View
242
Download
4
Category
Preview:
DESCRIPTION
Â
Citation preview
1
Demir
Küçükaydın
Marksist
Demokrasi Teorisine
Katkı
Yayınları
2
MMaarrkkssiisstt DDeemmookkrraassii TTeeoorriissiinnee
KKaattkkıı
DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn
BBiirriinnccii SSüürrüümm
KKaassıımm 22000099
DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr
İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt
BBuu kkiittaapp KKööxxüüzz ssiitteessiinniinn ddiijjiittaall yyaayyıınnııddıırr..
KKaarr aammaaccıı oollmmaaddaann,, ookkuummaakk vvee ookkuuttmmaakk iiççiinn,, iinnddiirrmmeekk,, ddiijjiittaall oollaarraakk
bbaassmmaakk vvee ddaağğııttmmaakk sseerrbbeessttttiirr..
AAllıınnttııllaarrddaa kkaayynnaakk ggöösstteerriillmmeessii ddiilleenniirr..
YYaayyıınnllaarrıı
3
Marksist Demokrasi Teorisine Katkı
İçindekiler
MARKSİST DEMOKRASİ TEORİSİNE KATKI ............................................................................ 3
Birinci Sürüme Önsöz .......................................................................................................................................... 4
Demokrasi ve Zor.............................................................................................................................................. 11
Demokrasi ve Özgürlükler ................................................................................................................................ 14
Biçimsel ve Tarihsel Anlamıyla Demokrasi ....................................................................................................... 17
Demokratlar Demokrat değildir; Demokrat Olmayanlar Demokrattır ............................................................. 20
Demokrasinin Özü: Azınlığın Çoğunluğa Uyması .............................................................................................. 23
Sorulmayan Sorular ve Sözde Açıklamalar ....................................................................................................... 28
Demokrasi, Köleler ve Genel Oy ....................................................................................................................... 31
Bir Paradoks ..................................................................................................................................................... 34
Demokrasi ve Gerçek Tarih ............................................................................................................................... 38
Ezilen Çoğunluğun İki Kanadı ve Konumları ..................................................................................................... 41
Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı ....................................................................................................... 44
Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi ......................................................................................................... 47
Diktatörlük Kavramının İki Zıt Anlamı .............................................................................................................. 51
Bürokrasi ve Demokrasi ................................................................................................................................... 53
Azınlıklar ve Demokrasi .................................................................................................................................... 56
Sosyalist Demokrasi (I) - İşçi Demokrasisinin Koşulları ..................................................................................... 59
Sosyalist Demokrasi (II) – Seçenler ve Seçilenler .............................................................................................. 62
Sosyalist Demokrasi (III) – Eski Egemen Sınıflar ve Demokrasi ......................................................................... 64
Sosyalist Demokrasi (4) - Ezilen Çoğunluğun İçindeki Çelişkiler ........................................................................ 67
Yazı Serisinin Bitişi Nedeniyle Son Söz .............................................................................................................. 70
4
Marksist Demokrasi Teorisine Katkı
Birinci Sürüme Önsöz
“Biz Marks’ın teorisini tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey
olarak görmüyoruz; tersine biz onun, eğer yaşama ayak
uydurmak istiyorlarsa, sosyalistlerin her doğrultuda
geliştirmek zorunda oldukları bilimin sadece bir temel taşını
koyduğuna inanıyoruz.”
(V. İ. U. Lenin, “Programımız”, 1899)
İbni Haldun’dan çok sonra ve ondan bağımsız olarak, toplumun ve tarihinin bilimi1 olan
Tarihsel Maddeciliği ikinci defa kuran Marks ve Engels, kendilerinden sonra geliştirilmesi ve
tamamlanması gereken bu bilimin sadece birkaç köşe taşını koyabildiler.
Örneğin, onlar bizlere, Lenin’in de işerat ettiği gibi, “büyük harflerle bir Mantık”
bırakmadıkları gibi, büyük harflerle bir “Üstyapılar Teorisi”, bir “Sınıflar Teorisi”, bir
“Politika Teorisi” vs. bırakmadılar.
Bıraktıkları ise hep, orada burada geçer ayak söylenmiş, dahiyane, yol gösterici, ilham verici,
ufuk açıcı değinmeler oldu.
Kuruculardan bütün bunlar beklenemezdi de. Onların buna ne ömrü, ne gücü yeterdi. Örneğin
Marks, neredeyse yetişkin bir insan olarak bütün ömrünü verdiği ve “modern toplumun
yüzündeki peçeyi kaldırmak” olarak tanımladığı, modern kapitalist toplumun temelinin
analizinin bile (“Das Kapital”), ancak çok küçük bir bölümünü yazabilmiş, yazabildiğinin de
çok küçük bir bölümünü yayınlayabilmişti2.
1 “Biz, yalnız bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi, doğa tarihi ve
insanlar tarihi diye ikiye ayırabiliriz.” Marks-Engels, Alman İdeolojisi
2 “(...) Bir kere marx’ın kapitalist üretim tarzının bütün öğelerinin genel çözümlemesine ait çalışmasını
bitiremediğini biliyoruz. Daha Grundrisse’yi yazdığı günlere dek uzanan ilk planında sermaye çözümlemesini
toprak mülkiyeti, ücretli emek, devlet, dış ticaret ve dünya pazarı çözümlemesi izleyecekti. Bu planlamanın ancak
altıda biri gerçekleştirilebildi ve bu halde bile Kapital’in IV. Cildi (Artıkdeğer Teorileri) ilk kısmından öteye
gidemedi. (...)” (Ernest Mandel, Marks’ın İktisadi Düşüncesinin Oluşumu, İstanbul 1978, s.107) Bilindiği gibi,
Marks, sağlığında Kapital’in sadece Birinci Cildini yayınlayabildi. İkinci ve Üçüncü Ciltleri Marks’ın notlarına
5
Sonradan gelenler, birkaç köşe taşı koyulmuş ve sonra gelen kuşaklarca geliştirilip
tamamlanması gereken bu binaya belirli katkılarda bulundular. Ama bu katkılar bile, büyük
harflerle ifade edilebilecek teoriler olmaktan ziyade, etüd edilip sistemleştirilmeyi bekleyen
değinmeler olarak kaldılar.
Bu nedenle, aradan bir buçuk asırdan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen,
Marksizm’in nasıl hala büyük harflerle bir “Mantık”ı3 yoksa, nasıl büyük harflerle bir
“Üstyapılar Teorisi” yoksa, büyük harflerle bir “Demokrasi Teorisi” de yoktur4.
Büyük harflerle bir teori yoktur ama böyle bir “Demokrasi Teorisi”nin kavramsal temelleri,
bir çok eserde geçer ayak, başka bağlamlar içinde ifade edilmiştir. Gotha Programı’nın
Eleştirisi’nden; Paris Komünü’nü çözümleyen Fransa’da İç Savaş’a; Ailenin Devletin ve Özel
Mülkiyetin Kökeni’nden Devlet ve Devrim’e kadar bir çok eser ilk elde sıralanabilir.
Elbette Tarihsel Maddeci bir “Demokrasi Teorisi”, bir “Devlet ve Politika Teorisi”nin;
“Devlet ve Politika Teorisi” de bir “Üstyapılar Teorisi”nin; bir “Üstyapılar Teorisi” de genel
bir “Toplum Teorisi”nin bir bileşeni olarak var olabilir.
Bu nedenle, bir “Demokrasi Teorisi”, bir bileşeni olduğu bu daha genel teoriler ile
kavramsal bir iç tutarlılık içinde olmalıdır.
Elinizdeki bu çalışma, henüz bizzat kendileri de büyük harflerle ifade edilememiş olan bu
daha genel teorilerle kavramsal bir iç tutarlılık içinde büyük harflerle Tarihsel Maddeci bir
Demokrasi Teorisi’nin (dolayısıyla Devlet ve Üstyapılar Teorisinin de) kurulması yönünde bir
deneme, bir girişimdir.
Ama bu girişim sadece, kurucu öğeleri orada burada dağınık olarak ifade edilmiş bir
teoriyi sistematize etme çabası değildir; aynı zamanda bir geliştirme çabasıdır da.
Bilimlerin ilerlemesine ihtiyaçların yüz üniversiteden daha fazla itilim verdiği bilinir. Bizi de
bu yönde bir çabaya zorlayan, bizzat içinde yaşadığımız çağın ve politik hareketlerin
karşılaştıkları sorunlardır.
dayanarak Engels, Artık Değer Teorileri’nin kalanını da daha sonra yine Marks’ın notlarına dayanarak Kautsky
yayınladı. Diğer bir deyişle Marks’ın yayınladığı, ilk planının altıda birinin dörtte biri, yani yirmi dörtte biri. Bu
sadece bir ilk plana göre ve modern topluma ilişkin kısım. Yazılış esnasında ilk planların değişip genişlediği
bilinir. Ki bizzat Kapital’in yazılışında da böyle olmuştur. Örneğin Engels’e 15. Agustos 1863 tarihli
mektubunda her şeyi “baştan aşağı değiştirmek zorunluluğu” ile karşı karşıya kaldığını yazar (Zikreden Mandel,
aynı yerde). Keza yine Mandel’in zikrettiğine göre, Roman Rosdolsky, Marks’ın 1857 eylül ve 1868 Nisan
arasında, yani on yıl içinde, on üç farklı varyant çizdiğini belirtmektedir.
Tabii bu ilk planlara, değişimlere henüz modern toplumun üstyapısı dahil değil, modern öncesi toplumlar dahil
değil. Bütün bunlar göz önüne alındığında, kurucuların ne kadar küçük bir alanda iş gördükleri ve sonra
gelenlerin önünde ne kadar muazzam el değmemiş alanlar bulunduğu göz önüne getirilebilir.
3 “Mantık” derken, düşüncenin tarihini ve düşüncenin hareket yasalarını anlıyoruz.
4 Lenin’in Devlet ve Devrim’i bu tür büyük harflerle ifade edilmemiş olanı büyük harflerle sistematik bir teori
haline getirme çabalarının bir örneği olarak da alınabilir, doğrudan böyle bir amaçla yazılmamış olmasına
rağmen. Bu anlamda, Demokrasi ve Devlet birbirinden ayrılamayacağından, Devlet ve Devrim bir ölçüde büyük
harflerle bir “Demokrasi Teorisi”nin bir başlangıcı, bir girişi olarak da görülebilir.
6
Bu sorunların başında şöyle bir paradoks gelmektedir:
Bugün sömüren bir azınlık ve sömürülen bir çoğunluktan oluşan bir dünyada yaşıyoruz.
Demokrasi, tanımı gereği; yapı ile işlev arasındaki kopmaz bağ nedeniyle, ezenler
tarafından değil, ezilenler tarafından kullanılmaya uygun bir araç olmasına rağmen; paradoks,
yirminci yüzyılda ve günümüzde hala niçin onun ezilenler tarafından kullanılmadığı veya
kullanılamadığı ve ezenler tarafından kullanıldığı ve kullanılabildiğidir. En azından ortada
böyle bir görünüm vardır.
Yani demokrasinin bir devlet biçimi olarak yapısı ile, somut tarihsel işlevi arasında bir
uyumsuzluk vardır. Bu uyumsuzluk niye vardır? Niçin ortaya çıkmaktadır?
Bu sorular hayati önemdedir, çünkü bu paradokstur aynı zamanda ezilen çoğunluğun
sosyalizm idealinden yüz çevirmesine ve burjuvazinin zafer arabasına takılmasına yol açan.
Benzer paradokslar gerek evrende gerek canlılar aleminde de vardır ve bunların anlaşılması
tüm yapının ve hareketin anlaşılması için anahtardır.
Evrenin tarihinden bir iki örnek verelim.
Örneğin, eğer evren bir büyük patlamadan oluşmuşsa, o patlamada Madde kadar anti-Madde
de oluşması gerekir. O zaman da bu Madde ve anti-Maddelerin birbirini yok etmesi.
Dolayısıyla da aslında normal olarak bu evrenin ve bu paradoksa dikkati çekecek insanların
var olmaması gerekir. Burada önemli olan, o paradoks olmasaydı bu evrenin dolayısıyla bu
soruyu soracak insanların da olamayacağıdır. Bu evrenin var olması için, en azından bu günkü
bilgi düzeyimize göre, simetri ilkesinin bozulmuş olması, Madde’nin tesadüfen anti-
Madde’den biraz fazla olmuş olması gerekir. Yani evrende simetri ilkesi olmasına ve bu
ilkeye göre bugünkü evrenin olmaması gerekirken bu evrenin varlığının kendisi bile bir
paradokstur ve böyle bir paradoks nedeniyle var olmaktadır.
Ama daha önemlisi, bu paradoks olmasaydı, bu paradoksu soracak insanın da, öznelerin de,
düşünen yaratıkların da var olamayacağıdır. Dolayısıyla, paradoks tersinden de şöyle ifade
edilebilir: insan bu soruyu sorabildiği için evren vardır, çünkü evren var olduğu için bizler bu
soruyu sormaktayızdır. Bir kedinin kendi kuyruğunu yakalamaya çalışması gibidir.
Bir başka örnek. Evren genişlediğine göre, nasıl olmaktadır da bu genişleme eğilimine ters
olarak, madde galaksilerde ve yıldızlarda yoğunlaşmaktadır. Bu genişleme içindeki
yoğunlaşmalar da bir paradokstur ve yine bu paradoks sayesinde bu soruyu soran insanlar var
olabilmektedir.
Bunu da yine everenin türdeşliğinden sapmalarla açıklayabiliriz. Ama yine aynı sonuçla
karşılaşırız: O sapmalar olmasaydı o sapmaların varlığına, o sapmaların yol açtığı
paradokslara dikkati çekecek, soruyu soracak insanların ortaya çıkabileceği bir evren de var
olamazdı. Tersinden şöyle de ifade edilebilir: paradokslar, o paradoksların varlığına dikkati
çekebilen insanlar olduğu için vardırlar.
Ya da canlıları ele alalım. Yaşam son duruşmada, hep kendilerinin tıpkı benzerlerini yapan
moleküllere indirgenebileceğine; hayat denen şey son duruşmada, DNA zincirinin kendisinin
7
tıpkısını, aynısını yaratmasına indirgenebileceğine göre, nasıl olmaktadır da, milyarlarca
farklı canlı türü oluşmaktadır? Burada da bir paradoks vardır. Tıpkı evrenin varlığı gibi,
milyonlarca türün varlığı da, simetri ilkesinin bozulmasına, istisnai durumlara, sapmalara
bağlıdır. Şu milyarlarca farklı canlı türünden oluşan hayat dediğimiz harika şey hep aynısını
yapmaya dayanan var oluş tarzının aynısını yapamamış olmasına bağlıdır. Paradoks bu
sapmaların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Ama bu paradokslar çok daha genel bir sorunu ima etmektedir: Evrenin de, milyonlarca
canlının da var oluşu, bir bakıma, kuraldan sapmalara, istisnai olana, tesadüfi olana bağlıdır.
Böylece rastlantı, zorunluluğun öbür yüzü olarak görünmekten çıkmakta, zorunlu ilişkilerden
oluştuğu düşünülen canlı ve cansız evrenin kendisi rastlantıların sonucu olarak ortaya
çıkmaktadır. Böylece rastlantı ve zorunluluk ilişkisi tersine dönmektedir: eski kavrayışımızda;
rastlantıları zorunluluk belirler ve onlar zorunluluğun öbür yüzü olarak görünürken, şimdi
rastlantılar zorunluluğu belirlemekte; zorunluluk olarak görülen aslında rastlantıların öbür
yüzü olarak görünmektedir.
Bunun genel felsefi ve toplumsal sonuçları üzerinde yeterince durulduğu söylenemez.
Topluma gelirsek. Burjuvazi ve egemen sınıflar demokrasiye karşı; ezilenler demokratik
olmaları gerekirken; niye durum tersinedir? Ya da niçin tam tersine görünmektedir? Bu
paradoksa yol açan nedir?
Nasıl, evrenini varlığına; genişleme eğilimine zıt yoğunlaşmalara (Galaksilere); türlerin
muazzam çeşitliliğine yol açan “düzensizlikler” ise; “istisnai” olan durumlar ise, bu tarihsel
paradoksa yol açan da, tarihin “anormalliği”; sosyalizm çocuğunun dünyaya ayakları önde,
tersine gelişidir.
Yani Sosyalist devrimlerin üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkileriyle en çok çeliştiği
gelişmiş ülkelerde olması gerekirken, hep geri ülkelerde olması ile demokrasi olmaması
arasında derin bir ilişki bulunmaktadır. Aslında paradoks bu evrimin ortaya çıkardığı bir
görünümdür.
Ne var ki, bu kategorik cevap, bu paradoksun var oluş koşullarını açıklar ama onun işleyiş
mekanizmalarını açıklamaz.
Elinizdeki bu çaba, bu paradoksu ortaya çıkaran işleyiş mekanizmalarının ortaya çıkarılması
yönünde bir girişimdir aynı zamanda.
Bunu açıklama çabası, sınıf kavramının daha derinleştirilip, dakikleştirilmesini, ona tarihsel
bir boyut verilmesini gerektirmiştir. Yani Sınıf Kavramının veya “Sınıflar Teorisi”nin
geliştirilip derinleştirilmesi. Biz bu geliştirip derinleştirmeyi “Sınıf” kavramına tarihsel ve
kültürel bir boyut katarak yaptık ya da yapmaya çalıştık.
*
Bilindiği gibi Marks bize büyük harflerle bir “Sınıflar Teorisi” de bırakmamıştı: yarım kalmış
8
bir eser olan Kapital’in son bölümü, “Sınıflar” der ve bir kaç paragraf sonra biter5.
Daha sonra özellikle Bürokrasi’nin çözümlemesi bağlamında Troçki’nin bu alanda yaptığı
katkılar ile, Kıvılcımlı’nın Troçki’den tamamen bağımsızca ve onunla aynı sonuçlara ulaşan
katkıları göz önüne alınabilir6.
Ama Kıvılcımlı’nın esas önemli katkısı, kapitalizm öncesinin toplumsal katmanlarıyla
modern toplumun katmanları arasındaki ilişkiyi incelemesinde; bu ilişkinin ele alınışında
yaptığı metodolojik katkılarda görülür.
Kapitalizm öncesi ile kapitalizmin ilişkisi sadece zaman içinde birbirini izleyen iki sistem
olarak değil aynı çağ ve mekan içindeki bir ilişki olarak da ele alınabilir. Farklı üretim
ilişkileri aynı çağda ve yerde bir arada ve karşılıklı ilişki içinde bulunduğundan, sınıfsal
5 Bu yarım kalmış bölümü aynen aktaralım:
“ELLİİKİNCİ BÖLÜM
S I N I F L A R
GELİR kaynakları, sırasıyla, ücret, kâr ve toprak rantı olan, sırf emek-gücü sahipleri, sermaye sahipleri ve
toprak sahipleri, başka bir deyişle ücretli-emekçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri, kapitalist üretim tarzına
dayanan modern toplumun üç büyük sınıfını oluştururlar.
İngiltere'de modern toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ye en klasik biçimde gelişmiştir. Ne
var ki, burada bile, sınıflardaki tabakalaşma, en saf biçimi içersinde görünmez. Burada bile, orta ve ara
tabakalar, (kentlerdekine göre kırsal bölgelerde çok daha az olmakla birlikte) her yerde sınır çizgilerini
silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim
tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını
büyük kitleler halinde biraraya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür.
Ve bu eğilime, öte yandan, toprak mülkiyetinin sermaye ve emekten bağımsız hale gelerek ayrılması[58] ya da
bütün toprak mülkiyetinin, kapitalist üretim tarzına uygun düşen bir toprak mülkiyetine dönüşmesi tekabül eder.
(sayfa 775)
Yanıtlanması gerekli ilk soru şudur: Bir sınıfı oluşturan şey nedir? - bu sorunun yanıtı doğal olarak bir başka
sorunun yanıtından çıkar, şöyle ki: Ücretli-emekçileri, kapitalistleri ve büyük toprak sahiplerini, üç büyük
toplumsal sınıf haline getiren şey nedir?
İlk bakışta - gelirlerin ve gelir kaynaklarının özdeşliğidir. Üyelerinin, kendilerini oluşturan bireylerin, sırasıyla,
ücret, kâr ve toprak rantı ile, kendi emek-güçlerinin, sermayelerinin ve toprak mülkiyetlerinin gerçekleşmesi ile
geçimlerini sağlayan üç büyük toplumsal grup vardır.
Ne var ki, bu görüş açısından, örneğin tabipler ile devlet memurlarının, iki farklı toplumsal gruba ait oldukları
ve bu grupların her birisinin üyeleri, gelirlerini bir ve aynı kaynaktan aldıkları için, iki sınıf oluşturmaları
gerekir. Aynı şeyin, toplumsal işbölümünün, emekçileri olduğu kadar, kapitalistler ile büyük toprak sahiplerini
de -örneğin bu sonuncuları, bağ-bahçe sahipleri, çiftlik sahipleri, orman sahipleri, maden sahipleri, dalyan
sahipleri gibi- sonsuz türde çıkar ve statü gruplarına parçalaması için geçerli olması gerekir.”
[Elyazması burada kalıyor.] (sayfa 776)
http://www.kurtuluscephesi.org/marks/kapitalc3.html
6 Hikmet Kıvılcımlı’nın “Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler” adlı, sınıf kavramını derli toplu bir şekilde
ele aldığı çalışma şu adreste bulunabilir:
http://www.comlink.de/demir/kivilcim/eserler/goss.htm#I
9
ilişkilere böyle bakıldığında, sınıf kavramı, sadece üretim ilişkileri içindeki konumla
belirlenmez; tarihsel ve kültürel bir boyut da kazanır.
Farklı sınıflar arasındaki ilişki, böyle bir bakış içinde, farklı tarihsel dönemlerin, zamanların,
kültürlerin ilişkisi olarak da ortaya çıkar. Böylece sınıf kavramı, aynı zamanda kütürel ve
tarihsel bir boyut da kazanır.
İşte bu çalışma, paradoksu açıklamak için, sınıflar ilişkisinin kültürel ve tarihsel boyutunu bir
analiz aracı olarak kullanmakta; sınıf kavramına, tarihsel ve kültürel bir boyut eklemektedir.
*
Elbette, bu çalışma sadece çağımızın bir paradoksunu açıklamaya yönelik değildi7; daha
doğrudan bir pratik ve politik bir sorunla ilgiliydi.
PKK, Öcalan’ın yakalanmasından sonra programatik, stratejik ve örgütsel olarak kendini
dönüştürme görevini önüne koymuştu. Bu dönüşümün karşılaştığı sınırları ve sorunları da
açıklamak ve böylece dolaylı da olsa, bu çabalara bir destek hedefleniyordu.
Bu nedenle yazılar, Özgür Politika’ya haftalık yazı olarak yazıldı. Ne var ki, yine bizzat
yazılarda açıklanan nedenlerle, bu yazılar da diğer niceleri gibi, sağır boşluklarda yitip gitti.
Şimdi aradan dört yıl geçmiş bulunuyor. O zamanlar PKK’içinde veya yanında görünüp bu
yazıları susuşa getirenler, şimdi ABD’nin Orta Doğu’ya lök gibi çökmesinden beri, artık
açıktan karşıya geçmiş ve dün içinde sorumluları veya destekleyicileri arasında bulundukları
örgüte saldırılarda bulunuyorlar. Açıktan karşıya geçmeyenler ise içinden çürütmeye devam
ediyorlar.
Bu muazzam kayışa ancak tutarlı ve sağlam bir ideolojik temelle karşı durulabilir. Bu nedenle
teorik açıklık ve ideolojik mücadele her zamankinden daha büyük önem taşımaktadır. Ne var
ki, bu alanda en küçük bir direniş bile görülmemektedir. Aslında PKK’yı savunmak adına,
eleştirenlere karşı yazanlar bile onlara ideolojide teslim olarak, yani onların esas sorgulanması
gereken ön kabullerini kabul ederek yazıyorlar ve teslimiyeti pekiştiriyorlar.
ABD ve AB gibi büyük emperyalist güçler ve bölgedeki bütün gerici rejimler, Türkiye’de,
İran’da, İsrail’de veya her hangi bir yerde olduğu gibi, Kürdistan’da da dile, etniye, soya, dine
dayanan ve yüz yıldan fazla bir süredir katliam ve pogromlardan başka bir şey getirmemiş
gerici milliyetçiliğe tüm desteklerini ve olanaklarını sunuyorlar. Bu destek somutta, gerici
milliyetçiliğe en uzak demokratik milliyetçiliğe en yakın hareket olan PKK’ya karşı, Barzani
ve Talabani’nin desteklenmesi olarak ortaya çıkmaktadır.
7 Aynı paradoks kapitalizm öncesi uygarlıklarda da vardır. Örneğin Alevilik, komünün, yani sınıfsız toplumun
üstyapısı olmasına rağmen, nasıl olmaktadır da aynı zamanda bir köy üretmenleri partisi olmaktadır. Antik
tarihteki, köylü kavramı, tarihsel bir boyut kazandığında, yani köylülüğün aynı zamanda yaşayan komün olduğu;
uygarlık öncesine ait olduğu görüldüğünde, bu paradoks da açıklanmış olur. Bunun ilk ipuçları bizzat
Kıvılcımlı’da vardır. Örneğin, “Kadın Sosyal Sınıfımız” adlı yazısında, köy, kasaba ve şehri insanlığın üç temel
dönemi olarak tanımlar ve sınıf kavramına tarihsel bir boyut kazandırmanın ön koşullarını hazırlar. Köylülük
kavramına kazandırılan bu tarihsel boyut, Aleviliğin aynı zamanda nasıl olup da aynı zamanda sınıfsız toplumun
üstyapısı ve sınıflı toplum içinde bir parti olduğu paradoksunu açıklar.
10
Bunun karşısında, dünya işçi sınıfının, Kürdistan’ın emekçilerine ve ezilenlerine, devrimci
demokratik bir ulusçuluğu savunan ve bu gün hızlı bir kan kaybı içinde bulunan
sosyalistlerine ve demokratlarına sunabileceği ne silahları, ne petrol gelirleri ne diplomatik ve
politik araçları var. O sadece, yüz elli yılın toplumsal mücadeleler tarihinin öz suyundan
beslenmiş teorik ve ideolojik bir yardım sunabilir. Bu yazının bu ikinci yayınlanışı, bu
anlamda, yani, dünya işçi sınıfının, bir ezilen ulusun hareketinin ezilenlerine, Kürt ulusal
hareketi içindeki devrimci demokrat ve sosyalistlere bir teorik ve ideolojik yardım ve destek
sunuşu olarak görülebilir.
Bu yazıda örneğin, PKK’ya karşı yapılan saldırıların dayandığı bütün temel argümanların
hem eleştirisi, hem de açıklaması vardır. Hatta bu yazı, daha bundan dört yıl önce bu gün
olacakları aynen de görmüş bulunmaktadır. Bu gün olanlar, her okuyanın kolayca
görebileceği gibi, bu yazıda öngörülenlerden başka bir şey değildir.
Kürdistanlı Devrimci Demokratların ve Sosyalistlerin bu teorik araçları bu sefer olsun,
görmezden gelmeden, ellerine alıp kullanmalarını dilemekten başka elimizden bir şey gelmez.
*
Elinizdeki çalışmada, gazetede haftalık makaleler halinde yayınlamaktan ile gelen tekrarları
olabildiğince çıkarmaya çalıştık. Buna karşılık, metinde söylenenleri dip notlarla
zenginleştirmeyi denedik.
11
Demokrasi ve Zor
En olağan ve biçimsel anlamıyla Demokrasi, azınlığın çoğunluğa uymasını prensip olarak
kabul eden sistemdir8. Bu en biçimsel demokrasi tanımı ister istemez demokrasinin olmazsa
olmaz iki koşulunu ifade edilmemiş bir var sayım olarak içerir: zor ve özgürlükler.
Zor, yaptırım demokrasinin ayrılmaz bir koşuludur.
Tanım, azınlığın çoğunluğa uymasından söz ediyor.
Burada hemen şu soru akla gelir: "Ya azınlık çoğunluğa uymazsa?".
O zaman da uydurulması gerekir.
Nasıl?
Yaptırımlarla, zorla.
Zaten çoğunluk, çoğunluk olduğu için daha büyük bir güç, dolayısıyla da bir yaptırım
yeteneği demektir, bırakalım silahı ya da hapishaneleri bir yana. Yaygın kanaatin aksine,
demokrasi ve zor birbirlerine zıt kavramlar değildir, zor olmadan demokrasi olmaz .
Demokrasinin özü, azınlığın çoğunluğa uyması ve eğer uymuyorsa uydurulması olduğundan,
Marksizm, özgürlükler aleminin zorunluluklar aleminin, yani demokrasinin, yaptırımların
ÖTESİNDE sonsuz bolluğun bir alemi olabileceğini vurgular.
Sosyalizmin ilkesi olan "çalışmayana ekmek yok", "herkese emeğine göre" gibi
prensiplerin, demokrasiyi ve zoru gerekli kıldığını vurgular ve özgürlük ve demokrasiyi
birbirine zıt kavramlar olarak konumlandırır.
Bu kullanımda özgürlük, demokratik bir sistemin ayrılmaz parçası olan fikir, örgütlenme
özgürlükleri gibi haklar değil, demokrasi gibi bir sistem anlamına sahiptir ve onun yani
demokrasinin ötesinde var olabilir.
Ancak ekmeğin çalışma koşuluna bağlı olmadığı, "herkese ihtiyacına göre ve herkesten
yeteneğine" göre ilkesinin geçerli olabildiği bir sistemde artık demokrasi yoktur. Çünkü
azınlığın çoğunluğa uyma ve uydurulma mecburiyeti yoktur. Ve bu nedenle de zor yoktur.
Bunun nasıl bir şey olduğunu tasavvur edebilmemizi bize dil sağlar. Her hangi bir dili
konuşurken, sözcükleri herkes ihtiyacına göre ve yeteneği kadar kullanabilir. Dilin
kelimelerini kullanımda, özgürlükler alemi vardır. Belli bir kelimeyi kullanmak için belli bir
emek miktarına gerek yoktur.
8 “azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden idare tarzı” (Lenin)
12
Ama insanların hayatları boyunca kelimeleri diyelim ki sadece onar defa kullanma hakları
olsaydı, on defadan fazla kullanımları tespit etmek, kullananları cezalandırmak için bir zora
gerek olurdu. Yani dil, özgürlükler aleminden, zorunluluklar alemine geri düşerdi. Ya da belli
sözcükleri kullanmak belli bir ücrete tabi olsaydı, dil de demokrasi alemine, zorunluluklar ve
yaptırımlar alemine düşmüş olurdu.
Bu, dildeki kelimelerin kullanımının sınırlanması veya ücrete tabi olması gibi, ilk bakışta
okuyucunun "olur mu öyle şey?" diyebileceği saçma bir durumu gözlerimizin önünde sanal
uzayda (“cyberspace”, daha bilinen deyimiyle İnternet) yaşıyoruz.
Sanal Uzayda her hangi bir bilgiyi, bir yazıyı, bir müziği, bir resmi, yani dijitalize edilebilen
her şeyi, yani görme ve işitme duyularıyla kavranabilen her şeyi (belki ilerde dokunma da
simulasyonlarla bu kategoriye girebilir) (bir bilgisayarı olup internete fazla telefon masrafı
kaygısı olmadan girebilen gelişmiş ülkelerin orta gelirli bir yurttaşı için olanaklı bir durumdur
bu), pratik olarak ihmal edilebilir bir emekle, yani bilgisayarınızın tuşuna basıp kopyala
emrini vermekle, yine pratik olarak ihtiyacınız ölçüsünde çoğaltıp kullanabilirsiniz. Sanal
Uzay, en azından belli bir toplumsal kesim için, digitalize edilebilir nesneler alanında,
zorunluluklar aleminin ötesindeki özgürlükler alemidir teorik olarak.
Ama gözlerimizin önünde, sanal uzayın, tıpkı dildeki kelimelerin kullanımının ücrete tabi
olması gibi, özgürlükler aleminden bir zorunluluklar ve yaptırımlar alemine çekilişini
yaşıyoruz.
Burjuvazinin bütün çabaları bu emeksiz çoğaltma ve kullanma olanağını, ekonomi dışı cebir
aracılığıyla ortadan kaldırmaya, sanal uzayı, özgürlükler aleminden zorunluluklar alemine
düşürmeye yöneliktir. Tıpkı dildeki kelimelerin kullanımını bir defayla sınırlamak, ya da belli
bir ücrete tabi kılmak ve bir emek karşılığı yapmak gibi.
Kapitalizmin dokunulmaz kutsal özel kişi mülkiyetiyle özgürlükler alemi bir arada
yaşayamaz. Bir müziğin isteyence istenildiği kadar kopyalanıp dinlenebilmesi ve bunun
yaratacağı toplumsal ruhsal zenginlik, o müziği yapanın bireysel maddi zenginliğine feda
edilmektedir. Bu nedenle tıpkı bir kelimeyi kullanımın ücrete tabi kılınması gibi, kopyalamayı
olanaksızlaştıran teknikler araştırılmakta, sanal uzay dışı zor aracılığıyla cezalandırmalarla,
hükümetlerin kontrol çabalarıyla orası bir zorunluluklar alemi haline getirilmeye
çalışılmaktadır.
Bu durum, bu gün kullandığımız dildeki kelimeleri üretenlerin, ürettikleri kelimelerin
başkaları tarafından kullanılmasını yasaklamalarına benzer. İnsanlık binlerce yıl böyle bir şeyi
düşünmemiştir bile. Ama şimdi, bir çok firma kendi adının kullanımını patente bağlayarak
böyle bir durum yaratmaktadır. Örneğin, yukarıda, "ekonomi dışı zor" kavramından
esinlenerek, "sanal uzay dışı zor" diye bir kavram kullandık. Muhtemelen bu kavramı ilk
kullananız. Bunun patentini alıp başkaları tarafından kullanılmasını yasakladığımız ve
kullanmak isteyenin bize belli bir meblağ ödemesi gerektiği bir durum düşünelim. Tam böyle
bir duruma denk düşmektedir bu gün gözlerimizin önünde oturtulmaya çalışılan sistem.
(Buna karşı söz yerindeyse, şifreleri kıran, kontrolleri engelleyen programlar yazan (PGP);
13
paralı programların yapabildiklerini yapabilen ama pratik olarak bedava olarak isteyenin
kullanımına sunan, tıpkı bir dil gibi kollektif bir ürün olan programlar yazan (Linux) sanal
uzay devrimcilerinin çabalarıyla bir gerilla savaşı verilerek, insanlık için bu alan bir
özgürlükler alemi olarak korunulmaya çalışılmaktadır. Bu eşitsiz güçler savaşı ne kadar
sürdürülebilir? Bilinmez. Ama bu öncülerin tüm insanlık adına bir savaş verdikleri
unutulmamalıdır.)
Konumuz sanal uzayın ekonomi politiği olmamakla birlikte, demokrasinin özgürlükler
aleminin berisinde, zoru zorunlu kılan bir alem olduğunu göze batırabilmek için;
demokrasinin bir bolluk aleminde kullanılmaya kalkmasının ne kadar irrasyonel ve
yoksullaştırıcı olduğunu göze batırabilmek için sanal uzayı ve dili bir örnek olarak aldık.
Elbette bu sorunlar, henüz kendi dilini konuşma özgürlüğü için bir mücadelenin yürütüldüğü
koşullarda çok anlamsız gibi de görülebilir. Bizlerin günlük hayatta karşılaştığımız zor ise,
demokrasinin kendi içindeki, çoğunluğa uyma zoru, kıtlıktan doğan zor, emekten doğan zor
değil, demokrasiye karşı bir zor.
Yazının başında, demokrasinin tanımında iki gizli varsayım vardır demiştik. Zor ve
özgürlükler. Özü itibariyle zor demokrasinin gerçekleşme koşuludur
Ve sistem olarak özgürlükler alemi, demokrasi alemiyle ya da zorunluluklar alemiyle
uzlaşmaz.
Ama biçim olarak özgürlükler, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur ve zorla bir arada
olamazlar. O halde gelecek yazının konusu: Demokrasi ve Özgürlükler. Demokrasi niçin
özgürlükler olmadan olamaz?
07 Haziran 2000 Çarşamba
14
Demokrasi ve Özgürlükler
İlk yazıda, biçimsel anlamıyla demokrasinin özünün zor ve yaptırım olduğunu, bu nedenle,
“zorunluluklar aleminin ötesi” anlamıyla özgürlük ile demokrasinin bir arada
bulunamayacağını; demokrasinin, emeğin ve yaptırımların olduğu yerde özgürlük
olamayacağından söz etmiş, dil ve sanal uzaydan örneklemeler kullanmıştık.
Bu yazıda ise, bu sefer de tersini savunacağız: demokrasi ancak özgürlüklerle var olabilir.
Bu taban tabana birbirine zıt gibi görünen, (demokrasinin özgürlük ile uyuşamayacağı ve
demokrasinin özgürlüksüz olamayacağı) önermeleri mümkün kılan, özgürlük kavramının
farklı içerikleri ve kullanımlarıdır.
Zaten demokrasi bahsinde, kafaların karma karışık olmasına yol açan, bir kavramın bir çok
farklı anlamları ve kullanımları olmasıdır. Bu karmaşa en anti demokratik sistemlerin
kendilerini demokratik olarak tanımlamalarını mümkün kılmıştır.
*
Özgürlük kavramı, Klasik Alman felsefesinde, "zorunluluğun bilince çıkması" olarak
tanımlanır. Bu anlayışın kökleri, doğa bilimlerindeki ilerlemenin yarattığı iyimserlikten
kaynaklanır ve aydınlanmacı burjuva karakterdedir. Daha önce Bacon tarafından formüle
edilen, "doğayı itaat altına almak istiyorsanız ona itaat ediniz", yani doğa ancak doğa
kanunları bulunup onlara uyularak kontrol altına alınabilir tarzındaki İngiliz ampirizminin bu
formülasyonu, Alman felsefe geleneğinde daha sofistike bir ifadeye kavuşmuştur: “doğaya
itaat etmek”, bir “zorunluluğu bilince çıkarmak” değil midir? İnsan doğaya itaat ederek onu
itaat ettirebildikçe doğaya bağımlılığı artıp ondan özgürleşmemiş midir? O halde, “özgürlük
zorunluluğun bilince çıkmasıdır!”
Marks, klasik Alman felsefe geleneğinden gelen bir düşünür olarak, zorunluluk ve özgürlüğün
bu ilişkisi anlayışından beslenmiş ama onu aşmış ve onların ilişkisini felsefi değil sosyolojik
bir kavram olarak tanımlamıştır: bu anlamıyla özgürlük, artık zorunluluğun bilince çıkması
değil, zorunluluklar aleminin ötesidir: yani zenginliklerin gürül gürül aktığı; emeğin
ortadan kalktığı; çalışmanın bir zorunluluk değil, ruhsal ve bedensel bir ihtiyaç, bir oyun
olduğu bir dünyanın; diğer bir ifadeyle, "komünist toplumun üst aşaması" denen toplumsal
sistemin özünün tanımıdır.
Özgürlüğün burjuva ufku içindeki kavranışında, özgürlük zorunlulukla bir arada, onun bilince
çıkması olarak tanımlanırken, tarihsel maddecilikte özgürlük, zorunluluklar aleminin
ötesindedir, ve onunla bir arada olamaz.
15
Burjuva ufkundaki özgürlük kavramı felsefi olduğu kadar tarih ve toplum dışıdır, Marksist
özgürlük kavramı ise tarihsel ve toplumsaldır. Burjuva özgürlük kavramı felsefi bir
kavramdır; Marksist özgürlük kavramı ise Sosyolojik bir kavramdır yani Tarihsel
Maddeciliğin bir kavramıdır.
*
Ne var ki, özgürlük kavramı, Fransız toplumsal mücadeleler geleneğinde politik alana ilişkin
haklar olarak da tanımlanmıştır. Yani düşünceleri ifade edebilme, onlar etrafında serbestçe
birlikler oluşturabilme hakları olarak. Bu politik anlamıyla özgürlük olmadan, demokrasi
mümkün değildir.
Elbet bu özgürlük kavramının ardında, Fransız aydınlanmasının geliştirdiği, yine tarih ve
toplum üstü, toplum ve insan kavramları vardır. Bütün feodal ve ataerkil bağlarından
kurtulmuş, eşit ve özgür bireyler ve bunların toplu yaşamak için bir sözleşme yapmaları
(Rousseau, “Toplumsal Sözleşme”) gibi.
Ama bu tarih ve toplum üstü insan ve toplum anlayışı, özünde somut tarih ve toplum içinde
modern burjuva toplumunun; kapitalizmin ortaya çıkardığı toplumun anlayışı ve gerçekliğidir.
Demokrasinin ardındaki varsayım, çoğunluğun kendi çıkarının nerede olduğunu bildiği,
kendi ihtiyaçları ve çıkarı hakkında en doğru kararları kendisinin verebileceğidir.
Ama çoğunluk neye göre ve nasıl oluşabilir?
Bu, her biri bir atom gibi ve bir toplumsal sözleşmeyle bir araya gelen bireylerin, kendi
kendilerini yönetmesi, bir kabile halkının her somut sorunda köyün meydanında tartışıp karar
vermesi veya zaten küçük topluluktaki herkesin eğilimleri ve ağırlıkları herkes için
bilindiğinden, özel silahlı adamlar da olmadığından, bu eğilimlere göre hareket eden şeflerin
veya ihtiyar heyetlerinin kendiliğinden demokrasisi gibi olamaz modern toplumda.
Bunun yerine insanların temsilcileri seçilmelidir.
Ama bu seçimler neye göre yapılacaktır? İnsanların on binlerce sorunu vardır. İnsanlar her
sorunda çok farklı konumlarda da bulunabilirler. Dolayısıyla, çoğunluğun veya azınlığın
oluşabilmesi, toplumdaki temel sorunlarda sistematik görüşler getiren partiler olmadan
mümkün değildir. On bin farklı görüş etrafında bir demokrasi olanaksızdır, aksine böyle
durumlarda, demokrasi gibi görünen şey, tek bir görüşün egemenliğinin örtüsü olur.
O halde, bir örgüt içinde bile demokrasi, örgütün sorunları ve çözümleri hakkında sistematik
görüşleri olan eğilimler ve bunların güçleri oranında yönetime yansıması olmadan mümkün
değildir. Yani bir örgüt içinde eğilim ya da fraksiyon; bir ülkede de parti ya da herhangi bir
örgüt kurma hakkı olmadan, fikir özgürlüğü bir kandırmacadan başka bir şey olamaz. Olamaz
çünkü sistematik fikirler etrafında bir çoğunluğun oluşması, dolayısıyla bunların iradesinin
yansıması olanaksız olur.
Modern toplumda, demokrasinin tanımının özündeki, çoğunluk ve azınlıkların
oluşabilmesinin başka hiç bir yolu olmadığı için, düşünce ve örgütlenme özgürlükleri
olmadan demokrasi, yani "azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden idare şekli" olanaklı
16
değildir.Ama sadece bunun için değil, çoğunluğun ve azınlığın değişebilmesi ve yeniden
üretilebilmesi için de gereklidir. Çoğunluk ve azınlık bir kere oluşunca hep öyle kalacak
değildir, insanlar zaman içinde görüşlerini değiştirebilirler. Bu görüş değişimlerinin ve yeni
görüşler etrafında yeni birliklerin oluşması da özgürlükler olmadan olmaz.
*
Ne var ki, buraya kadar yine, çoğunluk ve azınlık gibi, tarih ve toplum üstü kavramlar,
biçimsel tanımlamalar alanındayız.
Çoğunluklar ve azınlıklar; fikir sistemleri, partiler rast gele oluşmazlar. Onlar toplumdaki
büyük toplumsal güçlerin eğilimlerini yansıtırlar. Demokrasi modern toplumda bu eğilimlerin
politik alana yansıması için en elverişli, en az sürtünmeli, en az enerji kaybına; en az
patlamalara yol açan koşulları sunar.
Ama toplumsal eğilimler yasaklarla ortadan kaldırılamaz. Onlar var olurlar ve bir şekilde
akacak damar bulurlar. Bu nedenle, en anti demokratik sistemde, en korkunç polis devletinde
bile, politikaya egemen olanlar her şeylere kadir değildirler ve bir boşlukta hareket etmezler,
var olan toplumsal güçlerin dengelerini kollarlar. Aynı durum partiler ve toplumsal örgütler
için de geçerlidir. En güçlü sanılan örgüt liderleri bile, aslında, örgütlerinin destekçisi
toplumsal eğilimlerin ve onların içindeki başka bölünmelere bağlı güçlerin dengelerini
kollarlar.
Bu gerçeklik çok sık unutulmaktadır. Örneğin bir politik örgüt ve onda ifadesini bulan
toplumsal güç ve eğilimler hakkında, onun demokratik yöntemlere dayanıyor olup
olmaması, bize hiç bir fikir vermez.
Siyasi mücadele somut toplumsal güçler hakkında, onların ifade ettikleri eğilim ve güçler
hakkında az çok doğru görüşleri gerektirir. Demokratik olup olamama ise, bir gücün
toplumsal karakteri konusunda hemen hemen hiç bir fikir vermez, hatta çoğu kez yanıltıcıdır.
Ezilenlerin ve haklı olanların daima demokratik olacağı, çocuksu bir var sayımdır ve
tarihin ve toplumun çok düz ve yüzeysel bir kavranışına dayanır.
Niye böyledir? Niye demokrasi ile, haklılık, ezilen hareketi olmak, demokratlık arasında
doğrudan bir ilişki yoktur. Bu da gelecek yazıların konusu.
(Bir not: ilk başta çok soyut gibi görünen bu "Demokrasi Üzerine Yazılar" serisi, aslında son
derece somut bir politik tartışmayla ilgilidir. Türk sosyalistlerinin ve Kürt muhaliflerin Kürt
Ulusal Hareketi karşısındaki tavır ve eleştirilerinin ardındaki metodolojik yanılgılar ele
alınmaktadır. Yani politik mücadelenin bir parçasıdır bu yazılar. Ama aynı zamanda, klasik
Tarihsel Maddeciliğin unutulan, değer verilmeyen ya da yanlış bilinen görüşlerinin ifadesi
olarak da, ortalığı kaplamış burjuva karakterdeki anlayışlara karşı bir ideolojik mücadeledir.)
15 Haziran 2000 Perşembe
17
Biçimsel ve Tarihsel Anlamıyla Demokrasi
Eğer bir meraklı çıkıp da, 1960'lardan beri yayınlanmış bütün sosyalist yayınlarda geçen
“demokrasi”, “demokrat”, “demokratik” gibi kavramların hangi içeriklerle kullanıldığını ve
bunlardaki anlam ve içerik değişmelerini inceleseydi şöyle ilginç bir durumla karşılaşırdı.
Biçimsel anlamıyla demokrasi, yani azınlığın çoğunluğa uyması ve bunun gerçekleşebilmesi
için fikir ve örgütlenme özgürlükleri anlamında demokrasi, uzun yıllar sosyalist yazında
hemen hemen hiç yer almaz. Hatta, 60'lı yıllarda, bu biçimsel anlamıyla demokrasi genellikle,
"Filipin tipi demokrasicilik" gibi, "cici demokrasi" gibi biçimler altında, önlerine küçümseme
sıfatları getirilerek kullanılmaktadır.
1970'lerin kitle hareketleri yükselişinde, Türkiye'de tarihinin en büyük kitlesel politikleşmesi
ve radikalleşmesi yaşandığında da durum farklı değildir.
Küçük Troçkist gruplar haricinde, her hangi bir örgütün ne programında, ne siyasi pratiğinde
ne de iç işleyişinde biçimsel anlamıyla demokrasi diye, yani fikirlerin serbestçe ifadesi ve
onlar etrafında birlikler kurabilme özgürlüğü diye bir sorun yoktur (ki bunlar olmadan
demokrasinin gerçekleşemeyeceğini, çoğunluklar ve azınlıkların oluşamayacağını geçen
yazıda ele almıştık).
Siyasi bir program olarak, bu anlamda demokrasi, "Demokrasi sınıflar üstü değildir. Kimin
demokrasisi olduğu önemlidir" denerekten geçiştirilir veya fiilen reddedilir.
Pratikte de yoktur bu sorun. Hiç bir hareket egemen olduğu mahallede, demokratik bir sistem
kurmaya, yani bütün fikirlerin özgürce ifade edildiği ve örgütlenebildiği bir düzen kurmaya
kalkmamıştır. Bırakalım bunu, kimse, egemen olduğu alanda, başka sol akımların propaganda
yapmasına, örneğin afiş, bildiri, gazete dağıtmasına bile müsaade etmemiştir. Fiili böyle
durumlar olduğunda, somut güç ilişkilerinin sonucu olarak, katlanılması gereken bir durum
olarak görülmüştür.
Örgütlerin içinde eğilimler ve gruplar ve bunların ayrı platformlar halinde birbirleriyle
yarışmaları gibi bir anlayış ise ihanet gibi görülürdü. Kimi örgütlerin iç tartışmalarını
yürüttükleri bültenlerde ise, bireysel düzeyde görüşler yer alır, bu görüşlerin etrafında
platformlar oluşması kabul edilmez, fraksiyonculuk ve bölücülük olarak değerlendirilirdi.
Dönemin karakteristiği o dönemin en etkili ve kitlesel hareketi Dev-Yol'un yöneticileri,
örgütün programı çerçevesinde farklı görüşlerin açıkça ifade edildiği platformlar, seçilmiş
delegeler vs. ile oraya gelmemişlerdir. Kimse seçmemiştir onları. Diğer örgütlerdeki kadar
olsun biçimsellik yoktur. Diğer örgütlerde en azından, delegeler seçilir, kongreler yapılır. Bu
harekette bunlar bile yoktur. En demokratik olduğunu iddia eden hareket aslında, biçimsel
anlamıyla demokrasiyle en az ilgisi olan, en manüplasyona uygun hareket durumundadır.
Ama daha ilginci şudur. Bu durum kimseyi rahatsız etmez.
18
Evet, ne pratikte, ne teoride biçimsel anlamıyla demokrasi diye bir sorun yoktur, 60'lı ve 70'li
yıllar boyunca. Ama bu yılların literatüründe, demokrat ve demokratik kavramlarının
olağanüstü bolca kullanıldığı görülür. Ne var ki, bu kavramlar fikir ve örgütlenme
özgürlükleri temelinde, azınlığın çoğunluğa uymasını kabul edenler anlamında değil; tarihsel
ve sosyolojik olarak burjuva karakterde olanı tanımlama anlamında kullanılmaktadır.
Politik literatürde, demokratik ve demokrat, genellikle tarihsel olarak burjuva karakterdeki
değişimleri tanımlama anlamında da kullanılır. Örneğin, toprak sorunu, ulusal sorun burjuva
demokratik karakterde sorunlardır. Pratik kullanımda, önündeki burjuva atılıp, demokratik
veya demokrat olarak kullanım da yaygındır.
İşte Türk solunun, 60'lı ve 70'li yıllar boyunca demokratik ve demokrat kavramlarını bu
anlamda bolca kullandığı görülür, hatta sosyalist olmalarına rağmen, müttefiklerinden
kopmamak için kendilerini de demokrat veya demokratik olarak tanımlamaktadırlar.
Bir de bu güne bakalım. Bu günün sosyalist literatüründe ise durum tam tersine dönmüştür.
Tarihsel ve sosyolojik anlamıyla demokratik ve demokrat yok olmuştur, bu kavramlar
biçimsel anlamıyla demokrasiden yana görüş, kişi ve sistemleri tanımlamakta
kullanılmaktadır artık. Tabii demokrasi de, en biçimsel anlamıyla, diğerlerinin kendisinden
türediği temel kavram olarak tahta oturmuştur.
Artık kimsenin tarihsel ve sosyolojik olarak, yani “burjuva karakterde” anlamıyla demokratik
ya da demokrat olma diye bir sorunu yoktur, sorun biçimsel anlamıyla demokratik ve
demokrat olmaktır. Tavırların temel ölçüsü budur.
Bu en açık olarak, ulusal kurtuluş hareketleri karşısındaki tavırlarda görülür, 1960'ların ve
70'lerin dünyasında kimse, örneğin her hangi bir ulusal kurtuluş hareketini desteklemek için,
onun biçimsel anlamıyla demokratik ve demokrat olması koşulunu aramamıştır. Onun tarihsel
anlamıyla demokratik karakterde bir hareket olması, onu desteklemek için yeterli
görülmüştür. Halbuki günümüzün dünyasında, örneğin Kürt hareketini desteklemek için onun
tarihsel ve sosyolojik olarak demokratik karakterini kimse anlamak bile istememekte,
biçimsel demokrasinin kriterlerine uymadığı gerekçesiyle ondan destek
esirgenmektedir.
Örneğin, bir çok Türk sosyalistinin şu tür bir argüman ile tavır belirlediğini görüyoruz: "Biz
ikisi de anti demokratik olan PKK ve Genel Kurmay arasındaki savaşta, iki olumsuzluktan
birini seçme durumunda değiliz."
Böylece, sözde üçüncü bir alternatif adına, biri ezen biri ezileni temsil eden iki güç arasındaki
savaşta tarafsız kalınmakta, ama böyle bir savaşta tarafsızlık fiilen haksızın desteklenmesi,
egemen olanın desteklenmesi anlamına geldiğinden, Genel Kurmay desteklenmektedir.
Dikkat edilirse bu argümanda, demokratik olmak, tarihsel ya da sosyolojik anlamıyla değil
biçimsel anlamıyla kullanılmaktadır ve PKK'nın tarihsel ve sosyolojik anlamıyla demokratik
karakteri, gündemden düşürülmektedir.
Elbette bu fiilen Genel Kurmayı destekleme tavrının demokrasinin bu farklı anlamlarının
19
karıştırılmasından çıkmadığı, aksine bu fiili tavrın günümüz dünyasının ideolojik atmosferine
denk olarak kendini böyle ifade ettiği bir gerçektir.
Ama niçin Türk şovenizmi kendini başka türlü değil de böyle ifade ediyor? Niçin artık
tarihsel ve sosyolojik olarak demokratik olmak ikna edici olmuyor? Niçin 60 ve 70'lerin
dünyasıyla bu günkü dünya arasında böyle bir anlam ve vurgu kayması oldu. Bu kaymanın bir
tarihsel ve sosyolojik anlamı var mıdır? Varsa nedir? Eğer varsa bundan ne gibi, programatik,
stratejik ve taktik sonuçlar çıkarmak gerekir? Bu sorunlar Kürt hareketinin önüne ne gibi
zorluklar ve olanaklar çıkarmaktadır?
Bunları da gelecek yazılarımızda ele almayı deneyelim. Sezilebileceği gibi, demokrasi sorunu,
eğer üzerinde biraz dikkatlice kafa yorulursa, sanıldığından çok daha karmaşık ve önemlidir.
Ortalığı kaplamış harcı alem yargıların, yerleşik kanaatler ordusunun, mavi hikayelerin
büyüsüne kapılmadan, demokrasi konusunu incelemeye devam edelim.
21 Haziran 2000 Çarşamba
20
Demokratlar Demokrat değildir; Demokrat Olmayanlar Demokrattır
Biçimsel anlamıyla demokrasi, azınlığın çoğunluğa uyması ve bu azınlık ve çoğunlukların
oluşabilmesi için fikir ve örgütlenme özgürlükleri; tarihsel ve sosyolojik anlamda
demokrat ve demokratik: özünde burjuva karakterdeki dönüşümler ve hedefler karşılığında
kullanılmaktadır. Aynı kavramın ve ondan türeyen kavramların bu farklı içerikleri ve bu
içeriklerin kazandıkları ağırlıklar ve bunların tarihsel anlamı ve somut politika bakımından
sonuçlarına da bu yazıda başlayalım.
1917 ile 1989 arası döneme baktığımızda garip bir paradoksla karşılaşırız. Tarihsel ve
sosyolojik olarak demokratik hareketlerin hiç birinin demokrasiyle ilgisi yoktur yani
anti demokratiktirler; buna karşılık bu demokratik karakterli direnişlere karşı çıkan, onları
ezmeye çalışanların hepsi biçimsel olarak demokratiktir. Demokratlar demokrat değildir;
demokratik hareketleri bastıranlar, karşı duranlar demokrattır.
Ekim Devrimi'nin ve İspanya'daki Cumhuriyetçi rejimin ilk dönemleri bir yana bırakılırsa,
özellikle İkinci Dünya Savaşından sonraki dönemde zirvesine çıkan demokratik karakterdeki
hareketlerin hiç birisinin, ne biçimsel anlamıyla bir demokrasi kurmak, ne de bunu kendi
içinde uygulamak diye bir derdi yoktur. Buna karşılık, bu demokratik hareketlerin hepsi,
İkinci Dünya Savaşındaki faşizme karşı direniş hareketleri hariç, biçimsel olarak demokratik
karakterdeki rejimlere karşı savaşmışlardır.
Çin'in tarihin gördüğü en büyük köylü ayaklanmasını örgütleyen Komünist Partisi'nin ne
içinde demokrasi vardı, ne de biçimsel olarak demokratik sistem kurmak gibi bir problemi;
ama karşısındaki ABD bir demokrasiydi. Kenya bağımsızlık savaşçıları olan Mau Mau'ların
da demokrasi diye bir sorunu ve pratiği yoktu; ama İngilizler dünyanın en köklü
demokrasisiydi. Cezayir savaşını yapanların da yoktu ama Fransa da bir demokrasiydi. Ne
Kuzey Vietnam'da demokrasi vardı, ne de güneydeki Vietkong gerillalarının demokrasi diye
bir problemi; ama Vietnam halkını ezmeye çalışan ABD ise gerçekten az bulunur bir
demokrasiydi. Daha geçenlerde, Lumumba'yı izi kalmasın diye asitte erittiklerini itiraf
edenlerin Belçika'sı kıta Avrupa'sının klasik demokrasilerinden biriydi. İsrail'e kök söktürüp
onu masaya oturtmak zorunda bırakan taş çocuklarının ve İslam'ı bayrak eden direnişin
demokrasiyle ilgisi yoktur ama İsrail Orta Doğu'da yaşayan tipik bir Avrupa demokrasisidir.
Daha ileriye gidelim. 12 Eylül öncesi dönemde, hiç bir hareket etkili ve egemen olduğu
mahallelerde fikir ve örgütlenme özgürlüğü kurmak gibi bir kaygı taşımıyor ve kurmuyordu;
ama onların yıkmak için uğraştıkları sistem, bütün Asyalılığına, keyfiliğine ve bütün hukuki
yasaklara rağmen, örneğin hiç bir Arap ve Afrika ülkesiyle kıyaslanamayacak kadar fikir ve
örgütlenme özgürlüklerine sahipti.
Böyle bir dünyada, bütün sömürgeci ve egemenlerin demokratik, demokrasi diye problemleri
olmayanların ise sömürgeci ve egemenlere karşı savaştığı bir dünyada, kimsenin bir
21
demokratik hareketi desteklemek için biçimsel demokrasi kriterleri aramak gibi bir sorunu
yoktu. Çağın ruhu başka tellerden çalıyordu. Zaten bu çağ ruhu içindedir ki, ezilenlerin aynı
zamanda biçimsel anlamıyla da en iyi demokrasiyi gerçekleştirmeleri gerektiği yolundaki,
klasik sosyalizmin geleneklerine dayanan uyarı ve eleştiriler, zerrece yankı bulmamış
hatta alayla karşılanmıştır.
Ne var ki, burada çok garip bir durum, bir pardoks karşımıza çıkmaktadır. Demokrasi,
azınlığın çoğunluğa tabi olmasını ilke olarak kabul eden rejimdir demiştik. Ezilenler daima
nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturduklarına ve elbette kendi çıkarlarının nerede olduğunu
en iyi, yine bizzat büyük çoğunluğu oluşturan ezilenlerin kendileri bileceklerine göre; böyle
bir sistemin ezilenlerin çıkarlarını korumak için ideal bir sistem olması gerekmez mi? O halde
ezilen geniş kitlelerin biçimsel anlamıyla demokrasinin en uzlaşmaz savunucuları da olmaları
gerekmez mi? Ama somut tarihe baktığımızda, yukarıdaki örneklerde de görüleceği gibi, en
azından yirminci yüz yıl boyunca, ezilenlerin biçimsel anlamıyla demokrasi diye bir
sorunlarının pek olmadığını görüyoruz.
Bunun bir izahı gerekir? Niye böyle oluyor? Bu ezilenler bu kadar aptal mı? Niye kendilerinin
çıkarına olmayan bir duruma düşüyorlar? Niye hep yağmurdan kaçarken doluya tutuluyorlar?
Sömürgecileri atıyorlar, ondan sonra onlara rahmet okutan kendi içlerinden çıkmış
diktatörlerin egemenliği altına düşüyorlar? Bu bir kader mi? Bu onların yapısal bir özelliği
mi, yoksa belli tarihsel koşulların bir ürünü mü? Yok eğer yapısal bir özelliği ise, ezilen
çoğunluk demokrasiden yana olmadığına göre, bu aynı zamanda demokrasiye karşı bir
argüman oluşturmaz mı? Ezilenler demokratik bir şekilde, yani çoğunluk olarak, demokratik
olmamaya ayaklarıyla oy vermiş olmuyorlar mı? Eğer böyle ise, niye böyle yapıyorlar?
Tarihsel ve sosyolojik anlamıyla demokratlar bu sorulardan kaçarlar. Demokratlığa
sosyalizm yolunda değil, liberalizm yolunda veda edenler ise bu sorulara normatif ve soyut
düzeyde cevaplar vermeye kalkarlar. Bu nedenle bu sorular sorulur ve cevaplar aranırken
izlenecek yöntemin, metodolojinin aynı zamanda politik bir anlamı ve sonuçları vardır.
Bu soruların cevabı, somut tarihsel süreçlerde, bu süreçlere damgasını vuran toplumsal
güçlerin karakterlerinde bulunabilir. En çok unutulan hep bu basit metodolojik ilkedir. Her
hangi bir toplumsal sorun gibi, demokrasi sorunu da soyut ve normatif tanımlar çerçevesinde
anlaşılamaz. Nasıl olmaktadır da, büyük çoğunluğu oluşturan ezilenler, çoğunluğun
çıkarlarını ifadeye en uygun sisteme böyle ilgisiz ve karşı bir durumda; buna karşılık;
küçük sömürenler kitlesi, çoğunluğun çıkarlarını savunmaya en uygun sistemin
savunusunun bayraktarlığını yapar durumda olabiliyor?
19. Yüzyılın sosyal mücadeleler tarihinde durum tam tersineyken, yani, ezilenlerin
demokratik hareketleri aynı zamanda biçimsel anlamıyla da demokrasinin en büyük
savunucularıyken; demokratik özgürlükler ve genel oy hakkı ezilenlerin mücadelelerinin
daima temel sloganlarından biri olmuşken ve bu gün "batı demokrasisi" denen şey aslında bu
mücadelelerin ürünü iken, nasıl oldu da ezilenler demokrasi bayrağını ezenlere kaptırdılar?
Bu sorulara doyurucu cevaplar verilmeden bu bayrak tekrar kazanılamaz. Cevaplar ise, ancak
somut tarihsel süreçlerde, güçlerde ve onların ilişkilerde bulunabilir. aynı zamanda
22
30 Haziran 2000 Cuma
23
Demokrasinin Özü: Azınlığın Çoğunluğa Uyması
"Bir şeyi anlamanın en iyi yolu önce onu anlayamamaktır" diye bir söz vardır. Demokrasi
konusunu da anlamanın en iyi yolu, o çok bilinen ve apaçık gibi görüneni anlayamamakla işe
başlamaktır.
Yirminci yüzyıl tarihine bakıldı ve şu sonuçla karşılaşıldı, ezilenlerin, haklı olanların, "tanrım
beni baştan yarat" diyen ve daha baştan yenik olarak yaratılanların, bir iki istisna hariç,
azınlığın çoğunluğa uyması ilkesi ve bunların gerçekleşmesi için özgürlükleri garantiye alan
bir rejim kurmak gibi, yani demokratik bir rejim kurmak gibi bir dertleri olmaması ve
kurmamaları.
O zaman da şu sorular ortaya çıktı: Niye böyle? Bu insanlığın çoğunluğu olan alttakiler bu
kadar aptal mı? Yoksa yine birileri tarafından kandırıldı mı? Kandırıldı ise kandırılmamanın
yolu ne? Ya da bu özellik sadece yirminci yüz yılın tarihine has bir nitelik mi? Öyle ise bu
niteliği ona neler vermektedir?
Bütün bu soruların cevaplarının, yer yüzünden baskı ve sömürünün kaldırılması mücadelesi
için, devrimci strateji için çok ciddi sonuçlar doğuracağı çok açıktır. Keza özellikle Kürt
Ulusal mücadelesini değerlendirmek ve onun karşısındaki tavırlarla da yakından ilgilidir.
Yani bu gibi sorular ve cevapları, hem programatik ve stratejik, hem de aktüel politika
bakımından hayati önem taşımaktadır.
Bilgi ve bilim, her zaman düzenli ilerleyen bir ordu gibi, adım adım fethederek ilerlemez.
Bazen derinlemesine akıncı hücumları yapar; bazen ilerlemek için muazzam yığılmalara
ihtiyaç duyar, bazen sonradan geri dönüp fethetmek için, fethedilmemiş alanlar bırakır
arkasında, hızını kesmeme amacıyla. Şimdi yukarıdaki sorulara cevap verebilmek için de,
önce o sorulardan, o konulardan uzaklaşmak gerekiyor. Tıpkı bir engeli aşmak için, geriye
gidip hız almak gibi.
Dikkat edilirse, bu pehlivan tefrikasına dönen demokrasi üzerine yazılar serisinde, sık sık
böyle yapmak gerekmiştir, farklı soyutlama düzeylerine ilişkin kavramları ve anlamları
ayırabilmek için. Bu nedenle sık sık genellikle bir önerme söylenmiş, sonra da zıttı
söylenmiştir. Örneğin önce demokrasi ve özgürlüğün bir arada bulunamayacağı; sonra da
demokrasinin özgürlüksüz olamayacağı söylendi. Önce demokratların demokratik oldukları,
sonra da demokratik olmadıklarını söylendi. Bu yazı boyunca daha böyle çok önermelerle
karşılaşılacak. Örneğin demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasıdır denildi, ilerde bunun aksi
iddia edilerek, demokrasinin gelişmesi çoğunluğun azınlık hakkında karar alma hakkının
sınırlandırılmasıdır denilecek. Demokrasi ve diktatörlüğün aynı şey olduğu söylenecek, ama
sonra kalkıp demokrasi ve diktatörlüğün birbirinin zıddı olduğu söylenecek.
İlk bakışta saçma gibi görünen, böyle bir birine zıt önermelerin art arda doğru önermeler
olarak sıralanmasının nedeni aynı sözcüğün farklı anlamlarını vurgulamak ve bu anlam
24
kaymalarının somut sınıf mücadelelerinde nasıl kullanıldığını, bu anlam kaymalarının bizzat
bir karşı tarafı ideolojik olarak silahsızlandırma aracı olduğuna dikkati çekmektir. Tabii bu
aynı zamanda Hegel, Marks, Clausewitz gibi büyük diyalektikçilere bir öykünme ve onların
anızını tazelemeyle ve günümüzün moda akımlarına karşı bir duruşla da ilgilidir.
Bu yazıda da, yine önce söylenmiş bir önermenin zıddı söylenecek. Çoğunluğun azınlığa
uymasının hep demokrasinin BİÇİMSEL VE GENEL anlamı olduğunu söylenmişti, bu sefer
de, tam zıttı, onun ÖZÜ olduğun söylenecek. Ve ancak bu uzaklaşma yapıldıktan sonra
tekrar çoğunluğun niye bu çoğunluk idaresine bigane kaldığı sorusuna dönülecek.
*
Daha ilk yazının ilm cümlesinde, “demokrasi en genel ve biçimsel anlamıyla azınlığın
çoğunluğa uyması prensibini kabul eden rejimdir” denildi. Burada "genel ve biçimsel"
ayrımları, ondaki azınlığın çoğunluğa uyması ilkesinin pek önemli olmadığı veya onun özüne
ilişkin bir nitelik olmadığı şeklinde anlaşıldı.
Bu genel ve biçimsel ayrımına vurgu, demokrasiye yüklenen anlamlar; demokrasiyle ilgili
talepler ve uygulamaların somut sınıf mücadeleleri dışında anlaşılamayacağı, bizlere
demokrasi üzerine yürüyen mücadelelerin özünü anlamak bakımından hiç bir ip ucu
vermeyeceğini vurgulamak için yapılıyordu. Bizlerin demokrasi üzerine tartışmalarının
ancak somut toplumsal güçler ve onların çıkar ve konumları bağlamında
anlaşılabileceğini vurgulamak için, bu genel ve biçimsel vurgusu yapılıyordu.
Ne var ki, biçim aynı zamanda özdür. Her şey zıddına döner, öz biçim, biçim öz olur. Somut
tarihsel ilişkiler içinde biçimsel bir anlam kazanan bu çoğunluk azınlık ilişkisi,
çarpıtmalarından arındırılmış, saf, soyut, kavramın hareketi olarak, demokrasinin
özüdür.
"İnsan anatomisi maymun anatomisinin anahtarıdır" diye bir söz vardır. Yani bir olgunun ya
da kavramın özüne, onun en gelişmiş ve en mükemmel biçiminde; en saf halinde varılabilir,
ve ancak ondan sonra geri biçimler anlaşılabilir. Ama bu saf hali demek, onun tarihsel sürecin
çapılmalarından soyutlanması da demektir.
Örneğin ilk kabileler arasındaki değiş tokuş yapıldığı an ürünler mala dönüşmeye başlar;
varoluşun yeni bir biçimi ve onun kendi iç yasaları ortaya çıkar, ama bu yeni öz, binlerce yıl
boyunca genelleşerek, kapitalizmde her şeyin bir mal haline dönüşmesi durumunda; genel mal
üretiminde, bu en yetkin biçiminde, en saf biçiminde gerçek özünü açığa vurur: bu öz: onu o
yapanın içindeki yoğunlaşmış emek miktarı olduğudur.
Ama düşünce, bu tarihsel olanı, yine ancak tarihsel çarpıtmalardan arındırılmış haliyle,
karamın kendi iç dönüşümlerinin hareketi olarak ele almak zorundadır, zaten düşüncenin
hareket yasaları yani diyalektik de aslında bundan başka bir şey değildir: tarihsel
çarpmalardan soyutlanmış haliyle kavramların hareketi ve özünün ortaya çıkışı.
Demokrasi'ye de aynı şekilde yaklaşılmalıdır. Demokrasinin özü olan azınlığın çoğunluğa
uyması, tarihsel çarpılmalar içinde, biçimsel bir nitelik kazanır, gerçek anlamını yitirmekle
25
kalmaz gerçekleşemez olur. Ama ancak yok olmasının arifesinde, en mükemmel, en
gelişmiş şeklinde, o biçim gibi görünen, bir öz olarak ortaya çıkar. Nasıl?
Sınıfsız bir toplum düşünelim, sadece sınıf değil, cins, ulus ve başka ayrımlar da yok. Bütün
bunlar için özel mülkiyet ve iş bölümü de yok. İnsanları dezavantajlı durumlara düşüren
azınlıklar da yok. Örneğin herkes sağlıklı, sakatlar da yok. Bu toplumun bir tek özelliği var:
Zenginlikler gürül gürül akmıyor. Bu toplumda “herkese emeği kadar” yani “çalışmyana
ekmek yok” ilkesi geçerli olacaktır, “herkese ihtiyacı kadar” değil.
Herkese emeği kadar olan yerde ise, kimsenin emeğinden fazlasını almaması için bir yaptırım,
bir zor, yani özgürlüğün zıttı olarak demokrasi olacaktır.
Ve bu demokrasi siyasi olarak, azınlığın çoğunluğa uymasında ifadesini bulacaktır. Azınlığın
çoğunluğa uyma zorunluluğunun olmadığı yerde özgürlük olabilir. Azınlığın çoğunluğa
uymaması sorunu, demokrasi aleminin içindeki bir sorun değil, dışındaki bir sorundur;
özgürlükler ve demokrasi alemlerinin özlerine ilişkin bir sorundur. Demokrasi, azınlık
çoğunluk ilişkisi olarak özünü ancak özgürlük aleminin eşiğinde gösterebilir, ve o eşikten
içeri adımını atamaz, attığı an kendi zıddına döner, azınlıklar ve çoğunluklar yok olur.
Tarihsel bakımdan en geç gelen veya gelebilecek olan, çünkü insanlığın öyle bir noktaya
kadar yaşayabileceğine dair bir emare yok, demokrasinin özü, mantıki bakımdan, en başa
alınmalı ve analiz oradan hareketle yapılmalıdır. Tıpkı Marks'ın kitabının en başında metayı,
modern toplumda her şeyi belirleyen duruma geleni, ele alıp analiz etmesi gibi. Ancak bundan
sonra somut tarihsel hareket yeniden, yine ilk elde tarihsel çapılmalarından arındırılmış olarak
ve giderek de tarihsel çapılmalarıyla birlikte inşa edilebilir.
Zor, yaptırım, kıtlık, azınlığın çoğunluğa uyması. Demokrasinin özü bunlardır. Artık bundan
sonra, örneğin sakatları, yaşlıları ve çocukları koyabilirisiniz analizinize; örneğin genel olarak
henüz büyük bolluk olmaması anlamında değil de, kelimenin gerçek anlamında kıtlık, yani
açlık ve ölüm tehlikesi olarak kıtlığı koyabilirsiniz, insanlığın on binlerce yıl yaşadığı. O
zaman demokrasi modelinizde, yaşlılar kurda kuşa yem edilecek; çocuklar fazlaysa tanrılara
kurban edilecek; insanlar birbirini yiyebilecektir. İnsan kavramı, çoğunluk azınlık kavramı
anlamlarını yitirecektir. Burada, artık tıpkı fizikte, büyük hızlarda veya çok küçük alanlarda
olduğu gibi başka kuvvetler, başka yasalar devreye girer. Örneğin on binlerce yıl insanlık
tarihinde veya tarih öncesinde olduğu gibi, zayıfların korunması değil, en güçlülerin ayakta
kalabilmesi için, onların yok edilmesi gerekir, böyle yapmadığı takdirde insan türü devamını
sağlayamazdı.
Böyle bir topluma sınıf kavramını katıp, ilişkinin bununla birlikte ne olacağını analiz etmeyi
deneyin, bu kavramı katamayacağınızı görürsünüz. Böyle bir kıtlıkta artı ürün olmadığından
sınıflar oluşamayacaktır. O halde emek üretkenliğini yükseltmeniz gerekecektir. Burada artık
çocuklar yerine koyunlar kurban edilecektir, insanlar birbirini yemeyecektir, tam artık
gerçekten demokrasinin kıyısındasınızdır.
Ama o emek üretkenliği nasıl yükselmiştir? İş bölümüyle. İş bölümü alış veriş demektir. Yani
şu meta (mal) denen şey ortaya çıkmış ve insanlık tarihi bu sefer onun, adeta bir toplum ve
26
doğa yasası gibi görünen değer yasalarının etkisi altına girmiştir. Ticaret, eşitsiz değişim,
zenginliklerin ortaya çıkışı ve belli ellerde toplanışı. Ve sınıflar ortaya çıktığında, eşitlik, yani
emek ürünlerinin emek ölçüsünde eşitçe üleşimi yok olur. Artı sorun zenginliklerin ele
geçirilmesi ve korunmasıdır büyük sömürülen çoğunluğa karşı.
Artık sınıf mücadelelerinin yasaları egemendir, bir kıtlık toplumunda eşitliği sağlamanın
değil. Mücadele demek savaş demektir. Ama savaşın da kendi yasaları vardır ve artık onların
egemenliği başlar. Savaş, karşı tarafa kendi iradesini dikte ettirmektir. Bu ise güç demektir. O
halde güç toplama, kullanma; karşı tarafı dağınık tutma sanatıdır. Ve bu böylece gider.
Görüldüğü gibi, o demokrasinin özü, toplumsal eşitçe dağıtım için, azınlığın çoğunluğa bağlı
olması artık yok olmuştur. Hatırlanması ve hayal edilmesi bile mümkün değildir artık. Ama
bu soyut model, aslında insanlık tarihinin, sapmalardan arındırılmış genel gidişi değil mi?
Sonra bir gün insanlar gelmiş bu demokrasiyi tekrar hatırlayacak bir emek üretkenliği
düzeyine ulaşmıştır. Ama sınıf mücadelelerinin, metanın, savaşın yasaları, bu mahşerin atlıları
hala tozu dumana katıyor ve egemenliklerini sürdürüyorlar. İşte burada, demokrasi, bir hedef
ve uygulama bile olduğunda, daima bu mücadelelerin bu yasaların bir aracıdır, henüz kendisi
yoktur. O ancak özel mülkiyetin olmadığı, sınıfsız bir toplumda, meta üretiminin olmadığı bir
toplumda, savaşın olmadığı bir toplumda gerçekleşebilir. Bunların olduğu toplumda,
demokrasi bu mücadelelere hizmet ettiği veya hizmet etmediği ölçüde var olabilir, yani
sadece biçimsel ve genel bir anlamda.
Demokrasiyi uygulamak veya bayrak edinmek savaşın yasalarına tabidir artık. İnsanlar, ya da
toplumsal gruplar bu savaşta kendi çıkar ve konumlarını güçlendirdikleri için demokrasiyi
savunurlar veya ona karşı dururlar.
Bu nedenle, demokrasi üzerine yürütülen her tartışma ve mücadele, başka bir mücadelenin
biçimidir, bu tartışmalarda söylenenlere ve hatta yapılanlara bakılarak, güçlerin gerçek konum
ve çıkarları hakkında hiç bir fikir edinilemez. Demokrasi denen siyasi kategori de, diğer
ahlaki kategoriler gibi, kendi başına bir amaç değildir. Mücadeleye güç veriyorsa, karşı tarafın
kafasını karıştırıyor veya onu bölüyorsa toplumsal gruplar demokrasiden yanadırlar. Böylece
daire kapanır. Demokrasinin sadece genel ve biçimsel olarak var olabilir ve özü savaştır.
Çünkü onun bir aracıdır artık.
Bu nedenle demokrasi genel ve biçimsel anlamıyla ancak günümüzün somut
mücadeleleri içinde anlaşılabilir. Demokrasinin özü, sınıfların, metanın, azınlıkların olduğu
yerde savaştır. Demokrasi bu savaşın sadece bir biçimidir. Ama bu savaşta, kimin haklı
olduğu, kimin ezilenler tarafında olduğu konusunda bize bir fikir vermez.
O halde, demokrasi sorununa ancak, ezilenlerin mücadelesine hizmet edip etmediği açısından
yaklaşılabilir, tarih ve toplum üstü bir kategori olarak değil. Soyut bir varsayım olarak,
kategorik düzeyde, Demokrasi ezenlere hizmet ediyor ve onların egemenliğini korumaya
yarıyorsa, ezilenlerin baskıdan kurtulmak için demokrasiyi reddetmeleri reddedilemez.
Demokrasi kendi başına tarih ve toplum üstü bir kategori veya hedef değildir. O ancak
ezilenlerin kurtuluş mücadelesine yararlı olduğu ölçüde doğrudur.
27
Peki ne zaman ve niçin doğrudur?
İşte bunun cevabını somut tarihte aramak demek, aynı zamanda o yazının başındaki sorulara
da cevap aramak demektir.
13 Temmuz 2000 Perşembe
28
Sorulmayan Sorular ve Sözde Açıklamalar
Sınıflı toplumda demokrasi her zaman sınıflar savaşının bir aracıdır. Savaşan güçlerin çıkar ve
konumlarına hizmet ettiği ölçüde demokrasi istenmiş ve uygulanmıştır. Bu dün böyleydi, bu
gün de böyledir ve yarın da böyle olacaktır. En demokratik gelenekli geçinen ülkelerin bile,
işler biraz sıkışınca, demokratik sistemi kurtarma adına en anti demokratik sistemlere
geçişleri; en anti demokratik tedbirleri almaları hiç değişmeyen bir kural olmuştur ve
olacaktır. Demokrasiyi, tarih ve toplum üstü bir kategori olarak bir hedef olarak ele aldıklarını
ilan edenler için de bu değişmez.
En az anlaşılan konu bu olmasına rağmen, teorik olarak bu noktada sorun yoktur.
Sorun şuradadır: demokrasi ilke olarak azınlığın çoğunluğa uyması olduğuna göre ve de yer
yüzündeki çoğunluk ezilenler olduğuna göre, niye ezilenlerin böyle bir rejim diye pek dertleri
olmamıştır? Ya da söyle formüle edelim: demokrasi, ezenlere karşı savaşlarında, ezilenlere
hizmet eden bir araç olması gerekmez mi? Nasıl oldu da durum hep tersi oldu? Niye böyledir?
Bu soruyu nedense kimse sormuyor, bu soruya yol açması gereken olguları kimse alt alta
sıralamıyor. Niçin Vietnam halkının demokratik karakterli direnişi demokratik bir sisteme
dayanmaz da ABD'nin bu demokratik harekete karşı savaşı demokratik bir sisteme dayanır?
Benzeri durumların bütün yirminci yüz yıl boyunca adeta bir saat intizamıyla tekrarlanmasına
rağmen, böyle bir sorunun sosyalistlerce sorulmaması bir rastlantı mıdır? Rastlantı değildir ve
yirminci yüzyılda sosyalist hareketin özünde demokrat, yani burjuva ufkunun ötesine
geçemeyen küçük burjuva karakterde olmasıyla ilgilidir, yani sosyalistler aslında kendini
sosyalist sanan demokratlar oldukları için; yani sorunun bizzat konusu oldukları için böyledir,
ama şimdilik bu konuyu bir tarafa bırakalım.
Bu soru böyle kategorik olarak sorulmamaktadır ama tek tek hareketler ele alındığında yapıla
gelen tipik açıklama şudur: aslında ezilenler demokratik bir sistem de istiyorlar ama onların
hareketinin başına geçen bir lider veya parti bu özlemleri bastırarak kendi iradesini dayatıyor.
Yani önderlikler (partiler veya liderler) yığınları tezgaha düşürmektedir. En sofistike gibi
görünen açıklamalar, özünde bundan daha fazlasını söylememektedir.
Önderler (Kişiler veya partiler) ile kitleler, sınıflar arasındaki ilişki, kaba bir benzetmeyle alt
ve üst yapı ilişkisine benzer. Son duruşmada belirleyen nasıl maddi hayatın üretimi ve
yeniden üretiminin biçimiyse; yığınlar belirler önderliklerin kalitesini. Önderliklerin yığınları
kandırdığı açıklaması, bu ilişkiyi baş aşağı getirir ve işin ilginci önderliklere olağan üstü
yetenek ve güçler atfeder.
Ne var ki, en azından ortada kandırılmadan öte, gönüllü olarak kandırılmayı isteme gibi bir
durum olduğu görüldüğünde; ya da önderliğin aslında temsilcisi olduğu hareketin eğilim,
karakter ve özlemlerini yansıtmaktan başka bir şey yapmadığı teslim etmek zorunda
29
kaldığında, bu sefer de diğer uca zıplanır ve o harekete damgasını vuran kitlenin kültür ve
eğitim düzeyinin bunu gerektirdiği türden; aslında egemenlerin ırkçılığına argüman olabilecek
bir sonuca ulaşılır. Bu sefer de önderliklerin o hareket üzerindeki etkileri sıfıra iner. Örneğin
Rusya'da Ekim devriminin prestiji üzerine oturmuş bürokratik kastın varlığının ve
ideolojisinin, demokratik hareketleri örgütleyen sosyalist partilerin ideolojisi üzerindeki
etkileri ve bunların sonuçları kaybolur.
Bu gün Kürt ulusal hareketi karşısında, gerek Türk sosyalistlerinin bir kısmından, gerek bu
hareketin Kürt muhaliflerinden, gelen bütün eleştiriler yukarıda ifade edilen iki uç arasında
sallanırlar.
Bunun bir değir versiyonu, en azından yirminci yüzyıl tarihi için, Stalinizm denen ideolojiyle
açıklamadır. Yani “bu hareketler, Stalinist ideolojinin Ekim devriminin prestiji üzerinde
yükselen etkisi nedeniyle böyle demokrasiye ilgisizdirler; Stalinizm bir bürokratik kastın
diktatörlüğünü işçilere karşı haklı gösterebilmek için bu demokratik gelenekleri tahrif veya
yok etmiş ve sosyalizm namı altında sosyalizmle ilgisiz, onu revize eden bambaşka bir
ideoloji geliştirmiştir.” Tarzındaki açıklamadır.
Bu yaklaşımın mantıki sonucu şudur. Eğer bu hareketlere, Stalinizmin ne olduğu anlatılsa, bir
bunu kavrasalar tekrar demokratik geleneklere döneceklerdir.
Ne var ki, bu açıklama da son duruşmada, yığınların kandırıldığı açıklamasının daha sofistike
bir versiyonu olmaktan öteye gitmez ve aynı baş aşağı duruşla maluldür.
Yığınların karşısında sanılanın aksine bir çok seçenek vardır. Her zaman Stalinistlerden başka
partiler, başka eğilimler gruplar da ola gelmiştir. Onlar da her zaman başka alternatifler
sunmuşlardır. Nedense o yığınlar onlara değil de Stalinistlere yönelmişlerdir. Demek ki ortada
yine kandırma veya yanılsamalarla açıklanamayacak, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş
gibi bir durum söz konusudur. Demokrasi diye bir sorunu olmayan Stalinist ideoloji, tam da
bu demokratik karakterdeki devrimci hareketlerin ihtiyaçlarına uygun bir teori sunuyor
olamaz mı?
Demek ki, kandırma veya yanlış anlama teorisi bizlere hiç bir açıklama getirmez. Aksine,
yirminci yüzyıl boyunca niçin bütün demokratik hareketlerin demokrasi diye bir derdinin
olmadığı sorununu açıklanamaz kılar.
Bu eleştirilerin birinci metodolojik hatası, diyalektik olmamaları ise, ikinci büyük yanılgısı
sınıfları ve sınıf mücadelelerini görmezden gelmeleridir.
Hiç bir demokratik hareket veya genel olarak bir toplumsal hareket bir tek sınıftan oluşmaz;
bir diktatöre, bir sömürgeci devlete veya bir egemen sınıfa karşı savaşan güçlerin kendi
aralarında da bir savaş vardır sürekli; her dış savaş aynı zamanda bir iç savaştır; sadece
ülkeler için değil; toplumsal sınıflar ve hareketler için de böyledir bu. Sırf işçi hareketinde
bile bu kural değişmez. İşçi vardır işçi vardır. Ezilen ulus hareketinde de, ezilen cins
hareketinde de, her harekette egemenlere karşı savaşanlar kendi aralarında da bir savaş
yürütürler. Ve bu savaş sadece ezenlere karşı değil, ezilenler arasında da çok eşitsiz
koşullarda yürür.
30
Sorunun cevabı dünya tarihinin genel gidişi içinde özellikle yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı
tarihsel eğilimler ve sınıf ilişkileri ve onların karakterlerinde aranmalıdır. Bu genel tarihsel
kaneva ve onun içinde sınıfların karakterlerinin oynadığı rol gelecek yazının konusu olsun.
29 Temmuz 2000 Cumartesi
31
Demokrasi, Köleler ve Genel Oy
Sınıfsız bir toplumda, demokrasi, toplumda hak eşitliğini sağlamanın, yani "çalışmayana
ekmek yok"u; bireylerin toplumla ilişkisini düzenlemenin bir aracı iken, sınıflara bölünmüş bir
toplumda, sınıf savaşının bir aracıdır. Dolayısıyla bütün savaş araçları gibi savaşın hedeflerine
hizmet ettiği ölçüde kullanılır.
Bir aracın işlevleri ile onun yapısı arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bir kalem ile yemek
pişiremez ve bir tencere ile yazı yazamazsınız. Taş yerinde ağırdır. O halde, demokrasi bir
araç da olsa, azınlığın çoğunluğun aldığı kararlara uymasını kabul eden idare şekli olduğuna;
ve de her zaman ezilenler çoğunluğu oluşturduğuna göre, sağ duyu, demokrasinin sınıf
savaşımında ezen azınlıkların değil; ezilen çoğunlukların kullanabileceği bir araç olmasını;
ezen azınlıkların bunu ezilen çoğunluğa karşı kullanamamasının doğal sonuç olmasını
düşünmeyi gerektirmez mi?
Gerektirir.
Ama yirminci yüzyıl tarihine baktığımızda ortaya başka bir manzara çıkıyordu: ezilenler hiç
bir şekilde demokratik sistemler kurmuyorlardı; aksine bütün ezenlerin sistemleri
demokratikti. Bu çelişkinin bir izahı gerekiyordu.
O zaman şu olasılıklar gündeme geliyordu.
1) Olgular yanlış bir ışık altında görülmektedir, aslında yirminci yüzyılda da ezen azınlık
demokrasiyi bir araç olarak kullanamamaktadır, sadece olgulara bakış açımızı değiştirmek,
onları başka bir ışık altında görmek gerekmektedir. Yani olgu düzeyinde, en azından
demokrasinin sınıf savaşında ezen azınlığın kullanabileceği bir araç olmadığı önermesi
geçerliliğini sürdürmektedir ve olgular da bunu kanıtlamaktadır.
2) Yirminci yüzyıldaki ezilenler adına kurulmuş, ezilen çoğunluğun ayaklanmalarıyla
kurulmuş rejimler, aslında ezilen rejimleri değildir. Zaten demokrasi ezen azınlıklar
tarafından kullanılamayacağı için bunlar demokratik rejimlere sahip olmamışlardır. Biz bu
rejimleri iddialarıyla değil, gerçek yaptıklarıyla değerlendirmeliyiz.
3) Demokrasi çoğunluğun çıkarlarını korur ama o çoğunluk çıkarlarının nerede olduğunu
bilirse, bu günkü toplumda ise ezilenler cahildir, kandırılmaya uygundur, medya zenginlerin
elinde toplanmıştır vs.. Bu gibi nedenlerle demokrasi ezilen çoğunluğun çıkarlarını korumak
için bir araç olamamaktadır ve tam da bu sayede onu ezenler bir araç olarak kullanmaktadır.
Yirminci yüzyılda çelişki gibi görünenin anahtarı buradadır.
Bu yaklaşımların her birinde çok ciddi bir gerçek payı bulunmaktadır ve her biri bilmecenin
çözümünün bir parçasıdır.
Birincisinden başlayalım.
32
Demokrasi, bu gün bile, azınlığı oluşturan egemenler tarafından ezilen ve sömürülen
çoğunluğa karşı bir araç olarak kullanılamamaktadır. Eski Yunan ve Roma demokrasisi ile bu
günkü demokrasi arasında hiç bir temel fark yoktur. Her ikisi de kölelere dayanmaktadır.
Sınıflı bir toplumda, demokrasinin ancak kölelere dayanarak, egemenler arasında var
olabildiği ilkesi geçerliliğini korumaktadır. Sorun bunu görebilecek bir bakışla ilgilidir.
Gerek tarih öncesinde, gerek tarih boyunca ve hızla yok olmakla birlikte bu gün bile, sınıfsız
toplumlar kendi içlerinde toplumsal ilişkileri düzenleyen kendiliğinden bir demokrasi
yaşamışlardır ve yaşamaktadırlar. Köylerin büyük bir bölümü, göçebeler ve avcılar, kendi
içlerinde kendiliğinden sınıfsız toplum demokrasisi yaşarlar. Alevilikten, Alman Mark'ına ,
Rus Mir'ine, Zapatistaların yerli konseylerine kadar bin bir biçimiyle bu ilkel demokrasi
varolmuştur ve gerek modern, gerek antik çağda görülen sınıflı toplum demokrasilerinin bile
kaynağında bunun kalıntıları bulunur.
Eski Yunan ve Roma demokrasisi de bu ilkel sosyalist gelenek üzerinde var olabilmiştir.
Medenileşmek ve sınıflı topluma geçiş, hemen daima, eski demokratik geleneklerin
tasfiyesiyle atbaşı gider. Klasik Yunan, Roma veya İslam veya her hangi bir kavmin
uygarlaşması tarihi, bu genel eğilimi doğrulamaktan başka bir şey yapmaz.
Kent (Site, Medine), sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçişin kozasıdır. Eski Yunan
demokrasisinin sınıflı ve sınıfsız toplum dönemi birbirinden ayrılmalıdır.
Yunan ve Roma'da sınıflı topluma geçtikten sonra, bir süre daha bu demokrasi geleneği
sürebildiyse, bu, yurttaşların toplu halde bir köleci kast oluşturmalarıyla mümkün olabilmiştir.
Köleler ve pleplerin hiç bir hakkının olmamasıyla ve onların emeğinden ve ticaretten artı
değer transferiyle elde edilen artı ürünle sağlanan bir refah sayesinde bu demokrasi sadece
yurttaşlar için geçerli olabiliyordu. Bunların hiç birinde bu gün anladığımız anlamda genel oy
geçerli değildi. Yani ezilen çoğunluğun zaten hiç bir hakkı yoktu, köleydi.
Modern tarihte de durum değişmedi. Burjuvazi demokrasi dediğinde hiç bir zaman genel oy
hakkını kastetmedi. Biliyordu ki, nüfusun çoğunluğunu oluşturan, ezilenler bu hakkı
kullanarak kendilerine istediklerini dikte ettirebilirlerdi. Bu nedenle, oy vermek hep belli bir
gelir grubundan olmak, belli bir miktar vergi vermek gibi, son duruşmada ezilen çoğunluğu
sistemin dışına iten ve sadece ezen azınlık arasında demokrasiyi mümkün kılan sınırlamalarla
mümkün oldu modern toplumda.
Bu nedenle de, bütün 19. yüzyıl boyunca, işçilerin ve ezilenlerin temel sloganlarından biri,
genel oy hakkı oldu. Zengin ülkelerde genel oy hakkına dayanan demokrasinin yaygınlaşması
yirminci yüzyılda ve özellikle de onun ikinci yarısında söz konusudur. Ama bu da tarihin
özgül bir gidişi sonucu; genel oy ve demokrasi için mücadele eden ileri ülkelerdeki işçilerin
birer köle sahibine dönüşmesi ile mümkün olabilmiştir Bu biraz eski Roma'da, Romalılığın,
sadece patricilere değil, örneğin bütün Roma ve İtalya'da yaşayanlara genişletilmesine benzer.
Yani zengin ülkelerdeki işçiler ve diğer ezilenler bir bakıma köleci yurttaşlar haline
gelebildikleri için, yine zenginler arasında bir demokrasidir bu.
Bunu görebilmek için, dünyaya, ulusçuluğun ufkunu aşarak bakmak gerekmektedir. Ama
33
ulusçuluğun yarattığı ön yargılar bunun görülmesini engellemektedir. Ezilen çoğunluğun yine
oy hakkı yoktur, yine azınlık belirlemektedir.
Bir insan niye Romalı ya da Brahman olmadığı için toplumun yönetiminde söz sahibi
değildir, bu bize bu gün insanlık dışı görünür. Ama aynı şeyi, yani bir ABD veya AB
vatandaşı olmadığı içini, olağan kabul ederiz. Bunu normal kabul edişimizi sorgulamayı
aklımızdan bile geçirmeyiz. Belli ulusların yurttaşı olmanın belli haklara sahip olmasını
normal karşılıyoruz. Budur bu günkü demokrasilerin aslında birer köleci demokrasi
olduğunun görülmesini ve sanki bütün zengin ülkelerin gerçekten demokratikmiş gibi
görülmesine yol açan.
Bir ABD veya diğer zengin bir ülkenin aldığı kararlar bütün insanlığı etkiliyorsa bu kararların
alınmasına bütün insanlığın katılması gerekmez mi? İşte, ulus denen şey aracılığıyla bütün
insanlar bundan dışlanıyor ve bunu olağan karşılar hale geliyor. Şunu demeyi kimse akıl
etmiyor. "ABD'de doğmuş olmak veya öyle bir ananın babanın çocuğu olmak nasıl sizi bu
haklara ve beni bunu belirleme hakkından mahrum etmeye yol açar? Bu eski köleciliğin
devamı değil mi? Genel oy aslında bir kandırmacadır, sadece zengin ülkelerin yurttaşları için
geçerlidir."
Burjuvazinin genel oyu zengin ülkelerde kabul etmek zorunda kalmasıyla, oralardaki işçilerin
de birer köleciye dönüşmeleri çakıştığı için; yani zengin ülkelerin ezilenleri de birer ezen
haline dönüştükleri için, demokrasi ezen azınlığın bir aracı olabiliyormuş gibi görülmektedir
ulusal bakışın prizmasında kırılarak.
Bunun için yapılması gereken ilk şey, ulusal devleti tek olası biçimmiş gibi görmekten
kurtulmak ve yeryüzünde bütün insanların bir gemide olduğunu; bir kararın sonuçlarına
katılmak zorunda olanların, o kararın alınmasına katılma haklarının olduğunu düşünmek
gerekmektedir. ABD'nin veya Avrupa'nın aldığı ve kendisinin bütün hayatını belirleyen
kararlarda, niye bir Hintlinin söz hakkı olmasın?
Daha önce başka yazılarda da değinildiği gibi, uluslar ve ulusçuluk; ırkçı ve köleci
ayrımcılığın bir aracıdır artık. Bu mekanizmayla insanlığın çoğunluğunun genel oy hakkının,
demokratik haklarının olmadığı görülmemektedir.
Demokrasi de zenginlerin demokrasisi olmaya devam etmektedir ve hala demokrasiyi
zenginler tüm kapsamıyla ezilenlere karşı bir araç olarak kullanamamaktadırlar.
Evet genel oy yine ezilenlerin temel talebi olmaya devam ediyor. Ama ulusçuluğun
yanılsamalarından kurtulmuş olarak. Ulusal olanla politik olanın çakışmasını öngören ilkeyi
reddetmek, genel oyu talep etmenin; bu köleciler demokrasisine son vermenin bir
görünümünden başka bir şey değildir.
04 Ağustos 2000 Cuma
34
Bir Paradoks
Geçenlerde İlhan Selçuk "Yanıtsız temel soru!" başlıklı yazısında şöyle diyordu:
"Portekiz kırk yıllık Salazar, İspanya kırk yıllık Franco faşizminden sonra iyis kötü endüstride
bir düzeye ulaşarak demokrasiye açılımı gerçekleştirdiler, kırk yılını çok partiyle yaşayan
Türkiye nal topluyor"
Ya da şöyle:
"Batı sanayileşme devrimini demokratik çok partili rejim sürecinde mi yaptı?
Yoksa sanayileşme devrimini gerçekleştirdikten sonra mı, çok partili demokrasiye geçti?"
Bunlardan çıkarılması gereken sonuç, demokrasi ile sanayileşme ve modernleşmenin bir arada
olamayacağıdır.
Ancak böylesine bir sonucu açıkça çıkarıp savunamayacağı için, burjuva nitelikteki
dönüşümler anlamıyla demokrasi ile, bir rejim olarak demokrasinin, aynı sözcükle ifade
edilmelerine dayanarak, bir kelime oyunuyla bu çıkmazdan çıkmayı şöyle deniyor:
"Oysa ülkemizde tek partili rejim faşizm değildi; çünkü içeriği bakımından "demokratik
devrim"di, bir İslam ülkesinde teokratik düzenden laik düzene geçişin "aydınlanma süreci"ni
gerçekleştiriyordu."
Yani biçimsel olarak demokratik olmayan bir sistem tarihsel olarak demokratik (yani burjuva)
karakterde dönüşümler yapmıştır demektedir. Bunu bu şekilde açıkça ifade etmekten korktuğu
için de; tek partili rejimi açıkça demokratik olmayan bir rejim olarak nitelemekten ise, faşizm
gibi aşırı ve o rejim için kullanılması gerçekten tartışmalı bir kavramı kullanarak (örneğin
bonapartizm gibi bir kavram çok daha fazla uyardı) tarihsel anlamlı demokrasi sözcüğünü,
rejim biçimine ilişkin ve faşizmin zıttı bir kavram gibi koyuvermektedir.
O halde bu ifadeyi kelime oyunlarından arındırdığımızda denilen şudur:
"Türkiye'de tek partili rejim, biçimsel olarak demokratik olmamakla birlikte, içeriği
bakımından, başardığı tarihsel görevler bakımından demokratikti."
Aynı yazıda biraz altta şu önerme bulunmaktadır:
"Çok partili rejim, Türkiye'de demokrasiyi değil, karşı devrimi gündeme getirdi."
Yani "demokrasi de karşı devrime yol açar"ın utangaçcası.
Bu önermelerden çıkarılması gereken sonuç, modernleşmenin, ya da tarihsel bakımdan
demokratik karakterdeki dönüşümlerin demokrasiyle bir arada olamayacağıdır.
Aydınlanmacı İlhan Selçuğun, İkinci Frederik veya Katerina gibi yine bir aydınlanmacı
despot olan Abdülhamit ile aynı şekilde düşünmesi bir rastlantı olmasa gerek.
35
Örneğin Abdülhamit resmi İngiliz gazetesi Times'e şöyle der:
"Beni Hürriyete muhalif görenler yanılıyorlar. Kullanmasını bilmeyen bir memlekete hürriyet
vermek, kullanmasını bilmeyen birine tüfek vermeye benzer. Herif babasını, anasını,
kardeşlerini öldürür. Sonra döner kendi kendisini vurur." (V.P. Programı, 1954)
Yüz elli yıl kadar sonra, Kemalist İlhan Selçuk, kavramlarla oynayarak aslında aynı mantığı
ifade ediyor. Bu yazı serisinin diline çevirirsek, denilenin özü şudur: modernleşmemiş bir
toplumda, demokrasi ezilen çoğunluğun bir aracı olamaz. Onlar bunu hangi yönde
kullanacaklarını bilemezler veya kandırılırlar. Örneğin İlhan Selçuğun formüle ettiği gibi
"Karşı Devrimi" iktidara getiriverirler. Onun için bu çoğunluğun aydınlatılması, eğitilmesi,
çocukluktan çıkarılması gerekir.
Abdülhamit bunun için okullar açıyordu; İlhan Selçuk da sanayileşme ve eğitimle olacağını
söylüyor.
*
Ama biz gerek mantıken, gerek olgulara ilişkin olarak, şöyle bir sonuca ulaşmıştık.:
"Demokrasi, ezen azınlıklar tarafından ezilen çoğunluğa karşı kullanılamaz."
Tabii burada demokrasi derken, genel oyun ve her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğünün
olduğu bir rejimi kastediyoruz. Buradan da şu sonuç çıkar: demokratik olmayan rejimler
azınlıkların rejimleridir. Böylece demokrasi, bize bir rejimin gerçekten ezilenlerden yana olup
olmadığının şaşmaz ölçüsünü sunar. Bir ülkedeki iktidarın ezilen çoğunluğa hizmet edip
etmediğini anlamak istiyorsanız o ülkedeki rejime bakın; demokrasi yoksa ezen bir azınlığın
egemenliği vardır orada.
Halbuki bu yazı serisinin başlarında, tamamen buna karşı bir önermeden hareket ediyorduk;
"demokrasinin bir toplumsal gücün karakteri konusunda bize bir ip ucu veremeyeceğini"
söylüyorduk. Örneğin, bütün tarihsel olarak demokratik karakterdeki hareketlerin hiç birinde
demokrasi olmadığını; eğer öyle olsaydı, bunların egemenlerin hareketleri, partileri, rejimleri
olduğunu kabul etmek gerekir, diyorduk.
Bu iki çıkarsama da, genel olarak hem tarihsel olgular hem de mantıki bakımdan doğrudur
ama birbiriyle çelişmektedir. Biri doğruysa diğerinin doğru olmaması gerekir.
Bunun pratik politika bakımından bilinen bir sonucu şudur: Örneğin Kürt Ulusal hareketinin
demokratik bir işleyişi olmadığı söylenmektedir. Bundan pek ala, dolayısıyla Kürt Ulusal
Hareketinin, ezilenlerin bir hareketi olmadığı; öyle olsaydı demokratik işleyişleri olması
gerektiği gibi bir sonuç çıkarmak gerekmektedir. Bundan da politik tavır olarak, örneğin Türk
devleti ile Kürtler arasındaki savaşta "tarafsızlık" sonucuna kolayca varılabilmektedir. Kürt
muhalefeti de bütünüyle bu mantığa dayanmaktadır. Bütün çabaları, ulusal hareketin
demokratik olmadığını kanıtlama, dolayısıyla, onun ezilen bir ulus ve insanların hareketi
olmadığını, bir kişi veya azınlığın diktatörlüğü olduğunu kanıtlama noktasında
toplanmaktadır.
Eğer bu mantık doğru ise, bütün dünya ve yirminci yüz yılın tarihini yeniden gözden
36
geçirmek gerekmektedir. Demek ki, ne Çin devrimi, ne Vietnam, ne Küba, ne Yugoslavya
ezilen ulus ve halkların ezilen emekçilerinin veya onların eğilimlerini yansıtan devrimler
değil, bir takım parti bürokratlarının veya kişilerin veya azınlıkların iktidara gelişleridir.
Şimdiye kadar hep boşuna bunları desteklemişiz. Ha Nikson ha Ho Şi Ming; ha Çan Kay Şek
veya Amerika ha Mao. Ha PKK ha Genel Kurmay. Al birini vur ötekine.
Açıkça ifade edilmemekle birlikte, bu gün yaygın anlayış budur.
Eğer bunun tersi olan önerme doğru ise, yani, demokratik ve modernleşmeci hareket ve
rejimlerin demokratik olmayabileceği; olduğu takdirde bunun sömürgecilerin ve egemenlerin
işine yarayabileceği önermesi doğru ise, (ki tarihsel olgular bunun doğru olduğunu gösteren
bir çok örnek sunuyor). O zaman da pek ala ezilen çoğunluktan yana, ama demokratik
olmayan rejimlerin ve aksine demokratik ama ezilen çoğunluğa karşı sistemlerin olabileceğini
dolayısıyla, yapıyla işlevler arasında sanıldığı gibi zorunlu bir ilişki olmadığını kabul etmek
gerekmektedir. Ama eğer yapı ile işlevler arasında böyle bir ilişki yoksa, o zaman demokrasi
talebinin anlamı kalmamaktadır.
Eğer yapı ve işlevler arasında zorunlu bir ilişki yoksa, yani demokratik olamayan bir sistemi
pek ala ezilen çoğunluk için kullanmak veya bunun tersi mümkünse, işçi sınıfının burjuva
devlet cihazını parçalamasının da gereği yoktur; işçiler de bu cihazı kendi amaçları için
kullanabilirler sonucunu çıkarmak da gerekecektir.
Açıkça ifade edilmemekle birlikte 60'lı ve 70'li yılların egemen anlayışı buydu.
Aslında bu iki tavır da hiç bir zaman yukarıda özetlenen mantık sonuçlarına gidecek bir
cesareti gösterememektedir ve felsefe geleneği olmayan bu ülkenin düşünce dünyasında
eklektik olarak sunulmaktadır. Diyelim somut PKK konusunda belli bir tavrı koyanlar, bunu
Çin, Vietnam, Küba ve diğer ulusal kurtuluş savaşlarına genelleyecek cesareti
gösterememektedirler. Dolayısıyla kendilerini bir iç tutarsızlığa mahkum etmektedirler,
tarihin ve toplumsal olayların kavranışında.
Aynı tutarsızlık ve korkaklık diğer uçta da daha az değildir; eğer demokrasi ile egemen
sınıflar arasında bir ilişki yok ise, yani demokratik bir rjim egemen azınlık tarafından yapısal
olarak kullanılmamaya yapısal olarak elverişli değilse, demokrasi istemi anlamsızdır
sonucunu hiç biri çıkarmamaktadır. Çıkaranlar da bu noktada suskunluğu yeğlemektedir. Ama
bunun bir adım ötesi de, yapı ve işlevler arasında bir doğrudan bağ olmadığı önermesidir ki,
buradan da, Paris komünü tipi devletin gerekli olmadığı sonucuna kolaylıkla ulaşılabilir.
Ve bu tavır ve anlayışlar sadece zaman içinde birbirini izlemezler, günümüzde olduğu gibi,
aynı zaman içinde bir arada, karşılıklı etki ve tepki içinde bulunurlar.
Okuyucu fark edecektir ki, bu iki tavır, aktüel politika bakımından, İkinci Cumhuriyetçilerle
(Liberallerle) Birinci Cumhuriyetçilerin (Kemalistlerin) tavırlarıdır; Bu suyasi kavramları
sınıfların diline çeirirsek: Burjuvazinin ve Bürokrasinin.
Ama sadece Birinci ve İkinci Cumhuriyetçilerin farkı değildir bu; 60'lar ve 70'lerle, 80'ler ve
90'lar ideolojik ikliminin ve solculuğunun da farkıdır bu görüşler.
37
ÖDP gibi partiler, İkinci Cumhuriyetçilerin kavrayış ve varsayımlarına dayanarak politika
yapmaktadır ve İkinci Cumhuriyetçilerle aynı var sayımlara dayanarak Kürt hareketi
karşısındaki tavrını belirlemektedir. Buna karşılık, daha ziyade radikal solcu hareketler, İlhan
Selçuk'larda ifadesini bulan metodolojik yaklaşıma sahiptirler. Yani kemalist Bürokrasinin.
Tavırlara somut politik sonuçlarıyla değil, dayandıkları varsayımlarla metodolojik olarak
bakıldığında; örneğin Kürt hareketini kararlılıkla destekleyen ve Kemalizm'e en çok saldıran
radikal Türk sol hareketleriyle; Kemalistlerin aynı varsayımları ve kavrayışları paylaştığı;
buna karşılık yine, Kürt ulusal hareketini daha açıktan destekleyen İkinci Cumhuriyetçilerle,
bu harekete mesafe koyan ve gizli bir düşmanlıkla yanaşan ÖDP'nin de aslında aynı
varsayımları paylaştığı görülür.
Böylece Kürt hareketi açısından ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Ülke çapındaki
politikada desteğini ikinci cumhuriyetçilerden alırken; sosyalistlerin İkinci Cumhuriyetçilerle
aynı metodolojik varsayımları paylaşanları en karşı olanları; tersine ülke çapında en inkarcı ve
baskıcı politikaların destekçileri birinci cumhuriyetçilerdeyken; sosyalistler arasındaki en
büyük destekçiler metodolojik düzeyde onlarla aynı var sayımları paylaşanlardan çıkar.
Çoğunluk ve demokrasi konusundaki bu paradoksun nereden çıktığı ve çözümü yaşanan
değil yaşanabilecek bir tarihte bulunabilir, yaşanan tarih ancak yaşanmamışların ışığında
anlaşılabilir.
12 Ağustos 2000 Cumartesi
38
Demokrasi ve Gerçek Tarih
Yaşadığımız dünyanın iğrençliğini, sefaletini, rezaletini kavrayabilmek için bu dünyaya hayal
gücünün aynasından bakmak gerekir. Bu aynayı bize yaşanmış bir uzak geçmiş ve yaşanması
olası bir şimdi verebilir
Yaşanmış uzak geçmiş, bütün insan toplumlarının bir zamanlar yaşadığı sınıfsız toplumun
dünyasıdır. İnsan bu özlemi Cennet olarak, bu günkü dünyanın iğrençliğini kavrayabilmek ve
umut ilkesini koruyabilmek için, yaşatagelmiştir. Sınıfsız toplumu ve insanlığın çocukluğunu
sembolize eden masum ve bilgisiz ve de dolayısıyla günahsız insanın, Adem ve Havva’nın
cenneti ile (ki o zamanlar cehennem de yoktur); uygarlığın yaratığı, ölümden sonra
gidileceğine inanılan, sınıflı toplumun, padişah saraylarına benzeyen, bir çürümeyi sembolize
eden; bir hayal gücünden yoksunluğun ifadesi olan; gerçekliği hayalin yerine geçiren, hurili,
gılmanlı, kevser şaraplı ve de sultanların zindanları gibi cehennem korkulu cenneti birbirine
karıştırmamak gerekir.
Masumiyetin ve günahsızlığın cenneti, o ilkel sosyalist toplumlar, bu gün bile bizlerin nasıl
insanlıktan çıkmış olduğumuzu kavramamızın ölçülerini sunmaya devam eder. Bu nedenledir
ki, vülger Marksistlerin aksine, bütün büyük Marksistler, modern toplumun eleştirisinde onu
bir ölçü olarak almakla kalmazlar, benzer eğilimleri ifade eden romantik eleştiriyi hayranlıkla
kabullenirler. Kapitalist toplumun sefaletinin en başarılı tasvir ve eleştirilerini genellikle
muhafazakar ve gericilerin (Balzac gibi) yapması bir rastlantı değildir. Ancak, ilerlemenin ve
kapitalizmin zaferlerinin kör hayranları bu eleştirinin değerini kavrayamaz.
Ne var ki, gerçekliğin sefaletini kavramak için gerekli ışığı bize, sadece uzaklarda kalmış bu
geçmişin dünyası değil; yaşanması olası bir dünya da sağlayabilir. Bu olmadan da, gerçek
tarihin yalpalama ve geri gidişleri; “ilerlemedeki gerilemeler” kavranamaz. Bunun için de,
tarihi dümdüz giden zorunlu bir süreç olarak değil, olası tarihlerden biri olarak kavramak
gerekir. Ancak böylece içinde yaşadığımız tarihin, akıl ve insanlık dışılığı kavranıp, ona
yüksek bir tepeden bakılabilir.
Yaşanan tarih yaşanması olası tarihlerden sadece biridir. Bu tarihin yaşanması mukadder
değildir.
İnsanlığın bütün problemleri gibi demokrasi sorununun da paradoksları son
duruşmada gelir yaşadığımız tarihin kör düğüm oluşunda toplanır. Nedir tarihin bu kör
düğüm oluşu? Bunu bir analojiyle açıklamayı deneyelim.
Devrim, o güne kadar bağrında gelişilen koşulların, gelişimin önünde bir engel olması ve bu
engel haline dönüşen kabuğun çatlatılmasından başka bir şey değildir. Bu nedenle, her doğum
bir devrimdir, bu nedenle Marks devrimden sık sık bir doğum analojisiyle söz eder.
Ama doğadan da biliyoruz ki, bir çok doğum gerçekleşmez, yeni olanın gücü o güne kadar
39
içinde geliştiği kabuğu parçalamaya yetmeyebilir. Örneğin, bir çok durumda, küçük yavrular
yumurtanın kabuğunu kıramaz. Veya bazen havsalanın darlığından doğamaz. Bu takdirde ana
da çocuk da ölür. Evren aynı zamanda doğamamış yıldızlar mezarlığıdır da.
Ya da bazen bebek “ters gelir”, ayakları önde gelir, bu takdirde bebeği çevirmek gerekir.
Çevrilemez ise, çocuğun da annenin de hayatı tehlikeye girer.
Marks, sosyalizm çocuğunun normal bir doğumla, yani başı önde yani öncelikle gelişmiş
ülkelerdeki devrimlerle, dünyaya geleceğini umuyordu. Burjuva devrimlerinin batı Avrupa’da
o sıralar dünyanın en gelişmiş ülkelerinde gerçekleşmiş olması böyle bir beklentiyi besliyordu
muhtemelen. Sosyalist devrim gelişmiş ülkelerde olsaydı; veya örneğin Rusya gibi geri bir
ülkede olan Ekim devrimi daha sonra ileri ülkelerdeki devrimle desteklenseydi, bu insanlık
tarihi ve sosyalizm çocuğunun dünyaya gelmesi bakımından normal bir doğuma karşılık
düşerdi.
Ne var ki, sosyalizm çocuğu dünyaya ayakları önünde geldi ve başının öne geçeceği bir
durum almadı, yani ileri ülkelerde sosyalist devrimler olmadı. Hatta tersine, sosyalist
devrimler, Ekim Devrimi’nin Rusya’sından bile daha geri ülkelere yayıldı. Ayakları önde
geliş iyice geri döndürülemez bir özellik kazandı.
İşte çağımızın bütün yanılsamaları ve paradokslarını yaratan bu sosyalizmin ters
gelişinden başka bir şey değildir. Bu ters gelişi tek olası tarihmiş, yaşanması zorunlu tek
tarihmiş gibi görmek, yaşanan tarihin insanlık dışılığının kavranmasını engeller.
Normal bir doğumun hayali olmadan bu günün tarihini ve karşımıza çıkan sorunları
kavramak olası değildir. Bu gün bizlerin bütün enerjisini, dikkatini alan sorunlar,
karşılaştığımız içinden çıkılmaz gibi görünen paradokslar, hepsi son duruşmada bu ters gelişin
yarattığı komplikasyonlardan başka şeyler değildir.
Bir an için normal bir doğumla sosyalizm çocuğunun dünyaya geldiğini var sayalım. Yani,
örneğin, Ekim devriminin yirmilerin başında bir Alman devrimiyle, o olmadı yirmi altıda bir
İngiliz devrimiyle, o olmadı yirmi dokuzun bütün gelişmiş ülkeleri saran buhranının yol
açacağı yeni bir Alman veya Amerikan devrimiyle, o olmadı otuzlar Fransa veya
İspanya’sının devrimiyle desteklendiğini var sayalım.
Böyle olsaydı, bu sosyalizm bebeğinin dünyaya başı önde gelmesi bizlerin hayatını kaplayan
bütün sorunları yok ederdi. Demokrasi, eşitlik ve refahın bir arada bulunuşunun çekiciliğinin
insanlığın yolunu nasıl açacağını kavramak için, kapitalizmin bu günkü eşitsizlik ve bir parça
demokrasiyle bile nasıl bir çekim gücü oluşturduğunu görmek yeter. Bu, kısa zamanda, bütün
dünyanın sosyalist olması demek olurdu. Bu örneğin son elli yıla damgasını vurmuş ulusal
kurtuluş savaşlarının hiç var olmaması demek olurdu. Bu bugün, açlığı ve yoksulluğu yenmiş,
savaşların olmadığı, isteyenini istediği yere gidebildiği, bambaşka, artık hayal etmeyi bile
unuttuğumuz başka bir yaşam tarzının ve değerlerin dünyası olurdu.
Nasıl ulusal kurtuluş savaşları ve demokratik devrimler olmayacaksa, bunların ortaya
getirdiği, bu gün bütün tartışmaları dolduran sorunlar da olmazdı. Bu yazı serisinde sürekli
dikkati çektiğimiz paradokslar: Demokratik hareketlerin anti demokratikliği, zengin ülkelerin
40
demokratikliği; demokrasinin azınlığın egemenlik aracı olamayacağı; ama ezilen
çoğunlukların demokratik rejimler kurmamaları; yani ezilenler ve demokrasi arasındaki bu
günkü kopukluk olmazdı. Devrim, demokrasi, refah ve sosyalizmin, insanları şimdi şaşkına
çeviren bu günkü karşı karşıya gelişleri; bu yazı serisini tartıştığı sorunlar olmazdı.
Demokrasi konusundaki paradoksların sırrına yaşanan tarihin anlaşılmasıyla varılabilir;
yaşanan tarih ise; yaşanabilecek tarihlerin aynasında anlaşılabilir.
27 Ağustos 2000 Pazar
41
Ezilen Çoğunluğun İki Kanadı ve Konumları
Şimdiye kadar Demokrasi konusunu, iki soyutlama düzeyinde ele aldık: ya sınıf ayrılık ve
çelişkilerinden soyutlayarak, örneğin sınıfsız toplumların olmuş ya da olası ilişkileri
bağlamında, bir çoğunluk ve azınlık ilişkisi olarak ele aldık; ya da bir adım daha atarak, sınıflı
toplumlarda ezilen ve sömürülen çoğunluk ve ezen ve sömüren azınlığın birbiriyle ve
demokrasiyle ilişkileri bağlamında. Böyle ele aldığımızda da, örneğin demokrasinin ezen ve
sömüren azınlığın egemenliğinin bir aracı olmaya uygun olamayacağı ve gerçek tarihte de
olamadığı sonucuna ulaşmıştık.
Ama bunun yanı sıra ezilenlerin de, demokrasiyi ezenlere karşı bir mücadele aracı olarak pek
kullanamadıkları gibi bir olguyla karşılaşmıştık. Dolayısıyla bu paradoksun açıklanmasına
sıra gelmişti. Bunun için de bu paradoksun, nasıl bir tarihsel sürecin sonucu olarak ortaya
çıktığını araştırdık ve bunun, doğumda bir ters gelişin komplikasyonları olduğu sonucuna
vardık.
Ne var ki paradoksu, bir tarihsel perspektife oturtma, komplikasyonların kaynağını bize
göstermekle birlikte, bunların nasıl bir mekanizma ve işleyişle ortaya çıktığı sorunu hala
ortadadır.
Bu cevabın ip ucunu, bizzat yine bize bebeğin ters gelmesi benzetmesi sağlar. Bebeğin ters
gelmesi demek, İşçi Sınıfının, kapitalizmi aşabilecek olan sınıfın, devrim yapamaması
dolayısıyla, ağırlığın demokratik ve ulusal karakterdeki hareketlere kayması demektir.
Demokratik ve ulusal karakter demek ise, her şeyden önce, küçük burjuvazi ve köylülük
demektir. Dolayısıyla, ezilen çoğunluk ve ezen azınlık ilişkisini ele alırken, ezilen çoğunluk
içindeki, işçiler köylüler, küçük burjuvazi gibi ayrımları kavramsal araçlarımız arasına
katmamız gerekmektedir. Paradoksun işleyiş mekanizmalarının sırrı, ezilenlerin
arasındaki ayrımlardadır. Bu ayrımlara ilişkin kavramsal araçlara baş vurmak
gerekmektedir.
Şimdilik, kolaylık olması bakımından, ezen azınlığı burjuvazi ile, ezilen çoğunluğu da İşçi
Sınıfı ve Küçük Burjuvazi ile sınırlayalım. Bunların ilişkilerinin durumuna bakalım.
Sınıfları belirleyen, burjuva sosyolojisinin yaptığı gibi gelir düzeyleri değil, onların iktisadi
ilişkiler içindeki konumlarıdır. Bu konumlara baktığımızda, var olan toplumda, iki tür
iktisadi ilişki görülür. Geçmiş toplumun yadigarı olan iktisadi ilişkiler; modern toplumun
ilişkileri.
Modern toplumda iki temel sınıf vardır: İşçi sınıfı ve burjuvazi. Yani kapitalizm sadece işçi
sınıfı (iş gücünü satanlar) ve burjuvazi (üretim araçlarını elinde bulundurup iş gücü satın alıp
artı değere el koyanlar) ile mümkündür. Yani memurlar, küçük köylüler, esnaflar, rantiyeler
olmadan da bir kapitalizm mümkündür ve bu aslında en ideal kapitalizm olur.
42
Sınıfsal konumu gelir durumu belirlemez dedik. Gelişmiş ülkelerin bir işçisi, gelir durumu ve
yaşam kalitesi itibariyle pek ala geri bir ülkedeki 40-50 işçi çalıştıran, kelimenin gerçek
anlamıyla bir burjuvadan çok daha üst bir durumda olabilir. Bu birinin burjuva, diğerinin işçi
olma gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Bir de modern üretimle doğrudan ilişkisi olmayan (örneğin memurlar) ya da geçmiş üretimin
yadigarı (köylüler, küçük dükkancılar, esnaflar) tabakalar vardır. Bunlara küçük burjuvazi
deniyor.
Klasik el kitapları, küçük burjuvazinin, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki gri bölgeyi
doldurduğunu ve ikisi arasında yalpaladığını söyler. Ne var ki, bu tanım daha ziyade batı
Avrupa’nın klasik gelişimini ve gelirlere göre bir konumlanmayı ifade eder.
Batı Avrupa’da sanayileşme döneminde, gelir ve yaşam düzeyi bakımından gerçekten de
küçük burjuvazi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yer alıyordu aynı zamanda hem emekçi hem
de üretim araçlarının sahibi olması nedeniyle de böyle bir ara bölgeyi dolduruyordu. Ancak
bu günkü dünyada, bu değerlendirme ve şema artık yetersizdir. Gelir düzeyi bakımından,
dünya ölçüsünde baktığımızda, işçi sınıfının gelişmiş ülkelerdeki çekirdeğinin, geri ülkelerin
ve bu ülkelerdeki ezilenlerin çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvalarından daha yüksek bir
yaşam ve gelir düzeyinde olduğu ortadadır. Aynı şekilde, aşağı yukarı ülkelerin içinde de
böyle bir durum vardır. İşçi sınıfının örgütlü çekirdeği, küçük burjuvaziden daha iyi bir
durumdadır.
Bu durumun, klasik şemalara sığmayan ilginç sonuçları ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfının, bu
toplumu aşma yeteneğindeki çekirdeği ve zümreleri, sistemle uzlaşıp, onun içinde sınırlı
iyileştirmelere yani reformizme yönelmektedir; artık toplumun önüne bir projeyle çıkmaz,
kendini savunmaya yönelir. İşçi sınıfının alt ve örgütsüz tabakaları ise, daha ziyade toplumsal
konumları ile işçi olmakla birlikte ruh durumlarıyla daha köylü bir karakter gösterirler.
Dolayısıyla bu tabakaların radikalliği de, küçük burjuva radikalizminin damgasını taşır.
Ama sadece işçilerin alt kesimleri değil, küçük burjuvazi dediğimiz kesimlerin de büyük bir
bölümü, işçilerin çekirdeğinden, hatta işçilerden daha yoksul olduğu için, radikalleşme eğilimi
gösterir. Yani işçi sınıfının çekirdeği reformistleşirken, küçük burjuvazi radikalleşir. Bu
ise, görünüşte, klasik, küçük burjuvazinin burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer aldığı ve
yalpaladığı genel şemaya uymaz. Aksine, gerek dünya, gerek tek tek ülkeler ölçüsünde,
sağda burjuvazi, ortada küçük burjuvazi, solda işçi sınıfı şeklindeki şemaya hiç
uymayan bir gerçeklikle karşılaşılır. Evet sağda kabaca gene burjuvazi vardır, solda ise,
klasik şemaya aykırı olarak, işçiler değil, küçük burjuvazi ve işçilerin alt tabakaları
vardır. Ortada ise işçi sınıfının reformist çekirdeği. Bu tabloda, klasik tablodaki işçi
sınıfına dayanan modern sosyalizmin yeri yoktur. Bu gün bütün dünyadaki siyasete bu tablo
damgasını vurmaktadır. Bütün dünyada, radikal demokratik hareketlere, küçük burjuvazi,
reformist hareketlere de işçi sınıfı damgasını vurmaktadır.
Tekrar edelim, iktisadi konumlar ve bundan çıkan siyasi tavırlara göre: soldan sağa doğru,
işçiler, küçük burjuvazi, burjuvazi ya da sosyalist, radikal, liberal tayfının yerini; küçük
burjuvazi, işçiler burjuvazi, yani kızıla boyanmış bir radikalizm, reformizm ve
43
liberalizm tayfı almıştır.
Küçük burjuvazinin bu “kızıla kayma”sı ve toplumsal muhalefetlere damgasını vurması
demek, ezilen çoğunluğun hareketlerine, dolayısıyla onların demokrasiyle ilişkilerine küçük
burjuvazinin damgasını taşıması demektir. Bu damganın niçin demokratik sistemler
kuramadığı ve uygulayamadığının sırrını ise bize sınıfsal bölünmelerin aynı zamanda
tarihsel ve kültürel bir bölünmeyi de yansıttıkları noktasından anlaşılabilir.
Toplumsal konuma göre sıralamada, burjuvazi hep sağdadır. Ama tarihsel ve kültürel
konuma göre, burjuvazi, küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer alır. Bu konumlanış,
nedenleri ve demokrasi konusundaki sonuçları da gelecek yazının konusu olsun.
01 Eylül 2000 Cuma
44
Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı
Geçen yazıda, kolaylık olsun diye, üç temel sınıfı, yani burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi
sınıfını, iktisadi ilişkiler içindeki konumları bakımından ele almış ve bu ilişkinin, yer
yüzündeki işçi sınıfının bölünmesi nedeniyle, nasıl bir yer değiştirmeyle sonuçlandığına
dikkati çekmiştik: Burjuvazi (liberal), küçük burjuvazi (radikal), işçi sınıfı (sosyalist)
biçiminde de ifade edilebilecek klasik konumlanış yerini, burjuvazi (liberal), işçiler
(reformizm, sosyal demokrasi) ve küçük burjuvazi (kızıla boyanmış radikalizm) şeklinde bir
konumlanışa bırakmıştır.
Ne var ki, bu konumlanış yatay bir ilişkiyi ve yer değiştirmeleri ele alır. Sınıflar arası ilişki,
sadece yatay bir ilişkiyi değil, zamansal ya da tarihsel bir ilişkiye de karşılık düşer ve bu
ilişkide, sınıfların konumları, yatay ilişkiden tamamen farklıdır.
Modern toplum, gerçekte saf olarak var olmaz, geçmişin kalıntılarıyla bir aradadır. Geçmişin
kalıntılarını ise, küçük burjuvazi temsil eder her şeyden önce ezilen sınıflar içinde. Buna
karşılık ise, işçi sınıfı, bir bakıma, bu toplumun inkarını, geleceği, onda doğmakta olanı.
Soruna sadece ekonomik ilişkiler, zenginlik ve gelirler bağlamında baktığımızda, küçük
burjuvazi, işçiler ve burjuvazi arasındaki bölgede yer alır; ama, tarihsel ve kültürel
boyutuyla baktığımızda, bu sefer Küçük burjuvazi ve işçiler uçlarda yer alırlar; biri geçmişi
diğeri geleceği temsil eder; burjuvazi bunların arasında yer alır. Kapitalizm öncesi, küçük
burjuvazide, kapitalizm burjuvazide, sosyalizm işçilerde, ifadesini bulur. Gelecekle geçmişin
arasında burjuvazinin ve kapitalizmin şimdisi vardır.
O halde, küçük burjuvazi, kapitalizmden daha alt ve geri bir üretim ilişkisini ve kültürel
yapıyı temsil ettiğinden, kapitalizmi aşma yeteneğinde olamaz, onun karşısında zafer
kazandığında bile en fazla ona bir gençlik aşısı verir. Jakobenizm denen küçük burjuva
radikalizmini, Marks’ın burjuva tarihsel görevlerin “plebiyen yollarla yapılması” diye
tanımlaması da zaten bu anlamdadır. Tarihsel olarak burjuva uygarlığından daha geri bir
üretim ilişkisinin sınıfsal ifadesi olduğundan, küçük burjuvazinin ufku, burjuva
uygarlığının ufkunu aşamaz. Bu kültürel ve kavramsal temelden yoksundur.
Küçük burjuvazinin muhalefeti, ne kadar keskin ve radikal biçimler alırsa alsın,
programatik düzeyde bütünüyle burjuva uygarlığının ufku içinde kalmaya mahkumdur.
Örneğin yirminci yüz yılda bütün geri ülkelerde ve demokratik hareketlerde olduğu gibi,
kendini ne kadar sosyalist bir söylemle ifade ederse etsin, sözlerin ve kavramların gerçek
anlamlarına ve kullanımlarına bakıldığında, onların burjuva uygarlığının ufkunu aşamadıkları
görülür. Dolayısıyla burjuva uygarlığı tarafından teslim alınmaya mahkumdurlar. Küçük
burjuvazinin burjuvazi karşısındaki en büyük siyasi başarıları bile, kültürel yenilgilere karşılık
düşer. Küçük burjuvazinin burjuva uygarlığını her fetih edişi, onun tarafından fetih
edilişle sonuçlanır.
45
Küçük burjuvazi ve işçi sınıfının burjuva uygarlığı ile ilişkilerini bir tarihsel analojiyle
açıklamayı deneyelim. Uygarlıkla karşılaşan ve onu fetih eden göçebe uluslar, bu fetih
ettikleri tarafından fetih edilirler. Yıktıkları uygarlığın yerine, ondan daha üstün bir uygarlık
kuramazlar, en fazla ona yeni bir atılım ve canlanma sağlarlar. Çünkü onlar, içinden geldikleri
üretim ilişkilerinde, o fetih ettikleri uygarlığın tüm kurumlarını kapsayacak bir kültürel
temelden ve kavramsal araçlardan yoksundurlar. Ancak, benzer gelişmişlik düzeyine ulaşmış,
örneğin yerleşik bir kent yaşamına geçmiş halklar bir eski uygarlığı fetih ettiklerinde yeni ve
başka bir uygarlık kurabilirler. Çünkü onlarda, artık bir uygarlığın kurumlarını kapsayıp
örgütleyecek bir kültürel ve kavramsal temel vardır. Bu iki farklı biçimden birinciye göçebe
Türkler örnek gösterilebilir. Hiç bir yerde orijinal bir uygarlık kuramazlar, fetih ettikleri
tarafından fetih edilirler. Buna karşılık, Araplar yerleşik bir toplumdan çıktığından, yani
Mekke ve Medine kentlerinden çıktığından, uygarlıkların kat kat üstüste yığıldıkları
beşiğinde bile orijinal bir İslam uygarlığı kurarlar.
Modern toplumda, burjuva uygarlığı karşısında, onunla çelişki içinde bulunan iki büyük
toplumsal güç olan ve ezilen çoğunluğu oluşturan küçük burjuvazi ile işçi sınıfının konumları,
klasik Orta Doğu uygarlıkları karşısında Türklerle Arapların durumuna benzer. Bu
benzetmede küçük burjuvazinin payına, yerleşik bir toplumun kavram, kurum ve kültürüne
sahip olmayan, göçebe Türkler; İşçi sınıfının payına da, yerleşik bir toplumun kurum, kavram
ve kültürüyle daha eski uygarlıkları fetih edip onlardan daha gelişkin bir uygarlık kuran
Araplar düşer.
Sınıfları ve sınıflar arası ilişkiyi, tarihsel ve kültürel bir boyutla dakikleştirdiğimizde, sınıflar
arası ilişkilerin iktisadi ilişkilere nazaran kökten değişimi ile karşılaşırız. Örneğin Tarihsel ve
kültürel boyut itibariyle, burjuvazi ve işçi sınıfı, işçi sınıfı ile küçük burjuvaziden birbirine
daha yakındır. Çünkü İşçi Sınıfı da, Burjuvazi de modern üretim ilişkilerinin ürünüdür. Aynı
şekilde, tarihsel ve kültürel bakımdan, küçük burjuvazi de, işçi sınıfına değil, burjuvaziye
daha yakındır. Tarihsel ve kültürel olarak, İşçi sınıfı ve Küçük Burjuvazi birbirlerine en
zıt ve uzak iki sınıfı oluştururlar. İşte küçük burjuvazinin politik konumu ile kültürel
konumu arasındaki bu çelişki, yani politik konumu, kızıla kaymayla küçük burjuvaziyi işçi
sınıfına yaklaştırırken; tarihsel ve kültürel konumunun ona burjuvaziden bile uzak olması,
küçük burjuvazinin damgasını taşıyan demokratik hareketlerin niçin demokratik olmadığının
ve demokratik sistemlerle sonuçlanmadığının anahtarıdır.
Sınıflar arası ilişkiyi, böyle tarihsel ve kültürel ilişki olarak ele almak, bize bir yığın olayı
kolaylıkla açıklama olanağı da sağlar.
Küçük burjuva dünyasından, kültürel ortamından, küçük burjuva sosyalizminin saflarından
hemen hemen hiç bir zaman modern sosyalizmin çıkamamasının sırrı buradadır.
Bütün büyük sosyalist teorisyenlerin, burjuva kültürünü hazmetmeye uygun bir ortamdan
gelmeleri ve bu kültürü özümleyerek aşmış olmaları bir rastlantı değildir. Marks, engels,
Lenin, Troçki, Lüksemburg, Benjamin, Adorno, Mandel gibi Marksizm’in bütün büyük
teorisyenlerinin burjuva uygarlığının kültürünü çok iyi özümlemiş ve onu içinde taşıyarak
aşmış kişilerden oluşması bir rastlantı değildir.
46
Buna karşılık, küçük burjuva teorisyenlerin Mao’dan Enver Hoca’ya veya İbrahim
Kaypakkaya’ya kadar, Marksist bir terminoloji ile konuştuklarında bile, metodoloji düzeyinde
burjuva uygarlığının bile gerisinde kalmaları bir rastlantı değildir. Bu nedenle bir rastlantı
değildir bütün küçük burjuva radikal ve sosyalistlerinin sonradan burjuva liberallere ya da
reformistlere dönüşmeleri. Bu sadece bir siyasi kayış değil, burjuva uygarlığı tarafından
bir kültürel fetih ediliştir. Bu nedenle, olağanüstü azdır, modern işçi sosyalisti.
Tabii burada, işçi sınıfı deyince, radikal dergilerde işçi sınıfını temsil eden küçük kafalı, koca
pazulu, tulumlu ve anahtarlı, Neandertal adamına benzeyen yaratığın işçi sınıfıyla ilgisi
yoktur. Bu olsa olsa, işte o küçük burjuvazinin, kapitalizm öncesi dünyanın kültürünü
yansıtan küçük burjuvazinin, işçi sınıfı tasavvurudur.
İşçi, başka bir şeyi olmadığı için, iş gücünü satarak yaşayan insandır. Gelişmiş ülkelerin ve
bütün dünyadaki şehirlerin, yani burjuva uygarlığının iktisadi, siyasi ve kültürel düğüm
noktalarının, nüfusunun büyük çoğunluğunu iş gücünü satarak insanlar yani işçiler oluşturur.
Ve bu günkü uygarlığı sırtlayanlar, tam da böyle insanlardır. Uzayda uyduları yerleştirenler,
Banglore’de tavuk kümesi gibi küçük odalarda bilgisayar programlarını yazanlar, güney doğu
Asya’da elektronik aletleri üretenler vs.. Onlar bu uygarlığı yaratmakla kalmazlar aynı
zamanda bu uygarlığın yaratığıdırlar. Ve tam da bu nedenle o uygarlığın kültürel temellerini
içlerinde taşırlar ve bu sayede onu aşabilme yeteneğindeki tek toplumsal güç olmaya devam
ederler. Dünya işçi sınıfının bu günkü bölünmüşlüğü, ve işçi sınıfının modern burjuva
uygarlığını yaratan ve taşıyan çekirdeğinin, nispi refahı ve burjuvaziyle uzlaşmalarıdır
insanlığın durumunu umutsuz kılan da zaten.
İşçi sınıfının burjuva uygarlığıyla ilişkisi, onu içinde taşıyarak aşma (Aufhebung),
diyalektik inkar ilişkisidir; küçük burjuvazi ise, burjuva uygarlığın kavrama yeteneğinde
olmadığı için; ve o uygarlık onun karşısında üstün ve egemen bir toplumsal konumu ifade
ettiği için, ekonomik ve sınıfsal tepki yok ederek ya da yok sayarak inkar biçiminde yansır.
Bir bakıma, küçük burjuva direnişler ne kadar radikal ve yoksul tabakalara ve kapitalizme
uzak ilişkilere dayanıyorsa o kadar yok ederek ve yok sayarak inkarcıdır. Ve bütün
inkarcılıklar gibi, inkar ettiğinden daha geriye düşmekle ve onu teslimiyetle sonuçlanır.
09 Eylül 2000 Cumartesi
47
Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi
Önce kısa bir hatırlatma. Yirminci yüzyılda bütün demokratik karakterli hareketlerin, ezilen
çoğunluğa dayanmalarına ve de demokrasi çoğunluğun çıkarlarını savunmanın aracı olmaya
en uygun sistem olmasına rağmen, niçin bu hareketlerin demokrasi diye bir dertlerinin pek
olmadığı sorusuna cevap arıyorduk. Bu cevabı ararken, önce tarihsel bağlamda, bugün
yaşanan tarihin bir ters doğum olmasına, yani kapitalizmi yıkma yeteneğindeki sınıfın onu
yıkamamasına, dolayısıyla onu yıkma yeteneğinde olmayanların öne çıkmasına yol açtığına
dikkati çektik. Yani kapitalizm ve emperyalizm tarafından ezilenlerin, ama o kapitalizmin
kendi ürünü, kendi yarattığı olmayan ezilenlerin, hareketleri damgasını vuruyordu tarihsel
döneme. Bu ilişkinin mekanizmalarını kavrayabilmek için, sınıfların tarihsel ve kültürel
konumlanışı sorununu ortaya koyduk. Bu kavranışta küçük burjuvazinin işçilere değil
burjuvaziye yakın olduğu; ama daha geri bir üretim temelinin kültürel temeli nedeniyle onu
aşma yeteneğinde olamayacağı, onun tarafından fethedilmeye mahkum olduğunu gördük. İşte
bu özellik bize, küçük burjuva radikalizminin niye demokrasi diye bir derdinin
olamayacağının mekanizmasını anlama olanağı sağlar.
Bu arada şu küçük burjuvazi ve burjuvazi kavramına da bir değinelim. Küçük burjuvazi
sadece toplumsal konumlanışı değil, kültürel bir konumlanışı ifade etmektedir. Yani modern
toplum ve üretimin kültürel temelinden uzaklığı, kapitalizm öncesi dünyaya aitliği de
belirlemektedir. Bu anlamda sadece, köylüler, esnaflar, zanaatkarları değil, işçi sınıfının,
genellikle alta tabakalarını oluşturan, toplumsal konumuyla işçi ama henüz ruh durumuyla,
kültürel yapısıyla köylü ve esnaf tabakaları da bu kategoride sayılabilir. Aynı şekilde,
burjuvazi de, sadece sermaye sahiplerini değil, burjuva dünyasının kültürünü edinmiş
aydınları, dolaylı ilişki içinde olmakla beraber, modern küçük burjuva tabakaları (memurları
vs.) içerir. Hatta, kendiliğinden işçi bilinci ve hareketi, yani reformist işçi hareketi de
burjuvaziye dahildir.
Bu kültürel ve ideolojik kriterlerle günümüz dünyasının sınıf ilişkilerine bakıldığında, aslında
dünyaya sadece burjuva ve küçük burjuva bir kültür ve ideolojinin egemen olduğu ve
olabileceği görülür. İster işçi, ister küçük burjuva parti ve hareketleri olsun, son duruşmada
bunların hepsi, burjuva ya da küçük burjuva karakterdedir. Ücretliler iktisadi ilişkiler içindeki
konumlarıyla büyük bir çoğunluğu teşkil etmelerine rağmen, bu konum politik ve siyasi
ifadesini bulamaz. Bütün işçi örgütleri esas olarak burjuva; radikal işçi örgütleri de küçük
burjuvadır. Bu gün bütün dünyada, iktidarların burjuva, muhalefetlerin küçük bujuva olduğu
söylenebilir bu en geniş kültürel ve ideolojik anlamda.
İşçi hareketi ancak sosyalist ve devrimciyse, burjuva ufkunu aşıp ayrı bir güç olarak ortaya
çıkabilir. Ama bu tarihin çok istisnai anlarında gerçekleşbilir.
Bu nedernle gerçekten devrimci ve sosyalist, burjuva uygarlığının ufkunun ötesine giden bir
48
işçi partisinin ve hareketinin bu günkü dünyada kitleselleşmesi ve etki sağlaması olası
değildir. Bu proletarya, tıpkı masallarda kötülüğü yok edip ona galebe çalmanın sırrını bilen;
unutulmuş bilgileri saklayan ak sakallı bilgeler gibi , bir teori olarak, bir ideolojik eğilim
olarak var olabilir.
Durum böyle görülünce, yirminci yüzyıldaki bütün devrimci, demokrat ve radikal hareketlerin
toplumsal temelinin küçük burjuvazi olduğu görülür.
Ve bunlar genellikle burjuvaziye ve kapitalizme de değil, emperyalizme, sömürgeciliğe,
onların işbirlikçisi bürokrat ve kapitalizm öncesi tabakalara karşıdırlar. Yani burjuvazi de
muhalefet içindedir bir ölçüde. Bu demokratik muhalefet içinde, küçük burjuvazi büyük
çoğunluktur, burjuvazi ise azınlık. Ve bunlar arasında, demokratik hareketin içinde bir
çatışma ve kavga, bir sınıf mücadelesi vardır. Bu mücadele burjuvazinin kültürel
üstünlüğü nedeniyle biçimsel demokrasi alanında ortaya çıkar.
İlk bakışta, zaten çoğunluk olduğu için küçük burjuvazinin, demokratik hareket içinde
demokratik biçimlerin var olup güçlenmesinden çıkarlı olduğu düşünülebilir. Ancak,
sınıfların, tarihsel ve kültürel konumlanışı göz önüne alındığında, durumun hiç de öyle
olmadığı görülür.
Küçük burjuvazi, burjuvaziyle ideolojik ya da politik mücadeleye girdiğinde
kaybetmeye ve burjuvazinin kontrolü altına girmeye mahkumdur. Çünkü kavramsal ve
kültürel temeli, burjuvaziyi aşamaz, onun ufku içindedir. En radikal olduğunda bile
burjuvaziye karşı burjuvazinin değerlerini savunur. Burjuva danyasının ufkunun ötesinde bir
program geliştiremez. Bu nedenle, burjuvaziye karşı ayrılığını, mücadele biçimleri, semboller
aracılığıyla göstermeye çalışır.
Yani demokratik bir işleyiş içinde, burjuva reformizmi, küçük burjuva radikalizmini veya
devrimciliğini her zaman yener ve çoğunluğu kendi politikasına kazanabilir. Radikal küçük
burjuvazi, bunu toplumsal bir eğilim olarak bilir ve sezer. Biçimsel demokrasi ve özgürlükler
alanında yenilgiye mahkum olduğundan ve bu aynı zamanda burjuvazinin öncülüğü ve
kontrolü alması dolayısıyla hareketin de yenilgisi olacağından, radikal demokrasi ve
devrimcilik, biçimsel demokrasiyle bir arada yaşayamaz. Biçimsel demokrasi kabul edilip
uygulandığı takdirde, hareketin kontrolü liberal burjuvaziye geçecek, ve hareket yenilecek
demektir, hareketin başarısı ise, liberal burjuvazinin hareketin iplerini ele almamasıyla, bu ise
ancak biçimsel demokrasi mekanizmalarına (seçimler, her türlü fikir özgürlüğü vs.) itibar
edilmemesiyle mümkündür. Diğer bir deyişle, küçük burjuva radikalizmi, burjuva
reformizmiyle mücadelesinde, dezavantajlı olacağı koşullarda savaşı kabul etmez.
Demokratik hareketlerin anti demokratik olmasının nedeni budur. Çünkü demokrasi sınıf
savaşının bir aracıdır. Küçük burjuvazi, çoğunluk olmasına rağmen, bu aracı, kültürel ve
tarihsel geriliği nedenilyle burjuvaziye karşı kullanamaz. Bunu sezdiği için, küçük burjuva
hareketler, demokratik, yani tarihsel olarak burjuva karakterde olmalarına rağmen;
demokratik olamazlar, yani hareketin içindeki burjuvaziye karşı savaşlarında demokrasiyi
savaşın bir aracı olarak kullanamazlar. Ve her zaman demokrasi hareket içindeki burjuvazinin
silahı olur. Çünkü, ideolojik ve kültürel üstünlüğüylü; buna maddi güç de ekleneblirdi, bu
49
silahı küçük burjuvaziye karşı kendisi kullanabilir.
Elbette küçük burjuva radikalizmi bunu bilinçli olarak yapmaz, daha ziyade iç güdüsel,
toplumsal eğilimleri ifade ettiğini düşündüğü sembollerle gerçekleştirir. Zaten küçük
burjuvazinin burjuva ufkunu aşan bir program geliştirememesi nedeniyle, burjuva dünyasına
zıtlığı yansıtan semboller ve rozetler büyük önem taşırlar.
Ama böylece, küçük burjuva radikalizmi, uzun vadede yenilgisine yol açacak, ki bu son
duruşmada yine onun burjuva dünyası tarafından hazmedileceğinin bir ifadesidir, bir açmazla
karşılaşır.
Burjuva reformizmi, küçük burjuvazi karşısında kendisine elverişli konumu sağlayan biçimsel
demokrasinin savunuculuğuna geçer. Böylece kendi reformist politikasının gerici niteliğini
tartışma konusu yapmaktan kurtularak, aslında politikanın içeriğiyle ilgisiz demokrasiyi
politikanın temel tartışma konusu yapar. Yani bir politikanın demokratik olarak belirlenmesi
onu otomatik olarak doğru yaparmış gibi konu ele alınır. Bir politikanın karar alınış
biçiminin, onun doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemediği gerçeği ortadan kaybolur.
Özetle, demokrasi sınıf savaşının aracıdır. Burjuvazi, kültürü nedeniyle, kendisine üstün bir
konum sağlayacağından küçük burjuvaziye karşı önderlik savaşında demokrasiden yana olur.
Küçük burjuvazi de biçimsel demokraside kaybedeceğini bildiği için, demokrasiye kuşkuyla
bakar ve bu nedenle bütün radikal ve devrimci demokratik hareketler biçimsel demokrasi
(sınırsız fikir ve örgütlenme özgürlüğü, her düzeyde seçimler) karşısında kuşkulu hatta
düşmancadır.
Burada ele aldığımız soyut gibi görünen ifadelerin, Kürt ulusal hareketiyle yakından ilgili
olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Kürt ulusal hareketi, bir yandan radikal ve devrimci idi, ama
aynı zamanda kültürel bakımdan, kapitalizm öncesinin baskısı altındaydı. Bu radikal çizgi,
hareketi yüklenen yoksul insanların ağırlığı; gerillanın prestiji ile; sürekli rotasyon, burjuva
dünyasının baştan çıkarıcılığına karşı olduğu düşünülen yaşam tarzına yönelik tedbirler ile bir
ölçüde korunabildi. Bu koşullarda bile, sürekli oluşan bir bürokrasinin hantallığı ve
sabotajları; burjuva dünyasının bin bir yoldan sızışı sürekli bir kan kaybına yol açtıysa da,
şimdiye kadar tahribatlar yukarıdan kontrol mekanizmalarıyla daima sınırlı tutulabildi. Bu
mekanizmalar olmasa, hareket Kürt burjuvazisinin kontrolü altına geçer ve her şey yitirilirdi.
Ancak bu mekanizmalar artık hareketin bu günkü hedefleri bakımından işlevini yitirmektedir.
Demokratik biçimlere geçiş, Kürt burjuvazisinin hareketi kontrol altına alması ve bu da
yenilgi demektir. Yeni biçimlere geçemeyiş ise, gerekli toplumsal güçlerin harekete geçmesi
ve örgütlenmesinin bir engelidir ve yine yenilgi demektir. Bu çıkmazdan nasıl çıkılabilir?
Ancak kapitalist uygarlığın ürünü olan modern işçi sınıfı demokrasiyi burjuvaziye karşı güçlü
bir silah olarak kullanma yeteneğindedir. Kürt hareketinin demokratikleşmesini, bu sınıfsal
bağlamının dışında, sadece biçimsel demokrasi uygulamaları olarak koymak, kesinlikle Kürt
burjuvazisine hizmet eder ve onun çıkarlarının örtüsüdür. Kürt hareketi ne yapıp yapıp şehirli
modern işçilere dayanmak zorundadır. Kimi eleştirmenler, Kürt hareketinin nasıl yapıp da
modern işçi tabakalara dayanacağı, bu geçişin nasıl sağlanacağı sorunu yerine, biçimsel
50
demokrasi çağrılarıyla, aslında Kürt burjuvazisine imkan hazırlıyorlar. Eskisi gibi
dayatmalarla işin götürme çabaları da aynı şekilde sonuçlanır. O halde, sorun, demokratik
veya eski yöntemler değil; dayanılan toplumsal tabanın nasıl değiştirilebileceği ve bunun
mümkün olup olmadığıdır. Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır.
15 Eylül 2000 Cuma
51
Diktatörlük Kavramının İki Zıt Anlamı
Bir kavram, farklı bağlamlara göre değişik anlamlar taşıyabilir. Bilimlerin ilerlemesi bir
bakıma, başka bağlamlardaki anlam farklarının ayrıştırılması; bir kavramın, bir terimin
sınırlarının netleştirilmesi demektir. Toplumsal mücadelelerde egemen sınıflar, özellikle
kavramların farklı anlamları arasında kaydırmalar ve geçişler yaparak ezilenlere karşı bir
ideolojik mücadele yürütürler.
En bilinen klasik örneklerden biri, materyalizm ya da maddecilik kavramıdır. Bu kavram
ahlaki bir kategori olarak da; sosyolojik bir kategori olarak da kullanılabilir. Maddecilik,
ahlaki bir kategori olarak, paraya, maddi çıkarlara düşkünlük; etik değerlere önem vermeme
anlamında kullanılır. Buna karşılık, sosyolojik bir kategori olarak maddecilik ise, insanların
varlıklarını düşüncelerin değil, düşüncelerini varlıklarının belirlediği anlamına gelir. Şimdi,
kurnazın biri çıkıp da, ki egemen sınıflar sürekli bunu yaparlar, “Marksistler kendilerini
maddeci olarak tanımlıyorlar, bunlar hiç bir ahlaki değere inanmayan maddi çıkarcılardır”
derse, iki farklı bağlam ve anlamın aynı terimle karşılanmasından yararlanarak hilebazlık
yapmış olur. Çünkü, Marksistler, kendilerini maddeci olarak tanımlarken, ahlaki bir kategori
olarak değil, sosyolojik bir kategori olarak maddecilikten söz ederler. Kurnaz ise, bunu
karıştırır, çünkü bundan yararı vardır. Ve bu davranışıyla da, Marksistlerin dediğini
kanıtlamaktan başka bir şey yapmış olmazlar: Yani varlık düşünceyi belirlemektedir.
Diktatörlük kavramının, klasik Marksizm’de iki farklı kullanımı ve zıt anlamı vardır.
Sosyolojik anlamıyla diktatörlük, demokrasinin ta kendisidir. Politik anlamıyla
diktatörlük ise demokrasinin zıddıdır.
Her demokrasi bir diktatörlüktür. Çünkü her demokrasi, daha başlangıçta bir takım ön
kabullerden yola çıkar. Örneğin, iktidarın kaynağının halkın kendisi olduğu var sayımını ele
alalım. Bu anlayış, iktidarın kaynağının Allah veya insanın soyu olabileceği görüşleriyle
uyuşmaz ve onlar üzerinde bir diktatörlüktür. En liberal demokrasi bile şeriat karşısında bir
diktatörlüktür. Örneğin bu gün yeryüzündeki bütün demokrasiler, herkesin bir milleti olacağı
ve olması gerektiği var sayımına dayanan diktatörlüklerdir. Hiç bir demokrasi ne kadar çok
kültürlülükten söz ederse etsin, örneğin benim kültürümde devlete vergi vermek yoktur,
askere gitmek yoktur, cezaevi yoktur diyen bir kültüre zerrece tolerans göstermez ve bu
anlayışlar üzerinde bir diktatörlüktür.
Proletarya demokrasisi de, tıpkı burjuva demokrasisi gibi bu anlamda bir diktatörlüktür. Özel
kişi mülkiyetini ve karı değil, toplumun ihtiyaçlarını ve toplumsal mülkiyeti temel olarak alan
bir sistem özel kişi mülkiyetini dokunulmaz tabu gören üzerinde bir diktatörlüktür. Bunun
tersi olarak da, kar ve özel kişi mülkiyetinin temel alınması, toplumsal yarar anlayışı
karşısında bir diktatörlüktür. Bu anlamda her demokrasi aynı zamanda bir diktatörlüktür.
Diktatörlük ve demokrasi birbirine zıt kavramlar değil, aynı olgunun farklı yönleridir.
52
Politik anlamıyla diktatörlük, fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin olmamasıdır, yani
demokrasinin zıddıdır. Tekrar edelim, sosyolojik olarak, her demokrasi bir diktatörlüktür,
demokrasi ve diktatörlük özdeştir; politik olarak ise demokrasi ve diktatörlük birbiriyle
uzlaşmaz, birbirine zıttır.
Marksizm’in klasikleri proletarya diktatörlüğünden hep bu sosyolojik anlamıyla söz ettiler.
Onlar için sorun, ezilen çoğunluğun, ezen ve ezilen sınıfların olmadığı bir topluma (yani
sosyalist topluma veya komünist toplaman alt aşamasına) giden aracının (yani geçiş dönemi
devletinin) yapısının nasıl olduğu ve olabileceği idi. Burjuva demokrasisi ve aydınlanmanın
çocukları olarak, onlar için demokratik olmayan bir ezilenler devleti düşünülemeyeceğinden,
onlar daima vurguyu devletlerin sosyolojik karakterlerine yaptılar.
Örneğin, Marks ve Engels “Paris Komünü bir proletarya diktatörlüğü idi” derler. Paris
komününde, ne Marksistler ne de komünistler vardı. “Parti” de yoktu. Partiler, fikir ve
örgütlenme özgürlükleri mutlaktı. Hatta kararlar egemen sınıftan ziyade ezilenlerin kendi
temsilcilerinin, yani bürokratların kontrolden çıkması tehlikesine karşı tedbirler içeriyordu.
Benzer şekilde, Lenin’in demokrasi ve diktatörlük konusunda yazdığı kitap olan Devlet ve
Devrim’de de parti kelimesi bile geçmez.
Bürokrasi, demokratik bir sistemde egemenliğini sürdüremez. Bu egemenliği ancak diktatörce
yöntemlerle sürdürebilir. İşte, bürokrasi bu nedenle, diktatörlük kavramının sosyolojik
anlamından, politik anlamına kayma yaparak, kendi diktatörce yöntemlerini, proletarya
diktatörlüğü kavramına dayanarak, meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bu dünya burjuvazisi için de
gökten zembille inen bir lütuf olmuştur adeta. Onlar da böylece, diktatörlük karşısında
demokrasi bayraktarlığını ele geçirmiş ve demokrasilerin aslında birer diktatörlük olduğu
gerçeğini gözlerden gizlemişlerdir. Böylece her iki ezen azınlık, burjuvazi ve bürokrasi,
ezilenlere karşı gerçek bir suç ortaklığı içinde iş görmüşlerdir.
Marksizm’in klasikleri, Fransız devriminin, Aydınlanmanın çocuklarıydılar. Onlar için işçi
sınıfının sınıf olarak egemenliğini sürdürebilmesi için fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin
olmaması öylesine tasavvur edilemezdi ki, bu nedenle böyle bir sorunu tartışmazlar bile.
Diktatörlüğün politik anlamıyla bu kabul edilmezliği nedeniyle onun üzerine bir tartışma
olmaması bile bir handikap oluşturmuştur bürokrasinin tahrifatına karşı. Proletarya
Diktatörlüğünün politik anlamıyla diktatörlük olmadığı konusunda bir cümle bile bulmak
mümkün değildir Marksizm’in klasiklerinde. Ama bu yokluğun nedeni, proletarya
diktatörlüğünün diktatörce bir sistem olacağı anlayışı değil, aksine, özgürlüğün ve
demokrasinin olmadığı bir proletarya diktatörlüğünün tasavvur edilmezliğidir.
Onlar proletarya diktatörlüğünden söz ederken, hep proletarya demokrasisinden söz
ediyorlardı.
Eylül 2000 Perşembe
53
Bürokrasi ve Demokrasi
Burjuvazi, küçük burjuvazi, işçi sınıfı, rantiyeler gibi temel sınıfları ifade eden kavramlar on
dokuzuncu yüz yıldaki Avrupa ve Amerika tarihini anlamak için gerekli araçları sunarlar, ama
yirminci yüzyılın tarihini anlamak istiyorsanız, bu kavramlar yetersiz kalır; sınıf içi
bölünmeleri açıklayacak kavramlara ihtiyaç vardır. Yirminci yüzyıla damgasını vuran üç
büyük toplumsal güç vardır: biri geri ülkelerdeki ulusal ve demokratik hareketler. (Bunların
burjuva uygarlığı karşısındaki zayıflıkları nedeniyle niye çoğunluğu oluşturmalarına rağmen
demokrasiye ilgisiz olduğuna bir önceki yazıda değinmiştik.) Diğer iki güç, kapitalist
ülkelerdeki sosyal demokrat ve komünist partiler ile Doğu Avrupa’daki Sovyetler Birliği’dir.
Yirminci yüzyıl Sovyetlerin kuruluşuyla başlar ve yıkılışıyla biter. Bu günü anlamak için
yirminci yüz yılı, yirminci yüzyılı anlamak için Sovyetler’in ne olduğunu anlamak gerekir.
Sovyetler’in ne olduğunu anlamak için ise, klasik temel sınıflara ilişkin kavramlar yetmez.
Benzer şekilde, bugün zengin ülkelerde bütün tırtıklamalara rağmen hala ayakta duran ve bu
gün işçi sınıfının dünya çapında siyah beyaz bölünmüşlüğü sonucuna yol açan “sosyal
devlet” de Sosyal Demokrat ve Komünist partilersiz anlaşılamaz. Bu partileri ve politikalarını
açıklamak için de temel sınıf kavramları artık yetersiz kalır.
Bunların ideolojik ifadeleri de, Stalinizm ve Sosyal Demokrasi olmuştur. Stalinizm de,
Sosyal Demokrasi de görünüşü değil özüyle incelendiğinde şu görülür: bunlar hem
metodoloji hem de politikalar bakımından özdeştirler. Stalinizmle sosyal demokrasi
görünümde zıddırlar ama gerek dayandıkları toplumsal tabakalar ve dile getirdikleri
eğilimlerle; gerek metodolojik düzeyde özdeştirler.
Daha önce Batı Avrupa’daki komünist partilerin, Duvar’ın yıkılışından sonra da Doğu
Avrupa’daki ve diğer komünist partilerin hızla ve hiç sancısız bir biçimde sosyal
demokrat partilere dönüşmelerinin veya o fonksiyonu üstlenmelerinin nedeni bu
temeldeki özdeşliktir. Bunun tersi evrim de, ki bu daha az bilinir, savaş sonrası dönemde,
Sovyet etkisindeki ülkelerde sosyal demokrat partilerin kolayca Stalinist partilere
dönüşmelerinde görülür.
Bu iki toplumsal güç de aynı toplumsal zümreye dayanır: Bürokrasi. Stalinizm, bir işçi
devriminden sonra adım adım ve dünyadaki en kanlı karşı devrimlerden biriyle iktidarı ele
geçiren bir bürokrasinin ideolojisidir. Sosyal Demokrasi ise Kapitalist ülkelerdeki güçlü işçi
hareketinin ürünü olarak ortaya çıkan örgüt ve partilerin bürokrasisinin ideolojisidir. Denebilir
ki, Stalinizm bir işçi devrimini tasfiye ile iktidara gelmiş bir sosyal demokrasidir; Sosyal
Demokrasi de kapitalist ülkedeki Stalinizmdir. Aynı bürokratik zümrenin eğilimleri farklı
koşullarda değişik biçimlerde ortaya çıkar.
İşçi bürokrasisinin çok temel bir özelliği vardır: var oluşunu işçi hareketine ve örgütlerine
borçlu olduğundan bir yandan bunları savunur. Ama işçi hareketi karşısındaki egemenliğini
54
ancak devrimci olmayan bir işçi hareketiyle koruyabileceğinden, devrimci sosyalizmin
karşısındadır. Sovyetlere egemen olan bürokrasi de aynı durumdadır. Var oluşunu bir işçi
devriminin yarattığı ilişkilere borçlu olduğundan bunları sürdürmek zorunda kalmıştır, ama
ancak işçi hareketinin yokluğu veya ezilmişliği koşullarında egemenliğini
sürdürebileceğinden, her türlü demokrasinin en büyük düşmanı olmuştur. Geçen yazıda ele
aldığımız, diktatörlük kavramında yaptığı anlam kaymalarıyla bunu teorize etmiştir.
Aynı Bürokrasi, kapitalist ülkelerde, ancak parlamenter demokratik sistemlerde örgütlü işçi
hareketi dolayısıyla da bu hareketin ürünü olarak kendisi var olabileceğinden genel oya
dayanan parlamenter demokratik sistemlerin temel gücüdür; kapitalist olmayan ülkelerde ise,
ancak her türlü demokratik hakkın yokluğunda işçi sınıfını iktidardan uzak tutabileceğinden
demokrasinin en büyük düşmanıdır. Zıt gibi görünen ideoloji ve politikalar, yani Stalinizm ve
Sosyal Demokrasi, aynı özün (sınıf temeli ve yöntem) farklı görünümleridir.
Stalinizm ve Sosyal Demokraside aynı öz farklı biçimde görülürken, yirminci yüzyıla
damgasını vuran diğer güç olan, devrimci demokrasi, ya da küçük burjuvazi ile Stalinizm
arasında, farklı özler benzer biçimlerde görünür.
Devrimci demokrasinin demokrasiye ilgisizliği ve hatta düşmanlığı, burjuvaziye karşı,
onun kültürel üstünlüğüne karşı küçük burjuvazinin bir savunma mekanizmasıdır ve
tam da bu nedenle devrimci ve demokratik bir karakteri vardır.
Stalinizmin demokrasi düşmanlığı ise işçi sınıfına karşıdır ve karşı devrimcidir. Sembol
isimlerle ifade etmek gerekirse, Stalin, bürokrasinin karşı devriminin önderi ve ideologudur
işçilere karşı; Mao ise ulusal ve demokratik bir köylü ayaklanmasının önderi ve ideologu
emperyalistlere ve toprak ağalarına karşı. Dış görünüş bakımından uygulamalar çok birbirine
benzer, ama yapılanların ve dayanılan güçlerin özü tamamen farklıdır.
İnsanlar bir Balina ile bir balina köpek balığının (bu balık da Balineler gibi planktonlarla
beslenir ve bir balina kadar büyüktür ve balinaya benzer) dış görünüşlerindeki bütün
benzerliklere rağmen birinin memeli, diğerinin ilkel bir kıkırdaklı balık olduğunu kabulde
zorlanmıyorlar. Ama aynı şey toplumsal olaylarda söz konusu olunca, anatomik ayrılıklara
kafa yormayı kimse istemiyor ve görünüşlere bakarak bir hüküm vermekte kimse bir mahzur
görmüyor. Elbette bunun sınıfsal temelleri var. Bir balina köpek balığına balina demek belki
insanlığın kaderi bakımından önemli değildir ama, bir devrimci demokrasiye görünüşe
bakarak bürokrasi gibi davranmak veya bürokrasiyi devrimci demokrasi gibi değerlendirmek
insanların ve ülkelerin kaderini yakından ilgilendirmektedir.
Elbette, küçük burjuva demokrasisi iktidar olduğu andan itibaren, hatta bunun yolundayken,
hızla bürokratikleşir, dönüşüme uğrar. Modern ve kültive işçi sınıfı ve onun sınıf olarak
egemenliğini sürdürmesini sağlayacak bir demokrasi ve devlet cihazı olmadan
bürokratlaşmayı ve bürokrasinin iktidar olmasını engellemek olanaksızdır. Yirminci yüz yılda
olan hep budur. Devrimci demokratlar başarıdan sonra, tıpkı uygarlığı fetih etmiş ve onun
tarafından fetih edilen barbarlar gibi hızla bürokratlaşıp burjuva uygarlığı tarafından
özümlenirler.
55
Bu bir kader miydi? Sanmıyoruz. Gerçek bir işçi iktidarının ve işçi demokrasisinin burjuva
uygarlığı karşısında bir alternatif sunduğu koşullarda, devrimci demokrasi bir işçi
demokrasisine geçişin aracı olabilirdi. Bu dünya tarihi bakımından, tıpkı kapitalist olmayan
yol gibi, yitirilmiş bir fırsattır.
Bunun ip ucunu bize, çok garip ama, şu Kemalizm sunuyor. Kemalizm, bir bakıma,
burjuvazinin yokluğu ve cılızlığı nedeniyle, (Çin, Yugoslavya gibi, doğuştan bürokratik
yozlaşmaya uğramış kapitalist olmayan devletlerle bir paralellik içinde konuşmak gerekir ise)
doğuştan bürokratik yozlaşmaya uğramış bir burjuva devletiydi. Örneği batıydı. Bu bürokratik
tabaka, zorlamalardan önce bizzat kendisi Serbest Fıkra gibi denemeler yaptı. Ya da örnek
aldığı batının zorlamalarıyla, yarım yamalak da olsa, parlamenter ve demokratik sisteme
geçmek zorunda kaldı. Ve tam da bu sayede, Stalin’in heykellerinin aksine Atatürk’ün
heykelleri hala yerinde duruyor.
Eğer Mao’lara, Tito’lara Fidel’lere, Ho’lara, kapitalist Batı’nın Kemalist’e sunduğu örneği
sunan ve buna zorlayan, yani gerçek bir işçi demokrasisini örnek olarak sunan ve onları da
böyle olmaya zorlayan bir “Sovyetler” olsaydı, bu yoksullara dayanan devrimci demokratlar
daha mı az yetenekli olurdu demokratik sistemlere geçmeye, Osmanlı paşalarından? Aksine,
bu ezilenlere dayanan devrimciler çok daha yatkındılar. Bunun mümkün olduğunu, Stalinist
örneğin ve baskının ortadan kalktığı, ama sosyalist bir demokrasi örneğinin de olmadığı ve
kapitalizmin mutlak bir zafer kazandığı ve burjuva demokrasisinin biricik olumlu ve
gerçekleşebilir örnek kaldığı koşullarda, PKK’nın içine girdiği yeni çizgi ve dönüşüm
çabaları, tersinden dolaylı olarak gösteriyor. Öcalan’ın savunması bu bağlamda
değerlendirildiğinde anlaşılabilir.
29 Eylül 2000
56
Azınlıklar ve Demokrasi
Demokrasiyi savunanların çoğunda, demokrasinin gericilikle, şovenizmle, ırkçılıkla
bağdaşmayacağı yönünde yanlış bir anlayış vardır. Sanılanın aksine, Lenin’in de dikkati
çektiği gibi, “demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir.”
Hiç unutmamak gerekir, Hitler demokratik seçimlerle en büyük parti olmuştu. Türkiye’de son
seçimlerde, Türk ulusunun yüzde sekseni inkarcı ve şoven politikalara oy verdi.
Demokrasi, ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejim olduğundan,
çoğunluğa azınlık hakkında karar hakkını vererek ona bütün silahları sunar. Çoğunluk,
çoğunluk olarak azınlığı öldürme kararı bile alabilir son derece demokratik olarak. İlk bakışta
bu ifade çok abartılı gibi görünür ama, yakın zamana kadar toplantılarda, sigara içen
çoğunluğun kararıyla sigara içilebilme kararı alınırdı. Yani bir tür taksitle öldürme kararı.
Genel olarak demokrasi her türlü gericilik, milliyetçilik vs. ile gayet güzel uyuşabilir.
Ama özel bir demokraside, daha başta, “hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızasına
dayanmadan bir zarar veremeyeceği” gibi bir ilkenin olduğu bir demokraside, çoğunluk bu
konuda karar alamaz. Böyle bir demokraside, on bin kişilik ve bunların 9999’unun sigara
içtiği bir toplantıda, bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu
öneri “demokratik bir şekilde” oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmaz ise, başta
koyulan ilke ihlal edilmiş, yasa dışına düşülmüş olur çoğunluk. Bu durumda o bir kişi, 9999
kişiyi, mahkemeye verip hapse tıktırabilir.
Demokrasinin genel olarak, her türlü gericilik ve şovenlikle bağdaşabilen genel olarak
demokrasi olmaktan çıkıp, bunu sınırlayan, özel bir demokrasi olabilmesi için, çoğunluğun
bazı konularda karar alamayacağı yönünde ilkeler belirlemiş olması gerekir.
Demokrasinin gelişim tarihi, bir yanıyla çoğunluğun karar alabildiği alanlara
kısıtlamalar getirilmesinin tarihidir. Bu gün Türkiye’de örneğin, Çoğunluk Türkçe
konuşuyor ve diğerlerini Türkçe konuşmaya bin bir yoldan zorluyor. Ama herkesin ana dilini
öğrenme, konuşma ve geliştirme haklarının garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk
artık azınlığın dilleri hakkında bir karar alamaz.
Böyle bir demokraside bir tek kişi için dahi, ana dilini öğrenmesi için öğretmen, mahkemede
ona tercüman bulmak gerekir. Bu gün Avrupa ülkelerinin çoğunda, bir çok azınlığın kimi
hakları böyle garantiler altına alınmış bulunuyor. Örneğin sakatlar, homo seksüeller, sigara
içmeyenler, yaşlılar, çocuklar, uyuşturucu bağımlılığı olanlar vs. çoğunluğun karar alma
alanını kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyor. Çoğunluk homoseksüel olmasa ve
bunu bir hastalık olarak görmeye devam etse de, kendi ahlakını homoseksüellere dayatamıyor.
Sakatlar, merdivenlerin yanında, tekerlekli sandalyenin hareket edebileceği düz yollar veya
asansörler talep ediyor. Çoğunluk “hayır, vergilerimizi küçük bir azınlığın talebine
harcayamayız” diyemiyor. Örnekler çoğaltılabilir.
57
Demek ki, bir takım hakların ilke olarak dokunulmaz, çoğunluk tarafından karar alınamaz
olarak tanımlanması gerekiyor. Tabii burada şu soru ortaya çıkıyor: Nasıl oluyor da çoğunluk,
belli ilkeleri kabul ederek, karar alma hakkını sınırlıyor?
Bir kere bu hakların ve ilkelerin hepsi belli mücadeleler sonunda çoğunluk tarafından kabul
ediliyor. Peki, azınlık çoğunluğu buna nasıl zorluyor? Nasıl oluyor da gücü yetiyor?
Elbette, bu kabullerde, geleneklerin, yerleşik değerlerin, yaygın anlayışların bir yeri var. Ama
bir de “ekonomi politiği” var. Bütün bu kabuller öyle kolay olmuyor. Azınlığın uzun direniş
ve mücadeleleri gerekiyor. Buna rağmen nasıl oluyor da azınlık çoğunluğa galebe çalıp
hakkını ona kabul ettirebiliyor? Burada şöyle bir yasanın varlığı seziliyor: Azınlığın
direnişinin sonuçlarının, o hakkın verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı
görülünce genellikle o haklar bir ilke haline dönüşüyor.
Azınlıkların haklarının tanınması konusunda ikinci bir tarihsel eğilim de bir toplumun
zenginliği ölçüsünde bu sınır ve ilkelerin çoğalma eğilimi göstermesidir. Bu nedenle iktisadi
kriz dönemleri bu hakların yitirildiği dönemler olur, Alman faşizminde olduğu gibi örneğin,
yani çoğunluk, çoğunluk olarak yine azınlığın haklarını iptal etme kararı alabilir. Burada da
yine, azınlığın haklarını yok etmenin getireceği karların, zararlardan fazla olmasının önemli
bir rol oynadığı seziliyor. Yani azınlık hakları ile, toplumdaki refah düzeyi arasında bir ilişki
bulunuyor. Tabii bu çok genel bir eğilim, somut tarihte, binlerce kırılma ve etki buna
ekleniyor.
Bu bağlamda ulusal azınlıklar konusuna da kısaca değinmek gerekiyor. Son dönem tarihine
baktığımızda iki eğilim görülür. Ulusal devletlerin oluşması ve bunların bütün yer yüzünü
kaplamaları dönemi. Bu dönemde, azınlıkların hakları pek gündeme gelmemekte,
standartlaşma, dolayısıyla azınlıkların imha, sürgün, katliam, özümleme yoluyla yok
edilmesinin, modern standart üretime uygun standart dili konuşan ulusların oluşumunun
belirleyici olduğu görülüyor. Bu sanayi devrimiyle başlıyor ve fordizmde zirvesine ulaşıyor.
Adeta uluslar bir banttan çıkan ürünlere benzetiliyor.
Ancak son on yıllarda, tersi bir eğilim de ortaya çıkıyor. Bir kere, şimdiye kadar bu
standartlaşma sağlandığından, artık kapitalist üretimin işleyişi için ciddi bir problem
oluşturmuyor. Ama bütün buna rağmen, hiç bir devlet, yüzde yüz bir saflığa ulaşamıyor.
Azınlıklar var olmaya devam ediyor. Buna ilaveten modern işgücü göçleri de yeni azınlıklar
yaratıyor ve hatta eski azınlıklara yeniden bir canlanma getiriyor. Diğer yandan bilgisayar ve
buna bağlı olarak üretim tekniğindeki gelişme ve esneklikler, eski bir örnek üretimin yerine,
gerçi yine o bir örneklik çerçevesinde ama daha farklılıklar gösterebilen ürünlere olanak
sağlıyor. Bu durumda, eski standartlaşmayı sürdürmek hem anlamsız hem de gereksiz hale
geliyor. Bunun yerine standartlaşmayı “çok kültürlülük”, “çok etnilik”, “çok renklilik” gibi
esnekliklerle donatmak, kapitalist üretimin daha sancısız gelişmesi bakımından zorunlu hale
geliyor. Bu nedenledir ki, son on yıllarda azınlıkların ve onların haklarının ön plana çıkması
bir rastlantı değildir.
Bu da bir tek dil ya da etniye dayanan veya bunu ideal olarak koyan ulusal devlet anlayışı
yerine, Amerika’da olduğu türden, dil ve kültürü politik alanın dışına iten, ulusu başka
58
ortaklıklarla tanımlayan, ulusal devletlerin ilk doğum döneminin anlayışlarının yeniden itibar
bulmasına yol açıyor.
Bu günün Türkiye’sindeki temel mücadele bu ulusçuluğun eski biçimi ile yeni biçimi
arasındaki bir mücadele olarak da kavranabilir. Türkiye Cumhuriyeti, klasik standardize edici
dönemin damgasını taşımaktadır. Kürtler ise, bu günün dünyasına uygun, esnek, dili ve
kültürü ulusun tanımı dışına iten, yeni ulusçuluğa uygun bir projeyle ortaya çıkmış
bulunuyorlar.
06 Ekim 2000 Cuma
59
Sosyalist Demokrasi (I) - İşçi Demokrasisinin Koşulları
“Sosyalist Demokrasi” başlığı altında, sosyalist yani sınıfsız bir toplumdaki hak eşitliğini ya
da burjuva hakkını sağlamaya yönelik demokrasiyi değil, ezilen ve sömürülenlerin ezen ve
sömürenleri alt ettiği ve sınıfsız bir topluma doğru evrilen, Geçiş Dönemi’nin demokrasisi,
diğer bir deyişle, Marks’ın “Proletarya Diktatörlüğü” dediği rejimin, ezilenlerin demokrasisi
ve sorunları ele alınacak.
Genellikle “Geçiş Dönemi” ile “Sosyalizm” aynı şey sanılır. Bu karıştırma nedeniyle
sosyalist hareketin temel tartışmaları ve yirminci yüzyılın tarihi anlaşılamaz. (Örneğin meşhur
“Tek Ülkede Sosyalizm” tartışması, Sosyalizm ve Proletarya Diktatörlüğü (veya Proletarya
Demokrasisi, ikisi de aynı şeydir) de denen Geçiş Dönemi karıştırıldığından, sanki tek ülkede
bir işçi iktidarının mümkün olup olmadığı biçiminde anlaşılır.) Bu nedenle, başlığı kasıtlı
olarak yanlış koyduk ki yanlışlığa dikkati çekebilelim. Bu yazıda konumuz aslında, “İşçi
Demokrasisi”dir.
Sınıfsız toplumdaki demokrasi başka bir konudur ve ona ilk yazılarda, özellikle bolluk ve
kıtlık, özgürlük ve demokrasinin zıtlığı bağlamlarında değinmiştik. Dolayısıyla bu bölümün
doğru başlığının “İşçi Demokrasisi” veya “Ezilen Çoğunluğun Demokrasisi” veya “Geçiş
Döneminde Demokrasi” veya “Proletarya Diktatörlüğü” olması gerekirdi.
Bunların hepsi aynı şeydir ve henüz sosyalizm değildir.
Sosyalizm Sınıfsız toplumdur. Geçiş Dönemi’nde ise sınıflar vardır, ama bu toplumda
Tarihte ilk defa ezilen çoğunluk üsttedir.
Bu “Geçiş Dönemine” yaygın bir yanlışla “Sosyalizm” dendiği için, eskilerin “galatı
meşhur, lügatı fasihten yeğdir” ifadesine denk olarak, bile bile bu yanlış başlığı kullandık.
Böyle bir demokrasiyi en iyi ezen azınlığın üstte olduğu en ideal demokrasiyle kıyas içinde
anlayabiliriz. En temel sorunları kısaca ele almayı deneyelim
Biliyoruz ezenler küçük bir azınlık oldukları için genel oya karşıdırlar, ancak ezilenlerin
baskısıyla bunu kabul etmişlerdir. Ama bunu kabul ettiklerinde bu sefer öyle mekanizmalar
getirirler ki, ezilen çoğunluk genel oyu kendi çıkarını korumak için kullanamasın.
Bunun ilk adımı, genel oyu kabul etmek ama, genel oyun oluşmasını sağlayacak
mekanizmalara sınırlar koymaktır. Örneğin her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğünün
sınırlanması (Türkiye buna tipik örnektir). Ezilenlerin iradesi ancak modern partiler
aracılığıyla yansıyabilir. Bu mekanizmalarla ezilenlerin örgütlenmesi engellendiğinden
ezilenlerin çıkar ve eğilimleri genel oya yansımaz.
Bu tür engellerin olmadığı ve genel oyun olduğu bütün ülkeler zengin ülkelerdir. Yani
60
burjuvazi ancak, egemen olduğu ülkenin ezilenlerine bir rüşvet verebildiği durumlarda, hem
genel oy, hem fikir ve örgütlenme özgürlüğüne dayanan bir demokrasiyi götürebilmektedir.
Peki, bu ülkedeki çoğunluğa verilen rüşvet nereden gelir? Yoksul ülkelerden. Ama o yoksul
ülkelerdeki insanların ne oy hakkı vardır ne de özgürlükleri. Olaya ulusal devletler ufku
içinde bakılmadığında, zengin ülkelerdeki genel oyun, dünyadaki ezilenler açısından genel oy
olmadığı, bir köleciler demokrasisi olduğu görülür. Sadece ezilenlerin bir kısmı, kendi köle
sahipleriyle uzlaşmıştır. Yani zengin ülkelerin işçisi ve burjuvazisi, dünyanın yoksul
çoğunluğuna karşı kendi içinde bir demokrasiye sahiptir, genel oy hakkı aslında hala
yoktur. Diğer bir deyişle zengin ülkelerde genel oy ve özgürlükler; dünya ölçüsünde bir
genel oy olmadığı; ulusal devletler aracılığıyla çoğunluk genel oydan mahrum edildiği ve
çoğunluk özgürlüklerden yoksun olduğu için var olabilmektedir. İkisi aynı madalyonun
iki yüzüdür.
O halde bir işçi demokrasisi, bir zengin ülke işçileri demokrasisi olmak istemiyorsa, dünya
ölçüsünde genel oya dayanmalıdır. Ulusal olan ile politik olanın çakışması ilkesinin
reddi ve ezilen çoğunluğun demokrasisi ayrılmaz olarak birbirine bağlıdır. Yani ulusal
olanla politik olanın çakışmasını kabul eden hiç bir ilke bir işçi demokrasisiyle bağdaşamaz.
Demek ki, bir ezilenler demokrasisinin olmazsa olmaz koşulu; bir imtiyazlı köleler
demokrasisine dönüşmemesinin koşulu, dünya çapında olmasıdır, tüm insanlığı
kapsamasıdır. Ulusal devlet çerçevesinde bir işçi demokrasisi olamaz, ancak güç ilişkilerine
bağlı olarak, dünya çapında bir demokrasi kurma amacına bağlı, geçici olarak olabilir.
*
Analize devam için şu genel oyun olmadığı gerçeğini bir yana koyalım. Genel oy ve
özgürlüklerin olduğu koşullardaki ezilen çoğunluğun eğilimlerinin şekillenip yansımasının
ikincil engellerine gelelim.
Bunda en önemli araç özel mülkiyet sisteminin ezenlere sağladığı üstünlüktür. Ezen sınıflar
zenginliklere ve dolayısıyla bilgiye sahiptir. Sadece zenginlik değil, bilgi de kuvvettir. Bu
ezen sınıfa, sayıca azlığını dengeleyen muazzam bir güç verir ve olanaklar sunar.
En basitinden, toplumun en aşağılarından çeteler örgütlenebilir. İnsanlar satın alınabilir. Yani
her direniş çabası daha küçücükken yok edilebilir. Bunları aşanın karşısında da, bu sefer gizli
servisler onların yetmediği yerde ordular bekler. Yani burjuvazinin, ezilenlerin eğilimlerinin
örgütlenmesi ve iradesinin yansımasını engellemek için muazzam rezervleri vardır.
Ama çağımızda bunlar içinde en büyük ağırlığı kazananlardan biri, medya ve iletişim alanıdır.
Burjuvazi özel mülkiyet ve elindeki devlet aracılığıyla bütün haberleşmeyi kontrol altında
tutabilmektedir. Böylece en önemliyi en önemsi, en önemsizi en önemli gösterebilmekte, fikir
ve örgütlenme özgürlüklerini ve dolayısıyla genel oyu fiilen işlemez hale getirmektedir.
Ezilenlerin eğilim ve çıkarlarını savunan görüş ve eğilimlerin, ezilenlere ulaşma şansı fiilen
yok gibidir.
Bu nedenle bir ezilenler demokrasisi ancak özel mülkiyetin olmadığı; burjuvazinin
elindeki zenginliklerin toplumsallaştırıldığı koşullarda gerçekleşebilir. Haberleşme
61
olanakları (kağıtlar, frekanslar vs.) toplumdaki örgütlerin kontrolünde olmalı, aldıkları oy ve
üyelerinin sayısına göre dağıtılmalıdır.
Ve ancak iletişim araçlarındaki ağırlığın zenginlikle ve sermayeyle değil toplumsal grupların
ve eğilimlerin nicelikleriyle belirlendiği koşullarda, ezilenlerin çıkarlarını ezenlere karşı
savunacak ve ezilenler arasında uzlaşmaları mümkün kılacak bir demokrasi mümkün olabilir.
Demek ki, her türlü özgürlük, dünya çapında genel oy, üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyetin ilgası ve belli bir azınlığın elinde toplanmış zenginliğin dağıtılması ve nihayet
iletişim olanaklarının toplumdaki gruplar arasında, “herkesine emeği kadar” ilkesi gibi,
“herkese oyu veya üyesi kadar” şeklinde dağıtılması bir işçi demokrasisinin olmazsa
olmaz koşullarıdır.
13 Ekim 2000 Cuma
62
Sosyalist Demokrasi (II) – Seçenler ve Seçilenler
Her türlü sınırsız fikir ve örgütlenme özgürlüğü; dünya çapında genel oy; özel mülkiyetin ve
dolayısıyla zenginliklerin belli ellerde toplanmasının ortadan kaldırılması ve iletişim, medya
olanaklarının, toplumdaki gruplar arasında, tıpkı “herkese emeğine göre” ilkesinde olduğu
gibi, herkese üyesi veya aldığı oy oranında dağıtılmasının ezilen çoğunluğun demokrasisinin
olmazsa olmaz koşulları olduğundan söz edilmişti. Ancak bunlar yetmez. Bunlar koşullardır
ama yeterli değildir. Ve bütün sorunları çözmez.
Küçük bir kabile de ya da köyde ya da bir dernek şubesinde demokrasi temsilciler aracılığıyla
değil, doğrudan yürüyebilir, ama geniş mekanlar ve büyük sayılar söz konusu olduğunda
doğrudan demokrasi fiziki nedenlerle olanaksız hale gelir. Modern bir şehirde ya da ulusal
devlette binlerce, milyonlarca insan bir araya gelip tartışıp, karar alıp uygulamaya geçemez.
Bunun tek yolu temsilcilerin seçilmesidir
Partilerin ve derneklerin üyeleri, bir ulusun aksine tesadüfen değil, bilinçli olarak bir araya
gelmiş, bir derneğe üye olabilecek kadar aktif insanlar olmalarına rağmen, yönetim
organlarına seçilenlerin bir süre sonra ellerinde nasıl bir güç topladıkları, o bilinçli ve aktif
üyeleri nasıl manüple edebildikleri bilinen bir gerçektir. Örneğin İşçi sendikaları, teorik olarak
her an geri alınabilecek yöneticileri olmasına rağmen, o yöneticiler kısa zamanda bir bürokrat
haline dönüşüp bütün kontrolü ele alırlar.
En bilinçlilerde bile durum böyledir, bir toplumda ise tesadüfen bir araya gelmiş insanlar söz
konusudur. Ek olarak çalışan insanların bu gibi seçtiklerini denetleme işleri için zaman ve
kültürden yoksunluğu gibi daha bir yığın sorun göz önüne getirildiğinde, ezilen çoğunluğun
bir demokrasisini kurup sürdürmenin nice zor bir iş olduğu daha iyi kavranır.
Demokrasi ancak temsilciler aracılığıyla yürüyebileceğine göre, bunların kontrolden çıkıp
kendi çıkarlarını ve imtiyazlarını, temsilcisi olduklarınınki imiş gibi göstermeleri nasıl
engellenecektir? Yani ne yapılmalıdır ki seçilenlerin dizginleri daima seçenlerin elinde
olsun? İşte ilk Proletarya Diktatörlüğü ya da İşçi Demokrasisi olan Paris Komünü’nün en
önemli sorunu bunlar olmuştur. Ve o bu soruna karşı o zamanın Paris’inde, o bilinen tedbirler
getirmiştir: Seçilenlerin her an geri alınabilmesi; maaşlarının ortalama bir işçi ücretinden
yüksek olmaması vs.. Yani bağımsızlaşmaları ve toplumda imtiyazlı bir hale gelmeleri
engellenmeye çalışılmıştır.
Bir de, azınlık demokrasilerini, burjuva demokrasilerini göz önüne getirelim. Bunların
tedbirleri, işçilerinkinin tamamen aksidir. Seçilenler 4-5 yıl için seçilirler ve bu süre sonuna
kadar geri alınamazlar. Bu arada onları seçenlerin görüşleri değişmiş ise bunu yansıtamazlar.
Seçilen, girdiği ortamda artık kendisinin veya bambaşka çıkarların savucusu olmuşsa kimse
ona bir şey diyemez. Yani, ezilen çoğunluk, asil karşısında vekilin imtiyazlılaşmaması,
kontrolden çıkmaması için tedbirler alırken, ezen azınlık tam aksi yönde, vekilin özel
63
imtiyazlı bir konum içinde olması; asilin vekili denetleme olanaklarının ortadan kaldırılması
yönünde kurallar getirmektedir. Ezilenler, ortalama işçi ücreti verirken, ezenler yüksek
maaşlar, yolluklar, harcırahlar ve daha bin bir manevi imtiyazlarla asil ile vekili ruhça ve
maddece birbirinden koparmaya çalışmaktadır.
Ne var ki, seçilenin geri alınabilmesi, bir sorunu çözerken başka bir sorun yaratır: toplumdaki
eğilimlerin oranlarına uygun yansımaması. Bunu biraz açıklayalım.
Belli bir vekili seçenlerin onu geri alabilmesi için, her vekilin bir vekil çıkaracak sayıda
insanın ve bölgenin temsilcisi olması gerekir. Yani dar bölge sistemi demektir. Halbuki
modern toplumda, demokrasi ancak sistematik görüşler savunan siyasi partiler aracılığıyla
gerçekleşebilir. Bu partiler de son duruşmada büyük toplumsal grupların eğilimlerini
yansıtırlar. Bunun için en ideal sistem, seçilenlerin seçenlerin görüşlerinin dağılışına uygun
oranlarda seçilebilmelerini sağlayan nispi temsildir. Bu ise, olabildiğince büyük birimlerle,
olabildiğince toplumdaki gerçek eğilimlere yakın bir sonuç verebilir. Dar bölge sisteminde,
pek ala yüzde yirmi oy alan bir partinin, diğer oyların diğer partilerde yüzde onar ya da on
beşer olarak dağılması halinde, vekillerin yüzde yüzünü çıkarması mümkündür. Böylece,
seçileni her an geri alabilmek uğruna nüfusun yüzde sekseninin eğilimlerinin seçilenlere
yansımamasına yol açılabilir.
Bu nedenle, gerçek bir demokrasi için, nispi temsil sistemi gerekir toplumdaki eğilimleri en
uygun oranlarda yansıtmaya uygun olarak. Paris komünü için o kural geçerli olabilirdi ama
bu gün geçersizdir. Dar bölge geri almayı sağlar ama yol açtığı problemler daha tehlikelidir.
Peki hem nispi temsil, hem de geri alma bağdaştırılamaz mı? Seçimler daha sık yaparak;
bugünkü gibi reklam ve manüplasyonun arcı olmayan, bağımsız halk örgütlerinin
kontrolündeki kurumlar aracılığıyla son derece gelişmiş örnekleme teknikleriyle aktüel
eğilimler yansıtılarak; veya örneğin herkese başkaları tarafından kullanılamayacak bir şifre
verilerek, internet aracılığıyla sürekli eğilim yansıtıcı oylamalar yaparak; seçenler ile
seçilenler arasındaki makas açıldığında, diyelim belli bir oranı geçtiğinde, otomatik olarak
seçimlere gidilerek, nispi temsilin mahzurları da minimuma indirilebilir.
Ama en önemlisi, her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü ile ezilenlerin bin bir biçimde
örgütlenmiş olmalarıdır. O zaman önemli sapmalara karşı her an tepkiyi göstermek mümkün
olabilir.
Tabii yukarıda söylenenler, bütün düzeydeki organlar için geçerli, bütün karar alma yetkisi
olanlar seçilmelidir. Köy heyetlerinden, jürilere, polis şeflerine, şehir yönetimlerine kadar.
Bütün bu tedbirlere rağmen, bir bürokratlaşma eğilimi daima olacaktır kendisiyle sürekli
mücadele edilmesi gereken. İş bölümü olduğu sürece, bürokrasi katlanılması gereken bir
hastalık olarak var olmaya devam edecektir. Ama bürokrasinin bir hastalık olması; bir
tehlike olması başka bir şeydir, egemenliği ele geçirmesi başka. Bütün bu tedbirler egemenliği
ele geçirmesine karşıdır. Hastalığı ortadan kaldırmaz. Hastalık ise sadece sınıfların değil, iş
bölümünün de ortadan kalkacağı çok yüksek bir zenginlik ve üretkenlik düzeyini var sayar.
Yani Demokrasinin sonu Bürokrasinin de sonudur. Zorunluluklar aleminin ötesinde
64
demokrasi olmadığı gibi bürokrasi de olamaz.
18 Ekim 2000 Çarşamba
Sosyalist Demokrasi (III) – Eski Egemen Sınıflar ve Demokrasi
Geçen yazıda, ezilen çoğunluğun iktidarında, onun kendi temsilcilerinin kontrolden çıkması
tehlikesi ve sorunlarına değinmiştik, bu yazıda da eski egemen sınıfların tekrar egemenliği ele
geçirmesi sorunu üzerinde duralım.
Ezen azınlık ile, ezilen çoğunluk arasındaki mücadelede şöyle bir zıtlık vardır. Ezen azınlıklar
ezilenlere karşı mücadelelerinde belli bir toplumsal ilişkiyi değiştirme yoluna gidemezler
varlıklarını ve egemenliklerini bizzat o ilişkiler sayesinde sürdürdüklerinden, bu nedenle
ezilenlerin direnişine karşı toplumsal ilişkinin değil, insanların imhası ve baskısı yoluna
giderler. Ezilenler ise, ilişkiyi yok etmek isterler o ilişkinin ortaya çıkardığı insanları değil.
Yani işçiler işverenliği yok etmek durumundadır, tek tek işverenleri değil; buna karşılık,
burjuvazi, işçiliği değil, belli direnen işçileri yok etmek veya sindirmek hedefindedir karşı
tarafın direnişini kırmak için.
O halde, işverenliği yok ettiğinizde, işverenlik yok olacaktır ama diyelim ki, işverenliği
yeniden getirmek isteyen eski imtiyaz sahipleri yok olmayacaktır ve bunlar eskiyi yeniden
getirmek için çok sert bir mücadele içine de girecektir. Bu mücadeleye karşı ne yapmak
gerekir?
Hemen ilk akla gelen, eski egemen sınıfları, oy hakkından, fikir ve örgütlenme özgürlükleri
hakkından mahkum etmektir. Ancak , biraz yakından bakılınca bu iki tedbirin de hiç bir
anlamının olmadığı ve aksine ezilen çoğunluğun egemenliğine karşı kullanılabilir olduğu
görülür.
Oy hakkını ele alalım. Örneğin, eskiden şu kadar serveti olan veya şu kadar işçi çalıştıran
insanların seçme ve seçilme hakkı bulunmaz diye bir yasa maddesi aracılığıyla eski egemen
sınıfları demokratik hak ve özgürlükler alanından dışladınız. Bu bir garanti oluşturur mu?
Olumlu mudur, olumsuz mudur? Kanımızca hiç bir olumlu yanı yoktur.
Birincisi, eğer ezilen çoğunluğun egemenliğini sürdürmek için eski ezilen sınıfları genel oy,
yani seçme ve seçilme hakkından mahrum etmek gerektiğini düşünüyorsanız, henüz
burjuvaziye muhalefet ettiğiniz dönemde de bunu açıkça ifade etmeniz gerekir. Yok bu
fikriniz var da gizliyorsanız, ezilenlere bizzat kötü bir örnek oluyorsunuz demektir. Ama
fikrinizi gizlemiyor da açıkça koyuyorsanız, bu sefer egemen sınıflar karşısında zor durumda
kalırsınız. Bir yandan ezilen çoğunluğun çıkarlarını savunduğunuz için demokrasinin, genel
oyun savunucusu olacaksınız ama diğer yandan da çoğunluk olduğunuzda eski egemen
sınıfları bundan dışladığınızı söyleyeceksiniz. Bu fiilen çifte standart anlamına gelecektir ve
karşı tarafa size karşı, sizin kendinize hak gördüklerinizi biz de kendimize hak görüyoruz
demenin yolunu açacak ve ezilenlerin mücadelesini zayıflatacaktır.
Kaldı ki, kimse, bir işverenin ya da zengin bir ailenin çocuğu olduğu için suçlu değildir.
65
Bizler toplumdaki ilişkileri sorumlu tutarız, insanları değil, bir kere o ilişkiyi yok ettikten
sonra, bir zamanlar o ilişkinin ürettiği bir tabakaya dahil olduğu için bir takım insanları kimi
haklardan mahrum etmek, insanları işlemedikleri bir suçtan dolayı cezalandırmaktır da ve
ezilenlerin kendi hukuku açısından ciddi bir tutarsızlığa da yol açar. Bu gibi nedenlerle eski
ezen azınlığı, genel oydan dışlayıcı tedbirler ezilenlere değil ezenlere hizmet eder.
Bir diğer sorun, ezen azınlığın savunduğuna inanılan belli fikirlerin ve anlayışların
propaganda ve örgütlenmesinin yasaklanmasıdır. Bu yolla eski egemen sınıfların tekrar bir
geri dönüş sağlamalarının engellenebileceği gibi yaygın bir görüş vardır.
Tabii bunun kökeninde, sınıflar ve sınıf mücadelesi hakkında, ezen sınıfların kendi çıkarını
belli ideolojilerde ve doğrudan ifade ettiği tarzında çok çocukça bir anlayış yatar. Aksine
bütün tarih göstermektedir ki, ezen sınıflar çıralarını korumak için her türlü ideolojiyi
kullanabilirler. Kapitalistlerin liberalizmi savunacaklarını sanmak saçmalıktır. Gereğinde
komünist de olurlar, faşist de olurlar, dinci de olurlar. Sınıflar eğilimlerini ve çıkarlarını her
türlü ideolojik form altında savunurlar ve ifade ederler. Bu aynen ezilen sınıflar için de
geçerlidir, ezilenlerin eğilimleri de en gerici ve sağcı partilerin içinde bile bir şekilde ifadesini
bulur. Dolayısıyla, her hangi bir ideolojiye veya fikir sistemine yönelik yasaklar, yani fikir ve
örgütlenme özgürlüğünü sınırlamanın hiç bir anlamı ve değeri yoktur. Egemen sınıflar kendi
eğilimlerini bizzat en hızlı komünist görünümler ardına gizleyebilir.
Keza genel oy için geçerli olan fikir ve örgütlenme özgürlükleri için de geçerlidir. Yani böyle
bir anlayışınız var ise, bunu muhalefette iken de söylemeniz gerekir. O zaman ise ya yalancı
ya da çifte standartlı olduğunuz için ezilenlerin mücadelesine zarar verirsiniz.
Ancak burjuvaziye karşı etkisiz ve anlamsızlığından öte, fikirlerin yasaklanması, ezilenlerin
kendi egemenliklerini sürdürmesi bakımından büyük bir tehlikeyi beraberinde getirir. Tarihsel
deney, yani Ekim Devrimi’nden sonraki deney göstermiştir ki, ezilenler için eski egemen
sınıflar değil, bizzat kendi içindeki bürokrasi en büyük tehlikeyi oluşturur. Ve bürokrasinin
sorunlu bir araç olmaktan çıkıp iktidara gelmesinde ve bunu sürdürmesinde, güya egemen
sınıflara karşı olmak amacıyla fikir ve örgütlenme özgürlüklerini ortadan kaldırmak, ezilen
çoğunluğu iktidardan uzaklaştırma ve atomlara ayrıştırmanın aracı olmuştur.
Tarihsel tecrübe, her türlü fikir ve örgütlenme yasağının eski ya da yeni egemen sınıflara
yaradığını göstermektedir. O halde, ezilen çoğunluğun iktidarını sürdürmek için, ne oy hakkı
sınırlamaları ne de fikir ve örgütlenme özgürlükleri sınırlamaları bir iş görmez. Aksine bunlar
ezilen çoğunluğun egemenliğine karşı bir araç olarak kullanılabilirler.
Eski egemen sınıfı var eden ilişkileri yok etmek yeter. Hatta onların sabotaj ve yasa dışı
yollarla mücadeleye girmesini engelleyecekse, bir zamanlar Marks’ın dediği gibi, onların
zenginliklerine karşı belli bir tazminat ödemek bile düşünülebilir. Onun haricinde bunlar tüm
diğer yurttaşlarla aynı hak ve görevlere sahip olmalıdır. Eski egemen sınıflardan korkacak bir
şey yok. Onlar ezilen çoğunluğu tekrar görüşlerine kazanıp yeniden eski ilişkilere dönebilirler
mi? Eğer yeni düzen ezilenlere bir şey vermemiş ve ezilenler tekrar sömürü sistemine geri
dönmek istemişlerse buna ne denilebilir? Ezilenlerin bilinçli çabası ve tarihsel inisiyatifi
olmadan zaten sınıfsız topluma gidilemeyeceğinden, bunun çaresi yine yasaklar değildir.
66
Akacak kan damarda durmaz ya da kendi düşen ağlamaz.
27 Ekim 2000 Cuma
67
Sosyalist Demokrasi (4) - Ezilen Çoğunluğun İçindeki Çelişkiler
Ezilen çoğunluğun iktidara geldiğinde, bir yandan egemen sınıfların direnişine ve geriye
dönme çabalarına, diğer yandan bürokrasinin iktidarı alma tehlikesine karşı tedbirlerinin neler
olabileceğine bunların ortaya çıkardığı sorunlara ve yeni tehlikelere önceki iki yazıda kısaca
değinmiştik. Bu yazıda da ezilen çoğunluğun kendi içindeki çelişkiler ve bunların sorunlarına
kısaca değinelim.
Ezilen çoğunluk her şeyden önce, işçiler ve köylülerden ve diğer emeği ile yaşayan küçük
burjuva tabakalardan oluşur. İşçi sınıfının, kendi başına, bu tabakaların desteğini almadan
ezen azınlığın egemenliğine son vermesi mümkün olmadığı gibi iktidarda kalması da
mümkün değildir.
Ancak, gelişmiş ülkeler hariç, dünyanın hiç bir ülkesinde, işçiler nüfusun çoğunluğunu
oluşturmaz. Gerçi bir yandan eskinin kalıntısı küçük üreticilik hızla yok olmaktadır ama aynı
zamanda, ücretli olsa bile yaşam düzeyi ve ruh durumuyla küçük burjuva karakterde modern
tabakaların bir yükselişi de söz konusudur.
Bu tabakalar ister geçmişin, ister modern toplumun ürünü olarak ortaya çıksınlar, en azından
iktisadi ilişkiler içindeki konumları bakımından doğrudan bir sosyalizme yönelişleri yoktur,
en azından klasik anlayışlar bakımından. Bu durumda ne olacak?
Paris Komünü böyle bir sorunla yüzleşmedi. Komün adı üstünde Paris’le sınırlıydı, Burjuvazi
kaçarak şehri büyük ölçüde terk etmişti ve işçi sınıfı orada zaten nüfusun çoğunluğunu
oluşturuyordu.
Ama Ekim Devrimi bu soruyla karşı karşıya geldi. Muazzam bir köylü ülkesinde, konsantre
olmuş küçük bir işçi sınıfına dayanıyordu devrim.
Modern şehir ve sanayi modern toplumun can damarıdır. Bu politik eylem, örgütlenme ve
ağırlıkta işçileri üstün yapar. Bu nedenle işçi sınıfının gücü onun nufus içindeki gücüyle
ölçülemez oranda yüksektir.
Ama, bir genel oy sisteminde, işçilerin bu üstünlüğü yok olur. Köylülerin sayısal gücü ortaya
çıkar. Ekim devrimi, bir yandan köylülerin taleplerine sahip çıkmış ama diğer yandan da,
köylülerin bu ağırlığını dengelemek için, çok miktarda köylü oyunu bir işçi oyuna eşitleyen
bir sistem kurmuştur. Örneğin on köylünün oyu bir işçi oyuna eşitlemek gibi.
On dokuzuncu yüzyılda sosyalist harekete, ilerlemeci tarih anlayışının da etkisiyle, işçi sınıfı
nüfusun çoğunluğu değilse, hem genel oy ve özgürlükler hem de genel oy korunarak
sosyalizme nasıl geçilebileceği konusunda, köylülüğün oy hakkını sınırlama anlayışı
egemendi. Yani işçi sınıfı gereğinde, ezilen çoğunluk içinde azınlık olduğu durumda,
sosyalizme ulaşmak, insanlığı mutlu hedefine ulaştırmak için köylülük üzerinde diktatörlük
kurabilir diye düşünülüyordu. Fransa’da örneğin Blankistler, Proletarya’yı temsilen Paris’in
68
taşra üzerindeki diktatörlüğünü savunabiliyorlardı.
Keza Ekim Devrimi, köylüler karşısında adeta paternalist bir tavrı sürdürmüştür. Köylülerin
özlemlerini gözetmek ama onların oy gücünü sınırlamak.
Bu yaklaşımlar bu günün dünyasında geçersizdir, tarihsel deney sadece yanlışlığını değil,
köylülüğün sosyalizme eğilim duymayacağı düşüncesinin de geçersizliğini göstermiştir.
Yirminci yüzyılda bütün geri ülkelerdeki devrimler, Çin’den Nikaragua’ya kadar Köylülüğe
dayanmış ve bu tabakalar, en kötü örnek ve elverişsiz koşullara rağmen sosyalizme eğilim
göstermişlerdir.
Köylülerin oy hakkını sınırlayacak veya ağırlığını azaltacak mekanizmaların hiç bir başarı
şansı bulunmamaktadır. İşçiler burjuvazinin ilişkilerini imha edebilirler, ama küçük burjuvazi
ve köylülüğe karşı aynı şekilde davranamazlar, onlar, ezen sınıflardan değildirler. Onların
ilişkilerinin imhası değil, iknası (gönüllü dönüşümü) gerekir.
Tıpkı bir bölüğün hızının en yavaş askerin hızına eşit olması gibi, işçi sınıfı sosyalizm
yönündeki bütün dönüşümlerde köylülerin desteğini, onayını veya en azından hayırhah bir
tarafsızlığını sağlamak zorundadır. Bu ise ancak genel oyla olabilir.
Kimileri bunu anlamıyorlar ve örneğin, genel oyda köylülerin ve küçük burjuvazinin
ağırlığını sınırlayacak veya bütünüyle genel oydan dışlayacak tedbirler düşünürler. Yani
düşündükleri, köylüler ve küçük burjuvalar üzerinde diktatörlük kuracak, bir işçi
demokrasisidir.
İlginçtir, bunlar hiç bir zaman köylülere ve küçük burjuvalara, “biz iktidara geldiğimizde sizin
oy hakkınızı sınırlayacağız” da dememektedirler. Yani resmen gerçek niyetlerini
gizlemektedirler. Bu niyetini gizleyen bir partinin bırakalım köylüleri, işçilerin bile desteğini
alma şansı yoktur. Ama ezilenlere yapılacak en büyük kötülük, onlara yalan söylemektedir
onların bu yalanla desteği kazanılsa bile. Çünkü onların kendi eseri olabilir onların kurtuluşu,
onların tarihsel deney ve inisiyatifi olmadan hiç bir olumlu değişim gerçekleşemez.
İşçilerin dışındaki tabakaları da kapsayan bir genel oy, sınıfsız topluma gidebilmek için
olmazsa olmaz koşullardan biridir.
Sadece köylülerden sorun çıkmaz. Sanılır ki, işçiler de yekpare bir bütündür. Hayır. İşçi sınıfı
bir çok zümrelerrden oluşur.
Ayrıca işçiler, sadece bölünük de değildirler. Hiç bir zümresel bölünüklüğün olmadığı
yekpare bir işçi sınıfı bile olsa, parça ile bütünün çıkarı, kısa vadeli çıkar ile uzun vadeli
çıkar, tarihin çok istisnai dönemleri hariç, ki bu istisnai dönemler devrim dönemlerindir,
çakışmaz, bu çıkarlar arasında daima bir gerilim, bir çatışma vardır..
Kısa vadeli çıkarlar ve parçanın çıkarlarını savunma, her zaman küçük burjuva ve köylü
tabakalarda bir destek de bulacaktır. Dolayısıyla gerçekten ezilen çoğunluğa hizmet edecek,
ezenlerin baskı aracı olarak kullanılamayacak bir devlette bile, sınıfın tarihsel ve genel
çıkarlarının çok istisnai durumlarda çoğunluğu sağlaması mümkündür. Bunun dışında genel
kural olarak, kısa vadeli çıkarların, zümrelerin, köylü ve küçük burjuvaların burnunun ötesini
69
görmeyen politikaların çoğunluğu oluşturması beklenmelidir. Bu şu demektir: işçi sınıfının
genel ve tarihsel çıkarını savunan partiler, çoğu durumda azınlıkta kalacaklardır. Yani “doğru
devrimci çizgi”yi seçmeyecektir ezilenler.
Buna rağmen ve bu nedenle doğru devrimci çizgi, ezilenler bu “doğru devrimci çizgiyi”
seçmedikleri takdirde bile, onlara hizmet edecek, onların üzerinde yükselmeyecek,
onlara hata yapma özgürlüğünü, yanlışları ve aptalları seçme ve deneme özgürlüğünü
verecek bir aracın oluşması için savaşmaktır.
Kimileri sanıyorlar ki, burjuvazinin bukağılarından kurtulmuş bir ezilenler demokrasisinde
ezilenler hep en doğru kararları alacaklardır. Hayır. Bu çocukça bir anlayıştır. Evet
demokrasiden yanayız, ama demokraside, işçiler ve diğer ezilenler en doğru kararları
alacakları ve uygulayacakları için değil; en aptalca ve dar görüşlü kararları alıp
uygulayacakları için ve buna rağmen ve tam da bu nedenle.
Tarih, ezilen insanların girişimine ve tarihsel tecrübesine dayanan en aptalca kararların
bile en bilgece ama yukarıdan verilmiş karalardan bin kere daha az tehlikeli, verimli ve
son duruşmada da doğru olduğunu göstermiştir.
Birinci Enternasyonal’in tüzüğünün başındaki şu cümleyi bütün tarihsel deney doğrulamış
bulunuyor:
“İşçilerin (ezilenlerin) kurtuluşu ancak kendi eserleri olabilir.”
Suya girmeden yüzme öğrenilmez.
Ezilenlerin, Tarih karşısında yanlış yapma özgürlüğü olması gerekir.
Demokrasi, yanlış yapma özgürlüğüdür.
Dolayısıyla yanlışı görme ve düzeltme olanağı ve görevi.
02 Kasım 2000 Perşembe
70
Yazı Serisinin Bitişi Nedeniyle Son Söz
Böylece bu pehlivan tefrikasına dönen “Demokrasi Üzerine Yazılar” serisi bitmiş bulunuyor.
Yazının böyle uzaması bazı okuyucuların eleştirilerine yol açtı.
Ancak, yine bu yazıyı sürdürmemi ve mümkünse bir kitap haline getirmemi isteyenler ve
böyle uzamasına yol açanlar da yine bazı okuyuculardı. Ne yazık ki herkesi memnun etmek
mümkün olmuyor.
Bir gazetenin okuyucularının beklentileri ve ilgisini çeken konular büyük bir farklılık, hatta
birbirine zıt özellikler gösterebiliyor. Buna rağmen, yazı seri bir yazı olmakla birlikte yer yazı
aynı zamanda bağımsız bir yazıydı. Bu şekilde mahzurları asgariye indirmeyi de denedik.
Bu yazılarda, demokrasi konusu ele alınırken aynı zamanda, yepyeni kavramsal araçlar
(sınıfların tarihsel ve kültürel konumlanışı gibi) geliştirilmiş ve kavramlar konu üzerine
tartışmalarda çok rastlanan belirsiz ve karışıklıklarından kurtarılarak dakikleştirilmiş ve
netleştirilmiştir.
Aslında bu yazı serisi, hem PKK’nın anlaşılması hem de muhaliflerin argümanlarının
çürüklüğünün görülebilmesi amacıyla yazılmıştır.
02 Kasım 2000 Perşembe
Recommended