Upload
stclements
View
0
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
BACIYAN-I RÛM’DAN GÜNÜMÜZE ANADOLU KADINININ İKTİSADİ,
SOSYAL VE KÜLTÜREL ALANDAKİ YERİ
‘’ESDER GENEL MERKEZİ adına Tebliğ’’
YİĞİT YAVUZ KALCI (PhD)
ANKARA 2016
BACIYAN-I RÛM’DAN GÜNÜMÜZE ANADOLU KADINININ İKTİSADİ,
SOSYAL VE KÜLTÜREL ALANDAKİ YERİ
GİRİŞ
Günümüz medeniyetinin temsilcisi olarak kabul edilen batılı toplumlarda
kadın, beşer adı verilen türün negatif yüzü olarak algılanmış ve özellikle
skolâstik dönemde etkisi artan kilise marifetiyle toplumun her kesimi tarafından,
büyücü, cadı1, veba sebebi, uğursuzluk alameti gibi sıfatlarla nitelendirilmiştir.
Bu gerçeklikten uzak vahim tablonun temeline indiğimizde de görebileceğimiz
gibi Avrupa toplumunun düşünsel yapısını asırlar boyu şekillendirmiş olan İslam
öncesi sami inanç sistemlerinde kadın, yaradılış evresini tamamladığı andan
itibaren ‘’şeytan’’ figürüyle olan münasebetinden ötürü erkeği yoldan çıkaran bir
saptırıcı olarak lanse edilmiştir. Bu anlayışa göre kadın, Şeytan ile Âdem
arasında bir köprü olarak kabul edilmiştir. Bu inanç sistemlerinde kadına
atfedilen rol, inanç sistemlerinin ilahi orijininden bağımsız, insan ürünü bir
algının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Avrupa, Orta Çağ’ın karanlık atmosferini idrak ettiği hengâmda kadının
toplumdaki yeri ana hatlarıyla bahsi geçen şekildeyken, asırlar önce Arap
Yarımadası’ndan doğan son ilahi mesajın mukaddes peygamberi, kadını cahiliye
bataklığının insanlık dışı muamelelerinden kurtararak yüceltmiş ve ilahi
direktifler doğrultusunda, hak ettiği noktaya eriştirmiştir. Medine merkezli İslam
Devleti, kısa süre içinde geniş bir coğrafyaya yayılmış ve tesir ettiği her noktada
köklü değişimlere imza atmıştır. Ekonomik, hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel
hayatta yaşanan değişimler, doğal süreç içinde beşeri ilişkileri ve beşerin toplum
içindeki rolünü de kapsamış, bu bağlamda kadın, dini perspektifin referansları
dâhilinde yeni bir kimlik edinmiştir.
Batının pozitivist dayanakları ve seküler bakış açısı, İslam coğrafyasında,
Kur’an ve sahih sünnet merkezli prensiplerle çelişen temayüller neticesinde
ortaya çıkan pratikleri referansla, İslami düşünce tarzının kadına atfettiği rolün
aslına uygun olmayan bir üslupla yorumlanmasına neden olmuştur. Medya ve
propaganda araçları vasıtasıyla şekillendirilen İslam karşıtı tutumların,
1 Ortaçağ’ın sonu genellikle Avrupa’da Rönesans hareketlerinin başlamasıyla ilan edilir. Ancak ortaçağa ait birçok karanlık uygulama Avrupa haklarının aydınlanması ya da düşüncede, sanatta ve bilimde çoksesliliğin artmasıyla birlikte son bulmamıştır. Avrupa tarihi üzerinden gidecek olursak; kadınlar, bütün Ortaçağ boyunca, erkeklerin mülkü olmayı, şeytanın ruhunu taşımayı ve yeryüzündeki günahların sorumluluğunu almayı sürdürmüşlerdi. Rönesans’la birlikte ama en çok Reform’dan sonra Avrupa halklarındaki Ortaçağ’a ait karanlık düşünce, tutum ve davranışlar tarih olabilmiştir. Bunun en açık ve acı örneklerinden bir tanesi de kadınların maruz kaldıkları olagelmiştir. Kadınların, erkeklerin boyunduruğundan kurtulabilmesi için ise iki yüzyıl daha gerekecek ve sanayileşmenin gerek duyduğu işgücünün sağlanması kadın bilincinin uyanmasıyla noktalanacaktır.(Kaynak: gunceltarih.org / Cadı Avı Yargılamalarında Kadın Tanıklar Üzerine)
uluslararası toplumda karşılık bulması da son derece vahim bir tabloyla karşı
karşıya kalmamıza neden olmaktadır. Enformasyon gücünü elinde bulunduran
organizasyonlar, stratejilerini hayata geçirmekte son derece başarılı
olmaktadırlar. Kadın ve kadının toplumdaki yeri başlığı üzerinden yürütülen
uluslararası ölçekli çalışmalar, Orta Doğu ve İç Asya toplumlarına yönelik algıyı
negatif çerçevede şekillendirmek gayesini taşımaktadır. Bu bağlamda
emperyalizmin tüm tasarıları, uluslararası örgütler vasıtasıyla siyasal arenada
karşılık bulacak ve doğulu toplumlar, ötekileştirilmeye, sömürülmeye, hedef
tahtasına yerleştirilmek suretiyle katledilmeye sonsuza dek mahkûm olacaklardır.
Bu sebeple ülkemizde, kadının İslam toplumundaki yerine yönelik akademik
yayınların ve toplantıların sürekliliği, son derece önem arz etmektedir.
Anadolu’da kadının varoluş hikâyesi, temel hatlarıyla üç ana bölümde ele
alınabilir.
1. ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ DÖNEMİNDE ANADOLU
KADINI
Türklerin siyasal tarihi üzerine yapılan araştırmalar, göçebe ve savaşçı
yaşam tarzının, akademik çalışmaları bir bütün dâhilinde gerçekleştirebilmeyi
zorlaştırdığı yönünde bir bakış açısının ortaya çıkmasıyla neticelenmiştir.
Orta Asya Türklüğü ile Anadolu Türklüğü, iki ana çalışma alanı olmakla
beraber, özellikle Anadolu Türklüğü başlığı altında devam eden mesailer,
birden fazla prensipten istifade etme ihtiyacını da doğurmuştur. Orta Asya
Türklüğü ele alınırken Filolojik ve Antropolojik veriler ön plana çıkmakta
ancak Anadolu Türklüğü ele alınırken Teolojik ve sosyolojik referanslar
önem kazanmaktadır. Bu durum, Türklerin İslam’ı kabulünün ve zaman
içinde kendi örfi havuzu içinde yoğurmasının doğal bir neticesi olarak
yorumlanabilir. Anadolu coğrafyasının sosyal dokusu, orijini Horasan olan
fikir ekolünün inanç ve ahlak ilkeleri çerçevesinde şekillenmiştir.
1.1. Horasan Erenleri
Günümüz İslam coğrafyasını geniş bir perspektiften
değerlendirdiğimizde, karşımıza çıkan tablo, itikadi ve ameli konularda
bütünlük sağlayamamış, emperyalist devletlerin büroları tarafından
koordine edilen, mensuplarının yaşam alanına ilişkin ortak sorunlar
karşısında bile farklı tutum ve tavırlar sergileyen bir ümmet profilini
gözler önüne sermektedir. Ayrılıkçı hareketlerin kökenine indiğimizde,
özellikle Emevi ve Abbasi dönemlerinde ortaya çıkan farklı din
algılarının, siyasal gayelere hizmet maksadıyla güç kazandığını
görmekteyiz. Etkileri günümüzde de gözlemlenebilen, itikadi konulara
ilişkin yorumların, coğrafyanın parçalanmasına yönelik stratejilere
doğrudan veya dolaylı biçimde hizmet ettiği aşikârdır. Riyasetin ve maddi
gücün bekası üzerine kurulu idari yapılar ve bu erki kendi kontrolüne
almayı amaçlayan akımlar doğrultusunda din, her daim sabote ve
suiistimal edilmeye müsait bir araç haline getirilmiştir. Ancak bununla
beraber Anadolu, Arabistan ve Körfez lokasyonlarına nispetle, ahlakı ve
tefekkürü öne çıkaran Ahmet Yesevi2 ekolünün temsilcileri tarafından
daha ferah bir ortamın kurulmasına ev sahipliği yapmıştır.
Siyasal ve toplumsal bütünlüğün sağlanması noktasında önemli rol
oynayan bu ekolün neferleri, dini ve ahlaki temelleri atmakla beraber,
eğitim, kültür, iktisat, savaş taktikleri ve teşkilatlanma konularında da
ciddi faaliyetler gerçekleştirmişlerdir. Toplumun her kesimine ulaşarak,
bireyleri akli ve kalbi yönden doyuran bu büyük akım, hedef kitlesini
belirlerken hiçbir sosyal statüyü görmezden gelmemişlerdir. Devleti idare
eden hükümdardan dağdaki çobana kadar beşerin tamamını kapsamış ve
kucaklamışlardır. Eğitim kurumları ve amaç odaklı teşkilatları
bakımından çağının ötesinde bir toplumsal sistemi de insanlığa armağan
etmişlerdir. Anadolu insanı, yüzyıllar sonra dahi sağlam temeller üzerine
kurulmuş bu sosyal sermayenin izlerini taşımaya devam etmektedir.
1.2. Bacıyan-ı Rûm
Bacıyan-ı Rûm ifadesi günümüz dilinde ‘’Anadolu Kadınları
Teşkilatı’’ şeklinde karşılık bulmaktadır. Anadolu Selçuklu Devleti
sınırları dâhilinde kurulan bu teşkilat, yukarıda bahsi geçen toplumsal
dönüşümün temel taşlarından biridir. Anadolu teşkilatlanma
faaliyetlerinin kadın ayağını oluşturan teşkilata dair yeterli ölçüde
akademik veya bağımsız çalışma olmamakla beraber, temellerinin 13.
Yüzyıla dayandığı görüşü yaygındır. 19. Yüzyılda Batı toplumlarında
yankı bulan Feminizm3 akımı, gerek nitelik bakımından, gerekse tarihi ve
kültürel altyapısı bakımından Anadolu topraklarında kurulan bu teşkilat
ile mukayese edilemeyecek kadar zayıf kalacaktır. Bunun en önemli
sebeplerinden biri, teşkilat mensubu kadınların, tarikat ve tasavvuf
dinamiklerinden beslenmiş olmalarıdır. Düşünsel altyapının niteliği,
teşkilat pratiklerinin işlevselliğini de doğrudan etkilemektedir. Prof. Dr.
Mikail Bayram’ın, Bacıyan-i Rûm’un mensup olduğu tarikata ilişkin
tespiti son derece önemlidir. Bacılar genel olarak Evhadiye tarikatına
mensup idiler. Bunlara Evhadiler denilmekteydi. Bu cemaatin haliyle
kadın mürşideleri ve şeyhleri olacaktı.4 Mevcut tarikat yapısı, mesleki ve
örgütsel meziyetlere ek olarak ilmi konulara ilişkin birikimin varlığına da
dikkat çekmektedir. Cemiyetin erkek mensuplarından oluşan klasik
tarikat yapılanmasının bir benzerini kadınlardan oluşan bu yapılanmada
da görüyoruz. Bu türden bir yapılanmada mürid ile Mürşid ilişkisinin
sağlıklı biçimde sürdürülebilmesi, ilmi yeterlilik ve hiyerarşik yetkinliğin
sağlanması ile mümkündür.
2 Tarihte bilinen ilk büyük Türk mutasavvıfı unvanını taşır. Tam adı: Ahmet bin İbrahim bin İlyas Yesevi idi. Yesevîlik adı verilen
tasavvufî akımının mimârı olan "Hazret-i Türkistan" nâmıyla da meşhur "Hâce Ahmet Yesevi" mürşidi Hâce Yusuf el-Hemedânî gibi Hanefî[2] bir âlimdir. Ortaya koyduğu öğreti yöntemleriyle Sünnî-Nakşibendi ile Alevî-Bektâşî Tarikatı’nı da bir hayli derinden etkilemiş olan bir şahsiyettir.(Kaynak: Vikipedi / Ahmed Yesevi) 3 Feminizm, bir teori olduğu gibi aynı zamanda da “hak eşitliği, insanlık şerefi ve kadınlara karar verme özgürlüğü” amaçlarıyla,
politik bir harekettir. Feminizm, kadınlara cinsiyet hiyerarşisi baskısının sona ermesi ve toplumsal cinsiyet tutumlarının aynı değerde olması için toplumun değişimini amaçlar.(Kaynak: Vikipedi) 4 (Bayram, 2008: 93)
Teşkilatın işlevsel yönü, mesleki ve kültürel çalışmalara
dayanmaktadır. Kayseri’de kurulan bir sanayi bölgesi, teşkilat
mensuplarının çalışma alanını oluşturmaktadır. Moğol saldırıları
sonrasında dağılacak olan teşkilata bağlı kadınlar, ilk etapta dokumacılık
yaparak ekonomik alanda varlık göstermişlerdir. Zaman içinde besicilik,
çiftçilik, terzilik ve tüccarlık gibi iş kollarıyla da ilgilenmişlerdir.
Dönemin şartlarını göz önüne aldığımızda, kadınların hemen hemen her
sahada etkin ve saygın bir yere sahip olduğunu görmek mümkündür.
Anadolu Selçuklu Devleti’nde kadınlar, siyasi, askeri, iktisadi, kültürel,
dini ve sosyal hayatta, kabul gören fıkhın prensipleri çerçevesinde geniş
bir hareket alanına sahiptiler. Bugün birçok vilayetimizde bacıların izine
rastlamak mümkündür. Moğol istilası ve sonrasındaki baskıların Ahi ve
bacıların uç bölgelere göç etmelerine sebep olduğunu belirtmiştik.
Ankara o yıllarda en yoğun göç alan yerlerden biri olmuş, 1330
yıllarında Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetinden çıkan bölgeyi, Osmanlı
Devletinin Ankara’yı fethettiği 1361 tarihine kadar Ahi ve Bacılar
yönetmiş, asayişi sağlamış ve ticaret yapmıştır.5
Bacıyan-ı Rum teşkilatına ilişkin değinilmesi gereken en önemli konu,
teşkilatın kuruluşudur. Dönemin konjonktürel yapısı göz önüne
alındığında Anadolu’da nefes alan her bireyin disiplinel teşkilatlanma
yapılarından biri içinde yer alması hayati önem taşımaktadır. Zira
jeopolitik ve tarihsel açıdan bu denli stratejik öneme sahip olan bir
coğrafyada uzun süre varlık gösterebilmek, Anadolu birliğini tesis
etmekle mümkündür. Orta Asya tarihi açısından Çin ve Uygur
medeniyetleri ne denli belirleyici ise Anadolu tarihi açısından Bizans ve
Selçuklu medeniyetleri o denli belirleyicidir. Ahiyan-ı Rum, Gaziyan-ı
Rum, Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum, Anadolu Selçuklu Devleti
sınırları içinde varlık gösteren başlıca teşkilatlar olarak bilinir. Bu
teşkilatlardan Bacıyan-ı Rum, Fatma Bacı tarafından kurulmuş ve kuruluş
prensiplerine riayet etmek suretiyle faaliyetlerini her alanda sürdürmüştür.
1.2.2. Fatma Bacı
Tarih boyunca kurulmuş teşkilatların neredeyse tamamı, kurucuları ile
birlikte anılmaktadır. Nizamiye Medreseleri6 bahsi açıldığında Sultan
Melikşah ve Nizamülmülk isimleri akla gelir. Osmanlı Devleti, ismini
kurucusundan alan bir teşkilattır. Ahilik, Ahi Evran Hazretleri ile
özdeşleşirken semitik dinler İbrahimi Dinler başlığı altında ele alınır.
Öyle ki açılan her hayırlı yol, kurucusunun asırlar boyunca anılmasına
vesile olmaktadır. Bacıyan-ı Rum teşkilatı ise Ahi Evran’ın zevcesi Fatma
Bacı tarafından kurulmuştur. Fatma Bacı, ilmi konulara hâkim, pratik
zekâ ve entelektüel birikim sahibi olmakla beraber, Ehl-i takva olduğuna
inanılan mütefekkir bir hanımefendi olarak bilinir. Fatma Bacı henüz
5 (Erdem, Yiğit, 2013:36) 6 Nizamiye Medreseleri: Nizamülmük’ün adından dolayı Nizamiye adını alan bu medreseler, Sünni
İslam dünyası adına ciddi tehlike oluşturan Rafızi-Bâtıni düşünceyle, siyasi ve askeri alanda olduğu
gibi ilmi sahada da mücadele etmek ve devletin ihtiyaç duyduğu kadı, muhtesip, müstevfi, müftü,
hatip, vaiz, kâtip vb. görevlileri yetiştirmek amacıyla kurulmuş kurumlardı.(Kaynak:
Tarihvemedeniyet.org/2013/03/Suat Kaymak)
genç bir kızken babasının dergâhında dervişlerin hizmetinde
bulunmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli, tahminen 1228 yılından itibaren şeyhi
Kirmani’nin Anadolu’dan ayrıldığı 1232 yılına kadar bu dergâhta
yetişmiştir. Vakti gelecek, Fatma Bacı, babasının dergâhında yetişen Hacı
Bektaş’ın himayesinde hizmet ve hürmet görecektir.7
Fatma Bacı kısaca, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve kadınların hayatın
her alanında faaliyet imkânı bulmasında önemli yeri olan bir rol model
olarak anılabilir. Günümüzde aydınlanmanın, demokrasinin ve
çağdaşlığın beşiği olarak kabul edilen Avrupa’nın o dönemdeki durumu
göz önüne alındığında, İslam medeniyetinin yeni bir soluk bulduğu
Anadolu toprakları, şüphesiz ki dün olduğu gibi gelecekte de insanlığın
ortak hafızasında hak ettiği yeri alacaktır. Tarihin tozlu sayfalarını
çevirmeye başladığımızda görebileceğimiz gibi Anadolu kadını, en çetin
şartlarda dahi soğukkanlı ve fedakâr bir tutum sergilemiştir. Annelik ve
kadınlık vazifelerinden asla taviz vermemiştir. Devletler kurulur, devletler
yıkılır, saltanatlar bir hanedandan diğerine geçebilir veya rejimler
değişebilir ancak tarihsel genetiğin nesillerden nesillere devrettiği sosyal
sermaye, her dönemde ve her koşulda baki kalacaktır. Bu topraklar,
Fatma Bacı’nın, Nene Hatun’un ve nicelerinin şahs-ı manevisinden aldığı
ilhamla, kadına olan tavır ve tutumunu gözden geçirmeli, gelecek nesilleri
madden ve manen muhafaza edebilmek için gerekli hassasiyeti
göstermelidir. Popüler kültürün empoze ettiği figürleri rol model alan
nesiller, tarih hafızalarını yitirmeye ve zaman içinde asimile olmaya
mahkûmdurlar. Zira manevi değerleri kaybetmek, toprak kaybetmekten
de o topraklar üzerinde nefes alan bedenleri kaybetmekten de daha vahim
bir durumdur.
Fatma Bacı gibi değerleri, genç nesillerle buluşturmak, kişilerin ve
STK’ların olduğu kadar devletin de asli görevlerindendir. Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, kökeni Mete Han’a dayanan kadim bir kültürün son
halkası olduğu gibi, tarihten edindiği tecrübeler ve farklı coğrafyalarda
kurduğu kültürel bağlar hasebiyle ümmetin kurtuluşu için yegâne umut
olma niteliğine de sahiptir.
2. OSMANLI DEVLETİ’NDE ANADOLU KADINI
Selçuklu’nun ardından Anadolu toprakları, Beylikler Dönemi olarak
anılan bir vetireye girmiştir. Anadolu’nun siyasal ve toplumsal birliği, yerini
aşılması güç bir kaos ortamına bırakmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna
kadar devam eden bu vetirede Anadolu, Türk-İslam hâkimiyetinden çıkma
tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı’nın kuruluşu ve hızla yükselişi
ile Anadolu kısa sürede toparlanarak Selçuklu ve Bizans devlet
sistemlerinden beslenen güçlü bir imparatorluğun beşiği haline gelmiştir.
Birbiri ardına gerçekleştirilen fetih hareketleri, iktisadi ve kültürel
genişlemenin de önünü açmıştır. Zaman içinde Anadolu toprakları,
demografik anlamda dönüşüme uğramış ve çok kültürlü bir hal almıştır. Bu
kültürlerin birbirleriyle olan etkileşimlerinden ortaya çıkan yeni toplumda
kadının sosyal alandaki pozisyonu da farklı bir boyut kazanmıştır.
7 (Erdem, Yiğit, 2013:32)
2.1. Ataerkil Düzene Geçiş
Osmanlı Devleti Türk-İslam devletleri arasında zirveyi temsil eden bir
süper güç olmakla beraber, Türk töresinin ve Orta Asya’dan taşınan
yaşam tarzının ciddi dönüşümlere uğradığı bir dönemi temsil etmektedir.
Sosyolojik bir gerçeklik olarak, bir inanç sistemini kabul eden topluluklar,
o inanç sisteminin temel ilkeleriyle beraber, sistemin doğduğu
coğrafyanın örfi unsurlarını da benimsemektedirler. Örneğin Uygur
Türkleri, yerleşik hayatla beraber tipik Türk özelliklerinden bazılarını
(özellikle askeri alanda) kaybetmişler ve benimsedikleri inanç sisteminin
pratikteki etkilerine maruz kalarak zaman içinde devletlerini
kaybetmişlerdir. Hazar Türkleri de tıpkı Uygurlar gibi yeni coğrafya, yeni
inanç ve yeni yaşam tarzı ile beraber farklılaşmışlardır. Osmanlı Devleti
ise kuruluş evresinde Orta Asya’dan izler taşımakla beraber, zaman içinde
(Yükseliş Dönemi) siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda köklü
değişimler yaşamıştır. Yaşanan bu değişimler dini referanslara
dayandığından, kadının hareket alanı da geçmişe nazaran dar bir
çerçeveye sıkıştırılmıştır. Dinin kurumsallaşmasının ve kurumsal bir
kimlikle yeniden yorumlanmasının neticesinde kadın, sosyal ve siyasi
alanlardan soyutlanarak toplumsal hayattan uzaklaştırılmıştır. Ortaya
çıkan bu tablonun memnun edici olup olmadığı, sübjektif
değerlendirmeler üzerinden belirlenmekle beraber, bu hususa ilişkin ciddi
görüş ayrılıkları yaşanmaktadır.
Kadın, haklar bakımından gerek hukuki gerekse sosyal alanda birtakım
kısıtlamalara maruz kalmıştır. Boşama hakkı elinden alınmış ve sahip
olduğu sosyal hakların büyük bölümü ataerkil prensipler dâhilinde
yeniden düzenlenmiştir.
Sosyal yaşamı sınırlanan şehirli kadının ekonomik hayattaki yeri de
oldukça kısıtlıdır. Buna rağmen az da olsa çalışma imkânı bulabildiğini
söylemek yanlış olmaz. Nitekim geçimini sağlamak için dükkân sahibi
olan, ticaret yapan kadınlar az da olsa mevcuttur. Ayrıca Selçuklu
döneminden itibaren gelenek haline gelen vakıf kurma, okul ve medrese
yaptırma gibi hayırseverlik faaliyetleri üst düzey ailelerin hanımları için
devam etmiştir.8
Buradan çıkan sonuç; Kadının ait olduğu ailenin, cemiyetin ve
sosyokültürel seviyenin durumu, kadının sosyal ve ekonomik hareket
alanını da belirlemektedir. Ulemanın, dinin temel prensiplerini ve
benimsenen fıkhi kaideleri referansla verdiği fetvalar geneli kapsamakla
birlikte, Osmanlı’da kadının durumu, zamana, mekâna ve sahip olduğu
prestije bağlı olarak değişkenlik göstermektedir.
2.2. Sarayda Kadının Yeri
Osmanlı Devleti, imparatorluk vasfı kazanarak yükseliş dönemine
girdiğinde sarayın kurumsal yapısı da büyük ölçüde oturmuştu. Payitaht
olarak anılan İstanbul ile Anadolu şehirleri arasında her anlamda ciddi
farklılıklar vardı. Bizans mirasını devralan II. Mehmed’in döneminde
8 (Erdem, Yiğit, 2013:62)
şehir kozmopolit bir merkez halini almıştı. Kültürel ve bilimsel
faaliyetlere ek olarak ticari faaliyetler de bu merkezde can buluyordu.
Anadolu insanının yaşam tarzı göz önüne alındığında İstanbul adeta başka
bir medeniyetin başkenti gibi algılanabilirdi. Bizans’ın esintileri şehrin
her sokağında kendini hissettiriyordu.
Saray, bürokrasi merkezi olmanın yanında bir tedrisat kurumu olarak
da kabul edilebilirdi. Enderun, devletin en seçkin eğitim merkeziydi.
Saraya alınan çocuklar bu merkezlerde yetiştirilerek bürokraside veya
medreselerde vazifelendirilir, başarılı olanlar vezirlik makamına kadar
yükselebilirlerdi. Pozitif bilimler ve dini ilimler bir arada okutulur ve
mezun olan gençler, devletin hanedandan sonra gelen elit zümresini
oluştururlardı. Harem bölümü ise padişah eşleri ve cariyelerinden
oluşurdu. Harem, padişah ailesinin mahrem alanını ifade etmekteydi.
Haremde bulunan cariyeler harem ağalarının gözetiminde olmakla
beraber, el sanatları, musiki, dini ilimler, edebiyat gibi alanlarda yoğun
eğitimler alırlardı. Bu eğitimlere ek olarak protokol, görgü ve nezaket
kuralları gibi konularda da yetiştirilirlerdi.
Osmanlı’da kadın, genel hatları itibariyle üç kategoride incelenebilir.
Birinci grup reaya denilen alt sınıfa mensup kadınlar, ikinci grup farklı
coğrafyalardan esir olarak getirilen cariyeler, üçüncü grup ise padişahın
validesi, kız kardeşi, kız evladı ve eşlerinden oluşan saraylı grup.
Reaya grubuna dâhil olan kadınlar, şehirli ve taşralı olmak üzere kendi
içinde iki kategoriye ayrılmakla beraber, hukuki açıdan eşittirler.
Günümüz toplumunda da olduğu gibi sadece yaşam tarzı ve geçim
kaynakları açısından farklılık gösterirler. Buna ek olarak kültürel
faaliyetlerden istifade etme olanakları da elbette farklı olacaktır. İkinci
gruba dâhil olan cariyelerden yetenekli, akıllı ve güzel olanlar ise
padişaha nikâh bağı ile bağlanabilir ve ilerleyen dönemlerde valide sultan
olabilirler. Osmanlı kadınının ulaştığı en üst mertebe budur.
2.2.1. Safiye Sultan
Yaşadığı döneme mührünü vuran, vurduğu yerden ses çıkaran,
çıkardığı ses hâlâ kulaklarda çınlayan, Osmanlı Sarayı'nın en kudretli
sultanlarından biridir Safiye Sultan. Venedikli asil bir âileden, Korfu
Adası vâlisi Baffo'nun kızı. Adriyatik Denizi'nde Osmanlı leventlerinin
eline geçti ve şehzâde Murad'a münâsip görüldü. Manisa sarayında
aldığı eğitimle, asil bir soydan geliyor olması da birleşince, tez zamanda
saraylara layık bir sultan oldu.
Nurbânu Sultan, bir yandan gelini Safiye Sultan'la, diğer yandan devlet
işleriyle uğraştı. Nihayet mücadelelerle geçen bir ömür 1583 senesinin
son ayında son buldu. Kayınvalidesi vefat edince haremin yönetimi Safiye
Sultan'a kaldı. Safiye Sultan'ın saltanat devri 3. Murad'ın sönük yıldızıyla
daha bir parladı ve namı alıp yürüdü. O yıllarda kudretli vezirlerin hâlâ
iş başında olmasıyla Devleti Aliye-i Osmaniye zaferden zafere koştu.
Kanuni'nin bıraktığı cihan devletine, bir yarısı kadar daha ülke eklendi.
45 yaşında dul kalan Safiye Sultan, aynı gün vâlide sultan oldu. Ve
başta padişah oğlu 3. Mehmed olmak üzere tüm saray onun emrine
girmişti. 3. Mehmed'in Eğri Seferi'ne gitmesinden itibaren devlet işlerini
eline alan Safiye Sultan, padişahın emirlerini dahi değiştirebilecek
derecede yönetime hâkimdi. Sadaretten azledilen Damat İbrahim Paşa'yı
tekrar Sadarete tayin ettiren de, oğlu 3. Mehmed'i sünnet eden Cerrah
Mehmed Paşa'yı (şimdiki Cerrahpaşa Hastanesi'ni yaptıran) sadrazam
yapan da Safiye Sultan'dır.
Döneminde oğlu 3. Mehmed Eğri Kalesi'ni, Tiryaki Hasan Paşa da
Kanije'yi fethetmişti. Nihayet bir gece yarısı vefât eden Sultan Mehmed'in
ardından torunu 1. Ahmet çıktı tahta 14 yaşında. Önce kocasını, sonra
torununu, şimdi de oğlunu kaybeden Safiye Sultan'ın vâlide sultanlık
makamı da oğluyla birlikte gitmiş oldu. İki sene sonra 10 Kasım 1605'te
yapayalnız vefât etti ve Ayasofya Camii'nin avlusuna, eşi 3. Murad'ın
yanına defnedildi.
2.2.2. Kösem Sultan
Şehid edilen tek vâlide sultandır Kösem Sultan. 1589'da Mora'da
doğan ve bir Rum papazının kızı olan Mahpeyker Kösem Sultan'ın,
Osmanlı sarayına gelmeden önceki ismi Anastasia. Sarayda ona
Mahpeyker (Ay yüzlü) ismini takan Safiye Vâlide Sultan'dı. Kösem
(Kılavuz, Koç) ismini ise, eşi Sultan 1. Ahmet takmıştı. Zamanla sarayda
Mahpeyker ismi unutuldu, Kösem Sultan nâmı yayıldı. Fettan bir
güzelliğe sâhip Kösem Sultan, küçük yaşta öksüz kalmış, 6 yaşındayken
Türk akınlarında Bosna Beylerbeyi'nin eline geçmiş, akabinde saraya
gönderilmişti.
Tahttaki pâdişah beklenmedik bir zamanda vefât edince yerine oğlu
Şehzâde Ahmet pâdişah oldu. O sıralar 14 yaşındaydı ve sünnet merâsimi
dahi padişah olduktan sonra yapıldı. Kendisinden 1 yaş büyük olan
Kösem Sultan'ın zekâsı, güzelliğinin de ötesindeydi. Rakîbesi Hatîce
Mahfiruz Sultan'la birlikte Sultan 1. Ahmet'in hanımı oldu. İkisi de ileride
pâdişah annesi olacaktı. Mahfiruz Sultan; ilk şehîd edilen pâdişah Genç
Osman'ın, Mahpeyker Sultan da 4. Murat ve İbrâhim'in annesi oldular. 2
oğlu ve 1 torununun pâdişahlığını görerek "Vâlide-i Sultân-ı Muazzama"
unvânını alan Mahpeyker Kösem Sultan, bu yüce saltanâtın yanısıra, ilk
şehîd edilen vâlide sultan olma tâlihsizliğini de yaşadı. Kadere bakın ki,
kardeş katline son verip ekber-erşed sistemini getirerek kan dökülmesini
engellemek isteyen Sultan Ahmed'in; oğlu Genç Osman ilk şehîd edilen
pâdişah, hanımı Mahpeyker Kösem Sultan da ilk şehîd edilen vâlide
sultan oldu.
Oğlu 4. Murat'ın 11 yaşında pâdişah olmasıyla Kösem Sultan, artık
vâlide sultandı ve o sıralar 35 yaşındaydı. Tam 9 sene saltanât nâibesi
olarak devleti bilfiil yönetti. Sıradaki pâdişah İbrâhim de kendi oğluydu
ve ikinci defâ vâlide sultanlık kapıları açıldı ardına kadar.
Kösem Sultan'ın gücü ve kudreti Sultan İbrâhim döneminin ilk
yıllarında daha yoğun hissedildi. Sadrazamları dahi Kösem Sultan tâyin
ediyor ve yine kendisi azlediyordu. Bir zaman geldi, 7 pâdişah görmüş
olmanın tecrübesi ile önü alınamaz siyâsî ve idârî dehâsı birleşince,
pâdişahı bile rakip kabul etmeyecek güç ve kudrete ulaştı. Torunu 4.
Mehmed'in pâdişah olduğu gün, annesi Hatîce Tarhan Sultan vâlide
sultan olmuştu fakat, 21 yaşında ve tecrübesiz vâlide sultan yerine, 59
yaşında ve 7 pâdişah görmüş Kösem Sultan baskın geldi. Tecrübeli vâlide
sultana bir de unvan verildi: "Vâlide-i Sultan-ı Muazzama" (2 padişah
annesi ya da oğlu ve torununun padişahlığında vâlide sultanlık yapanlara
verilen unvan). Artık devleti, torunu adına o yönetecekti. 3 yıl da torunu
adına saltanât nâibeliği yapan Kösem Sultan, 1651 Eylülünde çıkan
isyanda ocak ağaları tarafından şehîd edildi. 62 yaşındaydı. Kösem
Sultan'ın ölümüyle Osmanlı sarayında kadınlar saltanâtı da sona ermiş
oldu. Son derece şefkatli bir kadın olan Kösem Sultan, her Recep ayında
hapishâneleri gezer, kâtiller hâriç diğer mahkûmların fidyelerini ödeyip
kurtarır, yetimhânelere gider altın dağıtır, dârüşşafakaya gider huzur
arayan yapayalnız ihtiyarların dertlerine çâre arardı. Birçok eserleri
arasında en meşhuru Üsküdar'daki Çinili Câmi'dir. Tasavvufa da meyilli
olan Kösem Sultan, Aziz Mahmut Hüdâyi'den de feyz almıştı. Yaşadığı
çağa damgasını vuran bu kudretli vâlide sultan, eşi Sultan Ahmet ile
birlikte aynı türbede medfun,
.
2.2.3. Hatice Turhan Sultan
Hatice Turhan Sultan 1627'de Ukrayna'da doğmuş, çok küçük yaşta
Kırımlılar tarafından Osmanlı Sarayı'na getirilmişti. Kör Süleyman Paşa
tarafından Mahpeyker Kösem Sultan'a teslim edildi. Uzun boylu, sarı
saçlı, mavi gözlü, narin yapılı bir hanımefendi idi.
Henüz 13 yaşında iken Sultan İbrahim ile evlenmiş, 14 yaşında 4.
Mehmed'i dünyaya getirmişti. Babasının yerine tahta çıkan 4. Mehmed 7
yaşında, Hatice Turhan Sultan ise 21 yaşında idi. Fakat saltanat nâibesi
makamını gelinine kaptırmak istemeyen Kösem Sultan, 3 yıl daha yönetti
devleti. Asîler tarafından şehit edilince, Hatice Tarhan Sultan 24 yaşında
yönetimi devralabildi ancak.
Osmanlı târihinde en uzun süre vâlide sultanlık makâmında kalan Hatice
Tarhan Sultandır. Tam 35 yıl. Oğlu 4. Mehmet 7 yaşında pâdişah olduğu
için sultan vekili olarak 5 yıl 12 gün o yönetmişti devleti. Hürrem
Sultan'ın başlattığı saray kadınlarının siyasete müdahalelerine Tarhan
Sultan son verdi. En büyük rakibi, kayınvalidesi Kösem Sultan'ın
ölümünden sonra bütün güç ve kudret tamamen kendi eline geçtiği halde,
devlet işlerinden uzak durmayı tercih etti. Gelinlerini de siyasete asla
müdahale etmeyecek şekilde yetiştirdi. Askeri ihtilâllere ve anarşiye son
verdi. Harem-i Hümayun'a getirdiği eğitim sayesinde, kendisinden sonra
gelen padişah eşleri ve anneleri devlet işlerine karışmadı.
Köprülü âilesine vezirlik vererek devletin parlak bir dönem yaşamasını
temin etti. Ömrünün son yıllarını Edirne Sarayı'nda geçiren Hatice
Tarhan Sultan 1683 yazında 56 yaşındayken hastalandı ve aynı yıl Edirne
Sarayı'nda vefat etti. Annesinin vefâtını öğrenen padişahın ağzından şu
cümle dökülmüştü: "Devletin rükn-i âzamı (temel direği) gitti". Nâşı,
Edirne'den İstanbul'a getirilen Hatice Turhan Sultan'ın cenaze namazı da
kendi yaptırdığı Yeni Câmi'de kılınıp, hemen arka tarafındaki türbesine
defnedildi. Mühründe şöyle yazılıydı: " Mazhar-ı lütf-i Samet, Valide-i
sultan Mehmed"9
Osmanlı kültürüne ilişkin farklı bakış açıları olmakla beraber, devletin
kadına karşı olan tutumuna dair de farklı tezler ortaya atılmıştır. Bu tezler ortaya
atılırken, tez sahibinin dünya görüşü, belge analiz gücü, akademik perspektifinin çapı
gibi faktörler belirleyici olmakla beraber, inanç dünyası da önemli rol oynar.
Pozitivist bakış açısıyla ortaya atılan tezler, oryantalist bir üslupla kaleme
alınmışken, kendini milliyetçi muhafazakar olarak tanımlayan bilim insanları ise
zaman zaman duygusal davranarak bilimsellikten uzak bir metodoloji üretmişlerdir.
3. MODERN DÖNEMDE ANADOLU KADINI
Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamlı dönemi son bulurken Avrupa’da
yükselen sanayi ve teknoloji, Osmanlı toprakları üzerindeki enerji
kaynaklarının kullanımını esas alan yeni bir konjonktürel yapının oluşmasına
sebep olmuştur. Bununla beraber tüm dünyada yaygınlaşan pozitivist ve
milliyetçi akımlar, imparatorluk bünyesinde yaşayan etnik ve dini grupların
self-determinasyon talebinin artması üzerine ulus devletler çağına kapı
aralanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, özellikle İttihat ve Terakki yönetiminin
başarısız politikaları sebebiyle parçalanmış ve imparatorluğun küllerinden
yeni bir devlet doğmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ilk yüzyılını devlet-
yurttaş ilişkisini ideal noktaya getirebilmek ve gerek iktisadi, gerekse kültürel
kalkınmaya yönelik hamleler gerçekleştirebilmek üzerine izlediği
politikalarla geçirmeye devam etmektedir. Milli mücadele dönemini
kapsayan kuruluş evresinde Türk kadını, yüksek fedakârlık örneği göstermiş
ve küllerinden doğan devletin bu sancılı sürecinde üzerine düşen vazifeyi
hakkıyla yerine getirmiştir. Bununla beraber, ülkenin ekonomik, eğitsel ve
kültürel faaliyetlerine de iştirak etmek suretiyle devletin her kurumunda
görev almıştır. Kamuda ve özel sektörde çalışma hayatına atılan kadın, kısa
sürede ülke ekonomisinin vazgeçilmez unsuru haline gelmiştir.
Cumhuriyet aydınlanmasının temel kurumları olarak anılan Köy Enstitüleri,
Devlet Tiyatroları, Halkevleri, Devlet Opera ve Balesi gibi oluşumlarda da
kadının yeri son derece önem taşımaktadır. Yeni devletin kuruluş felsefesi ve
resmi ideolojisi, kadını Batılı anlamda çağdaşlık anlayışının merkezine
oturtmuştur.
1927′de ilk defa bir bayan avukat Bediye Hanım İstanbul Barosu’na kayıt
olmuştur.1928′de İstanbul Fen Fakültesi’nden mezun olan 5 bayan kimyacı
Türkiye için bu dalda ilk örneklerdir. Yine bu yıl ilk kez bir kız öğrenci
Yüksek Mühendislik Okulu’na girmiştir.1928′de çıkarılan "Türk kadın
doktorların on sene müddetle hizmet-i mecburiyeden muafiyetleri hakkında
kanun"10
ile mecburî hizmetten çekindikleri için doktor olmak istemeyen
kadınların tıp mesleğine ilgi göstermeleri sağlanmıştır. Nitekim 1930′dan
9 http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/osmanli-hareminin-en-kudretli-uc-yuzu
10 TBMM Zabıt Ceridesi, c:4, s.239-240, 244-246; Resmî Gazete, 29.5.1928’den akt. Atam.gov.tr
/http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-57/cumhuriyetin-ulkemize-ve-bireylere-ozellikle-turk-kadinina-
kazandirdiklari
itibaren kadın doktorlar görev yapmaya başlamışlardır.1928′de amacı
annelerin sağlık ve sosyal ihtiyaçlarını gidermek ve çalışan anneler için
kreşler açmak olan Himaye-i Etfâl Kadın Cemiyeti kurulmuştur.1933′te Kız
çocuklarına meslekî eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü
oluşturulmuştur.1936′da Kadınların çalışma hayatına düzenleme getiren İş
Kanunu yürürlüğe girmiştir. Türk kadınlarının siyasî hayata atılmaları
konusunda da ilk adım III. TBMM döneminde atılmış, 3.4.1930 tarihli 1580
sayılı Belediye Kanunu’yla kadınlara Belediye meclislerine üye seçme ve
seçilme hakkı tanınmıştır.11
Bunu daha sonraki dönemde 1934 yılında yapılan
anayasa değişikliği ile milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanıması
izleyecektir. Kadınlar seçme ve seçilme haklarını modern batı toplumları
olan Fransa’da 1946′da, İsviçre’de ise 1971′de elde edebilmişken Türkiye’de
1934′ten itibaren bu hakkı kullanmaya başlamışlardır. Ancak bu hakkı
yeterince kullandıkları söylenemez. Çünkü bu hakkı elde ettikleri 1935
seçimlerinde milletvekili olan 18 kadın üye meclisin %4,8′ini meydana
getirirken bu orana bir daha ulaşılamamıştır.12
Bu durum Türk kadınının elde
ettiği hakları kullanmaktaki isteksizliğini göstermektedir.
Günümüzde ise ülkemizde kadının ekonomiye olan katkısı gözle görülür
biçimde artmıştır. Kadınlarımız tahsil hayatında da iş hayatında da sosyal
hayatta da önemli bir yere sahiptir.
Türkiye İstatistik Kurumunun güncel verilerine göre;
Toplam istihdamın %29,6’sı, toplam işsizlerin %36,5’i kadınlardan
oluşurken, işgücüne dâhil olmayan nüfus içinde kadınların payı %71,3
oldu.13
Türkiye İstatistik Kurumu’nun yürüttüğü Hane Halkı İşgücü
Araştırması’nın 2014 yılı sonuçlarına göre,
Türkiye’de 15 ve daha yukarı yaştaki nüfusun %50,6’sını oluşturan kadınlar,
toplam işgücünün %30,3’ünü temsil etti. Kadınların işgücüne katılma oranı
son on yılda önemli bir artış kaydederek, 2014 yılında %30,3 olarak
gerçekleşti. Toplam Erkek Kadın Temel işgücü göstergelerinin cinsiyete göre
dağılımın Hizmet ve tarım kadınlar için en çok istihdam yaratan iki sektör
Kadın çalışanların yaklaşık yarısını oluşturan hizmet sektörü (%49,9) ile üçte
birini oluşturan tarım sektörü (%32,9) kadınlar açısından istihdam yaratan
en önemli iki sektör konumundadır. Kadınların %16,1’i ise sanayi sektöründe
çalışmaktadır. Çalışan kadınların %60,2’si ücretli ve yevmiyeli, % 29,5’i
ücretsiz aile işçisi olarak faaliyet göstermektedir. Türkiye’de ücretsiz aile
işçilerinin %71,8’ini kadınlar oluşturmaktadır. Eğitim kadın istihdamı
açısından önemli bir faktör olup, kadınların eğitim düzeyi arttıkça istihdam
oranının da arttığı gözlenmektedir. Buna bağlı olarak, kadın ve erkek
istihdam oranında gözlenen farklılık eğitim düzeyi arttıkça azalmaktadır.
Kadınlarda işsizlik oranının en yüksek olduğu yaş grubu 20-24 Araştırma
11
Resmî Gazete, 14.4.1930’dan akt. Atam.gov.tr/ http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-57/cumhuriyetin-
ulkemize-ve-bireylere-ozellikle-turk-kadinina-kazandirdiklari 12
Emet Doğramacı, "Siyasette Türk Kadını", Kastamonu’da İlk Kadın Mitinginin 75. Yıldönümü
Uluslararası Sempozyuma, Ankara 1996, s.212.’den akt. Atam.gov.tr/
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-57/cumhuriyetin-ulkemize-ve-bireylere-ozellikle-turk-kadinina-
kazandirdiklari 13 İşgücü İstatistikleri, 2014
sonuçlarına göre, kadınlarda 20-24 yaş grubu %22,5 ile işsizlik oranının en
yüksek olduğu yaş grubudur. İşsizlik oranı evli kadınlarda %8,3 iken, hiç
evlenmemiş kadınlarda bu oran %19,6’dır.Eğitim durumu itibarıyla, kadın
işsizlerin %34,9’ünü lise altı eğitimliler, %32,6‘sını yükseköğretim mezunları
oluşturmaktadır.14
Ülkemizde özellikle son yıllarda, kadınlar sadece işgücü olarak değil aynı
zamanda işveren olarak da ekonomimize katkı sağlamaktadır. KOSGEB
Girişimci Destek Programı kapsamında, işletme kurmak isteyen kadınlara
yönelik geri ödemeli ve geri ödemesiz kredi temini ile ev hanımları, mesleki
ve teorik eğitim alarak işletmelerini kurmakta, işletmekte hatta işletmelerinin
marka değerini yükseltip devredebilmektedirler. Üniversiteler ve STK’ların,
kamu desteği alarak düzenledikleri Meslek Edindirme Kursları, Uzmanlık
Sertifika Programları, Kişisel Gelişim Seminerleri gibi faaliyetler de kadının
profesyonel ve sosyal hayattaki yerini güçlendirmektedir.
Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen, kadınların çalışma şartlarından doğan
problemlere ilişkin sağlıklı politikaların yürütülmemesi sebebiyle, annelik ve
zevcelik vazifelerini yerine getiremiyor olmaları ise aile kurumunu zedeleyen
ciddi bir problemdir. Özellikle hizmet sektöründe yer alan kadınların çalışma
şartları, tüm STK girişimlerine rağmen iyileştirilememiş ve günümüz
toplumunda kadın kapitalizmin her açıdan sömürdüğü bir obje haline
gelmiştir. Cinsel istismardan uzun mesai sürelerine kadar pek çok sorun,
cumhuriyet kadınının gündeminde kalmaya devam etmektedir. Özellikle
geçmiş dönemlerde kadınlarımızın inançlarından doğan haklarını
kullanmaları, resmi ideoloji eliyle engellenmiş ve dininin gereklerini hayata
taşımak isteyen kadınlarımız kamusal alanda ikinci sınıf vatandaş muamelesi
görmüşlerdir.
KAYNAKÇA
- Güncel Tarih/ http://www.gunceltarih.org/2013/11/cad-av-
yarglamalarnda-kadn-tanklar.html
- Vikipedi/ https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_Yesevi
- Vikipedi/ https://tr.wikipedia.org/wiki/Feminizm
- Bacıyan-ı Rum’dan Günümüze Türk Kadınının İktisadi Hayattaki
Yeri. Dr. Yasemin Tümer Erdem, Halime Yiğit, İTO Yay. 2013
- Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum, Prof. Dr. Mikail Bayram, NKM
Yayınları,2008
- Yeni Şafak/ http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/osmanli-
hareminin-en-kudretli-uc-yuzu-393284
- T.C. Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu.
Atatürk Araştırma Merkezi/ http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-
57/cumhuriyetin-ulkemize-ve-bireylere-ozellikle-turk-kadinina-
kazandirdiklari
- Türkiye İstatistik Kurumu/
http://www.tuik.gov.tr/basinOdasi/haberler/2015_25_20150505.pdf
14
TÜİK/ http://www.tuik.gov.tr/basinOdasi/haberler/2015_25_20150505.pdf