Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AydınlıkBU SAYIDA
36KİTAP
TANITILIYOR
14 Aralık 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 42
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 1391
İnsana karşıcepheden bakmak
Türk ÇağdaşlaşmasınınKadın Tahayyülü
Ananın yazısıkızaymış
Aradakalanlar
Özgürlüğün bedelive körlük
“Star değil, emekçiyim”
Türkan Şoray’la, kitabı“Sinemam ve Ben” üzerine
İsterdik ki Orhan Pamuk bugünlerde yeni bir eser versin, biz de bir gü-
zel masaya yatıralım, edebi yönden inceleyelim. Nasıl günümüzün en bü-
yük eleştirmenlerinden Tahsin Yücel yaptıysa öyle irdeleyelim yeni eseri-
ni. Yakında “Kafamda Bir Tuhaflık Var” isimli kitabının çıkacağı söyle-
niyor. Kitap henüz ortada yok ama tuhaflık çok; Orhan Pamuk ve ben-
zeri dört yazarın Esad’a açık mektubu Fransız Liberation gazetesinde ya-
yımlandı. Her ortamda insan hakları, demokrasi gibi lafları diline dola-
yanlar bu kez ölüm naraları atıyorlar. Pamuk, mektubunda Esad’ı açık-
ça tehdit etmekten çekinmiyor. “Dikkat et, sonun Kaddafi gibi olur” di-
yor. Alın size Nobel’in büyüklüğü. Alın size Nobel meşruluğu. Nobel’in tem-
sil ettiği sözüm ona entelektüel birikime bakın siz! Yazarlar ne zaman hay-
dutluğa soyundu?
* * *
İstanbul’un Kadıköy ilçesinde birkaç yıldır ufak çaplı bir kitap fuarı
düzenleniyor. Bu yıl altıncısı gerçekleşecek olan Kadıköy Kitap Günleri 13-
16 Aralık tarihleri arasında Caddebostan Kültür Merkezi’nde kitapseverlere
ev sahipliği yapacak.
Etkinliğin bu yılki onur konuğu Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ. Bir-
çok yayınevinin katılacağı ve çok sayıda söyleşi ve imza gününün ger-
çekleşeceği etkinlikte Çığ’ın yanı sıra Öner Yağcı, Cüneyt Ülsever, Seyyit
Nezir, Orhan Koloğlu, Eray Cenberk, Bilgesu Erenus, Hüsnü Mahalli, Bed-
ri Baykam, Emre Kongar, Alev Coşkun, Orhan Bursalı, Mustafa Mutlu
ve Orhan Karaveli gibi birçok isim kitaplarını imzalayacak ve söyleşiler
düzenleyecek.
* * *
30 Kasım 2012 tarihli sayımızda yer alan “Büyükşehir yaşamında göç-
men sorunsalı” başlıklı yazıda Yrd. Doç. Dr. Bora Ataman’ın kitabından
bahsediyoruz. Yazıdaki Bora Ataman fotoğrafı yanlış kullanılmıştır. Sa-
yın Ataman’dan ve okurlarımızdan özür diliyoruz.
Haftaya görüşmek dileğiyle...
Tuhaflık mı?
İÇİNDEKİLER SUNU
Haftanın Portresi: Wilhelm Karl Grimm s. 4
İnsana karşı cepheden bakmak s. 5
Türk çağdaşlaşmasının kadın tahayyülü s. 6
Ölüş s. 7
Ananın yazısı kızaymış s. 8
Arada kalanlar s. 9
Özgürlüğün bedeli ve körlük s. 10
s. 12
s. 14
Mimarların Dünyasından Kesitler s. 15
s. 16
s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk: Doğadan beslenen kitaplar s. 20
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
14 ARALIK 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Genel Müdür Yardımcısı (Reklam):Saynur Okuroğlu
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
Sahaf: Gizli belgelerdekiİsmet Paşa politikaları
Marsilya rıhtımındaki Fransız işçi: “İnönü,milletini harp cehennemine sokmadı.”
Umudun ve direncin şairi:Hüseyin Haydar
Kadir Aydemir’le “Tuhaf AlışkanlıklarKitabı” üzerine söyleşi:
Kapak: Türkan Şoray Aydınlık Kitap’a ko-nuştu: “Star değil, emekçiyim”
Oyuncu ve yazar Yılmaz Gruda, “Sul-
tan Abdülaziz Vak'ası” isimli yeni romanıyla
okuyucuyla buluştu. Bilgi Yayınevi’nden çı-
kan kitapta Sultan Abdülaziz’in intihar mı
ettiğini yoksa suikaste kurban gittiğini mi
sorgulayan Gruda, kitabının kapağında da
belirttiği üzere “çağcıl, hızlı yaşama uygun
ancak piyasadaki romanlara karşı-roman”
yazdığını belirtiyor. Sultan peki öldü mü öl-
dürüldü mü? Cevabı okuyucuya bırakmak
en iyisi.
Yılmaz Gruda’nın bu romanı ilk kitabı
değil. Daha evvel yayımlanan “Bir Başka O
- Oratoryo”, “Marathon ‘Bir Uzun Koşu’ ”,
“Çarmıhtaki Yeni Mehmet”, “Bir Çürümüş
Kent Belgeseli” ve “Şu Bizim Tiyatro-
muz” gibi eserleriyle tanıdığımız Gruda,
aynı zamanda Attila İlhan ile beraber şiir-
de mavi hareketinin öncülerindendir. Tür-
kiye’de ilk kez “Çağdaş Meddah”ı sahne-
ye koymuştur. Tiyatro oyunları yazan ve çe-
viriler de yapan Gruda’nın eserlerinde ge-
leneksel Türk tiyatrosundan izler ve Çe-
hov’dan etkiler görmek mümkündür.
Romanın konusu belirtildiği üzere Sul-
tan Abdülaziz’in ölümündeki sır perdesini
aralamak ve bunu yapan ana karakterleri-
miz de Abdülhamid devrinin vakanüvisle-
ri Tarih Efendi ile Kâtip Efendi. Her iki ka-
rakter de Abdülaziz devrinde de görevle-
rini sürdürmüş ve padişahla çalışma imkâ-
nı bulmuştur. Hatta kendileri de tarihe pa-
dişahın intihar ettiğini yazmışlardır, on
dokuz doktordan alınan rapor doğrultu-
sunda… Ancak Abdülhamid döneminde
Yıldız Mahkemeleri ile beraber olayın tek-
rar sorgulanması ve Tarih Efendi’ye araş-
tırması için emir verilmesi ile Tarih Efen-
di’nin de içine kurt düşer. Tarih gerçekten
nasıl yazılır?
“Tarihin onda dokuzunu egemen yazdı-
rır. Cesaretin varsa sen yazarsın! Tıpkı bir sa-nat yapıtı gibi! Bir başına belge toplar, tanıkdinlersin. Ama boşunadır! O kelle koltuktayazdıkların ya elinden alınıp yok edilir ya daarşivlerin insana geçmez, el değmez raflarınbirinde toz-ufak olmaya bırakılır… Üstelik buegemeni de, ortalıkta dolaşan yöneticiler fi-lan sanırsın!”
Yani yazar esas olarak romanda tarihin
ele alınışını ve tarih yazımındaki yanlılığı
yansıtmakta. Zira Tarih Efendi tarihi ya-
zarken şüphe duymamış ve sorgulamadan
eldeki görünür verilerle yetinmiştir. Hem de
yanı başında gerçekleşen bir olayda! Hal-
buki sultanın karakterini bilecek kadar ya-
kınındadır. Sultanın intihar edip etmeye-
ceğini raporlara rağmen bilebilecek du-
rumdadır.
Yazar, tarihin oluşumuyla ilgili vurgu-
lardan sonra değişimin ve getirilen yeni-
liklerin yerleşmesinin zorluğunu sultanın
ölümü ile beraber sorguluyor. Zira sultanın
ölümü ile kimlerin fayda sağlayabileceğini
irdeleyerek, sultanın getirdiği yenilikleri tek
tek hatırlatıyor. Bu hatırlatmaların peşi sıra
Osmanlı’daki yenilikçi padişahlarının, mo-
dernleşmeye çalışmaları sebebiyle ölüme
gittiğini gözler önüne seriyor ve değişimin
daimi zorluklarını anımsatıyor bizlere.
Sonuç olarak roman, son dönemde ol-
dukça tartışılan ve dizilere, filmlere ve ki-
taplara konu olan Osmanlı İmparatorluğu
ile ilgili bir karşı-roman niteliğinde. Yazar,
Osmanlı padişahından yola çıkarak esas ola-
rak tarih algımızı ve modernleşmeye, daha
ileriye gitme çabasındaki her insanın kar-
şısına çıkan sindirilmenin ölümle sonuç-
lanmasını, faile meçhule gitmesini anım-
satıyor tekrardan.
(Sultan Abdülaziz Vak’ası,Yılmaz Gruda, Bilgi Yayınevi, 167 s.)
“Tarihin onda dokuzunu egemen yazd�r�r. Cesaretin varsasen yazars�n! T�pk� bir sanat yap�t� gibi! Bir ba��na belgetoplar, tan�k dinlersin. Ama bo�unad�r! O kelle koltukta
yazd�klar�n ya elinden al�n�p yok edilir ya da ar�ivlerin insanageçmez, el de�mez raflar�n birinde toz-ufak olmaya b�rak�l�r”
Faili meçhul padişah14 ARALIK 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
Y�lmaz Gruda
HAFTANIN PORTRES�
Wilhelm Karl Grimm(24 ŞUBAT 1786 - 16 ARALIK 1859)
Grimm Karde�ler çe�itli mahalli lehçeleriincelemi�ler, daha sonra köy köy, kasaba kasaba
dola�arak, yüzy�llardan beri anlat�lagelen eski Alman�iirlerini, efsanelerini ve masallar�n� derleyip, edebi
bir üslupla yeniden yazm��lard�r
Ünlü Alman masal toplayıcısı ve ya-
yımlayıcısı Grimm kardeşlerden Wil-
helm Grimm, 1786’da Almanya’nın
Hanau kentinde doğdu. Babasının işi se-
bebiyle gençlik yılları Steinau’da geç-
miştir. Kardeşiyle beraber gittiği Kas-
sel’deki Friedrich Lisesi’nden mezun
olunca Marburg Üniversitesi’ni kaza-
narak Friedrich Carl von Savigny’nin ya-
nında hukuk eğitimi almıştır. Eğitimi-
ni tamamladıktan sonra çeşitli sağlık so-
runları nedeniyle istikrarlı bir memu-
riyet görevi sürdürememiştir. 1806 yı-
lından itibaren kardeşi Jacob ile bera-
ber masallar toplamışlar ve daha son-
ra bu masalların üzerinde çalışarak ya-
yımlamışlardır. Meşhur “Grimm Ma-
salları” 19. yüzyılda yayımlanmış Ger-
men dünyasından derlenmiş masallar
olma özelliğini taşımaktadır.
Daha sonra Göttingen Üniversite-
si’nde kütüphaneci olarak görev yapmış-
tır. 1835 yılında profesör olmuştur. 1837
yılında Hannover kralı tarafından görevi
yükseltilmiş ve ülkesinde tanınan bir kişi
olmuştur. 1841 yılında Prusya kralı Fri-
edrich Wilhelm IV. tarafından Berlin’e da-
vet edilmiş, buraya yerleşmiştir. Aynı yıl
içinde Prusya Akademisi’nin üyeliğine
yükselen Wilhelm Grimm, ölümüne ka-
dar 18 yıl boyunca Berlin Üniversitesi’nde
eğitim vermiş ve kardeşi ile beraber “Al-
man Sözlüğü” üzerine çalışmıştır.
Kardeşi ile ortak çalışmalarının ha-
ricinde Wilhelm Grimm, Alman yiğit-
lik destanları gibi ortaçağ edebiyatı
üzerine yoğunlaşmış ve dramatik ma-
sallar da yayımlamıştır. Kardeşi ile be-
raber Alman Arkeoloji Bilimi’ni, Alman
Dil Bilimi ve Alman Dili ve Edebiyatı
Bilimi’ni kurmuştur. Wilhelm Grimm 16
Aralık tarihinde vefat etmiştir. Kendi-
si Akademi’nin bir üyesi, Alman Dil-
bilimcisi, Alman şiirlerini ve efsanele-
rini toplayan bir kişi olarak akıllarda kal-
mıştır. Alman halkı genellikle onu kar-
deşi Jacob Grimm ile birlikte anmıştır.
“Grimm Masalları” olarak bildiği-
miz eser 1812’de Almanya’da “Çocuk
ve Yuva Masalları” ismiyle yayımlan-
mıştır. Grimm Kardeşler çeşitli mahalli
lehçeleri incelemişler, daha sonra köy
köy, kasaba kasaba dolaşarak, yüzyıl-
lardan beri anlatılagelen eski Alman şi-
irlerini, efsanelerini ve masallarını der-
leyip, edebi bir üslupla yeniden yaz-
mışlardır. Tüm dünyaca bilinen bu ma-
sallar, Alman dilinin tüm inceliklerini
yansıtmaktadır. Çünkü Alman diline
dair araştırmalar da yapan Grimm
Kardeşler masal derlemeleri esnasında
da bu titizliklerini sürdürmüşlerdir. Al-
mancanın bugünkü duruma gelmesin-
de büyük katkıları olmuştur.
John Gardner
İnsana karşıcepheden bakmak
Gardner, Grendel’e bir içdünya ve ruh katm��.Böylelikle Grendel romanboyunca t�pk� saf birçocuktan gittikçecanavarla�an bir yeti�kinedönü�üyor
Eski kıta Avrupa’nın bilinen en eski des-
tanlarından biri olan “Beowulf”u bir de kar-
şı cepheden okumaya var mısınız? İnsanı, va-
roluşu üzerinden sorgulamak, iyi ve kötü kav-
ramlarını bir de Beowulf’un alt etmeye çalıştığı
Grendel’in gözünden bakmak isterseniz John
Gardner’ın romanı “Grendel”i okumadan
geçmeyin.
Azize Özgüven’in çevirisiyle kasım ayın-
da Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Gren-
del”de, İngiliz edebiyatının bilinen en eski ve
en ünlü sözlü destanı Beowulf’un karşıt ka-
rakteri (antagonist) Grendel’in hem insan-
larla savaşını hem de bu savaşla birlikte ken-
di içindeki serüvenini belki deyim yerindey-
se kendi var oluşunu okuyoruz. Peki bunun
neyi mi ilginç?
CANAVARIN BAKI�AÇISIYLA �NSANO�LU
Amerikan yazar Gardner; 1971’de “Beo-
wulf”a paralel olarak yazdığı romanda, bildi-
ğimiz destanın aksine canavar Grendel’in
karşısında sadece Beowulf’u
görmüyoruz. Romanda Beo-
wulf’un ne Anne Grendel’le ne
de Ejderha ile savaşını görü-
yoruz. Aslına bakarsanız, Beo-
wulf hâlâ Grendel’le savaşabi-
len tek insanoğlu olmasına
karşın, Beowulf’un kendisi bile
küçük bir öneme sahip hikâ-
yenin bu karşı cepheden ya-
zılmış hikâyesinde.
Gardner’ın romanın ana
karakterinin karşısında bu
kez tümüyle insanoğlu, onun
yapısı ve dünyayla olan iliş-
kisi var. Yazar bunu yapar-
ken de canavar Grendel’e bir iç dünya ve ruh
katmış. Böylelikle Grendel roman boyunca
tıpkı saf bir çocuktan gittikçe canavarlaşan bir
yetişkine dönüşüyor. İnsanları anlarken in-
sanlar tarafından anlaşılmayan ancak kor-
kularak dışlanan, yalnız ve ötekileşen bir kah-
raman var karşınızda.
Roman boyunca göçmen topluluklar-
dan mükemmeleşen araçlar, savaş ve siyasetler
giderek karmaşık bir uygarlık kurmaya doğ-
ru ilerleyen insanoğlunun da gelişimini izle-
yebilirsiniz. Hrothgar’ın insanları üzerinden
izleyebileceğiniz bu gelişim, Grendel’e insa-
noğluyla ilgili çok çarpıcı gerçekleri de öğ-
retebilir mi? Bunun en güzel örneklerinden
biri Grendel’in Beowulf’un gözlerinde gör-
düğü duygu hali.
Ejderha’nın Grendel’e aktardığı katı ger-
çeklik onu insanoğlu ve dünyaya bakış ko-
nusunda ikna edebilecek mi? Yoksa yaşa-
dıkları mı Grendel’e belli bir gerçeklik da-
yatacak? Bu ve benzeri ipuçlarının yanıtı bul-
mayı da siz okurlara bırakalım.
SANAT �NSANI �NSAN KILARMI? YOKSA...
Sanat insanı insan kılar mı? Sanatın var
oluşu basit bir estetik ihtiyacı mı yoksa ondan
ötesi mi? Sanatçının sanat ve insan arasındaki
ilişkide sorumluluğu ne kadardır? Gren-
del’in sorgulamaları arasında en büyük pay-
lardan biri de sanatla ilgili olanlar kuşkusuz.
Hrothgar’ın köyündeki Ozan’ın Gren-
del’i nasıl etkileyebildiğinden söz etmeden geç-
mek olmaz. Ozan’ın dilin araçları (şiir) ve mü-
ziği kullanarak insanları yaptıklarına dair
adeta büyülü bir “yeniden tanımlamaya” sev-
ketmesi ve Grendel gibi farklı yaratılışta olan
bir canavarı bile etkilemesi sanatın özelliği olsa
gerek. Romanın yazarı Gardner, romanında
sanata da böylelikle farklı bir
özellik yüklemiş. Bunu da sa-
natçının üretimi üzerinden de-
ğil “güzellik” (estetik) kavramı
üzerinden sorgulatarak yapıyor.
Sanıyoruz bunu en iyi özetleyen
şu cümlelere bakmakta yarar
var: “Eğer sanatın fikirleri gü-
zel idiyse bu sanatın kabahatiy-
di, Ozan’ın değil. Bir kör seçici,
neredeyse bir çılgın: Bir kuş. Or-
manda tatlı tatlı şakıyan kuşlar
var diye insanlar birbirlerini
daha nazikçe mi öldürdüler?”
Grendel’in bakış açısından
tekrar yaptığımız bu okumada; Grendel’de vü-
cuda eren yazar Gardner’ın bakış açısını
antihümanist bir cephede, katı da olsa salt ger-
çekle nihilizm arasında bir yere oturtabilirsiniz.
Gardner’ın sadece korkunç görüntüsünden
ibaret bir varlığı bir karaktere dönüştürme-
si büyük bir başarı açıkçası. Dünyanın anla-
mı, edebiyatın ve mitolojinin gücü, iyi ve kö-
tünün dünyası üzerine sıkı bir sorgulama olan
romanın Gardner’a dünya çapında* ün ka-
zandırmasının asıl nedeni de bu olsa gerek.
* Roman öyle bir ün kazanır ki, 1981 yı-
lında “Grendel Grendel Grendel” adıyla
bir animasyona uyarlanmıştır.
(Grendel, Yapı Kredi Yayınları, JohnGardner, Çev: Azize Özgüven, 142 s.)
SEZA ÖZDEMİ[email protected]
5Aydınlık KİTAP
Ulus-devletlerin inşa süreçle-
rinde aileye önemli roller yüklenmesi
ve dönüşümün aileden başlayarak di-
ğer toplumsal alanlara aktarılmak is-
tenmesi yeni bir uygulama değildir.
Türk çağdaşlaşması toplumu şekil-
lendirmek için aileyi yeniden dü-
zenleme gerekliliğini duymuştur.
Bu bağlamda erkeklere olduğu ka-
dar kadınlara da rol biçilmiştir. An-
cak bu rol uzun bir süre ev içinde “iyi
bir eş ve iyi bir anne” rolleri ile sınırlı
kalmıştır.
�DEAL KADIN MODEL� Kadın, “eş” ve “anne”den sonra
1908 Devrimi sonrasında ve Milli
Mücadele yıllarında hızlanarak,
daha çok koşulların zorlamasıyla
işçi olarak toplumsal hayata dâhil ol-
maya başlamıştır. Kadınların evden
çıkması başta muhafazakâr aydınlar
olmak üzere pek çok kesimden er-
kek tarafından eleştiri yağmuruna tu-
tulmuştur. Kadın için evden çık-
mak “kötü yola” düşmek için bir
adım demektir. Dışarısı kadınlar
için pek çok tehlike barındırmakla
beraber, kadın doğası gereği “erke-
ği cezbeden yaratık” olması bakı-
mından da toplum için bir tehdittir.
Dönemin ileri diye nitelendirebile-
ceğimiz aydınları da kadınların eve
kapatılmasından rahatsız olmakla
beraber şöyle bir ara formül üret-
mişlerdir: “Kadın Batılı tarzda eği-
tim görecek ama Batı’nın ahlaki
değerlerinden uzak duracak, sınırları
çizilmiş alanlarda çalışacak. Örneğin
öğretmen, hemşire olacak ancak
bu alanlarda aseksüel olarak yer
alacak ve her şeyden önce de evin-
de iyi bir anne ve iyi bir eş olacak.”
Çizilen bu ideal(!) kadın tipi daha
sonra büyük ölçüde Cumhuriyet
kadrolarınca da benimsenmiştir.
“M�LL� VE MUHAFAZAKÂRMODERNLE�ME”
Serpil Sancar tarafından kaleme
alınan “Türk Modernleşmesinin
Cinsiyeti” adlı araştırma eserin öz-
gün kısmı muhafazakâr-modernlik
dönemi olarak adlandırdığı 1945-65
dönem ile ilgili dört farklı gazeteyi
tarayarak yürüttüğü çalışmayı de-
ğerlendirdiği üçüncü kısımdır. Bu dö-
nemde aile odaklı bir modernleşme
yaşandığını anlatan Sancar, bu dö-
nemin iki özelliği üzerinde durur. Bi-
rincisi erken Cumhuriyet dönemin-
de romanlarda tahayyül edilen ai-
lenin artık orta sınıf üzerinde şekil-
lenmiş olması ikincisi ise köyden
kente yaşanan göç neticesinde ortaya
çıkan köylü gerçeğinin orta sınıf
Türk ailesinde yarattığı endişedir.
Kitabın ilk iki bölümü ise yaza-
rın milli modernleşme diye adlan-
dırdığı Osmanlı ve Türk çağdaşlaş-
masının 1945’lere kadar gelen sü-
reçte kadına yüklediği rol modellerle
ilgili. Sancar, daha önce bu konuda
yapılmış pek çok feminist yazarın
araştırmalarına da değinmiş. Diğer
feminist yazarların Tek Parti Dö-
nemi’ne yönelik eleştirilerini San-
car’da da görmek mümkün: “Hiçbir
konuda gericileri dinlememeye azim
gösteren Cumhuriyetçiler neden
kadınları devlet yönetimine alma ve
siyasal haklar tanımada onların dü-
şüncelerini karşılarına almak iste-
miyorlar acaba?”(s.156)
POSTMODERN�STLER�NKADIN �LG�S�
Şunu belirtmek de fayda var:
1980’lerden sonra gelişen postmo-
dern söylemler ka-
dın araştırmaları-
na bir devinim ka-
zandırmakla be-
raber toplumsal
sorunları dışla-
ması yönüyle
olumsuz bir rol
oynadı. Feminist
araştırmacılar
postmodern söy-
lem içinde din ve
kültür gibi öğe-
leri öne çıkara-
rak sınıfsal so-
runları hemen
hemen hiç tar-
tışmadılar. Üretime aktif olarak ka-
tılan kadınların yaşadıkları sorunlar,
seçme-seçilme hakkının neden
1924’te değil de 1934’te verildiği
meselesi kadar tartışılmaya değer gö-
rülmedi. Hâlâ daha öyle. Feminist
araştırmacılar cumhuriyetin otoriter
olduğu gerekçesi ile eleştirilen Tek
Parti Dönemi’nde kadınların sustu-
rulduğunu, genellikle partileşmesi-
ne izin verilmemesi ve Türk Kadın-
lar Birliği’nin (TKB) kapatılması
ile açıklamaya çalıştılar.
III. Selim’den başlayarak Cum-
huriyet Devrimi de dâhil tüm yeni-
leşme adımlarında baş gösteren di-
renmeler karşısında “kadının statü-
sü” konusunun feda edilebilir bir
alan olarak görüldüğü bir gerçektir
ve bu anlamda eleştirilmelidir de.
Ancak unutmamalıdır ki yüzyıllarca
süren bir devlet geleneğinin bir
anda silinip gitmesi beklenemez ki
bu gelenek bir devletin hukuk ku-
rallarını oluşturmuş, toplum yaşamı
o geleneğe göre şekillenmişti. Ayrı-
ca değişime en dirençli olan kat-
manlar ki halkın büyük
çoğunluğunu oluştu-
ran gruptur bu, değişim
ve dönüşümlerde gele-
neklere daha sıkı bağ-
lanır, kurtuluş yolunu
geleneklerin daha da
yerleşmesinde görür. Bu
da uygulanmak istenen
reformların, getirilmek
istenen yeniliklerin hız
kesmesine neden olur.
CUMHUR�YETVE KADIN
Cumhuriyet Devrimi
Medeni Kanun’un kabulü ve seçme-
seçilme hakkı ile kadınlar açısından
ileri bir adım atmıştır. Ancak genel
kabul gören bu hakların “bir avuç
kurucu kadro tarafından bahşedil-
diği” yönündeki görüşün gerçekçi ol-
madığı, aksine kadınların bu hakla-
rı elde edebilmek için uzun soluklu
bir mücadele yürüttüğü aşikârdır.
Türk siyasi tarihinin mücadele çiz-
gisine uygun olarak erkekler gibi ka-
dınlar da kurdukları dernekler ve çı-
kardıkları gazete-dergiler aracılı-
ğıyla hak arama mücadelesine gi-
rişmiş ve toplumsal alana atıldıkla-
rı oranda da başarılı olmuşlardır.
Medeni ve siyasi hakları için müca-
dele eden, eve kapatılmaya karşı çı-
kan, peçesini atmak için savaşan
kadınların torunlarının yüz sene
sonra atılan peçeyi takmayı talep et-
mesi de demokrasinin sadece de-
mokrasi olmadığının bir kanıtıdır.
Kadınların, Tanzimat’la başlayıp,
II. Meşrutiyet ve özellikle Birinci
Dünya Savaşı sırasında yüklendikleri
sorumluluklar ve başarıları cumhu-
riyetle birlikte kendilerine “eşit yurt-
taş” olmanın yolunu açacak olan ye-
niliklerin yapılmasına vesile olmuş-
tur. Bugün gelinen noktada kadın-
ların, eleştiri yağmuruna tutulan
Tek Parti Dönemi’nde elde ettikle-
ri haklar üzerinden onlarca yıl geç-
mesine rağmen yeni hiçbir şey yok-
tur. Karşı devrimin ve gericiliğin
öncelikli hedefinin kadın olduğunu
unutmadan cumhuriyet kazanım-
larının her alandan büyük oranda si-
lindiği günümüzde, kadınların top-
lumsal ve siyasal alana katılımlarının
son derece kısıtlı olduğunu söylemek
yanlış olmaz. Cumhuriyetle beraber
“eşit yurttaş”lık hakkını sadece hu-
kuki düzlemde de olsa elde edebilen
kadınların gerçekten “eşit” olabil-
meleri yine kendi mücadelelerinin
sonucu olacaktır.
(Serpil Sancar, TürkModernleşmesinin Cinsiyeti,
İletişim Yayınları, 339 s.
Türk çağdaşlaşmasınınkadın tahayyülü
Türk siyasi tarihinin mücadele çizgisine uygun olarak erkekler gibi kad�nlar da kurduklar�dernekler ve ç�kard�klar� gazete-dergiler arac�l���yla hak arama mücadelesine giri�mi� ve
toplumsal alana at�ld�klar� oranda da ba�ar�l� olmu�lard�r
CANSU YİĞİ[email protected]
Medeni vesiyasi haklarıiçin mücadele
eden, evekapatılmayakarşı çıkan,
peçesini atmakiçin savaşan
kadınlarıntorunlarının
yüz sene sonraatılan peçeyi
takmayı talepetmesi de
demokrasininsadece
demokrasiolmadığının bir
kanıtıdır
14 ARALIK 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Ölüş Kitapta, ölümcül bir hastal��ayakalanan ve üç ayl�k ömrü
kald��� söylenen resimö�retmeni Zahit �lo�lu’nun içdünyas�na giriyoruz. Haliyle,
yo�un, çok yo�un birsorgulama süreci görüyoruz.
Ölüm korkusu, ya�amkorkusu, ölümünden sonra
ya�ayacak olanlara dairkorkular, art�k hastal�k
yüzünden ac� çekmeyecekolman�n verdi�i “umut” ve
daha nicesi dönüp duruyorZahit’in beyninde
Bir röportajında, “benim için önemli
olan -her zaman- sayı değil kaliteydi. Bütün
Türkiye tanımasın, yüz kişi bilsin, ama ben
kalitemi hep artırayım o yüz kişinin gö-
zünde.” dediğini okudum Bülent Ortaçgil’in.
Ve genellikle “iyi” olanın “az popüler”
olan olduğu fikrine bir destek daha bulmuş
oldum. Bu durumun farklı disiplinlerde
farklı farklı açıklamaları mevcut elbet,
ama belki de, işin temelinde “kendini ta-
nımak” ile beraber gelen tevazu yatıyor.
Malumdur, “kendini tanı” Sokrates’ten
beri söylenegelir. İki binlerde ise, akla
“Dunning-Kruger sendromu”nu getirir.
Yetkin olmayan insanların sahici bece-
riyi idrak edemediklerini, kendi “becerile-
rine” aşırı değer biçtiklerini ve kendi ek-
sikliklerini fark edemediklerini söyler, Cor-
nell Üniversitesi’nin iki psikologu David
Dunning ve Justin Kruger. Ancak şayet bu
yetkin olmayan insanlar becerilerini geliş-
tirmek üzere eğitilirlerse, geçmişteki ek-
sikliklerini fark edip kabul edebilirler, diye
de ekler.
Bu mevzunun toplumsal gölgesi, aslın-
da “iyi” olmayanı popüler eder. “İyi” ise bir
yerlerde keşfedilmeyi ya da hatırlanmayı
bekler. Bunun edebiyat dünyasındaki ör-
neklerinden biri, Erhan Bener.
1945’te başladığı yayın yaşamına,
2007’de vefat ettikten sonra da devam
eden, zira kimi eserleri ölümünün ardından
yayıma giren bir yazar Erhan Bener. Kırk-
tan fazla edebi eseri olan, bunların içinde
yirmi beş tane roman bulunan ve kimi
eserleri yabancı dillere çevrilen Bener, ha-
yatında sadece edebiyata yer vermez;
1950’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgi-
ler Fakültesi’nden, 1956’da Ankara Üni-
versitesi Hukuk Fakültesi’nden diploma alır;
maliye danışmanlığından, Emekli Sandığı
Genel Müdürlüğü’ne kadar pek çok ko-
numda görev yapar. Görevleri icabıyla
Belçika’da, Fransa’da ve pek çok şehirde bu-
lunur. Bunca işin arasında, çocuk kitapla-
rı, radyo oyunları, maliye ve iktisat kitapları
da yazar, ayrıca çeviriler yapar. Pek çok ese-
ri sinemaya ve tiyatroya uyarlanır.
Ayrıntı Yayınları güzel bir şey yapmış,
Erhan Bener’in bütün eserlerini basmaya
başlamış. Serinin başına da, ilk olarak 1961
yılında “Ara Kapı” adıyla yayımlanan “Kedi
ve Ölüm” adlı romanı almış. “Kedi ve
Ölüm” Erhan Bener’in ödüllü romanla-
rından; Fransız-Türk Kültür Cemiyeti Bü-
yük Roman Ödülü’ne layık görülüp “Le
Chat et la Mort” ismiyle Fransız okurlara
sunulan kitabıdır.
ÖLÜM �HT�MAL�YLE GELENSORULAR
Kitapta, ölümcül bir hastalığa yakalanan
ve üç aylık ömrü kaldığı söylenen resim öğ-
retmeni Zahit İloğlu’nun iç dünyasına gi-
riyoruz. Haliyle, yoğun, çok yoğun bir sor-
gulama süreci görüyoruz. Ölüm korkusu, ya-
şam korkusu, ölümünden sonra yaşayacak
olanlara dair korkular, artık hastalık yü-
zünden acı çekmeyecek olmanın verdiği
“umut” ve daha nicesi dönüp duruyor Za-
hit’in beyninde. O kadar çok dönüyor ki
bunlar, bir süre sonra iş kabusa dönüşüyor.
Uyanınca geçen kabuslara. Ama uyanıkken
zihnini saran iç sesler, onların yarattığı
gürültü ve o gürültünün yalnızlıkta yankı-
lanışı gittikçe şiddetleniyor Zahit’in. Çün-
kü, anlamak çözmeye yetmiyor. Derken, işe
uyanınca da geçmeyen kabuslar, yani san-
rılar dahil oluyor. Ve Zahit’i savurup du-
ruyor. Okur bu savrulmaların ortasında, Za-
hit’in fırçasının ucunda buluyor kendini. Za-
hit’in aslında çok da güzel olmayan resim-
lerine dokunuyor. Adeta onun vücudu-
nun ve ruhunun vücuduna dokunuşunun
sentetik bir uzantısı oluyor. Ve manzarayı
hem çok yakından hem de çok çeşitli açı-
lardan görüyor.
Bunu yaparken metinden hiç kopmuyor
okur, sıkılmıyor; aksine algısı metinle be-
raber akıyor, konular değişirken, virajlar kes-
kinleşirken satırlara tutunuşu daha da güç-
leniyor. İşin şaşırtıcılığı da burada belir-
ginleşiyor, zira akla, bundan elli bir sene ev-
vel yayımlanmış bir anlatı nasıl olur da, gün
gibi açık, bugün gibi duru bir dile sahip olur,
sorusu geliyor.
Ve bu soru, insanı bir başka Erhan Be-
ner romanı okumaya itiyor.
(Kedi ve Ölüm, Erhan Bener,Ayrıntı Yayıncılık, 128 s.)
MURAT HATUNOĞ[email protected]
7Aydınlık KİTAP
14 ARALIK 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP
“Ananın yazısı kızaymış,” der
annem birçok anne gibi. Ben ise
bunu annemin tamamen annelik iç-
güdülerine ve benim geleceğime kar-
şı duymuş olduğu endişeye bağlar ve
bunun gerçeklik payını her zaman göz
ardı ederdim. Lakin İnci Aral’ın an-
lattıklarını okuduğumda bu sefer
böyle olmadı. İnci Aral yeni kitabı
“Unutmak”ta kendi çocukluğunu,
deneyimlerini, aşklarını kısaca ha-
yatının birçok karesini çok açık yü-
reklilikle okuyucuları ile paylaşıyor.
Kitap, Kırmızı Kedi Yayın-
evi’nden çıktı. İnci Aral’ın da söyle-
diği gibi tam bir “nehir söyleşi”
özelliği gösteriyor. Aslında yazarımız
daha önce gelen “nehir söyleşi”
önerilerine sıcak bakmadığını, çün-
kü varoluşuna, yazarak anlam ve ger-
çeklik kazandırmış bir insan olarak
dünyaya bakışının kapsayıcı özünü
alışılmış soru-yanıt yöntemiyle ve
gündelik dilin yetersizlik ve yavan-
lığıyla dile getiri-
l emeyeceğ ine
olan inancına bağ-
lamakta olduğu-
nu kitabın sunu
bölümünde söylü-
yor bizlere. Ancak
Tolga Meriç’in ya-
kın arkadaşı olma-
sı gerekçesi ve
onun dilinin şifre-
lerini çözdüğüne
olan inancı bu söy-
leşi konusunda İnci
Aral’ın ikna olma-
sını sağlıyor.
Hemen söyle-
meliyim ki Tolga Meriç yaptığı işin
hakkını veriyor. Sorduğu sorular,
üzerinde iyice düşünülmüş aklın ve
kalbin süzgecinden geçirilmiş sorular.
Bir insanın sırf insan olmasından
ötürü sahip olduğu tüm zaafları bil-
mesinin verdiği farkındalık ile yaza-
rımızın belki de cevap verirken en çok
zorlanacağı veya cevap vermekten ka-
çınacağı veyahut kendisinin bile bu-
güne kadar itiraf etmekte zorlandı-
ğı tüm soruları en kuytu köşelerden
çıkartıp hiç çekinmeden yazarımızın
önüne koyuyor.
Ve hemen bu aşamada yazarın
başarısı dikkat çekiyor. Çünkü yaza-
rımız bütün bu sorulara tüm içtenli-
ği ile cevap veriyor. Kitabı okurken
kendimi İnci Aral’ın yerine koyma-
dan edemedim. Tam emin olma-
makla birlikte büyük ihtimalle bu ki-
tabın yazarımızı bugüne kadar çı-
kardığı bütün roman ve öykülerden
daha çok yormuş olduğunu düşün-
mekteyim.
SÖYLE��DEN ROMANAEvet, bütün roman ve öyküler
hatta edebi açıdan ortaya çıkartılan
her bir ürün büyük sancılara doğ-
muştur. Doğru, yalnız ben her zaman
edebi açıdan yazılması en çok zor
olan ürün olarak yazarın kendi ha-
yatını konu olarak işlediği eserler ol-
duğunu düşünürüm. Bunun nedeni
ise yazdığının bir türlü içine sinme-
mesi veya yazara çok basit gelmesi-
dir bence. Belki de korkularının, se-
vinçlerinin, hüzünlerinin kısacası
tüm mahreminin tanımamış olduğun
insanlar ile paylaşmış olmanın ver-
diği zorluktur.
Kitabın bu kadar güzel olmasının
temel sebebi de bu bence. Aslında ki-
tabı söyleşi gözüyle okumadığınızda
bir roman havası yaşatmıyor değil.
Çünkü İnci Aral’ın ha-
yatından zaten bir ro-
man çıkarmış. Ve oku-
dukça sizde göreceksi-
niz ki zaten yazarımı-
zın bugüne kadar çı-
karmış olduğu tüm o
beğendiğimiz eserler-
de onun hayatının be-
lirli kesitleri yer alıyor.
Bazen ana karakter
olarak çıkıyor yazarı-
mız karşımıza bazen
ise o öyküye konu
olan olay, onun yaşa-
mış olduğu bir olayın
parçası oluyor aslında.
�NSAN �U YA DA BU�EK�LDE UNUTAMAZSAHAYATTA KALAMAZ
Ve “Unutmak”... “İnsan unut-
mak zorundadır. Ama bu unutmanın
kendisi değildir. Unutmak yoktur.”
diyor İnci Aral. Hep zor bir hayatı ol-
muş İnci Aral’ın. Çok küçük yaşta
babasını ve babasının ölümünün
üzerinden birkaç sene sonra da an-
nesini kaybetmiş. Üç kardeş ayrı ayrı
şehirlerde büyümüş. Halasının ve
eniştesinin yanında büyüyen yazarı-
mız evin en küçük çocuğu olmasının
verdiği rahatsızlığı hep duymuş ha-
yatında. Belki de en çok kızgınlığı an-
nesine duymuş yaşamı boyunca, la-
kin bu kızgınlığın temelinde aslında
ona olan sevgi, özlem ve hasret yat-
makta olmuş hep.
Ne trajedidir ki yazarımızın an-
nesinin de İnci Aral’ın hayatına çok
benzeyen bir hayatı olmuş. O da ev-
lenmeden önce küçük denilebilecek
bir yaşta annesini ve babasını kay-
betmiş. Okudukça annemin sözünü
yâd edemeden duramadım. Ananın
yazısı kızaymış...
Ve aslında okudukça yazarımızın
unutmaya çalıştığı birçok şeyi ger-
çekten unutmak istemediğinin far-
kına varıyorsunuz. Çünkü unutma-
ya çalıştığı birçok şey onun çocuk-
luğuna ait. Yazarımız yaşadığı olay-
ları anlatırken bir taraftan da o dö-
nemin koşularını ayrıntılı olarak
anlatıyor bizlere. Bu da kendimizi
onun yerine koyabilmemizi ve olay-
ları o günün koşulları içinde değer-
lendirerek daha aklıselim şekilde de-
ğerlendirme yapabilme imkânı sağ-
lıyor biz okurlara.
BEN�M CENNET�M VECEHENNEM�M YAZININ��NDE
Zor hayat koşullarına rağmen
okumayı hiç bırakmamış İnci Aral.
Taşındıkları bir evin çatı katında bul-
duğu kitaplar onun hayatının dönüm
noktası olmuş. Her ne olursa olsun,
ne yaşarsa yaşasın okumaya devam
etmiş. Durmadan, dinlenmeden
okumuş. Ve onun bu tutkusu mes-
leği olan resim öğretmenliğinden ya-
zarlığa kadar taşımış.
“İflah olmaz bir yazma tutkusu-
nun acınası kölesi gibi hissediyorum
kendimi. Nasıl öldürücü bir zehri
seçmiş olduğumu bilen ağır madde
bağımlısı biri gibi...”
Lisede ve öğretmen okulunda
uzun uzun mektuplar yazmış İnci
Aral arkadaşlarına. Aşkı anlatmanın
en uygun yöntemi olarak görmüş
çoğu zaman yazmayı. Karşındakine
söylemek istediklerini anlatamadı-
ğında hep yazmayı seçmiş çünkü
böylelikle daha kolay anlatabiliyor-
muş hissettiklerini karşısındakine.
Hatta yaptığı ilk evliğin temelini
yazdığı mektuplar oluşturuyormuş.
Yazmayı şöyle tanımlıyor usta ya-
zarımız: “Gerçekten başkalarının
ne dediğine ve yergilere olduğu ka-
dar övgülere de fazla önem verme-
mek gerekir, çünkü alkışlar en küçük
hatada yuhalamaya dönüşebilir. Yaz-
mak güncel bir uğraş değil, uzun yol
hayalidir. Başarı gelir ya da gelmez,
hayal gerçek olur ya da olmaz, ye-
terince emek vermeden, işin çilesiyle
pişmeden ve güçlükleri sabırla yen-
meden bilemezsiniz bunu. Farklı
bakışlar, edebi anlayışlar olduğunu
da akılda tutmak gerekir. Birileri sizi
kendi tarzına yakın bulup beğene-
bilir, öteki de hiç beğenmez.”
Toparlamak gerekirse kitabı bir
haftadır başucumda tutuyorum ve
odamda benimle birlikte dolaşan bir
kişi daha var. Açtığım her yeni say-
fada kendi hayatımın bir anına tanık
oldum. Çok hoş sohbet bir dostumu
dinlemiş gibi hissediyorum kendimi.
Bu uzun saatlerce yapılan konuşma-
dan yorulmuş, lakin mutlu. İnci Aral
hayranları kitabı zaten bir an önce
okuyacaklardır, fakat benim sözüm
henüz onunla tanışmamış olanlara.
Kendinize bir dost daha edinin...
(Unutmak, İnci Aral, KırmızıKedi Yayınevi, 372 s.)
Ananın yazısı kızaymışKitab� söyle�i gözüyle okumad���n�zda bir roman havas� ya�atm�yor de�il. Çünkü �nci Aral’�n
hayat�ndan zaten bir roman ç�karm��. Ve okudukça siz de göreceksiniz ki zaten yazar�m�z�n bugünekadar ç�karm�� oldu�u tüm o be�endi�imiz eserlerde onun hayat�n�n belirli kesitleri yer al�yor
BURCU ÖZÜPEK [email protected]
Kitabı birhaftadır
başucumdatutuyorum ve
odamdabenimle
birlikte dolaşanbir kişi dahavar. Açtığım
her yenisayfada kendihayatımın bir
anına tanıkoldum. Çok hoş
sohbet birdostumu
dinlemiş gibihissediyorum
kendimi. Buuzun saatlerce
yapılankonuşmadan
yorulmuş, lakinmutlu
�nci Aral
“Peri masalları çocuklara ejderhalarıngerçek olduğunu anlatmaz. Çocuklar onlarınvar olduğunu zaten bilir. Peri masalları ço-cuklara, ejderhaların da yenilebileceğinianlatır.”
G.K. Chesterton
Bir haftalık aranın ardından tekrar be-
raberiz. Nadiren de olsa yazımın ekte
bulunmadığı haftalar için, özellikle köşe-
yi düzenli takip eden okurdan özür dile-
rim. Nedenlerini sıralamaya gerek yok. Ge-
nel olarak, kitap fuarının da bitmesiyle yeni
yayımlanan eserlerde bir durgunluk ya-
şandığını belirtmek gerekir. Madem bir
hafta kaybettik, telafi edelim. Bu hafta
farklı tatları ve farklı okuma serüvenleri-
ni sunan üç kitabı beraberce inceleyeceğiz.
BAS�T D�YALOGLAR VEHAVADA KALAN ÖYKÜLER
Vakit kaybetmeden, ilk kitaba geçelim.
İlk kitabımız Maceraperest Çizgiler’den
(Oğlak Yayınları) bir çizgi-roman. Al-
man çizgi-roman yazarı Peter Wiech-
mann’ın kaleme aldığı (aynı zamanda
Andrax ve Dietrich von Bern adında iki
farklı seri ile Thomas der Trommler’in de
aralarında bulunduğu bir hayli fazla sayı-
da çizgi-romanın yazarıdır) ve İspanyol Ra-
fael Méndez’in çizdiği Hombre. 2 ciltten
oluşan serinin yayımlanan ilk cildinin ter-
cümesini Kerem Sanatel üstlenmiş. Çevi-
ri oldukça kolay bir okuma sunmasına kar-
şın, Alman bir yazarın kaleme aldığı ve be-
nim de Almanca (ve bir kaynakta da İs-
panyolca ve Fransızca tercümelerine ulaş-
tım) dışında bir baskısına ulaşamadığım
çizgi-romanın, ciltte bulunan “İtalyanca as-
lından çeviren,” ibaresi biraz tuhaf ve
sorgulamaya yol açacak bir ibare olmuş.
Serinin yayın hakları ise ilk olarak Ervin
Rustemagiç tarafından Bosna-Hersek’te
kurulan, fakat savaş sonrası Slovenya’ya ta-
şınmak zorunda kalan SAF’ın (Strip Art
Features) elinde bulunuyor. İngilizce ter-
cümesine rastlamadığım,
2009 yılı gibi yakın bir za-
manda oluşturulan, wes-
tern çizgi-roman Hom-
bre’yi keşfettikleri ve dili-
mize kazandırdıkları için
Oğlak Yayınları’nı kutla-
yalım. Çizgi-romana gelir-
sek, her ne kadar Wiech-
mann’ın vahşi batı tarihi ve
öyküleriyle ilgili engin bir
birikimi olduğunu bilsek
ve fark etsek de öykücülü-
ğünün pek de elle tutulur
yanı olduğunu söylemek
mümkün değil. Bir çizgi-
roman için bile fazlaca ba-
sit kaçacak (hatta pek çok gerçek-dışı iz-
leğin peşini süren western fumettilerde bile
rastlayamayacağınız kadar yalın) diya-
loglarını göz ardı etsek dahi, bu sefer de
öykülerinin izlediği yol ve çözümlemele-
rinin havada kalmışlığına takılıyoruz. Cid-
di anlamda bir çizgi-öykü senaryosu oluş-
turmak yerine, aklında kalan vahşi batı öy-
külerinin çarpıcı olabilecek doneleri et-
rafında gezinip duruyor gibi bir izlenim söz
konusu. Yazarın, okurun serüvenine yap-
tığı tek katkı, öyküler arasında sunduğu
okuma parçaları. Bu parçaları okurken ke-
yif aldığımı ve hiç olmazsa öyküleri imgesel
anlamda okurun bir yerlere oturtmasına
yardımcı olduğunu söylemeliyim. Rafael
Méndez’in çizimi ve anlatımı ise yazarının
aksine olağanüstü ve açıkçası Hombre’yi
okumaya iten, taşıyan ana faktör de Mén-
dez’in sanatı. Biraz ağır olabilir belki ama
eleştirmenin gereği olarak o kadar da söz
söyleme hakkımız bulunsun; kişisel görü-
şüm, Weichmann’ın bir yazar olarak Mén-
dez gibi bir çizeri kesinlikle hak etmediği
yönünde. Hombre harika sanatıyla, yeni bir
western arayışındaki çizgi-roman okuru-
nu bekliyor.
YEN�DEN MASALLARLABULU�MAK
İkinci kitabımız, Ev-
rensel Basım Yayın’dan.
Melek Özlem Sezer imza-
lı “Masal Masal Matitas”
kitabı. Yazarının derlediği,
başlıklara böldüğü ve har-
manladığı, yetişkinlere yö-
nelik bir masal antolojisi.
En azından iddiası bu yön-
de. Halbuki yazarının da üs-
tünde durduğu, masalların
sadece çocuklar için olma-
dığı yönündeki serzenişin-
deki haklılığı kadar, çocu-
ğun anlayabileceği her-
hangi bir kitabın da aynı zamanda çocuk-
lar için de olabileceğinin ayırdına varmak
gerekir. C.S. Lewis’in “sadece çocuklar ta-
rafından keyfine varıla-
bilecek bir çocuk öyküsü,
zerre kadar bile iyi bir ço-
cuk öyküsü değildir,”
sözlerini hatırlayalım.
TRT Radyolarına ma-
sal programları da ha-
zırlamış olan 1971 do-
ğumlu Melek Özlem Se-
zer’in şiir (Derin, Yusuf
ile Zeliha, Söğüt Sefası
Meyhanesi, Söğüt Sefa-
reti, Sözcük Dülgeri Ali),
çocuk (Yokoko, Sincap
Evi, Sakız Çiğneyen Kedi
vb.) kitapları ve bunların
yanında “Masallar ve
Toplumsal Cinsiyet” adında bir inceleme
kitabı bulunuyor. Masalların yetişkin ha-
yatına nasıl etki ettiği ile ilgili fikirlerine ki-
taplarında (Masal Masal Matitas’ın baş-
langıcında da görüşlerine yer vermiş) rast-
lamak mümkün. Bu an-
lamda harmanladığı bu
antoloji, Melek Özlem
Sezer’in masalları yeni-
den insanlarla buluştur-
ma, farklı yönlerini işleme
çalışması için tamamlayı-
cı bir rol de oynuyor. An-
tolojiye dâhil ettiği ma-
salları okumak ve veriler
çevresinde tartışmak ol-
dukça zevkli. Pek çok
farklı yaklaşımı oldukça
keyifli ve sorgulayıcı bir
okuma serüvenine yol
açsa da ne yazık ki stereo-
tipleştirilen, “masalları
sadece küçük çocuklar için sanan” ucube
okur tiplemesinin çok fazla etrafında dön-
düğü izlenimine kapılıyorum (-ki aslında
klasik masalların Grimm yanına ve karanlık
yönlerine yaklaşımı, pek çok Batılı yazar ta-
rafından defalarca irdelenmiştir, bu ne-
denle pek de orijinal yaklaşımlar olduğu-
nu söylemek mümkün
değil). Yazılarında sık-
lıkla eksikliğini hissetti-
ğim şeyler, çocuk ve ço-
cuğun barındırdığı “ma-
cera” duygusudur. Beni
bazı kolaycı yaklaşımlar
zaman zaman rahatsız
ediyor. Yazarın belirttiği
Hansel ve Gratel’in “ha-
neye tecavüz, yamyamlık,
cinayet, hırsızlık” gibi ve-
rilerine dikkat çekmek,
bunları yazmak, istediği-
niz meselelere yaymak
kolaydır. Esas olan, Han-
sel ve Gratel’deki, edebi anlamda, korku
yazınındaki “çaresizlik” duygusunun nasıl
su yüzüne çıkartıldığına ve modern za-
manın zombi öykülerinden tutunda, apo-
kaliptik bilim-kurgudaki “çaresizlik” his-
sine nasıl ön-ayak teşkil ettiğine, dolayısıyla
“çaresizlik” duygusuna duyulabilecek öz-
lem veya nefrete dikkat çekmektir. Yine ya-
zarın değindiği, rızası dışında öpülen ölü
Pamuk Prenses’in karşısında dehşete ka-
pılmamız gerekirken hissettiğimiz ro-
mantik duygular üzerinden masalın gücü-
ne göndermeler veya övgüler de yine ko-
laycı bir yaklaşımdır. Asıl olan, meseleyi
oradan Erich Fromm’un “Sevginin ve Şid-
detin Kaynağı” (1964) kitabında ele aldı-
ğı nekrofiliye taşıyarak, karşılaştırma ya-
pabilmektir. Yani, örnekte değindiğim
gibi nekrofilinin psikolojideki yerinden
emin olmadan, karşısında “dehşete düş-
mek” tanımlamasına indirgeyerek, masa-
lın ergen ve yetişkin yaşantısındaki psiko-
lojik açılımını yapmak, oldukça havada ka-
lan bir çabalamadır. Bu örnekleri çoğalt-
mak elbette mümkün ancak unutmamamız
gereken bütün bu incele-
meleri Melek Özlem Se-
zer’den beklemenin hak-
sızlık olacağıdır. Masalla-
ra sırtını dönen okuru (sa-
dece masallara değil el-
bette, bu sorun, hayal gü-
cünün bütün eserlerine
sırtını dönen tüm okurla-
rı kapsar) yeniden masal-
larla buluşturduğu, ma-
sallara farklı bakış açıları-
nın yolunu açtığı için ona
teşekkür borcumuz var.
Okuması ve üzerine dü-
şünüp tartışması bir hayli
zevkli olan bu antolojiyi
kaçırmamanızı öneririm.
KURGUDAN FELSEFEYEÜçüncü kitabımız, İthaki Yayınla-
rı’ndan: Gregory Bassham ve Eric Bron-
son’un derlediği, “Hobbit ve Felsefe”.
Gregory Bassham’ın imzası bulunan, aynı
şekilde pek çok popüler fantastik kurgu
eseri felsefeye yakınsandığı çalışması mev-
cut (bkz. Narnia and Philosophy, Lord Of
The Rings and Philosophy ve Harry Pot-
ter and Philosophy). Kitabın adını duyar
duymaz, işte bir eseri daha sömürmeye ça-
lışan “falanca filanca ve felsefe” veya
“bilmem ne’nin şifresi,” gibi bir kitapla kar-
şı karşıya olduğum önyargısına kapıldım
ve kitabı okudukça da bu önyargımdan do-
layı utandım. Felsefeyi daha geniş kitlelere,
popüler bir kitabın öykü dağarcığından
yola çıkarak, akıcı bir dille aktarmaları ol-
dukça değerli bir çalışma. Hobbit’i tekrar
elinize alıp, felsefi keşiflerle beraber bir yol-
culuğa çıkmanız elbette keyifli. Ancak göz-
den kaçabilecek bir başka can alıcı noktaya
değinmek istiyorum. Yazar olmak gayre-
tindeki genç arkadaşlar (özellikle de fan-
tastik kurgu alanında eser vermek isteyen
kardeşlerimiz) bu kitabı özellikle oku-
sunlar. Öykücülüğün norm, kurgu ve alt
metin oluşturma yönlerine farklı bakışlar
edinecekleri gibi, aynı zamanda başlangıçta
mutlaka her yazar gibi öykünecekleri usta
yazarların yaratımlarını incelemede ve
okumada hangi faktörlerin üzerinde dur-
maları gerektikleri hakkında ipuçlarına da
ulaşacaklardır. Kitabın bir başka kullanım
alanı da bahsedilen başlıklar üzerinden, ki-
tabı okuyan başka arkadaşlarınızla yapa-
bileceğiniz tartışmalar olacaktır (özellik-
le, 292. sayfadaki, ‘Tolkien’in Boethiusvari
Çözümü’ne tekrar göz atınız). Özetle
herhangi bir kurgu eserin, farklı şekiller-
de nasıl okunabileceğine dair bir kılavuz
olarak da değerlendirebilirsiniz.
Haftaya görüşmek dileğiyle…
M. SALİH [email protected]
Arada kalanlar
14 ARALIK 2012 CUMA 9Aydınlık KİTAPBABİL BALIĞI
Metis Yayınları 2012’nin kasım
ayında Susan Buck-Morss’un “He-
gel and Haiti” adlı eserini, “Hegel,
Haiti ve Evrensel Tarih” başlığıyla
Türk okuruna sundu. Kitabın adına
“Evrensel Tarih” adının eklenmesi-
nin nedeni kitabın iki makaleden
oluştuğunu vurgulamak olsa gerek.
Kitap iki ayrı ama birbiriyle ilişkili
makaleden oluşuyor. Makalelerden
ilki “Hegel ve Haiti”, ikincisi ise “Ev-
rensel Tarih” adını taşıyor. Yazarın,
“Hegel ve Haiti” adlı makalesi (2000
yılının yazında Critical Inquiry der-
gisinde yayımlanmış ve bu makale il-
kin Monokl dergisi tarafından çev-
rilmiş fakat çeşitli nedenlerle ya-
yımlanamamış) beraberinde birçok
tartışmayı getirmiş. Bu makaleye
yöneltilen eleştilere yanıt vermek, il-
kinde yazarın ele almadığı başka kay-
nakları da değerlendirmek ve tar-
tışmayı derinleştirmek amacıyla “Ev-
rensel Tarih” başlıklı ikinci makaleyi
kaleme almış yazar.
AVRUPA’NIN KORKAKLARI:GERÇE�� GÖREMEYENKORKAR, KORKANGERÇE�� GÖREMEZ!
İki makalenin de ana ekseni,
Avrupa merkezci, ırkçı, korkak ve
uysal tarih yazımı ve tarih felsefesi-
nin eleştirilmesidir. Eserde adı geçen
Hegel, bu ırkçı, ayrımcı ve korkak ta-
rih felsefesi yazınının gerçeğe en ya-
kın filozofu olarak ele alınmakta.
Hegel’in yakaladığı onca bağlantıyı
nasıl olup da soyut bir dille sundu-
ğunun, filozofun devrimci yaklaşı-
mını neden sürdüremediğinin (de-
yim yerindeyse Burjuvazinin ilerici
hamlesini neden sürdür(e)meyip
gerici bir şekilde kendi ideallerinden
çark ettiğinin), Avrupa’nın evren-
sellik idealinin nasıl olup da Haiti
gibi bir ülkede daha da ileriye ta-
şındığının ve Avrupa’nın bu ilerici
hamleye karşı duruşunun hikayesi ki-
tabın merkezini oluşturuyor. Ay-
dınlanma’nın filozoflarının (Hobbes,
Rousseau, Locke, Hegel, vb.) ırkçı
yaklaşımlarının, kolonileştirilmiş
halkların mücadelesine karşı tepki-
siz kalışlarının, Avrupa’nın merke-
zi siyasetinin sınırlarına hapsoluşla-
rının nedenleri bir bir ele alınıyor.
Avrupa’nın tarih yazımının ideo-
lojik karakteri her iki makalede de
başarılı bir şekilde sunuluyor. Bir
yandan, oldukça yanlı ve tarafını
açıkça belirten bir ideolojik tutum
gözlenirken, öte yandan pozitivizmin
Aydınlanma dönemindeki etkisiyle
birlikte “tarafsızlık”, “nesnellik”
adına yeni bir ideolojik tutum beli-
riyor. İkinci tutumun örneğini Al-
manya menşeili Minerva dergisinde
görebiliyoruz. Bu dergi dünyada
olup bitenleri “olduğu gibi”, “taraf-
sız” bir şekilde aktarırken, hakkını
teslim edelim, devrimci olgu ve
olayları da Avrupalı aydınların dik-
katine sunuyor. Yazarın iddiası bu
derginin Hegel üzerinde büyük bir
etkide bulunduğudur. Hegel’in, ala-
bildiğine soyut anlatımının ardında,
Haiti’de olanları “Köle-Efendi Di-
yalektiği”nde sunduğu iddia ediliyor.
Kojeve’den Frankfurt Okulu’na,
Hegel’in “Tinin Görüngübilimi”
adlı eserinde (Türkçesi Aziz Yar-
dımlı, İdea Yayınevi) köle ile efen-
di arasındaki tanınma mücadelesine
dair yazdıkları hep Fransız Devri-
mi’yle sınırlandırılmıştı. Yazar, aka-
deminin bu sığ okumasını eleştiriyor
ve Hegel’in sözü edilen metinde
Haiti ile koloniciler arasındaki iliş-
kiyi betimlediğini belirtiyor.
AVRUPALILA�TIKÇABA�NAZLIK,DÜNYALILA�TIKÇADEVR�MC�L�K
Ne var ki, Hegel, konu ırk ay-
rımcılığına gelince Avrupa’nın geri
kalanından nitelik açısından çok da
ayrılmıyordu. Onların aksine siyah
ırkın doğuştan aşağılık olmadığını
düşünmekle beraber, siyah ırkın öz-
gürleşmesi söz konusu olduğunda
aşamacı bir çizgi izliyordu. Soy bağı
üzerinden biyolojik bir ayrımcılık ye-
rine kültürel bir ayrımcılığa saplanan
Hegel, alalade ırkçı-
lıktan farklılaşsa da
son kertede Avrupa-
lı’nın bakışına uyu-
yordu: “Hegel belki
de daima biyolojik
değilse de kültürel
bir ırkçıydı.” (s. 87).
Yazar, Hegel’in bu
tutumunu, onun
temkinli oluşuna ve
akademisyen ola-
rak varlığını sür-
dürmek için dü-
şünsel iklimle ça-
tışmaktan kork-
masına bağlıyor.
Şu devrimci sözlerin yazarı bu kor-
kaklığın sonucu köşesine sinmiş:
“Dolayısıyla, özgürlük için mü-
cadele edilmesi... kişinin kendisini
tıpkı başkalarını attığı gibi
ölüm tehlikesine atması
gerekir.” (s. 74, Hegel’den
aktaran Buck-Morss).
Hegel başka bir yerde,
yine şunları söylemişti:
“Özgürlük ancak tehli-
keye atılırsa kazanılır...
Hayatını ortaya koyma-
mış olan birey, hiç şüp-
hesiz, bir kişi olarak tanı-
nabilir, ama bu tanınma-
nın bağımsız bir özbilinç
mahiyetindeki hakikati-
ne ulaşmamıştır.” (s. 68).
“İşin ironik ama acı yanı
şu ki, Hegel’in bu dersle-
ri Afrika toplumu konu-
sundaki konvansiyonel
uzmanlık bilgisini daha
sadık bir şekilde yansıt-
tıkça, daha az açık fikirli
hale gelip daha çok bağ-
nazlaşıyordu.” (s. 86).
Öteden beri tarihin ama-
cını “özgürlük” olarak
koyan Hegel, bağımsızlı-
ğın ve emeğin hakkını
teslim etmişti: “Kölelere
sahip olan sınıf, zenginli-
ğini oluşturan “bolluk”
için, kendi varoluşunu or-
tadan kaldırmadan, ta-
rihsel ilerlemenin bir fai-
li olamaz.” (s. 66). Avru-
palı’nın maddi gücünün
dayandığı plantasyonla-
rını kaybetmemek için
yarattığı ırkçılık ve ırkçı-
lığa dayalı düşünsel iklimden so-
yutlanmamak için Hegel’in de uy-
duğu “ortak akıl” onu kölelerin öz-
gürleşmesi konusunda ahmaklaş-
tırdı.
SEZAR’INHAKKISEZAR’A
Yazar bütün bu
eleştirileriyle birlikte,
Hegel’in Aydınlan-
ma dönemi filozof-
larıyla arasındaki far-
kı da unutmuyor:
“(Hegel), Hobbes’tan
Rousseau’ya kadar
pek çok kişinin yaptı-
ğı gibi, kölelik karşı-
sında bir tür mitik
doğa durumu metaforuyla değil,
kölelere karşı efendiler metaforuy-
la yola çıkıyor ve böylece, eserini gö-
rünmez bir mürekkep gibi sarıp sar-
malayan çağdaş, tarihsel gerçeklik-
leri bu metne (Tinin Görüngübilimi)
dahil ediyordu.” (s. 64). Avrupalı li-
berallerin ve demokratların günü-
müzde de pompaladığı gibi özgür-
lüklerin bahşedilerek geldiği ya da
tesadüf sonucu oluştuğu yalanına
karşı bir safta durur Hegel de. Yazar
bu konuda kendi duruşunu çok net
bir biçimde belirtir: “Köleliğin ilga-
sı evrensel özgürlük idealinin müm-
kün olan tek mantıksal sonucu olsa
da, kölelik devrimci fikirler, hatta
Fransızların devrimci eylemleri sa-
yesinde değil, bizzat kölelerin ey-
lemleri sayesinde kaldırıldı.” (s. 48).
Her ne kadar Fransız devrimciler ve
devrime önderlik eden Burjuvazi öz-
gürlük duaları etmiş olsalar da zen-
ginliklerinin kaynağının Afrika’da,
Karayipler’de ve dünyanın geri ka-
lanında kurdukları plantasyonlar
olduğunu fark ettikleri ölçüde kö-
leliği savundular, buna uygun yasa-
Özgürlüğün bedeli ve körlük“Köleli�in ilgas� evrensel özgürlük idealinin mümkün olan tek mant�ksal sonucu olsa da, kölelikdevrimci fikirler, hatta Frans�zlar�n devrimci eylemleri sayesinde de�il, bizzat kölelerin eylemleri
sayesinde kald�r�ld�.”CENK ÖZDAĞ[email protected]
Yazar çok netbir dille
Aydınlanmadönemi
filozoflarınınekonomik ve
sosyal açıdangirdikleri
ilişkileri ortayakoymakta ve bu
ilişkilerifilozofların
ırkçıtutumlarının
nedeni olaraksunmaktadır
Hegel
14 ARALIK 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
lar yaptılar ve dahası köle isyanlarını kan-
lı bir şekilde bastırmaya çalıştılar.
AYDINLANMAF�LOZOFLARININIRKÇILI�ININ NEDENLER�
Yazar çok net bir dille Aydınlanma dö-
nemi filozoflarının ekonomik ve sosyal açı-
dan girdikleri ilişkileri ortaya koymakta ve
bu ilişkileri filozofların ırkçı tutumlarının
nedeni olarak sunmaktadır. Irkçılık, yazara
göre, koloniciliğin nedeni değildir, aksine
ırkçılığın nedeni kolonicilik ve kolonileri
sömürme politikasıdır. Yazarın bu ma-
teryalist duruşunu destekleyen olgulardan
bazıları şunlardır: Hobbes’un ırkçılığı sa-
vunmasının nedeninin hamisi Lord Ca-
vendish üzerinden Amerika’da bir koloni
yöneten Virginia Şirketi’yle bağlantısının
olması (ss. 38-39); İngiltere’de direnme
hakkını açıkça savunan ve köleciliğe kar-
şı nutuk atan Locke’un, Carolina’daki
Amerikan koloni yönetimiyle bağları olan
Royal African Şirketi’nin hissedarı ol-
ması (s. 40).
YAZARIN “EVRENSELTAR�H”E BAKI�I
Yazar, akademik çalışmayı şu şekilde
betimlemektedir: “Akademik tartışma-
nın maksadı, düşünce alanının belli bir kav-
ramını savunmak yerine, tarihsel tahay-
yülün ufkunu genişletmek olmalıdır. Böy-
le bir kolektif akademik uğraşın siyasi bir
yanı vardır. Amacı, tanımlayıcı sınırların ta-
rihin galiplerinin bilgi üzerindeki tekelci
denetiminin bir sonucu olarak önceden be-
lirlenmediği, adına yaraşır bir küresel ka-
musal alan için bilgi üretmektir.” (s. 25).
Dolayısıyla, yazar, ideolojik örtüyü kaldı-
rıp ardındaki gerçeği bulmayı sadece ya-
lanları ve yanlışları ifşa etmekle sınırlı tut-
mayıp karartılan gerçekliğin yeniden bir in-
şasını kurmakla mümkün görmektedir. Ta-
rihin gerçekçi yazımı salt bu nedenle bile
olsa yine ideolojik olmaktadır: “Tarihsel
tahayyülün ufkunu genişletmek”.
Yazara göre evrensel tarih anlayışı, ba-
zılarının (Frankfurt Okulu ve Postmo-
dernistler gibi) savunduğu gibi yerle bir
edilmesi gereken bir anlayış olmaktan çok
bir tarih yazım (ya da tarih felsefesi) yön-
temi olarak anlaşılmalıdır: “Evrensel ta-
rih içerikten ziyade yönteme gönderme-
de bulunur.” (s. 10). “Hegel ve Haiti” baş-
lıklı makalesinin hakim anlayış tarafından
eleştirilmesinin nedeni olarak yazar şun-
ları söylüyor: “Batı modernliğinin mira-
sını merkezinden ediyordu etmesine (ve
bundan dolayı methediliyordu), ama bir-
çok alternatif modernlik olduğu beya-
nında bulunmaktansa, daha az rağbet gö-
rebilecek bir hedefe yönelip modernliğin
evrensel yönelimini kurtarmayı öneri-
yordu.” (s.9). Dolayısıyla, yazar, halkla-
rın ilerlemesinin ve özgürlük mücadele-
sinin (dolayısıyla da tarihlerinin) yazıl-
masında Avrupa-merkezci yanın evrensel
tarih anlayışından ya da yönteminden de-
ğil de bu yöntemin içeriğinde yattığını dü-
şünmektedir. Devrimci yaklaşım, evren-
sel tarihi ya da tarihin (ve toplumun) ya-
salarını yerle bir etmek yerine onları ha-
kikate uygun bir biçimde belirlemek ol-
malıdır. Yapılması gereken, olguları ye-
rele özgü olarak ele almak ama bütüncül
bir yöntemde kurgulamaktır.
(Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih,Susan Buck-Morss, Metis Yayıncılık,
Çev: Erkan Ünal, 176 s.)
Yazarın, başka bir eserini de Türk-
çeye çeviren Tuncay Birkan, “Hegel
ve Haiti”yi Özge Çelik ile birlikte ya-
yıma hazırlamış. Eserin çevirisini ise
Erkal Ünal yapmış. Böylesine zor bir
eseri böyle duru bir Türkçeyle okumak
gerçekten bir şans. Çeviride karşıla-
şılan güçlüklerin (yazarın kullandığı
kimi terimlerin tarihsel imlemlerini
okuyucuya sezdirme sorunu) gideri-
lebilmesi için fazlaca dipnot kullan-
mak gerekebilirdi. Kendi payıma böy-
lesi bir düzenlemeyi isterdim ancak
eserin özgün haliyle Türkçesini kar-
şılaştırınca böyle bir düzenlemenin ki-
tabın Türkçe baskısını şişirmesi kaçı-
nılmaz olurdu. Söz konusu sorunlara
bir örnek vermek için “boudoir” söz-
cüğünün “özel oturma odası” şeklin-
de çevrilmesine dikkat çekmek isti-
yorum: Fransızca boudoir sözcüğünün
işaret ettiği oda tipi, bildiğim kadarıyla,
Türk kültürüne ve tarihine oldukça ya-
bancı. Bu ve bunun gibi terimlerin,
sözcüklerin anlaşılabilmesi için ol-
dukça uzun dipnotlara gerek olabili-
yor. Benzer bir durum, yazarın andı-
ğı bölgeler, halklar ve yasalar için de
geçerli. Bu örneklerle yazıyı daha
fazla genişletmemek için böylesi bir ki-
tabın çevirisinin zor olduğunu söyle-
yerek bu bahsi kapatalım.
“ABD’li yazar ve akademisyen
Susan Buck-Morss, Cornell Üniversi-
tesi, Kamu Yönetimi bölümünde Si-
yaset Felsefesi ve Toplumsal Teori, Sa-
nat Tarihi bölümünde de Görsel Kül-
tür dersleri vermektedir. Frankfurt
Okulu, özellikle de Adorno ve Ben-
jamin’in eserleri hakkındaki özgün
çalışmaları çok yankı uyandırmış ve bir-
çok dile çevrilmiştir. Metis’te “Rüya
Alemi ve Felaket” (2004) ve “Gör-
menin Diyalektiği” (2010) adlı eserleri
yayımlanmış. Yazarın bir başka eseri
“Küresel Bir Karşı Kültür” adıyla
Versus tarafından 2007 yılında ya-
yımlanmış. Buck-Morss ayrıca “The
Origins of Negative Dialectics: Theo-
dore W. Adorno, Walter Benjamin and
the Frankfurt Institute” (2007) adlı ki-
tabın yazarıdır.” (Kitaptan)
Çeviriye dair
Susan Buck-Morss kimdir?
11Aydınlık KİTAP
Türkan Şoray’ın 60’larda “Köyde Bir Kız Sev-
dim” filmiyle başlayan sinema serüveni bugün ona
“Türk Sinemasının Sultanı” ünvanını kazandırdı. Bu
süreçte onlarca kadın rolünü üstlenen Şoray, 70li yıl-
lara geldiğinde melodramların “salon kadını” rol-
lerinden mücadeleci, emekçi, baş kaldıran, edilgen
değil etken kadın rollerine geçiş yaptı. “Kamera” ve
“stop” sözcüğü arasında yaşanan onlarca hayat Tür-
kan Şoray’ın yaşamı. Yıldız oyunculuktan yorum-
cu oyunculuğa ulaştığında sinema artık Türkan Şo-
ray için bir “aşk”tı. “Dönüş” filmiyle erkek egemen
sinema sektöründe kadın yönetmen olarak yer bul-
du. Daha sonra yönettiği üç filmle de bu konumu-
nu sağlamlaştırdı. Sinema emekçilerinin hak mü-
cadelesinde başı çekenlerden oldu. Sansür, telif hak-
ları, çalışanların sigorta hakkı gibi konular üzerine
kurulan örgütlü mücadelenin içindeydi. Onun
ağzından sinema serüvenini dinlediğimiz “Sinemam
ve Ben” isimli kitabı Sultan’ın
bir “güzellik fenomeni”nin öte-
sinde olduğunun en güzel ka-
nıtı. Seyircisine sarılmaktan
korkmayan, sinema uğruna her
türü zorluğa göğüs germiş, oy-
nadığı karakterlerle gönlümüze
taht kurmuş olan Türkan Şo-
ray'ın kendiyle barışık, dalga ge-
çer hali ve mizahi yönü kitapta
dikkat çekiyor. Bütün şaşaalı ya-
şam sunusuna rağmen sadelikte
kendini ifade etmeyi seçmiş, şöh-
retin rüzgarına kapılmayıp mü-
tevazılığını muhafaza edebilmiş,
geldiği noktada kendi emeğinin ve
terinin yanında seyircinin de payı
olduğunu en derininden görebil-
miş nadir sanatçılardan. Yapma-
cıklığın ve yabancılaşmanın giderek arttığı günü-
müzde “samimiyet” sözcüğü oldukça değer kaza-
nıyor. Kitabı okuduğumuzda Türkan Şoray'ın bu ka-
dar sevilmesinin anahtar sözcüğü “samimiyet” ola-
rak karşımıza çıkıyor.
“Oyuncu öncelikle kendini tanımalı, kendi ek-
siklerini, zaaflarını bilmeli, en önemlisi egosunu yok
etmeli, sırça köşkte yaşamamalı, toplumda yaşa-
nanlara, kendi dünyası dışında yaşanan dramlara du-
yarlı olmalı, sorgulamalı, meraklı olmalı, kültürel bi-
rikime sahip olmalı. Ben de sanatımla olduğu ka-
dar kişiliğimle de oyuncu sıfatını taşımalıydım,” di-
yor Türkan Şoray kitabında. “Bana hayatı tanıtan
oyunculuğu bir yaşam felsefesi olarak benimsedim,”
diye de ekliyor.
Aydınlık Kitap olarak “Türk Sinemasının Sul-
tanı” Türkan Şoray ile son kitabı “Sinemam ve Ben”
üzerine konuştuk.
“BU K�TAP BEN�M SEY�RC�LER�MLESOHBET�MD�R”
Türkan Şoray’ı başkalarının kaleminden oku-muştuk fakat ilk defa sinema hayatınızı sizin ka-leminizden okuyoruz. Sinemadan sonra kitapdünyasında da bir Türkan Şoray imzası görüyo-ruz. Size bu kitabı yazdıran neydi?
Ben sinemamı yazdım. Benim buradaki amacım
şuydu; bana yıllardır filmlerimi nasıl çevirdiğim so-
ruluyor, ben de anlatıyorum başıma şunlar geldi, bun-
lar oldu diye. Bu kitap benim seyircilerimle bir soh-
betimdir. Aslında edebiyat ve sine-
ma temelde aynı şeyler. Dünyayı an-
lama, anlatma, kendini ifade etme,
hayatta biriktirdiklerini ifade etme
sinemada kamerayla perdeye ak-
tarımla oluyor, yazar da anlatmak
istediklerini kalemle kağıda akta-
rıyor. Bu kitapta ben kendimi ifa-
de etmeye çalıştım, sinemamı an-
latmaya çalıştım. Sinemanın benim
için ne ifade ettiğini, hayatımı na-
sıl etkilediğini bütün samimiye-
timle yazdım. Yani ben yazar
dünyasındayım gibi bir şeyi ke-
sinlikle söylemiyorum. Zaten bu
kitabın ne edebi bir değeri var, ne
de benim bir yazarlık amacım var.
Ben kesinlikle böyle bir şey at-
fetmiyorum bu kitaba. Devrik
cümleler, yarım cümleler ile doğal
bir akış var. Aman çok güzel cümleler olsun, şöyle ede-
bi olsun diye hiç düşünmedim. Benim yazar dünya-
sına girmem gibi bir şey mümkün değil. Ülkemizde
saygı duyduğum çok değerli yazarlarımız var, asla o
alana girme gibi bir hedefim olmadı, haşa yani. Be-
nim mesleğim sinema. Sinema anılarımı ve sinemayla
büyüyen kendimi anlattım ben.
“DÜ�LED���M BUYDU”Kitabı okuyan sevenlerinizle son dönemde sık
sık imza günlerinde buluşuyorsunuz. Tüyap, An-kara Kitap Fuarı, çeşitli kitabevlerindeki imza gün-leri... Muazzam bir ilgi var bu günlere. Neler his-
“Bu kitap benim seyircilerimle bir sohbetimdir. Asl�ndaedebiyat ve sinema temelde ayn� �eyler. Dünyay�
anlama, anlatma, kendini ifade etme, hayattabiriktirdiklerini ifade etme sinemada kamerayla perdeye
aktar�mla oluyor, yazar da anlatmak istediklerinikalemle ka��da aktar�yor. Bu kitapta ben kendimi ifade
etmeye çal��t�m, sinemam� anlatmaya çal��t�m.”
14 ARALIK 2012 CUMA12 Aydınlık
TÜRK SİNEMASININ “SULTAN”I TÜRKAN ŞORAY İLE “S
“Star değil, emekçiyi“Star değil, emekçiyi“Star değil, emekçiyi“Star değil, emekçiyi“Star değil, emekçiyi“Star değil, emekçiyi“Star değil, emekçiyi“Star değil, emekçiyi“Star değil, emekçiyi
KAPAK
DAMLA [email protected]
settiriyor bu size?Düşlediğim buydu. Yani yıllarca filmlerimi sey-
reden o seyirciyle buluşmak, onların kalbine do-
kunabilmek, onlarla göz göze gelebilmek... Kitap
buna imkan sağladı. Benim için bu imza günleri
mutluluk kaynağı. Seyircilerimle o kadar mutlu-
luk yaşıyorum ki. Birbirimize sarılıyoruz hasret gi-
deriyoruz. Öyle özel bir bağ ki onlarla aramızda
var olan. O yüzden bu günler benim için unutul-
maz ve heyecan verici günler oluyor.
“KIRGINLIKLARI �Ç�MDEHALLETT�M”
Peki her şeyi anlattı mı Türkan Şoray bu ki-tapta? Yoksa meslek hayatında olan bazı kır-gınlıkları, anlaşmazlıkları ya da özel hayatına dairparçaları kendine mi sakladı? Bir otosansürdenbahsedebilir miyiz?
Şimdi öncelikle şunu söylemek isterim, bu be-
nim özel yaşamımı anlattığım bir kitap değil. Ben
özel yaşamımı yazmayı düşünmem. İnsanın ken-
dine saklayacağı birtakım şeyleri, bir mahremiyeti
olmalı düşüncesindeyim. Kitapta yer yer özel ya-
şama dokunuluyorsa da, sinemamdan dolayıdır.
Hayatımın o dönemi sinemayla bağlantılıdır ve o
yüzden yazmışımdır. Örneğin mesleğimden ayrı
kalmışımdır ya da mesleğimin bana kattığı gü-
zelliklerdir. Bu çerçevede özel hayatımdan parçalar
var. Sinemanın özel yaşamıma değdiği dönem yani.
Meslek yaşamım için bakarsak da, herkesin ka-
riyerinde mutlaka iniş çıkışlar, kırıcı olaylar, üzen
olaylar olmuştur. Benim de kolay olmadı tabi si-
nema hayatım. Tek başınıza bir mücadele veri-
yorsunuz. O dönemde de beni üzen tatsız olaylar,
kırıldığım insanlar oldu tabii ki. Zaman zaman ba-
zıları anılarını yazıyorlar, yirmi sene önce olmuş bir
şeyi böyle pat diye gündeme getiriyorlar. Ben
bunu gereksiz buluyorum. Kötü şeyler yaşanmış-
sa bile, yıllar sonra o insanı yargılamaya, rencide et-
meye gerek yok. Bunlar benim karakterime uygun
şeyler değil. Onun için ben, empati kurabiliyorum,
affediciyim. Yani bazen çok affedemesem bile içim-
de halletmeye çalıştım. Ayrıca ben hayata ve in-
sanlara sevgiyle bakan biriyimdir. Bu meslekte ol-
duğu gibi tabii her meslekte olabilir böyle şeyler.
Hatta benim mesleğimde en az olur herhalde diye
düşünüyorum. Çünkü biz yıllarca sinema dünya-
sında birbirimize o kadar kilitlendik ki. Benim sev-
gi dünyasındaki sevgi sözcüklerimin hepsi gerçek-
tir, hepsi yüreğimdendir. Çok köklü aile bağlarımız
vardır bizim sinemada. Bazen birbirimizi görme-
sek de o benim canımdır, ben onun canıyımdır. Böy-
le bir dayanışma,dostluk, kenetlenme oluştu bizim
sinema dünyasında. Onun için pek otosansür de-
nemez buna, çünkü ben zaten bütün kırgınlıkları
yıllar öncesinde kendi içimde hallettim, çözümle-
dim, sansürlememe gerek yoktu.
“BEN�M �Ç�N �ÖHRET; PARA,PUL, �A�AALI YA�AM DE��L,SEY�RC�M�N SEVG�S�D�R”
Türk Sinemasının Sultanı ünvanıyla yıllardırşöhretin zirvesindesiniz, fakat halkınıza sarıl-maktan hiç vazgeçmediniz. Sanatçının toplum-daki konumu ve şöhreti doğru sindirmesi konu-sunda neler düşünüyorsunuz? Özellikle egoları-mızın bu kadar kaşındığı bir dönemde siz bununasıl başardınız?
Aslında şöhret tabii çok tehlikeli bir olgu. Eğer
“ben şöhretim” duygusuna kapılırsanız, zaten o bir
süre sonra biter, şöhret kalıcı bir şey değil. Ben ken-
dimi hiçbir zaman şöhretliyim diye görmedim.
Ben mesleğimi seviyorum, mesleğime emek veri-
yorum, mesleğime aşığım. Ben bir “star” değil, bir
“emekçi”yim. Çünkü ben emek veriyorum sinemeya.
On sekiz saat çalışıyorum, dağlarda, kar, tepe, so-
ğuk demeden. Güneşin kavurucu sıcağının alnın-
da çalışıyorum. O zaman ben de bir emekçiyim.
Bir de şu var tabii; on dört, on beş yaşlarım-
da tanınmaya başladım ben ve “şöhret olacağım,
star olacağım” gibi bir hedefim hiç olmadı, şöh-
ret nedir bilmediğim için ve dolayısıyla süreç içe-
risinde şöhret ile tanıştığım için, anlayamadım tam
olarak şöhret miyim neyim (gülüyor) Böylece
onunla bütünleştim, kaynaştım, bu benim hayat
tarzımmış demek ki dedim. Çünkü birdenbire şöh-
ret ile tanışanlar “ayy ben neymişim” havasına gi-
rebiliyor. Ben bir anda şöhret olmadım. Daha ha-
yatı tanımadığım, kişiliğimin gelişmediği dö-
nemlerde, kendimi keşfederken hepsi birbirine
kaynaştı, ben onu üstüme yavaş yavaş giydim. Bir
de beni mutlu eden tanınmak, çok para kazanmak,
süslü elbiseler giymek, lüks arabalara binmek de-
ğildi. Tanınmaya başlayınca fark ettim ki, bizlere
o şöhreti veren seyircidir ve ben seyircimle sev-
gi bağımı keşfettim böylece. Demek ki şöhret gü-
zelmiş dedim, yani benim için şöhret para, pul,
şaşaalı yaşam değil, seyircimin sevgisidir.
�LK VE SON Başka bir kitap daha gelir mi Türkan Şo-
ray’dan?Sanmıyorum. Herhalde hayatta ilk ve son ki-
tabım bu olacak.
Nezaketiniz ve zaman ayırdığınız için çok te-şekkürler Türkan Hanım.
Ben teşekkür ederim, bütün Aydınlık çalı-
şanlarına sevgilerimi yolluyorum.
(Sinemam ve Ben, Türkan Şoray,NTV Yayınları, 388 s.)
14 ARALIK 2012 CUMA 13lık KİTAP
“SİNEMAM VE BEN” ADLI KİTABI ÜZERİNE KONUŞTUK
im”im”im”im”im”im”im”im”im”
Damla Yaz�c�Türkan �orayile birlikte
KAPAK
“80’lerde Çocuk Olmak Kitabı” ve “90’lar
Kitabı” gibi bir hayli ilgi gören kitaplar ka-
leme alan Kadir Aydemir, bu kez “Tuhaf
Alışkanlıklar Kitabı” ile okurlarının karşı-
sında. 80’ler kitabı 90; 90’lar kitabı ise 111 ya-
zara sahipti. Bu son kitap ise 126 kişilik ya-
zar kadrosuyla bir rekor kırdı. Tuhaf olma-
sının yanı sıra bir o kadar da neşeli takıntı-
ların bir araya geldiği bu kitap okurun yüzüne
bir gülücük konduruyor. Neşeli ve moral ve-
ren bir kitap ortaya koymayı hayal ederek
derlenmiş kitaptaki tüm yazılar. İyi kötü, acı
tatlı, komik ya da ilgi çekici pek çok takın-
tının bu kitapta bir araya geldiğini belirten
Aydemir; “Türkiye’nin içinde bulunduğu
saçma sapan dönemde, her şeyin çiğnenip in-
sanların özgürlüklerinden edildiği, üçüncü
sayfa haberlerine ya da magazine hapsedil-
diğimiz bu yıllarda kırık bir gülümseme de
olsa yüzümüzde, insanlar neşelensin iste-
dim… Tabii bir yönüyle hem psikolojik
hem de sosyolojik bir çalışma ‘Tuhaf Alış-
kanlıklar Kitabı’” diyor…
Öncelikle böyle “tuhaf bir kitap” hazır-lama fikri nasıl doğdu diye sormak istiyo-rum. Kitabın ortaya çıkış hikâyesini dinle-yebilir miyiz?
Bugüne dek kurucusu ve editörü oldu-
ğum Yitik Ülke Yayınları için çok çeşitli ki-
taplar hazırladım; “Tuhaf
Alışkanlıklar Kitabı” da
zincirin şimdilik son hal-
kası oldu. “Cunda Öykü-
leri” ile başlamıştım çok
yazarlı kitapların ilkine,
20 küsür yazar bir ara-
daydı orada; zamanla
“Bozcaada Öyküleri”,
“Olimpos Öyküleri” der-
ken 2010 yılının sonunda
90 yazarlı dev bir kuşak
kitabı olan “80’lerde Çocuk
Olmak Kitabı”nı projelen-
dirip yayımladım. 80’ler ki-
tabı oldukça ilgi çekti, çün-
kü türünün ilk örneğiydi.
Sonrasında 111 yazarlı “90’lar Kitabı” oluş-
tu, o da oldukça ses getirdi. Bu iki kitap gün-
dem yaratıp gazete ve televizyon haberleri-
ne konu olunca yayınevimiz de tanınmaya,
bilinmeye başlamış oldu. Yitik Ülke proje-
si benim için büyük bir düş sonuç olarak...
Derken yayınevimiz için “farklı” ve “daha
önce yapılmamış” olmasını kerteriz alarak sü-
rekli kitap projeleri düşünen ben “tuhaflık-
lar” üzerine kafayı taktım. Yazarken, okur-
ken, birisiyle konuşurken hep bizimle bera-
ber olan, ikili sohbetlerimize neşe katan ga-
riplikleri, absürd alışkanlıkları zihnimde not
almaya başladım. “Tuhaf Alışkanlıklar Ki-
tabı-Beni hiç tanımıyorsun!” başlığıyla çık-
tı kitabımız. 126 yazar bir araya geldi ve sa-
nırım oldukça komik bir itiraflar kitabına
dönüştü bu eser.
Doğru kullanıldığında pek çok fayda, ko-laylık sağlıyor internet/sosyal medya. Hat-ta görüldüğü üzere bir kitap yazmaya bileolanak sağlıyor. Sosyal medyanın rolü çokbüyük bu kitabın hazırlanmasında… Bu sos-yal medya aşaması üzerine konuşabilir mi-yiz biraz?
Yitik Ülke, 1997 yılında internet üzerinde
kurulan ilk şiir/edebiyat penceresiydi desem
yeridir. Dal.net server üzerinde MiRC prog-
ramında #yitikulke sohbet kanalını açarak
çıktım bu yolculuğa. Aynı yıl Kadıköy’de bir
grup arkadaşımla beraber “BaşkA” isimli bir
şiir dergisini de yayına hazırlamaya başladım.
Sonra yavaştan web tasarımına merak sardım,
www.yitikulke.com sitesini 2000 yılında ku-
rup yayına açmamla işin rengi daha da de-
ğişti. Hayatımızda internet, bilgisayar, internet
kafe, modem gibi şeyler geniş
yer kaplamaya başlıyordu ve
Yitik Ülke’yi geliştirip daha ge-
niş kitlelere duyurmayı he-
defliyordum. Yitik Ülke in-
ternetin en çok izlenen ve zi-
yaret edilen şiir/edebiyat der-
gilerinden biri olmuştu. Ay-
larca elde şiir kitapları ve
dergiler, oralardan bakıp ba-
kıp şiirler, yazılar dizdim ve si-
teye ekledim. Sosyal medya
üzerinde kurulan ilk dergi-
lerden biri olan Yitik Ülke,
yine sosyal medya yani in-
ternet yayıncılığı üzerinden
basılı/matbu yayına geçen
kurulu “ilk yayınevi” olma özelliğini ka-
zandı. Bugünün dünyasında Twitter ve Fa-
cebook sayfalarımızda binlerce takipçimiz-
le yolumuza devam ediyoruz.
Nasıl seçtiniz bu 126 kişiyi; bu insanla-rın anlatabileceği tuhaf alışkanlıkları ol-duğunu biliyor muydunuz? İsimleri belir-leme sürecinden bahseder misiniz?
126 yazarın tamamını sosyal medya üze-
rinde Twitter’dan seç-
tim. Takip ettiğim ve
yazılarını, paylaşımları-
nı, tuttuğu bloglardaki
yazıları takip ettiğim in-
sanları tek tek davet et-
tim. Yazar seçiminde
dile ve üsluba dikkat et-
tim. Bazı arkadaşlar da
diğer yazarlarımızın
önerileriyle kitaba alın-
dı. Kitaptaki tüm isim-
lerle Twitter üzerinden
yazışıp maillerini aldım,
gerekli ön bilgileri pay-
laşıp projeye uygun ya-
zılar istedim. “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı”
böyle dayanışma duygusuyla, tam da Yitik
Ülke’ye yaraşır şekilde ortaya çıktı.
Kitabın son bölümü çok ilgimi çekti; bu-rada Schiller, Balzac, Dickens, VirginiaWoolf gibi yazarların yazma sürecindeki tu-haflıklarına tanık oluyoruz. Kadir Ayde-mir’in yazmakla ilgili tuhaf bir takıntısı varmı diye sorsam?
Kitabın son bölümünü, yani ünlü yazar
ve düşünürlerin takıntılarını, garip alışkan-
lıklarını sevgili Güncem Topçu Güzel ha-
zırladı. Burada amaç Türkiye’den 126 yaza-
rın yanında dünyadan da bilenen isimlerin ne
gibi huylarının olduğunu okurlarımızla pay-
laşmaktı. Bu bölüm oldukça ilgi çekti diye-
bilirim.
Ne tuhaftır ki hiçbir tuhaf alışkanlığım ol-
madığını düşünüyordum. Ama kitabı oku-
maya başlayınca hiç de farkında olmadığım
tuhaf alışkanlıklarım olduğunun farkına
vardım. Bu kitap, çoğu insana böyle bir far-
kındalık kazandıracak, bir parça daha ken-
dini tanımasını sağlayacaktır desem abartmış
olmam sanırım…
Kitabın özelliği aslında neşeli takıntıla-
rın bir araya gelmiş olması. 126 yazarıyla sa-
nırım bir rekora da imza atan bir kitap oldu
“Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı”. İyi kötü, acı tat-
lı, komik ya da ilgi çekici pek çok takıntı bir
araya gelmiş oldu bu kitapta. Kim ne hisse-
der bilmem ama ben neşeli, moral veren bir
kitap olması hayaliyle derledim tüm bu ya-
zıları. Türkiye’nin içinde bulunduğu saçma
sapan dönemde, her şeyin çiğnenip insanların
özgürlüklerinden edildiği, üçüncü sayfa ha-
berlerine ya da magazine hapsedildiğimiz bu
yıllarda kırık bir gülümseme de olsa yüzü-
müzde, insanlar neşelensin istedim… Tabii
bir yönüyle hem psikolojik hem de sosyolo-
jik bir çalışma “Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı”.
Umarım “80’lerde Çocuk Olmak Kitabı” ve
“90’lar Kitabı” gibi sevilir, benimsenir ve za-
manlar üstü bir eser olup uzun yıllar okunur,
kitaplıklarda/kütüphanelerde saklanır…
Kitapta anlatılan bazı alışkanlıklar faz-lasıyla tuhaf ve insan gerçek olabileceğineinanamıyor; “yok artık” derken buluyor ken-dini. Kitapta paylaşılan alışkanlıklardan entuhaf bulduğunuz alışkanlık hangisi acaba?
Benim en tuhaf bulduğum alışkanlığı seç-
mek zor; hepsini beğendiğim ve ilginç bul-
duğum için kitaba aldım desem yeridir.
Ama sanırım Ece Dorsay’ın her şeyi tersten
okuması benim için en ilginçlerden biri.
Şimdi siz bir anda sorunca şaşırıp kaldım; bu
kitabı okuyanlar karar versin en ilginç ta-
kıntıya… 126 ayrı konu var sayfalarda, biri-
ni seçsem diğerlerinin hatrı kalır. Her kitap
gibi bu da benim ruhumun bur parçası.
Her sayfası, her yazısı özel.
Ufukta yeni bir kitap var mı? Belki de birşiir kitabı?
70. kitabına ulaşan Yitik Ülke Yayınla-
rı için yeni kitaplar hazırlıyorum, bu proje-
lerin neler olduğunu da www.yitikulke.com
sitemizde paylaşıp, yazılar yazan herkesi ki-
taplara davet ediyorum. Aşk öyküleri kita-
bının yanında bir de blog kitabı hazırlıyorum.
“Sonsuz Unutuş” adlı öykü kitabım birkaç ay
önce yayımlandı, ilk öykü kitabım “Aşksız
Gölgeler” de yeniden yayımlanacak. Bir
şiir dosyam var; hazır ama hâlâ sihirli bir isim
bulamadım… Bulamadım… 2013’ten umut-
luyum; Yitik Ülke için üretken, paylaşımcı,
güzel bir yıl olur umarım.
“Komik bir itiraflarkitabına dönüştü bu eser”“Yay�nevimiz için ‘farkl�’ ve ‘daha önce yap�lmam��’ olmas�n�
kerteriz alarak sürekli kitap projeleri dü�ünen ben ‘tuhafl�klar’üzerine kafay� takt�m. Yazarken, okurken, birisiyle konu�urken hep
bizimle beraber olan gariplikleri zihnimde not almaya ba�lad�m”ELİF ŞAHİN HAMİDİ[email protected]
Kadir Aydemir
14 ARALIK 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP
KADİR AYDEMİR’LE “TUHAF ALIŞKANLIKLAR KİTABI” ÜZERİNE SÖYLEŞİ:
14 ARALIK 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Bizim kahraman�m�z ne“dudaklar�yla sevi�ipyumruklar�yla dövü�en”Mike Hammer’a, ne katilinsaç telinden ayakkab�numaras�n� ç�karan SherlockHolmes’e, ne de süreklikafas�na vurarak “grihücreler” diye say�klayanHercule Poirot’a benziyor
MELİS YALÇ[email protected]
Artık kimse Türkiye’de polisiye ya-
zılmadığını iddia edemez sanırım. Ahmet
Ümit, Celil Oker, Osman Aysu, Emrah
Serbes, Algan Sezgintüredi, Esmahan
Aykol, Armağan Tunaboylu ve Murat So-
mer gibi yazarların adlarını sık sık duymaya
başladık son zamanlarda. Hatta Emrah
Serbes’in hoyrat karakteri Behzat Ç.’nin
bir dizide oynamaya başlamasıyla polisi-
yenin tür olarak popülerleşmeye başladı-
ğını bile söyleyebiliriz.
“ON PARALIKÖYKÜLER”DEN B�R�NC�SINIF POL�S�YEYE
Ancak polisiye romanın Türkiye’deki
tarihine baktığımızda geçmişte, çevirileri
okurlar tarafından sevilerek okunmuş
olsa da, polisiyenin Türk yazarları arasında
pek tutulmadığını görüyoruz. Kuşkusuz
bunun nedeni 1880’li yıllarda Osmanlıca’ya
çevrilen kitapların Amerikalıların “dime
novels” dediği, bizdeki adıyla “on paralık
öyküler” olmasıydı. Bu dönemde Peyami
Safa’dan siyasi hasmı Nazım Hikmet’e,
Halide Edip’ten “Kesik Baş”ıyla Hüseyin
Rahmi Gürpınar’a bize tanıdık gelen bir-
çok yazar “kolay para kazanmak için” po-
lisiye yazmaya karar verdi, ancak eserle-
rinin “ikinci sınıf edebiyat” olarak görül-
mesi üzerine bu sevdadan vazgeçti.
Sevinerek belirtmek istiyorum ki, o
köprünün altından çok sular aktı. Polisi-
ye türü hak ettiği değere kavuştu, hem Tür-
kiye’de hem de dünyada, nihayetinde
Edgar Allan Poe’nun kitapları da polisi-
ye değil miydi? Polisiye Kraliçesi Agatha
Christie’nin “On Küçük Zenci” adlı kita-
bının yüz milyonun üzerinde satarak, lis-
telerde “Küçük Prens”, “İki Şehrin Hi-
kâyesi” gibi klasiklerin arasına girmesi de
bunu gösterir. Kesinlikle halk tarafından
tutulmanın kaliteyi belirlediğini söylemi-
yorum, ancak Christie’nin başarısı birçok
yazarın ilgisini çekti ve onları yazmaları için
yüreklendirdi. Bu çeşitlilikten de bir sürü
yerli ve yabancı iyi yazar çıktı. Artık şöy-
le de diyebiliriz, “ikinci sınıf edebiyat” yok,
birinci sınıf polisiyeler var!
BA�KOM�SER GAL�PK�MSEYE BENZEM�YOR
Oğlak Yayınları’nın Maceraperest Ki-
taplar serisinden çıkan “Bir Başkomiser Ga-
lip Polisiyesi – Kadıköy Cinayetleri”, yazar
Çağatay Yaşmut’un dördüncü kitabı. Ya-
zarın “Başkomiser Galip Polisiyeleri” dizi-
sinin ilk üç kitabı, “Beyoğlu Çıkmazı”,
“Şarkılar Susunca” ve “Beni Yavaş Öldür”.
Sıkı bir polisiye ve sinema tutkunu olan Yaş-
mut, polisiye tutkusunu roman yazarak, si-
nema tutkusunu ise Beykent Üniversitesi Si-
nema Bölümü’nde yüksek lisans yaparak gi-
deriyor. Gelelim Başkomiser Galip’e, bi-
zim kahramanımız ne “dudaklarıyla sevişip
yumruklarıyla dövüşen” Mike Hammer’a,
ne katilin saç telinden ayakkabı numarası-
nı çıkaran Sherlock Holmes’e, ne de sürekli
kafasına vurarak “gri hücreler” diye sayık-
layan Hercule Poirot’a benziyor. Evet, bel-
ki onlar gibi hayatta kaybetmiş biri. Hem de
en sevdiğini, Aylin’i. Ama görevini yaparak
acısını unutmaya çalışıyor. Tam olarak da
yalnız sayılmaz, iş arkadaşları Komiser
Serdar, Komiser Melike, Mustafa ve ona
âşık bir kadın var hayatında, Oya.
�HANET VE ÇATI�MA DOLUORTAM
Aylin’i kaybettiğinden beri depres-
yonla mücadele eden Başkomiser Galip’in
artık başka sorunları da var, Kurbağalı De-
re’de bulunan başsız bir ceset gibi. Baş-
komiser, katilin izini sürerken bir yandan
da kendini ihanet ve çatışmalarla dolu bir
ortamda bulacak. Başı fena halde dertte
çünkü yakasını kadınlardan da kurtara-
mayacak zira bilindiği üzere çapkın bir
adam bizim Başkomiser.
“Kadıköy Cinayetleri”, üçüncü sayfa ha-
berinden bozma kuru bir polis hikâyesi ol-
maktan ziyade, kadın-erkek ilişkilerini sor-
gulamamıza neden olabilecek bir kitap. Baş-
komiser Galip ise alışılageldik soğuk poli-
siye karakterlerinden çok daha farklı, her-
kes onda kendinden bir parça bulabilir.
(Kadıköy Cinayetleri-BirBaşkomiser Galip Polisiyesi, Çağatay
Yaşmut, Oğlak Yayıncılık, 376 s.)
Hercule Poirot değilo, Başkomiser Galip Hercule Poirot değilo, Başkomiser Galip Hercule Poirot değilo, Başkomiser Galip Hercule Poirot değilo, Başkomiser Galip
MimarlarınDünyasından
Kesitler Hasol kitab�nda, ya�ad�klar�n�anlat�rken yak�n tarihimizetan�kl�k ediyor. Güneydo�u’dahalk�n Coca-Cola’ya “karagazoz” deyi�inden k�rk y�ll�kmimarinin ad�n�n “Arkitekt”olarak de�i�tirilmesine kadarpek çok ilginç olay�an�msat�yor
Mimar, yönetici, kültür insanı Doğan
Hasol’un “İlginç Öyküler” alt-başlıklı “Mi-
marlar Dik Durur” kitabı 4. baskısını yap-
tı. Hasol, eski baskıları yeni öykülerle zen-
ginleştirdiği kitabında içinde yaşadığı çev-
renin insanlarını, onlarla ilgili anekdotları tat-
lı tatlı anlatıyor okurlara. Bir
geçit töreni adeta… Renkli si-
malar, ünlü şahsiyetler, Ha-
sol’un yakınları, dostları, ta-
nıdıkları vb. sıra ile geçiyor
okurun önünden.
M�MAR VE KENT Çoğumuz mimar dendi-
ğinde omuz silkip geçeriz.
“O da mesleklerden biri”
diye geçiririz içimizden. Oysa
mimar, içinde yaşadığımız
mekanları tasarlayan, yara-
tan kişidir. Mimar, modern
insanın içinde yaşadığı ve
sistemin içinden çıkılmaz
hale getirdiği dev mega-
kentte insanların toplu/bireysel serüveni-
nin bir bakıma şekillendiricisidir. Tasarı-
mı bizi mutlu edebilir, ferahlatabilir, ya da
tersi olabilir; yaratılan basık, kasvetli me-
kanlar yaşama sevincimizi etkileyebilir.
Hasol kitabında, İTÜ yıllarından baş-
layarak yaşadıklarını, gördüklerini anlatı-
yor. TBMM projesini kazanan ünlü Avus-
turyalı mimar Holzmeister’in yanında ça-
lıştığı günleri de anlatıyor, ressam Cihat
Burak’ı da; İTÜ’deki hocalarını da anla-
tıyor, Demirtaş C eyhun’un Adana’da be-
lediye başkanlığına adaylığını koyuşunu
da… Diğer bir deyişle, Hasol yaşadıkla-
rını anlatırken yakın tarihimize tanıklık edi-
yor. Güneydoğu’da halkın Coca-Cola’ya
“kara gazoz” deyişinden
kırk yıllık mimarinin adının
“Arkitekt” olarak değişti-
rilmesine kadar pek çok il-
ginç olayı anımsatıyor, dik-
katimize sunuyor.
Hasol’un öykülerinin
bazıları insanı gülümseti-
yor, bazıları öfkelendiri-
yor.
“Mimarlar Dik Durur!”
keyifle okunuyor.
Hasol her zamanki yu-
muşak, zarif üslübuyla
okurlara sıcak, yumuşak,
eğitici mesajlar veriyor.
“Anlayana sivrisinek saz, anla-
mayana davul zurna az”.
Bazı öyküler vinyetlerle, çizimlerle,
karikatürlerle, fotoğralarla süslenmiş. Ki-
tabın boyutlarından kaynaklandığı belli
olsa da, bazı çizimlerin, fotoğraflarının kü-
çük tutulmuş olması bir eksiklik olarak dik-
kati çekiyor.
(Mimarlar Dik Durur, Doğan Hasol,YEM Yayın, 176 s.)
CÜNEYT AKALIN
Mimar Doğan Hasol’ın hazırladığı
“Mimarlık Cep Sözlüğü”nün gözden ge-
çirilmiş 2. Baskısı çıktı.
TÜBA (Türkiye Bilimler Akade-
misi) için hazırlanmış Ansiklopedik Mi-
marlık Sözlüğü’nün damıtılmış bir özü
niteliğindeki “Cep Sözlüğü”, temel mi-
mari kavramların yanısıra, kavramları
açan çizimlerle ve fotoğraflarla des-
teklenmiş. Baskı temiz, özenli anlatım,
okumayı kolaylaştırıyor.
1998’de İTÜ tarafından “fahri dok-
tor”, 1999’da Yıldız Teknik Üniversite-
si tarafından “onursal doktor” ünvanı-
na layık görülen, 2000’de Mimarlar
Odası’nca “Mesleğe Katkı Başarı Ödü-
lü” ile ödüllendirilen görmüş geçirmiş
mimar, yayıncı Doğan Hasol’ca hazır-
lanan sözlük, hem teknik kişilerin ihti-
yaçlarına karşılık veriyor hem de mi-
marlık konularına genel olarak ilgi du-
yanlara yol gösteriyor.
“Mimarl�k Cep Sözlü�ü”
14 ARALIK 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Birçok şair ilk şiirlerine uzak du-
rur. Bunun nedeni bu şiirlerin fazla-
sıyla acemilikle yüklü olması ya da şai-
rimizin ilk şiirlerinden sonra sanat ve
estetik anlayışının değişmesidir.
Hüseyin Haydar ilk şiir kitabıyla
ödül almış şairlerdendir. İlk kitabıy-
la 1981 Akademi Kitabevi Şiir Ödü-
lü’nü kazandığı kitabının 2012’de
yapılan ikinci baskısıyla Troya Folk-
lor Araştırma Derneği ödülünü al-
ması şiir adına hem not edilecek bir
gelişme hem de Hüseyin Haydar şii-
ri adına belirleme olanağı sunan bir
durumdur. Demek ki Hüseyin Hay-
dar ilk şiirlerinden itibaren disiplin-
li bir çalışma içindedir. Sanatta ser-
keşlik değil esas olan disiplindir.
Şairimizin ilk eseri olan “Acı
Türkücü”, Türkiye toplumsal tarihi-
nin özel bir kesitinin türküsüdür.
Devrimci halk muhalefetinin devle-
tin bütün militarist aygıtları kullanı-
larak ve faşist yöntemlerle bastırıldığı
bu dönemin türkücüsünün görevi
de tabii ki acıların estetik tarihini şiir
sanatı üzerinden yansıtmaktır:
“Gece üstüme attı ölüm ağını, Hangi yana dönsem ağu yağmuru. Artık içime akıyor kanım, Acı, göğsümde unuttu bıçağını. Bağışlamasınlar isterse beni, Yakıyorum işte sevgilerimi. Gençliğime aldanmasınlar sakın, Gençliğim hasat mevsimi. Doldurdum içime isyan günlerini, Göğsümüz çatlamış acı küpü. Damlar duru yiğitlik yollara şıp şıp Dalına yabancı incirin sütü. Ben bir acı türkücüyüm, Taşıdığım acı yükü.”
Fakat kendi döneminin belirgin
eğiliminin aksine onun şiirinde hüz-
nün dozu oldukça düşük, direncin
sesi ise yeterince diktir. Söyleyişindeki
bu farklılık, anlatımındaki sadelik ve
şiirselliği, bu sadelik üzerinden sağ-
lama başarısını yakalamış olmasıyla
onu döneminin şairlerinden farklı bir
kulvara taşımaktadır.
Hüseyin Haydar’ın “Acı Türkü-
cü”deki bu belirgin tutumunun daha
sonraki eserlerinde daha bir olgun-
laşmış halini ve bu halin üretime yan-
sımış sonuçlarını görüyoruz.
Sayıklamaktan, kâbus görmekten
bitkin düşmüş, hastalıklı bir sesle ök-
sürüp duran son dönem şiiri içinde
onun konuşan, söyleyen, başkaldı-
ran, umut veren bir şiiri dolaşıma sok-
muş olması şiirimizin tarihini yazan-
lar için bir uğrak noktası olmalıdır.
Kim ne derse desin Hüseyin Hay-
dar, şiirin toplumsal mücadelenin
bir parçası haline gelmesinde önem-
li katkılarda bulundu. Araçlarını da
kendi çabası, iradesi ve kararlılığıy-
la yarattı. Belki de, büyük ihtimal,
Hüseyin Haydar gazetede şiir köşe-
si olan ilk şairimizdir. Şiirleri usta bir
spiker tarafından televizyon ekra-
nında hiçbir ticari kaygı güdülmeden
okunan ilk şairimiz de odur.
Ve onun şiirleri her sözcüğüne
devrimci romantik heyecanın sindi-
ği bir çağrı metnidir. Günceli tarih-
sel arka planıyla ya da tarihseli gün-
celin buğusu üzerinde tüten tazeliği
üzerinden yansıtan anlatımı, tok
uyakların sesini olduğu kadar halk di-
linin sıcak tadını da taşımaktadır.
Bizim edebiyatımızda toplum-
sallık Tanzimat’la başlar. Tanzimat
edebiyatçılarının ilk kuşağı görücü
usulüyle evliliğin kötülüğü gibi sosyal,
vatanın kurtuluşu gibi milli ya
da kölelik kurumuna kar-
şı durma biçiminde ev-
rensel temaları işle-
mişlerdir. Onların
toplumsallığı sos-
yal, milli ve ev-
rensel temaları
kapsayan bir içe-
riğe sahiptir.
H ü s e y i n
Haydar gıdasını,
ilhamını Şinasi,
Namık Kemal ve
Ziya Paşa’dan alıyor.
Bununla yetinmiyor, bu
toplumsallığı sosyalist, dev-
rimci bir Türkiye ideali ve umuduy-
la da donatıyor.
Hüseyin Haydar’ı, şiiri bir silah
olarak kullanmakla suçlayanlar var.
Onun için güncel olaylar üzerine
köşe yazısı gibi şiir yazılır mı, diyen-
ler var.
Ben bu tarz eleştiriler karşısında
Namık Kemal’in, Nazım Hikmet’in,
hatta Tevfik Fikret’in en kalıcı şiir-
lerini böylesi dönemlerde ve böyle-
si bir anlayışla yazdıklarını anımsat-
makla yetineceğim.
Toplumcu gerçekçi şiirin amacı
kitlelere ulaşmak ve onların yaşam
mücadelesinde etkili olmak değil
midir? Bireylerin tepki ve yönelişle-
rinin görsel medya tarafından belir-
lendiği koşullarda, bir şair bunu üs-
telik şiir üzerinden ve şiir adına taviz
vermeden gerçekleştirebiliyorsa, ge-
riye konuşacak ne kalır?
Hüseyin Haydar’ın “Sudan Göv-
de”si 1993’te yayımlanıyor. Uzun bir
aradan sonra, 2011’de “Zor Günle-
rin Şiirleri” ve “Doğu Tabletleri”
geliyor. “Zor Günlerin Şiirleri” Cum-
huriyetin ele geçirilip tasfiye edildi-
ği son dönemin olay ve olgularına ta-
nıklık ediyor. Her zaman olduğu
gibi Hüseyin Haydar’ın tanıklığı hay-
kırış, uyarı ve ve çağrıyı içinde taşıyan
etkin bir tanıklık olarak gerçekleşiyor.
“Doğu Tabletleri” aslında çeşit-
li edebiyat dergilerinde 1993’ten iti-
baren parça parça yayımlanmaya
başlıyor. “Doğu Tabletleri”nde geç-
mişin egzotizmi üzerinden bugünün
sömürü ve emperyalizm dünyasının
bütün berraklığıyla yansıdığını gö-
rüyoruz. Ve şairimizin dili kullanma
hünerinin bütün incelikleri her di-
zesinde âdeta bir kanaviçe
gibi okuyucunun algı
evrenine seriliyor.
Aynı zamanda ya-
şadığımız hayat,
içinde bulun-
duğumuz dö-
nem mitoloji,
tarih ve gün-
celin bileşkesi
üzerinden en
yalın ve estetik
haliyle özetleni-
yor.
Bir şairden bun-
dan daha fazlası bekle-
nebilir mi?
“Doğu Tabletleri”nin Yunus Nadi
ve Ahmet Necdet şiir ödüllerine de-
ğer görülmesini de ayrıca önemli
buluyorum. Hüseyin Haydar’la bir-
likte artık ödüllerin de ibresi toplu-
ma yönelik, toplumcu içeriğe sahip
eserlere dönmüş oldu. Bu süreç ge-
riye işlemeyecektir.
Hüseyin Haydar’ın yüreğine ve
kalemine sağlık. Yolu açık, atı rahvan
olsun.
Yazımı “AdanışVI” şiirinden bir bölümle bitirmek isterim: “Emeğin yüceliğine, insanın yaşam direncine,
Yerin ve göğün varlıklarına ve bütünlüğüne, Bilgelik yüklü geleceğin kurucularına, Ceylanlı dağlara, buğday saçan ovalara, Balık taşan derelere, kuş dolusu göklere, Ve yetiştiren, yettirten ulusların analarına, Döven çekice, biçen orağa ve işleyen akla, Kendini halka adayan berk oğullara, Günışığı gibi parıldayan ipek kızlara… Mağara taşına çizene, balçığakazıyana, Kaşgarlı’ya, Balasagunlu’ya, Dedem Korkut’a, Karacaoğlan’a ve Köroğlu’na ve Emrah’a Ve şiirin kızıl güneşi Nazım’a… Adıyorum bu sözleri, tutulmuş dilimle, Yetkinleşen insanlığa, çocuk kalmış aklımla. … Sana adıyorum, bu tedbirsiz sözleri, Yeri soğutanı unut, asi başını dik tut.”
Hüseyin Haydar, �iirin toplumsal mücadelenin bir parças� haline gelmesinde önemli katk�lardabulundu. Araçlar�n� da kendi çabas�, iradesi ve kararl�l���yla yaratt�. Belki de, büyük ihtimal,
Hüseyin Haydar gazetede �iir kö�esi olan ilk �airimizdir
Umudun ve direncin şairi:Hüseyin Haydar
CAFER [email protected]
Hüseyin Haydar’ı,şiiri bir silah
olarakkullanmakla
suçlayanlar var.Ben bu tarz
eleştirilerkarşısında NamıkKemal’in, NazımHikmet’in, hatta
Tevfik Fikret’in enkalıcı şiirlerini
böylesi dönemlerdeve böylesi bir
anlayışlayazdıklarını
anımsatmaklayetineceğim
Hüseyin Haydar
Onun�iirleri hersözcü�üne
devrimci romantikheyecan�n sindi�i bir
ça�r� metnidir. Anlat�m�,tok uyaklar�n sesinioldu�u kadar halk
dilinin s�cak tad�n� da
ta��maktad�r
14 ARALIK 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAPARAKABLO
Başbakan Erdoğan, geçen hafta İnö-
nü için “faşist” nitelemesinde bulunun-
ca, Sönmez Targan’ın gönderdiği metin
birden güncelleşmişti; bu nedenle, bir
hafta beklemesin diye, Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın yazısını Aydınlık’a gönder-
dim... “Yakın Tarihimiz Üzerinde Dik-
katler”i o kapsamda değerlendirip iyice
kısaltarak Kültür Sanat sayfasında ya-
yımlamışlar (06.12.12). Bu arada yazının
ilk yayımlandığı gazete ve tarihi güme git-
miş: Cumhuriyet, 27 Temmuz 1960. Elli
iki yıl yok sayılmış bir yazı için buna da
şükür! “Suçüstü”nden daha şanslı...
1960’larda TİP’in Eminönü örgü-
tünde çalıştığı günlerden tanıdığımız
İlat Yenidoğan’ın getirdiği “Suçüstü” ya-
zısı (Cumhuriyet, 14.06.1960), yönetmeni
geçtik, KültürSanat mümeyyizine bile te-
meyyüz edememiş de Aydınlı Kitap’ta
ağırlanmıştı (19.10.12). Fehmi Özdoğan
da, “haftalarca
böyle uğraşın-
caya kadar ki-
tabını hazırla şu-
nun!” demekte
çok haklıydı el-
bette ama haf-
talık o yazılar
olmasaydı, hak-
çası bu yazılara
ulaşamayacak-
tık. İşte Osman
Erbil’in de SBF
Gazete Arşivi’nden fotokopisini sağlayıp
gönderdiği, Ulus’ta çıkan (15 Ekim
1960) yazısıyla birlikte, ölümünden bir yıl
önce yayımladığı yazıların çoğuna ulaş-
mış bulunuyoruz*. Tanpınar, bu yazı-
sında, İnönü’ye yurtta ve dışarıdaki yay-
gın yaklaşımı yansıtırken, Erdoğan ve
yandaşlarının da Menderes ölçekli kafa
çaplarını daha o günlerden veriyor:
HATIRA VE DÜ�ÜNCELERA. H. TANPINAR
1951 yılında Park Otel’in kahvesin-
de aşırı Demokrat bir mebusa: “Dostum,
demiştim, siyasi bir teşekkül her şeyden
evvel millî hayatı bütünüyle içine alan
plan ve program meselesidir. Bu hem si-
yasî hayatın mutlak icabı, hem de sizle-
ri bu mevkiye getiren demokrasinin ilk
şartıdır. Kaldı ki, iktisadî vaziyetimiz
artık tesadüf denen şeyi kabul etmeye-
cek kadar sıkışıktır. Nerden geliyorsu-
nuz? Hangi fikir limanlarından kalktınız
ve bizi nereye götürmek istiyorsunuz?
Bunu memlekete söylemeniz lazım. Hü-
kümet olarak da meclis olarak da işini-
ze yarar. Hükümet olarak yapacağınız
şeyleri bilirsiniz, sıraya koyarsınız ki
muvaffakıyetin başlıca sırrıdır. Meclis ola-
rak hükümeti murakabenizde size yol
gösterir, işin riyaziyesini verir.”
Muhatabım, “Biz kendimizi bağla-
mak istemiyoruz. Şartlara ve imkânlara
göre iş göreceğiz.” cevabını verdi.
“Halledilecek, acil çare bekleyen
bu kadar iş varken bunu yapamazsınız.
Kalkınma diye bir meseleniz var. Her şey
ona bağlı. Programsız, hatta ciddî etüt-
süz nasıl altından çıkarsınız?”
Bana tekrar aynı cevabı verdi: “Bey-
hude kendinizi yormayın. Biz kendimi-
zi bağlamak istemeyiz. Hem ne diye ıs-
rar ediyorsunuz? Bizim programımız var.
Hem de mükemmel bu program... Halk
Partisi’nin yaptıklarını yapmamak bize
yeter hatta artar bile...”
Yüzü, karşısındakini susturmak için
en itiraz götürmez formülü bulmuş
olanların sevinç ve gururuyla parlıyordu.
İlk önce aklımdan Cumhuriyet, Hilâfe-
ti kaldırma, iyi kötü bir sanayi hareketi
vb. şeyler geçti. Fakat kırmamak için baş-
ka türlü cevap verdim: “Şimdi söyledi-
ğiniz söz en ağır ve en doğru tenkidi bile
şamil olsa gene program olmaz, çünkü
menfidir. Halbuki devlet idaresi müspet
iştir. Halk Partisi’nin kendisine göre bir
yolu vardır. Oraya gitmeyeceksiniz. Ka-
bul ettim. Fakat bu kendinize muayyen
bir yol seçmeniz ihtiyacından sizi kur-
tarmaz. Günün birinde dört yol ağzında
kalırsınız.”
İki elini düzlemesine kaldırarak:
“Hayır, hayır, bize bu kadarı yeter.”
diye cevap verdi.
“Siz sinizm yapıyorsunuz. Sinizm
ile devlet idare edilmez ancak münaka-
şa kapatılır.” diyerek sözü kestim. Ha-
yatımda pek az meclisten bu kadar ha-
yal kırıklığı ile ve iyi niyetimden utana-
rak ayrılmıştım. Arkamdan atacakları
kahkahaları o kadar iyi hissediyordum ki
kahveden çıkarken omuzlarım kendili-
ğinden küçülmüş ve çökmüştü.
Demokrat Parti’nin mahkeme kararı
ile kapandığını gazetelerde okuduğum
gün bu konuşmayı ister istemez hatırla-
dım. Sözlerini gerçekten tutmuşlar ve
programlarını takip etmişlerdi. Fakat bu
konuşmanın bende başka ağızlardan
gelmiş bütün bir cevap serisi vardır.
“TÜRKLER ONU HERHALDEÇOK SEVER”
1953 senesinde Paris’te ressam Léo-
pold Lévy’ye rastladığım zaman ilk sözü,
“İnönü ne yapıyor?” suali oldu. “Çalışı-
yor” dedim.
“Kendi kurduğu demokrasinin, mu-
halefet lideri sıfatıyla murakabesini ya-
pıyor. Bilirsiniz yorulmaz adamdır.”
O zaman ihtiyar dostum bana şu fık-
rayı anlattı: “Marsilya’da arabamı va-
purdan çıkardıkları zaman yanıma bir
amele yaklaştı. Güçlü kuvvetli, tam bir
Fransız amelesiydi. Fakat bir ayağından
sakattı. ‘Arabanızın künyesini tanımı-
yorum, nerenindir?’ diye sordu. ‘İstan-
bul’dan geliyorum!’ diye cevap verdim.
O zaman meraklı muhatabım birdenbi-
re düşündü. İstanbul, İstanbul... Demek
Türkiye’den geliyorsunuz. İşte bir mem-
leket ki başında işten anlayan bir devlet
adamı var. Milletini bu harbin cehen-
nemine sokmadı... Ve bana İnönü’nün
adını söyleyerek, ‘herhalde Türkler onu
çok severler!’ diye sözünü bitirdi. Şim-
di memleketinizdeki siyasi mücadelele-
ri gazetelerde okurken veya burada
rastladığım eski talebelerimden dinler-
ken hep bu Marsilyalı amelenin hük-
münü hatırlıyor ve şaşırıyorum. Sağdu-
yusuna o kadar inandığım milletiniz
nasıl oldu da İnönü’yü feda etti? İşleri-
nize karıştığım için affınızı rica ederim.
Fakat ömrümün mühim bir kısmını
memleketinizde geçirdim. Atatürk ve
İnönü’nün memleketinizde yaptığı işi siz
Türkler kolay kolay anlayamazsınız.
Günlük işlerin içinde kaybolur. Ben de
orada iken anlayamamıştım. Şimdi bu-
radan daha iyi görüyorum. Eski Reisi-
cumhurunuz beni daima muvazene kud-
retiyle şaşırtmıştı. Fakat işittiğime göre
bu işi biraz da kendisi istemiş. Elbette
hakkı vardır.”
�NSAN DENEN �EY VE“HIRSIZ FENER�”
Aynı seyahatte Türkiye’de uzun za-
man kalmış bir Alman bana şöyle söy-
lemişti: “Sizin en büyük hatanız, Millî
Mücadele’yi ve İstiklâl Zaferi’nizi her-
hangi bir muharebe ve her milletin ta-
rihindeki zaferlerden biri, belki en müb-
rem ve zarurisi [gerekli ve zorunlu] gibi
almanızdır. Halbuki o aynı zamanda
memleket içinde yaşadığınız ilk Avrupalı
tecrübe oldu. Realite duygunuz onunla
başladı. Onun için Atatürk ve arkadaş-
ları tarihinizde yepyeni bir insan tipinin
başlangıcıdır.”
İnsan denen şeyden bir eski Halk Fır-
kası mebusunun hiç utanmadan ve sı-
kılmadan Adnan Bey’i “Siz Atatürk’e
benziyorsunuz, nasiyenizde [alın] ve
gözlerinizde onun zekâsı ve ruhu parlı-
yor.” (Belki sözler bire bir aynı değildir)
diye övdüğünü gazetelerde okuduğum
zaman utanmıştım. Vakıa bu mebusu hiç
gözüm tutmamıştı. Meclis koridorla-
rında rastladıkça üzerimde çok aşağılık
şeylerin simsarı hissini bırakırdı. Siyasi ha-
yata öz dayısını jurnal ederek girmiştir.
Anlaşılan hayatını başladığı gibi bitirmesi
gerektiğini sanıyordu. Atatürk’ü Tarih
Darphanesi’nin lüzum gördükçe bastı-
ğı bir sikke veya esham [hisse] senedi ad-
dedenler çoktu. Ve bir başka nüshasını
bulduklarını zannettikleri için mesuttu-
lar. Çünkü Atatürk onlar için sadece yük-
sek gelirli bir yatırımdı. Kaç münevver ta-
nıdım ki, Millî Mücadele’nin ve kurtu-
luş yıllarının en tabii şekilde tasfiye et-
tiği birtakım biçare artıklarını ciddiye al-
dılar ve etrafında pervane gibi dolaştılar.
Değiştirilmiş hatıralarını en sahih şaha-
det diye kabul ettiler ve meclis meclis an-
lattılar. Yüzen yosunla köklü düşünce
arasındaki fark...
Fakat daha garibi var. Adnan Bey’in
kendisi de Atatürk’e benzediğine inan-
mıştı. Hugo’nun tabiriyle bu “hırsız fe-
neri” kendisini güneş addediyordu. Hiç
olmazsa zaman zaman İnönü’nün henüz
hayatta olduğunu unuttuğu anlarda...
Evet, iktisadî enflasyonun yanı ba-
şında bu çok vahim değer enflasyonu var-
dır. Yassıada’nın temelleri asıl onun
üzerinde kuruldu.
* Yazı Erbil’den geldikten iki gün
sonra, son yıllarında Tanpınar’ın asis-
tanlığını da yapmış olan Turan Alptekin,
benim imeceyle ulaştığım bu metinlerin
10 yıl önce Mücevherlerin Sırrı (YKY,
2002) kitabında yer aldığı bilgisini ilet-
ti. Basımı bitmiş olan bu kitabın
YKY’den fotokopisini Alptekin’in uya-
rısıyla edindiğimde, Aydınlık okurlarını
buluşturduğumuz bu yazılardan birka-
çının gerçekten de adı geçen kitapta yer
aldığını, Aralık 2004’teki basımından
sonra kitabın yayımının kimi hukuki
nedenlerle durdurulduğunu anlamış bu-
lunuyorum. Bu kitabı vaktiyle atladığım
için kendimi bağışlayamıyorum. Ama ki-
tap binlerce kişiye ulaştığı halde Tanpı-
nar’ın Atatürkçü kişiliğinin atlanması ya
da gizlenmesi konusundaki genel ısrar
çözümlenmeye değer. Durumu bilmek-
le birlikte, sözgelimi Alptekin, “Ahmet
Hamdi Tanpınar: Bir Kültür, Bir İnsan”
kitabının hiç değilse son basımında (İle-
tişim Y., 2010) bu bilgilere yer verme-
mekle, toplumsal sorumluluktan geçtik,
hocasına karşı doğru mu yapmıştır?
Özdoğan, hazırlayacağımız kitaba “Han-
gi Tanpınar” adını öneriyor. “Gizledik-
leri Tanpınar” adından daha iyisi mi
olur?
[Tanpınar tutkunlarını bugün (14
Aralık 2012, cuma) CKM’de, Emine Er-
baş’la birlikte yer aldığımız, “TANPI-
NAR’DA ZAMAN VE UYGARLIK
ÖRTÜŞMESİ” etkinliğine (saat 16:00-
17:30) bekliyorum.]
Tanp�nar, “Deniz Feneri”ne uzanan yolculu�u daha o y�llarda i�aret ediyordu:“Adnan Bey, Atatürk’e benzedi�ine inanm��t�. Hugo’nun tabiriyle bu ‘h�rs�z feneri’
kendisini güne� addediyordu.”
Marsilya rıhtımındaki Fransızişçi: “İnönü, milletini harpcehennemine sokmadı.”
SEYY�T NEZ�R
�smet inönü
14 ARALIK 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Ay�
Sinestezi, algılamada duyuların bir-
leşmesi anlamına gelir. Sinestezikler ger-
çeği, farklı duyusal algılamaları birbiriyle
karıştırarak görür. Kimi için “E” harfi
yeşildir örneğin. Bazısına göre “R”nin
tiz bir sesi vardır ya da “5” rakamı sarı
renktir, “Fa” notası çikolata tadındadır.
Bazı araştırmacılar tarafından “hasta-
lık” olarak kabul edilen Sinestezi, ba-
zılarına göre mucize, hatta mistik bir in-
san yeteneğidir. İşin ilginç yanı, sines-
tezikler çoğu zaman farklılıklarının far-
kında bile değildir. “Sinestezya” dünya
çapında bir bilim adamının notlarına ve
onunla birlikte çalışan dört sinesteziğin
günlüklerine dayanan, zihnin kimya-
sından ruhun simyasına, sinesteziden
Alzheimer’e, Batı felsefesinden “1001
Gece Masalları”na uzanan, unutulma-
sı zor, kışkırtıcı bir roman.
Sinestezya
Osmanlı topraklarında üstünlük,
etki ve çıkar sağlamak için yarışan ve
çatışan yayılmacı devletler, Büyük
Savaş’tan yenik çıkan İstanbul Hü-
kümeti’ne Mondros Bırakışması’nı
dayatmışlardı. Amaç Anadolu’nun
işgali ve Türklerin geldikleri bölgeye,
Orta Asya’ya sürülmesiydi. Sevr An-
tlaşması’yla ise can çekişen Osmanlı
Devleti’ne son darbenin vurulması
planlanmıştı.
Ancak Türk ulusal güçleri, kor-
kunç bir tehdit oluşturan bu oldu-
bittiye karşı halkı coşturarak direnişi
başlatacaktı.
Anadolu’da yaşanan bu kaygılı
yılları, gizli İngiliz belgelerine da-
yanarak ele alan Salâhi Sonyel’in
yeni araştırması, yakın tarihimize ışık
tutuyor.
Kayg�l� Y�llar
Hande Gündüz’ün ilk öykü kita-
bı “Çaparide Çırpınmak”ta on beş
öykü yer alıyor. Doğayı kucaklayan bu
öykülerde kimi zaman cümle arala-
rına hayali öğeler serpiştiriliyor kimi
zaman da sevecen bir romantizme yer
veriliyor.
Yazar, kaleminin mürekkebini,
gündelik yaşantımızdaki gizli çatış-
maların, açığa çıkarılmayı bekleyen iç
gerginliklerin hokkasından alırken,
sırtımızda bir yük gibi duran aile içi
öğrenilmişliklere naif ve sıcak tara-
fından da bakmayı ihmal etmiyor.
Hande Gündüz, duru bir suyu
renklendirir gibi yazdığı öyküleriyle,
öykü dünyamızdaki özgün yerini ala-
cağı kuskusuz.
Çaparide Ç�rp�nmak
Çekes Adil Paşa’nın “Tahsildar-
lık Günleri” romanı ile başlayan
“Mahmudiye Üçlemesi”nin ikinci
kitabı olan “Capon Çayevi”nde naif
bir insan üzerine bir o kadar naif bir
hikâye anlatıyor Mahmut Şenol.
Biga yöresindeki Çerkes bir deli-
kanlının hayatı ekseninde bütün bir
tarihsel toplumsal yapıyı ince ve çar-
pıcı ayrıntılarıyla gözler önüne seren
Şenol, dönemin atmosferini önce
dili sonra anlatı tarzı ve kurgusu, ni-
hayetinde insan manzaralarıyla ek-
siksiz yansıtmış.
Şenol romanlarında sanki Brue-
gel’in tablolarını kağıda aktarıp te-
mize geçer gibidir. Berbat ile şahane,
zor ile kolay, yalan ile dürüstlük,
ihanet ile sadakat, alay ile gurur, adi
ve yüce, hatta dev ve cüce iç içedir...
Capon Çayevi
Devrim bir başlangıçtır; fakat şid-
detle yoğrularak savaşa yaklaşan ve si-
yasal alanın dışına itilen bir devrim,
yıktığı tiranlığın yerine yeni bir ta-
hakküm odağını geçirmekten kaçabilir
mi? Devrim, halkın iktidarını getire-
cek bir araçtır; fakat halkın tam katı-
lımını engelleyen ve yeni güç odakla-
rı yaratmaktan öteye gitmeyen bir
devrim hareketi kamusal mutluluğu ve
iktidarı yaratabilir mi? Fransız ve
Amerikan Devrimlerini karşılaştırarak
devrim olgusunu modern perspektif-
te değerlendiren Hannah Arendt,
devrim hareketlerinin amaçlarıyla
vardıkları nokta arasındaki uçurum-
da bugünün yakıcı sorunlarının kök-
lerini ortaya koyarken, gerçek bir
devrim ihtimaline uzanan yollara da
ışık tutuyor.
Devrim Üzerine
Kendi zihninizde savaş varsa ba-
rışın hüküm sürdüğü bir dünyada ya-
şamanın anlamı yoktur.
Dedektif Fiona Griffiths’in ilk ci-
nayet vakası tüyler ürperticidir; bir ka-
dın ve altı yaşındaki kızı köhne bir dai-
rede vahşice öldürülmüştür.
Tek ipucu ölü bir işadamının olay
yerinde bulunan banka kartıdır.
Fiona kendini mesleğine adamış,
son derece zeki bir polistir fakat göz-
ler önüne sermekten hoşlanmadığı
başka yanları da vardır.
Fiona geçmişini ardında bırakma
derdindedir fakat cinayetler vahşi-
leştikçe o da merhametsiz bir şekilde
zihninin karanlık köşelerine sürükle-
nir, üstelik orada başka bir ölü kız
daha vardır: Kendisi...
Ölülerle Konu�mak
İspanya, İran, Danimarka ve Tür-
kiye’nin, Almadóvar, Kiarostami, Lars
von Trier, Zeki Demirkubuz, Nuri
Bilge Ceylan gibi öne çıkan yaratıcı-
yönetmenleri tarafından üretilmiş ka-
dın merkezli filmlerin ortak özellikle-
ri üzerine yetkin bir inceleme. Peker-
man, hikâyelerin merkezinde yer alan
kadınlara odaklanıyor ve bu karakter-
lerin film mekânıyla kurduğu bağlara
bakıyor. Bu hikâyelerdeki kadınlar
kendine ait huzurlu bir evi olmayan, ya
yaşanmaz bir evden nasıl çıkacağını bi-
lemeyen ya da erkek egemen kamu-
sal/ulusal alanda bir köşeye kıstırılmış
kadınlar. Pekerman, film mekânıyla
kurduğu bir tür bağın, kadına, içinde
bulunduğu alanda var olabilmesini ve
ataerkil baskılara direnebilmesini sağ-
layan bir yer açtığını ileri sürüyor.
Film Dilinde Mahrem
Hannah Arendt, �leti�imYay�nevi, Çev: Onur Kara, 398 s.
Anton Çehov, �� Bankas� KültürYay�nlar�, Çev: Tansu Akgün, 220 s.
Bu kitapta yer alan dokuz kısa
oyununun altısı komedi, üçü dramdır.
Başta “Ayı” olmak üzere komedileri
tüm dünyada defalarca sahnelenmiş,
büyük beğeniyle karşılanmıştır.
Dramlardan “Kuğunun Şarkısı” ve
“Şehir Yolunda” kendi hikâyelerin-
den, “Tatyana Repina”ysa Suvorin’in
bir oyunundan ilhamla yazılmıştır.
Çehov kısa oyunlarında da tıpkı hi-
kâyelerindeki gibi ilk bakışta önemsiz,
gülünç ya da tuhaf görünen günlük
olayları işlemiştir.
Yaşamın sıradan olaylarını ken-
dine has, sade fakat bir o kadar çar-
pıcı üslubuyla sahneye aktararak Tols-
toy’un onun için söylediği “Çehov eş-
siz bir yaşam ressamıdır” sözlerinin
doğruluğunu kanıtlamıştır.
Salahi R. Sonyel, RemziKitabevi, 480 s.
Serazer Pekerman, MetisYay�nlar�, 264 s.
Jeffrey Mppre, April Yay�nc�l�k,Çev: Ergin Kaptan, 528 s.
Hande Gündüz, AlakargaSanat Yay�nlar�, 120 s.
Mahmut �enol,Ayr�nt� Yay�nlar�, 320 s.
Harry Bingham, �thaki Yay�nlar�,Çev: �lker Sönmez, 336 s.
On �kinci Bilgi Zalimlik �lkesi
Mozart Tanrı’nın mucizesiydi. Her
ne kadar besteci bir babanın çocuğu,
öğrencisi ve ideali olsa da çocuk yaş-
larında parlayan dehasının karşısında
imparatorlar, imparatoriçeler eğile-
cek, çağdaşı meslektaşları bestelerine
duydukları hayranlığı dile getirmekten
yüksünmeyecekti. Daha 6 yaşında ilk
defa gördüğü notaları yanlışsız çalabi-
liyordu. 35 yıllık yaşamında olağanüs-
tü besteler üretti, soluk almadan çalıştı.
Çevresinde bulunanlara günde onlar-
ca defa, kendisini sevip sevmedikleri-
ni sorar, şaka için bile olsa cevap olum-
suz olursa derin bir korkuya kapılır ve
hemen gözleri dolardı. Hep çocuk
kaldı. Yaşamını mektuplara sığdıracak
kadar çok yazdı. Ama yaşamı yarım kal-
dı, yaş 35, yolun sonuydu, ortası değil...
Mozart - Bir Ya�amÖyküsü
Yolculuk üstüne düşüncelerin ve
yolculuğun şiirinin yer aldığı yazıların
yanı sıra yolculuk gerçeğinin de anla-
tıldığı bu yazıların her biri, aslında
hem bir taşıtın hem onunla yapılan yol-
culuğun hem de şehirlerin ve en an-
lamlısı da bir insanın hikâyesini getir-
di bize. Genellikle şehirlerarası oto-
büslerle yapılan yolculukların anlatıl-
dığı yazılarda taşradan İstanbul’a, ço-
ğunda ilk kez yapılan yolculukları oku-
duk... Babalar ve oğullar, çocukluk ve
gençlik izlenimleri, hepsi bu otobüs ki-
tabına konuk oldular. “Cümleten İyi
Yolculuklar” adlı bu ilk kitabımızı se-
fere çıkarırken, yazıları ve fotoğrafla-
rıyla katkı veren tüm yazarlarımıza, şa-
irlerimize, bu yolculukta bizi seçtikle-
ri için teşekkür ediyoruz.
Le Guin’in “Yerdeniz” kitapları
“Yerdeniz Büyücüsü”, “Atuan Me-
zarları”, “En Uzak Sahil”, “Tehanu”,
“Yerdeniz Öyküleri” ve “Öteki Rüz-
gâr” Metis Edebiyat koleksiyonunun
en sevilen kitaplarından oldu, yıllar
içinde birer kült kitap haline geldiler.
Metis’in 30. kuruluş yıldönümünde bu
altı kitabı tek ciltte toplayarak, sert ka-
paklı bir özel basım yapıldı. Serinin ilk
kitabı “Yerdeniz Büyücüsü”, Le Gu-
in’e göre büyüme temasını işleyen bir
romandır. İkinci kitap “Atuan Me-
zarları”, Le Guin’e göre cinsellik, do-
ğum, yeniden doğum, yıkım ve öz-
gürlük temalarını ele alırken, üçüncü
kitap “En Uzak Sahil” ölüm temasını
işlemektedir. Serinin diğer kitapları
“Tehanu” ve “Öteki Rüzgâr” uzun ara-
lardan sonra yazılırlar.
Yerdeniz
Ursula K. Le Guin,Metis Yay�nlar�, Çev: Çi�dem
Erkal �pek, 944 s.
James Redfield, Alt�n Kitaplar,Çev: Zeliha �yido�an
Babayi�it, 248 s.
Clement Rosset, Pinhan Yay�nc�l�k,Çev: Kübra Gürkan, 88 s.
Yirmi birinci yüzyılın ikinci on yı-
lında sessizce yaklaşan bir tehlikeyi işa-
ret eden antik ve gizemli bir elyazma-
sının parçalarını ele geçiren iki dost, içer-
diği anlamı çözebilmek amacıyla mesajın
tamamını bulmak için bir araştırmaya gi-
rişirler. Ancak karşılarında devasa güç-
lerle hemen hemen her dine mensup fa-
natikleri bulurlar. İnsanlık adına neyin
doğru neyin yanlış olduğuna karar ver-
meleri için ne zamanları ne de yeterli bil-
gileri vardır. James Redfield “On İkin-
ci Bilgi”de dinler arasında var olan
benzerliklerle farklılıkları temel aldığı
yepyeni bir yöntemle, bunların içinde ba-
rınan ve ruhsal deneyimlerimize ener-
ji katan, hayatlarımızı, dünyamızı dön-
üştürebilme potansiyeline sahip ebedi,
ezoterik bir gücün varlığını tüm ger-
çekliğiyle gözler önüne seriyor.
“Zalimlik İlkesi”, filozofun gerçek
karşısındaki tutumunun kısa ve öz ha-
lini sunmaktadır. Gerçeğin akıl almaz
ve bir o kadar da inatçı boyutunu vur-
gulayan Rosset'in zalimlikten kastı
sadist bir haz değil, gerçekliğin en çiğ,
en ham halidir ki gerçeğin bu zalim-
liğini bir türlü hazmedemeyen akıl dur-
maksızın yaratmakta olduğu yanılsa-
malar silsilesine bırakır kendini.
Rosset, gerçeğin tam gözümüzün
önünde durduğu ve sırf bu yüzden de
zalim olduğunu dile getirdiği bu eser-
de gerçek olanın, akıl tarafından na-
sıl da var olmayan, yanıltıcı ve niha-
yetinde de gerçekdışı olarak addedil-
diğini inceler. Rosset bu incelemesinde
“gerçek” karşısında kör kalmayı ter-
cih ederek öylesine yaşayan insanı da
eleştirir.
Ayd�n Büke,Can Yay�nlar�, 338 s.
Kolektif,K�rm�z� Kedi Yay�nevi, 280 s.
Cümleten �yiYolculuklar
Kuram ile KlinikBulu�unca
Bella Habip, Yap� KrediYay�nlar�, 148 s.
“Kuram ile Klinik Buluşunca”,
psikanalist Bella Habip’in “Psikana-
lizin İçinden” adlı kitabının devamıdır.
Bu kitapta da okur, yazarın mesleki ge-
lişimine vesile olan bilimsel etkinlik-
lerinin yazıya geçirilmiş halini bula-
caktır.
Söz konusu bilimsel etkinlikler
2002-2011 yıllarını kapsamakta, ruh
sağlığı profesyonellerine yönelik psi-
kanalizi tanıtmayı hedefleyen seminer
notlarını, konferans bildirilerini içer-
mektedir.
Ayrıca daha önce farklı dergi ve ya-
yınlarda yayımlanmış makaleler bu ki-
tapta yeniden derlenerek yayına ha-
zırlanmıştır. Makaleler psikanaliz ku-
ramı ile psikanaliz tedavisini buluştu-
ran deneyimleri içermektedir.
Dunhuang’�n Renkleri
Caner Karavit, Mimar Sinan GüzelSanatlar Üniversitesi, 116 s.
Dunhuang Mağaraları çölün kal-
bindeki sessiz ve gizemli bir müzedir.
1600 yıllık Dunhuang mağara tapı-
nakları, İpek Yolu üzerindeki önem-
li bir ticaret ve ulaşım merkezi olma-
sının yanında dört uygarlığın, altı di-
nin ve onlarca etnik kültürün buluş-
tuğu bir yer olarak Dünya'nın görül-
mesi gereken en önemli kültürel ha-
zineleri arasındadır. Katalogda yer
alan Dunhuang'daki duvar resimleri;
Budaların, Budizm'in önemli figürle-
rinin tasvirleri, Budizm'in Çin'e gir-
mesi, rahiplerin faaliyetleri, kutsal fi-
gürler, çiçek, hayvan, geometrik şe-
killer gibi motiflerin betimlendiği Süs
Motifleri, Çin'de büyük Budist olayları
kutlamak için şarkı söyleyen, dans
eden ve çiçekler saçan kutsal varlıklar
olan Apsaraslar'ı konu edinir.
Neden (Sizden Ba�ka)Herkes �kiyüzlüdür
Robert Kurzban, Alfa Bas�mYay�m Da��t�m, Çev: Zafer
Av�ar, 320 s.
Robert Kurzban, tutarsız davra-
nışlarımızı anlamanın yolunun, aklın
kurgusunu anlamaktan geçtiğini gös-
teriyor. Zihnimiz, evrim sürecinde
doğal seçilimin tasarlamış olduğu,
kendi alanında uzmanlaşmış, modül
adı verilen küçük birimlerden oluşur.
Sabırlı mı olalım deli fişek mi, kendi-
mizi dev aynasında mı görelim, uy-
mamız gereken ahlaki kuralları mı bo-
zalım, bunları bilemez, bocalayıp du-
ruruz. Modülarite “ben” kavramını
reddeder, bunun yerine, ayrı ama et-
kileşim içinde çalışan sistemlerin top-
lamından oluşan “biz” kavramını ge-
tirir. Bu sistemlerin süregiden çatış-
maları, birbirimizle ve dünyayla olan
ilişkilerimizi biçimlendirir.
14 ARALIK 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Doğadanbeslenen kitaplar
Aysun Berktay Özmen’i araştırırken, ya-
zarın “Bir Ressamın Bahçe Güncesi” isim-
li kitabıyla, resimle ve bahçe sanatıyla ilgi-
lenen okurların gönlünü fethettiğini öğ-
rendim. Bense yazarı elimdeki “Küçük
Ressam ile Kral Salyangoz” kitabıyla keş-
fettim bugün. Elimdeki büyük boy, ışıltılı ve
renk cümbüşü kitaplar arasından bunu
seçmemin nedeni, bir çocuk kitabı olarak
kusursuz denebilecek bir kapak tasarımına
sahip olması. Hem içeriği hakkında doğru
bilgi veren, hem yakaladığı renk uyumlu-
luğuyla göz yormayan, aynı zamanda bir ço-
cuk okurun dikkatini çekebilecek bir kapak.
Kitaptan önce, yazarı tanıma fırsatı bula-
mayanlar için kısaca bahsedelim:
Aysun Berktay Özmen 1952 Kocaeli do-
ğumlu bir ressam. 1976’da Devlet Tatbiki
Güzel Sanatlar Yüksek
Okulu Resim Bölümü'nden
mezun olduktan sonra, bir
süre yurtiçi ve yurtdışında
kişisel sergiler açıp, önem-
li karma sergilere katılmış.
Ardından yirmi yıl boyunca
resim öğretmenliği yapmış.
Şu an İznik Gölü manzara-
lı evinde, doğadan aldığı il-
hamla resim çalışmalarına
devam eden ressam, kale-
miyle fırçasını bütünleştirip
birbirinden güzel çocuk kitapları yazmış. İn-
kılap Kitabevi, İş Bankası Kültür Yayınla-
rı, Tudem Yayınları, Altın Kitaplar gibi fark-
lı yayınevleriyle çalışan Özmen’in son iki ki-
tabı Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış:
“Tavşan Çiko’nun Dileği” ve “Küçük Res-
sam ile Kral Salyangoz”
Aysun Berktay Özmen bütün kitapla-
rında insanları, hayvanları ve doğayı iç içe
sunmuş okuyucuya. İlk kitabı “Bahçemdeki
Çiçekler”de, büyük bir emekle can verdiği
bahçesini anlatan yazar bahçeler hakkında
şöyle demiş: “Bahçede yaşamak bir yaşam
biçimi… Bahçeyi sadece evinizi çevreleyen
bir toprak parçası olarak görmeyin. O ya-
şayan, soluk alan bir varlık. Sevdiklerime an-
latırken güzel bir yaşam bahçe yaşamı; fa-
kat zorluğunu da bilin diyorum. Eğer bah-
çeden, çiçeklerden, ağaçlardan siz sorum-
luysanız bir sürü yaşamı omuzluyorsunuz
demektir.” Yazar için bahçesi, çiçekler-
den ve böceklerden değil; “bir sürü ya-
şam”dan oluşuyor. Bunun idrakında olan bir
insanın yazdıklarından ya da çizdiklerinden
hiçbir çocuğa zarar gelmez.
Bahçe sanatıyla ilgili hem yazar hem res-
sam gözüyle bir kitap daha yazan Özmen,
kalan zamanını çocuklar için yazıp çizme-
ye ayırmış. Elbette yerdeki çöpü almaktan
aciz insanların öğütlerinden çok daha sa-
mimi doğayla iç içe yaşayan ve doğaya emek
veren bir insanın paylaştıkları. İlk olarak,
bahçıvan bir köstebekle sevimli bir kanat-
lı karıncanın dostluğunu anlattığı “Bahçı-
van Köstebek ve Uçan Karınca Kıvırcık”ı
yazmış Özmen ve kitabı 2010 Tudem Ede-
biyat Ödülleri yarışmasında “yılın en güzel
resimli kitabı” seçil-
miş. Birbirinden güzel
kitaplar yazmaya de-
vam eden yazar, diğer
kitaplarında halkına
doğayı nasıl koruya-
caklarını öğreten kur-
bağa kralları, yalnız-
lıktan sıkılıp bir kış
günü “kardan tavşan”
yapıp onunla arkadaş-
lık eden tavşanları an-
latmış. Elimdeki kita-
bın kahramanı ise küçük bir kız çocuğunun
fırçası sayesinde kral olan salyangoz.
Küçük ressam Ayça, bahçesinde buldu-
ğu bir salyangoz kabuğunu eve getirip ren-
garenk boyuyor. (Kapaktaki güzel resim de
salyangozun boyalı kabuğuyla verdiği bir poz).
Sanatsal çalışması esnasında uyuyakalan
Ayça uyandığında bir de bakıyor ki, kabuk
canlanmış kaçıyor! Meğer Ayça içi boş bir ka-
buğu değil, canlı bir salyangozu boyamış! Ta-
bii ki küçük vücuduna göre büyük bir deği-
şim geçiren salyangozun bu renkli hali ar-
kadaşlarıyla olan ilişkilerinin değişmesine yol
açıyor. Hatta onu görkemli bir kral zanne-
denler bile oluyor. Peki ya yağmur yağarsa?
Eğlenceli okumalar diliyoruz.
(Küçük Ressam ile Kral Salyangoz,Aysun Berktay Özmen,
Yapı Kredi Yayınları, 36 s.)
14 ARALIK 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
Yirmi y�l boyuncaresim ö�retmenli�iyapan Özmen,do�adan ald���ilhamla, kalemiylef�rças�n� bütünle�tiripbirbirinden güzelçocuk kitaplar� yazm��
İREM HALIÇ[email protected]
A�açtaki Ev
Aglaia da, Bianca da şehirde apartman dai-
resine tıkılı yaşamaktan sıkılmışlardı. Aglaia
sekiz yaşındaydı, Bianca ise bir yetişkindi. Ko-
caman bir meşenin dallarında kendilerine sı-
cak bir yuva kurdular ve kedileri Mürdüm’le
birlikte keyifli bir yaşama başladılar. Ağaçta-
ki evi başka bilen yoktu. Daha doğrusu, on-
lar öyle sanıyordu. Ağaca ne zaman yerleşti-
ği bilinmeyen tuhaf komşuları Çalçene Boş-
boğaz Bey’le tanıştıkları gün, huzurlarını ka-
çıran olaylar da başladı...
Sosyal sorunları sıradışı bir hayal gücü ve
masalsı bir mizahla ele alan, İtalyan çocuk ede-
biyatının klişelere düşman yazarı Bianca Pit-
zorno ilk kez Türkçede. Biri çocuk diğeri ye-
tişkin iki insanın şehirden uzak ama sevdik-
lerine yakın yaşamını anlatan bu sıradışı ro-
man, insanlarla iç içe yaşamaktan bıkıp da kır-
salda huzur arayan günümüz insanına büyü-
lü bir gerçeklikle bakıyor. Canlıların bir ara-
da yaşama durumunu hem karikatürize eden
hem de sıradan durum ve diyaloglarla kurgulayan Pitzorno, insanın yaşadığı
doğayı değiştirici özelliğine de vurgu yapıyor, toplumsallaşan bireyin doğadan
kopuşuna da eleştirel bir gözle yaklaşıyor. Hayvanların uyum sağlama yetile-
riyle, insanların bulundukları ortamları uyarlayıcı yönleri arasında mizah dolu
bir zıtlık yaratan kitapta, uçan köpekler, konuşan kediler, miyavlayan bebek-
ler, etobur bitkiler, usta sanatçı Quentin Blake’in neşeli desenleriyle canlanıyor.
�lg�nlar S�n�f� - Dinozor Tak�m�
Çocuk edebiyatının bol ödüllü yazarı Ma-
visel Yener, “Çılgınlar Sınıfı”nın soluk kesen
serüvenleriyle okurlarını heyecanlı bir yolcu-
luğa davet ediyor. “Çılgınlar Sınıfı” hayran-
larına müjde! Dinozor Takımı ile tanışmaya
hazırlanın. Gizemli kemiklerin peşinde müt-
hiş bir serüven yaşamaya var mısınız? 125 mil-
yon yıllık fosilin sırrı ne? Dikkat edin, siz di-
nozorların izini sürerken otobur koca bir ya-
ratık kitaptan fırlayıvermesin! Çocuk yazını-
nın en önemli yazarlarından olan Mavisel Ye-
ner'in, çok beğenilen “Dolunay Dedektifleri”
dizisinden sonra çocukları çılgın serüvenlere
sürükleyen ve pek çok şey öğreten yeni dizi-
si “Çılgınlar Sınıfı”.
Uygulamal� Bilim - Ses ve I��k
Işığı bükmeyi öğrenin! Kendi gökkuşağı-
nızı yaparak arkadaşlarınızı hayrete düşürün!
Ayakkabı kutusu ve paket bantlarıyla gitar ya-
pın! Kesme şekerlerin ışık yayabildiğini keş-
fedin! Heyecan verici ve yararlı 20 deneyle bi-
limin nasıl işlediğini anlayacaksınız. Bilimsel
ilkeler ve etkileyici gerçekler kitapta, sıradan
araç gereçlerin kullanıldığı etkinliklerle çok ze-
kice ortaya konuyor. Bilim daha önce hiç bu
kadar eğlenceli anlatılmamıştı! Kitapta bazı-
ları klasikleşmiş, bazıları da yepyeni olan de-
neyler adım adım anlatılıyor. Etkinliklerin yö-
nergeleri oldukça açık, illüstrasyonları göz alı-
cı. 8 yaş ve üzerindeki bilim adamı adayları için
ideal bir kaynak. Kitapta küçük bir sözlüğün
yanı sıra, yararlı internet sitelerinin adresle-
ri de veriliyor.
Mavisel Yener,Bilgi Yay�nevi, 112 s.
Jack Challoner, ��Bankas� Kültür
Yay�nlar�, Çev: Ça�larSunay, 32 s.
Bianca Pitzorno,Gün����� Kitapl���, Çev:
Nilüfer U�urDalay, 120 s.
Eski Türkler “öldü” yerine “uçtu” di-
yorlarmış; çünkü insan ruhunu bir kuş ola-
rak tasavvur ediyorlarmış. Ruhun gidece-
ği yerin de gökyüzü olmasını temenni edi-
yorlarmış.
Dilbilimci Prof. Dr. Emine Gürsoy
Naskali’nin yeni çalışması “Defin”in giri-
şinde rastladığım bu bilgi hayli ilginç geldi
bana, tıpkı kitabın konusu ve adı gibi.
“Ölüm olmasa yaşam tanımlanabilir
miydi?” sorusuyla giriş yapıyor Naskali. Ve
bir süre sonra soruyu bu kez de tersten so-
ruyor: “Yaşam olmasa ölüm tanımlanabi-
lir miydi?”
Yaklaşık elli kitaba, onlarca makaleye
imza atan ve halen Marmara Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Ede-
biyatı Bölümü Yeni Türk Dili Anabilim Da-
lı’nda öğretim üyeliğini sürdüren ve aynı za-
manda Celal Bayar’ın torunu olan Naskali,
yine ilginç bir konuyu; Türklerde ölüm,
ölü gömme, cenaze merasimleri ve mezar
taşları ve motiflere ilişkin gelenekleri işlemiş.
ESK� TÜRKLERDEGELENEKSEL �NANÇLAR
“Hunlarda defin merasimi, 359 Amida
Kuşatması’ndaki örneğe göre” inceleme-
siyle başlangıç yapılan çalışmada özellikle
eski Türklerin defin âdetleri anlatılıyor. Her
zaman bir dinin indeksi olan ve her top-
lumda en eski gelenekleri yansıtan bu
âdetlere ilişkin ilginç notlar yer alıyor.
Eski Türklerde ve Hunlardaki defin me-
rasimleri ve ölüm sonrası uygulamalara bak-
tığımızda; definlerin zaman içinde ve coğ-
rafyadan coğrafyaya, kabileden kabileye,
hatta ölen kişinin zengin, soy-
lu ve fakir olmasına göre bazı
önemli değişiklikler gösterdiği
bilgisine ulaşıyoruz.
Mazdaizm ve İran tesir-
lerinin incelendiği çalışmada
Kuman-Kıpçaklarda ölü
gömme ile ilgili inanç ve
adetlere, Yoğ (yuğ) yani
matem törenlerine rastlı-
yoruz. Yas alametlerinden
biri olan saç kesme adetinin
eski Türklerde (Kıpçaklar-
da da) yaygın olduğunu gö-
rüyoruz.
Güney Sibirya’da yaşayan Türk halkla-
rından olan Hakas Türkleri’nin geleneksel
inancına göre ölüm, ruhun insan vücudunu
terk ederek başka bir dünyaya gitmesi ola-
rak algılanıyor. Hakasların ölen kişiyi mezara
en iyi kıyafetiyle gömdüğü, ölüye hiç giyil-
memiş elbise giydirilmediği ve bununla bir-
likte mevsimlerden yaz ise yazlık, kış ise kış-
lık kıyafetinin ters olarak ölüye giydirildiği
bilgisine de bu çalışmada rastlıyoruz.
Defin ile ilgili törenler, ölü yemeği, me-
zar, mezarlık, cenazenin evden çıkarılması
ve gömülmesi ile ilgili geleneksel uygula-
malara ilişkin farklı bilgiler göze çarpıyor.
Alevi geleneğinde “ölüm” yerine Hakk’a
yürümek, gerçeklere kavuşmak, kalıbı de-
ğiştirmek, kalıbı dinlendirmek, emaneti
teslim etmek ve don değiştir-
mek gibi deyimlerin kulla-
nıldığının belirtilmesinin ya-
nında ayrıca Almanya’daki
Türklerin cenaze ritüeli, şii-
rimizde ölüm yolculuğu ve ta-
but istiarelerinin yanı sıra
eski Türklerde başka bir dün-
yada yaşantı mekânı olarak
mezar (defin) odası “kurgan-
lar”dan da söz ediliyor. (Kur-
gan: Ölen kişilerin eşyaları, ba-
zen atı ve hizmetkârlarıyla bir-
likte gömüldüğü defin odası).
Öte yandan kurgan gele-
neğinin Türklerin yerleşik ha-
yata geçmelerinden ve İslamiyet’i kabul et-
melerinden sonra daha da geliştirilerek “tür-
be” , “kümbet” adları verilerek yeni şekil-
leriyle devam ettiği ekleniyor.
�LG�NÇ B�LG�LER…Mezar taşları üzerindeki sembolik ifa-
deler, motifler, Tuva, Altay Türkleri’nin des-
tanları, Kutadgu Bilig’deki ölüm kavram-
ları ve halk müziğinde ölüm üzerine yakı-
lan ağıtlarla birlikte Türk dünyasında ölüm-
lük halı, düz dokuma, yaygı ve keçe geleneği
yani bir bütün halinde ölüm olgusunun Türk
dokumasına yansımasına dair bilgilerin de
yer aldığı “Defin”de Emine Gürsoy Naskali,
ayrıca yakın tarihimize ilişkin Anıtkabir’in
tarihçesini de kendi arşivinden fotoğraflarla
aktarıyor.
Bundan önce Veda, Ağıt, Çoban, Kasap,
Hakaret, Lânet, Temizlik, Uçmağa Varmak,
Beden, İğdiş, Sünnet, Bedene Şiddet, Av ve
Avcılık, Kültür Tarihimizde Gizli Dişler ve
Şifreler, Hediye, Meyve, Zindanlar ve
Mahkumlar, Hapishane, Saç, Tuz Ayakkabı,
Tütün gibi birçok konuya dair çalışmalara
da imza atan Naskali’nin derlediği “Defin”
Tarihçi Kitabevi etiketiyle raflardaki yeri-
ni aldı.
Mehmet Tezcan, Ahmet Gökbel, Gül-
süm Killi, Harun Yıldız, Ahmet Atilla Do-
ğan, Mehmet Türenek, Yaşar Çoruhlu,
Cengiz Alyılmaz, Ali Rıza Özcan, Svetlana
Çervannoya, R. Eser Gültekin, Mehmet
Aça, Mustafa Aça, Hülya Arslan Erol,
Nesrin Kaya, Sema Uğurcan, Mehmet Ali
Özdemir, Bekir Deniz ve Filiz Nurhan Öl-
mez’in makale ve incelemeleriyle katkıda
bulunduğu oldukça ilginç bir çalışma. He-
vesle okunabilecek birçok bilgiyi içerisinde
barındıran tarihi bir belge niteliğinde.
(Defin, Emine Gürsoy Naskali,Tarihçi Kitabevi, 544 s.)
14 ARALIK 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
Gizli belgelerdeki İsmet Paşa politikalarıBu ara Cumhuriyet dönemine ve şah-
siyetlerine saldırmak, modanın ötesinde bir
politika olduğu apaçık ortada. Oysa Cum-
huriyet’in kurucu kadrosunu anlamak ve öğ-
renmek bir ders! Nedense saldıranlar, on-
ların zıddı politikalar uyguluyor ve Cum-
huriyeti adım adım buduyor. Ortaya ise Os-
manlı döneminin kötü politikalarının iz-
lendiği dönem çıkıyor. Buna da süslü söz-
lerle “Yeni Osmanlıcılık” diyorlar.
ALMAN AR��VLER�NDENBELGELER
Son günlerde tekrar İsmet Paşa ve
dönemi hedefte. Faşizmin baskısına maruz
kalan İsmet Paşa’ya bir de “faşist” demezler
mi... Ne diyelim ki... İsmet Paşa’nın 1938-
50 dönemine, soldan da eleştiriler olmuş-
tur. En çok da İkinci Dünya Savaşı politi-
kaları yerilmiştir. Oysa o dönem incelen-
diğinde İsmet Paşa’nın ne kadar ağır bas-
kılar altında olduğu ve bunları göğüslemek
için zahmetlere katlandığı görülür. Onun
dönemini anlamak açısından “İkinci Dün-
ya Savaşı’nın Gizli Belgeleri” isimli kitabı
mutlaka okumak gerekiyor. May Yayınla-
rı tarafından 1968 yılında yayımlanan eser,
230 sayfadan oluşuyor. Kitapta Alman
Dışişleri Bakanlığı Arşivi’nden, Alman-
ya’nın Türkiye politikalarına ilişkin seçme
belgeler yer alıyor. Bu belgeler döneme ışık
tutuyor. Aslında bizde İkinci Dünya Savaşı
üzerine yeterince araştırma eser yoktur.
Ama öylesine laflar edilir ki, mangalda kül
bırakılmaz. Oysa önce bilgi, sonra da fikir
sahibi olmak gerikiyor. Bunun için de bel-
gelere dayalı eserleri incelemek şart.
ALMANLARLA KOM�UOLDU�UMUZ GÜNLER
Eserdeki belgeler, 1941-43 yıllarını
kapsıyor ve Editions Paul Dupont’un ya-
yımladığı kitaptan derlenmiş. Muammer
Sencer’in çevirisiyle sunulmuş. İkinci bö-
lümde de Mehmet Ali Yalçın’ın değer-
lendirmesi yer alıyor. Belgeler, savaşın kri-
tik dönemine ilişkin. Almanlar, Haziran
1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırmış ve
bundan önce de Yunanistan ve Bulgaris-
tan işgal edilmiş. Artık Alman baskısı ka-
pımıza dayanmış. Bunu belgelerde de
görüyorsunuz. O dönem Almanya’nın
Ankara’daki Büyükelçi-
si Von Papen! Papen’e
bir de suikast düzenlen-
di. Türkiye bir hayli sı-
kıntıya düştü. Sovyet El-
çiliğindeki suikasta ka-
rışanlar da teslim alındı.
Dolayısıyla Sovyet den-
gesi de önemli. Bir de
Almanların, Sovyetler-
le aramızı bozma ça-
bası var. İsmet Paşa’nın
üzerindeki baskıyı tah-
min edersiniz.
TÜRK�YE’DEK�DOSTLARA MARKLAR
Belgelerin genelini incelediğinizde
dikkatinizi çeken, Almanların Türkiye’nin
“tarafsızlık” politikasına dikkat etmeleri
ve Türkiye’yi fazla sıkıştırarak karşı kam-
pa itmek istememeleri. Bu dengede süren
ilişkiler, yine de zaman zaman sıkıntıya gi-
riyor. Tabi aynı ölçüde yanıtını da alıyor.
O dönem ilgi çeken bir konu da, Alman-
ların Türkiye’de para karşı-
lığı basından devşirdiği kişi-
lere propaganda yaptırma-
ları. Bunu da “Turancı-
lık”üzerinden yapıyorlar.
Sovyetlerin işgali sırasında
bu politika doruğa çıkıyor.
“Esir Türkler” muhabbeti.
Bakın Alman Dışişleri Bakanı
Ribbentrop, Ankara’daki Bü-
yükelçiliğe gönderdiği tel-
grafta ne diyor: “Türkiye’de-
ki dostlarımızı destekleyebil-
meniz için size beş milyon al-
tın Richsmark gönderilmesi-
ni emrettim. Bu parayı rahatça ve bol bol
kullanmanızı ve kullanma yeri hakkında
bana bilgi vermenizi rica ederim. Daha
nice ilginç belge... Bu belge, 2003 Irak iş-
gali öncesi, “ABD, Türkiye’de bazı gaze-
tecilere 125 milyon dolar dağıttı” iddia-
larını hatra getirdi... Yıllar değişse de, bu
yöntem değişmiyor demek...
ERCAN DOLAPÇI
ŞENOL Ç[email protected]
“Ölüm olmasa yaşam tanımlanabilir miydi?”Eski Türklerde ve Hunlardaki defin merasimleri ve ölüm sonras� uygulamalara bakt���m�zda; definlerinzaman içinde ve co�rafyadan co�rafyaya, kabileden kabileye, hatta ölen ki�inin zengin, soylu ve fakir
olmas�na göre baz� önemli de�i�iklikler gösterdi�i bilgisine ula��yoruz
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. Resimdeki �air2. Hitit - Sodyum’un simgesi - Tavlada “üç” say�s� - Bir bulunma
hali eki - Berilyum’un simgesi3. Giyside boyun bölümü - Fransa’n�n para birimi - Do�an�n
sebep oldu�u y�k�m, k�ran4. Bir tap�nak ya da kutsal alan�n yaln�z din adamlar�n�n
girmesine izin verilen bölümü - Ak�l - Ut çalan kimse5. Geni�lik - “... Güler” (foto�rafç�) - Donanma6. Baya��, s�radan - Lantan’�n simgesi - Do�al, tabi7. Daha uzak olan yer veya �ey, mavera - E�ek sesi - Pi�irilerek
haz�rlanm�� yemek - Bir cetvel türü8. Kil ile kar���k kireçli toprak - Gezegenimizin uydusu - Y�lan
9. Eyere al��t�r�lmam�� binek hayvan� - Bir renk10. Numara (k�sa) - Yünden dövülerek yap�lan kaba ve kal�n
kuma� - Üye - Sümerler’de su tanr�s�11. Konya’da bir baraj - Arnavutluk’un plakas� - Aklama - Kar� ile
kocadan her biri12. Gümü�’ün simgesi - Bir renk - �nci Aral’�n “Orhan Kemal
Roman Ödülü”ne lay�k görülmü� kitab�13. Belli bir anlam� olan iz, i�aret - A��r� dereceye varan
al��kanl�klar - Milimetre (k�sa) - Din ile devlet ve yönetimi�lerini birbirinden ayr� tutan, dini kurulu�lar�n yetkisi d���ndakalan
14. �ncelikten yoksun, terbiyesi, görgüsü k�t, nezaketsiz -Lityum’un simgesi - Mezopotamya panteonunda tüm tanr�lar�n
babas� ve kral� olan gök tanr�s� - Bir geçmi� zaman eki15. ( DOKT�LOYA ) Resimdeki �airin bir eeri
YUKARIDAN A�A�IYA1. Dokumac�lar�n kulland��� kam�� - Tedavisi mümkün olmayan
ölümcül, a�r�l� bir hastan�n veya kendi ba��na ya�am�n�sürdüremeyecek kadar sakat olan bir ki�inin ya�am�na ac�s�zcason vermeyi sa�layan t�bbi yöntemlerin tümü
2. Verme, ödeme - “... King Cole” (Amerikal� caz piyanocusu ve�ark�c�) - Beynin parçalar�, bölümleri - Makine KimyaEndüstrisi (k�sa)
3. Mürekkep hokkalar�na konulan ham ipek - Bir damla gözya�� -Bir haber ajans� - Beyaz
4. K�laptan ipekle i�lenmi�, kal�n ve iri desenli bir tür kuma� -Ak�am yeme�i - Benzer
5. �öhret - Bir yüzölçümü birimi - Dört tekerlekli bir kara ta��t� -Parlak, saydam k�rm�z� renkte de�erli bir ta�
6. Kuma�lar� güvelerden korumakta ve t�pta kullan�lan, özelkokulu kat� bir hidrokarbon - �ki yan� a�açl�, do�rusal, geni�yaya caddesi
7. Yunanca’da bir harf - Nedensel8. Eski bir Hindu tap�na�� tipi - Vilayet - Çal��ma, meslek9. Evcil bir geyik türü - Radon’un simgesi - Saz�n en kal�n teli ya
da kiri�i10. Arap edebiyat�nda bir �iir türü - Becerikli, giri�ti�i her i�i
ba�ar�yla sona erdiren kimse - Mavi11. �sim - Malezya ve Endonezya’da odun kömüründe pi�irilen
çok baharatl� �i� et - Bir �eyin fiyat�n� art�rma - Nikel’in simgesi12. Satürn gezegeninin be�inci uydusu - Rüya - Baryum’un
simgesi - “Peki” anlam�nda bir sözcük13. Belli zamanlarda, belli yerlerde mal sergilemek için aç�lan
büyük pazar - Kuzu sesi - Seciye, karakter14. Kötü, çirkin - Üst üste raflardan olu�an ayakl� ya da duvara
çak�lm�� küçük mobilya - Fikir, dü�ünce15. Resimdeki �airin bir eseri - Askerler
14 ARALIK 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
“Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür... Oku-dukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine ki-taplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgalesırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibedoğru kaymaktasınızdır... Okuduklarınızı, müstesnaolduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmakistersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrüuzun olan paylaşmaktır...”
1 “İstiyordum ki, adamakıllı kaybolayım or-manda... Bazen bana bir aslanın kükreyişi, birkertenkelenin renkten renge akışı, bir ceylanınbaşını çevirip bakışı, ya da çilleri birbirine ka-rışmış kocaman bir keklik sürüsünün anidenhavalanışı gibi gözüken zamanların içinde, hiçgözükmeyen, ama hiç mi hiç gözükmeyen birzaman olayım sözgelimi.”
“insansız adalet olmazadaletsiz insan olur mu?olur, olmaz olur mu!ama, olmaz olsun”
3
a) Murat Uyurkulak - Bazuka
b) Emrah Sebes – Erken Kaybedenler
c) Hakan Günday – Az
d) Murat Gülsoy – Karanlığın Aynasında
e) Murat Menteş – Korkma Ben Varım
a) Bilge Karasu - Göçmüş Kediler Bahçesi
b) Oğuz Atay – Tutunamayanlar
c) Osman Şahin – Kolları Bağlı Doğan
d) Hasan Ali Toptaş - Bin Hüzünlü Haz
e) Tarık Buğra - Dönemeçte
a) Attila İlhan – An Gelir
b) Turgut Uyar – Denge
c) Özdemir Asaf – Adalet
d) Ataol Behramoğlu – Eski Nisan
e) Ahmet Güntan – Aklımın Buzulları
2
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(d) 3-(c)
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ