Upload
fatihsultan
View
0
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Künye: “Köpek Aracılığıyla Bilgeliğe Dokunmak: İstanbul Köpekleri Üzerine de
Kitap Yazılırmış”, Dergah Dergisi, Nisan 2010, s. 16.
Köpek Aracılığıyla Bilgeliğe Dokunmak
İstanbul’un Köpekleri Üzerine de Kitap Yazılırmış
Dursun Ali Tökel
İstanbul köpekleri üzerine ne yazılabilir ki? Mesela bir makale veya daha da önemlisi
bu konuda bir kitap kaleme alınabilir mi? Eğer bu konuda bir eser yazılacaksa nereden
başlanır, hangi başlıklar altında hangi alt başlıklara yer verilir ve nerede bitirilir? Hasbelkader
kitap ve makaleler yazan bir insan olarak kendime bu soruları sorsaydım veya birisi bana bu
soruları sorsaydı ve cevap bekleseydi acaba ona neler söyleyebilirdim diye merak ederdim.
Yüksek bir ihtimaldir ki cevaplarım pek de uzun olmazdı, hatta bu konuda bir kaç kelam
edilebileceğini, belki bir makale karalanabileceğini, ama bir kitap yazmanın pek de akıl kârı
bir iş olmayacağını söylerdim. İstanbul köpekleri üzerine ne yazılabilirdi ki?
YKY arasından çıkmış ve başlığı da İstanbul’un Köpekleri1 olan bir kitap gözüme
ilişince, bu konuda bir kitap yazılabileceğini görmüş oldum. “Bir insan bu konuda bir kitap
yazar da içine ne doldurur ki?” diyen merakım, kitabı satın alıp da okuyunca bitmiş oldu.
Demek ki böylesi bir konuda da, hem de büyük boy bir kitap yazılabilirmiş. Kitabı bitirince
bende şöyle bir düşünce oluştu: “Eğer becerebilirsen, bakmanın, düşünmenin ve araştırmanın
hakkını verebilirsen hemen her konuda kitap yazabilirsin!” ve yine aklıma yıllar evvel
Montaigne‟nin denemelerinde gördüğüm ve çok beğendiğim için aslıyla beraber ezberlediğim
Virgilius‟un şu mısraı geldi: “İndupedita suis fatalibus omnia vinclis- her şey kaderin
kırılmaz zincirleriyle birbirine bağlıdır.” Her şeyin ne kadar birbirine bağlı olduğunu ve bu
mısraı bütünüyle haklı çıkaran unsurların ne kadar çok olduğunu, Virgilius‟un ne büyük bir
hikmet‟i işaret ettiğini İstanbul‟un Köpeklerini okuyunca daha iyi anlıyorsunuz. Zira yazar,
dışarıdan baktığınızda birbiriyle hiç alakası yokmuş gibi duran o kadar enteresan hikayelerini
öylesine ustalıkla birbirine bağlıyor ki..!
Kitabın yazarı Fransız bir bayan olan Catherine Pinguet. Yazar 1965 doğumlu (yani
aşağı-yukarı bizim yaşlarda). Bir vesileyle on iki yıl İstanbul‟da kalmış. Türk halk kültürü ve
tasavvuf araştırmaları yapmış, bunları kitap olarak yayınlamış, nerden icap ettiyse (bunu
2
kitabın sonunda öğreniyorsunuz) İstanbul‟un köpekleri üzerine bir kitap yazmayı akletmiş ve
yazmış, bir başka bayan da, Saadet Özen de – hakikaten özenle-Türkçe‟ye çevirmiş ve YKY
da kitabı 2009 yılında – o da ayrı bir özenle- yayınlamış. Kitapta işlenen konular tarihin çok
derin katmanlarından gelmekle beraber günümüzle de irtibatlar kurulmuş. Bir okur olarak
kitabı okuyup bitirdiğinizde gerçekten şaşırıyorsunuz, köpeklerle bu kitap içinde ele alınan
konular nasıl bir araya getirilir ve böylesine ustaca ve yansızca işlenebilir ki! Sonunda
cahilliğinizin, umursamazlığınızın, kendinize karşı bigane oluşunuzun farkına yeniden,
yeniden varıyorsunuz. Viktoria Holbrook‟un Aşkın Okunmaz Kıyıları adıyla Türkçe‟ye
çevrilen Şeyh Galib‟in Hüsn ü Aşk üzerine incelemesini okuduğumda da bu kanaate
varmıştım. Bize göre Hüsn ü Aşk zordu ve kısmen anlaşılmazdı, ama işte elin yabancısı
gelmiş, Türkçe‟yi öğrenmiş, divan şiirini incelemiş, Şeyh Galib‟i –hatta Mevlânâ‟yı bile-
anlamış ve hatta anlatmıştı! Bu elin insanına saygı duymamak mümkün değil, İstanbul‟un
köpekleri üzerine bu çapta ve evsafta bir kitap yazmayı biz düşünsek ve ortaya bir kitap çıksa
acaba nasıl olurdu? (Mesela bu kitabı biz yazsak, acaba YKY bunu basar mıydı?). Bunu
bilemeyiz, ama elimizde duran bu kitap, böylesi bir konuda fevkalade aydınlatıcı ve kuşatıcı.
Demek ki oluyormuş.
Köpeklerin İtlâfından Osmanlı’nın İtlâfına
Kitabın birbirinden bağımsız gibi duran pek çok konuyu ustaca birleştirerek işlediğini
söylemiştim. Kitap, 1912 yılında İstanbul‟da başıboş sokak köpeklerinin pek de merhamete
dayanmayan yöntemlerle itlaf edilmek amacıyla sokaklardan toplanışını ve İstanbul‟da
Sivriada‟ya atılışlarını anlatarak başlıyor. O devirde köpeklerin yalçın kayalardan ibaret
güneşin ve tuzun yaktığı bu adaya insafsızca ve zalimce atılışı ve köpeklerin orada açlıktan
birbirlerini parçalayarak yemesi yerli ve yabancı basında günün en önemli hadiselerinden biri
olmuş. Bilhassa yabancı elçiler, İstanbul‟u gezen seyyahlar, gazeteciler bu konuyu çok
ayrıntılı ve ince dikkatlerle ele almışlar, insanların dikkatini bu vahşete çekmişler. Kitabın
yazarı pek çok hatıra, inceleme, gazete kupürü, gezgin yazılarını inceleyerek o günün bir
panoramasını çıkarmış. Bazı Avrupalılar, bu vahşeti ancak Türklerin işleyebileceğini,
köpeklerin itlaf yönteminin onların barbarlığına yakıştığını söylerken bazıları da tam tersini
yazmışlar. Onlara göre de bu vahşeti işleyenler gerçek Türkler değildir, tabiri caizse karışık
Türklerdir. Bu konuda yazar bazı alıntılara başvuruyor. Aslında Osmanlılar, asırlar boyu
köpeklerle beraber yaşamış, bir Osmanlı için mahalle köpeği, itlaf edilecek bir yaratık değil,
aksine bir arkadaş, bir dosttur. Osmanlılar onları kendi elleriyle beslerler. Hatta yazara göre
3
Osmanlıların köpeklerle olan düşkünlüğü hatta merhameti Batılı seyyahları her zaman
şaşırtmıştır: Mesela 18. yüzyılın ortasında Jean Thévenot şöyle yazıyormuş: “Türklerin
kimileri de ölürken her hafta şu kadar kez şu kadar köpek, şu kadar kedi beslensin diye büyük
servetler bırakırlar, sadakaları dağıtsınlar diye fırıncılara, kasaplara para verirler, bu da
sadakatle, titizlikle yerine getirilir. Her gün birtakım adamların gelenek üzerine ellerinde
kedileri yada köpekleri çağırmasını seyretmek çok keyiflidir, hayvanlar etraflarını sarınca da
etleri parça parça dağıtırlar. Burada Türklerin hayvanlara işlediği hayırlara yüz örnek
verebilirdim, ki bunlar bize çok gülünç gelir; tepeden tırnağa örtülü pek çok insanın bir
sokakta, yeni yavrulamış bir köpeğin başında durduklarını, üzerine basmasınlar diye hep
birlikte taş toplayıp bir duvarcık ördüğünü ve böyle şeyler yapan nicelerini gördüm, ama
okuru bu ipe sapa gelmez işlerle sıkmaya niyetim yok...” (s. 27)
Fransız Akademisi üyesi Xavier Marmier‟in İstanbul Köpekleri üzerine olan
gözlemleri gerçekten dikkate şayan. bu şahsa göre ne olursa olsun, insanlık köpek adı verilen
bu dehşet ırktan kurtulmalıdır. “Avrupalıların bu dehşet verici ırktan kurtulmak için gösterdiği
bütün çabalar sonuçsuz kalmıştır” (s. 33). Fakat Xavier, Türklerin neden sokak köpeklerinden
neden kurtulmak istemediklerini, aksine onlara sahip çıktığını bir türlü anlamaz: “Türklerin
köpeklerini feda etmeye hiç niyeti yok, onları bütün saldırılara karşı koruyor, özenle besliyor,
kıt ve pahalı olduğu halde su veriyorlar.” (s. 33).
Yazar bu hususta Ahmet Rasim‟in görüşlerini de almış: “İstanbul‟da hayvanlara hep
saygılı davranılmıştır. Özellikle de köpeklere. Ahali onlar için yağmura, güneşe karşı
kulübeler yapar, su ve yiyecek için yer ayırırdı. Köpekler özellikle uyuz olduklarında tedavi
edilirdi. Kuduza yakalananlar öldürülürdü. Arabalar bir köpeği ezecek olsa halk arabacının
üzerine atılıp dayaktan pestilini çıkarırdı” (s. 104)
Fakat ne olduysa İttihat ve Terakki‟nin iktidara gelmesiyle olmuştur. Bazı yabancı
yazarlara göre bu vahşi itlafın arkasında vahşi jöntürklerin parmağı vardır ve bu itlafın Sultan
Abdülhamid‟in tahttan indirilmesiyle yakın bir alakası bulunmaktadır. İngiliz Subayı Sir Mark
Syjes şöyle yazıyormuş: “Sultan (Abdülhamid) tahttayken büyük, asil bir hoşgörü hakimdi:
Savunmasız meczuplar, köpekler, yoksullar, dilenciler, yetimler, hepsinin toplumda bir yeri
vardı.( s. 19). Bir başka gözlemci Farrére‟e göre “Türk var, Türk vardır; bu aptalca katliamın,
sokak köpeklerinin iğrenç bir şekilde kırılmasının sorumlusu gerçek Müslüman Türk değil;
yarı Batılı Türk, jön Türk‟tür. Bunlar öteden beri Türkiye‟nin başına belalar açmış olan
Levantenlerle fazla düşüp kalkmaktan bozulmuşlardır.” S.20) Bu yazarlara göre jöntürkler
sadece köpekleri değil üç-beş sene içinde imparatorluğu da itlaf etmişlerdi.
4
Batılı Soruyor: Köpek Acı çeker mi?
Batılı gezginlerin Osmanlıların köpek ve kedilere karşı duyduğu bu derin merhamet
karşısında şaşkınlığa düşmelerini anlamak için kitabı iyi okumanız gerekiyor. Zira Osmanlı
atalarımız ve Müslüman dünya hayvan haklarına en ince ayrıntısına kadar riayet eder ve
onları bir insan gibi korurken, Batılılarda hayvan hakları acaba ne âlemdeydi? Yazar bu
kısımları da objektif bir şekilde yazmış. Yazarın tespitlerine göre Yahudilik ve Hıristiyanlığa
hayvan hakları açısından bakıldığında hiç de iç açıcı ifadelere rastlanmaz; hele de köpek
mevzu bahis olursa hep aşağılama vardır: “(Eski Ahit‟de) köpeğin adı sık sık geçse de süfli
bir yaratıkmış gibi aşağılanır.” (s. 69) Yeni Ahit‟de de (İncil) köpeğe Eski Ahit‟tekinden daha
iyi bir gözle bakılmaz (s. 70)... Yuhanna‟nın vahiy metninde köpek ahlaksız insanla eş
anlamda kullanılır: “Köpekler, büyücüler, fuhuş yapanlar, adam öldürenler, putperestler,
yalanı sevip hile yapanların hepsi dışarda kalacaklar.” (s. 70). Pavlus da köpeklerin üzerinden
rakiplerine, özellikle de sünnet taraftarlarına saldırır: “Kötülük yapan o adamlardan, o
köpeklerden sakının; o sünnet bağnazlarından sakının!” (s. 70)
Hatta Hıristiyanlıkta ruhban sınıfı hayvanlara duyulan sevgiyi tasvip etmiyor, bunu
yaratana eksiksiz sevgi duymanın önünde bir engel olarak görüyordu... insanı yanlışa
sürükleyen habis yaratıklar olan hayvanlarla dostluk kurmayı kınayan kurallar konuldu...
Mainzli Gerviliob 745 senesinde kuşlarla ve köpeklerle oynadığı gerekçesiyle piskoposluktan
azledilmişti.” (s. 72.)
Hıristiyanlık tarihi boyunca hayvan hakları ve özelde de köpek hakkında çok istisnâi
iyi bilgiler yer almıştır: “Sadece, çoğunluğu ilahiyatçılardan çok mistiklerden oluşan bir avuç
Hıristiyan hayvanlar hakkında iyi konuşmuş, onlara iyi niyetle yaklaşmıştır.” (s. 76).
Hıristiyan dünyası bir müddet de hayvanların acı çekip çekmediği tartışmalarına sahne
olmuştu: bilhassa 17 ve 18. yüzyıllarda bu modaydı: “Günün modası hayvanların acı
duyabildiğini inkar etmekti.” (s. 76). Hatta “geçmişte hayvanlara karşı „yumuşak‟, „saygılı‟
davranmayı, bunun „genel bir insanlık görevi‟ olduğunu telkin eden Montaigne, kendisini
suçlu sandalyesinde buluvermişti.” (s. 77) hayvanlar hakkında bu „vahşi‟ tezin mantığı şuydu:
“Hayvan günah işlemediğine göre haksız yere cezalandırılması imkansızdır. Dolayısıyla
hayvan acıya karşı hissiz olabilir ancak, hırlamaları, inlemeleri sadece birer „makine
oyunudur.” Bu teori hayranlık verici ilahi bir düzenin kanıtı olarak ortaya konuyordu;
hayvanlara zerre kadar kıymet verilmiyorsa bunda ne vardı.” (s. 77) bu satırların devamında,
bilimsel amaçlı deneylerde hayvanların vahşice kullanılmasının etik(?) kaynaklarını da
öğrenmiş oluyoruz. Yazar, bilhassa Jön Türkler arasında büyük bir itibara sahip olan Claude
5
Bernard‟ın bu vahşi felsefe eşliğinde binlerce hayvanı feda edişini anlatıyor. Yazar burada bir
ayrıma daha yer veriyor. Bu anlatılan hayvan düşmanlığı daha çok Batı Hıristiyanlığının
tarihsel sürecindeki olaylardır, Doğu Hıristiyanlığının hayvanlar hakkında çok daha fazla
merhametli ve insaflı hikayeleri vardır. (s. 79). Burada da anlıyoruz ki Hıristiyanlığın içinde
bile bir doğu-batı ayrımı var.
“Nice Binilen Hayvan Vardır ki Sırtına Binenden Daha Hayırlıdır”
Kitabın 80. sayfasından itibaren İslamiyet‟te köpeğin durumuyla ilgili yazarın
düşünceleri içeren araştırmalar ve yargıları görüyoruz. Yazar bu bölüme Kur‟an‟ın
hayvanlarla ilgili ayetleriyle başlıyor; Kur‟an‟da hayvan ismi taşıyan surelere değiniyor
(Bakara- İnek (Sığır); Enam- Hayvan, Sürü; Nahl- Arı; Neml- Karınca; Ankebut-Örümcek.
Ve sonra şu yargıya varıyor: Eski ve Yeni Ahit‟in tersine Kur’an‟da köpeği aşağılayan ya da
hor gören sözler geçmez. Aksine övgü bile vardır: Sözgelimi Kehf (mağara) suresinde geçen
Kıtmîr, cennetle müjdelenmiş bir köpektir.
Yazara göre İslamiyet‟teki köpeğin necis kabul edilmesi Kutsal kitap Kur‟an‟a değil,
hadislere dayanır. Ama onlarda da çoban köpeği, av köpeği gibi çeşitli ayrımlar vardır.
Hadislere bakıldığında köpek pek de hoş görülmez. Ancak “kimi hadislerde, susamış bir
köpeğe acıdığı için öbür dünyada mükafatlandırılan kimselerin bahsi geçer Buhâri‟nin
derlemesinde adamın biri bir kuyuya inip, büyük çabalar sarf ederek köpeği için su çıkarır.
„Allah ondan razı olup günahlarını bağışladı‟: Bazı versiyonlarda günahları bağışlanan kişi bir
fahişedir. (s. 84). Yazar, düşmüş bir kadının bir köpeğe acıyıp da su verdiği için Allah
tarafından affedildiğini söyleyen bu hadisin tek tanrılı dinlerde bir ilk olduğunu ve bu hadisin
çok büyük tesirleri olduğunu şöyle anlatıyor: “ Ne şekilde anlatılırsa anlatılsın, bu hikâye tek
tanrıcı gelenekte bir ilktir. 12. yüzyılda Fransa‟da kaleme alınmış, Ortaçağın sonunda
Habeşistan‟a ulaşmış olan Latince Meryem’in Mucizeleri metninin Arapça çevirisinde de bu
hikâyeye yer verilmiştir. Arapça versiyonda günahkar, bir kadın değil bizzat Bâkire Meryem,
„uğursuz‟ diye köpek avlamaktan kaçınan yoldaşlarının aksine, „ayakkabısıyla ona su verir.”
Habeşistan‟da pek çok tasvirde rastlanan bir sahnedir bu. Merhamet etmekten bir karşılık
beklenmez. Hayvana yardım eden insan ne ona sahip olur ne de onu tanır. İstanbul‟da ya da
başka yerlerde pek çok Müslüman ıstırap çeken yaratıklara böyle davranmayı sürdürmüştür.
Örnek bir harekettir bu, bir anda, içten gelerek yapılmıştır, insanı arındırır, öbür dünyada da
mükâfatı vardır.”(s. 84).
6
Peygamber genel olarak hayvan hakları hususunda çok hassastır ve pek çok kez
hayvanlara zulmedenlerin cehennemlik olacağını söyler: “ „Allah hayvanlara işkence ve azap
edene lanet etti‟. Buna karşılık hayvanlara iyi davrananların büyük lütuflara mazhar olacağını
söyler. Bir Müslüman bir şey dikip ektiği, bir hayvan da bunu yediği zaman, Allah‟ın gözünde
sadaka vermiş gibi olur. Fakat gereksiz yere ağaç kestiği zaman lanete uğrar. Atına iyi bakan
yoksul düşmez... En-Nesâî, sebepsiz yere, özellikle eğlence için kuş öldürmenin yasak
olduğunu hatırlatır ve Peygamberin insanları utandırmak, üstünlük duygusunu sarmak için
şunları söylediğini rivâyet eder: Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha
hayırlıdır ve Allah’ı –Tebâreke ve Teâlâyı-ondan daha çok zikretmektedir.” (s. 83). Burada şu
hikâyeyi muhakkak anmak isterim: Ham Sufi‟nin birisi, yolda rastladığı bir köpeğe tekme
atmış ve onun canını acıtmıştı. Köpek de gelerek bu durumu sufi‟nin şeyhine şikayet etti ve
davacı olduğunu söyledi. Şeyh efendi sufiyi çağırarak neden köpeğe vurduğu sordu. Sufinin
cevabı şu oldu: “Ey pir, kusur bende değil köpekte. Elbiseme süründü. Artık o elbiseyle
namaz kılamam. İş olsun diye rast gele vurmadım, bu yüzden vurdum.” Şeyh efendi bu
cevaptan hiç memnun olmadı. Köpeğe dedi ki, “dilediğin cezayı söyle, hemen vereyim.”
Köpeğin şu bilgece cevabı geldi: “ Ey eşi bulunmayan şeyh! Onun elbisesini sufi elbisesi
olarak gördüm de bana bir zarar vermez diye emin oldum. Ne bilirdim, beni yakıp
yandıracağını... ağır elbiseler giymiş birini görseydim, ondan çekinir, yanına bile
yaklaşmazdım. Fakat bu adamda selamet ehlinin elbisesini görünce emin oldum, çekinip
kaçmadım, başıma gelecekleri bilemedim. Ona ceza vereceksen şimdicik ver. Ondan sufi
elbisesini çıkar, ta ki herkes şerrinden kurtulsun. Bu ceza kıyamete dek yeter ona!”2
Yazara göre İslam dünyası El-Câhız‟ın yedi ciltlik Kitâbü’l-Hayvan adlı kitabıyla
köpeğe büyük bir itibar kazandırmıştır. Hayvanlar hakkında her türlü bilginin yer aldığı bu
büyük eserde köpeğin bilhassa Kitmîr‟den yola çıkılarak önemine değinilmiştir. Daha sonra
Demîrî‟nin meşhur Hayâtül’l-Hayvân‟ında bu itibar devam ettirilmiştir. (s. 85) bilhassa
tasavvufî metinlerde köpekle ilgili benzetmelere, kıssalara ve değerlendirme pek çok kez yer
verilmiştir. Yazar Attar‟ın İlâhînâme‟sinden şu alıntıyı yapıyor: “Peygamber bir soruya cevap
olarak şöyle dedi: „Ümmetimi tehdit eden, haysiyet kırıcı değişim yürekte gerekleşiyor. [...]
Haysiyet kırıcı değişimi engellemek istersen köpeğini zincirle. [...] Kendini köpekten üstün
görüyorsun, emin ol, bu sendeki köpeklikten ileri geliyor.” (s. 85-86). (Bu arada eski
kitaplarda sıkça geçen şu ifadeleri zikretmek istiyorum. Köpeğe hor bakıp kendini üstün
görme! Bir köpek olan Kıtmîr Cennet‟e girecek, amma senin gireceğin şüpheli!).
Yazarın tasavvufî metinlerden yaptığı köpeklerle ilgili düşünce ve teşbihlere dayanan
alıntılar bir kaç sayfa devam ediyor. (s.85-90). Daha sonra Türk mitolojisinde köpeğin yerine
7
değinilmiş.(s.90-92). Yazar bu bölümü Türkçe bir deyimdeki incelikle bitiriyor ve bu deyimle
Türklerin bir tabuyu ortadan kaldırışına işaret ediyor: “Evde kedi beslemeye, köpek
beslemekteki gibi kesin bir yasak getirilmemişti, fakat merhamet din dışı bir alan, yersiz
yurtsuz köpeklerin mekanı olan sokakları dolduran köpeklere de uzandığında dini tabu
ortadan kalkıyordu. Zaten Türkçede „başıboş köpek! Yerine daha çok „sokak köpeği‟ denir:
Onlar belli bir toprağa bağlıydı ve şehir manzarasının ayrılmaz bir parçasıydı.” (s. 92)
Bundan sonra gelen “Başıboşluğu Yasaklamak: Avrupadaki Anlayış” başlıklı bölümde
Avrupalıların sokak köpeklerinden kurtulma maceraları ve planlarını anlatıyor. Bu bölüm
ayrıca Avrupa‟daki hayvan haklarını temin için verilen önemli mücadelelere ayrılmış. Başıboş
köpekleri yok etmek isteyen yöneticilerle hayvan hakları savunucuları arasındaki mücadeleler
de bu bölümde kısaca verilmiş. (s. 95-100). Bu bölümü okuyunca Mevlânâ‟nın rahatsızlık
veren hayvanlardan kurtulma tekniği aklıma geldi. Sipehsâlâr anlatıyor: “Yine bir seferinde
Hüdâvendigâr (Mevlana) hazretleri, İlahî bilgiler ve gerçekler ile meşgul olduğu halde, bir
gölcük kenarında oturmuştu ve kurbağalar suda gürültü ediyorlardı; o derecedeki, arkadaşlar
onların bu gürültüsünden Hüdavendigâr‟ın söylediği bu ilahi bilgileri duymuyordu.
Hüdavendigâr kurbağalara bağırdı ve bütün heybeti ile: „Eğer siz daha iyi söylüyorsanız, biz
susalım, yoksa dinleyin‟ dedi. Bunun üzerine kurbağalar derhal sustular ve nihayet uzun bir
süre kimse o havalide kurbağa sesi duymadı.”3
Devam eden bölümden anlıyoruz ki İstanbul‟da ilk hayvanları koruma cemiyeti
1912‟de kurulmuş. (s. 101) Bu cemiyetin ne kadar ciddiye alındığını kurucular heyetini
okuyunca anlıyoruz: Reis: Sabık Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa; başkan yardımcıları: Şûra-yı
devlet reisi Prens Said Halim Paşa ve Teşrifât-ı Umumiye Nâzırı İsmail Cenânî Bey. Diğer
şeref üyeleri arasında Müze-yi Hümâyun müdürü, Maarif Nazırı, İstanbul Valisi ve Belediye
Reisi Tevfik Bey...(s. 101). Yazara göre bu kurul pek de bir şey yapamadı. Aksine belediye
reisi köpeklerin itlafını savunanlardandı. Gerçek anlamda hayvan hakları savunucuları
cumhuriyetin ilanından sonra daha da kuvvetlendiler ve yaptırım gücüne kavuştular. Bu
vesileyle yazar, Cumhuriyetin ilanıyla Türkiye‟deki büyük değişimlere, inkılaplara da
değiniyor. 1932‟de ilk defa “Hayvanları Nasıl Koruyabiliriz?” başlıklı bir yasa hazırlandıysa
da pek işlevsel olamadı. “Bu yasa tasarısının maddeleri batı örneğinden ilham alınarak
hazırlanmıştı. Çoğu kadın olan yabancı üyeler ve gönüllüler sayesinde Royal Society for the
Prevention of Cruelty to Animals ve bir takım Amerikan dernekleriyle ilişkiler kurulmuştu.”
(s. 106) yazar devamla bu yasa tasarısının temel felsefesinin faydacılığın babası düşünür
Jeremy Bentham‟dan esinlendiğini de ilave ediyor. (s. 106-107).
8
Yazar, 1990‟lı yıllardan sonra da İstanbul‟da köpek itlaflarının devam ettiğini ve bu
meselenin hep gündemi işgal ettiğini belirtiyor, İstanbul’dan Baltımore’a başlıklı bölümde ve
bu bölümde sokak köpekleri üzerinde yapılmış araştırmanın sonuçlarından bahsediyor. Bu
araştırma ABD‟de Maryland eyaletinin Baltimore şehrinde 70 yıllarda yapılmış ve Sokak
Köpeklerinin Ekolojisi başlığıyla yayınlanmış. Yazar da Alan M. Beck imiş. Yazar, bu
araştırmayı son derece önemsiyor ve bu araştırmanın sonuçlarını tartışıyor. (s. 113 vd.).
Bir sonraki bölümde Türkiye‟nin Temmuz 2004‟te Evrensel Hayvan Hakları
Beyannâmesine imza attığını da öğrenmiş oluyoruz. (s. 117) bu bölüm aynı zamanda hayvan
hakkı olabilir mi? tartışmalarına da yer vermiş ki gerçekten son derede önemli tartışmalar
yapılmış bu alanda. Mesela Jean-Pierre Digard hayvan hakları tabirini saçma bulmuş ve şöyle
söylemiş: “Bunun birinci sebebi, pozitif hak anlayışına göre doğası gereği bir mülk olan
hayvan, haklara sahip olamaz, olsa bile bunları kullanamaz. İkincisi hak sahibi olabilmesi
için hayvanın öncelikle bir takım görevler üstlenmesi, sorumluluklar edinip yerine
getirebilmesi, gerektiği zaman cezaya çarptırılabilmesi gerekir.” (s. 118). Dominique Lestel
ise şu soruyu sormuş: “Peki ama hangi hayvandan bahsediyoruz; karıncadan ya da
şempanzeden mi, balina ya da papağandan mı, kurbağadan mı yoksa zürafadan mı, ev
hayvanından mı yoksa kesimhanedeki tavuktan mı?” (s. 118). Yazara göre bu sorunlar
Türkiye‟de hiç tartışma konusu olmadı, meseleye klasik bir bakışla bakıldı. Yazara göre
Türkiye‟de yasa, uygulanabilirliği zor bir yasadır hele de “hayvanları koruma meselesinin
genellikle maddi sorunlar yüzünden sekteye uğradığı düşünüldüğünde bu da çok umut kırıcı.”
(s. 121). Fakat yazar yine de umudu elden bırakmıyor: “Hayvanları koruma meselesinin
gerçekten ciddiye alınıp alınmadığını yakın gelecekte göreceğiz.” (s. 121).
Mitolojide Köpek
Catherine Pinguet, kitabında köpeğin mitolojik serüveninden de kısaca bahsetmiş. (s.
63-66). Türk mitolojisiyle ilgili kısma şu kısa bilgileri ilave etmek istiyorum. Türk
mitolojisinde ilk insanın yaratılmasında köpek-tükürük ve şeytan üçlüsü yer almaktadır.
Âdem‟in yaratılışı hikâyesine, şeytanın tükürüğü ve bir köpeğin karışması kadim Türk
mitolojisinin izlerini taşımaktadır. Altay ve Sibirya mitolojisine göre, tanrı insanı çamurdan
yaratmış ve ona ruh bulmak amacıyla göklere gitmişti. Fakat şeytanın çamur halindeki insana
bir kötülük yapacağından çekindiği için, insanın başına tüysüz köpeği nöbetçi bırakmıştı.
Şeytan köpeğin yanına gelerek “sana altın tüyler vereceğim” vadiyle köpeği kandırmış, insana
yaklaşarak, ona tükürüklere boğma suretiyle pislik içinde bırakmıştı. Dönüşünde bu hali gören
9
tanrı fevkalâde gazaplanmış, köpeğin tüyünü mundar (pis) kılmış, insanın da içini dışına
çevirerek, pis olan dış tarafını içine, iç tarafını da dışına döndürmüştü. İşte Türk atasözü
“insanın alacası içinde, hayvanın alacası dışında” bu inancın izlerini taşımaktadır. Türklerin
mitolojik tarihini anlatan Hannâme‟de de, Şeytanın Adem‟in kalıbına tükürdüğü ve bu
tükürük neticesi Şeytan‟ın köpek şekline girdiği anlatılmaktadır.4
Pinguet, Avesta geleneğindeki köpeğin kutsallığından da bahsetmiş. Âvesta‟da köpek
kutsal bir hayvan olarak zikredilir. “Köpeğe yönelik her türlü kötü muamele saf insana karşı
bir hakaret kabul edilirdi, zira bunlar birbirlerinin suretleriydiler. Metinlerde en büyük tanrı
olan Ahura Mazda‟ya şöyle sorulur: „Ey yaradan, eğer biri bir köpek yavrusuna kötü
yiyecekler verirse, nasıl bir günahla kendini kirletmiş olur?‟ Ahura Mazda da şöyle karşılık
verir: „ Saf bir delikanlıya kötü yiyecek vermiş kadar kabahatli olur.” (s. 64). Ama burada
Avesta‟ya göre köpeğin niçin yaratıldığından bahsedilmiyor. Okuyucuların bu bilgiyi de
bilmelerinin faydalı olacağını düşündüm. Avesta‟ya göre tanrı, köpeği, İran‟lılar ezeli
düşmanları Turanlıları gözlerinden tanısın diye yarattı: “Ben, her şeyi bilen Tanrı, köpeği öyle
düzenledim ki, düşman Turan halkının yüzüne coşkulu bir şekilde dikkat etsin.”5
Sonsözden
Yazar sonsözde bu kitabı niçin yazdığı anlatıyor. “Sokak köpekleri üzerine kitap
yazmak , İstanbul‟un göbeğindeki bir kahvenin önünde otururken Osman‟ı görünce aklıma
geldi” cümlesiyle söze başlayan yazar, daha sonra bize ayrıntılı olarak Osman‟ı anlatıyor.
Osman, İstanbul‟da akrabalarının yanında yaşayan, sokak sokak gezerek halı (kilim) satan,
yanında hiç ayırmadığı köpeklerle gezen, Elazığ‟lı bir gariban. Yazar, Osman‟ı on yıldır
tanıyormuş. Ondan hep sitayişle bahsediyor. Osman 60‟lı yılların başında 26 yaşındayken
İstanbul‟a gelmiş büyük hayallerle ama onun sonu da bu hayallerle İstanbul‟a gelenlerden
farklı olmamış: Sefalet ve yalnızlık. Osman‟a göre köpeğe muhakkak saygı göstermek
gerekir, yoksa Allah insana cezasını verir. Yazarın ifadelerine bakılırsa Osman arif bir insan.
Şöyle söylermiş, hayvanlara ters gözle bakanlara: “Allah ne güzel söylemiş beni seven benim
bütün yaratıklarımı, hatta en küçük bir karıncayı bile sever. Yaratıklarıma zulmeden öbür
dünyada hesabını verir. Allah‟ın bir yaratığını öldürene ebediyen işkence ve hapis vardır.” (s.
126). Osman‟a kalırsa 1999 ağustos depreminin sebebi de köpeklere kötü muamele imiş. (s.
126). Osman‟ın bu derin merhamet hikâyelerini okuyunca aklıma Sipahsâlâr‟ın Mevlânâ ile
ilgili olarak anlattığı şu hadise geldi: “Yine bir gün, Hüdâvendigâr (Mevlanâ) hazretleri,
Konya‟da yayaların çamura batmamaları için yapmış oldukları kaldırım üzerinde gidiyordu.
10
Bir köpek üzerinde uyumuştu. Hüdavendigâr durdu, bütün arkadaşları da durdular. Birisi
karşıdan geliyordu. Yol üzerinde bir köpeğin uyumuş olduğunu gördü. Nezâket için köpeği
kovdu. Hüdâvendigar bu şahıstan incindi ve: „Onu niçin kendi vaktinden ayırdın‟ dedi.”6
Bendeniz bin bir zahmetle bu yazıyı yazmaya çalışırken Haydar Ergülen‟in de
İstanbul‟un Köpekleri üzerine yazdığı kısa değerlendirmeye rastladım.7 Haydar Bey‟in
“İstanbu’un Köpekleri kitabının sonunda Cihangir‟in ünlü köpekçisi Kilimci Osman‟la ilgili
bir bölüm var. Yazar bu kitabı yazmaya Osman‟ı tanıdıktan sonra karar vermiş. Osman da bu
kitabın çıktığını duymuş, bir kitap aldım verdim Osman‟a” cümlelerinden anlaşılacağı üzre
demek ki bu Osman hâlâ yaşıyor ve demek ki yazarın anlattığı yönleriyle bir hayli meşhur bir
insan. Velev ki Osman şu dünyada hiç bir şey yapmamış olsun, böylesi bir kitabın
yazılmasına vesile oldu ya. Eminin bu, çok az insana nasip olmuş/olacak bir terekedir.
İstanbul‟un Köpekleri‟nde, Abdullah Cevdet (s.54 vd.), belediye Reisi Tevfik Bey (s.
101) gibi köpek düşmanları; bilhassa Neyzen Tevfik – Neyzen Tevfik kısmı ve onun Mısır‟a
gidişiyle başlayan ve hazin bir hikâyeyle biten köpek sevgisi muhakkak okunmalı (s.45-48) -,
azılı köpek muhibbi Mavroyeni Paşa (s. 49 vd.) vb. adı köpeklerle anılan insanlar var.
Bunların maceraları ve bu alandaki düşünceleri okunmaya ve üzerinde düşünülmeye değer.
Alelade bir hayvandan bahsedilmiyor. Genel olarak insanlık, özel olarak toplumların
değişimlerindeki derin izlerden, çatlaklardan, bölünmelerden bahsediliyor. İnsanın bu
hayvanlarla hikâyesi -bazen de kavgası diyelim- bitecek gibi değil. En son bugün (7 Ağustos
2009) tarihindeki gündelik gazetelerde yer alan bir hayvan itlafı haberine dikkatinizi çekmek
istiyor ve haberi aynen veriyorum. Başlık şu: Başbakana Seri Katil Suçlaması: “Avustralya
başbakanı Kevin Rudd‟un sayıları giderek artan develeri öldürme kararı alması büyük tepki
topladı. Amerikan CNBC televizyonu sunucusu Erin Burnett, televizyon programında
Rudd‟un fotoğrafını göstererek, Avustralya başbakanını seri katil olarak nitelendirdi.
Develerin helikopterlerden ateş edilerek öldürüleceğini söyleyen Burnett, et ihracatı yapmak
için deve kıyımının yapılacağını öne sürdü. 19. yüzyılda yük naklinde kullanılmak üzere
Afganistan ve Hindistan‟dan getirilen develerin sayısının aşırı derecede arttırması hükümet
yetkililerini harekete geçirmiş, doğal kaynakların zorlanması nedeniyle hükümet binlerce
deveyi öldürme kararı almıştı.”8 Bir kaç gün sonraki gazetelerde ise aynı konulu haber,
develerin itlaf yöntemleri ve bunun için ayrılacak para detayına kadar verilmişti. “Develer
Keskin Nişancıyla Vurulacak” başlık haberin detayı: “Avustralya‟da federal hükümet, ülke
genelinde sayıları 1 milyonu bulan ve çoğunluğu başıboş gezen develerin sayılarının
azaltılması amacıyla, helikopterlerden keskin nişancılarla vurularak öldürülmesi için kanun
teklifinde bulundu. Uzun çöl yolculuklarına dayanmaları nedeniyle Avustralya‟ya ilk kez
11
1840‟larda getirilen develerin öldürülmesiyle ilgili kanun teklifinin, hayvanların koyun ve
büyükbaş hayvanların otlaklarına ortak olması, su kaynağı bulmak için yerleşim yerlerinde su
borularını parçalaması gibi şikâyetler üzerine hazırlandığı belirtiliyor.Hükümetin, develerin
sayısını üçte iki oranında azaltması öngörülen programda kullanmak amacıyla 19 milyon
Avustralya doları (23.3 milyon TL) tutarında bütçe ayırdığı kaydedildi.”9
İşte buyurun! Sanki bizdeki 1912 yılı haberi. Değişen ne? Bu vahşet bu çağda olur mu
diyeceğiz. Ama demek ki oluyor işte. Catherine Pinguet‟e yeni bir konu “Vahşice İtlaf Edilen
Avustralya’nın Develeri”. Gerçekten yazmaya değer bir konu olurdu. Bir zamanlar o develeri
ne zahmetlerle o kıtaya getirdiler, yıllarca onlardan pek çok konuda istifade ettiler, şimdi de
kurtulmaya çalışıyorlar, hem de vahşi yöntemlerle! İstanbul‟un Köpeklerini okuyunca şunu
anladım: Hakkında, hem de insanlık tarihinin bir yüzünü aydınlatarak kitabı yazılmayacak hiç
bir konu olamaz. Stephan Reimertz‟in o olağanüstü kitabı Çayın Kültür Tarihi10
‟ni; Victor
Hehn‟in O muhteşem Zeytin-Üzüm-İncir11
‟ini, Asım Zihnioğlu‟nun bir kültür tarihi şaheseri
olan Bir Yeşilin Peşinde12
‟sini okuyunca bu kanaate varmıştım. Bu kitaplar sadece
kapaklarındaki isimlerin tarihi değil, o ismin bahanesiyle bir nevi insanlık tarihiydi; varlık
üzerine, o varlığı niteleyen yokluk üzerine; o varlığı var kılan insanın aczi ve kavgası üzerine,
insanın kültürel, sosyal evrimi üzerine çok şeydi. Keşke, okuduğumuz da o kitaplar üzerine de
bir şeyler yazsaydık. Bu tür kitapları okumak –tabii ki bence- o kadar büyük bir keyif ki! Ama
yazmak da o kadar zor! Çünkü sadece bir şeye dair çok şey değil; çok şeye dair pek çok şeyi
ihtiva ediyorlar. Bu da muazzam bir metinler arası bilgi alışverişini gerektiriyor, okuması da
öyle yazması da..13
İstanbul‟un Köpekleri‟ni, bu kitapta yer alan merhamete dayalı hayvan hikâyelerini
okuyunca İslam tarihinde yer etmiş o kadar acıma ve şefkat dolu hayvan hikâyesi hatırladım
ki! Keşke bunlar da bir araya getirilseydi ve insanlığa ibret olarak sunulsaydı! Bizi Kurban
bayramında hayvan katliamı yapmakla suçlayanlar, İspanyadaki masum boğaları
görmeyenler; okyanuslarda veya denizlerde yapılan balina ve fok katliamlarına sesiz kalanlar,
keşke bu merhamet hikâyelerini okusalardı. Keşke Caterine hanım da bu kıssaları kitabına
alabilseydi ve bunlarla eserinin mazmununu zenginleştirebilseydi! Keşkeler bitmez.
Yazar, Osmanlılarda sadece hayvan hakları üzerine değil, ağaçlara bakım yapılmasıyla
ilgili kurumların da bulunduğunu yazarak şu hususa dikkat çekiyor: “Bunun yanı sıra
ağaçların bakımı ve korunmasıyla ilgilenen kurumlar da mevcuttu, anlaşıldığı kadarıyla
ağaçlara saygı göstermek ile hayvanlara merhametli davranmak arasında sıkı bir ilişki vardı.”
(s. 42). Bendeniz bu ilişkinin nasıl olduğuna dair tarihi bir örnek vermek istiyorum: Topkapı
saray bahçesindeki ağaçları karınca basınca, görevliler karıncaları itlaf etmek isterler. Durumu
12
Kanuni‟ye arzederler. O da “Durun bakalım! Bu işi Şeyhülislama bir soralım” der. Ve genel
üslup üzerine soruyu şiirle sorar:
Dırahta ger ziyan etse karınca,
Zararı var mıdır anı kırınca?
(Karıncalar ağaçlara zarar verirse, onları yok etmek günah mıdır?”
Şeyhülislam cevap vermiş:
Yarın Hakk’ın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca
Kitapta Neyzen Tevfik ve onun köpeğiyle ilgili uzun bir hikâyenin yer aldığını
söylemiştik. Bu hikâyede, Neyzen Tevfik‟in açlıktan köpeğin ağzındaki ekmeği kaptığı ve
yediği anlatılıyor. Sonra köpekle aralarında derin bir sevgi ve inanılması güç bir dostluk
başlıyor. Köpekle ekmeğini paylaşma hikâyelerinin en güzellerinden biri Tezkiretü‟l-
Evliyâ‟da anlatılır: “Ma‟ruf‟un dayısı, şehrin nâibi bir gün geçerken gördü ki Ma‟ruf ekmek
yer. Bir kendi ısırır ve bir ite verir. Dayısı Ma‟ruf‟a “Utanmaz mısın ki itle bile (beraber)
yersin” dedi. Ma‟rûf: “Gerçeksin. Ben dahi utandığımdan böyle yerim.” dedi.14
Ve illa ki yazarın, mutasavvıfların işi nerelere kadar götürdüğünün anlaşılması, bu
toplumda Batılıları bile hayran bırakan hayvan haklarına riayetin kökenlerinin anlaşılması,
hayvan hakkı değil “varlıkların hakları” mevzuunda tarihte ne muhteşem örnekler
yaşandığının bilinmesi için Attar‟ın Tezkiretü‟l-Evliyâ‟sında yer alan şu köpek kıssasını
görmesini isterdim: “Hâce Ali Sütürgânî, Şah Şüca Kirmanî Hazreti‟nin türbesini ziyâret
geldi. Taam (yemek) koydu ki yiye. „İlâhî bir konuk ver kim, taamı bile (beraber) yiyelim‟
dedi. Nâgah (ansızın) kapuya bir it geldi. Hâce Ali it‟e: „Çık‟, dedi, kovdu. Şah Şücâ
türbesinden âvaz (ses) işitti kim: „Ey Hâce Ali, Allah‟tan konuk diledin. Kapuya geldi. Niçin
kovdun?‟. Hâce Ali, hemen kapıdan çıktı. İt‟i aradı. gördü ki bir bucakta yatar. O yediği aşı
getirdi. it‟in önüne koydu. İt hiç nazar kılmadı (bakmadı). Hâce hacîl oldu (utandı). Tevbe
eyledi. Bu kere it dedi ki: „Ey Hâce! Eğer Şah Şücâ Kirmâni olmaya idi, göre idin ne işlere
uğrardın‟ dedi ve gâib oldu.”15
Mürşid Köpek
13
Ve şu iki köpek hikâyesinin de bilinmesi ne hoş olurdu: Şiblî, kendisinin irfâni yola
gidişinde bir köpeğin oynadığı rolü hatırlatıyor: “Şiblî, sıcak bir yaz günü bir dere kenarında
serinlemeye çalışıyordu. Az sonra, dere kenarına bir köpek geldi. Köpek öyle susamıştı ki, bir
zerrecik tahammülü kalmamıştı. Fakat tam suya atılmak üzereyken, kendi aksini görünce, onu
bir başka köpek sanıp irkildi. Suda gördüğü köpekle dalaşmamak için su içemiyor, kıyıdan
kaçıyordu. Çok susadığı için tekrar suya yaklaşıyor; gördüğü köpek yüzünden tekrar geri
çekiliyordu.
Bir kaç kez bu hal devam etti.
Derken, susuzluktan iyice kararsız hale gelen köpek, gözünü karartıp kendisini suya
attı.
O kendisini suya atınca öbür köpek görünmez oldu. Susamış köpek, kana kana su içti.
Şiblî bu olayı anlattıktan sonra: „İşte bu hadise bana anlattı ki‟ dedi. „Ben, bana perdeyim.
Kendimde fâni oldum, benlik iddiamdan vazgeçtim, gözümün önündeki perde açıldı.
Yolumda ilk önce bana bir köpek kılavuzluk etti.‟16
Bir başka hikaye köpekle bir mürşidin karşılaştırması: Birisi bir mürşide soruyor, „sen
mi daha yücesin, köpek mi?‟ diye. Bunu duyan müridler bunu efendilerine hakaret
saydıklarından soruyu soranın üzerine yürüyorlar; ama mürşidin cevabı şu oluyor: “takdiri
bilemem ki, kaza ve kader ma‟lumum değil, nasıl söz söyleyeyim, sana ne cevap vereyim?
Yol hırsızından imanımı kurtarabilirsem, köpekden yüceyim, üstünüm, iyiyim diyebilirim.
Yok, yol hırsızından imanımı kurtaramazsam, keşke köpeğin bir kılı olsaydım derim.”17
Sonuç Olarak
İstanbul‟un Köpekleri kitabına bir önsöz yazan Jean-Michel Belorgey bu kitabın “aynı
zamanda bir bilgelik kitabı” olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Kapağını
kapattığında insan kendini farklı düşünme biçimlerine daha açık, farklı hayat türleriyle daha
büyük bir dayanışma içinde, insani canlılarla insani olmayan canlılar arasındaki geçirgenliğe
daha taraftar hissetmeli.” (s. 9). Aynen dediği gibi oluyor. Varlığa, eşyaya, hayvanâta,
kültürlere, dinlere, insanlara daha başka bir gözle bakmaya başlıyorsunuz. Hedef buysa, eser
hedefine ulaşmış demektir. En azından sizi farkı bir düşünme mekanizmasına çağırıyor:
Mesela Fransız Akademisi üyesi Xavier Marmier‟in İstanbul köpekleri üzerine şu tespiti,
kitabın bizi nasıl bir bilgelik ve farklı bakışla karşı karşıya bıraktığına iyi bir örnektir:
“(İstanbul‟da) dört bir yana dağılmış bu sayısız köpeğin içinde İhtiyar Türkler denen,
14
diğerlerinden daha da korkutucu bir köpek sınıfının olduğu bir gerçektir. Bunlar, Avrupalılara
ebedî bir nefret duyarlar; uzaktan onların kokusunu alır, karanlıkta tanır, Müslüman
soğukluğundan gelen hevesle üzerlerine atılırlar. Muhammed‟in müritlerinin yavaş yavaş
efendilerinin yolundan saptığı, kafirlerle görüşmekten çekinmediği bir zamanda, Kur‟an‟ın
yasaklarını koruma görevi bu köpeklere verilmiş âdeta.” (s. 33). Bizler kendi varlık
alanlarımıza böylesi acayip ve aşkın bir gözle bakabiliyor muyuz? Bu satırlarda köpeğe dair
farklı bir bakış var, ama hakikatte insana dair, onun varlığı idrakindeki tuhaflığa dair,
gördüklerimizin bize yansıyanlar değil, görmek istediklerimiz olduğuna dair o kadar çok şey
var ki! Şu hakikat bir daha ortaya çıkıyor: Her ne hakkında ne yazarsanız yazın, aslında
insana/insanlığa dair bir şeyler yazıyorsunuzdur.
1 Catherine Pinguet, İstanbul’un Köpekleri, (Çev: Saadet Özen), YKY., İstanbul 2009, 134 sayfa.
2 Sûfînin Dünyası, Sûfi Öyküleri: 1, (Der: Metin Karabaşoğlu), İstanbul 2009, s. 155.
3 Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, (Çev. Tahsin Yazıcı), Tercüman 1001 temel eser,
İstanbul 1977, s. 86. Bu kıssayı okuyunca, Ömer Seyfettin‟in, kurbağa susturmada kullandığı ilginç teknik
aklıma geldi. Bu enteresan yöntemi merak edenler Ömer Seyfettin‟in Kurbağa Duası hikâyesini mutlaka
okumalılar. 4 Şu eserlere bkz: Aziz Mahmut Hüdaî, Âlemin Yaratılışı ve Hz. Muhammed’in Zuhuru (Hulâsatü’l-Ahbâr),
(Çev: Kerim Kara-Mustafa Özdemir), İnsan Yay., s.28.; Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi , T.T.K. Yay. Ankara
1993, C.1, s. 481.; Orhan Şaik Gökyay, “Hannâme” Necati Lugal Armağanı, T.T.K Yay., Ankara 1968, s. 283.
Ayrıca bkz: Dursun Ali Tökel, Divan Şiirinde Mitlojik Unsurlar: Şahıslar Mitolojisi, Akçağ Yay., Ankara
2000, Âdem maddesi. 5 Zerdüşt, Avesta-(Bölümler) , (Haz: Eshat Ayata), Kora Yayın, İstanbul 1998, s. 89.
6 Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, (Çev. Tahsin Yazıcı), Tercüman 1001 temel eser,
İstanbul 1977, s. 86-87. 7 Haydar Ergülen, “Arslanın Teyzesi, Kaplanın Amcası”, Star Kitap Eki, 7 Ağustos 2009, s. 12.
8 Star gazetesi, 7 Ağustos 2009, Cuma, s. 10.
9 Milliyet Gazetesi, 10.08.2009, s.3.
10 Stephan Reimertz, Çayın Kültür Tarihi, (Çev: Mustafa Tüzel), Dost Yay., İstanbul 1999, 2. Baskı 2003.
11 Victor Hehn, Zeytin-Üzüm-İncir, (Çev: Necati Aça), Dost Yay., İstanbul 1998.
12 Asım Zihnioğlu, Bir Yeşilin Peşinde, Tübitak Yay., 2002.
13 Bu eserlerdeki karmaşık Metinler arasılığa bir örnek vermek istiyorum: Bir Yeşilin Peşinde’yi okuyanlar,
Yazarın Hindistan‟da Refik Halit‟in Nilgün romanının bir kahramanıyla tanışmasını ve sohbetini okuyacaklar.
Oysa kitap Rize‟ye çayın getirilişi ve bu bitkinin yetiştirilmesi için verilen olağanüstü macerayı/mücadeleyi
anlatıyor. Nilgün buraya nereden girdi? 14
Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Erkam Yay., İstanbul 1984, s.108. Onbeşinci yüzyıl tercümesinden
Latin alfabesine çevrilerek aynen yayımlanmış). 15
Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 130. 16
Sûfînin Dünyası, Sûfi Öyküleri: 1, (Der: Metin Karabaşoğlu), İstanbul 2009, s. 20-21. 17
Sûfînin Dünyası, Sûfi Öyküleri: 1, s. 151.