33
HAYVANLARI UMURSAMAK : ETOLOJİ VE SOL HÜMANİZMİN KULLANIŞSIZLIĞI Dr. STEVEN BEST “Bizler hayvanlara ahlaka sahip varlıklar olarak bakmıyoruz. Ama sizce hayvanlar bizi ahlaklı varlıklar olarak görüyor mu?” Friedrich Nietzsche “İnsan” olmak ne demektir? Bu soru Batı felsefe, bilim, tarih, ve politik kuramcılarının zihnini meşgul ettiyse de son zamanlara dek akla yatkın bir şekilde cevaplandırılamamıştır; çünkü doğru bilgiyi bize sağlayacak bilgiyi daha yeni elde etmeye başladık. Aynı zamanda son yıllardaki bilimsel ve teknolojik gelişmeler radikal ve sersemletici değişimler üretmiş durumda. Yapay zeka, genetik modifikasyon, klonlama, farmakoloji, kök hücre araştırmaları ve robotlarla alakalı olasılıklar “insan”ın tanımını değişken ve esnek terimler yerine sabit ve köktenci şekillerde tanımlayanlar için farklı meydan okumalar içeriyor. Kökleri derine inen biyolojik ve sosyal evrimimize rağmen, “insanlık” denen şey insanların bir türün üyeleri olarak kendileriyle alakalı sahip oldukları kimlik ve kavramlar üzerine kurulu bir sosyal inşaadır. En küstah, yabancılaşmış ve egemenci Batı şekliyle, insan kimliği; dinden, felsefeden, bilimden ve kültürden bir bütün olarak çıkmış bir takım sorunlu iddiların, önyargıların, eğilimlerin ve mitlerin yansımasıdır. Türümüzün kimliğinin sosyal inşaasında etkisi olan ideolojilerin yoğun ve karman çorman düğümü eleştirel anlamda çözülmelidir, böylece yeni kimlikler ve toplumlar geliştirebilir; aklı başında, etik, ekolojik ve sürdürülebilir hayat biçimleri oluşturabiliriz. Önemli bir dereceye kadar, yeni kimlikler; hissetme yeteneğine sahip olan canlılara –insan ya da insan olmayan- bütün hayata, dünyaya duyulan saygı ve onunla bağlılık hislerinden yola çıkarak oluşmalı. Etik olarak ilerici ve kapsamlı bu yeni post-hümanist kimlikler ve değerler, Homo sapiens’in kendini tuzağa düşürdüğü sosyal, hissetme yeteneğine sahip ve ekolojik topluluklar içerisindeki yerini doğru

Hayvan Özgürlüğü

  • Upload
    cem-c

  • View
    238

  • Download
    1

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Steven Best'in Hayvanları Umursamak adlı yazısı.

Citation preview

Page 1: Hayvan Özgürlüğü

HAYVANLARI UMURSAMAK : ETOLOJİ VE SOL HÜMANİZMİN KULLANIŞSIZLIĞI

Dr. STEVEN BEST

“Bizler hayvanlara ahlaka sahip varlıklar olarak bakmıyoruz. Ama sizce hayvanlar bizi ahlaklı varlıklar olarak görüyor mu?”

Friedrich Nietzsche

“İnsan” olmak ne demektir? Bu soru Batı felsefe, bilim, tarih, ve politik kuramcılarının zihnini meşgul ettiyse de son zamanlara dek akla yatkın bir şekilde cevaplandırılamamıştır; çünkü doğru bilgiyi bize sağlayacak bilgiyi daha yeni elde etmeye başladık. Aynı zamanda son yıllardaki bilimsel ve teknolojik gelişmeler radikal ve sersemletici değişimler üretmiş durumda. Yapay zeka, genetik modifikasyon, klonlama, farmakoloji, kök hücre araştırmaları ve robotlarla alakalı olasılıklar “insan”ın tanımını değişken ve esnek terimler yerine sabit ve köktenci şekillerde tanımlayanlar için farklı meydan okumalar içeriyor.

Kökleri derine inen biyolojik ve sosyal evrimimize rağmen, “insanlık” denen şey insanların bir türün üyeleri olarak kendileriyle alakalı sahip oldukları kimlik ve kavramlar üzerine kurulu bir sosyal inşaadır. En küstah, yabancılaşmış ve egemenci Batı şekliyle, insan kimliği; dinden, felsefeden, bilimden ve kültürden bir bütün olarak çıkmış bir takım sorunlu iddiların, önyargıların, eğilimlerin ve mitlerin yansımasıdır. Türümüzün kimliğinin sosyal inşaasında etkisi olan ideolojilerin yoğun ve karman çorman düğümü eleştirel anlamda çözülmelidir, böylece yeni kimlikler ve toplumlar geliştirebilir; aklı başında, etik, ekolojik ve sürdürülebilir hayat biçimleri oluşturabiliriz. Önemli bir dereceye kadar, yeni kimlikler; hissetme yeteneğine sahip olan canlılara –insan ya da insan olmayan- bütün hayata, dünyaya duyulan saygı ve onunla bağlılık hislerinden yola çıkarak oluşmalı. Etik olarak ilerici ve kapsamlı bu yeni post-hümanist kimlikler ve değerler, Homo sapiens’in kendini tuzağa düşürdüğü sosyal, hissetme yeteneğine sahip ve ekolojik topluluklar içerisindeki yerini doğru şekilde temsil ederek bilimsel anlamda da geçerli bir tarza sahip olurdu.

Din ve felsefe gibi alanlarda büyük bir değişim gözleniyor, ama en önemli alanlarda yolu açan bilimin kendisi; bilim yaptığı yeni buluşlarla insan kimliği ve etik konusunu derin sosyal ve politik anlamlarıyla beraber yeniden düşünmeye zorluyor bizleri. Doğal dünyayla ve özellikle hayvanlarla alakalı görüşlerimizde sistematik kavramsal değişmeler yapmaya zorlarken bir yandan da bu yazı neredeyse hiç dikkat çekmeyen bir ironi ve sorunun da altını çiziyor. Bu ironi ve sorun Sol’un -Sol-liberalizmden Marksizm , sozyalizm ve anarşizme kadar bütün spektrumu kapsayarak- bilişsel etoloji denen modern zamanın en önemli entelektüel meselesiyle ilgilenmekteki başarısızlığıyla alakalı. Bilişsel etoloji; hayvanların zekasını, duygularını, davranışlarını ve sosyal hayatını inceleyen bir

Page 2: Hayvan Özgürlüğü

bilim dalıdır. 19.yüzyılın ortalarında Darwin bu alanın önderlerinden olsa da etoloji 1980lere, Donald Griffin gibi bilim insanları tarafından, son zamanlarda Marc Bekoff gibi yazarlar ve bilim insanları tarafından popüleştirilene dek pek dikkat çekmemişti. Günümüzde konferanslar, yazılar ve konu üzerine yazılmış kitaplar her geçen yeni ve heyecan verici bulgular ortaya koyarken etolojik araştırmalar insanları şaşırtmaya devam edip mütevazı olmaya itiyor.

Bilim Sol için her zaman önemli oldu, ilerici insanlar ve radikaller Avrupa Aydınlanmasının pelerini gururla giydiler; entelektüel, ahlaki ve sosyal ilerleme sağlayan bilimsel gelişmelerin sonuçlarını el üstünde tuttular. Solcular deneyselcilikleri, natüralizmi, evrimci görüşü, şüpheciliği, agnostisizmi veya ateizmi yüceltmişlerdir. Bilimsel ve aydınlanmacı öğrenmeye, eleştirel düşünmeye ve otonomiye gösterdikleri destekle beraber Solcular ayrıca hakların, demokrasi, eşitlik, adalet ve otonomi gibi değerlerin altını çizen modern devrimci geleneklerin politik ve manevi değerlerini de kucaklamışlardır.

Solcu düşüncede ekolojik bir etki 1970lere dek görünmese de bugün Sol hayvan özgürlüğünün ve türcülük eleştirisinin (türcülük= sözde benzersiz bilişsel kapasiteleri sebebiyle insanların diğer bütün türler üzerindeki üstünlüğü inancı) ahlaki, politik, sosyal ve ekolojik önemini kavrama anlamında on yıllar ya da bir yüzyıl kadar geride kalmış durumda. Birkaç istisna dışında Solcular hayvanların dehşet verici vaziyetini insanın çektiği acıyla karşılaştırılması manasız bir olay olarak görerek, 1970lerde ortaya çıkıp küresel manada insan özgürlüğü davalarından daha dinamik, daha güçlü ve yaygın bir hareket haline gelen hayvan özgürlüğü hareketiyle dalga geçip onu görmezden gelmişlerdir. İnsanları organik düzlemde diğer canlılarla beraber evrim geçiren canlılar olarak göre Darwin teorisini onaylamalarına rağmen Solcu kültürün hümanist özellikleri natüralist özelliklerinden üstün geliyordu; natüralist özellikler sosyal evrim ve kültürel gelişime dönüşse de biyolojik evrimin öneminin altını çiziyordu.

Bu yazı; insanların diğer türlere ve bir bütün olarak dünyaya farklı bir tür olarak nasıl baktığı, kendilerini nasıl gördüğü ve nasıl davrandığı meselesinin sosyal, politik, ve çevresel anlamları üzerine insan kimliği politikaları ile ilgili çeşitli sorular sorup Solcu hümanist görüşlerin Batı antroposentrizminin, türcülüğünün ve hümanizmin patolojisinin bir reddi olmaktan çok onun bir varyantı olduğunun altını çiziyor. Çözümden çok sorunun bir parçası olarak Solcu hümanist kuramların (eko-hümanist varyantlar da dahil) hiyerarşi, baskı, şiddet, türlerin yok oluşu ve günümüzdeki ekolojik krizi destekleyen kafayapıları ve kurumlarla devrimci manada bir kopuş gerçekleştirmeyi başaramadığını söylüyorum. Hayvanlara yönelik bilim dışı, ayrımcı, aydınlanmamış ve atavistik, hatta zamanın en derin bilimsel ve ahlaki devrimlerini gözden kaçırmalarına sebep olan görüşleri sebebiyle, Solcuların, etolojinin ana meseleleri ve bulgularıyla haşır neşir olup hiyerarşik ve sömürücü görüşlerinin bayat yüklerini üzerlerinden atmadan ilerici kültürün bir parçası olma onurunu elde edemeyeceklerini iddia ediyorum.

Modernite ve Kopuklukları

İnsanlar evrimci geçmişlerini keşfedip büyük maymunların ve diğer hayvanların zekasıyla ilgili daha doğru bilgiler edindikçe, kozmosta kendisinden daha gelişmiş

Page 3: Hayvan Özgürlüğü

hayatları araştırdıkça; sofistike bilgisayarlar, yapay zeka ve yapay hayatlar (kendi kendini üreten dijital DNA) geliştirdikçe; hayvanlarla genlerini değiştirerek transgenik varlıklar ve tür karışımları yarattıkça; resmen bir sıyrıktan yola çıkıp klonlamalar yaptıkça; biyonik bedenler yapmak ve cyborglara dönüşmek için teknoloji ve bilgisayarla daha fazla yakınlaştıkça şu soru ister istemez ortya çıkıyor: Homo sapiens kimdir/nedir?

İlk kozmolojilerden itibaren eski Yunan felsefesi, Hristiyan teolojisi, modern bilim ve Marksist hümanizmine ve natüralizme kadar Batı kültürü insan türüne dair doğru bir anlayış elde etme konusunda çaba göstermiş ve başarısız olmuştur. Bizleri tanrı’nın imgesinde yaratılmış ölümsüz ruhlar olarak tanımlayan dini çabalardan bizleri cisimsiz zihinler olarak sınıflandırmaya çalışan felsefi girişimlere kadar düşünürler insan doğası meselesine onu bedeninden, hayvansal geçmişinden ve evrimsel tarihten kopartarak yaklaşmışlardır. Bu tür kurgular insanın diğer hayvan türleriyle bağlantısı içerisindeki benzersizliğini abartır ve biyolojik gerçeklikler buhar olup giderken sosyobiyoloji insanları içgüdüsüne göre hareket eden, özgür irade ve bilişsel kompleksiteden mahrum DNA sahibi organizmalara indirger. Her iki uç da insanı oluşturan ara formları kavramaktan uzaktır, bu terim kültür/doğa uzanımında Homo sapiensi oluşturan uzun biyolojik ve sosyal evrim yolculuğunu ifade eder. İnsan doğasını derinliğiyle kavrama konusu kibir, hata, kendini beğenmişlik “sadece” hayvan olmanın verdiği güvensizlik hissi ve korkuyla gölgelenmiş durumdadır.

Batı kültüründeki insan kimliği hayvanların ve bitkilerin tarım yoluyla evcilleştirilmesi, Yahudi-hristiyan antroposentrizmi, greko-romen rasyonalizmi, ortaçağ teolojisi, Rönesans hümanizmi ve modern mekanistik bilimin kombinasyonundan meydana gelmiştir. Dindar veya laik, felsefi veya bilimsel olsun bu kaynaklar insanların benzersiz varlıklar olduğu, doğadan çok kültüre ait olduğu, dil ve akıla sahip olmak anlamında tek olduğu ve bu yüzden ontolojik olarak hayvanlardan ve dünyadan ayrı olduğu konusunda birbiriyle uyumlu bir görüntü sergiler. Kadim ya da modern, dindar ya da laik olsun, insanın hayvanlardan ayrı olduğu ve onlar üzerinde hakimiyeti olduğu şeklindeki kibiri birbirimize olan üstünlüğümüz kadar belirgin bir biçimde süreklilik arzetmiştir.

16.yy’dan itibaren bu Batı’nın hakimiyetçi, antroposentrik, türcü, teokratik ve geosentrik görüşleri insanı kozmolojik tahtından eden, kendi kendine oturduğu iktidar ve imtiyaz tahtından kaldıran bir dizi güçlü entelektüel darbeyle sarsılmıştır. Her kavramsal bomba ortaçağın Tanrı’nın bütün varlıkların merkezi olduğu, dünya’nın kainatın merkezi olduğu, “İnsan”ın dünyanın merkerzi olduğu ve ruhun veya aklın da insanın özü olduğu şeklindeki kozmolojik algıyı bozmuştur. Son beş yüz yıl içerisinde birbiri içerisine dahil olan çemberler şeklinde hayal edebileceğimiz bu kozmoloji bir dizi “kopmalar” sebebiyle ters yüz edilmiştir. Bu kopmalar entelektüel, teknolojik ve bilimsel gelişmelerin insanların övünerek kendileriyle kainat arasında kurmaya çalıştıkları imtiyaz, uyum ve tutarlılık ilüzyonunu yıkar. Narsisistik gerçeklik haritasında ne zaman bir gedik açılsa, insanlar kaninatın doğasını yeniden değerlendirmeye, oradaki yerlerini yeniden düşünmeye ve felsefi düzeni restore etmeye zorlanırlar. Tabii sonuçta bu süreç insanların kendi sözde üstünlükleri ve eşsizliklerini yeni bir şekilde bir kere

Page 4: Hayvan Özgürlüğü

daha kabul etmekle sonuçlanır. Elbette paradigmaların değişmesi için bir çok kişi bastırırken diğerleri de buna karşı çıkar, çatışan görüşler hakikatin iktidarı ya da iktidarın hakikati için mücadele eder.

Teizme güçlü bir tepki olarak, teolojinin hegemonyasına, Hristiyan Kilisesinin bilimsel ve teknolojik gelişmelere gösterdiği düşmanca duruşuna tepki olarak insanlık, bilim ve endüstrinin bentleri yıkan güçlerini araştırmıştır, doğanın insana hakimiyetini insanın doğaya hakimiyetiyle değiştirmeye çalışmıştır, ve bu arada insanın doğal dünyayı ele geçirip insan hayatını geliştirmek için onu kullanmasını istemiştir. Bu Prometheusçu bakış, kültür ve doğayı birbirinden ayırma işini daha da ilerletti ve giderek büyüyen bir bilimsel bakışa rağmen hayvan-insan dünyalarını daha da kutuplaştırdı, öyle ki hayvanlar insan aklının ışığına zıt şekilde, düşünemeyen vahşi yaratıklar olarak görüldü. İnsanların akılcılık, teknoloji, kültür ve diğer ana nitelikleri hayvan dünyasının detayları olarak değil ex nihilo, yani tarihte radikal anlamda yeni ve tek bir fenomen olarak görüldü.

Kitabı The Fourth Discontinuity- Dördüncü Kopma’da Bruce Mazlish modern dünyadaki dinamik değişimler sebebiyle ortaya çıkan gerçekliğin ortaçağ resminde dört adet kopma meydana geldiğini söyler. İlk kopma 16. yy’da Kopernick devrimiyle açılışı yapmıştır. Dünyayı kainatın merkezine koyarak Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğünü iddia eden dominant geosentrik dünya görüşünün yerine önce Kopernik ve ardından 17. yy’da Galile Güneş’in kainatın merkezinde olduğunu ve Dünya’nın da Güneş’in etrafında döndüğünü öne sürdü. Batlamyus’un ve orta çağ kozmolojisinin büyüsü altında insanlar gezegenlerinin kainatın merkezinde yer almadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Bu gerçek Kilisenin dogmasıyla çelişmekle kalmadı, mekansal olarak yer değiştirilmiş olması psikolojik anlamda da bir merkez kaymasına sebep oldu, böylece Dünya ve olasılıkla insanlık büyük resmin merkezinden kenarlarına doğru itilmiş oluyordu. Elbette, bilim o zamandan sonra kainatın bir merkezi olmadığı ve sınırlarının da sonsuz olduğunu ispatlamıştır. Ancak insanlardan daha zeki ve gelişmiş uzaylıların olduğuna dair zengin spekülasyonlar mevcuttur, diğer veya “paralel” kainatlar olabilir, insanlık arkalarda bir yerdeki bir galakside önemsiz bir yıldızın etrafında dönen küçük br gezegende yaşıyor olabilirler.

Ancak insan üstünlükçülüğünü yok etmektense bazı modern düşünürler bu ilk kopuşu insanlığın kainatta kendisini daha da cesurca ortaya koyması anlamında bir fırsat olarak gördü. J.B. Bury şöyle yazıyor:

“Kendini korkunç bir uzay boşluğunda akan önemsiz bir adada bulan İnsan sonunda kendi kaderinin efendisi olduğuna karar verir; günahı sevabı, ve diğer herşeyi bir kenara fırlatabilir; kendi haritasını yeniden çizebilir ve hiç bir kozmik plana bağlı olmaksızın kendi çıkarına uygun olduğu sürece kainatı ele geçirebilir. Veya, eğer bir düşünürse, sonunda onun açısından kainatın kendi duyguları için inşa edildiğini söyleyerek bu görecelilik anlamında antroposentrizm daha yeni ve daha etkili bir bçimde yeniden yapılandırılmış olur.”

Böylece insanların, insan türünün gerçekliğin anlamı olduğu ve herşeyin kendi türünün amaçları, zevki ve çıkarı için var olduğu iddiasını tekrar tekrar ileri sürmesindeki narsisistik kapasitesini asla küçümsememek gerekir. Merkezden

Page 5: Hayvan Özgürlüğü

uzaklaştırma ve yeniden merkezleştirmenin diyalektiği defalarca tekrar eder. Heliosentrizm(güneşin merkeziliği) insanlığın kendisini ilahi konumuna yükseltip kendi türünün ilerlemesi için Dünya’ya sahip olma amacı güttüğü hakiki seküler bir din olan modern hümanizm açısından hayati öneme sahip bir katalizör gibi çalışan bilimin bir parçasıydı. 17 ve 18.yy’da Thomas Hobbes ve Julien Offray de Le Mettrie’nin mekanistik görüşleri insan üstünlüğüne dair potansiyel karşı çıkışlardı, çünkü Kartezyen düalizmini reddederek ruhu ortaya çıkarıyor, vücudu sadece bir makine olarak algılıyordu ama din, bilim ve felsefe insan üstünlüğünü ortaya koyma anlamında her manada işbirliği içerisindeydi.

Kopernik ve Galile’nin heliosentrik görüşlerine ve seküler bilimsel bir kültürün gelişmesine rağmen, insanlık Dünya’nın gaddar vahşi yaratıklarından ayrı ve üstün hissedebildiği ölçüde kendini rahat hissedebiliyordu. Tabii bu rahatlık ikinci kopmanın yaşandığı ana dek sürdü. Bu ikinci kopuş 1859’da Darwin’in dünyayı sarsan yapıtı Türlerin Kökeni’ni yayımlaması ile yaşandı. Yeni ufuklar açan bu çalışma Batı düşüncesini besleyen ve değişimin gerçekliğini reddedip hakikati aşkın ve zamansız ideaların, biçimlerin krallığında arayan Platoncu metafiziğe ölümcül bir darbe vurmuştur.19. yüzyılda bir çok düşünür doğanın değiştiğini ve daha büyük bir çeşitliliğe ve karmaşıklığa doğru evrim geçirdiği fikrini keşfetti. Ancak Darwin’in başarısından sonra biyolojik değişimlerin ve türleşmelerin anahtar mekanizması anlaşılmış ve bu durum insanın doğal dünyayı, zamanı, değişimi ve kendisini anlamasını tamamen değiştiren kavramsal bir devrim yaşanması şeklinde tetiklemiştir.

Darwin, Eski ve Yeni Ahit’in dini yorumlarını ortadan kaldırmıştır, mesela: Tanrı insanı kendi imgesinden yaratmıştır; Tanrı hayvanları dünyaya insanlara faydalı olsun diye koymuştur; Tanrı hayvanları insanları yarattıktan sonra yaratmıştır; her yaratım süreci benzersizdir, birbiriyle alakasızdır. Ancak Darwin bilimin de sonradan onayladığı gibi bazı karşı yorumlar getirmiştir: insan Tanrı’ya başvurmadan kainatı açıklayabilir, kainatta içkin bir amaç bulunmaz, hayvanlar insanlardan önce milyarlarca yıl dünya üzerinde yaşamıştır, dünya üzerindeki bütün hayat biçimleri aynı başlangıç koşullarından devam eden bir süreç içerisinde evrim geçirmektedir. Türlerin Kökeni yayımlandıktan 150 sene sonra bile dünyanın çoğu hala evrimin gerçekleri ve insan hayatının hayvansal kökleriyle yüzleşemiyor.

Bilim çevrelerinde Darwin’in evrim kuramı etkisini giderek artırdı ve bir dogma haline geldi. Ancak bilim insanlarının türcü değerlerde güçlü psikolojik kökleri olduğu için, dirikesimde kariyer imkanları ve ekonomik çıkarları olduğu için bu insanlar Darwin’in evrimin devam ediyor olduğu ve hayvanların zekasıyla alakalı vurgusunu ya görmezden geldiler, ya da bu insanlar Darwin’i türcü, sınıfçı, ırkçı ve elitist amaçlarını savunacak şekilde gerici biçimlerde yorumladılar. Herbert Spencer ile başlayarak (ki kendisi Darwin’in bulldogu diye tanınır; zira doğal seçilim kuramını agresif bir tarzda savunan birisidir) doğal ve sosyal bilimlerdeki düşünürler, antropologlar, ve katıksız sosyal elitler Darwinizm’i- biyolojik evrimin mekanizmalarıyla alakalı bir kuram olarak- Sosyal Darwinizm’e dönüştürdüler. Bu ideoloji; doğal seçilim kuramını, hiyerarşiyi doğallaştırıp doğal ve toplumsal dünyalar arasındaki farklılıkları abartmaya dayalı kaba bir adaptasyondu. Sınıf

Page 6: Hayvan Özgürlüğü

ayrımı olan bir topluma mükemmel bir şekilde uyduğu için kapitalistler Sosyal Darwinizm’i emek üzerindeki sömürülerini doğallaştırıp meşrulaştırmak amacıyla kullandılar. “Rekabet”, “mücadele”, “en güçlü olanın hayatta kalması” gibi sözde ekolojik kavramları kullanarak bu piçleştirilmiş Darwinizmin sözcüleri doğal seçilim kuramını toplumsal hayatın bir yarış, savaş ve dövüş olduğu ve bütün avantaların galiplere (yani kapitalist elite) gittiği şeklinde yorumlamıştır. Sosyal darwinizm ve “ güçlü olan haklıdır” ideolojisi kitlesel bilince insanın bazı insanlara olan hakimiyetini kabul ettirmekle kalmamış, ayrıca bütün insanların hayvanlara olan egemenliğini de onaylattırmıştır. Sözde üstün zekasıyla, aklıyla ve teknolojik güçleriyle insanlar “besin zincirinin en üstüne bütün güçleriyle çabalayarak çıktılar”, popüler görüşe göre durum bu, ve insanların iktidarı da bu tür akıl yürütmenin döngüselliğinden kopuk bir şekilde güçlü olmalarına göre “haklı” bir iktidardı.

Böylece Darwin’in teorisi insanları diğer türlerle ve doğal süreçlerle bağlantılandırıp yeniden birleştirmek yerine, doğal seçilimin kavramsal çürümeleri insanları birbirinden ayrımak için kullanıldı, bu arada şiddet, sömürü, ve hayvanların ortadan kaldırılmasını mazur gösterecek gerekçelerin haklı çıkarılmasına faydalı oldu. Darwinizm insanlar ve hayvanlar üzerinde sarih bir şekilde ilerici bir etki bırakmadı, aslında hem iyi hem de kötü sonuçları oldu. Bazı yorumlar hayvan zekasının altını çizip insanların ve hayvanların evrimsel devamlılıklarına işaret ederken Homo Sapiens’in de derin hayvansal köklerini hatırlatıyordu. Diğer yorumlarsa Darwin’in hayvan duygularıyla ve zekasıyla alakalı yazdığı herşeyi bir kenara atıp hayvanları bir özne değil de bir nesne olarak gören Kartezyen görüşe geri dönüyordu. Darwinizm’in bu gerici hümanist versiyonu bütün hayatı birleştiren dokuyu ince dilimlere ayırdı. İnsanları kainattaki herşeyin onun amaçları için yaratılmış olduğu, herşeye hakim yarı tanrılar olarak ilahlaştırmak için hayvanları küçümsemiştir.

Darwin’in geosentrik ve antroposentrik görüşe indirdiği darbeyle başa çıkmaya çalışan Batı kültürü, 19. Yüzyılda Friedrich Nietzsche ve hepsinden öte 20.yy başlarında Sigmund Freud tarafından geliştirilen bilinçdışı zihin kuramının sebep olduğu üçüncü kopmayla da yüzleşmek zorunda kaldı. Hristiyan/Kartezyen görüşe göre akli bir komuta merkezi tarafından yönetilen benlik, ve ölümsüz ruh için geçici bir barınak olan bedene karşılık Sigmund Freud akılsallığın ve bilinçli düşüncenin bedenin ürünleri olduğunu, bunun da insanın varolmaya başladığı zamandan beri taşıdığı arzuların, isteklerin, tutkuların ve İd’in cinsel ve şiddete yönelik arzuları tarafından yönetilen bilinçaltı varlık alanının yan etkisi olduğunu kanıtladı.

Ama aynı örüntü burada da tekrar etmektedir: Merkezden uzaklaştırma ve kopukluk yaratma süreçlerinin denge bozucu etkileri Batı kuramcılarını insanı kainatın merkezindeki yerinden etmeye yönelik kavramsal tehditleri bertaraf etmeleri anlamında zorlar. Böylece, Freud kuramının devrimci yananlamlarına rağmen, bilinç dışı ve bedeni rasyonel benliğin üzerine yerleştiren paradigmasal kaymaya rağmen, bilim insanları ve düşünürler rasyonelliği (dil, alet yapma ve kültürle beraber) insanı hayvanlardan ayıran asıl ve benzersiz bir nitelik olarak öne sürmüştür. Bu gerici hümanistler ikiyönlü bir yanılsama yarattılar, bu

Page 7: Hayvan Özgürlüğü

yanılsamada insanlarda aklın rolü abartılırken hayvanlarda zekanın rolü küçültülüyordu. Markistler ve diğerleri Freudyen provokasyonla ya da genel olarak insanın hayvan olması sorusuyla fazla zaman harcamamıştır.

Mazlish son olarak dördüncü bir kopmadan söz eder, bu kopma 20.yy’da bilgisayar teknolojilerinin ve yapay zekanın hızlı şekilde gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Kozmosla, hayvansal kökleriyle, bilinçaltı varlıklarının baskınlığıyla yaşanan kopmayla karşı karşıya kaldıktan sonra insanlar bu sefer de makinelerle ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye zorlandılar. Hristiyanların ve Tanrı’ya/ölümsüzlüğe inanan diğer insanların hayvansal köklerinden iğrenmesi gibi bu sefer imtiyazlı statülere sahip özel yaratıklar olarak insanlar makinelere benzetilmekten tiksinmektedir. Hobbes’un ve La Mettrie’nin mekanizstik felsefelerinin tersine insanlar ruh sahibi olmayı, ölümsüz olmayı ve seçkin olmayı isterler. Büyük düşünürlerden sıradan insanlara insanlar hayvanlardan ve makinelerden tamamen farklı bir varlık olmaya ihtiyaç duyuyorlar, akıl olarak, bilinç olarak radikal anlamda benzersiz olmak ve özgür iradeye sahip olmak anlamında tek olarak var olmak istiyorlar.

Ancak bilgisayarların yapay zekası daha da sofistike bir hal alıyor ve bir çok anlamda insan beyninin kapasitelerini aşmaya devam ediyor, insanlar da bir başka sözde ontolojik ayrımı sorgulamak zorunda kalıyorlar, bu sefer söz konusu ayrım insanları makinelerden ayırmayla alakalı. Makineler bile artık geleneksel anlamda makine değildir, çünkü sinir ağları yoluyla, paralel işlem yapma, evrimci donanım ve benzerleri aracılığıyla beynin biyolojik operasyonlarına daha yakın bir hal almaktadır. Dahası, insanın “özü” diye adı konulan şey yok olmakta, insanlar makinelerle daha çok kaynaşmakta, et ve çeliği, silikon yongaları birleştirerek insan kimliği rahatsız edici şekillerde sorgulanmaya başlanmaktadır.

Bizler insana benzeyen robotlar ve bilgisayarlar yarattıkça teknolojiyi insan bedenine eklemleyerek daha çok cyborglara benzemekteyiz. Biz çok kişi biyolojinin ve teknolojinin göçmesine direnirken teknofillerden, fütüristlerden, transhümanistlerden oluşan bir kadro bu durumu insan evrimindeki bir sonraki ve kaçınılmaz aşama olarak görüyor. Bu senaryonun bir tanesinde makinelerle bu yakınlaşmamız insan zekasını, mutluluğunu ve ömrünü uzatıp çoğaltırken şu andaki karbon temelli modelimize göre daha üstün bir posthuman türü yaratmaktadır. Bir diğer senaryoda insanların şu andaki karbon temelli modelinden daha üstün bir posthuman türü oluşturacak “ ruhsal makineler “(Kurzweil) veya “zihin çocukları” yaratabileceği söyleniyor. Moravec gibi radikal teknofiller insanlığın beyinlerini bilgisayarlarla birleştirerek ölümsüzlük kazanacağını ya da daha üstün bir var oluş biçimine geçeceğini düşünüyorlar. Evrim kuramlarından çok bu tekno-ütopyalar zihnin temelinin madde ve bedenin de kazara kazanılmış bir özellik olduğunu ileri süren neokartezyen varsayımlar olup Hristiyanlığın ölümsüzlüğe kavuşma arzularının seküler belirtileridir.

İnsan Şempanzesi

Page 8: Hayvan Özgürlüğü

“İnsan kibirle kendini müthiş bir başarı olarak görür, ilahi bir varlığa layık gibi. Ancak bence kendisinin hayvanlardan geldiğini kabul etmek daha saygıya değer bir şey.” Charles Darwin

Böylece modernitenin beşyüz yıl önce başlamasıyla beraber insanlar sözde radikal benzersizliğini ve kainattaki özel statülerini sorunlu bir hale getiren dört büyük kopmayla karşı karşıya kalmışlardır. Her seferinde “rasyonel insan” insan kimliğini yeniden düşünmeye zorlanıyordu. Bunun ardından Homo sapiens, sonsuz kozmostan ve hayvan dünyasından, bilinç altından ve makinelerden kendilerini ayıran bilimsel ve felsefi ilüzyonlarla ve dikotomilerle yüzleşmek zorunda kalıyordu. İnsanlar sadece insan amaçları uğruna kullanıldığında bir kıymeti olan doğaya karşı medeniyet ve kültürü ortaya koymak için değişmez, mükemmel Platoncu bir kainattaki yerlerini giderek merkezden kaydıran kuramsal gelişmelerle, ters yüz etmek amacıyla bile olsa yüzleşmek zorundaydı.

Böylece “entelektüel dürüstlük” gibi bir erdeme sahip olan insanlar, bu göz kamaştırıcı ilahi imparatorluğun kendileri için yaratılmadığını söyleyen bu baş döndürücü bilgiyi sindirmeye başlamak zorundaydı. Aslında yavaş yavaş ortaya çıktı ki insanlar içsel bir amacı olmaksızın, soğuk bir karanlık içerisinde yüzen minicik bir gezegende, sonsuz uzayda bir nokta kadar yer kaplıyorlardı. Ayrıca insanların 5-8 milyon yıl önce bir primat ailesinden geldiği de ortaya çıktı. İnsanlar diğer türlerle beraber evrim geçirdiler, insanların hayvansı yanı bilincin kendisinden ortaya çıktığı biyolojik dinamiklerde sapasağlam duruyordu. 19. ve 20.yy’da bir çok insan evrende kendilerinden farklı hem organik (hayvanlar) hem de inorganik (makineler) bilinç çeşitleri olduğunu kavramaya başladı. Ancak gördüğümüz gibi merkezden uzaklaştırma ve yeniden merkezileştirme edimleri arasında bir diyalektik bulunuyor. Sık sık olduğu gibi, insanlar sınırları ve durumsallıklarıyla yüzleşmeye zorlandıklarında radikal teorileri; kozmik manada benzersiz, biricik oldukları, ilahi bir varlık oldukları fikrini ve üstünlükçü kimliklerini muhafaza edecek şekilde yeniden yorumlayıp uysallaştırırlar. Ama bizler artık acaba antroposentrik ve türcü görüşlerin çökmeye başladığı, en azından entelektüel manada ciddiyetini yitirmeye başladığı bir noktaya ulaşıyor olabilir miyiz?

Mazlish 16. yy’dan çağdaş zamana dek insan kimliğine karşı dört itiraz tanımlarken merkezden uzaklaşmayla alakalı gelişmelerle beraber söz konusu edilmesi gereken bazı ek gelişmeler de yaşanıyor. Son elli yıldaki kavramsal başarıların ve devrimlerin çoğu hayvan zihninin ve insanın kendi hayvansallığının derinden kavranmasıyla alakalıdır. Kopernik, Darwin, Freud ve sibernetiğin, antroposentrik ve türcü kimliklere vurduğu dört büyük darbeden sonra Richard Ryder –türcü terimin ilk kez kullanan İngiliz filozof- şöyle söylüyor: “artık diğer sanrılar ve ihtişam hevesiyle beraber türcülüğü de atacağımız bu sürece devam etmeli ve kainattaki doğal yerimizi kabul etmeliyiz.”

İşin gerçeği şu ki insanlık ancak 1859’dan itibaren hayatın güçlerini, insanın köklerini ve doğayı anlamaya başlamıştır. Mitoloji, felsefe, din ve bilim, Homo sapiens’in evrimsel süreçlerde organik anlamda ortaya çıkmasını kavramayı

Page 9: Hayvan Özgürlüğü

imkansız kılacak şekilde mitler, bozuk algılar, hatalı bilinçler inşa etmiştir. Arkeolojinin geçmişi 1800’lere dayanıyor, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra arkeoloji sistematik bir bilim haline gelmiştir. İnsanların 19. yüzyıla dek büyük maymunlarla alakalı hiçbir bilgisi yoktu, ayrıca 16. yüzyıldan 19.yüzyıla dek gorillalar dejenere, aşağılık hayvanlar ve canavarlar olarak tanımlanmıştır. 18. yüzyılda Lord Monboddo gibi yazarlar büyük maymunların (şempanzeler, bonobolar, gorillalar ve orangutanlar) konuşma becerilerinden mahrum ilkel insan ırkları olduğuna inanıyordu. Bu hayvanların fizyolojisi ve davranışlarını daha çok tanıdıkça insanların kendilerinin benzersiz ve tek olduğuna dair inancı da sarsılmaya başladı; zira primatların biyolojik anlamda en yakın akrabalarımız olduğu, insanların hayvansal bir kontinyumun ve evrimsel sürecin bir parçası olduğu ortaya çıkıyordu. Büyük maymunların anatomisiyle ve davranışlarıyla alakalı bilgilerin artmasıyla beraber “insanın özgüveniyle alakalı geleneksel bakış kırılıyordu…büyük maymunlar, insanın imtiyazı ve benzersiz olduğu iddiasının altını oyuyordu. Bu süreç o zamandan beri devam ediyor.”

Filozof Raymond Corbey büyük maymunların keşfiyle yaşanan insan kimliği tehdidini şöyle tanımlıyor:

“İlerleyen bir modernizasyondan, sekülerleşmeden, doğal bilimlerin çoğal etkilerinden ayrı olarak dünyaya Kuzey Atlantik’ten bakma tarzını derinden etkileyen şey, büyük maymunların ve ilk büyük maymun benzeri hominidlerin keşfedilmesi ve incelenmesi olmuştur. Sonunda, insana doğadaki yerini gösteren yaratılış öyküsüyle teoloji olmamıştır, evrimin gelişmesi olmuştur. Bu yeni keşfedilmiş yaratıklar insanlara benzese de hala hayvan türündendi, ve sonuçta bu yaratıkların en yakın akrabalarımız olduğu ortaya çıktı ve bu yüzden de insanın ulviliğine ve benzersizliğine olan inançlarını tehdit etti. Ancak kimin sahiplenilebileceği, öldürülebileceği, yiyilebileceğine karar veren insanlar ve hayvanlar arasındaki o kutsal çizgiden vazgeçilmedi, bu çizgi yeniden çizildi. Sadece insana ait olan alan defaatle savunulmuş ve yeniden tanımlanmıştır. Büyük maymunlarla alakalı tartışmalar sayesinde insanın benzerinin olmadığına dair eski inançlardan isteksizce de olsa vazgeçildiğini söylemek önemlidir.”

Ekoloji 1866’ya dek resmi bir bilim olarak ortaya çıkmamıştır, bu terim Alman Darwinist Earnest Haeckel tarafından bu tarihte kullanılmıştır. Organizmaların birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkilerinin incelenmesi anlamında ekoloji, insan hayvanlarının köklerini ve doğasını daha geniş bir hayat ağı içerisinde konumlandıran bütünlükçü bir bakıştır. Ancak, insanların kibirle doğal dünyanın üstünde yer alan teknolojik şatolarda yaşamakla övünmesine rağmen ekoloji, insanların aslında doğanın bir parçası, uzantısı olduğunu ve kavranması zor kompleks ilişkiler sistemine bağlı olduğunu göstermiştir. Ekoloji gerçekten alçakgönüllü bir disiplindir; çünkü kendilerini en yüksek hayat formu olarak gören insanların aslında en küçük, “en alçak”, ve en “sıradan” formlara bağlı olduğunu gösterir. Solucan, gübre böceği ve bakteriler, Dünya’nın dinamikleri açısından, toplumsal evrimlerinin şu andaki noktasında gezegendeki bütün hayat sistemlerini tehdit eden yıkıcı ve yok edici bir noktada bulunan insanlara kıyasla daha hayati öneme sahip canlılardır.

Page 10: Hayvan Özgürlüğü

Yirminci yüzyılın başında büyük bir beynin insanın evrimindeki itici güç olduğuna inanılıyordu. Bu da Piltdown insanı kandırmacası ile ortaya çıkmış bir yanlışlıktı. 1924’te Raymond Dart, Taung çocuk fosilini Güney Afrika’da keşfedip onu Australopithecus Africanus adıyla yeni bir tür olarak tanımlayıncaya dek antropologlar yanlış bir şekilde insanların Afrika’dansa, Avrupa veya Asya’da evrildiğine inanıyorlardı. Ayrıca gene hatalı bir şekilde büyük beyinlerin bipedal duruştan (iki ayak üzerinde duruş) önce geliştiğine inanıyorlardı. Ancak 1950’lerde ve daha da dolu bir şekilde 1970’lerde antropologları Afrika’da daha fazla sayıda australopithecus fosilleri keşfetmeye ve böylece ilk atalarımızın modern insanlardansa insan olmayan primatlara benzediğini görmeye başladılar. Arkeoloji tür kimliğinin kurulmasıyla doğrudan ilintilidir. Örneğin, Lucy’nin keşfi “insan” kriterini genişletmiştir, atasal köklerimizi zamanda geriye doğru itmiştir, bu kaygan zeminde nerede durulacağına dair bir sorun da yaratmıştır. Felipe Fernandez-Armesto şöyle söylüyor: “eğer Lucy’i atamız olarak kabul edebilirsek, bu birbirimizi renk, inanç, dış görünüş, zihni kapasite ve ahlaki değer gözetmeksizin kucaklamamızda bir esneklik sağlayabilir.” Ancak, yazar şunu da soruyor: neden orada duralım ki? İnsanların atalarının daha erken kuşaklarını neden dışlayalım? 4,4 milyon yıl önce dik yürüme kapasitesine sahip ama gene de ağaçlarda yaşayan Ardepithecus ramidus’u neden dışlayalım? Ya da şempanzeleri? İnsan ve insan olmayan arasındaki sınırı nasıl ve nerede çizmeli? Nesnel, keyfi olmayan bir sınır belirlemek mümkün mü?

1960’larda Jane Goodall, Tanzanya, Afrika’daki Gombe Ulusal Parkı’na tarihi ziyaretini gerçekleştirinceye dek insanların büyük maymunlara, özellikle de şempanzelere dair kopuk bilgileri vardı sadece. Habitasyon metodunu, yani Goodall’ın varlığını kabul etme ya da görmezden gelmeye dek uzanan bu sabırla bekleme metodunu kullanarak Jane Goodall çocuklarını öldürme eyleminin, savaş ve cinayetin sadece insanlara ait olmadığını, şempanzeler arasında da var olduğunu keşfetti. Şempanzelere evrimsel yakınlığımızın genetik olarak onaylanmasına ek olarak bu tür keşifler insanın doğası ve insan kimliğine dair düzeyli tartışmalar yapabilme açısından hayati önem taşıyor.

1960’larda ve 1970’lerde araştırmacılar genetik bilimleri ve teknolojileri geliştirmeye başladılar, bu gelişmeler de insanın evrimini doğru şekilde anlamak için önemliydi. Linnaeus, Darwin ve diğer bilim insanları, insanların goriller ve şempanzelerle önemli fiziksel ve yapısal benzerlikler taşıdığını, ve morfolojik anlamda aynı genel gruplamaya ait olduğunu söylemişlerdir. DNA analizi, büyük maymunlara ne kadar yakın olduğumuzu ortaya koyarken insanların ve şempanzelerin ortak bir büyük maymun atadan geldiğini, 5 ile 7 milyon yıl önce bu ikisinin birbirinden farklı evrim yollarında ayrıldığını göstermiştir. Genetik bilimi sayesinde bilim insanları insan genlerinin %95-98’inin şempanzelerin genleriyle aynı olduğunu, ve böylece şempanzelerin orangutanlardan ve gorillerden biyolojik olarak bize daha yakın olduğunu ortaya koymuştur.

Bilim insanları büyük maymunlarla olan genetik ilişkimizin detaylarını anlamaya başladılar, ve 1975’te moleküler genetik, şempanzelerle insan DNA’sının %96’sının birbirine benzediğini (proteinleri şifreleyen genlerin ise %99’u) ortaya koymuştur. 2002’de bu bulgular İnsan Genomu Projesi tarafından onaylanmıştır,

Page 11: Hayvan Özgürlüğü

bu proje insanın genetik yapısının şifrelerini çözmüştür. 2003’te yapılan önemli bir çalışmada Wayne Devlet Üniversitesi’ndeki bilim insanları buldukları genetik kanıtlarla insanların ve şempanzelerin çok yakın zamanlarda birbirinden ayrıldığını söyleyerek şempanzelerin “Homo troglodytes” adıyla yeniden sınıflandırılmaları gerektiğini söylemişlerdir. Bu değişiklik bu şempanzeleri Genus’umuz (soyumuz) Homo’nun komple üyeleri haline getirecekti, öyle ki Homo erectus, Homo habilis, Neandertaller ve diğer proto-insan tipleriyle aynı kategoride olacaklardı. Coğrafya uzmanı Jared Diamond, insanları “üçüncü şempanze” olarak kategorize etmiştir, diğer ikisi bilinen şempanze türü ve bonobolardır. İnsanlar ayrık bir Aile oluşturmazlar, hatta tekil bir genus bile oluşturmazlar, ama daha çok şempanzeler ve bonobolarla aynı genusa aittirler. Dimaond’a göre, eğer türcü gözlüklerimizi bir kenara koyarak bakarsak günümüzde üç-bir değil- Homo türü olduğunu söyleyebiliriz ( diğer ikisi de üçüncünün yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır). İnsanları tekil, ebedi, ruhani varlıklar olarak gören Batı Hristiyan ve Kartezyen görüşü için rahatsız edici olsa da, bizler aslında büyük maymunlar gibi değiliz, bizler büyük maymunlarız, hem de Afrikalı büyük maymunlarız. Biyolojik olarak en yakın akrabamızla karşılaştırmalı bir temelden yoksun olarak kendimizle ilgili bir kavrayış geliştirmemiz mümkün olmazdı, ve bizler “unutulmuş atalarımızın gölgelerinde” yaşamaya devam ediyoruz (Carl Sagan ve Ann Druyan).

1993’te Peter Singer ve Paola Cavalieri “Büyük Maymun projesi”ni başlattılar. Bu uluslararası projenin amacı büyük maymunlar için yasal haklar kazanmak (hayat, özgürlük ve işkencenin yasaklanması) ve bu hayvanların mal konumundan çıkarılmalarıydı. Singer ve Cavalieri, Büyük Maymunların Haklarına Dair Birleşmiş Milletler Bildirgesi hazırlanmasını önerdiler, bu bildirgeyle büyük maymunlara özgürlük hakkı tanınacak ve esaret altındaki bütün büyük maymunların (sadece ABD’de3000’den fazla büyük maymun araştırma laboratuarlarında tutuluyor) serbest bırakılması mümkün olacaktı. Büyük maymunlarla insanlar arasındaki genetik benzerliklere ek olarak Cavalieri ve Singer, geçmiş ve gelecek duyguları olan, farkındalıkları, rasyonelliği, kompleks duyguları olan bizlerin “birey” olarak kabul edilmesi karşısında şempanzelerin, bonoboların, gorillerin ve orangutanların da insanlarla “eşit bir topluluğa” ait olduklarını öne sürdüler. Gerçekten de ben bunları yazarken uluslararası mahkemelerde büyük maymunları birey/kişi olarak resmen tanıyabilecek davalar halen devam ediyor.

BİLİŞSEL ETOLOJİNİN KAVRAMSAL DEVRİMİ

17. yüzyıldan başlayarak modern bilim, hayvanların otomat ya da makine olarak görüldüğü mekanik bir paradigma inşa etti. Descartes’tan günümüzde sosyobiyoloji ve davranışçılığa dek modern gelenek hayvanları hissedemeyen ve düşünemeyen makineler ya da vahşi yaratıklar olarak görmüştür. Bu paradigmada yetiştirilen öğrenciler dalga geçmek istemedikçe hayvanların öznel hayatlarına işaret etmekten kaçınmıştır. Davranışçılığın etkisi altındaki bilim insanları, bir şempanzenin tecrübe edebileceği sevgiyi “bağlılık formasyonu”, bir filin öfkesini “agresyon dışa vurumu” ve bir kuşun yeteneğini “şartlı refleks “

Page 12: Hayvan Özgürlüğü

oalrak yeniden tanımlamışlardır. Gazeteler tipik bir şekilde hayvanların düşüncelerinden ya da hislerinden söz eden yazıları basmayı reddediyorlar.

Bizleri uzun zamandır hayvanlar hakkında yanlış bilgilendiren bilim yeni bir devrim başlatıyor. Evrim teorisi, genetik, nörofizyoloji ve deneysel prosedürler aracılığıyla bir çok bilim insanı hayvanların bizlere benzer şekilde hissedebildiğine ve düşünebildiğine dair güçlü kanıtlar sunuyor. Yukarıda gördüğümüz gibi, değişim Charles Darwin’le başladı. Darwin’in doğal seçilim teorisi insanların aslında hayvan olduğunu ve böylece hayvanlarla aynı evrimsel dinamiklere göre evrim geçirdiğini ortaya koydu. “Türlerin Kökeni”, “İnsanın Türeyişi”,” İnsanda ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi “ gibi eserlerinde Darwin insanlığın hayvansal köklerini ortaya koydu ve insanlar ile diğer hayvan türleri arasındaki psikolojik ve davranışsal bağlantıları tanımladı. Darwin insanların hayvanlardan “tür olarak değil derece farkıyla” farklı olduğunu söyledi. Darwin hayvanlar alemindeki evrimsel kontinyumu zeki ve zeki olmayan hayat arasında bir ayrım noktası olarak değil; ama bilinçliliğin, zekanın, öznelliğin, seçimin ve özgürlüğün başlangıçtaki temel organizmalardan düşünebilen kompleks hayvanlara dek devam eden bir sürecin parçası olarak ortaya koydu. Bilim insanları bu evrim teorisini kabul ettilerse de Darwin’in etolojik çalışmasını görmezden geldiler, çünkü onların türcü önyargılarına göre bu iğrenç birşeydi , ayrıca dirikesim araştırmaları ve ilaç endüstrileri açısından da işlerin bozulmasına yol açacak birşeydi bu, bu çalışmanın kabullenilmesi durumunda çıkar elde etme arzusu ahlaki, vicdani ve etik gerçekler tarafından zor durumda bırakılacaktı.

Donald Griffin’in çalışması John Watson ve B.F.Skinner’ın davranışçı geleneğine indirilen sert darbelerle doludur. Bilişsel etolojinin babası olarak kabul edilen, yarasaların ekolokasyon kullanarak(sesin yankılanmasından faydalanarak bir cismin bulunduğu yön ve uzaklığı saptama) alanlarını belirlediğini bularak ün kazanan Griffin hayvanların düşünebildiği nosyonunu ciddiye alarak, bu amaçla insanları zorlayan bazı argümanlar ortaya koydu. Griffin’in çalışmasından bu zamana dek hayvan zihninin esnekliği ve sofistikeliğiyle alakalı zengin bilimsel bir literatür bir araya getirilmiş durumda. Pratik zeka ve sayısız gözlem anından ve deneylerden sonra hayvan zekası somut bir şekilde ortaya konmuştu, ve bu sonuç sadece hayvanlara bakışımızı değil, kendimize bakışımızı da değiştirmektedir. Hayvan zekasının kanıtları geniştir, sağlamdır ve ezici bir şekilde kompleks beyinlerin, kompleks sosyal hayatın ve kompleks davranışların insan olmayan hayvanlarda var olduğuna işaret etmektedir.

Elbette sonuçlar farklı biçimlerde yorumlanabilir, davranışçılığın sadık taraftarları hala ikna olmadılar. 1984’te C. Lloyd Morgan kendi kanununu formüle etti. Bu da Ockham’ın usturasının bir varyasyonudur. Buna göre daha alt bir işlev (içgüdü) bir davranışı açıklayabilecekken, organizmalarda daha üst bir işlev (zeka) aramamak gerekir. Davranışçılar bu prensibi aşırı indirgemeci bir tarzda kullandılar, bütün davranışları içgüdülere ve öğrenme mekanizmalarına indirgediler. Ama Morgan hayvan zekasının var olduğunu kabul edip prensibinin tam tersini ortaya koyduğunu söyler. Hayvan zekasının var olduğuna dair ciddi kanıtlar karşısında daha alt işlevler davranışları açıklamazlar; tersine ancak daha yüksek prensiplere referans göstererek bir anlam ifade edebilirler. Diğer bir

Page 13: Hayvan Özgürlüğü

deyişle, en basit açıklama, hayvan zihninin esnek ve düşünebilen nitelikleri olduğu yönündedir.

Hayvanların zihinsel ve duygusal zenginliği konusu sıradan insanı rahatsız edebilir; ama dikbaşlı bilim insanını kızdırır. Mekanik bilim açısından hayvanların duygularından ve zihninden söz etmenin manası yoktur, çünkü gözlemlenmeleri ve ölçülmeleri imkansızdır. Hayvanlara insani özellikler atfetmek antropomorfik bir tavırdır. Hayvanlara isim vermek onlara sanki insanlarmış gibi davranmaktır. Ve söz konusu öyküler olsa olsa anektoddur. Bugün, bu durum bilim hayvan zihnini ve duygularını kucaklayan çalışmalar sayesinde paradigma kayması yaşıyor. Son birkaç on yıla dek insanlar hayvanlarla ilgili bilgilerinin paleolitik dönemine takılıp kalmışlardı. Son zamanlarda yayımlanan kitapların ve hayvan zekasını inceleyen bilişsel etoloji disiplininin etkisiyle, bilim, nihayet hayvanların kompleks yapısının derinliklerini keşfetmeye başlıyor. İnsan olmayan hayvanlarla alakalı sığ anlayışımızda devrim yapıp kendimizle alakalı kibirli imajımızı da değiştiriyor.

Donald Griffin’in 1980’lerde çığır açan eserinden günümüzde Roger Fouts’un, Frans de Waal’in, Marc Bekoff’un, Steven Wise’ın ve diğerlerinin çalışmalarına dek etoloji, hayvanların insanların hayal edemeyeceği denli kompleks düşünceleri, hisleri, ve sosyal hayatları olduğunu ortaya koydu. Düalistik ve tarihçi olmayan kökleriyle modern bilim, evrimsel değişim ve gelişmelerin devasa zincirinde zekanın, sosyal hayatın ve öznelliğin gelişimsel kontinyumunu kavrama konusunda başarısız olmuştur. Mekanik bilim, insan öncesi bütün evrimi tartışılmayan bilinçliliğin derin dehlizlerine bırakır, hayvanları biyolojik programlarına göre tepki gösteren ya da içgüdülerine göre davranan otomatlar ya da makineler olarak görür. Hayvanların ilkel olduğu inancı, insan zihninin ve hayvan hayatı ve davranışının ötekiliğini kavrama konusundaki yeteneksizliğini aşar.

Bu paradigma artık tamamen iflas etmiş, bitmiş bir paradigmadır; bir çok bilim ve felsefe çevresinde kartezyen mekanizm, davranışçılık ve türcü düalizm terkedilmiştir. Post-kartezyen bir bilime geçişte hayvan kompleksitesinin ve zekasının genişliği ve derinliğini birbiri ardında gelen keşiflerle belgeleyen bir çok belgesel, kitap ve yazı bulunmakta. Keşif sayısı o kadar hızla artıyor ki gerçekten de hayvanlara bakışımız gün be gün değişiyor. İnsan ve insan olmayan hayvanlar arasında Batı toplumunun sebep olduğu ontolojik kopmanın her tarafındaki safsataları ve bozuklukları farkediyoruz, ve etoloji de ayrılığın kalın duvarlarını yere yıkmayı başarıyor. İnsanlar hayvanların rasyonelliğini küçük gördüğü gibi kendi akılcılığını da abartıyor. Benzer şekilde, insanların hayvanları biyolojiye indirgeyip kültürden mahrum ettiği gibi insanlar kültürlerinin sadece istendik yönlerine odaklanarak kendi kültürlerinin biyolojik boyutlarını kavrama konusunda başarısız olmuştur.

Bilişsel etoloji sağduyu ve önyargısız gözlemin sonuçlarını bir araya getirir, yani hayvanların zengin ve kompleks duygulara, zekaya ve sosyal hayatlara sahip olduğunu söyler- günlük hayatın verileri gerçekten şaşırtıcı sonuçlar vermektedir.Ancak en gerici kartezyenler hala hayvanların hissetme yeteneği olan canlılar olduğundan şüphelenmekte ya da bunu reddetmektedir, ve dahası

Page 14: Hayvan Özgürlüğü

bizler sahip olduğumuz her hissin, korku, stres, yalnızlık, keder, kıskançlık, utanma, gurur, empati, sevgi ve mutluluk hislerinin hayvanlarda da olduğunu biliyoruz. O net hikayelerinde Jeffrey Masson ve Susan McCarthy goril Michael’ın opera şarkıcısı Luciano Pavarotti’yi nasıl sevdiğini; yunus Hoku’nun su parkındaki arkadaşı Kiko’nun ölümünden sonra nasıl yas tuttuğunu; şempanze Flint’in annesi Flo’nun ölümü sonrasında çektiği acı yüzünden nasıl öldüğünü anlatıyorlar. Fillerin ölüleri için yas tuttuğu, gömme ritüelleri gerçekleştirdiği, ölümün önemi ve geçerliliğine dair bir farkındalık içerisinde oldukları biliniyor. Hayvanlar keder kadar neşeli olmayı da bilir, ciddi davranmak kadar oyuncu da olabilirler. Ayrıca hayvanlarda bir estetik duygusu, bir mizah duygusu da vardır, bunu dans etmekten zevk alan kuşların davranışından, ya da top atıp boya yapmaktan davul çalmaktan hoşlanan şempanzelerden anlayabiliriz.

Kompleks zeka formları bütün hayvanlar aleminde görülüyor. Örneğin kuşların kompleks bellekleri ve geniş alanları haritalama yetenekleri vardır ( türcülerin “kuş beyinli” sözü bundan daha yalancı olamazdı) ve bazı kuşlar alet kullanıp sorun çözme yeteneklerini de sergilerler. Birçok hayvanın belli bir sayıya dek sayabilme yeteneği vardır, ayrıca görsel ilişkileri, örüntüleri ve analojileri farkedebilmektedirler – çoğunlukla çocuklardan ve hatta üniversite öğrencilerinden de daha iyi yapmaktadırlar bunu. Balina, yunus, goril ve şempanze gibi “daha yüksek” memelilerin önemli rasyonel ve linguistik yeteneklerinin olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunuyor. Goril Koko’nun 500 sözcükten oluşan bir işaret dili bildiğini biliyoruz, Koko ayrıca internette chat yapıyor. Gri papağan Alex 100’den farklı nesnenin ismini biliyor, 7 rengi, 5 şekli bilebiliyor; dahası 6’ya kadar nesneleri sayabiliyor ve anlamlı cümleler kurabiliyor. Şempanzeler en azından ayrıksı anlamları olan ve duygu ifade eden en az 30 ses repertuarına sahip. Amerikan İşaret Dili ve leksigram sembolleri ile kuyruksuz maymunların insanlarla iletişim kurduğu ve insanlara arzularını, gereksinimlerini ve düşüncelerini iletebildiğini göstermektedir. Aynalarla ve gizli objelerle yapılan çeşitli testler şempanzelerin ve bonoboların kendini bildiğini ve başka zihinlerin farkında olduğunu göstermiştir. Yunuslar bireyselliklerini birbirilerine imzaları olan ıslıklarla iletirken, balinalar 600’den fazla ayrıksı sosyal ses repertuarına sahiptir. Alanlarda ve laboratuarlarda yapılan binlerce deney çayır köpeklerinin, sincapların ve hatta tavukların sadece duygularını değil, avcılar söz konusu olduğu anda kompleks şekilde farklı alarm bağırışlarıyla bilgiyi de aktardığını gösteriyor.

Sadece tek bir zeka ve iletişim- o da Homo sapiens’inki- kabul eden bilim insanları, hayvanların bizim gibi konuşmayıp akıl yürütmedikleri için sonuçta beyinlerinin olmadığı sonucuna varmışlardır. Hayvanların insanların dil ve zeka kriterlerine uymalarını bekleyen bilim insanları sonuçta antropomorfizm günahına yenik düştüler. Ancak antropomorfizmin bilimsel bir günah olmasına gerek yok. Şurası açık ki bizler hayvanlara sahip olmadıkları nitelikleri yansıtmak istemiyoruz. Ancak insan olmayan hayvanlar ve insan hayvanları arasında bazı ortak noktalar varsa, Griffin’in eleştirel antropomorfizm dediği şey hayvanları anlamak için en iyi yöntem olacaktır, ve nesnel uzaklık da her seferinde içgörüyü bloke edecektir.

Page 15: Hayvan Özgürlüğü

Mesele bir çok hayvan türünün sofistike şekilde düşünememesi, sembolize edememesi ve iletişim kuramaması değildir, mesele hayvanların zihinlerini bizlere açık hale getiremememizdir, onların seslerini ve davranışlarını nasıl yorumlayacağımızı bilemememizdir. Zekanın insanın tümdengelim ve tümevarım tarzından farklı biçimlerde de işlediğini ve anlamın jestlerle, ifadelerleri seslerle ve devinimlerle karşı tarafa ifade edilebildiğini ve insan sentaksıyla sınırlı olmadığını her ne kadar maymunlar gramerin temel kurallarını anlasa da söylemek gerek.

İnsanların temelde benzersiz varlıklar olduğu iddiasına bir darbe de birçok hayvanın açık bir ahlak, adalet ve hak bilirlik duygusuna sahip olmasıyla iner. Büyük kuyruksuz maymunlar, filler, kurtlar, yunuslar, sırtlanlar, fareler, sıçanlar birçok ahlaki davranışa sahiptir. Çoğu insan sadece insanların yiyecek paylaştığını sanıyordu; ama bonobolar ve şempanzeler de bu ritüeli severler. Hayvanlar sadece kendi çıkarlarına düşkün, refleksif, hisleri olmayan, birbirleriyle mücadele ettikleri şiddet dolu ve rekabetçi ortamlara hapsedilmiş canlılar değildir, alturistik ve empatetik bir yönleri de vardır. Bu onların türler arası itina gösterme, yavruların büyütülmesi ve yas tutma kapasitelerinde değil, birbirlerini hayatlarını kurtarmak için kendi hayatlarını riske atmalarında belirgin bir şekilde gözlenmektedir. Hayvanların empatetik kapasiteleri bir deneyde açık olarak gözlenmiştir, bu deneyde rhesus maymunları eğer arkadaşları karşılığında elektrik şok görecekse kendilerine verilen yiyeceği almayı reddetmiştir. Bu tür empatetik ve altruistik eylemler hayvanların farkındalıkla, ihtiyatla, birbirlerine itinayla davranan ahlaklı canlılar olduğu fikrinin doğru olabileceğini düşündürüyor. Hayat gladyatör gibi bakmak fikrini Darwin asla önermedi, tersine Darwin rekabet kadar işbirliğinin de evrimsel önemine dikkat çekti, Kropotkin’in kitabı “ Etik:Köken ve Gelişim” de bu konu üzerinedir.

Kaba biyolojik zorunluluklar ya da içgüdüler tarafından yönetilen otomatlar olmaktan çok, etologlar şempanze, maymun ve yunus gibi hayvanların gerçek anlamda kültürler oluşturduğunu, ve bu kültürlerde bilginin ve davranışların edinilmiş genetik miras yoluyla değil, öğretme ve öğrenme yoluyla yeni kuşaklara aktarıldığını göstermiştir. “İyi huylu: İnsanlarda ve Diğer Hayvanlarda Doğru ve Yanlışın Kökenleri” adlı kitabında Frans de Waal büyük kuyruksuz maymunların (şempanzelerin, bonoboların, orangutanların ve gorillerin) insanın birçok davranışsal ve ailesel dinamiğinin temelini kurduğunu söylüyor. Waal ve Jane Goodall şempanze topluluklarının sadece davranışçılıkla açıklanamayacak kompleks sosyal beceriler sergilediğini söylüyor. Onların dünyaları sadece kimyasal maddeler ve içgüdüler tarafından belirlenmiyor, ayrıca kurallar ve normlar tarafından şekillendiriliyor. Bizim gibi onlar da ortaklaşa bir iletişim ve öğrenme kültüründe yaşıyorlar ve bizim gibi onlarda da bu kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Primatların zekası içkin ve sabit değildir, tersine bizimki gibi bunun önemli bir kısmı kültür ve teknolojik yenilikler bağlamında toplumsal olarak yapılandırılmaktadır.

Şempanzeler, rhesus maymunları, yunuslar, filler, ve diğer insan olmayan türler sadece hayvan değildirler, onlar politik hayvanlardır, oldukça kurnaz ve Makyavelist canlılardır, yiyecek, mekan, seks, güç ve sosyal statü için dövüşen

Page 16: Hayvan Özgürlüğü

canlılardır. Politik hayatları içerisinde bilinçli kararlar verir ve stratejik seçimler yaparlar, ve ses, gruplaşma, ittifak kurma, destek verme, desteğini çekme hatta kolektif oy kullanma özellikleri de bulunuyor.İnsanlar güç ilişkilerini icat etmediler. Benzersizlik tezini bırakıp insanları primat atalarıyla bir araya getirdiğimiz zaman insan davranışıyla alakalı bir çok mesele açığa kavuşabilir. İnsanlar ahlaki ve adaleti icat etmediler, bu toplumsal davranışlar insan köklerinden çok önce evrimsel bağlam içerisinde evrilmiştir. Türcülüğün görüntüyü bulanıklaştıran gözlükleriyle ve çağdaş bilimsel gelişmelerden bihaber şekilde doğaya baktığımızda insanıya da insan olmayan hayvanları anlamamız mümkün olmayacaktır.

SON DUVARLAR VE KAVRAMSAL KLOSTROFOBİ

“Diğer hayvanları köleleştiren, hadım eden, üzerinde deney yapan ve onlardan biftek yapan insanların, hayvanların acı hissetmediğine dair anlaşılması kolay bir eğilimi var. İnsanlar ve “hayvanlar” arasındaki keskin ayrım, eğer biz hayvanları zerre kadar pişmanlık ya da suçluluk duygusu hissetmeden irademize boyun eğdirmek, bizler için çalıştırmak, onları giymek, onları yemek istiyorsak hayati öneme sahiptir…Hayvanlar fazlasıyla bizim gibiler.”

Carl Sagan ve Ann Druyan

İnsan ve insan olmayan hayvanlar arasındaki katı sınırlar, Homo Sapiens’in bir monad olmadığı, şöyle ya da böyle bağımsız olmadığı, veya bir Tanrı olmadığı; tersine geniş ve ayrıksılamış evrimsel bir kontinyumun bir parçası olduğu gerçeği daha da aşikar hale geldikçe hızla inceliyor. Bilişsel etolojinin zengin bilimi, insanların hayvanlardan derece farkıyla farklı olduğu ama tür olarak farklı olmadığı anlamında Darwin teorisini desteklemektedir, öyle ki düşünme, kendinin bilincinde olma, amaçlılık, iletişim, dil ve sosyal iletişim gibi insani formlar primat atalarımızdan köklenen ve farklı derecelere dek birçok tür tarafından paylaşılan bir evrimin ürünleridir. Dickie ve Roth şöyle yazıyor: “İnsan zekası istisnai dercede gelişmiş bir biliş biçimi olmaktan çok, insan olmayan primatların bilişsel kapasitelerinde meydana gelen bir terfiye, yükselmeye benzetilebilir.” İnsanları diğer hissetme yeteneğine sahip türlerden ayıran yanlış düalizmler ve sentetik duvarlar yıkılıyor, bizler Kartezyen görüşü tekrar eski konumuna geri getiremeyiz.

Bizler sadece insanların sevgi, neşe, yas, kıskançlık ve utanma gibi derin ve geniş ölçekli duygular hissedebildiğini sanıyorduk. Ancak bilim aynı hislerin birçok hayvan türünde de mevcut olduğunu ispat etmiştir. Memelilerde limbik sistem ve neokorteks bulunur, bu işlevler insanların duyguları tecrübe etmesini ve soyut düşüncelere sahip olmasını mümkün kılar. Bütün memelilerde oksitosin denen bir hormon bulunur, bu hormon seks sırasında alınan zevk esnasında kullanılır, ayrıca anne ve yavrusu arasındaki bağın kurulmasında anahtar rolü vardır. Dişi bonobolar ve şempanzelerin ölü fareleri başlarının üstüne koyduğu ve kendine “çeki düzen verdiği” görülmüştür, yani moda hissi ve kendini beğenme duygusu sadece insanlara özgü değildir. Bizlere defalarca sadece insanların ölüleri için yas tutup onları bir törenle gömdüğü söylenmiştir; ancak ızdırap ve yas tutma

Page 17: Hayvan Özgürlüğü

eylemleri bir çok hayvanda vardır ve fillerin de ölüleri için gömme ritüelleri düzenlediği bilinmektedir.

Bin yıl boyunca sadece insanların- Homo Faber- alet yapıp kullandığı sanılıyordu; ama son keşifler şempanzelerin, kuşların ve diğer türlerin de bunu yaptığını gösteriyor (mesela, şempanzeler termitleri çıkarmak için sopa, hindistan cevizlerini kırmak için taş, ve galagoları öldürmek için mızrak kullanırlar.) Şubat 2007’de yapılan şaşırtıcı bir çalışma, şempanzelerin galagoları avlamak için kendilerinin biçim verdiği mızraklar kullandığı metodik tarzlarını belgelemiştir ( sanki bu yeterince şaşırtıcı değilmiş gibi, rapor ayrıca tahtadan mızrakları yapıp kullananların dişi olduğunu da söylüyordu).

Sadece insanların- homo loquens’in- kompleks dil ve iletişim biçimlerine sahip olduğu dogması şempanzelerin, yunusların, balinaların, çayır köpeklerinin ve diğer hayvanların da bunlar sahip olduğu ortaya çıkana dek kabul görmüştür. Bunlara “gerçek” dil dememek ve sentakstan ya da gramer kurallarından mahrum olduğunu söylemek, dil ve iletişimin tanımı düşünülünce, basitliktir. Amerikan İşaret Dili’nde ya da diğer sembolik dillerde iyi olan Washoe, Koko, Kanzi ve diğer primatlar sembolik iletişimin sadece insan hayvanlarına özgü olmadığını gösteriyor.

Güya sadece insanlara ait olduğu niteliklerin azalması sonucu, filozoflar ve bilim insanları, sadece insanların öz-bilinçlilik ve öz-kimlik duygusuna izin verecek denli kompleks beyinlere sahip olduğunu iddia ettiler; ancak ne yazık ki şempanzeler ve diğer hayvanlarda da önemli bir derecede öz-bilinçlilik gözlenmiştir. Levi-Strauss’un “yaban” zihnini savunmasına paralel bir şey görüyoruz burada; bu da “medeni” zihinden daha iyi ya da daha kötü değildir, ama aynı insan kapasitesinin farklı bir oluşumudur, bu yüzden Marc Hauser, bütün hayvan beyinlerinin benzer problemlerle başa çıkması için, nesneler, sayılar ve mekanlar vb şeylerle alakalı bilginin işlenmesi amacıyla her türün kendine özel mental “alet kutusu” bulunduğunu ileri sürer. Varyasyonlar türler arasında farklılıklara yol açar, böylece Homo sapiens birçok açıdan önceden tahmin edilemeyen bir kompleksiteye doğru evrilmektedir. Hause sözünü şöyle bitirir: “Biz gezegeni düşünen hayvanlarla paylaşıyoruz…İnsan aklı gezegende karakteristik olarak farklı bir iz bıraksa da bizlerin bu süreçte yalnız olmadığı gün gibi ortadadır.”

Bir çok insan yalnızca insanların kültürlerde yaşadığını iddia etti, kültürlerde davranışların ve normların kalıtımdan çok öğrenme yoluyla aktarıldığı biliniyor. Klasik bir vaka olarak Murray Bookchin’i alabiliriz, bu adam kaba bir türcü olup (ya da bazen kendisine verdiği ismi kullanırsak “eko-humanist”tir) eğer insanlar olmasaydı bu gezegende ilginçlik namına hiçbir şeyin varolmayacağını söyler. Bookchin, hayvanları; kayalar, ağaçlar ve farkındalık, bilinç ve düşünceden mahrum diğer inorganik maddelerle beraber “birincil doğa”ya ait kabul eder, “ikincil doğa”yı da sadece insanlara has kılar. Biyolojik ve sosyal evrimde bilinç, öznellik ve seçim meselesinin merhalelerle meydana geldiği konusundaki bariz vurgularına rağmen Bookchin statik, düalist ve aşırı basit tavırlı bir şema çizerek insan hayvanları ve insan olmayan hayvanları ikiye ayırır. Bunun sonucunda

Page 18: Hayvan Özgürlüğü

elbette bir başka aydın Solcu “ahlak felsefesi” geliştirilmiş olur ve bu felsefe de her sömürücünün öldürme yerine acı çekmeyi kınadığı, sömürüyü değil de “gereksiz” acımasızlığı kınadığı, ve hayvanların kaynaklara, şeylere, bir mala indirgenmesini kınadığı sabit fikirli refahçı görüşlerin bir kademe üstüne bile çıkamaz.

Ancak Bookchin’in birincil ve ikincil doğa ile alakalı bu basit çatallaşma örneğinde insanlar Dünya’daki yegane “zeka” biçimini temsil eder (ve bu konuda pek de göz kamaştırmazlar!) ; oysa bu, bilim tarafından reddedilmiştir, insan hayvanı kültürleri ve insan olmayan hayvan kültürleri arasında kopukluklar değil, merhaleler vardır. İnsanlar gibi bonobolar, şempanzeler ve diğer türler de kompleks topluluklarda yaşarlar, burada bir teknik ve ahlaki bir bakış açısı formüle ederler ve bilgilerini iletişim, öğretme ve öğrenme yoluyla yeni kuşaklara geçirirler. De Waal’in detaylı bir biçimde kanıtladığı gibi, şempanze toplulukları içgüdüleriyle yönetilmezler, tersine kurallarla yönetilirler; şempanzeler hiyerarşideki yerlerini bilirler, yani onlardan ne beklendiğini bilirler ve bilinçli şekilde kuralları çiğnediklerinde ne olacağını bilirler (mesela alt hiyerarşiden bir erkeğin alfa erkek hiyerarşisinden bir dişiyle seks yapması gibi). Bu hayvanlar adetler, hiyerarşi, kurallar, kurallara uymamanın sonuçları ve karşılıklı faydalanma gibi terimler ışığında düşünür ve ona göre davranırlar.

Aslında şempanze toplulukları aile hayatını yaratmaları, gizli ahlaki kuralların çeşitli beklentileri ve zorunlulukları belirlemesi, birbirine dikkat edip ilgilenme (mesela birbirlerinin kürklerinden kene ayıklamak ve kaşımak) ve genel bir topluluk hissiyatına sahip olma anlamında insanın ahlaki yapısı için olası bir kaynak oluştururlar.De Waal şöyle söylüyor: “İnsan ahlakı, primat bir toplulukta ilgi ve alakanın aleni hale geldiği bir ortam olarak görülebilir” İnsanlar önemli niteliklerini ex nihilo-hiçten kazanmazlar, ataları büyük kuyruksuz maymunların önceden var olan çoğu diğer hayvan türlerinde de bulunan dinamiklerinden edinirler.

Bu yüzden binyıl boyunca Batı kültürlerinin sadece insanlara atfettiği ve tür kimliklerini yapılandırmak için kullandığı özler, nitelikler ve özellikler sahte düalizmlerin kumları arasında köklenmiştir. “Unutulmuş Ataların Gölgeleri” kitabında Sagan ve Druyan insan kimliğini diğer hayvanlardan ayırmak için kullanılan 30’dan fazla nitelik belirlemiştir, insanın sözde eşsiz oluşuyla alakalı her türden kriter bir dereceye kadar şempanze kültürlerinde de bulunmaktadır. Etolog Jonathan Balcolmbe’nin latife yaparcasına söylediği gibi, “bir zamanlar upuzun bir liste olan sadece insana ait olan nitelikler artık “insan üstünlüğü” dediğiniz o bir iki saniyelik ana sığacak kadar azalmış durumda”. İnsanlarla insan olmayanlar arasındaki kesin farklılıkların altını çizmeye çalışanlar, cehaletin sütünları arasında topallamakta ve tuhaf dikotomilerin arasında yere çökmektedir.

İnsanın “Eşsizliği”ni Düşünmek

İnsanların “eşsiz” olduğuna dair o pek övülmüş iddia totolojiktir, ilginç değildir ve bilgilendirici olduğu da söylenemez. Doğası gereği her tür eşssizdir; şahin, çıngıraklı yılan, gri tüylü goril, Afrika fili ve oselotlar, birbirlerine göre hepsi

Page 19: Hayvan Özgürlüğü

eşsizdir, benzersizdir. Eşsiz ve benzersiz olmak anlamında insanlar tek örnek değildir, bu, türleşme ve doğal seçilimle ilişkilendirilmiş sıradan biyolojik bir niteliktir.

İnsanların, seçimleri ve eylemlerinin akıl ve mantıkla uzlaştırıldığı bilgi işlemciler olduğuna dair rasyonalist görüş, hayvanların içgüdülerine göre hareket eden, zekadan, kompleks davranışlardan ve sosyal hayattan yoksun bir genetik programdan ibaret olduğunu savunan davranışçı ve kartezyen görüş kadar yanlıştır. Elbette, insanı ” hayvan”dan radikal bir biçimde ayıran düalizmin hatalarından uzak durmak için, karşı uca sıçrayarak bu sefer monizm(tekçilik) hatasına düşmemeliyiz, bu sefer de insanları büyük “hayvan” kategorisine koyarak “insan” niteliklerinin ve özelliklerinin eşsizliğini ve belirleyiciliğini ortadan kaldırmamalıyız. Ama bizler gerçekten ne kadar “eşsiz”iz? Kendimize özgülüğümüzün sonucu nedir ki bizler “daha yüksek” amaçlarımız ve “üstün” doğamız için “bizden aşağı” hayvanları sömürme hakkını elde ettiğimizi düşünüyoruz?

Kesinlikle, bildiğim kadarıyla, başka hiç bir tür soneler ya da sonatlar yazmamış, cebir denklemleri çözmemiş, ya da kainatın yapısı üzerine düşüncelere dalmamıştır. Einstein’ın matematiği ile bir kuşun sayı sayma yeteneği arasında bir karşılaştırma yapılamaz, bir cevizi kırmak için taş kullanan bir şempanzeyle insan mühendisler tarafından üretilmiş atom kırıcılar arasında bir karşılaştırma yapılamaz. Ama insanlar neokortekse sahip olma anlamında tek değildir; aşk, yalnızlık, empati ve utanç gibi kompleks duygulara sahip olma anlamında eşsiz değildir; sofisitike diller, davranışlar, topluluklara sahip olma anlamında eşsiz değildir; ve hatta estetik ve ahlaki duyarlıklara sahip olma anlamında da yalnız değildir. İnsanlar, şempanzeler ve diğer hayvanlardan çok daha ileri derecede akıl, dil, bilinç, estetik, etik, kültür ve teknoloji potansiyeli ve kapasite geliştirme anlamında daha önde durmaktadır.

İnsan olmayan hayvanların kültür, sanat, teknoloji ve ahlakı yoktur yalnızca, ayrıca bunları sosyal bağlamları, çevresel koşulları ve sınırları, ve evrimsel dinamikleri içerisinde icat etmişlerdir ( veya bunların gelişmesinde etkindirler). İnsanlar hayvandır ve her türden insan kapasitesi ya da potansiyeli diğer hayvanlarda daha öncesinde vardır, insanlar bu kapasitelerin keyfine geniş büyük evrimsel gelişmeler, Homo sapiens’ten önce var olan hayvan dinamikleri ve kadim atalarımız sayesinde varabilmektedir. İnsanlar “insan” nitelikleri için primatlara ve hayvan atalarına gereken saygıyı göstermemeleri anlamında nankördür; daima bir samimiyetsizlikle kendi çıkarlarını düşünen ve şiddete meyilli bir türün sapıkça ironik bir niteliği olarak insanlar bu kişilik özelliklerinin –kırık dökük bir şekilde de olsa- insan olmayan hayvanlarda da var olduğunu reddeder, ve böyle yaparak hayvanları bir mal, bir kaynak, bir meta olrak gören global türcü bir sistemin hayvanları sömürmesini ve yok etmesini meşrulaştırmış olur.

İnsanın tek olduğu fikrine fazla alışmadan insan olmayan hayvanların da insanların sahip olmadığı bazı özelliklere sahip olduğunu unutmamamız lazım, gerçekten de bazen hayvanlar bu özelliklerin daha gelişmiş formlarına sahiptirler. Çoğunlukla hayvanlar insanlardan daha hızlıdır, daha güçlüdür, daha çevik ve

Page 20: Hayvan Özgürlüğü

daha narindirler, bazı açılardan da insanlardan daha zeki ve ahlaken de daha üstündürdüler. Türcü görüşe göre en aptal insan bile en akıllı hayvandan daha zekidir. Ancak Afrikalı gri papağanlar, güvercinler ve şempanzeler sayısalda, hafızada, ve kategorileştirmede yetişkin insanlardan ve çocuklardan daha becerikliler. Dahası, hayvanların daha fazla nezaket ve altruizm göstermeleri, nadiren organize şiddet, sistematik zulüm, işkence, savaş ve kitlesel kırım uygulamaları anlamında insanlardan daha üstün olduğu söylenebilir. Hayvanlar birbirlerini avlar, yer ve öldürürler, ama, belki şempanzeler hariç –en yakın biyolojik akrabamız olmaları bir raslantı olmasa gerek- hayvanların patolojik olarak kontrol, güç, hakimiyet, şiddet, öldürme, savaş, statü ve zenginlikle alakalı patolojik saplantıları yoktur.

İnsanlar bipedaldir (iki ayak üstünde yürür), büyük beyinli, dil kullanan, alet yapan memelilerdir; sofistike akıl yürütme ve dil yetenekleri edinmiş büyük kuyruksuz maymunların torunlarıdır. İnsanlar büyük kuyruksuz maymunlarla aynı genustandır, şempanze ve bonobolardan sonra bizler “üçüncü şempanze”yiz (Diamond). İnsanlar kendi Genuslarının tek mirasçısıdır: Homo sapiens sapiens (en son formlarıyla bildiğimiz insan türü) 40,000 ile 50,000 sene önce geniş beyinleri, gelişmiş teknolojileri ve şiddete, agresyona ve savaşa meyiliyle kendini öne çıkarmıştır. Şu anda yaşayan biz insanlar o halde Neandertallerin, diğer insanların veya insansı türlerin kaybettiği, sayısız hayvan türünün besin zincirine tırmanışımız sırasında, hükümdarların ve kralların Dünya’yı ve hayvan kölelerini denetlerken kaybolup gittiği evrimsel bir yarışı kazananların torunlarıyız.

İnsanlık tanımı genellikle bin yılın miti, dini, felsefesi, sanatı, müziği, edebiyatı, dansı, mimarisi ve bilimiyle oluşmuş kültürel göz kamaştırıcılığın zafer şarkılarını koyar ortaya. İnsanlığın çok parçalı başarılarının övülüşü kesinlikle hak edilmiştir, ama bu göz kamaştırıcı ışıltı ayrıca insan tarihinden ve doğasından ayrı tutulamayan karanlık bir tarafa, ürkünç bir yöne de sahiptir; bu, diğer türlerin yok edilmesi, çevresel olarak yıkıma uğraması, kolonileştirilmesi, hakimiyet altına alınması, hiyerarşi, soykırım, katliamlar, savaş ve şiddetle örülmüş eşit derecede uzun bir tarihi de kapsıyor. Şaşırtıcı bir biçimde Lascaux’daki resimleri, Partenon’u, Hamlet’i, Sistin Tapınağı’nı ve Eroica Senfonisini üreten aynı tür, aynı zamanda Dachau’daki fırınları çalıştırmış, Japonya’daki sivillerin üzerine atom bombaları bırakmış, Kamboçya’daki ölüm tarlalarını kemiklerle ve kanla gübrelemiştir. Homo ambiguous(bilinmez) olarak bizler hem iyi hem kötü, hem yaratıcılık hem de yıkım kapasitesine sahip Janus yüzlü bir türüz.

Homo sapiens hızla evrilip büyük bir süratle büyüyen aceleci, muhteşem, kibirli ve şiddetle meyilli bir türdür. Var olduğu kısa süre içerisinde insanlar dünyayı sömürgeleştirdiler; kaynaklarını tükettiler, diğer türlerin soyunu yok ettiler, yağmur ormanlarını ortadan kaldırdılar, topraklarını çorak bıraktılar, havasını ve suyunu kirlettiler, ve hatta küresel ısısını bile değiştirdiler. Afrika kıtasındaki köklerinden küresel hakimiyetine dek insanlar ister üstün zekaları, adapte olabilme yetenekleri veya o acımasız sinsilikleri ve fethetme güçleriyle olsun, diğer Homo türlerinin yok olup gittiği noktalarda hayatta kalmayı başardılar. Av olmaktan avcı olmaya geçerek insan nüfusu arttı, genişledi, ve Dünya’yı arı kovanı gibi doldurdu, etraflarındaki toprak kaybolup giderken insanlar için artık

Page 21: Hayvan Özgürlüğü

evrimsel maceralarını uzayın sonsuz derinliklerine taşıma zamanı geldi, şimdi başka gezegenlerin topraklarını yaşanabilir bir duruma getirme projesiyle uğraşılıyor.

Türlerin yok olması, yağmur ormanlarının yok edilmesi, çölleşme, kaynak sıkıntısı ve küresel ısınma, gelişmiş zeka olgularıyla ortaya çıkan gezegen boyutundaki ekolojik kriz “akıllı adam” lakabını hak eden insanın durumunu trajik bir ironiye çeviriyor. Eğer zeka ve bilgelik hayatta kalma, öngörü gösterebilme, çevreye uyum sağlayabilme yeteneğini işaret ediyorsa, o zaman yunuslar, balinalar ve sayısız tür insanlardan çok daha fazla zekidir. Dinozorlar yüz milyonlarca yıl önce yaşadılar, Homo erectus bir milyon yıldan çok dayandı; ama Homo sapiens sapiens varoluşundan elli beşbin yıl sonra bırakın bin yılı, yüz ya da iki yüz yıl bile hayatta kalmayabilir.

Bütün gelişmişliğine rağmen insanlar hala ilkel hayvanlardır. Neokorteksleri- yani dil, yaratıcılık ve soyut düşünme merkezleri- beynin çok çok eski zamanların limbik ve sürüngensi alanlarının akıldan milyonlarca yıl önce evrilmesiyle alakalıdır ve şu anda da düşünceleri ve davranışları belirlemektedir. İnsanlığın renkli felsefeleri ve sosyal yapılanma kuramları primat atalarının sosyal ilişkileri ve davranışları üzerine inşa edilmiştir. Sık sık insanlar merhamet gösteremeden, işbirliği yapamadan, paylaşamadan, bir topluluk oluşturamadan, “öteki”lerle bir arada varolamadan, aklını kullanamadan, savaş ve şiddet yerine diyalog ve görüşme yoluyla sorunları çözemeden “orman” kanunlarıyla hareket eder. Sofistike sosyal normları, geleneksel ritüelleri, kültürel katmanı ne kadar etkili olursa olsun, insanlar doğal seçilimle, kabilecilikle ve “biz” ve “onlar” dikotomisi üzerine kurulmuş bir hayatta kalma amaçlı yabancı düşmanlığı ile şekillenmiş bir evrimsel tarihi içlerinde taşıyan primatlar olarak yaşamaya devam ediyorlar.

Birbirleriyle işbirliği yaparak, Altın Kurala bağlı kalarak veya çeteler oluşturup savaşlar yaparak olsun primat geçmişimiz, bunu politik olarak yanlış ve gerici diye nitelendirmek yerine, son derece uyumlu ve huzur dolu toplumları hedefleyen ütopik fantezileri şişirmek, bu Rousseaucu vizyonlara eşlik eden sosyalist “insan mühendisliği” programlarını yücelten tavırlarımızdan vazgeçmemize yardımcı olacak; agresyona, güce ve hiyerarşik kontrole yönelik makyavelist eğilimlerimizi bir yana bırakmamızı sağlayacak yeni davranışlar ve öğrenme stratejileri geliştirmek amacıyla etkileyici bir faktör olarak kullanılabilir.

Hayvanlar: Radikal Denklemdeki Kayıp Eleman

Son birkaç yüzyıldaki başarılı zihinsel devrimlerin ve paradigma kaymalarınının ardından Homo sapiens önceden keyfini sürdüğü statüsünü kaybetmiş durumda ve şu anda bilimsel başarıların ve teknolojik devrimlerin rüzgarıyla önüne geçilemez değişim fırtınalarının ve belirsizlik rüzgarlarının önünde sağa sola uçuşuyor.

Şaşırtıcı bir paradoksu görmezden gelemeyiz. Akıl ve yetenek konusunda eşssiz yeteneklere sahip olduğunu iddia eden kibirli bir türün kendini gerçek manada anlayamamış olması hem gariptir, hem de birçok şeyi gözler önüne seren bir fenomendir. İnsanların bu gelişmiş “zekası” dahası en yakın biyolojik

Page 22: Hayvan Özgürlüğü

akrabalarımızın, milyonlarca hayvan ve bitki türünün de yok edilmesinde ileri bir safhaya geçmiş durumda, böylece Homo sapiens’in doğduğu gibi öleceğini de garanti etmiş oluyor- yani kendini doğru bir şekilde anlamak için hayati bir öneme sahip olan kendi doğasını ve diğer hayvan türlerini bilebilme konusunda cehalet içerisindedir.

Armesto haklı olarak şöyle yazıyor: “yazılı tarih boyunca insanların kendilerini diğer yaratıklardan farklı tutmak ve kendilerini kimliklendirmek için insan dışı diye nitelediği her özelliğin yanlış olduğu veya yanlış yönlendirici olduğu ortaya çıkmıştır.” İnsanlar doğalarının analizini akıldışı inançlarla, dinin kurgularla, ilkel mitolojilerle, tanrı-kompleksleriyle, narsisizmle, mantık hatalarıyla, felsefi ilüzyonlarla ve bilimsel dogmalarla zorlaştırmışlardır. Türcülük, etçillik, ataerkillik, akılcılık, Sosyal Darwinizm, Avrupa merkezlilik, hiyerarşik düşüncelerden ve sosyal kurumlardan kaynaklanan diğer ideolojiler tarihe, insan doğasına, hayvanlara ve dünyaya dair bozuk bir görüntü yaratmıştır. İlim ve bilimdeki son gelişmeler insan doğası ve insan olmayan hayvanlarla alakalı bir çok miti çürütmüşse de elitist hedefleri gözetleyip narin insan egosunu okşadığı, insanın onurunu yücelttiği, antroposentrizmi pekiştirdiği ve kesinlikle her yıl on milyarlarca hayvanın (ki bu rakam bir çok sektörde giderek artıyor, buna dirikesim ve gıda sektörü de dahil) çektiği acıdan ve bu hayvanların kanından elde ettiği kanlı parasıyla hayvan endüstrisinin amaçlarını meşrulaştırıp savunur bir şekilde devam etmektedir.

Geleneksel olarak, insanın varoluş bilmecesi üzerine mitoloji ve din aracılığıyla iyice düşünülmüştür; ancak bugün insan doğasını yeterince bilmek için bilim zorunludur. Modern bilim – Batı tarihinde tıpkı felsefe, din ve edebiyatta olduğu gibi – insan ve insan olmayan hayvanlar hakkındaki habis hatalar ve mitlerle sürdürülmüşse de, bilginin belli sektörlerinde bu değişim dikkat çekmektedir. Son birkaç onyıl içerisinde insanın evrimsel tarihini, insan olmayan hayvan türlerinin gelişmesini, doğasını ve ekolojik sistemleri kavrayışımızı ilerleten bazı dramatik gelişmeler yaşanmıştır. Moleküler biyoloji, antropoloji, paleontoloji, genetik ve diğer bilim disiplinleri, ayrıca sofistike bilgisayar teknolojileri, hayatın yapısına ve tarihine gerçekçi bakışlarla bakarak kendi imgemizde devrim yaratmaktadır.

Özellikle etoloji ilerici ve özgürleştirici oldu. Hayvanları bir makine ya da düşünce ve amaçlılıktan yoksun önceden programlanmış canlılar olarak gören Kartezyen ya da davranışçı görüşleri ortadan kaldırmıştır, ve şimdi de bizleri hayvanları anlama konusunda bilim öncesi dönemden özgürleştirmeye devam ediyor. Avrupa’nın “Keşif Çağı”’nda “medeni” toplum Colombus’un gördüğü ada insanlarının gerçekten tamamen insan olup olmadığını, cidden beyinlerinin ve ruhlarının olup olmadığını, Afrikalı pigmelerin doğaları gereği insan mı yoksa alt-insan mı olduğunu tartışıyordu.Bizlerin 21.yy’daki “aydın” ve “ilerici” konumundan bakıldığında bu tür görüşlerin ırkçılığına ve cehaletine gülebiliriz, oysa daha birkaç on yıl önce bilim adamlarının ve filozofların hayvanlara aynı kabalıkla, cehaletle, ayrımcılıkla ve sömürgeci ırkçılık kadar tehdit edici, cahil ayrımcı bir türcülükle baktığınızı idrak edemiyoruz.

Türcülüğün ve antroposentrizmin ne kadar çürümüş, yanlış ve manasız yapılar olduğunu anladığımız zaman, modern kapitalizme “radikal alternatifler” de dahil

Page 23: Hayvan Özgürlüğü

Batı “medeniyeti”nin anlatılarına, değerlerine ve felsefelerine kendini nasıl sakladığını anladığımızda, o zaman onun yıkıcı etkilerini ve sonuçlarını kavramaya başlayabiliriz. Sosyal ve ekolojik felaketi değiştirmek için yapılacak sistemli kurumsal değişiklikler aynı zamanda yeni değerlerin ve tür kimliklerinin yapılandırılmasını gerektiren paralel bir kavramsal devrimle de desteklenmelidir. Etik olarak ilerici ve gerçekten kapsamlı bu yeni bakış açısı ( sadece post-kapitalist değil aynı zamanda post-antroposentrik, türcülüğün ve hümanizmin de ötesine geçebilmiş bir bakış açısı) bilimsel olarak da geçerli olacaktır, bunu Homo sapiens’in kendini aralarında bulduğu hissetme yeteneğine sahip bütün ekolojik topluluklar arasındaki gerçek yerini göstererek yapacaktır.

Aydın bir kesim insanlığı cehaletin bataklığından çıkarmaya çalışsa da, cahilane görüşler toplumun bütün sektörlerinde varlığını sürdürmeye devam ediyor, ve sonuçta bizler diğer türleri ve kendimizi anlama konusunda hala Karanlık çağları yaşamaya devam ediyoruz. Halkların büyük çoğunluğunun cehaleti ve bilgisizliği insana acı verirken ( öyle ki ABD’deki yurttaşların çoğu meleklere, Şeytana ve yaratılışçılığa inanıyor) özellikle “ilerici” liberal ve Sol kısımların da insan olmayan hayvanlar söz konusu olduğunda atalarının ahlaki ve bilimsel görüşlerine sıkı sıkıya tutunduğunu görmek rahatsız edici; çünkü en “ilerici”, “en aydın” ve laik kesim olduklarını iddia edip geleneksel manada dogmaya, batıl inanca ve dine karşı bilimi savunduklarını söyleyenler kendileri.

Eğer insanlar bunca zamandır hayvan zihnini anlama konusunda başarısız oldularsa, bu kendi aptallıkları, duyarsızlıkları ve gözlerini kör eden derin türcü önyargıları yüzünden böyle oldu. Ancak artık gözler görmeye başlıyor, artık Solcuların da at gözlüklerini atıp etolojik devrimin gerçeğine ve onun insan kimliği için, insan olmayan hayvanlarla ahlaki ilişkilerimiz için, ve politika için ne gibi anlamları olabileceği gerçeğine uyanmaları gerekiyor. Sol için ekolojinin önemini anlayıp adalet ve otonomi ile sürdürülebilirlik ve ekolojiyi harmanlama meselesi, yüzyıl kadar bir zaman aldı. Sol, sistemli bir şekilde hayvanların yaşadığı sorunları görmezden geldi ya da kayda değer bulmadı, bunun da kendi açısından derin bir ahlaki mesele olduğunu, bunun şu andaki toplumsal ve ekolojik krizle bağlantısını anlama konusunda başarısız oldu.

Kapitalist toplumun sistem sorunlarıyla, hiyerarşinin kökleri ve dinamikleri, geleceğe yönelik akılcı, otonom, etik ve ekolojik bir toplum kurmayla alakalı dolu ve yeterli bir tartışma yapabilmek amacıyla, on bin yıllık türcülük mirası ve insanın hayvanları evcilleştirip sömürmesi konusuna muhakkak girilmesi gerekiyor. İnsanların hayvanlar üzerindeki hakimiyetini ve türcülüğü anlamadan şu anda yaşanan ekolojik krizi, hiyerarşik hakimiyetçiliği (insanın hayvanlardan ayrı tutulması, kadınların reddedilmesi ve farklı ırktan insanlara akıl sahibi ve insan statüsü verilmesini engellemek için gerekli felsefi temeli hazırlamıştır) ya da araçsalcılığı anlayamayız. (faydalı olan şey doğrudur, gerçektir görüşü).

Sol “hayvan sorunu”na girene dek ahlaki ve bilimsel alanlarda ilerici düşünceyi temsil ettiğini iddia edemez; yeni değerlerin ve kimliklerin geliştirilmesini ileri bir boyuta taşıyamaz; hiyerarşinin köklerini ve dinamiklerini kavrayamaz. Bu çalışmaların çoğu, Sol’un toplumsal olarak kabul gören son önyargı, ayrımcılık, sömürü, şiddet ve kitlesel kırım –türcülükten kök alıp meşrulaştırıldığı gibi-

Page 24: Hayvan Özgürlüğü

kırıntılarını alt edip bilişsel etolojinin bilimsel bulgularından ve ahlaki anlamlarından söz etmesiyle başlayabilir.

Bu son derece önemli, yeni bir aydınlanma ve kapsamlı bir hayat etiği potansiyeli taşıyan bilimsel devrimi görmezden gelerek Sol, ahlaki anlamda, ilerici değerlere sahip olma anlamında, ve radikal politikada lider olduğu iddiasını kaybetmiştir; Solcu düşüncenin hayvan sorunuyla alakalı kusurları, toplumsal ve çevresel krizlere işaret edebilme yeteneğini zedelemiştir. Bu trajik bir kayıp; çünkü ancak radikal kuramlar ve devrimci politikalarla beslenmiş bir toplumsal hareket insanları yok olmanın eşiğine getiren bu krizden çıkarmaya yardım edebilir, ancak bu toplumsal hareket; insanların, insan olmayan canlıların ve Dünya’nın sömürülmesi ve yok edilmesi arasındaki sistemli bağlantıları kavramak zorundadır.

Çeviri:CemC