Upload
others
View
16
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
TÜRKĐYE CUMHURĐYETĐ
ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ TIP FAKÜLTESĐ
PARAPNÖMONĐK PLEVRAL EFÜZYON TANISINDA
PLEVRAL SIVI PROKALSĐTONĐN
DÜZEYĐNĐN ROLÜ
Dr. Burcu CĐRĐT KOÇER
GÖĞÜS HASTALIKLARI ANABĐLĐM DALI
TIPTA UZMANLIK TEZĐ
DANIŞMAN
Doç. Dr. Akın KAYA
ANKARA
2011
ii
ÖNSÖZ
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı’nda asistan olarak görev aldığım süre boyunca eğitimime katkısı olan Anabilim Dalı Başkanımız Sayın Prof. Dr. Oya Kayacan’a, Kliniğe ilk başladığım günden itibaren kendisinden çok şey öğrendiğim, hekim olarak yetişmemde ve tezimde büyük katkısı olan, insanlığı ve yardımseverliğini kendime örnek aldığım değerli tez hocam Sayın Doç. Dr. Akın Kaya’ya, Asistanlığım süresince bilgi ve deneyimlerini özveriyle paylaşan tüm hocalarıma, Yakın zamanda emekli olarak aramızdan ayrılan, asistanlığımda karşılaştığım sıkıntılarda pratik çözümleriyle bana destek olan, engin bilgisi, sevecenliğiyle Prof. Dr. Numan Numanoğlu’na, Kendilerinden çok şey öğrendiğim, bilimsel alanda kendimi geliştirmemde büyük yardımları olan Doç. Dr. Banu Eriş Gülbay’a, Doç. Dr. Elif Şen’e, Uzm. Dr. Zeynep Pınar Önen’e, her zaman desteğini hissettiğim tezimi hazırlarken de yardımlarını esirgemeyen Uzm. Dr. Aydın Çiledağ’a, Uzm. Dr. Nalan Demir’e, Tez çalışmama katkıları olan Atatürk Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nden Uzm. Dr. Aydın Yılmaz ve laboratuar sonuçlarına ulaşmamı sağlayan Özel TOBB ETÜ Hastanesi’nden Doç. Dr. Abbas Taner’e, Asistanlık hayatım boyunca birlikte çalışmaktan mutluluk duyduğum, başta Dr. Özlem Erçen Diken ve tez çalışmama topladığı sıvılarla katkıda bulunan Dr. Merda Erdemir Işık olmak üzere tüm asistan arkadaşlarıma, Hemşiresinden personeline tüm klinik çalışanlarına, Beni büyüten, bugünlere gelmemi sağlayan annem ve babama, tezimi yazarken de yardımını esirgemeyen çalışkanlığıyla örnek aldığım kardeşime ve her zaman desteğini hissettiğim sevgili eşime sonsuz teşekkürlerimi sunarım…
Dr. Burcu Cirit KOÇER
iii
ĐÇĐNDEKĐLER
Kabul ve Onay i
Önsöz ii
Đçindekiler iii
Kısaltmalar Dizini v
Şekiller Dizini vi
Tablolar Dizini vii
Grafikler Dizini viii
1. GĐRĐŞ 1
2. GENEL BĐLGĐLER 3
2.1. Plevra Anatomisi ve Histolojisi 3
2.2. Plevra Fizyolojisi ve Plevral Efüzyon Patogenezi 6
2.3. Plevrada Aşırı Miktarda Sıvı Birikimi Mekanizmaları 8
2.4. Plevral Efüzyon Etyolojisi 9
2.5. Plevral Efüzyon Belirti ve Bulguları 11
2.6. Plevral Efüzyonlu Hastaya Yaklaşım 15
2.7. Parapnömonik Efüzyon ve Ampiyem 18
2.8. Klinik 22
2.9. Tanı 22
2.10. Tedavi 24
2.10.1. Antibiyotik 26
2.10.2. Tüp Torakostomi 27
2.10.3. Fibrinolitik Tedavi 28
2.10.4. Terapötik Torakoskopi 28
2.10.5. Torakotomi ve Dekortikasyon 29
2.10.6. Açık Drenaj 29
2.11. Prokalsitonin 30
2.11.1. Prokalsitonin Kullanım Alanları 35
3. GEREÇ VE YÖNTEM 39
3.1. Đstatistik 40
iv
4. BULGULAR 41
5. TARTIŞMA 51
6. SONUÇLAR 58
ÖZET 60
SUMMARY 61
KAYNAKLAR 62
v
KISALTMALAR DĐZĐNĐ
ACCP American College of Chest Physicians
ADA Adenozin Deaminaz
ANCA Antinötrofil Sitoplazmik Antikor
AUC Area Under Curve
BT Bilgisayarlı Tomografi
CRP C Reaktif Protein
DM Diabetes Mellitus
ECLIA Elektrokemilüminesans Đmmünolojik Test
HT Hipertansyion
IgA Đmmünglobülin A
IgG Đmmünglobülin G
IL Đnterlökin
KBY Kronik Böbrek Yetmezliği
KKY Konjestif Kalp Yetmezliği
KOAH Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı
LDH Laktat Dehidrogenaz
MODS Multiple Organ Dysfunction Syndrome
MPE Malign Plevral Efüzyon
MR Manyetik Rezonans
N-ProCT Prokalsitoninin N-Terminal Bölgesi
PA Posteroanterior
PCT Prokalsitonin
PPE Parapnömonik Efüzyon
PSI Pnömoni Ciddiyet Skoru
ROC Receiver Operating Characteristic
SLE Sistemik Lupus Eritematozis
TNF Tümör Nekrozis Faktör
TPE Tüberküloz Plörezi
YÇBT Yüksek Çözünürlüklü Bilgisayarlı Tomografi
vi
ŞEKĐLLER DĐZĐNĐ
Şekil 2.1. Sıvı oluşum fizyolojisi 7
Şekil 2.2. Parapnömonik efüzyonda hasta gruplamaları ve tedavi yaklaşımı 25
Şekil 2.3. Prokalsitoninin aminoasid dizilişi 30
vii
TABLOLAR DĐZĐNĐ
Tablo 2.1. Plevra anatomisi ve histolojisi 6
Tablo 2.2. ABD’de plevral efüzyon nedenlerinin yıllık insidansı 10
Tablo 2.3. Plevral efüzyon ayırıcı tanısı 17
Tablo 2.4. Eksüdatif plevral sıvı ayırıcı tanısında kullanılan ek tanısal test-
işlemler 18
Tablo 2.5. Plevral efüzyonlarda tanısal yaklaşım 18
Tablo 2.6. Değişik pnömonilerde etken bakteriye göre plevral sıvı oluşma
oranı 19
Tablo 2.7. Parapnömonik efüzyon ve Ampiyemde kötü prognostik faktörler 24
Tablo 2.8. Parapnömonik plevral efüzyon ve ampiyemde tanı ve tedavi
yaklaşımı 26
Tablo 2.9. Farklı klinik tablolarda beklenen PCT değerleri 33
Tablo 4.1. Hastaların gruplara göre karakteristik özellikleri 41
Tablo 4.2. Gruplara göre ek hastalık varlığı 42
Tablo 4.3. Gruplara göre kan lökosit, nötrofil, sedimantasyon ve CRP
ortalama değerleri 42
Tablo 4.4. Gruplara göre PA akciğer grafisindeki plevral efüzyon seviyesi 43
Tablo 4.5. Plevral efüzyonlarda ölçülen albümin, protein, LDH ve glukoz
değerleri 44
Tablo 4.6. Plevral sıvı ve serum ADA düzeyleri 44
Tablo 4.7. Plevral sıvı ve serum PCT düzeyleri ve plevral sıvı PCT/serum
PCT 45
Tablo 4.8. Transüda ve eksüda gruplarında plevra PCT, serum PCTdeğerleri
ve plevra PCT/serum PCT 49
Tablo 4.9. PPE ve PPE olmayan gruplarda plevral PCT, serum PCT değerleri
ve plevral PCT/serum PCT 50
viii
GRAFĐKLER DĐZĐNĐ
Grafik 4.1. Gruplara göre sedimentasyon düzeyleri 43
Grafik 4.2. Gruplardaki plevral sıvı ve serum ADA düzeyleri 45
Grafik 4.3. Gruplardaki plevra sıvısında PCT ve serum PCT düzeyleri 46
Grafik 4.4.a) Transüda grubunda PCT düzeyinin noktasal dağılımı 46
Grafik 4.4.b) PPE grubunda PCT düzeyinin noktasal dağılımı 47
Grafik 4.4.c) MPE grubunda PCT düzeyinin noktasal dağılımı 47
Grafik 4.4.d) TPE grubunda PCT düzeyinin noktasal dağılımı 48
Grafik 4.5. Transüda ve eksüda gruplarındaki plevra ve serum PCT değerleri 49
1
1. GĐRĐŞ
Plevral efüzyonlar günlük pratikte sık karşılaşılan, birçok farklı hastalığa bağlı
olarak gelişebilen ve de bazen tanı sorununun yaşandığı patolojilerdir. Birçok
hastalığa bağlı olarak gelişmesine rağmen en sık plevral efüzyon nedenleri konjestif
kalp yetmezliği, pnömoniler, maligniteler ve tüberküloz plörezidir. Parapnömonik
plevral efüzyonlar, eksüda niteliğindeki sıvıların en sık nedenlerinden biridir.
Đnflamatuvar sürecin viseral plevraya ulaşması ile gelişen parapnömonik plevral
efüzyonlar, bakteriyel pnömonilerin yaklaşık %40’ında görülmektedir.
Plevral efüzyon saptanan olgularda temel tanı basamağı torasentez ile sıvı
örneği almaktır. Sıvının laktat dehidrogenaz (LDH), pH, protein, glukoz, sitolojik
incelemesi, lökosit sayısı, gram boyama ve kültürü ile plevral efüzyona neden olan
spesifik tanıya ulaşılmaya çalışılır. Parapnömonik efüzyon tanısı klinik, radyolojik
bulgular ile plevral sıvının analizi ile konulmaktadır. Ancak günümüzde kullanılan
mevcut testlerin hiçbiri yeterince özgül değildir. Bu nedenle bazı plevral efüzyonlu
hastalar yanlışlıkla parapnömonik efüzyon tanısı almakta, bu nedenle gereksiz
antibiyotik tedavisi uygulanmakta ve asıl hastalığın tanısının konulması
gecikmektedir. Bu nedenle son yıllarda parapnömonik efüzyon tanısında ve diğer
plevral efüzyon nedenlerinden ayrımda yeni belirteçler üzerinde durulmaktadır.
Prokalsitonin, bu amaçla yakın zamanda kullanılmaya başlanmış bir moleküldür.
Serum prokalsitonin düzeyinin infeksiyon sırasında arttığı ve özellikle bakteriyel
infeksiyonları viral infeksiyonlardan ayrımda yararlı olduğu bildirilmektedir.
Parapnömonik sıvılarda ise plevral sıvı prokalsitonin ölçümünün tanıdaki rolü ile
ilgili olarak sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalarda
plevral sıvı prokalsitonin düzeyinin parapnömonik sıvılarda diğer nedenlere bağlı
sıvılara göre daha yüksek olduğu ve tanıda yararlı olduğu saptanmıştır. Daha önce de
belirtildiği gibi prokalsitonin düzeyi bakteriyel infeksiyonlarda artmakta iken viral
infeksiyonlarda düzeyinin değişmediği bildirilmektedir. Parapnömonik efüzyonlarda
da bakteriyel efüzyonlarda bakteriyel olmayan efüzyonlara göre plevral sıvı
prokalsitonin düzeyinin daha yüksek saptandığı bildirilmektedir. Böylece plevral sıvı
prokalsitonin ölçümü ile infeksiyonun bakteriyel kökenli olup olmadığına karar
2
verilmesi mümkün olabilmekte ve gereksiz antibiyotik kullanımının önüne
geçilebilmektedir.
Parapnömonik efüzyonlar heterojen bir grup olup, sadece antibiyotik
tedavisinin yeterli olduğu basit efüzyondan, cerrahi yöntem uygulanmasının gerektiği
komplike ampiyeme kadar değişik şekillerde görülebilmektedir. Parapnömonik
efüzyonda temel tedavi seçenekleri antibiyotik tedavisi, tüp torakostomi, fibrinolitik
tedavi, dekortikasyon veya torakotomi ile açık drenajdır. Tedavi kararı, günümüzde
radyolojik bulgular, sıvının pH, glukoz ve LDH düzeyi ile mikrobiyolojik inceleme
sonuçlarına göre verilmekte ve en yararlı olanının da pH olduğu bildirilmektedir.
Ancak tanıda olduğu gibi tedavi kararında da bu belirteçlerin spesifiteleri düşüktür.
Bu nedenle hastalarda en uygun tedavi konusunda halen zorluklar yaşanmakta ve
tedavi başarısızlığı görülebilmektedir. Plevral sıvı prokalsitoninin parapnömonik
efüzyonlarda tedaviyi yönlendirmedeki rolü ile ilgili henüz sınırlı sayıda çalışma
bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda plevral sıvı prokalsitonin düzeyinin hastalık
ağırlığıyla ilişkili olduğu ve prognostik bir belirteç olarak kullanılabileceği ve
böylece de en uygun tedavi seçim kararında yararlı olabileceği bildirilmektedir.
Bu çalışmada amaç, plevral sıvı prokalsitonin düzeyinin parapnömonik plevral
efüzyon tanısındaki rolü, hastalık ağırlığı ile ilişkisi, tedaviyi yönlendirmesindeki
rolü ve parapnömonik efüzyonların diğer plevral efüzyon nedenlerinden ayrımında
kullanılabilirliğini araştırmaktır.
3
2. GENEL BĐLGĐLER
2.1. Plevra Anatomisi ve Histolojisi
Plevra akciğerlerin hareketini sağlayan düz, parlak bir örtü olup, visseral ve
pariyetal plevra olmak üzere iki membrandan oluşur. Visseral plevra akciğerleri ve
interlober fissürleri, pariyetal plevra ise mediasten, diyafragma ve göğüs kafesinin iç
yüzünü örter. Her iki plevral membran hilusta, pulmoner ve bronşiyal damarlar ile
sinir ve lenfatiklerin eşlik ettiği ana bronşlar tarafından penetre edilerek devam eder
(1,2). Bu iki plevra yaprağı arasındaki 10-20 µm genişliğindeki boşluğa plevral
boşluk denir.
Tüm diğer vücut kaviteleri gibi plevral kavite de primitif çölomik kaviteden
türemiştir. Plevral, perikardiyal ve peritoneal boşluklar gestasyonel dönemin üçüncü
haftasında mezodermden biçimlenmeye başlar. Plevral boşluk akciğerin
büyümesinden bağımsız olarak genişler ve dokuzuncu haftada perikardiyal ve
peritoneal boşluktan ayrılmış olur. Çeşitli kist, divertikül ve defektler bu üç
mezodermal boşluğun tam olarak bölünmemesinden kaynaklanabilir. Bu sırada
akciğer tomurcukları visseral plevraya doğru invajine olur ve böylece plevral bir örtü
meydana gelir.
Đki plevra yaprağı arasında, her iki plevra yaprağın kolayca birbiri üzerinde
kaymasını sağlayan, ince bir film şeklinde yaklaşık 0.1-0.2 mL/kg plevra sıvısı
bulunur. Berrak, renksiz görünümde olan bu sıvıda 1.5 g/dL’den az protein, çoğu
monosit, az miktarda lenfosit, makrofaj, mezotel hücresi, polimorfonükleer lökosit
olmak üzere yaklaşık 1500 hücre/µL mevcut olup, eritrosit yoktur. Her iki plevral
yüzey alanı visseral plevranın interlober fissürleri ve pariyetal plevranın kostofrenik
köşeleri de dahil edilirse, yaklaşık olarak 70 kg’lık bir erkekte 2000 cm2 civarındadır
(2).
Işık mikroskobunda plevra 5 tabakadan oluşur:
1. Mezotel hücre katmanı
2. Submezotelyal bağdoku
3. Yüzeyel elastik katman
4
4. Gevşek bağ doku.
5. Derin fibroelastik katman.
Hem visseral, hem pariyetal plevra tek sıra mezotel hücreleri, bazal membran,
kollajen ve elastik doku tabakalarının yanında mikrodamarlar ve lenfatiklerden
oluşur (2-4). Visseral ve pariyetal plevranın anatomik ve histolojik olarak bazı
farklılıkları vardır (Tablo 2.1). Pariyetal plevral yüzeyin altındaki konnektif doku
tabakası düzdür. Aksine visseral plevranın submezotelyal konnektif dokusu
akciğerlerin içine doğru ilerleyen septalar oluşturur. Bu septalar pulmoner parankime
destek sağlarken, öte yandan da gaz alışverişini kolaylaştıran alt bölmeler oluşturur
(5). Genel olarak insanlarda visseral plevranın altındaki bağ dokusu pariyetal plevra
altındaki bağ dokusundan 2-3 kat daha kalındır (6). Pariyetal plevra altında
endotorasik fasia vardır ve pariyetal plevra bu fasia aracılığıyla göğüs duvarıyla
gevşek bir ilişki kurar.
Plevra yüzeyini tek sıra halinde döşeyen mezotel sadece koruyucu bir zar değil
aynı zamanda sıvı ve madde transportu, inflamasyon durumunda lökosit
migrasyonunu sağlaması gibi görevleri de bulunmaktadır. Ayrıca
glukozaminoglukan ve başka kayganlaştırıcılar salgılayarak dokuların zedelenmesini
önler ve enfeksiyon ve tümör yayılımına karşı korur. Mezotel hücreleri pleomorfiktir
ve alttaki submezotelyal dokunun gerilme derecesine göre yassıdan küboid veya
kolumnar şekle kadar değişiklikler gösterebilir. Morfolojilerindeki farklılıklara
rağmen bütün alanlarda tek tabaka halini korur. Mezotel hücrelerinin kalınlıkları 1-4
µm ve yüzey çapları 16-40 µm’dur. Bu hücreler yaklaşık 0.1 µm çapında ve 0.5-3 µm
uzunluğunda olan yüzey mikrovillüsleri içerir. Bu mikrovililerin kesin fonksiyonu
henüz bilinmemekle birlikte, hücre yüzey alanını ve bu şekilde aynı zamanda
membranın bazı fonksiyonlarını (reseptör ve metalloproteinaz gibi enzimler) artırdığı
düşünülmektedir (7). Visseral mezotel hücrelerindeki mikrovillüslerin dansitesi,
özellikle toraksın alt kısımlarında akciğer ve göğüs duvarı arasındaki sürtünmenin
azaltılmasını sağlamak için, olasılıkla hiyaluronik asitten zengin glikoproteini tutmak
amacıyla pariyetaldeki mikrovillüslerin dansitesinden daha fazladır.
Mezotelyal hücreler aralarında tight- veya gap-junction’lar, bazı yerlerde
dezmozomlar ile bağlantı kurarak, bazal laminaları ile destekleyici bağ dokusu
üzerine otururlar. Mezotel hücreleri çok fonksiyonlu hücrelerdir;
5
• Đmmunomodülatör hücrelere antijen sunusu yaparlar.
• Sitokin ve fibronektin salgılarlar ve makrofaj akımı oluşturabilirler.
• Fagositik aktivite yapabilirler.
• Stimuluslara cevap olarak reaktif oksijen ve nitrojen radikalleri salgılarlar.
Mezotel hücre tabakasının plevral boşluğa bakan tarafındaki yüzey, mezotel
hücre çıkıntıları tarafından salgılandığı düşünülen hiyaluronik asitten zengin
“sialomucin” adı verilen glikoprotein nitelikte yarı akışkan bir sıvı tabakası ile
kaplıdır. Sialomucin, mezotel hücre yüzeyine anyonik, yani negatif elektrik yüklü bir
karakter kazandırır. Yine bu katman lizozim, başta immünglobülin G (IgG) ve
immünglobülin A (IgA) olmak üzere immünglobulinler ve kompleman içerir. Bu
yapısal özellik sayesinde, plevral yüzeyler karşı karşıya gelince mezotelyal örtüler
birbirine değmez ve akciğer açılır kapanırken, glikoprotein örtü sayesinde her iki
yüzey birbiri üzerinde kolayca kayar. Mezotelyal yüzeyi örten anyonik nitelikteki
katman, bakteri, diğer organizmalar ve anormal hücrelerin mezotelyuma yapışma
şansını azaltır. Lokal immün korunma sağlanır. Mezotel hücrelerin yüzeyindeki çok
sayıda çıkıntı sayesinde normal yüzeye göre çok daha geniş bir aktif sıvı emilim
yüzeyi oluşmuş olur.
Her iki plevral yüzeyin lenfatik drenajı oldukça farklıdır. Pariyetal lenfatik
sistem lenfin plevral boşluktan drene edilmesi için majör yol olup, pariyetal
plevranın mezotelyal yüzeyinde komşu submezotelyal tabakadaki lenfatik ağa
lakunalar yoluyla bağlanan ve stomata denilen, 2-12 µm büyüklüğünde açıklıklar
mevcuttur.
Plevral boşluğun değişik bölgelerindeki lenfatikler değişik lenf nodlarına drene
olur. Kostal yüzeyden parasternal ve paravertebral lenf nodlarına, mediastinal
yüzeyden trakeobronşiyal lenf nodlarına drenaj sağlanır. Pariyetal plevranın
diyafragmatik yüzünün lenfatikleri karın içi lenfatikleriyle ilişkilidir ve lenfatik akım
karından toraks içine doğru olduğundan, karın içindeki infeksiyonlar kolayca toraksa
yayılabilir. Pariyetal plevranın tersine visseral plevrada lakuna ve stomatalar yoktur
ve alttaki lenfatik damarların plevral boşluktan çok pulmoner parankime drene
olduğu düşünülmektedir (5,8). Bol mikrovillus içeren visseral plevra mezotel
hücrelerinin plevra sıvısı oluşum ve geri emiliminde önemli katkısı bulunmaz.
Pariyetal plevra subklavian, mammaria interna ve interkostal arterler yoluyla
6
beslenir, venöz sistemi bronşiyal venlere drene olur. Visseral plevra ise bronşiyal
arterden kan alıp, venleri büyük oranda pulmoner vene dökülür (9). Pariyetal
plevradaki konnektif dokuda visseral plevrada olmayan ağrı lifleri vardır. Bu liflerin
orijinleri, innerve ettikleri toraks alanlarına göre farklıdır. Kostal plevra ve
diyafragmatik plevranın periferik kısmı interkostal sinirler tarafından innerve edilir.
Bu bölgelerdeki ağrılı uyaranlar komşu göğüs duvarında hissedilir. Diyafragmanın
merkezi kısmı ise frenik sinir tarafından innerve edilir ve bu alandaki uyarılar aynı
taraftaki omuzda ağrı oluşturur. Visseral plevrada ağrı duysu taşıyan sinir lifi
bulunmaz.
Tablo 2.1. Plevra anatomisi ve histolojisi
Visseral plevra Pariyetal plevra
Mezotel hücreleri Bol mikrovillus bulunur Hücreler arasında lenfatik stomalar
bulunur
Subplevral bağ
dokusu
Septumlarla akciğere ilerler
Düzdür
Kanlanma Bronşiyal arter/pulmoner
ven
Sistemik arter/bronşiyal ven
Lenfatik drenaj Akciğer lenfatikleri Lenfatik stomalar ve kanallar
Đnnervasyon Ağrı duyusu yok Bol duyu lifi bulunur
2.2. Plevra Fizyolojisi ve Plevral Efüzyon Patogenezi
Plevral boşluk mezotelyal hücrelerle kaplı olan pariyetal ve visseral plevra
yaprakları arasında kalan alandır. Bu iki tabaka arasında bulunan sıvı, kayganlığı
sağlayarak yaprakların birbirine sürtünmesini önlemektedir. Plevral boşluktaki
negatif basınç ise akciğer elastik rekoil/geri çekim gücüne karşı koyarak alveollerin
sürekli açık kalmasını sağlamakta ve solunum işinin devamlılığını gerçekleştirmekte
önemli bir rol almaktadır.
Plevral sıvı oluşumunda, sıvının geçtiği membran yüzeyine uygulanan
hidrostatik ve onkotik basınçlar, sıvının geçtiği membran kalınlığı ve sıvı kaynağını
oluşturan vasküler sistemin plevral membrana uzaklığının rol oynadığı saptanmıştır
7
(10-12). Normal koşullarda plevral sistemik damarlardan plevra boşluğuna ortalama
0.6 mL/saat hızla filtre edilen düşük protein içerikli plevral sıvı, aynı hızla plevra
lenfatiklerinden absorbe edilmektedir. Sağlıklı bir bireyde 0.1-0.2 mL/kg oranında
bulunan plevral sıvının oluşumu ya da emilimi sırasında gelişecek bozukluklar
plevral alanda aşırı plevral sıvı birikimine neden olmaktadır. Bu sıvının oluşumu
hidrostatik ve onkotik basınçlar arasındaki dengeye bağlıdır. Bu denge Starling
Kanunuyla açıklanmaktadır. Pariyetal kapillerler ile plevral boşluk arasındaki net
basınç gradienti yüksektir. Bu nedenle pariyetal plevradaki kapillerlerden plevral
boşluğa geçiş olur. Ancak visseral plevrada bu gradient sıfıra yakındır. Bu nedenle
normal şartlarda visseral plevranın plevra sıvısına katkısı yoktur (Şekil 2.1) (13-15).
Plevra boşluğunda bulunan sıvının ortalama miktarı 8-10 mL dir. Bu sıvı tüm plevra
boşluğunu kaplayacak şekilde eşit dağılmıştır. Normal sıvıda 100 mL’de 1-2 g
protein ve 1400-4500 hücre bulunur. Plevra sıvısında bulunan hücrelerin %75’i
makrofajlardan oluşur. Geri kalan %25 ise lenfositler ve mezotel hücrelerinden
oluşur. Nötrofiller ve eozinofiller ise %2’den azını oluşturur.
Şekil 2.1. Sıvı oluşum fizyolojisi
Hidrostatik basınç -5 cmH2O
Onkotik
basınç 5 cmH2O
Hidrostatik basınç
24 cmH2O
Onkotik basınç 34 cmH2O
Hidrostatik basınç 30 cmH2O
Onkotik basınç 34 cmH2O
Viseral plevrada net basınç farkı sıfırdır. Parietal plevrada ise net basınç farkı 6 cmH2O’ dur. Bu nedenle parietal plevra kapillerleri plevra sıvısının esas kaynağıdır.
PARĐETAL PLEVRA VĐSERAL PLEVRA
29 cmH2O ∆P=0 cmH2O ∆P=6 cmH2O
o oO 29 cmH2O 29 cmH2O
35 cmH2O
8
Plevral sıvı oluşumunu hidrostatik ve onkotik basınçlar (kapiller-plevra)
arasındaki fark belirler. Đnterkostal arterler aracılığıyla sistemik arteryel dolaşımdan
kanlanan pariyetal plevra hidrostatik basıncı 30 cmH2O, plevra içi basınç ise -5
cmH2O’dur. Bu nedenle net hidrostatik basınç 30 – (-5) = 35 cmH2O’dur ve sıvının
pariyetal plevradan plevra boşluğuna geçişini sağlar. Plazma onkotik basıncı 34
cmH2O iken plevral boşlukta onkotik basınç 5 cmH2O olup, net onkotik basınç 34–5
= 29 cmH2O’dur. Bu değerlere göre plevral sıvı net 6 cmH2O’luk basınç ile (35-29 =
6 cmH2O) pariyetal plevradan plevral boşluğa geçer (10,15). Pulmoner dolaşımdan
kanlanan visseral plevrada ise kapiller net hidrostatik basınç pariyetal plevradan
yaklaşık 6 cmH2O daha düşüktür. Visseral plevradaki onkotik basınç ise pariyetal
plevra basıncı ile aynı değerdedir. Visseral plevradan sıvı 24– (-5) = 29 cmH2O’luk
hidrostatik basınç ile geçme eğilimindeyken, onkotik basınç 34 – 5 = 29 cmH2O’dur.
Bu nedenle visseral plevradaki net basınç farkı (hidrostatik-onkotik) sıfırdır ve bu
basınçta gelişecek değişiklikler plevral sıvı oluşumunu etkilemektedir.
2.3. Plevrada Aşırı Miktarda Sıvı Birikimi Mekanizmaları
Daha önce de belirtildiği gibi plevral sıvının oluşumu ya da emilimi sırasında
gelişecek bozukluklar plevral alanda aşırı plevral sıvı birikimine neden olmaktadır
(16):
1. Mikrovasküler dolaşımdaki hidrostatik basıncın artışı: Bu durumda sıvı
oluşumunu belirleyen en önemli faktör pulmoner kapiller wedge basınçtır. Sistemik
venöz (pariyetal plevra kapiller sistemini etkiler) ve pulmoner venöz basınçlardaki
(visseral plevra kapiller sistemi etkiler) artış plevral sıvı yapımında artış ile
sonuçlanır. Vasküler permeabilitenin değişmediği durumlarda, hidrostatik basınç
artışı protein oranı düşük (plevral protein/serum protein) plevral sıvı birikimine
neden olur.
2. Mikrovasküler dolaşımdaki onkotik basınç azalması: Serum albümini düşük
olgularda plevranın interstisyel dokusunda sıvı birikir. Böylece hem pariyetal hem de
visseral plevradan plevra boşluğuna düşük protein içerikli bir sıvı dolar.
3. Plevra boşluğunda basınç azalması: Plevra basıncı subatmosferik olup
negatif değerdedir. Bunun daha negatif hale gelmesi basınç farkını artırır, böylece
9
plevra sıvısı artar. Bunun en iyi örneği atelektazidir. Atelektatik alan ve çevresinde
kapiller basınçların azalması ile plevral boşluğa proteinden fakir sıvı geçişi olur.
4. Mikrovasküler dolaşımda permeabilite artışı: Kapiller damar duvarı
geçirgenliğinde artış geliştiğinde, damar dışına sıvı ve protein geçirgenliği artar.
Plevral dokuda gelişecek patolojiler (inflamasyon, infeksiyon) plevral kapiller
sistemi de etkiler ve permeabilite artışı gelişir. Ayrıca, pnömonide pariyetal
plevradaki stomaların fibrin, debris, mezotelyal ödem nedeniyle kapanmasıyla
lenfatik drenajın bozulması da plevrada sıvı toplanmasına neden olur.
5. Plevra boşluğunun lenfatik drenajının bozulması: Lenfatik sistemin
stomalardan mediastinal lenf nodlarına dek herhangi bir yerinde tümör veya fibrozis
ile tıkanması sonucu plevrada sıvı toplanır.
6. Periton boşluğundan sıvı geçişi: Periton boşluğunda sıvı birikimine neden
olan durumlarda sıvı, diyafragmatik lenfatikler veya konjenital diyafragmatik
defektler yoluyla plevral boşluğa geçebilir. Sıvı, diyafragmanın iki tarafında oluşan
basınç gradienti nedeniyle plevra boşluğuna geçer. Plevra içi basınç daima karın içi
basınçtan düşük olduğundan sıvı karından toraksa doğru hareket eder.
2.4. Plevral Efüzyon Etyolojisi
Plevral efüzyonlar, sık karşılaşılan problemlerden biridir (17,18). Đç hastalıkları
kliniklerine yapılan tüm başvuruların yaklaşık %4’ünü plevral efüzyonlu olgular
oluşturmaktadır (19). Genel popülasyon için plevral sıvı saptanma hızı yılda 4/1000
kişi civarında kabul edilir.
Hastalıkların görülme sıklığı konusunda sağlıklı rakamların alınabildiği ABD
istatistiklerine göre, bu ülkede her yıl yaklaşık 1 200 000–1 400 000 kişide plevral
efüzyon gelişmesi beklenmektedir. ABD’de plevral efüzyonların en sık görülen
nedenlerinin yıllık insidansları Tablo 2.2’de verilmiştir (20). Buna göre konjestif
kalp yetmezliği, tüm sıvıların yaklaşık yarısını, transüdatif sıvıların da yaklaşık
%90’ından fazlasını oluşturmaktadır. Parapnömonik efüzyon (PPE), malign plevral
sıvı ve pulmoner emboli ise eksüdatif sıvıların yaklaşık %90’ından sorumludur.
Plevral efüzyon nedenlerinin oransal dağılımı, coğrafi farklılıklara göre
belirgin şekilde değişim gösterebilir. Bu değişimden, plevral efüzyona neden olan
10
hastalıkların ülkelere/bölgelere göre gösterdiği epidemiyolojik özelliklerin farklılığı
sorumludur. Türkiye’de plevral sıvının nedensel dağılımı ile ilgili yeterli sağlıklı
veriler bulunmamakla birlikte tüberküloz plörezinin mutlaka daha üst sıralarda yer
alması ve bazı bölgelerde de mezotelyomanın daha üst sıraya çıkması gerektiği kabul
edilebilir. Ülkemizde yapılmış çalışmalarda plevral sıvıların en sık nedeni olarak,
çalışmaların çoğunda malign hastalıklar (%23-%51) saptanırken bazı çalışmalarda
tüberküloz plörezi ilk sırada, malign plevral sıvılar ise ikinci sırada olarak
bulunmuştur (21-29).
Tablo 2.2. ABD’de plevral efüzyon nedenlerinin yıllık insidansı
Neden Đnsidans
Konjestif kalp yetmezliği 500.000
Parapnömonik plörezi 300.000
Malign hastalıklar 200.000
Akciğer 60.000
Meme 50.000
Lenfoma 40.000
Diğer 50.000
Pulmoner emboli 150.000
Viral hastalıklar 100.000
Koroner arter bypass cerrahisi sonrası 60.000
Asitin eşlik ettiği siroz 50.000
Gastrointestinal hastalıklar 25.000
Kollojen vasküler hastalık 6.000
Tüberküloz 2.500
Asbest maruziyeti 2.000
Mezotelyoma 1.500
11
2.5. Plevral Efüzyon Belirti ve Bulguları
Hastaların şikayetleri sıvının kendisine bağlı olabileceği gibi, sıvıya neden olan
hastalığa bağlı da olabilir. Plevral sıvılı bir hasta sıvı miktarına göre üç kategoride
nitelendirilir:
1. Kostofrenik sinüsü kapatacak düzeyde sıvı; az miktarda sıvı
2. Hilus düzeyine ulaşacak kadar sıvı; orta miktarda sıvı
3. Hilus seviyesini geçen sıvı; masif plevral sıvı
Plevral efüzyonlu olguların semptomları, esas olarak sıvı birikimine neden olan
hastalıkla ilgilidir. Pek çok hastanın efüzyona bağlı hiçbir semptomu olmayabilir.
Semptomlar efüzyonla ilişkili ise plevranın inflamasyonu, pulmoner mekaniklerin
bozulması, gaz değişiminde bozulma veya nadir olarak da azalmış kardiyak output’a
bağlı olabilir.
Plevral efüzyonlu olgularda sık görülen semptomlar plöretik ağrı, nefes darlığı
ve öksürüktür. Ağrı plöretik tarzda veya künt bir ağrı şeklinde hissedilebilir. Sıvı
miktarının artmasıyla ağrı azalabilir. Plevral efüzyon ile ilişkili plöretik ağrı, visseral
plevranın ağrı lifleri olmadığından pariyetal plevranın inflamasyonunu gösterir.
Đnterkostal sinirlerle innerve olan pariyetal plevradan kaynaklanan ağrı, göğüs
duvarında inflamasyonlu bölge üzerinde hissedilir. Ancak bazen hasta ağrıyı karında
hissedebilir, diyafram kubbesini örten plevranın inflamasyonunda ise ağrı omuzda
hissedilir.
Plevral efüzyonda ikinci bir semptom prodüktif olmayan öksürüktür. Her ne
kadar plevral inflamasyona bağlı olabilirse de, öksürüğü ortaya çıkaran mekanizma
açık değildir. Sıvının akciğere bası yapması, bronş duvarına temas nedeniyle öksürük
refleksini uyarabilir. Plevral efüzyonu olan hastalarda, sık görülen diğer bir semptom
dispnedir. Sıvı, orta miktarda veya daha fazla ise restriktif tipte solunum fonksiyon
kaybı yaparak nefes darlığı yakınmasına yol açabilir.
Plevral efüzyonlu olguların fizik muayenesinde, sıvı miktarı ile ilgili patolojik
bulgular saptanabilir. Sıvı miktarı 300 ml’den az olduğunda fizik muayene bulgusu
yoktur. Fizik muayenede, özellikle hemitoraksların boyutlarına ve interkostal
aralıklara dikkat edilmelidir. Birçok hastada, hemitorakslar eşittir ve interkostal
aralıklar normaldir. Fizik muayenede eğer sıvı miktarı 300 ml’den fazla ise
12
hemitoraksın solunuma az katıldığı görülür. Eğer plevral basınç, sıvı olan tarafta
arttıysa, o hemitoraks daha genişleyecek ve interkostal aralıkların konkavitesi
kaybolacak, hatta konveksleşecektir. Aksine, eğer efüzyon olan hemitoraksta büyük
bir bronşun obstrüksiyonu ya da sıkışan akciğer gibi nedenlerle plevral basınç
azalırsa o taraf daha küçülecek ve interkostal aralıkların konkavitesi daha abartılı
hale gelecektir. Ayrıca bu durumdaki hastalarda inspiratuar efor ile interkostal
aralıkta retraksiyon görülebilir. Göğüsün palpasyonunda hastalıklı tarafta solunuma
katılım (ekspansiyon) azalmıştır. Plevral sıvı tarafında vibrasyon torasik yoktur veya
akciğerden yayılan vibrasyonları sıvı absorbe ettiğinden azalmıştır. Perküsyonda
matite olması ve dinlemekle aynı tarafta solunum seslerinin azalmış olması beklenir.
Plevrada toplanan sıvının akciğeri alttan itmesiyle o bölgedeki alveoller kollabe olur,
ancak daha rijid yapılar olan bronşlar açık kalır. Buna rölaksasyon atelektazisi adı
verilir. Böylece plevra sıvısının üst sınırında bronşial ses duyulabilir.
Plevral efüzyonların radyolojik görünümü, tetkik esnasında hastanın
pozisyonuna, sıvının serbest veya loküle olmasına ve miktarına göre değişir.
Konvansiyonel radyografi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi, plevral
efüzyonların saptanmasında kullanılan görüntüleme yöntemleridir. Đlk başvurulan
görüntüleme yöntemi posteroanterior (PA) ve lateral göğüs radyografisidir. Đlave
olarak lateral dekübitus pozisyonunda radyografiler alınabilir. Özellikle az miktarda
plevra sıvısı olan vakaların tanısında lateral dekübitus pozisyonunda alınan grafiler,
PA ve lateral radyografilerden daha duyarlıdır. 5-10 mL gibi çok az miktarda
sıvıların bu grafilerle saptanabildiği bildirilmiştir (30). Plevra sıvısı başlangıçta
akciğerin alt yüzeyi ile hemidiyafragma arasında toplanır. Subpulmoner plevral
boşluktaki sıvı belli bir miktara ulaşınca önce posterior, daha sonra lateral
kostofrenik sinüsü kapatır. PA radyografilerde plevral boşlukta sıvı birikmesine bağlı
ilk bulgu kostofrenik sinüslerde küntleşmedir. Lateral kostofrenik sinüste
küntleşmenin görülebilmesi için en az 175 mL sıvının birikmesi gereklidir. Sıvı
miktarı arttıkça hemidiyafragma ve sinüslerin konturları silinir. Plevral sıvı X-ışınını
büyük miktarda tuttuğu ve geçirmediği için standart akciğer grafilerinde radyoopak
görünüm verir. Plevral sıvının toplandığı alanda, komşu yapıları silen tam bir
radyoopasite vardır. Sıvı miktarındaki artışa bağlı diafragma ve kalp kenarını silen
homojen gölge koyuluğu olabilir. Masif plevra sıvıları kalbin konturunun
13
silinmesine, mediastende karşı tarafa itilmeye yol açar. Plevra sıvısı masif olmasına
rağmen akciğer parankiminde kollaps gelişmişse mediasten orta hatta izlenir. Santral
hava yollarında tıkayıcı lezyonlara bağlı gelişen kollaps ile beraber plevral sıvısı
bulunan vakalarda mediastende karşı tarafa itilme izlenmez. Plevral malign
mezotelyoma ve plevranın malign tümörlerle invaze olduğu durumlarda da masif
sıvıya rağmen mediasten orta hattadır (31). Plevra sıvısı interlober fissürlere
uzanabilir. Sıvı fissür içinde loküle ise PA grafilerde yuvarlak veya oval şekilli
düzgün konturlu nodül veya kitle şeklinde görülür. Ancak lateral radyografiler ile
fissür içinde loküle sıvı tanısını koymak kolaydır. Sıvının loküle olması durumunda
göğüs duvarına dayalı homojen gölge koyuluğu görülebilir (13,32). Plevral sıvı
bazen subpulmoner bölgede toplanır. Bu durumda göğüs grafisinde kostofrenik sinüs
keskin dar açı şeklini korur ve sanki diyafram yükselmiş gibi görünür. Subpulmoner
sıvı şüphesinde, lateral dekübit grafisi ve ultrasonografi ie doğru tanıya ulaşılabilir.
Konvansiyonel radyografilerde izlenen bulguları doğrulamak veya
izlenemeyen olası bulguları saptamak açısından ultrasonografi veya bilgisayarlı
tomografi (BT) incelemesi tercih edilir. Đleri inceleme amacıyla başvurulan bu
radyolojik yöntemlerin seçimi klinik ve radyografik bulgulara göre yapılır. Yüksek
çözünürlüklü BT incelemelerinin (YÇBT) plevra hastalıklarında tanı açısından
kullanımı anlamsızdır.
Ultrasonografi, X ışını içermeyen, invazif olmayan ve kolaylıkla uygulanabilen
bir görüntüleme yöntemidir. Ultrasonografi, yatan hastalarda da kolaylıkla
uygulanabilir. Temel olarak plevral boşlukta serbest veya lokülasyon gösteren sıvının
saptanmasında, sıvı ile kalınlaşmanın ayrımında, çok az miktarda pevral sıvı tayini,
pnömotoraks şüphesi, loküle-ankiste sıvı tayini, ampiyem ayrımı ve torasentez, sıvı
drenajı, tüp yerleştirimi ve plevral biyopsi amacıyla lokalizasyonu göstermede
faydalı bir yöntemdir. Transüda, anekoik yani plevra yaprakları arasında eko
içermeyen sıvı şeklinde görülür. Eksüda ise, transüda karakterli sıvılarda izlendiği
gibi, anekoik sıvı olarak görülebileceği gibi, septa içeren anekoik sıvı, septalı veya
septasız heterojen veya homojen ekojenik materyal içeren sıvı olarak da saptanabilir.
Ekojenik patern, sıvı içindeki eritrosit, inflamatuar hücreler, yağ veya hava
habbeciklerine bağlıdır. Bu nedenle hemorajik sıvı, ampiyem, şilotoraks genellikle
14
homojen ekojenik sıvılar şeklinde görülür. Sonografi ile hemorajik sıvı, ampiyem,
şilotoraks ayrımı yapılamaz.
Bilgisayarlı tomografi (BT), plevral sıvı tanı ve ayırıcı tanısında, patolojik
değişikliklerin komşu yapılarla ilişkisinin değerlendirilebilmesine ve ek patolojik
bulguların saptanmasına fırsat vermesi ile çok önemli katkılar sağlayabilir. Ayrıca,
diğer bir avantajı da iğne biyopsilerine yol göstericiliği yapabilmesidir. Plevra
hastalıklarında BT incelemesinin amacı, plevra ve parankim tutulumunu ayırt etmek,
gerek sıvı gerekse eşlik eden kitle lezyonlarında dansite değerlerine göre ayırıcı
tanıya katkıda bulunmaktır. BT’nin avantajı, mediastinal plevra da dahil olmak
üzere, plevranın tüm komponentlerinin kolaylıkla değerlendirilebilmesidir. Bu
nedenle plevrada lokal bir lezyon saptandığında ileri tetkik amacıyla yapılan BT
incelemesi sadece bu lezyona yönelik olmamalıdır. Eşlik edebilecek parankim veya
plevral anormalliklerin saptanabilmesi açısından toraks tümüyle görüntülenmelidir.
Đntravenöz kontrast madde uygulaması hem akciğer parankiminin, hem de plevranın
tutulduğu kompleks hastalıkların ayırıcı tanısında faydalıdır. Eksüda ile transüda
ayrımında intravenöz kontrast madde enjeksiyonundan sonra alınan BT kesitleri
faydalıdır. Plevrada kalınlaşma, plevral nodüller, lokülasyon gösteren sıvı,
inflamasyonun plevradan ekstraplevral yağlı dokuya yayılımı sonucu ekstraplevral
yağlı dokularda artmış dansite gibi özellikler ayırıcı tanıda faydalıdır. Bu bulgular
transüdada görülmez. Ampiyem ve hemorajik sıvıların dansitesi daha yüksektir.
Ampiyem, kalınlaşmış visseral ve pariyetal plevra yaprakları arasında düzgün keskin
kenarlı, loküle koleksiyonlar olarak izlenir. Kontrast madde enjeksiyonundan sonra
sıvıyı çevreleyen pariyetal ve visseral plevrada kontrast tutulumu, ekstraplevral yağlı
dokuda kalınlaşma ve yağlı doku içinde dansite artımı ampiyemde görülen diğer
özelliklerdir. Ayırıcı tanıda en önemli lezyon periferik yerleşimli apselerdir.
Plevra hastalıklarında manyetik rezonans (MR)’ın tanı değeri sınırlıdır (33,34).
Plevra sıvıları T1 ağırlıklı görüntülerde düşük sinyal intansitesi (hipointens), T2
ağırlıklı görüntülerde ise yüksek sinyal intansitesi (hiperintens) içerirler. MR ile
hemorajik sıvıları ayırt etmek mümkündür. Subakut ve kronik hemorajiler T1 ve
T2’de hiperintens sinyal özelliğindedir. Transüda ile hemorajik olmayan eksüdaların
ise MR sinyal özellikleri birbirine benzeyebilir. MR incelemesi, plevra tümörlerinde,
özellikle malign mezotelyomada göğüs duvarı, diyafragma gibi komşu dokulara
15
tümörün lokal yayılımının değerlendirilmesinde tercih edilen görüntüleme
yöntemidir. Plevranın fibröz tümörlerinde MR ile spesifik tanı koymak da
mümkündür (35).
2.6. Plevral Efüzyonlu Hastaya Yaklaşım
Muayene ve radyolojik değerlendirme ile plevral sıvı saptanan bir olguda ilk
verilmesi gereken karar tanısal torasentez endikasyonunun olup olmadığıdır. Plevral
sıvılı bir hastada iki durumda torasentez yapmaya gerek yoktur:
1. Plevral sıvının kalp yetmezliğine bağlı olduğunu gösteren tipik radyolojik
(bilateral plevral sıvı, kardiyotorasik indekste artış) ve klinik bulguların
varlığı
2. Az miktarda sıvı (lateral dekübit grafide 10 mm’den az kalınlık oluşturacak
kadar sıvı)
Plevral sıvının kalp yetmezliğine bağlı olduğu düşünülen ancak yan ağrısı, ateş
veya atipik radyolojik bulguların (asimetrik bilateral sıvı veya tek taraflı çok miktada
sıvı) bulunduğu hastalarda torasentez endikasyonu vardır.
Plevral efüzyonlu bir hastada ilk basamak sıvı biyokimyasına bakarak Light
Kriterleri’ne göre transuda eksüda ayrımı yapılmasıdır. Bu sayede olası tanılar
azaltılabilir (Tablo 2.3). Eğer sıvı eksüda ise sıvıya neden olan hastalığın tanısını
saptamaya yönelik ek testler yapılması gerekir. Sıvı transüda ise neden sistemik bir
patolojidir ve ek tanısal testlere gerek yoktur.
Light Kriterlerine göre:
• Plevral sıvı protein/serum protein oranı >0.5 veya
• Plevral sıvı LDH /serum LDH>0.6 veya
• Plevra LDH değerinin serum LDH değerinin 2/3’den fazla olması.
Kriterlerinden birisi varsa sıvı eksüda olarak sınıflandırılır.
Light kriterlerinin duyarlılığı oldukça yüksek, özgüllüğü ise kısmen daha
düşüktür (36). Transüdalı olguların yaklaşık %20-25’i eksüda tanısı alabilir. Ayrıca,
kalp yetmezliği veya başka bir nedene bağlı olarak diüretik tedavi alan hastalarda da
transüda niteliğindeki sıvı yanlışlıkla eksüda olarak değerlendirilebilir. Bu durumda,
serum-plevral sıvı albümin farkı veya serum-plevral sıvı protein farkına bakılmalıdır.
16
Bu fark kalp yetmezliğine bağlı transüda nitelikli plevral sıvılarda albümin için 1.2,
protein için ise 3 veya daha fazla olmalıdır. Son yıllarda sıvının eksüda/transüda
ayrımını Light kriterlerine göre daha yüksek özgüllükte yapabileceği öngörülen
kolesterol, alkalen fosfataz, bilirubin, ürik asit gibi birçok parametre çalışılmış ancak
bunların hiçbiri ile tek başına veya kombinasyon halinde Light kriterlerine göre daha
yüksek özgüllük saptanamamıştır.
Eksüdatif sıvılarda, sıvı nedenini saptamak amacıyla sıklıkla ek tanısal testler
yapılmaktadır. Bu test spektrumu, basit invaziv işlemler, karmaşık mikrobiyolojik
yöntemler, pahalı nükleer tıp çalışmaları ve ileri invaziv işlemleri içerebilir (Tablo
2.4). Bu testlerin hepsini aynı hastada yapmak gereksiz olup başlangıçta yapılacak
basit sıvı değerlendirmesi ve laboratuvar çalışmaları ile genel bir yaklaşım yapmak
ile sadece gerekli işlemlerin yapılması sağlanabilir.
Tanı konulamayan hastalarda plevra biopsisi ve torakoskopi invazif tanı
yöntemleri olarak kullanılabilir.
Bazı vakalarda plevral efüzyon etyolojisini belirlemek, klinisyenler ve hasta
için çok zor bir süreç olabilmektedir. Bu zorluk nedeniyle, plevral efüzyona yaklaşım
ile ilgili birçok rehber ve algoritma yayınlanmıştır (Tablo2.5) (13,37,38).
17
Tablo 2.3. Plevral efüzyon ayırıcı tanısı
Transüda Nedenleri Eksüda Nedenleri • Konjestif kalp yetmezliği
• Siroz
• Nefrotik sendrom
• Süperior vena kava obstrüksiyonu
• Ürinotoraks
• Periton dializi
• Glomerülonefrit
• Miksödem
• Pulmoner emboli
• Đnfeksiyonlar
• Neoplaziler
- Mezotelyoma
- Metastazlar
- Lenfoma
• Pulmoner emboli
• Gastrointestinal hastalıklar
- Pankreatit
- Özefagus perforasyonu
- Subdiyafragmatik abse
- Đntrahepatik/splenik abse
- Diyafragma hernileri
• Kalp hastalıkları
- Dressler sendromu
- Perikardial hastalıklar
• Jinekolojik hastalıklar
- Over hiperstimulasyonu
- Postpartum plevral efüzyon
- Meig’s sendrom
• Kollajen vasküler hastalıklar
• Đlaca bağlı
• Şilotoraks
• Sarkoidoz
• Üremi
• Benign asbestozis
18
Tablo 2.4. Eksüdatif plevral sıvı ayırıcı tanısında kullanılan ek tanısal test-işlemler
1. Plevral sıvı görünümü
2. Plevral sıvı glukoz seviyesi
3. Plevral sıvı amilaz seviyesi
4. Plevral sıvı Adenozin Deaminaz (ADA) seviyesi
5. Plevral sıvı hücre içeriği
6. Plevral sıvıda immünolojik testler
7. Plevral sıvıda tümör belirteçleri
8. Plevral sıvıda genetik analizler
9. Plevral sıvıda mikrobiyolojik tetkikler
10. Plevral sıvıda sitolojik analiz
Tablo 2.5. Plevral efüzyonlarda tanısal yaklaşım
1. Klinik (Öykü, fizik muayene)
2. Radyoloji (Konvansiyonel grafiler, ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi)
3. Torasentez (Plevral sıvı analizi)
4. Plevra iğne biyopsisi
5. Bronkoskopi
6. Torakoskopi
7. Torakotomi (Açık plevra biyopsisi)
2.7. Parapnömonik Efüzyon ve Ampiyem
Parapnömonik efüzyon (PPE) tüberküloz dışı her türlü akciğer infeksiyonuna
(pnömoni, enfekte bronşektazi ve akciğer absesi) sekonder gelişen efüzyonlara
verilen addır. PPE, pnömoninin en iyi bilinen komplikasyonlarından birisidir. Oran,
sorumlu etkene bağlı olmakla birlikte (Tablo 2.6), bakteriyel pnömonilerin %40’ında
PPE gelişir. Birçok ülkede eksüdatif sıvıların en sık nedeni olan PPE tüm plevral
sıvıların da yaklaşık üçte birini oluşturur. Sadece pnömonili hastalara oranla,
pnömoni ve plevral efüzyonlu hastalarda morbitide ve mortalite daha yüksektir.
Toplumda gelişen pnömonili hastaları içeren bir çalışmada, bilateral plevral
19
efüzyonlu hastalarda, mortalitenin efüzyonu olmayan hastalara göre 7 kat, tek taraflı
efüzyonlu hastalarda ise 3.5 kat daha yüksek olduğu saptanmıştır (39).
Ampiyem, Yunanca bir sözcüktür. Plevral boşlukta püy olması anlamına gelir.
Ampiyemlerin en sık nedeni bakteriyel pnömonilerdir. Göğüs cerrahisi, toraks
travmaları, diyafram altındaki infeksiyonların transdiyafragmatik yayılımları,
septisemiler diğer nedenleridir (20,40). PPE tüm ampiyemlerin yaklaşık %60’ından
sorumlu iken, hastaların yaklaşık %20’sinde neden göğüs cerrahisi, geri kalan
%20’sinde de torasik travma, özefagus perforasyonu, torasentez ve subdiyafragmatik
infeksiyondur. Penisilin öncesi dönemde pnömokokal pnömonili olguların seyrinde
%10-20 oranında ampiyem geliştiği gözlenmiştir. 1938-1952 yılları arasında 21 000
akciğer infeksiyonlu olgunun incelenmesinde, antibiyotik tedavisi sonrası dönemde
pulmoner parankim ile ilgili infeksiyonların sıklığında çok küçük değişikliklerin
olmasına karşın ampiyem sıklığının dramatik azaldığı saptanmıştır.
Parapnömonik efüzyonlar, parankimal inflamasyonun visseral plevraya
ulaşması ve plevral kapillerlerde endotel inflamasyonuna ve permeabilite artışına yol
açması ile ortaya çıkar. Kapiller permeabilite artışı nedeniyle eksüda niteliğinde olan
plevral sıvı başlangıçta plevral lenfatikler tarafından uzaklaştırılır ve giderek
lenfatiklerin uzaklaştırma kapasitesini aşan plevral sıvı birikmeye başlar.
Tablo 2.6. Değişik pnömonilerde etken bakteriye göre plevral sıvı oluşma oranı
Etken Plevral sıvı oranı (%)
S.pneumoniae
Anaeroblar
S.aureus
E.coli
Pseudomonas
K. pneumoniae
H.influenzae
Legionella spp
40-60
35
40
40
50
10
45
30-50
Parapnömonik efüzyon gelişimi 3 aşamada incelenebilir. Birinci aşama
eksüdasyon aşamasıdır. Đnfeksiyon nedeniyle intersitisyumda oluşan sıvı visseral
20
plevra aracılığıyla plevra boşluğuna geçer. Bu aşamada sıvı az miktardadır, sterildir,
eksüda niteliğindedir, lökosit sayısı azdır, LDH düşüktür, şeker normal
düzeylerdedir, pH 7.30’dan daha yüksektir, bakteri varlığı gram boyamada ya da
kültürde gösterilemez. “Komplike olmamış parapnömonik plevral efüzyon” olarak
isimlendirilen bu eksüdatif dönemde doğru antibiyotik tedavisi uygulanabilirse sıvı
rezorbe olur, tüp torakostomi ya da başka bir ek girişime gerek kalmaz. Đkinci aşama
fibropürülan aşama olarak adlandırılır. Uygun tedavi almayan hastalarda görülür.
Mikroorganizma plevra boşluğuna geçer. Nötrofiller hızla çoğalır, interlökin-8 ve
tümör nekrozis faktör-α gibi kemotaktik faktörler inflamasyonun şiddetlenmesi
sürecinde önemli rol oynarlar. Bu aşamadan sonra bakteriyel çoğalma ve buna karşı
gelişen savunma mekanizmaları sonucunda hücrelerce glukoz kullanımı artar. Bunun
sonucunda sıvıda glukoz değerleri düşer. Glukoz kullanımı sonucunda ortaya çıkan
CO2 nedeniyle sıvı pH değerleri düşer. Beyaz küre ve LDH değerleri artar. Fibrin
birikimi başlar. Zamanla sıvı loküle olabilir. Bu lokülasyonlar bir yandan ampiyemin
tüm plevra boşluğuna yayılmasını engeller ancak diğer taraftan akciğer
ekspansiyonunu önler. Bu aşamada da hala verilen tedavi uygun değilse
organizasyon dönemi gelişir. Fibrolastlar çoğalır ve plevra yüzeyinde elastik
olmayan bir zar oluşumuna neden olur. Plevral yüzeylerdeki ve sıvıdaki yoğun fibrin
aktivitesi yer yer plevral yaprakların yapışmasına yol açar ve multipl poşlar
gelişebilir. Hızla tedavi edilmez ve drene edilmezse cilde drene olarak ampiyema
necessitiatis veya bronş ağacına açılarak bronkoplöral fistül gibi ciddi
komplikasyonlar gelişebilir.
Parapnömonik efüzyon ve ampiyem bakteriyolojisi yıllar içinde farklılık
göstermiştir. Antibiyotik öncesi dönemde pnömokok ve diğer streptokok türleri daha
sık izole edilirken, penisilinlerin kullanılmasıyla beraber S. aureus ve gram negatif
basillerin görülme sıklığı artmıştır. Kültür tekniklerindeki gelişmelere ve
anaerobların öneminin anlaşılmasıyla beraber özel olarak anaerob kültürlerinin
yapılmasıyla da anaerobların izolasyonu artmaktadır. Yapılan çalışmalarda değişik
oranlar olmakla beraber S. pneumoniae en sık gram pozitif patojendir. Gram
negatifler içinde E. coli en sıktır. Klebsiella, Pseudomonas ve H. influenza diğer
gram negatif patojenlerdir. Anaeroblar içinde ise Fusobaktreium, Bakteroides,
Prevotella ve Peptosptreptokok en sık patojenlerdir. Bunların dışında Actinomyces
21
spp, Nocardia spp veya başta Aspergillus olmak üzere fungal ajanlara bağlı olarak da
efüzyon geliştiği bildirilmiştir (41). Yakın zamandaki komplike PPE’li hastaların
bakteriyolojisi ile ilgili en geniş verilerin yer aldığı çalışmada, 434 hastanın
250’sinde (%58) gram boyamanın pozitif olduğu, kültürde 151 hastada (%35) tek
aerobik etkenin, 29 hastada (%7) tek anaerobik etkenin ve 52 hastada (% 12) birden
fazla etkenin ürediği saptanmıştır (42). Aynı çalışmada 404 hastada moleküler
mikrobiyololojik analiz yapılmış ve toplam 320 hastada (%74) mikrobiyolojik tanıya
ulaşılmış. En sık sorumlu etkenler olarak, toplumda gelişen pnömonili hastalarda, S.
intermedius-anginosus-constellatus (milleri) grubu (80), S.pneumoinae (70), diğer
streptokoklar (25), S.aureus (34), gram negatifler (29) ve anaeroblar (67), hastanede
gelişen pnömonili hastalarda ise S.aureus (21, 15’i metisilin dirençli S.aureus)
bulunmuş.
Genel olarak tedaviye başlanılmasında geç kalınmış veya yetersiz tedavi
edilmiş parapnömonik efüzyonlar komplike hale veya ampiyeme dönüşebildiğinden
PPE’ye neden olan tüm etkenler ampiyem nedeni olarak alınabilir. Parapnömonik
komplike olmamış efüzyonlardan farklı olarak ampiyemlerin %70’inden fazlasında
birden fazla etken sorumludur. Ampiyeme yol açan bakterilerin nitelikleri,
antibiyotik öncesi ve sonrası dönemlerde önemli farklılıklar göstermiştir. Antibiyotik
öncesi dönemde ampiyemli olguların %60-70’inde S. pneumoniae, %10-15’inde A
grubu β hemolitik streptokoklar ve %8’inde de S. aureus saptandığı bildirilmiştir.
Penisilinin ilk yıllarını oluşturan 1940-1960 yıllarında ampiyemli hastaların %30-
60’ında etken izole edilememiştir. Anaerobik kültürün nadiren kullanıldığı bu
dönemde, üreme saptanan olguların %5-10’unda S. pneumoniae, %5-10’unda S.
aureus ve %30-60’ında koliform basiller izole edilmiştir. Son yıllardaki yayınlar ise
ampiyemlerin anaerobik ve aerobik bakterilerle oluşan polimikrobik doğasını ortaya
koymaktadır. Pnömoninin toplum ya da hastane kökenli oluşuna göre etkenlerin
niteliği değişmektedir. S. pneumoniae, S. aureus ve gram negatif bakteriler sıklıkla
izole edilen bakterilerdir (43). Ülkemizden yapılan bir araştırmada üniversite göğüs
hastalıkları kliniğinde izlenen 134 ampiyem olgusunun %60’ında etken izole
edilememiş, %20’sinde P. aeruginosa ve E. coli gibi gram negatif bakteriler
saptanırken S. aureus %3, S. pneumoniae %1 oranında üretilebilmiştir (44). Yüz
yirmi olgunun değerlendirildiği bir cerrahi kliniğinde ise en sık saptanan etken %42
22
oranıyla S. aureus’tur (45). Üniteler arasındaki ve uluslararası deneyimden oldukça
farklı olan veriler anaerobik kültür olanakları, uzamış ampiyem sürecinde eklenen
sekonder bakteriler, cerrahi kliniklerde postoperatif ampiyemlerin de serilerde yer
alması ile açıklanabilir (46).
2.8. Klinik
Parapnömonik efüzyon, pnömoninin klinik tablosunu çok fazla değiştirmez.
Ateş, öksürük ve balgam önemli klinik bulgulardır Pnömoni tablosuna sadece plevral
sıvı varlığının katkıları olabilir. Erken dönemde plöretik ağrı, daha sonra göğüste
pnömonili tarafta göğüste sıkıntı, baskı, sıvı fazla ise nefes darlığı gelişir. Fizik
muayene bulguları plevral efüzyon bulgularına benzer. Anaerobik etkenlerle gelişmiş
akciğer infeksiyonları ve PPE’li hastalarda genellikle, ağız hijyeni bozukluğu, alkol
alımı, ilaç alımı veya diğer bilinç bozukluğuna yol açan durumlar gibi anaerobik
infeksiyonların bilinen kolaylaştırıcı faktörleri vardır. Anaerobik bakteriyel
infeksiyonlu hastalar genellikle subakut bir tablo ile başvururken, aerobik bakteriyel
pnömonili hastalarda sıklıkla akut bir tablo söz konusudur. Klinik bulgular ve fizik
muayene bulgularıyla parapnömonik plevral efüzyonu ampiyemden ayırmak olası
değildir. Ayırımda altın anahtar plevral ponksiyondur. Ayırıcı tanıda, eksüda
niteliğindeki plevral efüzyona neden olan durumlar akla getirilmelidir: pulmoner
emboli, kollajen vasküler hastalıklar, tüberküloz, viral infeksiyonlar, fungal
infeksiyonlar, postkardiyak hasarlanma sendromu, ilaç akciğeri, malign efüzyonlar,
konjestif kalp yetmezliği (psödo-eksüda), subfrenik apse ve pankreatite bağlı
transdiyafragmatik geçiş düşünülmelidir.
2.9. Tanı
Parapnömonik efüzyon, standart grafilerde parankim infiltrasyonu varsa tipik
klinik bulgularla kolayca akla gelebilir. Ancak parankimin gözlenemediği olgularda
tek bulgu plevral sıvı görünümüdür. Efüzyon ile infiltrasyon ayırımının kolaylıkla
yapılamadığı hastalarda dekubitus, lateral ve trandelenburg grafilerde serbest sıvının
varlığı gösterilebilir. Ampiyemli hastalarda ise çoğunlukla ankiste efüzyon bulunur.
23
Ultrasonografi, az miktardaki sıvılarda torasentez yerinin belirlenmesi dışında sıvının
natürü hakkında da ek bilgi sağlar. Transüda karakterindeki sıvıların ultrason
görüntüsü anekoiktir, ancak eksüda karakterindeki sıvıların da anekoik olabileceği
unutulmamalıdır. Ekojenik veya septalı sıvılar hemen her zaman eksüda
karakterindedir. Hemorajik efüzyonlarda ve ampiyemde ise sıvı ekojenitesi çok
artmış olarak görülür. Ampiyemli hastaların tamamında, PPE’li hastaların yaklaşık %
50 kadarında BT’de pariyetal plevra kalınlaşmış olarak görülür.
Plevral efüzyon saptanan olgularda temel tanı basamağı plevral ponksiyonla
sıvı örneği almaktır. Az miktarda plevral sıvı varlığında lateral dekübitüs grafisi
yardımcı olacaktır. Lateral dekübitüs grafisinde 10 mm’yi aşan homojen opasite,
ponksiyonla alınabilecek miktarda sıvının varlığını yansıtır.
Sıvının LDH, pH, protein, glukoz, sitolojik incelemesi, lökosit sayısı, gram
boyaması, aerobik ve anaerobik kültürü gereklidir. Plevra sıvısı eksüda
niteliğindedir. Sıvı LDH düzeyi daima yüksektir, glukoz ve pH içeriği PPE seyrine
göre düşer. Parapnömonik effüzyonların seyrinde sıvı pH’sı glukoz seviyesinden
daha önce düşer böylelikle pH parapnömonik effüzyonlarda daha önemli bir
belirteçtir, ancak, Proteus tarafından oluşturulan komplike parapnömonik
effüzyonlarda Proteus tarafından amonyak üretilmesi nedeni ile plevral sıvı pH’sı
yüksek olur. Özellikle loküle efüzyonlarda farklı pH değerleri ölçülebilir. Maskell ve
arkadaşları 2 veya daha fazla lokülasyonu olan bölgelerde pH ölçmüşler ve farklı
değerleri bulmuşlardır (47).
Plevral efüzyonda 60 mg altında saptanan glukoz düzeyi komplike
parapnömonik plevral efüzyon ve malignitelerde saptanabilir. Plevral sıvıda düşük
glukoz düzeyine hemotoraks, tüberküloz, romatoid artrit, Churg-Strauss sendromu,
paragonomiazis ve sistemik lupus eritematozus da neden olabilir. LDH düzeyi
plevral inflamasyonla paralellik gösterir. Yinelenen ponksiyonlarda LDH artışı
inflamasyonun sürdüğünü ve ileri inceleme gerekliliğini ortaya koyarken; sıvı LDH
düzeylerinde düşme eğilimi klinik düzelmeyi yansıtır ve invaziv girişimlerin
ertelenebileceğini vurgular. Sıvı, genel olarak başlangıç döneminde seroanginöz bir
görüntü verir. Ancak sorun ilerliyorsa çok miktardaki polimorfonükleer lökositler
nedeni ile sıvı görünümü bulanıklaşır. Plevral sıvıda nötrofillerin egemen oluşu,
plevrayı etkileyen akut bir sürecin varlığını yansıtır. En sık nedeni parapnömonik
24
plevral efüzyondur. Pulmoner emboli, pankreatit, maligniteler ve tüberküloz, plevral
sıvıdaki hücrelerin %50’den çoğunu nötrofillerin oluşturmasına neden olabilen diğer
nedenlerdir. Plevral sıvının nötrofil sayısı ya da protein içeriği, parapnömonik
plörezilerde komplike olmamış sıvıları komplike sıvılardan ayırmaya yardımcı
olamaz; ayırımda sıvının biyokimyasal parametreleri kullanılır. Plevral sıvı kültürü,
temel tanısal işlemlerden birisidir ancak önemli püf noktası sıvı kültürünün yatak
başında ve hemokültür şişesine yapılmasıdır. Etken üretme şansı sorumlu etkene göre
değişir, ancak genel olarak düşüktür.
2.10. Tedavi
Temel tedavi seçenekleri antibiyotik seçimi, destek tedavisi, tüp torakostomi,
fibrinolitik tedavi, dekortikasyon ya da açık drenajdır. Çoğu kez bu seçenekler bir
arada birbirini tamamlayacak şekilde uygulanır. Tablo 2.7’de kötü prognostik
faktörler gösterilmiştir.
American College of Chest Physicians (ACCP) tarafından 2000 yılında
yayınlanan “parapnömonik efüzyonların tıbbi ve cerrahi tedavisi” isimli uzlaşı
raporunda hastalar 4 risk grubunda toplanmıştır (Şekil 2.2) (48). Hastalar
gruplanırken plevral anatomi bulguları, gram boyama ve kültürde üreme olup
olmaması, sıvı biyokimyası temel alınmıştır.
Tablo 2.7. Parapnömonik efüzyon ve ampiyemde kötü prognostik faktörler
• Plevral boşlukta püy olması,
• Plevral sıvı gram boyamada pozitiflik,
• Plevral sıvı glukoz düzeyi 40mg/dl altında olması,
• Plevral sıvı kültür pozitifliği,
• Plevral sıvı pH<7,0
• Plevral sıvı LDH >3x normal serum üst limiti
• Plevral sıvının loküle olması
25
Şekil 2.2. Parapnömonik efüzyonda hasta gruplamaları ve tedavi yaklaşımı
Light ise yine ACCP’nin kılavuzunda hasta gruplandırmasında kullanılan
kriterleri temel alarak PPE ve ampiyemli hastaları, tanı ve tedavi yaklaşımı
açısından yedi grupta toplamıştır (Tablo 2.8) (49).
26
Tablo 2.8. Parapnömonik plevral efüzyon ve ampiyemde tanı ve tedavi yaklaşımı
Tanı Tanısal kriterler Tedavi
Önemsiz, spesifik
olmayan efüzyon
Az miktarda (dekübitus
grafisinde 10 mm’den daha az)
Antibiyotik, torasentez
genellikle gereksiz
Parapnömonik efüzyon Dekübitus grafisinde 10 mm’den
daha fazla sıvı
Antibiyotik, torasentez
Sınırda komplike
parapnömonik efüzyon
pH 7-7.2 ve/veya
LDH>1000IU/L, glukoz<40
mg/dl, gram boya ve kültür
negatif
Antibiyotik, sık torasentez,
tüp torakostomi bazen
gerekli olabilir
Basit komplike
parapnömonik efüzyon
pH<7 ve/veya glukoz<40 mg/dl
ve/veya gram boya veya kültür
pozitif
Antibiyotik ve tüp
torakostomi
Kompleks komplike
parapnömonik efüzyon
Yukarıdaki kriterlere ek olarak
multipl lokülasyonlar
Antibiyotik, tüp torakostomi
ve fibrinolitik tedavi
Basit ampiyem Cerahat (pü), serbest sıvı yada
tek lokulus halinde sıvı
Antibiyotik, tüp
torakostomi±dekortikasyon
Komplike ampiyem Cerahat, multipl lokülasyonlar Antibiyotik, tüp torakostomi
ve fibrinolitikler,
torakoskopi veya
dekortikasyon
2.10.1. Antibiyotik
Tedavinin temelidir. Antibiyotik seçimi pnömoninin toplum kökenli ya da
hastane kökenli oluşuna göre belirlenir. Tanı konulduğu anda kültür ve antibiyogram
sonuçları beklenmeden tedaviye başlanmalıdır. Uygun olmayan veya gecikmiş
antibiyotik tedavisi PPE seyrindeki kötü gidişin temel nedenidir. Ampirik tedavi
intravenöz olarak uygulanmalıdır. Plevral sıvının gram boyasında, aerobik ve
anaerobik kültüründe bakteri ürerse antibiyograma göre ampirik olarak başlanmış
olan antibiyotikler gerekirse değiştirilir. Kötü kokulu plevral sıvılarda tedaviye
anaeroblara etkili antibiyotikler eklenmelidir. Antibiyotiklerin plevral boşluğa
ulaşmaları, penetrasyonları çok iyidir, bu nedenle plevral kateter içerisinden
27
antibiyotik verilmesine gerek yoktur. Ancak diğer antibiyotiklere oranla
aminoglikozitlerin, bazı β-laktam antibiyotiklerin düşük pH, yoğun cerahat varlığı ve
β-laktamazlar nedeniyle inaktive olabilecekleri bilinmelidir. Toplumda gelişen PPE
veya ampiyemde önerilen tedavi, bir β-laktam (sefotaksim, seftriakson) ve
metronidazol veya β-laktamaz inhibitörlü bir β-laktam (amoksisilin-klavulanat,
ampisilin-sulbaktam)’dır (50). Hem penisilin hem de sefalosporinlere allerjisi olan
hastalarda siprofloksasin ve klindamisin kombinasyonu etkili olabilir. Hastanede
gelişen veya toplumda gelişen ağır PPE veya ampiyemde tedavi seçimi gram pozitif
ve negatif aeroblar ve anaeroblara yönelik olmalıdır. Önerilen tedavi,
antipsödomonal bir β-laktam (sefepim) ve metronidazol veya β-laktamaz inhibitörlü
antipsödomonal bir β-laktam (piperasilin-tazobaktam) veya antipsödomonal
karbapenem (imipenem, meropenem) ile birlikte antipsödomonal florokinolon
(siproflokasisin, levofloksasin) şeklindedir (50-52). Metisilin dirençli S.aureus’u da
içeren antistafilokoksik bir ajan (vankomisin, linezolid) sıklıkla gerekir (50).
Antibiyotik tedavisinin süresini klinik gidiş belirleyecektir. Antibiyotikleri
kesebilmek için hastanın ateşinin düşmesi, lökosit sayısının normale inmesi, grafide
akciğerin tam ya da tama yakın ekspanse olması, tüp torakostomiden gelen sıvının
debisinin günde 50 mL’nin altına inmesi beklenmelidir.
2.10.2. Tüp Torakostomi
Parapnömonik efüzyon tanılı bir hastada ateş ve lökositozun devam etmesi,
akciger grafisinde hava-sıvı seviyesinin saptanması, hemitoraksın %40’ından
fazlasını kaplayan plevral sıvı varlığı, toraks ultrasonografide septasyonlar, fibrin
bantlar ve debris saptanması, BT’de ekstraplevral subkostal dokuların kalınlaşması,
ekstraplevral yağ attenüasyonunun artması, plevra yapraklarının kalınlaştığının
belirlenmesi yeterli drenaj olmadığının bulgularıdır. Plevral aralıkta cerahat
toplanması, sıvının biyokimyasal analizlerinde pH <7.20, LDH >1000 U/dL ve
glukoz <40 mg/dL olması tüp endikasyonları olarak belirtilmektedir. pH’nın sınırda
olduğu olgularda sık aralıklarla sıvı incelemesi yapılması ve düşme eğilimi varsa tüp
takılması önerilmektedir (40,53). Tüpün çıkarılabilmesi için hastanın semptom ve
bulgularının en az 7 günden beri kontrol altında olması, günlük gelen sıvı miktarının
28
50 mL’den az olması, akciğerin tam ya da tama yakın ekspansiyonu ve eğer
bronkoplevral fistül varsa bunun iyileşmiş olması gereklidir.
2.10.3. Fibrinolitik Tedavi
Günümüzde intraplevral fibrinolitik ajan uygulaması, özellikle tüp torakostomi
ile drenaj ve antibiyoterapinin yeterli olmadığı loküle plevral efüzyon ve
ampiyemlerin tedavisinde önerilmektedir (54-56). Đntraplevral fibrinolitik tedavinin
temel endikasyonu komplike olgulardaki multipl lokülasyonlar arasındaki fibrin
bantları açarak tek boşluk oluşturarak drenajı sağlamaktır. Parapnömonik efüzyon
tedavisinde fibrinolitik ajan uygulamasının fibrozisin henüz gelişmediği erken
dönemde yapılmasının daha etkili olduğu da bildirilmiştir (54). Bu nedenle tüp
drenaj ve antibiyoterapinin yeterli olmadığı PPE’de olabildiğince erken dönemde
fibrinolitik ajan uygulaması yapılmalıdır. Özellikle şikayetleri yeni başlamış (< 2
hafta) yani erken evre olgularda fibrinolitik tedavinin faydalı olma ihtimali daha
yüksek gibi görünmektedir.
Đntraplevral fibrinolitik ajan uygulaması, 100 mL serum fizyolojik içerisinde
250.000 U streptokinaz veya 100.000 U ürokinaz’ın tüp içerisinden verilip,
fibrinolitik ajanın fibrin membranlarını eritmesi için tüp klampe vaziyette 2-4 saat
beklenerek yapılır. Uygulama genellikle günde 1 kez olmak koşulu ile 10-14 gün
yapılabilir. Göğüs tüpünden drene olan sıvı miktarının artması uygulanan tedavinin
etkinliğinin en önemli göstergesidir. Her iki ajanın etkinliği arasında fark yoktur ve
sistemik koagülasyon üzerine etkileri de gösterilmemiştir (57). Streptokoklardan elde
edilen bir bakteriyel protein olan streptokinaz, plasminojen ile birleşerek kompleks
oluşturup antikor oluşmasına yol açabildiğinden, tekrarlanan uygulamalarda allerjik
bir cevap gelişebilir. Bununla birlikte intraplevral fibrinolitik ajan uygulamasına
bağlı yan etkiler nadir olup güvenli bir işlem olarak kabul edilmektedir.
2.10.4. Terapötik Torakoskopi
Antibiyoterapi, tüp torakostomi ve intraplevral fibrinolitik ajan uygulamasına
rağmen düzelmeyen komplike parapnömonik efüzyon ve ampiyem tedavisinde bir
29
sonraki aşama terapötik torakoskopidir. Torakoskop ile plevra boşluğu içerisindeki
cepcikler parçalanarak drenaj sağlanır ve torakoskop rehberliğinde göğüs tüpü
optimal pozisyonda yerleştirilir (58). Ancak terapötik torakoskopi erken dönemde
yapıldığında daha başarılıdır, geç dönemde ise torakoskop ile debridman genellikle
mümkün olmaz ve dekortikasyon için torakotomi gerekir (59). Tüp torakostomi +
fibrinolitik tedavisi ile erken dönemde ilk tedavi seçeneği olarak tüp torakostomi ile
eş zamanlı yapılan torakoskopinin etkinliğini kıyaslayan küçük olgu sayılı bir grupta
erken torakoskopi yapılmasının tüp süresini ve hastanede kalış süresini kısalttığı,
hastane maliyetini azalttığı bildirilmiştir (60).
2.10.5. Torakotomi ve Dekortikasyon
Tüp drenajı, fibrinolitik tedavi ve torakoskopiden yarar görmeyen hastalarda
bir sonraki aşama torakotomi ve dekortikasyon işlemidir. Dekortikasyon ile visseral
plevradaki fibröz doku ve plevra boşluğundaki pü tamamen temizlenebilir. Akciğer
fonksiyonlarında kısıtlamaya yol açan plevra kalınlaşması zaman içerisinde
kendiliğinden gerileyebileceğinden erken dekortikasyon sadece diğer yöntemlerle
infeksiyonun kontrol altına alınamadığı olgularda uygulanmalıdır (50). Đnfeksiyonun
kontrol altına alınmasına karşın aylarca gerilemeyen ve akciğer fonksiyonlarındaki
kısıtlamanın hasta için zararlı olmaya başladığı durumlarda geç dönemde de
dekortikasyon yapılabilir (61).
2.10.6. Açık Drenaj
Tüp torakostomi, antibiyoterapi ve intraplevral fibrinolitik ajan uygulamasına
cevap vermeyen komplike parapnömonik plörezi veya ampiyemli genel durumu
bozuk veya genel anesteziyi ve dekortikasyon için yapılacak torakotomiyi tolere
edemeyecek hastalarda uygulanabilecek bir yöntemdir. Kot rezeksiyonu ile birlikte
geniş çaplı tüp yerleştirilmesi veya deri ve kaslardan flap oluşturulması ile iki şekilde
yapılabilir. Tüp torakostomi ile drenaja en önemli üstünlüğü hastanın daha rahat
hareket edebilmesidir. Đyileşme aylarca sürebilir.
30
2.11. Prokalsitonin
Prokalsitonin (PCT) moleküler ağırlığı yaklaşık 13 kDa olan, 116 aminoasid
içeren bir polipeptiddir (Şekil 2.3) (62). Đlk kez 1989 yılında tanımlanmış,
infeksiyonda kan düzeyinin artış gösterdiği Assicot ve arkadaşları tarafından yapılan
çalışmada gösterilmiştir (63).
Şekil 2.3. Prokalsitoninin aminoasid dizilişi
Prokalsitonin, tiroid bezinde üretilen ve 32 aminoasid içeren kalsitoninin
prekürsörüdür. Aktif kalsitonin, tiroid bezinin C hücrelerinde spesifik proteolitik
enzimler aracılığı ile prokalsitoninden üretilir. Prokalsitonin ve kalsitonin sentezi
preprokalsitonin adı verilen 141 aminoasid içeren peptidin transkripsiyonu ile
başlamaktadır. Bu protein bir sinyal dizisi (1-25.aminoasidler), prokalsitoninin N-
terminal bölgesi (N-ProCT), kalsitonin dizisi ve katakalsin adı verilen PCT’nin C-
terminal bölgesini içermektedir. Sinyal dizisi proteinin endoplazmik retikuluma
alınmasına aracılık eder. Endoplazmik retikuluma alındıktan sonra degrade olur,
daha sonra ileri proteoliz ile kalsitonin prokalsitoninden ayrışır. Endotoksin ve
sitokinlerin etkisiyle bu son basamak inhibe olur ve PCT fragmanları (kalsitonin ve
N-ProCT) dolaşıma salınır. Normalde ise tüm PCT parçalanır ve kan dolaşımına
31
salınmaz (64). Bu nedenle sağlıklı erişkinlerde PCT düzeyi 0,1ng/mL’nin altındadır.
Đnfeksiyon sırasında bu değer 0,5 ng/mL’nin üzerine çıkmaktadır. Sistemik bulguları
olan ciddi bakteriyel infeksiyonlarda 1000ng/mL’nin üzerinde serum PCT düzeyleri
ölçülebilmektedir.
Normal metabolik durumda hormonal olarak aktif kalsitonin, tiroid bezinin C
hücreleri tarafından PCT’nin intrasellüler olarak proteolitik işlemden geçirilmesi
sonrasında üretilir ve salgılanır (65,66). Ciddi bakteriyel enfeksiyonlarda plazma
kalsitonini anlamlı düzeyde değişmezken, PCT plazma konsantrasyonları yüksek
bulunmuştur (65,67).
Bakteriyel infeksiyonlarda artmış olarak üretilen PCT’nin kaynağının tiroid
bezinin C hücreleri olmadığı düşünülmektedir. Tiroidektomi uygulanan hastalarda
yüksek PCT seviyelerinin saptanması da bu görüşün doğruluğunu kanıtlamaktadır
(65,67,68). Đnflamatuvar nedenli PCT’nin akciğer, karaciğer, bağırsaklar ve
pankreasta bulunan nöroendokrin hücrelerden salındığı da belirtilmektedir
(65,68,69). PCT’nin dolaşımdaki kan hücreleri tarafından da sentezlenebileceği
düşünülmüş ancak sağlıklı gönüllülerin kanlarına in vitro endotoksin
uygulanmasından sonra kan hücrelerinde PCT artışı gösterilememiştir (70). Ancak,
bir başka çalışmada intraselüler antikor boyası kullanarak çeşitli lökosit tiplerinde
(monosit, granülosit, B ve T lenfositleri) PCT ekspresyonu gösterilmiştir (71). PCT
nereden ve nasıl salınırsa salınsın, infeksiyonlar sırasında artmış olan PCT düzeyi ile
birlikte kalsitonin düzeyinde ve/veya aktivitesinde herhangi bir artış olmamakta,
ayrıca kalsiyum düzeyleri ile PCT artışı arasında da herhangi bir ilişki
bulunmamaktadır (72).
Prokalsitonin üretimi bakteriyel endotoksinler, ekzotoksinler ve bazı sitokinler
tarafından uyarılabilmektedir. Prokalsitonin üretimini indükleyici en potent etken
endotoksin iken, endotoksinden sonra en güçlü uyarıcı tümör nekrozis faktör (TNF)
α’dır. Sağlıklı gönüllülerde Escherichia coli endotoksininin injeksiyonu sonrasında
yaklaşık 4 saat içinde PCT düzeyleri ölçülemeyen miktardan 4 ng/ml’ye yükselmiş
olup 8-24 saat boyunca aynı düzeyde devamlılık göstermiştir. Bakteriyel
endotoksinin intravenöz injeksiyonu sonrasındaki PCT artışı, TNF-α ve interlökin
(IL) 6 artışından sonra gelmektedir. Endotoksin injeksiyonu sonrasında TNF-α 90
dakikada, IL-6 ise 180 dakikada doruk değerine ulaşmaktadır. PCT konsantrasyonları
32
ise 3-6. saatlerde yükselmeye başlamakta, yaklaşık 6-8. saatlerde en yüksek değerlere
ulaşmaktadır. PCT artışına rağmen, endotoksin injeksiyonundan sonraki 6 saat içinde
C reaktif protein (CRP) değerlerinde herhangi bir değişme izlenmemektedir.
Đnflamasyonun sonunda, IL-6’nın düşüşünden sonra PCT değerleri de düşmeye
başlamaktadır. CRP değerlerindeki düşme ise çok sonra gelişmektedir. Akut
bakteriyel enfeksiyonu olan hastalarda PCT’nin TNF-α ve IL-6’dan sonra, CRP’den
önce arttığı çalışmalarda gösterilmiştir (65,68). Ayrıca nedeni tam olarak
bilinmemekle birlikte TNF, IL-1, IL-2 ve IL-6 verilmesi de PCT düzeyinde bir artışa
yol açmaktadır. Kanser tedavisi için TNF ya da IL-2 uygulanan hastalarda da
PCT’nin önemli miktarda salınımı gözlenmektedir.
Sağlıklı bireylerde PCT’nin plazma konsantrasyonları pikogram kadar düşük
düzeylerdedir ve mevcut PCT ölçüm yöntemlerinin belirleyebileceği düzeylerin
altındadır (<0.1 ng/ml). PCT nin 0.5 ng/ml’nin üstündeki tüm değerleri patolojik
kabul edilmektedir. Plazma PCT konsantrasyonu 0.5-2 ng/ml arası ise hafif
yükselmiş, 10 ng/ml’yi aşan değerler yüksek, 1000’e kadar ulaşan değerler ise çok
yüksek olarak değerlendirilir. Bu kadar yüksek PCT değerleri sadece ciddi akut
bakteriyel enfeksiyonlarda, bazen de çoklu organ yetmezlik sendromu (Multiple
Organ Dysfunction Syndrome-MODS) ve sepsisin hiperinflamatuvar evresinde
görülür. Bakteriyel ya da paraziter olmayan hastalıklarda PCT değerleri genellikle <2
ng/ml olarak bulunur. Ciddi bakteriyel infeksiyonlarda ve sepsiste PCT plazma
konsantrasyonları 1 ng/ml’den 1000 ng/ml’ye kadar değişen düzeylerde saptanmıştır
(65). Farklı klinik tablolarda beklenen PCT değerleri Tablo 2.9’da gösterilmiştir.
(73). PCT değerleri, septik şoktaki hastalarda görülen oldukça büyük artışlarla (ort.
72-135 ng/ml) karşılaştırıldığında, kardiyojenik şokta çok az bir artış (ort. 1.4 ng/ml)
göstermektedir (74). Bu da septik şoktaki PCT artışının nedeninin kötü organ
perfüzyonu değil, infeksiyona bağlı inflamatuar reaksiyon olduğunu göstermektedir
(75).
Prokalsitoninin atılım yolu kesin olarak saptanamamıştır. Diğer plazma
proteinlerine benzer şekilde proteolizle parçalanması olasıdır. PCT atılımında
böbreklerin çok az rol oynadığı bilinmektedir. Böbrek fonksiyonları bozuk olan
hastaların kanlarında PCT birikiminin olmadığı ve plazma PCT düzeylerinin
33
azalması yönünden böbrek fonksiyonları normal olan bireyler ile böbrek fonksiyon
bozukluğu olan hastalar arasında bir farklılığın olmadığı gösterilmiştir (65).
Tablo 2.9. Farklı klinik tablolarda beklenen PCT değerleri
Klinik durum PCT düzeyi (ng/mL)
Normal kişiler <0.5
Kronik inflamatuvar süreçler ve Otoimmün hastalıklar <0.5
Viral enfeksiyonlar <0.5
Hafif ve orta şiddette bakteriyel lokal infeksiyonlar <0.5
Sistemik inflamatuvar yanıt sendromu
Çoklu travma
Yanıklar
0.5-2
Ciddi bakteriyel enfeksiyonlar
Sepsis
Çoklu organ yetmezlik sendromu
>2 (sıklıkla 10-100)
Đnfeksiyon gelişmesi durumunda vücutta pek çok belirteç vücudun infeksiyona
karşı yanıtının göstergesi olarak ortaya çıkar. Bunlar içinde CRP inflamasyonun
oldukça sensitif bir göstergesidir, ancak CRP her zaman bakteriyel kaynaklı olan
inflamasyonu, olmayandan ayırt etmede kullanılamaz. Çünkü CRP düzeyi cerrahi
sonrasında, viral infeksiyonlarda, multitravmada, infeksiyonlarda, tranplantasyonu
takiben gelişen akut rejeksiyonlarda, tümörde, otoimmün hastalıklarda, kronik
inflamatuar hastalığı olanlarda da belirgin şekilde yükselmektedir (76). Ciddi
infeksiyonlar, sepsis gibi infeksiyöz durumlarda CRP’nin duyarlılığı PCT’den
yüksek, ancak özgüllüğü daha düşük bulunmaktadır. Bunun nedeni, infeksiyon
düzeldiği ya da septik tablo gerilediği halde CRP düzeylerinin hala yüksek
değerlerde ölçülebilmesidir. Ayrıca akut bakteriyel infeksiyon bulunmadığı
durumlarda da patolojik CRP değerleri saptanmıştır. Đç hastalıkları yoğun bakım
ünitesinde 101 hastayı içeren ve hastaların %58’ine sepsis tanısı konulup ve
bakteriyel etkenin saptandığı grup ile etkenin saptanamadığı grupta PCT ve CRP
değerlerini karşılaştırıldığı bir çalışmada, her iki belirtecin de bu durumda normal
değere göre yüksek olduğu ancak PCT’nin tanısal güvenirliğinin CRP’ye göre daha
34
iyi olduğu bulunmuştur (77). Hastanede yatan hastalarda bakteriyel infeksiyonun
tanısında PCT ve CRP düzeylerinin karşılaştırıldığı 12 çalışmayı kapsayan meta
analizde, bakteriyel infeksiyonu diğer infeksiyon dışı sistemik inflamasyon
nedenlerinden ayırt etmede PCT düzeylerinin CRP düzeylerinden daha yararlı
olduğu bildirilmiştir (78). CRP gibi, TNF-α ve IL-6 gibi sitokinlerin inflamasyona
yanıtı özgül değildir; PCT’nin aksine bu sitokinler transplantasyon rejeksiyonu
sırasında, cerrahi sonrasında, viral enfeksiyonlarda ve otoimmün hastalıklarda da
yükselebilir. Sepsis olgularında PCT, TNF-a ve CRP düzeylerinin karşılaştırıldığı bir
çalışmada her üç belirtecin de en fazla septik şoklu hastalarda arttığı, bunu ağır
sepsis ve sepsis olgularının izlediği bildirilmiştir (79). Diğer yandan, cerrahi
prosedürleri takiben de yüksek IL-6 düzeyleri saptanmaktadır (80,81). Bu da,
sitokinlerin akut bakteriyel infeksiyonları, normal yara iyileşmesinden ayırt
edemeyeceğini göstermektedir. Sonuçta, CRP inflamasyona çok duyarlı bir
parametre olmasına karşın; özgül olmayan uyaranlarla da indüklenmekte, PCT’den
daha yavaş olarak artmakta ve daha uzun süre yüksek düzeylerde saptanmakta,
bakteriyel inflamasyonu diğer inflamasyonlardan ayırmada yetersiz kalmaktadır.
PCT bu nedenlerden CRP ve sitokinlere göre klinik durum ile daha iyi bir korelasyon
göstermektedir.
Prokalsitonin ise spesifik olarak bakteriyel inflamatuvar durumlarda
yükselmektedir. Đlk kez 1993 yılında ciddi bakteriyel infeksiyonu olan çocuklarda,
serum PCT düzeylerinin çok yükseldiği ve antibakteriyel tedavi ile hızlı bir şekilde
düştüğü saptanmıştır. Bunu izleyen pek çok araştırmada, PCT düzeylerinin ağır
sepsis, septik şok gibi durumlarda çok fazla yükseldiği doğrulanmıştır. Buna karşın
viral infeksiyonlar, allerjik reaksiyonlar, otoimmün hastalıklar, neoplastik hastalıklar,
hafif cerrahi işlemler gibi bakteriyel olmayan sistemik inflamasyonlarda ve lokal
bakteriyel infeksiyonlarda PCT artışının anlamlı olmadığı bulunmuştur. Ayrıca
bakteriyel endotoksinler ve proinflamatuvar sitokinlerle ve travma veya kardiyojenik
şok gibi olaylar sonucunda da PCT üretiminin uyarıldığı klinik ve deneysel
araştırmalarla kanıtlanmıştır (65). Bakteriyel endotoksinlerin injeksiyonu sonrası
gelişen hızlı PCT yükselmesinin proinflamatuvar sitokinlerde meydana gelen
indüksiyon ile yakından ilişkili olduğu düşünülmektedir. Yapılan çalışmalarda viral
infeksiyonlar ve inflamatuvar hastalıklarda PCT artışının önemsiz olduğu (nadiren 1
35
ng/ml’yi aşabileceği) buna karşın bakteriyel kökenli ciddi sistemik infeksiyonlarda
PCT serum konsantrasyonunun 20 ng/ml’den 200 ng/ml’ye kadar ulaşabileceği ve
serum düzeylerindeki artışın hastalığın şiddeti ile uyumlu gibi gözlendiği
bildirilmektedir (65,82).
Prokalsitoninin sistemik lupus eritematozis (SLE), antinötrofil sitoplazmik
antikor (ANCA) ile ilişkili vaskülitler gibi otoimmün hastalıkların akut
alevlenmelerinde CRP ve IL-6 gibi diğer inflamasyon göstergelerinden farklı olarak
etkilenmediği gösterilmiştir. Dolayısıyla bu hastalıklarda infeksiyon gelişmesi
halinde CRP veya IL-6 infeksiyon tanısında yardımcı olamamaktadır. Buna karşın bu
hastalıklarla birlikte bakteriyel infeksiyon varlığında PCT infeksiyon tanısı açısından
önemli bir gösterge olarak kullanılabilmektedir (83).
Prokalsitonin, in vivo koşullarda çok stabil bir protein olup, yarılanma süresi
25-30 saat kadardır. PCT’nin tanımlanmasını; oda ısısında stabil olması, sıcağa,
donmaya ve erimeye dayanıklı olması ve saptanmasında basit laboratuvar
tekniklerinin mevcut olması kolaylaştırmaktadır (63).
2.11.1. Prokalsitonin Kullanım Alanları
Prokalsitonin, bakteriyel infeksiyonların tanı ve izleminde kullanımı önerilen
bir parametredir (84). Bakteriyel infeksiyonlar dışında; akut sıtma ve fungal
infeksiyonlarda da yüksek plazma konsantrasyonlarında bulunmuştur. Lokal
bakteriyel kolonizasyon, kapsüllü apseler ve sınırlı lokal infeksiyonlarda plazma
konsantrasyonlarında artış görülmez. Bir üstünlüğü de, immünsuprese hastalarda
yeterli uyarı mevcut ise indüklenebilmesidir. PCT’nin kronik obstrüktif akciğer
hastalığı (KOAH) akut atağında bakteriyel infeksiyonu işaret ettiği ve antibiyotik
verilmesinde bir kılavuz olarak kullanıldığında antibiyotik kullanım sıklığını ve
süresini azalttığı yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Stolz ve ark.larının 208 KOAH
akut atağı olan hastada yaptıkları çalışmada, hastalar standart antibiyotik tedavisinin
uygulandığı ve PCT kılavuzluğunun kullanıldığı iki gruba randomize edilmişlerdir.
Antibiyotik tedavisinin, PCT kılavuzluğunun kullanıldığı grupta hastaların %40’ında,
diğer grupta ise %72’sinde uygulandığı saptanmış ve 14. gün ve 6. ayda klinik yanıt,
solunum fonksiyonlarında düzelmede iki grup arasında fark bulunmamıştır. Yine altı
36
ay içinde, atak sıklığı, tekrar hastaneye yatış ve bir sonraki atağa kadar geçen süre iki
grupta benzer saptanmıştır (85). Yakın zamanda yapılmış toplam 1458 hastayı içeren
yedi çalışmanın değerlendirildiği bir meta-analizde, PCT kılavuzluğunun, antibiyotik
kullanım sıklığı ve süresini anlamlı ve güvenli bir şekilde azalttığı bildirilmiştir (86).
Bir başka çalışmada, toplumda gelişen pnömonili hastalarda, tedavide PCT
kılavuzluğunun kullanılması ile hastalık ağırlığından bağımsız olarak antibiyotik
süresinin 12 günden 5 güne düştüğü, antibiyotik süresinde %65 azalma sağlandığı
saptanmıştır (87).
Prokalsitonin, bakteriyel infeksiyonlar için sadece spesifik bir belirteç olmayıp
aynı zamanda tedaviye yanıtın monitörizasyonuda da yararlı olduğu ve böylece de
prognostik bir belirteç olarak da kullanılabileceği bildirilmektedir (85).
Antibakteriyel tedaviye başlandıktan sonra ilk 24 saatte, PCT düzeyinde, başlangıç
değerine göre %30 azalmanın, tedavinin uygun olduğu ve infeksiyonun kontrol
altında olduğunu gösterdiği bildirilmektedir (88,89).
Prokalsitoninin klinik yararının kanıtlandığı disiplinler şunlardır (65).
a) Dahili birimler
• Sepsisin erken ve güvenilir tanısında ve sepsis ciddiyetinin
saptanmasında
• Akut pankreatitte; infeksiyon ile steril nekrozun ayırıcı tanısında ve
biliyer pankreatiti toksik etiyolojiden erken dönemde ayırt etmede
• Nedeni bilinmeyen ateşin infeksiyöz etyolojisinin belirlenmesinde
• Otoimmün hastalıklarda; viral infeksiyon veya akut atağı, akut
bakteriyel infeksiyondan ayırt etmede
• Akut respiratuar distres sendromunda infeksiyöz ile infeksiyöz olmayan
etyolojiyi ayırt etmede
b) Hematoloji ve onkoloji
• Đmmünsüprese hastaların izlenmesinde
• Kemoterapi sonrasında nötropenik hastaların izlenmesinde
• Onkoloji hastalarında tümör lizisi veya kemoterapinin indüklediği ateş
ile infeksiyöz etiyolojilerin ayırıcı tanısında
• Viral ve bakteriyel infeksiyonların ayırımında
37
c) Transplantasyon
• Akut organ reddi veya viral infeksiyonu, bakteriyel infeksiyondan ayırt
etmede
• Transplantasyon öncesi akut bakteriyel infeksiyonun dışlanmasında
d) Pediyatri
• Akut menenjitte bakteriyel ve viral etyolojilerin ayırımında,
• Yenidoğan ve süt çocuklarındaki akut ateş durumunda, sistemik
bakteriyel infeksiyon veya sepsisi diğer ateş nedenlerinden ayırt etmede
kullanılır.
e) Cerrahi ve yoğun bakım ünitesi
• Postoperatif bakteriyel veya septik infeksiyöz komplikasyonların erken
göstergesi olarak,
• Đnfeksiyon odağının cerrahi eliminasyonu sonrası tedavi başarısının
izlenmesinde,
• Peritonitte, anastomoz kaçağında ve spesifik olmayan abdominal
semptomların varlığında hastalık seyrinin izlenmesinde,
• Sepsisin hızlı tanısında ve sepsis riski altındaki hastaların izlenmesinde,
• Sistemik inflamasyon veya sepsis tanısı alan hastalarda, hastalığın seyri
ve tedavisinin izlenmesinde kullanılır.
Sonuç olarak, bir infeksiyon hastalığının tanısında en değerli yöntem, etkenin
izole edilerek belirlenmesi olmasına karşın, bu her zaman olanaklı olmayabilir ve
hastanın tanısının acil olarak konulması gerekebilir. Yapılan çalışmalar
göstermektedir ki PCT, ağır bakteriyel infeksiyonların tanımlanmasında önemli bir
belirteçtir.
Parapnömonik efüzyon, bakteriyel pnömonilerin yaklışık %40’ında gelişmekte
olup en sık plevral sıvı nedenleri arasında yer almaktadır. Günlük pratikte sık
karşılaşılmasına rağmen, halen tanıda kullanılan plevral sıvının biyokimyasal
parametrelerinin hiçbiri yeterince özgül değillerdir. Ayrıca plevral sıvının
mikrobiyolojik incelemesinin de her zaman sonuç vermemesi ve geç sonuçlanması
da diğer önemli problemlerdir. Bu nedenle bazı plevral efüzyonlu hastalar yanlışlıkla
PPE tanısı almakta, bu nedenle gereksiz antibiyotik tedavisi uygulanmakta ve asıl
hastalığın tanısının konulması gecikmekte, bazı hastalarda da tedavi gecikmesi ve
38
buna bağlı olarak tedavi başarısızlığı gelişmektedir. Bu nedenle son yıllarda, PPE
tanısında daha hızlı ve spesifik belirteçler üzerinde durulmaktadır. Prokalsitonin
infeksiyon hastalıklarını infeksiyon olmayan hastalıklardan ayrımda diğer infeksiyon
belirteçlerine göre erken ve oldukça yüksek özgüllükte sonuç vermesinin
saptanmasının ardından, plevral sıvıda PCT ölçümünün PPE tanısında
kullanılabilirliği araştırılmaya başlanmıştır. Bu konuda henüz sınırlı sayıda çalışma
bulunmasına rağmen plevral sıvı PCT düzeyinin parapnömonik sıvılarda diğer
nedenlere bağlı sıvılara göre daha yüksek olduğu ve tanıda yararlı olduğu
saptanmıştır. Ayrıca, yapılan çalışmalarda, plevral sıvı PCT düzeyinin hastalık
ağırlığıyla ilişkili olduğu ve prognostik bir belirteç olarak kullanılabileceği ve
böylece de en uygun tedavi seçim kararında yararlı olabileceği bildirilmektedir.
Bu çalışmada amaç, plevral sıvı PCT düzeyinin PPE tanısındaki rolü, hastalık
ağırlığı ile ilişkisi, tedaviyi yönlendirmesindeki rolü ve PPE’lerin diğer plevral
efüzyon nedenlerinden ayrımında kullanılabilirliğini araştırmaktır.
39
3. GEREÇ VE YÖNTEM
Çalışmaya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Girişimsel Olmayan Klinik
Araştırmalar Değerlendirme Komisyonu’ndan alınan etik kurul onayı ile Mayıs
2010-Mart 2011 tarihleri arasında plevral efüzyon etyolojisi araştırılmak üzere
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları ve Ankara Atatürk Göğüs
Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Araştırma Hastanesi’ne yatırılan 87 hasta alındı.
Çalışmaya, akciğer radyografisinde veya Toraks BT’de plevral efüzyon
saptanan ve sıvının klinik olarak kalp yetmezliğine bağlı olmadığı düşünülen olgular
alındı. Çalışmaya diğer dahil edilme kriterleri olarak hastanın bilgilendirilmiş
gönüllü onam verecek durumunda olması ve torasentez için herhangi bir
kontrendikasyonun bulunmaması olarak alındı. Olguların akciğer grafisindeki ve
varsa Toraks BT’sindeki radyolojik bulguları kaydedildi. Đşlem öncesi eğer hasta
kullanıyorsa aspirin ve aspirin benzeri ilaçlar, klopidogrel ve benzeri ilaçlar, warfarin
benzeri antikoagülan ilaçlar kesildi. PPE grubunda hastalık ağırlığını belirlemek için
PSI (Pnömoni ciddiyet skoru) ve CURB-65 skorları ölçüldü. Hastalara uygulanan
tedavi ile tedaviye yanıt takip edilerek sonuçlar kaydedildi.
Hastalardan tedavi başlanmadan önce alınan serum örneği ve tanısal amaçlı
alınan plevra sıvılarından alınan 4 cc örnek 3000 devirde santrifüj edildikten sonra
çalışma yapılana kadar -80°C’de saklandı.
Plevral sıvılarda, Light kriterlerine (plevral sıvı LDH >200 U/L, plevral
sıvı/serum LDH >0.6, plevral sıvı/serum protein >0.5) göre transüda-eksüda ayırımı
yapıldı. Hastalar transüda, malign plevral efüzyon (MPE), parapnömonik efüzyon
(PPE) ve tüberküloz plörezi (TPE) gruplarına ayrıldı. MPE tanısı, plevra sıvı
sitolojisi ve/veya plevra biyopsisinde malign hücrelerin görülmesi, PPE tanısı,
pnömoni ve beraberinde plevral sıvı bulunması, sıvı gram boyamasında
mikroorganizma ve/veya kültürde üreme saptanması, TPE tanısı ise plevral sıvı
ve/veya biyopsisinde asit-rezistan basil görülmesi, plevral biyopsi örneğinde
kazeifikasyon nekrozu gösteren granülomatöz inflamasyon saptanması halinde
konuldu. Konjestif kalp yetmezliği tanısı anamnez, fizik muayene, göğüs
radyografisi, diüretik tedaviye yanıt alınması gibi dekompanse kalp yetmezliğinin
40
tipik bulgularının varlığında ekokardiyografide sol ventriküler sistolik disfonksiyonu,
ciddi kapak hastalığı veya sol ventrikül diyastolik disfonksiyonunun tespiti ile
kanıtlandı. Siroza bağlı plevral efüzyon tanısı, önceden bilinen ve siroz tanısının
klinik, laboratuvar ve histopatolojik olarak konduğu olgularda, karaciğer fonksiyon
testlerinde bozukluk, karında asit varlığı ve plevral sıvıyı açıklayacak ilave
patolojinin olmaması olarak kabul edildi.
Serum ve plevral sıvıda PCT düzeyi ölçümleri Elecsys Brahms Pct testi (Roche
Diagnostics GmbH, D-68298 Mannheim, Germany) elektrokemilüminesans
immünolojik test (ECLIA) ile yapıldı. Testte sandviç prensibine göre birinci
inkübasyonda numune içindeki antijen PCT ye spesifik biyotinli monoklonal antikor
ve rutenyum kompleksi ile işaretlenmiş PCT ye spesifik monoklonal antikor bir
sandviç kompleksi oluşturmak için reaksiyona girer. Đkinci inkübasyonda
Streptavidin kaplı mikropartiküller eklendikten sonra biyotin ile streptavidinin
etkileşimi aracılığıyla kompleks katı faza bağlanmış hale gelir. Ölçüm hücresi içine
aspire edilir ve elektrod üzerine voltaj uygulaması ile kemilüminesans emisyonuna
neden olup, bu bir foton sayıcı ile ölçülür. Sonuçlar cihaza özel oluşturulmuş bir
kalibrasyon eğrisi ve reaktif barkodu aracılığıyla edinilen bir ana eğri ile tayin edilir,
ng/ml biriminden belirtilir.
3.1. Đstatistik
Đstatistiksel analizler, SPSS 13.0 bilgisayar programı kullanılarak yapıldı.
Gruplar arasında PCT düzeyinin karşılaştırılmasında Mann-Whitney-U testi
kullanıldı. Normal dağılıma uymayan değişkenler için parametrik olmayan testler
kullanıldı. Plevral sıvı PCT düzeyi Kruskal-Wallis varyans analizi ile karşılaştırıldı
ve gruplar arasındaki fark Multiple Comparison test ile analiz edildi. 0.05’den küçük
p değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Plevral sıvı PCT düzeyi bakımından
PPE ile diğer gruplar arasında fark saptanmadığından PPE tanısında spesifite ve
sensitivitesini belirlemek amacıyla receiver operating characteristic (ROC) analizi
yapılmadı.
41
4. BULGULAR
Çalışmaya alınan toplam 87 hastanın 34’ü kadın, 53’ü erkekti ve çalışma
grubunun yaş ortalaması 60.79±15.81 idi. Hastalar plevral sıvı nedenine göre
transüda, PPE, MPE ve TPE olmak üzere dört gruba ayrıldı. Plevral sıvıların 26’sı
transüda, 24’ü PPE, 26’sı MPE ve 11’i TPE olarak belirlendi. Tablo 4.1’de gruplara
göre yaş ve cinsiyet dağılımı verildi.
Tablo 4.1. Hastaların gruplara göre karakteristik özellikleri
Tanı (n) Yaş (yıl) Cinsiyet (K/E)
Transüda (26) 69.07±10.59 (12/14)
PPE (24) 58.12±14.76 (12/12)
MPE (26) 61.32±12.26 (7/19)
TPE (11) 45.72±23.40 (3/8)
Tüberküloz plevral efüzyon grubunda yaş ortalaması MPE ve transüda
gruplarına göre anlamlı olarak düşük saptandı (p<0.05). Tüberküloz plevral efüzyon
grubu yaş ortalaması PPE grubuna göre de düşüktü ancak fark istatistiksel olarak
anlamlı değildi (p>0.05). Parapnömonik efüzyon grubunun yaş ortalaması ile diğer
gruplar arasında fark yoktu. Gruplar arasında cinsiyet dağılımları bakımından
anlamlı fark yoktu.
Hastalarda ek hastalık olarak KOAH, konjestif kalp yetmezliği (KKY),
nörolojik hastalık, diabetes mellitus (DM), hipertansyion (HT), kronik böbrek
yetmezliği (KBY), malign hastalık varlığına bakıldı. Malign plevral efüzyon
grubunda ek hastalık varlığı anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.001). Tablo 4.2’de
gruplara göre ek hastalık varlığı gösterildi.
Tüm hastaların serumunda lökosit sayısı, nötrofil sayısı, sedimantasyon ve
CRP, değerlerine bakıldı ve ortalama değerleri Tablo 4.3’de verildi.
42
Tablo 4.2. Gruplara göre ek hastalık varlığı
Tanı Ek hastalık var (%) Ek hastalık yok (%)
Transüda 88.5 11.5
PPE 58.3 41.7
MPE 100 0
TPE 36.4 63.6
Tablo 4.3. Gruplara göre kan lökosit, nötrofil, sedimantasyon ve CRP ortalama
değerleri
Tanı Lökosit
(/mm3)
Nötrofil
(/mm3)
Sedimantasyon
(mm/h)
CRP
(g/dL)
Transüda 9.51±3.53 6.88±3.49 33.21±19.32 11.58±15.19
PPE 9.53±3.14 6.95±3.14 63.25±35.59 35.21±58.66
MPE 11.97±8.53 9.61±8.66 62.42±32.48 21.92±35.06
TPE 8.57±3.6 5.92±3.6 54.33±27.77 87.53±115.2
Tam kan sayımında lökosit ve nötrofil ortalama değerlerinde gruplar arasında
anlamlı fark yoktu. Sedimantasyon ortalama değeri transüda grubunda, PPE ve MPE
gruplarına göre anlamlı olarak düşük bulunurken (p<0.05) diğer gruplar arasında fark
yoktu. Sedimentasyon ortalama değerlerinin gruplara göre dağılımı Grafik 4.1’de
gösterildi. Serum CRP, TPE grubunda 2 hastada bakılabildiğinden gruplar arası CRP
farkı değerlendirilemedi.
43
Sedim
0
10
20
30
40
50
60
70
Transüda PPE MPE TPE
Sedim
Grafik 4.1. Gruplara göre sedimantasyon düzeyleri
Hastaların radyolojik değerlendirmeleri için PA akciğer grafisi ve toraks BT
kullanıldı. Plevral efüzyonlar PA akciğer grafisinde kostofrenik sinüsü kapatıyorsa
az, hemitoraksın yarısına kadar yükseliyorsa orta ve hemitoraksın yarısından
fazlasını geçiyorsa masif olarak sınıflandırıldı. Buna göre gruplara göre plevral sıvı
miktarı Tablo 4.4’te verildi.
Tablo 4.4. Gruplara göre PA akciğer grafisindeki plevral efüzyon seviyesi
Tanı Az (%) Orta(%) Masif(%)
Transüda 82.6 13 4.3
PPE 73.9 26.1 0
MPE 38.5 19.2 42.3
TPE 90.9 9.1 0
Plevra sıvısında albümin, protein, LDH ve glukoz seviyeleri ölçüldü (Tablo
4.5). Plevra sıvısında albümin, TPE grubunda PPE grubuna göre anlamlı olarak
yüksek bulundu (p<0.05). Plevra sıvısında protein, TPE grubunda diğer tüm gruplara
göre yüksek bulundu (p<0.05). Transüda grubunda plevra sıvısında albümin, protein
44
ve LDH diğer gruplara göre anlamlı olarak düşük bulundu (p<0.001). Transüda
grubunda plevra sıvısında glukoz ise diğer gruplara göre anlamlı olarak yüksek
bulundu (p<0.01). PPE grubunda plevra sıvısında albümin ve protein düzeyi
açısından diğer gruplardan fark yoktu. PPE grubunda LDH düzeyi ise diğer gruplara
göre yüksek bulundu ancak, istatistiksel olarak bu fark anlamlı bulunmadı. PPE
grubunda glukoz düzeyi ile diğer gruplar arasında anlamlı fark bulunamadı.
Tablo 4.5. Plevral efüzyonlarda ölçülen albümin, protein, LDH ve glukoz değerleri
Tanı Plevra albümin
(g/dL)
Plevra protein
(g/dL)
Plevra LDH
(U/L)
Plevra glukoz
(mg/dL)
Transüda 1.48±0.59 2.41±1.21 85.88±30.93 169.15±100.10
PPE 2.12±0.65 3.99±1.18 1218.96±2073.95 113.60±88.02
MPE 2.43±0.73 4.13±0.86 710.08±1004.74 109.28±31.59
TPE 2.64±0.65 4.92±1.47 492.59±355.28 94.60±28.64
Hastaların plevral sıvılarında ve serumlarında ADA ve PCT değerleri ölçüldü.
Serum ve plevral sıvı ADA ve PCT düzeylerinin gruplara göre dağılımları Tablo 4.6
ve 4.7’de verildi.
Tablo 4.6. Plevral sıvı ve serum ADA düzeyleri
Tanı Plevral sıvı ADA (U/L) Serum ADA (U/L)
Transüda 8.33±2.97 22.12±5.05
PPE 25.04±26.58 18.9±7.26
MPE 13.11±5.78 21.83±7.35
TPE 38.44±15.4 23.77±8.01
45
Tablo 4.7. Plevral sıvı ve serum PCT düzeyleri ve plevral sıvı PCT/serum PCT
Tanı Plevral sıvı PCT
(ng/mL)
Serum PCT
(ng/mL)
Plevral PCT/
serum PCT
Transüda 0.08±0.05 0.05±0.04 4.45±12.98
PPE 0.11±0.22 0.01±0.2 3.68±9.05
MPE 0.16±0.29 0.11±0.24 5.01±10.41
TPE 0.13±0.16 0.08±0.07 7.83±14.53
Plevra sıvısında ADA, TPE grubunda diğer gruplara göre anlamlı olarak
yüksek bulundu (p<0.01), transüda grubunda ise diğer gruplara göre anlamlı olarak
düşük bulundu (p<0.001). Serum ADA düzeyi de TPE grubunda yüksekti ancak
gruplar arasında istatistiksel fark yoktu. Gruplardaki plevral sıvı ve serum ADA
düzeyleri Grafik 4.2’de gösterildi.
Plevra sıvısında PCT düzeyi ve serum PCT düzeyi bakımından gruplar
arasında anlamlı fark yoktu. Gruplardaki plevra sıvısında PCT ve serum PCT
düzeyleri Grafik 4.3’te gösterildi. Hasta gruplarımızda plevra sıvısında PCT
düzeyinin, serum PCT düzeyine oranı da anlamlı olarak farklı değildi. Gruplardaki
PCT düzeylerinin noktasal dağılımı Grafik 4.4.a,b,c,d’de gösterildi.
0
5
10
15
20
25
30
35
40
45
Transüda PPE MPE TPE
Plevra sıvısı ADA
Serum ADA
Grafik 4.2. Gruplardaki plevral sıvı ve serum ADA düzeyleri
46
0
0.02
0.04
0.06
0.08
0.1
0.12
0.14
0.16
0.18
Transüda PPE MPE TPE
Plevra sıvısı prokalsitonin
Serum prokalsitonin
Grafik 4.3. Gruplardaki plevra sıvısında PCT ve serum PCT düzeyleri
0
0.05
0.1
0.15
0.2
0.25
0.3
0 5 10 15 20 25 30
plevra PCT
transüda
Grafik 4.4.a) Transüda grubunda PCT düzeyinin noktasal dağılımı
47
0
0.2
0.4
0.6
0.8
1
1.2
0 5 10 15 20 25 30
plevra PCT
PPE
Grafik 4.4.b) PPE grubunda PCT düzeyinin noktasal dağılımı
0
0.2
0.4
0.6
0.8
1
1.2
1.4
0 5 10 15 20 25 30
plevra PCT
MPE
Grafik 4.4.c) MPE grubunda PCT düzeyinin noktasal dağılımı
48
0
0.1
0.2
0.3
0.4
0.5
0.6
0.7
0 2 4 6 8 10 12
plevra PCT
TPE
Grafik 4.4.d) TPE grubunda PCT düzeyinin noktasal dağılımı
Plevra sıvısı gram boyama ve kültür pozitiflik oranı bakımından dört grup
arasında fark yoktu. Parapnömonik efüzyon grubunda üç hastada kültür pozitifliği
saptanırken diğer gruplarda kültürde üreme saptanmadı. Parapnömonik efüzyon
grubunda plevra sıvısında üreme olan üç hastanın kültüründe metisilin-rezistan
koagülaz (-) Stafilokok, Escherichia Coli ve Acinetobacter Baumanii üredi.
Parapnömonik efüzyon grubunda plevra sıvı kültüründe üreme olanlar ve kültürde
üreme olmayanlar, sadece üç hastada üreme olması nedeniyle plevra PCT düzeyleri
açısından karşılaştırılamadı. Yine plevra sıvısı gram boyamalarında mikroorganizma
varlığı ile plevra PCT düzeyi arasındaki korelasyona az sayıda sıvıda gram boyama
pozitifliği nedeniyle bakılamadı.
Seksen yedi hasta Light kriterlerine göre transüda ve eksüda olmak üzere iki
gruba ayrıldı ve bu iki grup, plevra ve serum PCT değerleri ve plevra PCT’nin serum
PCT’ye oranı bakımından karşılaştırıldı. Transüda ve eksüda gruplarındaki plevra ve
serum PCT değerleri Grafik 4.5’te gösterildi. Eksüda grubunda plevral sıvı ve serum
PCT değerleri transüda grubuna göre daha yüksek saptanmasına rağmen fark
istatiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05) (Tablo 4.8).
49
0
0.02
0.04
0.06
0.08
0.1
0.12
0.14
Transüda Eksüda
Plevra PCT
Serum PCT
Grafik 4.5. Transüda ve eksüda gruplarındaki plevra ve serum PCT değerleri
Tablo 4.8. Transüda ve eksüda gruplarında plevra PCT, serum PCT değerleri ve
plevra PCT/serum PCT
Tanı n Plevra PCT
(ng/mL)
Serum PCT
(ng/mL)
Plevra PCT/
Serum PCT
Transüda 26 0.08±0.05 0.05±0.04 4.45±12.98
Eksüda 61 0.13±0.24 0.1±0.2 4.99±10.67
Eksüda grubundaki plevral sıvılar etyolojilerine göre PPE ve PPE olmayan
olarak iki gruba ayrıldı. Grupların plevra ve serum PCT değerleri ve plevral
PCT/serum PCT oranına bakıldı. Đki grup arasında anlamlı fark yoktu (p>0.05)
(Tablo 4.9).
50
Tablo 4.9. PPE ve PPE olmayan gruplarda plevral PCT, serum PCT değerleri ve
plevral PCT/serum PCT
Tanı n Plevra PCT
(ng/mL)
Serum PCT
(ng/mL)
Plevra PCT/
Serum PCT
PPE 24 0.11±0.22 0.1±0.2 3.68±9.05
PPE
olmayan
37 0.15±0.26 0.1±0.21 5.85±11.64
Parapnömonik efüzyon grubunda hastaların PSI değerleri ortalaması
78.25±36.65 ve CURB-65 değerleri ortalaması 0.37±0.74 idi. Parapnömonik efüzyon
grubunda plevral PCT düzeyleri ile PSI ve CURB-65 değerleri arasında korelasyon
saptanmadı (p>0.05).
Parapnömonik efüzyon grubundaki plevral PCT düzeyi ile hastalardaki ek
hastalık varlığı arasındaki korelasyon araştırıldı ve ek hastalığı olan veya olmayan
hastaların plevral PCT değerleri arasında anlamlı bir fark bulunamadı (p>0.05). Ek
hastalıklar olarak alınan KOAH, KKY, nörolojik, DM, HT, KBY, malign
hastalıkların herhangi birinin daha sık saptandığı istatistiksel olarak gösterilemedi.
Parapnömonik efüzyon grubunda plevral PCT düzeyi ile plevra sıvı albümin,
protein, LDH, glukoz ve ADA düzeyleri arasındaki korelasyon araştırıldı ve herhangi
bir korelasyon bulunamadı (p>0.05).
51
5. TARTIŞMA
Plevral efüzyonlar klinik pratikte sık karşılaşılan sorunlardır. Parapnömonik
efüzyonlar, eksüda niteliğindeki sıvıların en sık nedenlerinden biridir ve tanısı klinik,
radyolojik bulgular ile plevral sıvının analizi ile konulmaktadır.
Günümüzde PPE tanısında kullanılan temel testler, plevral sıvıda LDH, pH,
protein, glukoz, sitolojik inceleme, lökosit sayısı, gram boyaması, aerobik ve
anaerobik kültürüdür. Ancak, günümüzde kullanılan mevcut testlerin hiçbiri
yeterince özgül değildir. Bu nedenle bazı plevral efüzyonlu hastalar yanlışlıkla PPE
tanısı almakta, bu nedenle gereksiz antibiyotik tedavisi uygulanmakta ve asıl
hastalığın tanısının konulması gecikmektedir. Uygunsuz antibiyotik kullanımı ayrıca
direnç sorununa da yol açmakta ve maliyetin de artmasına neden olmaktadır.
Parapnömonik efüzyonlarda sıvı LDH düzeyi daima yüksektir, glukoz ve pH
içeriği PPE seyrine göre düşer. Plevral alanda tümör yükü fazla olan MPE’li
olgularda da düşük pH saptanabilmektedir. Bunun dışında, özefagus rüptürü, TPE,
romatoid artrite bağlı sıvı, SLE’ye bağlı sıvı, hemotoraks ve ürinotoraksta da plevral
sıvı pH düşük olarak saptanabilmektedir. Ayrıca, PPE’lerde pH düşük olarak
beklenmesine rağmen Proteus infeksiyonlarında mikroorganizma tarafından
amonyak üretilmesi nedeni ile plevral sıvı pH’sı yüksek olur ve dolayısıyla bu
hastalarda pH ölçümü yanlış bir kriter olabilir. Normalde, plevral sıvıda glukoz
düzeyi 60 mg/dL’den yüksektir ve PPE’de glukoz seviyesi düşük beklenir. Ancak,
TPE, MPE, romatoid artrite bağlı sıvı, paragonomiyazis, hemotoraks, Churg-Strauss
sendromu, lupus plöritisi ve özefagus rüptüründe de plevral sıvı glukoz düzeyi düşük
olarak saptanabilmekte ve bu parametrenin özgüllüğünü azaltabilmektedir.
Parapnömonik efüzyon tanısında kullanılan bir diğer test de sıvının sitolojik
incelemesidir. Plevral sıvıda nötrofillerin egemen oluşu, plevrayı etkileyen akut bir
sürecin varlığını yansıtır. En sık nedeni PPE’dir. Ancak, pulmoner emboli,
pankreatit, maligniteler ve tüberküloz, plevral sıvıdaki hücrelerin %50’den çoğunu
nötrofillerin oluşturmasına neden olabilen diğer nedenlerdir. Plevral sıvı kültürü,
temel tanısal işlemlerden birisidir ancak etken üretme şansı sorumlu etkene göre
değişmekle birlikte, genel olarak düşüktür ve üstelik testin sonuçlanması zaman
52
almakta ve tedavide gecikmeye yol açabilmektedir. Parapnömonik effüzyon
tanısında halen kullanılan testlerdeki bu sorunlar nedeniyle son yıllarda tanıda
duyarlılığı ve özgüllüğü yüksek ve hızlı sonuç veren testler araştırılmaktadır. Yakın
zamanda, PCT ölçümünün infeksiyöz hastalıklarda yararlı bir test olduğunun
saptanmasından sonra, özellikle PPE tanı ve tedavisinde kullanılabilirliği
araştırılmaya başlanmıştır.
Parapnömonik efüzyon tanısında plevral sıvıda PCT ölçümünün rolü ile ilgili
henüz literatürde sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu konuda yapılmış ilk
çalışmalardan birinde, bakteriyel infeksiyonlu hastalarda plevral sıvı PCT düzeyi
(0.67 ng/mL), MPE (0.14 ng/mL), transüdatif plevral efüzyon (0.006 ng/mL) ve viral
nedenli plevral efüzyonlara (0.07 ng/mL) göre anlamlı olarak daha yüksek
saptanmıştır (90). Ancak araştırıcılar herhangi bir cut-off değer tanımlamamışlardır.
Porcel ve ark.ları tarafından yapılan ve farklı nedenlere bağlı toplam 308 plevral
sıvılı hastanın (40 hasta transüda, 40 hasta MPE, 50 hasta TPE, 60 hasta komplike
olmayan PPE, 68 hasta komplike PPE, 30 hasta ampiyem ve 20 hasta tanısız eksüda)
değerlendirildiği bir başka çalışmada ise, plevral sıvı PCT düzeyi, transüda grubunda
0.15 ng/mL, MPE grubunda 0.10 ng/mL, TPE grubunda 0.10 ng/mL, komplike
olmayan PPE grubunda 0.19 ng/mL, komplike PPE grubunda 0.26 ng/mL, ampiyem
grubunda 0.19 ng/mL ve tanısız eksüda grubunda 0.33 ng/mL olarak saptanırken
gruplar arasında anlamlı fark bulunmamış ve plevral sıvı PCT ölçümünün infeksiyöz
sıvıları infeksiyöz olmayan sıvılardan ayrımda yararlı olmadığı [area under curve
(AUC): 0.57] bildirilmiştir (91). Lin ve ark.ları, acil servise başvuran plevral sıvılı
toplam 82 hastayı PPE ve PPE olmayan (12 TPE, 18 transüda ve 7 MPE) gruplarına
ayırmış ve her iki grupta plevral sıvı ve serumda PCT düzeylerini ölçmüşlerdir (92).
Bu çalışmada, PPE grubunda hem plevral sıvı hem de serum PCT düzeylerini PPE
olmayan grubundan daha yüksek bulunmuştur (plevral sıvı PCT: PPE grubunda 0.37
ng/mL, PPE olmayan grupta 0.08 ng/mL, p=0.01, serum PCT: PPE grubunda 0.34
ng/mL, PPE olmayan grupta 0.1 ng/mL, p=0.0003). Ayrıca, serum PCT’nin tanıda
daha üstün olduğu belirtilmiştir (AUC: serum PCT için 0.834, plevra sıvı PCT için
0.752, p=0.006). Yakın zamanda Wang ve ark.ları tarafından yapılan ve 26 PPE, 7
ampiyem, 8 TPE, 25 MPE ve 8 transüdatif plevral efüzyonlu toplam 74 hastanın
incelendiği bir diğer çalışmada, plevral PCT düzeyi ampiyem grubunda 5.147±3.056
53
ng/mL, PPE grubunda 1.091±0.355 ng/mL, TPE grubunda 0.130±0.069 ng/mL, MPE
grubunda 0.241±0.071 ng/mL ve transüda grubunda 0.188±0.077 ng/mL olarak
saptanmış ve ampiyem ile PPE grubunda plevral sıvı PCT düzeyinin diğer
gruplardan, ampiyemde ise PPE’den anlamlı olarak daha yüksek olduğu bildirilmiştir
(93). Araştırıcılar, plevral sıvı PCT için 0.18 ng/mL düzeyini cut-off olarak
aldıklarında, plevral sıvı PCT ölçümünün ampiyem ve PPE’leri PPE olmayanlardan
%69.7 sensitivite ve %72.1 spesifite ile ayırdığını bildirmişlerdir. Jose ve ark.larının
yaptıkları çalışmada ise 28 PPE, 49 TPE, 57 MPE, 46 tanısız eksüdatif sıvı ve 53
transüdatif sıvılı toplam 233 hastada plevral sıvı PCT ölçülmüş ve PPE grubunda
plevral sıvı PCT düzeyi (0.15 ng/mL) diğer gruplardan daha yüksek saptanmasına
rağmen, istatistiksel olarak sadece TPE ve tanısız eksüdatif sıvılardan daha yüksek
olduğu bildirilmiştir (p< 0.01) (94). Aynı çalışmada, PPE’leri PPE olmayanlardan
ayrımda, plevral sıvıda nötrofil sayısının ve serum CRP ölçümünün plevral sıvı
PCT’den daha üstün olduğu bulunmuştur. Sonuç olarak, PPE’de plevral sıvı PCT
ölçümünün rolü ile ilgili bugüne kadar yapılmış yukarıda belirtilen bu beş çalışmanın
dördünde plevral sıvı PCT düzeyi, PPE’lerde diğer gruplara göre daha yüksek
saptanırken bir çalışmada anlamlı fark bulunmamıştır. Ayrıca Jose ve ark.larının
çalışmasında (94) anlamlı fark sadece PPE ile TPE ve tanısız eksüdatif sıvılar
arasında saptanmış, PPE ile transüda ve MPE grubu arasında anlamlı fark
bulunmamıştır. Bizim çalışmamızda ise plevral sıvı PCT düzeyi bakımından PPE ve
diğer gruplar arasında fark saptanmadı. Bunun nedeni olarak, çalışmamızdaki 24
PPE’li hasta arasında hiç ampiyem olmaması ve sadece üçünün komplike PPE olup
diğerlerinin komplike olmayan PPE olmasına bağlı olabileceğini düşünmekteyiz.
Gerçekten de Wang ve ark.ları tarafından yapılan çalışmada (92), ampiyemde
PPE’lere göre daha yüksek plevral sıvı PCT düzeyleri saptanmıştır. Bu farkın da
muhtemelen ampiyem veya komplike PPE’lerdeki daha yoğun inflamasyon ve
mikroorganizma yükü nedeniyle gelişebileceği düşünülmektedir. Parapnömonik
efüzyonlar oldukça heterojen bir grup olup basit önemsiz PPE’den komplike
ampiyeme kadar değişmektedir. Çalışmamızda, PPE grubunun büyük çoğunluğunu
komplike olmayan PPE’ler oluşturduğu için plevral PCT düzeyi bakımından alt
gruplar arasında karşılaştırma yapılamadı. Parapnömonik efüzyonlarda, plevral sıvı
54
PCT düzeyi ile alt grupları arasındaki ilişkinin değerlendirileceği geniş hasta
gruplarında yapılacak çalışmaların bu konuyu aydınlatabileceğini düşünmekteyiz.
Sıklıkla bakteriyel nedenlerle plevral infeksiyon gelişirse de, mikobakteri,
fungal etkenler, nadiren de viral ya da paraziter nedenlerle infeksiyon ve inflamasyon
gelişebilir. Çalışmamızda, plevral sıvı PCT düzeyi bakımından PPE ile diğer gruplar
arasında fark saptanmamasının bir diğer olası nedeni olarak, çalışma grubundaki
PPE’lerin bir kısmının viral nedenli olabileceği düşünüldü. Prokalsitonin, daha önce
de belirtildiği gibi esas olarak bakteriyel infeksiyonlarda yükselen ve bakteriyel
infeksiyonların saptanmasında kullanılan bir belirteçtir ve plevral sıvı PCT
düzeylerinin asıl olarak bakteriyel kökenli PPE’lerde yüksek saptanması
beklenmektedir. Topolcan ve ark.larının çalışmasında (90) plevral sıvı PCT
düzeyinin bakteriyel kökenli PPE’lerde viral kökenli PPE’lere göre anlamlı olarak
daha yüksek saptanması da bu tezi doğrulamaktadır. Yine Ko ve ark.larının yaptıkları
çalışmada, PPE tanılı toplam 41 hasta bakteriyel PPE (25 hasta) ve bakteriyel
olmayan PPE (16 hasta) gruplarına ayrılmış ve bakteriyel PPE grubunda plevral sıvı
PCT düzeyi (0.24 ng/mL) bakteriyel olmayan PPE’ye (0.09 ng/mL) göre anlamlı
olarak daha yüksek saptanmıştır (95). Plevral sıvı cut-off değeri olarak 0.174 ng/mL
alındığında, bakteriyel PPE’leri bakteriyel olmayan PPE’lerden ayırmada
sensitivitenin %80, spesifitenin de %76 (AUC: 0.84) olduğu bulunmuştur.
Çalışmamızda ise sadece üç hastada bakteriyel etken saptandı ve sayı azlığı
nedeniyle bakteriyel etken saptanan grup ile saptanmayan grup arasında plevral sıvı
PCT düzeyi karşılaştırılamadı. Bizim çalışmamızda, 24 PPE’li hastanın sadece
3’ünde plevral sıvıda üreme saptanması ve PPE grubunda serum ortalama lökosit ve
nötrofil sayısı gibi bakteriyel infeksiyonlarda artması beklenen parametrelerde, diğer
gruplara göre anlamlı fark saptanmaması nedeniyle hastaların önemli bir kısmında
PPE etyolojisinde viral nedenlerin sorumlu olabileceğini ve PPE grubunda plevral
sıvı PCT düzeyinde fark saptanmamasının da buna bağlı olabileceğini düşündük.
Sağlıklı bireylerde PCT’nin plazma konsantrasyonları pikogram kadar düşük
düzeylerdedir ve mevcut PCT ölçüm yöntemlerinin belirleyebileceği düzeylerin
altındadır (<0.1 ng/ml). PCT nin 0.5 ng/mL’nin üstündeki tüm değerlerin bakteriyel
infeksiyonları gösterdiği kabul edilmektedir. Buna karşın, plevral sıvı için
günümüzde kabul edilen bir cut-off değer bulunmamaktadır. Wang ve ark.larının
55
çalışmasında (93) plevral sıvı PCT için cut-off değer olarak 0.18 ng/mL, Ko ve
ark.larının çalışmasında ise (95) 0.174 ng/mL olarak bildirilmiştir. Bizim
çalışmamızda ise, plevral sıvı PCT bakımından PPE grubu ile diğer gruplar arasında
fark saptanmadığından ROC analizi yapılamadı ve dolayısıyla bir cut-off değer
belirlenemedi. Wang ve ark.ları ve Ko ve ark.larının çalışmalarında, PPE tanısında
plevral sıvı PCT’nin etkinliği gösterilmiş olmasına rağmen, tanı için önerilen cut-off
değerler, serum için önerilen değerlerden düşüktür. Bu da, PCT’nin serumdan plevral
aralığına tam olarak geçişinin olmayabileceğini düşündürmektedir. Gerçekten de Lin
ve ark.larının çalışmasında, PPE grupta hem plevral sıvı hem de serum PCT
düzeyleri PPE olmayan gruba göre yüksek saptanmasına rağmen tanıda serum
PCT’nin daha üstün olduğu bildirilmiştir (92). Ancak, Ko ve ark.larının çalışmasında
ise buna zıt olarak bakteriyel PPE’lerde plevral sıvı PCT’nin bakteriyel olmayan
PPE’lere göre daha yüksek saptanmasına rağmen, serum PCT bakımından iki grup
arasında fark bulunmamıştır (95). Bizim çalışmamızda ise serum PCT ve plevral sıvı
PCT/serum PCT oranı bakımından PPE ile diğer gruplar arasında anlamlı fark
saptanmadı.
Plevral efüzyonların tanısındaki ilk adım, sıvının eksüda-transüda ayrımının
yapılmasıdır. Transüdatif plevral efüzyonlar, sıklıkla birçok klinik bozukluğa eşlik
eder ve olguların çoğunda özellikle kalp, karaciğer ve böbrek gibi akciğer dışı
organlardan kaynaklanır. Plevral sıvılarda transüda-eksüda ayrımında ilk kez 1972
yılında tanımlanan Light kriterlerinin kullanımı halen yaygın bir şekilde devam
etmektedir. Light kriterleri ilk tanımlandığında %99 oranında özgüllük ve duyarlılık
bildirilmiştir (96). Ancak zaman içinde Light kriterlerinin duyarlılığının yeterli fakat
özgüllüğünün kısmen de olsa düşük olduğu gözlenmiştir. Özellikle de transüda
vasfında plevral sıvısı olan konjestif kalp yetmezliği hastalarında, diüretik tedavi
sonucunda plevral sıvının protein içeriğinin arttığı ve eksüda gibi yanlış
sınıflandırıldığı bildirilmiştir (97,98). Bu nedenle transüda-eksüda ayrımında yüksek
duyarlılık ve özgüllüğe sahip serum-plevral sıvı albumin gradienti, plevral sıvı
kolesterol düzeyi (99,100), plevral sıvı/serum kolesterol ölçümü (99), Costa kriterleri
(101) gibi yeni parametreler ortaya atılmıştır. Plevral sıvıda PCT ile ilgili yapılmış
beş çalışmanın üçünde eksüdatif sıvılarda plevral PCT, transüdatif sıvılardan daha
yüksek saptanırken ikisinde fark bulunmamıştır. Bizim çalışmamızda ise eksüda
56
grubunda plevral sıvı ve serum PCT değerleri transüda grubuna göre daha yüksek
saptanmasına rağmen aradaki fark istatiksel olarak anlamlı değildi.
Çalışmamızda eksüda grubundaki plevral sıvılar etyolojilerine göre PPE ve
PPE olmayan olarak iki gruba ayrıldı. Grupların plevra ve serum PCT değerleri ve
plevral PCT/serum PCT oranına bakıldı. Đki grup arasında anlamlı fark yoktu. Plevral
sıvıda PCT ölçümü ile ilgili ilk yapılmış çalışmalardan birinde, Çakır ve ark.ları 28
hastada [18 TPE ve 10 TPE dışı (6 MPE ve 4 paramalign sıvı)] plevral sıvı PCT’nin
TPE’de tanısal rolünü araştırmışlar ve iki grup arasında anlamlı fark
saptamamışlardır (102). Benzer şekilde bizim çalışmamızda ve yapılan diğer
çalışmaların hiçbirinde TPE veya MPE grubunda plevral sıvı PCT düzeyi yüksek
bulunmamış olması nedeniyle, plevral sıvıda yüksek PCT saptanması halinde TPE ve
MPE dışında bir tanının öncelikle düşünülmesi gerektiği savunulabilir.
Parapnömonik efüzyonlarda tedavi seçenekleri antibiyotik tedavisi, destek
tedavisi, tüp torakostomi, fibrinolitik tedavi ve cerrahi tedavidir. Ampiyemli
hastaların yaklaşık %15’inde cerrahi tedavi ihtiyacı gelişmekte ve mortalite %20’yi
aşmaktadır (103). Günümüzde tedavi seçim kararında radyolojik bulgular, plevral
sıvı gram boyama ve kültürde üreme olup olmaması, ve sıvı biyokimyası (pH,
glukoz, LDH) temel alınmaktadır. Ancak, bu parametrelerin hepsi için yüksek
spesifite fakat düşük sensitivite söz konusudur (92). Plevral sıvı pH düzeyi daha
doğru bir belirteç olarak kabul edilmesine rağmen, başlangıçta plevral sıvı pH
7.2’den büyük olan hastaların bir kısmında da cerrahi müdahale ihtiyacı geliştiği
bildirilmektedir (40,105). Parapnömonik efüzyonlarda uzamış tedavi veya cerrahi
tedavi ihtiyacını güvenilir olarak belirleyecek bir belirteç henüz bulunmamaktadır
(92). Son yıllarda, plevral PCT’nin bu konudaki rolü üzerinde durulmaktadır. Plevral
sıvı PCT’nin PPE’lerde tedaviyi yönlendirmedeki rolünü belirlemeye yönelik henüz
literatürde sadece bir çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada, PPE’de hem plevral sıvı
PCT hem de serum PCT’nin, PSI skoru ile belirlenen ve daha ağır tablodaki
hastalarda daha yüksek olduğu saptanmış ve daha uzun süre tüp drenaj ihtiyacı olan
hastalarda da plevral PCT/serum PCT oranının daha düşük olduğu bulunmuş ve
araştırıcılar, plevral sıvı ve serum PCT’nin hastalık ağırlığını belirlemede, plevral
PCT/serum PCT oranının da tüp drenaj süresini belirlemede yararlı olduğunu
bildirmişlerdir (92). Bizim çalışmamızda ise, PPE grubundaki hiçbir hastada tüp
57
drenaj ihtiyacı gelişmediğinden bu ilişki değerlendirilemedi. Ancak, PCT düzeyi ile
hastalık ağırlığı arasındaki ilişkiyi değerlendirmek üzere, plevral sıvı PCT ile PSI,
CURB-65, plevral sıvı LDH ve glukoz düzeyi arasında korelasyon olup olmadığına
bakıldı ve herhangi bir korelasyon saptanmadı.
Sonuç olarak, çalışmamızda PPE’lerde, plevral sıvı PCT ve serum PCT
ölçümünün tanısal etkinliği gösterilemedi. Ancak, çalışma grubumuzdaki PPE alt
gruplarının heterojen olmaması, büyük çoğunluğunu basit komplike olmayan
PPE’lerin oluşturması ve PPE grubunda sadece üç hastada bakteriyolojik etken
saptanması çalışmamızın önemli kısıtlayıcılarıydı. Parapnömonik efüzyonlarda
plevral sıvı ve serum PCT ölçümünün, tanı, hastalık ağırlığını belirleme ve tedaviyi
yönlendirmedeki rolü ile ilgili henüz az sayıda çalışma olması ve bazı çelişkili
sonuçların olması nedeniyle bu konuda geniş hasta gruplarında yapılacak ek
çalışmalara ihtiyacın olduğunu düşünmekteyiz.
58
6. SONUÇLAR
• 26 transüda, 26 malign plevral efüzyon (MPE), 24 parapnömonik efüzyon (PPE)
ve 11 tüberküloz plevral efüzyon (TPE) olmak üzere toplam 87 hastanın plevral
sıvı ve serumunda prokalsitonin (PCT), ADA, protein, albümin, glukoz ve LDH
değerleri ölçüldü.
• Parapnömonik efüzyon grubunun yaş ortalaması ile diğer gruplar arasında fark
yoktu. Gruplar arasında cinsiyet dağılımları bakımından anlamlı fark yoktu.
• Tam kan sayımında lökosit ve nötrofil ortalama değerlerinde gruplar arasında
anlamlı fark yoktu.
• Sedimantasyon ortalama değeri transüda grubunda (33.21±19.32mm/h), PPE
(63.25±35.59mm/h) ve MPE (62.42±32.48mm/h) gruplarına göre anlamlı olarak
düşük bulunurken diğer gruplar arasında fark yoktu.
• Plevral sıvıda albümin ve protein düzeyi açısından PPE grubu ile diğer gruplar
arasında anlamlı fark yoktu. Parapnömonik efüzyon grubunda LDH düzeyi diğer
gruplara göre yüksek bulundu ancak, istatistiksel olarak bu fark anlamlı
bulunmadı. PPE grubunda glukoz düzeyi ile diğer gruplar arasında anlamlı fark
bulunmadı.
• Plevral sıvıda ADA, TPE grubunda (38.44±15.4 U/L) diğer gruplara göre anlamlı
olarak yüksek bulundu, transüda grubunda (8.33±2.97 U/L) ise diğer gruplara
göre anlamlı olarak düşük bulundu. Serum ADA düzeyi de TPE grubunda
yüksekti ancak gruplar arasında istatistiksel fark yoktu.
• En yüksek sıvı PCT düzeyi MPE grubunda (0.16±0.29ng/mL) saptandı. Daha
sonra sırasıyla TPE (0.13±0.16ng/mL), PPE (0.11±0.22ng/mL) ve transüda
(0.08±0.05ng/mL) gruplarında saptandı. Plevral sıvıda PCT düzeyi ve serum
PCT düzeyi bakımından gruplar arasında anlamlı fark yoktu. Hasta gruplarımızda
plevral sıvıda PCT düzeyinin, serum PCT düzeyine oranı da anlamlı olarak farklı
değildi.
• Eksüda grubunda plevral sıvı ve serum PCT değerleri transüda grubuna göre
daha yüksek saptanmasına rağmen fark istatistiksel olarak anlamlı değildi.
59
• Eksüda grubundaki plevral sıvılar etyolojilerine göre PPE ve PPE olmayan olarak
iki gruba ayrıldı. Grupların plevra ve serum PCT değerleri ve plevral PCT/serum
PCT oranına bakıldı. Đki grup arasında anlamlı fark yoktu.
• Parapnömonik efüzyon grubunda, plevral PCT düzeyi ile plevral sıvı albümin,
protein, LDH, glukoz ve ADA düzeyleri arasındaki korelasyon araştırıldı ve
herhangi bir korelasyon bulunamadı.
• Parapnömonik efüzyon grubunda plevral PCT ile hastalık ağırlığı arasında
ilişkiyi değerlendirmek amacıyla bakılan plevral PCT düzeyi ile PSI ve CURB-
65 değerleri arasında korelasyon saptanmadı.
60
ÖZET
Parapnömonik Plevral Efüzyon Tanısında Plevral Sıvı Prokalsitonin Düzeyinin Rolü
Parapnömonik efüzyon, günlük pratikte sık karşılaşılmasına rağmen, tanıda günümüzde kullanılan plevral sıvının biyokimyasal testlerinin hiçbiri yeterince özgül değildir. Ayrıca plevral sıvının mikrobiyolojik incelemesinin de her zaman sonuç vermemesi ve geç sonuçlanması da diğer önemli problemlerdir. Bu nedenle son yıllarda, PPE tanısında daha hızlı ve spesifik belirteçler üzerinde çalışılmaktadır. Prokalsitoninin infeksiyon hastalıklarını infeksiyon olmayan hastalıklardan ayrımda diğer infeksiyon belirteçlerine göre erken ve oldukça yüksek özgüllükte sonuç verdiği bildirilmiş ve yakın zamanda plevral sıvıda PCT ölçümünün PPE tanısında kullanılabilirliği araştırılmıştır. Bu konuda henüz sınırlı sayıda çalışma bulunmasına rağmen, bazı çalışmalarda, plevral sıvı PCT düzeyinin PPE’de diğer nedenlere bağlı sıvılara göre daha yüksek olduğu bulunmuş ve PPE tanısında yararlı bir belirteç olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada amaç, plevral sıvı PCT düzeyinin PPE tanısındaki rolü ve hastalık ağırlığı ile ilişkisini araştırmaktı. Çalışmaya 26 transüda, 26 MPE, 24 PPE ve 11 TPE olmak üzere toplam 87 plevral sıvılı hasta alındı. Gruplar arasında plevral sıvı PCT, serum PCT düzeyi ve plevral sıvı PCT/serum PCT oranı bakımından anlamlı fark yoktu. Hastalar eksüda ve transüda gruplarına ayrıldı ve iki grup arasında plevral sıvı PCT ve serum PCT düzeyi açısından fark saptanmadı. Eksüdatif sıvılar da PPE ve PPE olmayan gruplarına ayrıldı ve iki grup arasında anlamlı fark bulunmadı. Son olarak, PPE grubunda plevral PCT düzeyi ile plevral sıvı albümin, protein, LDH, glukoz ve ADA düzeyleri arasındaki korelasyon araştırıldı ve herhangi bir korelasyon bulunamadı. Parapnömonik efüzyon grubunda hastalık ağırlığı ile plevral sıvı PCT düzeyi arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amacıyla plevral sıvı PCT ile PSI ve CURB-65 arasında korelasyona bakıldı ve yine herhangi bir korelasyon saptanmadı. Sonuç olarak, çalışmamızda PPE’de, plevral sıvı PCT ve serum PCT ölçümünün tanısal etkinliği gösterilemedi. Ancak, çalışma grubumuzdaki PPE alt gruplarının heterojen olmaması, büyük çoğunluğunu basit komplike olmayan PPE’lerin oluşturması ve PPE grubunda sadece üç hastada bakteriyolojik etken saptanması çalışmamızın önemli kısıtlayıcılarıydı.
Anahtar Sözcükler: Parapnömonik efüzyon, plevral sıvı, pnömoni, prokalsitonin, tanı
61
SUMMARY
The Role Of Pleural Fluid Procalcitonin Levels In The Diagnosis Of Parapneumonic Pleural Effusion
Although parapneumonic effusions are frequently seen in daily practice, none of pleural fluid biochemical tests, currently used for the diagnosis, is adequately specific. Also, the other major problems are that; the microbiologic examination of pleural fluid is not always positive and it may lead a delay in the diagnosis. Hence, in recent years, more rapid and specific markers in the diagnosis of PPE are investigated. It has been reported that, procalcitonin is more rapid and specific than other infectious markers in the differentation of infectious diseases from those of noninfectious. Recently, the utility of measurement of pleural fluid PCT in the diagnosis of PPE has been studied. Although there are limited studies about this subject, in some studies higher pleural fluid PCT levels in PPE than other causes of pleural effusion has been found and it has been reported that it is a useful marker in the diagnosis of PPE. The aim of this study was to investigate the pleural fluid PCT levels in the diagnosis of PPE and relationship with disease severity. Eighty seven patients with pleural effusion consisting of 26 transudative pleural effusion, 26 malignant pleural effusion (MPE), 24 parapneumonic effusion (PPE) and 11 tuberculous pleural effusion (TPE) were enrolled to study. There was no significant difference between the groups for the pleural fluid PCT, serum PCT and pleural fluid PCT/ serum PCT ratio. The patients were divided into transudative and exudative pleural effusion and there was no difference for the pleural fluid PCT and serum PCT between these two groups. Exudative effusions were further grouped as PPE and nonPPE and no significant difference was found. Finally, in PPE group, the correlation between pleural fluid PCT level and pleural fluid albumin, protein, LDH, glucose and ADA was studied and no correlation was found. In PPE group, in order to evaluate the relationship between disease severity and pleural fluid PCT level, the correlation between plevral PCT and PSI and CURB-65 was investigated. No correlation was observed again. In conclusion, in our study for the diagnosis of PPE, a diagnostic efficiacy of pleural fluid and serum PCT couldn’t be determined. However, the important limitations of our study was that; the subgroups of PPE were not heterogenous, most of PPE were simple noncomplicated PPE and only in three cases a bacteriologic cause was detected.
Key Words: Diagnosis, parapneumonic effusions, pleural fluid, pneumonia, procalcitonin
62
KAYNAKLAR
1. Kalaycıoğlu O. Plevra hastalıkları. In: Numanoğlu N (Ed). Solunum Sistemi ve
Hastalıkları. Ankara: Antıp A.Ş. Yayınları, 1997: 632-650.
2 Sahn SA. The pleura. Am Rev Respir Dis. 1988; 138: 184-234.
3 Fraser RS, Müller NL, Colman N, Pare PD (Eds). Diagnosis of Diseases of the
Chest. Philadelphia; W.B. Saunders Company, 1999: 151-171.
4 Broaddus VC, Light RW. Disorders of the pleura: General principles and
diagnostic approach. In: Murray JF, Nadel JA (Eds). Textbook of Respiratory
Medicine. Philadelphia: W.B. Saunders Company, 1994: 2145-2163.
5. Kinasewitz GT. Pleural fluid dynamics and effusions. In: Fishman AP (Ed).
Fishman’s Pulmonary Diseases and Disorders. New York: McGraw-Hill Book
Company, 1998: 1389-1409.
6. Dikensoy Ö. Plevra Yapı ve Đşlevi. In: Özlü T, Metintaş M, Karadağ M, Kaya
A (eds). Solunum Sistemi ve Hastalıkları. Đstanbul: Đstanbul Tıp Kitabevi,
2010:1921-1924.
7. Light RW. Diagnostic principles in pleural diseases. Eur Respir J. 1997; 10:
476-481.
8. Özyardımcı N. Plevra ve plevral hastalıklar. In: Özyardımcı N (Ed).
Nonspesifik Akciğer Hastalıkları. Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi, 1999:
1043-1067.
9. Broaddus CV, Light RW. Pleural Effusion. In: Mason R, Broaddus CV, Martin
T, King ET, Murray JF, Nadel JA (eds). Murray&Nadal’s Textbook of
Respiratory Medicine. Philedelphia: Saunders, 2010: 1719-1764.
10. Light RW. Physiology of the pleural space. In: Light RW (Ed). Pleural
Diseases. 3rd. ed. Maryland: Williams & Wilkins, 1995: Chapter 2: 7-17.
63
11. Weinberger SE. Pulmonary anatomy and physiology. In: Weinberger SE (Ed).
Principles of Pulmonary Medicine. 3rd. Ed. Philadelphia: W.B Saunders
Company, 1998: Chapter 1: 1-20.
12. Staub NC, Wiener-Kronish JP, Albertine KH. Transport through the pleura:
physiology of normal liquid and solute exchange in the pleural space. In:
Chrétien J, Bignon J, Hirsch, A (Eds). The Pleura in Health and Disease. New
York: Marcel Dekker, 1985; 30: 169.
13. Jones JSP. The pleura in health and disease. Lung 2002; 179: 397-413.
14. Light RW. Pleural diseases. Baltimore: Williams&Wilkins; 1995.
15. Miserocchi G. Physiology and pathophysiology of pleural fluid turnover. Eur
Respir J. 1997; 10: 219-225.
17. Kayacan O. Plevra Hastalıkları. In: Göğüs Hastalıkları. Ankara: Poyraz Tıbbi
Yayıncılık, 2009: 357-369.
18. Fraser RS, Müller NL, Colman N, Pare PD. Fraser and Pare’s Diagnosis of
Diseases of the Chest. 4th ed. Philadelphia; WB Saunders Company, 1999:
2739-2768.
19. Light RW, Broaddus VC. Pleural effusion. In: Murray JF, Nadel JA (Eds).
Textbook of Respiratory Medicine. 3rd ed. Philadelphia: WB Saunders
Company, 2000: 2013-2041.
20. Dev D, Basran GS. Pleural effusion: a clinical rewiew. Monaldi Arch Chest
Dis. 1994; 49: 25-35.
21. Light RW. Pleural Diseases. 4th ed. Philadelphia: Lippincott Williams &
Wilkins, 2001.
22. Çelik P, Muz H, Özkarakaş O, ve ark. Plevra sıvılarının ayırıcı tanısında
serum-effüzyon albumin gradienti. Solunum Hastalıkları 1995; 6(3): 383-390.
64
23. Kanat F, Çelenk MK, Kaya A, Gönüllü U. Benign ve Malign plevral
efüzyonların ayırımında tümör belirteçleri olarak CEA, b-hCG, CA 19-9 ve CA
15-3’ün değeri. Tüberküloz ve Toraks 1999; 47(1): 13-21.
24. Kaçar N, Tuksavul F, Aktoğu S ve ark. Plevra sıvılarının değerlendirilmesinde
Light kriterleri ile diğer biyokimyasal parametrelerin karşılaştırılması.
Tüberküloz ve Toraks 1998; 46(3): 212-216.
25. Çelik P, Yorgancıoğlu A, Yiğitoğlu R ve ark. Malign plevral efüzyonlarda
tümör belirleyicileri olarak CA 15-3, CA 19-9, CA 125, CEA ve AFP
düzeyinin tanı değeri. Solunum Hastalıkları 1998; 9(1): 43-53.
26. Kodak A, Öğüfl AC, Özdemir T. Plevral sıvılarda transuda-eksuda ayırımında
kolesterol değerleri ile serum-plevral sıvı albumin gradientinin Light kriterleri
ile karşılaştırılması. Solunum 1999; 1: 100-104.
27. Şenyiğit A, Işık B, Coşkunsel N ve ark. 305 plevral effüzyonlu vakanın
incelenmesi. Solunum Hastalıkları 1996; 7(3): 395-404.
28. Borazan A, Bilgiçli N. Malignite kaynaklı plevra sıvılarında CEA, CA 15-3,
CA 19-9, CA 125, CA 72-4 ve AFP düzeyinin tanısal değeri. Solunum
Hastalıkları 2001; 12: 96-101.
29. Şenyiğit A, Leblebici H, Babayiğit C ve ark. Transuda-eksuda ayrımında
plevral sıvı kolesterol düzeyinin tanısal değeri. Solunum Hastalıkları 1999; 10:
356-361.
30. Ruskin JA, Gurney JW, Thorsen MK, et al. Detection of pleural effusions on
supine chest radiographs. AJR. 1987; 148: 681-683.
31. Liberson M. Diagnostic significance of the mediastinal profile in massive
unilateral pleural effusions. Am Rev Respir Dis. 1963; 88: 176-80.
32. Altuğ N, Alpar S, Yılmaz K ve ark. Transuda-Eksuda ayırımında plevral sıvı
kolinesteraz düzeyinin tanısal değeri. Solunum Hastalıkları 2001; 12: 22-25.
65
33. Desai RS, Wilson AG. Pleura and pleural disorders. In: Armstrong P, Wilson
AG, Dee P, Hansell DM (Eds). Imaging of Diseases of the Chest. 3rd ed.
London: Mosby, 2000: 727-787.
34. Wernecke K. Ultrasound study of the pleura. Eur Radiol. 2000; 10: 1515-1523.
35. Harris GN, Rozenshtein A, Schiff MJ. Benign fibrous mesothelioma of the
pleura: MR imaging findings. AJR. 1995; 165: 1143-1144.
36. Zocchi L. Physiology and pathophysiology of pleural fluid turnover. Eur
Respir J. 2002; 20: 1545-1558.
37. Metintaş M. Plevral Sıvılı bir Hastada Tanı Yaklaşımı. In: Özlü T, Metintaş M,
Karadağ M, Kaya A (eds). Solunum Sistemi ve Hastalıkları. Đstanbul: Đstanbul
Tıp Kitabevi, 2010: 1959-1962.
38. Fishman AP. Fishman’s Pulmonary Diseases and Disorders. Mc Graw Hill,
2008.
39. Hasley PB, Albaum MN, Li Y-H, et al. Do pulmonary radiographic findings at
presentation predict mortality in patients with community-acquired
pneumonia? Arch Intern Med. 1996; 156: 2206-2212.
40. Hamm H, Light RW. Parapneumonic effusion and empyema. Eur Respir J.
1997; 10: 1150-1156.
41. Le Mense GP, Strange C, Sahn SA. Empyemathoracis: therapeutic
management and outcome. Chest 1995; 107: 1532-1537.
42. Maskell N, Batt S, Hedley E, et al. The bacteriology of pleural infection by
genetic and standard methods and its mortality significance. Am J Respir Crit
Care Med. 2006; 174: 817-823.
43. Barlett JG. Empyema. In: Gorbach SL, Barlett JG, Blacklow NR (Eds).
Infectious Diseases. Philadelphia: WB Saunders, 1998: 639-644.
66
44. Aysan T, Moğulkoç N. 134 ampiyem olgusunun retrospektif incelemesi. Ege
Üniv Tıp Fak Dergisi 1999; 28: 1199-1205.
45. Özuslu A, Genç O, Gürkök S, ve ark. Plevral ampiyemde cerrahi tedavi.
Gülhane Tıp Dergisi 2001; 43: 252-254.
46. Uçan ES. Parapnömonik efüzyon ve ampiyem. In: Gözü O, Köktürk O (eds).
Plevra Hastalıkları. Đstanbul: Toraks Kitapları, 2003: 139-146.
47. Maskell NA, Gleeson FV, Daby M, et al. Pragnostically signficant sariations in
pleural Fluid PH in loIulated parapneumonic effusions. Chest 2004; 126: 2022-
2024.
48. Colice GL, Curtis A, Deslauriers J, et al. ACCP Consensus statement: Medical
and surgical treatment of parapneumonic pleurisy. Chest 2000; 18: 1158-1171.
49. Light RW. Pleural effusion. N Eng J Med. 2002; 346: 1971-1977.
50. Mandell LA, Bartlett JG, Dowell SF, et al. Update of practice guidelines for
the management of community-acquired pneumonia in immunocompetent
adults. Clin Infect Dis. 2003; 37: 1405-1433.
51. Hughes CE, Van Scoy RE. Antibiotic therapy of pleural empyema. Semin
Respir Infect. 1991; 6: 94-102.
52. American Thoracic Society; Infectious Diseases Society of America.
Guidelines for the management of adults with hospital-acquired, ventilator-
associated, and healthcare-associated pneumonia. Am J Respir Crit Care Med.
2005; 171: 388-416.
53. Winterbauer RH. Nonmalignant pleural effusions. In: Fishman AP (Ed).
Fishman’s Pulmonary Diseases and Disorders. New York: McGraw-Hill Book
Company, 1998: 1411-1417.
54. Pollak JS, Passik CS. Intrapleural urokinase in the treatment of loculated
pleural effusions. Chest 1994; 105: 868-873.
67
55. Taylor RF, Rubens MB, Pearson MC, Barnes NC. Intrapleural streptokinase in
the management of empyema. Thorax 1994; 49: 856-859.
56. Moulton JS, Benkert RE, Weisger KH, Chambers JA. Treatment of
complicated pleural fluid collections with image-guided drainage and
intracavitary urokinase. Chest 1995; 108: 1252-1259.
57. Berglin E, Ekroth RE, Teger-Nilsson AL, William-Olsson G. Intrapleural
instillation of streptokinase: effects on systemic fibrinolysis. Thorac
Cardiovasc Surg. 1981; 29: 124-126.
58. Ferguson MK. Thoracoscopy for empyema, bronchopleural fistula and
chylothorax. Ann Thorac Surg. 1993; 56: 644-645.
59. Sendt W, Forster E, Hau T. Early thoracoscopic debridement and drainage as
definitive treatment for pleural empyema. Eur J Surg. 1995; 161: 73-76.
60. Wait MA, Sharma S, Nogare AD. A randomized trial of empyema therapy.
Chest 1997; 111: 1548-1551.
61. Tabak L. Parapnömonik efüzyon ve ampiyem. Solunum 2002; 4: 132-138.
62. Meisner M. Procalcitonin: a new innovative infection parameter. In: Meisner
M, ed. Biochemistry. Stuttgart: Brahms Diagnostica; 2000: 15.
63. Assicot M, Gendrel D, Carsin H, et al. High serum procalcitonin
concentrations in patients with sepsis and infection. Lancet 1993; 341:515-518.
64. Maruna P, Nedelnikova K, Gurlich R. Physiology and genetics of
procalcitonin. Physiol Res. 2000; 49(Suppl 1):57-61.
65. Maisner M. Procalcitonin-a new, innovative infection parameter biochemical
and clinical aspects. 3. revised and expanded edition. (Thieme, Stuttgart, New
York), 2000.
68
66. Oczenski W, Fitzgerald R:D and Scwarz S. Procalcitonin: a new parameter for
the diagnosis of bacterial infection in the peri-operative perion. European
Journal of Anesthesiology 1998; 15: 202-209.
67. Gendrel D, Bohuon C. Procalcitonin as a marker of bacterial infection. Pediatr
Infect Dic J. 2000; 19: 679-688.
68. Maruna P, Nedelnikova K, Gürlich R. Physiology and genetics of
procalcitonin. Physiol Res. 2000; 49: 57-61.
69. Ortatatlı M, Özgüven V, Şengül A. Sepsis ve ağır enfeksiyonların tanı ve
takibinde yeni bir belirteç: Prokalsitonin. Flora 1999; 4: 151-155.
70. Monneret G, Laroche B, Bienvenu J. Procalcitonin is not produced by
circulating blood cells. Infection 1999; 27: 34-35.
71. Oberhoffer M, Vogelsang H, Russwurm S, Hartung T, Reinhart K. Outcome
prediction by traditional and new markers of inflammation in patients with
sepsis. Clin Chem Lab Med. 1999; 37:363-368.
72. Steinwald PM, Whang KT, Becker KL, Snider RH, Nylen ES, White JC.
Elevated calcitonin precursor levels are related to mortality in an animal model
of sepsis. Crit Care (Lond). 1999; 3: 11-16.
73. Günal Ö, Barut HŞ. Sepsis ve prokalsitonin. Cumhuriyet Tıp Derg. 2009; 31:
502-512.
74. De Werra I, Jaccard C, Corradin SB, et al. Cytokines, nitrite/nitrate, soluble
tumor necrosis factor receptors, and procalcitonin concentrations: comparisons
in patients with septic shock, cardiogenic shock, and bacterial pneumonia. Crit
Care Med. 1997; 25: 607-613.
75. Ertuğrul Ö, Ertuğrul MB. Prokalsitonin ve Đnfeksiyon. Klimik Dergisi 2005;
18: 59-62.
69
76. Johnson AM, Rohlfs EM, Silverman LM. Proteins. In: Burtis CA, Ashwood
ER, eds. Tietz Textbook of Clinical Chemistry. Philadelphia: WB Saunders;
1999: 493.
77. Müller B, Becker KL, Schachinger H, Rickenbacher PR, Huber PR, Zimmerli
W, et al. Calcitonin precursors are reliable markers of sepsis in a medical
intensive care unit. Crit Care Med. 2000; 28: 977-983.
78. Simon L, Gauvin F, Amre DK, Saint-Louis P, Lacroix J. Serum procalcitonin
and C-reactive protein levels as markers of bacterial infection: a systematic
review and meta-analysis. Clin Infect Dis. 2004; 39: 206-217.
79. Demirağ K, Özden M, Gödekmerdan A, Cihangiroğlu M, Kalkan A. Sepsis
olgularında prokalsitonin, TNF-a ve C-reaktif protein düzeylerinin
değerlendirilmesi. Klimik Derg. 2003; 16(1): 21-24.
80. Shenkin A, Fraser WD, Series J, et al. The serum interleukin 6 response to
elective surgery. Lymphokine Res. 1989; 8: 123-127.
81. Baigrie RJ, Lamont PM, Kwiatkowski D, Dallman MJ, Morris PJ. Systemic
cytokine response after major surgery. Br J Surg. 1992;79: 757-760.
82. Gandrel D, Raymond J, Coste J, Moulin F, Lorror M, Guerin S, Ravilly S,
Lefevre H, Royer C, Lacombe C, Palmer P, Bohuon C. Comparison of
procalcitonin with C-reactive protein, interleukin 6 and interferon-alpha for
differentitation of bacterial vs. viral infections. Pediatr Infect Dis J. 1999; 18:
875-881.
83. Brunkhorst R, Ebenhard OK, Haubitz M, Brunkhorst EM. Procalcitonin for
discirimination between activity of systemic autoimmune disease and systemic
bacterial infection. Intensive Care Med. 2000; 26: 199-201.
84. Hatzistilianou M. Diagnostic and Prognostic Role of Procalcitonin in
Infections. The ScientificWorld Journal 2010; 10: 1941-1946.
70
85. Stolz D, Christ-Crain M, Bingisser R, Leuppi J, Miedinger D, Muller C, Huber
P, Muller B,Tamm M. Antibiotic treatment of exacerbation of COPD: a
randomized, controlled trial comparing procalcitonin-guidance w.th standard
therapy. Chest 2007; 131: 9-19.
86. Tang H, Huang T, Jing J, Shen H, Cui W. Effect of Procalcitonin-Guided
Treatment in Patients with Infections: a Systematic Review and Meta-Analysis.
Infection 2009; 37: 497-507.
87. Christ-Crain M, Stolz D, Bingisser R, et al. Procalcitonin guidance of antibiotic
therapy in community-acquired pneumonia: a randomized trial. Am J Respir
Crit Care Med. 2006; 174: 84-93.
88. Hatzistilianou M, Rekliti A, Athanassaiadou F, Catriu D. Procalcitonin as an
early marker of bacterial infection in neutropenic febrile children with acute
lymhoblastic leukemia. Inflamm Res. 2010; 59: 339-347.
89. Hatzistilianou M, Rekliti A, Athanassaiadou F, et al. Serial procalcitonin
response in infection of children with secondary immunodeficiency. Clin Invest
Med. 2007; 30: 75-85.
90. Topolcan O, Holubec L, Polivkova V, et al. Tumor markers in pleural
effusions. Anticancer Res 2007; 27: 1921–1924.
91. Porcel JM, Vives M, Cao G, Bielsa S, Ruiz-Gonzalez A, Martinez-Iribarren A,
Esquerda A. Biomarkers of infection for the differential diagnosis of pleural
effusions. Eur Respir J. 2009; 34: 1383-1389.
92. Lin MC, Chen YC, Wu JT, Ko YC, Wang CC. Diagnostic and Prognostic
Values of Pleural Fluid Procalcitonin in Parapneumonic Pleural Effusions.
Chest 2009; 136: 205-211.
93. Wang CY, Hsiao YC, Jerng JS, Ho CC, Lai CC, Yu CJ, Hsueh PR, Yang PC.
Diagnostic value of procalcitonin in pleural effusions Eur J Clin Microbiol
Infect Dis. 2011; 30(3): 313-318.
71
94. San Jose ME, Valdes L, Vizcanio LH, Mora T, Pose A, Soneira E, Crecente C,
Gonzalez-Barcala FJ. Procalcitonin, C-reactive protein, and cell counts in the
diagnosis of parapneumonic pleural effusions. J Investig Med. 2010; 58: 971-
976.
95. Ko YC, Wu WP, Hsu CH, Dai MP, Ou CC, Kao CH. Serum and Pleural Fluid
Procalcitonin in Predicting Bacterial Infection in Patients with Parapneumonic
Effusion. J Korean Med Sci. 2009; 24: 398-402.
96. Light RW, MacGregor MI, Luchsinger PC, Ball WC Jr. Pleural effusion: the
diagnostic separation of transudates and exudates. Ann Intern Med. 1972; 77:
507-513.
97. Chakko SC, Caldwell SH, Sforza PP. Treatment of congestive heart failure: its
effect on pleural fluid chemistry. Chest 1989; 95: 798-802.
98. Roth BJ, O’Meara TF, Cragun WH. The serum-effusion albumin gradient in
the evaluation of pleural effusions. Chest 1990; 98: 546-549.
99. Hamm H, Brohan U, Bohmer R, Missmahl HP. Cholesterol in pleural
effusions: a diagnostic aid. Chest 1987; 92: 296-302.
100. Valdes L, Pose A, Suarez J et al. Cholesterol: A useful parameter for
distinguishing between pleural exudates and transudates. Chest 1991; 99: 1097-
1102.
101. Costa M, Quiroga T, Cruz E. Measurement of pleural fluid cholesterol and
lactate dehydrogenase. A simple and accurate set of indicators for separating
exudates from transudates. Chest 1995; 108: 1260-1263.
102. Cakir E, Deniz O, Ozcan O, Tozkoporan E, Yaman H, Akgul EO, Bilgi C,
Bilgic H, Ekiz K, Erbil MK. Pleural fluid and serum procalcitonin as
diagnostic tools in tuberculous pleurisy. Clinical Biochemistry 2005; 38: 234-
238.
72
103. Ferguson AD, Prescott RJ, Selkon JB, et al. The clinical course and
management of thoracic empyema. Q J Med. 1996; 89: 285-289.
104. Davies CWH, Kearney SE, Gleeson FV, et al. Predictors of outcome and long
term survival in patients with pleural infection. Am J Respir Crit Care Med.
1999; 160: 1682-1687.