İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
AÇIK ve UZAKTAN EĞİTİM
FAKÜLTESİ
Tüm yayın ve kullanım hakları İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesine aittir. Hiçbir şekilde
kopya edilemez, çoğaltılamaz, yayınlanamaz. Ancak kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Ders notlarının
içeriğinden yazarları sorumludur.
2 / 24
BÖLÜM: ORTAK DERS
DÖNEM (GÜZ / BAHAR): BAHAR
EĞİTİM ÖĞRETİM YILI: 2015-2016
DERSİN ADI: TÜRK DİLİ II
DERS NOTU YAZARININ
ADI-SOYADI: PROF. DR. MUSTAFA ÖZKAN
3 / 24
6. HAFTA
DERS NOTU
4 / 24
İÇİNDEKİLER
ANLATIM BİÇİMLERİ
1. Açıklayıcı Anlatım
2. Hikâye Edici Anlatım
3. Tasvir Edici Anlatım
4. Tartışmacı Anlatım
5 / 24
ANLATIM BİÇİMLERİ
Zihinde tasarlanan bir konuyu söz ya da yazı ile ifade etme işine anlatım diyoruz.
Yazılı ve sözlü anlatımda duygu ve düşünceler, gelişigüzel anlatılamaz. Yazıya veya söze
başlarken belli bir amacımızın olması gerekir: Söz gelimi okuyucuda veya dinleyicide
heyecan uyandırmak istiyorsak anlatımımızı bir “olay”a bağlar ve onları bu olayın içine
çekmeye çalışırız. Anlattıklarımızın bir tablo gibi gözler önünde canlanmasını istediğimizde
de tasvir yaparız. Bize yabancı gelen ve anlaşılması güç durumlar hakkında bilgi ve haber
vermek gerektiğinde bunları açıklama yoluna gideriz. Eğer amacımız karşımızdakini belli bir
düşünce ve davranışa yöneltmek ise o zaman da konuyu tartışma havası içinde ele alırız.
İşte bu amaçlar, anlatıma bir yön vermenin yanında, aynı zamanda anlatım biçimini de
belirlemektedir. Buna göre, dört anlatım biçiminden söz edilebilir:
1. Açıklayıcı Anlatım
Bir konuyu, ayrıntıları ve nedenleriyle birlikte kavranabilir bir biçimde anlatarak
aydınlatmaya, açıklayıcı anlatım denir. Bu anlatım türü, öncelikli olarak bilgi ve yoruma
dayanır. Herhangi bir eser, metin ya da kavram hakkında bilgi ve görüşlerimizi dile getirirken
bu ifade türünden yararlanırız. Açıklamalı ifadeyi fıkra, makale, roman gibi pek çok yazı
türünde görebiliriz. Atasözü ve özdeyişlerin açıklanması da yine bu anlatım yoluyla olur.
Açıklama yapılırken tanımlama, sınıflama, karşılaştırma ve örneklendirme gibi yöntemlerden
de yararlanılır.
TAC MAHAL
Hindistan’a her gidene sorarlar:
- Tac Mahal’i gördünüz mü?
Çünkü Hint denince her Hintli ve Hind’i görmüş veya okumuş her yabancı için “Tac
Mahal”i görmek ve göstermek; hiç olmazsa masalını anlatmak bir tiryakiliktir.
“Agra”daki bir günlük ikametimizde bu şehirde Moğol imparatorları adıyla hüküm
sürmüş olan Türk imparatorlarının yaptırdıkları nefis abideleri gezerken “Tac Mahal”, şeref
mevkiini aldı.
O gün beş çayını Agra’daki İngiliz siyasi komiseri ile birlikte, konağının ılık
bahçesinde Fransızcayı kekeleyerek konuşan zarif birkaç İngiliz lady’sinin refakatinde içtik.
Bu hanımlar Fransızca konuşurlarken dillerinin ucuna daima “Hindustani “ dedikleri ordu
dilinden bir kelime geldiğini yarı özür, yarı şikâyet olarak söylediler. (İşin tuhafı şu ki bütün
Hindistan’da Fransızcası zayıf olan İngilizler, sanki ağız birliği yapmışlar gibi, hep aynı
hadiseden şikâyet ettiler. Garip bir müşahededir. Dilcilerin dikkat nazarına sunarım.)
O gün akşam üzeri altıya doğru “Tac Mahal”i görmeye gittik.
Tac Mahal nedir?
6 / 24
Efendim, Tac Mahal, yakın tarihe ait Hint efsanesinin başında gelen bir sevda
destanının taştan oyulmuş zarif ve murassa bir abidesidir.
Bu türbe muazzam ve latif bir bahçenin ortasındadır. Etrafı kırmızı Hint taşından
yapılmış yüksek bir duvarla çevrili olan bu bahçenin cümle kapısından girince karşınıza
bütün zarafet ve sanatıyla dört minarenin muhafazası altında, bir büyük ve yanlarında iki
küçük beyaz mermer kubbesi ve büyük kubbenin altında bütün bina boyunca yükselen Türk
stili kapısıyla “Tac Mahal” çıkar.
Yanları dışarıda yüksek ağaçlarla ve daha içte bodur ve muntazam sıra servilerle
süslenmiş, ortasında yüzlerce fıskiye bulunan, dar, sığ ve uzun havuzun iki kenarındaki
mermer yoldan türbeye doğru giderken bu havuzu, kapı ile türbe arasında daha yüksek ve
daha derin mermer bir küçük havuz ikiye böler ve dar havuz buradan tekrar aynı resimle
türbe yakınına kadar devam eder. Bu ince uzun havuz sade bahçeyi süslemek ve türbenin
heyet-i umumiyesine nefaset ilave etmekle kalmaz; bu mimari inciyi ayna gibi sularına
aksettirerek seyredenlere peri masallarındaki gibi sudan binalar çıkıyormuş tesiri yapar. Çok
ama çok güzel bir şeydir.
Bina, bahçe zemininden beş altı metre kadar yüksekte kâmilen mermer döşeli geniş bir
teras üzerine sekiz köşeli olarak yapılmıştır. Türbenin kapısı, iç ve dış cidarları hep beyaz
mermere kakılmış kıymetli ve renkli taşlardan işlenmiş çok güzel çiçekli mozaiklerle süslüdür.
Üç şerefeli minarelerin vazifesi sadece süsleyicidir. İmparatoriçenin sandukası (ve
sonradan gömülen imparatorunki) fevkalade hünerle oyulmuş paravana şeklinde sekiz köşeli
bir parmaklığın ortasında ve bütün bu oyma mermer nakışlardan süzülen loş ve ketum bir ala
ışık içindedir.
Büyük kapının dış kenarında çepeçevre ve sülüs sureler yazılıdır. Kapıdan girene
nazaran imparatoriçenin sol tarafında kocası “Şah-ı Cihan”ın sandukası vardır.
Her iki sanduka yarım metre kadar yüksek geniş ve çiçekli mozaiklerle yapılmış
mermer birer sedir üzerinde yekpare mermerdendir. İmparatorun sandukası karısınınkinden
biraz daha büyüktür, fakat aynı resimde mermerden, müstatil bir bloktur ve üzerinde erkek
alameti olarak küçük yarım bir üstüvane vardır. Şah-ı Cihan’ın sandukası üzerinde yalnız
ismi yazılı olduğu hâlde “Mümtaz-ı Mahal”in sandukası üzerinde esmayıhüsna yani Allah’ın
doksan dokuz ismi ve cephesinde de Arapça sülüs hat ile:
Merkad-i münevver-i Ercümend Bânû
Bîgüm Muhatab be-mümtaz-ı Mahal
yazılıdır.
İki sandukanın üzerindeki haşhaş çiçekleri resimlerine bakarsanız Şah-ı
Cihan’ınkindeki çiçeklerin yaprakları ve çiçekleri soluk ve düşük olarak resmedilmiş
7 / 24
olduğunu görürsünüz. Bu elem alameti “Mümtaz-ı Mahal”in vefatından sonra yapılmış olan
bütün bina tezyinatında göze çarpar.
“Tac Mahal”e 1632 tarihinde başlanmıştır. Şah-ı Cihan o tarihte inşa hâlinde
bulunan bütün Hindu mabetlerinin durdurulmasını emretmiş ve imparatorluğun her
tarafındaki sanatkârları Agra’ya getirtmiştir.
Cizvit cemiyeti azasından Hindistan’da senelerce misyonerlik etmiş olan papaz
“Väth” Hint Tarihi adlı eserinde bu binanın planını Venedikli Geromino’nun yapmış olması
ihtimalinden bahsetmekte, fakat herhâlde planı tatbik eden ustalardan birinin Bordolu
Augustin olduğundan şüphe etmemektedir.
(Burhan Felek, Gezi-Hatıra)
CÖMERTLİK VE ADALET
Cömertlik, elindeki parayı, malı ve mülkü esirgemeyip gerekli yerlere ve kimselere
vermekten zevk duymak ve eli açık olmaktır. Cömert kişi, başkalarına verdiği para ve malın
değeri üzerinde çıkar düşüncesinden uzaktır. Onun amacı, dağıttığı servetin karşısındakilere
verdiği mutluluğu izlemektir. Adalet de haklı olana hakkını vermek olduğuna göre,
cömertlikle temelde birleşir. Cömert olmayan kişinin adaletli olması olanak dışıdır. Çünkü
parayı ve malı, yararlanmamak ya da başkalarını yararlandırmamak için elinde tutan kişi,
haklı olmasa da bir şey dağıtmak zorunda kaldığında daima çıkarını düşünür. Onun için de
adaletten ayrılmak zorunda kalır.
Cömert insanın adaletinde bir başka incelik ve soyluluk vardır. Çünkü verdiğini zevk
duyarak verir, haklının hakkını kimi durumlarda kendinden kattıklarıyla daha da
zenginleştirerek dağıtır. Onun için yazar Hawthorne “Cömertlik adaletin çiçeğidir” derken
cömertliğin adaleti süslediğini, ona estetik bir değer kazandırdığını söylemek istemiştir.
Cömertlik adaleti süsleyen, ona insancıl değerler katan bir çiçek olarak kaldıkça hem
cömert için hem de cömertlikten payını alanlar için değerli bir kaynak olur.
Ancak cömertliği de yerinde, zamanında ve gerektiği ölçüde göstermelidir. İsraf ile
cömertliğin sınırını ayırırken çok dikkatli olmalıdır. İsraf yolunu açan cömertlik insana
zevkten çok acılı sonuçlar getirebilir. Param ve malım çok diye ona buna gösteriş
yaparcasına servet dağıtmanın birçok kişiyi felaketli sonlara götürdüğü akıldan
çıkarılmamalıdır.
Cömertlik, servetimizle orantılı olmadığı sürece, bir rüzgârın savurduğu yaprak
benzeri, amaçsız bir gösteriden ileri gidemez. Başkalarına bir şeyler verebilmenin zevkini
tadabilmek için kime ne kadar verebileceğimizi önceden saptamada büyük yararlar vardır.
(Arif Hikmet Par, Açıklamalı Özdeyişler)
8 / 24
2. Hikâye Edici Anlatım
Belli bir zaman diliminde meydana gelen olayların anlatıldığı durumlarda başvurulan
bir anlatım türüdür. Eskiler buna tahkiye derlerdi.
Hikâye; kişi, zaman ve mekân unsurlarına dayanır. Olaylar bir plan çerçevesinde ve
kendi doğal akışları içinde, sırasıyla verilir. Olay ağırlıklı hikâyelerde, merak unsuruna bağlı
bir anlatım dikkati çeker. Okuyucuda heyecan ve gerilim yaratacak bir şekilde anlatılan
olaylar daha sonra bir sonuca bağlanarak duyulan merak giderilmeye çalışılır. Durum ağırlıklı
hikâyelerde ise olaydan çok duygu, düşünce, hayal, davranış, kişisel ve sosyal yorumlar önem
kazanır; psikolojik tahlillere yer verilir. Bu tarz hikâyelerde olay genellikle bir sonuca
bağlanmaz ve böylece okuyucu üzerinde farklı çağrışım ve izlenimler yaratılır; kahramanlar,
yer ve zaman gibi unsurlar okuyucuya sezdirme yoluyla tanıtılır.
Hikâyeye konu olan olay, bazen yazar tarafından yani birinci kişi ağzından bazen de
hikâye kahramanlarından biri tarafından yani üçüncü kişi ağzından anlatılır. Hikâyenin kimin
ağzından anlatılacağının belirlenmesi, bakış açısını oluşturur.
Hikâye edici anlatımda fiiller görülen geçmiş zaman kipinin basit ve birleşik
zamanlarında kullanılır. Öğrenilen geçmiş zaman ise sadece, başkalarından duyulanların
söylenmesi sırasında kullanılır.
Hikâye etme, daha çok roman ve hikâyelerde başvurulan bir anlatım şeklidir; ancak
anı, sohbet (söyleşi), mülakat (görüşme), tarih vb. yazı türlerinde de bu anlatım yolundan
faydalanılmaktadır.
BİR MOTORDA DÖRT KİŞİ
Güverteyi aydınlatan hüzünlü ampulün ışığında dört kişiydiler: Sarı saçlı bir kadın,
çiğ et kokan bir kasap, dazlak başlı bir profesör, bir de ağzında piposu, delikanlı.
Dördü de son vapuru kaçırmış, bu uykulu kaptanın istediği beşer lirayı hemen verip
motora atlamışlardı.
(…)
Profesörün zihni tramvayda okuduğu bir makaleye takılmıştı.
Kasaba gelince o hem fıstık yiyor hem toptancının yolladığı son faturayı düşünüyordu:
Hadi karamana yüz elli yazdığı neyse ne, fakat dağlıcı ne demeye yüz seksenden hesap ediyor
herifçioğlu?
Gece yıldızsız, deniz hafif çalkantılı idi. Bordaya vuran küçük dalgaların serpintisi ara
sıra muşamba şilteleri ıslatıyordu. Motor artık Moda’yı, Kalamış’ı da geride bırakmış,
Adalar’a doğru yol almaya başlamıştı.
9 / 24
Sarışın kadın üşümüş olacak ki birden kalktı, rüzgârdan uçan eteklerini tuta tuta içeri
kamaraya doğru yürüdü. Fakat içeri girmesiyle başının dönmesi bir oldu. Burası yanık
benzinle karışık kızgın demir kokuyordu.
Kadın hemen bir pencere açıp önüne oturdu. Sonra yine bir sigara yakıp dışarı
üfürdü.
Çamlıca sırtlarında iki uçaksavar ışıldağı karanlık gökyüzünü tarıyorlardı.
Işıldakların biri sağdan sola kayarken öbürü soldan sağa doğru iniyor ve ikisi ortada bir
yerde birleşince husule gelen göz alıcı ışığı seyretmek, doğrusu pek ömür oluyordu.
Sarışın kadın dalmış bunlara bakarken hemen biraz ötesinden denize ateş böceği gibi
bir şey uçtu. Bunu bir başkası, bir başkası daha ve nihayet ardı arası kesilmeyen birçokları
takip etti. Kadın dalgın gözlerle bir müddet hiçbir şey düşünmeden birbirini kovalayan bu
acayip böceklerin çini mürekkebi gibi siyah denizde teker teker eriyişlerini seyretti. Sonra
birden deminki kızgın demir kokusunu hatırlayınca yerinden fırladı. Kaptan kamarasına
geçen kapıdan dışarı şimdi hafif bir duman sızıyordu. Kadın şaşkınlıkla kapının tozuna yapıştı
ve o zaman yüzünü alazlayan sıcak bir dumanın ortasında, kaptanla çımacıyı yere çömelmiş,
kan ter içinde uğraşırken gördü. Bayılacak gibi oldu bir an… Sonra: “Yanıyoruz… İmdat!..
Yanıyoruz!” diye kendini dışarı attı.
Bu feryat güvertenin üstünü bir anda allak bullak etmişti. Kadın, kaptan kamarasının
kapısını açık bıraktığından şimdi dumandan göz gözü de görmüyordu. Kasap, şaşkınlıktan,
oturduğu minderi kucaklamış; profesör bir motorun tek tahlisiye simidini boynuna
geçirivermişti.
Sarışın kadın, telaştan piposunu düşüren genç adama doğru koştu:
-“Kurtarın beni… Kurtarın, yüzme de bilmem ben.” diye yalvardı.
Delikanlı titrek bir sesle:
-“Ben de bilmem.”
diye cevap verdi. Hâlbuki biraz bilirdi. Kendini şöyle yarım saat su üstünde
tutabilecek kadar… Ama yalnız kendini… Kadın ondan ümidi kesince kasaptan medet umdu.
Fakat o şimdi iki elini açmış:
- “Şu vartayı bir atlatalım. Dinim hakkı için üç koyun gurban edecem.” diye adak
adıyordu.
Hepsinden çok profesörün işi bitikti. Hâlbuki o, kahraman da geçinirdi. Hatta daha o
sabah derste Sokrat’ın hayatı nasıl istihkar ettiğini anlatırken gerçek bir filozof için bunun
hiç de güç olmadığını ve nitekim kendisinin de onun gibi ölümü tebessümle
karşılayabileceğini söylemiş; işin tuhafı, sözlerine talebeleri kadar kendini de inandırmıştı.
Kadın şimdi bakraca su dolduran çımacının kıllı göğsüne sarılmış:
10 / 24
-“ Allah aşkına bırakmayın beni, ne olursunuz bırakmayın.”
diye yalvarıyordu. Onlar böyle çırpınıp dururken ön taraftan kaptanın sesi duyuldu:
-“ Teprenmeyun be!... Ne oliysiniz? Motoru paturacaksınız.”
Fakat hiddetli olmasına rağmen sesinde nedense herkese emniyet veren bir şey vardı.
Yoksa… Yoksa söndürmüş müydü yangını? Evet muhakkak söndürmüş olacaklardı. Hiç
söndürmeseler kaptan böyle onlara çatacak vakit bulabilir, hiç çımacı kovada kalan suyu
tekrar denize boca eder miydi?
Kaptan:
-“ Ne adamlara çattık yahu!”
diye söyleniyordu. Profesör, kaptanın hiddetini haklı bulmuştu. Yakalığını düzeltti.
-“ Öhö, öhö, diye öksürdü; nedir bu telaş yani. Öyle ya, biraz sakin olalım beyler.”
diyecekti. Evet handiyse böyle diyecekti, isabet ki demedi. Zira tahlisiye simidi hâlâ
sımsıkı boynunda duruyordu.
Motor bir iki homurdanıp durduktan sonra şimdi keyifli keyifli işlemeye başlamıştı.
Yerine dönen kaptan içeride hâlâ geçmişi kınalı motora ve şamatacı yolculara veriştirip
duruyordu. Fakat onlar aldırmadılar artık. Paylasındı, sövsündü, isterse dövsündü onları.
Kurtulmuşlardı ya bir kere.
Çımacı, ilerde kolunun yeniyle terini siliyordu. Belli ki bu hengâmede kaptandan çok o
yorulmuştu.
Bir çeyrek sonra her şey artık normale dönmüş bulunuyordu. Sanki rüzgâr o boğucu
dumanla beraber ölüm korkusunu da güvertenin üstünden silip götürüvermişti.
Güverteyi aydınlatan hüzünlü ampulün ışığında şimdi yine dört kişiydiler. Yine kendi
içlerine kapanmış dört kişi.
Kadın adamakıllı sükûnet bulmuş gibiydi. Eli fazlaca titremese hatta sigara bile
içecekti.
Delikanlı yine piposunu içiyor. Profesör evde kendini bekleyen tombalak karısıyla
şimdi her zamankinden çok sevdiği pembe yanaklı evlatlarını düşünüyordu.
Kasaba gelince o biraz evvel adadığı üç kurbanı ikiye indirmek için vicdanını
dolandırmakla meşguldü. Bunda muvaffakta da oldu. Hatta öyle ki Büyükada’nın ışıkları
göründüğü zaman bu iki kurban da bire inmiş bulunuyordu. Hem artık onu da kurban
bayramında kesecekti.
11 / 24
Motordan ilk atlayan profesör oldu. Onu esmer delikanlı takip etti. Islıkla oynak bir
samba çalıyordu. Kasap koşa koşa, zıplaya zıplaya bir çocuk gibi uçup gitti. Sarışın kadın en
sona kalmıştı. İnip kalkan motordan bir türlü rıhtıma atlamaya cesaret edemiyordu. Çımacı
ona elini uzatmak istedi. Fakat kadın bu ter kokulu, hırpani adamın elini tutmamak için acemi
bir sıçrayışla kendini rıhtıma atıp dik ökçelerinin üstüne pür azamet uzaklaştı…
Haldun Taner, Kızıl Saçlı Amazon [Bütün Hikâyeleri 1])
3. Tasvir Edici Anlatım
Tahlille birlikte kullanılan ve hemen her türde ya da bilimsel eserde başvurulan bir
anlatım tarzıdır. Bir bakıma kelimelerle resim çizme sanatıdır. Ayrıca, gözlemlenen şeyin dış
görünüşünün yanında onun kokusunu, tadını, sesini ve temasını da hissettirmektir.
Tasvir, gözleme dayanır. Eşya, tabiat, insan gibi konular, duruma göre genel ya da
özel yönleriyle ele alınır. Varlıkların kendilerine özgü niteliklerini ve bu niteliklerin
duyularımız üzerinde yarattığı etki ve izlenimler bu yolla anlatılır.
Varlıklar ya da soyut kavramlar, zaman ve mekândan ayrı düşünülemez. Tasviri
yapılan şeyler, iyi kavranması açısından, mutlaka zaman ve mekân boyutu içinde verilir.
Tasvir edilenle tasviri yapan arasındaki zaman ve mekân ilişkisine bakış açısı denir.
Tasvirlerdeki çeşitliliği bu bakış açısı oluşturur.
Bilgi ve fikir vermek amacına dayanan objektif tasvirlerde kelimeler, temel
anlamlarına bağlı kalınarak kullanılır; fikirler açık, kesin ve gerçeğe uygun bir şekilde
anlatılır. Ancak kişisel duygu ve heyecanların ifade edildiği subjektif tasvirlerde genellikle
sanat diline başvurulur. Böylece mecazlar ve benzetmeler vasıtasıyla anlatıma kazandırılan
ahenk ve özlülük, estetik duyguların uyanmasında rol oynar. Tasvirlerde sıfat ve sıfat görevli
kelimelerin kullanılmasına özen gösterilir.
YALILARIN ETRAFI
Bu eski zaman yalılarının çoğu doğrudan doğruya Boğaziçi sularına açılır ve
önlerinden başka bir yol geçmezdi. Muhitlerine girer girmez onları, çiçekleri, ağaçları,
limonlukları, serleri, kameriyeleri ve bazen de koruları ile kendilerine has bir âlem içine
kapanmış bulurduk. Her yalının bir mizacı, şiiri, iklimi, coğrafyası, bir nevi hayat sahası
vardı. Her eski zaman yalısı, etrafıyla birlikte, kuvvetli bir şahsiyet hâlinde görünürdü.
Boğaziçi’nde bir yalı olunca, tabii, çiçekleri de olur ve masrafları arasında bahçıvan
maaşlarının da yer alması tabii sayılırdı. Böylece her yalı bütün bir tabiat manzarasıyla
hemahenk olarak bir şiir iklimine dalardı.
Her yalı sahibinin daha güzel bulup daha çok sevdiği ve bunun için bahçesinde daha
çok bulundurduğu çiçekler vardı. Hepsi birden bir şehrâyini hatırlatan bütün bu çiçekler,
bilirsiniz ki birer birer, tabiatın yaptığı bir sanat için sanattır. Ayrı ayrı renkleri, biçimleri,
kokuları ile hepsi de, yan yana, bir güzellik müsabakasına katılmış güzellere benzerlerdi.
Hepsi de birer mucize olan bütün bu çiçeklerden hangisini daha üstün sayabilirsiniz? Bütün
12 / 24
bu tercihler, devirlerin modaları, şahsi zevklerin tesirleriyle zaman zaman gelip geçmiştir.
Bütün bir tarih devri laleler en zarif, en makbul çiçeklerdi. Rengârenk, büyük ve derin kokulu
güller bilhassa kıvamları ve edalarıyla çiçeklerin en mükemmeli sayılır. Kokularının bir
damla acısını duyuran karanfiller, hakikaten “yârin dudağından getirilmiş bir katre alev”
gibidir. Ve itinalı çiçekler arasında daha tevazulu, daha küçük mor menekşeleri, bir damlacık
beyaz vücutlarıyla yaseminleri, nazlı, hafif mor salkımları, ne güzel bir isimle, hanımellerini,
ince, eflatun renkli leylakları ne kadar severiz! Beyaz zambaklar, renk renk sümbüller, biraz
Frenk hâlli ve isimli kamelyalar, krizantemler, gösteriş meraklısı orkideler de vardır.
Boğaziçi toprağına ve havasına çok uyan ve büyük bir ağaç hâline gelen manolyalar biraz
mayhoş fakat tesirli kokularıyla, inhitat zamanındaki, rengi kararmış yahninin, her nedense,
bir akrabası gibi görünürler. Uzaktan, bazı ağaçlar tam birer çiçek gibi gözükür, bütün bir
ağaç kocaman bir çiçek olmuştur. Bir erguvan için için canlı bir alevdir.
Bu yalı bahçelerinin civarlarında biraz daha dolaşınca mutlaka birtakım limonluklar,
serler görülürdü. Büyük annelerimizin taşıdıkları Hind şalları gibi dallı yapraklı ve bir çiçek
göbeği kadar yeşil ve ılık, hiç kış tanımamış türlü çiçeklerle dolu, rengârenk camlı öyle
limonluklar, serler vardı ki insana gayri tabii gelen bir hava, garip bir toprak ve dünya
kokusu içinde biraz ıslak, biraz yanık ve nebati olmaktan ziyade madenî ve bayıltıcı bir
iklimin hüküm sürdüğü bu yerlerde sanki değişmiyen mevsimler, geçmiyen zamanla bütün bu
çiçeklerin kokuları da üst üste yığılıp bayılmış kalmışlardı. Çiçeklerin kadifeli bir sıcaklık
içinde gelen kokularını elle dokunulacak ve okşanılacak gibi duyardınız. Bu bahar içinde
biraz mayhoş bir meyve tadılır gibi, yalnız geçmiş günler ve gecelerin değil, burada bütün
mevsimlerin ve yılların karışık, derinleşmiş sıcak nefeslerinin kesildiklerini hissederdiniz. Ve
ben bütün kokuların bir umman gibi genişleyen şiirinde yüzerken son kıyılarına bir türlü
varamadan geri dönerdim.
Biraz daha ilerleyince bazen de, eski zamanın saffetini gösteren, beklenmedik bir
küçük bina ile karşılaşılırdı. Bu, ya yüksek ağaçlar arasında yalnız bir kapılı ve üç pencereli
küçük bir odadan ibaret, apuletli, kordonlu bir paşa esvabı giymiş, kılıç kuşanmış bir çocuğa
benzeyen hoş ve gülünç manzaralı bir yapı olur yahut ihtiyarlamış akrabalarımızdan birini bu
köşeye, başkanlarından daha fazla bir sevgiyle, daha çok bağlanmış görürdük, öyle ki
sonraları, bütün Boğaz ve bütün yalı içinde bu akraba ve bu kameriyeyi hep bir arada ve iç
içe hatırlayarak aralarındaki talih ortaklığını da duymuş, düşünmüş birini yâd ettikçe ötekini
de anmış olurduk.
Yine bu bahçe veya bu koruların bazılarında hiç ümit etmediğimiz bir yerde,
Boğaziçi’nin mavi ve sihirli sularının yakınlığına rağmen, su sanki bir defa daha görülsün ve
sesi bir defa daha işitilsin diye, bir havuz belirir ve bazılarında ise, gece gündüz açık bir
fıskiye, içindeki sükûtu damla damla taşırarak kendini damla damla dinletirdi.
Ve bazen de Boğaziçi’nin, âdeta konuşmasını bilen şair sesli kuşlarından birinin,
bazen bir bülbülün, bazen bir ishakın, bazen ismini bilmediğimiz bir başkasının gece içinde
seslenişi, bir an için, tabiatın bir iç çekişi gibi duyulurdu.
13 / 24
Az daha gidilince bazı yılların ayrı birer cennet, gençlik ve ihtiyarlık dışı ezelî bir
lezzet, mantığın almadığı tabii bir saadet diyarı hâlinde bir korusu bulunurdu. Burası, büyük,
asil ağaçlarıyla, bir başka tabiatın muhteşem musikisini dile getirir, bu ağaçlar âdeta
zikreder veya vecde gelirlerdi. Bu büyük ağaçlar. Eski manalara göre, birer üstada, ermişlere
veya şairlere benzerlerdi. Burada bir kısas-ı enbiya zamanları yaşanır, vakt-i saadet
insanlarına rastlanırdı. En hakir bir bahçıvan veya korucu kulübesi tarik-i dünya bir filozofun
hücresi gibi görünürdü. Bu korularda zaman öyle bir azametle duyulurdu ki bazılarında
ancak birer ikişer saat kalmışken şimdi onları hâlâ kuytuluklarında birer ikişer senem
geçmişçesine hatırlıyorum. O geçmiş saatleri şimdi geçmiş senelerle karıştırıyorum.
Yalıların arka taraflarındaki bu bahçeler veya bu korulardan sonra gelen yüksek
duvarların ortasındaki, hiç açılmamış gibi duran, büyük bir ihtiyar kapı zahmetle açılır ve o
kapı bir kere açılınca önünden geçen yol büsbütün eski bir zamandan kalma, daha hiç
üzerinde yürünmemiş, bozulmamış gibi o kadar en eski haliyle görünürdü ki bizi hemencecik
Fatih devrine ulaştırırdı.
Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri
4. Tartışmacı Anlatım
Bir konu üzerinde, birbirine aykırı olan görüşlerin karşılıklı olarak tartışıldıktan sonra
savunulmasıdır.
Karşımızdakini bizce doğru olan düşünce ve davranışa çekmek, onu yanlış fikirlere
kapılmaktan alıkoymak istediğimizle tartışmacı anlatımı kullanırız.
Bu anlatım yolunda, ileri sürülen görüşün mutlaka tartışmaya uygun olması gerekir.
Çünkü bazı konular, tartışmaya ihtiyaç göstermez. Söz gelimi çocukların ve gençlerin
gelişmeleri için kitap okumaları gerektiği konusu herkesçe bilinen bir şey olduğu için ayrıca
tartışmaya gerek yoktur ancak onların fikir, ahlak ve estetik zevk bakımından hangi eserleri
okumaları gerektiği bir tartışma konusu olabilir.
Bu anlatım türünün başlıca özelliği, inandırıcı olmak ve karşısındakini ikna etmektir.
Bunun için de izlenmesi gereken yol şudur: Önce, tartışmada savunulacak olan düşünce
belirlenir, bu düşüncenin doğruluğunu kanıtlayan belgeler toplanır; daha sonra bunlar,
mantıklı bir sıraya konarak düzenlenir. Tartışılan konunun özelliğine göre de kanıtlardan,
örneklerden, karşılaştırmalardan tümevarım, tümdengelim gibi anlatım yöntemlerinden birine
ya da birkaçına başvurulur.
Eleştiri (tenkit) ve makale gibi türlerde, bu anlatım yolundan faydalanılır.
YENİ TÜRK ŞİİRİ
Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Sıtkı Tarancı gibi, şekillerine ve ritimlerine alışık
olduğumuz şiirleriyle gözlerimizden perdeyi düşürerek içimizi varlığın esrarı ile dolduran
14 / 24
şairlerimizin yanı başında, şeklini arayan, yolunu açmaya çalışan şairlerimiz de var; işte yeni
şiirler bu sonuncu şairlerin verdiklerini; olmuşu değil, oluşu gösteren şiirleri kastediyorum.
Çoğu okuyucunun yadırgadığı bu yeni şiirin ne dereceye kadar başarı gösterdiğini
anlamak için, onun her şeyden önce ne istediğini anlamak gerekir. Burada, “yeni” kelimesini,
bir değer hükmü olarak değil, sadece yeni bir çabayı ifade eden bir kelime olarak
kullanıyorum.
Yeni şiir ne istiyor? Hemen söyleyelim: eskiyi yıkmak. Her yeni, sanat hareketi eskiyi
yıkmakla başlar. Yeni şiir sıkıcı ve bunaltıcı bulduğu eski şiire sert bir tepkidir; eski şiir,
vezinsiz, kafiyesiz, musikisiz, şairanesiz şiir olamayacağına inanırdı. Eski şiir neyi saymış,
neye güvenmişse yeni şiir onu alaya almıştır; ilk iş, şekli mafsallarından ayırmak, vezin ve
kafiyeyi atmak, musikiyi susturmak, şairane sayılan düşüncelere el koymak oldu.
Kendilerinden konuşulsun diye taklit yoluna saparak acayip şiirler yazan bazı şairler
bulunmakla beraber, yeni tarzda yazan birçok şairlerimizin garabet olsun, kendilerinden
konuşulsun diye garip şiirler yazdıkları söylenemez.
Vezinli, kafiyeli, musikili şiirler yazamadıkları için de bu yolu tuttukları ileri
sürülemez. Onların alışık olduğu tarzda yazmış oldukları çok güzel şiirleri vardır. Bu hususta
şüpheniz varsa Orhan Veli’nin:
Ne hoş ey güzel Tanrım, ne hoş
Maviliklere sefer etmek!
Bir sahilden çözülüp gitmek!
Düşünceler gibi başı boş!
Kıtasıyla başlayan “Açsam Rüzgârlara” şiirini okuyun!
Hücuma ilk hedef olarak, vezinle kafiyeyi görüyoruz. Vezinsiz ve kafiyesiz şiir olmaz
mı? Elbette olur! Elbette, şiiri şiir eden ne vezin ne de kafiyedir. Fakat ne vezin ne kafiyeden
ibaret olmayan şiir, vezinsizlik ve kafiyesizlikten de ibaret değildir. Vezinsiz ve kafiyesiz çok
güzel şiirler de vardır. Ama şiir veznin ve kafiyenin aldatıcı ahengine kapılarak kuru bir
nazma düşebilirmiş! Vezinsiz ve kafiyesiz yazmakla da düpedüz nesre düşmek yok mu?
Şekli ve ahengi böylece kıran yeni şiir, büyük konulara yüz çevirerek silik konuları,
küçük tasaları, küçük sevinçleri ele almıştır. Dünyada yalnız büyük endişeler, ruhu bin bir
şüpheyle kaynayan üstün insanlar yok ya! Tramvay biletçisi Rıza, İşkembeci Rüstem Usta,
Garson Nuri, Belediye tahsildarı Ahmet, Bekçi Tabir Ağa, Mamak’ı Hasan, Bıçakçı
Süleyman, Kumkapılı Melâhat, Topkapılı Hacer de var; onlar da yaşıyor, onların da
kendilerine göre meseleleri, dertleri var. Şiir yalnız falan üstada mı, falan büyük adama mı
ithaf olunur? Bir vitrin karşısında acı hülyalara dalan çöpçü Ahmet’i, kara somunu yavuklusu
gibi bağrına basan fırıncı Ahmet Ağa’yı unutuyor musunuz?
15 / 24
Yeni şiirde, insan gibi eşya da yer değiştiriyor. Piyano, resim fırçası, vazo, şarap,
krizantem, bonbon gibi şeylerin yerini zurna, süpürge, kavanoz, rakı, salata, macun veya
horoz şekeri alıyor.
Yeni şiir fildişinden kuleyi bir vuruşla yıkmıştır. O dolaşıyor, ama Çamlıca’da,
Tepebaşı’nda, Moda’da değil; Edirnekapı’da. Yeşiltulumba’da, Üsküdar’da,
Mahmutpaşa’da, Kapalıçarşı’da, Uzunköprü’de dolaşıyor. Görüyor, dinliyor. Gördüğü,
dinlediği hep fakir ve basit insanlardır.
Yeni şiirde görülen “mahsustur, küsur, gayrıkabil, manidar, tahsisat, istifade,
mamafih, bermutat, bihaber, namevcut, hoşnut” gibi lugatlar, “anam babam, asardım,
boşver, resmidir, efkâr, çeker arabamı giderim” gibi halk argosundan alınmış deyimler, bir
yandan eski şiirin mümtaz kelimeleriyle alay etmek, bir yandan da halkın günlük hayatından
bir estantane vermek içindir. Fransa’da Apollinaire’in yaptığı gibi bazı şarkı nakaratını şiire
karıştırmak veya atasözlerini katmak da aynı endişeden doğuyor. Bu bakımdan yeni şiirimizin
sosyal bir tarafı da vardır. Şiirin yazıldığı günlerdeki bazı olayları yaşatmak merakı da aynı
endişeden ileri gelmektedir.
Şüphesiz, hayatta olan her şeyden şiire varılabilir. Şiir belli hiçbir olayın, hiçbir
duygu ve düşüncenin inhisarında değildir.
Orhan Veli’nin “Kitabe-i Sengi Mezar”ına ilgi duymamız onun, Süleyman Efendi’de
silik insanları basit fakat ezelî dertleri içinde yaşatmak isteyen ilk tecrübe olmasıdır. Mersiye,
ister Sultan Süleyman’a ister Süleyman Efendi’ye söylenmiş olsun sanat bakımından birdir.
Şiirde asıl olan, şairin duygu ve duyuşun başka türlü söylenmesine imkân olmayacak tarzda
kelimelerle kuruluşu, bir şiir iklimi yaratmasıdır. Şiirin yalnız büyük konularla
yazılabileceğini ileri sürenlere karşı “Kitabe-i Sengi Mezar” ayrıca bir mana taşır.
Yeni bir şiiri arayan şairlerimiz bir yandan eskiyi alaya alma temrinleri yaparken bir
yandan da zamandan kaçış gibi eski temalara taze bir ruh vermesini bilmiş, edebiyatımıza
yaşamak sevinci gibi yeni duygular da getirmişlerdir.
Faik Baysal’ın:
Vakıfımdır kâşiflerin ilmine,
Altın toprakların rüya verimine,
Fal açarım ruhlar âlemine,
Asma köprüler kurarım Çin'e,
Vadederim uslu duracağımı...
Kaptan, beni de al gemine.
mısraları, Ahmet Haşim'in "O Belde"sini ne kadar gerilerde bıraktığımızı gösterir.
16 / 24
Şairin bilinmeyen beldeleri görmek istemesi, unutmak istediğinden çok, gözlerini
çocuk gibi iri iri açarak her yeni şeye şaşmak ihtiyacından doğuyor. Bu ihtiyaç şaire her
günkü şeylerde bile yeniyi görmesini öğretmiştir. Edebiyatımız için yeni bir tema olan
yaşamak sevinci de, her şeye yeni gözlerle bakarak, her şeyi yeniden görmenin tabii bir
neticesi değil midir?
Tarladaki ot, havadaki böcek, sudaki balık gibi yaşamanın verdiği bu basit, ama
gürbüz sevinci duymak için büyük şeylere lüzum yok. Bir sigara dumanı gibi havayı içimize
çekmemiz, açık bir kış günü paltomuzun yakasını kaldırarak dolaşıp durmamız, düşünmeden
konuşmamız veya potinlerimizin parlaklığında yüzümüzü seyretmemiz, bir çocuk gibi
gülmemiz yeter. Bu ruh nekahatını yeni şiirimizle güzel örneklerle görmekteyiz, işte
bunlardan bir tanesi:
Nedir bende bugünlerdeki
Bu on beş yaşındaki çocuk hali?
Çiçeklere duyduğum bu sevgi?
Bu küçük eşya merakı?
Böyle uzun uzun seçişim yemeklerimi.
Sigaramı, kahvemi keyifle içişim?
Ve böyle yerleştirip odamı
Hiç yoktan gülüşüm, sevinişim.
Necati Cumalı
Şair tabiatı artık meseleleriyle, geçmiş günleriyle konuştuğu için değil, beş duyusunu
birden tutuşturduğu için sevmektedir.
Tam otların sarardığı zamanlar.
Yere yüzükoyun uzanıyorum
Toprakta bir telâş, bir telâş;
Karıncalar öteden beri dostum.
Ellerime hanım böcekleri konuyor
Ne şeker şey onlar!
Uç böcek, uç böcek diyorum,
17 / 24
Uçuyorlar.
Pan’ın teneffüsü bile
Ilık, okşamakta yüzü
Deve dikenleri, çalılık ve saire.
Bir edem bu toprakların üstü!
Tabiatla haşır neşir
Kırlarda geçen ikindi vakti;
Sakin, dinlenmiş, rahat
Bir gün daha bitti.
Behçet Necatigil
İşte tepeden tırnağa ihsas haline gelmiş, duyularda erimiş gürbüz bir tabiat, insan
aylarca hasta yatağında kalıp da hayata yeniden kavuştuktan sonra ancak tabiatı böyle
topyekûn görebilir.
Bu yıkanmış duyguyu Cahit Sıtkı'nın "Bugün Hava Güzel", Orhan Veli’nin "Illusion"
isimli şiirlerinde tekrar yaşamamıza rağmen kanıksamıyoruz. Çünkü bu duyguya o kadar
hasretiz. Bu yeni duygu, bu yeni ruh hali, yıllarca kapalı kalmış, küf kokan, loş, tozlu bir
odaya, pencereler açılınca perdeleri savurarak ansızın dolan ışık ve hava gibi şiirimize
doluverdi. Atelye geleneği karşısında ayaklanarak açık havanın kucağına atılan
Impressionniste ressamlar gibi, genç şairlerimiz de hayatın ve tabiatın ortasına atıldılar.
Yeni şiirimiz tabiatı, hastalıktan kurtulmuş insanın, taze bakışları ile nasıl görüyorsa,
insanlığı da çektiği bunca kahra rağmen iyimser, umutlu gözlerle görmektedir.
İçimden hep iyilik geliyor,
Yaşadığımız dünyayı seviyorum.
Kin tutmak benim harcım değil,
Çektiğim bütün sıkıntıları unuttum,
Parasız pulsuzum, ne çıkar,
Gelecek güzel günlere inanıyorum.
Necati Cumalı
18 / 24
Tabiata ve insana gönül veren bugünkü şairlerimiz her gün kullandığımız kelimelerle
çırılçıplak bir şiire varmaya çalışıyorlar.
Bugünkü şiirimizin yeni imkânlar ardında koşmasını, geleceği için verimli
görenlerdenim. Şiirde en yüksek duyguların, en büyük olayların bile yalnız söylenişleriyle
yaşamaya layık olacağını kavramış görünen yeni şiirimiz yeni bir söyleyiş için uğraşıyor. Bu
uğraşmanın boşa çıkmadığını az da olsa başarılı örneklerden anlıyoruz. Genç şiirimizin
taşkınlıklarını onun iyi niyetine, sanat sevgisine vermeli.
(Suut Kemal Yetkin, Edebiyat Üzerine)
19 / 24
ÖRNEK SORULAR
1. Vaktiyle Türkistan'da üç kardeş varmış. İsimlerine "Sungur, Kaya, Aytekin"
derlermiş. Sungur ile Kaya son derece merhametsiz imişler. Kardeşi Aytekin'i eziyetleriyle
kasıp kavururlarmış. Aytekin ise henüz on üç on dört yaşlarında olduğu için ağabeylerinin
karşısında hiçbir şey yapamazmış. Bu üç kardeşin büyük bir ovası varmış. Bir tarafı yüksek
dağlarla sınırlıymış. Bir tarafında billur gibi çağlayarak akan su da ovanın ortasından
geçermiş. Ova baharda yemyeşil, yazın ise altın sarısı imiş, bundan dolayı ortasından geçen
çaya da "Altın Çay" derlermiş.
Bu parçanın anlatımı için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Benzetmeden yararlanma
b) Öyküleyici anlatıma başvurma
c) Tasvir edici anlatımdan yararlanma
d) Çeşitli duyulardan yararlanma
e) Tartışmacı anlatından yaralanma
2. Eski Türklerin vezni hece vezniydi. Kargarlı Mahmut'un lûgatindeki Türkçe şiirler
hep hece veznindedir. Sonraları Çağatay ve Osmanlı şairleri taklit yoluyla İranlılardan aruz
veznini aldılar. Türkistan'da Nevaî, Anadolu'da Ahmet Paşa aruz veznini yükselttiler. Sarayda
bu vezne kıymet verdiler. Fakat halk aruz veznini bir türlü anlayamadı. Bu sebeple halk
şairleri eski hece vezniyle şiirler söylemekte devam ettiler. Ahmet Yesevî, Yunus Emre,
Kaygusuz gibi tekke şairleri ve Aşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan gibi saz şairleri hece veznine
sadık kaldılar.
Bu parçanın anlatımıyla ilgili olarak aşağıdakilerin hangisinden
yararlanılmıştır?
a) Açıklama- kişileştirme
b) Açıklama- tanımlama
c) Açıklama- kanıtlama
d) Açıklama - örnek gösterme
e) Açıklama- sayısal veri
20 / 24
3. Otuz yaşlarında, hafif sarı, esmer, tıknazlığa doğru gidebilecek yapıda uzun boylu
genç bir adamdı. Büyük dolgun bakışlı çok siyah gözleri vardı. Bununla beraber ilk bakışta
insan ne bu gözleri ne de düzgün sayılacak yüzünü görebiliyordu. Ramiz beğ, kendisiyle ilk
karşılaşan insan üzerinde daha ziyade anlaması güç bir aksaklık duygusu bırakıyordu.
Sonradan kendisine iyice alışınca bu duygunun ileriye doğru çıkık alnı ve kemikli yüzün
düzgün mimarisiyle bütün çizgileri kaçmak istiyormuş gibi birdenbire bitiren çenenin
arasındaki uygunsuzluktan geldiğini anladım.
Yukarıdaki metinde hangi betimleme türünden yararlanılmıştır?
a) Çevre betimlemesi
b) Kişi betimlemesi
c) Sahne betimlemesi
d) Dekor betimlemesi
e) Hayvan betimlemesi
4. Herkes şair olabilir, diyorlar. Asla! Şiir yazan insan öncelikle ne yaptığını ne
yapmakta olduğunu bilmek zorundadır. Eğer bir şiir zekasına ve bir şiir yazma yeteneğine
sahip değilse bu işe kalkışmamalıdır bile. Şiir yazmak, kolay bir uğraş olarak görüldüğü
sürece ortaya çıkacak yapıtlar da o derece şiirden uzak olacaktır. Oktay Akbal bir deneme
yazısında aynen şunları söylüyor: " Şairlik heveslilerinin ilk başta yapacakları şey, kendinden
önce neler yazılmış, hangi gerekçelerle, duygulanmalarla, düşüncelerle yazılmış bunları
bilmek ve incelemektir. Şair diye ortaya atılmak bir yürekliliktir. Saygı duyulmalı bu
yürekliliğe çünkü herkes şair olamaz."
Bu parçanın anlatımında aşağıdakilerden hangilerine başvurulmuştur?
a) Açıklama- tanımlama
b) Tartışma - örnekleme
c) Tartışma- tanık gösterme(kanıtlama)
d) Açıklama- karşılaştırma
e) Tasvir etme- benzetme
21 / 24
5. Fatih taraflarında -amca derim - bir uzak akrabam oturur. Hali vakti yerindedir.
Üstelik bir radyosu, küçücük bebek yastığı gibi bir kedisi ve on altı on yedi yaşlarında da bir
kızı vardır: Kumral saçlı, taptaze kadife tenli, iri yeşil gözlü, canlı, cana yakın bir şey. Adı da
İclâl. Bana gelince, ben işte böyle yirmi üç yaşımda bütün varlığı ve avuntusu sık saçlar,
sağlam dişler ve kırmızısı bol kocaman düğümlü kravatı olan bir tıp talebesiyim.
Bu parçanın anlatımında aşağıdakilerden hangisi yoktur?
a) Hikaye edici anlatıma başvurma
b) Niteleyici anlatıma başvurma
c) Tasvir edici anlatıma başvurma
d) Benzetmelere başvurma
e) Açıklayıcı anlatıma başvurma
6. Günümüz romanlarının en büyük sıkıntılarından biri de son derece yaygınlaşmış
olan tüketim kültürüne esir olmasıdır. Belki ben böyle düşünüyorum. Edebiyat kolay tüketilen
bir şey değil; aksine kendini yeniden üreten bir şeydir. Günümüzde yazılan kitapların çoğunda
tekrar okunma potansiyeli yok. Bu, tüketim için yazıldıklarını gösteriyor. başarının hızla ve
parayla ölçüldüğü bir çağda kitaplar da böyle ışık hızıyla ortaya çıkıp hemen yok oluyor.
Bu parçanın anlatımında aşağıdakilerin hangisinden yararlanılmıştır?
a) Tartışma
b) Açıklama
c) Tasvir etme
d) Öyküleme
e) Karşılaştırma
7. Özgüven, şahsiyetimizin önemli bir parçasıdır. İki önemli boyutu vardır özgüvenin:
Kendimizle olan iletişimimiz, hayatımız hakkındaki düşüncelerimiz. Her iki özgüven kişide
birbirini destekler niteliktedir. Bütün bunlar insanın kendi kişiliğini kabul etmesine ve bunun
sonucunda da kendisi ve çevresiyle barışık yaşamasına yardımcı olur.
Bu parçanın anlatımında yazar aşağıdakilerin hangisinden daha çok
yararlanmıştır?
a) Tasvir etme
b) Açıklama
22 / 24
c) Tartışma
d) Hikayelendirme
e) Örneklendirme
8. Türk sineması, 2004 yılını rekorlarla bitirdi. Bu sene Türk filmlerine giden seyirci
sayısı, bir önceki yıla göre %115 oranında arttı. 1991 yılında 272 sinema ve 10 milyon
seyirciyle yaşama savaşı veren Türk sineması, bugün sinema sayısını % 28 oranında artırarak
349'a yükseltti. 2004 yılında 207 yerli ve yabancı yapıma 29 milyon 500 kişi gitti ve büyük
hasılatlar elde edildi.
Bu parçanın anlatımında aşağıdaki düşünceyi geliştirme yollarından özellikle
hangilerinden yararlanılmıştır?
a) Tartışma- örnekleme
b) Tasvir etme- karşılaştırma
c) Açıklama- tanımlama
d) Açıklama- sayısal veri kullanma
e) Tartışma- sayısal veri kullanma
9. Irmağa giden yol, kasabadan kurtulunca göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali
bahçeleri arasından geçerdi. Haziran içinde bile taşkın dere ayaklarının çamurlu ıslak tuttuğu
bu gölgeli yerlerde otlar bütün bir yaz mevsimini yeniden yeniye sürer. Kızgın güneş
ağaçların tepelerinde meyveleri pişirirken rutubetli toprakta birbiri arkasına yoncalar fışkırır,
çayırlar kabarırdı. Suların serinliği, taze ot kokusu, gölgelik ve bereket içinde bahar bu
bahçelerde ta kışa kadar uzanıp giderdi.
Bu parçanın anlatımında aşağıdaki düşünceyi geliştirme yollarından özellikle
hangilerinden yararlanılmamıştır?
a) Çevre tasvirine yer verme
b) Gözlem gücünden yararlanma
c) Benzetmelerden yararlanma
d) Çeşitli duyulara yer verme
e) Öznel ifadeleri kullanma
23 / 24
10. Türkçe ile bilim yapılamaz diyenler var. Bunu iddia etmek öğrenimini Türkçe
yapan üniversitelerimizin çalışmalarını inkâr etmektir. Bunlardan yetişip devletin her
kademesinde görev alan hakim, hekim, öğretmen ve mühendislerin yetersizliğini iddia etmek
gibi gülünç bir duruma düşmektir. Ayrıca ülkemizde Türkçeden başka bir dille öğretim
yapmak dilimize dolayısıyla milli kültürümüze saygısızlıktır. Dilimizi ilmin ışığında geliştirip
korumak ve ona layık olduğu değeri vermek varlığımızı ilgilendiren milli bir görevdir.
Bu parçanın anlatımı için aşağıdakilerden hangisine başvurulmuştur?
a) Tartışmacı anlatıma
b) Açıklayıcı anlatıma
c) Tasvir edici anlatıma
d) Hikaye edici anlatıma
e) Kanıtlayıcı anlatıma
Cevap Anahtarı
1. e 2. d 3. b 4. c 5. e 6. a 7. b 8. d 9. c 10. a
24 / 24
KAYNAKLAR
DUYMAZ, Recep, Uygulamalı Kompozisyon Bilgileri, Seda Yayınları, İstanbul 1984.
50. Yıl Konferansları, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1974.
EMİR, Sabahat, Örnekleriyle Kompozisyon Yazma Sanatı, İstanbul 1985.
ERTAN, Ali, Örneklerle Sözlü ve Yazılı Yeni Kompozisyon, Ak Yayınları, İstanbul 1976.
GARİBOĞLU, Kemal, Örneklerle Kompozisyon Bilgileri, Serhat Dağıtım, İstanbul 1981.
GÖKŞEN, Enver Naci, En Yeni Yöntemlerle ˗Örnekli˗ Uygulamalı Kompozisyon İlkeleri ve
Antolojisi, Yüksel Test ve Eğitim Yayınları, İstanbul 1977.
KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Sözlü-Yazılı Kompozisyon; Konuşma ve Yazma Sanatı,
İnkılap Kitabevi, İstanbul 1978.
KORKMAZ, Alaattin, Türkçe Kompozisyon, Ecdat Yayınları, Ankara 1988.
ÖNER, Sakin, Örneklerle Kompozisyon Düzenli Yazma ve Konuşma Sanatı, Veli Yayınları,
İstanbul 1981.
ÖZDEMİR, Emin ˗Binyazar, Adnan, Yazma Sanatı ˗Kompozisyon, Varlık Yayınları, İstanbul
1977.
ÖZDEMİR, Emin, Örnekli ve Uygulamalı Yazma Tekniği, Üçler Yayınevi, Ankara 1967.
PAR, Arif Hikmet, Plânlı Yazma Sanatı, Kompozisyon, Serhat Yayınları, İstanbul 1990.
YÜZBAŞIOĞLU, Muammer, Örneklerle Yazılı ve Sözlü Anlatım Bilgisi, Serhat Yayınları,
İstanbul 1984.