Upload
guencel-tarih
View
251
Download
2
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Feminizm Özel Sayısı
Citation preview
gtarih.blogspot.com
ÖZEL SAYI: 1
“FEMİNİZİM ÜZERİNE NOTLAR”
İÇİNDEKİLER
Sunuş………………………..…………………………1
Bir Sentez Olarak Feminizm…..……………...……..2
Feminist Fikir Ayrılıkları....…………………...…….. 9
Feminist Taleplerin Tarihi Gelişimi Üzerine……...12
Sonuç………………...…………………..….……… 19
25. Yılında “İkinci Cins”…………………….……….21
İslam’ın Kadına Bakışı Üzerine Bir Örnek Yazı….36
Türkiye’de Değişim, Cinsel Kimlik ve Kadın……..40
Türkiye’de 8 Mart ve Tarihsel Bir Bakış…………..45
gtarih.blogspot.com
1
Sunuş
Bir siyasal teori olarak ele alındığında, kavramın tam olarak ortaya konulabilmesi için
öncelikle yapılması gereken bazı tanımlamaların varlığı aşikârdır. Öncelikle cinsiyetin ne olup
olmadığının ortaya konulması gerekir ki bir cinsiyetin diğer cinsiyet karşısında eşitsizliğinden
doğduğuna inanılan bir siyasal yaklaşımın dayandığı temel tutum anlaşılabilsin. Cinsiyet nedir
sorusuna fizyolojik, biyolojik ve genetik yaklaşımlarla cevap verilebilir. Doğadaki iki temel varlığın
eril ve dişil özellikleri ortaya konabilir.
Fakat kavrama feminist yaklaşımlar çerçevesinde yaklaşırsak özellikle cinsel kimliklerin
oluşumunda insanın fizyolojik, biyolojik veya genetik özelliklerinden çok toplumsal
sınıflandırmaların etkili olduğu gözlemlenebilecektir. Sadece eril ve dişil yapıların birbirlerinden
fizyolojik, biyolojik ve genetik ayrımları göz önüne alınacak olursa cinsiyetleri arası farkın çok
daha az olduğu varsayılabilir. Peki, cinsiyetler arası farklar sadece sosyal tanımlamalardan
kaynaklanıyorsa nerden çıktı bu kadın hakları? Nerden çıktı bu feminizm?
Modern zamanlar ile beraber artık konunun bir de üçüncü boyutu ortaya çıkmıştır.
Binlerce yıldır toplum, hep iki cinsiyet temeli üzerine inşa edilmiştir. Ancak bugün kendilerinin
cinsiyetleri itibari bulundukları yerden farklı bir konumda tanımlayan kimseler de vardır.
Toplumun bir bölümü, cinsel kimliklerini yadsımadan karşı cinse değil de kendi cinsiyetindeki
bireylere ilgi duymaktadır. Üçüncü bir cinsiyetin ortaya çıkışıyla üzerinde koca bir toplum inşa
edilmiş bulunan cinsiyet kavramı yerle bir olmuştur.
Yeniden bir cinsiyet tanımlaması yirminci yüzyıl sosyal bilimcilerinin en temel
varsayımlarından bir tanesinin ortaya atılması ile yapılabilmiştir ancak. Sosyal bilimc iler
toplumda gözlenen bu yeni durum için batı dillerindeki kavramsal kolaylıktan yararlanmayı uygun
görmüşlerdir. İngilizcede cinsiyet kavramı için iki kelime mevcuttur; sex ve gender. Sosyal
bilimciler için sex: doğuştan gelen fizyolojik cinsiyet tanımlamasıdır. Gender ise kişinin kendini
nasıl tanımladığı ile ilgilidir. Kişi sex’i ne olursa olsun, eğer kendisini kadın hissediyorsa kadındır,
erkek hissediyorsa erkek. Kişinin iki cinse veya her hangi bir cinse eğilim duyması gender terimi
ile açıklanabilir. Cinsiyetler arası çizgilerin belirginliğini kaybettiği bir dünyada, cinsiyetler arası
kavganın çözümlemesi ancak öncelikle cinsel kimliklerin tanımlanması ile başlayabilir. Cinsel
kimliğin tanımlaması ise üzerinde hiçbir sosyal bilimcinin uzlaşamadığı bir konudur.
gtarih.blogspot.com
2
Cinsel kimlik için en belirleyici kıstas olan sosyal tanımlamaların, toplumdan topluma
değişiklik göstermesi, zaman içersinde evrimleşmesi ve hatta bireyin kendi kişisel tercihlerinin
bile zaman içinde değişebilmesi kavramın tanımlanmasını güçleştirmiştir. Kavramın güçlüğü ve
karmaşıklığı neredeyse bütün sosyal analizlerin temelinde cinsel kimlik analizlerinin yer
almasına sebep olmuştur.
gtarih.blogspot.com
3
TARİHSEL BİR SENTEZ OLARAK FEMİNİZM
Tarih öncesi zamanlarda, insanın Afrika savanalarındaki yaşamı sırasında eril ve dişiller
arasında görev paylaşımı konusunda bir farklılığa gidildi, kadın doğanın kendisine armağan ettiğ i
doğurganlık özelliği nedeniyle bebek ile daha fazla ilgilenen cinsiyet olmak durumunda kaldı.
İnsan yavrusunun diğer memelilere oranla hayata hazırlanma süresinin çok uzun olması,
yavrunun yetişmesi sırasında bir ebeveyn kılavuzluğuna muhtaç bırakmaktadır. Bu muhtaçlık
nedeniyle insanların eril ve dişilleri kendi aralarında bir görev paylaşımı yapmak zorunda kaldılar
ve insan yavrusunun bakımı ve yetiştirilmesi görevi kadına, kadın ve yavrunun idamesi ise
erkeğe görev olarak düştü.1 Bu paylaşımın aile kavramının ortaya atılmasından çok önceleri
belirmesi sosyal araştırmacılar açısından ilginçtir.
Kadın ve erkek arasındaki bu görev ayrışması, tarihin seyri içersinde kadının bir toplayıcı
ve savaşçı olarak evrimleşmesinde ikinci basamağa düşmesine sebep oldu. Kadın öncelikle
gelecek nesillerin inşasından ve bu nesillerin yaşayacağı çevrenin (savana, mağara, çadır veya
ev) bakım ve temizliğinden, erkek ise bu nesillerin idamesi ve yaşayacakları çevrenin
güvenliğinden sorumlu oldular. Bu sorumluluk ki onları tarihsel evrim içersinde farklı kulvarlara
itti.
Kadının idame ve güvenlik görevinden geri kalması sebebiyle zaman içersinde erkek
karşısındaki konumunda bir gerilemeye, erkeğin neslinin sürdürmesinin bir hizmetkârı olarak
görülmeye başlandı. Erkek karşısında görülen bu gerilemeye verilebilecek cevabın ise kadının
artık ilk baştaki eşit konumunda olmaması, güvenlik yerine ev bakımında uzmanlaşması
sebebiyle gerçekleşemedi.
Böylece görev paylaşımı uzmanlaşmayı, uzmanlaşma ise baskıyı doğurdu, baskıyı ise
geri götürmek için uzmanlık alanlarından vazgeçmek gereği ise artık evrimsel olarak mümkün
değildir. Bu noktadan sonra artık erkeğin kadın üzerinde egemenliğini tam olarak kurmasının
önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Feminist yaklaşımlar böylesine bir tarih yorumlamasının
ardından ancak ortaya attıkları fikirleri temellendirebilmektedirler.
1 Cinsler arası görev paylaşımının evrimsel temelleri hakkında daha ayrıntılı tezler için bkz:
Desmond Morris, Çıplak Maymun, İnkılap Kitabevi, 1985
gtarih.blogspot.com
4
Tarihsel olarak erkeğin kadın üzerinde kurduğu egemenliğin evrimsel süreç içersinde
çeşitli kisveler altında daha da kökleştirildiği söylenebilir. Tarih öncesi zamanlarda yaşanan
görev paylaşımının uzmanlaşmayı doğurduğunu belirtmiştik, bu uzmanlıkların ise
kutsallaştırılarak / dinselleştirilerek cinsel kimliklerin doğadan gelen ayrımlar olduğunun
kafalarda sabitlenmesi egemenliğin kütleleşmesi açısından önemli bir adımdır. Tarih nereden ve
nasıl baktığınıza hatta kim olduğunuza göre farklı yorumlar ile sunulabilir, ancak insanlık tarihine
objektif bir göz ile bakıldığında dinlerin ortaya çıkışı kuşkusuz kadının toplum içersindeki
konumunu oldukça sarsmıştır.
Din öncesi inançların ise kabile düzeyinde yaşayan insanların hayatlarını etkileyişi ile din
ile ortaya çıkmış kurumsallaşmış ve kalıplaşmış inançların, nasıl hareket etmesi gerektiği çok
yüce bir varlık tarafından emredilen insanın hayatını etkileyişi şüphesiz farklıdır. Dinin erkeklerin
elinde kadınların hayatlarını daha da kısıtlayıcı bir araç olarak kullanılması neredeyse dinin ilk
çıkış anına kadar araştırmacıları götürecektir. Bu nedenle, Din ne zaman kadınlar üzerinde bir
baskı aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır? Sorusuna “ilk kurulduğu andan itibaren” cevabı hiç
yanıltıcı olmayacaktır.
Din olgusu dışında, siyaset de yine erkeğin kadın üzerindeki egemenliğini kökleştirme
çabalarından bir tanesi olarak görülebilir, bugünün demokrasilerinin idealize ettikleri kadim
yunan şehir devletlerinde kadın vatandaş sayılmazdı, bu yüzden de oy kullanamaz, siyaset
yapamaz ve idareci olamazdı, idarecilik yapmayacağı için de eğitime ihtiyaç duymayacağı
varsayılır o evrensel okullara alınmazdı.
Platon’un ideal devlet kuramı dışında antik yunan dünyasında kadın üzerine düşünce de
bulunamaz2. Siyaset, erkeğin güvenlik görevinin bir uzantısı olarak önce cinsel kimlik sonrasında
ve sırasıyla köy, klan, bölge ve/veya toplum düzeyinde ilerleyen, egemenliğini genişletme
çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkan devlet kavramı ile birlikte anılmaktadır. Devlet eril bir
kavramdır, çünkü erkek önce kadın üzerinde egemen olmuş ardından etrafındaki bütün kadın ve
erkeklerde egemenliği sağlamlaştırdıktan sonra klanının tamamı üzerinde egemenliğini
yakalamış ve en sonunda bölgesel ve toplumsal egemenliklerin yolu açılmıştır. Devletin erilliği,
üzerinde egemen kurulan toprak parçası olan vatanın dişil kimliği ile ancak bir bütün oluşturabilir.
Erkek nasıl ki evinde kadını üzerinde egemen ise aynı zamanda toplumsal bağlamda da erkek
yani devlet kadın yani vatan üzerinde egemendir.
2Prof. Dr. Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler Beta Yayınları, Platon, Devlet
gtarih.blogspot.com
5
Din ve siyaset dışında ekonomi, bilim ve spor gibi alanlarda; erkek, kadın üzerinde
egemenliği kurmuş, tarih içersinde nispeten geç oluşan altyapısal öğeler olan bu dallarda kadın
üstün erkek zekâsı(!) ve muhteşem erkeksi kasları(!) karşısında aşağılanmış, hakir görülmüş,
gerekli donanım ve gereksinimlere sahip olmadığı halde erkekler ile aynı yarışta yarıştırılmaya
çalışılmıştır. Kadının evinden çıkması için binlerce yıllık bir süreç geçmesi gerektiği halde bugün
kadının tekrar evine dönmesi gerektiği çünkü düşük zekâsı ve zayıf fizyolojik yapısı nedeniyle
dış dünyanın ona göre olmadığı, kırılıp üzülebileceği, bunun hiç de adil olmadığı söylenmektedir.
Bugün çok büyük ve içinde çeşitli kitapların bulunduğu bir kitapçıda içeri girdiğinizde ya
da büyük bir kütüphaneye gittiğinizde erkek hakları, erkek sorunları, erkeğin toplum içersindeki
yeri, erkek ve siyaset, erkeğin adı yok gibi isimlerle kitaplar bulamazsınız, ancak bu kitap
isimlerinde erkek yerine kadın’ı koyarsanız hepsini bulursunuz3.
Ancak böyle bir çalışmanın kitapçılar veya kütüphanelerde bulunmayışı elbette böyle bir
konu veya sorunun var olmadığını göstermeyebilir, yine de erkeğin cinsel kimliğinden dolayı
sorun yaşadığını, toplum hayatından geri kaldığını, ezildiğini ve/veya sömürüldüğünü söylemek
ne kadar bilimsel/etik olur. Bu noktada cinsel kimliklerin oluşumunda birincil etkenin sosyal
tanımlamalar olduğunu söyleyebiliriz. İkincil olarak ise fizyolojik, biyolojik ve genetik farklılıklar
gelir. Toplum içersindeki erkeğin kendisini erkek olarak görmesi ile kadının kendini kadın olarak
görmesinin nedenleri aynı sosyal tanımlamalardır.
Fizyolojik, biyolojik ve genetik olarak ortaya çıkan farklılıklar, sosyal tanımlamaların
yarattığı farklılıklar göz önüne alındığında çok azdır. Peki, cinsel farklılıklar sadece sosyal
tanımlamalardan kaynaklanıyorsa kadın hakları ve feminizm söylemleri nereden çıkıyor? Aslında
bu sorunun yanıtı yukarıda tarihsel temellerini özetlemeye çalıştığım olgular olarak sıralanabilir.
Erkeğin kadın üzerinde dini, hukuki, siyasal, bilimsel veya ekonomik yollarla kurmaya çalıştığı
egemenlik dayak, tecavüz, taciz, cinsel istismar, emek sömürüsü, küçük yaşta evlilik, recim,
kadın sünneti veya namus cinayetleri gibi olgular ile pekiştirilmiş, kadının bu egemenliği
kanıksamasına çalışılmıştır.
3Dr. Leyla KIRKPINAR, Türkiye’de Toplumsal Değişme Ve Kadın, Zeus Kitabevi, 1999
gtarih.blogspot.com
6
Feminist kuramcılar işte bu kanıksamanın yaşanmaması için çalışmaktadırlar. Feminizm
yapılan için sözlük tanımlarına bakmak gerekirse; Feminizm, toplumda kadının yararlanacağı
hakları çoğaltmak ve erkeğinkine eşit kılmak amacını güden düşünce akımı4 veya erkeğin ve
kadının politik, sosyal ve ekonomik olarak eşitliğini savunan ahlak felsefelerini, politik hareketleri
ve sosyal teorileri kapsayan ideoloji olarak tanımlanabilir5.
Feminizm kavramının ortaya çıkmasında gözlenen tarihsel süreci kısaca aktarmak
gerekirse, on dokuzuncu yüzyıla kadar sistematik bir kadın hareketinden bahsetmek neredeyse
imkânsızdır. Ünlü feministlerden Simone de Beauvoir, tarihte başkaldırıp kendi cinsi adına kitap
yazan ilk kadın olarak Christine de Pizan’ı söylemiştir. 15. Yüzyılda Christine de Pizan, Epître
au Dieu d'Amour isimli kitabında tanrıyı, kadınların da en ez erkekler kadar sevebileceği fikrini
savunmuş ve kraliçeye sunmuştur. Modern anlamda ile feminist hareketler ilk olarak 1. Dünya
Savaşı sırasında ve sonrasında İngiltere’de örgütlenebilmiştir. Savaşın getirdiği ağır yük altında
ezilen kadınlar, erkek iktidardan toplumdaki aldıkları yeni sorumluluklar yanında yeni yetki
yetkiler de talep etmeye başlamışlardır.
Bir yandan savaş nedeniyle boşalan fabrikalarda istihdam edilen kadınların talepleri, öte
yandan evlatlarını ve eşlerini savaşa gönderen annelerin savaş ve yönetim ile ilgi eleştirileri
kadınların bir araya gelmesiyle sonuçlanmıştır. Kadın hareketinin tarihteki bu ilk örneklerinde ilk
talepler kadınların iş yerlerindeki talepleri ile siyasi talepleri olarak iki ana başlık altında
toplanabilmektedir.
Feminist kuramın doğuşunda öncelikli olarak kadıncılık işlenmiştir. Çünkü tarih önünde
egemen erkekler kadın cinsiyetini yok saymış, insan olarak bile kabul etmemiştir. Ortaçağın
karanlık dehlizlerinde kadın; şeytanın yeryüzündeki gölgesi olarak nitelendirilmiştir. Feministler
önce kendi cinsiyetlerinin savunmasını tarih önünde yapmak durumunda kalmak zorunda
kalmışlardır. Ne acıdır ki var olanı ispatlamak durumunda olmak, bir düşünce sisteminin işe
başlamak için tutacağı en zor yol olsa gerek, kapitalistlerin önce paranın varlığını, komünistlerin
önce emeğin varlığını veya ekolojistlerin önce çevrenin varlığını ispatlamak zorunda kamış
olsalardı ne kadar nafile bir çaba içerside olacaklarını kabul etmeliyiz. Bir kurum var iken onun
üzerine bir şeyler kurmak çok basittir.
4 Dil Derneği Türkçe Sözlük
5 http://en.wikipedia.org/wiki/Feminism
gtarih.blogspot.com
7
Ama kadıncıların yaptıkları, önce var kabul edilmeyen bir cinsiyeti kabul ettirecekler,
ardından kabul ettirdikleri cinsel kimliğin haklarını savunmaktı. Kadın kavramının dillendirilmesi
bile bazılarınca şeytanın hizmetine girmekten öte bir şey değilken, tarihin başlangıcından beri
ezilen ve sömürülen bir cinsel kimliğin varlığı kabul ettirmek uzun ve sancılı bir mücadelenin
ürünüdür. Kadıncılar önce “kadın vardır” dediler, sonra “biz kadınız” dediler, sonra
“kurumsallaşmış ve meşrulaşmış erkek egemenliğinin kaldırılması gerekir” dediler. Ve bütün
bunları, kadınların cadı olduğu savıyla yakıldığı ve/veya boğulduğu orta çağ gibi bir karanlığı
yaşamış Avrupa’da dediler.
Kadıncıların ortaya koyduğu bu savaş, var olanı yok sayan toplumda elbette
yadırganmıştır. Kadın fikrinin dillendirenler, büyük düşünürler ve ünlü gazetelerce alaya alınmış
ve aşağılanmıştır. Siyaset bilimi kurucularından büyük yazar Montesquieu : “ Kadın kocasına
itaat etmelidir ” diyebilmiştir mesela, sosyoloji kuramcısı aydınlanmacı Kant : “ Kadın saltanat
sürmeli, erkek yönetmelidir. Çünkü eğilim saltanat sürer, akıl ise yönetir. ” sözü ile tarihin en
büyük gaflarından bir tanesine imza atmıştır.
Ünlü alman idealisti Hegel : “ Kadınlar seçenekleri karşılaştıramadıkları gibi karar da
veremezler. ” demiştir, hiç tereddüt etmeden. Klasik İktisadın babası Adam Smith : “ Kadınların
cesaret ve kendini yönetme güdüleri eksik olduğundan kamu hayatına girmemelidirler. ”
üstüninsancı çağdaş düşünür “Zerdüşt” Nietzsche : “ Kadınlar yalnız aşk ve nefretle ilgilidir. ”
diyerek kadının küçük dünyasının sınırlarını çizmeye kalkmıştır.
Peki, böylesine tepkiler ile karşı karşıya kalan kadıcıların hedefleri neydi, hiç kuşkusuz
hedef; cinsler arası anlaşma, işbirliği ve paylaşımdır.6 Veya bunu şöyle de nitelendirebiliriz;
cinsiyet ya da cins gözetmeksizin rol seçme hakkıdır,7 böyle bir hak temeldir ve hiçbir şekilde
yadsınamaz çünkü Katolikliğin bütün doğmalığına karşın fikri ve vicdani özgürlüğün ve
sonucunda laikliğin önünü açan Protestan inancını benimseyen dünyanın gördüğü ilk modern
devrimi gerçekleştiren Amerikalıların dediği gibi; bütün erkekler ve kadınlar eşit yaratılmıştır.8
Feminist kuramın ortaya konmasında kuşkusuz en çok kadınların emeği vardır; Simode
de Beauvoir, Clara Zetkin, Ollympe de Gouges, Theroigne de Mericourt ve Madam Roland gibi.
Ama az da olsa kadının hakkı teslim etmiş J. S. Mill, J.P. Sartre gibi erkek düşünürler de vardır.
Simone de Beauvoir, bugün, modern anlamda feminizmin kurucusu olarak kabul görmektedir.
6 Storkey,1985
7 Eshter Peterson 8 Seneca Falls Koalisyonu, 1848
gtarih.blogspot.com
8
Feminizm sistematik olarak ortaya çıkışından itibaren kadınların içinde yer aldıkları
siyasal görüşe göre yorumlanmıştır. İlk feministler sosyalistler arasından çıkmış, ana akım olarak
bu çerçevede ele alınmasına rağmen her siyasi yelpazede kadın odaklı görüşler bulunmaktadır.
Bu bağlamda en yaygın feminist ayrışmalar aşağıda özetlenilmeye çalışılmıştır.
gtarih.blogspot.com
9
FEMİNİST FİKİR AYRILIKLARI
İlk çıkışından bu yana kendi başına bir ideoloji olmaktansa ideolojiler üstü, kapsayıcı bir
bağlamda ele alınan feminizm, savunucuların kendilerinin mensup olduğu ideolojik ve sosyo-
ekonomik alt-grubun adıyla beraber anılan ayrışmalara gitmiştir. Bu ayrışmalar genel hattan
kopmamakla beraber bazen birbirleriyle taban tabana zıt görüşleri de içerir hale gelmiştir,
mesela Liberal feministler ile Marksist feministlerin talepleri, doğal olarak, birbirleri ile
örtüşmemektedir. Feministlerin gruplar halinde ayrışmaları aslında feminizm kendi ideolojik
gelişimini sekteye uğrattıysa da taleplerin geniş bir etki yaratmasına katkıda bulunmuştur. Farklı
ekonomik veya dini sınıflardan olan kadınların aynı hedef için fakat farklı alanlarda savaş
vermeleri, hedefe giden yolda ivme kazanılmasını sağlamıştır.
Her ne kadar bazen birbirleriyle de mücadele etmek durumunda kalan bu ayrışmalar (
örnek olarak Liberal feministler ile Üçüncü Dünya feministleri ) bazen ortak amaçlar ile bir araya
gelmeyi de başarabilmiştir. Birleşmiş Milletler’de bir kadın hakları örgütü kurulması (UNİFEM)
bütün ayrışmaların bir yana bırakılarak bütün dünya kadınlarının bir başarı olarak görülebilir.
Liberal Feminizm
Daha çok Anglo-Sakson ülkelerde gözlenen ilk kuşak kadıncıların hareketidir. Liberal
feministlerin talepleri; kadınlara erkeklerle fırsat eşitliği sağlanmasını hedefleyen, seçme seçilme
hakkı, girişimcilik hakkı, çalışma şartlarının iyileştirilmesi ve kamu okullarında ayrımcı ifadelerin
ayıklanması gibi ana başlıklar altında toplanabilen feminizm koludur. Liberal-Feminist görüşler
genel itibari sosyo-ekonomik düzeyi ortalamanın üzerinde seyreden kadınlarca benimsenmiştir.
Radikal Feminizm
60’lı yıllar özgür düşünce ortamında Fransa ve Amerika’da gözlenen, en uç kadıncı
fikirlere sahip, sert ve aşırı söylemiyle erkekler tarafından en ciddi eleştirilere maruz kalan
akımdır. Uç talepleri nedeniyle ana akım ve uzlaşmacı feministlerin yara almasına sebep olan
radikal feministler, aykırı eylemleri nedeniyle de ilgi odağı olmuştur. Sadece erkeklerin cinsel
taleplerine cevap veriyor diye sutyen ve korse giymeyi, kişisel temizliği yapmayı reddetmeleri
hep eleştiri konusu olmuştur. 60-70 yılları arasında sergiledikleri uç eylemler dönemin ruhunu
teşkil eden aykırı gençlik hareketleri olarak algılanmıştır.
gtarih.blogspot.com
10
Marksist Feminizm
Ana akım feminizm aslında Marksist feministlerin görüşleridir. Simone de Beauvoir
feminizmin başucu kitabı “İkinci Cins” isimli eserinde diyalektik materyalizmi kullanmış, hayat
arkadaşı sosyalist Sartre’den etkilenmiştir. Kadıncılık fikri Özgür Fransa’nın eşitlik ve kardeşlik
teması altında kendine yer edinebilmiştir. Feministler, sosyalistlerin bütün insanlar eşittir,
söylemine ama kadınlar biraz daha fazla eşittir katkısını sağlamışlardır.
Siyah Feminizm
Amerika’da görülen siyah hareket içersindeki kadınların feminist yaklaşımını ifade eder.
Genel itibari ile Ezen-Ezilen ayrımını ırkların yanında cinslere de uygulamıştır. Siyah kadınları
beyaz kadınlara oranlara daha fazla eşitsizliğe maruz kaldığını, siyah ırkın eşitlik kavgasının
yanında kadınların da eşitlik mücadelesi için çalışmayı amaçlar.
Post-Kolonyal ve Üçüncü Dünya Feminizmi
İngiltere’nin Asya, Afrika ve Amerika’daki kolonilerindeki yerleşimcilerinin anavatan ile
aralarına giren mesafelerin siyaset çizgisinde de farklılığa sebep olmasının en uç örneklerinden
birisidir. Yerleşimci kadınlar, anavatandaki kız kardeşlerinden daha farklı bit coğrafyada olmanın
yarattığı kültür farkının taleplerinde de bir farklılığa neden olacağını ileri sürerler, hem kendi
topraklarında bir meclis hem de bu mecliste kadın temsilcilerin var olmasını savunurlar.
İngiltere’nin kolonilerindeki yerleşimciler yerlileri de ateşler, kurdukları okullarda kendi görüşlerini
genç yerlilere aşılarlar. Koloni okullarında yetişmiş yerlilerde gözlenen kraliçeden ve koloni
yönetiminden talepkar feminizm anlayışı Üçüncü Dünya Feministlerinin ortak davranış
kalıplarıdır.
Post-Modern Feminizm
Üçüncü kuşak feminizm olarak da anılır. İlk kuşak kadıncılar, kadınlığın bir cinsiyet olarak
kabulü; ikinci kuşak kadıncılar, vatandaşlıklarının kabulü için uğraş vermişlerdi. Post-Modern
feministlerin talepleri ise genel itibari ile modern yaşamın kadın kimliği üzerinde yarattığı
baskıdan kurtulmayı hedefler. Talepleri arasında; kürtaj hakkının yasallaşması, cinsel özgürlük,
zorla evliliğin yasaklanması, iş ve sosyal yaşamda cinsel istismarının önlenmesi öne çıkan
başlıklar olarak sıralanabilir.
gtarih.blogspot.com
11
gtarih.blogspot.com
12
FEMİNİST TALEPLERİN TARİHİ GELİŞİMİ ÜZERİNE
1. Eşit İşe Eşit Ücret
1. Dünya Savaşı ardından azalan iş gücünün ikamesinde görev alan kadınların daha
önce sanayi devriminde yaşanan emekçi kadınların problemleri ile yüz yüze kalmaları sonucu
oluşmuştur. Kadınlar zaten buharlı makinenin yapılışından bu yana sanayi işletmelerinde
çalışmakta idiler. Ancak savaş döneminde hem oransal olarak sayıları artmış hem de eğitimli ve
yüksek tabaka ailelerinden gelen ama sırf politik destek amaçlı çalışan kadınların varlılığı ile iş
yaşamındaki eşitsizlikler gündeme gelmiştir.
Kadınlar hem fiziksel yapıları gerekçe gösterilerek erkeklerle aynı işte çalıştırılmıyor, hem
de daha az ücret ile çalışmak zorunda bırakılıyordu. Kadın hareketinin ilk talebi hem tarihsel
olarak hem de ideolojik olarak eşit işe eşit ücret talebi oldu.
Çünkü bir kez erkekler ile aynı işi yapmaya hem de aynı ücreti almaya başlayınca,
erkekler ile girdikleri bu yarışta bir adım geride başlamaları gereği ortadan kalkacaktı. Kadınların
bir kez ekonomik olarak erkek ile rekabet şansı yakalayınca sosyal hakları anlamında daha
cesaretli olmaları kaçınılmazdı.
2. Eğitim ve İşte Fırsat Eşitliği
Tarih öncesi zamanlardan bu yana erkek ile eşit görülmeyen kadınlardan, erkeklerden
beklenenler de beklenmiyordu. Ne savaşması ne de para kazanması talebi toplumda var
olmayınca, eğitilmeleri de gereksiz görülüyordu. Kadınların işe alınmalarında tercih sebebi
olmamasını uzunca süre yetersiz zekâsına ( yanlış bir tanımlama ile kast edilen aslında yetersiz
eğitimine olmalıydı ) bağlanmıştı.
Kadının evdeki yükümlülükleri ( evin temizlik ve bakımı, yemeğin hazırlanması, çocuk
doğurması, çocukların temizliği ve bakımı, kocanın cinsel tatmini, temizliği ve bakımı ) göz
önüne alınarak çalışma yaşamında verimsiz olacağı hep dillendirilmiştir.
Fakat bu verimsizliğini bir şekilde atlatsa bile, bu seferde aynı sebeplerden dolayı işteki
süresinin erkeğe göre daha az tutulması önyargısı yüzünden iş başvurularında hep erkeğe yeğ
tutulmuştur. Erkeğe göre daha az eğitime tabi tutulan kadının erkeklerle eşitmiş gibi varsayılması
elbette ki düşünülemezdi. Önce kadına erkek ile aynı eğitim verilmeli (ve mutlaka karma
sınıflarda erkekler ile iç içe) ki erkek ile rekabet şansı olabilsin. İşte Kadıncıların bu talebi
böylesine bir çözümlemenin eseridir.
gtarih.blogspot.com
13
3. Hukuki ve Ekonomik Özgürlüklerin Anayasallaşması
Elbette ki kadınların mücadelesi sadece bir hükümet döneminde elde edilmiş gelip geçici
bir kazanım olamazdı, elde edilen kazanım karşıt görüşlülerin intikam hırslarına kurban
gitmemek üzere anayasal değişmezliklerle ölümsüzleştirilmeliydi. Sadece yasalar çerçevesinde
düzenlenen kadın haklarının her zaman yeni gelen bir iktidar tarafından değiştirebilme tehlikesi
feminist çevrelerinin mücadele azmini sekteye uğratacaktır. Keza, BM verilerine göre en az elli
dört ülkede kadınlara yönelik ayrımcı yasalar bulunmaktadır9, yine yetmiş dokuz ülke de aile içi
şiddete karşı hiçbir yasal düzenleme bulunmamakta ya da hiç bilinmemektedir10. Sadece on altı
ülkede cinsel saldırıyla ilgili özel yasa bulunmaktadır. Sadece Amerika Birleşik Devletleri, İsveç
ve Bangladeş’te kendi başına kadına yönelik şiddeti suç fiili kategorisi olarak tanımlanmaktadır11.
Bu veriler gösteriyor ki feminist taleplerin sadece yasalar ile karşılanması yeterli
olmamaktadır. Bu da feministler için artık kazanımların anayasal güvenceler ile koruma altına
alınmasının zorunluluğunu, ileri aşamada ise uluslar arası metinler ile anayasalar üstü bir
konumda yer almalarını gerekli kılmıştır. Böylece kadın hakları her ülke için bir keyfiyetten çok,
bir zorunluluk olarak algılanabilecek, dünya kadınları da gelişmiş ülkelerdeki kız kardeşlerinin
kazanımlarından kendi paylarında düşeni alabileceklerdi.
4. Doğum Kontrol Serbestliği
Modern zamanların kadınları için sadece cinselliğin ne zaman ve nerede
gerçekleşeceğini belirlemek yetmeyecekti, kadın yaşanan her cinsellikte ihtimal olan insan
yavrusu üzerinde de tam kontrolü talep etmektedir.
Kadınların yüzde kırk yedisinin ilke cinsel deneyimlerini zorla yaşadığı12 bir dünyada
doğum üzerindeki kontrolsüzlüğün açabileceği sorunlar, dini otoritelerin güya bebek adına
düştüklerin kaygılardan çok daha ciddi ve endişe vericidir. Sonuçta doğum ile birlikte vücudu
bozulacak, ağır ve zorlu bir bedensel mücadeleye tek başına katlanacak, işinden ve
cinselliğinden ayrılmak zorunda kalacak, yıllardır mücadele ettiği erkek koruma kollamasına
sığınması gerekecek olan kadınlar olmaktadır.
9 BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raporu, 2003
10 UNIFEM, Not a Minute More, 2003
11 UNIFEM, 2003 12
Dünya Sağlık Örgütü, WHO, 2002
gtarih.blogspot.com
14
Doğumun fiziki olarak sadece kadına bahşedilen bir nimet olması bu olayın kontrolünü de
doğanın kadına verdiği şeklinde yorumlanabilir. Eğer doğada tek doğurabilen kadın ise onun ne
zaman ve kiminle olacağına da ancak kadın karar verebilir. Eğer bir kaza sonucu kadın
istemediği bir zamanda ve istemediği bir erkek ile hamile kalmışsa, artıları ve eksileri ile bu konu
üzerinde düşünme hakkı erkekten çok önce kadının hakkıdır. Doğum kontrol yöntemi de bu
bağlamda kadının cinsel özgürlüğünün bir sigortasıdır.
Fakat günümüzde dünya çapında kadınlar arasında doğum kontrol yöntemlerinin
kullanım oranlarına bakıldığında; bu oranın Doğu Asya ülkelerinde yüzde altmış dokuz, Afrika’da
yüzde on bir ve dünya ortalaması ise yüzde kırk beşlerde olduğu gözlemlenir.13 Yaşadığımız
coğrafyada ise doğum kontrol yöntemi kullananların ülke geneline oranının, yüzde altmış iki gibi
bir seviye ile dünya ortalamasının bile üstünde olması sevindirici bir gelişme olarak dile
getirilebilir ancak Avrupa ve Kuzey Amerika gibi kıtalarda artık böyle bir sorunun dahi olmadığı
hatırlanacak olursa, daha alınacak çok yolun olduğu açıktır.
Yine Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre doğrum kontrol yöntemi kullanmayı tercih
etmeyenlerin nedenleri incelendiğinde yetersizlik ve gelişmemişliğin yüzde yetmiş beş oranla
eğitimsizlik ve dini-sosyal baskı gibi nedenlerden çok daha önce gelmesi çok şaşırtıcıdır.
Dünyada doğum kontrolün yaygınlaştırılamaması, hem sağlık örgütlerince hem de feminist
gruplarca çok yoğun bir biçimde ele alınıyor olsa da, dünyadaki yetersizliklerin ve
gelişmemişliğin halen böylesine temel bir meselelerin çözülmesine engel oluyor oluşu, sistemin
en büyük deliklerindendir. Ekonomilerin, teknolojinin ve iletişim bu denli geliştiği bir dünya da
halen daha Afrika’nın bazı köylerine hiç ulaşılamamış olması, tarihi kendinin yazdığına inanan
beyaz adamın en büyük zaafıdır.
Bize dünyanın artık bir köy olduğunu her fırsatta hatırlatan beyaz adam, yarattığı
teknolojisinin büyük elma’dan çok da öteye geçirememenin acizliği içindedir. Erkeğin doğan
çocuğun da erkek olmasını istemesi erkekliğin bir doğası kabul ediliyor olması birçok kadın
tarafından da sıradan bulunmaktadır. Bir kardeşlik ruhu içersinde daima hemcinslerinin nicelik ve
nitelik olarak baskın olmasını talep eden erkek, yarattığı teknolojiyi de mağaradan kalan
önyargılarının tatmini için kullanmakta bir beis görmez.
13 Dünya Sağlık Örgütü, WHO ve UNİFEM verilerinden derlenmiştir.
Daha güncel veriler için, bkz; www.who.org ve www.unifem.org
gtarih.blogspot.com
15
Ultrasonografi ancak doğacak olan yavrunun cinsiyetini babaya müjdelediği müddetçe
“yararlı”dır. Çünkü doğacak yavrunun ancak baba ile hemcins ise yaşamaya şansı olacaktır.
Normalde yaşıyor olması gereken en az altmış milyon kız çocuğu cinsiyet tercihli kürtaj veya
erkek çocuklarından daha önemsiz olarak görüldükleri için yetersiz bakım nedeniyle çeşitli
toplumlarda “kayıp”lardır14. Bir önceki cümledeki kayıplık sadece ölümü değil, ölümle
sonuçlanmasa bile ilgisizliği ve/veya bakımsızlığı da ifade etmektedir.
5. Evlilikte Dahi Zorla Cinsel İlişkinin Yasaklanması
Doğadaki bütün hayvanlar gibi memelilerde de cinsel seçici daima dişilerdir. Kendisini
karşı cinse, cinsel açıdan çekici olarak göstermek zorunluluğu erillerindir. Dişiler daima kiminle
birliktelik yaşacaklarına seçici olarak karar verirler. Bir memeli olan insan nesli için de aynı
olmasını savunan feminist yaklaşım, ister evli olsun ister değil cinselliğin yaşanması gerektiğinde
ancak kendi taleplerinde bunun gerçekleşmesinin uygun olacağını dile getirirler. Talebin
kadınlardan gelmediği bütün cinsel birliktelikler ancak cinsel istismar olarak tanımlanabilir.
Evlilik; bir anlamda, cinsel yaşamın yasallaştırılmışıdır. Yasalar çerçevesinde erkek ve
kadının birbirleri ile cinsel ilişkide bulunmasına izin verilir. Bir devlet memuru veya bir din adamı
önünde, toplumdan seçilmiş bireylerin şahitliğinde, artık bundan sonra birbirleri ile cinsel
anlamda birlikte olmalarının yasal iznini alan erkek ve kadın, istedikleri an ama toplumun ortak
değerlerine saygılı olarak cinsel birliktelik yaşacaklarını duyurmuş olurlar. Bu birliktelik için belki
yasal izin alınmıştır fakat alınması gereken bir izin daha kalmıştır o da eşin izni. Yasallaştırılmış
cinsellik olan evlilikte, cinsellik ancak cinslerin ortak mutabakatında mümkündür.
Acıdır ki bu çalışmanın başında altını çizmeye çalıştığım sebeplerden dolayı fiziki olarak
evrimi erkeğin gerisinde kalan kadın evlilikte cinselliğin tesisinde bazı güvencelere tabi
tutulmalıdır. Evlilikte cinselliğin tesisi, kurulmak istenen birlikteliğin temel taşlarından olması
doğaldır çünkü cinsel açlık giderilmesi gereken en temel insani gereksinimlerdendir. Bu
bağlamda evlilikte cinsel yaşam kadın her istediğinde değil fakat ancak kadın istediğin de
gerçekleşebilmelidir. Cinsel açlık güdüsünün giderilmemesi, birçok psikolojik ve toplumsal
soruna neden olmaktadır. Evde cinselliğinin yeteri kadar tatmin edilemediğini düşünen birçok
birey, bu güdülerini ev dışında tatmin etme yoluna gitmekte ve bu da kadınların cinsel bir obje
olarak erkekler tarafından erkeklere pazarlanmasına neden olmaktadır.
14
E, Joni Seager, 2003
gtarih.blogspot.com
16
Cinsel suçların en büyük sonucu ne büyük oranda vergi kaçırılması nede yan suçlara
ortam hazırlamasıdır. Evdeki cinsel tatminsizliğin doğurduğu Cinsel Pazar, yasadışı hayat
kadınlığını da beraberinde getirmektedir. Hem hayat kadınlığı hem de çoklu özgür cinsel
yaşamın ürünü olan HIV/AIDS en büyük yükü yine kadının omuzları üzerine yüklemektedir.
Dünyada 13 Milyon AIDS yetimi vardır ve 2010'da bu rakamın 25 Milyon olması beklenmektedir.
15-24 yaş aralığındaki kadınları %60'ında HIV'e yakalanma şansı aynı gruptaki erkeklere göre
1.6 kat artmaktadır. Dünya üzerindeki HIV'li insanların (erkeklerde %94, kadınlarda %98)
çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır.15
Dünya halklarının geçmiş sosyal kalıplarını kırmasıyla hızla yaygınlık kazanan özgür
cinsel yaşam, artan oranda HIV/AIDS tehlikesini de beraberinde taşımaktadır. Feminist yaklaşım
özgür cinsellikten yanadır, ancak kadının talebinde gerçekleşirse, çünkü kırılan geleneksel
kalıplara rağmen yaratılan bu yeni cinsel özgürlük ortamında kadın giderek salt cinsel bir tema
olarak algılanmaya başlamıştır. Cinsel birlikteliğin eşlerin yasal hakları olduğu varsayılan evlilik
kurumunda dahi kadının açık bir şekilde mutabık olmadığını beyan ettiği bir cinsel birliktelik zorla
cinsel ilişkiye girer ki feminist yaklaşım açısından bu, kadın sömürüsünün bir örneğini teşkil eder.
Araştırmalar göstermektedir ki her üç kadından en az biri veya yaklaşık bir milyar kadın,
hayatlarının bir noktasında dayak yemiş, zorla seks yapmaya zorlanmış ya da farklı bir biçimde
tacize uğramaktadır. Bunu genellikle kendi ailesinden veya tanıdığı biri yapmaktadır.16
Böyle bir veri bile cinsellik söz konusu olduğunda eşlerin mutabakatının aranmasının
yanında kadının isteğini açık ve net olarak dile getirilmesi ön şartının aranması kaçınılmaz
kılmaktadır. Günümüz modern hayatında açılan davalar içersinde cinsel içerikli davaların
oranlarının incelenecek olursa tarihsel anlamda kadının cinsel sömürüsü olarak daha pozitif bir
alanda yer almadığımız net bir şekilde anlaşılacaktır. Amerika’da her doksan saniyede bir
kadının tacize uğradığı17 verisinin dünyanın başka memleketlerindeki oluşacak oranlarının
kötülüğü hakkında bir ipucu vereceği kanaatindeyim. Ancak dünya genelinde sadece elli bir
ülkede aile içersindeki tecavüz cezai bir suç olarak tanımlanmıştır.18 Evlilikteki cinselliğin
sınırlarının çizilmesinde, aile içi tecavüz vakalarının sayısının düşürülmesinde en önemli etkiyi
sağlayacağı kuşkusuzdur.
15Veriler UNIFEM’in internet sitesinden derlenmiştir.
16 E, L Heise, M Ellsberg, M Gottemoeller, 1999
17 ABD Adalet Bakanlığı, 2000 18
UNİFEM, 2003
gtarih.blogspot.com
17
Evliliğe giden yolda, kadınlardan beklenen bir davranış kalıbı da kendi cinselliğinden öte
erkeğin cinsel tatminini düşünmesidir. Birçok toplumda bireyler sıkı dini ve sosyal baskılara ile
evliliğin yegâne amacının çocuk sahibi olmak olduğuna ikna olmuşlardır. Kadın bir kez çocuk
sahibi olduğunda kaçınılmaz olarak cinsel kimliğinden sıyrılarak “anne” olmaktadır. Toplumlarda
gözlenen “anne figürü”; kendinden çok eşini ve çocuğunu düşünen, her türlü fedakârlığı
yapmaktan çekinmeyen cinsel bir kimliği bulunmayan bir imgeyle özdeştir.
Toplumdaki bu anne imgesinin diğer özellikleri bir yana en çok altı çizilen boyutu cinsel
kimliğin bir kenara itilmiş olmasıdır. Kadın, evlenince ve/veya yavrulayınca artık cinsel arzu
duymamalı, cinsel kimliğini bir yana bırakıp yavrusu ile ilgilenmelidir. Bu bağlamda düşünülecek
olursa, dünya üzerinde yüz otuz beş milyondan fazla kadın ve kız çocuğunun kadın sünneti
olması ve her yıl iki milyon kız çocuğu ve kadının bu riskle karşı karşıya(her gün 6,000
kişi)19olmasından neyin amaçlandığı ortaya çıkacaktır. Sırf erkeğine bir kuluçka makinesi gibi
çocuk versin ve asla kendi cinsel hazzının tatminini gerek görmesin diye erkeklerin yarattığı bu
insanlık dışı gelenek binlerce yıldır olduğu gibi halen doğu toplumlarının birçoğunda varlığını
sürdürmektedir.
6. Lezbiyen Ayrımcılığının Kaldırılması
Doğadaki bütün hayvanlarda homoseksüellik gözlemlenebilir, ancak bu hiçbir hayvan
açısından, evrim teorisi göz önüne alındığında, yararlı bir faaliyet olarak değerlendirilmez.
Hermafrodit hayvan türleri dışında hayvanlar da cinsel deneyim olarak böylesine aykırı
davranışlarda bulunsa bile homoseksüellik yerleşik bir davranış kalıbı olarak hiçbir türde
görülmez. Hermafrodit türlerin de çift cinsel eğilimleri nedeniyle sergiledikleri bu davranışların
homoseksüellik olarak yorumlanması zorlama olarak nitelendirilebilir.
Homoseksüellik dini gruplarca sapkınlık olarak tanımlansa da artık toplumsal bir vakıa
olarak varlığı reddedilemez. Homoseksüelliğin çıkış noktası olarak psikolojik, sosyolojik ve hatta
tarihi temellendirmeler yapılabilir. Ancak feminist yaklaşımda homoseksüelliğin ortaya çıkışı
düşünce dünyalarının aykırı bir yan sonucu olarak nitelendirilebilir. İlk Feministlerden bu yana
bin yılların ağır erkek sömürüsünün altından çıkmayı başarabilen kadın, kendisine bu çıkışı
mümkün kılan kadın hareketine saygı ve sevgi duyguları beslemiştir.
19
BM, 2002
gtarih.blogspot.com
18
Her kadının kişisel hikâyesinde yanında bulduğu kız kardeşleri ona erkeklerin
sömürüsüne artık daha fazla katlanması gerekmediğini telkin etmiştir. İşte kendilerini, sosyal,
ekonomik ve aile hayatında ezilen kadınları kurtarmaya adayan kadınlar bir araya gelmiş ve bir
kız kardeşlik ruhu ortaya koymuşlardır. Egemen erkek toplumların gaddar ve baskıcı kıskançlık
duyguları, ezilen kadının ancak kendi cinsleri ile dostluğuna müsamaha etmektedir. Bunun
yanında, aynı acı ve geçmişi paylaşan bu kadınların bir birleriyle bir araya gelmeleri
kaçınılmazdır. İşte bu kaçınılmazlıktan yola çıkarak, bazı radikal feminist gruplar “erkeksiz bir
dünya mümkün” diyebilmişlerdir.
Amazon kadının ruhunu kendi bedeninde hissetmenin, kendini bir başkası yerine
koyabilmenin dayanılmaz çekiciliği altında, ancak asla tekrar bir erkeğin egemenliği altına
girmeyi kabul etmeyen kadın, en yakındaki kız kardeşiyle bir yol ve kader birlikteliğinin yanında
aşk birlikteliği de yaşayabilmeyi başarabilmiştir. Zaten kendisini en çok anlayan, en çok dinleyen
ve en zor gününde yanında olan hep bir kadın olmamış mıdır, o halde insanın en saklı hali olan
cinselliğini de o kadınla paylaşmasının bir zararı olmayacaktır. İşte feminist yaklaşım açısından
lezbiyenlik, iki kadının; acı, kader ve dert birlikteliğinin yanında aşk birlikteliğini de tatmalarından
başka bir şey değildir.
7. Evlilik Dışı Çocukların Evlilik İçi Çocuklarla Eşit Sayılması
Kendi bedeni ve kendi cinselliği üzerinde kendisinden başka birinin egemenliğini kabul
etmeyen kadın günahıyla sevabıyla cinselliğini sonuna kadar yaşayabilmelidir. Kadının gerek
ekonomik gerekse sosyal hayatta hala erkek egemenliğini kıramadığı bir gerçektir. Erkek, hala
ekonomide ve sosyal hayatta dominant konumu sürdürmektedir. Bu yüzden kurulmuş bir ailede
ekonomik konularda hala ipler erkeğin elindedir, şayet evlilik dışı bir ilişki olmuş ve bu ilişki
sonucunda da bir çocuk dünyaya gelmişse erkeğin kendi kazandığı paradan bu çocuğun
idamesini sağlaması kendi elinde olacaktır. Kadın ister aldatılan kadın olsun isterse çocuğu
doğuran üçüncü şahıs, evlilik dışındaki çocuğu kaderini belirleyecek olan bu iki kadından ikisi de
değildir, çocuğun kaderi sadece erkeğin ellerindedir, isterse bu çocuğu diğer evlilik içi çocukları
gibi tutar isterse tutmaz. Feminist yaklaşım kadının özgür cinsel yaşamını savunması yanında
onun sonucu olabilecek ihtimalleri de sahiplenir. Eğer bir çocuk dünyaya gelmişse, yasalarla bu
çocuğun evlilik içi veya dışı olduğuna bakılmaksızın sahiplenilmesi gerekmektedir.
gtarih.blogspot.com
19
Çocuk bir kez dünyaya gelmişse eğer, erkek onun yasa dışılığını bahane ederek kadını
çocuğun bakımı ve yetiştirilmesi ile yalnız bırakmamalıdır. Kadın zaten ağır sosyal baskılar
nedeniyle cinselliği yaşamakta erkeğin gerisinde kalmaktadır, bir de zor da olsa elde ettiği
cinselliğinin istenmeyen sonuçlarına da tek başına katlanmamalı, eğer ortada bir sorumluluk
varsa bu erkek ile paylaşılmalıdır.
SONUÇ
Bir noktada cinsiyetler arası adaletsizlik, bizatihi cinsiyetlerin varlığına bağlanabilir; kadın
ve erkek vardır, o halde birbirlerinden farklıdırlar. Çalışmamın başında da belirttiğim üzere
cinsler arası farklılığın evrimsel olarak geri dönüşü bulunmamaktadır, ancak bu farklılığın
fizyolojik boyutla sınırlı kalması insanların elindedir. İnsanlar bir araya geldikçe birbirleri
arasındaki en büyük ayrımın bile bir öneminin kalmayacağını kanıtlayabilecek güçtedir, tarih bize
onca savaş, ızdırap, acı ve gözyaşının yanında barış, erdem, aydınlanma ve yardımseverlik gibi
yüce değerleri de miras bırakmıştır.
Bugün insanlığın ortak mirası, ne roma hamamları ne de eski iyon yazıtlarıdır; dünden
yarına aktarılacak en büyük miras; bir arada yaşayabilme cesaretimiz olacaktır. İnsanlık, tarih
öncesi zamanlardan modern zamanlara kadar birçok badire atlatmış, imparatorluklar kurmuş,
yıkmış, yeniden kurmuştur. Beğenmemiş, cumhuriyetler peyda etmiştir. İlerlemesi daima ivedi
olmamış, deneme yanılma usulüyle, iki ileri bir geri, bazen yanlış yollara sapmış farkına varması
geç olmuştur. Fakat her seferinde er ya da geç doğru ortaya çıkmıştır.
Doğrunun ortaya çıkışı ne kadar geç olduysa, verilen canlar, akıtılan kanlar o kadar çok
olmuştur. Hedeften sapmanın bedeli her zaman çok büyük olmuştur. Asırlarca bazen bir
fındıkkabuğunu doldurmayacak meseleler üzerinde anlaşılamamıştır. Modern dünyanın en ileri
devletleri olan, biri sanayinin diğeri aydınlanmanın anavatanı sayılabilecek İngiltere ile Fransa
mesela, ömürlerinin tam yüzyılını, kimsenin sebebini tam olarak hatırlayamadığı, bir savaşta
boşu boşuna harcamıştır.
Bazen insanlık ilerleme yarışını öyle abartmıştır ki -belki de kıyasıya yarışmanın
acımazsızlığıdır bugün kazanımlara bu kadar değer verilmesinin sebebi- toplumlar bir birlerine
yaşam hakkı tanımamıştır. Sırf bir toplumun, dünyanın artan refahından pay kapma isteği
cansiperane savaşlara meydan vermiştir. Belli toplumlar kendi toplumlarının refahı için koca bir
dünyayı ayaklar altına almakta beis görmemiştir.
gtarih.blogspot.com
20
Dünyanın geri kalanının ayaklara altına alınmasıyla bir toplumda ortaya çıkan refah,
bugün kaçınılmaz olarak bütün toplumlara sirayet etmiştir. Dünyanın giderek artan refahı, geri
kalmış bölgelerin yeryüzü haritalarında noktalarla gösterilebiliyor oluşu, verilen onca
mücadelenin boş yere olmadığının belki de bir kanıtıdır. Evet, milyonlarca insan ölmüştür,
birçoğu evlerinden, memleketlerinden olmuştur, hayat bazıları için hala acımasız ve pistir, ancak
insanlık başlangıç noktasından oldukça mesafe almıştır.
Çok da uzaklara varmadan, yanı başımızdaki Anadolu’nun bazı köylerindeki durum Afrika
ya da Asya’daki muadilleriyle kıyaslanabilirdir. Şüphesiz yoksulluk, sefalet, açlık ve hastalık
halen yeryüzünde hüküm sürmektedir. Ancak artık insanlık tarihten -tam olarak istenen kişiler
olmasa da- dersini almıştır. Bugün dünyanın en büyük kuruluşları, ne uluslar arası şirketler ne de
emperyalist ülkelerdir, Kızılhaç, Kızılay, UNICEF, UNIFEM, WHO ve binlerce hükümet dışı örgüt
(non-government organization) dünya gündeminin baş aktörleridir. Tarihe düşülen notların artık
büyük bir bölümünü savaşlar ve kayıplar değil, yardım organizasyonları, bağış konserleri ve
refah transferleri kaplamaktadır. Tarihin gidişatındaki eksen kayması şüphesiz olumlu yöndedir.
gtarih.blogspot.com
21
25. YILINDA “İKİNCİ CİNS”
John Grassi tarafından 1976 yılında Feminizm’in başucu kaynaklarından birisi olarak
kabul edilen, Simon de Beauvoir tarafından yazılan “ Le Deuxiéme Sexe” [ İkinci Cins ] ’in
yayımlanmasının 25. Yılı şerefine eserin yazarı ile röportaj yapmıştır. Bu tarihi röportaj ilk kez
Türkçe yayınlanıyor. Beauvoir, röportajın yapıldığı yıllarda artık haklı bir paye kazanmış,
söylediği her söz büyük bir dikkat kesilen bir aydın mertebesindedir. 1976’da İlerleyen yaşına
rağmen aktif siyasetle ve edebiyatla olan ilgisini yitirmemiştir. Yaşının gereği kimi yerde
karamsarlığa kapıldığı kimi yerde ise ebedi çocukluluğunu koruduğu gözlenmektedir. Henüz
dünyanın iki kutuplu olduğu yıllardır. Bunun etkisi oldukça keskindir.
Röportaj: John Gerassi, 1976
Yayımlayan: Society, Jan-Feb. 1976
Kaynak: Southampton University
Lisans Sahibi: Transaction Publishers,1995
G: “İkinci Cins”in ilk yayınlanmasının üzerinden yirmi beş yıl geçti. Bir çok okur, özellikle
de Amerikalı okurlarınız, bunu çağdaş feminizmin çıkış kitabı olarak görüyor. Ne dersiniz?
B: Ben öyle düşünmüyorum. Günümüzün feminist hareketi ki beş altı yıl önce
başlamıştır, kitabımı hiç bilmiyordu. Sonradan, hareket büyüdükçe, kimi önderler kitapta teorik
temellerinin bazılarını buldu. Ama kesinlikle “İkinci Cins” feminist hareketi başlatmamıştır. Kitap
49-50’lerde ilk yayınlandığında hareket içindeki en aktif birçok kadın ondan etkilenmeyecek
kadar küçüktü. Ama beni memnun eden şey tabi ki onların kitabımı sonradan keşfetmesiydi.
Elbette, kimi yaşlıca kadınlar da – örneğin Betty Friedan kitabı “The Feminine Mystique” bana
itha ithaf etmiştir – onu okumuş ve belki de bir şekilde ondan etkilenmişlerdir. Kimileri ise hiç.
Kate Millet, örneğin, çalışmalarında bir kere olsun beni anmamıştır. Kadınlar “The Second
Sex”te açıkladığım nedenlerden ötürü feminist olmuşlardır, ama bu nedenleri kendi hayatlarında
keşfetmişlerdir, kitabımda değil.
G: Kendi feminist bilinçlenmenizin “İkinci Cins”i yazarken deneyimlediklerinizden
kaynaklandığını söylemiştiniz. Böylece kendi deneyimlerinizden yola çıkarsak, kitabın
yayınlanmasının ardından feminist hareketin gelişimini nasıl görüyorsunuz?
gtarih.blogspot.com
22
B: “İkinci Cins”i yazarken hayatımda ilk kez bir gerçeğin farkına varmıştım; o da yanlış bir
hayatı yaşadığım idi, yada daha doğrusu, bilmeden de olsa erkek-egemen toplumdan
besleniyordum. Önceki yaşamımda yaptığım, erkek değerlerini kabul etmek ve yaşamımı o
değerlere göre şekillendirmekti. Tabi ki, bunda oldukça başarılıydım. Ve bu erkek ile kadının
ancak kadın isterse eşit olabileceğini düşüncesini yüklüyordu. Bir başka değişle, ben bir
entelektüeldim. Toplumun yalnızca beni en iyi okullara gönderebilecek değil aynı zamanda
düşüncelerle telaşsızca oynattırabilecek bir sınıfından gelme şansına sahiptim, burjuva
sınıfından. Bundan dolayıdır ki fazla zorlanmadan erkekler dünyasına girebildim. Gördüm ki
“erkeklerin düzeyinde” felsefe, sanat, edebiyat vs. konuşabiliyordum. Kişiliğimin kadınlık adına
bütün parçalarını saklamıştım. Sonradan ise devam etmedeki azmim tarafından güdülendim.
Devam ettikçe gördüm ki, en az bir erkek akranım kadar para kazanabiliyor ve en az onun kadar
ciddiye alınabiliyordum. Kim olduğum, fark ettiğim kadarıyla, tek başıma seyahat edebilmem,
kafelerde tek başıma oturup, diğer erkek yazarlar gibi yazabilmem ve saygı duyulabilmemdi, bu
bunun gibi şeyler. Her adımda bağımsızlık ve eşitlik duygumu sağlamlaştırıyordum. Öyle bir
noktaya geldi ki, bu nedenle, aynı ayrıcalıklara bir sekreterin de ulaşabileceğini kolayca unuttum.
Bir kafede taciz edilmeden oturup, kitabını okuması mümkün olmazdı. Çok nadir olarak “aklı” için
partilere davet edilir, itibar ve nitelik kuramazdı. Ama ben yapabilirdim. Daha da önemlisi, hala,
ben erkekten ruhen ve finansal olarak özgürlüğünü alamayan kadınları hor görmeye meyilliydim.
Gerçi, kendi kendime “ben yapabiliyorsam onlar da yapabilir” demesem de böyle düşünüyordum.
“İkinci Cins”in araştırma ve yazma aşamasında fark ettim ki, elde ettiğim ayrıcalıklar
kadınlığımdan yaptığım feragatlerin bir sonucuydu. Ekonomik sınıfsal terimlerle açıklarsam daha
kolay anlarsınız: sınıfıma yüz çeviren bir haindim. Aslında, ben cinsiyet mücadelesinde eşdeğer
çeşidiydim. İkinci Cins sırasında ihtiyaç duyulan mücadelenin farkına vardım. Anladım ki,
kadınların büyük bir çoğunluğu benim sahip olduğum seçeneklere sahip değildi, o kadınlar ki,
aslında, o tanımlama yıkıldığında tamamıyla çökecek olan erkek egemen toplum yapısı içinde
ikinci bir cins olarak tanımlanmışlar ve ele alınmışlardır. Ancak aynı diğer bütün ekonomik ve
politik olarak tahakküm edilen insanlar gibi, çok zor ve yavaş isyan gelişebilirdi. Önce, bu
insanlar, o tahakkümün farkına varmalıydılar. Sonra, değişim için kendi güçlerine inanmalıydılar.
Onların “işbirliği”nden çıkarı olanlar, ihanetlerini böyle anlayabilirler. Ve son olarak, tutum
alınması halinde kariyerleri yada mecburiyetleri gibi en fazla kaybedecek şeyi olanlar, öz
saygıların kazanmak için risk alma eğilimi almak zorundadır. Ve onlar anlamak zorundadır ki en
çok sömürülen kardeşleri aralarına en son katılanlar olacaktır. Bir işçinin eşi, örnek vermek
gerekse, böyle bir harekete katılmak için en az niyetli olan olacaktır.
gtarih.blogspot.com
23
Çünkü o işçinin eşi biliyor ki kocası bir çok feminist liderden daha fazla sömürülmektedir
ve hayatta kalmak için eşine bir ev hanımı yada anne olarak dayanmaktadır. Neyse, bütün bu
sebepler göz önüne alındığında, kadınlar hareket etmezler. Evet, politik teşvikler yada kadınların
politikada yada hükümette daha fazla yer alması için bir takım cılız girişimler mücadele
etmektedir. Böyle gruplarla bağlantı kuramadım. Ardından 1968 geldi ve her şey değişti. Ondan
önce de önemli olaylar olduğunu biliyorum. Betty Friedan’ın kitabı, mesela, 68’den önce
yayınlanmıştır. Aslına bakarsanız, Amerikan kadınları hareketlenmeye 68’den çok önce
başlamışlardı. Onlar, diğer bütün kadınlara kıyasla, elbette ki çok açık nedenlerle, yeni
teknolojilerle, kadını mutfağa hapseden muhafazakâr rol arasındaki çatışmayı çokça fark
etmişlerdi. Teknoloji geliştikçe – kas gücü yerine beyin gücünü ikame eden teknolojiyi kast
ediyorum. – erkeklerin kadının daha zayıf cins olduğu ve ikincil rol üstlenmesi gerektiği tezi artık
desteklenemez oldu. Teknolojik gelişmeler bütün Amerika’da yaygınlık kazandıkça, Amerikan
kadınları çatışmadan uzak kalamamışlardır. Feminist hareketin en büyük ivmesini ki eşit işe eşit
ücret talebi doğrudan doğruya ekonomiktir, emperyal kapitalizmin anavatanında bulması kadar
normal bir şey yoktur. Ancak anti-emperyalist hareketle birlikte gerçek feminist bilinç gelişmiştir.
Amerika’daki Vietnam savaşı karşıtı hareketiyle yada Fransa ve diğer Avrupa ülkelerindeki 68
isyanının yan etkisiyle kadınlar kendi güçlerini hissetmeye başlamışlardır. Bütün dünyada
kapitalizmin fakir halkın baskılanmasına öncülük ettiği anlaşılmasıyla kadınların büyük bir
bölümü sınıf mücadelesine katılmışlardır, “sınıf mücadelesi” tanımını kabul etmeyenler dahi.
Aktivist olmuşlardı. Yürüyüşlere, gösterilere, kampanyalara, yeraltı örgütlerine, militan sol
örgütlere katılmışlardı. En az erkekler kadar sömürmenin, dışlanmanın olmadığı bir gelecek için
savaşmışlardı. Ama ne oldu? Katıldıkları grup veya organizasyonlarda, en az değiştirmek
istedikleri toplumdaki gibi ikinci cins olduklarını keşfetmişlerdir. Burada Fransa’da, iddia ederim
ki buradakinden daha fazla Amerika’da, liderlerin her zaman erkek olduğunu gördüler. Kadınlar
bu sözde devrimci grupların tipik kahvecileri olmuşlardı. Elbette, sözde dememeliydim. Bu
gruplardaki bir çok “yürekli” erkek samimi devrimcilerdi. Ancak erkek egemen bir toplumda
eğitilen, yetiştirilen ve biçimlendirilen bu devrimciler o eğitimi de beraberinde taşıyorlardı.
Anlaşılır bir biçimde, bu tür erkekler, aynı burjuvaların güçlerini gönüllü olarak terk etmeyecekleri
gibi, o eğitimlerinden vazgeçmeyeceklerdi. Yani, aynı zenginlerin elinden gücü almak fakirlerin
elinde olduğu gibi, erkeklerin elinden gücü almakta kadınların elindedir. Ve bu demek değildir ki
erkeklere karşıt bir baskı oluşturulsun. Aynı bütün insanlar arasında ekonomik eşitliği sağlamak
için sosyalizmde, gerçek sosyalizmde yapıldığı gibi kadınlar da egemen güçlerin elinden iktidarı,
bu durumda erkeklerin elindeki iktidarı, almak zorunda olduğunu öğrenmiştir.
gtarih.blogspot.com
24
Şöyle de söyleyebiliriz, kadınlar bir zamanlar sınıf mücadelesinin içinde yer aldıklarında
anlamışlardır ki sınıf mücadelesi cinsiyet mücadelesini elemine etmemektedir. İşte tam bu
noktada dediklerimin ben de farkına vardım. Bundan önce ben de kendimi cinsiyetler arası
eşitliğin ancak kapitalizmin yıkılmasıyla sağlanabileceğini bu yüzden önceliğin sınıf
mücadelesine verilmesini gerektiğine inandırmıştım, işte asıl bu öncelik yanlıştı. Kapitalizmde
cinsiyetler arası eşitliğin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı doğrudur. Eğer bütün kadınlar
erkekler kadar çalışırsa, kapitalizmin dayandığı söz gelimi kilise, evlilik, ordu ve ucuz iş gücüne,
parça başı çalışmaya ve yarı zamanlı çalışmaya dayanan milyonlarca fabrika, dükkan ve
mağaza gibi kurumlara ne olurdu? Ancak cinsiyetler arası eşitliği kurmak için sosyalist bir
devrime ihtiyaç olduğu da doğru değildir. Sadece (Katılmadığım bir şekilde Herkesin “Sosyalist”
ülke olarak tanımladığı) Sovyet Rusya’ya ve Çekoslovakya’ya bakıldığında, proletaryanın
özgürlüğü ile kadının özgürlüğü arasında temel bir farkın olduğu görülecektir. Nasıl oluyorsa
Proletarya her zaman erkeklerden oluşmaktadır. Ataerkil değerlerin orada da en az burada
olduğu kadar bozulmadan sürmektedir. Ve bu – sınıf mücadelesinin cinsiyet mücadelesini
kapsamadığı bilinci – yeni bir şeydir. Bugün hareketteki birçok kadın bunu şimdi anlayabiliyor.
Bu feminist hareketin en büyük başarısıdır. Bu başarı gelecek yıllarda tarihi değiştirecektir.
G: Ancak toplumun bütününü değiştirmeye kendisini adamış soldaki kadınlar arasında
böyle bir bilinç çok kısıtlı.
B: Yani, elbette, geri kalanlar muhafazakar olduğundan beri, demek istediğim onlar
olduğu gibi ve olduğu şekliyle korumak istiyorlar. Sağdaki kadınlar devrim istemiyorlar. Onlar
annedir, eştir ve kendilerini erkeklerine adamışlardır. Yada, eğer onlar tahrikçiler ise amaçları
pastadan daha fazla pay kapmak. Daha fazla kazanmak, parlamentoya daha fazla kadın
yollamak, bir kadın devlet başkanı görmek istiyorlar. Temelde kadın erke eşitsizliğine inanıyorlar,
altta olmak yerine üstte olmayı talep ediyorlar. Ama birazcık değiştirmek istedikleri veya şu an ki
haliyle sisteme iyi uyum sağlıyorlar. Kapitalizm kadınların orduya yada polise katılmasına izin
vermeye kesinlikle imkan tanımaktadır. Kapitalizm kesinlikle daha fazla kadının hükümet işlerine
katılmasına izin verecek kadar akıl sahibidir. Sözde sosyalizm bir kadının komünist partinin
genel sekreteri olmasına mutlaka izin verecektir. Bunlar sadece sosyal sigorta yada ücretli izin
gibi sıradan reformlardır. Ücretli iznin kurumsallaşması kapitalizmdeki eşitsizliği değiştirmiş
midir? Çek toplumundaki erkek egemenliği kadınların erkeklerle eşit ücretlerle fabrikalarda
çalışma hakkı ile giderilmiş midir? Ama her toplumdaki değerler sistematiğini değiştirmek,
annelik mefhumunu yıkmak, işte devrim budur.
gtarih.blogspot.com
25
Kendisini öyle tanımlasın ya da tanımlamasın bir feminist, tanım itibariyle solcudur. O,
genel eşitlik için mücadele etmektedir, en az her hangi bir erkek kadar önemli, ilgili olabilme
hakkı için. Bu yüzden, cinsiyet eşitliği için başkaldırı isteği sınıf eşitliği isteği içinde oluşmaktadır.
Erkeklerin de anne olabildiği toplumlarda, diyelim ki, değerler üzerine açıklık getirmek
maksadıyla yüründüğünde, “kadınlık kurumu” “erkeklik bilgisi” kadar önemli olduğu yerde, –
bugünün absürt dilini kullanmak adına – sert ve kırılmaz olmak nazik ve yumuşak olmaktan
yeğdir, başka bir değişle, her bireyin deneyimleri birbiriyle muadil olduğunda, tam anlamıyla
ekonomik, politik ve daha fazla eşitliği otomatikman kurabilirsiniz. Böylece, cinsiyet mücadelesi
sınıf mücadelesini de kapsar ancak sınıf mücadelesi cinsiyet mücadelesini kapsamaz.
Feministler, bu nedenle, gerçekten solcudurlar. Daha doğrusu, politik olarak sol olarak
adlandırdığımız kesimin de soluna düşmektedirler.
G: Ancak aynı zamanda, cinsiyet mücadelesini sadece sol ile yürütmekle – sizin de
belirttiğiniz gibi, cinsiyet mücadelesi, en azından geçici olarak, diğer politik aktörlerle alakasız
olduğundan bu yana – feministler, fakirlerle kadınları sömürenler arasında seçim yapmak
zorunda kaldığından solu zayıflatmış olmuyorlar mı?
B: Hayır, ve uzun ölçekte bu solu seçim yapmak zorunda bırakacaktır.
İlk önce, solcu olarak göğüs gelmekle, solcu erkekler, sömürüye karşı çıkmakla
şaraplarını sulandırmış oluyorlar. Birçok kesim erkek maço liderlerini frenlemek zorunda kalıyor.
Bu bir ilerlemedir. Gazetemiz, Libération20’daki erkek-egemen çoğunluk, kendisini bir kadının
gazete yönetimine gelmesine izin vermeye zorunlu hissetmiştir.
İşte bu ilerlemedir. Solcu erkekler dillerine dikkat etmeye başladır, bu…
G: Ama bu gerçekçi mi? Demek istiyorum ki, ben, örneğin, bulaşık yıkamak, evi
temizlemek yada alışveriş yapmak ile ilgili bir grup tartışmasında kadınlara “piliç” dememeye
özene göstermeyi öğrendim. Ancak düşünce olarak daha mı az cinsiyetçiyim? Erkek değerlerini
reddettim mi?
20 Ç.N: Jean Paul Sartre ve bir grup aydın tarafından, 68 ruhunu yeniden diriltmek amacıyla 1973’te kurulan
günümüze değin süren, Fransa’da yayınlanan, bağımsız, sol görüşün etkili gazetesi.
gtarih.blogspot.com
26
B: Ben derken kendinizi mi kast ediyorsunuz? Açık konuşmak gerekirse, kimin
umurunda? Bir dakika düşünelim. Irkçı bir güneyli21yi ele alalım. Bu adamın bütün yaşamını
bildiğiniz için onun tam bir ırkçı olduğunu biliyorsunuz. Ama adam hiç “zenci” demiyor. Adam
kara derili insanların bütün şikâyetlerini dinliyor ve onları çözmek için elinden geleni yapıyor.
Diğer ırkçılardan ayrılmak için her şeyi deniyor, onlardan uzaklaşıyor. Siyahi çocukların eğitimsiz
geçen yıllardaki açığı kapatmak için ortalamanın üzerinde eğitim alması gerektiğini savunuyor.
Siyahilerin kredi taleplerinin daha çabuk onaylanması için onlara referanslar veriyor.
Bölgesindeki siyahi adayları hem para hem de oy ile destekliyor. Sizce siyahiler bu
adamın ruhen eskisi gibi bir ırkçı olup olmadığını umursadıklarını mı düşünüyorsunuz?
Sömürünün objektif birçok yönü alışkanlıkla ilgilidir. Alışkanlıklarınızı değiştirebilirseniz, yeni ve
farklı alışkanlıklar edinmemiz daha doğal gelişecektir ki bu büyük bir adımdır. Bulaşıkları yıkar,
evi temizler ve bunları yaparken de daha az erkek hissetmezseniz, yeni alışkanlıkların
gelişmesine yardım ediyorsunuz demektir. İki nesil ırkçı olmamaları gerektiğini düşünerek geçti
ama üçüncü nesil gerçekten de ırkçı olmayarak yetişti. Cinsiyetçi değilmiş gibi rol yapın ve böyle
oynamayı sürdürün. Bunu bir oyun gibi düşünün. Özel düşüncelerinizde dilediğiniz gibi,
kadından daha üstün olduğunuzu düşünün. Ancak ne kadar bu oyunu ne kadar inandırıcı
oynarsanız – yani bulaşıkları yıkar, alışverişi yapar, evi temizler ve çocuklarla ilgilenirseniz –
örneklemeler yaratıyorsunuz, özellikle maço pozlarındaki birçok erkeğe. Sorun ise buna benim
inanmamam. Söylediklerinizi yapmayı sürdüreceğinize inanmıyorum. Bulaşıkları yıkamak bir
şey, her gün ama her gün çocuk bezi değiştirmek başka bir şey…
G: Benim çocuğum yok…
B: Neden yok? Yapmamayı mı tercih ettiniz. Annelerin çocuk sahibi olmayı tercih
ettiklerini mi düşünüyorsunuz? Yada çocuk sahibi olmak konusunda korkutuldular mı? Yada,
daha kurnaz bir şekilde, çocuk sahibi olmanın doğal, normal ve kadınsı olduğunu konusunda
yetiştirilmişler ve bu yüzden çocuk sahibi olmuşlar mıdır? Bu kaçınılmaz seçimi onlar adına kim
yapmıştır? İşte değişmesi gereken değerler bunlar.
G: Peki, Bu yüzden de, anladığım kadarıyla birçok feminist ayrımcılık konusunda
ısrarcılar.
21 Ç.N: Renk ayrımcılıkları ile ünlü, köleliğin kaldırılmasını istemedikleri için Amerikan İç Savaşı’nı göze alan,
ABD’nin güney eyaletlerinde yaşayan beyaz yerleşimciler kast ediliyor.
gtarih.blogspot.com
27
Ancak devrim şartları nedeniyle, onlar kadar en az benim de düşündüğüm şekliyle,
grupları birbirinden ayırarak başarabilir miyiz? Feminist hareket erkeği kendi mücadelesinden
soyutlayarak başarıyı yakalayabilir mi? Bugün kadın hareketinin ezici çoğunluğu, Fransa’da en
azında ve tabi bu Amerika için de doğrudur, ayırımcı.
B: Bir dakika lütfen. Kadınların neden ayrımcı olduğunu bir araştıralım. Amerika için
konuşamam ama Fransa’daki bir çık grup var, bilinçlenme grubu, ve bunlar erkekleri dışlıyorlar,
dışlıyorlar çünkü bunun kadın olarak kendi kimlerini yeniden tanımlayabilmek için önemli
olduğunu düşünüyorlar. Bunu sadece kendi aralarında konuşarak, kocalarının, sevgililerinin,
ağabeylerinin, babalarının yada herhangi bir maskülen gücün önünde asla paylaşamayacakları
şeyleri aktararak yapabiliyorlar. Ancak bu yolla ulaşılabilen bir içtenlik ve güvenilirlik ile
konuşmaya ihtiyaç duyuyorlar. Ve benim yirmi beşimden önce asla var olduğunu yada var
olabileceğini hayal edebildiğim bir derinlikle iletişim kurmanın yolunu bulmuşlardır. En içten
kadın arkadaşlarımla kurduğum en mahrem ilişkilerim de dahi feminen sorunları asla
konuşamazdık. Şimdi ise, ilk kez olarak, bu bilinçlenme grupları ve bu gruplarda kadın
sorunlarıyla gerçekten yüzleşmek arzusu düşüncesiyle, kadınlar arasındaki gerçek dostluk
gelişebilmiştir. Demek istiyorum ki, geçmişte, benim gençliğimde, son zamana kadar, kadınlar
diğer kadınlarla gerçekten dostluk kurmazlardı. Birbirlerini rakip, hatta düşman yada en azından
müsabık olarak görürlerdi. Şimdi, çoğunlukla bu bilinçlenme gruplarının bir sonucu olarak,
sadece birbirleriyle dostluk kurmakla kalmadılar, birbirlerine karşı sıcak, açık, derin olmakta ve
kız kardeşliği ve dayanışma duygusunu gerçeğe taşımaktadır ve bunu lezbiyen cinselliği üzerine
kurulu ilişiklere dayandırmadan yapmaktadırlar. Tabi birçok savaşlar verilmekte, özellikle de
sosyal etkilerle, kadınların erkeklerin de katılımına beklediğine dair, birçoklarının paylaştığı gibi.
Bence, örneğin, burada kürtajın yasallaştırılması gibi. Biz bu konudaki ilk büyük kitlesel eylemi
yaptığımızda, üç yada dört yıl önce, bir çok sayıda erkeğin katılımına şahit olmuştuk. Bu onların
cinsiyetçi olmadığını göstermez: bir kişinin davranışlarında ve değerler sisteminde çocukluk
yıllarının ilk günlerinden beri demirlemiş bir şeyi söküp atmak yıllar, on yıllar alır. Ama en
azından bu adamlar toplumdaki cinsiyetçiliğin farkına varıp ona karşı politik duruş almışlardır. Bu
durumdaki erkekler hoş hareket içinde hoş karşılanmalı, aslında katılmak için yüreklendirme lidir.
G: Ancak bunun yanında birçok grup da, özellikle en azından Fransa’dakiler,
ayrımcılıklarını açıkça dile getirmekte ve mücadelelerini gururla lezbiyen olarak ifade etmekteler.
gtarih.blogspot.com
28
B: Dürüst olalım. MLF (Kadınların Özgürlüğü Hareketi)’de birçok grup var ki, evet,
kendilerini lezbiyen olarak adlandırmaktadır. Bu kadınların birçoğu, MLF’ye ve bilinçlenme
gruplarına, kendilerinin lezbiyen kimliklerinin açıkça dile getirme yeteneği verdiği için teşekkür
etmektedir ki bu harika bir şey. Bu eskiden hiç de böyle değildi. Birçok kadında politik bağlanma
nedeniyle lezbiyen olmuşlardır: bu, lezbiyenliği politik bir duruş olarak görmelerinden
kaynaklanmaktadır, siyahi avukatların ırkçılık karşıtı mücadelelerinin sonuçlarına benzetilebilir.
Ve doğrudur ki, mücadelelerinden erkeklerin dışlanmasında daha dogmatik olma
eğilimindedirler. Ama bu demek değildir ki bu kadınlar her yerdeki sayısız zulümlerin devam
etmesini gözden gelmektedirler. Örneğin, genç Mao’cu eylemci Pierre Overney Renault
fabrikasındaki polisler tarafından eylemleri yaydığı gerekçesiyle soğukkanlılıkla öldürüldüğünde
ve bütün solcular Paris’te yürüyüş düzenlediklerinde, ayrımcılıkla suçlanan radikal lezbiyenler
eylemlere katılmışlar ve mezara çiçekler taşımışlardır. Bu, bir diğer açıdan, onların Overney’in
erkekliği üzerinden kendilerini ifade ettikleri anlamına da gelmez, ancak onlar devlete karşı
yürütülen protestolarda kendilerini göstererek insan – kadın ve erkek üzerindeki suiistimallere ve
sömürülere karşı durmuşlardır.
G: Kadın özgürleşmesinin bir diğer sonucu da, Amerikan kampüslerindeki en son
araştırmaların ortaya çıkardığına göre, erkek iktidarsızlığı büyük bir ilerleme göstermektedir,
özellikle de cinsiyetçiliğe karşı durmaya çalışan genç erkeklerde…
B: Bu onların sorunu. Onlar rolleri oynamaya çalışıyor…
G: Ama kesinlikle, eskiden oynamaya alıştıkları rollerin daha kolay maço olmaya ve
kendilerini daha bencil olarak inanmalarına, erkeksi tiplerini özellikle de, şimdi anlayabildikleri
kadarıyla kendilerini kadınları aşk yapmaya ve kadınları baştan çıkarma denemeleri yapmaya
mecbur hissetmektedirler, çünkü böyle beklendiğini düşünmektedir, şimdilerde ise…
B: Oynadıkları rolün farkına varmak ki, her şeyden önce onları tatmin etmelidir – iki
itibarla da kolay ve cinsel anlamda tatmin edicidir – kadınları tatmin etmekte kaygılanmalıdırlar,
kendilerini değil. Çok yazık. Buna inanarak söylüyorum. Eğer gerçekten kadınlarını seviyorlarsa
ve kendilerine karşı dürüstler ise, otomatik olarak birbirlerini tatmin etmeyi düşüneceklerdir.
Şimdi ise eğer kadını tatmin edemezlerse cinsiyetçi yaftası yiyeceklerinden öyle endişe ediyorlar
ki, hiçbir performans gösteremiyorlar. Ama bu yine de bir performanstır, değil mi? Böylesi
adamlar yaşadıkları çelişki nedeniyle iktidarsızdırlar.
gtarih.blogspot.com
29
Cinsiyetçiliğin son bilincindeki, bu tür adamların kadın hareketinden muzdarip olmaları
çok yazıktır. Erkeklerin geri kalan büyük çoğunluğu bundan kazanç sağlamaya, yaşamı
kadınlara dayanılmaz kılmaya devam ederken hem de…
G: Kazanç?
B: Bir süre önce MLF’nin kadınlara nasıl kızkardeşlik yolunda yardım ettiğini
konuşmuştuk. Her bir birey üzerindeki etkilerinden ve benzeri. Belki de bu kadınların şimdilerde
daha iyi bir konumda olduğu izlenimini yaratmış olabilir. Ama değiller. Mücadele yeni başlıyor ve
ilk aşamalarda bu yaşamı daha zor yapıyor. “Özgürlük” kelimesi o kadar yaygın ki, kadının cinsel
sömürüsünün farkında olsun yada olmasın her erkeğin dilinin ucunda bulunmaktadır. Erkeklerin
genel tavrı şöyle ki: “Tamam, özgürleştiğine göre, hadi yatağa girelim!” Bir başka deyişle,
erkekler şimdi geçmişe göre daha agresif, görgüsüz ve vahşi. Benim gençliğimde laf atılmadan,
aşağılanmadan Monrparnesse’de gezebilir, kafelerde oturabilirdik. Elbette gülücükler alır,
selamlanır ve bakılırdık. Ama şimdi neredeyse bir kadının kafede oturup kitabını okuması
imkansız hale gelmiştir. Eğer kadın yalnız oturmaktaysa muhakkak konuşmak için birileri
tarafından rahatsız edilir, erkek tarafından aşüfte yada kahpe olarak tanımlanır. Günümüzde
tecavüz daha da artmıştır. Genel olarak erkek agresifliği ve saldırganlığı o kadar artmıştır ki
şehirlerde dahi kadınlar güvende hissetmemektedir, hatta Amerika’da bile. Buna rağmen,
elbette, kadınlar evde oturmaya devam etmektedir. Ve bütün bu erkek agresifliğin arkasındaki
yalanlar da böylece ortaya çıkmaktadır. Bu yalanlarda, erkeklerin gözünde, kadın özgürlüğü
güvenlik sorunlarını beraberinde getirmektedir. Bu nedenle de dışarıdakiler kolay hedef olduğu
için ancak evde oturanlara “temiz” gözüyle bakma eğilimindedirler. Kadın bir şekilde o kadar
kolay lokma olmadığı gösterdiğinde ise erkek kendini mücadele çağırılmış hissediyor, bilmem
anlatabildin mi. Erkeklerin tek hedefi kadını “elde etmek” oluyor.
G: Peki bu noktada her Fransız erkeğinin “aşk yapmak bir sanattır” – ki elbette asla
doğru değildir – ve bu sanatın en muhteşem ustalarının kendileri olduğunda dair mitlerine ne
oluyor?
B: Toplumun en parazit tabakaları hariç bu mit ölmüştür. Fransız erkekleri şimdiler en az
bir Amerikalı yada İtalyan erkeği gibi düşünmektedir, tek amaçları “kazanmak”.
gtarih.blogspot.com
30
Kendilerindeki cinsiyetçilikle mücadele eden bir grup erkek azınlık dışında, erkekler
kadınların özgürleştirilmesinden, onların anladığı kadarıyla;, erkekler dünyasında, kariyeri için
sonuna kadar materyalleşmesini yani daha kolay yatağa atılabilir hale gelebilmek olduğunu
sanıyor.
G: Kadınların özgürlüğü üzerine konuşmak bazen gerçekten beni düşündürüyor.
Toplumumuzda, özgürlük para ve güce özgülenmiş durumda. Kadınlar, kadın hareketinin ortaya
çıkışından neredeyse bir asır sonra, bugün daha fazla güç elde edebildiler mi?
B: Sorduğunuz anlamda hayır. Entelektüel kadınlar, marjinal risk alma eğilimindeki genç
kadınlar, zengin ailelerden gelen kadınlar ailelerinin değerler sistemini hiçe saymak istiyorlar ve
bunu yapabilirler de. Bu kadınlar evet daha özgürler. Bu onların eğitiminden, yaşam sitilinden
yada finansal kaynaklarından dolayıdır, böyle kadınlar toplumun rekabetçi kesimlerinden
beslenmekte, komünlerde yada çevrelerinde yaşamakta, kendileriyle benzer deneyimlere sahip
kadınlarla yada kadın sorunlarına duyarlı erkekler iletişim geliştirmekte ve özgür
hissetmektedirler. Bir başka değişle, bireysel olarak, ne pahasına olursan olsun sonuçlarını
karşılayabilen kadınlar özgürlüğü yaşayabilmektedir. Ancak bir sınıf olarak kadınlar özgürlüğü
yaşayamamaktadır, tam da sizin söylediğiniz gibi, çünkü ekonomik güçten yoksunlar. Bugün bir
çok istatistik göstermektedir ki kadın avukat, politikacı, doktor, reklam yöneticisi vb. sayısı
artmaktadır. Ancak bu tür istatistikler aldatıcıdır. Kaç tane güç sahibi kadın avukat yada yönetici
vardır? Kaç tane kadın avukat, hakimi yada hükümet yetkililerini telefonla arayıp bir şey
isteyebilmekte yada özel ricalar talep edebilmektedir? Bu mesleklerdeki kadınlar böylesi
isteklerini erkek meslektaşlarından iletmektedir. Kadın doktorlar? Kaç tanesi cerrah, hastane
yöneticisi? Peki ya hükümetteki kadınlar? Evet, belki biraz. Fransa’da sadece iki tane mevcuttur.
Bir tanesi, ciddi, çalışkan Simone Weil Sağlık bakanı. Diğeri, Françoise Giroud, ki burjuva
kadınlarının sisteme entegre olmasını sağlayan göstermelik kadın bakanlığından sorumlu. Kaç
kadın senato harcamalarından sorumlu? Kaç kadın gazetelerin editoryal yönetiminde? Kaç tane
kadın yargıç var? Kaç tanesi bakna gene müdürü? Kaç tanesi finansal girişimlerin başında?
Gazetecilerin söylediği gibi orta düzey pozisyonlarda birçok kadın bulunması demek
değildir ki kadınlar güç sahibidir. Ve hatta bu kadınlar erkeklerin oyun kurallarını kullanmak
zorundalar.
gtarih.blogspot.com
31
Şimdi ben demiyorum ki bu kadınlar bu mücadelede ilerleme sağlamıyorlar. Ancak bu
sonuç toplu hareketin sonucudur. Simone Veil tarafından sunulmuş yeni kürtaj22 yasasını ele
alalım. Ulusal sağlık programının kürtajı karşılamaması nedeniyle zenginler için kürtajı daha
kolay bir seçenek kılacak olmasına karşın yasa gerçekten de ileri bir adımdır. Yasa için verdiği
çok ciddi mücadeleye rağmen, Simone Veil’in meşruiyeti, Fransa’nın tamamında kürtaj hakkı için
yürüyen binlerce eylemciden, yasak olmasına rağmen kürtaj olduğunu açıklayan binlerce
kadından (ki bu hükümetin ya bu kadınları tutuklaması yada yasayı değiştirmesini zorladı) ve
yüzlerce doktor ve ebe bu yasak işlemi işlediklerini ilan etmesi ve mahkemelerde sürünmesinden
kaynaklanmaktadır. Söylemek istediğim şu, kitlesel hareketlerle kadınlar güç elde edebilirler. Ne
kadar çok kadın kitlesel hareketler için gereken bilince erişebilirse, o kadar çok ilerleme
sağlanabilecektir. Ve bireysel özgürlüklerini aramaya muktedir olan kadınlar ne kadar çok
arkadaşlarını ve kız kardeşlerini etkileyebilirse o kadar çok bilinçlenme yayılacak, sistem
baltalandıkça kitlesel hareketler kamçılanacaktır. Tabi ki, kitlesel hareketler yayıldıkça, daha
fazla erkek agresifleşecek ve vahşileşecektir. Ama daha sonra, ne kadar çok erkek
agresifleştikçe, o kadar çok kadına ihtiyaç duyulacak, kitlesel hareket ihtiyacı o nebzede ortaya
koyulacaktır. Kendilerini Marksist olarak ifade etsinler yada etmesinler, hatta Marx’ın duysunlar
yada hiç duymamış olsunlar, Kapitalist sistemin bir çok işçisi bugün sınıf mücadelesinin
farkındadır. Yani aynı şey cinsiyet mücadelesinde geçerlidir. Ve öyle de olacaktır.
G: Kadınlık üzerine bir başka kitap daha yazman fikrinizi bana geçen yıl söylediğinizde,
İkinci Cins’in bir çeşit devamını kast etmiştiniz, değil mi?
B: Hayır. İlk aşamada, böyle bir çalışma muhakkak kolektif olmak zorundadır. Daha
sonra, mutlaka teoriden çok pratiğe dayanmalıdır. İkinci Cins’te tam ters olmuştu. Bu artık gerekli
değil. Pratikte görülecektir ki sınıf mücadelesi ile cinsiyet mücadelesi iç içedir, yada en azından
birbirlerini beslemektedir. Ancak bugün bütün mücadeleler için geçerli olan bir şey varsa o da
söylemin eyleme dönüşmesi gerektiğidir, tersi değil. Gerekli olan bütün kadın grupları, dünyanın
her yerinden kadınlar, yaşadıkları deneyimleri kaynaştırmalıdır ki bu kaynaşmadan kadınlar ile
her yerde yüzleşmenin yollarını ortaya çıkarabilelim. Hiç şüphesiz daha da zor olanı yapılması
ve böylesi bir bilgi bütün sınıflardaki kadınlardan biriktirilmelidir.
22 Simone Veil 17 Ocak 1975 yılında Kürtajı Fransa’da serbest bırakan yasaya imza atmıştır. Yasa Fransa’da
büyük bir tartışma yaratmış, kilise ve muhafazakârlar Veil’i çok ağır ithamlarla suçlamış ama en sonunda yasa Parlamento’dan geçerek yürürlülük kazanmıştır. Dönemin sağlık bakanı Veil’in bu önerisinden önce Fransa’da kürtaj
yasaklıydı. Kadınlar ya merdiven altı kaçak tesislerde kürtaj ile hayatlarından oluyor yada parası olanlar yurtdışına çıkmak zorunda kalıyordu.
gtarih.blogspot.com
32
Hepsinden önemlisi, bugün kadın hareketinin bayraktarlığı burjuva entelektüelleri, işçi
eşleri ve hatta orta sınıfın değerler sistemine eklemlenmiş kadın işçiler üstlenmektedir. Örneğin,
işçi kadınlarla hayat kadınlarının hakları ve onlara duyulması gereken saygıdan konuşmayı
deneyin. Bunun düşüncesi dahi işçi kadınları şok etmeye yetecektir. Kadın işçilerdeki bilinci
artırmak çok ağır işleyen ve büyük bir incelik isteyen süreçtir.
Bazı MLF üyeleri biliyorum ki bazı işçi eşlerini, erkek egemenliğini temsil eden kocalarına
karşı isyana ettirmeye çalışanlar var. Bunun bir hata olduğunu düşünüyorum. Bir işçinin eşi olan
kadınlar, en azından Fransa’dakiler, bunu kolayca geçiştirebileceklerdir: “benim düşmanım eşim
değil patronum”. Ve bunu bütün günün işte geçirdikten sonra evde eşinin çoraplarını yıkamak ve
kocasının önüne çorba koymak zorunda olsa dahi söyleyecektir. Aynı şey Amerika’da da
geçerlidir, siyah bir kadın sırf beyaz olduğu için kolayca bir kadın özgürlüğü misyonerini
dinlemeyi reddedecektir. Siyah kadınlar siyah eşleri tarafından sömürülmeye sırf onu
uyandırmak isteyenler beyaz olduğu için desteklemeye devam edeceklerdir. Sonuçta, her
nasılsa, bir burjuva feministi bir işçinin karısına ulaşabilir, aynı bugün Amerika’da bazı – siz
garanti ederim çok az sayıdaki bazı – siyah kadınların dediği gibi: “Hayır, sırf onlarda siyah ve
birlikte beyazlara karşı ortak mücadele ediyoruz diye kendi erkeklerimizin boyunduruğuna
girmek istemiyoruz. Hayır, bu bir neden değil. Hayır, onların bizim siyah erkeklerimiz olması,
onların bizi ezmesine engel olmamıştı.” Bazı somut olaylarda, her nasılsa, sınıf mücadelesi
cinsiyet mücadelesini cesaretlendirmeyi bilmiştir. Geçen birkaç yılda, örneğin, Fransa’da
neredeyse katılanlardan tamamı kadınlardan oluşan grevler oldu. Kuzeyde, Troyes’deki tekstil
grevini düşünüyorum yada Thionville’de Nouvelles Galeries’deki grevi, yada Lip’deki o meşhur
grevi. Bu örneklerin her birinde kadın işçiler sadece güçlerinin bilincine varmadılar bunun
yanında güçlerine karşı yeni ve güçlü bir inanç geliştirdiler ki bu inanç evlerinde her gün yüz
yüze kaldıkları erkek sistemini incitmeyi bilmiştir. Lip’te, örneğin, kadınlar fabrikayı ele geçirip
polisin bütün aksi yöndeki tehditlerine rağmen boşaltmayı reddettiler. Başta, kocaları bu militan
kadınlardan çok gururlanmıştı. Kocalar kadınlara yemek getirip, pankart yapmak gibi şeylerde
yardım da ettiler. Sonra kadınlar Lip’te çalışan ve onlarla birlikte greve giden az sayıdaki
erkeklerle de tam anlamıyla eşit olmayı talep edince sorunlar ortaya çıktı. Lip eylemcileri, polis
işgaline karşı fabrikayı korumak için organize olmaya karar verdi. Bu gece nöbeti demekti. Şimdi,
aniden, eylemci kadınların kocaları üzülmeye başladılar. “Eylem yapıp, istediğini elde
edebilirsiniz” dediler ”ama yalnızca gündüz saatlerinde, gece değil. Ne! gece nöbeti mi? Oh,
Hayır! Büyük bir salında nöbetleşerek bir arada yatmak mı? Oh, Hayır!” Doğal olarak, kadın
işçiler direndi. Eşitlik için savaşıyorlardı, şimdi pes etmeyeceklerdi.
gtarih.blogspot.com
33
Sonuçta ikili bir mücadeleye giriştiler, Lip patronlarına, polise, devlete vb toplumsal
güçlere karşı sınıf mücadelesi ve kendi kocalarına karşı cinsiyet mücadelesi. Sendika temsilcileri
Lip’teki kadınların grevden sonra tümüyle değiştiğini, kadınların şu sözleriyle rapor ediyordu:
“bütün bu yaşananlardan çıkardığı bir şey varsa kocamın evde bir daha patronluk taslamasına
izin vermeyeceğimdir, ben artık bütün patronlara karşıyım.”
G: İkinci Cins’i yazarken kadın olma bilincinizin değişmesi gibi Yaşlılık bilinciniz de
üzerine yazarken değişim geçirdi mi?
B: Aslında Hayır. Yaşlılar hakkında birçok şey öğrendim, birçok şey keşfettim. Ama kitabı
ilk başta yazma sebebim de olan yaşlılığım farkına varmamla aslında daha fazla
bilinçlenmemiştim. Ama şimdi yaşlılarla daha bir yakınlık duyabiliyorum. Eskiden daha bir
uzaktım. Şimdi anlıyorum ki bir yaşlı çok fazla şüpheci, bencil ise bunu kendisini korumak için
yapıyor ve kendisine bir güven duvarı inşa ediveriyor. Ama sizin görebileceğiniz gibi, bir kadın
yaşamı boyunca erkeklerden temel olarak, değerler bakımında, yaşam hedefi ve deneyimlerinde
farklılık arz ettiğini görmezden gelebilir. Ancak bireyler için yaşlandığı gerçeğini görmezden
gelmek gerçekten çok zordur. Öyle bir zaman gelir ki, yaşamınızda çizgiyi çekmenin yada sınırı
aşmanın vaktinin geldiğini bilirsiniz. Bugün biliyorum ki, topuklularımın üzerinde nasıl durduğumu
bir daha merak edemeyeceğim, bir daha bisiklete binemeyeceğim, bir erkekle bir daha ilişki
kuramayacağım. Yaşlılık çağlarıma gelmeden önce yaşlılık çok korkardım, en azından çok
endişeliydim. Yaşlandığımda ise, sınırı geçtiğimi anladım, kabullenmek tahmin ettiğimden çok
daha kolay gerçekleşti. Tabi, geçmişe bakım durmaktan vazgeçmelisiniz. Ama gün geçtikçe
bununla yaşamayı düşündüğümden çok daha kolay buldum. Ama o bahsettiğim sınırı kitabım
için gerekli araştırmayı yapmaktan bağımsız geçtiğimi öğrendim. Kitap üzerinde çalışmak kısaca
bana yaşlılığı anlamayı ve daha toleranslı olmayı öğretti.
G: Şimdilerde ne üzerinde çalışıyorsunuz?
B: Aslında hiç bir şey. Bir senaryo yazımına yardım ediyorum, yaşlı İsveçli bir yönetmen
için, aslına bakarsanız. Bir televizyon projesi için Sartre’a yardım edeceğim. Biliyorsunuz kendisi,
yüzyılın yetmiş beş yılı ve kendi tanıklıkları üzerine yapacağı ve ekimde başlayacak olan birer
saatten, oluşan on bölümlük bir televizyon programı için devlet televizyonu ile anlaşma imzaladı.
Ama benim kendime ait belirli bir proje üzerine planım yok. Bu benim içinde yeni bir şey. Eksiden
belirli bir kitap üzerinde dahi çalışıyorken kafamda bir sürü proje tasarlamaya alışıktım.
gtarih.blogspot.com
34
G: İyi bir yaşamınız olduğunu ve hiç pişmanlığınız olmadığını yazmıştınız. Biliyor
musunuz, birçok çift vardır ki Sartre olan, birbirinizi kıskanmayan, açık ilişki olarak tanımladığınız
aşk hayatınızı model olarak alan. Bu kırk beş yıl mı sürdü?
B: Ama bu çok model alınacak çok saçma bir şey. İnsanlar kendi yollarını bulmalı, kendi
yapılarını kurmalıdır. Satre ve ben çok şanslıydık ama aynı zamanda arka planlarımız da çok
müstesna, çok özel. Biz birbirimizle çok genç iken tanıştık. O yirmi üç ben ise yirmi yaşındaydım.
İkimiz de tam olarak şekillenmemiştik, ikimiz de aynı güdülerle entelektüel olarak yaşamımızı
şekillendirmiştik. İkimiz için de edebiyat din ile yer değiştirmişti.
G: Yine de rekabetçisiniz, rakipsiniz…
B: Doğru, benzer tutkulara sahip benzer kişiler zaman zaman rekabet hissedebilirler.
Ama bizim bir başka ortak noktamız var: gençliğimizde neredeyse aynı süreçlerden geçtik.
İkimizin de çocukluğu çok stabil çok güvenli geçti. Bu demektir ikimiz kendimiz dahil kimseye
kendimizi ispat etmek zorunda değildik. Kendimizden emindik. Sanki başlangıçtan beri
kutsanmış gibiydik. Ailemiz, iyi küçük burjuva entelektüelleri olarak, evrendeki hiçbir şeyin
yaşamımızın olağan gidişatına müdahale etmesine izin vermezlerdi. Sartre’ın dedesi, ki babası
henüz o daha bebekken vefat ettiği için onu yetiştirmiştir, aynı şekilde davranmış ve Sartre’ı
büyüyünce muhakkak öğretmen olması gerektiğine inandırmıştır. Ve bu gerçekten de böyle
olmuştur. Bu yüzden büyük krizlerle karşı karşıya kaldığımızda dahi, örneğin 12-13 yaşında iken
Sartre’ın annesinin yeniden evlenmesi yada benim 14-15 yaşında iken babamın beni olması
gereken biçimde sevmediğini öğrenmem gibi, kolayca bu krizleri atlatabilmişizdir. Bizi değiştiren
onlardı, bizler değil. Biz güvensiz hissetmeye o kadar donatılmıştık. Ayrıca, bütün küçük
farklılıklarımıza rağmen, bizler temel olarak ailelerimizin bizi dizayn ettikleri biçime uymaktaydık.
Onlar bizim birer entelektüel olmamızı, okumamızı, çalışmamızı ve öğretmemizi itiyorlardı, biz de
buna katıldık ve öyle de yaptık. Böylece, Sartre ile ben sadece geçmişimizdeki kaynaştırmadık,
aynı zamanda olmamız gerektiği gibi dayanıklılığımızı ve bireysel itikadımızı da birleştirdik. Bu
çerçevede bizler rakip olamazdık. Sonra, Sartre ile aramızdaki ilişki geliştikçe, onun yaşamında
benim, benim yaşamımda onun yerinin değiştirilemez olduğuna ikna oldum. Bir başka değişle,
ilişkimizin sağlam ve aynı zamanda takdir edilmiş yapısını keşfettikçe kendimizi bütünüyle
güvende hissettik, tabi bu kelimeye o günlerde ikimizde gülüyorduk.
gtarih.blogspot.com
35
Kendini bu kadar güvende hissedince kıskanmak kolay olmuyor. Ama Sartre’ın
yaşamında bir başka kadının benim rolümü çaldığını düşünseydim, elbette ben de kıskanırdım.
G: Yaşamınızın geri kalanını nasıl görüyorsunuz?
B: Çok kestiremiyorum. Tahminimce yakında yeninden yazmaya başlayacağım, işe
yeniden koyulacağım, ama yapacaklarım konusunda bir iddiam yok. Feminist grupların safında
kadınlar için çalışmayı sürdüreceğim, Kadınlar Birliği için, elbette yapabildiğim yegane yol ile,
açıkça söylemek gerekirse devrimci mücadeleye devam edeceğim. Ve ikimizden birimiz ölene
kadar Sartre’la birlikte olacağımı biliyorum. Ama biliyorsunuz; o 70, ben ise 67 yaşındayız.
G: Umutlu musunuz? Uğruna mücadele ettiğiniz değişiklikler gerçekleşecek mi?
B: Bilmiyorum. Ama benim görmeyeceğim kesin. Belki dört kuşak sonra. Devrimi
bilmiyorum. Ama kadınların mücadele ettiği değişimler, evet, kesinlikle eminim ki, kadın bu
büyük mücadeleyi uzun dönemde kazanacak.
gtarih.blogspot.com
36
İslam'ın Kadına Bakışı Üzerine Bir Örnek Yazı:
Ali Bulaç ve Dekolte-Taciz/Tecavüz İlişkisi
17 Şubat 2011 günü gazetelerde Selçuk Üniversitesi İlahiyet Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Çeker'in açıklamalarını okumuştuk. Ne diyordu Sayın Çeler: "Sen dekolte giyinirsen bu
tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmaz. Tahrikten sonra şikâyet etmen makul değil.
Elbette işlenen suç son derece iğrençtir. Lakin bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik
edici kıyafetler giyen kadının da etkisi küçümsenemez." (17 Şubat 2011, Zaman)
Bu demecin ardından medyada konu işlendi, karşı argümanlar ileri sürüldü ancak
konunun tartışması ülkemizde ne yazık ki bitmedi, biteceğe de benzemiyor. 21 Şubat günü
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç "Organizmanın tepkileri" başlıklı bir yazı kaleme alarak
tartışmaya dahil olmuştur. Kaleme aldığı yazı tamamıyla bilimsellikten uzak, bir erkeğin elinden
çıktığı belli olan duyarsız, insafsız, acımasız bir yazı. Yazıyı okuyabilmeniz amacıyla linki şöyle:
http://tinyurl.com/65uudmq
Yazıda yer alan bazı noktalara itiraz edeceğim. Hoş böyle bir yazıyı ciddiye alıp cevap
yazmak dahi abesle iştigaldir ama maalesef ki bu tür insanların kendilerini "akil adam"
"demokrat" "aydın" saymaları, bazıların bu tür zırvaları doğru kabul etmesi, itiraz edilmeyince
veya ciddiye alınmayınca bu tür yazıların kabul görmesi nedeniyle toplumumuz açıkça
yanıltılmaktadır. Ali Bulaç yazısında Prof. Çeker'in görüşlerini sadece savunmamış ayrıca
kaynakları ile birlikte gerekçelendirmiştir.
gtarih.blogspot.com
37
İslami kimliği olan akademisyenler ifade özgürlüklerini kullanmaya sıra geldiğinde,
demokrasiyi ve üniversitenin bilimsel özgürlüğünü dillerinden düşürmeyenlerin nasıl bir anda
yasakçı kesildiği bir kere daha ortaya çıktı demiş Ali Bulaç. Şu ana kadar demokrasiyi ve
üniversitenin bilimsel özgürlüğünü dillerinden düşürmeyen her hangi bir yazarın bazı görüşlerin
savunulması bazı görüşlerin savunulmaması gibi şey söylemesi başta savunduğu demokrasi ve
bilimsel özgürlük savıyla bağdaşmaz. Bu bağlamda eğer böyle yapan bir kişi varsa gerçekten o
kişinin demokrasi ve bilimsel özgürlüğü savunduğu söylenemez. Böyle bir şeyi savunan veya
bazı düşünceler için özgürlük bazı düşünceler için sansür isteyen birisinin görüşlerini
demokratlar için ölçü kabul etmek bilimsel değildir. Demokrasinin görüşler arasından makul
olanalar/olmayanlar ayırımı yapması gibi bir şey yoktur. Bütün "sapkın" görüşlerin
savunulabilmesi demokrasinin temelidir. Demokratlara böyle ders vermeye çalışan Ali Bulaç,
yanlış bir önyargıda bulunuyor. Demokrat zannettiklerinin demokrat olmadıkları ortada iken
demokrat olmayanlara bakarak demokrasiye laf söylemeye kalkıyor.
Modern kadın bakış açısı veya feminizmin derin etkisindeki muhafazakâr yazarlar, yine
özür dileyici üsluplarıyla ortaya çıkıp Nur Sûresi'nin 30. ayetini delil göstererek, aslolan "erkeğin
gözlerini haramdan sakınması gerektiğini" hatırlattıklarını yazan Ali Bulaç bu söylemiyle
kendisinin de dahil olduğu muhafazakarlar içersinde de konu ile ilgili görüş ayrılıklarının
olduğunu böylece ifşa etmiş oluyor. Belirttiği yazarları tanımıyorum ancak bir kimsenin hem
modern kadın bakış açısı ve feminizmin etkisinde olup hem de muhafazakar olması kabul
edilemez. Böyle bir çelişki ancak memleketimizde mümkündür. Bunun mümkün olmaması zaten
Ali Bulaç'ın alıntıladığı cümleden de ortaya çıkmaktadır.
Modern Kadın Bakış Açısı ve Feminizmin "sözde" etkisi altında olan bu yazarlar Prof.
Çeker'in bakışına cevap verirken yine Kur'an'a sığınıyorlar. En ufak bir sorunda gökten indiğine
inanılan kutsal kitaba sığınan bir kişinin modern kadın bakış açısı ve feminizim etkisi altında
olduğunu söylemek saçma olacaktır. Bir kişi ya modern kadın bakış açısı ve feminizminden
etkilenir yada muhafazakar normlar ve Kur'an'dan. Kutsal kitaptaki ve geleneklerdeki kadın
karşıtı bakış açısının modern bakış açısı ve feminizm ile keşismesi iki kaynağa göre de mümkün
değildir.
gtarih.blogspot.com
38
Yazısının ilerleyen kısımlarında yazar Ali Bulaç iyice karıştırmış ve şöyle bir cümle
kurmuştur: ...erkek organizması, çıplak kadın bedeniyle karşılaştığında, cinsel arzu duyar.
Çünkü çıplak beden ona uyarıcı mesaj vermiştir, uyarıya rağmen erkek herhangi bir istek
duymuyorsa, sorun var demektir... Bu cümlenin neresinden tutsak elimizde kalıyor. Erkek
organizmasınn çıplak kadın bedeniyle karşılaştığında cinsel arzu duymasının tek nedeni olarak
kadının çıplak olmasına bağlaması gariptir. Bir erkeğin yazdığı her halinden belli olan bu
cümleye göre erkekler çıplak kadın görünce uyarılırlar. Çünkü bu görüşe göre çıplak kadın
uyarıcıymış ve bu uyarıcı karşısında erkeğin istek duyması gerekirmiş. Eğer erkek istek
duymuyorsa sorunluymuş. Ali Bulaç bir mesai saati içersinde yüzlerce çıplak kadın gören erkek
doktorları neden herhangi bir hastasına tecavüz veya taciz etmed iğini bilmez mi? Bilir elbet ama
işine gelmez. Ayrıca bir erkeğin önüne gelen her kadınla birlikte olmak istememesi sorunlu
olmanın bir işaretiymiş. Tevekkeli değil ünlü hocaların seks kasetleri ortada geziyor. Hocalar
erkekliklerinin sorunlu olmadığını kanıtlamak için önlerine çıkan her kadınla düşüp kalkıyor. Ali
Bulaç bir erkek, erkektir yapar görüşünü benimsemesi de doğal. Ne de olsa erkeğin elinin kiridir.
Ali Bulaç daha sonra sahillerde neden daha çok tecavüz olmadığını açıklamaya çalışıyor
ve diyor ki sahillerde "aşırı uyarılma" varmış ve o yüzden çıplaklık bir anlam ifade etmiyormuş.
Yazar bu satırları yazarken ne kastettiğini anlamak çok güç ancak bu cümleden benim tek
anladığım Ali Bulaç'ın daha önce hiç sahile gitmediği veya gitse bile Türkiye sahillerine
gitmediği. Ülkemizin cinselliği bastırılmamış gençleri o sahillerin etrafında pusu kurup,
mastürbasyon yaparlar. Ali Bulaç bilmez mi ki turistlere taciz ve tecavüz vakaları yaz aylarında
vakayi-adiyeden olmuştur. Yazlık beldelerde bulunan gece kulüplerinin girişleri o akşam "iş
görmek" isteyen azgın gençlerimiz ile dolup taşar. Bu gençler bütün gün ve gece "aşırı
uyarılma"ya maruz kaldıkları halde hala cinsel açlık duyarlar; kadınlara laf atar, taviz eder ve
tecavüze yeltenirler.
Ali Bulaç bütün bir yazısında kadını taviz ve tecavüzde haksız çıkarmak için uğraşıyor.
Erkekleri mülkün sahibi, kadını bir mahlukat gören bir dinden ancak bu kadar alim çıkar. Ali
Bulaç zaten başörtüsünün de taciz ve tecavüz gibi eziyetlerden kurtulmak için getirilmiş
olduğunu söylüyor. Doğru çünkü İslam’ın bakış açısı budur. İslam kadının aciz olduğunu,
erkeklerin güçlü ve hak sahibi olduğunu öğütler. Erkek eğer örtüsüz bir kadına ilişirse onda bir
beis görmez. Çünkü kadın erkeğe kuyruk sallamış ve onu tacize/tecavüze çağırmıştır. Kadın
örtünürse bu tür eziyetlerden kurtulmuş olacaktır.
gtarih.blogspot.com
39
Erkeklere ait köhne bir değerler sistematiğinin tarihi ve kültürel devamı olan İslamiyet,
kadını bir mal gibi görmeye devam ediyor. Bütün Müslüman toplumlarından bu ne yazık ki
böyledir. Ali Bulaç bu görüşü destekliyor ve gerekçelendiriyor. Ona göre zaten kadının cinsel bir
obje olması ve erkeği uyarması "bilimsel" bir veriye dayanıyor. Erkeğin uyarılmasının tek sebebi
olarak başörtüsüz kadınları görüyor. Ali Bulaç'ın bu görüşü sizi şaşırtmasın, İslam’ın
kaynaklarında ve diğer bütün İslam alimlerinin kitaplarında, aynı Ali Bulaç'ın yazısında yaptığı
gibi gerekçeler bulmak mümkündür. Ali Bulaç'a değil, onu böyle düşünmeye sevk eden
kaynaklara eleştiri getirmek gerekmektedir.
gtarih.blogspot.com
40
Türkiye’de Değişim, Cinsel Kimlik ve Kadın
“Eski Türkler hem demokrat hem de feminist idiler.” Ziya Gökalp’a ait bu söz ne kadar
iddialı görünmekte bu topraklarda yaşamış ve yaşamakta olan halklar göz önüne alındığında.
Toplumumuz sınırları içersinde, günümüz koşullarında ne kadar yaşam şansı bulabildiği göreceli
olarak yorumlanabilecek olan cinsel kimliklerin oluşumunda fizyolojik, biyolojik ve genetik
etkilerin varlığı hiç kuşkusuz sosyal sınıflandırmaların cinsel kimlik üzerindeki etkisi yanından
önemsiz kalacaktır. Kişinin biyolojik olarak varlığını hissettiği anlamın çok ötesinde bir anlam
yüklenen cinsel kimlik birçok toplumsal kurumun temelinde yatan varsayımların oluşmasında
etken olarak kabul edilebilir.
Bireylerin erkek ya da kadın olarak ayrıştırılmadığı neredeye herhangi bir din bulunamaz.
Bir siyasal ideolojinin hitap ettiği kitleyi erkekler ve kadınlar olarak ayrıca görevler biçmediği
düşünülebilir mi? Ekonominin toplumdaki kıt kaynakların paylaşımının nasıl yapılacağı sorunsalı
üzerinde düşünürken bireylerin erkek ve kadın olarak ayrı ihtiyaçları olduğu bu yüzden
kaynakların da çeşitleneceği varsayımda bulunmasından daha doğal ne olabilir. Hemencecik
akla geliveren bu ve benzeri düşünceler bize şunu göstermektedir ki sosyal bilimlerin en temel
varsayımlarından bir tanesinin toplumun erkek ve kadınlardan oluştuğudur. Ancak bu kadar
temeli teşkil eden, böylesine bir varsayımın kast ettiği erkek ve kadınından ne anlaşılması
gerektiği uzunca zaman, üzerinde anlaşılmayan kavramlardan bir tanesi olmuştur.
Erkeği ve kadının bir birlerini anlamakta çektikleri güçlük o kadar büyüktür ki işin sonunda
kadının Venüs’ten, erkeğin ise Mars’tan geldiği bile söylenmiştir. Klasik zamanlardan Modern
zamanlara insanların üzerinde düşündüğü cinsel kimlik ve bu kimlik tanımlamaların sosyal
hayatta bu kadar belirleyici olmalarının nedenlerinin ve nasıllarının ortaya konması, tarihsel
süreçte dünyada ve ülkemizde gözlemlenebilecek gelişiminin açıklanması feminist çalışmaların
temel gayeleri olarak belirlenebilir.
Kadının toplumuzdaki algılanışın, toplum düzenimizde meydana gelen büyük değişiklikler
ile birlikte değişime uğradığı, bir ilerlememeden bahsedilse bile bunun ancak iki ileri bir geri
ritminde ağır ve zorlayıcı adımlar ile gerçekleştiği unutulmamalıdır. Orta Asya steplerinden
Avrupa’ya, Sibirya buzullarından Sahra çöllerine uzanan geniş bir coğrafyada yayılmış ve
sonunda bir Anadolu yarımadasına yerleşmiş bir büyük ulusun evlatları olarak Türkler her
karşılaştıkları kültürden birçok şeyler öğrenmiştir. Geniş coğrafi yayılımlar gösteren her toplum
gibi farklıkları özümsemiş ve gelişimini gerçekleştirebilmiş olan ulusumuzun, kadına bakışı da
elbette ki tarihin akışı içersinde değişiklikler göstermiştir.
gtarih.blogspot.com
41
Anayurdu olan steplerde yaşamın getirdiği zorluklara karşı toplum bireyleri arasında
herhangi bir ayrışmaya gitmeden sorumluluk dağıtılmıştır. Toplumun yarısının, bugünün
dünyasında erkek işi görülebilecek savaşçılıktan ve avcılıktan alıkonmaması kadınların toplum
hayatından soyutlanmaması ile sonuçlanmıştır. Toplumdan soyutlanmayan, erkekler ile birlikte
savaşan ve avlanan bir kadının bedeni ve zekası en az erkekler kadar gelişme göstermiştir.
Toplumunu eşi ile birlikte yöneten kadın hatunlar, işte ancak böylesine toplumlarda çıkabilirdi de
zaten. Altında Hakan ile birlikte Hatun’un da imzası bulunan emirlerin varlığı, kadınların bizzat
yönetebildiği kurultaylar ve savaşlar, biz Türklerin tarihinde kadına verilen eşdeğerin birer kanıtı
olarak bugün herkesin malumudur. Aynı zamanlarda dünyanın başka köşelerinde bir meta gibi
alınıp satılan, kölelerden bile aşağı görülen, doğduğunda yeri gelip toprağa gömülen, toplum
hayatından olabildiğince soyutlanan kadınların varlığı Türk toplumunda gözlenenlerin değerini
gösterecektir.
Toplumun tarihsel kökenlerinde böyle derin destek noktaları bulabilen kadın hareketi
kuşkusuz dünyanın başka memleketlerindeki hemcinslerinden daha kolay çıkış noktaları
bulabilmiştir. Toplumun bu büyük coğrafyada yaşadığı onca değişime rağmen nerdeyse
genetiğine işlemiş bulunan kadın-erkek eşitliği gün gelip kadıncıların kendilerine gereken kudreti
bulmasında yardımcı olacaktır.
Her toplumda gözlenen idare şekilleri, dini ritüeller ve gelenekler bütün bireyler gibi
kadınları da etkilemiştir. Kadının yaşadığı toplumun ideolojisinden, dininden ve geleneğinden
soyutlanarak ele alınması elbette bir anlam ifade etmez. Kadın, belki de toplumun diğer
kesimlerine oranla daha fazla olarak, içinde yer aldığı toplumun sosyal kısıtlamaları ile
sınırlandırılmış ve kalıplaştırılmaya çalışılmıştır. Özellikle de bizimkisi gibi din ve gelenekten
sıyrılamamış geri kalmış toplumlarda.
Cinsel kimlik tanımlamaları üzerine kurulu sosyal kurumların dönüp tekrar cinsel kimlik
üzerine baskı oluşturmaları sosyal bilimcilerin araştırma konularından bir tanesini
oluşturmaktadır. Gerçekten cinsiyetlerin toplum hayatında nasıl davranış kalıpları göstermesi
gerektiğini öğütleyen sosyal kurumların temelinde yine cinsel kimlik tanımlamaları yer
almaktadır. Bu bağlamda ele alındığında sosyal bir kurum olarak siyaset de aynı din ve gelenek
gibi kadının toplumda üstlenmesi gereken görevlerin belirlenmesine çalışmıştır. Siyasal düzenin
ne olduğu kadının toplumda nasıl algılandığını etkilemiştir. Siyasal düzenlerin çeşitliliği göz
önüne alındığında kadın boyutunun pek de olumlu bulunamayacağı açıktır. Yeryüzünde birçok
toplumda uygulanan birçok siyasal düzenden çoğunluğunun toplumlarındaki kadınlar için her
zaman olumlu düşünceler beslediğini düşünemeyiz.
gtarih.blogspot.com
42
Kadın genel itibari ile tarihinde bize gösterdiği üzere, siyasal düzen ne kadar çeşitli olursa
olsun erkeğin hizmetinden kurtulamamıştır, bu acı bir gerçektir. Ortaçağın karanlık dehlizlerinden
modern dünyanın geri kalmış toplumlarına kadar şeytanın yeryüzündeki gölgesi gibi algılanmak
kadının kaderi olmuştur. Böylesine bir tarihi perspektifle kendi toplumumuzun geçmişini
izlediğimizde dünyanın geri kalanından farkımızın geldiğimiz topraklarda kaldığını söyleyebiliriz.
Batıya doğru ilerleyen toplumumuz kurduğu her devlet ile beraber istisnaları ayrı tutarsak elbette
kadının toplum yapısındaki değeri gerilemiştir. Özellikle günümüzde yansımalarını hala
yaşadığımız, toplumsal mirası üzerine kurulduğumuz Osmanlı Devletinde kadına bakışının
gittikçe hızlanan bir gerileme kaydettiğini belirtmeliyiz.
Osmanlı Devletinde onca yenileşme çabalarına rağmen toplumun giderek
teokratikleşmesi, kadınların toplum yaşamı içindeki rolleri üzerine kısıtlayıcı geleneklerin ve
kuralların doğmasına neden olmuştur. Devletin uzun zamandır yaşadığı siyasal çözülmeye
karşılık, çarenin eskinin kurallarında aranmış, eğer toplum kurallara uysaydı başların bunca
badirenin gelmeyeceği inancını beslemiş ve toplumun ve bürokrasinin giderek eskiyen kuralları
daha sert ve acımasız uygulanmasını doğurmuştur. Toplum değişen şartlara uygun yeni kalıplar
yaratmak yerine var olan toplumsal kalıplara daha fazla sarılırsa şartların değişeceği yanılgısına
kapılmıştır. Tarihi bir kırılma ile bir liderin karizmatik önderliğinde toplum yeniden yapılana kadar
bu yanılgı yaşam şansı yakalayabilmiştir.
Bugünün şartları göz önüne alındığında, toplumun yaşadığı bu büyük kırılmanın, sosyal
tanımlarda her hangi bir değişmeye gitmeyeceğini varsaymak en hafif değimle saf dillilik
olacaktır. Türk toplumu yaşadığı devrim sonrasında bir bilinç uyanışı yaşamış ve toplumsal
sınırlandırılmalarının ortadan kaldırılması adına birçok sosyal tanımını yasalar bağlamında olsa
da yenilemiştir.
Toplumda yerleşik birçok kurumun yeniden yapılandırılmasını gerekli kılan büyük
devrimlerin yapılması, kuşkusuz kadının hukuki konumunu güçlendirmiştir. Ancak doğrudan
kadının yasalar önündeki haklarını etkileyen devrimlerin gerçekleştirilmesi, evrimsel süreç
içersinde uzun zaman alabilecek kazanımların daha çabuk elde edilmesini sağlamıştır. Ama ne
yazık ki kadının özgürlüğü meselesine geldiğimizde, toplumun Osmanlı’nın yenileşme
çabalarından beri neredeyse yerinde saydığını söylemek mümkündür. Kadının özgürlüğü
önündeki engellerin ana kaynağı yasalar değildir.
gtarih.blogspot.com
43
Şüphesiz yasalar ile sağlanan birçok kazanım kadın hareketinin amaçları arasındadır,
ancak ana hedef olan kadının özgürlüğü için yapılması gereken yasaların değil anlayışların
değiştirilmesidir. Anlayışın oluşmasında elbette yasaların bir etkisi olduğu düşünülecek o lursa
yapılan devrimlerin bir adım olduğu ancak yarışın henüz tamamlanmadığı anlaşılacaktır. Büyük
devrimin başarısının tartışılması bu eserin konusu dışındadır ancak yasalar ile yapılmaya
çalışılan kadının toplumdaki yerinin güçlendirilmesi çabalarının sonuçsuz kaldığı çok açıktır.
Toplumu tetikleyen diğer unsurlar, yasalar karşısında daha etkin çıkmışlardır. Kadının bölgesel
farklılıklar dışında toplumsal anlamda kalkındığını iddia etmek gözle görüneni inkâr etmek olur.
Bu noktada devrim sırasında Mustafa Kemal’in kırmakta en zorlandığı sosyal tanımlamanın
toplumun kadına bakışı olduğu dikkatlerden kaçmamıştır. En sert softa tabakanın kılık kıyafetine
dahi karışan devrimci kadronun iş kadının kılık kıyafetine gelince ağırdan alması toplumun en
ılımlı tabakaların dahi çok sert tepki vermesinden çekinildiği izlenimini doğurmuştur. Yasalar,
düzenlemeler ve yasaklar yerine eylemli örnekler ile kadının kabuğunu kırıp sosyalleşmesi
özendirilmeye çalışılmış, batılı giyim tarzı Şapka Kanunu örneğinde olduğu gibi yasak ile değil,
telkin ile topluma enjekte edilmeye çalışılmıştır.
Kemalist devrimin kadının toplum içersindeki konumunu yükselttiği bir gerçektir ancak
toplum devrim heyecanının yitirilmesiyle birlikte eski alışkanlıklarına geri dönülmüş özellikle
devletin uzanmakta güçlükler çektiği bölgelerde kadın bir meta gibi kullanılmaya,
özgürlüklerinden ve kazanımlarından alıkonulmaya başlanmıştır. Birçok kereler anlatıldığı üzere
kadının gündelik hayat içimdeki ikinci planda kalmışlık durumu kısa sürede çözümlenecek gibi
görülmemektedir. Kemalist devrimin üzerinden geçen sürede halkın ona gösterdiği tepkinin
devrimle beraber gelen kazanımların ne kadar koruna bildiği ile ölçülebilir. Bu bağlamda kadın
haklarının yasalar önünde elde ettiği kazanımların, toplumun gündelik yaşamına ne kadar sirayet
ettiği okuyuculara bir ipucu vereceğini düşünmekteyim.
Türkiye’de yaşanan değişimlerin toplumsal boyutlarını ve kadının bu değişimlerde
gözlenen içeriğini irdeleyen, Osmanlı’dan günümüze yaşadığımız coğrafyada kadının toplum
içindeki konumunun anlaşılmasına yardımcı olan, yarının değişimlerini gerçekleştirecek olan
bireylere, toplumun özellikle kadın konusunda geldiği noktayı özetleyen bu çalışma bir tarihçi
perspektif ile yaşanan değişimleri gözler önüne seriyor. Konuyla ilgilene herkese olduğu kadar
feminist kuramlar üzerinde çalışmayı düşünen öğrencilerin de her an elinin altında bulunmasını
isteyeceği bu eser okuyucusuyla buluşmayı bekliyor.
gtarih.blogspot.com
44
gtarih.blogspot.com
45
Türkiye’de 8 Mart ve Tarihsel Bir Bakış
Kadın hareketinin büyümesi ve kadınlık bilincinin yükselmesi sosyalist hareketlenmeden
bağımsız değerlendirilemez. Kapitalizmin batılı ülkelerde giderek ezici sonuçlar doğurması,
Marx’ın görüşlerinin işçi sınıfı ve ilerici aydınlar tarafından daha iyi anlaşılması ile
sonuçlanıyordu. Yirminci yüzyılının başlarında görülmeye başlanan ilk işçi hareketleriyle başat
kadın hareketi de Sosyalistlere öykünerek örgütlenmeye ve temsil kudretlerini güçlendirmeye
başlamışlardır. İkinci Enternasyonel’de kadın artık bir sınıfsal kütle olarak temsili için
mücadeleye girişmiş. İlk feministlerin cesaretli çırpınışları ardından sonra şimdide işçi hareketi ile
kadın hareketi arasındaki dayanışmaya gidilmiş, kadın özgürlük mücadelesinde yanında
proleterleri bulmuştur.
Kadınların savaş sonrası dönemde edindiği proleter kimliği nedeniyle Sosyalist hareket
içinde kadın hareketi her zaman güçlü bir kanat olagelmiştir. Avrupa’daki hareketlilik bir yana
kadınların ABD’deki mücadeleleri de dünya kadınlarına ilerici örnekler göstermiştir. ABD’de
yüzyılın başında kurulan ilk sosyalist partiler içinde kadınlar da aktif roller almış ve eşitlik,
özgürlük kavgalarını işçilerle omuz omuza vermişlerdir. Avrupa’daki güçlü kadın hareketinin
öncülerinden Clara Zetkin ve diğer Alman feministleri ABD’dekine benzer bir kadınlar gününün
belirlenmesini İkinci Enternasyol’e teklif etmişlerdi. Zira ABD’li Amerikan Sosyalist Partisi 28
Şubat’ta öteden beri geçen yıllarda gerçekleştirilen protestoları anmayı adet edinmişti.
Zetkin ve Alman sosyalistlerinin İkinci Entarnasyonel’e sundukları tekliflerinde özellikle bir
tarih belirtilmemişti ama 1911’de ilk kadın günü kutlamaları 19 Mart tarihinde birçok Avrupa
ülkesinde yürüyüşler ve protestolar ile kutlanmıştı. Avusturya, Danimarka, Almanya, İsviçre ve
Paris komününde kadınlar pankartlar ve sloganlar ile yürümüşler, hemcinslerini bilinçlendirmek
için dikkat çekmeye çalışmışlardır. İlk talepler oy kullanma ve kamu hizmetine girme hakkı
olmuş, hep bir ağızdan ücret eşitsizliğine isyan edilmiştir. Ancak ne yazık ki İkinci Entarnasyonel,
kadın hareketine karşı soğuk davranmış ve sosyalizmin ayrıca kadın sorunlarına karşı
bölünmesine karşı çıkmıştır. Entarnasyonel’in bu üzücü tavrına rağmen kadın hareketi yürekli
mücadelesine cesaretle devam etmiştir. Çok değil daha geçen sene İngiliz Avam Kamarasına
dayanan kadın protestocuları zorla uzaklaştıran İngiliz Polisi 100’den fazla kadını tutuklamış ve
kadın hareketini zorla bastırmaya çalışmıştı. 1913’te ise Kral’ın ayakları altına kendini atan Emily
Davison hayatını kadın hareketine dikkat çekmek için yitirir.
gtarih.blogspot.com
46
Rusya’daki ilk yürüyüşler ise Sovyet devriminden önce gerçekleştirilmiştir. Rus
feministleri de ABD’li hemcinsleri gibi Şubat ayını son Pazar günü kadın sorunlarına dikkat
çekmek için yürümeye ve gösterilen yapmaya başlamışlardı. Ancak Rusya’nın Julyen takvimi
kullanması nedeni ile Rusya’nın kutlamaları Gregoryen takvimde 8 Mart’a denk ediyordu. 1913
ve 1914 tarihlerinde ise kadın gösterileri savaş karşıtı protestolarla da birleşmeye başlar. Sovyet
devriminden sonra ise 8 Mart tarihi gelenekselleşmeye başlar.
1917’de Sovyet kadınları “Ekmek ve Barış” için yürüyüşlerini her sene tekrarlamaya
başlar. 1918’de İngiltere, Almanya, Avusturya, Litvanya ve Polonya’da kadınlara oy kullanma
hakkı tanınır. Gösterilerle ile birlikte kadınlar ilk kazanımlarını elde etmeye başlamıştır. Çin,
İspanya ve Çek kadınları da Sovyetler ile birlikte bu tarihte iş bırakıp kadın sorunlarına dikkat
çekmek için yürüyüşler düzenlemeye başlar. Çin devriminin ardından Çin komünist hükümeti de
8 Mart’ı tanır ve çalışan kadınların kutlamalar için iş bırakmalarına izin verir. Batı ülkelerinde
kadın hareketi mücadele ile kazanımlarını peyderpey kazanmakta ve yavaş ilerlemektedir. 60’lı
yılların özgürlük talepleri ile birlikte kadın hareketi tekrar alevlenir, batıdaki toplumsal kalıplar
yıkılmaya ve bireylerdeki ahlaki ve dini tabular kırılmaya çalışılır. Özgürlük talebiyle cinsiyet
mücadelesi hız kazanır. 1975’te BM öncülüğünde ilk uluslararası kadın konferansı Meksika’da
toplanır. 8 Mart burada Uluslararası Kadınlar Günü olarak kararlaştırılır. 1977’de Birleşmiş
Milletler genel kurulunun 8 Mart’ı Uluslararası Kadınlar Günü olarak ilan etmesiyle de 8 Mart
uluslararası bir geçerlilik kazanır.
8 Mart’ın tarihi kısaca böyle iken günümüzde kadın hareketi açısından bu günün hala bir
önemi var mıdır? Yada post-modern çağın değerleri soysuzlaştıran tüketim alışkanlıklarında,
geçtiğimiz yüzyılın kazanılmış savaşlarını yasını tutmak ne kadar anlamlı? Bu ve benzeri
soruların akla gelmesi olası. Ancak günümüzün iletişim fetişisti toplumunda değerlerin giderek
artan bir hızda aşındırılması birçok konuda olduğu gibi özellikle az gelişmiş toplumlarda büyük
yaralara sebep olmaktadır. Sadece teknolojiye sahip olmanın gelişmişliğin bir emaresi
olamayacağı, gelişmiş batı toplumlarının modası geçmiş teknolojik oyuncaklarına alternatif bir
pazar olmak gibi bir kaderlerle yüzleşileceği açıktır. Kadın, batıda bugün iki yüzyılın sorunlarla
ile cebelleşmiyor, doğru, peki ya doğuda? Hadi doğulu kadının varlık sorunları batı tarafından
görmezden geliniyor diyelim, peki batılı kadınların günümüzde hiçbir cinsiyet meselesi
kalmamıştır denilebilir mi? Özellikle yıkılan duvarın arından kültürümüz üzerinden silindir gibi
geçen küreselleşme sonrası!
gtarih.blogspot.com
47
Yine de büyük atılımların gerçekleştiği, kadınların sorunları konusunda yasal ve düşünsel
birçok kazanımın elde edildiği su götürmez bir gerçektir. Artık batılı kadın siyasal, ekonomik ve
fiziki sorunları için ölümüne bir savaş vermek zorunda değildir. Genel oy ilkesi, eşit ücret,
çalışma koşullarında fiziksel yeterlilik, bedensel mülkiyet, cinsel tercihlerin özgürce ifadesi ve
benzeri birçok ilerici adım artık batılı kadın için geri kalmıştır. Ancak ne yazık ki verdiğim bu
örneklerin tamamını doğulu ülkelerde (yada az gelişmiş ülkelerde) [veya Müslüman toplumlarda]
görememekteyiz. Doğuda kadın mücadelesi yarım kalmış, kadın özgürlüğüne kavuşamamıştır.
Hoş batılı kadının da iki binli yıllardan bu yana gösterdiği sessizlik de kendisine çok pahalıya
patlamış, çalışma yerlerinde kadın sömürüsü, medyanın ve toplumun kadına olan sapkın cinsel
bakışı ve karar alma mekanizmalarında kadına uygulanan ambargo hızla artmıştır.
Doğuda yarım kalan mücadelenin nedenleri üzerinde durmanın önemine inanmaktayım.
Zira içinde yaşadığımız ülke doğulu, Müslüman ve gelişmemiş bir ülkedir. Doğuludur zira bütün
sahte kapitalist görünüme karşın yarı-feodal aile ilişkilerini ve erkek egemen düşünce yapısını
sürdürmektedir. Müslümanlığı başka inançlara ve yaşam şekillerine saygı gösterecek bir biçimde
yorumlayamamış, dini ve ahlaki zorbalığı toplum yaşantısından atamamış, sözde laik yasalarına
rağmen inanç dışı bir düşün dünyası kuramamış olması nedeniyle yazımıza konu olmaktadır.
Gelişmemiştir çünkü 1980 darbesi sonrası ülkenin dış pazarlara açılması, Avrupa Birliği ile artan
ticareti ve bireysel mülkiyetin aşırı yorumlanması nedeniyle kapitalist gibi görünmesine rağmen
aklen şehirleşememiş, eğitimini medenileştirememiş, kaba, görgüsüz ve gittikçe cahilleşen bir
nesil yaratarak kördüğümsel bir gelişmemişliğin esiri olmuştur.
Türkiye’nin idari, ekonomik, kültürel ve teknolojik gelişmişliği günümüzün artan ticari
hareketliliğine rağmen hala batının gerisindedir. Çünkü Türkiye bütün batılı gibi olma iddiasına
rağmen batının doğulu bir pazarından başka bir şey değildir. Kendi yaratımı, kendi üretimi, kendi
kazanımı hiçbir şey yoktur. Batının icatlarını tüketmekle batılı olunmayacağı gibi batının icatlarını
ülke içinde montaj etmek de sanayimizi batılı yapmaz. Türkiye’nin doğulu kimliği ne yazık ki
açıkça ifşa edilmedikçe kadınların meseleleri dahil hiçbir mesele açık yüreklilikle konuşulamıyor,
tartışılamıyor. Bütün bunların yanında Türkiye’nin kendi içindeki diğer siyasi sorunlar da kadın
hareketinin kapsamlı bir çözüme kavuşturulmasına engel oluyor. Kürt sorunun yarattığı siyasi
dalgalanmalar, Kürt kadınlarının şehirli diğer Türkiyeli kadınlardan ayrılan sorunlarının gündeme
gelmesine ne yazık ki engel oluyor. Kürt kimliğini denklemden çıkaramayınca, Kürt kadını
üzerine her konuştuğunuzda Kürt sorunu üzerine konuşmuş olarak algılanmaktan kendin izi
alıkoyamıyorsunuz.
gtarih.blogspot.com
48
Doğulu toplumların içindeki kadınların durumu ortada iken yukarıda gelişimini vermeye
çalıştığım Sekiz Mart’ın toplumumuzda ve kadınımızda nasıl bir anlam ifade ettiği önemlidir.
Türkiye’de sosyalist ve feminist grupların 1920’lerden bu yana organize edilmesine rağmen
1975’de BM’nin kararı ile birlikte 8 Mart daha kitlesel kutlamalara tanıklık etmiştir. 60’ların
yükselen özgürlük talebi de Türkiye’de feminist hareketlerin canlanmasına neden olmuş 1980
darbesine kadar artan bir bilinçlenme kadınlar arasında gözlenmiştir. Darbe ve sonrası yıllarda
yeninde İslami ve despot esaslar etrafından yeniden şekillendirilen ülkemizde kadın hareketi
bastırılmaya çalışılmıştır.
Kadın hareketinin doksanlar ile birlikte (özellikle de 1987’de siyasi yasakların
kalkmasından sonra doksanlar ardı ardına kurulan siyasi partiler ve dernekler ile hızlı bir aktif
döneme şahit olur.) yeniden canlanmaya başladığı kadın dernek ve vakıflarının hızla kurulmaya
başlandığı görülür. Bir yandan da üniversitelerdeki çalışmalar ve etkinlikler yeninden işlerlik
kazanmaya başlar. Ancak bütün bunlara rağmen Türkiye ve içinde bulunduğu doğulu
toplumlarda 70’lerden sonra kadın hareketi her geçen gün mevzi kaybetmeye ve değer yitirmeye
devam eder. Bunun temelinde ne yatmaktadır.
Özellikle benim üzerinde durduğum nokta doğulu toplumların özgünlükten
yoksunluklarıdır. Gerek feminizm gerek ise diğer bütün sosyal bilim çalışmalarında toplumumuz
ve içinde yer aldığımız doğulu halklar ailesi yüzyıllardır batıdan ayrıt bir düşün düzlemi
yaratamamıştır. Bu nedenle de çeviricilikten öteye gidilememiş ve sadece batı düşünü takip
edilmekle yetinilmiştir. Bu da batılı aydınların (yazının konusunu oluşturan feminist düşünürlerin)
üretimiyle büyüyen kadın hareketinin talepleri kendi toplumları için karşılandıkça feminizm batı
için artık birincil konumunu yitirince sadece onlarla beslenen doğulu feministler çevirecek bir şey
bulamayıp mevzi kaybetmişlerdir.
İkinci nokta ise yine doğulu aydının özgünlükten yoksunluğunun bir devamı olarak
halktan kopukluğudur. Diğer bütün ilerici hareketler gibi doğulu feministler de kendi doğdukları
topraktan beslenmek yerine sadece batıdan çeviriler ile yetinince halk ile aralarına aşılması güç
duvarlar çekmişlerdir. Doğulu aydın tipolojisinin genel bir çizgisi olarak kendi toplumundaki
sorunları görmezden gelen feministlerin toplumsallaşmasına engel olmuştur. Doğulu Feminist
hareketin sadece batılı yazarların teorik tartışmalarını çevirmekle yetinmesi, kendi kadınlarının
sorunlarını tetkik etmemeleri ve doğulu toplumların kendi iç dinamiklerini gözeten çözüm yolları
yaratamamış olmaları, doğulu kadınların sorunlarının çözümünün günümüze kadar uzamasına
neden olmuştur.
gtarih.blogspot.com
49
Üçüncü nokta da hiç şüphesiz Sovyetlerin dağılmasından sonra sosyal bilimlerde ve
kültürümüzde yaşanan tek-tipleşmedir. Dünyadaki diyalektiğin en önemli kaynağı olarak ikincil
bir dünya kavrayışının siyasi başarısızlık nedeniyle kaybedilmesi düşünce dünyamızın giderek
renklilikten yoksun bir görünüm kazanmasına neden olmuştur. Sovyetlerin kendi içindeki
problemlerine yada sosyalizmin bilimsel eleştirisine girmeden salt bir alternatif olarak dahi batı
kapitalizmi dışında ikincil bir limanın olmaması gerek batı da gerek ise doğuda acı sonuçlara
neden olmuştur. Ancak bu acı sonucun gelişmemiş doğu toplumlarındaki yansımaları da
vehimdir. Zaten özgünlükten kurtulamayan üçüncü dünya ikinci dünyanın yıkılmasıyla birinci
dünyanın renksiz, bayağı ve aşağılık bir replikası olmaktan ne yazık ki kurtulamamıştır.
Bu üç nokta göz önüne alındığında doğuda yaşanan gerilemenin post modern
dönemlerde yükselen teknolojik hareketliliğe rağmen giderilememesi sorunun ne kadar derin
olduğuna bir işarettir. Sorun o kadar derindir ki doğuda batının aksine bir gelişimin görülmesi için
gereken bir insan ömrünü hayliyle zorlamaktadır. Doğunun yaşadığı bütün sorunları bu üç nokta
ışığında doğulu aydına bakılmaksızın ne yazık ki çözülemez. Feminizm de böyledir. Feminist
aydınların ve örgütlerin büyük mücadeleler sonucunda elde ettikleri nice şanlı zaferin devasa bir
kutlaması olması gereken “8 Mart” ülkemizde ve diğer bütün doğulu toplumlarda hiçbir anlam
ifade etmemektedir.
8 Mart’ta kutlanması gereken kadının sosyal ve siyasal eşitlikleri elde edilmemiştir ki
Türkiye’de ve doğuda kültürel ve toplumsal eşitliliklere sıra gelsin. Bugün batı, son yirmi yıldır
neredeyse, toplum yapısında ve kültürel dünyasında yer alan eşitliği zedeleyici zehirleri
temizlemeye çalışmakta ve geçen yüzyılın acı dolu geçmişinden elde edilen siyasal haklarını
sonuna kadar kullanmaktadır. Öyle ki batılı kadının 8 Mart’ta kutlayacağı siyasal hakları
sayesinde bugün ihtiyaç duyulan birçok yenilik büyük kitlesel dalgalanmalara dahi gerek
kalmadan çözülebilmektedir.
Türkiye’nin ve diğer bütün doğulu (yada Müslüman, yada gelişmemiş) toplumlardaki
feminist grupların 8 Mart’ta kutlayacağı hiçbir şey bulunmamaktadır. 8 Mart ancak kendi
yoksunluğumuzun ve yoksulluğumuzun ayıbı içinde utanç yürüyüşleri yapabiliriz: hala töre
cinayetlerini engelleyemediğimiz için, hala kadına bedensel özgürlüğünü sağlayamadığımız için,
hala cinsiyetler arasın ücret eşitliğini beceremediğimiz için, hala kadının siyasal katılımını
”neredeyse Avrupa’nın tamamından daha önce seçme/seçilme hakkının tanınmasına rağmen”
sağlayamadığımız için, hala kız çocuklarının eğitimi sorununu bitiremediğimiz için, hala medyada
ve kültürde kadın karşı beslenen hastalıklı bakışı engelleyemediğimiz için vs. vs. vs.
gtarih.blogspot.com
50