü iki s an'atçısı söylediler. Bundan sonra da şehir kilisesinin orgucu Brahm'sın bir konçertosunu çaldı. Salonu yüksek, derin bir musiki ile doldurdu. Robert, sabırsızlıkla Alison'u bekliyordu. Herkesin umdu ğu kadar ba şarı gösteremeyecek diye de korkma ğa ba şlamı ştı. Zira daha pek küçüktü ve hayatında ilk defa olarak böyle, büyük bir kalabalı ğın kar şısına çıkacaktı. Hem de böyle ünlü san'atçılarla birlikte. Dinleyicilerin durumun da da bir özellik vardı. Aylardanberi bunun dedikodusunu yapmakta oldukları için ilgileri daha büyüktü. Hele Robert.. Bunu çok büyük bir hâdise olarak bekl edi ği için, gitgite müthi ş bir sabırsızlık içine dü şüyordu. Böylece bir saat kadar geçti. Nihayet salonda fısıl tılar ba şladı. Sahnede büyük piyanodan ve piyano ile ara na ğmelerim yapacak insandan ba şka kimse yoktu. Her şey onu gösteriyordu. Sıra Alison'undu. 305 Nihayet ve a ğır a ğır göründü. Sahnenin sol tarafından çıktı, sakin bi r tavırla, ağır adımlarla yürüdü. O kadar körpe, o kadar zavallı bir hali vardı ki, ister istemez ortaya derin bir sessizlik çöktü. Sahnenin ön tarafına do ğru ilerledi. Daha ba şlangıçta halkla arasında bir yakınlık sa ğlamak istiyormu ş gibi geldi, tam sahne ı şıklarının gerisinde durdu. Geometri kitabının üzeri ne kapanıp dizlerini birbirlerine de ğdirdikleri günlere nazaran çok büyümü ştü. Arkasında, açık mavi renkte bir muslin elbise vardı. Etekleri uzundu. Mütenasip, sıhhatli vücudunu sımsıkı saran bu elbise onu daha da boylu gösteriyordu. Saçlarını ilk defa yukarı toplamı ş ve elbisesinin renginde bir kurdelâ ba ğlamı ştı. Onu orada, sahnede, herkesin takdir ve hayranlık nazarları alt ında durdu ğunu gördükçe Robert izah edemedi ği bir gurur duyuyordu. Fakat kıskançlıktan da gö ğsünün tıkanır gibi oldu ğunu hissediyordu. Notayı eldvienli elleriyle önünde tuttu, ciddi bir tavırla yüzünü kalabalı ğa çevirdi. Robert daha heyecanlıydı. Ve heyecanından Alison'u, titrek bir şekil, sis arkasından bir insanı görür gibi görüyordu. Fak at sakin oldu ğunu farketmi şti. Kalabalık, kendisini bütün dik-katiyle dinlemey e hazır oluncaya kadar bekledi, sonra piyanodaki adama baktı, piyano nun tu şları a ğır sükûtu yırttı. Ve Alison elini kaldırarak şarkısını söylemeye ba şladı. Shubert'in Sylvia'sıydı bu. Robert, Cinclair yolund aki ıhlamur a ğacının altında kaç gece durup bu şarkıyı Alison söylerken dinlemi şti. Şimdi bu sessiz salonda, aynı zevki, bir yı ğın insanla mü ştereken duyuyordu. Bu payla şma zaruretine ra ğmen yine de haz içindeydi ve artık titremesi, korku su geçmi şti. Gözlerim kapadı. Kendini bu berrak, tatlı sese verdi. Bu ses in yalnız, kendisi gibi görünmeyen bir dinleyiciyi de ğil, herkesi teshir edece ğinden emindi.

Şarkı biter bitmez bir alkı ş sa ğnağı bo şandı. Alison gayet sakindi. Kendisine bahşedilmi ş bir şeyi tekrar vermeye hazırmı ş gibi, gurursuz kibirsiz bir tavırla, durmu ş, beklemekteydi. Alkı şlar bitince tekrar ba şladı. Önce Shumann'ın «Wanderlied» ini, arkasından da «Dinle bak, çayır k uşu ötüyor» u söyledi. Alkı şların arkası kesilmeden de Tosti'nin «Sabah şarkısı» na geçti. 306 Melba'mn me şhur etti ği bu parçayı söylemek gerçekten zordu. Çok ustalık isteyen kısımları, seslerin birdenbire yükselip alçalaca ğı yerleri vardı. Bu zor parçayı bile Alison, gayet rahatlıkla ve mükemmel bir şekilde söyledi. Daha evvel söylediklerini de fevkalâde be ğenmi ş olan dinleyiciler, memnuniyetten, Alison'un ayaklarına kapanacak raddelere gelmi şlerdi. Musikiden hiç anlamayan bir kimse bile bu körpe kızın harikulade sesini takdir edebil irdi. Alkı şlar kesilmek bilmiyor, tersine fazlala şıyordu. Di ğer san'atkârlar da içerde, kuliste alkı şlara katılıyorlardı. Alison, birkaç defa sahneye çıkmak, dinleyicilerin coşkun tezahüratına mukabele etmek zorunda kaldı. Robert'in gözleri dolu dolu ol muştu. En sonunda da piyanist bir daha kızı elinden tutarak sahneye çıkardı.. Rob ert o zaman göz ya şlarını tutamadı. Annesi, bu konserde kızının ancak 4 şarkı söylemesi şartını öne sürmü ştü. Sonra «menfaat» e tertiplenen konserlerde tekra r istenmezdi. Fakat bunların hepsi unutulmu ştu. Alison heyecandan konu şamayacak haldeydi. Piyanist konu ştu. Dinleyicilere genç kızın, fevkalâden bir şarkı daha söyleyece ğini bildirdi. Alkı şlar şiddetlendi. Ve dinleyiciler, bir zafer kazanmı ş gibi yerlerine oturup son şarkıyı dinlemeye hazırlandılar. Piyano ba şladı. Giri ş parçasını üst üste iki kere çaldı, durdu. Kızın şarkıya başlamasını bekliyordu. Alison bembeyaz olmu ştu. Tereddüt ediyor gibi bir hali vardı. Fakat bu tereddüdü sadece bir an sürdü. Kend isini bütün ba ğlardan tecrit ediyormu ş gibi ellerini birbirine kenetledi. Elindeki kâ ğıdı da bırakmı ştı. Derin derin nefes aldı. O daha ba şlamadan Robert tahmin etmi şti. Bir İskoç şarkısı söyleyecekti. Bunların içinden, Robert'in ço k sevdi ği de vardı : «Doon kıyıları.» « İnşallah, onu söyler» demesine vakit kalmadadan kız ba şlamı ştı ve Robert'in sevdi ği şarkıydı söyledi ği..... Bu nefis şarkı Robert'i yeniden hayaller âlemine sürükledi. B ulutların üzerindeki bu dünyada bir gün el ele verip dola şacaklardı. Son hece yava ş yava ş sönüp kaybolunca salonu derin bir sessizlik kaplam ı ştı. İnsanı donduran bir büyüye çarpılmı ş gibi herkes korkunç bîr hareketsizli ğe gömülmüştü. Sonra birdenbire fırtına koptu. Dinleyiciler 307 adamakıllı co şmuşlardı. Çılgınlar gibi alkı şlıyorlardı. Alison gerçekten büyük bir zafer kazanmı ştı. Robert de aya ğa fırlamı ş, çıldırmı ş gibi alkı şlıyordu. Gözlerinde hâlâ ya şlar vardı. Konser bitince, herkesle birlikte sürüklene sürükle ne salondan çıktı. Herkes Alison'dan, onun kazandı ğı parlak ba şarıdan bahsediyordu. Ta şlıkta, tam dı şarı çıkmak üzereyken bir el uzanıp onu yakaladı : —• Nerdeydin? Reid'di bu., ikisinin de yüzleri kızardı. Robert'in ki yakalanmı şlı ğından, Reid'inki sevinçten.. Sesinde üzgün bir ifade de va rdı. — Hep seni aradık.... Yüzünü ondan kaçırarak cevap verdi : — Yalnız ba şıma oturmayı tercih ettim. — Kızmaya ba şlıyorum sana Shannon. Niçin bir yakalık takı p şöyle efendi gibi bir adam olmuyorsun? Böyle formalist şeylere önem vermemekle övünen bir adam oldu ğunu dü şündü Reid'in. Dudaklarında bir gülümseme ile cevap verdi : — Efendi bir adam olmak için şart mıdır yakalık takmak ? — Vallahi senin bu hallerin çok canımı sıkma ğa ba şladı artık. — Niçin benimle bu kadar ilgileniyorsunuz, Mr. Reid? Bu kadar önemli bir insan mıyım ben? — Aptal gibi konu şma Robert.. Bilhassa bu gece.. Alison'un şarkı söyleyi şini Thomas çok be ğendi. Haydi, kabul salonuna gidelim. Seni de tanı ştırmak istiyorum.

Kaçmasını önlemek ister gibi Robert'i kolundan tuta rak sürükledi. Çok heyecanlıydı. Musikiye kar şı olan büyük sevgi yüzünden Mrs. Keith'le tanı şmıştı. Alison'un istidadiyle yakından ilgilenmi ş, nihayet Orpheus orkestrasının şefiyle konu şarak Alison'un bu konserde halkın kar şısında bir imtihan vermesini sağlamı ştı. Kabul salonuna çıkan koridorun sonuna yakla şmışlardı. Robert'e baktı. Affediyormu ş gibi gülümsedi. — Fevkalâde muvaffak oldu yani, dedi.. Şey.. Geldik i şte. Allahını seversen bırak şu asık suratı Shannon. Öteki kapısı sahneye açılan kabul salonuna girdiler . Bütün san'atçılar, ahbapları, yakınları ve şehrin ileri 308 gelenleri oturmu ş, konu şuyorlardı. Hastahane Yaptırma Komitesinin hanımları da bir taraftan çay ikram ediyorlardı. Alison bir sürü insanın ortasında kalmı ştı. Sakin tavrı üzerindeydi. Hediye edilen küçük bir demet beyaz karanfili elinde sıkı sıkı tutuyor, etrafındakiler mütemadiyen konu şuyor, o sadece dinliyordu. Gözlerini etrafta gezdir iyor, sanki sükûnetini muhafaza edebilmek için alelâdeliklerle meşgul olma ğa çalı şıyordu. Robert'le göz göze geldikleri zaman dudaklarında gü zel bir tebessüm çiçeklendi ve Robert'e dostça baktı. Robert sıkılmı ştı. Ne yapaca ğını şaşırmı ş gibi sa ğa sola bakmıyordu. Tam o sırada Reid onu Dr. Thomas'a takdim etti. Thomas, g ülümseyerek tokala ştı, bir taraftan da Miss Cromb'a vermekte oldu ğu konferansa devam etti. Robert, Miss Cramb'ı ilk defa o gün, limon yemi ş gibi suratını ek şitmemi ş görebilmi şti. Biraz sonra Mrs. Keith onu gördü Çay getirdi. Fakat almad ı Robert. Elleri titriyordu heyecandan. Fincanı dü şürebilece ğini dü şünmüştü. Bir kenara çekildi. Konuşulanları dinlemeye ba şladı. Gözü ikide bir Alison'a kayıyordu. Zaten herkesin de gözü Alison'daydı ya.. Nihayet kalabalık arasında kaya kaya kızın yanına geldi. Kız sahnedeyken zaman zaman onun kendisine çok uzak oldu ğunu hissetmi şti. Böyle yanyana gelince de heyecanı çok arttı. Üzüntü ve korkul arla dolu bir heyecandı bu. Sanki bo ğazından bir şey kopmu ş, nefes borusunu tıkamı ştı. Konuşamıyordu. Kendini zorladı. Nihayet kekeleye k ekeleye kıza tebrik sadedinde birkaç kelime söyleyebildi. Alison'un methedilmekten hoşlanmadı ğı, hele sesini tebrik konusunda konu şulmasını hiç arzu etmedi ğini hatırladı. Alison, bu tebriklerden çok sıkıldı ğını anlatmak ister gibi Robert'e ba şını salladı. Sonra, sanki kafasından geçen bu şeyleri söylemi ş de gerisini getiriyormu ş gibi devam etti : — Mamafih Orfeus Korosunda söylememe dair de b ir teklif aldım. — Koro içinde mi? — Hayır, canım, solist olarak.... Robert çok sevinm i şti. •— Ooo, dedi, müthi ş bir şey bu Alison; fevkalâde.... 309 Yine ba şını salladı ama, yuvarlak çenesi büyük bir azim ve irade ile takallus etmi şti : — Ba şlangıç için bir adım bu.... Bir süre sustular. Kalabalık birer iki şer paltolarını, pardösülerini alıp gitmeye ba şlamı ştı. Cesareti henüz üzerindeyken atıldı : — Alison, eve kadar seni götürebilir miyim? Kız çok tabii bir tavırla ve etrafına bakındıktan s onra : — Elbette, dedi. Hem herkes gidiyor. Anneme haber vereyim de biz de çıkalım. Mrs. Keith, uzun, gümü ş parlaklı ğında bir kuma ş tan, zarif bir elbise giymi şti. Boynundaki antika gerdanlıkla çok zarif bir kadın o lmu ştu. O sırada, ayakta Reid'-le konu şuyordu. Alison, elindeki çiçekleri annesine verdi. Kalın, yünlü kumaştan paltosunu giydi. Kenarları saçaklı beyaz e şarpını da saçlarına doladı. Mrs. Keith'in kendisine hafif istihza kokan bir gül üşle baktı ğını gördü. Bu gülü şün, pek eskisi kadar tatlı olmadı ğını da farketti. Kıpkırmızı kesildi Robert, hemen dönüp kapıya do ğru yürüdü. Alison'un herkesle ayrı ayrı vedala şması biraz uzun sürdü. Sonra soka ğa çıktılar ve yanya-na yürümeye başladılar. Alison konu şmağa ba şladı. Biraz dü şünceli görünüyordu.

— Kendi kendime o kadar kızdım ki, sorma, dedi. Bu kadar heyecanlanmanın ne mânası var yani? Dü şündükçe utanıyorum. Az daha a ğlayacaktım. Bereket versin kendimi tutabildim de.. — Senin ilk konserin ama, bu Alison. Biraz a ğla-san da bir şey olmazdı.... — Niye a ğlayacakmı şım? Çok saçma.. Saçma şeyleri de sevmemem ben. Robert, meseleyi kurcalama ğa kalktı yine bir münaka şa kapısı açılabilirdi. Vazgeçti. Görü şlerinin bazı noktalarda birbirlerininkinden çok ayr ı oldu ğunu anlama ğa ba şlamı ştı. Alison, temkinli bir kızdı. So ğukkanlı ve becerikliydi. Yani, bir bakıma Robert'inkilerin aksi tutumlar.. B elki fazla zekî de ğildi, belki espri kabiliyeti pek azdı ama, kafasının a ğır i şlemesine ra ğmen, 310 pratik meselelerin hallinde çok maharetliydi. İhtirasları da vardı. Fakat ihtirasları çok makui ve mantıkî ölçüler içindeydi. Mühim bir istidadı vardı ve bundan istifade etmek istiyordu. Robert gibi gökler de, hayaller içinde yüzmüyordu, iyi, sevilen bir ses san'atkârı olmak i çin okuma, çah şma ve feragat lâzım oldu ğunu biliyordu. Bunları ba şarmağa da kesin kararlı görünüyordu. Hiç nefes almadan sesini uzatabilmesine, yirmi saniye s üren bir cümleyi bir solukta söyleyebilmesine yarayan jimnastik hareketleri onun vücuduna da bir sükûnet getirmi şti. Fakat, bu sükûneti içinde müthi ş bir irade kuvvetinin var oldu ğunu da Robert biliyordu. — Gel, tepeye çıkalım, Alison.. Hafif bir ürperi şle biraz daha sokuldu kıza. Her adamın onları eve yakla ştırdı ğını bildi ği için bu beraberli ği uzatacak çareler arıyordu. — Bu gece hava çok güzel, diye ilâve etti. Sesinin, kandırma ğa çalı şan tonu onu güldürdü. — Hangi güzel havadan bahsediyorsun Robert? dedi. Hem rutubetli, hem de so ğuk üstelik.. Galiba ya ğmur havası.. Sonra annemi de evde bekletmemek lâzım . Bazı ahbaplariyle beraber gelecekti. Gırtla ğına bir şey tıkanmı ş gibi oldu. Robert büyük bir heyecan içinde, onun için ölmeye bile amade dururken, o araya, annesinin ahbaplarını sokabiliyordu. Robert kekeledi : — Üzülüyorum, Alison, dedi. Beni hiç anlam ıyorsun galiba.. Bütün kı ş seni hemen hemen hiç göremeyece ğim. Dü şünmüyorsun bunu.... Mrs. Keith, masrafının çok oldu ğundan bahisle, kızının tahsilini rahatça yaptırabilmek için Ardfillan'a gö-rümcesinin yanına nakletmeye karar vermi şti. Robert bunu kastediyordu. Fakat Alison bunun bir en gel te şkil etmeyece ği kanısındaydı. — Ardfillan dünyanın öbür ucunda bir yermi ş gibi konu şuyorsun, dedi. Herkes gibi sen de beni oraya gelip göremez misin sanki? O rada e ğlenceler, danslar olacak. Bilhassa Louisan'm okul toplantısında.. Robert : — Fakat ben dans filan bilmem ki., dedi. 311 Alison öfkelenmi ş gibiydi : — Öğrenseydin ya.. Kabahat benim mi? Acı bir ifadeyle y üzü gerildi — Tasa etme, meraklanma, dedi. Sen bir yı ğın güzel delikanlılar bulursun. Louisan'mkiler, seninkiler.... __ Herhalde bulurum sanırım. Bu ikazına da te şekkür ederim. Ve zannederim, benim tanıdı ğım bir delikanlıdan daha iyi bana vakit geçirtmesin i bilirler.... Robert, yine peri şan olmu ştu. Artık öfkesi geçmi ş, onun yerine zavallılı ğı gelmi şti. — Ne olur, yine kavga etmeyelim, Alison., de di. Bilirsin, seni ne kadar severim. Alison, biraz sustu. Sonra endi şeli, fakat samimiyet dolu bir ifade ile : — Sen de bilirsin ki, ben de seni severim, diye m» rıldandı. Sonra da meçhul bir kuvvetle mücadele eder gibi, fakat çok yava ş bir sesle ilâve etti : — Hem de.... Çoook.. — O halde benimle niçin biraz daha kalmak istemiyo rsun? — Kalamıyorum, çünkü karnım aç.. Saat 4 denbe-i hi ç bir şey yemedim. Evin önüne gelmi şlerdi. Kendi kendine güldü :

— Gel içeri, dedi. Ötekiler de nerdeyse gelirler. Biraz bir şey içer, konu şur, söyle şiriz. Karanlıkta Robert dudaklarının kurudu ğunu, gerildi ğini hissetti. Gözlerinin önüne ı şıklar, kalabalık insanlar ve bir yı ğın mânâsız konu şmalar geldi. O böyle insanların arasına karı şamayacak kadar çekingen ve kibirli bir çocuktu. Neş'elenemiyordu öyle yerlerde. Sıkılıyor görünmemek i çin kendini gülmek mecburiyetinde hissetti ği zamanlarda da kahkahaları kendi kulaklarında kof akisler yapıyordu. Somurttu : — Nasıl gelebilirim? dedi. Annen beni davet etmedi ki.... — Peki, ne istiyorsun o halde? Yoldaki frenk üzümü a ğacının yanında idiler. Alison, cevap bekler gibi Ro bert'in yüzüne bakıyordu. — Beraber olmak, seninle beraber olmak i stiyorum, dedi. Yalnız ikimiz. Tek ba şımıza.. Bütün istedi- 312 ğim.. Yanıba şımda olman.. Hep öyle kalmamız.. Elini tutmak ve hi ç bırakmamak.. Ömrümün sonuna kadar.... Gerisini getiremedi. Hisle rinin karı şıklı ğı, heyecanının şiddeti içindekileri oldu ğu gibi dökmesine mâni oluyordu. Buna ra ğmen, söylediklerinden mütehassis olmu ş gibiydi. Mütereddit bir tavırla güldü. — Elimi çok tutarsan yorulursun.. Robert, Alison'un bu realistçe cevabını yine romant ik bir sözle mukabele etti : — İnan ki yorulmam, Alison.... Ömrümün sonuna ka dar yorulmam.. îspat için de elini uzattı, parmaklarını yakaladı. O anda kalbi de çılgınca çarpma ğa ba şlamı ştı. — Ah.... Alison., îçimdekileri bir busen... . Kız kaçmadı.. Yanakları bir anda birbirlerine yakla ştı. Bu hafif temas Robert'i yerinden sıçratabilirdi. Karanlıkta bakarak sakin b ir tavırla güldü. — Haydi bakalım, güle güle şimdi. Allah rahatlık versin. İyi geceler.... Eşarpınm uçlarını ba şının altına kıstırarak kapıya do ğru ko ştu. Robert, bir taraftan sevinç, bir taraftan da büyük bir üzüntü içinde bir süre karanlıkta durdu. Bekler gibiydi. Bekledi de.. Belk i tekrar gelir ümidindeydi. Her halde kapıya çıkıp ça ğırır, diyordu. Pi şman olmu ştu. Ça ğırdı ğı zaman niçin gitmemi şti yani? Ah, bir çıksa, bir ça ğırsa.... Fakat çıkmadı da, ça ğırmadı da.. Robert, içindeki ate şin yava ş yava ş küllendi ğini görür gibi oldu. Paltosunun yakalar j m kaldırd ı. Yava ş yava ş yürüyor, ikide bir, geri dönüp evlerinin penceresin e bakıyordu. Kö şeyi döndü. Yüzüne sert bir rüzgâr çarpmı ştı. «Alison'un hakkı varmı ş..» diye mırıldandı. Gece, rutubetli ve so ğuktu. İçindeki ate şe ra ğmen.... III Robert, kol kuvvetiyle çalı şmak için yaratılmı ş insanlardan de ğildi. Bunu, fabrikadaki çalı şmaları sırasında çok iyi anlamı ştı. İş çok zor geliyordu. Öyle ro-manlardaki gibi a ğır de ğildi i şi ama, olmuyordu, yapa- 313 mıyordu ve içinden gelerek çalı şamıyordu. En çok gemi kazanı imal ediyorlardı ve bunları alarak tersanede yapılan gemilere monte edi yorlardı. Pompa, tulumba ve emsali şeyler de imal ediyorlardı. Bunlar, tahta sandıklara konularak dı şarıya gönderiliyordu. A ğır ve pis i şti. Jamie gözünü hiç Robert'ten ayırmıyordu. Pek çok bakımlardan ona kar şı çok iyi davranıyordu ama, akrabalıkları, onu açık ça korumasına şüphesiz engel te şkil ediyordu- En küçük bir müsamaha gösterse bütün atelye aya ğa kalkardı. Robert'in tezgâhı, demirin eritilip kum kalıplara döküldü ğü kapalı yerin yanında bulunuyordu. Bazan fırın gib i yanıyordu orası.... Sıcaktan bunalıyordu. Rüzgârlı havalarda da kumlar etrafa savruluyor, genzine kaçıyordu. Öksürüyordu. Demir parçalar burada kalıp lara dökülüyor, birçok çarklardan geçiriliyor düzeltiliyor, cilalanıyordu. Kurma atel-yesinin yanıba şmdaydı yeri. İmalâtı tamamlana nbütün parçalar orada birbirine ek lenir, takılırdı. Çekiçlerin, makinelerin gürültüsünden ka fası kazan gibi olurdu. Çırakların hali bir âlemdi. Gamsız, ne ş'eli bir topluluktu onlar. Daima gülüyorlardı. Birbirlerine at yarı şlarından, futbol maçlarından bahsediyorlar, münakaşalarım yapıyorlar, çapkınlık hikâyeleri anlatıyorla rdı. Bir kısmı 4 sene sürecek çıraklıklarından sonra gemilerde çarkçı ola caklardı. Bir kısmı, Robert

gibi, fabrikada kalacaklardı. Küçük bir grup da mua yyen konularda tecrübe sahibi olmak için çalı şıyorlardı. Bir de Piyamlı bir genç vardı. Asil bir aileden oldu ğu belliydi. Tertemiz tulumuyla her sabah i ş ba şı yapar, arkada şlarına gülümserdi. Burada ö ğrendiklerini, yakında, memleketine batının nimetler i cümlesinden olarak götürecekti. Robert'in yanındaki tezgâhta da Wales'li, Lewis adında bir çocuk çalı şıyordu. Zengin çocu ğuydu, i şin dalgasındaydı ve hep dalga geçerdi. Cardiff'te babasının gemi tezgâhları varmı ş. Marshall fabrikalarının büyük şöhretini bilen babası, onu i şin prati ğini ö ğrensin diye buraya göndermi ş. Bir süre sonra kendi yanına alacakmı ş. Rahat, endi şesiz, kaygusuz bir delikanlıydı. Çok sallapati bir o ğlandı, îyi kalbli, cömert bir çocuktu. Tezgâhının üzerinde koca bir kutu sigara bulundurur du. Canı isteyen, istedi ği zaman gider, o kutudan sigara alır, içerdi. Mecbure n Levenford'da kalmasından şikâyetçiy- 314 di ve bo ş vakitlerinde hep Winton'a giderdi. Orada, ekseriya Bodega Grill'de yemek yerken veya Elhamra Müzikholünün localarında safa sürerken görürlerdi. Don Juanlı ğa hevesli idi ve Winton'daki a şk maceralarını ballandıra ballandıra arkada şlarına anlatırdı. Robert, i ş arkada şları arasında kendisine iyi bir arkada ş bulmak istiyordu ama, olmuyordu. Sükûtu hayaller de onu korkutuyordu. Kab a ve basit çocuklardı zira. Mecburen onlarla bir yere gitti ği zaman konuların baya ğılı ğından ürküyordu. Ya köpeklerin birbirlerine üstün taraflarından, ya da Midilli atları arasındaki yarı şlardan bahsederlerdi. Robert, kitaplar, musikî konu ları üzerinde konu şabilece ği, nispeten kültürlü bir arkada ş ihtiyacını duyuyordu. Ne zaman böyle bir konuyu açacak olsa, gösteri ş heveslisi bir duruma dü ştü ğünü vehmediyor, hemen vazgeçiyordu. Aralarında daha ziyade Lewis'le, o zengin tezgâh sa hibinin o ğluyla konu şuyordu. Bir iki defa evine çaya da gitmi şti. Fakat, çocuk, o bitip tükenmez ve ço ğunun yalan oldu ğu a şikâr a şk hikâyelerine ba şlayınca sıkıntıdan af akanlar bo ğacak gibi oluyordu. Gerek Jamie'yle akrabalı ğı ve gerekse az konu şması dolayısiyle onu hemen herkes sayardı. Az konu şma, o kuzey taraflarında daima bir meziyet olarak kabul edilirdi. İşini de mümkün oldu ğu kadar iyi yapma ğa çalı şırdı. Fakat bu atmosfer içinde asıl özledi ği hayattan çok uzakta bulundu ğunu hissediyor, istikbali dü şündükçe yüre ği burkuluyordu. Konseri takibeden Cumartesi günü saat 14 ü vurdu ğu zaman evde, hep bir arada idiler. Mr. Lackie, haminne, Kate, Murdoch ve Rober t.. Sofra henüz toplanmı ştı. Yemek masasının etrafmdaydılar. Sophie mutfakta sah anları yıkıyordu ve odada herkes sus pus oturuyordu. Mr. Lackie, bermutat bez gin ve üzgün halindeydi. Son zamanlarda hep böyleydi. Daha da zayıflamı ştı. Çok mihnet çekmi ş insanların yüzü gibi rengi solmu ş, yanakları çökmü ş, gerilen dudakları di şlerine yapı şmıştı. — Mühlet biteli 15 günden fazla oldu. Adam'd an hâlâ hiç bir haber yok.. Kate teselli etmek istedi. — Daha vakit var ama, baba.. 315 Babası itiraz etti : — Sen de hep öyle söyler durursun.. Biliyorsun, bi nada de ği şiklik yapılmasından vazgeçildi ği takdirde benden aldı ğı bin" lirayı yüzde be ş faizle ödeyecekti. Altı ay oldu. On para bile verme di. Robert, Adam'ı, daima istikbalin zengin bir şahsiyeti olarak dü şünmüştü. Tabii çocuklu ğunda.. Kolay ba şarıya ula şacak bir tip telâkki etmi şti. Halbuki şimdi tamamen de ği şmişti. Onun azamî haddeki kendine güveni şin altında çok sınırlı bir kabiliyete sahip oldu ğunu anlamı ştı. İskoçyalıların hemen hepsinde bulunan bu «kendini çok önemli adam» saymak temayülü Adam' m d a hastalı ğıydı. O da başkalarını de ğersiz görür, kar şısında hiç bir insanın direnemeyece ğini sanırdı. Onun nefse itimadındaki a şırılık da galiba ve sadece bundan geliyordu. Fakat herkesi kandırabilece ğini dü şünmesinin sadece bir vehimden ibaret oldu ğu anla şılmı ştı. Babası ile birlikte, sevinç içinde giri şti ği bu i şte bir noktayı aklına getirememi şti. Satın aldı ğı evin civarında zengin, nüfuzlu bazı şahsiyetlerin de evleri vardı. Bu ev kat kat kiraya verildi ği takdirde semtin itibarının dü şece ğini hesaba katarak Adam'ın te şebbüsüne şiddetle kar şı koymu şlar, avukatları marifetiyle

sarfettikleri gayretler sonunda evin vergiden muafi yetini de iptal ettirmi şlerdi. Böylece Adam, elindeki avucundakini bu i şe yatırmı ş olarak, mahkeme celpnamesi ile kendisini sıfıra müncer edec ek, mahvedecek bir dâva ile kar şı kar şıya kalmı ştı. Ev hâlâ onundu ama, bir zamanlar «zü ğürt» diye alay etti ği insanların haline gelmi şti. Ve üstün çıktı ğını iddia etti ği silindir şapkalıların bu oyunda onu yenmi ş oldukları da ayan beyan anla şılmı ştı. — Hani bir okul vardı, binayı satın almak istiyord u. O i ş ne oldu acaba? — O da olmadı, maalesef.. Bu evi dünyada ba şından atamayacak o, anla şılan. — O kadar üzülme ğe de ğmez baba.. Nasıl olsa paranı verir Adam, durumu iyi .. Hem ihtiyaç içinde de de ğilsin sen.. Maa şın iyi, babaannemin maa şı da var. Ro-bie de her hafta az çok bir para getiriyor eve. Daha ne ol sun ? 316 Mı1. Lackie hâlâ sapsarıydı. Hiddetinden güçlükle k onuşabiliyordu. — Bana bak Kate, sen paranın ne oldu ğunu bilmiyorsun anla şılan., însan binbir mahrumiyete katlanarak biriktirdi ği parasının uçup gitti ğini görür de sesini çıkarmaz mı? Bir insan ihtiyarlık yıllar ında dilenmeye razı olabilir mi zannediyorsun? Kate, babasını yatı ştırmak isteyen, fakat kesin şekilde onun mütalâasına ^atılmadı ğını belirten bir eda ile : — Amma da yaptın baba, dedi. Çok mânâsız konu şuyorsun bazan.. Dilenmek kim, senin durumundaki adam kim? ihtiyarlı ğında da emekli maa şını tıkır tıkır alacaksın. Hem yine de para biriktiriyorsun.- Evinizde şimdi hizmetçiniz bile var. Zavallı anneci ğim zamanında hizmetçi mi kullanmı ştık ? Gözleri parlamı ştı kızgınlıktan. Sesi hafifledi, güçlükle nefes alı yordu. — Söylediklerin de lâf mı yâni Kate? Annen sa ğ olsaydı da i şitseydi bu lâflarını.. Hizmetçi diyorsun.. İyi bir şey mi yaptık yâni? Aldı ğı paradan başka bir de gırtla ğını dü şünsene onun. Öyle bir yiyor ki.. Hem yalnız o mu? Geldi ğinden bu yana en güzel tabaklarımızdan iki tanesin i kırdı. Rezalet yani, rezalet. Kate'i bırakıp Murdoch'a döndü : — Sen de konu şsana, bir şey söylesene Murdoch.. Acaba McKellar'a gidip Adam hakkında dâva açsam mı, ne dersin? Murdoch, hayallere dalmı ş gibi bo ş gözlerle bakıyordu. Suali duyunca silkindi, bahçecilikte çalı şmaktan adamakıllı geni şlemi ş omuzlarım şöyle bir umursamaz tavırla kıpırdatarak : — Vallahi baba, dedi, ben kendi hesabıma yakamı avukatlara kaptırmaktan çekinirim. Sen bilirsin yine ama.... Mr. Lackie'nin ka şları çatıldı bariz bir irkilme ile yerinde yaylandı , sonra da şüpheci fakat çaresizlik ifade eden bir sesle konu ştu : — Offf, dedi, peki ne yapayım öyleyse ha, ne dersi niz? 317 Az konu şan, hele bir iki aydır hemen hemen hiç konu şmaz bir insan haline gelen Murdoch nihayet içini bo şaltmak imkânını bulmu ş gibi ba şladı : — Sana açıkça dü şündüğümü söyleyece ğim beybaba.. Bak, bu evde şimdiye kadar kimse bana itibar etmedi, önemsiz bir insan gib i kenarda kö şede kaldım hep. Buna ra ğmen, kendi ba şımı kurtarmanın yolunu buldum. Dalrmp'le birlikte çalı şıyorum. Bu bahçe i şin-clcn de çok memnunum. Epeyce kazanıyorum. Baharda açılacak olan çiçek s ergisine de o yeni karanfilimle katılmak istiyorum. Allah nasip ed erse, serginin birinci mükâfatı olan altı n madalyayı da kazanaca ğım. Çok şükür kimseye kar şı boynum eğik de ğil. Adam'a kar şı da.. Üstelik Adam benimle hep alay ederdi, leap e tse, sevmemem, aleyhinde dü şünmem icabeder. Ama böyle dü şünemem. Ne de olsa aynı kandanız, a ğabeyimdir. Severim. Söyleyecek ba şka bir şeyim yok benim. Ne yaparsan yap, artık. İster mahkemeye ver. ister ba şının tacı yap, oturt.... Fakat babası hâlâ diken üstündeydi ve paradan ba şka bir şeyi gözü görmüyordu. — Ne lâflar ediyorsun sen öyle.. Ben faiziyle birl ikte paramı istiyorum, o kadar.... Sophie, elinde bir teneke kömürle içeri girdi. Soba ya atacaktı. Lackie onu görünce sustu. Fakat kız çıkar çıkmaz da hiddetle y erinden kalktı. Sobanın

kapa ğını açtı. En üstteki kömürleri kürekle alıp tekrar tenekeye doldurdu. Hiddetten birdenbire ioi ate ş almı ş gibi ba ğıra ba ğıra söylenmeye ba şladı : — Benim ne üzüntüler, ne sıkıntılar içinde oldu ğumu kimse dü şünmüyor ki.. Neler çekti ğimi kimse bilmiyor ki.. Biri bitmeden biri geliyo r belânın.. Bir tarafta sahtekâr bir evlât; Adam.... Bir tarafta hakiki yeri Dü şkünler Evi olması gereken yukardaki herif. Bir de hizmetçi k ızı ba şıma çıkardınız.. Ne halt karı ştırayım ben, bilemiyorum ki?.... Birden Murdoch'un mü şfik ve tatlı sesi so ğukkanlı bir kelime ile ortaya saçılıverdi : — Sev, beybaba, sev.... Herkes şaşırmı ştı. Mr. Lackie haykırdı : —• Neeee?..... 318 — Sev, diyorum beybaba, sev diyorum.. Bunda anla şılmayacak bir şey yok ki. Sen de benim gibi sevmenin tadını bir tadabilsen.. Murdoch sandalyesinde do ğruldu. Ma ğrur bir tavır takındı. Robert, derhal anlamı ştı. Fiyakalı, büyük lâflarından birini daha edecekt i. Denizin derinliklerinde uyuklarken birdenbire, kıvrıla kıvr ıla suyun yüzüne fırlayan deniz yılanlarının hareketi gibi bir şey olacaktı yine. Ardfillan'da «Kendimi öldürece ğim..» diye ba ğırması da bu cümledendi. Sonra, bir de çiçek sergis i kapandıktan sonra «Evleniyorum...» u vardı.. Bu iki sinin arasında da o gün söylemi şti. Bir duayı odadakile-rin yüzüne lifler gibi söyl emi şti o gün. — Artık kurtuldum ben.... Ulu Tanrı'nın hizmetine girmi ş bir neferim şimdi ben.... Hepsi o kadar.. Şapkasına davranmı ş ve dudakla-rmdaki baygın, mutlu tebessümle soka ğa fırlamı ştı. Babası hayretler içindeydi. Oldu ğu yerde donakal-mı ştı. Kate'le Robert de şaşkın haldeydiler. Arkasından ko ştular ve sözlerinin mânasını kavrayabildiler. Sokakta Bessie Ewig, üç a şağı, be ş yukarı dola şıp duruyordu. Murdoch'u bekliyordu. Dudaklarında ma ğrur ve mütehakkim bir tebessüm vardı. Murdoch'un ko luna girdi. Başbaşa yürüdüler. Evden kendilerine bakıldı ğını görmemi şlerdi. Murdoch, şimdiden Kurtulu ş Ordusu Bandosu'nun davulunu boynuna geçirmi ş, gibi, gö ğsünü şi şirmi ş, gidiyordu. Uzun süre Kate de, Robert de bir şey konu şmadılar. Nihayet Kate sessizli ği bozdu : — Hepsi bu kadar i şte, dedi. Bizim ailede dinin çok çe şitli belirtileri oluyor. Çok garip insanlarmı şız biz me ğer.... Sen bu evde niçin kalıyorsun artık, anlamıyorum Robie?. Robert cevap vermedi. Mütereddit halini görünce haf ifçe güldü. Sonra kolunu boynuna doladı, kuru, çatlak yana ğını yana ğına dayadı : — Ah, yavrum, dedi. Hayat ne korkunç şey.... Kate, odaya döndü. Robert yukarı çıktı. Üzerindeki tulumu çıkarmadan yata ğına uzandı. Soyunacak kuvveti kendinde bulamamı ştı. Kate, babası ile babaannesi- 319 ni kandırmı ştı. O gün çay içmeye Barloan'a gideceklerdi. Bir ar alık kapının kapandı ğını i şitti. Gitmi şlerdi. Evde yalnız ihtiyar Dandie ile Robert kalmı ştı. Sakin bir ö ğle sonuydu. Elleri ba şının altında yatıyordu. Hayallere dalmak istiyordu. Kendi kendisinden kaçmak, o günden, o sa atten ve o yerden bamba şka zamanlarda ve yerlerde olmak istiyordu. Reid'in ona «Hayal Avcısı» diye isim takmasının haklı oldu ğunu dü şündü. Fakat, bütün didinmelerine ra ğmen ayaklarını topraktan kesemiyordu. Biraz evvelki sahne bir türl ü kafasından gitmiyordu. Kafası dönüyor, dola şıyor, mütemadiyen ona takılıyordu. Bir köpe ğin kuru bir kemik parçasını bırakmayı şı gibi.. Üzerinde et namına hiç bir şey kalmamı ş olmasına ra ğmen.. İnat.... Fakat her şeye ra ğmen yine de inandı ğı bazı şeyler vardı. Bu hâdise âdeta onları yok etmek için tertiplenmi ş bir suikasttı. Murdoch'un kendini dine veri şi gözünün önüne geldi. Bu, Robert'in vaktiyle geçirdi ği hararetli dindarlı ğın gülünçlü ğünü ortaya koyuyordu sadece.... Mr. Lackie'nin para ya kar şı büyük zaafı, artık ayıp bir hastalık halini almı ştı. Çayı, sütü şekersiz içiyordu, gaz yanmasın diye karanlıkta oturuyor, karanlıkta giyin iyordu. Nohut yemekle ömrünü

geçiriyordu. Sabunu, mumu son damlasına kadar kulla nıyordu. Evde bir şey kırılacak olsa hemen paçaları sıvayıp kendi tamir e diyordu. Bir gün de, elinde bir parça deri, birkaç çivi ile ayakkabısına pençe yaparken görmü ştü Robert.. «Hey Yarabbim..» diye geçirdi içinden. Paradan öyle nefret ediyordu ki.. Aklına para geldikçe isyan edecek gibi oluyordu. Bununla b eraber, bütün gün «Ah, param olsa da üniversiteye gitsem, sevdi ğim konularla u ğra şsam..» diye dü şünüyordu. Kate'in suali de kafasını allak bullak etmi şti, öyle ya, niçin bu evde kalmakta ısrar ediyordu? iradesinin zayıf olusundan, bilmedi ği bir âleme atılmaktan korkusundan mı? Belki, fakat ba şka önemli bir sebep daha vardı. Tçini kemiren sorumlulu ğun korkusundan burada kalmı ştı. Bu korkunun kendisine haminnesi vasıtasiyle geçti ğini zannediyordu. Dedesinden ayrılmaması gerekiyord u. Gitti ği takdirde onun hareketlerini göz altında tutacak kim se kalmayacaktı. Bu da ihtiyar adamın felâketine sebep 320 olacaktı. Fakat, gerekçe ne olursa olsun, kendisini n bu küçük kasabada sönüp gitmeye mahkûm oldu ğunu görüyordu. Birden Alison hatırına geldi. O sakin tavriyle faka t ona kar şı gösterdi ği ha şin tutumu ile gözlerinin kar şısında canlandı. Onu görmek için can atıyordu. Zama n zaman Lewis'in anlattıklarına da kafası takılıyordu . Bunlar pek de güç olmayan neticelerdi ama, şimdiye kadar bu tip maceralar ya şamamış olmasını zavallılı ğının, beceriksizli ğinin bir delili olarak görüyordu. Okudu ğu romanlarda kar şıla şmıştı. Robert'in ça ğındaki çocukları, olgunlu ğa sürükleyenler, hep, dul kadınlardı. Öyle fevkalâde güzel kadınlar de ğildi bunlar ama, hep iyi kalbli, sevimli kimselerdi. Ne ş'e dolu, parlak gözleri, büyük, şehvetli dudakları, insanın kanını kaynatan derin ba kı şları, mevzun ve muhteris vücutları vardı. O da bir harekete geçse fena olmazdı galiba.. Peki ama Levenford'da böyle bir kadın var mıydı acaba? Sualle birlikte, sualin gara beti onu güldürdü. Fabrikanın boya i şlerinde çalı şan kızların durumları çok müsaitti. Fakat onların a blak suratları, ba şörtüleri ve tahta ayakkabıları ile giderlerken birb irlerine kar şı sarfet-tikleri kaba kelimeler, de ğil Robert'in çekingen kalbi, Lewis'in hırslı havası bile sönerdi, îçini çekti, kalktı, sırtındak i tulumu çıkarma ğa ba ğladı. Tam o sırada kapı çalındı. Hafifçe çalınmı ştı ama, Robert birden irkildi. Sokak kapısını açabilecek durumda de ğildi, yarı çıplaktı. Tekrar giyindi. A şağıya indi. Bir kadındı bu.. Orta ya şlı, kendi halinde bir kadın.. Dikkatle baktı. Hiç tanımıyordu. Koyu gri bir elbise giymi şti. Ellerinde gri keten eldivenler, başında siyah şapka vardı. Çantası da siyahtı. Hizmetçi tipli bir kadına benziyordu. Bir evin ortalık i şlerine bakıyordu belki de.. Fakat asil bir hali de vardı ve i şin garibi Robert'den daha sinirleri bozuk görünüyor du. Lomond View'in kapısını çalabilmek için, ak şamın, insana cesaret telkin eden bir saatini beklemi ş gibi bir hali vardı. — Mr. Gow'un evi mi burası efendim? Kadının mahcup tavrı Robert'e cesaret vermi ş gibiydi. — Evet efendim, burası.... 321 Kadın kısa bir süre sustu. Konu şamıyor gibiydi. Yüzü de hafif pembele şmişti. Söze nasıl ba şlayaca ğını dü şünüyor olmalıydı. Robert') uzun uzun süzdükten sonr a konu ştu. — Sen o ğlu musun onun? — Hayır, o ğlu de ğilim. Bir akrabasıyım. Lâfı kapı e şi ğinde fazla uzatmama ğa çalı şıyordu, î şin içinde nazik, öyle ele güne duyıırulmaması gereken bir durum oldu ğunu bir içgüdü ile hissetmi şti Robert.. — Buyurmaz mısınız? diye içeri davet etti kadını. Kadın çok nazik bir tavırla cevap vermi şti. — Te şekkür ederim, evlâdım.. Robert önde, o arkada misafir odasına girdiler. Oda karanlıktı. Lâmbayı yaktı. Kadın hemen bir sandalyeye oturup odayı gözden geçi rmeye ba şladı. Etrafa pek de beğenmemiş gibi tavırlarla bakıyordu. Hafifçe ba şım salladı : — Güzelmi ş., iyi bir eviniz varmı ş. Şu resim de güzel....

Robert dili tutulmu ş gibi duruyordu. Bu meçhul misafire bir türlü akıl sır erdirememi şti. Kadın, gözlerini, biraz da mahcup bir tavırla, «Ovalar Kralı» tablosunu şöyle bir süzdükten sonra gözlerini Robert'e çevirdi . Hafif bir sesle güldükten sonra da : — Sen onun o ğlusun gibi geliyor bana.. Ama belki de sana, bu nu söylememen için tenbihatta bulunmu ştur. Zararı yok, neyse.. Haklısın. Kendisi evde mi bari? — Niçin aradı ğınızı ö ğrenebilir miyim acaba? Çok affedersiniz ama.... — Vallahi, sana söylememde de bir mahzur y ok pek. Yalnız, hemen belirteyim ki, ben, namuslu, dürüst bir dulum. Aklı na ters bir şeyler gelmesin. Sonra a ğır bir hareketle çantasını açtı. İki kâ ğtf aldı. Birisini derhal tanımı ştı. İhtiyar Dandie'nin el ya> zısıydı bu., Öteki de « İzdivaç Postası» adlı gazeteden kesilmi ş bir kupürdü. Bir evlenme ilânıydı ve aynen şöyle diyordu : «Yaş 44. Esmer, balık etinde, hassas ve artist yara dıl ı şlı, mütevazi gelirli, dürüst bir dul kadın, kendisine uygun bir e ş aramaktadır. Tercihan dindar, iyi bir ev 322 ve iyi niyet sahibi bir erkek olmasını istemektedir . Vasat bir aileden olabilir. Posta kutusu 314, M.T. adresine mektupla müracaat e dilmesi.» Robert şaşırıp kalmı ştı bu i şe.. Dandie'nin mektubunu okumasına artık lüzum kalmamı ştı. Durum anla şılmı ştı. Fakat kadın bahsetti. — Altı tane cevap geldi. Fakat babanın.... Şey, Mr. Gow'un cevabı o kadar güzeldi ki önce onu görmek istedim. Robert a ğlayacak halde olmasaydı mutlaka kahkahalarla gülerd i bu i şe. Kızgın bir sesle konu ştu : — O halde hemen kendisini görün. Yukarı çıkın.. Dosdoğru.. Sa ğdaki ilk kapıdır.... Kadın kâ ğıtları Robert'in elinden aldıktan sonra katladı, ça ntasına koydu. Mahcup bir kız hali gelmi şti üzerine.. Hani şu görücüye çıkan kızların heyecanlı, mahcup kali.. — Yalnız bir şey söyler misiniz bana? dedi. Sarı şın mıdır, esmer mi? Kocam esmerdi.. Hani dedim, bir de ği şiklik olursa.... Robert sinirli bir tavırla sözünü kesti. Eliyle mer divenlere do ğru i şaret ederek : — Evet, dedi, şansındır. Hemen yukarı çıkın da kendi gözlerini zle görün. Çok daha iyi olur böyle.. Kadın merdivenlere yöneldi. Robert yerinde kalakald ı. Kadının her an hayretinden, şaşkınlı ğından ba ğırmasını bekliyordu. Ha şimdi ba ğıracak, ha şimdi bağıracak derken dakikalar geçmi şti ve hayret! Hiç bir ses yoktu. Kadın yarım saat kadar sonra a şağı indi ği zaman çehresinde şaşkın bir ifade vardı ama, hiç de kızmı ş görünmüyordu- Tersine ne ş'eli bir hali vardı. Biraz sıkılgan, fakat dostça bir tavırla konu ştu. — Çok ho ş bir adammı ş do ğrusu.. Yalnız umdu ğum kadar genç de ğilmi ş.... Kadın gider gitmez Robert yukarı fırladı. Dandie, m asanın ba şına geçmi ş, elinde kalem, o sevgili bilmeceleri ile ha şır ne şirdi. Robert'i görünce kafasını kaldırmadan mırıldandı : — Bu bilmecede mutlaka kazanaca ğım, Robert, dedi. Dinle de gör.... 323 Robert, hemen lâfını a ğzına tıkadı : — Demin gelen kadın neyin nesiydi dede? Azametli b ir tavırla omuzlarını silkti: — Haa, o mu? Şey, canım.... Bırak Allahmı seversen.. Öyle canımı sıktı ki.. Patlıyacaktım nerdeyse.. Hem pek matah bir parça da de ğildi.. Ben ba şka türlü ummuştum.... Robert kendini tutamadı. Ba şını öbür tarafa çevirip kahkahalarla gülmeye başladı. Yarısı da sinirdendi., ihtiyar Dandie, gözlük lerinin üzerinden öylece bakıp duruyordu ama, istifini de hiç bozmamı ş, mücessem bir saygı sembolü gibi duruyordu. Robert a şağı indi. Pardösüsünü giydi. Kasketini de ba şına sıkı sıkı geçirdi. Karanlık iyiden iyice bastırmı ştı. Gözlerinin önünde kasabanın ı şıklan, cumartesi ak şamlarının kalabalı ğı canlanıyordu, içine ani ve garip bir canlılık,

hareket arzusu gelmi şti. Reid'in evinde musiki faslının olması ve orada Alison'la annesinin de bulunması ihtimali kafasında n geçti. Reid'le gidip barı şmağa karar verdi. Fakat.. Daha evvel «Uçan Yaylalı» vardı. «Uçan Yaylalı» Prot-Doran-Londra Ekspresine verilmi ş bir isimdi. Her cumartesi akşamı saat 5 de Le-venford'dan geçerdi, istasyonda ik i dakika durur, batı yolcularını aldıktan sonra kalkardı. Kırmızı boyalı , yaldızlı, fevkalâde manzaralı bir trendi bu.. Yatak ve restoran vagonla rı vardı. Yemek vagonunun bembeyaz örtüleri ve ı şıl ı şıl parlayan gümü ş yemek takınılan pencereden görünürdü. Bu ı şıl ı şıl, kendince mutluluklar yüklü trenin istasyondan h areket ettikten sonra batıya do ğru yava ş yava ş kayıp gidi şini seyretmek bile Robert'-in kanını kamçılama ğa, içindeki o çılgın ve bo ş, fakat yine de bir türlü sönmeyen ümit ı şıklarını canlandırma ğa yetiyordu. Bir gün, kendisinin de, bu trenin yumuşak, kadife koltuklarına kurulup gidece ğini, uzaklara, hayallerinin yaşantısına do ğru gidece ğini dü şünüyordu. IV Levenford Felsefe Kulübü, faaliyetini hızlandırma ğa karar vermi şti. Son zamanlarda pek tavsamı ş, faaliyet namına hiç bir şey yapamaz hale gelmi ş olan kulüp, Reid'in alaylarına bile konu olmu ştu. Ama artık bu kı ş o miskinlikten kulüp sıyrumalı, canlı, hareketli bir 324 ocak haline gelmeliydi. Edinburg Dü şünce Derne ğine benzetilerek kurulmu ş olan bu dernek, ba şlangıçta, gayeleri ve çalı şmaları itibariyle çok iyi idi. Kulübün bu yeni hamlesi ilgi uyandırmı ştı. Mr. McKellar ba şkan olmu ş, kulübün şöhretini sağlayan konferanslara yeniden ba şlanılması derhal kararla ştırılmı ştı. Robert'in büyükbabası Mr. Lackie artık kulüpte üye değildi. Ba şkanlık için adaylı ğını koymaktan fazla istical göstermi ş, bu yüzden birçok üyenin husumetini celbetmi şti. Sonra da o, kaydını yenilemek için para vermeyi fuzuli bir masraf kapısı addetmi şti. Robert'in konferanslardan hiç haberi yoktu. Kasım s onlarına do ğru bir gün yolda giderken Mr. McKellar eline bir davetiye sıkı ştırmı ştı. Durma ğa, hattâ bir kelime bile söylemeye lüzum görmeden de uzakla şıp, gitmi şti. Bu, onda, yadırganacak bir hareket de ğildi. Davetiyede §öyle yazılıyordu : «Felsefe Kulübünde, Prof. Mark Fleming taraf ından, Sıtmanın Hikâyesi konulu, bir konferans verilecektir —l ki şiliktir—. Ba şka yazı yoktu. Konferans ak şamı kulübe Robert de gitti. Gitti ama, henüz tam mâ nasiyle iyile şmemiş olan yaralarının tekrar de şilmesi ihtimalinin de mevcut oldu ğunu bir an hatırlamı ştı. Şi ş göbekli, kırmızı suratlı kodamanlar, sırtlarında i yi kumaşlardan dikilmi ş elbiseleriyle, azametli bir tavırla yerlerine kurulmu şlardı. Robert, aralarına sıkıla sıkıla oturdu, kö şesine büzüldü. Mc Kellar'ın gözleri üzerine çevrildi ği zaman kıpkırmızı kesilmi şti ama, o görmemi şti bile. Fakat Prof. Fleming' in konferansında dinl edi ği şeylerden ve şahsiyetinden dolayı içinde hayranlık hisleri uyanmı ştı. Mark Fleming, Winton Üniversitesinde zooloji profes örüydü. 40 ya şında gösteriyordu. Sert çizgili yüzü, keskin bakı şlı, parlak gözleri vardı. Zayıf ve esmer bir adamdı. Amazon nehrinin yukarı tarafların da, insan aya ğı basmamı ş yerlerde, birçok tehlikeleri göze alarak tetkikler yapmı ş, ilim dilinde Lepidosiren adı verilen bir balık üzerinde önemli b ir ke şifte bulunmu ştu. Konferansında, halka hitap etti ği için, konuyu sadele ştire-rek anlatıyordu ama, sözlerinde, yine de Robert'i heyecanlandıracak ilmî noktalar mevcuttu. 325 Önce hastalı ğın kayna ğını anlattı, zararlarını sıraladı ve sebebi hakkınd a eski, sakat görü şlerin münaka şasını yaptı. Sonra da bu hastalık üzerinde yapılmı ş ilk gerçek ilim çalı şmalarından söz açtı. Ronald Ross'un yılmadan sarfet ti ği büyük gayretler ve bunun sonunda, nihayet, büyük bir ke şifte bulunuldu ğunu belirtti. Salonun dip tarafına beyaz bir perde gerilmi şti. Mikroskopla alınmı ş renkli foto ğrafları oraya aksettirerek, mikrobun geçirdi ği safhaları gösterdi. Birçok memleketlerde bu âfeti kökünden kurutmak için alınm ı ş olan tedbirleri nakletti ve Panama Kanalının bile bu sayede açılmı ş oldu ğunu söyledi. Profesör konu şmasını bitirince Robert bir çıkı ş yapmak için hazırlandı. Profesöre sormak istedi ği birçok şeyler vardı ve bunlar, onun bu konuya ne kadar

ilgi gösterdi ğini profesöre anlatacaktı. Fakat profesörün etrafı kalabalıktı. Bir yı ğın önemli şahsiyet mânâsız ve önemsiz sorulariyle adamı me şgul ediyorlardı. Bu durum, Robert'in profesöre yakla şabilmesine engel oluyordu. Nihayet profesör saatine baktı ve trene yeti şece ğini söyleyerek etrafındakilerin ellerini sıktı, ayrıldı. Bu konferans Robert'deki ilim a şkını yeniden canlandırmı ştı. Fakat bu tesir ancak birkaç gün devam etti. Arkasından da bunun ta biî bir reaksiyonu olarak içine derin bir ümitsizlik çöreklendi. Bir hafta, k aybedilmi ş bir dâvanın ıstırabı içinde bunaldı, çırpındı, durdu. Sonra bin denbire kafasına parlak bir fikir do ğdu. Aklına gelen bu kabil parlak dü şüncelerin ömürleri umumiyetle bir gecelik olurdu, onlar ertesi sabah bütün cazibeleri ni, kaybederler, bizzat Robert'in kar şılarına çıkardı ğı zalim bir mantı ğa boyun e ğerlerdi. Ama, bu defa öyle olmadı. Fikri, sabahın alaca karanlı ğını delip geçen güne ş ı şınları gibi gitgide geni şledi. Ve Robert, plânını büyük bir dikkatle hazırla mağa ba şladı. Cumartesi günü i şten döndükten sonra çabucak elbiselerini de ği ştirdi, masasının gözünden bazı şeyler alarak paket yaptı, haftalı ğından be ş şilin ayırdıktan sonra da a şağıya, yeme ğe indi. Gülerek : — Çabuk ol, haminneci ğim, dedi. Çok mühim bir i şim var. Birbuçuk trenine yeti şmem 326- Haminnesiyle odada yalnızdılar. Kadın ona bir taba k et suyu getirdi. Fakat Robert, tebessümüne kadının mukabele etmeyi şini tuhaf kar şıladı. Bu durum, aralarında son zamanlarda teessüs eden ahbaplıkla t aban tabana zıt bir hareketti. Haminne eline örgüsünü alıp o ğlunu beklemeye ba şladı. Zira büyükbaba cumartesi günleri daima geç gelirdi. Kadın Ro bert'le hiç konu şmuyordu. Nihayet ona bir kart uzattı. Aldı, okur okumaz da k aşları çatıldı. Bu insanlar hâlâ ondan ne istiyorlardı? Şimdi bir de bu çıkmı ştı ba şına.. Üzerinde, matbu, «Mukaddes Meliâke Kilisesi* ibaresi bulunan kartta Rahip Roche'un imzası vardı ve Robert'e «Pazar günü ö ğleden sonra saat 4 de bana gelir misiniz?» diyordu. Hâlâ canı sıkkındı ama, kendim biraz toparla mıştı. Kartı buru şturup şömineye attı. Haminne örgüsüne dalmı ştı. Birkaç saniye öyle geçti. Sonra haminne ba şını kaldırmadan konu ştu. — Demek gitmeyeceksin ha? Robert'e baktı. Robert, «hayır» gibilerden başını salladı. Kadın ihtiyatlı bir sesle sordu : — Ya sen gitmeyince kalkıp kendisi gelirse?.... Ne diyeyim o zaman?.... —Evde olmadı ğımı lütfen söylersin, haminne.... Ba şını kaldırıp Robert'i şöyle bir süzdü. Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. A yağa kalktı ğı zaman adamakıllı ne ş'elenmi şti : — Sana biraz daha et suyu getireyim, evlâdım.. Haminnesinin, fikrine katılması Robert'i se vindirmi şti. Onun mânevi deste ği ile kendine tamamiyle gelmi şti. Ahretten gelen bu davet —dindarlık günlerine Robert bu ismi vermi şti— onu gerçekten ve birdenbire sarsmı ştı. Rahip Roche'u sevdi ği için ona kar şı biraz da ^yakı şıksız hareket etti ğini düşünmüştü. Dine kar şı ma ğrur bir kayıtsızlık duyması bile .ara sıra hafif pi şmanlık hissetmesine engel olamıyordu.. Fakat maneviyatı boyun e ğmeyecek kadar kuvvetliydi. Meseleyi zihninden tamamen sildi , attı. Biraz sonra paketi koltu ğunun altında, sevinç içinde Winton trenine ko şuyordu. Kafası, mütemadiyen plânı ile me şguldü. 327 Saat 3 de Winton'daydi. Gilmore tepesine giden ye şil bir tramvaya bindi. Çok geçmeden, hülyalarının o heybetli, kül rengi binası nın önündeydi. Artık büyümüştü, o eski sıkılganlı ğı bir hayli geçmi şti ama, üniversiteye girip de Zooloji Fakültesine yakla ştı ğı zaman kalbi hızlı hızlı çarpma ğa ba şlamı ştı. Yolu pek iyi biliyordu. Gavin'le birlikte Marshall müsab akasına girmek üzere buraya geldi ği zaman fakültenin etrafını büyük bir i ştiyakla, bir mabedi tavaf eder gibi dola şmıştı. Boş konferans salonuna bir göz attıktan sonra, üzerind e «lâbora,tuvar» yazılı olan bir camlı kapıya vurdu. Yine cevap alamayınca itti, girdi. Upuzun giden, yüksek tavanlı, yüksek pencereli, zeminin yarısı tu ğla dö şenmi ş bir yerdi burası.. Alçak masaların üzerinde mikroskoplar dizi lmi şti. Müteharrik üçüzlü

adeseleri pırıl pırıl parlayan, harikulade Zeiss ma rka mikroskoplardı bunlar. Masaların üzerindeki çift raflı gözlerde ecza şi şeleri vardı. Garibaldi boyası ile Metilen mavisi, saf alkol ile pelesenk ruhu.. H er şey mevcuttu. Büyük bir vantilatör homurdanarak dönüyordu. Üzerinde porsele n kaplar bulunan bir sıranın yanında da şimdiye kadar hiç görmedi ği büyük bir makine gürültü ile i şliyordu. Odanın öbür ucunda, bir Hint domuzu kafesinin önünd e uzun boylu, gömlekli bir adam gözüne ili şti. Koltu ğunun altındaki paketi sıkı sıkı tutarak o tarafa yü rüdü. Formalin ve keskin eter kokusuyla karı şık pelesenk kokusu onu sarho ş gibi yapmı ştı. Bu cennet yerde güne ş ı şıkları da oyna şıyordu. Biraz daha yakla şınca önlüklü adam sordu : — Ne var? — Prof. Flemen'le görü şmek istiyorum efendim. Sarı çehreli, karmakarı şık bıyıklı, 50 civaıında gösteren bir adamdı. Çökük yanaklarında derin kırı şıklıklar vardı. Burnu uzuncaydı. Tekrar kafese dönd ü. Mahir bir hareketle domuzlardan birini yakaladı, ik i parma ğının arasına bir şırınga yaptı ve üzerini parma ğiy-le bastırdı. Sonra da hayvanın canım acıtmama ğa çalı şarak vücuduna da bulanık, mavi bir şırınga yaptı. — Profesör burada de ğil. Canı sıkılmı ştı Robert'in.. — Neredeler acaba? — Cumartesi günleri pek gelmez. Hafta tatilini geç irmeye Drymen'e gider. Domuzlardan birini daha alıp bir şırınga daha yaptı. — Pazartesiye gelin.. Şırıngasını bitirmi şti. Aleti asitfenik mahlûlü içine bırakarak,cid di bir tavırla Robert'e baktı. — Ben cumaertesinden bagka gelemem ki,... Sesinde bir üzgünlük, bir peri şanlık vardı. Adam ilgilenmek lüzumunu hissetti: — Benimle görü şseniz olmazmiydi acaba? İsmim Smith .... Profesörün başasistanıyım ben. Robert kısa bir tereddüt anı geçirdikten sonra: — î ş istiyordum.... Sırrım açı ğa vurunca kalbi hızlı hızlı atma ğa ba şlamı ştı. Fakat cesaretini kaybetmeden devam etti: — Burada, bu laboratuvarda Prafesör Flemeng 'in yanında çalı şmak istiyorum. Kendisini geçen hafta Le-venfor'da gör müştüm. Bende oralıyım zaten. Ne i ş olursa olsun. Yalnız şu Hint domuzlarına yiyeeek vermek i şiyle me şgul olma ğa bile razıyım. Asistan so ğuk bir tavırla güldü. Yüzündeki o sabit, ciddi eda bir nebze kaybolmu ştu. — Bunlara yiyecek vermiyoruz ki biz. Ne i ş yapıyordunuz siz şimdiye kadar? Söyledi ve arkasından da ilâve etti: — Ama, bu i şimi hiç sevmiyorum ben. Ben ilmi •seviyorum. Bilhassa zoolojiyi. EsMdenberi severim. Okulda, evd e senelerce hep hayvanlarla meşgul oldum. Burada i şe bir ba şlasam, kendi kendime çalı şırım sonra. Her i şi yapmağa hazırım- Yatacak yerim temin edilebilirse haftada 5 şilin bana yeter de artar bile. Paketini açtı. Bımları Profesör Fleming'e göstermeye gelmi ştim. Bakar mısınız lütfen? Yalan söylemedi ğimi, samimi oldu ğumu anlardınız. Başasistan çocu ğu geri çevirmek üzereydi. Uzun yüzü tekrar aksile şir gibi olmu ştu. Fakat saatine bakınca fikrini de ği ştirdi: — Benimle gel öyleyse, dedi. On dakika vaktim var. Sonra sterilizatörü i şletmem lâzım.... 328 329 Önüne dügtü. Masaya do ğru yürüdüler. Adam bir iskemleye oturup gözlerini Robert'e dikti. O elleri tit-reye titreye paketin s icimini çözdü, kahverengi kâğıdını yırttı, kolleksiyonlarını açıp gösterdi. Bir taraftan, be ğenmezse diye ödü kopuyordu, ama, bir taraftan da göstermek heves iyle, «belki be ğenir» ümidi ile yanıyordu. Kar şısındakine şüphe ile bakan bu aksi suratlı adama hakiki

değerini gösterip ikna edeilece ğine dair bir his vardı içinde. Bütün böcek numunelerini, şimdiye kadar topladı ğı ne varsa hepsini göstermi şti, fakat alelade olanlarını pek göstermek istemiyordu. İçlerinde hangileri nadir şeylerse önce onları çıkardı, daha tasnif edilmemi ş olan Bryozoa'yı e şine pek rastlanmayan Stentor'larım gösterdi. Robert, heyecanla onlar hakkında izahat veriyor, ad am da kalın göz kapaklarının altından hepsini dikkatle inceliyordu. Bir iki kere be ğenmi ş gibi i şaretler yaptı, bir çok defalar da, aksini ifade eden, kafa salla-yı şlarına şahit oldu. Mikroskopla bakılacak parçaların bulundu ğu kutuyu da elinden alarak birer birer ı şı ğa tutarak baktı-Sonra önüne bir mikroskop çekerek, büyük bir san'atkârın kemanını çenesinin altına sıkı ştırı şı gibi, ba şını e ğdi, incelemeye ba şladı. Robert, heyecanından nefes bile alamayacak hallere giriyordu. Adamın elleri kir içindeydi. Gömle ğinin eskimi ş, ucuz takma kollarından kemikli kolları fırlak fırlak görünüyordu. Fakat uzun parmakları son derec e hassastı. Adeseleri fazla bir dikkat sarfetmeden, fevkalâde bir isabetle ayar edebiliyordu. Robert'e göre kıymetleri çok fazla olan bu parçalar ı şaşılacak bir sür'atle kısa bir zamanda inceledi. Parçalardan üçünü iki şer defa gözden geçirdi- Sonra doğruldu, bıyıklarını burarak yüzüne baktı. — Hepsi bu kadar mı delikanlı? Robert heyecanlı bi r sesle cevap verdi: — Evet, efendim, bu kadar.... Cebinden çıkardı ğı tabakadan bir sigara sarıp, masanın üzerindeki ha vagazında yaktı. — Senin ya şında iken benim de böyle bir kolleksi-yonum vardı.. .. Robert, büyük bir hayret içinde adamın yüzüne ba-ka kalmı ştı. Bunu söyleyece ğini hiç mi hiç aklına getirmemi şti. Devam etti adam: — Kolleksiyonumun mikroskopla bakılacak parçal arı belki bu kadar zengin değidi ama, spirogya bakımından daha iyiydi sanırım . Londra'da Politekni Okulunda, Paxton'un gece derslerini takip etmi ştim. Hafta tatillerimi de Surrey göllerinde, kan ter içinde geçirmi ştim, ikinci bir Cuivier olaca ğımı sanmı ştım. Tabii 30 sene evveldi bu söylediklerim. Bi r o hayalime, bir de şu andaki durumuma bak. Bu i şin içinde ömrümü tükettim gittim. Haftada 50 şilin alıyorum burada- Evde de hasta bir karım var (Alaylı alaylı içini çekti). Arka kapıdan girdim çünkü. Fakat beni m girebilece ğim ba şka kapı da yoktu. Nafile bu i şlere heves etme o ğlum. Alayda albay olmak istiyorsan orduya nefer olarak girmemeye bak. Ben bütün hay atımca asistan kalma ğa mahkûmum, mesela.... Robert, içinin burkuldu ğunu hissetmi şti. — Fakat kolleksiyonum biraz ümit veriyor de ğil mi? Mikroskopluk parçaları her halde be ğenmi ş olacaksınız. Omuzların silkti: — Onlara diyecek yok do ğrusu.... Eski bir oyuk Frass bıça ğıyla kesmi şsin çünkü.... Görüyorsun ya biliyorum ben. Ben de aynı şekilde yapardım da ondan. Ama şimdi elektrik bıçakları var El mahareti para etmi yor artık. Robert endi şeden titriyordu. — Ama, hiç de ğilse bana laboratuvarda bir i ş vermelerine yarar, de ğil mi? Sizin ikazlarınıza te şekkür ederim. Ama, her şeye ra ğmen ben yine böyle bir i ş istiyorum. Hattâ, hattâ ortalık i şleri yapmaya bile razıyım. Yeter ki burada olayım. Adam güldü, fakat çehresinde acı bir ifade vardı : — Roux mahlûlü yapmasını bilir misin? Yüzel li tane cama yarım saatte i şleyebilir misin? Blastomerle-ri ayırmayı becerebi liyor musun? Bunları iyice ö ğrenebilmek için tam be ş sene lâzım. Benim yanımda bu i şlere bakan adam 60 yasında, haberin varını? Bugün 330 331 romatizması tuttu da izin verdim, gitti. E ğer beni dinlersen delikanlı, gel bu i şten vazgeç sen. istidadın yok demiyorum, var, muhak kak ki var. Fakat insanın cebinde parası elinde üniversite diploması olmazsa bütün, kapılar suratına kapanır. Onun için, sen makinenin ba şına dön yine. Bunları unut. Gemilerde

çarkçılık hiç de fena bir i ş de ğil. Okyanusları a şan eski bir tekne ile denizlerde dola şıp dünyayı görmek için her şeyimi fedaya hazırım ben. Bir süre ikisi de konu şmadılar. Robert, mekanik bir hareketle kolleksiyonu nu topladı. Numuneleri kutularına yerle ştirerek tekrar kâ ğıda sarıp ba ğladı. Robert, bunları bitirdi ği zaman adam elini uzattı: — Hadi, delikanlı dedi, u ğurlar olsun sana. Sakın kusura bakma. Bunları senin iyili ğin için söyledim Güle güle git.... Robert lâboratuvardan çıktı ğı zaman yıkılmı ş gibiydi. Tepeden a şağı do ğru yürümeye ba ğladı. Etraf ıpıssızdı. Güne ş, yusyuvarlak olmu ş, batıyor, gümü şi gökyüzüne pambelikler serpiyordu. Tramvaya binmedi, parktan geçerek yürümesine devam etti. Çiçeklerin arasında yollarda kuru yapra klar, sert rüzgâr önünde uçu şuyorlardı- Grubun güzelli ğini farkedemedi. göremedi bile. Öyle büyük bir sukutu hayale u ğramı ştı ki, içini büyük bir kızgınlık kasıp kavuruyordu. Smith'in söylediklerine inanmak istemiyordu. Hepsi yalandı. Ertesi hafta gidip profesörün kendisiyle görü şmeye içinden karar verdi. Emeline ula şmak için hiç bir engel onu yıîdıramayacaktı. İçinden, asistanın haklı oldu ğunu da teslim etmiyor de ğildi. Gerçi aksi, suratsız adamın biriydi ama, sözlerinde çok samimiy di. Fakülteye do ğrudan doğruya pratik i şlerde çalı şmak için girmesinin imkânsız oldu ğunu dü şündükçe daha iyi anlıyordu. Bunu kendisine mümkünmü ş gibi gösteren şey arzusundaki hareketten ba şka bir şey de ğildi her halde. Fakülteye girmenin tek yolu herkes gibi para ödeyerek ö ğrenci olarak yazılmaktı ki, buda onun için tamamiyl e imkansızdı. Fakat en a ğırına giden, Smith'in, kolleksiyonunu kayıtsız bir ta vırla incelemi ş olmasıydı. Gerçi be ğendi ğini söylemi şti ama, Robert, heyecanı içinde daha takdirkâr ifadelerle 332 dolu bir methiye beklemi şti. Heyecansız ifade Robert'in yükseklerdeki ümitle rini yerlere vurmu ştu. İçindeki alevi söndüren acı bir rüzgâr olmu ştu bu. Hisleri bir hayli tuhaftı. Müteessir olmamı ştı da içinde bir yara açmı ş, bir hiddet uyandırmı ştı hâdise. Şehrin merkezine geldi ği sırada elindeki paket artık bütün mânasını kaybetmi şti. İçinde ani olarak zalim bir istek kıpırdandı- Bir ke re daha ba şarısızlı ğa u ğramı ştı. Demek â şıkı oldu ğu ilme hizmet etmek bir türlü mümkün olamayacaktı O halde? O halde koltu ğundakilere ne lüzum vardı? Buchanan caddesinden a şağı do ğru yürüdü. Argyll pasajına girdi. İki taraflı dükkanların sıralandı ğı ve Argyll caddesine çıkan küçük bir geçitti buras ı. Aradı ğı dükkânı, model olarak yapılmı ş küçük makinalar satan bir dükkânın yanında bulmu ştu. Vitrinde ye şil camdan yapılmı ş bir akvaryu.nı içinde balıklar yüzüyordu. Ayrıca köpeklere verilen özel bisküviler , karınca yumurtaları, fare kapanları, cibinlik, lâstik şeyler, pul albümleri karma karı şık olarak konulmu ştu. Vitrinde kocaman harflerle «Biyolojistler Pazar ı» yazıyordu. İçeriye girdi. Etraf küf kokuyordu. Kısa bir süre be kledikten sonra, dükkânın dip tarafındaki bir perde kalktı, kısa boylu bir ad am göründü. Sırtında eskilikten parçalanrnı ş bir siyah elbise vardı. Dert ve üzüntüden çökmü ş bir insana benziyordu. — Bir kolleksiyonum var, satmak istiyorum. Koltu ğunun altındaki paketi son defa çözüyordu. Fakat parmakları şimdi hiddetle çalı şıyordu. Kutuları tezgâhın üstüne koydu. — Çok kıymetli şeyler. Şu kelebeklere bakın, meselâ.... Maşalı gözlü ğünü burnunun üstüne yerle ştirdikten sonra hırıltılı bir sesle konu ştu: — Bugünlerde pek bir şey almıyoruz. Bilhassa bu gibi şeylerin isteklisi hiç yok şimdi.... Bir taraftan da inceliyordu ama. Bitirdikten sonra müteessirmi ş gibi bir tavırla: — Ehh, dedi isterseniz 17,5 şilin vereyim bunlara. Robert'in yüzü hiddetle gerilmi şti: 333 II l V \

— Neee, dedi, ne diyorsunuz siz? Yalnız şu sarı aeschna l sterlin eder. Londra'daki ma ğazalarda kataloglarında görmü ştüm. Adam gayet so ğukkanlı cevap verdi: — Burası Londra de ğil, Argyll pasajı, dedi. Fazla veremem; istersen iz. Robert hayatında bu kadar kızdı ğını hatırlamıyordu. Almakla satmak arasında bu kadar nisbetsiz bir fark olabilece ğini aklına hiç getirmemi şti. Bütün tehlikelere güçlüklere gö ğüs gererek Longorag'lara tırmanarak sabahlara kadar çalı şarak 5 senede vücuda getirdi ği esere topu topu 17,5 şilin veriyorlardı Olur i ş de ğildi. Hakaretin bu derecesine de tahammül edilemezd i. Edilemezdi ama. ne yapabilirdiki? A ğzında buz gibi bir: — Pekâlâ, döküldü. Dükkandan çıkarken yükü hafiflemi şti ama, ba şı alev alev yanıyordu. Adamın verdi ği paralarla ve kendisinin olanlarla şimdi cebinde bir sterlinden fazla bir parası vardı. Saat 6 olmu ştu. Hava kararmı ş, her tarafta ı şıklar yanmı ştı. Ani bir e ğlenme kararı verdi. Queen Caddesinin kö şesinde küçük bir lokanta göründü. Bohemvarî bir hav ası var görünüyordu. Vitrininde, koca koca iki enginarın or tasına konmu ş balıklar, kıpkırmızı etler insanın i ştahını açıyordu- Kapıyı itip girdi, yumu şak halıların üzerinde yürüdü ve kadife yastıklı bir bölmeye otur du. Şirin, sempatik bir yerdi- Eski stil, halılar konmu ştu. Uçan yaylalı treninin restoranında görüp de bayıldı ğı pembe abajurlu lâmbalarla süslenmi şti. Burma bıyıklı, önlükleri neredeyse ayaklarına de ğecek kadar uzun bir garson yanına sokuldu. Herif sinirine dokunmu ştu ama, et çorbası, mantarlı dana eti ve Napoli i şi bir dondurma ısmarladı. Garson bunları getirdikte n sonra önüne bir şarap listeside uzatmı ştı. Rengi uçtu, fakat kararını de ği ştirmedi Sesi hafifçe titreyerek bir şi şe Chianti şarabı getirtti. İçine sindire sindire bir yemek yedi. Ne zaman-danbe ri böyle güzel, lezzetli bir yemek yedi ğini hatırlamıyordu. Şarap önce dilini ve yanaklarının içini buruk- 334 •ı la ştırmı ştı ama içmeye devam etti. Nihayet bu buruk lezzet d e, her yudumda içine yapılan tatlı sıcaklık da ona zevk vermi şti. Fazla kalabalık yoktu. Bölmelerde ba şbaşa vermi ş, bir iki çift gördü. Tam kar şısındaki masada da esmer, yakı şıklı bir adam, ba ğında garip ve küçücük bir şapka bulunan bir kızla şakala şıyordu. Alçak sesle, burun buruna konu şup gülü şmelerini imrenerek seyrediyordu. Yemek 9 şilin tutmu ştu. Büyük bir paraydı ona göre bu ama, artık aldırı ş edecek halde de ğildi- Şarabını da bitirdikten sonra hesabı ödedi, garsona da bir şilin bahşi ş bıraktı. Garsonun önünürıde hürmetle e ğili şi gururunu ok şamıştı. Çıktı. Nefis bir geceydi. Her taraf ı şıl ı şıl yanıyordu. Kalabalık caddeden heyecan ve hareket ta şıyor, yaya kaldırımlarından ne ş'eli insanlar akın akın gidiyorlardı. Nihayet ya şamaya ba şlamı ş oldu ğunu hissetti. Zihninden bütün kötü dü şünceleri silkip attı; rahatlamı ştı. Bir gazeteciden Evening Times aldı. Sokak lambalarından birinin ı şı ğında e ğlence yerleri sütununu inceledi, İki yerde operet temsili vardı: Biri Edwards'daki, di ğeri de Martin Harvey'in «Tek çıkar yol» adlı opereti. «Tek Çıkar yol» un son temsili o ldu ğunu gazete bilhassa belirtmi şti. İkisini de be ğenmedi. Tam o sırada listenin sonunda bir şey dikkatini çekti. Sevindi Theatre Ro-yaî'da «Mr. Tan gueray'ın ikinci karısı» oyunu vardı. Do ğru oraya gitti. Parterden bir koltuk bileti aldı. G irdi- Dublin'deyken annesinin onu alıp kuklaya götürdü ğünü çok hatırlıyordu ama tiyatroya ilk defa gidiyordu. Perde açıldı ğı zaman heyecanla titredi ğini hissetti. Biraz sonra da kendinden geçmi şti. Bu, ötedenberi hayalinde ya şattı ğı dünyaydı onun. Yalnız zekî insanların konu ştu ğu kahraman insanların ömürlerini imân ate şinde yanarak tükettikleri bir dünya. Her an tesir a ltında kalmaya amade ruhiyle o her kelimeye âdeta yutar gibi kulak vermi şti. Tiyatrodan sarho ş gibi çıktı. O da hayatı insanları topyekûn kucakla mak şimdiye kadar nasibi olmamı ş zevkleri tatmak istiyordu. Zihninde göz kama ştırıcı, şeh-vevî bir takım hayaller canlanmaya ba şlamı ştı. 335

Saat henüz onbuçuktu. Sokaklar biraz tenhala şmış-tı. Hattâ bazı sokaklarda in cin top oynuyordu. James Meydanına do ğru yürüdü. Şehrin orta yerinde küçük bir meydandı burası. Bir tarafta büyük postahane, bir t arafta da vitrinindeki ı şıkları sabaha kadar yanan büyük bir ma ğaza vardı. Lewis, ço ğu zaman, manâlı manâlı gülerek bu meydan hakkında çok enteresan hik âyeler anlatmı ştı. Geni ş yaya kaldırımlarda bir a şağı, bir yukarı heyecan içinde dola şmaya başlamı ştı. Onun gibi dola şan bir çok kadın da vardı- Arada bir duruyorlar, bi r ta şıt bek-lermi ş gibi hareketler yapıyorlardı. Biri çok şi şman yamru yumru acaip bir şeydi. Ba şında tüylü bir şapka, iri bacaklarında potinler vardı. Robert tam yanma geldi ği sırada hafif bir sesle, şefkatli bir tavırla konu ştu: — Merhaba, delikanlım.... Bir ba şkası gözüne ili şti Robert'in. Uzun boylu, zayıf, nahif bir kadındı bu. Siyahlar giyinmi şti. Yüzüne de siyah bir tül örterek kendine esraren giz bir hava vermi şti. Hafif öne do ğru e ğilmi ş olarak, a ğır adımlarla yürüyordu. Arada bir öksürüyordu. Fakat kibar bir tavırla da tam öksürür ken mendilini a ğzına götürüyordu. Ro-bert'e baygın bir gülümsemeyle bakt ı. Tüyleri diken diken oluvermi şti. Robert'in. Deh şet içinde kalmı ştı. Kafasında heyecan içinde canlanan hayallere yakla şan biri bile mevcut de ğildi. Meydanın orta kısımlarında belki daha güzel birini bulurum ümidiyle yolunu de ği ştirdi. Kar şıya geçti. Heykellerle dolu bahçeye girdi. İçi gayet muntazamdı- Daha romantik, daha intim bir havası vardı. Bir hayli ka ranlıktı. Dola şan kadınlar da da ha çoktu. Gölgelerden ve karanlıktan aldı ğı cesaretle ortadaki yoldan ilerlemeye ba şladı. Kar şıdan bir kadın geliyordu. Karanlıkta genç ve güzelm i ş gibi görünüyordu. Kadın yanından geçtikten sonra Ro bert dönüp arkaya, ona baktı. O da bakıyordu. Robert'in ilgilendi ğini anlayınca ba şıyla bir i şaret verdi ve tekrar yürümeye devam etti. Robert şaşırmı ştı. «Acaba, gitse miydim pe şinden» diye dü şündü. Sonra bahçeyi dola şıp yanına gelmesini beklemenin münasip olup olmayac ağım hesapladı. Ba ş- kit T ka yol yoktu. Her halde dönüp dola şacak, mutlaka yine onun önünden geçecekti. Bekleme ğe karar verdi. Yolun kenarında bir yer gördü. Heyec andan titreye tit-reye gitti, oturdu. Ancak o zaman orada birinin dah a oturmakta oldu ğunu farketti. — Sigaran var mı, arkada şım?.... Elini cebine attı- Paketi çıkardı. Karanlıkta adamın şeklini, şemalini görmeye çalı ştı. Farkedebildi ği kadarı, adamın sefil kıyafetli bir ihtiyar oldu ğu merke-zindeydi. Sigarayı aldı adam: —• Sağ olasın, dedi. Kibritin yok mu? Robert bir daha cebine davrandı. Kibriti yakıp adamın sigarasına uzattı. Avucunun iç inde tuttu ğu kibritin yanıp sönme zamanı içinde adamın yüzünü şöyle bir görebildi. Bankın üzerinde, heykel gibi bir süre daha oturdu. Ne gelen vardı, ne giden. Kadın yok olmu ştu. Belki ilerde bir mü şteriye rastlamı ş, onunla gitmi şti. Cebindeki sigaraların hepsini, kibritiyle beraber adama bıraktıktan sonra kalktı. Bezgin bir tavırla yürü-ye yürüye i stasyona kadar geldi. Bacakları tutmuyor, ayakta zor durabiliyordu. Son trene ancak yeti şebildi. Kompartmanda kimse yoktu. Tek ba şına oturdu. Gözlerini kar şıdaki bölmeye dikmi şti. Dü şünüyordu: Hayatında hemen hemen mahvol madik hiç bi r şey kalmamı ştı. Kolleksiyonlarım, o bütün varlı ğı ile ba ğlı oldu ğu şeyleri bile satmı ş, elden çıkarmı ştı- Eline geçen de sadece bir hiçten ibaretti, b u değerli şeylerin kar şılı ğında.... Bölmenin üzerinde küçük bir delik gözüne ili şti. Muzip bir yolcunun marifetiydi her halde bu. Delikten bakmak için, müthi ş bir arzu duyuyordu. Bir şey, bir deği şik şey görmek istiyordu. Uaım bir süre cesaret edemeyer ek öyle kaldı. Nihayet merakı galip geldi. Yava şça yerinden kalktı. Bölmeye yakla ştı ve.... ve gözünü uydurup delikten baktı. Fakat o kompartıman da bombo ştu. Hiç kimse yoktu. XXX Robert, artık bütün ümitlerini sellere verdi ği ve fabrikada daimî olarak çalı şmaya karar verdi ği için ma- 337

kineye kar şı samimi bir ilgi duymaya çalı şıyordu. Şimdi çarklardan birinde i ş görüyordu. Fakat aklı sık sık ba şka taraflara kaydı ğı için sık sık hatâ yapıyor, yakınlıklarına ra ğmen Jamie'yi kızdırıyordu. Kı ş devam ediyordu. Ya ğı şlı, rutubetli hava insanın içine ya ğdırdı ğı kasveti her geçen gün daha da arttın-yordu. Hele Robert'in için e.... Aralık ortalarında bir gündü. Jamie kızgın bir tavı rla Robert'in yanına geldi. Kaşları çatılmı ştı ve elinde demir bir çubuk tutuyordu. Acı bir ses le: — Be ğendin mi bu yaptı ğını Robie, dedi. Bak bir şuna-. Daha dikkatli olamaz mısın? Utancından pancar gibi olmu ştu Robert, î ş hayatında ilk defa Jamie ona bu tarzda hitap ediyordu: — Ne olmu ş? Elindeki demir çubu ğu uzattı: — Daha ne olsun? dedi. Bir eme ği mahvettin Heder olan malzemede cabası. Ben bunu sana 2 —x numara ile del demi ştim, sen tutmu ş 4 numarayla delmi şsin. Olur i ş mi bu yâni? Kabahatli oldu ğu meydandaydı. Dikkatsizlik etmi şti, içinde bir hiddet hissetti ve adeta çıkı şır gibi: — Çok mu önemli bir şey olmu ş yani, dedi. Muhterem Marshall Fabrikaları iflâs etmedi ya.... Jamie cevaba kızmı ştı : — Ne biçim konu şma bu Robie, dedi. Artık dalgayı bırak ta kafan ı önündeki i şe ver biraz. Anladın mı? Biraz nasihat etti. Giderken hiddeti geçmi ş gibiydi. Robert'e: — Cumaertesiye bize gel. Yeme ği beraber yiyelim, dedi. Fakat Robert'in rengi de ği şmiş, dudakları gerilmi şti: — Teşekkür ederim, diye mırıldandı. Pek istemiyorsanız g elmem. Hiç bir şey söylemedi Jamie. Bir an yüzüne baktı, yürüdü, gitti- Jamie'ye kızmı ştı ama. daha çok da kendine kızıyordu. Aslında Jam ie haklıydı. Canı sıkılmı ş bir vazi-.Jette öylece dururken Galt yanma vaklast ı: —«. ,7V — Eee, dedi, bu da çok ileri gitmeye ba şladı artık. Paylama sırasını sana kadar getirdi- Galt, ona en küçük bir tarizde bulunan âmir kar şısında bile hemen köpürmeye ha^ır bir i şçiydi. Jamie'nin durumunu tenkide kalkan bu hareket inde Robert, tembel ve beceriksiz bir i şçinin aytıi durumdaki arkada şına kar şı gösterdi ği yakınlı ğı bulmu ş ve Galt'a da içerle-mi şti. Suratına baktı: En az iki günden beri tra ş olmadı ğı belliydi. Yüzü - gözü kir içindeydi. Kendini tuta madı, payladı: — Sen sus, dedi. Sana dü şme? bizim i şimiz.. Galt umdu ğunu bulamamı ştı: — Kızma yahu, dedi. Sana yardım edelim dedik. Kabahat mi oldu? Bana ne? Ne halin varsa gör.... Bir daha da; tövbo olsun .. Robert, Jamie'nin paylamasından sonraki günler i şine daha dikkatle e ğilmeye başlamı ştı ama, yine de olmuyordu- Aletleri eline alı şında bile bir isteksizlik, bir ho şnutsuzluk vardı. Hattâ bir defasında elindeki keski ile ba ş parma ğını adamakıllı kesmi şti, iyi bakılmadı ğı için de yara iltihap yapmı ş, cerahat toplamı ş ve ikide bir irin akar bir hal almı ştı. Haminnesi lapa yapmı ştı. Jamie, bu yaradan üzülmü ştü. Bir gün Robert'e : — Parma ğın baya ğı fena oldu senin, dedi. Pek iyi olaca ğa da benzemiyor. Robert so ğukkanlı bir tavırla cevap vermi şti: — Yooo, dedi, önemli bir şey de ğil. Geçer.... Nasıl olsa geçecekti. İrinleri akan yaranın verdi ği acı ho şuna bile gidiyordu. Ruhunu kı şın kasvetinden daha derin bir karanlık sarmı ştı. Alison da Ardfillan'daydı. Nihayet gelmi şlerdi. Robert'in pek sık gönderdi ği ate şli mektuplara muntazaman cevap veriyordu ama, çok kısa ve kuru yazıyordu. Kızın me ktupları geldi ği zaman kalbi tıkanacak gibi oluyordu. Mektubu alır almaz odasına kapanıyor, kapıyıda

kilitliyor, sonra yata ğın üzerine oturarak elleri titreye titreye zarfı açıyordu. Harfleri kocaman kocaman ve yuvarlaktı, A lison'un Bir satırına ancak üç - dört kelime sı ğıyordu- Heyecanla açılan gözleri da- 339 r ima iki sayfadan fazla olmayan mektubu çabucak okuy or, adeta yutuyordu. Bir mektubunda iki yeni şarkıya çalı ştı ğını yazmı ştı. Shubert'in Standchen'i ile Schu-mann'un Wvidmung'una... Annesi ve Lousa ile bi rlikte buzda kaymak için ArdifHan'daki havuza gitmi şlerdi, iki kere Mr. Reid, bir kere de Dr. Thomas onları ziyarete gelmi şlerdi. Şimdi herkes büyük kı ş balosuna hazırlanıyormu ş. Acaba Robert de gelemezmiymi ş ? Fakat. Robert'in istedi ği baloya davet falan de ğildi. Oturdu, ate şli bir sitem mektubu yazdı. Noel'den bir hafta kadar önceydi. Bir ö ğle paydosunda Lewis yanına gelmi ş ve : — Gelecek Cumaertesi günü Ardifillan'da balo var R obert, demi şti. Beraber gidelim istersen... Robert, ö ğle yeme ği niyetine yedi ği peynir - ekmek ten bir lokma ısırdıktan sonra mırıldandı : — Dans etmesini bilmem ki ben.... Lewis gülerek cevap verdi: — Ne ziyanı var? Ben de bilmem. Oturur seyrederiz beraber. — Evden bırakmazlar zannederim-. Lewis ısrarla git mesini istiyordu: — Bir dü şün hele, Robert, dedi. Çok mühim bir balo bu... . Kibarların balosu.... Bebek gibi kadınlar, kızlar, mükemmel bi r büfe. Bana iki davetiye yollamı şlar. Hiç anlamam mutlaka gidece ğiz. içindekileri belli etmemek istemesine ra ğmen heyecanlanmı ştı. Dans bilmeyi şi bir yana, baloya gidebilecek kıyafeti bile yoktu. Gitme si imkânsızdı. Arkada şının gösterdi ği samimi ve a şırı ısrar ve her şeyi oldu ğu gibi dansı da küçümsemesi sinirine dokunmu ştu. Kestirip attı: —istemiyorum, dedi. Beni rahat bırak lütfen Lewis , hayretle yüzüne baktı. Sonra da omuzlarını silkerek uzakla ştı. Robert hareketinden utanmı ştı. Ak şama kadar üzgün bir durumda ba şını makineden kaldırmadan çalı ştı, durdu. Fakat cumaertesi ak şamı 5 treni ile Ardfilan'a gitti. Baloya katılm?1' için değil tabii. Panayırın kuruldu ğu 340 çayırda iki saat bombo ş dola ştı durdu. So ğuk kı ş rüzgârları oradaki her şeyi silip süpürmü ş gibiydi. Paltosunun yakasını kaldırdı. Bando kö şkünün arkasındaki bir kuytu yerde durdu- Sırtını bir a ğaca vererek Gabin' le ya şadı ğı günleri tatlı hatıraları andı. Birbirlerinden asla ayrılmam aya burada söz vermi şlerdi. O vaad günü şimdi çok uzak bir mazide de de ğildi ama, ona üzerinden asırlar geçmi ş gibi geliyordu. Gavin hiç yoktu artık. Vaktiyle, dü nyayı fethedecek bir hava içinde biribirleri-ne ümit ve cesaretle söz verdikl eri bu yerde Robert tek başınaydı şimdi ve titriyordu. Yavaş yava ş yürümeye ba şladı. Balonun yapılaca ğı Kasaba Kona ğına do ğru gidiyordu. Gece olmu ştu. Saat 8 e yakla şıyordu. Kapının önünde büyükçe bir kalabalık vardı. Bazı meraklı kimseler toplanmı şlar, baloya gelen kibarları seyrediyorlardı. Robert de aralarına karı ştı, beklemeye ba şladı. Hafif bir yağmur ya ğıyordu. Çok geçmeden birbiri ardından otomobiller s ökün etmeye başladı. Kahkahalar içinde, güle - oynaya baloya gelen mutul u insanlardı onlar. Kadınlar uzun ve bol etekli tuvaletlerini giymi şlerdi. Erkeklerde frak ve smokin vardı. Le-wis'i gördü, iki dirhem bir çekirdek giyinmi ş, saçlarını briyantinlemi şti. Yalnızdı. Çok geçmeden tıknaz vücû du ile Reid 'in merdivenleri tırmanmakta oldu ğunu gördü hemen bir iki dakika sonra da Alison'l a annesini.... Kalabalık bir gurup idiler. Louisa ile Mrs. Marshall da ar alarındaydı. Alison'u farkeder etmez kalbinin dura-cakmı ş gibi oldu ğunu hissetti. Beyaz, pırıl pırıl bir elbise giymi şti. Halılar üzerinde yürüyerek merdivenleri çıkarken Louisa ile şakala şıyor, gülüyordu. Gözleri ı şıl ısıldı. Her halde mutluydu. Gözden kayboluncaya kadar arkasından bakt ı.

Sonra biraz orkestranın na ğmeleri dı şarılara kadar aksetti. Kalbini, gö ğsünün içine büzülmü ş kalmı ş gibi hissediyordu. Paltosunun ceplerindeki yumrukl arını sıktı ve acele adımlarla oradan kaçtı. Trene daha b ir saat vardı, istasyon civarındaki pis sokaklardan birinde bir a şçı dükkanı buldu. Ö ğleden beri a ğzına bir lokma koymamı ştı- Bu karanlık, küçük lokantadaki masalardan birin in üzerinde, önüne konan ya ğlı patatese bol sirke dökerek elleriyle yedi. Canı alkol de istiyordu. Ken- 341 dini en a şağı seviyelere dü şürmek için zapdedilrnez bir istekle doluydu. Pazartesi sabahı fabrikada Lewis'e rastladı. Makine atölyesine girerken kar şıla şmışlardı. Hayatı ö ğrenmi ş bir insanın sakin bakı şlarıyla gülümsedi ona, özür diler gibi de ğil.. __ Nasılsın Lewis, dedi. Sana kaba davrandım, özür dilerim. Nasıl, güzel oldumu balo, e ğlenebildin mi? Bakı şlarından şüphe okunuyordu: — Eh, fena de ğildi. Robert, gitmeyi şine bir mazeret bulmu ştu: __ Mesele, şey.... dedi, Bir randevum vardı da ondan gelemedim ben. Whiton'da tanı şmıştım. Genç bir dul.... Onunla bulu şmama mani olacaksın diye kızmı ştım sana.... Yavaş yava ş rahatladı, tebessüm etti: __ Budala çocuk dedi. Niçin o zaman söylemedin bana.. Robert, ba şını manalı manalı sallıyarak bir kahkaha koy verdi. Lewis ona hasretle, gıpta ile bakıyordu: — Tebrik ederim, Robert, dedi- Ardfillan'da öyle şeyler yoktu. Lüzûmudan fazla ciddi, a ğır ba şlı bir baloydu. Bize göre hiç de ğildi- Hani gelmemekle de çok iyi yaptın do ğrusu.... Bu kadar güzel yalanı bu kadar kolay kıvınverme-sin e kendi de şaşmıştı. Ne ş'esi yerine geldi ama, çok geçmeden de kendisinden tiksi ndi. Eskisinden daha fazla kabu ğuna çekildi, herkesten kaçmaya, tek ba şına olmaya çalı ştı. Hiç bir yere gitmiyordu. Kate evine ça ğırdı ğı zamanlar ekseriya bir bahane buluyor, atlatıyordu. Pek seyrek gördü ğü Reid de, bir gün kar şıla ştıkları zaman ona: — inan Shannon, senin için elimden geleni esirgemi yorum. Robert şaşırmı ştı: — Nasıl yani, ne gibi? diye soracak oldu. Cevap kısa ve manidardı: — Daima kendi haline bırakıyorum seni.. 342 Yürüdü, gitti, söyleyecek bir şey bulamamı ştı. Her şeyden öyle usanmı ş, öyle bıkkınlık getirmi şti ki ....Fakat, ba şkalarından bucak bucak kaçarken, biri var ki, hep ona, onun ya nına gidiyor ve bundan bir teselli buluyordu. Bu haminnesiydi. Onun sa ğlam, metin, iradeli hali ho şuna gidiyor ve kendisini cezbediyor olmalıydı. Mr- Lack ie, kökünden kopmu ş, rüzgârlarla savrulan bir ot gibiydi. Ya haminne?... . Köylü idi ve herhalde bunun derin köklerinden, be şi ği olan topraktan hayat ve kuvvet alıyor gibi idi. Haminneyle beraber geç vakitlere kadar yemek masası nın ba şında oturuyorlardı. Sohbet ederlerdi. Babasının Ayrshire çiftli ğinde geçen gençlik yıllarının hâtıralarını anlatırdı. Peynir yaptı ğını, tarlalarda mahsul biçenlere fırından yeni çıkmı ş, sıcak yulaf ekmekleri götürdü ğünü, patates soymak için ambarda toplananların geceleri keman çalıp oynadıkları oyun ları seyretti ğini v.s..... Robert, kadının köylü taraflarını da yava ş yava ş kavrama ğa ba şlmı ştı. Meselâ, çorbanın içinden nohut tanelerini ayıklayıp daire şeklinde taba ğın kenarına dizer, üzerine tuzla biber dökerek yerdi. «Pancar yersen karnın a ğrır.» veya «Mayıs çıkmadan fanila çıkarma» gibi atasözler ini çok kullanır, sebzeleri karı ştırarak pi şirirdi. Hafızası çok kuvvetliydi. Bilhassa aileyle ilgili konularda.. Tı ğla güzel ve i şlemesi güç dantelalar örerdi. Şapkasına veya yakalarına dikti ği bu dantelalar onu daha genç gösterirdi- Ailesinde her kesin çok ya şadı ğını söylerdi. Annesinin 96 ya şına kadar, bütün uzuvlan sapasa ğlam yaşadı ğını ikide bir tekrarladı. Bu rekoru kıraca ğından çok emindi. Gelini Mrs. Lackie ile arkada şı Mrs. Minns için de «Yazık ya şayamadılar..» derdi.

Noel çok yakla şmıştı. Kasabada her taraf kâ ğıt bayraklarla donatılmı ştı. Fakat Noel, Lomond View'a pek bir de ği şiklik getirece ğe benzemiyordu. Haminne kilisedeki törene katılacak belki Kate üzümlü pasta gönderecek ve ihtiyar Dandie de, engel olunmadı ğı taktirde, mutlaka kafayı çekecekti. Buna ra ğmen Noel gününe doğru Robert'i bir endi şe ve heyecan sanvordu. Bunu yenmek için de umumi kütüphaneden aldı ğı kitaplara kapanıyordu. Fakat geceleri o kadar yor gun olu- * 343 l yordu ki, oturup biraz bir şeyler okumak istedi ği zamanlar, ekseriya, uyuyup kalıyordu. Şamdanda biten mumun dumanı burnuna dolunca ancak uy anıyordu. Kı şın kederli, kasvetli yürüyü şü devam ediyordu. Pazar günleri ö ğleye kadar yata ğından çıkmıyor, Gorki, Dostoyevski ve Çehov'un eser lerini okuyordu Eski romantizmi yok olmu ş, artık realist eserlerden zevk alma ğa ba şlamı ştı. Felsefeyle de u ğra şmaya ba şlamı ştı. Descartes'ı Hume'u Schopenhauer'i Bergson'u anlama ğa çalı şıyordu. Henüz fazla derinlere eri şememişti ama, arada bir, kı ş günleri gibi soluk bir ı şık kafasına hücum ediyor, bu gayretlerin mükâfatı olarak içini aydınlatır gibi oluyor ve o b u aydınlıkta, dinden kendisini tamamiyle çekmesinin, dini küçük görerek gerçeklere gönül vermesinin yerinde olaca ğım dü şünüyordu. Okudukları onu çok müsbet bir istikamete yöneltmi şti. Bu bilgilerle mücehhez olarak dudaklarından ala ycı tebessümler beliriyordu. Dinin dünyanın olu şunu izah tarzı artık bütün güçlü ğü ile ortaya çıkıyor ve bin-netice kar şısında yıkılıyordu. Dünyanın bir gece içinde yaratıldı ğını, erke ğin çamurdan, kadının bir kaburga kemi ğinden yaratıldı ğını kabul etmenin, müsbet ilimlerle me şgul bir insan için imkânsız oldu ğunu artık görüyordu. Robert'e göre, artık, Havva anamızın Cennet bahçesinde memnu meyvayı yiyi şi ve yılanın alaylı alaylı gülü şü ancak çocukları kandırabilecek birer masaldan ba şka bir şey de ğildi. Müsbet ilim, deliller, hayatın men şei hakkında dinden çok farklı, çok daha kuvvetli fikirleı1 veriyordu. Dünyanın ilk zamanlarda denizlerdeki ve yava ş yava ş so ğumağa ba şlayan bataklıklardaki kolloid mü-rekkebatının köpükleri, milyonlarca sene şekil deği ştire de ği ştire geli şmiş, protoplazmadan ibaret olan bu nüveler, zamanla, hem suda, hem de karada ya şayan hayvanlar, sürüngenler şekline inkılâp etmi şti. Bu geli şme, sonra da ku şlara, memelilere kadar eri şmişti. Ve neticede, öyle tuhaf bir halka meydana gelmi şti ki — dü şünmek bile Robert'in tüylerini ürpertiyordu — o, Anto-nelli'lerin maymunu ile kard eş oluyordu. .Hayallerinin yıkıldı ğım gördükçe Robert güzel şeylerle teselli bulma ğa çalı şıyordu. Kütüphaneden büyük ressamlara dair kitaplar bulup okuyor, eserlerinin röp- 344 rodüksiyonlarım zevkle inceliyordu. Sonra sonra emp resyonist ressamları çok sevmeye ba şlamı ştı. Onların gerek form ve gerekse renk konusundaki orijinal görü şlerini be ğeniyordu. Ak şamları fabrikadan dönerken, kestane a ğaçlarının eflâtun gölgelerini, Ben da ğının gerisinde, güne ş batarken husule gelen limon sarısı çizgileri uzun uzun seyrediyordu. Marazı, çı lgın bir ruh hali ya şıyordu. Gençli ğin o «ye şil hastalı ğı» na tutulmu ştu. Onun için da ğa müthi ş mânalar veriyordu kendi' kendine.... Bu da ğ onun için hayatın eri şilmez nimetlerini, ideallerini, hayallerini temsil ediyordu. Zirvesine vara-mıyordu ama, hiddetler fı şkıran bir duru şla eteklerinde durmuş ona bakıyordu. Fethe, zirveyi fethe hazırlanan biı 1 bakı şla.... Zaman zaman kendini yıldırımlara bile kafa tutacak durumlarda buluyordu ama, Noel günü çok peri şan oldu ğunu hissetmi şti O gece Barloan'a gitmi ş, Kate'in oğluna küçük bir hediye götürmü ştü. Çoraba hediye koymak adetine uyarak, o da, bir şeyler koymak istiyordu ve kendisini yeme ğe alıkoymalarını temenni ediyordu. Fakat evde bulamadı. Hediyesini kapının halka-kasın ı alıp soka ğa çıktı. Bir iki tebrik kartı almı ştı- Biri de manastırdaki hem şirelerdendi. Aldı, okudu ve güldü. Alaylı bir gülü ş de ğildi bu ama, bir zamanların nasıl çok gerilerd« kalmı ş oldu ğunu dü şünen sakin bir gülü ştü bu.... Fakat, hissetti ği bu üstünlük hiç onun mutlu olmasını sa ğlaya-mıyordu. Saat bire geliyordu. A şağıya inip o hüzünlü sofraya oturmak cesaretini kendisinde bulam adı, şapkasını alıp saka ğa çıktı.

Avare avare dola şmaya ba şladı. Gri renkli gökyüzü gibi solgun sokaklar bombo ştu. Levenford'da insanın şöyle adamakıllı yemek yiyebilece ği bir lokanta yoktu. En nihayet i şçiler meyhanesine gitmeye karar verdi. Bir masaya o turdu. Bir bira ile biraz peynir ekmek istedi. Bunları yedikten sonra k eder dolu eve dönmek düşüncesinden tamamen vaz geçmi şti. Odasında ate ş bile yoktu.... Umumi kütüphane saat 2 ile 3 arasında açıktı. O gün herkes için bayram değildi. Gitti. Sıcaktı. Bir saa- 345 tini orada geçirdi. Sonra da yeni bir kitap alarak eve dönmek üzere yola çıktı. Etraf kalın bir sis tabakası altındaydı- Karanlık b asmak üzereydi. Kilise caddesinden geçerken sisler arasından kendisine gel en uzun boylu karaltıyı farkede-medi. Yanı ba şında bir şemsiyenin kaldırım ta şlarına tok seslerle vuruldu ğunu duyunca yarım bir ba ş çevirisiyle ona baktı ve derhal anladı. Birden irkilmi şti. Zira Rahip Roche'du bu. Hemen ve ahbapça bir to nla konu şmağa başladı: — Oooo, sen miydin Shannon? Ne zamandır görün-medi n hiç? Acaba kı şı geçirmek için yerinaltma mı girdin diye kendi ke ndime dü şünüp duruyordum. Robert cevap vermedi. Fakat bu adamdan neden çekini yor, hattâ korkuyordu? Nihayet o da bir insandı, elinde tabiat üstü bir ku vvet, üstelik kendisine kar şı bir dü şmanlı ğı yoktu ya.... Devam etti rahip: — Drumbuck'ta bir hastaya ça ğırmı şlar oraya gidiyordum. Sen de o tarafa gidiyorsun galiba? Beraber yürüyelim mi? — Evet.... Evet gidiyordum... Bir süre ikisi de bir şey söylemediler. — Geçen hafta sana bir kart göndermi ştim. Eline geçmedi her halde.... Bu posta i şlerimiz de pek berbat bizim.... Hele kartlara hiç ö nem vermiyorlar. Güney Amerika'dan, Brezilya'dan bir meslekda şım gelmi şti. Bende kalıyordu. Senin biyolojiye sempatin oldu ğunu bildi ğim için kendisiyle görü şmek istersin diye dü şünmüştüm- — Biyoloji artık beni ilgilendirmiyor. — Yaaaa! O hevesin de mi gitti senin? Söyle bakayı m, hiç bir heves kalmadı mı artık sende? Robert cevap vermedi ba şı önünde yürümesine devam etti. Rahip, Robert'in koltu ğundaki kitabı görmü ştü. Kolunun altından mü şvik bir tavırla çekti, aldı. — Bu ne? Haaaa.. Karamazof karde şlermi ş. Fena bir kitap de ğildi. Bir Alyo şa var orada, ona dikkat et daha ziyade. Çok iyi kalbl i bir delikanlıdır o.. Kitabı iade etti. Konu şmadan bir iki dakika daha yürüdüler. Nihayet rahip tekrar sordu: 346 — Neyin var, yavrum, ne oldu sana böyle? Robert şaşırıvermi şti. Sesindeki eski tevır yoktu rahibin. O, rahibin kendisini «Allanın gözünden dü ştün....» yahut da «Paskalyadaki görevlerini yerine getirmedin» gibi b eylik sözleriyle azarlayaca ğını sanmı ştı. Sesindeki tatlılık gözlerini ya şartmı ştı. Bereket hava kararmı ştı ve rahip, çocu ğun bu halini görmüyordu- — Bir şey olmadı.... — Niye geliniyorsun öyleyse bize? Hepimizin görece ği geldi seni.... Benim, hem şirelerin, hepimizin- Robert, korkmu ş, ne söyleyece ğini şaşırmı ş görünmek istemiyordu. Kafasındaki, bütün benli ğindeki de ği şikli ği ö ğrenmesini arzu ediyordu. — Allaha inanmıyorum artık da ondan. Manevi yatla ilgili şeylerin hepsini terkettim... Hayret!.. Rahip bu sözleri sükûtla kar şılamı ştı. Hiç cevap vermeden o kadar yürümü şlerdi ki, nihayet Robert, ne oldu ğunu anlamak ister gibi rahibin yüzüne kaçamak bir bakı ş fırlattı. Rahibin zayıf çehresi solgun ve bezgin görünüyordu. O zamana kadar hiç düşünmedi ği bir şey aklına geldi Robert'in, tuhafla ştı. Rahipte bir insandı, onun da kendine göre üzüntüleri, meseleleri olması normal de ğil miydi? Bunu aklına getirince adamın üzüntüleri- ğil, do ğru kar şısına bakıyor ve sanki kendi kendine konu şur gibi mırıldanıyordu.

— Bir mantık zaferine ula şmışsın yani, Allah'a inanmıyorsun. Bundan kendine bir iftihar ve gurur payı da çıkarıyorsundur her halde. ... Fakat Allah hakkında ne biliyorsundur. ki zaten. Hattâ, hattâ ben ne biliyo rum ki? Bu suale koskoca bir «hiç» in ötesinde cevap verecek durumda oldu ğumuzu zannetmiyorum. Zira Allah, namütenahi bilinmez, namütenahi anla şılamaz bir şeydir. Hizlerimizin, mantı ğımızın, dü şünme ve idrak kabiliyetimizin çok ama çok ötelerind edir. Kendisini gözlerimizin önünde canlandırmamız da müm kün de ğildir, onun bizi nasıl gördü ğünü bizce malûm mefhumlarla izah edebilmemiz de.... înan bana Shannon, Allahı ö ğrenmeye, kavrama ğa çalı şmak delilikten ba şka bir şey de ğilsir. tçine girilmeyen bir de- 347 rinli ği ölçmek mümkün olabilir mi hiç? Bu da öyle.... Biz im en büyük hatamız Allahm varlı ğım körü körüne kabul edece ğmiz yerde mütemadiyen onun münaka şasını yapmamızdır. Kısa bir sükûtu müteakip devam etti : — Hatırlayacaksın her halde.. Bir gün, bazı yaratık lardan bahsetmi ştik seninle. Engin denizlerin kilometrelerce derinliklerinde ya şayan, gözleri bulunmadı ğı halde, karanlıklar içinde, sadece hafif bir fosfor pırıltısı gibi yanıp sönen ezelî gecelerde, hisleriyle yollarını bulan yaratık lardan bahsetmi ştik. Bu yaratıkları, alıp su üstüne çıkarın, güne ş ı şı ğı ile kar şı kar şıya getirin, dayanamazlar, ölürler. Allah'ın kar şısında bizler de bu durumdayız i şte.. Bilinmesi gerekir ki, en büyük günah zihnen i şlenendir. Senin zihninden geçenleri gayet iyi biliyorum ben. Sen her şeyi küçülttün, küçülttün, bir hücreye kadar küçülttün. Protoplazmanın kimyevî ter kibini sorsam hemen söylerdin. Gayet basit maddelerden ibaret bu. Evet, öyle, öyle ama, o maddeleri bir araya getirip canlı bir varlık yaratabilir misi n? Bunu yapamadı ğın sürece de, Shannon, ba şka çıkar yolun yoktur, boynunu bükecek ve Tanrı'ya iman edeceksin. Rahip birdenbire konu şmağa ba şladı. Robert'e de Bir süre daha konu şmadan yürüdüler- Robert hiç cevap vermemi şti. Nihayet Drutnbuck yolunun kö şesine gelmek üzereydiler. Rahip, Robert'in yanından ayrıldı, Toll istikametine saparken de Robert'e bir bakı ş fırlattı ve : — Belki sen, dedi, Allah'ı aramıyorsun ama, bil ki o seni arıyor ve bir gün de aradı ğım mutlaka bulacaktır.... Aradı ğını, yani. seni.... Robert heyecandan tıkanmı ştı. Yava ş yava ş eve do ğru yürüdü. Dü şündüklerini açıkça söyleyebildi ği, üstelik bir rahibe söyledi ği için iftihar duyması gerekti ğini dü şünüyordu, însamn, inançlarından rahatlıkla bahsedeb ilmesi bir cesaret i şiydi. Fakat her şeye ra ğmen de, kendini sarsılmı ş, bir parça korkmu ş ve bir parça da kalbinin derinliklerinde utanmı ş olarak hissetti. Rahip Roche, meslekî kurnazlıklarına ba ş vurma ğa kalksaydı, şeytan tuzakları ve emsali beylik tehditlerini kullansaydı kendini her halde daha haklı hisse- 348 derdi Robert. Ve rahip dâvayı kökünden kaybederdi. Ağıldaki çocuk gibi hikâyelerle tsâ'yı anlatma ğa kalksaydı belki kendisini tutamaz a ğlardı bile ama, asla rahibi de affedemezdi. Fakat, o , Robert'e gay et asilâne, gayet sakin davranmı ş, pe şin hükümlerde yanılmanın pekâlâ mümkün olabilece ğini söylemi şti. Ya gerçekten Allah varsa? Küçücük bir diyatom, zayı f bir rotifer olan Robert'in Allah'a meydan okuyu şu gülünç bir şey olmaz mıydı o zaman? Ceza olarak da kimbilir ne deh şetler, ne azaplar içine yuvarlamrdı o zaman? O anda , yere diz çökmek ve tekrar Allah'ın sinesine sı ğınmak ihtiyacını duyar gibi oldu. Fakat kendini tuttu ve tir tir titreyerek, fakat inadını da terketmeyerek, sadece adımlarını biraz daha hızlandırıp evinin yolunu tut tu. Lomobd View kar şıdan bir karaltı halinde göründü ğü zaman kalbine büyük bir hüzün çökmüştü.. — Of f f f.... Allah'ım.... dedi ve e ğer varsa diye tekrar içinden geçirdikten sonra tamamladı : — Ne biçim bir Noel günü ya şattın, bana?.... VI Baharın ilk habercilerini çoktan farketmi şti ama, Mayıs'ta, kı ştan kalma eni komi so ğuk bir gün ya şadı. Etraf adamakıllı buz tutmu ştu. Buzlar çözülünce de her taraf vıcık vıcık çamura bulandı. Bahar tatilin den iki hafta evvel, erimi ş

karların içinde yalpalaya yalpalaya fabrikadan döne rken çalıların tomurcuklandı ğını görmü ştü. Yakla şan baharın, kollarına, ayaklarına, bütün vücuduna ve kafasına yürümeye ba şladı ğını hissetmi şti. Alison da Ardfillan'dan dönmüştü artık. Artık çok yakla şmış olan tatilde beraberce Ardencaple'a gitmeye karar vermi şlerdi. Bu gezintiyi iple çekiyordu Robert. Eve gelip de yemek odasına girince bir fevkalâdelik oldu ğunu anladı. Haminnesi sofrada boynu bükük oturuyor, büyükbaba kolunu boyn una dolamı ş, onu teselliye uğra şıyordu. — Yeme ğini kendin alacaksın, Robert., dedi ve Rob ert'e kederli bir çehre ile bakarak izah etti : — Sophie gitti.... Robert'e hiç de önemli görünmedi bu haber. Sefer-ta sını kenara bıraktı. Muslukta elini yüzünü yıkadıktan sonra döndü. Yeme ğini oca ğın üzerinden alırken haminnesi konu ştu. Mr. Lackie'nin verdi ği haberin öne- 349 mini belirtmek istiyor gibiydi.. __ O kadar iyiliklerimi görsün de, sonra böyle, biz i yüz üstü bırakıp, üstelik haber bile vermeden çekip gitsin. Görülmü ş şey de ğil vallahi.... Oğlu tatlı bir sesle onu teselli ediyordu : — Üzülme anne, ba şkasını buluruz yakında. Zaten müsrifin biriydi.. Ama haminne baya ğı üzgündü.. — Bütün i şlerin altından kalkamam ki ama ben.... __ Merak etme, Robie'yle bende sana yardım ederiz. Yata ğımı kendim yaparım meselâ ben- Ho şuma gider benim.. Hizmetçi masrafından kurtuldu ğu için sevinmekte oldu ğu belliydi. Yeni hizmetçi tutulması i şini de elinden geldi ği kadar savsaklayaca ğı anla şılıyordu. Yemekten sonra Robert, dedesinin peynir ekme ğiyle, kakaosunu götürdü. Haminnesine yardım olsun diye yapmı ştı bu i şi.. Zaten odasına çıkacaktı. Dandie'-nin kapısını açınca ihtiyarı paltosunu sırt ına almı ş, şöminedeki küçük ate şin önünde otururken buldu. Tatlı ve sakin bir sesle konu ştu. — Sa ğ olasın Robert, dedi. Eksik olma.. Yalnız.. Şey.. Sophie yok mu? Tepsiyi önüne koyarken konu ştu Robert.. — Gitmi ş, dede Hem de kimseye haber bırakmadan.... ihtiyar ba şını kaldırmı ş hayretle, biraz da gizli bir yerinden yaralanmı ş gibi Robert'e bakıyordu. — Allah, Allah, dedi. Hayret do ğrusu!.. Şu insanlara da hiç güven olmuyor vesselam.... — Doğru bir hareket de ğil tabii.. — Elbette de ğil, Robie.. Yalnız, do ğrusunu istersen kızı severdim ben.. Çok hatır sayardı.. Sonra.. Gençti de.... Robert ihtiyarı sakin buldu ğuna memnun olmu ş, sevinmi şti. Eski günlerdeki dalgın ve kendinden geçkin hali ara sıra üzerine böyle gel iyordu. Fakat bu gece onu biraz da solgun bulmu ştu. Rüzgârda sallanan bir yapra ğa benziyordu. Bir süre durdu Robert. Dandie, ekme ğini kakaosuna batırdı, yava ş yava ş çi ğnemeye ba ş-ladv — Baca ğın nasıl oldu, dede? 350 — Bir şey yok canım, iyi.. Küçük bir tutukluktan ibaret . Ba şka bir şey değil. Bakma sen, benim topra ğım sa ğlamdır o ğlum.... Ertesi sabah fabrikada Galt, Robert'i garip bir göz hapsine almı ştı. Yeni bir motor üzerinde çalı şıyordu. Fakat adam mütemadiyen etrafında dönüp duru yordu. Geliyor, gidiyor, kıskacı, yahut e ğe'yi alıyor, götürüyor, bahaneyle tekrar getiriyordu. Nihayet Jamie atelyenin öbür ucunda, i ken, fırsatın çıktı ğına hükmetmi ş olacak ki, yana ştı ve : — Paydostan sonra bulu şabm. Seninle biraz konu şmam lâzım.... dedi. Hiç bir şey anlamamı ştı. Galt'ın renksiz, sakallan uzamı ş suratına tiksinti ile baktı. — Ne görü şecekmi şsin benimle, bakalım? — Sonra söylerim., i şçiler meyhanesinde bulu şalım. Robert'in reddetmesine kalmadı Jamie yakla ştı. Onu gören Gali; da çabuk çabuk uzakla ştı, içine hem bir merak, hem de endi şe dolmu ştu. Kendi kendine «gitmeyece ğim» dedi ama, saat 6 yi 5 dakika geçe de içindeki m erakı yenemeyerek

meyhaneye gitti. Zaten fabrikanın tam kar şısındaydı. Galt daha önce gelmi ş, köşedeki küçük bir masaya yerle şmişti- Zemini tala ş serpilmi ş uzun salonda o saatte hemen hemen kimsecikler yoktu. Lâmbalar henü z yakılmamı ştı. Galt, Robert'i kaba ve biraz da küstah bir tebessümle kar şılamı ştı : — Otur bakalım, dedi. Ne içersin? Robert, ha şin bir tavırla ba şını salladı : — Benim vaktim yok.. Ne konu şacaksan bir an evvel konu ş. Gidece ğim.. — Dur öyleyse.. Önce bir yarımlık içeyim, içkisini söyledi. Gelince de bir yudum aldı ve : — Şey.... dedi. Bizim Sophie hakkında konu şacaktım. Hiddetten kıpkırmızı kesilmi şti Robert. — Benimle bir ilgisi yok.... — Belki öyle.... Gözlerini döndüre döndüre viskisini a ğır a ğır yudumlarken devam etti : — Öyle ama duyulursa da rezalet kopar, biliyo r musun? 351 Sanki ba şından a şağı bir kova su bo şaltmı şlardı Robert'in. Sırtından a şağı do ğru soğuk so ğuk terlerin akmakta oldu ğunu hissetti. Hayret ve şaşkınlık içinde tepeden tırna ğa ürpermi şti. Ba şiyle, masadaki iskemlelerden birini i şaret etti : —• Şöyle yanıma otur, dedi. Tepeden azametli azametli b akma öyle.- Ben bir yarımlık daha içinceye kadar bekleyeceksin. Durdu, o küçük, çipil gözlerini dikerek «açmaza gir din mi» der gibilerden baktı ve : — Olmaz mı, küçük bey? dedi, Robert kekeleye kekel eye cevap verdi : —• İstersen bütün iç.. İkinci kadehi de « Şerefe!» diye parlattıktan sonra mesele aydınlandı. Robert, yarım saat kadar sonra Drumbuck yolundan il erlerken rengi solmu ş, hırstan, hiddetten kaskatı kesilmi şti. Ate ş püskürüyordu âdeta.... Dallarına su yürüyen kestane a ğaçlarının yapraklarının güzelli ğini bile farkedecek halde değildi. Eve gelir gelmez, do ğru yukarı fırladı, dedesinin odasına hı şımla girdi. Kapıyı kapadıktan sonra da kar şısına dikildi. Fakat ihtiyar, Ro-bert'i görür görmez elindeki mektupla aya ğa kalkmı ştı. Memnun ve heyecanlı bir tavırla : — Bak, Robie, dedi. Son müsabakada teselli mük âfatı kazandım. Bir kutu boya kalemiyle, ciltli bir El İşleri Kitabı.... Robert kükredi : — Bıktım senin bu müsabakalarından da.... Kızgınlı ğından ne yaptı ğını bilmiyordu. İhtiyarı hırsla arkaya do ğru itti. Kitaplarını, kâ ğıtlarını darmada ğın etti. Adamca ğız korkmu ş, sinmi ş, ufalmı ş gibiydi. Hayretle Robert'in suratına bakıyordu.. — Ne oluyorsun, neyin var Robie?.... Öfkeden ziyade, utancın, rezil olma korkusunun verd i ği peri şan bir hal sesine hâkim olmu ştu. — Daha ne olsun?-. Sanki bilmiyormu ş gibi, bir de.... Dü şünüyorum düşünüyorum da aklım almıyor.. Bir de bana söz ver miştin rahat duraca ğına dair, ha? Benim derdim bana yetmiyormu ş gibi.... Bu kadarına dayanılmaz artık.... 352 — Vallahi bir şey anlamıyorum Robie, ne oldu, ne var yahu? «Allah, Allah» der gibilerden kafasını sa ğa sola sallama ğa ba şlamı ştı. Nihayet omuzlarından yakaladı Robert onu, şöyle bir silkeledi : — Bir dü şünsene hele, dedi, Sophie niye gitti, ha? Niye gitt i? Bakıyor, fakat görmüyor gibiydi. Birkaç kere kendi kendine, mırıldanır gibi, «Sophie niye gitti? Sophie niye gitti?» diye tekrar ladı. Sonra da kafasında bir şimşek çakmı ş gibi oldu. Biraz evvel ba şlayan titremesi de durmu ştu. Şimdi hayret de ğil, korku ta şıyan gözlerle bakıyordu. Musa'nın ta ştan su akmasını emretti ği sahnedeki gibi sa ğ kolunu kaldırdı : — Vallahi bir şey yoktu aramızda.. Sadece iyi ahbaptık kızla.. Sa na yeminle temin ederim ki böyle Robie.... Öfkeden zangır zangır titriyordu Robert.

— Bir de bir şey yokmu ş diyor, şuna bak.....Kandıraca ğını mı zannediyorsun beni? Seni bilmez miyim ben? Kendini çok mü şkül bir duruma soktun, haberin olsun ve ben karı şmıyorum artık.. Ne halin varsa gör.... İhtiyar şöminenin önündeki halının üzerinde öylece kalakalmı ştı. Robert arkasını döndü, kapıyı hızla çarparak çıktı. Yemeğini yerken meselenin çe şitli yönleri kafasını kurcalıyordu. Bazan çok önemsiz, basit bir hâdise gibi görünüyor, bazan da bir felâketml ş gibi geliyordu Ro-bert'e.... Üzgün üzgün, «Acaba Galt'ın gönlünü alma ğa çalı şmakla yanlı ş bir i ş mi yaptım?» diyordu. İçtiklerinin parasını da Robert ödemi şti, herifi okşamış olmak için.- Bunu yapmakla, bir nevi, kabahati de kabullenmi ş duruma düşmemiş miydi? Ke şke sert davransaydım, diye dü şündü. Fakat o zaman da adamın i şi nereye vardıraca ğı bilinemezdi.. Aman Yarabbi.. Ne feci şey.. O, aşkı sıcak ve aydınlık bir yakınlık telâkki ediyordu, fakat kar şısına çıkan bunun en ayıp ve en çirkin şekilleriydi. Onunla alay ediyor gibiydi.... Bir saat kadar sonra odasına çıkıyordu. İhtiyarı, onu merdiven ba şında bekler buldu. Elinde bir kâ ğıt tutuyordu. Bunu muzaffer bir tavırla Robert'e uzattı. -Onu yumu şatmak için hafif hafif gülmeye çalı şıyordu. 353 rll! — Meseleyi hallettim, Robie, dedi. Hem de kökünden .. Kasaba halkına hitaben bir açık mektup yazdım. Oku da gör.... Levenford Herald gazetesinin Yazı İşleri Müdürlü ğüne gönderilmek üzere hazırlanmı ş olan mektubu Robert şöyle bir gözden geçirdi. Yer yer bazı tâbirleri f arketti : «Tamamiyle asılsız bir iftira.... — Sayın hem şehrilerim de bilirler ki.... — Hayatım bir zambak kadar beyaz.- — Yüzümü kızartaca k bir tek hâdisem bile olmamı ştır.... — Hele kadınlı ğa ve kadınlara kar şı daima saygı.... — Robert'in bir anlık duraklamasından istifade ederek de mırıldandı : — Tam da gününde gidecek. Gelecek haftaki sayıya r ahat rahat yeti şir.. Robert, dedesinin yüzüne baktı : — Haaa, peki.. B»n yollarjm.. Titreyen eliyle omuz una vurdu Robert'in : — Kusura bakma Robie, dedi. Seni üzece ğimi hiç tahmin etmemi ştim vallahi., inan ki aklıma bile gelmemi şti. Sa ğ olasın, sen., iyi dost, kötü günde belli olur zaten. Sa ğ ol.- Sa ğ ol.... Zorla güldü Robert.. Bu durumun hazinli ğini belirten bir gülü ştü ama, ihtiyar rahatlamı ştı bu gülü şü görünce. Ferahlamı ş bir halde elini sıktı. Ayaklarını sürüye sürüye odasına girerken, aklına b ir şey gelmi ş gibi tam kapının önünde durdu. Geriye döndü. Yüzü çok ciddî bir hal almı ştı. — Zavallı karım, dedi. Harikulade bir kad ındı o Robert.... On senedenberi ilk defa karısından bahsetti ğini duyuyordu Robert.... Odasına girdi, dedesinin «hem şehrilerine» yazdı ğı açık mektubu küçük küçük yırttı, parçaladı. Ertesi gün paydosta Galt tekrar Robert'e yana ştı. Robert, bunu daha evvel tahmin etmi ş, sert bir tavır takındı ğı takdirde mukabeleye karar vermi şti. Fakat hayret.. Galt çok yumu şak bir tavırla konu şmağa ba şlamı ştı. 354 — Bu ak şam i şin yoktur her halde.. Meyhaneye gelir misin ben imle? Şayet tenezzül edersen tabiî, Önce tereddüt etti. Sonra da bir anla şma olursa üzüntüsü geçer diye düşündü. Beraber gittiler- Galt, mütemadiyen pek sevdi ği bir konudan bahsetti durdu, insan hakları üzerine esaslı bir nutuk çekti. Uzun konu şmakta yektaydı zaten. Arada bir, azametli pozlarla yüksek yüksek lâflar ederdi. Birlik toplan tılarında onun çenesi kuvvetli bir insan oldu ğunu herkes teslim etmi şti. Birden konuyu de ği ştirdi : — Bana kalırsa bu i şi temizlemek zorundayız., dedi. Üzülüyormu ş, esef ediyormu ş gibi bir tavırla ba şını salladıktan sonra da devam etti : — Bu konuda dü şmanlarımın bile bana hak vereceklerine eminim. Hakk ımı sonuna kadaı savunaca ğım. Sophie'ye mutlaka tazminat verilmesi lâzım.... Robert içinin titredi ğini hissetti. Aslında hâdise hiç de önemli de ğildi. Zira ihtiyar Sophie'ye hiç bir şey yapmamı ş, sadece beline sarılmakla yetinmi şti.

Ama, Robert bunu çok sonralar ve bir tesadüfle ö ğrenmi şti. Şimdiki durumda i şin içinde kötü bir durumun mevcudiyetinden korkuyordu. Ne kadar da kolay kandırılmı ştı. Donup kalmı ş bir halde gözlerini Galt'a dikmi şti. Öylece bakıyordu. — Aferin Robert, dedi. itiraz etmiyorsun bakıy orum, bravo.... Ses çıkarmayı şı ho şuna gitmi ş. cesaretlenmi şti-Devam etti : — Senin iyi kalbli bir insan oldu ğunu gösterir bu. Şimdi i şi kesip atmanın zamanı geldi. Be ş sterlin istiyorum tazminat olarak. Bu paray ı verirsin, meseleyi keser atarız. Unutulur gider. Benim teklif im bu ve bundan daha mertçe de davranamam müsaadenizle.... Dehşet içinde Galt'ın yüzüne ba.kmı ştı Robert. — Asmağa götürseler bu kadar parayı bulup veremem. Galt, itham eder bir tavır takınmı ştı : 355 — Oooo, dedi, sizin evde para çok.. Sen vermezsen ben de gider Lackie'den isterim. Cimrili ği me şhurdur ama, hâdise duyulacak, kasabadaki bütün itibarı mahvolacak diye dü şünür, çıkarır verir. Robert, ne yapabilece ğini dü şünüyordu. Herkesin içinde en mukavemetsiz kimse olarak onu bulmu ştu Galt ve yükleniyordu. İstedi ği parayı almazsa meseleyi Mr. Lackie'ye açacaktı. Bu muhakkaktı. Halbuki Lackie, son günlerde ihtiyara adamakıllı kızıp duruyor, Glen-woodie'deki Dü şkünler Evine gönderelim diye tutturuyordu. Bu i ş tuz biber ekecekti. Robie, nihayet : — Bana biraz mühlet ver., dedi- Galt azametli bir tavırla, galibiyetinin verdi ği çalımla konu ştu : — Tabiî, tabiî, dedi. Mühlet veririm. Bir hafta me selâ.. Tamam mı? Robert kalktı. Giderken şakacı bir tavırla Galt kolunu sıktı : — Sen çok iyi bir çocuksun, Robert.... Çok iyi bir çocuktu ama, şimdi bir yandan öfke, bir yandan da utanç içinde bunalıyordu. Ba şı, dönmeler içinde, eve do ğru gidiyordu. Kendisine istikamet verecek bir yol ararken insanların yardımla şması gibi parlak bir fikre de bağlanmı ştı. Toplantılara katılıyor, felsefe kitaplarını dik katle okuyor, «Bioloji ve insan» üzerinde uzun uzun etüdler yapıy or, dü şünüyordu. Müteakip günlerde Robert, parayı nereden bulaca ğını kötü kötü dü şünmekten ba şka bir şey yapamadı. Ba şvurabilece ği bir tek insan oldu ğunu görüyordu. O hafta atelyede Galt mütemadiyen onu kontrol ederk en, o da Jamie'yi kolluyordu. Jamie'yle araları son günlerde iyice düzelmi şti, î şine dört elle sarıldı ğına kanaat getirmi ş görünüyordu. Birkaç defa tam açacakken cesareti kı rıldı, söyleyemedi. Fakat cumartesi günü Galt'ın gitgide h iddetli bir hal aldı ğını görünce ustasının yanına gitti : — Jamie.... diye ba şladı, fakat nefesi tıkanmı ştı, güçlükle konu şuyordu. — Bana biraz borç verebilir misin? 356 Ağzındaki izmariti attı. Elini cebine sokarken de kon uşuyordu : — Zaten ben senin kafanın içinde ne zamandır bir şeyler döndü ğünü anlamı ştım. Ne kadar istiyorsun, söyle ? Elini cebinden çıkarmı ştı- Avucunda bir yı ğın bozuk para vardı. Robert yutkundu : — Onlardan de ğil, dedi. Hem tahmin edebilece ğinden de çok fazla.. Fakat müsterih ol, hepsini santimi santimine ödeyece ğim. — Ne kadar istiyorsun? Onu söyle., dedi. Yine gülü yordu ama, bu sefer çehresinde bir şüphe belirmi şti. — Be ş sterlin.... Dudaklarındakî tebessüm birdenbire kaybolmu ştu. Şaşkın şaşkın Robert'i süzmeye başladı. — Hay Allah müstahakkını versin o ğlan e mi? Peki delirdin mi sen? Ne yapacaksın bu kadar parayı? Ben de bir iki şilin falan bir şey zannetmi ştim. — Söz veriyorum, haftadan haftaya öderim. — Ne olacakmı ş bu para? — Emin ol söylemem Jamie.. Fakat inan ki çok ön emli,...

Tuhaf tuhaf yüzüne bakıyordu. Avucundaki paraları t ekrar cebine bo şalttı. Çehresi üzgün ve so ğuk bir hal almı ştı. Kızmı ştı da.. Kafasını salladı : — Ben de seni artık, aklım ba şına dev şirdi, adam oldu zannediyordum. Meğerse.. . Hadi o ğlum, hadi. îs-koçya Bankası de ğilim ben. Kendimi zor geçindiriyorum zaten. Robert ters yüzü geri döndü, yerine gitti. Bu sert ret cevabı kar şısında kendisini büyük bir hakarete u ğramı ş hissediyordu. Her şeye tahammül etmi şti ama, kendisini küçük dü şürecek bir hakarete asla boyun eğemiyordu- O gün paydosa kadar ba şını önünden kaldıramadı. Galt'ın üzerinden hiç ayrılmayan bakı şlariyle kar şıla şmaktan korkuyordu. Paydos olunca ona görünmeden kaçtı, kapıdan sür'atle fırladı, yolun y ansını da ko ştu. Pazarı evde geçirdi, hiç çıkmadı ama, pazartesinden itibaren de Galt onu gözleriyle her dakika yedi durdu. Ba şlangıçtaki tereddüdü de geçmi şti. Artık borcu 357 I benimsemi şti. Onu ödemeyi bir vazife sayıyordu. Bir ödesem di ye içi içini yiyordu, ihmalkârlık hiç âdeti de ğildi. Bir şeyi ölüm pahasına da olsa yapmak onun ta-biatinde yer etmi şti artık. Bu hâdisede de aynı şekilde dü şünüyordu. Vaad etti ği parayı verip Galt'ı ba şından def etmek istiyordu. Artık bu parayı gerçekten kendisi vermeye mecburmu ş gibi geliyordu ona. Galt bu dü şünceyi körüklüyordu. Polise ba ş vuraca ğını ihsas ediyor, bu i şe şimdi kendisinin de karı şmış bulundu ğunu imaya kadar şantajını ileri götürüyordu. Sophie, kendi odasını düzeltti ği zamanlar içinde zaman zaman kıpırdanan arzuları düşündükçe kendisini de suçlu görüyordu- O da, ihtiyar dedesi kadar kötü kalbli değil miydi? Cumartesi günü paydos düdü ğü öttü ğü zaman ne yapaca ğını bilemeyecek bir haldeydi. Bir defa daha Galt'a görünmeden kaçmak is temi şti ama, bu defa tertibatını almı ştı herif. Kapıya zebani gibi dikilmi şti. Ültimatomunu salladı. Ciddî söyledi ğini belli eden çok kesin bir ifade ile notere ba şvurdu ğunu belirtti ve : — Para bu geceye kadar gelmeyecek olursa meseleyi d uymayan kalmayacak., dedi. Yolda ıstırabının gitgide fazlala ştı ğını hissediyordu, içinde bir yara kanıyor gibiydi. Ba şkalarının yükünü omuzlarına alarak ba şını belâya soktu ğunu düşünüyor, kendi kendine daha çok kızıyordu. Hiç bir şey yapamıyordu. Meselesini bir tek kimseye açamıyordu. Eve geldi ği zaman haminnesi merdivenden iniyordu. Yüzünde sak in bir memnuniyet okunuyordu. «Ki-tab-ı Mukaddes» i elindeydi. Ba şiyle üst katı i şaret etti : — Seni sordu, dedi, üzerinde tuhaf bir hal var bugün. . Oturdum, biraz okudum ona.. Haminne, son zamanlarda Dandie'nin ba ş ucunda oturup ona incil'den parçalar okumayı adet edinmi şti. İhtiyarın artık adamakıllı çöktü ğü iyice anla şıldı ğı gün-denberi haminnenin ona kar şı duydu ğu eski dü şmanlık kalmamı ş, yerini, müşfik, koruyucu hisler almı ştı- Robert, bir süre, ta şlıkta, mütereddit bir halde durdu.^ Sonra kendini zorlayarak yukarı çıktı. Kapının tokma ğını yava şça çevirdi, ihtiyar, elbiseleri üzerinde ol- düğü halde yata ğına uzanmı ş, son derece bitap ve bitkin bir halde yatıyordu. Robert, bir şey söylemesi gerekti ğini hissetti : — Neyin var, dede? dedi. ihtiyar gülümsedi : — Son zamanlarda biraz fazlaca a ğır kitaplar okudum. Her halde ondandır. Biraz da şu bizim «Hacı Babanın Maceraları» m okuyayım bari. Düşünceli bir tavırla yüzüne bakarak devam etti : — Maça gidiyor musun bugün0 — Maç yok bugün, dede.... İhtiyar ba şka bir şey söylemedi. Bir söz bekledi ği de yoktu zaten. Fakat Robert, kendisinin yanında bulunmasını istemesine kızmı ştı. Yeme ğe inerken de bu kızgınlı ğı geçmi ş de ğildi. Artık onunla ilgilenmeyece ğini söylemi şti ve bu sözünde durmak istiyordu. Yemekten sonra ya ğmur ba şladı. Elleri cebinde pencereden dı şarıyı seyrederken bir süre odada sinirli sinirli gezindi, durdu. Sonr a da asık bir yüzle yukarı çıktı, ihtiyarın şöminesini yaktı. Odunlar adamakıllı alev alıncaya k adar

üfledi, u ğra ştı. Sonra dedeyi kar şısına aldı, üç parti dama oynadılar. O bitince de Napolyon adı verilen iskambil oyununa gi ri ştiler. Onlar para yerine kibrit çöpü koyuyorlardı ve ihtiyar Dandie bu oyunu çok seviyordu- Hemen hemen hiç konu şmamışlardı. Oyundan sonra ihtiyar koltu ğuna gömüldü, Robert de ona Hacı Baba'nın maceralarından Sultanın Sarayında ki hikâyesini okudu, ihtiyar bu kitabı ne zaman okursa gevrek gevrek gülerdi. Sa at 4 de çay pi şirdi, ekmek kızarttı, üzerine de ya ğ sürdü. Dandie kahvaltısını ettikten sonra piposunu tüttürdü, arkasına dayanıp gözlerini hafifçe kapadı . — Aynen.. Aynen eskisi gibi Robie.... diye mırıldan dı. Robert, kendini tutamayıp kaba bir şey söyleyecekti az daha. Öyle sakin ve rahat bir uz anı şla kendinden geçti ği zamanlar, ömrünü boydan boya kaplayan kabahatler o kadar mânâsız görünüyorlardı ki.. Ona kar şı içinde müthi ş bir öfke vardı. Bununla beraber, o öyle arkasına dayanmı ş uyur gibi dururken, çocuklu ğunda kendisine yaptı ğı iyilikleri hatırladı, Tabii, yaptıklarının hepsinin iyilik dü şüncesinden ileri gelmedi ğini de hesaba katıyordu Robert. Bunların içinde yar adılı şı icabı 359 yaptıkları da vardı. Zaten, eskidenberi iyilik y apmayı, gösteri şi seven, aktör yaradılı şlı bir insandı. Ve iyilik yapan adam rolü onun karakterine en uygun dü şeni idi. Bütün bunları bildi ği halde onu son dakikada nasıl tek ba şına kalma ğa terkedebilirdi ? Glenwoodie'de, Dü şkünler Yurdundaki hayata katiyen tahammül edemezdi. Beraberce Peter Dikie'yi z iyarete gittikleri zaman oranın ne feci bir yer oldu ğuna gözleriyle görmü ştüler. Hele Dandie gibi bir adam için oraya gitmek ölüm demekti. Robert, derin bir gö ğüs geçirerek yerinden do ğruldu- Odadan çıkarken, ihtiyarın koltu ğuna gömülmü ş, derin derin uyudu ğunu görünce içini yine bir hiddet dalgası kaplamı ştı. Odasına girdi, mikroskopu aldı, evden çıktı. Gavin'in hediyesiydi bu ve elinde kıymetli bir tek bu kalmı ştı. Ona mukaddes bir eşya gözü ile de bakıyordu Robert.. Dünyada dilenecek hale gelse onu satmama ğa karar vermi şti. Fakat.... Çar şıya gidip rehine koydu onu., îyi de bir para vermi şlerdi. Be ş sterlin, on şilin.. ihtiyacından biraz fazla yani.... Doğru Vennel'e, Galt'ın evine gitti. Üzerine kireç sür ülmü ş, ta ş duvarlı binaya doğru yürüdü. Galt, sırtında gömlek, kapıya yaslanmı ş duruyordu. Robert'i bekliyor gibiydi. — Getirdim.... Kâğıt paralan elinden kapar gibi aldı. Sonra yüzüne ba karak aptal aptal güldü • — Şimdi durum halloldu, dedi. Biraz içeri ge l, otur.... Karmakarı şık, pis bir odaydı. Leke içindeki duvar kâ ğıtlarının üzerine karmakarı şık tablolar asmı ş, bir yı ğın futbolcu ve boksör resimleri yapı ştırmı ştı. Şöyle bir kapıdan gördü ğü kadarı idi bu. «Hayır-, girmem..» der gibilerden kafasını salladıktan sonra yürüdü. Kafa- eının içi zonkluyordu. Çayırın ortasına geldi ği zaman birden hatırladı. O heyecan ve öfke içinde Galt'a fazla para vermi şti. Mikroskoptan aldı ğı paralardan, ona vermesi gerekmeyen on şilini ayırmamıstı. Fakat «adam sendeee..» gibilerden ba şmı salladı. Ne önemi vardı. Onu ba şından def etmi ş, bir belâdan kurtulmu ştu ya.. Artık çocukluktan çıkmı ş oldu ğunu düşünmese sıçraya sıçraya, ko şa ko şa gidecekti. Çayırın sonuna geldi ği zaman, oradaki dükkânlardan birine gidip cebin deki para ile kendine büyükçe bir parça börek aldı, yava ş yava ş, yiye yiye Drumbuck yoluna do ğru yürüdü. Hava henux tam mânasiyle karar-mamı ştı. Böre ği ufacık kırıntılarına kadar zevkle yedi. Parmaklarını bile yaladı. Hava çok güzeldi. Akşamları karanlı ğın artık birdenbire bastırmaması ne iyi diye dü şündü. Berrak ve tatlı bir aydınlık vardı havada. Bir ardı çku şu kestane dalları arasından ötüyordu- A ğaca yakla ştı ğı sırada, bu kendi halinde ötüp duran kuşa birdenbire kızdı ğını hissetti, — Dur, dedi, ben sana gösteririm.... VII Robert'in kasabaya ilk geldi ği gün anneannesinin söyledi ği gibi, Levenford basık tavanlı evleri hatırlatan eski, köhne bir kas abaydı ama, etrafındaki dağlar, göller, ormanlıklar çok güzeldi. Foto ğrafçılık, da ğcılık gibi

kulüpler de kasabada kurulmu ştu ve bunlara ikibu-çuk şilin gibi çok cüz'i bir ücretle kaydolmak mümkündü. Fakat Kate yahut Jamie, bu kulüplerden birine yazılmasını ıısrarla söyledikleri zaman, veyahut ta haminnesi, hafifçe kaşlarını kaldırarak, arada sırada da ğlarda yürüyü ş yapmanın onun için çok iyi olaca ğını söyledi ği zaman o sadece reddediyor ve odasına çekilip kita p okuyordu. Evvelce da ğların rüzgârlı, yüksek tepelerinden hiç inmedi ği halde, şimdi aylardanberi kır yüzü görmemi ş olarak ya şayabiliyordu. Fakat «Yaz Bayramı» günü o eski yürüyü ş ve kır havası a şkı içinde ye şeri-verdi. İskoçya'da insanın kar şısına daima çıkan bir dü şman gibiydi hava.... O sözde yaz gününde de giyinirken pencereden bakmı ştı- Hava kapalıydı ve bermutat ya ğmur ihtimali vardı. Bazan dinmek bilmeyen bir ya ğmur ba şlar, tatil günü oldu ğu i ğin insanı büsbütün gam kasavet basardı. Acaba yine mi öyle olacak diye irkildi. îçinden hırsla söylene söylene evden çıktı, istasyona do ğru hızlı hızlı yürümeye ba şladı. 361 Dağa gitmek üzere hazırlanmı ş bir yı ğın insan toplanmı ştı, istasyonun ıslak zemininde bekle şiyorlardı. Onlara do ğru giderken birdenbire kalbi hızlı hızlı çarpma ğa ba şlamı ştı. Alison, ondan evvel gelmi ş, Reid'le konu şuyordu. Üzerinde kalın bir ya ğmurluk vardı. Güm-rah saçlarını da lâcivert bir be re ile örtmü ştü, istasyon ve etraf bir a.nda Robert'in gözlerind e pırıl pırıl aydınlanmı ştı. Robert'i gören Reid ba şiyle selâm verdi. — Merak etme, Robie, dedi, ben yokum. Gelmiyorum- Alison burnunun üzerindeki ya ğmur damlacıklarını silkti, zoraki bir tebessümle gülümsedi. — Şans dedi ğin de bu kadar olur hani.. Şu havanın hali de.... Gitmesek mi, vaz mı geçsek acaba Robie? Fakat Robert, mutlaka gitmek istiyordu. Alison'la b sraber oldu ğu için gitmek istiyordu tabii. Hani ya ğmur de ğil, gökler delinse, dolular ya ğsa, kar fırtınaları ba şlasa yine de gitmeye kararlıydı. Alison'un sözleri gözlerine bir gölge dü şürür gibi olmu ştu. Fakat Reid'in sözlerini duyunca ferahladı : — Canım ne varmı ş ki, diyordu hocası. Şeker de ğilsiniz ki eriyesiniz. Yalnız size bir tavsiye: Rüzgârda uçmayın. Zira sabah baro metreye baktım, «sıcak ve kuru» nün üzeriydeydi. ibre. Mutlaka bir tayfun kop acak.. Son iki senedir Reid'in o marazı halleri yok olmu ştu. Aksilikler kar şısında «gev şememek» hususunda gösterdi ği bu iradî kuvvet Robert'in en fazla muhtaç oldu ğu ve en gıpta etti ği şeydi. Robert, bundan o kadar yoksundu ki.... Reid, Mrs. Keith'in bir i şi için Winton'a gidecekmi ş. Onlarla biraz konu ştuktan sonra kendi trenine binmek üzere öbür tarafa geçti. Fakat giderlerken, Alison'la aralarında manalı bir bakı şma oldu ğunu farketti Robert. Bu gizli bir şey yapmı ş, biraz da suçlu psikolojisi altındaki insanların bakı şına benziyordu. Fakat pek de emin de ğildi Robert- Zira, o her zamanki şaşkın haliyle, gi şeye, bilet almak için ko şuyordu tam o sırada.. 362 Az sonra Alison'la birlikte Ardfillan trenindeydile r. Kısa bir yolculuktan sonra indiler. Denizden esen rüzgâr ya ğmuru yüzlerine çarptırıyordu. Yürüdüler. Fıçıların ve halat kangallarının arasından geçerek iskeleye indiler. Yandan çarklı «Lucy Ash ton» adlı vapura bindiler. Önce vapurun içini şöyle bir dola ştılar. Sonra da kaptan kö şkünün yanında rüzgâra kar şı korunabilecekleri bir kö şe buldular. Çok geçmeden ziller çalma ğa, halatlar, palamarlarından çözülmeye ba şladı. Vapur yava ş yava ş iskeleden ayrıldı- Ardencaple'a gidiyorlardı. Şiddetli rüzgâr suları onlara kadar getiriyordu. Rob ert e ğildi ve sordu : — Aşağı inelim istersen.. Islanıyorsun galiba.. Alison'un yanakları rüzgâr ve yağmurdan kıpkırmızı olmu ştu- Ba şına sıkı sıkı geçirdi ği beresinin üzerinde su damlaları billur tanecikler halinde pırıldıyordu. Y üzünü Robert'e do ğru çevirerek gülümsedi. Rüzgârda sesini duyurabilmek i çin yüksek sesle konu ştu : — Yooo, dedi, bilâkis ho şuma gidiyor. Sonra buradan gökyüzünü seyretmek de güzel.. Doğruydu. Parma ğı ile i şaret etti ği tarafta, sıyrılan bulutların arasından pırıl pırıl bir mavilik görünmü ştü. Bir iki dakika sonra, ba şka istikametten bir

mavilik daha göründü. Nefes almaktan korkar gibi gö zlerini bu iki mavili ğe dikmi şlerdi. Büyük bir heyecanla, aradaki bulutların ötel ere uçmasını, bu iki mavinin birle şmesini, sonra da bütün gökyüzünün masmavi olmasını seyrediyorlardı. Güneş, sıcak güne ş tamamiyle ortaya çıkmı ştı artık. I şıklarını, sıcaklı ğını yaymaya ba şlamı ştı. Gök tamamiyle açılmı ştı şimdi.. Semâ berrakla şmıştı. Biraz evvel kuvvetli yağmurlarla ıslanan güverteden şimdi, güne şin tesiriyle, buharlar yükseliyordu. Kuzey ikliminde daima görülen şaşılacak de ği şiklik vuku bulmu ştu. Hava o gün mutlaka güzel olacaktı. Hocasının istasyondaki sözl eri aklına geldi : — Yason'un barometresi do ğru çıktı, dedi. Ve kahkaha ile güldü. Alison da gülüyordu- Ama R eid'den, Yason diye bahsedilmesinden ho şlanmamı ştı : — Ne olur Robie, dedi, ona Yason deme.. Annem 363 l-' çok kızıyor böyle söyledi ğimiz zaman. Hem asıl adı o kadar güzel ki.... Kırmızı bacalı, küçük bir vapurdu bu. Yürüye yü-rüy e vapurun ba ş tarafına gittiler. Vapur, şimdi, beyaz alevler içinde yanan gök—kubbenin altın da ve sakin sularda, yüksek tepelerin açı ğından kayar gibi gidiyordu. Bazan, bir köy iskeles ne u ğrayıp yeni mahsul patates yükü alıyor, yahut pazara koyunlarını götüren köylüler biniyordu. Alison'la beraber bulunmak, onun yanında olmak Robe rt için çok harikulade bir şeydi. Vapurun küpe ştesine dayanmı ş duruyorlardı ve k'.z arada bir kıpırdandık-ça vücûdunun tatlı temasını teninde hissediyordu. S evinçler ve ümitler; iç bayıltıcı hisler halinde bütün ruhunu kaplıyordu. Ardencaple'a saat birde vardılar. Bu nefis yerde Al ison'la birlikte üç saat haşhaşa ya şayaca ğını dü şündükçe bayılır gibi oluyordu. Çok kibar davranma ğa karar vermi şti. Hemen Alison'u güzel bir lokantaya do ğru götürdü. Burası Büyük Batı Yayla Otelinin lokanta-sıydı. Köyün beyaz bada nalı, bir kaç küçük kulübesi yanında bu otel azametli, ma ğrur haliyle göze çarpıyordu. — Bir şeyler yiyelim, şurada Alison. Karnımız da epey acıktı, de ğil mi? Salonda hafif bir esinti vardı. Tavanda asılı geyik boynuzları, kocaman kocamandı ve insanı gayri ihtiyarî korkutuyo rdu- Kar şılarına, tertemiz, kolalı önlü ğü içinde iri yarı bir kadın çıktı. Garsondu. Yemek yiyeceklerini söyledi Robie. Onları aldı, salonun dip tarafları nda, oda gibi, küçük, zarif bir yere oturttu. Ba şbaşa idiler. Duvarlarda hayvan kafaları, boynuzları ve hattâ ilâca batırılıp kurutulmu ş balıklar asılıydı. Cilâlı, tahta kaplamaların üzerinden öyle bakıyorlard ı. Yemeklerin te şhir edildi ği vitrin pek fakirdi: Sinirleri görünen bir koy un parçası, balmumu gibi sararmı ş patatesler, peluze gibi acayip bir tatlı, bir parç a kurumu ş peynir ve bir kaç bayat bisküvi.... Vitrinin gerisinde de çam yarması gibi iri yarı bir adam duruyordu. Uzun boyu, beyaz sakalları ve damal ı yele ği vardı. Kadın da, o da yaylalıydı. Aralarında Keltçe konu şarak onları pek be ğenmediklerini birbirlerine söylediler. Bundan sonra da k adının suratı asıldı. Yanlarına geldi ği zaman : 364 — Otel de, lokantamız da daha açılmadı, onun için size so ğuk bir şeyler verece ğim. Adam ba şına da ikibuçuk şilin., dedi. Robert, şaşkın bir vaziyete dü ştü ğü için bu tehdide boyun e ğmek üzereydi. Fakat Alison, Robert'e e ğildi, hafif bir sesle : — Gerçekten ho şuna gitti mi burası Robie? diye sordu. Robert, irkildi, kızardı, verecek cevap bulamayınca kafasını rastgele sallamakla yetindi. Alison, Robert'ten cevap almı ş gibi konu ştu : — Beni de sarmadı, dedi- Ve sakin bir tavırla kalktı. Robert de arkasından.. Alison kadına dönerek mırıldandı : — Vaz geçtik, dedi. Bir şey istemiyoruz.

Kadın, hem şaşırmı ş, hem de kızmı ştı, iri yarı herif de tela şlanmı ş, onları alıkoymaya çalı şıyordu. Fakat Alison bunun farkında olmayarak veya farkında değilmi ş gibi davranarak kapıya do ğru yürüdü. Dı şarı çıktıkları zaman Alison yolun kar şı tarafına ^eçti ve köyün yegâne bakkal dükkânına girdi. Dükkândaki yiyecekleri dikkatli bi r gözle bir süre inceledikten sonra bakkala 6 tane sandviç yapmasını söyledi. Ada m sandviçleri yaparken o da dükkânı dola şarak olmu şlarından bir kaç muz, iki elma, bir tane sütlü çiko lata, iki şi şe de Bar Birası adı verilen ve çocuklu ğunda Robert'i bir hayli beslemi ş olan gazozlu sudan aldı. Hepsi ikibuçuk şilini bulmamı ştı bile. Kolayca ta şıyabilmeleri için bakkal bunların hepsini büyük bir kesekâ ğıdmm içine koydu. Sonra bir patikadan tepeye do ğru tırmanmaya ba şladılar. Yolun kenarındaki sırtta, dalların ucunda kırmızı kırmızı tomurcuklar açmı ş karaçamlar vardı. Ar-fleneveple deresi boyunca yürüyerek yabani çam fi-r tanları, sık çalılıklar arasından yürüdüler. Nihayet tepeye vardılar. E ğrelti otlarına bo ğulmu ş, rüzgâra kar şı kaim tas sedlerle çevrilmi ş terkedilmi ş bir tarla halindeydi burası. Çayırlık kısmın ortasından geçen sular tertemiz kay aların üzerinden akıyor, yer yer beyaz kumlarla çevrili, kehribar gibi, berrak, küçük bir göle dökülüyordu. Gölün kıyısında ufak ufak kaynaklar meydana gelmi şti- Suların arasında çiçekler sallanıyor, renkli yap- 365 raklan küçük kayıklar gibi suya kapılıp gidiyordu. Sıcak, romantik, samimi bir hava vardı. Küçük gölün biraz ilerisinde, körpe e ğrelti otlarının tatlı bir ye şillik fı şkıran yaprakları arasında oturdular. Arkalarını duv ara vermi şlerdi. Geride dağlar yükseliyor, göl ayaklarının dibinde bir ayna gi bi yayılıyordu. Onları getiren vapur, a şağıda, uzaklarda, bir oyuncak vapur kadar ufalmı ş, demirlemi ş, duruyordu. Güne ş, ı şıkları bir ça ğlayandan dökülen sular gibi onları avucuna almı ştı. Heyecan içinde Robert şi şeleri suya daldırdı. Alison da ya ğmurlu ğunu çıkarıp yere serdi, kır sofrasını kurdu. Bakkal, sandviçleri taze ekmekten, aralarına köy su cuğu ve tereya ğı koyarak yapmı ştı. Fevkalâde nefis olmu ştu. Bar Birası Robert'in gırtla ğından serin serin indi. Alison, muzların hemen hepsim ona yedirmi şti. Pek konu şmuyorlardı. Yemek bitti ği zaman tatlı tebes-sümiyle Robert'e gülümsedi : — O köhne otelde yemek yemekten daha iyi olmadı mı böylesi? Gerçekten de öyleydi. Ba şı ile tasdik etti Robert. Alison'a te şekkür etti. O sakin ve kararlı haliyle kalk-masaydı hâlâ şu anda orada, o sıkıntılı yerde olacaklardı. Alison da hayatından memnun görünüyord u. Mutlu bir insan tavriyle beresini çıkardı, gözlerini yumdu ve arkasındaki du vara yaslandı. — Ne harikulade, dedi- Burada böyle yatıp uyumak i sterdim, do ğrusu.... Körpe, sa ğlık ve hayat fı şkıran vücudunu rahat bir şekilde geriye do ğru vermi şti. Daima biraz da ğınık duran ve içinde parıltılar dola şan saçlarına gözü ili şti Robert'in.. Nefis dalgalarla omuzlara ça ğlayanlar gibi dökülüyordu. Uzun kirpikleri çehresine tatlı bir ifade veriyor, elmac ık kemi ğinin üzerindeki küçük siyah ben, bu ifadeyi bir kaç kat kuvvetlendiriyord u. Mavi gömle ğinin gö ğsü hafif açılmı ştı. Boynu görünüyordu. Dudaklarının üstünde küçük t er damlacıkları belirmi şti. Hiç yabancısı olmadı ğı bir sevinç ve onunla karı şık korku hâlet-i nahiyesine sürüklenmi şti Robert. — Böyle hiç rahat de ğilsin, Alison., dedi. Boğazı kurumu ştu. Güçlükle yutkunabildi. Kıza biraz yakla ştı ve üzerine dayansın diye kolunu uzattı. 366 Hiç itiraz etmedi Gözleri Lala kapalıydı. Dudakla-r ındaki tebessümü duruyordu. Biraz sonra hafif bir sesle mırıldandı : — Kalbin çok hızlı çarpıyor, Robie, dedi. Y attı ğım yerden duyuyorum sesini.. . Bu, hislerini söylemek için güzel bir fırsattı Robe rt için. Fakat söylemedi. Sonraları bu ânın pi şmanlı ğını çok duydu. «Ah, neden söylemedim? Onu kollarımı n arasına niçin almadım?» diye hayıflandı, durdu. Had derecede bir heyecan içindeydi de ondan yapamamı ştı. Aptal ve beceriksiz bir hali vardı, içine sürüklendi ği mutluluk havası onu kıpırdamasına imkân vermeyece k derecede

kıskıvrak sarmı ştı. Dili de tutulmu ş gibiydi. Kızın ba şının altındaki kolundan vücuduna müthi ş bir elektriklenme yayılıyor, titriyor, titriyordu. Yanakları nerdeyse birbirine de ğecekti. Kızın kesik kesik nefes alı şlarım duyuyor, göğsünün inip kalkmasını çok yakından görüyordu. Gö ğsü inip kalktıkça belindeki ince me şin kemerden hafif sesler duyuluyordu. Güne ş, bütün ne ş'esi ve ısıtıcılı ğı ile üzerlerindeydi. Etekli ğinin ısınmasından hafif bir yün kokusu yayılıyordu, civardaki nane kokularına karı şıyordu. Hava tatlıydı, durgundu. Aşağılardaki koruluktan bir guguk ku şunun ötü şü geliyordu. Dakikalar süren bu sevinç ve baygınlık dolu havada nihayet bir şeyler söylemek imkânını bulabildi : — î şte, gece sana söylemek istedi ğim böyle bir geydi, Alison, dedi. Seninle hep böyle beraber kalmak. Tâ ebediyetlere k adar böyle kalabilmek.. — Ya ğmur ya ğarsa ama?.... — Ne kıymeti var ya ğmurun.- Yeter ki.... Robert sözlerini tamamlayam adan durdu. Alison gözlerini, açmı ş biraz müstehzi bir eda ile ona bakıyordu. Sonra bi r şeye karar vermi ş gibi yerinde do ğruldu : — Seninle biraz ciddi konu şmak istiyorum. Robie, dedi. Senin durumundan endi şeliyim ben. Keza Mr. Reid de öyle dü şünüyor. O sabah istasyonda duydu ğu şüphe hissinde yanılmamı ş oldu ğunu anladı. Kız, kolundan kalktı ğı için üzülmü ştü ama, onun öfkesini celbetmi ş olması ho şuna da gitmi şti Robert'in. Ka şlarını yukarı kaldırarak devanı etti : 367 — Her şeyden önce senin, i şçili ği benimsemeni, fabrikaya kapanıp kalmanı do ğru bulmuyoruz. Tabii ilimler sahasındaki bilgi lerini heder etmeni yerinde görmüyoruz. Bilir misin ki, Caruso 'yu makinist yapmak istemi şler de reddetmi ş. Robert, samimi olmayan bir kayıtsızlık ifâdesi ile omuzlarını silkti : — Ben hayatımdan çok memnunum, i şim de mükemmel, Alison'cu ğum. Genç kız gözlerini, kar şıda bir noktaya dikmi ş, hiç bir şey söylemeden duruyordu. Halinden memnun görünürken fazla mı iler i gitmi şti acaba? Kıza kaçamak bir bakı ş fırlattıktan sonra devam etti : — Gerçi çok yoruluyorum, bunu itiraf etmek mecburi yetindeyim. Bazan elimi kesti ğim bile oluyor, sonra.. Sonra öksürüyorum da.- Kız Robert'e döndü. Yüzündeki ifade Robert'! şaşırmı ştı : — Sen korkunç bir çocuksun, Robie.. Kor kunç yavrum.... O ne söylemi şti de, kız bu cevabı vermi şti, birden intikal edemedi, îçini birdenbire bir hüzün kaplamı ştı. Onu, böyle hem azarlayan, hem ok şayan bir tavır takınmasının sebebi ne olabilirdi? Etraftaki sıcak hava derenin akı şı ile biraz serinler gibi olmu ştu. Çılgınca çarpan kalbi, şimdi donmu ş gibiydi. Robert konu şmak mecburiyetini hissetti : — Seni darıltacak bir şey mi söyledim, Alison? Kendi kendisiyle mücadele ediyormu ş gibi bir ha- •a içindeydi kız: — Hayır, hayır, yanlı ş anlama, dedi. Sadece senin söylediklerinle benim sözlerim arasındaki farkı dü şünüyorum. Birbirimizden ne kadar ayrı yaradılı şta oldu ğumuzu görüyorum. Ben daima gerçekleri göz önünde bulundurarak hareket ediyorum ve belki bunda biraz da i leri gidiyorum. Halbuki sen hayallerden ayrılmıyorsun.. Bu gidi şle ayrılmayacaksın da.. Peki, Reid, Le-venford'dan gidince ne yapacaksın? Bun u dü şündün mü hiç? Hayretle baktı Robert : — Şey.. Reid.... Gidiyor mu buradan? '368 Kız gözlerini önüne dikmi şti- Elindeki bir çiçe ğin sapıyla oynuyordu : — Galiba ingiltere'de bir i ş istemi ş. Sussex'te, Horsham'da bir okulda. Levenford'da çok uzun zaman kaldı ğı kanaatinde. Orası küçük bir yermi ş ama, modern metodlara â şinâ imi ş. Yadırgamıyorlarmı ş tekâmülleri.. Bu yüzden orada ilerleyebilece ğini dü şünüyor. — Reid'in tayini çıkmı ş mı oraya yani? — Etmi şler gibi bir şey.. Her şey tamammı ş galiba.. Kendisi de sana bu ak şam söyleyecekmi ş durumu.

Robert, bu gerçek kar şısında tepeden tırna ğa titredi. Reid'in insanı bazan hayrette bırakan hareketleri olurdu ama, hi ç birisinde de bu kadar ani bir darbe vurmamı ştı Robert'e.. Hem bu meseleyi niçin Robert'e hiç sezdirmeden kararla ştırmı ş ve halletmi şti? Robert'i üzmek istemedi ği için mi acaba? Fakat bu sefer de Robert, kendisini onda n uzakla ştırmak istedi ğini düşünerek teessür duymu ştu. Robert, bunlardan Alison'a bahsetmeye vakit bulmadan, Alison tekrar konu ştu. Yüzü renkten renge giriyor, Robert'in gözlerinden gözlerini kaçmyordu : — Farkmdaydım.. Mr. Reid'in gidece ğine çok üzülüyorsun-. Bu normal., insanın ahbaplarından ayrılabilmesi elbette kolay de ğildir. Ama, bana kalırsa, mesafelerin uzaklı ğına ra ğmen ahbaplarla ilgiyi kesmemek de daima mümkündür. Garip bir sessizlik oldu. iç yaralayıcı, üzücü bir sessizlik.. Ve nihayet Alison baklanın büyü ğünü de a ğzından çıkardı: — Sana i şin içyüzünü açıkça söyleyeyim Robert.. Yalnız Mr. R eid de ğil, biz de gidiyoruz Levenford'dan; annemle ben de.... Robert'in kafasından a şağı kaynar sular bo şanmıştı sanki. Öyle pe şiran olmu ştu. Rengi uçmu ş, hiç bir melekesi i şlemez hale gelmi şti. Güçlükle kekeleyebildi : — Niçin gidiyorsunuz? Genç kız Robert'e do ğru hafifçe e ğildi ve heyecanla anlatmaya ba şladı : — Her şeyden önce benim musiki tahsilim meselesi var.. Annemin bu konuya ne kadar önem verdi ğini, benim, ilerlememi ne kadar isf^di ğini bilirsin. Miss 369 Cramb artık bana ders verebilecek durumda de ğil. Onun ö ğrettiklerinin üstüne çıkmak lâzım. Winton'da ondan daha üstün dersleri v erebilecek bir kimse de yok.. Onun için tahsilime Londra Konservetuarında devam e tmeme karar verdi. — Londra'ya mı gidiyorsunuz yani?-. Londra, Robert'in kafasında dünyanın bir ucu gibi b ir yer demekti. Sonra Sussex'e de çok yakındı. Alison artık, çehresinin i fâdelerine hâkim olamaz hâle gelmi şti. Çok üzüldü ğü, sıkıldı ğı, hattâ ıstırap çekti ği açıkça belli oluyordu. — Sen zeki bir çocuksundur ama, olup bitenlerden n asıl haberdar olamadın, hayret do ğrusu.. Mr. Reid'le annem evleniyorlar da.... Robert, donmu ş, kalmı ştı. Bir tek kelime söyleyebilecek halde de ğildi. Gerçekten Mrs. Keith, henüz cazibesini, zindeli ğini muhafaza eden bir kadındı, sonra Mr. Reid'le zevklerinde çok mü şterek noktalar vardı; fakat Robert bu haberden bira z da korkar gibi olmu ştu; sevinmesi gerekti ği halde.. Uzun süre konu şacak bir şey bulamadılar. Robert'e göre hâdiseler o kadar karı şmış, kendisi bu karı şıklık içinde o kadar peri şan olmu ştu ki.. Nihayet peri şan hâlet-i ruhiyesini bir cümle ile belirtti : — Siz de gidince o kadar yapayalnız kalaca ğım ki burada, Alison.... — Ebediyen gitmiyorum ya.. Biliyorsun, dersle rimi hiç ihmal etmemem gerek. Gitti ğim yer dünyanın da bir ucu de ğil nihayet- Hemen müteessir olma Robie.. Hayatta hiç bir zaman ümit kesmemek gerekti ğini de hiç aklından çıkarma.... Genç kızın sesinde mü şfik, tatlı bir ifade vardı. Fakat Robert'in mahzun hâli, teessürü geçmemi şti. Gözlerini kar şıya dikmi ş, öyle kalmı ştı. Güne ş yava ş yava ş dağların ardına iniyordu, iskeledeki vapur üç defa acı acı düdük öttürdü. Alison, çabucak yerinden kalktı : — Haydi Robie, dedi. Vapurun saati geliyor.... Rob ert'e, mütebessim fakat yalvarır bir tavırla baktı. Elini uzatıp, onun da kalkmasına yardım etti . Va- 370 pürü kaçırmamak için beraberce a şağı do ğru inmeye ba şladılar. Tam bu sırada bir noktayı tesbit etti. Halindeki bütün sükûnete ra ğmen Alison da bu ayrılıktan onun kadar sarsılmı ştı. Vapur uzun bir düdük çaldı. Fabrikanın paydos düdü ğünü hatırladı Robert. Gün, bu mutlu ba şlayan, fakat mutlu gitmeyen gün, bitmi şti. Zaten Robert'in hangi mutlulu ğu sonuna kadar sürebilmi şti ki?.... O anda kendini yapayalnız kalmı ş, kaybolmu ş hissetti. İçine derin bir hüzün yayıldı. İstikbâlin ufku daha da kararmı ş ve önünde yüksek bir duvar peyda oluvermi şti.

VIII Temmuzun son haftası idi- Cumartesi.. Bir yı ğın meseleler ortasında, Çiçek Sergisi'nin bugün açılaca ğını unutmu ş gitmi şti Robert.. Ö ğleyin, paydostan sonra fabrikadan dönerken hatırladı. Lomond View'a gelinc e, sergiye gitmek için en küçük bir iste ği dahi bulunmadı ğını gördü ama, ayıp olurdu, Murdoch'a söz vermi şti. Saat ikide odasına çıkarak hazırlanmaya ba şladı. Yukarıdan gelen mütereddit, hafif ayak seslerini bir iki dinledikten sonra çıkt ı. İhtiyar Dandie, yıkanıp temizlenmi ş, saçlarını, sakallarını taramı ş, ayna kar şısına geçmi şti. Kravatını bağlamaya çalı şıyordu. Eski günlerdeki gibi elbisesini de tertemiz fırçalamı ş, ayakkabılarını güzelce boyamı ş, pırıl pırıl cilâlamı ştı. Sımsıkı beyaz yakalı, kolalı bir gömlek de giymi şti — Sen misin Robert? Elleri titriyordu ama, sesi gür çıkmı ştı. Aynaya bakmaya devam ederek söylemi şti bunu. Robert, bir an, hiç konu şmadan öylece durdu. Havanın a ğır sıcaklı ğına ra ğmen onun böyle kapalı hazırlandı ğını görünce şaşırmı ştı. — Nereye gidiyorsun, Dede? Kravatının dü ğümünü tamamlamı ş, onu sıkı ştırırken de boynunu dı şarı doğru kaydırmı ştı : — Nereye mi? Sorulur mu bu da yani?.. Çiçek sergis ine gidiyorum elbet. — OJmaz, Dede, gidemezsin sen.. Hastasın.-Güldü : 371 — Hasta mıyım?.. Hayatımda kendimi hiç bu k a dar sa ğlam ve zinde hissetmedim Robert.. — Hava çok sıcak.. Yorulursun.. Yatıp ist irahat etsen daha iyi de ğil mi? — Sen hep evde oturmama insanı ne kadar yordu ğunu bilmiyorsun.. Bir haftadır yatıyorum zaten. Isti-rahatse, en âlâsından isti rahat ettim demektir. Daha ne olacak? — Peki ya baca ğın?.... Yürüyecek halde de ğilsin ki.. O sakin tebessümüyle gülerek cevabım verdi : — ikimizin arasında bir tek fark var yavrucu ğum.. Sen her şeyden çabucak vaz geçebiliyorsun, ben hiç bir şeyden vaz geçmem. Sana kaç kere de söyledim, kolay mağlup olma, diye-. Murdoch için çok önemli bir günde , ben, yani bu ailenin reisi evde durabilir miyim hiç? Olur mu böyle bir şey? Hem sonra unutma ki, benim hayatımda daima çok sevmi ş oldu ğum iki şey vardır. Biri çiçekler, di ğeri de güzel kadınlar, anladın mı? Robert, kendisiyle ilgili sözlerden dolayı kıpkırmı zı kesilmi şti, ihtiyar do ğru söylüyordu. Fakat, biraz da kızmı ş gibiydi Robert, ihtiyarın hareketlerim hayretle seyrediyordu. Ceketini giydi, kolalı, sert kolluklarını, ceketinin kolundan zarif hareketlerle çıkardı. Bir kaç haftad ır vücûdunda hissetti ği ağrılara ve sızılara ra ğmen, pervasız, soka ğa çıkmaya hazırlanıyordu şimdi. Robert'in nutku tutulmu ştu. Ne biçim adamdı bu? Aklına koydu ğu bir i şi yapmasına engel olabilmenin imkânı yoktu. Son bir defa daha aynaya baktı. Her şeyinin tamam oldu ğuna tamamiyle kanaat getirdikten sonra bastonunu aldı ve Robert'e : — Küçük beyefendi hazretleri, dedi. Bana refakat etmek lûtfunda bulunacak mısınız, yoksa yalnız ba şıma gitmemi mi tensip buyuruyorsunuz? Elbette onunla birlikte gidecekti Robert.. Böyle bi r günde, kalabalık bir yere onu tek ba şına nasıl bırakabilirdi? Odadan çıktılar, ihtiyar, merdivenin trabzanları-na sıkı sıkı tutunarak inmeye ba şladı. Bastı ğı yerlerden pek emin değilmi ş gibi temkinli adımlar atıyordu. Nihayet a şağı indi. Robert de peşinden.- 372 Sokakta pek çok insan vardı ince elbiseli kadınlar, hasır şapkalı erkekler serginin açılaca ğı Overton House bahçesine giden yola dökülmü şlerdi. Bu a ğır, ağır yürüyen kalabalı ğa karı ştılar. Robert içinden dua ediyordu, in şallah orada dedenin pek iyi kimseler olarak şöhret yapmamı ş ahbaplarına rastîamazlardı. Ihti yar halinden biraz ferahlamı ştı ama, hafif sarsak yürüyü şünü görünce koluna girmeyi teklif etti. Fakat Dandie, bu teklife müthi ş kızmı ştı. Birden öfkelenerek söylenmeye ba şladı :

— Beni ne zannediyorsun sen, a çocuk? İskelet miyim ben? Mumya mıyım? Benimle beraber gelmem is-tedimse yardımına ihtiyacım oldu ğu için mi yaptım bunu zannediyorsun? Ayağının güç kalktı ğım, yere süründü ğünü belli etmemek için büyük bir gayret sarfederek do ğruldu. Gö ğsünü yine eskiden oldu ğu gibi şi şirmeye çalı ştı : — Merak etme, dedi. Senin yardımın olmadan daha en az be ş sene böyle gezebilirim ben.. Çok şükür, gücüm kuvvetim daha yerinde benim.. Ona, kuvvetinin azalmakta oldu ğuna dair en küçük bir imada bulunmak dahi müthi ş bir hata oluyordu. Gitgide çökmekte oldu ğunu aklına bile getirmek istemiyor, ebediyen ya şamasına imkân olmadı ğım, günün birinde mutlaka ölece ğini hatırlatan gerçeklere gözlerini kapıyor, sırt çeviriyordu. Fakat, bir bakıma, zindeli ğini muhafazaya muvaffak olabiliyordu da.... Şapkasının altından perçem perçem sarkan beyaz saçla rı, ona, yakı şıklı olgun bir erkek hâli bile veriyordu. Yürürken bütün gözlerin kendisine çevrilmekte oldu ğunu gördükçe gururdan koltuklan kabarıyordu. Azametli, ma ğrur bir tavırla Robert'e dönüyor, o memnun ve mutlu haliyle Robert'in kula ğına e ğilip : — Bak, bak.- diye fısıldıyordu, şu tarafta nefis iki kadın var. Gayet de şık giyinmi şler. Üstelik bugün hava da fevkalâde güzel.. Hani k ıyamet kopsaydı böyle bir günü kaçırmazdım. Serginin giri ş kapısına o güne mahsus olmak üzere turnikeler konu lmu ştu Yakla ştılar. ihtiyar, cebinden azametle iki tane davetiye çıkardı. Onların sergiye parasız girmelerini sa ğlayacak olan bu davetiyeleri Mur-doch'tan almı ştı. 373 içerisi fevkalâde güzeldi. Bahçe, Kontlu ğun en güzel, en büyük bahçelerinden biriydi. Ve şimdi, sergi do-layısiyle, bir bayram yeri halini al mıştı. Sergiye gelecekleri için 6—7 tane, kırmızı ve beyaz çizgili tentelerin altında gölgelik yerler hazırlanmı ştı. Te şhir edilen tohumlar, bahçe âlat ve levazımatı gibi şeylerin üzerine de' tenteler çekilmi şti. Bir de açık hava gazinosu vardı. Gazinoda, çe şmenin etrafına dizilmi ş olan Bandocular güzel bir vals çalıyorlardı. Taze çimenler, gölgeli a ğaç altları, kadın elbiselerinin pırıltılı dalgalanı şları, bandocuların sarılı, kırmızılı üniformaları, bandonun ve çeşmenin ahenkli sesleri ve nihayet kalabalı ğın kibar konu şmalarından mütevellit, kafa şi şirmeyen bir u ğultu.. Bu güzel şeyler ihtiyar Dandie'nin daha açılmasına, ne ş'-elenmesine yardım etti- Ayaklarını kadife gibi çimenlerin arasına gömmü ştü. Burun delikleri açılmı ş, her şeyi, bu güzellikleri koklar gibi bir tavır takınmı ştı : — Oldum olası kibar muhitleri seven adamı mdır ben.. Ne yapayım, yaradılı şım böyle Robie.. Pek çok kimseye e ğilerek, ba şiyle selâmlar verdi ama, onlar görmezlikten geldiler, mukabele etmediler, ihtiyar, hiç bozulmu ş görünmüyordu. Kalktı, aya ğını sürüye sürüye, ıslık çala çala, etrafta dola şmağa ba şladı. — Aman ne güzel.. Fevkalâde.... diyordu. Heyecanı başına vurur gibi olmu ştu sanki.. O kibar ve biraz da çekingen halini kaybetm emi şti ama, buradaki bütün eğlencelerin kendi şerefine tertip edildi ğini kabullenmi ş gibi bir havaya girmi şti. Birden durdu : — Bak, Robert, dedi. Mrs. Bosomley de ğil mi şu? — Hayır, de ğil.... Herkesi birbirine karı ştırıyor, olmadık kimseleri, hiç benzemeyen kimseler e benzetiyordu. Eskiden böbürlenerek övündü ğü «keskin göz» iddiası artık tarihe karı şmıştı. Hem de bir daha dönmemek üzere.. — Ha, o de ğil mi? Zararı yok-. Bu da güzel bir kadın ama.. Bir az sonra gider kendisiyle de konu şuruz. Biraz durakladıktan sonra devam etti : — Şimdi sen beni Murdoch'un karanfillerine götür bakay ım, hadi.... Ben karanfilleri eskiden beri çok se- 374 . verim. Bakalım, birincili ği kazandı mı bizim delikanlı?

Robert sevine sevine Dedesini karanfillere do ğru götürmeye ba şladı. Zira kar şıdan Alison'la annesini görmü ştü. Onlardan mümkün mertebe kaçmak istiyordu. Tentelerin altına girdiler.. Çiçekler, limonlularda yeti ştirilmi ş meyveler ve nadide sebzeler vardı, iskoçların meraklarının haki ki bir sembolü gibiydi burası.... Tentelerden birinde renkler ve kokuları harikulade güller gördüler. Ba şka birinde, etrafa renkli yaprakları kadar ince bir ko ku yayan öbek öbek nöbet çiçekleri vardı Sepetlere doldurulmu ş sarı sarı tüylü nefis şeftalileri, mavi kordelalarla bağlanmı ş ku şkonmazları, pırıl pırıl misket üzümlerini ve koskoc aman bir helvacı kaba ğını hayran hayran seyrettiler ihtiyar, bu nefis şeylere, anlayan bir insan edâsiyle ve gitgide artan bir zevkle bakıyordu. Fakat tente'nin altındaki bo ğucu sıcaktan yü?ü adamakıllı kızarmı ştı. Robert, onu böyle gördükçe için için seviniyord u. Bir bakıma, onun buraya gelerek bazı naho ş durumlara sebebiyet verebilece ğini tahmin etti ğinden dolayı da kendinden utanmı ştı. Onun, gelmekte ısrar etmesinin, böylece de bu zevklerden mahrum kalmamı ş olmasının iyi oldu ğunu dü şünüyordu. Memnundu. Sonra karanfillerin bulundu ğu kısma geçtiler. Kate ile Jaime'yi de orada buldular. Çocukları Luke de yanlarındaydı. Sergini n ön kısmına konmu ş bir demet çiçe ği merak ve ilgi ile seyreden kalabalı ğın arasınday-dılar- Biraz sonra da Murdoch, yanında Miss Ewing oldu ğu halde, bir tentenin altından çıkarak yanlarına geldi. Ailenin ferdleriyle böyle bir anda bulu şuvermi ş olması Dandie'yi çok mütehassis etmi şti. Hepsinin ellerini ayrı ayn sıktı, hattâ Kate'in o ğlunun da elini sıkarak mü şfik bir tavırla sevdi. Yalnız ona Robert diye hi-tab etmi şti ki, buna o sırada kimse önem vermemi şti, bir sürçü lisan oldu diye dü şünmüşlerdi. Sonra etraftaki seyircileri bir süzdü. O nlara bir sır vermek lûtfun-da bulunuyormu ş gibi bir pozla Murdoch'a, herkesin duyabilece ği şekilde, hitap etti : — Ne haber evlâd, dedi, madalyayı kazandın mı? 375 Murdoch mahcup bir tavırla önlerindeki tezgâhı göst erdi : — Baksana.... Tam ortadaki karanfil demetinin üzerinde etrafı yal dızlı bir kart vardı Karanfillerin uçları koyu ye şil, di ğer kısımları tatlı bir sarı renkteydi, çok nadir bulunan, gayet güzel bir karanfil çe şidiydi bu. Yaldızla kartın üzerinde de : En Güzel Çiçek îçin GÜMÜ Ş BOWERS MADALYASI Drumbuck'ta Dlarymple ve Lackie Fidanlı ğından Mr. MURDOCH LACKÎ'ye verilmi ştir. Miss Ewing hemen atıldı : — Çok önemli bu dedi. Alexandre Mükâfatı derecesi nde kıymetli bir madalya bu.... Murdoch, sahasında, hatırı sayılır bir ba şarı elde etmi şti ama, tam mânâsiyle tatmin edilmi ş de ğildi. Yalnız çok memnun olan biri daha vardı, ihtiy ar Dandie. Gümüş madalya - altın madalya farkı onun umurunda de ğildi. Murdoch gibi düşünmüyordu o. Madalya olsun da, hangisi olursa olsun du. Yüzü hâlâ kıpkırmızıydı. — Bravo, Murdoch, dedi. Seninle iftihar ediyorum. Bana büyük bir şeref kazandırdın. Senin yeti ştirdi ğin bu nadide, güzel çiçeklerden birini ilk defa yakasına takmak şerefini de bana vermekten çekinmezsin, her halde, d eğil mi? Ve uzandı- Demetteki karanfillerden birini parmak-l ariyle tuttu. Sapını kırdı ve gayet rahat bir tavırla yakasına ili ştirdi. Tam ihtiyardan beklenebilecek bir hareketti bu.. Mu rdochun canı biraz sıkılmı şa benziyordu ama, ihtiyar memnundu. Yakasına karanfil i de yerle ştirince tamam olmu ştu. Mütebessim bir çehre ile hepsine ayrı ayrı bakt ı. Sonra da oldu ğu yerde hafif bir sendeledi. — Mükâfaatlarm verilece ği yere götürün beni.... Ha.. Yorulmadım.. Yorulmadım. Hadi gidelim oraya. Oturup mada lyalar verilinceye kadar bekleyece ğim. Murdoch'un madalya aldı ğını gö/lerimle görece ğim. 376

Büyük bir akasya a ğacının gölgesinde, çimenler üzerine konulmu ş bir iskemleye oturdu. Bandoya da yakındı bulundu ğu yer. Kate ile Jaime'nin de orada bulundu ğunu gören Robert, Dedenin sorumlulu ğunu onlara sessizce devredilebilece ğini dü şündü ve bir ara yanlarından uzakla ştı. Hiç de ğilse yarım saat kadar ihtiyarın ona hiç ihtiyacı ol mazdı- Şimdiden Kate'nin o ğlunu kuca ğına almı ş, dudaklarında hafif bir tebessümle konu şuyordu. Onu çocukluk devrelerini ya şayan Robert zannetmekte berdevama? : — Hatırlıyor musun, Robert seninle bir gün göle, buz kayma ğa gitmi ştik, de ğil mi? diyordu. Yanlarından uzakla ştı ğı sırada, küçü ğün, incecik sesiyle şu cevabı verdi ğini i şitti Robert : — Sen ona bo ş ver de bana Zulu'ları, anlat, dede.... Robert, mak satsız, avare bir şekilde oradan oraya dola şıp duruyordu. Göz ucu ile de etrafı tetkik ediyor, Alison'larla kar şıla şmaya çalı şıyordu. Reid, bir hafta sonra Güney'e gidecekti. Al ison'la annesi de ondan iki gün sonra hareket edeceklerdi. Nikâh da ,ayın sonunda Londra'da sessiz, sedasız kıyılıverecekti. Üzüntüsünü ço ğaltan bir hâdiseyi daha Robert o anda hatırlamaktan kendisini men edemedi. Geçenlerde, vapurlu gezilerinden kısa bir süre sonra Alison, St. Andrew's Hall'de bir konser daha vermi şti. Bu da ba şarılı bir konser olmu ştu ama, Robert bulunmamı ştı. Zira tâ can evinden yaralıydı o ve kendisini yapayalnız hissediyordu. Onun için kar şıla şmayı arzu etmiyordu. Fakat, ne olursa olsun, onları görmesi, hiç de ğilse ayak , üstü «güle güle» demesi lâzımdı. Bu dü şünce içinde iken birden irkildi : — Bu ne hal Robie , niye böyle üzgün duruyordun? Murdoch mükâfat kazandı. Senin böyle s omurtup dola şman olur mu? Mrs. Keith'di bu.. Alison'un annesi. Ba şında yumu şak hasırdan bir şapka vardı. Üzerinde beyaz süsleri olan bu geni ş kenarlı şapkasının altından gülünısüyor-du- Reid'le beraber bandonun yamndaydılar. Robert'e yan yan bakıyordu. Fakat tebessümünden o eski alaylı hal yoktu. Robert, hayr et etmi ş gibi : 377 — Kederli mi görünüyorum, hayret do ğrusu.. Hem Murdoch altın madalyayı kazanmadı ki.... Reid cevap verdi : — Elbette kazanamaz ya.... Ben aylardanberi cam ar kasında gizliden gizliye helvacıkaba ğı yeti ştirirsem o nasıl kazanırmı ş altın madalyayı? Mrs. Keith'in siyah gözlerinin içi gülüyordu : — Yok, yavrum, hiç bir şeyin yok ama, biraz daha ne ş'eli olabilsen daha iyi olacak gibi geliyor bana da.... Robert kendini savunmaya çalı şırken o önemli ayrılı ğa da telmihte bulunmadan yapamadı : — Sevdiklerinden uzak kalmak üzere bulunan bir insanın yüzü güler mi, Mrs. Keith? Hiç olur mu böyle şey? Reid ba şını salladı : — Hayatta acı şeyler çok olur, Robie, dedi. Aldırma.. Sonra da konuyu de ği ştirdi : — Gazinoya gidip bizimle çilekli kaymak yer mis in? Yarım saat sonra Alison'la bulu şaca ğız orada.... Mrs. Keith de ilâve etti : — Yaa, dedi, gel Robert.. Saat tam 4 de orada olac ağız biz. Bekleriz. — Olur.... Ayrıldılar. Robert, ba şka bir tentenin altına gitti. İyi yeti ştirildi ği belli bir demet yaban havucunun kar şısında uzun süre durdu, seyretti. Bu havuçları hiç sevmezdi Robert. Seyrederken de kafası havuçlarla h iç me şgul de ğildi zaten. Reid, tavırlarını dü şündü. Gerçek dostluk emarelerine karı şan o hafif alaycı hava, birdenbire kendisini, ba şkalarının gözü ile görebilmesine imkân verdi. «Aman Yarabbü, dedi, ne budala insanımsım ben me ğer...» Hayatı hiç bilmedi ğini, insanlar ve ya şama gücü hakkında hiç bir fikri o güne kadar yoktu demek ki.. Bir hayal dünyasında, kendi kendine ya şayıp gidiyordu Robert. Böylece de kendi hayallerinin zavallı bir kurbanı olmu ş çıkmı ştı. Halinden utandı. Allah vere de, durumunu, kimseye belli etmese, bir de elâleme mask ara olmasaydı bari.. 378

Saat 4 e be ş vardı. Yava ş yava ş gazinoya do ğru yürümeye ba şladı. Tam kalabalı ğın arasından geçerken, uzaktan, el sallayan Kate'i gör dü. Onu ça ğırıyordu. Biraz evvel onları bıraktı ğı yerdeydi. Israrla ça ğırıldı ğım görünce dayanamadı, içinde birdenbire beliren büyük bir üzüntü içinde o tarafa ko şmaya ba şladı. Yanlarına geldi ği zaman Kate nefes nefes konu şmaya ba şladı : — ihtiyar birden fenala ştı. Jamie'yi doktora ko şturdum ama, şimdi daha kötü durumu. A ğırla ştı. Çabuk kapıya ko ş da telefon edip araba ça ğır. Hemen götürmemiz lâzım.... Bir kaç ki şi ihtiyarın etrafını almı şlar, me şgul oluyorlardı- Zavallı dedesi, daha bir saat kadar evvel üzerlerinde salına salına gezdi ği çayırlara uzanmı ş, bitap bir halde yatıyordu. Yan tarafına do ğru büzülmü ştü. Bir kolu, tutulmu ş gibi, içeriye do ğru kıvrılmı ştı. Gözleri açıktı ve sabit bir noktaya dikilmi ş, öyle duruyordu. Ağzının bir kenarında hızlı hızlı nefes aldı ğı duyuluyor, öbür tarafı tamamen hareketsiz görünüyordu. Bembeyaz saçları darmada ğın olmu ştu. Fırtınalı bir gecede tahtından yuvarlanmı ş Kral Lear'e benziyordu bu haliyle.. Pek anlayamamı ştı ama, galiba Dede'ye felç gelmi şti. Robert kapıya do ğru fırladı ğı zaman mükâfatların da ğıtımı da ba şlamı ştı. Bando programını bitirmi şti, son parçayı çalıyordu. Kulaklarına, bir son'un ilânı gibi gelen mar ş doldu : «Allah'ıma emanettir Kralım....» DC Ertesi gün.. Pazar.. Vakit geceyarısma yakla şıyordu. Bu defa Lamı—cimi yok artık. Durum kesin görünüyor., ihtiyar yolcu.- Bu g erçek her şeyde okunuyor. Başında oturup bekledi ği odasına, ıpıssız ve sessiz eve, hattâ bütün karanlıklara bu gerçek doluyor. Akşama kadar herkeste bir bekleyi ş, saygıya benzer bir takım haller vardı. Murdoch'la Jamie a şağıda. Mr. Lackie ile fısıltı halinde konu şuyorlardı. Kate arka bahçede, dünyadan habersiz, sevinç içinde oyna yan çocu ğunun çı ğlıklarını susturmaya çalı şıyordu. Haminne mutfakta çörek pi şirirken ayaklarının ucuna basa 379 basa yürüyor. Buna «son'u bekleyi ş» diyorlardı. Arka arkaya tatbik edilen tedavilerden sonra doktor Galb-raith'in verdi ği «çok ya şamaz» hükmüne ra ğmen, ihtiyarın hâlâ ayak direyi şine şaşarak, biraz da canları sıkılmı ş gibi odalarına çekildiler, sonra. Robert, oturup bekleyece ğim söyledi ği zaman hiç kimse itiraz etmemi şti, ihtiyar Dandie'yi ölüm yata ğında beklemeye Ro-bert'in hakkı oldu ğunu düşünüyorlar.. Dü şünüyorlar ama, bunun aksini istemedikleri de belli. Rahat uykularını ihtiyar için feda etmeye hiç de niyetler i yok tabii. Gece korkunç ve sessizdi. Robert pancuru kaldırdı. Camı da açtı ama , sıcak ve yıldızsız geceden odaya dolan hava hiç de ferahlık verici de ğil. Dandie, sırt üstü yatmı ş yata ğında- Artık horlamıyor da.. Yüzünün bütün hatları g erilmi ş. Hafifçe açılan ağzından belli belirsiz nefes aldı ğı hissediliyor. Haminne, yatmadan evvel, ihtiyarın yüzünü ıslak bir süngerle silmi ş, beyaz saçlarını da ihtimamla taramı ştı. Çiçek Sergisindeki o muhte şem yüz tekrar meydana çıkar gibi olmu ştu. ihtiyarlık Dandie'nin vücûdunu çökertmi şti ama, tamamiyle mah-vedememi ş gibiydi. Robert, gözlerini dedesine dikmi ş, dalgın dalgın bakıyordu. Güç bir konuyu kolayca halletti ği için memnundu da., istememesine ra ğmen bazı dü şünceler kafasında raksediyordu.. insan, ya şamanın, mutlulu ğun mânâsını her halde bu anda anlıyordu. Bu anda; herkesin boyun e ğmeye mecbur bulundu ğu bu «hayata veda» ânında.. Ne çılgınlıklar yapmamış, ne günahlar i şlememi şti ki o.. Onun, yaradılı şındaki zaaf noktalarını, inatçılıklarım, kaprislerini onun kadar kim bilebil irdi ki?.. Çünkü bu her zaman üzgün, her zaman mukadder, deli, dolu çocukta, kend isinde, ayni huyları, ayni karakteristik belirtileri görüyordu Robert.. Bu huy lar Dandie'den miras kalmı ştı ona.- Fakat yine de onları, o bir şahsiyetin derinliklerinde yuva yapmı ş karakter tortularını savunuyordu. O halde şimdiden, Dandie gibi insanların uymaya mecbur oldukları kanunları şüphelerle kar şılamaya ba şlamı ştı. Fenalık yapamamak, insanların hepsine iyi davranmak, ho şa gitmeye gayret göstermek gibi, insana asalet sa ğladı ğı söylenen meziyetler, muhtemeldi ki, insanlara aza p veren binlerce günahtan daha lüzumsuz, daha bo ş şeylerdi.

Bir ara yata ğın ba şında dalmı ştı Robert, ihtiyarın bir şeyler söylemeye çalı ştı ğını duyarak uyandı. E ğildi, kulak verdi. Bir kelime i şitebilmi şti : — Ruh....Ruh.. — Ruh.... Ruh., diyordu ihtiyar. Fakat, insanın ölüm yata ğında nedamet getirdi ğini belirten bir kelime olarak kullanmamı ştı bunu. Mukaddes Ruh'tan filan bahsetmiyordu. Onun ruh diye sesl endi ği şey, senelerce kendisini verdi ği, şimdi de ihtiyacını hissederek acı acı özlemini çekt i ği ruhtu : ispirto ruhu'ydu. Sıhhati için zararlı olur, diye bir an aklından geç irdi Robert ama, artık sıhhat, mıhhat kalmı ş mıydı ortada? Zaten dü şkün oldu ğu şeylerin hepsi aslında sıhhate zararlıydı ve her halde bu an, bunların muz ırlı ğını dü şünece ği an değildi. Doktor da, bazı şeyler için verilsin—verilmesin diye şartlar koymamı ştı ortaya. Kalktı Robert.. El yordamiyle odanın içinde yürüdü. Dolaba kadar gitti- Hazır duran şi şeyi hemen buldu. Bunu, ölüm haberini duyunca eve ge lecek ve meselâ Mr. Mckellar gibi, «ailenin kederine katılacak» kimsele r için naçâr almı ş oldukları pek belliydi. Şi şeyi aldı, bir kadehe, bir miktar doldurdu. Su karı ştırmayı dünyada sevmedi ğini dü şündü. Bir yandan da dü şünüyordu. «Ne garip şey.. Cenaze merasiminde içilecek şeyden kendisi de içiyor..» içirdi. Çok memnun kaldı ğı belliydi. Fakat güçlükle yutabiimi şti Sonra a ğzının içinde bir şeyler geveledi : — Et ve içki.... Bunlar son sözleri oldu. Ba şka hiç bir şey konu şmadı. Ve Robert, geli şi güzel söylenmi ş olan bu sözlerde tuhaf bir mâna, onun hayat felsef esinin veciz bir ifadesini bulmu ştu. Nihayet saat 3 ü çaldı. Robert, üzerine çöken uyu şukluktan silkinerek do ğruldu. Yataktakine baktı, ihtiyar artık daha sür'atle göçü yor, «son» yakla şıyor- Birdenbire kapı açıldı. Haminneydi gelen. Elinde şamdan, sırtında uzun, beyaz geceli ği vardı. Onu buraya gönderen bir hissi kablelvuku i di her halde.. Köylülerin, ölümü, kendilerine deh şetle fakat hiç şaşmadan haber veren hisleri.. Ama «Kitab-u Mukaddes» indan bir 380 381 parçayı yüksek sekle okumaya giri şmedi bu defa.. Bir yatakta, son nefesini vermek üzere olan adama, bir Ro-bert'e baktı ve Rob ert'in kendisine bıraktı ğı iskemleye oturdu. Robert, pencereye do ğru yürüdü. Şafak sökmek üzereydi. Bir takım görünmez kıpır-danı şlar, bir ku şun telâ şlı uçu şu ve tam kar şıdaki kısa kestane a ğacının belli belirsiz a ğarı şları.... Haminnenin hareketini çok anla şılmaz buldu. Robert. Şimdi onlarla beraber odada bulunan görünmez, kara ölüm hayaletinden, kendisini n de fâni oldu ğunu hatırlatan meçhul varlıktan korkuyor gibiydi. Fakat içindeki n efreti de silkip atıyordu. Üçünün bir arada oldu ğu şu dünyaya, çok evvelleri hâkim bulunan ciddiyetler, düşmanlıklar şimdi o kadar uzaklarda idi ki.. Ne de çocukça şeylerdi onlar hem? Şu son aylarda Dandie çöktükçe, haminne düzelmi şti. Merhamet etti ği için de ğil, daha çok kendi fânili ğini hatırlatan acı gerçe ği kavradı ğı için olacak, ihtiyara kar şı baya ğı sevgi bile duymaya ba şlamı ştı. Ve i şte tamam.. Artık her şey bitti. Bir yıldız kayar gibi, ihtiyar Dandie, öb ür dünyaya göç etti artık. Sapsa ğlam, dipdiri bir insanın ölümü gerçekten acı ve feci bir şey.. İnsanın kalbini burkan hazin bir ayrılı ş bu.. Fakat bu ihtiyar artık yorulmu ştu. Gerçek bu. Sandal, denize, hiç ses çıkarmadan, gürültüsüzce denize kayar. Haminne ba şını kaldırıp Robert'e baktı. «Tamam..» der gibi bir i şaret yaptı, Bitkin bir tavırla verinden kalktı. Sarkan çeneyi ba ğladı. Sabitle şen çehreye bir daha baktı Robert.. Büyük, onulmaz bir keder içindeydi. Bir cihan göçüp gitmi şti i şte.. Ama nereye gitmi şti acaba? Nasıl bir yerdi orası7 Aydınlık mıydı, karanlık mıy dı? Bilemiyordu, ama çılgınlıklarına orada paydos demek zorunda kalaca ğını biliyordu. Kendisine eziyet edenlerin, kendisim kovalayanların hepsinden kurtulmu ştu, artık....

Haminnesinin fısıldar gibi konu şarak yaptı ğı bir hatırlatma üzerine pancuru indirdi. Sabah oluyordu. Kestane a ğacının şekilleri açık açık beliriyor, tarlalar birbirlerinden farkediliyor, do ğuda bir leke peyda oluyordu. Mumu söndürdü. Tam bu sırada tepedeki çiftlikten bi r horozun uzun uzun ötü şü duyuldu. Sönen mum aleviyle, sönen hayatın bir ı şı ğiyle e ğ-leniyormu ş gibi.... X Cenaze salı günü kaldırıldı. Merasimden döndükten s onra misafir odasında oturmu şlar, sucuk ve yumurta yiyorlar, çay içiyorlardı. Me rasim pek mükellef olmamı ştı ama, Mr. Lackie'nin arzusuyla, kasabanın ikinci sınıf, iyi cenaze levazımatı satan ma ğazası tarafından pekâlâ iyi bir şekilde kaldırılmı ştı. Cenazeden sonra da Mr. McKellar'ı ellerini o ğuşturarak, kibar bir şekilde eve davet etmi şti. Sofrada, haminne, avukat McKellar'ın sa ğında, Kate solunda oturuyordu. Mur-doch'la Jamie de masanın ucunda, Ro bert'in iki tara-fındaydılar. Adam, sofranın ba şına, babası ile yanyana geçmi şti. — Her şey mükemmel oldu.... Bunu. Robert'in büyükbabası, Mr. Lackie söylemi şti. Herkesin ve bilhassa McKellar'ın tasdik etmesi için de onlara bakıyordu. McKellar'a hitaben devam etti : — Yumurtadan bir tane daha alın, lütfen.. (Lâfı cenazeye getirerek.) Kimsenin dedikodu yapmamasını, lüzumsuz şeyler söylememesini istedim. Her şeyin usulü dairesinde olmasını isterim muhakkak.. S onra, zavallı ihtiyarın, bir bakıma hakkıydı da.. Bilmem anlatabiliyor muyum ? Avukattan bir cevap bekledi ği belliydi. Mr. McKel-lar, Kate'in uzattı ğı çayı alırken yasak varmı ş gibi kuru bir tonla konu ştu. — Bence de merasim duruma uygun şekilde oldu, do ğrusu.. Mr. Lackie'nin canı biraz sıkılmı ş gibiydi. McKellar'a kendisini hiç bir zaman sevdirememi ş oldu ğu için hep kızardı. Fakat Adam'ın lâfa karı şıp : — Böyle bir cenaze merasimi, aslım ararsanız, her kula nasip olmaz.... demesi Lackie'nin ho şuna gitti. Ama Mckellar gayet realistti. Omuzlarım silkerek : — İnsan öldükten sonra da bunun mükellefi de bir, basi ti de.... l 382 383 Baba o ğul, Mr. Lackie'yle Adam, birbirlerini anladıklarını , bu küstah adama kar şı birle ştiklerini ima eden bir hava içinde birbirleriyle ba kı ştılar. Adam, henüz bu sabah gelmi şti ama, Mr. Lackie'yi teskini ba şarmı ş, ev hakkında ona teminat vermi şti. Daha olmazsa, evi, oradaki ana okuluna satma im kânı da vardı. Fakat Adam, imkânların en iyisini kullanmak için bi raz bekliyordu. Hattâ babasına, bir çek bile uzatmı ştı ama, Lackie, o derece ikna olmu ştu ki, almamı ştı onu. Adam da hemen oracıkta yırtıp atmı ştı çeki. Sonra da, Mr. Lac-kie'nin yeni sermayesinden, yani sigortadan nihayet onun eline geçecek olan paradan bahsetmeye ba şlamı şlardı. Bununla yapabilecekleri i şleri konu şuyorlardı. Haminne avukata : — Şu benim kurabiyelerimden de tadın lütfen Mr. McKellar, dedi. — Hay, hay, efendim, alırım. Avukat rahat rahat kahvaltısını yapıyordu. Mr. Lack ie ve Adam'la pek konu şmadığı halde, Kate'le ve haminne ile o kendine has vakur v e kibar tavriyle, gülümseyerek konu şuyordu. McKellar, îskoçya'ya iç i şlerinde ba ğımsızlık verilmesinin hararetli bir savunucusuydu ve bu konu da haminne ile hemfikirdiler, önündeki taba ğa e ğilmi ş, bir yandan yiyor, bir yandan da kar şısında oturan Adam'la babasını kızdıracak bir şekilde, onları kaale almayarak bakı şlarını masanın öbür tarafında oturanlara çeviriyor, onlarl a konu şuyordu. Doğrusu Robert bile bu sert bakı şlarla kar şıla şmaktan çekiniyor ve kaçınıyordu. Kafası hep ihtiyar Dandie'yle me şguldü ve gayri ihtiyarî merasimin son safhasını bir daha hatırlamı ştı. Otlar arasında lâalettayin bir çukurdan ibaret olan mezarın basındaydılar. Tabutun iplerinden birini de Robert'in tutmasına lü tfen müsaade edilmi şti. Kendini çok gülünç bir durumda hissediyordu Robert. Hep birlikte tabutu çukura

indirirlerken bütün vücudu titremeye ve gözlerinden ya şlar bo şanmağa ba şlamı ştı. Kendi kendine «Bu ya şta bir çocuk için a ğlamak ayıp de ğil miydi?» diye içinden geçirdi. Şimdi sofra ba şında da o ânı hatırladıkça kendi kendine utanıvor, başım sa.vri ihtiyarî önüne e ğiyordu. 384 Adam'ın sesiyle irkildi Robert : — Poliçelerin tutarı yanınızda mı Mr. McKella r? Avukat ciddi bir tavırla cevap verdi : — Evet.- Yanımda.... Birbirlerini hiç sevmezlerdi. Biri, büyük bir şehirde karı şık i şler çeviren bir sigortacı, öteki küçük bir kasabanın hem avukatı, h em noteriydi. Senelerdenberi Robert'i sokakta her görü şünde ona selâm veren bu McKellar garip tabiatlı bir insan olarak görünüyordu. Yava ş hareketli, vakur, a ğır ba şlı ve kaya gibi sa ğlam bir insandı. Ölürdü de hesabından metelik, feda etm ezdi. Dürüst bir adam oldu ğunu söylemek az bile olurdu. Dürüstlü ğün gönüllü bir bekçisiydi sanki. Kanunî bir hak olan yüzde 3 ten faiz alındı ğı zaman kafasını sallar ve klâsik sözünü tekrarlardı : — Aman.. Aman., Fena bir i ş bu.. Çok fena bir i ş.... Adam'a hiç kıymet vermedi ği, onu küçümsedi ği meydandaydı. Onu, ötedenberi, menfaat dü şkünü bir insan olarak biliyordu. Yazıhanesinden hiç habersiz ayrılıp gidi veren, hep ba şkalarını vasıta yaparak yükselmeye çalı şan bir insan olarak tanıyordu. Adam, konuyu kurcalamak istiyordu. — Yekûn olarak ne tutuyor acaba ? Avukat sakin bir tavırla cevap verdi : — 789 sterlin, 7 şilin, 3 penny. Tam yekûnu bu.... Adam ba şını önüne e ğmişti. Mr- Lackie de bu paranın göz kama ştırıcı miktarı kar şısında sapsarı kesilmi şti. Robert dü şünmekten kendini men edemiyordu. İhtiyar Dandie, bu sigorta poliçelerine o kadar hidd etlenirdi ki, Robert'in bundan onun yanında bahsetmesini bile yasak etmi şti. Adamca ğız, iyi ki ölmü ştü de, bu konu şmaları, hele şu sözleri duymamı ştı : — Parayı ne zaman verebileceksiniz? — Şimdi.... Elindeki ekmek bıça ğını ve çatalını McKellar yava şça masanın üzerine koydu. Tabağını da biraz ileriye do ğru itti. — Biraz daha bir şeyler yeseydiniz, Mr. McKellar? 385 I ten.... Çok tegekkür ederim, istemem. Fazla yedim za- — O halde bir şey için.. Mr. Lackie, a ğzına bir damlasını koymadı ğı içkiyi ba şkalarına ikram etmeyi nedense pek severdi. — Pekâlâ.. Madem ki ısrar ediyorsunuz, içeyim bari.... Dopdolu bir kadeh avukatın önüne konuldu. Tam bu sı rada Robert, yava şça sandalyesinden kalktı. Kimseye görünmeden çıkmak, b u havadan kurtulmak istiyordu. Fakat McKellar'ın o sakin ve keskin proj ektör gözleri üzerine dikilmi şti.. — Nereye gidiyorsun o ğlum? Mr. Lackie, Robert'in yardımına yeti şti : — Yorgunlu ğu daha geçmedi çocu ğun-. Cenaze merasiminde belki siz de farketmi şsinizdir, şu birkaç gün çok yoruldu. Pekâlâ, Robert, git sen. Kusura bakmayız biz.. Fakat McKellar'ın sesi top gibi gürledi: — Otur yerine bakayım, evlâdım.... Kadehinden uzu nca bir yudum aldıktan sonra da ilâve etti:

— Toplantının tam ortasında çekilip gitmek rahm etlinin ruhuna kar şı i şlenmi ş büyük bir saygısızlık olur-. E ğer, ona kar şı bir hürmetin varsa ki hürmeti oldu ğunu iddia eden yegâne insan da sensin, sözlerimin s onuna kadar şuracıkta oturup beklemesini bilmen lâzım.. Adam, hemen atıldı: — O halde hemen konu şup bitirelim bu i şi.. McKellar, geriye do ğru vücudunu atarak : — Pekâlâ.... dedi ve cebinden bir takım kâ ğıtlar çıkardı : — î şte, bu poliçe.. Numarası 57430. Dandie Gow adına hayat sigortası. Şu gördü ğünüz de vasiyetname.. Dinleyin, okuyorum.... Avukatın azametli bir tavırla gösterdi ği yava şlık kar şısında Adam'ın sinirleri bozulmu ştu.. 386 — Ne lüzum var, beyefendi? dedi. Nedir bu merasim, anlayamadım? Siz o vasiyetnameyi yazdı ğınız zaman ben de yazıhanenizde, yamnızdaydım. Şahit olarak bulundum, hattâ ezbere biliyorum onu-. McKellar biraz kızmı ş gibi bir tavır takındı : — Merak etmeyin, dedi, usun sürmez. Okursam adet yerini bulmu ş olur.... Mr. Lackie araya girmek, ortalı ğı yatı ştırmak lüzumunu hissetti.. — Tabiî, tabiî canım.. Uzun sürmez.. McKellar gözlü ğünü taktı, tok, fakat yava ş bir sesle, kelimeleri tane tane söyleyerek vasiyetnameyi okudu. Çok kısa ve sade ya zılmı ştı. ihtiyar Dandie, her şeyini Mrs. Lackie'ye bırakıyordu. O öldü ğü takdirde de onun vârisi olan kocasına, yani Mr. Lackie'ye kalıyordu. Mr. Lackie, memnun memnun, rahat bir nefes aldı: — Tamam, dedi. Zaten böyle olması gerekirdi. Artık mesele kalmadı demektir. Fakat birden : — Durun.... diye bir ses i şitildi. Mr. McKellar bunu âdeta ba ğırarak söylemi şti ve söylerken de kocaman yumru ğunu masanın ortasına indirmi şti- Herkes dut yemi ş bülbül gibi susmu ştu. Fakat McKellar oralı de ğildi. Bu sessizlik içinde, önündeki kâ ğıdın üstüne abanarak, herkesi ayn ayrı bir kere süzdü. Dudaklarında yine o alaycı tebessümü vard ı. Kalın ka şlarını çatarak, dudaklarını ısırarak bu tebessümü o ana kadar sakla mış, dikkatle saklamı ştı. Üzerinde, harikulade bir sırrı nihayet ortaya ata bildi ği açıklayabildi ği için rahatlayan ve bundan son derece haz duyan bir insan hali vardı. Gözleri bir daha Robert'e çevrildi. Mü şfik bir bakı şla Robert'in gözlerinin tâ içine bakarak mırıldandı: — Bu vabiyetnameye bir de ek var. 20 Temmuz 191 0 tarihinde, bizzat kendi el yazısı ile yazdı ğı bir ek.... Mr. Lackie'nin a ğzından belli belirsiz bir ses çıktı. Robert noterin söyledi ği tarihi hatırlamı ştı. Marshal] mükâfatını kaybetti ği ve Gavin'in öldü ğü o me ş'um gündü. 387 .McKellar, âdeta Mr. Lackie'yi i ğnelemekten zevk alıyormu ş gibi, kelimelerinin üzerine basa basa anlatma ğa ba şladı : — O gün, yâni 20 Temmuz'da Dandie Gow yazıhaneme g eldi. Ona ben de Dandie derdim. Bütün kusurlarına ve talihsizli ğine ra ğmen, hâlâ «arkada şımdı» demekle iftihar duydu ğum Alexandre Gow'a, yani sizin ailenizin reis ine ben de Dandie diye, isminin kısaltılmı ş şekliyle hitap ederdim. Geldi yazıhaneme ve bana «Sigortanın hükümlerini de ği ştirebilir miyim?» diye sordu. Konu üzerinde uzun uzun konu ştuk. Ve neticede, parasını, son meteli ğine kadar, anlıyor musunuz, tahsilini tamamlayabi lmesi için Robert Shannon'a, yani şu kar şınızdaki oturan çocu ğa bıraktı- McKellar'ın bu sözleri üzerine odada bir ölüm sessi zli ği olmu ştu. Robert bembeyaz kesilmi şti. Bo ğazı, kalbi tıkanmı ş gibiydi. İnanamıyor. Bir türlü inanamı-yordu. Felâketlere, daima fele ğin sillelerini yemeye o kadar alı şmıştı ki, kör talihinin bu gülü şünde onu tekrar ve bu sefer daha büyük şiddetle yere vurmak için bir emarenin mevcut olup olmadı ğını dü şünmüştü. Mr. Lackie homurdanma ğa ba şlamı ştı : — Beni her halde kandırma ğa çalı şıyorsunuz Mr. McKellar, dedi. Böyle bir şey yapmasına imkân yoktu onun.. Hakkı da yoktu tabi i..

Avukatın gözlerindeki alaycı tebessüm derin le şti.. — Bilâkis tamamen hakkı vardı. Poliçe, kendini hay atta oldu ğu sürece ba şkasına kırdırılamaz, hiç kimseye ciro edilemezdi ama, ölüm ünden sonra istedi ğine bırakmak, vasiyet etmek de kanuni hakkıydı. Mr. Lackie, peri şan olmu ştu- A ğlamaklı bir halle Adam'a baktı. Ondan medet umuyor gibiydi. — Öyle midir, Adam? Do ğru mu? — Anneme kalması lâzım.... Bunu Adam söylemi ş ve Mt;Kellar'a bakarak ilâve etmi şti : —• Çünkü aklı ba şında de ğildi. Mc Kellar tersledi: — Bu vasiyetnameyi yazdı ğı zaman aklı pekâla ba şındaydı. En az sizin, benim kadar normal bir insandı. 388 — Ben itiraz edece ğim bu vasiyetnameye. Mahkemeye müraacat edece ğim. McKellar gülümsemeyi bırakmı ştı şimdi. Gayet tehditkâr bir ifade ile konu şuyordu. McKellar gülümsemeyi bırakmı ştı şimdi. Gayet Ve şunu da aklınızdan bir saniye çıkarmayın.. Kendi hesabıma sizinle ben mücadele ed ece ğim. Vilâyet mahkemesinde de, dam ştayda da kar şınıza ben çıkaca ğım. Parlâmentoda bile olsa sizi yere serece ğim. Bu sizin için hiç de iyi olmaz Lackie. Artık su lar idaresine müdürlü ğünüz için ihtimal falan da kalmaz. Ona göre.... Senelerin verdi ği tecrübe ile birkaç kelime ile ya-ratıverdi ği bu küçük facia sahnesinin zevkim çıkarmak istiyormu ş gibi bir an duraladı ve devam etti: — Sigorta taksitlerinin ço ğunu karınız kendisi verdi ği halde bu parayı almak istemiyordu, ihtiyara gelince.. Sigorta süresinin b iterek parasını eline kendisinin alması için ömrü vefa etmedi. Buna mukab il de paranın hayırlı, müsbet bir i şe yatırılmasını istiyordu. Robert'-in tahsili bu ga ye için biçilmi ş kaftandı. Ben bu gayenin gerçekle şmesi için elimden geleni arkama bırakırsam bana da Duncan McKellar demesinler, anladınız mı? Bunca hareketli münaka şadan sonra Robert'in inanmaması için hiç bir sebep kalmamı ştı. Demek do ğruydu ha? Demek, dedesi ona bu kadar büyük bir hedi ye bırakmı ştı ha? Peki ona neden hiç bahsetmemi şti bundan? Robert gözlerini önüne dikmi ş, âdeta nefes almaktan korkuyor, yüzünün, bütün adalelerinin gerildi ğini, kasıldı ğını hissediyordu. Birdenbire Kate'in sesi duyuldu. Kolunu da Robert'i n boynuna dolamı ştı: — Bence en iyi şekilbu. Ba şkaları ne dü şünür bilmem, ama, ihtiyar Gow, en müsbet yatırımı yapmı ş bana kalırsa..- Jamie de heyecanlanmı ştı: —• Bravo ihtiyara, do ğrusu.,.. . 389 Haşin tabiatli, çatık ka şlı Kate'den ve parayla daima temiz ve namuslu i şler yapmayı dü şünen Jamie'den Allah razı olsun, diye dü şündü Robert, içinden, çocuk laruıın hiç me şakkatsiz yeti şmelerini, büyümelerini temenni etti. Gözleri sulanmı ştı. McKellar kâ ğıtlarını toparladı. Kalktı. Robert'e hitaben: — Yarın sabah saat 10 da seni yazıhanemde bekliyoru m. Fakat, hadi, şimdi de beraber çıkalım. Yürürsün biraz. Hava alırsın. Robert'in gözü kimseyi görmüyordu. Sarho ş gibi odadan çıktı. XI Robert, o ak şam geç vakit avukat McKellar'in evinden çıktı. Robe rt, yani, Homosapien cinsinin küçük kasabalarda ya şayan memeliler familyasından bir yaratık. Fakat heyecan içindeydi, ötekilere hiç ben zemeyen, bamba şka bir heyecen içinde. Bu iki ayaklı yaratık, henüz 18 ya şında idi ama, sefalet yıllarının, kar şılık görmeyen bir a şkın yükünü omuzlarında ta şıyordu. Bu arada çe şit çe şit felâketlerle kar şı kar şıya da kalmı ştı ama, yine de pi şmiş, olgunla şmış sayılmazdı. Yıldızların göz kırptı ğı berrak geceyi içine sindirmeye çalı şıyordu. Kendi kalbinin de ı şıl ı şıl parlamakta oldu ğunu hissediyordu- Şimdi iyi bir istikbal açılıyor önünde. Ha şin görünü şlü Iskoçyalı avukat ona bir vasi, bir koruyucu olacak bundan böyle. Artık fabri kaya tam paydos.... Gelecek ay üniversiteye ba şlayacaktı. Orada, ö ğrencilerin arasında bir ö ğrenci olarak

yaşayacak, tıp tahsili yapacak. Biyoloji, zooloji v.s. Bu sihirli kelimelere âşık o. Onları söyledikçe yanakları kızanyordu. Forma linin, pelesenk ruhunun bayıltıcı kokularını şimdiden içinde duyuyordu. Sıra sura mikroskoplar, kar şısında canlanıyordu. Mr. Smjth'in söyledi ğinin aksine onun da bir mikroskopu olacak. O Mr. Smith onu görünce sevinecek her halde . Tahsilinin sonuna kadar yetecek parası var artık, i htiyarın bu servete mukabil bıraktı ğı borç da 20 ster- 390 linle kapatılabilecek kadar küçük bir şey. Ye eve gidince ona kötü bir şey söylerlerse.. Aldırmayacak, hiç duymamı ş gibi davranacaktı. Öyle tembih etti çünkü McKellar. Pek yakında Lomond View'dan tamamiy le ayrılacaktı. istikbal pırıl pırıl önünde artık- Reid'le Alison g idiyorlarmı ş. Gitsinler. O da gidiyordu. Onlara, yeryüzünde çürüyüp gitmeye mahkû m olmadı ğını gösterecekti. Alison'a kar şj duydu ğu hislerin birdenbire de ği şti ğini farketti. Kendisini frenledi. Kimbilir, belki de bir zooloji bilginin h ayatında kadına yer olmayabilirdi. Ve bir gün, Viyana'da, me şhur bir primadonna sahnede söylerken, gö ğsünde madalyası, çenesinde küçük bir sakalı bulunan ünlü bir profesör doktor gelecek. Özel bir locaya kurulacaktı. Birden durdu. Bunların çocukluk yıllarına ait hayal ler olabilece ğini dü şündü. Önünde yapılacak önemli bir lâboratuvar i şi vardı şimdi. Onu yapmalıydı. Gider ayak.... Yolunun üzerinde Mukaddes Melâike kilisesinin karan lık hayali yükseliyordu. Ruhu artık tamamen aydınlanmı ş olan Robert'in buradan bekleyece ği bir şey yok artık. Şimdi hiç korkmuyor kiliseden. Rahip Roche-un onu bu raya tekrar ba ğlamak için sarfetti ği gayretlere nasıl da mukavemet göstermi şti. Kar şısında diz çökmedi. Kandırılmak tehlikesini tamamiyle atlattı. Hür dü şünceli bir insan olma ğa do ğru ilk ve kuvvetli adımını attı. Fakat bir anda büyük bir kuvvetin kendisini tuttu ğunu, bo ğazını sıktı ğını hisseder gibi oldu- «insanın men şei» nden, «isa'nın hayatı» na vanncaya kadar çok kitaplar okumu ş bir gençti o. Adem'in kaburga kemi ği masalına gülmü ş, bir Fransız Kardinalinin «Hıristiyanlık güzel bir masal dır» vecizesini be ğenmi şti. Fakat, bazan ili ğine, kemi ğine kadar i şlemi ş hislerin tesirinden kendini kurtaramıyordu. Bir şükran duası yapmaktan kendini men etmek istemiyordu . 391 Büyük bir tezat içinde bocalıyordu. Robert. Ve belk i de daha çok zamanlar aynı tezatların girdabına kapılıp yuvarlanacak, dü şecek, kalkacak, fakat hep yürüyecekti. . • Girdi içeri, fakat çok kalmadı. içerinin karanlı ğı ile dı şarının aydınlı ğı arasında ne muhte şem fark vardı. Parlak yıldızların ve kutup ı şıklarının aydınlı ğında gözleri biraz kama şmıştı. Fakat içinde sonsuz .bir aydınlık vardı. Büyük yarı nların, büyük çalı şmaların,, büyük a şkların tahayyülünden benli ğine sıcak sıcak yayılan sonsuz aydınlık. Bo ş sokaklarda akisler uyandıran ayak sesleri, onu, böy le bir aydınlı ğa do ğru götürüyordu.... A. J. CRONIN _ Ye şil Yıllar Cilt1 www.kitapsevenler.com Merhabalar Buraya Yükledi ğim e-kitaplar A şağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden Görme Özürlüler İçin Hazırlanmı ştır Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapl arı Dinliyoruz Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek De ğildir Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayaca ğından Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkada şlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Oldu ğunda Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Ki tapçılardan Temin Edebilirler Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bi r Şeyide Dü şünmem Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz Bilgi Payla ştıkça Ço ğalır Yaşar Mutlu

Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çe şitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenile şmiş veya yayımlanmı ş yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmi ş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir ki şi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren e ğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kurulu şlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri 87matlarda ço ğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekle ştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dı şında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sa hipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve ço ğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmi ştir. T.C.Kültür ve Turizm Bakanlı ğı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Ba şkanlı ğı Ankara Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan za mana saydı duyarak Lütfen Yukarıdaki ve A şağıdaki Açıklamaları Silmeyin Tarayan Ya şar Mutlu web sitesi www.yasarmutlu.com www.kitapsevenler.com e-posta [email protected] yasarmutlu@yasarmutlu. com [email protected] [email protected]