14
Künye: Köpek Aracılığıyla Bilgeliğe Dokunmak: İstanbul Köpekleri Üzerine de Kitap Yazılırmış”, Dergah Dergisi, Nisan 2010, s. 16. Köpek Aracılığıyla Bilgeliğe Dokunmak İstanbul’un Köpekleri Üzerine de Kitap Yazılırmış Dursun Ali Tökel İstanbul köpekleri üzerine ne yazılabilir ki? Mesela bir makale veya daha da önemlisi bu konuda bir kitap kaleme alınabilir mi? Eğer bu konuda bir eser yazılacaksa nereden başlanır, hangi başlıklar altında hangi alt başlıklara yer verilir ve nerede bitirilir? Hasbelkader kitap ve makaleler yazan bir insan olarak kendime bu soruları sorsaydım veya birisi bana bu soruları sorsaydı ve cevap bekleseydi acaba ona neler söyleyebilirdim diye merak ederdim. Yüksek bir ihtimaldir ki cevaplarım pek de uzun olmazdı, hatta bu konuda bir kaç kelam edilebileceğini, belki bir makale karalanabileceğini, ama bir kitap yazmanın pek de akıl kârı bir iş olmayacağını söylerdim. İstanbul köpekleri üzerine ne yazılabilirdi ki? YKY arasından çıkmış ve başlığı da İstanbul’un Köpekleri 1 olan bir kitap gözüme ilişince, bu konuda bir kitap yazılabileceğini görmüş oldum. “Bir insan bu konuda bir kitap yazar da içine ne doldurur ki?” diyen merakım, kitabı satın alıp da okuyunca bitmiş oldu. Demek ki böylesi bir konuda da, hem de büyük boy bir kitap yazılabilirmiş. Kitabı bitirince bende şöyle bir düşünce oluştu: “Eğer becerebilirsen, bakmanın, düşünmenin ve araştırmanın hakkını verebilirsen hemen her konuda kitap yazabilirsin!” ve yine aklıma yıllar evvel Montaigne‟nin denemelerinde gördüğüm ve çok beğendiğim için aslıyla beraber ezberlediğim Virgilius‟un şu mısraı geldi: “İndupedita suis fatalibus omnia vinclis- her şey kaderin kırılmaz zincirleriyle birbirine bağlıdır.” Her şeyin ne kadar birbirine bağlı olduğunu ve bu mısraı bütünüyle haklı çıkaran unsurların ne kadar çok olduğunu, Virgilius‟un ne büyük bir hikmet‟i işaret ettiğini İstanbul‟un Köpeklerini okuyunca daha iyi anlıyorsunuz. Zira yazar, dışarıdan baktığınızda birbiriyle hiç alakası yokmuş gibi duran o kadar enteresan hikayelerini öylesine ustalıkla birbirine bağlıyor ki..! Kitabın yazarı Fransız bir bayan olan Catherine Pinguet. Yazar 1965 doğumlu (yani aşağı-yukarı bizim yaşlarda). Bir vesileyle on iki yıl İstanbul‟da kalmış. Türk halk kültürü ve tasavvuf araştırmaları yapmış, bunları kitap olarak yayınlamış, nerden icap ettiyse (bunu

KÖPEK ARACILIĞIYLA BİLGELİĞE DOKUNMAK- İSTANBUL KÖPEKLERİ ÜZERİNE DE KİTAP YAZILIRMIŞ

Embed Size (px)

Citation preview

Künye: “Köpek Aracılığıyla Bilgeliğe Dokunmak: İstanbul Köpekleri Üzerine de

Kitap Yazılırmış”, Dergah Dergisi, Nisan 2010, s. 16.

Köpek Aracılığıyla Bilgeliğe Dokunmak

İstanbul’un Köpekleri Üzerine de Kitap Yazılırmış

Dursun Ali Tökel

İstanbul köpekleri üzerine ne yazılabilir ki? Mesela bir makale veya daha da önemlisi

bu konuda bir kitap kaleme alınabilir mi? Eğer bu konuda bir eser yazılacaksa nereden

başlanır, hangi başlıklar altında hangi alt başlıklara yer verilir ve nerede bitirilir? Hasbelkader

kitap ve makaleler yazan bir insan olarak kendime bu soruları sorsaydım veya birisi bana bu

soruları sorsaydı ve cevap bekleseydi acaba ona neler söyleyebilirdim diye merak ederdim.

Yüksek bir ihtimaldir ki cevaplarım pek de uzun olmazdı, hatta bu konuda bir kaç kelam

edilebileceğini, belki bir makale karalanabileceğini, ama bir kitap yazmanın pek de akıl kârı

bir iş olmayacağını söylerdim. İstanbul köpekleri üzerine ne yazılabilirdi ki?

YKY arasından çıkmış ve başlığı da İstanbul’un Köpekleri1 olan bir kitap gözüme

ilişince, bu konuda bir kitap yazılabileceğini görmüş oldum. “Bir insan bu konuda bir kitap

yazar da içine ne doldurur ki?” diyen merakım, kitabı satın alıp da okuyunca bitmiş oldu.

Demek ki böylesi bir konuda da, hem de büyük boy bir kitap yazılabilirmiş. Kitabı bitirince

bende şöyle bir düşünce oluştu: “Eğer becerebilirsen, bakmanın, düşünmenin ve araştırmanın

hakkını verebilirsen hemen her konuda kitap yazabilirsin!” ve yine aklıma yıllar evvel

Montaigne‟nin denemelerinde gördüğüm ve çok beğendiğim için aslıyla beraber ezberlediğim

Virgilius‟un şu mısraı geldi: “İndupedita suis fatalibus omnia vinclis- her şey kaderin

kırılmaz zincirleriyle birbirine bağlıdır.” Her şeyin ne kadar birbirine bağlı olduğunu ve bu

mısraı bütünüyle haklı çıkaran unsurların ne kadar çok olduğunu, Virgilius‟un ne büyük bir

hikmet‟i işaret ettiğini İstanbul‟un Köpeklerini okuyunca daha iyi anlıyorsunuz. Zira yazar,

dışarıdan baktığınızda birbiriyle hiç alakası yokmuş gibi duran o kadar enteresan hikayelerini

öylesine ustalıkla birbirine bağlıyor ki..!

Kitabın yazarı Fransız bir bayan olan Catherine Pinguet. Yazar 1965 doğumlu (yani

aşağı-yukarı bizim yaşlarda). Bir vesileyle on iki yıl İstanbul‟da kalmış. Türk halk kültürü ve

tasavvuf araştırmaları yapmış, bunları kitap olarak yayınlamış, nerden icap ettiyse (bunu

2

kitabın sonunda öğreniyorsunuz) İstanbul‟un köpekleri üzerine bir kitap yazmayı akletmiş ve

yazmış, bir başka bayan da, Saadet Özen de – hakikaten özenle-Türkçe‟ye çevirmiş ve YKY

da kitabı 2009 yılında – o da ayrı bir özenle- yayınlamış. Kitapta işlenen konular tarihin çok

derin katmanlarından gelmekle beraber günümüzle de irtibatlar kurulmuş. Bir okur olarak

kitabı okuyup bitirdiğinizde gerçekten şaşırıyorsunuz, köpeklerle bu kitap içinde ele alınan

konular nasıl bir araya getirilir ve böylesine ustaca ve yansızca işlenebilir ki! Sonunda

cahilliğinizin, umursamazlığınızın, kendinize karşı bigane oluşunuzun farkına yeniden,

yeniden varıyorsunuz. Viktoria Holbrook‟un Aşkın Okunmaz Kıyıları adıyla Türkçe‟ye

çevrilen Şeyh Galib‟in Hüsn ü Aşk üzerine incelemesini okuduğumda da bu kanaate

varmıştım. Bize göre Hüsn ü Aşk zordu ve kısmen anlaşılmazdı, ama işte elin yabancısı

gelmiş, Türkçe‟yi öğrenmiş, divan şiirini incelemiş, Şeyh Galib‟i –hatta Mevlânâ‟yı bile-

anlamış ve hatta anlatmıştı! Bu elin insanına saygı duymamak mümkün değil, İstanbul‟un

köpekleri üzerine bu çapta ve evsafta bir kitap yazmayı biz düşünsek ve ortaya bir kitap çıksa

acaba nasıl olurdu? (Mesela bu kitabı biz yazsak, acaba YKY bunu basar mıydı?). Bunu

bilemeyiz, ama elimizde duran bu kitap, böylesi bir konuda fevkalade aydınlatıcı ve kuşatıcı.

Demek ki oluyormuş.

Köpeklerin İtlâfından Osmanlı’nın İtlâfına

Kitabın birbirinden bağımsız gibi duran pek çok konuyu ustaca birleştirerek işlediğini

söylemiştim. Kitap, 1912 yılında İstanbul‟da başıboş sokak köpeklerinin pek de merhamete

dayanmayan yöntemlerle itlaf edilmek amacıyla sokaklardan toplanışını ve İstanbul‟da

Sivriada‟ya atılışlarını anlatarak başlıyor. O devirde köpeklerin yalçın kayalardan ibaret

güneşin ve tuzun yaktığı bu adaya insafsızca ve zalimce atılışı ve köpeklerin orada açlıktan

birbirlerini parçalayarak yemesi yerli ve yabancı basında günün en önemli hadiselerinden biri

olmuş. Bilhassa yabancı elçiler, İstanbul‟u gezen seyyahlar, gazeteciler bu konuyu çok

ayrıntılı ve ince dikkatlerle ele almışlar, insanların dikkatini bu vahşete çekmişler. Kitabın

yazarı pek çok hatıra, inceleme, gazete kupürü, gezgin yazılarını inceleyerek o günün bir

panoramasını çıkarmış. Bazı Avrupalılar, bu vahşeti ancak Türklerin işleyebileceğini,

köpeklerin itlaf yönteminin onların barbarlığına yakıştığını söylerken bazıları da tam tersini

yazmışlar. Onlara göre de bu vahşeti işleyenler gerçek Türkler değildir, tabiri caizse karışık

Türklerdir. Bu konuda yazar bazı alıntılara başvuruyor. Aslında Osmanlılar, asırlar boyu

köpeklerle beraber yaşamış, bir Osmanlı için mahalle köpeği, itlaf edilecek bir yaratık değil,

aksine bir arkadaş, bir dosttur. Osmanlılar onları kendi elleriyle beslerler. Hatta yazara göre

3

Osmanlıların köpeklerle olan düşkünlüğü hatta merhameti Batılı seyyahları her zaman

şaşırtmıştır: Mesela 18. yüzyılın ortasında Jean Thévenot şöyle yazıyormuş: “Türklerin

kimileri de ölürken her hafta şu kadar kez şu kadar köpek, şu kadar kedi beslensin diye büyük

servetler bırakırlar, sadakaları dağıtsınlar diye fırıncılara, kasaplara para verirler, bu da

sadakatle, titizlikle yerine getirilir. Her gün birtakım adamların gelenek üzerine ellerinde

kedileri yada köpekleri çağırmasını seyretmek çok keyiflidir, hayvanlar etraflarını sarınca da

etleri parça parça dağıtırlar. Burada Türklerin hayvanlara işlediği hayırlara yüz örnek

verebilirdim, ki bunlar bize çok gülünç gelir; tepeden tırnağa örtülü pek çok insanın bir

sokakta, yeni yavrulamış bir köpeğin başında durduklarını, üzerine basmasınlar diye hep

birlikte taş toplayıp bir duvarcık ördüğünü ve böyle şeyler yapan nicelerini gördüm, ama

okuru bu ipe sapa gelmez işlerle sıkmaya niyetim yok...” (s. 27)

Fransız Akademisi üyesi Xavier Marmier‟in İstanbul Köpekleri üzerine olan

gözlemleri gerçekten dikkate şayan. bu şahsa göre ne olursa olsun, insanlık köpek adı verilen

bu dehşet ırktan kurtulmalıdır. “Avrupalıların bu dehşet verici ırktan kurtulmak için gösterdiği

bütün çabalar sonuçsuz kalmıştır” (s. 33). Fakat Xavier, Türklerin neden sokak köpeklerinden

neden kurtulmak istemediklerini, aksine onlara sahip çıktığını bir türlü anlamaz: “Türklerin

köpeklerini feda etmeye hiç niyeti yok, onları bütün saldırılara karşı koruyor, özenle besliyor,

kıt ve pahalı olduğu halde su veriyorlar.” (s. 33).

Yazar bu hususta Ahmet Rasim‟in görüşlerini de almış: “İstanbul‟da hayvanlara hep

saygılı davranılmıştır. Özellikle de köpeklere. Ahali onlar için yağmura, güneşe karşı

kulübeler yapar, su ve yiyecek için yer ayırırdı. Köpekler özellikle uyuz olduklarında tedavi

edilirdi. Kuduza yakalananlar öldürülürdü. Arabalar bir köpeği ezecek olsa halk arabacının

üzerine atılıp dayaktan pestilini çıkarırdı” (s. 104)

Fakat ne olduysa İttihat ve Terakki‟nin iktidara gelmesiyle olmuştur. Bazı yabancı

yazarlara göre bu vahşi itlafın arkasında vahşi jöntürklerin parmağı vardır ve bu itlafın Sultan

Abdülhamid‟in tahttan indirilmesiyle yakın bir alakası bulunmaktadır. İngiliz Subayı Sir Mark

Syjes şöyle yazıyormuş: “Sultan (Abdülhamid) tahttayken büyük, asil bir hoşgörü hakimdi:

Savunmasız meczuplar, köpekler, yoksullar, dilenciler, yetimler, hepsinin toplumda bir yeri

vardı.( s. 19). Bir başka gözlemci Farrére‟e göre “Türk var, Türk vardır; bu aptalca katliamın,

sokak köpeklerinin iğrenç bir şekilde kırılmasının sorumlusu gerçek Müslüman Türk değil;

yarı Batılı Türk, jön Türk‟tür. Bunlar öteden beri Türkiye‟nin başına belalar açmış olan

Levantenlerle fazla düşüp kalkmaktan bozulmuşlardır.” S.20) Bu yazarlara göre jöntürkler

sadece köpekleri değil üç-beş sene içinde imparatorluğu da itlaf etmişlerdi.

4

Batılı Soruyor: Köpek Acı çeker mi?

Batılı gezginlerin Osmanlıların köpek ve kedilere karşı duyduğu bu derin merhamet

karşısında şaşkınlığa düşmelerini anlamak için kitabı iyi okumanız gerekiyor. Zira Osmanlı

atalarımız ve Müslüman dünya hayvan haklarına en ince ayrıntısına kadar riayet eder ve

onları bir insan gibi korurken, Batılılarda hayvan hakları acaba ne âlemdeydi? Yazar bu

kısımları da objektif bir şekilde yazmış. Yazarın tespitlerine göre Yahudilik ve Hıristiyanlığa

hayvan hakları açısından bakıldığında hiç de iç açıcı ifadelere rastlanmaz; hele de köpek

mevzu bahis olursa hep aşağılama vardır: “(Eski Ahit‟de) köpeğin adı sık sık geçse de süfli

bir yaratıkmış gibi aşağılanır.” (s. 69) Yeni Ahit‟de de (İncil) köpeğe Eski Ahit‟tekinden daha

iyi bir gözle bakılmaz (s. 70)... Yuhanna‟nın vahiy metninde köpek ahlaksız insanla eş

anlamda kullanılır: “Köpekler, büyücüler, fuhuş yapanlar, adam öldürenler, putperestler,

yalanı sevip hile yapanların hepsi dışarda kalacaklar.” (s. 70). Pavlus da köpeklerin üzerinden

rakiplerine, özellikle de sünnet taraftarlarına saldırır: “Kötülük yapan o adamlardan, o

köpeklerden sakının; o sünnet bağnazlarından sakının!” (s. 70)

Hatta Hıristiyanlıkta ruhban sınıfı hayvanlara duyulan sevgiyi tasvip etmiyor, bunu

yaratana eksiksiz sevgi duymanın önünde bir engel olarak görüyordu... insanı yanlışa

sürükleyen habis yaratıklar olan hayvanlarla dostluk kurmayı kınayan kurallar konuldu...

Mainzli Gerviliob 745 senesinde kuşlarla ve köpeklerle oynadığı gerekçesiyle piskoposluktan

azledilmişti.” (s. 72.)

Hıristiyanlık tarihi boyunca hayvan hakları ve özelde de köpek hakkında çok istisnâi

iyi bilgiler yer almıştır: “Sadece, çoğunluğu ilahiyatçılardan çok mistiklerden oluşan bir avuç

Hıristiyan hayvanlar hakkında iyi konuşmuş, onlara iyi niyetle yaklaşmıştır.” (s. 76).

Hıristiyan dünyası bir müddet de hayvanların acı çekip çekmediği tartışmalarına sahne

olmuştu: bilhassa 17 ve 18. yüzyıllarda bu modaydı: “Günün modası hayvanların acı

duyabildiğini inkar etmekti.” (s. 76). Hatta “geçmişte hayvanlara karşı „yumuşak‟, „saygılı‟

davranmayı, bunun „genel bir insanlık görevi‟ olduğunu telkin eden Montaigne, kendisini

suçlu sandalyesinde buluvermişti.” (s. 77) hayvanlar hakkında bu „vahşi‟ tezin mantığı şuydu:

“Hayvan günah işlemediğine göre haksız yere cezalandırılması imkansızdır. Dolayısıyla

hayvan acıya karşı hissiz olabilir ancak, hırlamaları, inlemeleri sadece birer „makine

oyunudur.” Bu teori hayranlık verici ilahi bir düzenin kanıtı olarak ortaya konuyordu;

hayvanlara zerre kadar kıymet verilmiyorsa bunda ne vardı.” (s. 77) bu satırların devamında,

bilimsel amaçlı deneylerde hayvanların vahşice kullanılmasının etik(?) kaynaklarını da

öğrenmiş oluyoruz. Yazar, bilhassa Jön Türkler arasında büyük bir itibara sahip olan Claude

5

Bernard‟ın bu vahşi felsefe eşliğinde binlerce hayvanı feda edişini anlatıyor. Yazar burada bir

ayrıma daha yer veriyor. Bu anlatılan hayvan düşmanlığı daha çok Batı Hıristiyanlığının

tarihsel sürecindeki olaylardır, Doğu Hıristiyanlığının hayvanlar hakkında çok daha fazla

merhametli ve insaflı hikayeleri vardır. (s. 79). Burada da anlıyoruz ki Hıristiyanlığın içinde

bile bir doğu-batı ayrımı var.

“Nice Binilen Hayvan Vardır ki Sırtına Binenden Daha Hayırlıdır”

Kitabın 80. sayfasından itibaren İslamiyet‟te köpeğin durumuyla ilgili yazarın

düşünceleri içeren araştırmalar ve yargıları görüyoruz. Yazar bu bölüme Kur‟an‟ın

hayvanlarla ilgili ayetleriyle başlıyor; Kur‟an‟da hayvan ismi taşıyan surelere değiniyor

(Bakara- İnek (Sığır); Enam- Hayvan, Sürü; Nahl- Arı; Neml- Karınca; Ankebut-Örümcek.

Ve sonra şu yargıya varıyor: Eski ve Yeni Ahit‟in tersine Kur’an‟da köpeği aşağılayan ya da

hor gören sözler geçmez. Aksine övgü bile vardır: Sözgelimi Kehf (mağara) suresinde geçen

Kıtmîr, cennetle müjdelenmiş bir köpektir.

Yazara göre İslamiyet‟teki köpeğin necis kabul edilmesi Kutsal kitap Kur‟an‟a değil,

hadislere dayanır. Ama onlarda da çoban köpeği, av köpeği gibi çeşitli ayrımlar vardır.

Hadislere bakıldığında köpek pek de hoş görülmez. Ancak “kimi hadislerde, susamış bir

köpeğe acıdığı için öbür dünyada mükafatlandırılan kimselerin bahsi geçer Buhâri‟nin

derlemesinde adamın biri bir kuyuya inip, büyük çabalar sarf ederek köpeği için su çıkarır.

„Allah ondan razı olup günahlarını bağışladı‟: Bazı versiyonlarda günahları bağışlanan kişi bir

fahişedir. (s. 84). Yazar, düşmüş bir kadının bir köpeğe acıyıp da su verdiği için Allah

tarafından affedildiğini söyleyen bu hadisin tek tanrılı dinlerde bir ilk olduğunu ve bu hadisin

çok büyük tesirleri olduğunu şöyle anlatıyor: “ Ne şekilde anlatılırsa anlatılsın, bu hikâye tek

tanrıcı gelenekte bir ilktir. 12. yüzyılda Fransa‟da kaleme alınmış, Ortaçağın sonunda

Habeşistan‟a ulaşmış olan Latince Meryem’in Mucizeleri metninin Arapça çevirisinde de bu

hikâyeye yer verilmiştir. Arapça versiyonda günahkar, bir kadın değil bizzat Bâkire Meryem,

„uğursuz‟ diye köpek avlamaktan kaçınan yoldaşlarının aksine, „ayakkabısıyla ona su verir.”

Habeşistan‟da pek çok tasvirde rastlanan bir sahnedir bu. Merhamet etmekten bir karşılık

beklenmez. Hayvana yardım eden insan ne ona sahip olur ne de onu tanır. İstanbul‟da ya da

başka yerlerde pek çok Müslüman ıstırap çeken yaratıklara böyle davranmayı sürdürmüştür.

Örnek bir harekettir bu, bir anda, içten gelerek yapılmıştır, insanı arındırır, öbür dünyada da

mükâfatı vardır.”(s. 84).

6

Peygamber genel olarak hayvan hakları hususunda çok hassastır ve pek çok kez

hayvanlara zulmedenlerin cehennemlik olacağını söyler: “ „Allah hayvanlara işkence ve azap

edene lanet etti‟. Buna karşılık hayvanlara iyi davrananların büyük lütuflara mazhar olacağını

söyler. Bir Müslüman bir şey dikip ektiği, bir hayvan da bunu yediği zaman, Allah‟ın gözünde

sadaka vermiş gibi olur. Fakat gereksiz yere ağaç kestiği zaman lanete uğrar. Atına iyi bakan

yoksul düşmez... En-Nesâî, sebepsiz yere, özellikle eğlence için kuş öldürmenin yasak

olduğunu hatırlatır ve Peygamberin insanları utandırmak, üstünlük duygusunu sarmak için

şunları söylediğini rivâyet eder: Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha

hayırlıdır ve Allah’ı –Tebâreke ve Teâlâyı-ondan daha çok zikretmektedir.” (s. 83). Burada şu

hikâyeyi muhakkak anmak isterim: Ham Sufi‟nin birisi, yolda rastladığı bir köpeğe tekme

atmış ve onun canını acıtmıştı. Köpek de gelerek bu durumu sufi‟nin şeyhine şikayet etti ve

davacı olduğunu söyledi. Şeyh efendi sufiyi çağırarak neden köpeğe vurduğu sordu. Sufinin

cevabı şu oldu: “Ey pir, kusur bende değil köpekte. Elbiseme süründü. Artık o elbiseyle

namaz kılamam. İş olsun diye rast gele vurmadım, bu yüzden vurdum.” Şeyh efendi bu

cevaptan hiç memnun olmadı. Köpeğe dedi ki, “dilediğin cezayı söyle, hemen vereyim.”

Köpeğin şu bilgece cevabı geldi: “ Ey eşi bulunmayan şeyh! Onun elbisesini sufi elbisesi

olarak gördüm de bana bir zarar vermez diye emin oldum. Ne bilirdim, beni yakıp

yandıracağını... ağır elbiseler giymiş birini görseydim, ondan çekinir, yanına bile

yaklaşmazdım. Fakat bu adamda selamet ehlinin elbisesini görünce emin oldum, çekinip

kaçmadım, başıma gelecekleri bilemedim. Ona ceza vereceksen şimdicik ver. Ondan sufi

elbisesini çıkar, ta ki herkes şerrinden kurtulsun. Bu ceza kıyamete dek yeter ona!”2

Yazara göre İslam dünyası El-Câhız‟ın yedi ciltlik Kitâbü’l-Hayvan adlı kitabıyla

köpeğe büyük bir itibar kazandırmıştır. Hayvanlar hakkında her türlü bilginin yer aldığı bu

büyük eserde köpeğin bilhassa Kitmîr‟den yola çıkılarak önemine değinilmiştir. Daha sonra

Demîrî‟nin meşhur Hayâtül’l-Hayvân‟ında bu itibar devam ettirilmiştir. (s. 85) bilhassa

tasavvufî metinlerde köpekle ilgili benzetmelere, kıssalara ve değerlendirme pek çok kez yer

verilmiştir. Yazar Attar‟ın İlâhînâme‟sinden şu alıntıyı yapıyor: “Peygamber bir soruya cevap

olarak şöyle dedi: „Ümmetimi tehdit eden, haysiyet kırıcı değişim yürekte gerekleşiyor. [...]

Haysiyet kırıcı değişimi engellemek istersen köpeğini zincirle. [...] Kendini köpekten üstün

görüyorsun, emin ol, bu sendeki köpeklikten ileri geliyor.” (s. 85-86). (Bu arada eski

kitaplarda sıkça geçen şu ifadeleri zikretmek istiyorum. Köpeğe hor bakıp kendini üstün

görme! Bir köpek olan Kıtmîr Cennet‟e girecek, amma senin gireceğin şüpheli!).

Yazarın tasavvufî metinlerden yaptığı köpeklerle ilgili düşünce ve teşbihlere dayanan

alıntılar bir kaç sayfa devam ediyor. (s.85-90). Daha sonra Türk mitolojisinde köpeğin yerine

7

değinilmiş.(s.90-92). Yazar bu bölümü Türkçe bir deyimdeki incelikle bitiriyor ve bu deyimle

Türklerin bir tabuyu ortadan kaldırışına işaret ediyor: “Evde kedi beslemeye, köpek

beslemekteki gibi kesin bir yasak getirilmemişti, fakat merhamet din dışı bir alan, yersiz

yurtsuz köpeklerin mekanı olan sokakları dolduran köpeklere de uzandığında dini tabu

ortadan kalkıyordu. Zaten Türkçede „başıboş köpek! Yerine daha çok „sokak köpeği‟ denir:

Onlar belli bir toprağa bağlıydı ve şehir manzarasının ayrılmaz bir parçasıydı.” (s. 92)

Bundan sonra gelen “Başıboşluğu Yasaklamak: Avrupadaki Anlayış” başlıklı bölümde

Avrupalıların sokak köpeklerinden kurtulma maceraları ve planlarını anlatıyor. Bu bölüm

ayrıca Avrupa‟daki hayvan haklarını temin için verilen önemli mücadelelere ayrılmış. Başıboş

köpekleri yok etmek isteyen yöneticilerle hayvan hakları savunucuları arasındaki mücadeleler

de bu bölümde kısaca verilmiş. (s. 95-100). Bu bölümü okuyunca Mevlânâ‟nın rahatsızlık

veren hayvanlardan kurtulma tekniği aklıma geldi. Sipehsâlâr anlatıyor: “Yine bir seferinde

Hüdâvendigâr (Mevlana) hazretleri, İlahî bilgiler ve gerçekler ile meşgul olduğu halde, bir

gölcük kenarında oturmuştu ve kurbağalar suda gürültü ediyorlardı; o derecedeki, arkadaşlar

onların bu gürültüsünden Hüdavendigâr‟ın söylediği bu ilahi bilgileri duymuyordu.

Hüdavendigâr kurbağalara bağırdı ve bütün heybeti ile: „Eğer siz daha iyi söylüyorsanız, biz

susalım, yoksa dinleyin‟ dedi. Bunun üzerine kurbağalar derhal sustular ve nihayet uzun bir

süre kimse o havalide kurbağa sesi duymadı.”3

Devam eden bölümden anlıyoruz ki İstanbul‟da ilk hayvanları koruma cemiyeti

1912‟de kurulmuş. (s. 101) Bu cemiyetin ne kadar ciddiye alındığını kurucular heyetini

okuyunca anlıyoruz: Reis: Sabık Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa; başkan yardımcıları: Şûra-yı

devlet reisi Prens Said Halim Paşa ve Teşrifât-ı Umumiye Nâzırı İsmail Cenânî Bey. Diğer

şeref üyeleri arasında Müze-yi Hümâyun müdürü, Maarif Nazırı, İstanbul Valisi ve Belediye

Reisi Tevfik Bey...(s. 101). Yazara göre bu kurul pek de bir şey yapamadı. Aksine belediye

reisi köpeklerin itlafını savunanlardandı. Gerçek anlamda hayvan hakları savunucuları

cumhuriyetin ilanından sonra daha da kuvvetlendiler ve yaptırım gücüne kavuştular. Bu

vesileyle yazar, Cumhuriyetin ilanıyla Türkiye‟deki büyük değişimlere, inkılaplara da

değiniyor. 1932‟de ilk defa “Hayvanları Nasıl Koruyabiliriz?” başlıklı bir yasa hazırlandıysa

da pek işlevsel olamadı. “Bu yasa tasarısının maddeleri batı örneğinden ilham alınarak

hazırlanmıştı. Çoğu kadın olan yabancı üyeler ve gönüllüler sayesinde Royal Society for the

Prevention of Cruelty to Animals ve bir takım Amerikan dernekleriyle ilişkiler kurulmuştu.”

(s. 106) yazar devamla bu yasa tasarısının temel felsefesinin faydacılığın babası düşünür

Jeremy Bentham‟dan esinlendiğini de ilave ediyor. (s. 106-107).

8

Yazar, 1990‟lı yıllardan sonra da İstanbul‟da köpek itlaflarının devam ettiğini ve bu

meselenin hep gündemi işgal ettiğini belirtiyor, İstanbul’dan Baltımore’a başlıklı bölümde ve

bu bölümde sokak köpekleri üzerinde yapılmış araştırmanın sonuçlarından bahsediyor. Bu

araştırma ABD‟de Maryland eyaletinin Baltimore şehrinde 70 yıllarda yapılmış ve Sokak

Köpeklerinin Ekolojisi başlığıyla yayınlanmış. Yazar da Alan M. Beck imiş. Yazar, bu

araştırmayı son derece önemsiyor ve bu araştırmanın sonuçlarını tartışıyor. (s. 113 vd.).

Bir sonraki bölümde Türkiye‟nin Temmuz 2004‟te Evrensel Hayvan Hakları

Beyannâmesine imza attığını da öğrenmiş oluyoruz. (s. 117) bu bölüm aynı zamanda hayvan

hakkı olabilir mi? tartışmalarına da yer vermiş ki gerçekten son derede önemli tartışmalar

yapılmış bu alanda. Mesela Jean-Pierre Digard hayvan hakları tabirini saçma bulmuş ve şöyle

söylemiş: “Bunun birinci sebebi, pozitif hak anlayışına göre doğası gereği bir mülk olan

hayvan, haklara sahip olamaz, olsa bile bunları kullanamaz. İkincisi hak sahibi olabilmesi

için hayvanın öncelikle bir takım görevler üstlenmesi, sorumluluklar edinip yerine

getirebilmesi, gerektiği zaman cezaya çarptırılabilmesi gerekir.” (s. 118). Dominique Lestel

ise şu soruyu sormuş: “Peki ama hangi hayvandan bahsediyoruz; karıncadan ya da

şempanzeden mi, balina ya da papağandan mı, kurbağadan mı yoksa zürafadan mı, ev

hayvanından mı yoksa kesimhanedeki tavuktan mı?” (s. 118). Yazara göre bu sorunlar

Türkiye‟de hiç tartışma konusu olmadı, meseleye klasik bir bakışla bakıldı. Yazara göre

Türkiye‟de yasa, uygulanabilirliği zor bir yasadır hele de “hayvanları koruma meselesinin

genellikle maddi sorunlar yüzünden sekteye uğradığı düşünüldüğünde bu da çok umut kırıcı.”

(s. 121). Fakat yazar yine de umudu elden bırakmıyor: “Hayvanları koruma meselesinin

gerçekten ciddiye alınıp alınmadığını yakın gelecekte göreceğiz.” (s. 121).

Mitolojide Köpek

Catherine Pinguet, kitabında köpeğin mitolojik serüveninden de kısaca bahsetmiş. (s.

63-66). Türk mitolojisiyle ilgili kısma şu kısa bilgileri ilave etmek istiyorum. Türk

mitolojisinde ilk insanın yaratılmasında köpek-tükürük ve şeytan üçlüsü yer almaktadır.

Âdem‟in yaratılışı hikâyesine, şeytanın tükürüğü ve bir köpeğin karışması kadim Türk

mitolojisinin izlerini taşımaktadır. Altay ve Sibirya mitolojisine göre, tanrı insanı çamurdan

yaratmış ve ona ruh bulmak amacıyla göklere gitmişti. Fakat şeytanın çamur halindeki insana

bir kötülük yapacağından çekindiği için, insanın başına tüysüz köpeği nöbetçi bırakmıştı.

Şeytan köpeğin yanına gelerek “sana altın tüyler vereceğim” vadiyle köpeği kandırmış, insana

yaklaşarak, ona tükürüklere boğma suretiyle pislik içinde bırakmıştı. Dönüşünde bu hali gören

9

tanrı fevkalâde gazaplanmış, köpeğin tüyünü mundar (pis) kılmış, insanın da içini dışına

çevirerek, pis olan dış tarafını içine, iç tarafını da dışına döndürmüştü. İşte Türk atasözü

“insanın alacası içinde, hayvanın alacası dışında” bu inancın izlerini taşımaktadır. Türklerin

mitolojik tarihini anlatan Hannâme‟de de, Şeytanın Adem‟in kalıbına tükürdüğü ve bu

tükürük neticesi Şeytan‟ın köpek şekline girdiği anlatılmaktadır.4

Pinguet, Avesta geleneğindeki köpeğin kutsallığından da bahsetmiş. Âvesta‟da köpek

kutsal bir hayvan olarak zikredilir. “Köpeğe yönelik her türlü kötü muamele saf insana karşı

bir hakaret kabul edilirdi, zira bunlar birbirlerinin suretleriydiler. Metinlerde en büyük tanrı

olan Ahura Mazda‟ya şöyle sorulur: „Ey yaradan, eğer biri bir köpek yavrusuna kötü

yiyecekler verirse, nasıl bir günahla kendini kirletmiş olur?‟ Ahura Mazda da şöyle karşılık

verir: „ Saf bir delikanlıya kötü yiyecek vermiş kadar kabahatli olur.” (s. 64). Ama burada

Avesta‟ya göre köpeğin niçin yaratıldığından bahsedilmiyor. Okuyucuların bu bilgiyi de

bilmelerinin faydalı olacağını düşündüm. Avesta‟ya göre tanrı, köpeği, İran‟lılar ezeli

düşmanları Turanlıları gözlerinden tanısın diye yarattı: “Ben, her şeyi bilen Tanrı, köpeği öyle

düzenledim ki, düşman Turan halkının yüzüne coşkulu bir şekilde dikkat etsin.”5

Sonsözden

Yazar sonsözde bu kitabı niçin yazdığı anlatıyor. “Sokak köpekleri üzerine kitap

yazmak , İstanbul‟un göbeğindeki bir kahvenin önünde otururken Osman‟ı görünce aklıma

geldi” cümlesiyle söze başlayan yazar, daha sonra bize ayrıntılı olarak Osman‟ı anlatıyor.

Osman, İstanbul‟da akrabalarının yanında yaşayan, sokak sokak gezerek halı (kilim) satan,

yanında hiç ayırmadığı köpeklerle gezen, Elazığ‟lı bir gariban. Yazar, Osman‟ı on yıldır

tanıyormuş. Ondan hep sitayişle bahsediyor. Osman 60‟lı yılların başında 26 yaşındayken

İstanbul‟a gelmiş büyük hayallerle ama onun sonu da bu hayallerle İstanbul‟a gelenlerden

farklı olmamış: Sefalet ve yalnızlık. Osman‟a göre köpeğe muhakkak saygı göstermek

gerekir, yoksa Allah insana cezasını verir. Yazarın ifadelerine bakılırsa Osman arif bir insan.

Şöyle söylermiş, hayvanlara ters gözle bakanlara: “Allah ne güzel söylemiş beni seven benim

bütün yaratıklarımı, hatta en küçük bir karıncayı bile sever. Yaratıklarıma zulmeden öbür

dünyada hesabını verir. Allah‟ın bir yaratığını öldürene ebediyen işkence ve hapis vardır.” (s.

126). Osman‟a kalırsa 1999 ağustos depreminin sebebi de köpeklere kötü muamele imiş. (s.

126). Osman‟ın bu derin merhamet hikâyelerini okuyunca aklıma Sipahsâlâr‟ın Mevlânâ ile

ilgili olarak anlattığı şu hadise geldi: “Yine bir gün, Hüdâvendigâr (Mevlanâ) hazretleri,

Konya‟da yayaların çamura batmamaları için yapmış oldukları kaldırım üzerinde gidiyordu.

10

Bir köpek üzerinde uyumuştu. Hüdavendigâr durdu, bütün arkadaşları da durdular. Birisi

karşıdan geliyordu. Yol üzerinde bir köpeğin uyumuş olduğunu gördü. Nezâket için köpeği

kovdu. Hüdâvendigar bu şahıstan incindi ve: „Onu niçin kendi vaktinden ayırdın‟ dedi.”6

Bendeniz bin bir zahmetle bu yazıyı yazmaya çalışırken Haydar Ergülen‟in de

İstanbul‟un Köpekleri üzerine yazdığı kısa değerlendirmeye rastladım.7 Haydar Bey‟in

“İstanbu’un Köpekleri kitabının sonunda Cihangir‟in ünlü köpekçisi Kilimci Osman‟la ilgili

bir bölüm var. Yazar bu kitabı yazmaya Osman‟ı tanıdıktan sonra karar vermiş. Osman da bu

kitabın çıktığını duymuş, bir kitap aldım verdim Osman‟a” cümlelerinden anlaşılacağı üzre

demek ki bu Osman hâlâ yaşıyor ve demek ki yazarın anlattığı yönleriyle bir hayli meşhur bir

insan. Velev ki Osman şu dünyada hiç bir şey yapmamış olsun, böylesi bir kitabın

yazılmasına vesile oldu ya. Eminin bu, çok az insana nasip olmuş/olacak bir terekedir.

İstanbul‟un Köpekleri‟nde, Abdullah Cevdet (s.54 vd.), belediye Reisi Tevfik Bey (s.

101) gibi köpek düşmanları; bilhassa Neyzen Tevfik – Neyzen Tevfik kısmı ve onun Mısır‟a

gidişiyle başlayan ve hazin bir hikâyeyle biten köpek sevgisi muhakkak okunmalı (s.45-48) -,

azılı köpek muhibbi Mavroyeni Paşa (s. 49 vd.) vb. adı köpeklerle anılan insanlar var.

Bunların maceraları ve bu alandaki düşünceleri okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değer.

Alelade bir hayvandan bahsedilmiyor. Genel olarak insanlık, özel olarak toplumların

değişimlerindeki derin izlerden, çatlaklardan, bölünmelerden bahsediliyor. İnsanın bu

hayvanlarla hikâyesi -bazen de kavgası diyelim- bitecek gibi değil. En son bugün (7 Ağustos

2009) tarihindeki gündelik gazetelerde yer alan bir hayvan itlafı haberine dikkatinizi çekmek

istiyor ve haberi aynen veriyorum. Başlık şu: Başbakana Seri Katil Suçlaması: “Avustralya

başbakanı Kevin Rudd‟un sayıları giderek artan develeri öldürme kararı alması büyük tepki

topladı. Amerikan CNBC televizyonu sunucusu Erin Burnett, televizyon programında

Rudd‟un fotoğrafını göstererek, Avustralya başbakanını seri katil olarak nitelendirdi.

Develerin helikopterlerden ateş edilerek öldürüleceğini söyleyen Burnett, et ihracatı yapmak

için deve kıyımının yapılacağını öne sürdü. 19. yüzyılda yük naklinde kullanılmak üzere

Afganistan ve Hindistan‟dan getirilen develerin sayısının aşırı derecede arttırması hükümet

yetkililerini harekete geçirmiş, doğal kaynakların zorlanması nedeniyle hükümet binlerce

deveyi öldürme kararı almıştı.”8 Bir kaç gün sonraki gazetelerde ise aynı konulu haber,

develerin itlaf yöntemleri ve bunun için ayrılacak para detayına kadar verilmişti. “Develer

Keskin Nişancıyla Vurulacak” başlık haberin detayı: “Avustralya‟da federal hükümet, ülke

genelinde sayıları 1 milyonu bulan ve çoğunluğu başıboş gezen develerin sayılarının

azaltılması amacıyla, helikopterlerden keskin nişancılarla vurularak öldürülmesi için kanun

teklifinde bulundu. Uzun çöl yolculuklarına dayanmaları nedeniyle Avustralya‟ya ilk kez

11

1840‟larda getirilen develerin öldürülmesiyle ilgili kanun teklifinin, hayvanların koyun ve

büyükbaş hayvanların otlaklarına ortak olması, su kaynağı bulmak için yerleşim yerlerinde su

borularını parçalaması gibi şikâyetler üzerine hazırlandığı belirtiliyor.Hükümetin, develerin

sayısını üçte iki oranında azaltması öngörülen programda kullanmak amacıyla 19 milyon

Avustralya doları (23.3 milyon TL) tutarında bütçe ayırdığı kaydedildi.”9

İşte buyurun! Sanki bizdeki 1912 yılı haberi. Değişen ne? Bu vahşet bu çağda olur mu

diyeceğiz. Ama demek ki oluyor işte. Catherine Pinguet‟e yeni bir konu “Vahşice İtlaf Edilen

Avustralya’nın Develeri”. Gerçekten yazmaya değer bir konu olurdu. Bir zamanlar o develeri

ne zahmetlerle o kıtaya getirdiler, yıllarca onlardan pek çok konuda istifade ettiler, şimdi de

kurtulmaya çalışıyorlar, hem de vahşi yöntemlerle! İstanbul‟un Köpeklerini okuyunca şunu

anladım: Hakkında, hem de insanlık tarihinin bir yüzünü aydınlatarak kitabı yazılmayacak hiç

bir konu olamaz. Stephan Reimertz‟in o olağanüstü kitabı Çayın Kültür Tarihi10

‟ni; Victor

Hehn‟in O muhteşem Zeytin-Üzüm-İncir11

‟ini, Asım Zihnioğlu‟nun bir kültür tarihi şaheseri

olan Bir Yeşilin Peşinde12

‟sini okuyunca bu kanaate varmıştım. Bu kitaplar sadece

kapaklarındaki isimlerin tarihi değil, o ismin bahanesiyle bir nevi insanlık tarihiydi; varlık

üzerine, o varlığı niteleyen yokluk üzerine; o varlığı var kılan insanın aczi ve kavgası üzerine,

insanın kültürel, sosyal evrimi üzerine çok şeydi. Keşke, okuduğumuz da o kitaplar üzerine de

bir şeyler yazsaydık. Bu tür kitapları okumak –tabii ki bence- o kadar büyük bir keyif ki! Ama

yazmak da o kadar zor! Çünkü sadece bir şeye dair çok şey değil; çok şeye dair pek çok şeyi

ihtiva ediyorlar. Bu da muazzam bir metinler arası bilgi alışverişini gerektiriyor, okuması da

öyle yazması da..13

İstanbul‟un Köpekleri‟ni, bu kitapta yer alan merhamete dayalı hayvan hikâyelerini

okuyunca İslam tarihinde yer etmiş o kadar acıma ve şefkat dolu hayvan hikâyesi hatırladım

ki! Keşke bunlar da bir araya getirilseydi ve insanlığa ibret olarak sunulsaydı! Bizi Kurban

bayramında hayvan katliamı yapmakla suçlayanlar, İspanyadaki masum boğaları

görmeyenler; okyanuslarda veya denizlerde yapılan balina ve fok katliamlarına sesiz kalanlar,

keşke bu merhamet hikâyelerini okusalardı. Keşke Caterine hanım da bu kıssaları kitabına

alabilseydi ve bunlarla eserinin mazmununu zenginleştirebilseydi! Keşkeler bitmez.

Yazar, Osmanlılarda sadece hayvan hakları üzerine değil, ağaçlara bakım yapılmasıyla

ilgili kurumların da bulunduğunu yazarak şu hususa dikkat çekiyor: “Bunun yanı sıra

ağaçların bakımı ve korunmasıyla ilgilenen kurumlar da mevcuttu, anlaşıldığı kadarıyla

ağaçlara saygı göstermek ile hayvanlara merhametli davranmak arasında sıkı bir ilişki vardı.”

(s. 42). Bendeniz bu ilişkinin nasıl olduğuna dair tarihi bir örnek vermek istiyorum: Topkapı

saray bahçesindeki ağaçları karınca basınca, görevliler karıncaları itlaf etmek isterler. Durumu

12

Kanuni‟ye arzederler. O da “Durun bakalım! Bu işi Şeyhülislama bir soralım” der. Ve genel

üslup üzerine soruyu şiirle sorar:

Dırahta ger ziyan etse karınca,

Zararı var mıdır anı kırınca?

(Karıncalar ağaçlara zarar verirse, onları yok etmek günah mıdır?”

Şeyhülislam cevap vermiş:

Yarın Hakk’ın divanına varınca,

Süleyman’dan hakkın alır karınca

Kitapta Neyzen Tevfik ve onun köpeğiyle ilgili uzun bir hikâyenin yer aldığını

söylemiştik. Bu hikâyede, Neyzen Tevfik‟in açlıktan köpeğin ağzındaki ekmeği kaptığı ve

yediği anlatılıyor. Sonra köpekle aralarında derin bir sevgi ve inanılması güç bir dostluk

başlıyor. Köpekle ekmeğini paylaşma hikâyelerinin en güzellerinden biri Tezkiretü‟l-

Evliyâ‟da anlatılır: “Ma‟ruf‟un dayısı, şehrin nâibi bir gün geçerken gördü ki Ma‟ruf ekmek

yer. Bir kendi ısırır ve bir ite verir. Dayısı Ma‟ruf‟a “Utanmaz mısın ki itle bile (beraber)

yersin” dedi. Ma‟rûf: “Gerçeksin. Ben dahi utandığımdan böyle yerim.” dedi.14

Ve illa ki yazarın, mutasavvıfların işi nerelere kadar götürdüğünün anlaşılması, bu

toplumda Batılıları bile hayran bırakan hayvan haklarına riayetin kökenlerinin anlaşılması,

hayvan hakkı değil “varlıkların hakları” mevzuunda tarihte ne muhteşem örnekler

yaşandığının bilinmesi için Attar‟ın Tezkiretü‟l-Evliyâ‟sında yer alan şu köpek kıssasını

görmesini isterdim: “Hâce Ali Sütürgânî, Şah Şüca Kirmanî Hazreti‟nin türbesini ziyâret

geldi. Taam (yemek) koydu ki yiye. „İlâhî bir konuk ver kim, taamı bile (beraber) yiyelim‟

dedi. Nâgah (ansızın) kapuya bir it geldi. Hâce Ali it‟e: „Çık‟, dedi, kovdu. Şah Şücâ

türbesinden âvaz (ses) işitti kim: „Ey Hâce Ali, Allah‟tan konuk diledin. Kapuya geldi. Niçin

kovdun?‟. Hâce Ali, hemen kapıdan çıktı. İt‟i aradı. gördü ki bir bucakta yatar. O yediği aşı

getirdi. it‟in önüne koydu. İt hiç nazar kılmadı (bakmadı). Hâce hacîl oldu (utandı). Tevbe

eyledi. Bu kere it dedi ki: „Ey Hâce! Eğer Şah Şücâ Kirmâni olmaya idi, göre idin ne işlere

uğrardın‟ dedi ve gâib oldu.”15

Mürşid Köpek

13

Ve şu iki köpek hikâyesinin de bilinmesi ne hoş olurdu: Şiblî, kendisinin irfâni yola

gidişinde bir köpeğin oynadığı rolü hatırlatıyor: “Şiblî, sıcak bir yaz günü bir dere kenarında

serinlemeye çalışıyordu. Az sonra, dere kenarına bir köpek geldi. Köpek öyle susamıştı ki, bir

zerrecik tahammülü kalmamıştı. Fakat tam suya atılmak üzereyken, kendi aksini görünce, onu

bir başka köpek sanıp irkildi. Suda gördüğü köpekle dalaşmamak için su içemiyor, kıyıdan

kaçıyordu. Çok susadığı için tekrar suya yaklaşıyor; gördüğü köpek yüzünden tekrar geri

çekiliyordu.

Bir kaç kez bu hal devam etti.

Derken, susuzluktan iyice kararsız hale gelen köpek, gözünü karartıp kendisini suya

attı.

O kendisini suya atınca öbür köpek görünmez oldu. Susamış köpek, kana kana su içti.

Şiblî bu olayı anlattıktan sonra: „İşte bu hadise bana anlattı ki‟ dedi. „Ben, bana perdeyim.

Kendimde fâni oldum, benlik iddiamdan vazgeçtim, gözümün önündeki perde açıldı.

Yolumda ilk önce bana bir köpek kılavuzluk etti.‟16

Bir başka hikaye köpekle bir mürşidin karşılaştırması: Birisi bir mürşide soruyor, „sen

mi daha yücesin, köpek mi?‟ diye. Bunu duyan müridler bunu efendilerine hakaret

saydıklarından soruyu soranın üzerine yürüyorlar; ama mürşidin cevabı şu oluyor: “takdiri

bilemem ki, kaza ve kader ma‟lumum değil, nasıl söz söyleyeyim, sana ne cevap vereyim?

Yol hırsızından imanımı kurtarabilirsem, köpekden yüceyim, üstünüm, iyiyim diyebilirim.

Yok, yol hırsızından imanımı kurtaramazsam, keşke köpeğin bir kılı olsaydım derim.”17

Sonuç Olarak

İstanbul‟un Köpekleri kitabına bir önsöz yazan Jean-Michel Belorgey bu kitabın “aynı

zamanda bir bilgelik kitabı” olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Kapağını

kapattığında insan kendini farklı düşünme biçimlerine daha açık, farklı hayat türleriyle daha

büyük bir dayanışma içinde, insani canlılarla insani olmayan canlılar arasındaki geçirgenliğe

daha taraftar hissetmeli.” (s. 9). Aynen dediği gibi oluyor. Varlığa, eşyaya, hayvanâta,

kültürlere, dinlere, insanlara daha başka bir gözle bakmaya başlıyorsunuz. Hedef buysa, eser

hedefine ulaşmış demektir. En azından sizi farkı bir düşünme mekanizmasına çağırıyor:

Mesela Fransız Akademisi üyesi Xavier Marmier‟in İstanbul köpekleri üzerine şu tespiti,

kitabın bizi nasıl bir bilgelik ve farklı bakışla karşı karşıya bıraktığına iyi bir örnektir:

“(İstanbul‟da) dört bir yana dağılmış bu sayısız köpeğin içinde İhtiyar Türkler denen,

14

diğerlerinden daha da korkutucu bir köpek sınıfının olduğu bir gerçektir. Bunlar, Avrupalılara

ebedî bir nefret duyarlar; uzaktan onların kokusunu alır, karanlıkta tanır, Müslüman

soğukluğundan gelen hevesle üzerlerine atılırlar. Muhammed‟in müritlerinin yavaş yavaş

efendilerinin yolundan saptığı, kafirlerle görüşmekten çekinmediği bir zamanda, Kur‟an‟ın

yasaklarını koruma görevi bu köpeklere verilmiş âdeta.” (s. 33). Bizler kendi varlık

alanlarımıza böylesi acayip ve aşkın bir gözle bakabiliyor muyuz? Bu satırlarda köpeğe dair

farklı bir bakış var, ama hakikatte insana dair, onun varlığı idrakindeki tuhaflığa dair,

gördüklerimizin bize yansıyanlar değil, görmek istediklerimiz olduğuna dair o kadar çok şey

var ki! Şu hakikat bir daha ortaya çıkıyor: Her ne hakkında ne yazarsanız yazın, aslında

insana/insanlığa dair bir şeyler yazıyorsunuzdur.

1 Catherine Pinguet, İstanbul’un Köpekleri, (Çev: Saadet Özen), YKY., İstanbul 2009, 134 sayfa.

2 Sûfînin Dünyası, Sûfi Öyküleri: 1, (Der: Metin Karabaşoğlu), İstanbul 2009, s. 155.

3 Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, (Çev. Tahsin Yazıcı), Tercüman 1001 temel eser,

İstanbul 1977, s. 86. Bu kıssayı okuyunca, Ömer Seyfettin‟in, kurbağa susturmada kullandığı ilginç teknik

aklıma geldi. Bu enteresan yöntemi merak edenler Ömer Seyfettin‟in Kurbağa Duası hikâyesini mutlaka

okumalılar. 4 Şu eserlere bkz: Aziz Mahmut Hüdaî, Âlemin Yaratılışı ve Hz. Muhammed’in Zuhuru (Hulâsatü’l-Ahbâr),

(Çev: Kerim Kara-Mustafa Özdemir), İnsan Yay., s.28.; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi , T.T.K. Yay. Ankara

1993, C.1, s. 481.; Orhan Şaik Gökyay, “Hannâme” Necati Lugal Armağanı, T.T.K Yay., Ankara 1968, s. 283.

Ayrıca bkz: Dursun Ali Tökel, Divan Şiirinde Mitlojik Unsurlar: Şahıslar Mitolojisi, Akçağ Yay., Ankara

2000, Âdem maddesi. 5 Zerdüşt, Avesta-(Bölümler) , (Haz: Eshat Ayata), Kora Yayın, İstanbul 1998, s. 89.

6 Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, (Çev. Tahsin Yazıcı), Tercüman 1001 temel eser,

İstanbul 1977, s. 86-87. 7 Haydar Ergülen, “Arslanın Teyzesi, Kaplanın Amcası”, Star Kitap Eki, 7 Ağustos 2009, s. 12.

8 Star gazetesi, 7 Ağustos 2009, Cuma, s. 10.

9 Milliyet Gazetesi, 10.08.2009, s.3.

10 Stephan Reimertz, Çayın Kültür Tarihi, (Çev: Mustafa Tüzel), Dost Yay., İstanbul 1999, 2. Baskı 2003.

11 Victor Hehn, Zeytin-Üzüm-İncir, (Çev: Necati Aça), Dost Yay., İstanbul 1998.

12 Asım Zihnioğlu, Bir Yeşilin Peşinde, Tübitak Yay., 2002.

13 Bu eserlerdeki karmaşık Metinler arasılığa bir örnek vermek istiyorum: Bir Yeşilin Peşinde’yi okuyanlar,

Yazarın Hindistan‟da Refik Halit‟in Nilgün romanının bir kahramanıyla tanışmasını ve sohbetini okuyacaklar.

Oysa kitap Rize‟ye çayın getirilişi ve bu bitkinin yetiştirilmesi için verilen olağanüstü macerayı/mücadeleyi

anlatıyor. Nilgün buraya nereden girdi? 14

Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Erkam Yay., İstanbul 1984, s.108. Onbeşinci yüzyıl tercümesinden

Latin alfabesine çevrilerek aynen yayımlanmış). 15

Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 130. 16

Sûfînin Dünyası, Sûfi Öyküleri: 1, (Der: Metin Karabaşoğlu), İstanbul 2009, s. 20-21. 17

Sûfînin Dünyası, Sûfi Öyküleri: 1, s. 151.