8
4. Uluslararası Sinan Sempozyumu: Su ve Mimarlık 11 - 12 Nisan 2008 Edirne Soner Şahin 177 18. YÜZYILIN ĐLK YARISI ĐSTANBUL KENTĐNDE SU YAPILARI WATER ARCHITECTURE IN ISTANBUL, THE FIRST HALF OF THE 18 TH CENTURY Soner Şahin Abstract Water related buildings, e.g. sebils, fountains, pools, canals etc, in Ottoman architecture, has many different variations and form in time. But, the number of this kind of buildings gradually increased in the first half of the 18 th century (i.e. Ahmed III and Mahmud I period). Many sebils and fountains are on the most dramatic corners of the city; they have different plans; the façades are full of ornamental relief and they are more decorative in all sense than previous ones. They have wide eaves projecting over all façades of the buildings; and domes with high drums. Some of the water related buildings in this period are just huge water jar; some are façade fountains with basin where water pours into; some are monumental buildings like a small kiosk with open and enclosed spaces. Water related buildings, are the buildings where change in the 18 th century Ottoman architectural style can be observed gradually. The reasons behind the changes in Ottoman architecture of these periods are various. After a long period of “classical” Ottoman architecture, which lasted since 1450s, the artists and patrons might seek the “novelty”, and buildings with water, must have been seen as ideal medium to put into practice the “search for novelty”. As secular buildings, they were free from limitation and conservatism of religious architecture. They are small buildings, compared to mosques, palaces, schools etc, so it was easy to apply new techniques and details. The source of the new architectural vocabulary for these building was sometime European architecture and sometime Persian and even Indian architecture. Examining these innovative buildings shows that there were different artistic approaches and architectural styles within the first half of the 18 th century; from classical to baroque. Additionally, these buildings show us a good example of connection between water and architecture within city life, and connection between different cultures. GĐRĐŞ Geçmiş zaman boyunca hemen her yapı, su ile ilişkilendirilmiştir. Yaşam, suyu temel alarak oluştuğundan ve insan içmek, temizlenmek, üretmek, seyahat etmek veya görüntüsünden/sesinden yararlanmak için suya muhtaç olduğundan mimarlıkla su arasındaki bu ilişki doğaldır. Ancak bazı yapılar vardır ki, özellikle su için yapılmışlardır. Fonksiyonel olarak suyu kullanan bu yapılar, “su yapıları” olarak adlandırılabilirler. Gerek Đslam öncesi kültürün izleriyle, gerek Đslam düşünüşüyle manevi bir anlam da kazanan su, Türk mimari geleneğinin bir parçası olmuştur. Türklerde su için yapılan hayır, ibadetlerin en makbulü olmuş, bir yere su getirmek, bir çeşme yaptırmak sevap olarak kabul edilmiştir. Cami içlerine konan su küpleri ya da teknelerinden oluşan basit sebillerden, genellikle bir duvara yaslanmış tek cepheden ibaret çeşmelere, büyük kanal-havuzlara kadar pek çok çeşitlilik gösterse de Osmanlı su yapıları, özetle şu şekilde sınıflanıp sıralanabilir; su çıkarmaya ve şehre su getirmeye yönelik yapılar (bent, suyolu, su kemeri, maslak, maksem-su deposu, su terazisi, su dolabı, kuyu), suyun görünür bir eleman olarak kullanıldığı yapılar (çeşme, şadırvan, abdest musluğu, su tabutu, selsebil, havuz, kanal, kaskat, fıskiye, hamam, sebil) ve bünyesinde suyu kullanmayan ama suyla yakın ilişki içinde olan yapılar (yalı, tersane, kayıkhane, liman, köprü). Su yapıları, Osmanlı mimarlığının çeşitli dönemlerde sayı ve sitil açısından değişiklik gösterir. Ancak, 18. yüzyılın ilk yarısında, su yapılarında sayıca hızlı bir artış olduğu görülür. III. Ahmet ve I. Mahmut’un saltanat devrini içeren bu dönem, aynı zamanda mimarlık açısından Lale Devri’ni ve Osmanlı Baroğu’nun başlangıcını içeren bir dönemdir. Kent içi su yapıları açısından önemli örneklerin görüldüğü bu devirde söz konusu yapılar, kentin karakter kazanmasında ve kent mekânlarının tanımlanmasında önemli bir rol oynamalarının yanı sıra devrin sanat anlayışının ve yaşantısının da göstergeleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

Istanbul Su Yapıları

Embed Size (px)

Citation preview

4. Uluslararası Sinan Sempozyumu: Su ve Mimarlık 11 - 12 Nisan 2008 Edirne

Soner Şahin

177

18. YÜZYILIN ĐLK YARISI ĐSTANBUL KENTĐNDE SU YAPILARI

WATER ARCHITECTURE IN ISTANBUL, THE FIRST HALF OF THE

18TH CENTURY

Soner Şahin

Abstract

Water related buildings, e.g. sebils, fountains, pools, canals etc, in Ottoman architecture, has many different variations

and form in time. But, the number of this kind of buildings gradually increased in the first half of the 18th century (i.e. Ahmed

III and Mahmud I period). Many sebils and fountains are on the most dramatic corners of the city; they have different plans; the façades are full of ornamental relief and they are more decorative in all sense than previous ones. They have wide eaves

projecting over all façades of the buildings; and domes with high drums. Some of the water related buildings in this period are just huge water jar; some are façade fountains with basin where

water pours into; some are monumental buildings like a small kiosk with open and enclosed spaces. Water related buildings,

are the buildings where change in the 18th century Ottoman architectural style can be observed gradually. The reasons

behind the changes in Ottoman architecture of these periods are various. After a long period of “classical” Ottoman architecture, which lasted since 1450s, the artists and patrons might seek the “novelty”, and buildings with water, must have

been seen as ideal medium to put into practice the “search for novelty”. As secular buildings, they were free from limitation and conservatism of religious architecture. They are small buildings, compared to mosques, palaces, schools etc, so it was easy to apply new techniques and details. The source of the new architectural vocabulary for these building was sometime

European architecture and sometime Persian and even Indian architecture.

Examining these innovative buildings shows that there were different artistic approaches and architectural styles within the first half of the 18th century; from classical to baroque. Additionally, these buildings show us a good example of connection between water and architecture within city life, and connection between different cultures.

GĐRĐŞ

Geçmiş zaman boyunca hemen her yapı, su ile ilişkilendirilmiştir. Yaşam, suyu temel alarak

oluştuğundan ve insan içmek, temizlenmek, üretmek, seyahat etmek veya görüntüsünden/sesinden yararlanmak için suya muhtaç olduğundan mimarlıkla su arasındaki bu ilişki doğaldır. Ancak bazı yapılar vardır ki, özellikle su için yapılmışlardır. Fonksiyonel olarak suyu kullanan bu yapılar, “su yapıları” olarak adlandırılabilirler.

Gerek Đslam öncesi kültürün izleriyle, gerek Đslam düşünüşüyle manevi bir anlam da kazanan su, Türk mimari geleneğinin bir parçası olmuştur. Türklerde su için yapılan hayır, ibadetlerin en makbulü olmuş, bir yere su getirmek, bir çeşme yaptırmak sevap olarak kabul edilmiştir. Cami içlerine konan su küpleri ya da teknelerinden oluşan basit sebillerden, genellikle bir duvara yaslanmış tek cepheden ibaret çeşmelere, büyük kanal-havuzlara kadar pek çok çeşitlilik gösterse de Osmanlı su yapıları, özetle şu şekilde sınıflanıp sıralanabilir; su çıkarmaya ve şehre su getirmeye yönelik yapılar (bent, suyolu, su kemeri, maslak, maksem-su deposu, su terazisi, su dolabı, kuyu), suyun görünür bir eleman olarak kullanıldığı yapılar (çeşme, şadırvan, abdest musluğu, su tabutu, selsebil, havuz, kanal, kaskat, fıskiye, hamam, sebil) ve bünyesinde suyu kullanmayan ama suyla yakın ilişki içinde olan yapılar (yalı, tersane, kayıkhane, liman, köprü).

Su yapıları, Osmanlı mimarlığının çeşitli dönemlerde sayı ve sitil açısından değişiklik gösterir. Ancak, 18. yüzyılın ilk yarısında, su yapılarında sayıca hızlı bir artış olduğu görülür. III. Ahmet ve I. Mahmut’un saltanat devrini içeren bu dönem, aynı zamanda mimarlık açısından Lale Devri’ni ve Osmanlı Baroğu’nun başlangıcını içeren bir dönemdir. Kent içi su yapıları açısından önemli örneklerin görüldüğü bu devirde söz konusu yapılar, kentin karakter kazanmasında ve kent mekânlarının tanımlanmasında önemli bir rol oynamalarının yanı sıra devrin sanat anlayışının ve yaşantısının da göstergeleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

4. Uluslararası Sinan Sempozyumu: Su ve Mimarlık 11 - 12 Nisan 2008 Edirne

Soner Şahin

178

18. YÜZYILIN ĐLK YARISINDA SUYLA ĐLGĐLĐ YAPI ÖRNEKLERĐ 18. yüzyılın ilk padişahı olan III. Ahmet, 1703 tarihinde saltanatı Edirne’de devralmış, ilk iş olarak

bütün saray halkıyla birlikte Đstanbul’a dönmüş, böylece yaklaşık 50 yıldır Edirne’de süregelen saray ve saltanat düzenini kapatmıştır (Sakaoğlu 2000 s316). Bunun ardından uzun süre ihmal edilen Đstanbul’un imarına girişilmiş, Haliç kıyılarının, Kâğıthane vadisinin imarı ve Boğaziçi’nin geniş çapta iskâna açılışı III. Ahmet döneminde gerçekleşmiştir.

Öncelikle Büyük Bent (Bend-i Kebir) inşa edilmiş (Aytöre 1962 s55) ayrıca 17. yüzyılın sonlarına doğru büyük bir su sıkıntısı çeken Üsküdar yakasına, şehrin Anadolu yakasında girişilen imar hareketinin bir safhası olarak Sadrazam Damat Đbrahim Paşa tarafından, Üsküdar su tesisleri yapılmış, (Yüngül 1955 s7) bu amaçla, Üsküdar’da Đbrahim Paşa Maksemi inşa edilmiştir. III. Ahmet Galata-Beşiktaş bölgesinin su ihtiyacı için de Bahçeköy’den su getirme girişiminde bulunmuş fakat Patrona Đsyanı ile ara verilen bu isale hattı I. Mahmut döneminde 1731’de yapılabilmiştir1 (Erdoğan 1962 s11). Taksim Suyolu olarak bilinen bu projenin bir parçası olarak Topuzlu Bent inşa edilmiş (Aytöre 1962 s55), suyolunun son noktası ve kente dağıtım merkezi olarak da Taksim Maksemi yapılmıştır.

Yeni suyolları ile birlikte kent içi su yapılarının yapımına da hızla girişilmiş hem Suriçi’nde hem Galata, Üsküdar ve Bağaziçi’nde çeşitli mahalle çeşmeleri ve sebiller yapılmıştır. Đstanbul halkının, yeni kahvehaneler açılması ve çoktan ihmale uğramış binaların onarılması kadar kente daha fazla çeşme yapılarak da memnun tutulmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır (Berkes 1978 s44). Ayrıca bu dönemin bir yeniliği olarak müstakil, anıtsal meydan çeşmeleri kentin çeşitli noktalarında inşa edilmiştir. III. Ahmet’in Bab-ı Hümayun ve Üsküdar’daki meydan çeşmeleri, Azapkapı Saliha Sultan, Tophane I. Mahmut ve Kabataş Hekimoğlu Ali Paşa meydan çeşmeleri bu bağlamda sayılabilir. Cami ve medrese avlularında yapılan şadırvanların ya da bir duvara sıralanmış abdest musluklarının yanı sıra Ayasofya önündeki I. Mahmut Şadırvanı’nda olduğu gibi anıtsal ve kentsel yaşama daha açık şadırvanlar da yapılmıştır. Ayrıca kentsel kamu alanlarından çok, genelde özel konut ve bahçelerde yer alan süs havuzları, fıskiyeler ve selsebillerin de bu dönemde en göz alıcı ve sanatsal örnekleri ortaya konmuştur.

18. yüzyılın ilk yarısında Đstanbul’da suya olan ilgi kendini sadece su yapılarında göstermekle kalmamış birebir su yapısı olmasa da suyu bünyesi içine alan ya da su kenarında yapılarak suyla ilişki içinde olan yalı, köşk, kasır gibi konut yapılarında da kendini göstermiştir. Daha önceki devirlerde sarayda, surların yüksek duvarlarının gerisinde, halkın göremediği ama hayal ettiği bir yaşam söz konusu iken bu dönemde saray yaşamının sahneleri adeta halka sergilenmiştir (Arel 1975 s23). Şehir surları dışına pek çok kasır, köşk ve saray yaptırılmış, padişahlar “Göç-ü Hümayun”2 ile vakitlerinin çoğunu bu kasırlarda geçirir olmuşlardır. Bunun yanı sıra padişahın teşvikiyle, devlet ileri gelenleri de bu yeni yerleşimlerde kendi kasırlarını yaptırmışlardır. Böylece Kâğıthane’de, Beşiktaş’ta ve Boğaz kıyılarında yeni yerleşim yerleri oluşmuş, saraylar, köşkler yapılmıştır. Bu yeni saray ve yerleşimlerin en büyük özellikleri de suyu önemli bir eleman olarak kullanmalarıdır. Özellikle Kâğıthane’deki Sadabad tesisleri bunun en iyi örneğidir.

Lale Devri’nin sadrazamı Damat Đbrahim Paşa, etrafı çayırlık ve ağaçlıklarla çevrili, ortasında akarsu bulunan ve “Kâğıthane” adı verilen bu sessiz vadide Padişahın devamlı kalabileceği bir bina yaptırmayı uygun bulmuş ve Sadabad adı verilen sarayın temeli 1722’de atılmıştır (Eyice 1981 s167). Sadabad tesisleri, yapılan köşkler kadar çevre düzenlemesi açısından da önemlidir. Önce derenin bir kısmı mermer rıhtımlı, setli bir kanal haline getirilip “Cetvel-i Sim” ismi varilmiş, sonra setler hizasında çağlayan gibi akan kanalın üzerinde biri ejderha başlı üç fıskiye, kanalın yanlarında da iki çeşme yapılmıştır (Eldem 1977 s5). Sadabad yanında, Tersane Kasrı, Çırağan Yalısı, Neşedabad Kasrı, Hümayunabad Kasrı, Şerefabad Kasrı, Beşiktaş Sarayı gibi yapılar da denize açılışları bakımından suyla benzer bir ilişki kurmuşlardır.

18. YÜZYILIN ĐLK YARISI OSMANLI MĐMARLIĞINDA DEĞĐŞĐM VE SU YAPILARI 18. yüzyılın ilk yarısında Đstanbul kenti, yeni su yapıları ile dolarken bu yapıların “yeni bir tarzda”

yapılmasına özen gösterildiği anlaşılmaktadır. Gerçekten de III. Ahmed ve I. Mahmud devrinde yapılan su yapıları, bu dönem mimarlığında değişimin en iyi takip edilebildiği yapılardır. 1450’lerden beri devam eden “klasik” Osmanlı mimarlığının ardından sanatçı ve banilerin “yenilik” arayışı en belirgin olarak bu yapılarda ortaya çıkmıştır denebilir. Bu yapıların, sistematik olarak ele alınıp incelenmesi, hem bu dönemde Osmanlı mimarlığındaki değişimini anlamak hem de su öğesinin kent içi yaşama katılışını görmek açısından önemlidir.

Öncelikle bu dönemde kent imajı, çevresi ile birlikte görülmeye başlanmış, deniz doğası kentle bütünleşmiştir. Topkapı Sarayı’nın içe dönük, korunaklı düzeni yerine kent yüzeyine yayılan, doğal çevresiyle sıkı bağlantıları olan, su kenarında ya da çeşitli su yapılarıyla donatılmış kasır ve köşkler yapılmıştır. Bayıldım Köşkü ve Küçüksu Kasrı’nın gravürlere dayanılarak yapılan restitüsyonları göz önüne alınırsa manzaraya açılma, deniz üzerine konsol çıkarak taşma, pencere boyutlarının büyümesi ve doğayla bütünleşme gibi kavramlar (Bakır 2003 s72) 18. yüzyıl sosyal yaşamının mimariye yansıması olarak değerlendirilebilir.

4. Uluslararası Sinan Sempozyumu: Su ve Mimarlık 11 - 12 Nisan 2008 Edirne

Soner Şahin

179

Yapılaşmış çevrenin müdahale edilebilir bir olgu olduğu bilinci de 18. yüzyılda gelişmiştir3. Osmanlı, kent mekânında suyu bulunduğu doğa haliyle; yani kaynak, nehir ve deniz olarak sabitlemişken 18. yüzyılda yapay havzalar ve büyük kanalların da dış kompozisyona girdiği görülür (Cerasi 2000 s227). Bunun en iyi örneği olan Sadabad düzenlemesinde (Şekil 1), padişah ve erkan konutlarının bir araya getirilmesi, bahçelerin büyüklüğü ve bahçe-yapı ilişkisinin belirlenmiş geometrisi, Kağıthane Deresi’ne verilen rol, Cetvel-i Sim’in mimari mizansene sokulması Fransız saray düzenlemelerini çağrıştırdığı düşünülse de (Batur 1986 s1040), Sadabad’da sadece biçim ve uzunluğu ile Fontainebleau kanalını andıran Cetvel-i Sim’den başka, Fransız sanatının etkisi aslında sınırlıdır (Eldem 1977 s6). Bu kompleksin şekillenmesinde asıl “yeni” kaynak Doğu mimarisi olmalıdır. Nitekim büyük su ve çayır alanları arasındaki karşıtlık, mermerden yapılmış su kanalı ve şelalelerin arabeskleşmiş kabartmaları Đran bahçe tasarımında da olan öğelerdir (Cerasi 2000 s206). Ayrıca kaskatlar, su köşkleri, çeşmeler, fıskiyeler vb. ile çeşitli su oyunlarına sahip saraylar yapma zevki daha önceleri Doğu’da vardır: Lahor’da 1642’de Şahcihan tarafından yaptırılan Şalamar Bahçesi bu hususta bir örnek olarak gösterilebilir (Eyice 1981 s168). Bu açıdan bakıldığında 18. yüzyılın erken saraylarının suyla kurduğu yeni ilişki Doğu kaynaklıdır demek yanlış olmaz.

Gerçek anlamıyla kent içi açık alanların değerlendirilmesi de 18. yüzyılda başlayan bir süreçtir. Bugünkü anlamda bir meydan düzenlemesinden söz edilemese de, kentsel bir boşluk içinde duran, kendini tüm yönlerden sergileyen ve etrafında dönülerek her yönden algılanan meydan yapıları ilk defa bu dönemde yapılır. Kentsel boşlukların değeri anlaşılmıştır ve bu meydanlara anlam katan, bol bezemeli, anıtsal ve müstakil çeşmeler bu bağlamda değerlendirilmiştir. Osmanlı mimarları için alışılmamış bir görev olan meydan yapıların mimari kompozisyonlarının da “yeni” bir sitilde yapılmak istendiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu yapıların ilk örneği olan Bab-ı Hümayun önündeki III. Ahmet Çeşmesi’nin güney cephesindeki kitabede, “nev icad” (yeni bir tarzda) inşa edildiği yazmaktadır (Erdenen 2003 s48). “Nev icad” olan bu su yapılarının mimari kaynağının da köşkler, özellikle Hint-Đran mimarisindeki köşk tipi yapılar olduğu barizdir (Şekil 2, Şekil 3). III. Ahmet Çeşmesi ile özellikle Hint-Đslam türbeleri arasında kütle tasarımına ilişkin ortak yönler bulunmaktadır, bunlar; az açıklıklı kütlesel bir yapı gövdesi, köşelerden taşan çokgen kuleler, merkezdeki mekânın kütleden yükselerek taşması, kuleler ile merkezdeki mekânın birer kubbeyle örtülmesi, yüzeylerin boş bırakılmadan bezenmesi ve yatay-düşey hatların belirgin bir biçimde ifade edilerek dengelenmesi olarak sıralanabilir (Saner 1999 s39).

Meydan çeşmeleri Osmanlı mimarlığının pek uygulamadığı, dış cephelerindeki yoğun, yüzeysel bezeme nitelikleri ile de dikkat çekerler. Bunların, Topkapı Sarayı’nda yer alan ve III. Ahmet’in “yemiş odası” olarak bilinen küçük odanın öncülük ettiği bezeme anlayışını yansıttıkları söylenebilir. Onun dış mekânda tersyüz edilmiş hali gibidirler; içine girilen değil dıştan seyredilen yapılar olmuşlardır. Đslam inancında su, sonraki yaşamda mükâfatlandırılacak kimselere vaat edilen ortamı nitelendiren en önemli temadır. Su motiflerinin her türlüsüyle bezenmiş köşeler, cennet yaşamının karakteristik mekânlarıdır. Yüksek kasnaklı kubbeleri ve geniş saçakları ile meydan yapıları da aynı zamanda içinden sular akan birer köşk gibi meydanlarda kentin yaşamına katılmışlardır. Bab-ı Hümayun III. Ahmet Çeşmesi’nin batı yüzündeki çeşmenin üzerindeki yazıtta “Kevser yanına gûyâki kasr ittin bina” (Kevser ırmağı yanında yapılan kasır) ifadesinin olması da (Erdenen 2003 s48) bunun bilinçli olarak meydan yapılarında uygulandığını göstermesi açısından önemlidir. Bu anlayış, yapıların bezemelerine de yansımıştır. Çiçek ve az da olsa meyve, farklı bağlamlarda Đslam sanatında her zaman simgesel anlamlarda, örneğin, cennetin ya da aşkın temsili olarak, kullanılmıştır. 18. yüzyılda bu motif çeşmelerde yaygın olarak kullanılmış ve bu türe yeni bir anlam yüklenmiştir. Tophane I. Mahmut ve Azapkapı Saliha Sultan çeşmeleri bunun en iyi örnekleri olarak içinden akan suları ile cennet bahçesi tablosunu yansıtmaktadırlar (Ögel 1999 s78): çeşmelerde çiçek ve meyve bezemelerinin, özellikle suyun aktığı yer etrafında yoğunlaşması cennet bahçesi tablosunu tamamlamaktadır.

Meydan yapılarının bazılarının, Đstanbul için önemli bir başka su öğesi olan denize açılan peyzajlar yaratması da dikkat çekicidir; bu konuda Tophane I. Mahmut, Üsküdar III. Ahmet ve Beykoz Đshak Ağa çeşmeleri örnek gösterilebilir. Özellikle Đshak Ağa Çeşmesi, hem su kenarında yer alması hem de içinde kendi “su döngüsünü” barındırması açısından ilginçtir. Çeşmenin, bir pınar ya da çağlayan gibi sürekli akan dokuz lülesinden su, yalakta dalgalanmakta, buradan kendine bir yol bulmuş su edasıyla, dikine yerleştirilmiş kanaldan geçmektedir. Tüm bu “mikro su evreni”nin çardak tipi bir yapıyla örtülmesi, kullanıcının hem içerdeki hem de dışarıdaki su dünyasını aynı anda, her birinin içinden diğerindeki atmosferi yaşamasını sağlamaktadır. Su öğesinin bu şekilde vurgulu kullanımı ve yapı içine alınması Đslam geleneğinde eskilere giden bir uygulamadır. Elhamra Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’nın 4. avlusuna kadar benzer örnekler vardır. Ancak Đshak Ağa Çeşmesi ile özellikle 17. yüzyıl Đran’ındaki, ahşap direkli köşkler arasında benzerlik belirgindir (Şekil 4, Şekil 5).

18. yüzyılda sebil ve çeşmeler yapılırken, bunlar şehrin en göz alıcı noktalarına yerleştirilmiş, daha önceki dönemlerde görülmediği kadar anıtsal nitelikte yapılmış, külliye köşelerinden koparılmış, kendi ölçeklerine uygun özerklik kazanmış (Arel 1975 s47) ve çeşitli öğelerle bezenmiştir. Sebiller aynı zamanda bu dönem yapıları içinde sayısal olarak en kalabalık yapı tiplerinden biridir4 ve bu sebilleri temel tasarım ilkeleri açısından üç döneme ayırmak mümkündür. 1718’e kadarki ilk örnekler, 17. yüzyıl mimari anlayışının devamıdır; poligonal plan, cephede, alın kısmında sivri kemerlerin olması, söve kemerlerinin düz ya da yay kemer şeklinde olması gibi. Bu dönemde pek köşe sebili görülmez, sebiller genelde tek yüz üzerinde yer alırlar. Simkeşhane

4. Uluslararası Sinan Sempozyumu: Su ve Mimarlık 11 - 12 Nisan 2008 Edirne

Soner Şahin

180

Emetullah Gülnuş Valide Sultan Sebili, Kaptan Đbrahim Paşa Sebili, Üsküdar Emetullah Gülnuş Valide Sultan Sebili, Hatice Sultan Sebili ve Hekimbaşı Ömer Efendi Sebili bu anlayışı yansıtan sebillere örnektir.

1719-1720 tarihli Şehzadebaşı Damat Đbrahim Paşa Sebili, yeniliklerin görüldüğü ilk örneği olarak önemlidir. Bundan sonra sebil planları dairesel ya da bombeli dilimlidir, alın kısmı sağır yapılır, cephede pilastrlar görülür, söve kemerleri dantel profilli kaş kemerler şeklindedir5. Bu tip sebillerin geniş bir açıyı görecek şekilde yapı köşelerine yerleştirilmelerine dikkat edilmiştir. Bu dönem sebillerinde aynı zamanda düşeyde bir yükselme söz konusudur; alın kısmı yüksek yapılır, yüksek kasnaklı kubbeler kullanılır. Yapı yükseldikçe saçaklar da genişler. Şehzadebaşı Damat Đbrahim Paşa Sebili, III. Ahmed Meydan Çeşmesi Sebilleri, Saliha Sultan Meydan Çeşmesi Sebili, Hekimoğlu Ali Paşa Sebili bunlara örnektir. Bu tip yapıların bir diğer özelliği de hemen tüm yüzeyin rölyef süslemelerle kaplanmasıdır. Osmanlı mimarlığında daha önce hiç görülmediği kadar cephesi süslemelerle doldurulan sebiller, yine bu devirde Hint-Đran etkisini akla getirmektedir. Hatta sebillerle eş zamanda yapılmış olan bazı çeşmelerin, dilimli “Hint-Moğal” tarzı kemerleri bunun daha belirgin delilleridir: çoğunluğu Üsküdar’da bulunan Damat Đbrahim Paşa Çeşmesi, Genç Mehmet Paşa Çeşmesi ve Baş Kadın Çeşmesi gibi (Şekil 6, Şekil 7). Bu dönemin Osmanlı Mimarisi’ndeki “Hint merakı” o raddedir ki, kuş köşklerinde bile bu görülebilmektedir (Şekil 8, Şekil 9, Şekil 10, Şekil 11). Bunlar adeta, kuşlar bağlamında yaratılmış minik birer Hint masalı, mihrace köşkü, uzak diyarlara göndermedirler.

1740’dan sonra, sebillerde artık klasik mimariden tam bir sapma görülür, yeni bir dil geliştirilir. Bunun ilk örneği de 1741 tarihli Mehmet Emin Ağa Sebili’dir. Lale Devri ve devamındaki dönemde köşe sebilleri tercih edilmişken, 1740 sonrası dönemde köşe sebillerinden itinayla kaçınılmış, istisnasız tüm sebiller düz bir cephenin ortasına, simetrik olarak yerleştirilmiştir. Bu sebillerde daha kıvrımlı, içbükey-dışbükey plan hatları görülür, pencere kemerleri dalgalı sepetkulpu formunu alır, cephe sathi süsten arınır, daha arkitektonik bir görünüm alır. Düşeyde yükselme artık bu sebillerde görülmemektedir, alın kısmı etek kısmıyla aynı genişliktedir. Özellikle sütunbaşlıkları korint iyon karışımı kompozit niteliktedir. Mehmed Emin Ağa Sebili, Sadettin Efendi Sebili, Babıâli Hacı Beşir Ağa Sebili, Seyyid Hasan Paşa Sebili, Hâce Âlicenâp Kadın Sebili ve Nuruosmaniye Sebili bu tarzdaki dönem sebilleridir. Diğer mimari detaylarla beraber bu yapılarda açık bir batı etkisi ağır basar. Hace Âlicenap Kadın ve Beşir Ağa Sebili’nin içbükey bombeli planı ile Roma S. Đvo alla Sapienza Kilisesi çatı feneri arasındaki (Şekil 12, Şekil 13) ve Nuruosmaniye Sebili alın kısmında görülen madalyonlarla Roma S. Carlo alle Quattro Fontane Kilisesi iç mekanındaki madalyonlar arasındaki (Şekil 14, Şekil 15) benzerlik bu ilişkiye sadece iki örnektir. Hatta Nuruosmaniye Camisi yan yüzlerindeki abdest musluklarının kemer motifleri gibi detaylarda bile dönemin Avrupa mimarisi ile olan ilişki farklı açılardan, mesela Roma S. Đvo alla Sapienza Kilisesi örtü planı açısından, görülebilmektedir (Şekil 16, Şekil 17).

SONUÇ

III. Ahmet ile I. Mahmut’un saltanat dönemine denk gelen 18. yüzyılın ilk 50 yılı, Osmanlı mimarlığı için eşi az görülür bir “değişim” ve “yenilik” dönemidir. Bu dönem mimarisi, muhteşem bir klasik devir yaşamış olan anıtsal Osmanlı mimarisine, artık tekrarlarla kalıplaşma tehlikesi belirdiği bir zamanda, canlı ve yeni bir yaratma devrinin kapısını açmıştır (Ögel 1995 s1). Daha önemlisi Osmanlı insanı, ilk olarak bu çağda “yeni” olma, “daha önce yapılmamış” olma niteliklerini bir değer kalemi olarak kendi zihniyet yapısının içine katmış gözükmektedir (Tanyeli 1999 s47). “Nev-icad” tamlaması bir Osmanlı yapısı için ilk kez bu çağda kullanılmıştır. Bu yeniliğin kaynağı ise çok çeşitlidir: iki dünya arasındaki Osmanlı için hem Doğu hem Batı mimaride yenilik için bir kaynak olarak görülmüş gibidir. Nitekim Vandal 1887’de basılan eserinde, Đstanbul’da kâh Đsfahan’ın kâh Versaille’in taklit edildiğini yazar (Kuban 1954 s23).

Öncelikle, 1718-1740 arası Lale Devri ve onun etkisindeki dönemde Hint-Đran etkisini akla getiren örnekler ağırlıktadır. Bu etkinin tesedüfi olmadığı gösteren bazı deliller de vardır: dönem şairi Nedim “Bâd-i sabâ, Đran’dan Turan’dan esmekte idi” demektedir (Esin t.y. s5); Damat Đbrahim Paşa, Nevşehir’deki külliyesinin han kitabesine “Mûlûk-ı Hind’e mahsus” (Hindistan krallarına özgü) bir yer yaptırdığını yazdırmaktadır (Aktuğ 1993 s105). 1740’dan sonra ise açık bir Avrupa ve “ Barok” etki ağır basar. Artık klasik mimari repertuarından tam bir ayrılma görülür, yeni planlar denenir, yeni bir dil geliştirilir, sütun başlıkları korint iyon karışımı kompozit nitelik kazanır, kemerler dalgalı bir form alır. Tüm bu kaynakların, bu dönemde henüz doğrudan ithal edildiğini söyleyemeyiz. 18. yy denemeleri, esas itibariyle geleneksel yapı repertuarını daha çekici kılmak için doğu ve batı kavramlarını başarıyla, ama ana kaynakları ortaya çıkaran bilinçten kopuk bir şekilde kullanmıştır.

Bu değişimlerin ilk olarak su yapılarında görülmesinin nedeni; sebil ve çeşme gibi yapıların, dinsel kalıplar dışında kalan yapılar olması olmalıdır. Yaptıranların durumları açısından da bu yapılar, baş mimarın emek ya da takibini gerektirmeyen yapılardır ve çözümü zor teknik sorunlar içermezler. Küçük ölçekli bu eserlerde değişik uygulamalar yapabilmek için benzer örneklerin resimlerini görmek bile yetebilmektedir (Cezar 1995 c1 s50). Ancak yine de pek çok yeniliğin görüldüğü bu dönem su yapıları, geleneksel mimarinin çizgisinden çok çıkmayan büyük ölçekli binalarla yan yana inşa edilmiştir. Đlk kez Nuruosmaniye Külliyesi’nde bu değişmiş; tüm külliye yapıları bu yeni anlayışı yansıtır biçimde inşa edilmiştir6.

4. Uluslararası Sinan Sempozyumu: Su ve Mimarlık 11 - 12 Nisan 2008 Edirne

Soner Şahin

181

ŞEKĐLLER

Şekil 1. Kağıthane Sadabad (1722) yerleşim planı (Eldem 1977)

Şekil 2. Bab-ı Hümayun önünde III. Ahmet Çeşmesi (1728-1729) Şekil 3. Bijapur Gol Gumbaz Türbesi (1657)

Şekil 4. Beykoz Đshak Ağa Çeşmesi (1746) Şekil 5. Đsfahan Çihil Sütun Köşkü (17. yy)

4. Uluslararası Sinan Sempozyumu: Su ve Mimarlık 11 - 12 Nisan 2008 Edirne

Soner Şahin

182

Şekil 6. Üsküdar Baş Kadın Çeşmesi (1728-1729) ayna taşı kemeri Şekil 7. Delhi Kızıl Kale Divan-ı Has (1640-1648) kemerlerinden biri

Şekil 8. Seyyid Hasan Paşa Medresesi (1745) kuşevi Şekil 9. Udaipur Sarayı (1559-1725)

Şekil 10. Ayazma Camisi (1760-1761) kuşevi Şekil 11. Udaipur Sarayı (1559-1725)

4. Uluslararası Sinan Sempozyumu: Su ve Mimarlık 11 - 12 Nisan 2008 Edirne

Soner Şahin

183

Şekil 12. Bab-ı Ali yanındaki Hacı Beşir Ağa Sebili (1744) cephesi Şekil 13. Roma S. Đvo alla Sapienza Kilisesi (1642-1650) çatı feneri

Şekil 14. Nuruosmaniye Sebili (1755) alın kısmı Şekil 15. Roma S. Carlo alle Quattro Fontane Kilisesi (1634-1667) iç mekan

Şekil 16. Nuruosmaniye Camisi (1749-1755) abdest musluğu kemer bezemesi Şekil 17. Roma S. Đvo alla Sapienza Kilisesi (1642-1650) örtü

4. Uluslararası Sinan Sempozyumu: Su ve Mimarlık 11 - 12 Nisan 2008 Edirne

Soner Şahin

184

Kaynaklar Aktuğ (Kolay), Đlknur, 1993, Nevşehir Damat Đbrahim Paşa Külliyesi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara Arel, Ayda, 1975, 18. Yüzyıl Đstanbul Mimarisinde Batılılaşma Süreci, ĐTÜ Mimarlık Fakültesi, Đstanbul Aytöre, Ayhan, 1962, "Türklerde Su Mimarisi", International Congress of Turkish Art 01 (1959), TTK Yay., Ankara, s.45-69 Bakır, Betül, 2003, Mimaride Rönesans ve Barok, Osmanlı Başkenti Đstanbul'da Etkileri, Nobel Yayın, Ankara Batur, Afife, 1986, "Batılılaşma Döneminde Osmanlı Mimarlığı", Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi C4, Đstanbul, s.1038-1046 Berkes, Niyazi, 1978, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, Đstanbul Cerasi, Maurice M., 1999, "Tarihselcilik ve Osmanlı Mimarisinde Yaratıcı Yenilikçilik 1720-1820", Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı Uluslarüstü Bir Miras Uluslararası Kongre, Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, Đstanbul, s.34-42 Cerasi, Maurice M., 2000, "The Urban Perspective of Ottoman Monuments from Sinan to Mehmet Tahir", Aptullah Kuran Anı Kitabı, Đstanbul, s.204-230 Cezar, Mustafa, 1995, Sanatta Batı'ya Açılış ve Osman Hamdi C1-2, E. E. Aksoy Kültür Vakfı Yayınları, Đstanbul Eldem, Sedat Hakkı, 1977, Sa'dabad, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara Erdenen, Orhan, 2003, Lâle Devri ve Yansımaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Đstanbul Erdoğan, Muzaffer, 1962, Lale Devri Baş Mimarı Kayserili Mehmed Ağa, Đstanbul Fetih Cemiyeti, Đstanbul Esin, Emel, t.y., Lale Devrinde Türkistan Đlhamı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Đstanbul Eyice, Semavi, 1981, "18. Yüzyılda Türk Sanatı ve Türk Mimarisinde Avrupa Neoklasik Üslubu", Sanat Tarihi Yıllığı 09-10, ĐÜ Edebiyat Fakültesi, Đstanbul, s.163-190 Kuban, Doğan, 1954, Türk Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme, ĐTÜ Mimarlık Fakültesi, Đstanbul Ögel, Semra, 1995, "III. Mustafa Devri Yapılarında Yeni Đfade Yolları Ve Bir Değişim Başlangıcı Olarak Nuruosmaniye Camisi", International Congress of Turkish Art 09 (1991) C3, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s.1-7 Ögel, Semra, 1999, "18. ve 19. Yüzyıl Osmanlı Sanatında Taş Üzerinde Cennet Đmgelerinden Örnekler", Sanat Tarihi Defterleri 03, Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi Yayını, Đstanbul, s.73-91 Sakaoğlu, Necdet, 2000, Bu Mülkün Sultanları 36 Osmanlı Padişahı, Oğlak Yayınları, Đstanbul Saner, Turgut, 1999, "Lale Devri Mimarlığında Hint Esintileri: Çinihane", Sanat Tarihi Defterleri 03, Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi Yayını, Đstanbul, s.35-48 Tanyeli, Uğur, 1999, "Bir Historiyografik Model Olarak Gerileme-Çöküş ve Osmanlı Mimarlığı Tarihi", Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı Uluslarüstü Bir Miras Uluslararası Kongre, Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, Đstanbul, s.43-49 Yüngül, Naci, 1955, Üsküdar 3. Sultan Ahmet Çeşmesi, Sular Đdaresi Müdürlüğü Yayınları, Đstanbul 1 I. Mahmud, imara, su tesisleri yapımına düşkünlüğünden, çağdaşı tarihçilerce “Muammer-i bilad Sultan Mahmud Han” olarak anılmıştır (Sakaoğlu 2000 s329). 2 Arşiv belgelerinde, padişahların Haliç ve Boğaziçi’ndeki saray ve köşklere gidip kalmaları “Göç-ü Hümayun” şeklinde tanımlanmaktadır (Cezar 1985 s53). 3 Damat Đbrahim Paşa’nın Şehzadebaşı’nda yer alan ve tarihimizde “Direklerarası” olarak bilinen sıra dükkânlar ve Nuruosmaniye Külliyesi’nin kent dokusuyla kurduğu ilişki (Cerasi 1999 s37) buna örnek verilebilir. 4 Sebillerin 18. yüzyılın ilk yarısındaki artışında, bu yapıların işlevleri önemli bir etken olabilir. Her dönemde sebiller, yoldan gelip geçenlerin parasız olarak soğuk ve iyi su (bazen şerbet türü içecekler) içmeleri ve böylece baninin hayırla anılması ve ruhuna dua edilmesi için yapılmış vakıf binalarıdır. Baniler böylece isimlerini yaşatmak için bu dönemde sebil yaptırmayı daha çok tercih etmiş olabilirler. 5 Ancak mimari detay repertuarı hala klasik tarzdan farklı değildir: mukarnas sütun başlıkları, kurşun kaplı kubbe, bezeme motifleri klasik repertuarı devam ettirmektedir. 6 Bu konu, ĐTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü’nde hazırlamakta olduğum “Değişim Sürecinde Osmanlı Mimarlığı, III. Ahmed ve I. Mahmud Devri (1703-1754)” başlıklı doktora tezinde daha detaylı ele alınmaktadır.