62

SEKA Dergi Kasım 2012

Embed Size (px)

DESCRIPTION

SEKA Dergi Kasım 2012

Citation preview

Page 1: SEKA Dergi Kasım 2012
Page 2: SEKA Dergi Kasım 2012

2

kapak içi

aydınlanmak için...

Türkiye Yazarlar Birliği 2010 “Özel Yayıncılık”

Ödülü

Dağıtımcılarımız: Ana Dağıtım (0212) 526 99 41 Alfa Dağıtım (0212) 511 53 03Gökkuşağı Dağıtım (0212) 410 50 60 Cağaloğlu Dağıtım (0212) 526 23 99Adım Dağıtım (0212) 521 90 78 Prefix (0212) 503 86 86

M e t a m o r f o z Y a y ı n c ı l ı k M e r c a n M a h . F u a t p a ş a C a d . S e m a v e r S o k . S e l ç u k l u İ ş h a n ı K : 3 N o : 5 2 B e y a z ı t / F a t i h / İ S T A N B U L T e l & F a x : ( 2 1 2 ) 5 2 2 4 5 0 5 d a g i t i m @ o k u r k i t a p l i g i . c o m

www.okurkitapligi.comwww.facebook.com/okurkitapligi www.twitter.com/okurkitapligi

Edebiyatın seçkin örnekleri Okur Kitaplığı’nda

Bir Kelime MesafesiMetin Önal Mengüşoğlu

İNCELEME, OCAK 2012, 312 SAYFA

Şiirimin ŞehirleriArif Ay

ŞİİR, EYLÜL 2011, 96 SAYFA

YoksaNermin TenekeciÖYKÜ, KASIM 2010, 158 SAYFA

DiriZafer Acar

ŞİİR, OCAK 2012, 120 SAYFA

İnsanı Aşan KanMustafa CelepŞİİR, EYLÜL 2011, 86 SAYFA

GökyüzündeBir Mızrak Güneş

Mehmet ŞahinkoçŞİİR, KASIM 2010, 76 SAYFA

Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi

Selman BayerROMAN, OCAK 2012, 320 SAYFA

Harput ŞehrengiziMetin Önal Mengüşoğlu

ANI, EYLÜL 2011, 184 SAYFA

Ben İsmet Özel Şair...Reşit Güngör KalkanBİYOGRAFİ, AĞUSTOS 2010, 430 SAYFA

Anzelha ile İbrahimAli Haydar HaksalROMAN, OCAK 2012, 172 SAYFA

Kış BahçesiGüray Süngü

ROMAN, EYLÜL 2011, 320 SAYFA

Bıçağa Basar GibiMetin Önal Mengüşoğlu

ŞİİR, AĞUSTOS 2010, 86 SAYFA

Yeşil VadiÜmit Aktaş

ROMAN, ARALIK 2011, 230 SAYFA

Ben Yok İkenMehmet Elçin

ŞİİR, MAYIS 2011, 158 SAYFA

Yazının GizledikleriCemal Şakar

İNCELEME, AĞUSTOS 2010, 278 SAYFA

Keyfekader KahvesiAykut Ertuğrul

ÖYKÜ, EKİM 2011, 134 SAYFA

SözdenizKenan Göçer

ŞİİR, MAYIS 2011, 124 SAYFA

Kadim KapıOrhan TepebaşŞİİR, MAYIS 2010, 56 SAYFA

Mutsuzluk FotoğraflarıHakkı Özdemir

ROMAN, MAYIS 2010, 112 SAYFA

Her Şey Hakkında Bir ÖyküKamil Yıldız

ÖYKÜ, NİSAN 2010, 110 SAYFA

Sâlik Yola DüşünceYılmaz Yılmaz

ÖYKÜ, MART 2010, 112 SAYFA

Şehri Terketmeden ÖnceÜmit Aktaş

ŞİİR, MART 2010, 150 SAYFA

Savaşlar KararındaÜnsal Ünlü

ŞİİR, ŞUBAT 2010, 64 SAYFA

RüyaÜmit Aktaş

ROMAN, ŞUBAT 2010, 200 SAYFA

Edebiyatın Sırça KulesiCemal Şakar

İNCELEME, EKİM 2011, 142 SAYFA

Öptüm Kara Gözlerinden

Metin Önal MengüşoğluDENEME, MAYIS 2011, 154 SAYFA

Edebiyat Hayat MematCevat Akkanat

DENEME, MAYIS 2010, 174 SAYFA

EndülüsMetin Önal Mengüşoğlu

ŞİİR, EKİM 2011, 208 SAYFA

Sel ve KumCemal Şakar

ÖYKÜ, NİSAN 2011, 298 SAYFA

İstanbul HikâyeleriMetin Önal Mengüşoğlu

ÖYKÜ, MAYIS 2010, 116 SAYFA

dosy

a

Page 3: SEKA Dergi Kasım 2012

1

Bir kış mevsiminde sunulan bültenimiz, Âkif dos-yası ile karşınıza çıkmayı başardı. Umarım ‘Han-gi Âkif?’ denmemiştir.

Edebiyatın toplumda giderek etkisini yitirdiği-ni ve önemsizleşen itibarını onayladığımız için değil, bir şehir kültürü yaratmada mevcut edebiyat kanonundan beklenen dönüştürücü etkinin yeterli görülmemesinden yakınmaktayız.

Nihayetinde edebiyat, kültürün bir unsurudur. Edebiyat kaygısını unutmadan çıkarmayı düşündüğümüz bu bül-ten, edebiyat merkezli ve şehir eksenli bir kültürel yayın-dır.

MEHMET ÂKİF Yılı ilan edilen 2011 yılı bitmesine rağmen, 2012’nin ilk ayında da dosya konumuzu Âkif seçtik. Hatta diyebilirim ki, esas olarak bu bülteni Âkif ve İstiklâl Marşı için çıkardık desek abes olmayacak.

Diğer yandan, genç kuşağın Âkif’i anlaması için Safahat sadeleştirmelerini önemsiyoruz ve destekliyoruz. Ancak, bu sadeleştirmelerde bir eksiklik var gibi. Osmanlıca kelimenin Türkçe karşılığını altta bir yerlerde sözlükçe olarak veya metin içerisinde vermekle genç kuşağa ula-şılmış olmuyor. Dizelerin bazen kökten değiştirilmesi bile gerekebiliyor. Anlam merkezli yeni sadeleştirme çabala-rını dikkate alıyoruz.

Bültenimizle sizi baş başa bırakıyorum. Eserleriniz, He-diyelik Sorular (4 metin) ve Duyduk Duymadık Demeyin başlıklı duyuruya vereceğiniz cevapları, ilginç hediyeler almak istiyorsanız [email protected] adresine bekliyoruz.

Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle…editö

rden

aydınlanmak için...

Türkiye Yazarlar Birliği 2010 “Özel Yayıncılık”

Ödülü

Dağıtımcılarımız: Ana Dağıtım (0212) 526 99 41 Alfa Dağıtım (0212) 511 53 03Gökkuşağı Dağıtım (0212) 410 50 60 Cağaloğlu Dağıtım (0212) 526 23 99Adım Dağıtım (0212) 521 90 78 Prefix (0212) 503 86 86

M e t a m o r f o z Y a y ı n c ı l ı k M e r c a n M a h . F u a t p a ş a C a d . S e m a v e r S o k . S e l ç u k l u İ ş h a n ı K : 3 N o : 5 2 B e y a z ı t / F a t i h / İ S T A N B U L T e l & F a x : ( 2 1 2 ) 5 2 2 4 5 0 5 d a g i t i m @ o k u r k i t a p l i g i . c o m

www.okurkitapligi.comwww.facebook.com/okurkitapligi www.twitter.com/okurkitapligi

Edebiyatın seçkin örnekleri Okur Kitaplığı’nda

Bir Kelime MesafesiMetin Önal Mengüşoğlu

İNCELEME, OCAK 2012, 312 SAYFA

Şiirimin ŞehirleriArif Ay

ŞİİR, EYLÜL 2011, 96 SAYFA

YoksaNermin TenekeciÖYKÜ, KASIM 2010, 158 SAYFA

DiriZafer Acar

ŞİİR, OCAK 2012, 120 SAYFA

İnsanı Aşan KanMustafa CelepŞİİR, EYLÜL 2011, 86 SAYFA

GökyüzündeBir Mızrak Güneş

Mehmet ŞahinkoçŞİİR, KASIM 2010, 76 SAYFA

Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi

Selman BayerROMAN, OCAK 2012, 320 SAYFA

Harput ŞehrengiziMetin Önal Mengüşoğlu

ANI, EYLÜL 2011, 184 SAYFA

Ben İsmet Özel Şair...Reşit Güngör KalkanBİYOGRAFİ, AĞUSTOS 2010, 430 SAYFA

Anzelha ile İbrahimAli Haydar HaksalROMAN, OCAK 2012, 172 SAYFA

Kış BahçesiGüray Süngü

ROMAN, EYLÜL 2011, 320 SAYFA

Bıçağa Basar GibiMetin Önal Mengüşoğlu

ŞİİR, AĞUSTOS 2010, 86 SAYFA

Yeşil VadiÜmit Aktaş

ROMAN, ARALIK 2011, 230 SAYFA

Ben Yok İkenMehmet Elçin

ŞİİR, MAYIS 2011, 158 SAYFA

Yazının GizledikleriCemal Şakar

İNCELEME, AĞUSTOS 2010, 278 SAYFA

Keyfekader KahvesiAykut Ertuğrul

ÖYKÜ, EKİM 2011, 134 SAYFA

SözdenizKenan Göçer

ŞİİR, MAYIS 2011, 124 SAYFA

Kadim KapıOrhan TepebaşŞİİR, MAYIS 2010, 56 SAYFA

Mutsuzluk FotoğraflarıHakkı Özdemir

ROMAN, MAYIS 2010, 112 SAYFA

Her Şey Hakkında Bir ÖyküKamil Yıldız

ÖYKÜ, NİSAN 2010, 110 SAYFA

Sâlik Yola DüşünceYılmaz Yılmaz

ÖYKÜ, MART 2010, 112 SAYFA

Şehri Terketmeden ÖnceÜmit Aktaş

ŞİİR, MART 2010, 150 SAYFA

Savaşlar KararındaÜnsal Ünlü

ŞİİR, ŞUBAT 2010, 64 SAYFA

RüyaÜmit Aktaş

ROMAN, ŞUBAT 2010, 200 SAYFA

Edebiyatın Sırça KulesiCemal Şakar

İNCELEME, EKİM 2011, 142 SAYFA

Öptüm Kara Gözlerinden

Metin Önal MengüşoğluDENEME, MAYIS 2011, 154 SAYFA

Edebiyat Hayat MematCevat Akkanat

DENEME, MAYIS 2010, 174 SAYFA

EndülüsMetin Önal Mengüşoğlu

ŞİİR, EKİM 2011, 208 SAYFA

Sel ve KumCemal Şakar

ÖYKÜ, NİSAN 2011, 298 SAYFA

İstanbul HikâyeleriMetin Önal Mengüşoğlu

ÖYKÜ, MAYIS 2010, 116 SAYFA

Raş

it Fİ

DA

N /

Edi

tör

derg

iyeg

onde

r@gm

ail.c

om

Sayı 1 / 2012

Dil ve Edebiyat Derneği Kocaeli Şubesi Adına Sahibi

Ali YEŞİLDAL

Genel Yayın YönetmeniKenan GÖÇER

EditörRaşit FİDAN

[email protected]

Yayın DanışmanıOsman AYVAZOĞLU

Halkla İlişkilerEngin ŞAHİN

TasarımSiyahmartı Reklam Ajans

FotoğrafNurdoğan SEVENCAN

Mehmet BAYDEMİR

Yayın KuruluProf. Dr. Aynur KOÇAK

Doç. Dr. Esat HARMANCIDoç. Dr. Hakan SAZYEK

İsmail CİVELEKYusuf ARABACI

Dicle ÇETİNYavuz ALTINIŞIK

Faruk ERİŞİsa ARAS

Sanat, Edebiyat ve Kültür Akademisi (SEKA)Kozluk Mah. Mehmet Ali Kâğıtçı Sok. Nu: 71

İzmit / KOCAELİ

Bilgi ağı : dedkocaeli.comDernek E-posta : [email protected] E-posta : [email protected] : +90 262 270 01 00 Faks : +90 262 270 01 01

Neredesin ey sevgili okuyucu!

////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////do

sya

Page 4: SEKA Dergi Kasım 2012

2

Sanayi ile özdeşleşen bir şehirde her türlü kültürel etkinliği, edebiyat ve sanat faaliyetini ciddiye alıyoruz. Kirlenen havamızı, kültürel hareketlenmelerle temizleyip soluklanmaya

çalışıyoruz. Hızla dönüşen gençliğimizin maruz kal-dığı tüketim kültürü içinden kendini kurtarabileceği bir can simidi olmak istiyoruz.

İsterim ki bu bülten;

Mevsimlerin insana yaptığı fenalıklar kadar bir he-yecan yaratsın,

Ya da yüksek kültürün katında esen bir rüzgâr olup saçlarımızı dağıtsın,

Veya karlı bir gece vakti bir dostu uyandıracak ka-dar sahici olsun!

Dünyanın kiri pası içinde gönlümüzü diri ve temiz tuttuğumuzu iddia edemeyiz. Bir iddiamız varsa –ki var- o da, gönlümüzün (dil) temiz tutulması gerek-tiğidir. Gönül; dildir, evdir, vicdandır, adalet duygu-sudur. O kadar geniştir ki bu coğrafyada gönül, hiç kimse dışarıda kalmaz, hiç kimseyi karda kışta bı-rakmaz. Neredeysek, güneş orada bulur bizi…

Bu yıl da, ‘Gençlik yine okumuyor’ serzenişleri baş-köşeyi tuttu. Okuyan bir toplum olamadığımız için gençleri suçlamak olamazdı. Suçlu, büyük ölçüde bizdik. Ama her halükarda umudumuz onlarsa bir şeyler yapmak lazım, diye bildik.

Gençlik, geleceğin tohumudur. Bu tohumun özüne bakarak yarınımızı bilmek zor olmayacaktır. Her dönemin gençliği, kendi enerjisini harcayabildiği dünyada yaşıyor, diyor Nurettin Topçu. Eski Mısır’ın gençliği doğayla çetin mücadelesinin sahnesinde, Sümer gençliği tapınakta, Yunan gençliği olimpiyat-larda, Roma gençliği ise forumda kendini göster-mektedir. Her toplum, kendi gençliğinin çehresinde değer kazanır. O halde büyük soru geliyor: Gençli-

ğimizin uğraştığı ve zaman geçirdiği yerlerden, ge-lecek Türkiye’sinin yerini kim çıkarmak ister veya çıkarmaya cesaret eder?

Mekân, imkândır. Kûn, kevn, tekvin, kâinat, müm-kün ve temkin gibi Türkçe’de kullandığımız keli-melerin hepsi Arapça bir fiil olan ‘kûn-kâne’den (ol-idi/to be-was) gelir. Demek ki, bir şey yapmak için mekân ve imkân birbirini destekleyen kavram-lar oluyor. Bu şehirde, Kocaeli’de okuyan, yazan, düşünen ve kaygısı olan insanların her zaman bir şikâyeti vardır: Oturup çay içip derinlikli sohbetler edecek bir mekân yok diye… Doğrudur da. Öyle bir mekân maalesef yok. Yoktu… Şimdi var!

Kültürün, edebiyatın, sanatın, şiirin, felsefenin, mi-marinin ve iktisadın konuşulup tartışıldığı mekânları bugüne kadar dergi olarak düşündük. Şimdi ise dört başı mamur, kültür, edebiyat, sanat, şiir, felsefe, mi-mari ve iktisat konuşabileceğimiz işlikler (atölye) ve yayınlar yapmak üzere bir ‘Sanat Edebiyat ve Kültür Akademisi (SEKA)’ var. Her şey düş ile başlar, dü-şünce ile devam eder. Biz buna inanıyoruz. Biz bu şehrin imkânına da, insanı da inanıyoruz.

İşte o inançtır ki, Kocaeli Büyükşehir Belediye Baş-kanı Sayın İbrahim KARAOSMANOĞLU’nun bize, işletilmek üzere SEKA’yı (Sanat, Edebiyat ve Kültür Akademisi) vermesini sağladı. Kültüre verdiği son-suz destekten dolayı Kocaeli olarak müteşekkiriz başkanımıza.

Farsça bir kelime olan ‘genç’liği, biyolojik yaş ola-rak değil, Farsça’daki anlamı olan “hazine” olarak anlıyoruz. Dernek olarak Kocaeli’de gençliğimi-ze bir bilinç kazandırmak istiyoruz. Kendimizi hep genç olarak gördüğümüz için biz de bu bültenden nasipleneceğiz demektir. Bakalım nasbimize ne düşecek? Bakalım, gökten üç elma kimin cebine düşecek?

Ali YEŞİLDAL

mer

haba

Ali

YEŞİ

LDA

L D

il ve

Ede

biya

t Der

neği

K

ocae

li Şu

besi

Baş

kanı

////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////

Dil ve Edebiyat Derneği Kocaeli Şubesi’nden tüm edebiyat ve kültür insanlarına merhaba!do

sya

Page 5: SEKA Dergi Kasım 2012

İstiklâl Marşı’mız İsmail CİVELEK

Âkif’ten Çağdaş Âsım’a Nasihatler M. Esat HARMANCI

Mehmet Âkif Fevziye Kürsüsü’nde Dr. Ali Vasfi KURT

Asımın Nesli Sait KARAÇORLU

Mehmet Âkif Kahraman mıdır? Öztekin DÜZGÜN

Safahat’ta Kadın ve Çocuk Kavramları Dicle ÇETİN

Birinci Dünya Savaşı Ve Milli Mücadele Döneminde Mehmet Âkif Faruk YAVUZ

dosy

a

Bitpazarında Bir Ayna Mustafa ÖZBİLGE

Çocukluk Zamanı Rukiye BAŞKIRAN

YürüyüşRabia UĞURLU

Küçülmek Büyümektir Çoğu ZamanSertaç ERİÇ

BizsizleşmekSevnur SAVAŞ

öykü

ler

İngiltere’ye Bir Kütüphane Gezisi Kenan GÖÇER

gezi-

gözle

m

Kocaeli’de İz Bırakanlar: Akçakoca Resul NARİN

Gazi Süleyman Paşa Camii (Orhan Camii) Volkan ŞENEL

Uğrak YerlerimizÖmer Faruk ASILTÜRK

Kültür Derneklerimiz: Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği Alptekin CEVHERLİ

Bisiklet Kültürü ve İzmit Mehmet Z. KUTLU

koca

eli

şehi

r-kül

tür

Kitâb

iyat

Ariflerin Satrancı Bilal BARIŞ

Sözdeniz Rüştü YILMAZ

Ben BülbülHayatım RomanRövşen ALİZADE

04

22

Bu muydu?İsmet SAĞLAM

KimsecikMelih ÖZEL

Sen GideceksinOğuz ERTÜRK

Şahadetname Süleyman PEKİN

İncitme Beni Yavuz ALTINIŞIK

şiirle

r

5331

38

45

içindekiler

Page 6: SEKA Dergi Kasım 2012

4

İsm

ail C

İVEL

EK

İstiklâl Marşı’mızHer milletin bir millî marşı vardır ama biz, millî marşımızla varız. O halde ‘b-iz’ kimiz veya kimliğimizdeki ‘iz’ nedir?

dosy

a

Page 7: SEKA Dergi Kasım 2012

5

Burada, ‘Kahraman Ordumuza’ göndermesi ile başlayan marşımızın göndere çekilen ilk iki dört-lüğünü açıklamaya çalışacağım. Yapmak istediğim, orijinal yazısında verdiğim halini, aşağıda şimdi kullandığımız metnini de vererek elimden geldiğince açıklamak olacak. Marşın kendisini değilse bile ruhunu, gençliğimizin gündelik hâl ve hareketlerine dönüştürülmesini biraz sağlayabilirsem, kendimi huzurlu sayacağım.

Millî marşımızı yazan Mehmet Âkif’in, “Kork-ma!” diye şiire başlaması birçok kesim tara-fından tartışılmış ve hatta eleştirilmiştir. Hem dörtlüğü, hem de ilk dizenin ilk kelimesinin ‘korkma!’ şeklindeki seslenişini anlayabilmek için dönemin şartlarının bilinmesinde fayda var-dır.

Hızla küçülmüş bir Osmanlı bakiyesi Türkiye’yi hayal edin... Batı’yı arkasına alan Yunanlıların ülke içlerine kadar yürümesi, kendi insanları-mızın isyanları, I. İnönü Savaşı, zafer ve yenilgi haberleri arasında hop oturup hop kalkan An-kara’daki Büyük Millet Meclisi’ni düşünelim… Düşman toplarının Ankara’dan duyulduğu es-nada, meclisin daha doğuya doğru kaydırılma-sı tartışılmaktadır… Orduyu bir arada tutmanın zorluğu, asker bulmada sıkıntı ve bir araya güçbelâ getirilmiş ordunun ihtiyaçları karşıla-nırken son kaynaklara başvurulmaktadır.

Milletteki korku, ‘acaba’ kelimesinin dilde dolaş-masına neden oluyor. ‘Acaba düşecek mi Türki-ye?’ sorusu, ümit ve ümitsizlik sarkacı arasında sürekli sallanıyor. Karanlıktan, tanımlayamadığı

şeylerden çocuğuna güven vermek isteyen ba-banın sözü ne olabilirse, ‘öcü’nün çocuğu yeme ihtimaline karşı annenin bilerek veya bilmeye-rek söyleyeceği ilk söz ne ise Âkif’in de ulusa seslenişlerin ilki olabilecek İstiklâl Marşı’ndaki ilk kelimesi elbet “Korkma!” olacaktı.

Öyle bir söz ki ‘korkma!’, adeta bütün marşın çekirdeğidir. Sanki bütün marş, kırkbir (kere maşallah) dize, ‘korkma’nın yorumu gibidir. ‘Kendini hatırla!’, ‘Ey Türk, titre ve kendine dön!’ ve ‘kendini bil’ gibi milletimizin kültürel kod-larında büyük yeri olan seslenişlere, Âkif ile ‘Korkma!’ eklenmiştir. Sadece bu söz bile kendi başına, bağımsızlık marşımızın ruhunu ve me-sajını taşıyacak güce sahiptir.

Güneş nasıl hiç durmadan, sonsuzca batıp çıkı-yorsa şafaktan, kırmızı bayrağımız (al sancak) da bu döngüde aynı şekilde dalgalanmaya de-vam edecektir. Nasıl güneş batarken ufuktan, bir daha doğmayacak diye korkuya kapılmıyor-sak, o kadar rahat olmamızı ve korkmamamız gerektiği ima edilir. Bilindiği gibi, güneşin batı-şında ve doğuşunda şafakta bir kızıllık olur. O

Öyle bir söz ki ‘korkma!’, adeta bütün marşın çekirdeğidir. Sanki bütün marş, kırkbir (kere maşallah) dize, ‘korkma’nın yorumu gibidir. ‘Kendini hatırla!’, ‘Ey Türk, titre ve kendine dön!’ ve ‘kendini bil’ gibi milletimizin kültürel kodlarında büyük yeri olan seslenişlere, Âkif ile ‘Korkma!’ eklenmiştir. Sadece bu söz bile kendi başına, bağımsızlık marşımızın ruhunu ve mesajını taşıyacak güce sahiptir.

İstiklâl Marşı-Kahraman Ordumuza-

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celâl?Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.

Sözlükçe:

Şafak : Güneşin batışından sonra ve doğuşundan önce ufukta beliren kızıllık.Al : Kırmızı.Sancak: Büyük bayrak, bayrak, alemÇehre : Yüz, sîma.Hilâl : Yeni ay, ayça, gençay.Celâl : Ululuk, büyüklük, kızgınlık.Hakk’a tapmak: Allah’a bağlı olmak.İstiklâl: Bağımsızlık.

dosy

a

Page 8: SEKA Dergi Kasım 2012

6

kızıllık da, al sancağa yani kırmızı renkli Türk Bayrağı’na benzetilir. Ülkenin, olmak ya da ol-mamak arasında gidip geldiği günlerin yaydığı korkuya kapılmamak gerektiğini, bu durumun güneşin batışı ve doğuşu kadar doğal olduğunu, bayrağı güneşe benzeterek açıklar.

‘Ocak’ ve ‘sancak’ arasında gerilen bu dörtlük-te ocak, bireyi; sancak da milleti temsil eder. Bu marşın yazarı dâhil olmak üzere, son bir birey kalana dek, millet pes etmeyecektir, tes-lim olmayacaktır. Birçok anlamı olan ‘ocak’, burada milletin son bir temsilcisi, birey olarak kullanılmıştır. Fakat dörtlüğün son iki dizesinde ‘sancak’ın, yurdun üstünde parlayan yıldız ola-rak kullanıldığını görüyoruz. O halde sancak, iki katmanlı bir işleve sahip: Hem millet hem de gökteki yıldız.

Son ocak tüttükçe, yani son bir insan teki bu ülkede yaşadığı müddetçe, bu bayrak (sancak) dalgalanacaktır (gökte parlar ve “yıldızların” bu ülke teslim olmayacaktır). Yıldızlar nasıl gök-te parlar ve bu parlamasına hiç kimse ve hiçbir güç engel olamazsa, aynen o yıldız gibi bayrağı-mın dalgalanmasına da hiçbir güç (tek dişi kal-mış canavar) engel olamayacaktır. Kim ‘o yıldızı söndüreceğim’ derse, komik olur. Söndüreceği-ni söyleyen biri varsa ona gülünür ancak, ondan korkulmaz!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celâl?

Yorgun ülkemin bitkin insanları gibi kaşlarını çatmaktadır sinirinden al bayrak, yıldızlı hilâl. İnsanlarına kırgın ve kızgındır. Ülkenin içinde bulunduğu bu çaresizliğe, al bayrağımızda-ki hilâl de tepki vermektedir. Adeta, ‘yapılacak son bi’şeyler var da yapmıyorsunuz!’ diye mil-lete küsmüş gibidir. Milletin, en ufak bir güven ifadesi olan bir gülücüğe ihtiyacı vardır. O gü-veni de ancak al bayrağımız verebilir. O (hilâlli al sancak) bir gülse, herkesin kendine güveni gelecektir.

‘Nazlı hilâl’in, tarihi kahramanlık dolu olan bu millete bir gülücüğü çok görmesi, kabul edile-mez. ‘Tamam, çok kötü durumdayız’ ama bize kaşlarını çatamazsın! Bir günde gelmedik bu duruma… Niye şimdi yüzünü, güzel çehreni biz-den esirgiyorsun? Kahramanlık ve güzellik kav-ramı kendisinde olgunluğa ulaşmış milletim, bu haksızlığı, esirgenen bu çehrenin güzelliğini ka-bul edemez. Eğer böyle yaparsan nazlı hilâlim, ‘sonra dökülen kanlarımız helâl olmaz sana!’. Bağımsızlığı hak ediyor çünkü milletim. Çünkü o (milletim), Allah’tan başka hiç kimseye ve hiç-bir şeye tapmaz. Bağımsızlık onun doğasında var. Dünyada hiçbir güç, onu Allah’a tapmaktan alıkoyamaz. Böyle bir millet, dünya tarihinde yoktur. Karakteri, bir çubuğun iki ucu gibidir. Bir ucunda güçlü bir Allah inancı, diğer ucunda bin yıllardır devam eden bağımsız yaşama tecrübe-si ve arzusu…

Birbirini tamamlayan bu iki önemli ve temel özellik, milletimizin kurucu özelliğidir. Biri-ni boşladığında, diğeri de bundan nasibini alır. Allah inancı zayıfladıkça, bağımsızlık özlemi de azalacaktır. Ama milletimizin Allah’a olan bağlılığı, vatana bağlılığı ile paralel olduğundan, bağımsızlık onun hakkı ve doğası olmaktadır: Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.

dosy

a

Page 9: SEKA Dergi Kasım 2012

7

Mehmet Âkif Ersoy, koskoca imparatorluğun çöküşünü, elden çıkışını görmüş bir aydın ola-rak bu mısralarla bugüne haykırır. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, 1895’te Yunanlılarla harp, Balkan Harbi... Balkan uluslarının Yeşilköy’e ka-dar geldiği bu savaştan bir-iki sene sonra Birin-ci Dünya Harbi çıkar. Peşine de İstiklâl Harbi… Rusların Yeşilköy’e kadar geldiği bu savaştan bir-iki sene sonra Birinci Dünya Harbi çıkar ve peşine İstiklâl Harbi. İnsanın ömründe tanık olabileceği bu en acı yılları Âkif içindeki milli ve manevi sorumlulukla ve bir misyon adamı, bir aydın olması hasebiyle çok daha derinden ya-şamıştır. İmparatorluk üzerinde oynanan İngiliz oyununun bir milletler ayrılığı esasına dayandı-ğını, bunun bir coğrafya kuşatması olmadığını en iyi anlayanlardandır. Âkif, bu bilinç ve manevi donanımla içinden geçilen son derece tehlikeli dönemeci sağlık üzere algılamaya gayret et-miştir.

Âkif’i bu misyonda rahat bırakmayan şey, onun kişiliğini besleyen damarlarda aranmalıdır. Nef-si ve çevresi dışında olup bitenlerle dertlenen bir halk kahramanı, öncelikle tebliğ dininin esa-sına vÂkiftı. O, üzerine düşen mesaj aktarma ve aydınlatma sorumluluğuna kutlu bir mana da yüklendiğinin farkındaydı. Kurtuluş reçetesi

için kafa yormuş bir devrimci sıfatıyla ömrünü, davası olan bir insan olarak geçirmiştir. Âkif, teşhisi koyarken de eğri oturup doğru konuşa-caktır. En hafif şekliyle aydın tanımı da olan bu hal onda bir karakter haline gelmişti. Kimsenin keyfi için ya da kendi çıkarı için eğilip bükülme-yecektir:

Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişimİnan ki her ne demişsem görüp de söylemişimŞudur benim cihanda en beğendiğim meslekSözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek

Bu ölçü ve çizgide içinde bulunulan şartlar ge-reği öncelikli savunma ya da mücadele alanı elbette bağımsızlık olacaktı. Bugün Âsım için bu pek anlaşılır görünmez. Çünkü istiklal ya da bağımsızlık somut olarak bugünün nesli için hayatiyet arz etmez. Farklı dünya görüşleri ile emperyalizm ya da müstemlekecilik teşhiri ayyuka çıkarılsa da çağdaş Âsım buna pek itibar etmez. Bağımsızlığı yegâne dert edinen hisli ve cesur adam, “üç buçuk soysuz” olarak nitelen-dirdiği sömürgeci zihniyete asla köpeklik etme-yeceğini ve asla esaret ve tahakküm altında ya-şayamayacağını vurgular. Erdem de bu noktada başlar zaten. İnsanoğlu tabiatı icabı genellikle güce ve güçlüye meyyal iken en zor şartlarda

Akif’ten Çağdaş Âsım’a nasihatlerKaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?Elverdi gidenler; acıyın eldeki yurda!

Kurtuluş reçetesi için kafa yormuş bir devrimci sıfatıyla ömrünü, davası olan bir insan olarak geçirmiştir. Âkif, teşhisi koyarken de eğri oturup doğru konuşacaktır.

dosy

aM

. Esa

t HA

RM

AN

CI

Page 10: SEKA Dergi Kasım 2012

8

dik duran ve haksız ama güçlü olan egemene hiçbir zaman itaat etmeyecektir:

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamamHele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamamDoğduğumdan beridir âşığım istiklâleBana hiç tasmalık etmemiştir altın lâle.

Bu yönüyle bir karakter abidesi gibi duran Âkif, resmen de eğitimcilik yaptığı için Âsım karşısın-da da tam bir hoca gibi davranır. Bilindiği gibi 4 Ekim 1906’da, esas baytarlık vazifesine ek ola-rak Halkalı Ziraat Mektebi hocalığını da üzerine alır. 25 Ağustos 1907 de Çiftçilik Makinist Mek-tebi tahrir hocalığı yapmağa başlar, 1908’de İs-tanbul Darülfünunu umumî edebiyat profesör-lüğüne tayin edilir. Büyük hoca;

Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün...Okunandan ne haber? On para etmez fenler,Ne bu dünyada soran var ne de ukbâda geçer

derken verilen eğitimi o günün koşullarında ye-terli bulmaz. Almanya ziyareti sonrası Avrupa’da başlayan ahlaklı bilim ve sanayi kalkınmasına iç geçirerek önce eğitim anlayışımızı sorgular:

Hayatı anlamıyor... Çünkü görmüyor, okuyor;Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor

Okuyup da görmeyen aydın cehaletine içerler. Kendini geliştirememiş bu hastalıklı bakış açısı-na dirsek vurur. Kalkınma için öncelikle eğitim alanında dönemin koşullarına göre ıslah yapıl-ması lazım geldiğini savunan Âkif, helva için iki şartı müjdeler: Devletli ve bilim adamı.

Ama gel kaldıralım dedin mi? Heyhât o zaman,Bir Süleyman daha lâzım yeniden bir de Sinan.

Yüzlerce yıl siyasetnamelerde hep bu dertten muzdarip olduk. Helva varsa şeker olmadı. 1800’lü yıllardan beri de hala devletin bekası meselesi ile uğraştığımızdan bir türlü akademik ve pedagojik kalkınmayı tamamlayamadık. Ya devletler hastalıklarla baş başa bırakıldı ya da bilgililer bilgin gibi davranamadı, güncel politi-

kalarla savrulup durdular. Âkif, Âsım’ın kulağın-dan bu küpeyi hiç çıkarmayacaktır. Süleyman’la Sinan siyaseten anlaşmak, uyuşmak durumun-da değildir belki ama Sinan mimar gibi Süley-man da devletli gibi olmalıdır çünkü mimar devlete devlet de mimara istiklalde bağımlıdır. Hürmet devletten, devlet hürmetten oldukça Âsım’ın nesli devlet-i ebet-müddet olacaktır. Âsım’ın önündeki en derin uçurum çağdaşların-da olduğu gibi yılgınlıktır:

Bir parça kımıldan diyorum, mahvolacaksın;Dünya koşuyorken, yolun üstünde yatılmaz.

Dünya koşuyorken bizi yollara seren stratejik dostlarımız verdikleri çağdaş afyonlarla onlarca yıl kımıldayamadan mahvoluşumuzu izlediler. O yıllarda Âsım, kardeş savaşının dava olduğunu sanarak güreşte hep kendi ayağını tutuyordu. Bir parça da olsa kımıldanış bugün için bilgi, bi-lim ve ahlak hamlesi olarak anlaşılmalıdır. Ah-laklı bilim adamı, ahlaklı ticaret ve sanat, ahlaklı nesil.

Enseden aslan kesilmek, cepheden yaltak kedi...Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi !...

Üretim konusunda onlarca yıl Batı’nın ahlakını yâd etmekten yorulduk. Bizi terbiye için artık bu kadar aşağılık duygusu yetişir. Hamasetle avunmadan Âkif Âsım’a ilk ev ödevini verir: En büyük millet kahramanı ve en büyük vatanper-ver, işini en iyi yapandır. Ahlak, bireysel ve top-lumsal kalkınma için vazgeçilmez bir şarttır.

Fakat ahlâkın izmihlali en müthiş bir izmihlâlNe millet kurtulur zira ne milliyet, ne istiklâlOyuncak sanmayın! Ahlâk-ı millî, ruh-ı millîdir;Onun iflâsı en korkunç ölümdür; mevt-i küllîdir.Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlışBir ümmet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış?

Moral değerler bakımından tükenmiş bir mil-letten ne milliyet ne de istiklal çıkar diyen Âkif, manevi kalkınmanın hayatiyetine işaret eder. Manevi kalkınma kavramın çağdaş çağrışım-larına bakılarak sadece din ve diyanetle sınırlı

dosy

aM

. Esa

t HA

RM

AN

CI

Page 11: SEKA Dergi Kasım 2012

9

bir dünya olgusu olarak anlaşılmamalıdır. Çağ-daş Âsım’ın arızalarından biri de budur zaten. Mevzilerdeki kavramlar üzerinden cepheleşme hamaseti. Senin kavramından münezzeh ben kendi hijyenik siyasetimle beslenirim. Manevi-yat tabiri, Âsım’ın çocukluktan erişkinliğe kadar bütün ruhsal ve moral değerlerle donanmasını ifade eder. Değerler noktasında toplumu oluş-turan bireylerin sahip olması gereken meziyet-lerin başında ahlakı öne çıkarır. Bugün evrensel araçlarla yapılan sosyal ya da endüstriyel alış-verişlerde en geçerli olan akçe de yine ahlaktır. Bu bakımdan çağdaş Âsım, önce ahlaklı olmak-la mükelleftir. Ahlak, sadece saygı ve hürmet, kötülük etmemek olarak algılandı. Hâlbuki her türlü ilişkilerimizde sorumlu olduğumuz bir normdur. Bir hekimin ya da güvenlik görevli-sinin ahlakı kadar bir tamirci çırağının ve bir ev hanımının aynı derecede ahlaklı olması birey ve toplum açısından son derece değerlidir.

Tıpkı Şeyh Galib’de olduğu gibi Âkif de bu cev-heri Âsım’ın özünde bulur. İnsan yaratılışı ba-kımından evrenin en değerli, en işlevsel, en iyi kurgulanmış ve en şerefli varlığıdır. Âsım, içinde bulunduğu bütün olumsuz koşullarda kurtuluşu yine kendindeki madenden üretecektir:

Senin mahiyetin hatta meleklerden de ulvîdir.Avalim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir

Âkif maddi refahın manevi refahtan ayrılmayacağına inanan bir neslin kurtuluş reçetesini önerirken Âsım’ı belirleyen temel karakteristiği de sorgular. Ona göre sorun aynı zamanda dinin algılanması ile ilgilidir. Haki-ki Müslümanlığı en büyük kahramanlık gören Âkif, neslin içinde bulunduğu halin en acı öze-leştirisini yapar. İnsanlıktan bile geçmiş bir mil-letin Müslüman kimliği taşımaya hakkı olma-yacağını düşünen Âkif, aldatmaktan ibaret olan bir yaşamın altını çizer. Ne tuhaf ki sanki yıllar sonraki bizim çağdaşımız Âsım’ı görür gibi “Ne kadar gerçek Müslüman gördüysem hepsi de mezarda idi.” diye tepkisini ifade eder:

Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bileÂlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nâfileKaç hakikî Müslüman gördümse hep makberdedirMüslümanlık bilmem ammâ gâliba göklerdedir.Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din,Diri doğmuş duracak dipdiri kaldıkça zemin

Halbuki inanmaktadır ki din Âsım için dünya var oldukça insanlığa nizam verebilecek bir mahiyettedir. Eğer Âsımlar bunu algılayabilirse! Daha o dönemdeki sorunu adı “geri kalmışlık” olarak konmamıştır ama bizi geri bırakacak sürece girildiğinin teşhisi konmuştur. Bu ba-kımdan Âkif devrimin teorisyenidir. Devrimin adı ise maddi ve manevi kalkınmadır. O halde ne yapmalı?

Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur.Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı?

Dur.Mâsivâ bir şey midir? Boş durmuyor Hâlik bile;Bak tecelli eyliyor, bin şe’n-i gûnâgûn ile.

Yer gök çalışırken Âsım’ın tembelliğine kızar. Yaratıcı bile bütün tecellilerde çalışıyor görü-nürken neslin zamanını ve enerjisini üretim dışı alanlarda harcamasını eleştirir. Kronik Âsım hastalığı artık bellidir. Kompleksten kurtulup geçmişi, Âsım’ı Âsım yapan mitolojik kodları ve ataları anlamına da gelen ve kendisini kendi ta-rihine bağlayan Doğu ile ilgilenmez. Ondan her ne pahasına olursa olsun kurtulmak ister. Kirli bir gömlek gibi bir daha giymekten haya eder. Yüzleşmekten korkarak, yılgınlık ve tembelli-ğin karanlığında oluşan önyargıları ile Batı’yı ve ondaki yeni ve değerli olanı edinmek ve öğren-mekten korkar. Bütün bu iki koluna inme inmiş yaşlı adam, hala bakir ve verimli Anadolu ova-sında taze küheylanlar koşturamaz. Görgü ve görenek belki satılamayacak kumaşlardır ama bugün Âsım’ın alış-veriş yaptığı marketlerin bü-tün sermayesi “bir kızarmaz yüz” ve “yaşarmaz göz”dür. Utanmayı ve ağlamayı tedavi etmeye bile çalışan Âsım’ın yolu çok uzundur:

dosy

aM

. Esa

t HA

RM

AN

CI

Page 12: SEKA Dergi Kasım 2012

10

Şark’a bakmaz, Garb›ı bilmez, görgüden yok vâyesi.Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi

Peki, Âsım’ın nesli ölümcül vaka mıdır? Yuka-rıdaki algıyı bir “balta” gibi gören Âkif, ormanı hasta eden faktörleri bir bilene göstermeden sadece hastalıklı dalları kesmekle bir başarı elde edilemeyeceğini görür. Bu millet ağacının hastalığı yine kökte aranmalı ve yenilenmesi ve canlanması da köklü, kökten ve köke dair teda-vilerde aranmalıdır:

Milletin kendi olur işte o balta ile hederİnkişaf etmesi atide de pek zordur onunMeydanda kalır yığınlarca odun.Hastalanmışsa ağaç gösteriniz bir bileneBir de en çok köke baksın o bakan,Aşılarken de vurun kendine, kendinden aşı.

O halde ihtiyacın adı konmuştur: Yenileşme… Yıkmaktansa yapmaya çalışmalıdır. İmparator-luğu oluşturan halkların ayrıştırılması ile İngiliz projesinin başarılı olacağı ortada iken Osmanlı-lığa ve padişaha olan şahsi ve moda duygusal-lıkları ile devlete muhalefet eden aydınların piş-miş aşa su katmak için yırtındıkları kastediliyor olmalıdır. Bir edep abidesi olan edip, bu gerçeği kimseyi rencide etmeden ifade etmeye çalışır. Âkif, Süleymaniye Camii ile örneklendirdiği Os-manlı gerçeği ile devlete nizam vermek ya da yıkmak arasındaki zihniyet farkını ortaya koyar. En beceriksiz kişinin bile başarabileceği yıkımı meziyet gibi göstermenin vicdansız cahilliğini nezaketle resmeder:

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?Onu en çulpa herifler de emin ol becerir.Hele sen gösteriver işte budur kubbe diye,İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.

Âkif’in yenilikçi modeli Âsım’dır. Âsım’ın misyo-nu gecikmiş muasırlığın inşası için bir gün bile beklemeden ve bir saat gecikmeden bilimin ve fennin dibi bulunmaz pınarından içerek içselleş-tirmektir. Kurtuluş, bilimin ve fennin Avrupa’da-ki üç yüz yıllık deneyim ve birikiminin burada, Türkiye’de doğulu kodlara uygun bir şekilde, milletin kökü derinlerde dal ve budaklarında yeniden diriltilmesidir. Cumhuriyet projesinde de öne çıktığı üzere Âsım, üzerine düşen görevi bilmektedir:

Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüzGidin üç yüz senelik ilmi sık elden edininFen diyarından sızan nâmütenâhî pınarıHem için, hem getirin yurda o nâfi sularıAynı menbaları ihya için oğlum burada

Bu şuurun ortaya çıkmasından tedirgin olan İngiliz merkezli imha komitesi savaşlardan çık-mış milleti Kurtuluş Mücadelesi ile karşı karşı-ya bırakarak devletin ve milletin yenilenme ve dirilme heyecanını mevzilerde kanla boğmaya çalışacaktır. Niyeti bozuk işbirlikçiyi ve işgal-ci müttefikleri harekete geçiren tam olarak ne idi? Kurtuluş ve diriliş neslinin manifestosunu oluşturmuş olan vatanperver aydın gerçeği… Milletin imkanlarını kullanan akademinin, idare sınıfının, meslek adamlarının ve ordunun geri kalmış olması, var olan yapıların ve sistemle-

Milletin imkanlarını kullanan

akademinin, idare sınıfının, meslek

adamlarının ve ordunun geri

kalmış olması, var olan yapıların

ve sistemlerin işletilememesidir.

Devam eden onlarca yılda henüz bu

sorunu tam olarak çözemediğimize

bakılırsa bizi sürekli karşı karşıya

bıraktıkları anarşi ve terör belası ile İngiliz geleneğinin hiç bozulmadığını

anlayabiliriz.

Sait

KA

RA

ÇOR

LUdo

sya

Page 13: SEKA Dergi Kasım 2012

11

rin işletilememesidir. Devam eden onlarca yılda henüz bu sorunu tam olarak çözemediğimize bakılırsa bizi sürekli karşı karşıya bıraktıkları anarşi ve terör belası ile İngiliz geleneğinin hiç bozulmadığını anlayabiliriz. Evet, bütün bunlar da birer olgudur ama unutmamalıdır ki bugün bile hala bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa getiriyorsak, hekimin iyisi için okyanus ötesine gidiyorsak, bütçemizi birileri ayarlayıveriyorsa ve sanayimizi kuramamışsak evrensel oyunu bozamamışız demektir. Âkif, o barut kokan ha-valarda bugün bizim çok yaptığımız hamasetle yelkenini şişirmeden eğri oturup doğru konu-şarak sadece ve sadece kalkınmadan, dirilişten, sanayiden, ahlaktan yani hayattan bahsedecek-tir:

Bir alay mekteb-i âlî denilen yerler var;Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.Şu ne? Mülkiye. Bu? Tıbbiye. Bu? Bahriye. O ne?O mu? Baytar. Bu? Ziraat.Şu? Mühendishane.Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok, yalınız,Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız!İşimiz düştü mü tersaneye, yahut denize,Mutlaka âdetimizdir, koşarız, İngiliz’e.Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.Meselâ bütçe hesabâtını yoktur çıkaran...Hadi maliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.Hani tezgâhlarınız nerde? Sanayi’ nerde?Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de !

Bir müfessir, bir hatip, bir şair ve bir veteriner olarak tanıdığımız Âkif tam bir bilim adamı, atomu müjdeleyen bir hoca kimliği ile konuşur. Yakın gelecekte bilimin ve sanayinin yönünü Âsım’a göstermeye çalışan hoca maddede var olan enerjinin kafa kafaya verip binlerce emek mahsulü ortaya çıkaracakları ile bütün yeryüzü sistemlerinin değişeceğini ve sonsuz bir güce ulaşılacağını ifade eder:

Yarının ilmi nedir, halbuki gayet müthişMaddenin kudret-i zerriyesi uğraştığı işO yaman kudrete hâkim olabilsem diyerekSarf edip durmada birçok kafa, binlerce emekOna yükseldim artık değişir ruy-i zemin

Çünkü bir damla kömürden edecekler teminÖyle, milyonla değil, namütenâhi kudret.

Âsım’ın anlayamadığı ve öğrenemediği de bu olmuştur. Sabır ve binlerce emekle patenti bizde olan buluşların heyecanını duymak ya da çalış-mak, hep çalışmak yerine cilalı taklitlerin sev-dasında oyalanmak olmuştur. Cilalı cam devri adını verdiğim bu sanal zenginliklerle avunarak kalıcı ve gerçek başarıların hazzını unuttuk. Bile-medik ve anlayamadık ki müstemlekecilik artık modern zamanlarda böyle olacaktır. Al, tüket, at ve hep yapmadan, üretmeden senin için üretile-nin yenisini almaya mahkum olarak yaşa!

Âsım, modernizmi nasıl anlamalı? İçinde bulu-nulan cehalet çağında tek egemenlik bilginin, il-min, bilimin egemenliğidir ve bu cehalet karan-lığından kurtuluş aileden başlayarak yayılacak bir eğitimle mümkündür. Âkif’e göre Âsım’ın felaketinin başı hiç şüphesiz cehaletimizdir. Bu derdin çaresi de sadece ve sadece mekteptir. Yani eğitim şarttır. Bütün işi gücü bırakıp eğitim sistemimizi sağlığına kavuşturmak durumun-dayız. Bugün Âsım’ın en hayati sorunu da yine mektep ve akademidir:

Bu cehalet yürümez, asra bakın: asr-ı ulûmBaşlasın terbiyeniz ailelerden oğlum....Felaketin başı hiç şüphe yok cehaletimizBu derde çare bulunmaz -ne olsa- mektepsiz

Meslekli ve mektepli akademisyenin ve terbiye edilmiş öğretmenin olmadığı bir memlekette Âsım’ın geleceği yine karanlıktır. Şahsım adına sınav dediğimiz insanlık suçu ile Âsım’ı terbiye eden sistem, en azından Âsım’ın neslinden bir hayır gelmeyeceğini artık anlamalıdır. Ezberlet-mek yerine, yapmayı-yıkmayı, yakmayı-pişir-meyi, bozmayı-dizmeyi, görmeyi ve bulmayı, sabretmeyi, kendini ve çevreyi tanımayı öğ-renen ve edinen bir Âsım ancak kıvancımız ve kazancımız olacaktır. Dershanelerde gençliğini eleyen, gelecek seçerken hayatının seçenekle-rini kaydıran Âsım, yoktan seçmekte olduğunu bile anlayacak durumda değildir.

dosy

a

Page 14: SEKA Dergi Kasım 2012

12

Asım’ın Nesli

Mehmet Akif Aralık 1873 yılında İstanbul Fatih’te dünyaya geldi. 27 Aralık 1936 yılında İstanbul’da ebediyet yolculuğuna çıktı. 63 yıllık çileli ömrü-nü vatana, imana, sanata adamıştı. Adını gönlü-müze kazıyan eserleri onun yaşadığı dönemde meydana gelen olağanüstü yüzlerce hadisenin ruhunda kopardığı fırtınaların dışa vurumuydu. Onu ve onun sanatını doğru anlayabilmek için bahsi geçen hadiselerin büyüklüğünü asla göz önünden uzak tutmamak gerekir.

Mehmet Akif; kurtuluşu geçmişi tamamen silip yeni bir nesil meydana getirmekte görüyordu. Bu yeni nesil her bakımdan mükemmel bir in-san tipolojisi ile betimleniyordu. Ütopik değildi. Çanakkale Savaşı’nın destanını yazan kahra-manlar simgesel bir anlatımdan fazlasıydı. O ruhu kaybetmemiş nüveden yepyeni bir nesil ortaya çıkabilirdi. İşte İstiklâl Savaşı’nı başlatan, kazanan ve Türk’ü kendi küllerinden yeniden doğuran güç buydu. Hem İstiklâl Savaşı›nın hem yeni cumhuriyetin kurucu maddelerinin teorisyeni Mehmet Âkif; teoriyi pratiğe dökeni ise Mustafa Kemâl idi.

İstiklâl Marşı’mızın şairi; Mehmet Akif, İstiklâl Harbi’nin acı dolu günlerini destanlaştıran yüzlerce şiirin şairi; Mehmet Akif, vatan ve iman şairi Mehmet Akif…

Mehmet Akif, geçmişin bütün kirlerinden te-mizlenmiş, ama geçmişiyle bağını sağlam ku-rabilmiş bu yeni Nesle “Asım’ın Nesli” demişti. Safahat’ın altıncı kitabı olan Asım şiiri Mehmet Akif’in eserleri içinde en sevdiğidir, diyebiliriz. Bu hükmü onun bu şiire devam etmek niyet ve çabası içinde oluşundan çıkarıyoruz. ASIM man-zumesi dört kişi arasında geçen bir konuşma tarzında kaleme alınmıştır. Bu dört şahıs;

1) Hocazade –ki babası Müderris Meh-met Tahir Efendiye izafeten Akif’in kendisi-

2) Hocazade’nin –dolayısıyla Mehmet Akif’in- oğlu.

3) Köse İmam. Mehmet Tahir efendinin öğrencilerinden biridir. Cemiyet mese-lelerine vakıf, onların çözümü için uğ-raşan, oldukça okumuş bir imamdır. Köse imamı aynı zamanda bir boşan-ma hikâyesi olan “Köse İmam” şiirin-den de tanıyoruz.

4) Asım. Köse imamın oğludur. Sait

KA

RA

ÇOR

LUdo

sya

Page 15: SEKA Dergi Kasım 2012

13

Olay Akışı;“Köse imam Hocazadeyi evinde ziyaret etmek-tedir. Konuşmalar iki samimi dostun şakalaş-maları ve latifeleriyle başlar. Günlük konuların içinde memleketin hâli kapkara ümitsizlikle kuşatılmış insanların acıklı durumlarını konuş-makla gelişir. Bu konuşmalarda geçen tespitler teşhisler o kadar ustaca o kadar beliğ ve veciz ifade edilmiştir ki Mehmet Akif için “o yazdığı kurşun kalemi bağırtan feryat ettiren bir şairdir” diyen kişiyi tasdik etmemek mümkün değildir. Köse İmam, oğlu Asım’dan şikâyetçidir. Hoca-zadeye yakınmaktadır. Asım bir savaş gazisidir. Çanakkale kahramanlarındandır. Savaş dönüşü İstanbul’da hiç ummadığı bir manzara bulur. Savaşın doğurduğu felaketlerden istifade eden türediler çıkmıştır. Ahlak bir çöküntü halindedir. Sarhoşlar ve kumarbazlar işret ve rezalet için-de yaşamaktadırlar. Asım bu gördüklerine kaba kuvvetle tepki göstermeye başlamıştır. Şiddete başvurmaktadır. Savaşın sefalete sürüklediği zavallılara, biçarelere, mazlumlara kaybedilen haklarını geri vermeye zalimlerle bilek gücünü ortaya koyarak mücadele etmeye çalışmaktadır. Babası Köse İmam bu gidişten endişelidir. Ho-cazadenin Asım üzerindeki etkisini bildiğinden ondan Asım’a nasihat etmesi ricasında bulunur. Hocazade ise Asım’dan yanadır. Ona hayrandır. Hatta daha da ilerisi Asım’da memleketin gele-ceğinin emanet edilebileceği bir gençliğin ışığını görmektedir. Hocazadenin bu görüşlerine Köse İmam babalık şefkatiyle katılamamaktadır. Asım’ın birkaç arkadaşıyla birlikte Babıâli’yi basmak fikrinde olduğunu söyler. Bu sırada Asım çıkagelir. Babası Köse İmam gider. Sah-nede Hocazade ve Asım kalmıştır. Hocazade Asım’a nasihat eder. Ona gençlik heyecanını, vatanseverliğini, idealistliğini böyle harcama-masını söyler. Vatanın kurtuluşunun çalışmaya ve bilimsel ilerlemeye bağlı olduğunu tekrar eder. Avrupa’ya giderek orada tahsil yapması-nın daha doğru olduğunu anlatır. Oradan bilimi getirmelidir. Batılının bu yükselişi bilime bağ-lıdır. Onlar artık bitmeyen enerjilerin peşinde koşmaktadır. Asım; Avrupa’ya tahsil yapmaya gitme konusunda ikna olur. Asım manzumesi-nin son mısraları şöyledir:

“yazık hâlâ bizDünkü ilmin bile bigânesiyiz cahiliyizYarının ilmi nedir? Hâlbuki gayet müthişMaddenin kudret-i zerriyesi uğraştığı işO yaman kudrete hâkim olabilsem diyerekSarf edip durmada birçok kafa binlerce emek”

Akif; Asım manzumesini, Asım’ın kurtuluş sa-vaşının başlamasıyla Avrupa’dan geri gelişi, is-tiklal savaşına katılması ve istiklal savaşını bü-tünüyle konu alan bir destanla devam ettirmek istemiş fakat bu niyetini gerçekleştirmeye ömrü yetmemişti. Birinci bölümüyle yani yazılmış kısmıyla Asım aslında yine bir destan niteliğindedir. Akif’in bütün şiirlerine hâkim vatan sevgisi, İslam ve iman aşkı, hürriyet tutkusu Asım manzume-sinde mısra, mısra şahikasına yükselmektedir. İşgal edilmiş, parçalanmış, perişan, bitkin, yenik ve yorgun cemiyete bir kudret bir enerji aşıla-maktadır. Hatta o kara günlerin hüzün ve yeis dolu tablosunu hayat kazanmış ebedilik kazan-mış kelimelerle gözlerimizin önüne sererken bile insanları olması gereken yere çağırmakta haykırmaktadır. Edebiyatımızda bunun örneği-ni bulmak zordur. Eski divanlarımızdan tutun da bugüne gelebilmiş her örnekte böyle hakka, hakikate, hürriyete, istiklale tek kelimeyle in-sanlığa çağıran bir eser bulabilmek çok zordur. Edebiyatın –kendi ifadesiyle- mescitleşen mey-hane, mihraplaşan saki, şarap kokusu, kadın ve behimi zevklerin cirit attığı sayfalarının arasında

“Ey dipdiri meyyit iki el bir baş içindirDavransana el de senin baş ta senindir”

Diye bir çığlık duyuyorsak, durmak ve dinlemek zorundayız. Asım manzumesinin Çanakkale Şehitlerine yazılmış harikulade bölümündeki kahraman Asım, belirli bir kişi olmaktan çok soyut ve gaye haline gelmiş bir fikir, memleketin ufkunu aydınlatacak onu esaretin zilletinden hürriyet ve istiklalin şerefine yükseltecek olan bir çözüm bir formüldür.

Eğitilmesi ve mutlaka ulaşılması gereken ide-al gençliktir. Köse İmam çizilen kara tablo için

şöyle diyor:

“-Şimdi oğlum kızacaksın ya boş ne desenBu rezalet beni meyus ediyor atidenHele baktıkça adam kahroluyor elde değil Bizi kim kurtaracak var mı ki başka nesil -Asım’ın nesli Hocam -Nerde -Hayır haksızsın-Asım’ın nesli diyorsun ya ne uzun boylu hayal-Asım’ın nesline münkad olacak istikbal”

İşte istikbalin bağlı olduğu Asım’ın Neslinin mahiyet ve hüviyetini şair bize Asım’ı anlatarak gösteriyor. Asım şeklen ve bedenen sıhhatlidir, sağlamdır, kuvvetlidir. Onun dış görünüşünde adalelerinde heykelleşen bir heybet vardır:

“Ne büyük hilkat o Asım ne muazzam heykelOnu bir şi’r-i hamaset gibi ilham-ı ezelSana sunduysa açıp ruhunu teşrihe çalış”

Asım görünüşündeki bu heybet ve azametin kaslarındaki gücün ve kudretin tam zıddına çok ince duyguludur, yumuşaktır, rikkatli ve merha-metlidir.

Sait

KA

RA

ÇOR

LUdo

sya

Page 16: SEKA Dergi Kasım 2012

14

Asım bir kahramandır. Çanakkale Savaşı’nın kahramanlarındandır. Diyor ki şair; “Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek / İşte çiğ-netmedi namusunu çiğnetmeyecek” Asım; Çanakkale’de bombaları göğsünde söndüren, Huda’nın ebedi yurdu göğsünden düşmanın geçmesine izin vermeyen kahramandır. Cephe gerisinde ise vatanın hâline ağlamasını bilme-diği gibi utanmaz suratında gülmemesini be-ceremeyen, mahalle karanlıktayken toplanıp sandıklar dolusu gazyağını israf eden, halkın acısını paylaşmak yerine içki içip sarhoş olan bir de üstelik nara atan sarhoşa haddini bildi-recektir. Ramazanda sigarasını yakıp babasının yüzüne dumanını üfleyen soysuza gerekli dersi verecektir. Şecaat sahibidir.

Şairin Asım’dan beklediği hasletleri ise, hem yine Asım Manzumesinde hem de diğer şiirlerinin bazı mısralarında teksif edilmiş olarak bulmaktayız.

Geleceğin temelleri geçmişi bilmekle olur. “ma-zisi yıkık milletin atisi olur mu?” diye soruyor Akif ve “Donanma ordu muzafferen yürürken ileri / Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri” mısralarında, mazi için özlemini, sahipsiz va-tanda duyduğu hüznü anlatıyor:

“Bu diyarın hani sahipleri dersin cinlerHani sahipleri der karşıki dağdan bu seferNerde Ertuğrul’u koynunda büyütmüş dağlarHani Osman gibi Orhan gibi gürbüz babalarHani bir şanlı Süleyman Paşa bir kanlı SelimAh bir Yıldırım olsun göremezsin ne elimBugün artık biri yok hepsi masal hepsi yalanBir onulmaz yaradır varsa yürekte kalan”

Fakat tarihin bilgisi maziye uzanan köklerin övüncünde tehlikeli bir nokta vardır. Mazinin övüncünü ninni gibi uyumaya vesile yapma-mak.

“Fakat mefahir-i ecdadı anlatan ana telBakılmayıp da asırlarca kalmada mühmel

Ya büsbütün sağır olmuş ya öyle paslanmışKi hangi perdeye vursan çıkan tel yanlışBugün uyuşturuyor ninnilerle ahfadı”

Mehmet Akif’in bütün meselelere bakışı, çözü-mü, terkip ve tahlili “din” noktasındandır. Asım için ortaya koyduğu her hususiyet kökleri dinde olan dallardır. Kahramanlık, ilim ve irfan sahibi oluş, şecaat, vatanperverlik ve faziletlerin tümü dinden kaynaklanır. Bunların zıddı olan her şey ise tembellik, korkaklık, cehalet, soysuzluk ve esaret ise dinden sapmanın dinden uzaklaşma-nın bir sonucudur.

Şöyle diyor şair:

“Ah o din nerde o azmin o sebatın diniO yerin gökten inen dini hayatın diniMüslümanlık mı dedin tevbeler olsun ne demekBu nasıl dar, ne kadar basmakalıp görenekHani Kurandaki ruhun şu heyulada iziNasıl İslam ile telif ederiz kendimizi”

Esaretin zincirleri milletin boynuna dolanmıştır. Sırtlanlardan daha vahşi batılının saldırışına ters bir tevekkül anlayışı ile kendini teslim etmek üzeredir. Dalgın ve yorgun, teknolojide geri, bu yüzden cahil ve ne yapacağını bilmez şaşkındır. Bu milleti uyandıracak onun içindeki iman ate-şini tutuşturacak, karanlıkları yırtacak, zilletten, esaretten, cehaletten kurtaracak nesil, Asım’ın neslidir. Onu da bekleyen tehlikeler vardır. Bu tehlikeleri de şairin bazı mısralarında yoğun-laşan keskin, acı, çıplak gerçekler ve bu ger-çeklerin kelimelerden çığlıklar haline gelişinde görüyoruz.

Egoizm, menfaatçilik, aptal ve ahmakça sadece kendini düşünmek, en basit ve giderilmesi en tabii ihtiyaçlarını bile bir gaye hâline getirmek.

Mehmet Akif bütün bunları çürüyüşün ve yok oluşun ilk basamağı sayıyor ve Asım’ın Neslini beyne çakılan çiviler gibi şu mısralarla uyarıyor.

Asım bir kahramandır. Çanakkale savaşının

kahramanlarındandır. Diyor ki şair; “Asım’ın

nesli diyordum ya nesilmiş gerçek / İşte

çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek”

Asım; Çanakkale’de bombaları göğsünde söndüren, Huda’nın

ebedi yurdu göğsünden düşmanın geçmesine

izin vermeyen kahramandır.

“Dalgalandıkça içinden taşan iman deniziDökülen hisleri gör incilerin en temiziGövde yalçın kayadan abide lakayd-ı ecelSanki hiç Duygusu yok fakat bir de ruhuna gelOnu ifrat ile rikkat hani etsen ta’mik Bir kadın ruhu değildir belki o kadar rakik”

Asım bilgilidir, okumuştur, irfan sahibidir.

“Sonra irfanı için söyleyecek söz bulamamOğlanın bildiği öğrendiği her şey sağlamBoyun dehşetli evet, beyni de lakin zindeKafa enseyle beraber gidiyor seyrinde”

Asım; şahsiyetlidir, âlicenaptır, fazilet sahibidir. Asım çok kuvvetli olmasına “savleti hiç kuvvet tanımaz” olmasına rağmen vücutça kendinden çok iri cephe arkadaşıyla güreşir ve yenebile-cekken yenmez onu. Sebebini şöyle açıklar:

“Yenemezmiş onu bir kere değilmiş dengiBir de biçare adam pek mutaazzım şeymiş Kahrolurmuş kederinden tutarak yenseymiş”

Sait

KA

RA

ÇOR

LUdo

sya

Page 17: SEKA Dergi Kasım 2012

15

“Kurt uzaktan bakar dalgın görürmüş merkebiSaldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibiLakin aşk olsun ki aldırmaz da otlarmış eşekSanki tavşanmış gelen yahut kılıksız köstebekKâr sayarmış bir tutam fazla ot yutmayıHasmı derken çullanırmış yutmadan son lokmayıBu hakikattir bu şaşmaz bildiğin üsluba sokHalimiz merkeple kurdun ayni asla farkı yokBurnumuzdan tuttu düşman biz boğaz kaydındayız”

Bu boğaz kaydından daha ilerisi yaşamak uğ-runa ölmeyi göze alamamak ölmemek için her türlü alçalışa razı olmaktır.

“Hayat uğruna istihfafa şayan görmedik hüsranGebersin tekmeler altında razı tek çıkmasın can”

Boğaz derdine düşmekten, ölmemek için her türlü alçaklığa razı olmaktan da kötüsü vardır. Gelecekten ümidi kesmek. Yese düşmek. Gü-cünü hareket kabiliyetini kaybetmek. Bir ferdin dolayısıyla bir toplumun düşebileceği en kötü uçurum budur ve bunun tek çaresi vardır; çalış-mak, çalışmak, çalışmak.

Yesin karşısında azme sımsıkı sarılmak, tem-belliğin karşısında çalışmaya tutunmak gerekir. Ve bu duygu kişinin öz benliğinde insan olması hasebiyle zaten mevcuttur.

“Ey yolda kalan yolcusu Yelda-yı hayatınGöklerde değil yerde değil sende necatınTelkini hayat etmedi asla bize bir sesYurdun ezeli yasası baykuş gibi herkesYesin bulanık ruhunu zerketmeye baktıMelun aşı bir nesli uyuşturdu bıraktıBatmazdı bu devlet batacaktır demeyeydikBatmazdı hayır batmadı hem batmayacaktırTek sen uluyan ye’si gebert azmi uyandırAllah’a dayan sa’ye sarıl hikmete ram olYol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol”

Çalışmak yeis bataklığından kurtulabilmenin tek şartıdır. Çalışmak, didinmek, nasıl olabiliyorsa öyle yapmak, gerekiyorsa haykırmak fakat susmamak ölüm sükûnetinde boğulmamak

azmi bırakma alçaklığına düşmemek.

“Atiyi karanlık görerek azmi bırakmakAlçak bir ölüm varsa eminim budur ancakÂlemde ziya olmasa halk etmelisin halkEy elleri böğründe yatan şaşkın adam kalkYe’s öyle bataktır ki düşersen boğulursunÜmmide sarıl sımsıkı seyret ne olursun

Hüsrana rıza verme çalış azmi bırakmaFeryat ile kurtulması me’mul ise haykır”

Ve çalışmaya başladıktan sonra tevekkül gelir. Çalışmaya başlamadan tevfikin, yani başarının hesabını yapmak yanlıştır. Kişiye düşen çalış-maktır. Başarmak ise sonradan gelir. Mehmet Akif Köse İmama şöyle diyor:

“Amma kul ne ile mükellef hoca Tevfik ile mi?Hiç değil, sa’y ile, Tevfik o Huda’nın keremiSarıl esbaba da çık, işte tarik işte refikNe vazifen senin olurmuş olmazmış TevfikOturup dil dökecek yerde gidip döksene terBin çalış ömründe gayen için bir kazan yeter”

Akif bütün meseleyi iki kelimede formüle edi-yor. Birincisi fazilet, ikincisi marifet. Asım’a:

“Çünkü milletlerin ikbali için evladımMarifet bir de fazilet iki kudret lazımMarifet ilkin ahaliye saadet verecekBütün esbabı taşır sonra fazilet gelerek”diyor.

Marifet bütün ilimlerde ilerlemek, batının sade-ce teknolojisini alarak kendimizin yüzyıllara va-ran kültür birikimine sahip çıkmak. İlmi sadece yazılmış eserlerden kuru bilgiler bir iki mana çıkarmaktan ibaret zannetmenin yanlışlığını, bu anlayışın insanı hiçbir yere götüremeyeceğini, batılılarla aramızdaki üç dört yüz senelik farkın en kısa yoldan kapatmanın tek çaresinin ilme sarılmak olduğunu anlatmak Akif’in bütün şiir-lerinin bariz vasfıdır.

Ve Akif şöyle diyor:

“Medresen var mı senin bence o çoktan yürüdüHadi göster bakayım şimdi de İbn-i Rüştüİbn-i Sina neden yok nerde Gazzali görelimHani Seyyid gibi Razi gibi üç beş alimBelki on şerhe bakıp bir kuru mana çıkaranYedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâİhtiyacaatını kabil mi telafi aslaDoğrudan doğruya Kurandan alıp ilhamıAsrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”

Son söz olarak:

Milletlerin hayatının fertlerin hayatıyla kıyas-lanamayacağı kaidesince Mehmet Akif’in şiir-leştirerek anlattığı gerçekler ve düsturlar elan yürürlüktedir ve bir vakıa olarak ortadadır.

Bir tarafta batının ahlaksızlığını aynen kop-ya edenler. Her karış toprağı şehit kanıy-la dolu bu aziz vatanın üzerinde tepinenler. Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da göğsünde bombaları söndürerek bize bu cennet vatanı bırakanların daha kanları soğumadan mirasyedi gibi har vurup harman savuran sorumsuz soysuzlar diğer tarafta hürriyet ve istiklalin manasını tarihin şuurunu, imanı ve İslam’ı anlama çaba ve gayretinde, ilim irfan fazilet yolunda bir nesil.

Akif’in beklediği, özlediği nesil…

Asım’ın nesli.

Sait

KA

RA

ÇOR

LUdo

sya

Page 18: SEKA Dergi Kasım 2012

16

Bakıyorum da aradan bunca zaman geçmesi-ne rağmen, merhum Âkif’in resmini çizmeye çalıştığı İstanbul Fatih Camii cemaati ile bizim İzmit Fevziye Camii cemaati arasında ne değiş-miş diye, yüz sene evvelki hayatın Safahat’ında bir gezinti yapayım dedim.

Hiç şüphesiz bu yazıda, bu camilerin cemaati hakkındaki bir araştırmanın ya da bir istatistik sonuçlarının değerlendirmesini yapmayaca-ğım. Muhtemelen merhum Âkif’in de böyle bir niyeti yoktu.

O halde biz de zaman ve mekânda yolculuk yaparken, nereye baktığımız ve nereden baktı-ğımızdan emin oldukça, kriz geçirmeden ve bu-nalıma düşmeden rahatça şunu gözlemleyebi-liriz; başımıza gelen bunca traji-komik olayları nasıl geçirdik ya da geçirmekteyiz?

Acaba bunları atlattık mı, yoksa hala aynı top-lumsal sarsıntılar, sırf yaygınlaştığından, artık sosyolojik bir olay olarak yaşamın bir gerçeği veya yaşam biçimine dönüştüğü için bunları hastalık olarak algılama özelliklerimizi mi yi-tirdik?

Tepemizden inen yeni şeylerin ne olduğunu he-nüz anlamadan, altımızdan bazı şeylerin usul usul gidiyor olmasına bile tepki veremediğimi-ze göre, herhalde bir zamanların hasta adamı, kabul etmekte zorlansak bile, hala hasta mı acaba diyesi geliyor insanın.

Hâlbuki insan, yatağa düşmeden ayaküstü bile atlatmış olsa hasta olduğunun bilincindedir. Ama bu böyle bir şey değil. Kendimi hasta his-setmeden onun adını nasıl koyabilirim ki? Tüm sosyolojik hastalıklarla öyle bağışıklık kazan-mışım ki, artık bu hastalıkların çağdaşları için bile aşı almaya ihtiyaç hissetmiyorum. Çünkü şimdi içinde bulunduğum, adına “kentsel dö-nüşüm” denilen yoğun bakım üniteleri o kadar lüks ve konforlu ki, artık değil mahalleyi ve ma-halle baskısını eve bile dönmek istemiyorum. Zaten yerinde yeller esen mahallem çok güzel bir parka dönüştüğü gibi, artık iyileştin evine gi-debilirsin diyen de yok. Burada herkese de yer var. Allah Allah, yahu burası, ölmeden mezara konulmuş olan hasta adamın bekleme salonu olmasın?

Âkif merhum, Fatih Kürsüsü’nde, vatan duy-

Mehmet Âkif Fevziye Kürsüsü’nde

Âkif merhum, Fatih Kürsüsü’nde,

vatan duygusunu, mukaddes

değerlerin bir parçası sayarken

bu duyguya duyarsız olan

yüreksizleri “leş taşıyan sine” olarak

nitelemekteydi. Şimdi ise aramızda,

mukaddesata put gözüyle bakarak,

din’de, vatan, bayrak, toprak ve peygamber ocağı yoktur diyen yeni

dindar tipleri türedi.

Ali

Vasf

i KU

RT

dosy

a

Page 19: SEKA Dergi Kasım 2012

17

gusunu, mukaddes değerlerin bir parçası sa-yarken bu duyguya duyarsız olan yüreksizleri “leş taşıyan sine” olarak nitelemekteydi. Şimdi ise aramızda, mukaddesata put gözüyle baka-rak, din’de, vatan, bayrak, toprak ve peygamber ocağı yoktur diyen yeni dindar tipleri türedi. Hayret! Belki bunlardan, o zamandan beri bol bol vardı da ben mi gözden kaçırmışım acaba? Ama şunu iyi hatırlıyorum: Cemaatten bir genç, “yahu Çanakkale’de ölen gençlerin Allah için, mukaddesat için savaştıklarını nereden biliyor-sunuz ki?” şeklinde söylene söylene cami avlu-sunda geziniyordu.

İsterseniz bu düşünceyi biraz daha günceller-sek; askerimizden, polisimizden ve vatandaş-larımızdan terör ve anarşiye kurban verdiğimiz şehitlerimize, “Acaba bunlar dinen şehit midir-ler?” düşüncesini akıllarından geçiren bir hayli “dâhilî bedhâhlar” da türedi gibi geliyor bana!

İşte merhum Âkif’in, 23 Nisan 1914’te yayınla-nan, Fatih Kürsüsü’nde adlı metnin bir sayfasını Fevziye Camisi’nde okusak nelerin değişip de-ğişmediğini görürüz. Sanki değişen pek bir şey yok gibi:

“Bugün Müslümanları alçakça bir hareket sürüklü-yor, Bakın nereden besleniyor üstelik!Başımızdaki felaketin sebebi, bilgisizliğimiz;Okulsuz bu derde çare bulunmaz hiç şüphesiz.Ne Kürt alfabeyi biliyor, ne Türk okur, ne de Arap;Ne Çerkez’in, ne de Laz’ın var elinde bi kitap!Özetle, milletin bütün bireyleri bilgiden yoksun.Unutmayın: “Çağımız bilim çağıdır!”Çağımız, eğer böyle bilim çağı olmasaydı bile-Madem istek dolu olgunlukla sarılmışız dine –Okuryazar olmalıydık en azından korumak için dini:Eğitime bağlıdır dini korumak bile.Zavallı durumuna düşürülmüş dinimizin Kaldıracak durumu yok ki bilgisizliği,Demek ki: Atmalıyız bilime doğru ilk adımı.Mahalle okuludur işte birinci adımı.”

Milli Mücadele Döneminde Mehmet Âkif

Birinci Dünya Savaşı ve

Şüphesiz Türk edebiyat ve tefekkür dünyasının en etkili kalemlerinden biridir Mehmet Âkif. Ona bu vasfı kazandıran özelliği kıvrak bir üsluba sahip olması yanında, devrinin sosyal, siyasî ve dinî meselelerini şiirlerine ve yazılarına konu etmesidir. Şiirleri incelendiğinde, şiirlerinin sa-nat kaygısından ziyade belli bir ideal etrafında şekillendiği görülür. Özelde Osmanlı cemiyeti-nin ve genelde ise İslam âleminin, geri kalmış-lığına yol açan sebepleri izah etme çabasını ve bundan kaynaklanan ıstırabının izlerini dize-lerinde ve II. Meşrutiyet’ten sonra başyazarlık görevlerini sürdürdüğü Sırat-ı Müstakim ile Se-bilürreşad gibi dergilerdeki yazılarında görmek mümkündür.

Âkif, hayatı boyunca İslamcılık akımına bağlı kalmıştır. Fakat savunduğu, taassuptan arın-dırılmış, modernite ile barışık bir İslamcılıktır. Asr-ı saadet ve Kuran esas alınarak, dinî de-ğerlerin üzerini kaplayan boşinançların temiz-lenmesi gerektiğini savunmuştur. Nitekim Kuş-çubaşı Eşref, Âkif’in en büyük hayalinin hayatını İslam dünyasının geri kalmış ülkelerine ada-mak, onlara İslam dininin ana hamuru olan me-deniyetçiliği ve ilimciliği anlatmak, taassup ve gerilikten kurtarmak olduğunu aktarmaktadır.

İyi bir gözlemci olan Âkif, çeşitli vesilelerle se-yahatler gerçekleştirmiş ve bunlar onun tefek-kür dünyasında yeni kapılar aralamasına vesile olmuştur. Bu yazıda Âkif’in hayatından üç ayrı

Âkif, hayatı boyunca İslamcılık akımına bağlı kalmıştır. Fakat savunduğu, taassuptan arındırılmış, modernite ile barışık bir İslamcılıktır.

Faru

k YA

VUZ

dosy

a

Page 20: SEKA Dergi Kasım 2012

18

kesit ele alınacaktır. Bu üç dönemde Âkif’i kâh Almanya’da, kâh Arabistan çöllerinde ve nihayet Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde görmekteyiz.

Hayatı boyunca siyasete mesafeli durmaya çalışan, feragat kelimesinin şahsında anlam kazandığı Âkif, aynı zamanda memleketin en zor zamanlarında, onun uğruna harekete geç-mekten sakınmayan bir eylem adamıdır. Âkif’in, devlet görevlisi olarak Almanya’ya, Arabis-tan topraklarına ve Milli Mücadele döneminde Anadolu’ya yaptığı seyahatleri de bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Yani siyaseten değil, idealleri uğruna girişilen bir fikir mücade-lesinin adına yapılan seyahatler…

Âkif, ilk büyük seyahatini ülke dışına, Almanya’ya yapar. Devir, I. Dünya Savaşı’nın bütün ağırlığıyla omuzlarda hissedildiği zorlu bir devirdir. Devlet-i Aliye, Almanya ile müttefik olarak savaştadır. Karşı tarafta ise Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklar hariç olmak üzere, ne-redeyse bütün Müslüman coğrafyasını sömür-geleri haline getiren İngiltere ve Fransa gibi iki kuvvetli düşman… Ve bu iki ülkenin ordusunda, yaptıkları propaganda sonucu hilâfet merkezi İstanbul’un ve halifenin Almanya tarafından esir alındığına ve Osmanlı’nın zorla savaşa sokuldu-ğuna inandırılarak cepheye sürülen Müslüman askerler mevcuttur. Almanya, kamplarda top-ladığı Müslüman esirlere hakikati anlatacak, Arapça bilen, hitabet, edebiyat ve tarih bilgisi kuvvetli şahısların belirlenip kendilerine bildiril-melerini İstanbul elçisi Baron Fon Marchall va-sıtasıyla ilettiğinde, iki isim ön plana çıkmıştır: Şeyh Salih el-Tunusî ile Mehmet Âkif. Bu nokta-da Âkif’i ikna etmek, dostu, Teşkilat-ı Mahsusa reisi Kuşçubaşı Eşref Bey’e düşecektir.

Teşkilat-ı Mahsusa adına teşkil edilen heyetle beraber Almanya yollarına düşen Âkif, Müslü-man esirlerin toplandığı Vundsdorf’ta, esirler için yapılan camide heyecan verici bir Arapça hitabede bulunur. Burada kaldığı müddet zar-fında, esirlerin içinde bulundukları durumdan hareketle İslam âleminin en büyük dertlerin-den birinin cehalet olduğu neticesine varır. Bu

konuda, Şeyh Salih, Âkif’in kendisine şöyle dert yandığını söyleyecektir:

Bakınız... Eğer bu kadar derin ve muzlim bir cehalet olmasa, bu masum insanlar, kendilerine anlatılan şu masallara itibar ederler mi? Onları hakikat olarak kabul ederler mi? Bizim en büyük derdimiz cahil olmak. Bütün Müslüman âleminin başlı-ca musâbı bu afet. Onu yenmedikçe hiçbir ciddi ve şerefli netice elde edilemez. Bence İslam’ın büyüklerinin yapacağı tek şey, bi-rer medeniyet ve irfan mücahidi hüviyeti içinde diyar diyar gezmek, irşad etmek… Her türlü sıkıntıya severek katlanmak… İngiliz misyonerleri nasıl? Fransız Cizvitle-rinin misyonerleri nasıl? Balkanlarda Slav-ları ihtilale sevk eden yine Ortodoks kilise-sinin mürşitleri değil midir? Onlara hiddet etmiyorum, gıpta ediyorum.

Almanya’da yapılan iş, sadece bununla kalmaz. Cephelerde dolaşılır ve düşman ordularının ilk mevzilerinde Müslüman askerlerin olduğu gö-rülür. Âkif’in Arapça’nın hemen her lehçesinde ve Hint dilinde hazırladığı konuşmalar, plaklara kaydedilerek, hoparlörler aracılığıyla düşman saflarına iletilir. Bu sayede pek çok Müslüman askerin düşman saflarından iltica ettiği görülür.

Âkif, Almanya’dan bazı kazanımlar elde ederek memleketine geri döner ki Berlin Hatıraları adı-nı taşıyan manzumesi bu kazanımlardan biridir. Burada geçen zaman zarfında, Batı dünyasının gelişmişliğine ve mamurluğuna, medeniyetin ulaştığı seviyeye yakından tanık olur. Batı ne kadar gelişmiş ise Doğu da aynı oranda geri kalmıştır. Bu durum dizlerine şöyle yansımıştır:

Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördümDolaştım mülk-i İslâm’ı bütün virâneler gördüm

Mehmet Âkif, Almanya’dan tam manasıyla bir dönüşüm yaşar. Ona göre bir milletin aynı gaye uğrunda birlik olabilmesinin yolu, hakikatleri

Faru

k YA

VUZ

dosy

a

Page 21: SEKA Dergi Kasım 2012

19

bilmesinde yatar. Millet olarak bizim temel der-dimiz, sıkı bir merkeziyetçilik ve gizlilik politika-sıdır. Buna mukabil düşman propagandası mü-kemmel bir surette işlemektedir. İşte Âkif’in bu düşüncesi sayesinde Kuşçubaşı Eşref, Teşkilat-ı Mahsusa namına yeni bir göreve çıkma konu-sunda onu kolayca ikna eder. Yeni hedef, Ara-bistan çölleridir.

I. Dünya Savaşı’nın en nazik zamanlarında, devletin güney topraklarında bir tehlike baş göstermiştir: İngilizler ile işbirliği halinde oldu-ğu anlaşılan Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in isyan ihtimali…

Dördüncü Ordu komutanı olarak, Ortadoğu’da bulunan Cemal Paşa’nın aksine, Şerif Hüseyin’in ihanetine kesinkes inanan Kuşçubaşı Eşref, böl-genin diğer liderlerinin Şerif Hüseyin ile işbirliği yapmasını engellemek amacıyla o topraklara bir seyahat yapılması gerektiği konusunda Ge-nelkurmay Başkanı Enver Paşa’yı ikna eder. Bu amaçla Kuşçubaşı Eşref başta olmak üzere, Şeyh Şerif el-Tunusî, Enver Paşa’nın başya-veri Mümtaz Bey ve Mehmet Âkif’ten oluşan bir heyet teşkil edilir. Heyetin aslî görevi Necid bölgesi hâkimi İbn-i Reşid ile İbn-i Suud’la gö-rüşmektir. Bu dört isim, İngiliz casuslarının dik-katini çekmemek için ayrı istasyonlardan trene binerek dört ay sürecek olan zorlu yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, Âkif’in ruhu üzerinde derin tesirler meydana getirir. Çölü ve çöl insanları-nı, onların geri kalmışlığını görmüş, İslamiyet’in bu topraklarda aslından nasıl uzaklaştırıldığına ve dinin siyasete alet edildiğine tanık olmuş ve Doğu ile Batı arasında sağlam karşılaştırmalar yapma imkânı bulmuştur. Necid Çöllerinden Medine’ye şiiri bu dönemin ürünüdür.

Yaptığı bu iki seyahatte edindiği tecrübelerle Âkif, Milli Mücadele döneminde kurtuluş hare-ketine destek verilmesi adına Anadolu toprak-larını dolaşır. Bu kara günlerde Âkif’in gördüğü en önemli rahatsızlık, ümitsizliktir. “Hayata atı-lan insanın karşısına çıkacak ilk engel ümitsiz-liktir. Bu bakımdan başarılı bir hayat için lazım olan ilk ve en mühim unsur da ümittir. İnsana

muhtaç olduğu ümidi, en güzel şekilde temin eden imandır, İslâm imanıdır. Öyle ise imanlı insan ümitsizliğe düşmemelidir.” diyen Âkif, in-sanlara ümitlerini korumalarını telkin etmiştir.

Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imza edilme-siyle İstanbul işgal edilip de Anadolu’da istiklal mücadelesi patlak verdiğinde, Âkif bu hareke-te gönülden destek verir. Yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay’ın daveti üzerine Balıkesir’e geçe-rek Zağanos Camii’nde kalabalık bir cemaate vaaz verir. Bu vaazında Müslümanların ayrılık ve bölücülük çıkarabilecek en ufak söz ve dav-ranışlardan kaçınmalarını, fırkacılık ve komi-tacılığın artık ortadan kalkması ve el birliği ile vatanın savunulması gerektiğini belirtmiştir. Bu olaydan kısa bir süre sonra Mustafa Kemal’den davet alan Âkif, Ankara’ya geçer. Oluşturulan nasihat heyetlerinde yer alarak Anadolu’yu ka-rış karış gezer. Bu amaçla Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar, Antalya, Konya, Çankırı olmak üzere pek çok şehirde Milli Mücadele etrafında halkı birleşmeye çağıran vaazlar verir.

Bütün zor şartlara rağmen, adeta bir kolluk görevini andıran bu tarz vazifelere çıkmasını sağlayan şey ne idi? Her şeyden önce Âkif, hita-bet yönü kuvvetli, kitleleri harekete geçirebilen, modernist yapısıyla ve yaptığı karşılaştırmalarla kendine özgü bir Doğu-Batı sentezine ulaşabil-miş, samimî bir dava adamıdır. Bu özellikleriy-le Teşkilat-ı Mahsusa ve Kuva-yı Milliye adına göreve çağrılmış ve bunları hakkıyla yerine getirmiştir. Son olarak Cemil Meriç’in şu de-ğerlendirmesi ile bu faslı kapayalım: Âkif tufana yakalanmış bahtsız bir toplumu gemisine çağı-rarak, onların kurtuluşu için durmadan çırpınan ve bu konuda bıkkınlık ve yılgınlığa düşmeyen bir kurtarıcı şahsiyet konumundadır.

Faru

k YA

VUZ

KAYNAKLARB. Zakir Avşar, Siyasal İletişim Bağlamında Bir Biyografi Çalışması: Mehmet Âkif Ersoy, İletişim Kuram ve Araş-tırma Dergisi, S. 30.

Cemal Kutay, Necid Çöllerinde Mehmet Âkif, Tarih Ya-yınları Müessesesi, 1963.

Musa Bilgiz, Mehmet Âkif’te Millî Birlik Düşüncesi, Ata-türk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 32.

dosy

a

Page 22: SEKA Dergi Kasım 2012

20

Safahat’ta Kadın ve Çocuk Kavramları“Safahat”: “Safhalar, dönemler, devreler ve “görünümler, manzaralar” demektir. Mehmet Âkif Safahat’ı teşkil eden manzumelerde insani ve sosyal dert ve meseleleri ele alır; okuyucunun dikkati çekilerek, bunların düşünmesi, üzülmesi ve neticede çare aranması istenir.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi ulu şair Mehmet Âkif’e atfedilmişken Safahat’ten bah-setmemek olmazdı. O, yakın tarihimizin en bü-yük milli şairi, çok önemli bir düşümnce ada-mı ve yüksek ahlakı ile örnek bir şahsiyetidir. Edebiyatımızda yeni bir çığır açan şiirleri, filir hayatımıza derin tesirler yapmış olan dergisi, yazı ve tercümeleri ve nihayet Milli Mücadele yıllarındaki büyük hizmetleriyle birlikte “İstiklal Marşı”mızın da yazarı olması, kendisini, mille-timizin çok sevdiği, unutulmaz bir kahraman olarak tarihe ve milli hafızamıza yazdırmıştır. Şahsının bize armağan ettiği en kapsamlı eser “Safahat” içerdiği toplumsal değinmelerden ötürü çağımızda da önemli bir yer teşkil etmek-tedir. Yazı boyunca bu güzide eserden alıntılarla sizlere günümüz toplumunun temel kavramları ile bağdaştırılmış bir Mehmet Âkif sunulmaya çalışılacaktır.

“Safahat”, Mehmet Âkif’in şiirlerini topladığı yedi kitaplık şiir külliyatının adıdır. İçinde 11240 mıs-ra tutan 108 şiir bulunmaktadır.

Birinci kitap, yalnız “Safahat” adını taşır. Bundan başlayarak sıra numarası almış bulunan öteki kitapların ayrıca isimleri vardır. Müstakil ciltler halinde ve farklı zamanlarda birkaç baskı yap-mış olan kitaplar, latin harfli baskılarından önce bir arada, tek cilt içinde yayınlanmamıştır. Yedi kitabın ilk altısının bütün baskıları İstanbul’da, yedinci kitabınki ise Kahire’de yapılmıştır.

“Safahat”: “Safhalar, dönemler, devreler ve “gö-rünümler, manzaralar” demektir. Mehmet Âkif Safahat’ı teşkil eden manzumelerde insani ve sosyal dert ve meseleleri ele alır; okuyucunun dikkati çekilerek, bunların düşünmesi, üzülmesi ve neticede çare aranması istenir. İnsanın aczi ve geçim sıkıntısını karşısındaki çaresizliğini canlandırırken, okuyucu çalışmaya ve azimli olmaya çağrılır. Bir taraftan da cami, ibadet ve imanın teselli verici kudreti ile birlikte ilahi ale-min sırları karşısında duyulan hayret ifade edilir.

Dic

le Ç

ETİN

dosy

a

Page 23: SEKA Dergi Kasım 2012

21

Kadın / Eş Kavramı

“Seni bir nûra çıkarsam, diye, koştum durdum,Ey, bütün dalgalı ömrümde, hayat arkadaşım!Dağ mıdır, karşı gelen, taş mı, hep aştım, lâkin,Buruşuk alnıma çarpan bu sefer kendi taşım.”

Eşi İsmet Hanım’a onun için yazdığı “Hayat Arkadaşıma”1 adlı dörtlükte böyle seslenir, Mehmet Âkif. Eserin bütününde “aile” kurumu-nun bireylerini tanımlar ve adeta bu bireylerin dününü, bugününü, sorununu, çözümünü te-ker teker öğütler. O’nun şiirleri bilinenin aksine ataerkil söyleyişten epey uzaktır. Tıpkı bu dört-lükte olduğu gibi diğer şiirlerinde de aileyi, kadını ve evlat sevgisini yüceltir. Kadın kavramı onun için ailenin vazgeçilmezidir. Kendi eşine bizzat gösterdiği şevkati herkesin ailesinde yerine ge-tirmesini tembihler. Daha önce de bahsettiğim gibi Safahat O’nun Türk toplumuna bıraktığı bir kılavuz gibidir. Tembihler ve öğütlerle doludur.

Aile Kavramı

Bilir mahalleli kim, aldığın zamanda beni,Çehiz çimenle donatmıştı beybabam evini.E oldu şimdi o eşyâ? Satıp kumarda yedin!Evet, kumarda yedin, hem de karşılarda yedin!Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki? Soran“Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman!”Diyen kadınlara; “Pek doğru, pek” deyip gidiyor.Bu söz zavallıyı bilsen ne türlü incitiyor!

Bu dizelerde de görüldüğü gibi tembihlerin yerini tenkitler alır. “Meyhane” adlı şiiri sarhoş kocasından mağdur bir kadının dramını anlatır. Şair bu dramı okuyucuya “sen yapma, böyle de olma” niyetiyle yansıtırken biz ilgili dizeleri genç kadının savunucusu olarak okumaya çoktan başlamışızdır. O dönemin sorumsuz, alkolik, eğlence düşkünü koca tipini eleştirerek evin direğini “ana” olarak temsil eder. Ayrıca sonla-ra doğru değindiği bir diğer sorun evlilik kuru-mundaki çatlaklıklardır. Genç kadın kızının kıs

1 Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, yay. haz. M.Ertuğrul Düzdağ, Sütun Yayınları, İzmir 2007.

metindeki kapalılığı sarhoş babanın çevredeki kötü izlenimine bağlar. Şair o dönem evliliklerin az gerçekleşmesi hususuna bu şekilde dikkat çeker.

“Hayât-ı âile” isminde bir maîşet var;Saâdet ancak odur…dense hangimiz anlar?Hayât-ı âile dünyâda en safâlı hayat,Fakat o âlemi bizler tanır mıyız? Heyhât!Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle;Evinde akşam otursan kemâl-i izzeetle;Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa,Dolaşsalar; seni kat kat bu hâleler sarsa;Saray-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı?İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı?Karın, nedîme-i rûhun; çocukların rûhun;Anan, baban birer âğuş-ı ilticâ-yı masûn,Sıkıldın öyle mi? Lâkin, biraz alışsan eğer,Fezâ kadar sana vasi’, gelir bu dar çember.Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve?Gelin de bir bakalım… Buyrun işte bir kahve;

Âkif, aile hayatını, önemli görür. “Mahalle Kahvesi” adlı şiirinden alınmış yukarıdaki di-zelerde de görüldüğü üzere: “Geçim derdiyle boğuştuktan sonra eve gelen aile reisi çocuk-larına ve eşine gerekli ilgi ve alakayı gösterdi-ği sürece, o aile cennet saraylarından birine dönüşür.”düşüncesini vurgular. Eğer bu tekdü-zelik bireyleri bunaltırsa alışmaya gayret etme-lidir. Öyle ki alışmanın sonucu önceleri dar gelen o mekan, genişleyecek, ferahlayacaktır. Evi ye-rine kahvehaneye gitmeyi tercih edenlerin sonu pek hoş olmayacaktır. Her türlü ahlaksızlık, ke-pazelik kahveden ileri gelir. Birey bu mekanda adeta zamanını zehir eder ona göre.

Anne ve Çocuk Kavramları

Bu hem kaçıncı felâket Beşinci! Yâ Rabbi,Tamam beşinci seferdir ki kız ölüm görecek!Bu son ümîdi de şâyed giderse dördü gibi,Zavallı kendini vaktinden evvel öldürecek.Çıkıp da gör hele bir kerre şimdi Selmâ yıNe hâle koydu felek git de bak o sîmâyı!

Bu dizelerde de görüldüğü gibi Mehmet Âkif çoğu şiirinde kadını “anne”lik vasfıyla öne çı-karır. “Selma” adlı şiirde çocuğun kaybeden kız kardeşinin üzüntüsüne ortak olan Âkif, ona acı-masız bir soğukkanlılıkla telkin verirken aslında değinmek istediği erkek doğasının kadınlardaki annelik duygusuna asla vÂkif olamayacağıdır.

Anlaşıldığı üzere şairin Safahat’in içeriği boyun-ca yinelediği üç temel unsur : erkeğin ailedeki sorumlulukları, anne olma güdüsü ve evlat sevgisidir. Âkif’in kutsal saydığı aile kurumu, o dönemin şartlarında devletin kurtuluşunun ilk adımıydı. Şayet aile kurumu dimdik ve ayakta durursa, devlet de geleceğe karşı o denli sağ-lam duracaktı. Günümüzde de toplumda yaşa-nan bu büyük hasarın mimarı aile kurumunun kendisidir. Sorunun kaynağına inmemizi; yani toplumun merkezindeki temel unsuru, aileyi tüm aksaklıklarına bir son vererek yeniden inşa etmemizi öğütleyen şair, yaşasaydı ne yazık ki yine umduğu gibi bir manzarayla karşılama-yacaktı. Bu yüzden vakit daha da geç olmadan, ailenin eğitimdeki rolünü layıkıyla yerine getir-mesini sağlamalıyız.

dosy

a

Page 24: SEKA Dergi Kasım 2012

22

Ayna daha iyi göründü gözüme. Güneşi yanıma aldım ve kaldırıp yüzümün hizasına doğru getir-dim aynayı.

Somyada uyuyor bir çocuk. Hırıltılı ve sayıklama aralıklarıyla uyuyor... Duvara dönmüş, gölgesini seyrediyor belki de...

Oda pek loş, pek ışıksız. Kapalı havanın ikin-di vakitlerinde odaya yerleşmiş bir aile. Adam, ayaklarını uzatmış, gazete okuyor koltukta. Do-nuk, abus çehresini ancak bıyıklarının karalığı canlandırıyor.

Kadın, anne olmalı. İplikler dolamış parmağına. Somyanın kenarına ilişmiş, gölgesiyle konu-şuyor. Çocuğun gölgesinin üzerinde, onun da müşfik bir gölgesi beliriyor.

Adam, pencereye vermiş sırtını. Ensesi daha ay-dınlık, kulakları daha parlak bu yüzden. Bir çiz-gi bölüyor ortadan ikiye alnını. Gece ve gündüz olarak ikiye ayrılmış bir alın. Alt taraf gece, üst taraf gündüz. Kafası, bir dünya olmuş bir adam.

Kadın, siyah bir bukledir çenesine kıvrılan. Bir eli, iplerin renklerinde diğeri omuzlarında asılı

çocuğun. Bir elden bir ele rüya eğiriyor. Böylece çocuğun omuzlarında rüyaya dönüşüyor kadı-nın rengârenk parmakları.

Ahşap yerin üstünde, yorgun bir yörük kilimi, bürke-i lâciverd gibi dalga dalga; somyanın ayaklarındaki konserve kapaklarını yüzdüren hayâli bir havuzdur sanki kaplıyor odayı.

Alçak, ceviz sehpa üstünde, yarı dolu bir sürahi, her an çatlayacağının ve bütün suyunu adamın ayaklarına boşaltıp parça parça kırıklarla kilime dağılacağının tehdidini savuruyor... Bardaksa, boş ve kayıtsız yanıbaşında.

Göz kamaştıran parıltı ve gök gürültüsüyle do-luyor birdenbire oda. Çocuk, başını kaldırıyor. Adam, kadına bakıyor. Kadın, çocuğa eğiliyor. Duvardan benim gölgem çıkıyor.

Yapışıyorum yakasına satıcı adamın, tablo iste-medik senden ayna istedik! diye. Ayna işte, kör müsün! deyip itiyor üstünden beni adam. Güne-şin göz alıcılığında tekrar bakıyorum aynaya.

Sûretim hemen aksediyor... Sûretim hemen ak-sediyor...

BitpazarındaSomyada uyuyor bir çocuk. Hırıltılı ve sayık-lama aralıklarıyla uyuyor... Duvara dönmüş, gölgesini seyrediyor belki de...

Bitpazarından bir ayna satın aldım. Mâdenî çer-çevesi yer yer paslanmış, eski; fakat zarif bir ayna. Çok para da vermedim bu aynaya. On, dedi satıcı adam. Beşe alamadım. Yedide karar kıldık.

Hemen yüzüme tuttum aynamı. Bir şey göre-medim. Gömleğimin yenlerine sildim, hohla-dım. Yaklaştırdım aynayı yeniden yüzüme. Bu-lanık bir ben vardı, ama tam değil. Gözlüklerimi çıkardım. Dışarı saldığım gömleğimin eteklerin-de sildim gözlüğümün camlarını.M

usta

fa Ö

ZBİL

GE

öykü

Page 25: SEKA Dergi Kasım 2012

23

Farklı bir gündü. Aslında her gün birbirinden farklıdır fakat sanki o gün daha bir başkaydı her şey gözümde. Güneş, yüzüne buluttan bir peçe takmış, rüzgâr artık rengi solmuş bitkin tabiatın canlanması için çehresine bir tokat mi-sali esiyordu. Daha dün güneş o güzel yüzüyle tebessüm ederken İstanbul’a şimdi bulutların arkasına saklanır olmuştu. Kâinatın mavi renk-li penceresine buluttan bir tül takılmıştı. Denizi unutmamalı...

Güneş nasıl ise bulutlar, bulutlar nasıl ise deniz de öyle görünüyordu. O da o gün, karanlık bulut-ların bir siluetiydi. İşte o gün de ab-ı hayatım bi-raz hırçın, biraz maviydi. Evlerin çatılarına gelin-ce… Onlar dertli dertli iç çeker haldeydiler. Öyle dertliydiler ki kimileri… Öyle yanıyordu ki içleri ve öyle tütüyordu ki içindeki alevleri. Bacalardan tüten dumanla rüzgârın nasıl raks ettiğini göre-biliyorum. Yapraklar ağaçların dallarında değil de kaldırımlarda, ağaçların altında, her yerdey-di. Yeşil değil de hafiften sarı, kızıla bulanmış

Çocukluk Zamanı

bir hâli vardı. Yapraklar, naylon poşetler çıplak kalmış olmanın verdiği utançla olsa gerek, artık kızarmış, rengi koyulaşmış toprağın üzerinde savrulup duruyorlardı.

İnsanlar da tıpkı diğerleri gibiydiler gözümde. Avare yapraklar gibi arzın her yerine serpilmiş ve yine yapraklar gibi solmuş, gözleri buğu-lanmış, bakışları da tıpkı yapraklar kadar kızıla çalmış bir titreme ile gezinip duruyorlardı dü-şüncelerimde. Henüz gün doğmadan işlerine, okullarına gidenler, günün ilk ışıklarıyla beraber ellerinde sıcacık ekmeklerle bakkaldan dönen-ler, tüm bunlardan bîhaber yataklarında bir rüya girdabında dönenler, İstanbul’da herhangin bir sabahın sıradanlaşmış farklılıklarıydı benim için. Dün bitmişti ve biz bir başkası olan güne kavuşturularak sıradanlaşmış farklılıklarımızı yaşıyorduk.

Hayat içerisindeki koşuşturmacalar o günde de tüm hızıyla devam ediyordu elbet. Caddelerde

Tıpkı o farklı diye nitelendirdiğim günde benim de yaşadığım gibi. Vücudumda bir ağırlık… Günümün çoğunu birlikte geçirdiğim odam gündüz olmasına rağmen karanlık. Göz kapaklarım ardına kadar açık. Ama yine de karanlık, karanlık…

Ruk

iye

BA

ŞKIR

AN

öykü

Page 26: SEKA Dergi Kasım 2012

24

nümün çoğunu birlikte geçirdiğim odam gün-düz olmasına rağmen karanlık. Göz kapaklarım ardına kadar açık. Ama yine de karanlık, karan-lık…

Birden kendimi yıllar öncesinde, tıpkı bir sine-ma filminin içine dalmış gibi şaşkın, kaskatı, gördüklerime yahut gördüğümü sandıklarıma anlam vermekte olarak buluyorum. Mavi ön-lüğüm, dantel yakalığımla işte birinci sınıfta-yım. Okuldan eve geliyor çantamı ve mantomu portmantoya asıyor, her zamanki olağanlıkları yaşayarak akşamı bekliyorum. İşte geldi!

Bedenlere olduğu gibi ruhlara da sıcak bir ra-mazan gecesi. Öyle ki açık camın penceresi dümdüz, çarşaf gibi. Nazlı nazlı çarpamıyor pencereye. Bir içeri bir dışarı savrulamıyor. Per-delerin sesinden mahrum bir Ramazan gece-si… Ötelerden bazı sesler geliyor belli belirsiz. Köpek sesleri, boşlukta dolaşan insan sesleri,

sessizliği yırtarak uzaktaki caddeden geçen otobüs sesleri ve yaz gecelerinin belki de en şi-rin sesi cırcır böceklerinin sesleri…

Dört köşe duvarlara pencereler açılmış içeriye hayat girebilsin diye. Aynı zamanda perdeler çe-kilmiş sivrisinekler girip de geceyi mahvetme-sin diye. Işıklar açık, gözler açık, bedenler açık, hava açık, İstanbul açık. Bir tek düşünceler ve fikirler bulanık. Beyin kazanları fokur fokur… Gözler mahmur. Hayatın hengâmesinde unu-tulanlar ve unutulmuşlarla sahura hazırlık var. Sahurla birlikte gelecek olan zamana edilecek şükür var.

Işıkların kapanması yakın. Öteler yakın. Fikir-ler ise bir uzak bir yakın. İstanbul yorgun ve mahmur diyor ki,’artık haydi yatın!’ Karanlıktaki uzaktan bir ışık sızıyor. Belli ki o İstanbul’a hiç aldırış etmiyor. Şu uzun boylu, göbeği henüz tam çıkmamış, yeşil gözlü, saçları da henüz tam dökülmemiş adam babam olmalı. Karan-lık kaldırımları aydınlatan sokak lambalarının altından geçerken gölgesi ne kadar da büyüyor. Elleri her zaman ki gibi poşetlerle dolu. Sırtında düşüncelerinden bir yük. Güne veda eden gü-neş artık sönük. Yorgun ama endamından hiçbir şey kaybetmeden bahçe kapısından usulca eve doğru ağır ağır yürüyor. Sigarasının son nefe-sini de içine iyice çektikten sonra üzerinde adı yazan kapı ziline bakarak sanki ilk defa görü-yormuşçasına biraz da gururlanarak zile bası-yor. Sükûta bir bıçak darbesi atan bu zil sesiyle annem aniden yerinden sıçrıyor ve heyecanla kapıya doğru yöneliyor.

Annem… O zamanlar babamdan sonra örnek aldığım tek kişi. Oyun oynarken, plastik çay ta-kımlarımla çay demleyip de yine plastik fincan-lara çayı tıpkı annem gibi koyuyorum. Fincanı tutuşum, dudaklarıma götürüşüm tıpkı annem. Annem, babamdan daha kısa boyuyla, ela göz-leri, uzun kirpikleri ve ince ve düzgün kaşlarıyla, yuva denen kavramı çekip çeviren, her şeyi alt-tan alan o olan; derdin, sıkıntının çehresindeki çizgilere her geçen gün bir yenisini daha ekle-diği, gözümde bir heykel, bir fedakârlık âbidesi.

insanlar dört teker üzerinde bir bakmışsın bu-rada, bir bakmışsın orada oluyordu o günde de. Akrep ve yelkovan, arzın herhangi bir yerindeki tekerlek, dünya ve güneş aynı ritim ve melodi-leriyle dönmeye devam ediyorlardı.

Tıpkı elimdeki kalemi bir düzen içinde tam açı döndürebildiğim gibi. Orta parmağınıza yas-ladığınız kalemin, işaret parmağının ufak bir kavisinin ardından devreye başparmağın gir-mesiyle parmaklar arasında kayarak bir ahenk içinde dönmesi gibi. Bir de durmadan yapılırsa döndürme işine bir tutam ritim katılmış olunur. Tabii bu ritme bir de beyin kazanında kaynayan düşüncelerin fokurdamalarından bir melodi eş-lik ederse, gözler buğulanmaya, yavaş yavaş önündeki asıl eşyanın ışığını kaybederek hayal-den resimler seyretmeye başlar.

Tıpkı o farklı diye nitelendirdiğim günde benim de yaşadığım gibi. Vücudumda bir ağırlık… Gü-

öykü

Page 27: SEKA Dergi Kasım 2012

25

Babam içeri girince, o her ailede yaşanan, baba-nın eve teşrif etmiş olmasının verdiği mutluluk ve sevinç ve de sükûnet bir çırpıda yaşanıyor. Bense, annemin saatler önce bana vermiş ol-duğu ‘artık uyu!’ emriyle yatağıma uzanmış bir rüya girdabında savrulup duruyorum.

Babam benim ‘zaman’ıma göre geceleri çok geç geldiği için ramazanları babamı ancak sa-hur vaktinde görebiliyorum. Annem her ne ka-dar beni kaldırmasa da ben, davulcunun sesini duyar duymaz hemen uyanıveriyorum. Mutfak-tan sesler geliyor. İşte çay hazır… Annem çay bardaklarına çay kaşıklarını koydu ve çay kaşık-larının sesi bu sahurda da ileride kulakları çınla-tacak bir melodi olarak kaldı.

Ne kadar da zayıfmışım. Ellerim ne kadar da küçükmüş. Dünya içinde ufacık bir zerreymi-şim meğer. O hep dönüyorken, ben hep aynı yerdeymişim. Saçlarımla ne de çok oynuyorum. Gür ve uzun saçlarımı annem her zamanki gibi atkuyruğu yapmış, yataktan yeni kalkmış olma-nın verdiği avarelikle birkaç tel saçım gözümün önüne düşmüş,’seneye de giyersin!’diye bir nu-mara büyük alınmış pijama takımından ellerim görünmediği için pijamanın kolları neredeyse omuzlarıma kadar katlanmış. Aklımda okulda öğrendiklerim ve uzun zamandır içimde kalan onlarca cevapsız sorular… Ne de çok merak ediyorum. Bir çırpıda ne de çok şey bilmek is-tiyorum.

Sahurda iştahla önüne geleni silip süpüren ba-bama nihayet dayanamayarak, ‘Baba, bugün okulda ‘z’yi öğrendik, artık ‘zaman’ yazabiliyo-rum!’ diyorum. Yemeklerden gözünü kaldırdığı o arada babamın çehresinde bir tebessüm be-lirerek dudaklarından ‘Aferin benim kızıma. Sen okumayı öğren ne istersen alacağım!’ sözleri dökülüyor. O an annemle buluşuyor gözlerimiz. Ruhum adeta eriyor. Annem bakışıyla beni öyle bir girdaba sürüklüyor ki tekrar düşüncelere dalıyorum.

‘Anlamıyorum şu zamanı. Acaba babama sor-sam söyler mi? Baba, bana zamanı anlatır mı-

sın? Nasıl bir şey? Onu neden göremiyorum? Neden zamanı sorunca hemen saatine bakar insan? Yoksa zaman ‘saat’ demek mi? Baba ne olur şu ’birazdan’ ı anlat! Onu hiç anlamıyorum baba. Bu ‘birazdan’lar kaç dakikadır, desem mi?’

Soramıyorum. Çocukça bir korku kaplıyor içimi. Tüm sorularım içimde kalıyor ve benimle mü-cadele etmeye devam ediyorlar. Yemek bitince babam televizyonun karşısına geçiyor ve eline kumandasını alıp, kanepeye uzanıp iş saati ge-lene kadar yemeğin de vermiş olduğu rehavetle hepten mayışıyor. Birden elektrikler kesiliyor. Geçmiş maçların yorumlarının tekrarını izleye-meyecek olmak babamı sinirlendiriyor.

Sonunda annem de işini bırakmak zorunda ka-lıyor ve hepimiz kanepeye oturuyoruz. Annemin ve babamın mahmur gözleri, benim bu saatte ardına kadar açık iri gözlerime dikiliyor. Bu ba-kışın ‘artık uyu!’ bakışı olduğunu hemen anlı-yor ve bir çırpıda gözlerime korkmuşluk ifadesi vererek, onlarla kalmak için yalvarırcasına bir bakış da ben gönderiyorum.

Hepimiz susmuş oturuyoruz. Televizyon sesi yok. Araba sesi yok. İstanbul’un sesi yok. O da ne? Bir yerlerden bazı sesler geliyor ama anlam veremiyorum. Hayır, hayır! Bu cırcır böcekleri-nin sesi olamaz. Açık camın perdesinin sesi hiç değil. Rüzgâr bizden çok uzakta olmalı zaten. Elektriğin olmayışı tüm teknolojik aletleri sus-turmuşken bu da neyin sesiydi böyle? Yağmu-run? Hayır, olamaz! Yağmur yağmıyor. Kuşla-rın? Hayır, kuşların da olamaz! Kuşların sesine hiç benzemiyor. Sanki bir melodi gibi… Hep aynı hızda, hep aynı ritimde ses...

Babam duvarda asılı olan saati soruyor anneme;

-Ne zamandan beri orada? Cevap veriyor annem; -İki sene olacak. Ramazan’da sahura kaldırma-

sı için almıştım çarşıdan.

Hemen hatırlıyorum. Yine bir Ramazan günü idi. Annemler sahur vaktinde uyuya kalmışlar, eza-

öykü

Page 28: SEKA Dergi Kasım 2012

26

nın okunmasına iki dakika kala, önlerinde ne varsa ağızlarına doldurmuşlar, bir taraftan da su içmeye çalışmışlardı. O günden sonra annem en yüksek seslilerinden bir çalar saat almaya ka-rar vermiş ve öyle de yapmıştı. Bu saat, o saat olmalıydı.

Evet… Evet… Sesler o saatten geliyordu. Tik tak, tik tak… Sanki ‘bir bak, bir bak’ diyormuş gibi. Acı bir tebessüm beliriyor dudağımda, sanki büyük bir insanmışçasına. Hayretime eşlik eden çocukça bir kahkaha ile ‘iki senedir o saat orada bir bak bir bak diyormuş da biz duyamıyormu-şuz.’diyorum. Uzun bir süre sessizce oturmaya devam ediyoruz. Saat de tik taklarına devam ediyor.

-Okumayı öğrenince sana ne alayım bakalım? -Saat alır mısın baba, en ‘tik tak’lılarından? -Neden en ‘tik tak’lılarındanmış bakayım? -Zamanın nasıl geçtiğini anlamak için!

İşte o an boyumdan büyük bir laf etmiş bulu-nuyorum ki, babam benden beklemediği böyle bir cevap karşısında şaşırıp kalıyor. Bu kez de babam düşüncelere dalıyor. Birden ciddileşiyor. Anlaşılıyor ki babam ciddi şeyler söylemeye ha-zırlanıyor.

Zamanın çok çabuk geçtiğinden hatta geçtiğini bile anlayamamaktan yakınarak başlıyor sö-züne. Çocukluk anılarından özellikle en komik olanlarını anlatıyor. Birden suratındaki ciddilik yerini neşeye bırakıyor. Annem de birkaç hatıra-sını anlatıyor. Gülüyoruz. Bense bu şafağın attığı, güneşin doğmaya hazırlandığı günün ilk anının tadını çıkarmaya çalışıyorum. İçimden, ‘ne olur elektrikler gelmesin!’ diye dua ediyorum.

Çok geçmeden okumayı öğreniyorum. Bir ak-şam babam, eve elinde bir kol saati olan hediye paketiyle geliyor. Hayatımın bu pembe kordon-lu, akrep ve yelkovanı en sevdiğim iki çizgi film karakteri olan, rakamları büyük, minik bileğime oranla küçük kol saatini, bu ilk saatimi öyle çok beğeniyorum ki akşamları yatarken kolumu

kulağıma yaslıyor tik takları dinliyor ve bunu her gece yaparak bir alışkanlık haline getiriyorum. Sonra da tik taklarımın durmaması için dua ede-rek uykuya dalıyorum. Bir masal gibi… Tik tak… Tik tak… Onun ritmine kalbimde eşlik edince beraber bir melodi tutturmuş birlikte çalıyorlar hayatımın güftesini. Ardından göz kapaklarımı taşıyamaz oluyorum. Sesler uzaklaşıyor. Çok uzaklaşıyor ve nihayet uykuya dalıyorum.

Tik tak, tik tak… Parmaklarımın arasında dönüp duran kalemin birden yer düşmesiyle kendimi odamda buldum. Tik taklar kendime geldikçe daha da keskinleşmiş ve duyulur olmuştu. Zira hayatımın güftesini çalan bu kez de masamın üzerindeki saatti.

Eski günleri hatırlamış olmanın yaşattığı hü-zünlü bir tebessüm, çekmecemdeki tahta ku-tudan çocukluk ‘zaman’ından kalma pembe kordonlu saati çıkardım. Şimdi o zamanlardan kalma eski, yıpranmış, kordonu çatlamış, toz-pembe rengiyle hayatıma renk katmış bu saat, geçen zamana inat bir baş kaldırış, bir iz olarak kalabilmişti. Masamdaki saat ise ‘tik tak’larına devam ediyordu. Tıpkı eski günlerdeki gibi usul-ca saati kulağıma götürdüm. Sanki çocukluk ‘zaman’ıma geri dönecekmişçesine dinlemeye koyuldum; DURMUŞTU!

İstanbul! Nice çocukluk zamanı, nice gençlik zamanı yaşayan İstanbul… Bir zamanlar benim ‘zaman’ımı da bu pembe kordonlu saatle yaşa-mıştı. Biraz yorgun görünse de ve belki de biraz yaşlanmış gibi olsa da tüm bunlar İstanbul’u ve zamanı hatta İstanbul’da zamanı farklı kılıyordu.

Farklı bir gündü. Her günün birbirinden farkı ol-duğu gibi…

öykü

Page 29: SEKA Dergi Kasım 2012

27

Ağır aksak yürüyüşü, gölgesini bir ritim tuttu-rurcasına hafif ezgiler halinde sallarken, bedeni bu uyuma çoktan alışmış gibiydi. O ise adım-larını düşünmeyi bırakmıştı ve üç senedir doğ-ru düzgün yürüyemediği için beceriksizliğine sövmeyi. Bu yılgınlık halinin üstüne yapıştığını fark ettiğinde sesini bile çıkarmadı. Onu misafir koltuğuna buyur etti. “Al.” dedi, kadın bir bardak meyve suyunu uzatarak içinden: Taze sıkılmış portakal suyu. Hastalığına iyi gelir.” Mikroplarını kendine bulaştırır diye korkmadı kadın. İlk defa kendini düşündü ve zaten hasta olduğunu an-ladı.

Nereye ve niçin gittiğini bilmeden düştüğü meç-hul yollarda, şehrin kalabalık insanları, girintili çıkıntılı sokakları, serseri tayfasını barındıran köşe başı kaldırımları, irili ufaklı evleri, yılışık as-maları, pencere kenarındaki mor menekşeleri, lüks otomobilleri, çöp tenekeleri, bahçelerdeki melisaları, hanımelilerin üstündeki kuşları, hav-layan köpekleri, kütüphaneleri, kitapları, post-modernist romanları zihnini karman çorman

YürüyüşYağmur başladı, ekim ayı etrafa doldu, zaman ağırlaştı. Gün geceye özlemle silikleşti, hava akşamı kucaklayışıyla siyahlaştı. Kadının elleri ıslak toprağa bulanan pabuçlarının önünü temizlerken çamurlandı.

etti. Bulanık gördü her şeyi, bakışına küstü. Boş veremedi. “Kahretsin.” diye geçirdi yüreğinden. İşinin yolunda gitmeyişine… Tam o anda yerde elli lira buldu. Paltosunun yırtık olmayan cebine koydu. Şanslı bir günü olabileceğini düşündü, gülümsedi. Bununla mercimek çorbası, patlı-can kebabı, şehriyeli pilav ve kemalpaşa tatlısı yemeyi hayal etti. Sonra merhameti ağır bastı ve sokağın sonundaki çocuklu dilenciye elli li-rayı verdi. Yenilecek yemeklerin mide hazmın-dan kurtuldu. Zayıf halini inceleyerek ilerideki şişman adamın koca göbeğine baktıkça haline şükretti. Kendine güveni aklının iplerini tekrar eline aldı. Yarım kalmış düşlerine, arkadaşlıkla-rına, işine rağmen kendindeydi güçlü yanı.

Yüreğinin sırtına vuran ağırlığınca terleyen al-nına elini götürürken, ayaklarının içini sızlatan acısını, gönlünde uyandıran garip bir ağrıyı du-yumsadı. Yollar yokuş değildi, düzdü düz ol-masına; ama yola çıkalı haylice vakit olmuştu. Üstelik dünden beri uykusuz, geceden beri aç ve dört saattir susuzdu. Kaderinin muziplikleri-

Rab

ia U

ĞU

RLU

öykü

Page 30: SEKA Dergi Kasım 2012

28

ne aldırmamaya çalışsa da yorgunluk belirtileri, bitap düşmüş haliyle yüzünde aşiyan bir şekil-de görülüyordu. Sanki birbiri peşine sıralanmış gibi sürekli değişiyorlardı. Aklı yine ayaklarına çektirdiği eziyete odaklandı.”Acı, acıyı örtermiş demek.” diye düşündü kadın. Onca sorunun çözümsüzlüğü arasında, düşüncelerin çıkmaz sokaklarındaki duvarların haşmetli taşlarının ruhunu ezişindeki acıyı, ayağındaki ağrı unut-turuvermişti birden. Her nedense şaşırdı. Belki yaşama, belki acıya, belki de sahibi tarafından unutulmaya yüz tutmuş düşüncelere…

Susuyordu. Kaderin sınırında dolaşmaktan halsiz düşen yüreğinin sırtına yük oluşuna gö-mülmüştü kelimeler. Bazen arayası, bulası, darmadağın edip ortaya dökesi gelse bile an-nesinin dağınık oluşunu sevmediğini hatırlaya-rak sözcükleri, içindeki dolaba yerleştiriyordu. Sırası değildi şimdi. Sabrının onu bırakmayışını umursamadı bile. Kendi için sustu. Mühim kav-ramını sandığa kaldırmış gibiydi. Ömür sandığı, tabi ya bavulu oradaydı.“Nasıl göremedim?” diye düşündü; “Yola çıkmadan hâlbuki o kadar da aramıştım.” ve bir hatırlayışla ekledi:”O da beni özlemiş midir?”

Bavulunu sokağın bir köşesinde terk edilmiş-ken bulmuştu. O zamanlar bu kadar eski, so-rumsuzca hırpalanmış, derisi bir kat soyulmuş değildi. Hatta insanı cezbeden tatlı bir görüntüsü var bile denilebilirdi. Terk edilmiş aşklara, tam yalnızlıklara, yarım dostluklara, çeyrek akra-balıklara inat almıştı onu, bir başına bırakmak istememişti. Almıştı hem de sıkı sıkıya bağrı-na basmıştı. Kaybettiği değerli bir mücevherini bulmuş gibi derin bir nefes aldı. “Oh be!” diye-medi konuşmuş olmaktan korkarak. “Şeytan satamadan getirdi.” diye düşündü sadece.

O hüznün sahnede gururlu duruş anları yüreğe keder yükledikçe, daha da gerilere, en gerilere dalıp gidiyordu. Tek göz evini hatırladı. Tahtadan mavi masası üstündeki kenarı kırık su barda-ğını, içindeki solmuş yeni hayat çiçeklerini, bir ay önce ezilen kedisi Pintos’un kirden sararmış

beyaz yün yumağını, mutfaktaki bayatlamış yarım ekmeği, yağsız bir parça peyniri, olma-yan yumurtayı, boş çerçeveyi, kırık lambayı, komşusu Nazife Teyze’yi aklına getirmişti. Bir şarkı mırıldanmaya başladı. Hayret etti sözleri-ni unutmamış olmasına ve söyleyerek içinden Bilmem Kim adlı şarkıcının şarkısını, buruk bu-ruk hülyalara daldı: “Bana sorma bıraktıklarımı, geriye dönüp bakmamalıyım...”

Yağmur başladı, ekim ayı etrafa doldu, zaman ağırlaştı. Gün geceye özlemle silikleşti, hava akşamı kucaklayışıyla siyahlaştı. Kadının el-leri ıslak toprağa bulanan pabuçlarının önünü temizlerken çamurlandı. Bir başka kadın ona acıyarak mendil uzattı. Kadın mendili aldı; ama teşekkür etmedi. Karşılığını bekleyen diğer ka-dın onun nankörlüğünü görünce :”Beter ol.” diye içinden geçirdi. Kadın bunu hissetti ve gülümse-yerek haklı olduğunu düşündü.

Bir vakit sonra kararsızlığına rağmen, kaldı-rımların soğuk taşlarına meydan okurcasına oturdu yere. Hayatta tutunamayanlardan ilan etti kendini, bir ağaçtan düşen elmayla eş. Tutu-namadıysa eğer nereye düşmüştü bu kargaşa-da? Bir semt adı, bir sokak ismi dahi mi yoktu? Yoldan geçen bir tutunamayan bulmak istedi adres sormak için. Baktı, bulamadı, soramadı. Tutunanların adresini kıskandı, kendi adresinin yokluğunu düşünürken. Kin gütmedi, yapısında yoktu. Sadece tutunamayanların muhtarı olma-dığını kabullenince adresini öğrenemeyeceğini anladı. Günleri birbirine karıştırdı. Suç onda de-ğil koparılmamış takvim yapraklarındaydı. İşin içinden ustaca sıyrıldı.

“Ne yapmalıyım şimdi?” diye geçirdi düşünce-sinden kadın. Bu kadar yol gitmeyi hesaplama-mıştı. Karışan hesabına, kafasına, adımlarına kızdı. Yola çıkmadan Nazife Teyze’sine danış-ması gerektiğini düşündü. Neden ona bir hoşça kal bile diyememişti? O da bilmiyordu cevabını. Ona yolluk bile hazırlar, arkasından bir bardak suyu esirgemeden döker, bavulunu bulması için yardım eder ve hatta şu iliklerine iyice işleyen

yağmurdan korunması için şemsiye bile vere-bilirdi. Ayıp ettiğini anlayınca yüzü sarardı. So-luk beyaz benzine mat bir sarılık hiç yakışmadı. Ayna olsa ona da gösterirdim. Görebilecek ol-sanız size bile gösterirdim. Gözlerinin bulanık-lığı arttıkça gözlüğünü takmasının hakikaten gerektiğini düşündü; ama takmadı. Kimse de fark etmedi takmadığını. Aşk kokan muhabbet-leriyle sevdalılar, alışverişten gelen anneler ve kızlar, köşedeki buram buram kokan simitle-rin satıcısı, bahçesinde hanımeli olan karşıdaki evin mavi gözlü meraklısı, parktaki saçı örgülü küçük kız, köşe başındaki antikacı hepsi kördü biliyor musunuz?

Bir vakit sonra kadının yanına kırmızı cüzdanıyla Hayat geldi. Bu ara sıkışık olduğundan Kader ile düğünü için para istedi. Kadın onların evleniyor olmasına çok sevindi. Uzunca bir hoş beşten sonra onları tebrik etti ve Hayat’a istediği para-yı verebilmek için tereddütsüz canını bile feda edebileceğini tüm cesaretiyle düşündü. Ruha kulak kesilme marifetiyle bunu duyan Hayat, gerek yok bu kadarına demedi. Alçak gönüllüğü çoktan kapı dışarı etmişti. Kadında kırmadı onu, uğruna mırın kırın etmeden Ürperi dükkânına sattı canını. Hayat önceden verdiği düğün dave-tiyesini elinden alarak ayrıldı olay mahallinden. Malum artık düğününe katılamayacaktı, israf olmasın.

Sokakta bir koşuşturmaca, bir kıyamet… İlk önce köşe başındaki simitçi yaklaşmıştı kadı-na. Sonra ondan cesaretlenen diğerleri hemen doktor çağırdı. Kısa süren bir muayene, gittikçe azalan telaşlar, ağzı kocaman açık bakışlar… Biraz sonra bir sessizlik oldu ve ardından “vah vahlar” arasında not düşüldü ölüm raporuna: “Tutunamadı.”

öykü

Page 31: SEKA Dergi Kasım 2012

29

Çoğaldıkça; kentleri ve yeryüzünü duygusuz ve taş kalpli kılan beton duvarlar gibi, büyüdükçe büyüyor yüreğimizdeki beton yığınlar, gözleri-mizdeki aşılmaz kayalıklar. Ve karanlıklara bü-rüyor büyümek, gözümüzdeki ışık parıltılarını. Güneş’i geceye yediriyor büyümek. Ve büyü-dükçe kısalıyor gündüzümüz. Gün iyice kısalıyor dimağlarımızdan. Artık karanlık, kapkaranlık oluyor gözlerimiz. Sevinçten ve şefkatten uzak vicdansız bir gözü karalık bürüyor gözlerimizi. Nedensiz bir gözükara kesiliveriyoruz sevdikle-rimize karşı, sevenlerimize karşı.

Oysa yıldızlar; ışıltılarını çocukluğumuzun ışıl-tısından ödünç almışlardı. Kaybolduğumuzda bize pusulalık eden yıldızlar; çocukluğumuzun aydınlık yollarında yürüyerek bulmuşlardı yol-larını. Yollar; o karanlık yolları aydınlığa çeviren ‘bir kuş öksürüğü kadar narin ve temiz’, günah-sız ve berrak bir temizlikle bizim küçüklüğü-müzdü. ‘Bizim de kendimiz olduğumuz günlerdi o günler. Dokunuşumuz, bir tüy dokunuşu ka-dar hafif ve yumuşak; gülüşümüz bir kardele-nin açışı kadar güzel ve umut yüklüydü. Hiçbir meltem çocukluğumuzda dokunduğumuz gibi tatlı tatlı dokunamazdı sevdiklerimize. Hiçbir çi-çek gülerken yüzlerimizde açan gamzeler gibi açmazdı. Ve hiçbir mücevher güldüğümüzde

Büyümek Küçülmektir Çoğu Zaman

Büyümek küçülmektir çoğu zaman. Zira büyükler kadar alçaklarda yürümedik küçükken. Büyükler kadar bel kırmadık, boyun bükmedik. Küçüklük bile büyüktü küçük günlerimizde.

gözlerimizdeki parıltı kadar parlamazdı. İşte böyleydi çocukluk/çocukluğumuz. En büyük beklentimiz akşam babamızın eve gelmesiydi elinde küçük bir çikolatayla. Öylesine beklenti-siz, öylesine küçük ve gözlerimiz dolduğunda oluşan inciler kadar dopdolu…

Doluydu çocukluğumuz, zira hayallerimiz vardı hiç kimsede olmayan koca koca. Tüm hayal-lerimiz peri masalları gibi imkânsızken dahi en imkânlı hayaller için endişe edenler kadar bile endişemiz yoktu. Çünkü biz bilirdik ki; ke-loğlan gelecek ve yedi başlı devin yedi kafasını birden koparacaktı. Bundan o kadar emindik ki; sırf bu yüzden gece yatağa girdiğimizde, yatakta hissettiğimiz aman hissi rüyalarımızın hayallerimizden daha fütursuz olmasına vesile olurdu. Annemiz inanmasa da, babamız söyle-diklerimiz için ‘çocuk’ diyerek gülüp geçse de rüyalarımızdaki yolculuklarımıza hep yedi başlı ejderhalar, canavarlar ya da daha da önemlisi melekler, aksakallı dedeler hatta Hızırlar eş-lik ederdi. Çoğu zaman böyle geçen gecelerde rüyadayken kendimizi annemizin bağrınday-ken hissettiğimizden daha emin ve daha mutlu hissederdik. Hayallerimizin bile ucunun yetişe-meyeceği aklın anlayamayacağı yerlere varırdı rüyalarımızın ucu. Bazen mübarek bir el okşardı

Sert

aç E

RİŞ

öykü

Page 32: SEKA Dergi Kasım 2012

30

başımızı; bazen parıldayan bir sima sıcacık bir gamze gösterirdi bize. Rüyalarımız çoğu zaman gerçek gibiydi. Belki de gerçek ti; ama ya hayal-lerimiz? Gerçek olmasa da gerçek olmadığının idrakine varmamışlık belki de idrak edememe-nin insana verebileceği tek armağandı. Ve bu sadece o yaşlardı; küçüklüğümüzdü. Küçüklü-ğümüzün büyüklüğüne gösterilen saygıydı. Re-feransımızın kredisiydi önümüze serilenler. Her şeye doyardık da bir hayallere doymazdık. Çün-kü o zaman ne yeryüzü bu kadar kirliydi, ne de gelecek bu kadar karanlık. Düşlerimizde bütün yerler sanki yeşil desenlerle serilmiş bir sofra ve gelecek; insanı kendi boşluğuna çeken o yu-muşatıcı görünümüyle sonunda ışık huzmeleri olan uçsuz bucaksız bir oyuncak dükkânıydı. Tıpkı bütün oyuncak askerler gibi, bütün insan-lar emirlerimize amadeydi bu mavi boşlukta.

Çoğu zaman gurbet denen o vazgeçilmez oyun-dan payımıza düşen bekleyen olmaktı, geride kalmaktı. Bize hatırlattığı ise iki şey vardı; biri beklediklerimiz ve hasret, diğeri de yollardı. Her şeyi toz turkuaz olan küçüklüğümüzün yolları da büyüktü. En azından yollar şimdiki gibi gö-nülleri karartan kara katranlardan ibaret değildi. Yollar tablolardaki gibi manzaralarla döşeliydi. Binekler; kanatlı atlar, Buraklar’dı. En az kele-bekler kadar şendik bu çocuksu yollarda.

Büyümek küçülmektir çoğu zaman. Zira bü-yükler kadar alçaklarda yürümedik küçükken. Büyükler kadar bel kırmadık, boyun bükmedik. Küçüklük bile büyüktü küçük günlerimizde. Hiç olmazsa büyüklük büyüktü küçüklüğümüzde. Ve küçüklük de küçükken büyüktü. Alçalmak değildi büyümek. Büyümek büyülü bir arma-ğandı. Hicran deryasına dalmak için bir sandal gibi sallanan büyüklerimiz olsa da; küçüklüğü-müzün büyükleriydi onlar ve her biri bir dağ mi-sali göğüs gerebilecek büyüklerimizdi. Akşam eve oyuncak getiremese de babamız yine de o en erkekti, en güçlü kahramandı, en zengin ba-baydı O!

Bütünlüğü parçalarcasına kestik bağları. Dar-ma duman ettik ortalığı. Varılacak birçok kapıyı hiçbir zaman açılmayacak şekilde vurduk koca koca kilitlerle. Paslanmış kapılar ardında şim-di hayallerimiz. Küflü tozpembe bulutlarımız-la, yamalı gök kuşağı renklerimizle, bir tutam ayrılığımızla noktaladık eskimeye yüz tutmuş aşkımızı.

Ve parçalanmış ruhlarımızda eriteceğiz bize dair her bir şeyi.

Ayağımızın altındaki güzellikleri çiğneyecek ka-dar gözümüz dönmüş, kanlı gözlerimizle etrafı seyre koyulmuş olan aşk kokan ilkbaharları eri-teceğiz...

Akları salacağız en koyu karanlıklara, karaları bel bağlayacağız ayrılığın diyarlarına. Ağustos böceği miskinliğiyle salıvereceğiz her şeyi. Sana dair, bana dair, bize dair. Her şeyi!

O asil hülyalarımızın son ipini çektim bugün. Bırakıverdim en koyu karanlıklara. Gözyaşla-rının havuzunda sellerle serpiştirdim önüne. Akıp giden sonu gelmeyecek yepyeni zamanlar verdim sana. Her bahar tekrar tekrar açacak zamanlar. Seni bende yok ederek beni sende imkânsızlaştıracak zamanlar...

Ruhunu taşıyan bedenin esaretine kapılıp yap bildiklerini. Sıcaklığın doruğunda eriyen kum ta-nesi gibi vahasız çölde bırak paslı ruhunu.

Son cümlelerimde bıraktım sana dair özneleri-mi. Sana ait olan her şeyi. Son durakta bıraktık aşkı. İki farklı yolcu iki ayrı istikamete yol alır aynı yollardan.

Ve git ayrılığın yanık kokusu duyulmadan...

Sevnur SAVAŞ

BizsizleşmekSon makası attık hayallere

Mus

tafa

ÖZB

İLG

Eöy

Page 33: SEKA Dergi Kasım 2012

31

Türkiye’den Avrupa’ya, özellikle kuzey Avrupa’ya giden arkadaşlar, her ne sebeple giderse gitsin, ülkeye geri döndüklerinde, izlenimlerinin özetini verirler. Bu özet de çoğu zaman iki cümleyi geç-mez: Adamlar yapmış!

İster üniversite, ister araştırma, gezi, ulaşım, spor, mimari, konferans veya bilmem ne olursa olsun yediden yetmişe, her konuda geri döndük-lerinde anahtar cümledir bu. Gerisini dinlemeye gerek bile yoktur. Zamanınız varsa dinleyebilirsi-niz de. Ama her paragrafın son cümlesi yine aynı şekilde yankılanacaktır: Adamlar yapmış!

Ben de böyle bir inceleme gezisine katıldım ekim ayının son haftasında. Gezi, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin “Hayalimdeki Kütüphane” adlı bir AB projesiydi. ‘Proje’lerin Türkiye’ye neye, nasıl bir insan maliyetine sebep olduğuna dair kafam-da epey bir rezerv varken, evet demiştim. Doğru yapıp yapmadığımı da hâlâ bilmiyordum. Basın Yayın Dairesi AB ve Dış İlişkiler Müdürlüğü’nce hazırlanan, içinde İngiltere’nin dört şehrini (Dur-ham, Seaham, Bishop Auckland ve Newcastle) kapsayan, beş gün süreli ve kütüphane-ciliği ge-liştirme amaçlı bir projeydi bu.

“Gitmekler gelir bazı uzaklara…”

İngiltere’ye Bir Kütüphane Gezisi

Ken

an G

ÖÇER

gezi

Page 34: SEKA Dergi Kasım 2012

32

Türkiye’de ‘kütüphane’ dendiğinde aklıma ilk gelen yer, Bağlarbaşı’ndaki İSAM kütüphanesiy-di. Gerçi İsam Kütüphanesi, ne halk kütüphane-si ne de üniversite kütüphanesiydi. Hatta lisans öğrencilerinin bile giremediği, ancak lisansüstü ve araştırmacı kimi insanların yararlanabildiği bir uzmanlık kütüphanesiydi. Türkiye Diyanet Vakfı’nca hazırlanan ve 42. Cildini çıkarmış bir İslâm Ansiklopedisi için altlığı oluşturuyordu. Bütün kitapları kendi ellerinle bulup çalışma masana yığabildiğin, arada çayını kahveni içebi-leceğin bir ferah mekândı aynı zamanda.

Bizse halk kütüphanelerini gezecektik. Bunun için de doğru bir karşılaştırma olmayacaktı. Yine de zihnim, ‘kütüphane’ kelimesini İSAM ile öz-deşleştirmekten geri durmuyordu.

Hayatımda hiç hayal kurmadım. Göreceğim yerlerdeki kütüphaneleri de hayal edecek de-ğildim. Hayat anlayışım, üzerime düşeni yap-maktan ibaretti. Üzerime düşmeyeni, düşlerime sokarak yorulamam. Hayat zaten ziyadesiyle yormuyor mu? Bu yüzden İngiltere’nin kuzey şehirlerindeki halk kütüphaneleri üzerine de hiç düşünmemiştim. Ne için şaşırdım da, kütüpha-

ne için şaşırayım?

Halk kütüphanesi dediğin ne olabilir zaten? Okuyan bir halkın mı var da onun kütüphanesini düşüneceksin? Halk, kütüphane için ne zaman bir talepte bulundu da alamadı. Talebini yapma-dığı bir kütüphaneyi halka versen ne olur? Müş-terisiz mal da zayidir, ziyandır. İsraf da haram olduğuna göre…

Bir ikincisi, senin üniversite kütüphanelerin ne kadar çalışıyor? Vize ve final dönemlerin olma-sa, öğrencilerin bir kütüphanenin varlığından haberi mi olacak sanıyorsun?

Ülkemin bütün bu gerçeklerine rağmen, zihni-me üşüşen şeyleri bir an geriye ittim ve biraz tahmin yürüttüm. Olsun da kitapları, dedim bi-zim halk kütüphanelerinde bulunan kitapların üç beş katı olsun. Son çıkan kitaplar ve güncel dergiler de raflarını süslesin!

Diye düşünürken, Durham’daki Clayport Kütüphanesi’ne dalmışız…

Üç–dört tane bebek-çocuk arabası kütüphane-

nin kapısında duruyordu. Hiçbir merdiven çık-madan veya inmeden girdiğimiz kütüphanenin giriş salonunun bir kısmında çocuk ve bebek-ler için masal odası, gözümüze ilk çarpan yer olmuştu. İçerde anne ve babalar çocuklarına masal okuyorlardı. Evlerinde de okuyabilirler diye düşünmeden edemedik. Çocuklar, henüz okula gitmeden kütüphaneye böyle alışıyordu demek… Kimi anneler, çocukları ile beraber yerlere uzanarak masal kitaplarının sayfalarını birlikte çeviriyorlardı. Yerler, çok özel bir halıf-leks ile kaplıydı. Çocuklar serbestçe ve gürültü yaparak yerlerde yuvarlanıyorlardı. En önemlisi, kütüphanede gürültü yapılabilip yüksek sesle konuşulmasına izin verilmesiydi.

Gezdiğimiz kütüphanedeki istisnasız bütün ki-taplar, çocukluğumuzda kullandığımız şeffaf ve hazır kitap ve defter kapları ile kaplıydı. Kitap-lar, hiç örselenmeden kütüphaneye ilk geldiği günkü gibi duruyordu raflarda. Konusuna göre bölümlenmiş, ayakları tekerli bütün raflar ve masalar, istendiğinde ve herhangi bir etkinlik anında kenara çok rahat çekilebilecek şekilde tasarlanmıştı. Böylece kütüphanenin büyük sa-lonunda bir çocuk oyunu bile oynanmasının yolu açıktı.

Gezerken, inanamayacağımız bir görüntü ile karşılaştık. 78 yaşında kör bir maden işçisi emeklisi, yuvarlak bir masa etrafında, yine kör olan üç yaşlı (muhtemelen onlar da emekli) in-sana bir bilgisayar programı dersini veriyordu. Ve bunu da, söylendiği gibi gönüllü olarak ya-pıyordu.

Bizim grup, tam bu arada sözleşmişçesine göz göze geliyordu ve gözlerin birbirine söylediği şey aynıydı: Adamlar yapmış!

Kütüphaneyi gezerken bir yandan da müdürü-ne, sorularımızı alışkanlığımız üzere çok sessiz bir biçimde yöneltmeye çalışıyorduk. Bundan daha fazlasını da kendisinden çaylarımızı yu-dumlarken dinledik:

gezi

Page 35: SEKA Dergi Kasım 2012

33

“Bu kütüphaneyi 2000 yılında yeniden kurduk. Daha önce yerinde daha küçük bir kütüphane vardı. Milenyum kutlamaları çerçevesinde şeh-rin en merkezi noktasını, kütüphane, tiyatro, sergi salonu ve kafelere ayırdık. Bu çerçevede yeni ve büyük bir kütüphane kurmaya karar verdiğimizde, aslında kütüphane anlayışımızı da sorguladık ve halka, ‘nasıl bir kütüphane is-tiyorsunuz’ diye bir anket formu verdik. O form-da aldığımız bütün cevapları bu kütüphanede uygulamaya koyulduk. Bunun için ne maaşla-rımız yükseldi, ne de aferin bekledik. İnsanlar, içinde ses yapabilecekleri, çocuklarını ve hatta bebeklerini getirebilecekleri rahat bir mekân is-tiyorlardı en başta. Her türden çayı ve kahvesi, interneti ve dergileri, film dvd’leri ve pratik kurs-ları olsun isteniyordu. 24 saat kitap istenebilsin, duş alabilecekleri, film izleyebilecekleri bir yer olsun, çocuklarımıza masal okuyabileceğimiz özel ve rahat koltuklar, masalar ve süslemeler talep edilmişti.”

İçimden, burası bir kütüphaneden daha çok ‘bil-gisel yaşam alanı’ olmuş dedim. Ama kütüpha-ne müdürü Geoff Pratt, heyecanlı bir şekilde an-latmaya devam ediyordu. “Biz bunların hepsini sağladık. Hatta insanlar bize şu şu kursları isti-yoruz dediklerinde, isteyenler üç veya dört kişiyi bulduğunda hemen onlara istedikleri kursu da vermeye çalışıyoruz. Kurs verenler de genel-likle gönüllü insanlar. Bize bir masraf çıkmıyor. Sonuca bakıyoruz. Yöntemini biz geliştiriyoruz.”

Geoff’e tekrar kulak verelim: “Üç kattan oluşan halk kütüphanemizin en üst katı, diğerleri gibi ses yapılabilen bir yer değil. Burası, Durham-lıların aile tarihlerini yazdığı ve bazı akademik çalışma yapanların bulunduğu kısım. Buranın üyeleri, sessiz çalışmayı seçen ve kitap yazma-ya karar vermiş olanlar. Burada birçok Durham-lının kendi aile tarihi kitapları bulunuyor. Meraklı insanlar, bizim altyapısını oluşturduğumuz bil-gisayar programı sayesinde aile soyağacına kendi bilgilerini, eğitmenlerimizin yardımıyla yüklediklerinde, kolayca iki asırlık tarihleri or-taya çıkmış oluyor. Zaten bütün ailelerin 1835

yılına kadar olan tarihleri hem dijital ortamda hem de matbu şekilde elimizde mevcut. Özel gayretleri sayesinde her aile bunu 500-600 sene geriye götürebiliyor. Kraliçe’ye akraba olmak is-teyen herkes de bu aile tarihi çalışmasına katkı sunmaktan geri durmuyor.”

25 personelden oluşan kütüphane kadrosunun maaşını sorduğumuzda, yüzleri biraz ekşiyor, maaşlarının düşüklüğünden yakındıktan sonra 2-3 bin pound (yaklaşık 6 ila 9 bin arası) aldık-larını söylemeden duramıyorlar. Yüzlerinden, ‘bu maaşa bu kadar iş yapılmaz ama işimizi seviyoruz’ ifadelerini okumak zor değil. Hiçbirisi üniversite mezunu değil. Bu yüzden kütüpha-necilik mezunu musunuz diye sormaktan vaz-geçiyoruz.

Kendilerine, ‘kütüphaneciliği geliştirin, daha çok insanı buraya çekmenin yollarını arayın bulun’ diye bir talimat verilip verilmediğini sorduğu-muzda, ‘Hayır! Tamamen kendi özel çabamız, fazladan gayretimiz.’ Şeklinde cevaplandırdılar. Yaptıkları işe kendilerini böyle vermelerini, yani nasıl isteklendirildiklerini ise bir türlü öğrene-medik.

Elbette yatıp kalkıp kütüphane gezmedik. An-cak gün içinde kütüphane gezimizi bitirdikten sonra midemizin hakkını vermek üzere şehri dolaşmaya başladık. Bir an için hiçbir şey bu-lamayacağımızı düşündük. Damak tadımıza en yakın İtalyan mutfağı aklımıza gelince spagetti ve acılı makarna bir nebze olsun imdadımıza yetişti.

Daha sonra grup iki-üç parçaya bölünüp daha esnek şekilde şehri tanımaya karar verince, ilk görülecek yer elbette Katedral oldu. Durham’ı en iyi anlatan tek simge, kilometrelerce uzak-tan fark edilen bu katedraldi. Durham, Hıristi-yanlık tarihi içinde de özel önemi olan bir yer. Hatta haçlı seferlerinin ilkin buradan yola çıktığı söyleniyor. Bunu az çok şehri temsil eden ren-gi ve armasından da kestirebiliyoruz. Durham’ı temsil eden renk, Hıristiyan Bizans’ın rengi olan

mor rengi. Durham Üniversitesi’nin amblemin-deki haç ve mor rengi de, hangi kültürel mirasın devamı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Dur-ham Belediyesi’nde de aynı haç arması kullanı-lıyor çünkü.

Aynı günün akşamı Gala Tiyatro’da Clayport Film Kulübü’nün ‘Kara Altın’ adlı müzikalini iz-ledik. 50-60 bin nüfuslu bir şehir için kalabalık ve katılımcı bir izleyicisi vardı. Gezinin geri ka-lan dört günlük devamı, kütüphane bağlamında benzer etkiler bıraktı üzerimizde. Bundan başka aklımızda kalan en önemli özelliklerini belirt-meden geçemeyeceğim ama.

Meselâ Seaham’daki yerel (kasaba denebilir) kütüphanenin oniki bin üyesi varmış. Kasabanın yirmi bin nüfuslu olduğu düşünülürse, nüfusun yüzde altmışı kütüphane üyesi. Bu çılgınca bir şey! Bishop Auckland’daki kütüphanenin içinde bir tiyatro salonu var. Ama bu salondaki seyir-cilerin oturduğu kısmı göremedik. Meğer salon çok amaçlı düzenlenmiş. Bir düğmeye basmay-la ortaya katlanmış olan koltuklar teker teker çıkmaya başladı. On beş sene önce yapılmış bu esnek koltuklar, salonun başka amaçlar için de kullanılmasına fırsat veriyor.

gezi

Page 36: SEKA Dergi Kasım 2012

34

Gelelim Newcastle’daki New State of the Art City kütüphanesine… Aman Allahım! Keşke görmez olaydım burayı… İlk başta sizi kitaplar değil, kütüphanenin mimarisi karşılıyor. Kütüp-hane binasının içinde bir kafenin varlığı bile beni uçurmaya yeter. Kitap okumadan veya film izle-meden yorulduysan geç kafeye, arkadaşlarınla geyik yap! Sonra yine kaldığın yerden okumaya devam et. Tekrar in aşağıya, çıkaracağın dergi-nin üzerine toplantı yap, yaz, çiz… Daha kütüp-haneye geçmeden mimariden bahis açtık ama söz etmedik henüz. Binanın yarısı, yani bir köşe-si beton, diğer köşesi ise tamamen camdan iba-ret. Tabi, içeriyi göstermeyen cam değil, bilakis içeriyi alabildiğine gösteren cam. Ve camlı tarafı, güneş gören ve şehre hâkim konumda. Öyle ki yapı, dışarıda gezen birisine, iki bi’şey okuyayım dedirtiyor. İçeridekilerin yaş ortalaması diye bir şey yok. Yediden yetmişe herkes orada. Ya ça-yını içiyor, ya içeride okumasını yapıyor. İçeride duş alma yerleri bile var. Ve personel için ayrı bir kafe de cabası. 8-9 katlı kütüphanenin her bir katı farklı ferah renklere boyanmış. Ve her renk farklı bir kitap-konu kategorisini işaretliyor.

Ve dönüş başlıyor Londra’ya… Trenle dört saat süren yolculuğumuz boyunca neşemizde bir eksiklik görülmüyor. Grubun, kütüphaneciliği ciddiye alması kadar kendi içinde anlaşması da, gezinin çok verimli geçmesinde etkili oluyor. Yol

sonucunu çıkarıyorum.

Gezi boyunca insan kendisine şu soruyu sor-madan edemiyor: Bu şehirlerde yaşanır mı? Genellikle, ‘yaşanabilir’ diye cevaplanıyor soru. Ama ağız tadıyla yemek yenecek bir yer olma-dığını veya bulamadığımı hatırlayınca, kendi he-sabıma vazgeçiyorum buralarda yaşayabilmek fikrinden. Peki ya bir Adana kebapçısı bulsay-dım ne düşünürdüm? Kim bilir, yaşar mıydım bir şehir?

Velhasılı kelam, kütüphaneciliğin adam öldür-meye benzemeyecek kadar ciddi bir iş olduğu-nu, ‘hadi bir kütüphane kuralım’ demek kadar çocukça olmadığını bilvesile gördük. Eğer bir gün, bir yerlerde halk kütüphanesi, kağıt mü-zesi veya kongre-kültür merkezi gibi yerler ya-pılacağını duyarsam, öncelikle bundan vazge-çirmeye çalışacağımın bilinmesini isterim. Bu isteklerini ne kadar ciddiye aldıklarını görmek isterim. Diğer türlü, günü kurtaracak kütüpha-ne veya kongre merkezi gibi yeni yapılar hayal edenler, giriştikleri işin bizdeki halk kütüphane-lerine dönmesini istemiyorlarsa, onlar için bu geziden geriye kalan izlenimler bir başlangıç olabilir.

-------

Hamiş: Yukarıda, Durham’daki Clayport Kütüp-hanesi çalışanları için ‘yaptıkları işe kendilerini böyle vermelerini, yani nasıl isteklendirildiklerini ise bir türlü öğrenemedik’ demiştim. Onun ceva-bını sanırım buldum. Kütüphane Müdürü Geoff, bizim grubu şehirde gezdirirken hem büyükşe-hir belediye başkanına, hem de şehir merkezi belediye başkanına tanıştırmıştı… O tanışmalar-da belediye başkanlarının ve şehrin diğer ileri gelen kişilerinin neredeyse tamamı, Geoff’e o kadar ironik iltifat (humour) edip takılıyorlardı ki, Geoff gülmekten yerinde sabit duramıyordu. Olduğu yerde neredeyse daire çiziyordu. Ne der-siniz? ‘Marifet iltifata tabidir’ deyişini biz bulduk ama onlar uyguluyorlar, değil mi?

boyunca tarlalar, geriye kalan hep tarlalar olu-yor… Turgut Uyar’ın ‘tarlalar, tarlalar, tarlalar…’ dediği gibi. Geriye kalan hep tarlalar…

Şehirlerarası yolculukta yol kenarında uza-nan sonsuz yeşillik ve düzenli tarlalar, ister istemez ünlü İngiliz yazar George Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ni düşündürüyor. Demek, bizim Snowball’un yayıldığı ve semizleştiği tarlalar buymuş…

Bu özenle korunmuş ve düzenlenmiş yeşilli-ğe zıt olan şehirlerin rengi ise gümüş, yani taş rengiydi. Rengârenk bir görüntü yoktu gördü-ğümüz şehirlerde. İnsana sonsuzluk hissi veren taş yapılar ve gümüşün şehirdeki hâkimiyeti, doğa vurgusunu pekiştiriyor insan üzerinde.

Tarlalara gösterilen özenden kütüphanelerin düzenlenişi arasında sıkı bir bağ kurulabilir. De-mek ki, her şeyin her şeyle ilgisi var. Betonun en az düzeyde tutulması, doğanın ön plana çıkarı-lışının müthiş bir örneğinin sergilendiği meselâ Durham’da sadece kütüphanelerde değil, şeh-rin planlanması ve mimarisi de bütün insanların huzurunun arttırılması için tasarlanmıştı. Yolda, ulaşımda, aydınlatma lambalarında, nehrin akı-şında, yağmurun birikinti yapmasında ortaya çıkabilecek en küçük arıza, en yakın zamanda düzeltilir hissine kapılmamıza neden olduğu

gezi

Page 37: SEKA Dergi Kasım 2012

35

Dernek FaaliyetlerimizDil ve Edebiyet Derneği Kocaeli Şubesi 2011 Yılı Bahar Döneminde Yapılan Faaliyetler

Niyâzî Mısrî Dîvânı Okumaları - Dr. Ali Vasfi KURT

Muhyiddîn İbn Arabî’nin Bir Sûfî’nin Portresi ve yine Arabî’ye ait olduğu zannedilen Ariflerin Satrancı adlı meşhur eserleri dilimize kazandı-ran Dr. Ali Vasfi Kurt, 2011 yılı mart ayından iti-baren her hafta Cumartesi günleri (saat:13.00) Niyâzî Mısrî’nin Dîvân’ından okumaları gerçek-leştirmekte.

Bilindiği üzre Mısrî, aruz ölçüsü ile yazdığı şi-irlerde genellikle Nesimî ve Fuzulî, heceyle yazdığı şiirlerde ise Yunus Emre’nin etkisin-de kaldığı görülür. Az bir gayretle şiirlerindeki duruluk ve derinlik fark edilir. 17. yüzyıl şairle-rinden olan Niyâzî’nin dil ve üslûbunu merak edenlerin kaçırmadığı bir okuma.

DİL VE EDEBİYAT DERNEĞİ,

06.12.2010 tarih ve 2010/1171 sayılı Bakanlar Kurulu

kararıyla

«Kamu Yararına Çalışan Dernek»

statüsünü kazanmıştır.

dern

ekte

n ha

berle

r

Page 38: SEKA Dergi Kasım 2012

36

Çağdaş Şiirimizde Kimlik Politikaları - Murat GÜZEL

Nisan ayında (16.04.2011 Cumartesi günü saat 14.00) Mevlevi Evi’nde düzenlenen “Çağdaş Şiirimizde Kimlik Politikaları” konulu söyleşi, Uzak Koku şiir kitabının şairi Murat GÜZEL ta-rafından gerçekleştirildi. Güzel, aynı zamanda Star Gazetesi’nin Açık Görüş ekinde yeni çıkan siyaset, felsefe ve tarih konulu kitap analizlerini yapmakta…

Edebiyat ve İdeoloji - Ümit AKTAŞ

Sanatta Özerkleşme Sorunu - Cemal ŞAKAR

Türk Şiirinin Dünü ve Bugünü - Ünsal ÜNLÜ

Dil ve Edebiyat Derneği Kocaeli Şubesi’nin Ni-san ayı etkinliklerinde Ümit Aktaş, Cemal Şa-kar ve Ünsal Ünlü vardı. İzmit Seka Park’taki Mevlevi Evi’nde gerçekleşen söyleşilerde Ümit Aktaş, “Edebiyat ve İdeoloji”, Cemal Şakar “Sa-natta Özerkleşme Sorunu” ve Ünsal Ünlü “Türk Şiirinin Dünü ve Bugünü” başlıklı birer konuşma yaptılar. Dil ve Edebiyat Derneği Kocaeli Şube-si adına derneğin etkinlikleri hakkında kısa bir

Şair Nurullah GENÇŞiir Meclisinde şiirini okurken...

bilgilendirme yapıldıktan sonra ilk konuşmayı Ümit Aktaş yaptı. Aktaş, son otuz yıllık zaman diliminde prestij kaybına uğrayan batı kökenli ideoloji kavramının edebiyatla bir ilişkisini kura-rak sözlerine başladı ve kavramın daha iyi anla-şılması için etimolojisi ve Fransız Devrimi’nden bugüne geçen sürede hangi anlamlarda kulla-nıldığı hakkında bilgi vererek devam etti.

Hikâyeci Cemal Şakar ise İnsan-ı Kâmil kavra-mı hakkında kısa bir yorum yaptıktan sonra bir sanatçının özgürlük isteği hakkındaki tavır ve taleplerinin muğlâklığına değindi ve sözü Ünsal Ünlü aldı.

DED Kocaeli Şubesi tarafından düzenlenen programın son konuşmacısı Ünsal Ünlü, “Türk Şiiri’nin Dünü, Bugünü” başlıklı konuşmasında Divan Şiiri’ne ve Türk şiirinde bir kırılma noktası olarak kabul ettiği Tanzimat’tan bugüne Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Nazım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Or-han Veli, Sezai Karakoç, Turgut Uyar ve İsmet Özel gibi şairlerin yaşadıkları dönemin şiir anla-yışlarını da besleyerek şiirin köşe taşları olduk-larını söyledi.

Türk şiirini dönemlere ayırmanın zorluğuna işaret eden Ünlü, darbe tarihlerinin şiir için de kırılma noktası teşkil ettiğini ifade etti.

Şiir Meclisleri İhya Edildi

Şiir Meclisleri geleneğini dirilten derneğimiz, ilki 21 Mart olmak üzere, Nisan ve Mayıs ayla-rının 21. günlerinde üç kez düzenlendi. İlk Şiir Meclisi’nin Dünya Şiir Günü gibi anlamlı bir gün-de yapılması da ayrıca önemli bulundu. “21 Mart Dünya Şiir Günü”nde düzenlenen şiir gecesi, Kocaeli Üniversitesi Edebiyat Topluluğu’nun bü-tün öğrencilerini de şehrin diğer edebiyatsever-leri ile buluşturdu. Şehrimiz ilk Şiir Meclisi’nde Sivil Toplum Kuruluşları Temsilcileri, şiire gönül vermiş şiir dostlarımız, Kocaeli Üniversitesi öğ-retim üyeleri ve değerli öğrenci arkadaşlarımı-zın oluşturduğu yaklaşık 60-70 kişilik bir izleyici kesimiyle buluştu.

dern

ekte

n ha

berle

r

Page 39: SEKA Dergi Kasım 2012

37

Konu : Tasavvuf Edebiyatı Tarihine Felsefece BakışKonuşmacı : Dr. Ali Vasfi KURT Dönem : Ocak - Şubat - MartTarih : Her CumartesiYer ve Saat : Mevlevî Evi 13.00-14.00 Arası

Konu : Yazı Atölyesi (Şiir, Öykü, Senaryo Yazarlığı ve Karikatür Çizerliği)Yöneten : Esat HARMANCI Kenan GÖÇERDönem : 2012 Ocak - Şubat - MartTarih : Her CumartesiYer ve Saat : Sanat, Edebiyat, Kültür ve Akademisi 13.30-16.30 Arası

Konu : Mesnevî OkumalarıKonuşmacı : Sait KARAÇORLU Dönem : Ocak - Şubat - MartTarih : Her CumartesiYer ve Saat : Mevlevî Evi 14.15-15.15 Arası

DİL VE EDEBİYAT DERNEĞİ KOCAELİ ŞUBESİ

2012 YILI YENİ DÖNEM ETKİNLİKLERİ

İlk Şiir Meclisimizde İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif ERSOY unutulmadı. M. Akif ERSOY un yaşamı, şiirleri, şiire bakışı anlatıldı.

Şiir Ölüyor Mu? - Hakan ARSLANBENZER

23 Nisan Cumartesi günü “Şiir Ölüyor mu?” konu başlıklı etkinliğimizde şair, eleştirmen ve yayıncı Hakan ARSLANBENZER konuğumuz oldu.

“Şiir ölüyor mu?” konu başlığı için geldiği Mevlevî Evi’nde 15-20 kişilik bir dinleyici ve tar-tışmacı grupla karşılaşan Arslanbenzer, ne ka-dar mutlu ayrıldı bilinmez ama gitmeden söyle-diği son sözler şunlardı:

1. Şair olmak için eğitim alma zorunluluğu yok. 2. Şiir ölmedi, yaşıyorum.

Konu : Sinema Geceleri (Kült filmler gösterimi ve eleştirisi )Yöneten : Sami TÜMÜÇ Dönem : Şubat - Mart - NisanTarih : Her PazartesiYer ve Saat : SEKA – 18.30-20.00 Arası

NOT: SEKA, Sinema Günleri ile ilgili olarak tarih ve saat konusunda

değişiklik yapabilir. Güncel bilgilerimiz, facebook sayfamızdan

(Ded Kocaeli Şubesi) duyurulacaktır.de

rnek

ten

habe

rler

Page 40: SEKA Dergi Kasım 2012

38

KOCAELİ’YE ADINI VEREN KOMUTAN;

AkçakocaAkçakoca’nın, Orta Asya’dan gelen Kayı’lar ile birlikte Anadolu’ya geldiği, Bithynia’nın Sakarya ve Söğüt taraflarında, Domaniç Yaylasında yer-leşik hayata geçtiği ve Osmanlı Devleti’nin ku-rucusu olan Osman Gazi’nin de akranı olduğu düşünülmektedir.2

Akçakoca, 1317‘de Kara Çepiş ve Alp suyu hi-sarlarının fethine katıldı. Orhan Gazi Alp/Ebe suyu hisarını Akçakoca’ya verdi. 1320 senesin-de yanındaki dilaverlerle birlikte İzmit ve hava-lisini fetihle görevlendirildi. Ayan suyu (Sapanca gölü) tarafındaki Beşköprü’deki bir mevkii ordu konağı edinen Akçakoca artık günlerini çevre-

2 Atilla Çetin, Kocaeli Tarihinden Sayfalar, İzmit, 2000, s.59-60; Enver Ko-nukçu, Kocaeli’nin İlk Osmanlı Yöneticisi, Süleyman Paşa, Kocaeli, 2009, s.58

ler oldukça kısıtlıdır. Sultan Orhan’ın babası olan Osman Gazi adına beylik sınırlarını genişlettiği sırada ona yoldaşlık eden Akçakoca, diğerleri gibi öz Türkçe bir isim taşımakta idi. Akçakoca adının, bu büyük komutana isim olarak verilme-si şüphesiz ailesinin Kayı geleneğinin tesirinde vermiş olduğu tanımlamadır. Akça, Ak-ça’dan oluşmaktadır. Hayli beyaz olan anlamındadır. Koca ise, kocamış fiilinin kökü olup, büyük ihti-yar anlamındadır. Bu isim Türkler arasında pek kullanılmamış bir addır. Tarih gözden geçirildi-ğinde, bu ismi sadece bu komutanın kullandığı anlaşılacaktır.

Kocaeli ilimizde iz bırakan önemli şahsiyetler-den biri de bölgeye ismini veren Akçakoca’dır. Ertuğrul Gazi ile Osman Gazi’nin en sadık ve namdar silah arkadaşlarından olan Akçakoca, Sakarya Nehri’nin aşağı taraflarında Osmanlıla-rı Karadeniz’e kadar ulaştıran komutanlardan-dır. Ayangölü, Sakarya ve Nikomedia’nın kuze-yinde kalan bölgeyi tümü ile ele geçirmiş, bunu Boğaz içi sahillerine kadar genişletmiştir.1

Akçakoca’nın ailesi ve hayatı hakkında bilinen-

1 Enver Konukçu, “Akçakoca’nın Kandıra’dan Sonra Osmanlı Topraklarına Kattığı Hisar Ermeni Bazarı mı? Yoksa Araman mı”, SAÜ Fen Edebiyat Dergisi, 2008-II, s.126

koca

eli şe

hir k

ültü

rR

esül

NA

RİN

Page 41: SEKA Dergi Kasım 2012

39

deki düşmanlarının üstüne at sürmek, onları tutsaklık zincirine vurmakla geçirmeye başla-dı. Akınlarını Akova’ya kadar ilerletti. Buradaki mevkileri bir bir Osman Gazi’ye boyun eğdirme-ye başladı.

Akçakoca bundan sonra Orhan Gazi‘nin emriyle fetih hareketinin yönünü Karadeniz ve İstanbul boğazına doğru çevirdi. Kandıra ve Ermenipa-zarı (Akmeşe) kalelerini aldı (1326). Ardından Konur Alp’le birlikte Samandıra üzerine yürü-düler. Tekfurun ölen oğlunun cenaze töreni için askerleriyle birlikte kaleden çıkması gaziler için büyük fırsat oldu. Derhal kale ile cenazeyi izle-yen düşman askerlerinin arasına girerek dönüş yollarını kestiler. Şaşkına dönen düşmanlar güçsüzlük ve yılgınlık içerisinde etrafa dağıldılar. Tekfurunun gaziler tarafından yakalanmasıy-la Samandıra kalesi de kolaylıkla elde edilmiş oldu. Samandıra hisarı kendisine mülk olarak verildi. Bundan sonra Konur Alp ve Abdurrah-man Gazi ile Aydos’un fethini geçekleştirdiler.3

Boğaz içinden Sakarya boylarına kadar İzmit Bölgesinin gerçek fatihi olan Akçakoca’nın sağ-lığında yöre “il” yapılmış ve bu bölgenin adı da Akçakoca’nın ili anlamına gelen Kocaeli olarak türetilmiştir.

Ömrü Rum tekfurları ile gazalarla geçen bu büyük Türk kumandanı İzmit-Üsküdar arasın-daki yerlere akınlarda bulunurken İzmit seferi-ne çıkmadan önce, Kandıra’da hayata gözlerini yummuştur. Kandıra’da Kerpe-Kefken yolu üzerinde, şimdi Baba Dağı denilen ormanlık bir tepede toprağa verilmiştir. Akçakoca’nın mezarı sonradan türbe haline getirilmiştir. Eski Kocaeli Valisi Ertuğrul Ünlüer’in girişimleri ile bugünkü betonarme türbe yaptırılmıştır. Akçakoca’nın ölüm tarihi olarak 1328 yılı gösterilmekte ve bu tarihte yaşının da 94 olduğu ileri sürülmektedir.4

3 Ahmet Şimşirgil, “Osmanlı Devleti›nin Kuruluşunda Hizmeti Geçen Alpler ve Gaziler”, Türkler, Cilt:9, Yeni Türkiye yay. Ankara, 2002, s.185-1864 Konukçu, a.g.e., s.83,86

Gazi Süleyman Paşa Camii(Orhan Camii)Tarihçesi İzmit şehrine hâkim bir tepede (Orhan Mahallesi), İçkale’nin içerisinde bulunmaktadır. Camii, Orhan Bey’in oğlu Şehzade Süleyman Paşa tarafından 1332 yılında yaptırılmıştır. İzmit’teki Türk dönemi yapılarının en eskisidir. Orhan Camii’nin orijinal inşa kitabesi günümüze ulaşmamıştır. Harim kısmında bulunan ve yakın tarihlerde hazırlanmış olabileceği düşünülen lev-ha kitabede şu bilgiler yer almaktadır.

“Fatih’i İzmit Gazi Süleyman Paşa bin Orhan ve Fatih’i Hereke ve Fatih’i Aydos ve Fatih’i Kocaeli Sancağı

Sene 728 Ben‘a camii şerif ve medrese Sene 733”

koca

eli şe

hir k

ültü

rVo

lkan

ŞEN

EL

Page 42: SEKA Dergi Kasım 2012

40

DERNEK FAALİYETLERİ

Cami yapıldıktan sonra töre gereği kılıçla hutbe okunmuş, o tarihten sonra her hutbeye kılıç-la çıkılmıştır. Bazı kaynaklarda yapının eski bir kiliseden camiye çevrildiği belirtilse de, yapılan incelemelerde caminin kilise ile hiçbir ilgisinin olmadığını tespit etmiştir.

Geçirdiği Onarımlar14. yüzyılda yapılmış olan cami; 19. yüzyılda (1843), 20. yüzyılda (1947, 1967, 1969, 2004 ve 2007) çeşitli onarımlar geçirmiş, orijinal yapıya göre birçok değişikliklere uğramıştır. Caminin günümüzdeki hali, 1843 yılı sonrası Sultan Abdülmecid’in emriyle gerçekleştirilen onarım sonrası ortaya çıkan durumu yansıt-maktadır. Hünkâr mahfili, kadınlar mahfili, son cemaat yeri, kubbe, minber ve vaaz kürsüsü ona bu onarım sonrası yapıya eklenmiştir.

Mimari ÖzellikleriKuzeybatı-güneydoğu istikametinde dikdörtgen plana sahip olan caminin, beden duvarları kâgir tarzda yapılmıştır. Caminin esas ibadet yeri olan harim kısmı, ya-pının en eski yeridir. Giriş kapısı üzerinde “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Müttakilere (Allah’a karşı gelmekten sakınanlara) cennetlere esenlikle, güven içinde girin, denilir.” (Hicr/46) ayeti vardır. Dikdörtgen planlı olan harimin kıble yönü duva-rında mihrap ve minber, kuzeydoğu duvarında

vaaz kürsüsü bulunmaktadır. Harim kısmının ortasında ahşap bir kubbeye yer verilmiştir. Ta-van düz ahşap çıtalıdır. Tavan ile kubbeyi ahşap saçaklar ayırmaktadır. Kubbe dört adet ahşap direk üzerine oturmaktadır. Caminin son cema-at yeri ahşaptır.

Kadınlar mahfili ve hünkâr mahfili iki bölümden oluşmaktadır. Hünkâr mahfilinin kadınlar mah-filine bitişik olan kısmı padişahın ibadet etmek için kullandığı, diğer kısmı ise padişahın dinlen-mek ve diğer ihtiyaçlarını gidermek için kullan-dığı mekânlardır.

Süsleme UnsurlarıCaminin harim kısmında; kubbe içerisinde or-tada güneş ışınlarını andıran çizgiler, ışınları sı-nırlayan rozetler, rozetlerin çevresinde de farklı büyüklüklerde elipsi andıran şekiller yer almak-tadır. (Bu bezemelerin 20. yüzyılın başında iki denizci eri tarafından yapıldığı rivayet edilmek-tedir.) Yuvarlak kemerli mihrabın üst kısmında yeşil zemin üzerine yazılmış “Zekeriya mabedde na-maz kılarken melekler ona seslendiler”(Al-i İm-ran/39) ayeti vardır. Mihrap nişi içerisinde perde biçimli motif ve ucunda kandil görülmektedir. Minber, yan aynalık ve korkuluk kısımlarındaki süslemeleriyle dikkat çekmektedir. Süslemele-ri barok tarzda, bitkisel karakterlidir.

MinaresiCaminin minaresinin orijinal haliyle ilgili elimiz-de fazla bilgi bulunmamaktadır. 19. yüzyılda ye-nilenen minare, 1950’li yıllarda yıldırım düşme-si, 1999 yılında da deprem felaketi sonucu zarar görmüştür. Günümüzdeki minare ise 2007 yılı onarımında yaptırılmış olup 19. yüzyıl özellikle-rini yansıtmaktadır.

KitabesiOrhan Camii’in, Sultan Abdülmecid dönemi ta’lik hatlı onarım kitabesi günümüzde Kocaeli Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’nde sergilen-mektedir. Güzîn-i al-i Osman Hazret-i Orhan’ı zişânın Vezir erşed-i evlâdı bu paşy-ı ekyâdMüşerref olduğu dem hak-i pâyimden ser-i İzmid Bu hâlâ camii bâlâya itdi sıdküle is’ad Rıza Paşa görüb emr-i ibadedde bu hâlâtı Tutub destin hûlasiyle kıyame eyledi idad Yine tecdîde kendi zat-ı zişanın idüp me’mur O da âyine imtisal eyledi hem-çün dil-nihâdİde emr-i şehrin şâhını Allah müstevfaNamaz-ı abidin oldukça minhac ı dil-i ibâd

Cahidü fi sebl’i-Allah hem nâm emin-ullahSüleyman-ı gazâ-pişe idüp müşrikleriMürûr-i vakte ile az kaldı kim ol mâbed-i’ulyâ Ruku ü secdeye müşerref taharrükle ola mu’tadKi yani sevk-idüb zıll-ı Hüda’ Abdülmecîd Hân’aKemal-i ihtiyacın ol makamın eyledi îrad Ve rütbe-i sâye-i şâhânesinde oldı müstahkemMetanetle görenler zan ederler beyza-ı tülad Hitamında yazub târih-i tâmın hame-i zâlik Bu dilcû ma’bedi’ Abdülmecid Hân kıldı nev-bunyâd 1259 (M.1843)

HaziresiCaminin güneydoğusunda bulunan hazirede, caminin imamları, imam yakınları, eskiden bu-lunan medresenin müderrisleri ve Nakşibendî Tarikatına Mensup bazı şeyhlerin mezarları bu-lunmaktadır. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ta-rafından 2010 yılında cami haziresindeki mezar kitabelerini kapsayan bakım/onarım ve temiz-lik çalışması yapılmıştır.

koca

eli şe

hir k

ültü

r

Page 43: SEKA Dergi Kasım 2012

41

Uğrak YerlerimizSizin için ‘Kocaeli’de ne yapılır, nerelere uğranır’ sorusunun cevabını aradık. Fazla dolaşmadan hemencecik bulduk. Bulduğumuz yerlerin ilki, sahaf; ikincisi de ahşap oyuncakçısı ve sanat atölyesi idi. Üstelik ikisi de Asım Efendi soka-ğında, İzmit’te bulunuyor.

Sahaflar, günümüzde çok sık rastlanmayan ve açılmayan ve hatta müşterisi de pek olmayan yerlerdir… Bunu, ülkenin kitap okuma serüveni ile ilişkilendirebiliriz. Kitapların pahalı oluşu gibi bahaneleri ciddiye almıyoruz. Ciddiye alınacak insanlar zaten kitabın yolunu biliyor.

Taraklı Sahaf, hafta sonları -almasak bile- kitap bakmak ve okuma tartışmaları için bir uğrak yeri olabilir.

‘Ahşap oyuncak’ dendiğinde aklıma nedense tarihî Eyüp oyuncakçıları geliyor. Çocuğunu-za veya yeğenlerinize, doğal olsun diye kalkıp Eyüp’ten oyuncak almaya gitmeye gerek yok artık. İzmit’te de ahşap oyuncakları satan bir dükkân var. Üstelik çocuğunuz oyuncaklara ba-karken, siz de yan tarafta sanat atölyesindeki çalışmaları izleyebilir, beğenirseniz katılabilir-siniz…

Bengi Ahşap Oyuncak-Sanat Atölyesi’ne ve Ta-raklı Sahaf’a, Kocaeli’ne böyle bir kültürel hiz-met sundukları için teşekkür ediyoruz.

Önümüzdeki sayıya bakalım hangi mekâna gö-zümüz ilişecek?

Ömer

Far

uk A

SILT

ÜR

Kko

caeli

şehi

r kül

tür

Page 44: SEKA Dergi Kasım 2012

42

Kocaeli Şairler ve Yazarlar BirliğiKocaelili Edebiyatçıların Buluşma NoktasıKocaeli’de halen faal olan ve en eski edebî dernek olan Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği bu sayımızda misafirimiz oluyor.

Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği, 2004 yılında Kocaelili bir grup edebiyatçının bir araya gelmesiyle hayat bulmuş bir sivil toplum örgütüdür. Daha sonra hızla genişleyen organizasyonun bünyesine çok sayıda Türkçe

ve edebiyat öğretmenlerinin katılmasıyla genişlemiş ve güçlenmiştir.

Birliğin kurucu Başkanı Gazeteci-Yazar Cazim GÜRBÜZ, organizasyonun ilk kuruluş aşamasını tamamladıktan sonra, görevi aynı zamanda yazar olan; Altın Kalem Yayınları’nın sahibi Bahaddin YAZICI’ya devretti. Bahaddin YAZICI döneminde de yeni üyelerin katılmasıyla

Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği daha da tanındı ve gelişti. Mart 2010 yılında yapılan Genel Kurul ardından Birliğin Başkanlığı’na Gazeteci-Yazar Alptekin CEVHERLİ getirildi.

Alptekin CEVHERLİ döneminin, Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği’nin artık ülke çapında ses getirmeye başladığı ve büyük atılımlara giriştiği bir dönem olarak adlandırılması daha uygundur. Başkan CEVHERLİ, 15 günde bir düzenlemeye başladığı şiir imecesi 1 ve edebiyat sohbetleri toplantılarıyla; hem organizasyona yeni bir hareket getirmiş, hem de çok sayıda edebiyatçının gruba katılmasına sebep olmuştur.

Bunun yanı sıra Kocaeli Kitap Fuarlarına birlik olarak katılmaya başlanmış, 2 dönem fuara katılarak Kocaeli’nde Türk edebiyatının varlığı ve güzel eserler ortaya konulduğu tek başına temsil edilmiştir. Birlik üyeleri verdikleri konferanslarla hem eserlerini tanıtma fırsatı bulmuş, hem de hoş bir edebi ortam oluşmasına

Alp

teki

n CE

VHER

Lİko

caeli

şehi

r kül

tür

Page 45: SEKA Dergi Kasım 2012

43

1 Şiir imecesi: Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği tarafından yapılan bu uygulamada bilinen şiir dinletilerinin aksine dinleyiciler de toplantıya aktif olarak katılmakta, gönüllerinden gelen şiirleri okuyabilmektedirler. Böylece, aynen köylerde yaşanan imece gibi, ortaya herkesin memnun olduğu, herkesin katıldığı, kimsenin pasif kalmadığı bir şiir şöleni yaşanmaktadır. Şiir imecesinde dinleyici yoktur, şairler vardır. Çünkü herkes az veya çok şairdir ve ömrünün bir döneminde mutlaka şiir yazmıştır…

katkı sağlamışlardır. Fuar kapsamında düzenlenen şiir imecesi ise çok ilgi toplamış ve pek çok Kocaelili şair eserlerini seslendirmiştir.

15 günde bir gerçekleşen Şiir İmeceleri, öncelikle tarihi Saatçi Ali Efendi Konağı’nda başlamıştır. Bu toplantılarda konağın nezih ortamında edebiyatın en güzel şekli olan şiirlerden güzel örnekler sunulmuştur. Daha sonraları Mevlevî Evi’nde devam eden şiir imeceleri oldukça ilgi çekici olmuştur. Edebiyat sohbetlerinde ise yeni kitap yayınlayan yazarlar, eserlerinin tanıtımını yapmakta, onlarla ilgili konferanslar vermektedirler. Bu konferanslarda Cazim GÜRBÜZ o dönem yeni yayınladığı Kartal Gözüyle Laiklik, Süleyman PEKİN Afraysa Stratejik Ekseni, Dursun ÖZDEN Doğu Türkistan Karız Kanalları, Havva Pehlivan ÖZGÜR’ün Ezerçe’den Çıktım Yola adlı Bulgaristan Türkleri’nin hayatını anlatan eserleri gibi yayınlar tanıtılmıştır.

Kocaeli Fuar alanındaki büyük çadır, ücretsiz olarak Fuar Müdürlüğü’nden kiralanarak Kocaeli Kültür Otağı olarak faaliyete geçirilmiştir. Kültür Otağı’nda Kocaeli Fuarı müddetince şiir imeceleri, edebiyat sohbetleri, Türk Halk Müziği konserleri gerçekleştirilmiş, kara kalem resim sergisi, Balkan Türkleri’nin günlük yaşamlarında kullandıkları eşyaları tanıtan bir sergi ve kitap tanıtım standı gibi etkinlikler düzenlenmiştir.

Halen SEKAPARK Mevlevî Evi’nde toplantılarına devam eden Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği Haziran 2011 itibariyle resmi dernek statüsü kazanmış olup, yolu Türkçe’den geçen ve Türk edebiyatına gönül verenlerin verdiği destekle çalışmalarına devam etmektedir.

Bisiklet Kültürü ve İzmitBisiklet kullanımı en büyük zenginliğin göstergesidir. Bisiklet kullanabiliyor olmak kadar bisiklet kullanımı sayesinde kazanılan sağlığın değeri parayla ölçülemez. Sporcu olmaya karar verdiyseniz özgürlüğün tadını çıkarıyorsunuz demektir.

TRT Spor Kanalı, Bisiklet Dünyası adlı prog-ram çekimleri için geçtiğimiz aylarda İzmit’te iki günlük çekim yapmıştı. İlgiyle takip ettiğim bu televizyon programı o ilde bisiklet yarışı var-sa şehrin tarihinden ve konumundan kısaca bahsedip program boyunca yarışları izlettiren bir yayın yapıyordu. Kanal yöneticileri İzmit’in bisiklet potansiyelinden öylesine etkilendiler ki İzmit’le ilgili dört ayrı program yaptılar. Bu durum açıkçası beni de şaşırttı. Bunu araştırıp incelediğimde kanal yöneticilerine hak verme-mek mümkün değildi. Bu duruma nasıl gelindi? Tarihsel süreç içerisinde bisiklet nasıl gelişti? Bisiklet bir yaşam kültürü halini aldı mı? İzmit bunun neresinde?

Bisikletin günümüzdeki şeklini alması 1817 yı-lında ön tekerleği yönlendirilebilir fakat pedalın olmadığı Alman Baron von Drais’in “Hobi Atı” olarak tasarladığı yürüyüş makinesi ile başla-mıştır. 1839 yılında ilk pedallı bisiklet The Mac-millan Velocipede İskoçya’da ve ilk seri üretim-de 1860 yılında Fransa’da yapılmıştır. Kullanım kolaylığı bakımından üç tekerlekli Salvo 1876 yılında ve arka teker zincir tahrikli Lavson mo-deli de 1879 yılında üretilmeye başlandı. M

ehm

et Z

eki K

UTL

Uko

caeli

şehi

r kül

tür

Page 46: SEKA Dergi Kasım 2012

44

Meh

met

Zek

i KU

TLU

Gazetelerimizdeki bilgilere göre, Türkiye’de ilk bisiklet yarışması 15 Mayıs 1895 tarihinde İz-mir Bornova’da yapılmıştır. İzmir’de yayımlanan Ahenk Gazetesi’nin verdiği habere göre o gün, altısı bisiklet, dokuzu yaya koşusu olmak üze-re onbeş yarışma yapılmış. Altı bisiklet yarışının beşini Karşıyakalı Petriçe isimli sporcu kazan-mıştır. Altıncı yarış düşmeden sürme yarışı şek-linde yapılmış olup bu yarışı da İstinaf Mahke-mesi üyesi Dedeyan Efendi’nin oğlu kazanmış-tır. İstanbul’da yapılan ilk bisiklet yarışı ise 18 Ağustos 1895 tarihinde Tarabya’da yapılan beş ayrı uzaklıktaki yarışmalardır. Bu yarışmalara Türklerden katılan olmadı.

İstanbul’da yapılan bu ilk bisiklet yarışmasından 15 gün sonra İzmir’deki Ahenk gazetesi “Velos-pid” başlığı altında şu ilginç haberi veriyordu; Karşıyaka velospidçileri arasında geçen hafta üç madmazel ile bir madam meşhur oldu. Kadın-ların gizlice talim etmekte oldukları işitiliyordu.

Türk edebiyatının ünlü ismi Refik Halit Karay da, ünlü eseri “Deli” de, İstanbul’a bisikletin nasıl geldiğini, kendine özgü tatlı üslubuyla anlatır-ken, İstanbul’a bisikleti ilk sokan kişilerden biri-nin de ortanca kardeşi Niyazi Halit Bey olduğu-nu kesin bir dille vurgular.

Beyoğlu’nda Ağa Camii yanında bir bisiklet mağazası bulunan Levon Efendi ile Ragıppaşa Hanı içinde aynı işi yapmakta olan Papazyan Efendi’nin ortaklaşa girişimleriyle Tepebaşı’nda güzel bir bisiklet pisti yapılmıştı. Yaklaşık 5 met-re genişliğinde ve virajları tahtadan yapılma bu pistin uzunluğu 250-300 metre kadardı. Zemin ise çimentodandı. Burada yapılan yarışlar bü-yük kalabalıklar oluşturmaya başlayınca, 2. Abdülhamit’in emir ve fermanıyla yasaklandı. Oysa bisiklet sporu, 1896 yılında yapılan ilk Mo-dern Olimpiyatlarda yer almıştı.

Cumhuriyetin ilanıyla aynı yaşta olan Türkiye Bi-siklet Federasyonu, 1924 Paris Olimpiyatlarına katılmak üzere bir hayli gayret sarf etmiş olma-sına karşın bisikletçilerimiz 1928 Amsterdam

Olimpiyatlarına katılabilmişlerdir. Takım içeri-sinde yer alan İzmitli Yunus Nushet Unat daha sonraları sporculuğunun yanında tiyatro oyun yazarlığı ile de şehrine önemli katkılarda bulun-muştu. “Yıl 1923 Yıl 2023” adlı oyun, İzmitli bir gurup genç tarafından yeniden canlandırılıyor. Bu kısa bilgiyi verdikten sonra İzmit şehrinin bisikletle anılmasını sağlayan Brisaspor Kulübü 1978 yılında kuruldu. Elde edilen sportif başarı-larının yanında altyapı sporcularına yapılan ya-tırım sonucu Milli Takıma kazandırılan onlarca şampiyon bisikletçi İzmit’ten yetişti. Bu gurur verici tablo bölge takımının eklenmesi ile daha da güzelleşti. Ne yazık ki üçüncü takım bir türlü kurulamadı.

Kocaeli Üniversitesi öğrencileri tarafından ku-rulan ve kısa adı KUBİK olan öğrenci toplulu-ğunun çok anlamlı Çanakkale Şehitlerini Anma Turu projesi her yıl hiç aksatılmadan sürdürü-lüyor. Bunun yanında öğrencilerin doğa içindeki gezileri ve çevreci projelere katkıları çok fazla.

Uluslararası Marmara Bisiklet Turu’nda son etabının vazgeçilmez adresidir bu şehir. Bu yol yarışının haricinde Kent Ormanı’n da her yıl ge-leneksel olarak yapılan Uluslararası Dağ Bisik-leti Yarışı’na da onlarca yabancı sporcu katılarak İzmit’in harika parkurlarının tadını çıkarıyorlar. Hakikaten İzmit’te bisiklet sürmek de, bisikletle yarışmak da ayrı güzel. Çocuk ve gençlere yö-nelik değişik zamanlarda yapılan yarışmalarda yeni yetenekler keşfedilmeye çalışılıyor. De-niz bisikletleri de Kocaeli Fuar’ındaki gölde ve Gölkaypark’ta halka açık binicilerini bekliyor. Büyükşehir Belediyesi’nin başarılı öğrencilere dağıttığı karne hediyesi olan bisikletler herkesin dikkatini çekmiş durumda. Yakın zamanda baş-latılacak olan bisiklet kiralama parkları için de Kentkart’larımızı doldurmayı unutmayalım. Bu kadar çok bisiklet etkinliğinin olduğu Türkiye’de ikinci bir şehir yoktur. Bütün bunlara rağmen bi-siklet ile ilgili yapılacak daha çok işimiz var. Bi-siklet gelişimi ve kullanımı bakımından ne yazık ki Avrupa’nın hâlâ çok gerisindeyiz.

Bizdeki gelişimi ise Akif Kahraman’ın dönemin gazetelerinden derleyip yayınladığı Osmanlıda Spor adlı kitap ile Cem Atabeyoğlu’nun Türk Bisiklet Tarihi kitabından ayrıntılarıyla görebili-yoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu sporla ta-nışması 1889 yılında oldu. Bu tarihte İstanbul’a, oradan Ankara’ya gelen Thomas Stones isimli Amerikalı, Ankara’dan da Erzurum’a gitti. Muh-temelen yolu İzmit’ten de geçmiştir. Bisiklet sporuyla bu şekilde tanışan İstanbullu sporcu-lar, o yıldan itibaren Paris’ten İstanbul’a getiri-len bisikletlere binerek Taksim Bahçesi’nde ve mesire yerlerinde sık sık görünmeye başladılar.

koca

eli şe

hir k

ültü

r

Page 47: SEKA Dergi Kasım 2012

45

Yanlış olarak Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî’ye ait olduğu zannedilen Ariflerin Sat-rancı adlı levha, bildiğimiz satranç tahta-sındaki karelerin her birisinin sembolik ve tasavvufî kavramlarla yeniden doldurulma-sından ibarettir. Ayrıca bu satranç levhasının ülkemizde de dolaşan Osmanlı Türkçesin-deki formları, sözde hangi kaynakta bulun-muşsa, yine ciddi bir tetkik yapılmadan hem Şeyh-i Ekber’e, hem de Mevlid-i Şerîf müellifi Süleyman Çelebi’ye nispet edilmektedir.

Her şeyden önce bunun alelâde bir oyun ol-madığını söylememiz gerekir. Belki de buna “Herkes Oyunda” denmelidir. Niçin mi? Eğer evrende sâbit duran bir şey yoksa insanın dış yüzünde olduğu gibi, düş yüzünde, yani iç âleminde bir müddet vakfe yaptığını zanne-derek oyalansa bile bu evrensel hareketten herkesin bir nasibi vardır. Buna göre oyun kelimesini anlamlandırmaya çalıştığımızda; hayatta olan herkesin, ya bir oyun içerisinde olması, ya bir oyuna gelmiş olması, ya da biz-zat oyun kurucu olması anlamlarının hepsini mümkün kılmaktadır.

Fakat bu oyunda, içinde ne olduğu bilinmeyen gizli bir kare olmadığı gibi oyundışı olmak da yoktur. Çünkü Satranç Tahtası, gerçekte varo-luş tahtasıdır. Ve bu oyun, dram ve komedinin birlikte tezâhür ettiği gerçek bir varoluş oyu-nudur. Kişi her halükarda, bu satranç tahta-sını oluşturan yüz karenin herhangi birisinin zorunlu olarak içerisinde bulunmaktadır. Ve bu zorunluluk varoluşsal bir zorunluluk olup,

her bir karede mecbûrî ve sâbit bir duruş de-mek değildir. Ve bu oyunu oynarken, karşısın-da rakip olarak kişinin kendisinden başkası da yoktur.

Ama kendisi de dâhil, varoluşta insan ile ilişki halinde bulunan her şey ve herkes bu kare-lerde temsil edilmektedir. Satranç tahtasın-da bulunmakta olan her bir kare, bu eserde, inansın inanmasın her insanın kendi özgür iradesiyle içerisinde bulunduğu, durmak iste-diği veya geçmek istediği, yükselmek ya da düşmek durumunda olduğu makam ve mer-tebelerden oluşmaktadır. Bu makam ve mer-tebelerin, ister aşağıdaki derekeleri, isterse yukarıdaki dereceleri olsun, her halükârda geçişli olup hiçbir şekilde kapalı değildir. Ki-şinin daima birinden ötekine geçiş imkânı ve hamle yapma fırsatı vardır. Tabi ki özgür ira-desiyle istediği, hayatta olduğu ve yaşayakal-dığı sürece bu böyledir.

Âriflerin Satranç Tahtası’nın mevcut tüm nüshalarının kendi elinde bulunduğunu söyleyen şârih Muhammed b. el-Hâşimî b. Abdirrahmân el-Hasenî et-Tilimsânî ed-Dimaşkî (1881-1961), bu levhanın Şeyh-i Ekber’e ait olan hiçbir kaydına rastlamadı-ğını, buna rağmen halkın elinde bir eğlence ve oyuncağa dönen bu satranç levhasındaki karelerin içerisinde yazılmış olan makam ve mertebeleri, Enîsu’l-Hâifîn ve Semîru’l-Âkifîn fî Şerhi Şitranci’l-Ârifîn adını verdiği bu şerhte kısa ve özet bir biçimde açıklamakta-dır.

Ariflerin Satrancı

KiTAPBilal BARIŞ

Muhyiddîn İbn Arabî’nin Bir Sûfî’nin Portresi adlı eserini çeviren Dr. Ali Vasfi Kurt’un yeni bir çevirisi ile karşı karşıya-yız. Dr. Kurt, çevirisini yapmaya çalıştığı bu şerhin iki nüshasını da dikkate aldı. Bun-lardan ilki, müellif tarafından yayımlanan, fakat baskı yeri ve tarihi belli olmayan bir nüsha; diğeri de Şeyh Abdülazîz İzzeddîn es-Seyravân tarafından tahkik ve tahrici yapılmış olan ve 2000 yılında Dimeşk’te basılmış olan nüshadır.

Ariflerin Satrancı, hacim olarak küçük bir eser olmasına karşın, özellikle Mağrib Tasavvufu’nun en veciz özetlerinden biri olarak karşımızda durmaktadır.

kitâb

iyat

Page 48: SEKA Dergi Kasım 2012

46

Sözdeniz

Bugüne kadar Yedi İklim ve Dergâh gibi edebi-yat dergilerinden şiirlerini tanıdığımız şair Ke-nan GÖÇER’in Sözdeniz adlı şiir kitabı Okur Kitaplığı’ndan nihayet çıktı. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin her yıl Mayıs ayında (14-21 Mayıs) ulusal çapta düzenlediği ve Türkiye’nin 2. büyük ki-tap fuarı olan Kocaeli Kitap Fuarı’nda da okurlarıyla buluştu. Kısa sürede baskısı tükenen Sözdeniz’in aynı yıl içinde ikinci baskısı söz konusu.

Şiir kitaplarının pek okunmadığı günümüzde Söz-deniz, bir çırpıda okunacak kitap gibi durmuyor. Diğer yandan, farklı okur kesimlerini kendinde toplayacak bir duruşu var Sözdeniz’in. Sözdeniz, iki kitap şeklinde çıkmış gibidir okuyucunun önü-ne. Niçe’den Mektup’a kadar olan şiirler, şairin farklı zaman dilimlerinde farklı duygulanmalarını yansıtır ve o kısma birinci kitap; Niçe’den Mektup şiirini da tek başına ikinci kitap olarak düşünebiliriz. Niçe’den Mektup başlığı altında Giriş ve Gelişme olarak bölümlenen ikinci kitap, kendi içersinde bir bütünlüğe, bir kompozisyona sahiptir.

Sözün hasını söyleme özlemi, şairin ruhuna, sözle-rine bir simetri kazandırmıştır. Ve şair, şiirin sadece basit, anlık duygulanmalar değil; onun ayrıca, Tur-gut Uyar’da, Edip Cansever’de, Sezai Karakoç’ta, Cahit Zarifoğlu’nda, Fazıl Hüsnü Dağlarca’da, Beh-

KiTAP

nelinde yaşananlar ışığında, kavram ve durumları yansıtmıştır.

Bir eseri derli toplu değerlendirmek, tutarlı çıka-rımlar yapabilmek, şairin dil aracılığıyla yaptığı göndermelerin, işlenen tema ile üslûp ve kullanı-lan sözcüklerin uyumlu olup olmadığı gerçeğin-deki noktaya taşır. Şairin ruhu, yapılan gönder-meler, seçilen sözcükler ve kullanılan üslup ile bir ünsiyetlik kurmuştur. Muhteva - şekil ilişkisi etle kemik gibidir. Aylardan Eylül, tuhaf bir melankoli olarak işlenmiştir. Bahar ve yaz ayları, coşkuyu, dostluğu, canlanmayı, toplanmayı ve tatlı bir hüz-ne müsavi anları hatırlatır şaire. Özellikle bu tarz şiirlere, lirik ve müzikal bir eda hâkimdir.

Tüm bu bilgilerin izleğinde Sözdeniz’de, şairin şi-irlerinin besi suyu; tarih, dış dünya, aile, maddi ve manevi dost çevresi, gurbet, yalnızlık duygusu ve hayat karşısında kendi ferdi duygulanmalarıdır di-yebiliriz. Metinlerin bazıları, belli maddi ve manevi muhataplara kodlanmış birer dilsel yapı şeklinde karşımıza çıkmıştır: Gibi, Seni, Yürümek, Zaman makinesi, Doksanlar şiirine karşı iyidir, Bâki, Ba-balar ve Oğullar, Eve varınca, Yazsam, Sarkacın çıkardığı sesler öncesi yürüyüş, Ah minel-aşk. Buralarda şairin sesi, üslubu, seslendiği kişi ve gruplara göre farklılaşır. Bazen ironileşir, bazen içtendir. Hesapsız, halisane sevilende adeta tüm güzellikler toplanırken, üslubun coşkulu ve otu-raklı hali dikkat çeker. Tenkidin nefesini soluyan dilsel yapılarda ise, alaycı bir anlatım vardır: Yazgı, Küçük oyunlar, Gitmekler, Ayrı, Us, İlenti, Konya’da Zaman gibi şiirler, yalnızlığın ve şairin kendisini şöyle bir durup değerlendirdiği şiirleridir.

Dost ve aile çevresinden uzaklaştığında, farklı ke-simlerin sesleri duyulur: Doksanlar şiirine karşı iyidir, Sarkacın çıkardığı sesler öncesi yürüyüş, Siyasî, Her sabah.

Rüştü YILMAZ

çet Necatigil’de ve İsmet Özel’de olduğu gibi bir hesap kitap işi olduğunu, kendi şahsına münhasır olarak göstermiştir.

Birinci Kitap

Birinci kitap, şairin farklı kavramları, durumları ve temaları işlediği metinlerden oluşmuştur. Bu unsurlar, farklı şekillerde işlenmiş olsa da metin-lerde, şairin tüm bunlara, mensubu olduğu mede-niyetin aralığından kuş bakışsal manadaki seyri, eserlerin arka planındaki bütünlüğe götürür bizi. Bu bazen gizli, bazen de açık olarak kendini his-settirir.

Eleştirmenlerden, dağınık gibi görünen eserlerin arkasındaki bütünlüğü fark etmelerini isteyen Ba-udelaire, inşa ettiği dilsel yapıların bütünlüğünün fark edilmesini gerekli görmesi, burada anılmaya değerdir.

Deha, taştan, topraktan, tabiattan ve toplumun kürek kemiğinden bir şeyler koparan güçtür.1 Şair dehası, bu farklı unsurların halitasından estetik dil-de bir sözsel yapı kurar. Bu yapı, tek tek parçalara takılmadan dikkatle incelendiğinde, birbiriyle kay-naşan parçalardan oluşan genel görünümü, bizde bir duygu uyandırır, genel kanaat bağlamında. Par-çalar bütünleştirilemediği zaman, esaslı bir duygu ortaya çıkmaz. Ana fikri ve hikâyesi hissedilmez-se şiirin, genzi yanarak yutkunmak zorunda kalır mısraları okuyucu. Ve eser doğru yorumlanamaz, insicamlı bir tahlil de yapılamaz.

Sözdeniz’in birinci kitabı, bencilleşme derecesinde münzevileşen duyguların değil; insana, zamana, mevsimlere, çevreye, tarihe duyarlı bir bakışın şiiridir. Aitliğini hissettiği medeniyetin aralığından tarih, aile, dost, yalnızlık, özlem, ülke ve dünya ge

1 Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları-Dişimizin Zarı, Diriliş Yayın-ları, İstanbul, (s.9.)

kitâb

iyat

Page 49: SEKA Dergi Kasım 2012

47

Metinler, kendi beninin şiiri olmaktan çok, ilhamını dışarıdan alan bir kültür şiiridir. Bu da şairin ha-yatla ve geçmişle içli dişlı oluşunun göstergesidir. Yine bu durum, hayata bir sorumluluk duygusuyla yaklaşmasının delilidir. Göçer ruhu, bencil bir hayat algısını engeller. Şiirlerinin genel havasına sinmiş olan canlılık ve uyanık bilinç; miskinliğe, melanko-liye sırtını dönmüştür. Yol arkadaşları canlı olsun ister, Niçe’den Mektup’ta.

Cildi tahrif edilmiş kitabın yetmiş cildini ilk fırsatta konuşmaya hazırdır. Çaresiz kaldığında tutunacak, hayata tutunduracak bir çıkar yol bulur Konya’da Zaman’da. Ve yine muğlak tarihin sayfaları açılsın diye, umutla kalkıp bineriz otobüse her sabah. Kı-yametin (uykunun) ardından her kalkış bir kıyam-dır. Bu dizeler, canlılığa birer delildir.

Şairin göçer ruhu hep uyanıktır. Aynı güzel ahlak medeniyetine mensup şairler gibi, İslâm coğraf-yasında yaşananlara Yürümek, Siyasi ve Değil, bireysel kibirlere, kurumsal zulümlere ve toplum-sal cehalete bîgâne kalmamıştır. Ferdi duyuşlarla başlayan mısralar belki de şairin bile farkında ol-madan onu hayatın içine çekmiş, sosyal yaşamın bir yönüne, tarihe vurgu dizesiyle sonlanmıştır. Şair dert ettiği unsurları şiirinde işlemekten çekin-memiştir. Bu nokta, şairi C. Zarifoğlu, S.Karakoç, Necip Fazıl, M. Âkif, Nuri Pakdil gibi şairler halka-sına eklemlendirir. Bu meyanda ‘kalbinde hastalık olanlar ve kalbine dönemeyenler, verilen selamı alamayanlar’ eleştirilir. İlenti, Niçe’den Mektup, Beni kim tanımaz ve Siyasi gibi şiirler bu bağlam-da okunabilir.

İnsan geçmişle irtibatı olan tek varlıktır. Bu değer-lerle bağlantının kopuşu, şairi tümüyle bir hiçlik duygusuna sürükleyecektir.2 Geçmiş ve tarih (ta-rih kavramı burada maddi-manevi, tasavvufi ve edebî geçmişi içine alır) bir nevi şairin direncini artırır. Geçmişle şimdinin hemhâl olduğu noktada, şaire olgunluk alanı da açılmıştır.

Umudun ve direncin arttığı noktada, şairin zihin-sel, yaşamsal olgunluğu da artar. Algı düzeyin-de bir değişim de yaşanır. Us şiir bunu çok açık gösterir. Konya’da Zaman şiirinde çocuk sevgisi ile Mesnevi, Konevi okumalarının birlikte işlenişi; 2 Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, Yeni Türk Edebiyatı (1839-2000) El Kitabı, Grafiker Yay. Ankara, 2004, s.143.

Yürümek’te Seyit Onbaşı’nın ‘baruttan yağmur al-tında sen hey/güneşli bir gün gibi yürüdün’ dizele-ri, yine İlenti ve Beni kim tanımaz şiirleri, bir ma-nevi atmosfer içerisinde okuyabildiğimiz şiirlerdir.

‘Taçlansın zevklerimin sınır bilen yaprakları’ dize-sinde, beşeri zevklere bir sınır çizerken, ‘gönlünü sade bil’irken, duyguların abartılı ifade edilişini alaysı bir dille eleştirirken, tasavvuf terbiyesi içe-risinde mündemiç olan “denge” kavramını bizlere hatırlatır. Buralarda şair, kendini Niçe’den Mektup şiirine adım adım hazırlar.

Geçmişi ve durumları, maddi- manevi hayatı, ferdî hissediş düzleminde geriye gidişlerle şekillendi-ren şair, dışına bir şeyler söylemek ister. Beni kim tanımaz şiiri, özellikle burada anılmalıdır. Dışarısı, gözlemlenmesi, işlenmesi ve sanata dâhil edil-mesi gereken bir olgudur. Biraz da şairin çevreye bir şeyler söyleme, duyurma emeli bu seçimde etkilidir. Ki, Eliot bunu uygarlık bağlamında çok net ifade etmiştir: Uygarlık, sağlam bir uygarlıksa, bü-yük ozan (şair), öğrenimi ne olursa olsun ülkesinin her yurttaşına bir şeyler söyleyebilir.3 Öyle ki, şair bunu Niçe’den Mektup şiirinde çok yoğun olarak hissettirecektir.

Tarihi ve siyasi kavramlara, isimlere göndermele-rin şiirde kullanılışı, şairdeki tarih ve siyaset ilimle-rinin, hayatın algılanıp yorumlanması noktasındaki önemini gösterir. Özellikle bazı internet sitelerinde, iktisat ilmiyle de içeriğini zenginleştirerek yayınla-dığı bu konulardaki yazılarının varlığı, şairin yazın belleğinin geniş haritasını gösterir. Ve şiir sanatını bu geniş zihin haritası sürekli beslemiştir. Edebi, tarihi, siyasi birikimlerin ‘arka kültür unsurlarının’ beslemesiyle harmanlanan içerik, ferdi duyuşun derinliğiyle işlenmiştir. Sözcüklerin birbiriyle bağ-lantılı, yerli yerinde kullanılmasıyla oluşturulan ‘çağrışımsal zenginlik’ şairi, ruhsal alanda kendi-ne özgü bir atmosfere çekmiş ve şairin söylemini bir sonraki mısraya adeta hazırlamıştır. Birbirini anımsatan sözcüklerin kullanımı, üslubu hakkın-da söylenecek kayda değer özelliktir: Kapı-açıl-mak, bahar-bahadır, masa-çalışma, rüzgar-toz, varis-tevarüs, haki-Baki, ah-eyvah, yaz-bahar, kır-dostluk-sevinç-vuslat, nisan-mayıs-haziran-balkon-sohbet-mutluluk, han-sur-burç-çadır, su-3 T.S.Eliot, Denemeler, çev. Halit Çakır, Remzi Kitabevi, İstan-bul, 1988, s.22.

göç-yörük-hanlık, kule gibi. Özellikle bu tür nitelik taşıyan mısralar, şiirler ‘yolda tamamlanmış’ hissi uyandırıyor okuyucuda.

Doğaya ait unsurların ‘hal izahında’ benzetme sanatının incelikleriyle kullanılması, şiire renk kat-mıştır. Okuyucu için bu durum ufuk açıcı nitelikte-dir: Gelip Geçen, Yürümek, Doksanlar ..., Sarkacın ..., Kan, Güneş Rengi, Yazgı, Eve Varınca, Değil gibi şiirlerde sıfatlar, benzetmeler yer yer kullanılmıştır. ‘Söz kuruluğu’ biraz serinler bu anlatımda. Ki, bir sözden çarşı ve hanlar yoksa nasıl kurulur?

Özellikle tarih, tasavvuf ve edebiyat üçlemesi, şairin ufuk genişliğini, buna bağlı olarak şiirin an-lamsal zenginliğini ortaya çıkarmıştır. Gelip geçen şiirinde ‘su’ kavramı, çok anlamlılığa en güzel delildir. ‘Su ki, şehri var eden...’ dizelerinde, hem tarihe hem de dini öğretiye göndermeler vardır. Evvel zamanlardan beri su kenarlarına yerleşim yerlerinin kurulması, suyun uygarlığı, vuslatı, te-mizliği ve bereketi temsil etmesi, yukarıdaki çıka-rımı destekler.

Yunus Emre’nin ‘Suyıla geldi bile dört türlü hal / Ol safadır, hem saha lutf u visal’ dizeleri, ‘Şimdi hiç yeri değil su varken hüzünden konuşmanın’ ifa-desinde, şairdeki yankısını bulur. Şair, kendine ve dışarıya ait anmaya layık hangi değerleri, unsurları fark ettiyse, bunları şiirine taşımıştır. Metinlerinde okuyucuya zengin bir sofra sunan şair, onları belli bir bilinç katmanına da taşır. Şiir, bilincimizi geniş-letir, duygularımızı inceltir.4 Şiirle incelen ruh ve duygular duyarlı hale gelir.

Zamanın durduğu, yalnızlığın hissedildiği, özlemin arttığı anlarda, şair içine döner. Ve biraz hüzün-lüdür ‘bölünmüş parçalarız şimdi/ayrı ülkelerde’ derken. Balkonlu günleri, haziran akşamlarını anarken ve yine dost bulamadığında. ‘Kalp ve aklın biribirine alışık olduğu’ zeminde, daha çok mad-di ve manevi; dost, aile, özlem, tarih, siyaset gibi konuları, temaları işleyen şair, Niçe’den Mektup’ta, ikinci kitapta sesini, üslubunu, şiirinin içeriğini bi-raz farklılaştırmıştır. Sezai Karakoç’ta ifadesini bulan ‘Gül Medeniyeti’nin söylemini burada bıç-kınlaştırmış ve kalenderî bir vaiz edasıyla ‘ölümün cesur körfezi balkon’dan konuşur hale gelmiştir.

4 A.g.e., s. 20

kitâb

iyat

Page 50: SEKA Dergi Kasım 2012

48

Gencay Zavotçu’nun “Ben Bülbül Hayatım Roman” Eserine Dair Rövşen Alizade 1

Bu yazıma tasavvufun ve aşkın büyük şairi Yu-nus Emre’nin

“Canını ışk yolına virmeyen âşık mıdur”

dizesiyle başlamamın uygun olacağı düşün-cesindeyim. Y.Emre’nin “ışk” dediğini biz aşk olarak bilmekteyiz. Bu ışkın, yahut aşkın kut olduğunun, insanın ruh yapısını oluşturan te-mel öge yerinde bulunduğunun da farkındayız.

Halkbiliminin ciddi yönlerinden biri de yaşanan folklor malzemesidir. Doğum, yaşam, düğün gelenekleri ve beklenmedik ölüm bu malzeme-nin ayrılmaz parçalarıdır. Gencay Zavotçu yaz-dığı Ben Bülbül Hayatım Roman adlı eserinde insan hayatının bu dünyadaki halini, durumunu ve yaşamını incelediği gibi bir az da öteki dün-yaya yansıyacak ruhunun peşindedir. Belki bu yansımanın bilinç dışı olan taraflarını çözmek ve

1 Yrd.Doç.Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakül-tesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. E-posta: [email protected]

Ben BülbülHayatım Roman

KiTAPRövşen ALİZADE

bulmak için Yunus Emre, Kadı Burhâneddin, Sa-bit, Mesîhî, Necâtî, Zâtî, Nef’î, Nesîmî, Fuzûlî gibi aşk ve gönül sarraflarına müracaat etmiş, onlardan gıdalanmıştır.

Yazar, cennet denilen rahat ve ferahlığı bu dün-yada arayanlara dikkat çekerek bu yolculuğun aşk ve gurur arasındaki mesafesini ölçmeye kalmakla faniliği, derdi, özlemi incelemiştir. Nergis hakkında “Gururunun bedelini toprağa bağımlı kalmakla ödeyen yakışıklı Narsis!” diye yorum yapan yazarın fikri sembolik dille akta-rılmış, aşk ve ruh irtibatının asıl âşıkta mevcut olabileceğine işaret edilmiştir. Eserde sıradan olan âşıktan değil, aşkın gerektirdiği aşamaları metanetle aşabilecek birinden söz edilmektedir. Aşk denilen kutun gururla bir araya sığması imkansızdır! Bu dünyadaki aşktan vaz geçilme-sinin de kutsuzluğa, mutsuzluğa ve günaha ya-zılması da muhakkaktır.

Yazarın “Hüznün asaleti hakkında-ki düşüncelerini sâdıkâne bulmasam da şiiri âşıkâneydi” fikri yine aşkın haslığından yana olmayanın dayanıksız olacağı fikrini ortaya koy-muş, en güzel manzumenin aşkı anlatan yapıt

kitâb

iyat

Page 51: SEKA Dergi Kasım 2012

49

olduğu fikrini savunmuştur. Renkleri karşılaş-tıran yazar, beyazlığın (masumiyetin) ve kırmı-zılığın (baş döndürücü) gizli rekabetini kendine has üslupla anlatır. Yazar, renklerin insan ve aşk tanımlamasındaki etkisini, bu sentezdeki rolü-nü yine simgelere dönüştürerek lâle hakkında-ki yorumuyla ortaya koyar: “Her mecliste boy gösterişi, diğer çiçeklere üstten bakışı, elinden düşürmediği kızıl renkli şarap kadehi ve hare-ketlerine yansıyan küstahlığı gururunun dışavu-rumundan başka bir şey değildi.”

Sözle etkileşim, sözün oluşturduğu sihri önem-semek ve bu yaşantıyı yine sözle ifade etmek de söz mucizesi sayılabilir. Söz mucizesini söz sarraflarının, mesela Fuzuli’nin söz dünyasında bulmanın doğasında da mucizeyle karışık bir mutluluk vardır.

Ver söze ihya ki, tuttukça seni hab-ı ecelİde her sa‘at seni ol uyhudan bîdâr söz

diyen Fuzuli de damarlarda dönen kana, beden-de var olan cana anlam kazandırdı, yıpranmış sesleri, bulanmış gönülleri arındırdı.

Gencay Zavotçu eserinde, belli ölçüde atasözle-ri ve deyimler de kullanmış ve bunları sunduğu bilgi ışığında yorumlamıştır. Yazar “Yatan ölmez, yeten ölür”, “Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine ah vatanım!” demiş”, “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz” v.b. halk hafızasına ait örnekle-ri konunun anlam koşullarına göre uygulamış, okurunun ilerleyen sayfaları da takip etmesi için dikkatini uyanık tutmasını bilmiştir. Vatan has-reti konusunu ele alan yazarın bir daha Koca Yunus’a müracaatı halk şiiri geleneklerinden etkilendiğini ve bu etkiyi divan edebiyatına taşı-dığını ortaya koymaktadır:

Halvetlerde meşgûl olam dâim açılam gül olam Dost bağında bülbül olam ötem hey dost diye diye (Yunus Emre)

Üstat Yunus’un bu beytiyle devam eden şiirini sunduktan sonra, yazarın Hicâz’a, kutsal şehirlere – Mekke’ye, Medine’ye seyahatini takip etmekteyiz. Kutsal mekânlarda da aşkın, İlâhî aşkın anlamından bahsedilmiş, yüce Allah’a gönül bağlılığının Müslüman kişinin özelliği olması gerektiği kaleme alınmıştır. “Ameller niyetlere göredir” hadisinden yola çı-karak yorum yapan yazar, Mekke’ye giden, Ka’be’yi tavaf eden kişinin gönlüne ve ameli-ne önem verilmesi gerektiğini şu cümlelerle yansıtmıştır: “Ancak, kiminin meramı seyahat, kiminin cennet, kiminin ibâdet kisvesi altına giz-lenmiş ticâret, kiminin yanlış fiillerinden ötürü nedâmet (pişmanlık), kiminin de günahlarından arınıp sevaba erme şeklinde tanımlayabileceği-miz bir ücrettir. Her kesin fikrinde ayrı bir özlem ve bu özlemlerin çoğunun arkasında da şahsi bir eylem kendini hissettirir. Sözün kısası hacca gi-denin bazısı bakar gelir, bazısı gezer gelir, bazısı da olur gelir.”

Allah rizası için işler yapmak, dünya malına al-danmamak, Müslüman olan kesin yaptığı iba-detlerle gururlanmaması vs. gibi şartları roman dilinde uyumlu bir şekilde aktaran yazarın fikir-leri, akıcılığı ve orijinalliği ile gönül rahatlatmak-tadır.

Büyük ve fedâkâr Nesîmî’den beyit sunarak İlâhî nizamın esasında aşkın (İlâhî aşk) durdu-ğunu anlatan yazar, “yüz, yanak ve dudak vahde-tin simgesidir” der ve bu düşünceyi Nesîmî’nin bir beytiyle açıklamayı tercih eder:

Dilber cemâli Ka’be’sine kılmayan tavaf Yüz nûri görse gözlerinin rûşenâsı yoh (Nesîmî)

Eski uygarlıklardan sayılan Babil kentine se-yahat eden, bu kentle ilgili yaygın efsane ve rivayetleri irdeleyen, Mezopotamya’nın Zig-gurat tapınağından söz eden yazar, Hârût ve Mârût kıssasını anlatır, kökü mitolojiye dayanan Zühre’den bahseder, ünlü kent Babil’in nice kral-lar gördüğünü, fakat hemen hepsinin aşkı keş-fedemedikleri için ömrü cânânsız tükettiklerini söyler. Bu konu hakkında sözlerine devam eden Zavotçu, yine zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur deyimiyle bağlantılılı olarak Nûşirevân ve baykuşların sohbeti rivayetini aktarır. Akabinde de Zâlimlerin yöntemi hep aynıdır, onların sal-tanatı böyledir ve ebedi sandıkları saltanatları uğruna yapmayacakları şey yok gibidir der.

Sonuç olarak, Gencay Zavotçu’nun “Ben Bülbül Hayatım Roman” adlı eseriyle ilgili olarak şun-ları belirtmek isterim: Eseri okudukça, aktarılan olayların izinde yazarın yaptığı çözüm, yorum ve tahlillere dayanarak düşüncelere dalmak mümkündür. Bu, yazarın başarısıdır! Eserin kendisi tam olarak zaten başarılı edebi-bedii bir yapıttır. Türk divan şiirinden etkilenip hayat olaylarını, tarihi yaşantı, efsane ve rivayetleri roman diliyle aktarmak ve bunu modern tarzla, bilinçli boyutlarla takdim etmek orijinal üslubun göstergesidir. Bugüne dek Gencay Zavotçu’nun elime geçmiş diğer kitaplarını okuyup incele-diğimde, şimdi olduğu gibi tatmin edici bir he-yecan yaşadım. Gencay Zavotçu eski edebiyat uzmanı olarak bilim dünyasında kendine yer edinmiş bir biim adamıdır. Tanıtmaya çalıştığı-mız eserde anlatılanlar da bu fikrimizi destekler niteliktedir. Kendisine ilim hayatında başarılar diler, zevkimizi okşayan bu tür kitaplarının de-vamını bekleriz.

kitâb

iyat

Page 52: SEKA Dergi Kasım 2012

50

1 Ekrem Erdem İşadamı2 Bülent Arınç Avukat3 Ömer Dinçer Öğretim Üyesi4 Recep Garip Eğitimci-Yazar5 Hikmet Özdemir Öğretim Üyesi6 Yüksel Çavuşoğlu Öğretim Üyesi7 Ahmet Selamet Avukat8 Mesut Pektaş Yönetici9 Şükrü Haluk Akalın Öğretim Üyesi

10 Mehmet Müezzinoğlu Doktor11 Osman Yağmurdereli Sanatkâr12 Necat Birinci Öğretim Üyesi13 Mehmet Tekelioğlu Öğretim Üyesi14 Feyzullah Kıyıklık Avukat15 Hüseyin Besli Yazar16 Halide İncekara İş Kadını17 İrfan Gündüz Öğretim Üyesi18 Mevlüt Akgün Avukat19 Alaettin Güven Eğitimci20 Eyüp Sanay Öğretim Üyesi21 Mehmet Çakırtaş Eğitimci22 Yusuf Tülün Yönetici23 İsmet Yıldırım Yönetici24 Zeki Çalışkan Avukat25 Mustafa Ataş Yönetici26 Burhan Kuzu Öğretim Üyesi27 İdris Güllüce Mühendis28 Mehmet Çiçek İlahiyatçı29 Atilla Koç İdareci30 Avni Doğan Eğitimci31 Ayşe Böhürler Gazeteci32 Mehmet Atilla Maraş Mühendis33 Şener Mete Başspiker34 Bilal Çetin Gazeteci35 Necdet Ünüvar Milletvekili36 Ahmet Emre Bilgili Öğretim Üyesi37 Sabri Orman Öğretim Üyesi38 Dursun Gürlek Yazar39 Lokman Ayva Milletvekili40 M. Alaettin Yavaşça Öğretim Üyesi41 Beşir Ayvazoğlu Gazeteci42 Bekir Sıtkı Erdoğan Şair43 Ramazan Evren Öğretim Üyesi44 İlyas Yücedal Esnaf45 Eyüp Akdağ Sanayici46 Aziz Yeniay Mühendis47 Nevzat Er Avukat48 Mehmet Çakır Mühendis49 Fikri Köse İşletmeci50 Hasan Can Eğitimci51 Abdurrahman Kurt Mühendis

52 Hüseyin Bürge Eğitimci53 Ahmet Poyraz İşletme54 İrfan Akdal Sanayici55 Recep Toparlı Öğretim Üyesi56 Ali Karaçalı Öğretmen57 Zeynep Korkmaz Öğretim Üyesi58 Süleyman Gündüz Diş Hekimi59 Murat Aydın İşletmeci60 Ömer Arısoy Avukat61 Erman Bülent Tuncer Öğretim Üyesi62 Üzeyir İlbak Sanayici63 Muharrem Ergül Eğitimci64 Yusuf Büyük Eğitimci65 Deniz Yiğit Spiker66 Hilmi Yıldız Öğretmen67 Kemal Ayyıldız Mali Müşavir68 Alaattin Ersoy Doktor69 Muharrem Özdemir Öğretim Üyesi70 Arif Dağlar İktisatçı71 Hurşit İlbeyi Yazar72 Nurettin Çevik Memur73 Gürer Gülsevin Akademisyen74 Erdoğan Boz Öğretim Üyesi75 Yusuf Akçay Araştırma Görevlisi76 Mustafa Demir Diş Hekimi77 Hüseyin Turan Mühendis78 Mehmet Öcalan Öğretmen79 Müfit Taşkın Mühendis80 Fazlı Kılıç Muhasebeci81 Ahmet Misbah Demircan Turizmci82 Nevzat Bayhan Gazeteci83 Yücel Karaman Mühendis84 Recep Çelik Arşiv Uzmanı85 Hüseyin Öztürk Eğitmen86 A. Haşimi Baltacı Mühendis87 Zeynep Armağan Uslu Öğretim Üyesi88 Bahri Kazankaya Mühendis89 Arif Parlakkılıç Avukat90 Ahmet Avcı Akademisyen91 Hatip Aras Yönetici93 Mehmet Kâmil Berse İşletmeci94 Ahmet Genç Ekonomist95 Murat Oktay İşletmeci96 Ali Yüksel Avukat97 Ali İhsan Gündoğdu Yüksek Mühendis98 Muhammet F. Gümüş İletişimci99 Yavuz Subaşı Mali Müşavir

100 Kerim Altıntaş Avukat101 Mehmet Taner Koltuk Memur102 Şevket Cankur Avukat

Ekrem ErdemDil ve Edebiyat Derneği Genel Başkanı

1948’de Sivas’ta doğdu. 1966 yılında Sivas Öğ-retmen Okulu’ndan mezun oldu. Yüksek öğre-nimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Osmanlı Müesseseleri ve Mede-niyeti Kürsüsünde tamamladı. 1966–1973 ara-sında Öğretmenlik, 1973–1978 yılları arasında da Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğü’nde Arşivist olarak görev yaptı.

1978’de ticarete başladı. Siyasete 1984’te Refah Partisi Şişli Belediye Başkan Adayı olarak gir-di. Aynı Partide Şişli İlçe Başkanlığı, İstanbul İl Teşkilatı’nda Teşkilatlanmadan Sorumlu İl Baş-kan Yardımcılığı ve İl Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1995 yılında Refah Partisi’nden İstan-bul Milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi. TBMM Sanayi ve Ticaret Komisyonu Üyeliğinin yanı sıra çeşitli araştırma komisyonlarında da üyelik ve başkanlık yaptı. 22. Dönemde Adalet ve Kal-kınma Partisinden İstanbul Milletvekili olarak yeniden seçildi. AK Parti’de MKYK Üyeliği ve Teşkilat Başkan Yardımcılığı görevlerini ifa etti. Halen, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK PARTİ) Teşkilatlanmadan sorumlu Genel Başkan Yar-dımcılığı görevini yürütmektedir. Aynı zamanda Dil ve Edebiyat Derneği Genel Başkanı olan Ek-rem Erdem, evli ve beş çocuk babasıdır.

DİL VE EDEBİYAT DERNEĞİ KURUCULAR LİSTESİ

dern

ek

Page 53: SEKA Dergi Kasım 2012

51

DİL VE EDEBİYAT DERNEĞİ GENEL MERKEZ ORGANLARIYÖNETİM KURULU ASİL ÜYE LİSTESİ1- Ekrem ERDEM Genel Başkan2- Üzeyir İLBAK Teşkilattan Sorumlu Genel Bşk. Yrd.3- Şevket CANKUR Genel Sekreter4- Hikmet ÖZDEMİR Ar-Ge›den Sorumlu Genel Bşk. Yrd.5- Nevzat BAYHAN Eğitim ve Kültür İşlerinden Sorumlu Genel Bşk. Yrd.6- Yavuz SUBAŞI Ekonomik İlişkilerden Sorumlu Genel Bşk. Yrd.7- Hasan SUVER Kurumsal İlişkilerden Sorumlu Genel Bşk. Yrd.8- Mustafa ALBAYRAK Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Bşk. Yrd.9- Birol AYDIN Basın Yayın ve Tanıtımdan Sorumlu Genel Bşk. Yrd.10- Feridun TEKBIYIK Genel Muhasip11- Muharrem ÖZDEMİR Üye12- Ahmet AVCI Üye13- Ahmet KOÇAK Üye14- Behiye ALBAYRAK Üye15- Figen ŞAŞTIM Üye16- Melih TOPRAK Üye17- Mercan YILMAZ Üye18- Muharrem ERGÜL Üye19- Necdet DURSUN Üye20- Niyazi GEDİK Üye21- Ömer ARISOY Üye22- Ragıp GÜLTEKİN Üye23- Salih GÜZEL Üye24- Şerife TAŞBAŞI Üye25- Zafer GÜVEN Üye

YÖNETİM KURULU YEDEK ÜYE LİSTESİ1- Murat OKTAY Yönetim Kurulu Yedek Üyesi2- Aziz ERDOĞAN Yönetim Kurulu Yedek Üyesi3- Kübra GÜLAL Yönetim Kurulu Yedek Üyesi4- Faik ÖZ Yönetim Kurulu Yedek Üyesi5- Melih BULU Yönetim Kurulu Yedek Üyesi6- Hande TOKGÖZ Yönetim Kurulu Yedek Üyesi7- Fatih TIĞLI Yönetim Kurulu Yedek Üyesi8- Ekrem SIRMA Yönetim Kurulu Yedek Üyesi9- Harun TOPAL Yönetim Kurulu Yedek Üyesi10- Fatma YILMAZ Yönetim Kurulu Yedek Üyesi11- Hasan KARA Yönetim Kurulu Yedek Üyesi12- Selim EFE Yönetim Kurulu Yedek Üyesi13- Şerif BEKAR Yönetim Kurulu Yedek Üyesi14- Furkan ERDOĞAN Yönetim Kurulu Yedek Üyesi15- Barış YILDIZ Yönetim Kurulu Yedek Üyesi16- Mecit DELİBAŞ Yönetim Kurulu Yedek Üyesi17- Cumali ŞİMŞEK Yönetim Kurulu Yedek Üyesi18- Ahmet BÜYÜKKAYMAZ Yönetim Kurulu Yedek Üyesi19- Fatma BERBER ÖZER Yönetim Kurulu Yedek Üyesi20- Hüseyin SARI Yönetim Kurulu Yedek Üyesi21- Halil AYDIN Yönetim Kurulu Yedek Üyesi22- Recep ÇELİK Yönetim Kurulu Yedek Üyesi23- Hatice Esra GENÇ Yönetim Kurulu Yedek Üyesi

DENETİM KURULU ASİL ÜYE LİSTESİ1- Mustafa ATAŞ2- Yusuf TÜLÜN3- Bahri ÇETİN

DENETİM KURULU YEDEK ÜYE LİSTESİ1- Eyüp AKDAĞ2- İbrahim DÜZOĞLU

3- Selim YILMAZ

DİSİPLİN KURULU ASİL ÜYE LİSTESİ1- Halide İNCEKARA2- Sibel ERASLAN3- Ahmet SELAMET

DİSİPLİN KURULU YEDEK ÜYE LİSTESİ1- Ali YÜKSEL2- Mehmet ÖCALAN3- Kerim ALTINTAŞ

GENEL MERKEZ İSTİŞARE YÜKSEK KURULU1- Prof. Dr. Şükrü Haluk AKALIN2- Prof. Dr. Fatih ANDI3- Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH4- Prof. Dr. Mehmet AYDIN5- Prof. Dr. Burhan KUZU6- Prof. Dr. Azmi BİLGİN7- Prof. Dr. Nejat BİRİNCİ8- Prof. Dr. Adem CEYHAN9- Prof. Dr. Mustafa DEMİREL10- Prof. Dr. Hayati DEVELİ11- Prof. Dr. Birol EMİL12- Prof. Dr. Ramazan EVREN13- Prof. Dr. Mehmet KARA14- Prof. Dr. Mehmet ÖLMEZ15- Prof. Dr. Mustafa ÖZKAN16- Prof. Dr. Hüsrev SUBAŞI17- Prof. Dr. Tahir ÜZGÖR18- Prof. Dr. Recep TOPARLI19- Prof. Dr. Nevzat YALÇINTAŞ20- Prof. Dr. Kemal YAVUZ21- Zekeriya ELDİM22- Şahin KARATAŞ23- Dr. İsmet UÇMA

DİL VE EDEBİYAT DERNEĞİ ŞUBELERİ1- Ankara Şubesi2- Kocaeli Şubesi3- Sivas Şubesi4- Çorum Şubesi5- Ordu Şubesi6- Karaman Şubesi7- Mersin Şubesi8- Konya Şubesi9- Bursa Şubesi10- Yozgat Şubesi11- Sinop Şubesi12- Osmancık Şubesi

Türkiye çapında oniki şubesi olan Dil ve Edebiyat Derneği’nin iki çeşit edebiyat dergisi bulunmaktadır. Akademik ve üç ayda bir yayınlanan Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi ile popüler edebiyat dergisi olan Dil ve Edebiyat dergisi, Türkiye’nin her tarafında geniş bir okur kitlesi tarafın-dan ilgi ile takip edilmektedir.

dern

ek

Page 54: SEKA Dergi Kasım 2012

52

YÖNETİM KURULU ASİL ÜYE LİSTESİ1- Ali YEŞİLDAL Başkan2- Kenan GÖÇER Başkan yardımcısı3- İsa ARAS Sekreter4- Adem İNCE Muhasip5- Bilal KARSLI Üye6- Şaban TANIŞ Üye7- Raşit FİDAN Üye8- Cevat ÖKSÜZ Üye9- Osman AYVAZOĞLU Üye10- Mehmet KESEN Üye11- Halil DEMİR Üye

YÖNETİM KURULU YEDEK ÜYE LİSTESİ1- Ali Vasfi KURT 2- Gencay ZAVOTÇU 3- Sertaç Faruk ERİŞ 4- Serkan ALTAY 5- Yusuf YURTBAŞI 6- Fuat BAHADIR 7- Ferdi ERDEM 8- Ömer Faruk YILMAZ 9- Levent ATALI 10-Osman GÜR 11-Volkan ŞENEL

Dil ve Edebiyat Derneği Kocaeli Şubesi

Dil Ve Edebiyat Derneği Kocaeli Şubesi, Kocaeli’de (İzmit) 2010 Yılının Aralık ayında (13.12.2010) kuruldu. Kurucu Başkanlığını Ke-nan GÖÇER’in yaptığı dernek şubemiz, altı ay içinde düzenlenen kongre ile yönetimi değiştirdi ve Başkan, Ali YEŞİLDAL seçildi.

Ali YEŞİLDAL döneminde (2011 Yılı Aralık ayı) ise Kocaeli Büyükşehir Belediyesi ile Dil Ve Edebiyat Derneği Kocaeli Şubesi arasında, Seka Evleri alanındaki bir evin “Sanat, Edebiyat ve Kültür Akademisi (SEKA)” olarak işletilmesine dair bir protokol düzenlendi. Bu protokole göre derneğimiz, SEKA’da sanat, edebiyat ve kültürel etkinliklerin yapılmasını, düzenlenmesini ve or-ganizasyonu sağlayacaktır.

Bilindiği gibi derneğimiz, 6.12.2010 tarih ve 2010/1171 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Kamu Yararına çalışan dernek statüsünü ka-zanmıştır. Yakın zamanda ise derneğimizin adına “TÜRKİYE” kelimesi eklenecektir. İlgili ka-rarlar dernek genel merkezi tarafından alınmış bulunmaktadır.

DENETİM KURULU ASİL ÜYE LİSTESİ 1- Mete BİLGİN 2- Yüksel ÖZDEMİR 3- Kadir EROL

DENETİM KURULU YEDEK ÜYE LİSTESİ 1- Cihan ALKAN 2- Ahmet ARAL 3- Deniz ÇAVDAR

DİSİPLİN KURULU ASİL ÜYE LİSTESİ 1- Sami TÜMÜÇ 2- Mustafa KILIÇ 3- Alptekin CEVHERLİ

DİSİPLİN KURULU YEDEK ÜYE LİSTESİ 1- Yusuf ARABACI 2- Murat AKTAŞ 3- Mustafa Gürdal ÖZER

dern

ek

Page 55: SEKA Dergi Kasım 2012

Hayat dağı yine göz kırptı bu akşam O anda dile geldi heybetle duran bir çam:

“Bu hayat dağı yüksek, yollar yokuş, iklim sert; Yarı yoldan dönen var, yüreğinde bin bir dert…”

Ben çoktan karar verdim “dönemem artık” dedim.Yüreğimde bin umut, ellerimde kemendim.

Çıktım bir kere yola; korku, telaş dinlemem.Doruk beni bekliyor, sefaya gönül vermem.

Sırtımdaki heybemi hülyalarla doldurdum,Efsunlu bir gecede yıldızlara yol sordum

Dağ yüksek, çay bulanık, feryat eder baykuşlar,İçimde telaş yüklü, korku süslü nakışlar

Uçurumlar karanlık, kayalıklar uçurum;Gölgem derine düşer, ben yerimde dururum.

Yılanlar dillerinden ıslıklar harcadılar,Ah, yolumu kestiler cirit atan cadılar.

Başımı kaldıramam her adımda bir tuzak,Meyusane ağladım gayem bana çok uzak.

Ellerim paramparça, ipim koptu kopacak,Yere düşersem beni, akbabalar kapacak.

Rüzgarlar mırıldanır ölüm türkümü benim,Kafam darmadağınık, harab olmuş bedenim.

Gözlerime göz dikmiş, aç bakışlı şahinler,“Sen öleceksin” diyor dağa bakan kahinler

Arkama bakıyorum herkes beni çağırır,Sevenlerim ağlıyor bitsin artık bu kahır.

Yüreğim isyan etti bedenimin emrine,Yoluma devam ettim yürüdüm hedefime.

Yıldızlar kılavuzum, şimşekler el fenerim,Ben harplere bilenmiş, er oğlu bir neferim.

Ufuklara göz diktim dağları adımladım,Zirveye ulaşınca anladım ki aldandım.

Burdan bakınca her şey, “ hiçbir şeyden” farksızmış,Düz ovadan farkı mı? –yılanlar çıyanlar sızmış.

Bu değilmiş aslında hayatın felsefesi,O anda bitiverdi ömrümün son nefesi, Kanımın son damlası…

DayanmalısınÖlümün eşiğine geldin mi bitecek her şeySabret az kaldı kasırgayaYutacak tüm kederleriniSen gideceksin ruhuna can gelecekYutkunarak söyleyemedikleriniBir çırpıda söyleyip atacaksınHüznün kine dönüştü Temizlenecek ve öyle gömüleceksinGeride senden hiçbir şey kalmayacakSadece duvarda asılı kalan çığlıkların…Yokluğun varlığına benzeyecekBir gaddarın avucundaki kelebek gibiAy ışığını fazla beklemeyeceksinSona varacak her şey… ve bitecek…Koyacaklar senide bir karış toprağaOnlar koşuştururken sen öyle kalacaksınFarkına varmayanlar senden bahsedecekSen gideceksin mezarına medya konacakDeğerin adi bir haber kadar…Bakarken yumrukların tadına kimse yoktuSen kasırgayla uçtuğunda odak noktası olacaksınBilirsin böyledir kanunÇözüm gelmez kurban verilmeden…Sen gideceksin biri seni yazacakÇöküntülerinden tozları alıp kağıtlara bırakacakSen yazılacaksın unutulmuşluğun yazılacakSen gideceksin her şey sessizliğe gömülecek…

Saçlarımızı bırakmışız zamana ve telaşa.Deniz,bizim yerimize kokluyor;tüm koyları, kumsalları.Şimdi iki çocuk,bir ekmeğin kenarlarını tutmuşkenbirbirimizi düşlüyoruz. Habersiziz...-Zaman,iki çocuğu efendice büyütüponlara devrediyor hikayemizi.-Sonrasında tarih,hızını yavaşlatmadan;melez kanlarla yazılmaya devam ediyor.Habersiziz...

KimsecikBu muydu?

Sen Gideceksin

Melih ÖZELİsmet SAĞLAM

Oğuz ERTÜRK

şiir

Page 56: SEKA Dergi Kasım 2012

54

?Hediyelik Sorular

01? ?02Hani bu sene kargalara harp ilan edilmişti? Ya bu tepemizde sürü sürü uçuşan karakuşlar ne? Her sabah gözlerimi, sema-lardan gelen paslı sesler gıcırtısıyla açıyorum. Sanki binlerce çelik makas, semaların laciverdîsini doğramak için mütema-diyen açılıp kapanarak, havada cehennemî bir gürültüyle şa-kırdıyor. Bahar geleli, kargalar hudutsuz bir neşe içinde! Sanki insan silahına karşı yeni galebelerini tes’id ediyorlar. Vapura gitmek için geçtiğim tarlaya konan kargalar, şimdi gelip ge-çenden zerre kadar korkmuyor, bilakis, bu tank gibi madeni bir zırhla her tarafı kaplı kuşların yuvarlak kanlı gözü ve çelikten gagası, garip bir tehditle insana doğru çevriliyor! Öyle ya; galip mağluba başka türlü mü bakacaktı?

Kargalara karşı her sene açılan muazzam cidalin böyle boş neticeler vermesi, hasmımızın zekâsı hakkındaki nâkıs vuku-fumuzdan ileri geliyor. Serçe gibi zayıf bir hasımla dövüşme-diğimizi bilmeliyiz. İzdivacı insanlardan daha iyi tatbik eden ve şammesi köpeklerden bin kere daha kuvvetli olan bu et yiyici kuş, bir sopayı bir tüfekten ayırmak hususunda en seri bir an-layış kabiliyeti gösteren sayılı kanatlı hayvanlardan biridir. Ya-pılan bazı tetkiklere nazaran karga üç adedine kadar saymayı da biliyor. İki avcı, bir adaya karga avına gitmişler. İlk tüfek pat-ladıktan sonra, tabi kargalar adadan uzaklaşmışlar. Avcılardan biri adayı terk etmiş, kargalar avdet etmemişler ve ancak ikinci avcının da adadan çıktığını gözleriyle gördükten sonra ağaçla-rına dönmüşler. Üç avcı ile aynı tecrübe, aynı neticeyi vermiş. Fakat avcı adedi üçü geçince, rakamı seçmek hususunda kar-ga zekâsının dumanlamaya başladığı görülmüştür.

Çoğumuzdan akıllı olan bu çelikten dökülmüş zeki kuşla uğ-raşmak için avcı tüfeği değil, mitralyöz lazım!

Sözüne güvenilir tarihçilerin anlattığına göre (gerçi her şeyi bilen bir tek Allah’tır) eski zamanlarda Babil’de hüküm sü-ren bir kral varmış. Bu kral bütün mimarlarıyla sihirbazlarını çağırmış ve aklı başında hiçbir insanın içine girmeye cesaret edemeyeceği kadar dolambaçlı, girenlerin de yollarını kaybe-decekleri kadar ince tuzaklarla dolu bir labirent inşa etmelerini buyurmuş. Böyle bir girişim “küfür” sayılırmış, çünkü insanı şaşırtmak da mucizeler yaratmak da yalnızca Allah’a özgüdür. Gel zaman git zaman, bu kralın sarayına Arap krallarından biri gelmiş; Babilli kral da (konuğunun saflığıyla eğlenmek üzere) konuk kralı labirente sokmuş. Konuk kral labirente dört döne-rek korku ve şaşkınlık içinde çıkış yolunu araya araya akşamı etmiş. Sonunda tek çarenin Allah’tan geleceğini görerek onun yardımına sığınmış ve çok geçmeden kapıyı bulmuş. Dışarı çık-tığında ağzını açıp da tek bir serzenişte bulunmamış. Bunun yerine Babilli krala kendi yurdunda kendisinin de bir labirenti olduğunu ve Allah nasip ederse bu labirenti bir gün seve seve ona gösterebileceğini söylemiş. Arabistan’a dönmüş, komu-tanlarını ve ordularını toplayarak Babil üzerine yürümüş. Talihi öylesine yaver gitmiş ki, ülkenin kalelerini yerle bir etmiş, hal-kını kılıçtan geçirmiş, kralı da tutsak almış. Onu hızlı giden bir deveye bağlamış ve çöle sürmüş. Üç gün yol almışlar, sonunda galip kral: “Sen zamana sözü geçen, ey çağının en yüce kra-lı! Sen beni Babil’de sayısız merdivenle, kapıyla, duvarla dolu tunçtan bir labirente hapsetmek istemiştin; işte şimdi de Yüce Allah bana seni kendi labirentime sokma fırsatı verdi. Bu öyle bir labirent ki bunda ne tırmanılacak merdivenler, ne zorlana-cak kapılar, ne insanı yorgunluktan bitap düşürecek sonsuz koridorlar, ne de birden bire önüne çıkan duvarlar var.”

Demiş ve Babilli kralın iplerini çözmüş; onu orada, çölün orta-sında açlık ve susuzluktan ölmeye bırakmış. Hayy-ı Lâ-Yemut (Ölmeyene and olsun).

yarış

ma

Page 57: SEKA Dergi Kasım 2012

55

?03 ?04Bu zehir, filozofların içtiği değil, şairlerinkiYavaş yavaş dağılıyor damarlarıma, dokularıma, hücrelerime dekUyuşuyor bütün kasları bedenimin, eklem yerlerim tutuk, kemiklerim ağrıyorAğarıyor ay pencereden, Veda tepelerinden, müziksel ifadenin yayılışıdizeler, dergiler, kitaplar boyunca, titrek ışıltısı kavisler çizerekYıldızlar, yıldızlar sürekli üstümde, yeniden parıldıyor içimde ezeli adalet duygusuGöz tansiyonu, nezlesi, momentumu artıyor alıklığın, açlık değil, ruha yakın bir şey değilBu zehir, filozofların seve seve içtiği, otherwise than being şüphesi Günlerdir öksürük, günlerdir grip, damağımda bir naylon tadı, Beyond BronşitŞu cümleyi verin, şu makası, şu pergeli, Edip Cansever’i, Cemal’iŞu şairlerin büyük sözleri, tozlu, zehirli, siklamen kılıflarda, kılıklarda kırık akıllarda özgürlükDün bir meczubun sözlerini kayda geçtim, “şükre değer bir şeydir delilik; Ben de deliliğimin şükründen hesaba çekileceğim”Bu ağrıyı kaldırabilirim, bu suçu ben işlemedim ama cezası benimŞimdi yakabilirim hazla belki Turkish-American Tobaccos Camel’iNeyse sakladıklarınız benden, beden mi beden, bir bidon benzin miBir gasp, bir kundaklama mı hayat, bir itiraf, bir tevbe, bir armağan bir borç değil mi verilmiş banaYüzüm karşılıksız bir çek değil, yüzüm iflas etmiş bir firmaBir gün mürai, bir gün mü’min, bir gün neş’e, bir gün rüzgârHafta sonlarıyım bu kez, kır gezmeleri, dudak dudağa ilk öpüşmeNisan yağmurlarının inişi toprağa, bir gün bir ihtilam, bir gün bir ihtilalBir gün bir tavşan avı, bir gün bir dağ, bir gün La NoieseBir gün dediğimiz bir gün olacak bir gün demediğimiz deBir ağaç, bir gemi, bir çıkmaz sokak, o sokağın gülhatmileriBir gün Üç İstanbul’dan biri, bir Beckett, Thomas mı, İsmail miBir gün değil bir gün bir bütün gün yakacak güneş gözlerimiziAğaca vurulan balta, taşa çalınan bıçak, içtiğimiz çaylar boğazımıza duracak……………..........

Ben ki bunca yorgunum, yorgun beni doğuranbana çakıl ve tezek attınız yine atınçekin, tam aortumda kavi çelikli tırpan;çekin ruhun kehribar tesbihini kopartın!

sonra varsın saçılsın misinadan boşanmışgönlün damlar dövdüren dolusu dizi dizibu çiçek bozuğunu anam gülle yıkarmış:yaşla yurum dürterken kiminiz kiminizi

öküz ödü çalgılar benim de vardı gâfil,değnek vardı ucunda yağmurdan sonra mantarbazı bazı aklımda bir çiğnemlik karanfilaltmışyedi fordlarda onunçün başım tutar……………..........

Aşağıda 4 metin bulacaksınız. Bu metinlerin herbirinin başlığını ve yazarını soruyoruz. Birini bilen ilk yirmi kişiye seçme edebiyat ve kültür kitaplarından bir kitap hediyemiz olacak. Hepsini bilen kişiye ise sürpriz kitap paketi hediye edeceğiz. Cevaplarınızı, kişisel bilgilerinizi içeren bir özgeçmiş ile [email protected] adresine gönderebilirsiniz.Zevkli okumalar diliyoruz.

yarış

ma

Page 58: SEKA Dergi Kasım 2012

56

Duyduk duymadık demeyın!

Bir dönemler gerçek, yakın dönem-lerde tarihin konusu olan SEKA (Se-lüloz ve Kâğıt Fabrikaları), Cumhuri-yet döneminde Kocaeli’de kurulan ve 1936 tarihinde işletmeye açılan öncü ‘iktisadî atılımlar’dan biri idi. ‘İktisadî atılım’ olarak başlayıp işçi mahallesi, memur evleri, okulu, sinema ve tiyatro olarak kullanılan kantini, elli yataklı

hastanesi ve çırak okulu ile ‘modern-leşme modeli’ olarak düşünüldüğü bile oldu. Bu yönü ile SEKA, genelde tarih ve sosyoloji, özelde iktisat tarihinin konusunu oluşturur.

O dönemde üretilen kâğıtlar, şimdi kütüphanelerimizin, kitaplıklarımızın ve arşivlerimizin boş raflarını doldur-makta…

duyu

ru

Page 59: SEKA Dergi Kasım 2012

57

Bizim konumuz da SEKA! Bilindiği üzere Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Dil ve Edebiyat Derneği Kocaeli Şubesi ile Seka Evleri alanından bir evin kültürel etkinlik faaliyetlerinde ortak işletilmesi için derneğimizle bir protokol düzenledi. Söz konusu protokol çerçevesinde hazırlanan evin; Sanat, Edebiyat ve Kültür Akademisi (SEKA) olarak hizmet vermesi düşünülmektedir. Yani, dünün iktisadî atılımı olan SEKA, yeni bir aşk ve heyecanla bugün aynı kısaltma adını kullanarak sanat, edebiyat ve kültürel atılım yapmak istiyor. Dün ürettiği kâğıtlarla yazılan kitaplar, bugün okuduğumuz, okuyacağımız ve üzerinde çalışma yapacağımız eserler olacak. SEKA’yı yeniden canlandırmak istiyorsak eğer…

SEKA, hemşerilerinden kitaplarını geri istiyor! SEKA’yı yeniden canlandırmak istiyorsak eğer: Sanat, Edebiyat ve Kültür Akademisi, yani SEKA, okuyup ve artık kullanmayı düşünmediğiniz, bir başkasının da faydalanmasını istediğiniz, kütüphanenize bir yer açmak üzere yeni aldığınız kitabınıza yer bulabilmek için elinizden çıkarmayı düşündüğünüz, kitapkurdu bir okurun elinde değerlenmesini istediğiniz temiz ve kullanışlı sanat, edebiyat ve kültürel eserleri, yeni kuracağımız SEKA KÜTÜPHANESİ’ne bağışlamaya davet ediyoruz. ‘SEKA için bu yapılır’ diyorsanız, adresimizi biliyorsunuz.

SEKA, hemşerilerinden ninni ve masal istiyor! Bizi uyutup büyüten, yedirip içiren tüm büyüklerimizin ellerinden öpüyoruz. Onları hatırlamak ve yad etmek boynumuzun borcu. Ninenizin, annenizin, teyzeniz veya halanızın söylediği ninnilerin, masalların, hatta bu şehre özgü türkülerin ve şarkıların kaybolmasını istemiyor ve onlara borcunuzu bir nebze olsun ödemek istiyorsanız, o ninni, masal, türkü ve şarkıları da bekliyoruz.

Diğer bir talebimiz de, SEKA Kağıt Fabrikası ile ilgili bir anıyı veya fotoğrafı yorumlayarak bi-zimle paylaşan hemşerilerimizin yazılarını veya görsellerini, yeni SEKA’da sergilemek istiyoruz. Tabi, ‘SEKA için bu yapılır’ diyorsanız…

Bundan sonraki sayılarımızın dosya konuları… Bundan sonraki sayılarımızın dosya konuları, ‘Romen edebiyatı ve sineması’ ve ‘işçi sineması’. Hangi dosya için daha çok eser gönderilmişse ona öncelik vereceğimizi tahmin edebilirsiniz..:)

Ev hanımlarını unutmuş değiliz Eğitimli veya eğitimsiz ve fakat turşu ve zeytin kurmayı bilmeyen ev hanımlarından bahsediyoruz… Hatta iki üniversite bitirdiği halde evinde, ya çocuklarına bir istikbal hazırlamak yahut zevk meselesi veya hiç bilemeyeceğimiz başka nedenlerle evini hayat boyu eğitim yuvasına çeviren bayanlardan da bir iki çift talebimiz var:

1. Çocuklarınızı uyutmak için onlara en çok an-lattığınız masal veya hikâyeyi,

2. Hafta sonunun (cumartesi-pazar) ailenizle nasıl geçmesini istediğinize dair yazıyı,

3. En son okuduğunuz kitap nedir, ayda kaç ki-tap okursunuz, kaçırmadığınız TV programı / dizisi hangileridir, okumaktan zevk aldığınız sa-nat, edebiyat ve kültür içerikli bir kitabın özetini,

4. Sizin ve aileniz için Kocaeli’nin kültür hayatın-da bir eksiklik var mıdır, varsa en büyük eksiklik ne olduğuna dair bir metni,

Mümkünse bir iki sayfayı geçmeyecek şekilde bize yazmanızı istiyoruz. Yukarıdaki sorulara verilecek her cevap için ev hanımlarına birer hediyemiz olacak.

Liseli gençleri niye unutalım ki? Sizden şunu öğrenmek istiyoruz: “Hem dersini bilmez, hem de şişman herkesten” deyimini hiç duydunuz mu, duyduysanız kaç kere ve kimlerden duydunuz? Bir sayfayı geçmeyecek şekilde açıklar mısınız?

Üniversiteli gençliğine de bir sorumuz var: “Hem kel hem fodul” deyimini hiç duydunuz mu, duyduysanız kaç kere ve kimlerden duydunuz? Bir sayfayı geçmeyecek şekilde açıklar mısınız?

Yukarıdaki soru zor diyenler aşağıdaki soruyu cevaplayabilir.

“Genç” nedir, kime denir? “Genç” dendiğinde ak-lınıza ilkin kim gelmektedir, neden? Dört sayfa-yı geçmeyecek şekilde açıklar mısınız?

Göndereceğiniz veya getireceğiniz kitap veya fotoğraflar için adresimizi biliyorsunuz…

Sanat, Edebiyat ve Kültür Akademisi (SEKA) Dil ve Edebiyat Derneği

Kocaeli Şubesi

Kozluk Mah. Mehmet Ali Kâğıtçı Sok. Nu: 71 İzmit / KOCAELİ

Tel : +90 262 270 01 00 Faks : +90 262 270 01 01

Yazılarınız için e-posta adresimiz ise [email protected]

duyu

ru

Page 60: SEKA Dergi Kasım 2012

Bilgi ağı : dedkocaeli.comDernek E-posta : [email protected] E-posta : [email protected] : +90 262 270 01 00 Faks : +90 262 270 01 01

Şiir İşliğiÖykü İşliği

Felsefe İşliğiSenaryo YazarlığıKarikatür ÇizerliğiSinema Günleri

Kitap Değerlendirmeleri

SANAT EDEBİYAT ve

KÜLTÜR AKADEMİSİ

sizleri, içinizdeki cevheri keşfetmeye çağırıyor...

Sanat, Edebiyat ve Kültür Akademisi (SEKA)

Kozluk Mah. Mehmet Ali Kâğıtçı Sok. Nu: 71 - İzmit / KOCAELİ

Page 61: SEKA Dergi Kasım 2012
Page 62: SEKA Dergi Kasım 2012

Herkesin bir ölüsü oluyormuş bir gömülüsüBunları ezbere biliyorum

Herkes bilsin diye bunları biliyorum Şiir mühendislerine o torlak teknisyenlere

Arsız ve akla banılmış işaretlerle Sesleniyorum :

Tentürdiyot kokuyor koltukaltlarıma sıktığım jaglerYüzümü tarayıp etimi süsleyerek pasaport alıyorum

Çarşıya çıkıyorum banklar üstünde üstümü arıyorumBeni bu kokumdan ıpıssız koltukaltlarımdan tanıyorlar

Beni tartıp kalburlarda eliyorlar polislere veriyorlar Part time nöbetlerden apolitik pankartlara sürerek

Kardeşim İsa’yı elektriğe çarpıyorlar her akşam, kanDamlıyor gömleğime deterjan

Ben öksürdükçe büyüyorlarMendilimde üç leke.

-Verem olmak mühendisleri öldürmez.

Kan donuyormuş su akıyormuş insan insana susuyormuş Yalan! İnsan insana vardıkça ete kurdeşen doluyormuş

Tın tın yürüyüşleri oluyormuş elâlemin mıy mıy gülüşleri Caddeleri oluyormuş şehirlerin teknodram merkezleri

Karton karakterleri trafikte sıkışmış lüzumsuz artistleriAsortik hevesli kızların mağazada körelmiş panikleri

Herkesin gerektiğinde masaya bırakıp gideceğiMimikleri oluyormuş yüzlerinde itimat senetleri

Ceplerinde dul kalmış jokerleri.

Ten çalıya değdikçe inceden siyahKan akıyor

Akkor telin üstünde cambazCanıyla dalga geçiyor

Hayat bilgisinden bağımsız bir ilkokul dersinde Geçiyor sivilceler üstünden gencecik bir fotoğrafın

Pörsümüş sürçü lisan dişlerinde bir cümle:

-Ayinesi kiştir işinin fala bakılmaz.

* Şairin Makyaj Hatası adlı kitabından alınmıştır.

Yavuz ALTINIŞIK

Yıl 1927, Fevziye Camiinin tam önünde kurulan pazarda alışvriş yapan insanlar Kaynak: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, (KÜGEM)

Yıl 1929, Hürriyet Caddesi’nden (bugünkü Yürüyüş Yolu) bir görünüm. Fotoğrafta eski Ziraat Bankası, Türk Ocağı ve Ziya Eczanesi Binaları görülmekte.

Kaynak: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, (KÜGEM)

İncitme Beni

Kalemim kıvılcım çakarsa varım Ben vicdanıma dipnotlar yazarım Onurun ve namusun dini bütün İmanı yarım

Coşkudur yakıtım ve yakarışım Kendimi bir füzeye adamışım Hesapperestliğe hiddet sıfır da Zamana hışım

Ömrümün özeti dava rozetim Sevdama yirmidört saat gözetim Gayri aşklar fikirler gibi öksüz Kavramlar yetim

Kahramanlar anlaşılmadan ölür Ruhlarıysa sokaklara dökülür Al Habil’in alnından bir damla kan Ve şarjöre sür

ŞahadetnameSüleyman PEKİN