16
Zafer Toprak, “İstanbulluya Rusya’nın Armağanları: Haraşolar”, İstanbul, sayı 1, 1992, s. 72- 79. MÜTAREKE İSTANBUL’UNDA RUS AVRETLER (1920-1923) 1 Meşrutiyet’in görece özgürlük ortamının yarattığı feminizm, Osmanlı kadınını geleneksel değer yargılarından koparmıştı. Ancak savaşların neden olduğu yoksulluk birçok kadını sefalete sürüklemiş, fuhuş giderek yaygınlaşmıştı. İstanbul Cihan Harbi yıllarından itibaren bir çöküntüyü yaşayacaktı. 1917 Devrimi ertesi birçok Rus göçmenin parasız pulsuz İstanbul’a sığınması; alkol, kumar, kokain, fuhuş gibi toplumsal sorunları körüklemişti. 1918- 1922 yılları arasının İstanbul’u, sanki Vietnam Savaşı’nda Saygon’u öngörürcesine servet ve sefaleti aynı potada eritecekti. Mütareke edebiyatı İstanbul’un yaşadığı “toplumsal çöküntü”yü yakalamakta gecikmedi. Birçok yazar “işgal dönemi edebiyatı”na katkıda bulundu. Bu edebiyatta, güzellikleriyle İstanbul erkeğini baştan çıkaran göçmen Rus kızlarının ayrı bir yeri oldu. Mustafa Remzinin Pastacı Kız’ı da bunlardan biriydi. Rus göçmenlerle ilgili en ilginç değerlendirmelerden birini dönemin ünlü tabibi Mazhar Osman yapmıştı: “Topla, tüfekle, tayyare ile, bomba ile dünyanın kırk küsur milleti İstanbul’u ezememişti. İstanbul kokaine, fuhşa esir oldu. Çar ordularına altı yüz sene karşı duran İstanbul Rus orospularına mağlup olmuştu”. Cihan Harbi imparatorlukların sonu olmuştu. Birçok kent yıkıntıya uğramıştı. Ama İstanbul’un yaşadığı toplumsal çöküntünün bir başka örneğine rastlanmadı. Cihan Harbi sonrası savaşmış ülkeler arasında bu denli tefessüh etmiş başka bir kent yoktu. Bu nedenle yeni bir ulus kurarken Ankara’dan yola çıkılması salt stratejik nedenlerden kaynaklanmıyordu. Ankara Pompei’den uzak durmaktan yanaydı. İşgal yıllarında İstanbul’da yaşayan Fransız yazar Paul Herigautun Acide Russique adlı romanı Paris’te ayda bir yayımlanan Œuvres Libres dergisinde tefrika edilecek, ardından kitap olarak basılacaktı. Romanın çevirisi önce Servet-i Fünûn’da çıktı; sonra eski Türkçe Rus Ateşi İstanbul’un İşgali Zamanındaki Zulümler 2 ve nihayet yeni harflerle Bir Haraşo; İstanbul’un İşgal Zamanında Bir Siyasî Facia 3 başlığıyla kitap olarak yayımlandı. Çevirmeni Ahmed İhsan’a göre roman gerçek olaylar üzerine kurgulanmıştı. Yalnız isimler gizli tutulmuştu. Rus Ateşi Cihan Harbi ertesi İstanbul’un İtilaf devletlerince işgal edildiği dönemde geçiyordu. Kadın kahramanı Haraşo Luba, Rus Devrimi’nde Odessa ve Sivastopol’dan İstanbul’a akın akın sığınan “Moskofdilberlerinden biriydi. Romanın

Mütareke İstanbul'unda Rus Kadınlar 1920-1923

Embed Size (px)

Citation preview

Zafer Toprak, “İstanbulluya Rusya’nın Armağanları: Haraşolar”, İstanbul, sayı 1, 1992, s. 72-

79.

MÜTAREKE İSTANBUL’UNDA RUS AVRETLER (1920-1923)1

Meşrutiyet’in görece özgürlük ortamının yarattığı feminizm, Osmanlı kadınını geleneksel

değer yargılarından koparmıştı. Ancak savaşların neden olduğu yoksulluk birçok kadını

sefalete sürüklemiş, fuhuş giderek yaygınlaşmıştı. İstanbul Cihan Harbi yıllarından itibaren

bir çöküntüyü yaşayacaktı. 1917 Devrimi ertesi birçok Rus göçmenin parasız pulsuz

İstanbul’a sığınması; alkol, kumar, kokain, fuhuş gibi toplumsal sorunları körüklemişti. 1918-

1922 yılları arasının İstanbul’u, sanki Vietnam Savaşı’nda Saygon’u öngörürcesine servet ve

sefaleti aynı potada eritecekti.

Mütareke edebiyatı İstanbul’un yaşadığı “toplumsal çöküntü”yü yakalamakta gecikmedi.

Birçok yazar “işgal dönemi edebiyatı”na katkıda bulundu. Bu edebiyatta, güzellikleriyle

İstanbul erkeğini baştan çıkaran göçmen Rus kızlarının ayrı bir yeri oldu. Mustafa Remzi’nin

Pastacı Kız’ı da bunlardan biriydi.

Rus göçmenlerle ilgili en ilginç değerlendirmelerden birini dönemin ünlü tabibi Mazhar

Osman yapmıştı: “Topla, tüfekle, tayyare ile, bomba ile dünyanın kırk küsur milleti İstanbul’u

ezememişti. İstanbul kokaine, fuhşa esir oldu. Çar ordularına altı yüz sene karşı duran

İstanbul Rus orospularına mağlup olmuştu”.

Cihan Harbi imparatorlukların sonu olmuştu. Birçok kent yıkıntıya uğramıştı. Ama

İstanbul’un yaşadığı toplumsal çöküntünün bir başka örneğine rastlanmadı. Cihan Harbi

sonrası savaşmış ülkeler arasında bu denli tefessüh etmiş başka bir kent yoktu. Bu nedenle

yeni bir ulus kurarken Ankara’dan yola çıkılması salt stratejik nedenlerden

kaynaklanmıyordu. Ankara Pompei’den uzak durmaktan yanaydı.

İşgal yıllarında İstanbul’da yaşayan Fransız yazar Paul Herigaut’un Acide Russique

adlı romanı Paris’te ayda bir yayımlanan Œuvres Libres dergisinde tefrika edilecek, ardından

kitap olarak basılacaktı. Romanın çevirisi önce Servet-i Fünûn’da çıktı; sonra eski Türkçe Rus

Ateşi – İstanbul’un İşgali Zamanındaki Zulümler2 ve nihayet yeni harflerle Bir Haraşo;

İstanbul’un İşgal Zamanında Bir Siyasî Facia3 başlığıyla kitap olarak yayımlandı. Çevirmeni

Ahmed İhsan’a göre roman gerçek olaylar üzerine kurgulanmıştı. Yalnız isimler gizli

tutulmuştu. Rus Ateşi Cihan Harbi ertesi İstanbul’un İtilaf devletlerince işgal edildiği

dönemde geçiyordu. Kadın kahramanı Haraşo Luba, Rus Devrimi’nde Odessa ve

Sivastopol’dan İstanbul’a akın akın sığınan “Moskof” dilberlerinden biriydi. Romanın

erkeğiyse Piyer adlı bir Fransız genciydi. Olaylar zinciri İstanbul’u dekor olarak kullanıyordu.

Beyoğlu ana mekândı; Levanten kesim ve yabancılar ise figüranlardı.

Mütareke döneminin İstanbul’u İngiliz, Fransız, İtalyan askerlerinin işgalinin yanı sıra,

Rusların istilasına uğramıştı.4 Çarlık Rusya, Bolşeviklerce devrilince Beyaz Rus ordularıyla

birlikte kaçan Rus aristokrasi ve zengin tabakası sersefil İstanbul’a akın etmişti. On binlerce

Rus, İstanbul’a sığınmıştı.5 Toplam sayı kimi kaynaklara göre 200.000’e ulaşıyordu. Kaçanlar

varlıklı kimseler olmalarına karşın, yanlarına pek az şey alabilmiş; çoğu kez canlarını

kurtarmakla yetinebilmişlerdi. O sırada Rus göçmenlere ülke olarak pek fazla seçenek de

sunulmamıştı. Avrupa ülkelerine gidebilmeleri hemen hemen olanaksızdı. İstanbul ve

Sırbistan dışında Ruslara vize veren ülke yoktu. Wrangel ve Denikin’e, Bolşeviklere karşı her

türlü desteği vadeden Batılı ülkeler, yenik düşen Beyaz Rus ordularının döküntülerini bir türlü

kabul etmiyordu. Vize aslanın ağzındaydı. Ancak İstanbul’da nüfuzlu bir yabancının metresi

olmayı başaran ve o sayede seyahat izni koparan kadınlar, kocalarını da peşlerinden

sürükleyerek diledikleri ülkeye gidebiliyorlardı.

Rusların istilasına uğrayan İstanbul yeni kültürel alışkanlıklar, estetik değerler

edinmekte gecikmedi. Göçmen taifesi İstanbul’a gemiyle varıncaya değin çok meşakkatli

günler geçirmişti. Çoğu Bolşeviklerin saldırısı karşısında o sırada ne bulduysa üzerine giymiş,

öylece yerinden yurdundan olmuştu. Kaçış sürecinde uzun süre Rus göçmenlerin bedenleri su

yüzü görmemiş, bu arada pislikten ve sefaletten bitlenmişlerdi. Bu nedenle İstanbul’a varan

Rus kadınları saçlarını kökünden kesiyordu. Kadınlar saçsız başlarını örtmek için ne

bulurlarsa başlarına bağlıyorlardı. Bitten arınmak için kesilen kısa saç ve başa bağlanan

tülbent, İstanbul kadınları arasında kısa sürede moda oldu. “Yar saçları lüle lüle” şarkısı

söylenmez olmuş, kesik saç ve “Rus başı” revaç bulmuştu. Bu arada kısa saç Amerika’da da

modaydı. İstanbul’da Rus modasına kısa sürede Amerikan modası da omuz vermişti. Sanki

Amerika’nın Jazz Age diye bilinen 20’li yıllarının “flapper”ı Avrupa’yı ıskalayarak önce

İstanbul’da boy göstermişti.

Bununla da kalınmadı; Dersaadet hanımefendileri, bu zavallı göçmenlerin rengârenk

örtülerini taklit eder oldular. Omuzları yırtık elbiseler tıpkı günümüzdeki yırtık blucinler gibi

çabucak benimsendi. Bir zamanlar Abdülhamid yönetimine karşı modanın simgesi olan çarşaf

artık demode olmuş, İstanbul kadını “tesettür”e karşı savaş açmıştı. Osmanlı feminizmi için

bu yeni bir atılım sayılıyor, çarşafa karşı tavrını bundan böyle açık bir dille ifade ediyordu.

İşin ilginci, tüm bu taklitler “millî moda” adı altında lanse ediliyordu. Ünlü kadın dergileri

İnci ve Yeni İnci, Cumhuriyet öncesi “millî moda”nın öncülüğünü yapıyordu. İlginç bir diğer

yön, Ruslardan esinlenilse ya da Paris’e, Londra’ya özenilse de dergilerde bu yeni kadın

giysisinin adı hâlâ “çarşaf”tı. İstanbul modası, Batı ülkelerindeki kadın libasının neredeyse

tıpa tıp aynısıydı. Peçe kalkmıştı. Baş ise Rus kadınlarında olduğu gibi bir tülbentle sarılmaya

başlanmıştı. İstanbul’un üst tabaka kadını Cumhuriyet’in kılık kıyafet ve şapka devrimine

Mütareke’den itibaren hazırdı. Mustafa Kemal’in asıl sorunu erkeğin kılık kıyafetini

düzeltmek olacaktı.

Sayfiye, Eğlence ve Rus Dilberler

İstanbul’da Mütareke’yle birlikte “mesire” anlayışı değişti. Boğaz yerine artık

Adalar’a gidilir oldu. Zaten Cihan Harbi yıllarında Yeniköy’ün ötesi askerî bölge oluşu

nedeniyle gayrimüslimlere yasaklanmıştı. Mütareke’yle birlikte İstanbullu denizi keşfetti. Plaj

modasını da Rus göçmenler getirmişti. Yüzyıllardır denizden kaçan İstanbul halkı bu kez

“Fülürye”ye koşuyordu. Deniz banyosu önce göz banyosuyla başladı. Fülürye’de yarı çıplak

Rus dilberleri denize giriyor, İstanbul ahalisiyse seyirci koltuğunda onları seyrediyordu.

Eskiden halk, tarihî çınarları ve memba sularıyla meşhur Fülürye’ye fülürye kuşunu dinlemek

için giderken bu kez kızgın kumlar üzerinde yatan Rus dilberleriyle göz banyosu yapıyordu.

Bu arada “Fülürye”, Rus şivesi ile “Florya”ya dönüştü. Böylece Ruslar sayesinde mahremlik,

kaçgöç giderek kalktı; İstanbul’un Müslüman Türk kadınları için de açılma saçılma devri

başladı. Bir zamanların Servet-i Fünûn’u, 1928 sonrasının Uyanış’ı İstanbul hayatı üzerine

“Plaj ve Kadın” başlıklı yazısında şu satırlara yer veriyordu:

İstanbul’a Rus muhacirlerinin yadigârlarından biri de plâjlardır. Yazın herkesin

mükâlemelerine [konuşmalarına] kulak verin ‒eğer konuşanlar bir az genç iseler‒

muhakkak denizden bahsedeceklerdir. Bu gün piyasada ismi geçen meşhur plajlar

bundan altı sene evvel birer tenha deniz sahilinden ve yahut münzevî bir köyden başka

bir şey değillerdi. İşte Flurya! Bu son seneler zarfında dilimize pelesenk ettiğimiz

Flurya nihayet yakınındaki köydekilerin bile gelmeğe zahmet etmediği bir sahildi;

fakat bugün öyle mi ya? Sevdanın ilk ateşlerini Flurya denizinin serin aguşunda

söndürüp, kızgın kumları üzerinde tekrar alevlendirmek için gelenler! Haftanın tek bir

istirahat gününde müsamahakâr mayoların sımsıkı sarıldığı vücutları görüp telziz-i

hayal etmeğe [hayallerini tatlandırmaya] koşan iş adamları! Ve her cins insan Cuma,

Pazar günleri onun ateş saçan kumlarını dolduruyor!6

Mütareke’nin ve Rusların İstanbul’a bir diğer hediyesi barlardı. İstanbul hovardası

Galata’nın izbe meyhanelerinden barlara terfi etti. Gene Rus göçmenler bu konuda öncülük

ettiler. Bar öncesi benzer işlev gören kafekonserler vardı. Sesleri akortsuz Romen aktörler,

kendi ülkelerinde gözden düşmüş Fransız şantözler, garip şiveli Danimarkalılar, Japonya’dan

gelmiş cambazlar; kısacası feleğin savurduğu tüm insanlar Osmanlı’nın son döneminde bu

kafekonserlere doluşmuştu. İstanbul delikanlı sekenesi bu mekânlara dadanmakta gecikmedi.

Ama Mütareke’yle birlikte bu kez barlar revaç buldu. Bar, artık Türkiye’nin de eğlence

mekânlarına eklenmiş oldu.

Öte yandan yeni doğmakta olan sinemaların geniş bir müdavim kitlesi oluştu.

Mütareke sinemalarında dünyayı devretmiş, aşınmış filmler art arda gösteriliyordu. Değişik

ülkelerde yapılan bu filmler çoğu kez Fransız yapımı diye halka yutturuluyordu. Fransız

dilberleri o yıllarda da revaçtaydı. Ellerinde pastırma ya da sucuk ekmek İstanbul seyircisi bu

havasız, izbe mekânlarda sabah akşam günlerini geçiriyordu. Keza tiyatro kumpanyaları

arasında da Fransızlar tercih görüyordu. Hangi ülkeden olursa olsun Fransız etiketini hemen

hemen tüm kumpanyalar kullanıyordu. Paris’in Cimnaz tiyatrosundan gelmiş diye ilân edilen

matmazelin şivesi Felemenkçeye çalıyor ya da dilber Alman aksanıyla Fransızca

konuşuyordu.

Bar, Kabare, Kumarhane

Beyaz Ruslarla birlikte Beyoğlu yeni bir görünüm kazanmıştı. Lokanta, konser, bar,

kabare ve kumarhane işi kısa sürede Rusların eline geçti. Ekserisi Rus Yahudileri tarafından

yönetilen bu yerlerde Osmanlı delikanlısı Ruslara özgü gece hayatını ve eğlencesini tattı.

Böylece işgal altında kan ağlayan bir kent halkının Ruslar sayesinde biraz yüzü güldü;

İstanbul’un durgun ve kapalı yaşamına bir canlılık geldi. Bu eğlence mekânlarında İstanbul’a

Wrangel ordusu döküntüleriyle gelmiş kibar Moskof kadınları garsonluk ediyorlardı. Ekseriya

zabit rütbesinde olan kocaları, lokanta ve barlarda kapıcı, barmen, krupiye ya da becerisi

varsa piyanist olarak çalışıyordu. Rus erkeği bar kapısını tutarken karısı benzer barlarda vur

patlasın, çal oynasın İstanbul erkeğini eğlendiriyordu. Kısaca eğlence yerleri Rusların

istilasına uğramıştı.7 Rus aristokrasisine mensup bir generalin lokanta bulaşıkçısı ya da seyyar

satıcı olması o günler için işten bile değildi. Ancak genellikle Rus kadınlarının kocalarının

bulunduğu yerlerde çalışmaları kural dışıydı. Bu tür yerlerde karı ve kocanın gözden ırak

olması gerekiyordu. Kadınlar iş saatlerinde kocalarından uzak ve serbesttiler. Tutkunlarına

ucuz gönül vermemeyi de biliyorlardı. Sessiz sedasız İstanbul hovardasını soyup soğana

çevirmede hayli marifetliydiler. Sabahın saat ikisinden sonra her koca, karısını çalıştığı barın

kapısında bekliyor ve beraberce evlerine dönüyorlardı.

Beyoğlu’nun en ünlü Moskof barı Odesa Serkili’ydi. Nitekim Herigaut’nun Rus Ateşi

adlı romanındaki kahramanı Beyoğlu sokaklarını arşınlarken bir köşe başında, derin bir

koridorun dibinde “Odesa Serkili” levhasını görmüş, içeri dalmıştı. Kapıda siyah kasketli,

gümüş hançerli, iri yarı bir Moskof kazağı, Piyer’i askerce selamlamış, şapkasını alıp kapının

kalın perdesini açmıştı. Herigaut’nun romanı son derece gerçekçiydi. Odesa Serkili romanda

şu satırlarla tanımlanıyordu: “Salonda beyaz boyalı masalar üzerlerinde çiçekler vardır. Dipte

bir orkestra çalmaktadır. Ortada dolaşan bir Moskof zabiti bilet satar. Piyer rastgele bir

masaya oturur. Kimisi ufak yapılı, narin ve nazik, bazıları büyük ve heybetli, hemen hepsi

açık kestane renkte ve alagarson kesilmiş saçlı, ipek çoraplı, ipekli ya da ince yünlü şeffaf

elbiseli konsülmatris kadınlar masadan masaya dolaşmaktadırlar”.

İşte Piyer, kadın kahraman Moskof dilberini, Haraşo Luba’yı ilk kez bu ortamda

görecekti. Beyaz kürklere sarılmış kadın, Piyer’in yanına ilişmiş, kadının güzelliği karşısında

Piyer’in dili tutulmuştu.

Rus İstilası ve Direklerarası

Wrangel ve Denikin’in zabitleri önce hazır yemeyi tercih ettiler. Eşlerinin

mücevherlerini ve kürklerini sattılar. Mütareke yıllarında İstanbul’un kürk ve mücevher

piyasası hareketli bir dönem geçirdi. Ancak bir süre sonra Ruslar sıfırı tüketti. Bar, kabare,

kumarhane vb. bir mekânda iş tutamayan Rus aristokratları, arkalarında eski zabit

üniformalarıyla sokaklarda potin bağı yahut çiçek ya da kâğıttan yapılmış çocuk oyuncakları

sattılar. General üniformalarıyla küçük oyuncak bebekler satmak üzere köhne İstanbul

sokaklarına dalan, “Bir matmazel beş kuruş” diye müşteri ayartan Rus zabitleri olağan

sahnelerdi. Bir kısım Moskof zabitiyse sokaklarda tombala ve rulet kurup serbest kumar

oynattı. Doğal olarak bu oyunlar hileliydi. Lastik top çoğu zaman sahibinin arzuladığı

numaranın deliğine düşüyordu. Safderun İstanbul erkeğinin parasını söğüşlemek bu zabitler

için an meselesiydi.

Rus göçmenler, Mütareke yıllarında İstanbul diline, kültürüne sayısız katkıda

bulundular. Güzel anlamına gelen “haraşo” kelimesi bunlardan biriydi. Kumarı tombalayla

takviye ettiler; çiftetellinin yanına balalaykayı kattılar. Bundan böyle Mütareke İstanbul’unda

kazaska ile zeybek, sarışın ile esmer yan yanaydı. Sefil Rus kafileleri para kazanmak için her

yola başvuruyorlardı. Hatta Osmanlı’nın ata sporundan esinlenerek cins-i lâtifi, Rus

kadınlarını güreştirdiler. Bugünlerde Mütareke gazetelerinde “Rus matmazelleri tarafından

güreş; dokuz kısımdan mürekkep; fiyatlar 15 kuruş” türü ilanlara rastlanıyordu. Tabii güreşen

kızların güreş tekniği konusunda bir şey bilmeleri beklenmiyordu. Seyreylemeye gelenin de

güreş umurunda değildi; güzel vücut, kıvrak hareketler ona yetiyordu.

“Rus istilası”ndan en büyük darbeyi Direklerarası aldı. Artık burada geleneksel

sanatlar dışında her şey vardı. Tombul kantocular, Şamranlar, Virjiniler, Amelyalar sessizce

sahneyi terk ettiler. “Yemeğe salça, kadına kalça” sözü bayatladı. Bundan böyle şişman,

tombul, kalçalı kadınlar Osman Hamdi’nin tablolarında kaldı. Mütareke kadın modeli

Ruslardan esinleniyordu. Yeni kadın; sarışın, mavi gözlü, endamlı olmalıydı. Artık ne Kel

Hasan’ın oynadığı “Köy Düğünü”ndeki tombul ve esmer kızlar, ne de “Leblebici Horhor

Ağa”nın paluzeleri İstanbul erkeğini cezbediyordu; varsa yoksa Rus dilberleriydi.

Direklerarası “sermaye” çevreleri de bu yeni tür “meta”nın peşine düşmekte gecikmedi. Hem

bu göçmen kuşlar eski kantocular gibi insandan kaçmıyorlardı. Gösterişli bir biçimde

“vardakosta” yürüyor, dizlerine kadar tafta fistan giyiyorlardı. Cesur, insana alışık,

sevecendiler. Bu tavırlarıyla İstanbul erkeklerini mest ediyorlardı.

Mütareke yıllarında Millî Sinema’da Rus varyetelerini seyretmek ayrı bir gayret

gerektiriyordu. Sinema önünde biriken kalabalığı yarmak ve gişeye uzanmak her tanrı kuluna

nasip olmazdı. Kalabalığın bir diğer nedeni de belirli bir seyirci zümresinin bu mekânın

müdavimi olmasıydı; birçoğu tekrar tekrar aynı varyeteyi görmekten usanmıyordu. Millî

Sinema’dan içeri kapağı atanı bir göz ziyafeti bekliyordu. Sahnede, ne de olsa kadının hâlâ

“tesettür” eylediği bir dönemde, ince, ten rengi fanila giyip akrobasi hareketleri yapan Rus

kızları dudak uçuklatıyordu. Bu hileli giyim, artisti çıplakmış gibi gösteriyor ve heyecanı

büsbütün arttırıyordu. Erkek atlet, genç kızı havaya atıyor, sonra belinden ve hatta

ayaklarından tutup hızla döndürüyordu. En heyecanlı sahne buydu. İstanbul erkeği bu sahnede

kendinden geçiyordu.

Sanayi-i Nefise ve Nina

Rus göçmen kızların İstanbul’da sanata katkıları bu tür varyetelerle sınırlı kalmadı.

Sanayi-i Nefise Mektebi Rus dilberlere aşinaydı. Göçmen kadınların kolay para kazanma

yollarından biri de modellikti. Çıplak model bulmak o yıllarda hemen hemen imkânsızdı.

Hikmet Onat anılarında bu soruna şu satırlarla eğiliyordu:

Sanayi-i Nefise mektebinin bizim okuduğumuz yıllardaki durumuna gelince, o devirde

resim çalışmanın çok zor bir iş olduğunu belirtmem gerek. Ne erkek, ne kadın çıplak

model yoktu, en çirkin erkek modeller bile soyunmak istemezlerdi. Çevre, resim ve

heykel öğreten mektebimizi ahlâksızlık, dinsizlikle suçlandırıyordu. Anlattılar ki biz

yazılmadan önce birkaç yobaz mektebi basmış, heykelleri kırmış, antik kopyaların

bellerine peştamal bağlamışlar. Böyle bir ortamda resim ve heykel yapmak istemenin

zorluğunu anlarsınız. Modellerimiz birtakım sarıklı, sakallı, pos bıyıklı hamallardı.

Sadece portre ve büst yapabiliyorduk. Bir gün geldi ki hamal resmi yapmaktan bıktık,

giyimli de olsa bir kadın model bulmaya karar verdik. Çingene mahallesinden

getirttiğimiz bir kıza oyun oynar pozu verdikten sonra henüz çalışmaya başlamıştık ki

müdür Osman Hamdi Bey bizi çağırttı. “Siz deli misiniz çocuklar, nerede

sanıyorsunuz kendinizi!” diye bağırdı. “Burası Türkiye, böyle şeyleri kaldırmaz.

Hemen kovunuz o çingeneyi. Yakında inşallah Avrupa’ya gideceksiniz, orada bol bol

kadın, çıplak kadın resmi yaparsınız!8

Cihan Harbi ertesi göçmen Rus kadınlar bu boşluğu da doldurmakta gecikmediler.

Sarışın dilberler Kız Sanayi-i Nefise Mektebi’ne olduğu kadar, Cağaloğlu’ndaki Erkek

Sanayi-i Nefise Mektebi’ne de dadandılar. Mısır püskülünü andıran saçlarıyla Nina, Mütareke

yıllarının Sanayi-i Nefise’de el üstünde tutulan modeli oldu. Namık İsmail, Çallı İbrahim,

Feyhaman Duran aynı modeli defaatle resmettiler. Galatasaray sergileri geleneksel

“manzara”lardan çıplak kadınlara, ressamlarımızın diliyle “nü”lere çark etti. Bundan böyle

çıplak kadın fecri temsil ediyordu. Manzara resmiyse göçmen Rus ressamlara kaldı. Bunlar

tiyatroları, sinemaları, pastaneleri geçmişin Sadabad manzaraları ve eğlenceleriyle donattılar.

Onlar sayesinde güzel sanatlarda laikliğe adım atıldı.

İstanbul Hanımefendileri ve Rus Dilberleri

Ancak Rus dilberler giderek sorun olmaya başladı. Savaş spekülasyonuyla servet

edinen İstanbul’un “yeni zengin” tabakasının aşk maceraları dilden dile dolaşmaya başlamıştı.

Sarışın göçmenlere yardım elini uzatan, evini barkını açan İstanbul beyefendileri bu dilberlere

gönül vermekte gecikmediler. Rus dilberlerse birçoğunu soyup soğana çevirdi. Hatta kimi kez

birçok âşık morfin ve kokaine alıştı. İstanbul sekenesi giderek kötü yola giriyordu. Nitekim

kısa bir süre sonra Rus dilberlere tepki doğdu. 1923’ün yaz aylarında İstanbul’un seçkin

zevatının eşleri, kırk kadar İstanbul hanımefendisi hükümete başvurmak zorunda kaldı.

Dilekleri Rus kadınlarının İstanbul’dan kovulmasıydı. Dilekçede, doğmakta olan çağdaş

Türkiye’nin düşmanlarının, Bolşevikler önünden kaçan şimal döküntülerinin bir “şer ve fesad

âmili” olmak üzere kasten İstanbul’un nezih muhitine sokulduğu iddia ediliyordu. Rus kadın

ve kızların cazibesi, namus ve iffet telakkileri başkaydı. İstanbul hanımefendilerine göre, Rus

“cins-i lâtif”leri kocalarına ve çocuklarına hulûl etmiş, onlara çengel atmışlardı. Bu

yetmezmiş gibi on sekiz ile otuz yaş arasında hemen her Türk erkeği Rus barlarına,

kafeşantanlarına, lokantalarına devam ederek morfin, kokain, eter, kü’ul (içki) müptelası

olmuştu. Öte yandan Rus dilberler İstanbul’un nezih ailelerinin genç kızlarına kötü örnek

oluyorlardı. İstanbul’a “yırtık palasparelerle” geldikleri hâlde, artık pahada ağır esvaplarla ve

mücevherlerle endam-ı arz ettiklerini gören İstanbul’un genç kızları manen zehirleniyorlardı.

İstanbul’un seçkin hanımefendilerine göre göçmen Rus dilberler Türklerin elinde kalan son

servetleri yutmuşlar, halkı soymuşlardı. Kısaca, asırlardan beri Moskof ordularının

yapamadığı tahribatı Rus dilberi yapmıştı. Bu nedenle, Türk ırkı tehlikeye maruz kalmıştı.

Millî Mücadele’yle gerçekleştirilen büyük kurtuluş Rus dilberlerinin çabasıyla akamete

mahkûm ediliyordu. Bu nedenle Rus dilberlerinin hemen ülkeden kovulması gerekiyordu.

İstanbul hanımlarının dilekçesi erkek mahfilinde yankı uyandırmakta gecikmedi;

tepkiler anında geldi. İstanbul erkeği kendilerini bu denli aşağılayıcı bir itham karşısında

sessiz kalamazdı. Türk erkeklerine iftira ediliyordu. Başta Türk Ocağı reisi olmak üzere aydın

çevre, yayın organlarında bu tür genellemeye karşı olduklarını ifade edeceklerdi. Ancak Rus

göçmenlere kimse pek sahip çıkmaya yanaşmıyordu. Akşam gazetesi bu konuda cüret gösterse

de hemen ertesi gün söylediklerinden çark etmek zorunda kalacaktı. Yalnız Nimet Remide

Hanımefendi, Rus kadınlarının da aralarında kötülerin olabileceğine işaret etmek

hakşinaslığında bulunacaktı. O sırada Kadınlar Halk Fırkası’nı kurmuş olan Nezihe Muhiddin

Hanımefendi ile Leylâ Hanımefendi de “birkaç Rus kadını” diye sınırlayarak kırk imzalı

dilekçedeki genel ifadeyi zımnen eleştireceklerdi. Celâl Sahir, Süs dergisinde dilekçeyi

“bedbaht istida” diye yorumlayacaktı.9 Hoş, dilekçe veren kadınları fazla yadırgamamak

gerekiyordu. Rus kadınlarının güzelliği, zarafeti İstanbul erkeklerini büyülemişti. Çoğu evin,

barkın düzeni sarsılmıştı. Ama Rus dilberlerin de fazla seçeneği yoktu.

Tombalacı Hatunlar ve Tombalayla Mücadele Derneği

O yıllarda kadın bedeni en geçer akçe metaydı. Tombalacı hatunlara İstanbul erkeği

deli divane oluyordu. İşgal yıllarında İstanbul’un kıyı bucak hemen her kahvehanesine Rus

kadınları dadanmış, müşterilerle tombala oynamaya başlamışlardı. Divanyolu’nda,

Aksaray’da, Kocamustafapaşa’da kahveler bundan böyle tıklım tıkış doluyordu. Kolları,

göğüsleri açık, güler yüzlü, sarı saçlı, mavi gözlü Rus dilberlerini karşısında gören İstanbul

erkeği kesenin ağzını açmakta fazla direnemiyor; tombala oynayarak evin rızkını Rus

dilberlerine kaptırıyordu.

Rus dilberlerin tombalaları o denli yaygınlaşmıştı ki tombala “millî afet” olarak ilân

edildi. Limancı Hamdi diye bilinen Ahmet Hamdi (Başar) başkanlığında ve çoğu Darülfünun

öğrencisi olan 300-400 üyeli bir Tombala ile Mücadele Derneği kuruldu. Tombala oynatılarak

halkın soyulduğunu, tombalanın sosyal huzursuzluğa yol açtığını ileri süren dernek, üyelerini

seferber etti; kahve kahve dolaşarak, kahvehane sahiplerini tehdit ederek Rus dilberlere

gözdağı verdiler. Tüm bu İttihatçı yöntemler para etmeyince de kahvelere girip tombalanın

mazarratı ya da sakıncaları üzerine halkı aydınlatan konuşmalar yaptılar. Ama İstanbul

erkeğini bu sevdadan vazgeçirmek kolay değildi. Bu arada Meşihat da devreye girdi.

Tombalanın dinen caiz olmadığı üzerine camilerde vaaz verdirilmeye başlandı. Bu çok yönlü

çabalar zamanla sonuç verdi. Tombalacı Rus dilberler kazandıkları mevzileri terk etmek

zorunda kaldılar, kahvelerden çekildiler.10

Rus Garson Kızlar ve “Yolunacak Kazlar”

Rus kızları tombalacılığın yanı sıra garsonluk da yaptılar. Zamanla İstanbul’da bir dizi

Rus lokantası açılmıştı. Beyoğlu’nda bu lokantalarda bir liraya nefis bir tabldot yemek

mümkündü. Ancak mükellef bir sofra, şarabıyla, şampanyasıyla 18-20 liraya kadar çıkıyordu.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk lokantalarının Ruslarınkiyle rekabet etmeleri olanaksızdı.

Türk Hayatı dergisi “dedikodu” sütununda Rus müteşebbis lokantacıların müşterileri

celbetmek için ilginç yöntemler uyguladığını kaydediyordu. “Yolunacak kazlar”ı,

dükkânlarına çekmek, onları neşelendirerek içirmek için güzel Rus kızları garson olarak

çalıştırıyorlardı. Türk lokantaları bu tür olanaklardan yoksundu. Ancak “millî iktisat” burada

da Türk lokantacıların imdadına yetişti. İstanbullu lokantacılar aralarında dernek kurdular.

Lokantacılar Cemiyeti, Türk lokantalarında “temiz ve nezafetle hizmet etmeyi öğrenmiş

garsonlar” yetiştirmeyi, lokantalarda “nezafet”e riayet edilen bir ortam yaratmayı

amaçladılar.11

Lokantaların yanı sıra Rusların etkin olduğu hizmet sektörlerinden biri de pastanelerdi.

İstanbul’a pasta zevkini aşılayanlar Rus göçmenlerdi. Seçkin tabaka, muhallebici

dükkânlarına artık yüz vermiyor ve pastanelere takılıyordu. İstanbul’un sevdalı gençlerinin

kaçamakları bundan böyle pastane köşelerine kayıyordu. Giderek pastane tutkusu yaygınlaştı.

Mütareke yıllarında İstanbul’un dört bir yanında açılan pastanelerde servis Rus dilberlerinin

tekeline geçti. Dönemin yazarlarından Mustafa Remzi, Pastacı Kız adlı eserinin girizgâhında

pastane modası hakkında şunları anlatıyordu:

İstanbul’un bin bir güzellikle dolu geçen hayatında pastaneler pek mühim bir mevki

ihraz etmektedirler. Ruslar memleketlerinden hicret edip de şehrimize iltica ettikleri

zaman Türkler onlara kucaklarını açtılar. Ve onları hiçbir işlerine yaramadıkları hâlde

karga besler gibi beslediler. Onlar yalnız bir işe yarıyordu: Zenginlerin zevklerini

tatmin etmek. Evet onlar İstanbul’da ilk iş olarak bunu yaptılar ve her zengin Türkün

can evine girdiler. Ve kendilerine ram ettiler. Rusya’nın demokrat Bolşevik

tabakasından kaçarak buraya gelenler; zengin erkeklerin koyunlarında hem şehvet

hırslarını tatmin, hem de kazançlarını temin ettiler. Onların hiçbiri, bilhassa hiçbir

dişisi sürünmedi, dilenmedi. Karıları yüksek yerlerde insan avlarken erkekleri çiçek

sattılar, her şeyi yaptılar. Velhasıl sürünmediler. İşte o zaman Beyoğlu’nda pek çok

pastaneler açıldı. Ve bir kısım Rus kadınları da oralarda çalıştılar. İşte o zamandan

sonra halkımızda bir pastane merakıdır aldı, yürüdü. Buralara evvela oldukça yüksek

adamlar devam ederken, bilahare orta ve aşağı tabakalar da oralarda eğlenmeye

başladı. İşte o zamandan beri Beyoğlu’nda pastane hayatı azim bir tekemmüle doğru

yürüyüp gidiyor.12

Sonuç

Türkiye’de tarih yazımının boşluğunu edebiyat doldurdu. Roman ve hikâye türü edebî

eserler toplumsal tarihin ana kaynaklarından biri ola geldi. Hele bunlar avam için yazılan

türden olursa daha da bir önem kazandı. İşte Pastacı Kız, bu tür bir öyküydü. Tüccardan

Necdet Bey’in, Ekim Devrimi ertesi İstanbul’a kaçan ve Beyoğlu’nda bir pastanede garson

olan Rus kızı Nadya’ya, ölümle sonuçlanan tutkusunun öyküsüydü. Pastacı Kız, risale

büyüklüğünde bir hikâye kitabıydı. Her hafta yayımlanan bu tür öykü kitapçıkları, Cihan

Harbi ve işgal ertesi İstanbul’da gündeme gelen yeni tür bir yaşam tarzını, kadın-erkek

ilişkilerinde varılan düzeyi yansıtan, o günün ölçüleriyle iç gıdıklayan dizilerdi. Toplumsal

tarih ve “zihniyet” tarihi açısından önemli birer kaynak oluşturan bu kitapçıklar, II.

Meşrutiyet yılları ve ertesi toplumsal dönüşümü günü gününe yansıtır olmuştu.

Meşrutiyet’in özgürlük ortamının yarattığı Osmanlı feminizmi, kadını bir ölçüde

geleneksel değer yargılarından koparmıştı. Ancak savaşların neden olduğu yoksulluk birçok

kadını sefalete sürüklemiş; fuhuş giderek yaygınlaşmıştı. İstanbul, Cihan Harbi yıllarından

itibaren çöküntüyü yaşayacaktı. 1917 ertesi birçok Rus göçmenin parasız pulsuz İstanbul’a

sığınması; alkol, kumar, fuhuş, kokain gibi toplumsal sorunları körüklemişti. 1918-1922

yılları arasının İstanbul’u, sanki Vietnam Savaşı’nda Saygon’u öngörürcesine servet ve

sefaleti aynı potada eritecekti. Ahlâk çöküntüsü kaçınılmaz olmuştu. Bu yıllarda ahlâk

sosyolojisinin geniş yankı bulmasının gerekçesi de buydu. Bir yandan işgal orduları, öte

yandan Rus dilberleri ateşle barutu simgeliyorlardı. İstanbul’da fuhuş böyle bir ortamda

yeşerdi. Resmî zabıta kayıtlarına göre, Mütareke yıllarında İstanbul’da “vesikalı” 2.125 fahişe

çalışıyordu. Bunların dışında birçok kadın vesikasız olarak illegal çalışıyordu. Her gün

geçimini fuhuşla idame ettiren 5.000 dolayında kadın İstanbul sokaklarını arşınlıyordu.

Vesikalılar arasında çoğunluk Müslüman kadınlardaydı. Fuhuş, Mütareke yılları İstanbul’unu

mesken edinmişti. Savaşların neden olduğu yoksulluk birçok kadını sefalete sürüklemiş, fuhuş

giderek yaygınlaşmıştı. Ünlü tıp uzmanı Mazhar Osman, Sıhhat Almanakı’nda, Yeşilay için

kaleme aldığı yazısında çöken payitahtı şu satırlarla ifade edecekti:

Umumî Harp oldu bitti, umumî harpte içenler, parası bol bir takım türediler,

soysuzlardı. Mısır ekmeği yemekten, şeker hasreti çekmekten insanların çoğu içkinin

tadını bile unutmuştu. Lâkin Mütareke oldu, düşman orduları çekirge gibi İstanbul

sokaklarına yayıldı, otomobil içinde sarhoş Amerika bahriyelileri kucaklarında

zilzurna Rum dilberleri Beyoğlu’nun büyük caddelerinde resmigeçit yapıyorlardı.

Barlarda İngiliz neferleri viski ile zilzurna olduktan sonra rastgelene saldırıyorlardı.

Hele Fransızların koloni askerleri yapmadıklarını bırakmıyorlardı. Rum ve Ermeni

kahpelerinin aşklarıyla coşkun ve galibiyet neşesiyle taşkın bu medeniyet ordusuna

Bolşeviklerden kaçan çar enkazı da ilave edildi. Bizans ömründe görmediği sefahat

hayatını sürüyordu. Lokanta ve barlarda hizmet eden birbirinden güzel Rus

prensesleri, kontesleri bu sarhoş alayını büsbütün çıldırtmıştı. İçki bu aşkı

doyurmuyordu; beyaz toz, kokain aldı yürüdü. İstanbul’un mahalle kahvelerine kadar

sarışın Rus dilberleri beyaz tozla yayıldı. Kokain ile halkın aklı, tombala ile parası

çalınıyor, tımarhanelere kokainmanlar, eteromanlar, morfinmanlar doluyordu. İstanbul

Allahlıktı, her hükümet karışıyordu; hiçbir hükümet bir şey yapamıyordu. Halk kütlesi

elden gidiyordu. Topla, tüfekle, tayyare ile, bomba ile dünyanın kırk küsur milleti

İstanbul’u ezememişti, İstanbul kokaine, fuhşa esir oldu. Çar ordularına altı yüz sene

karşı duran İstanbul Rus orospularına mağlup olmuştu.13

Cihan Harbi imparatorlukların sonu olmuştu. Birçok kent yıkıntıya uğramıştı. Ama

İstanbul’un yaşadığı toplumsal çöküntünün bir başka örneğine rastlanmadı. Cihan Harbi

sonrası savaşmış ülkeler arasında bu denli tefessüh etmiş başka bir kent yoktu. Bu nedenle

yeni bir ulus kurarken Ankara’dan yola çıkılması salt stratejik nedenlerden

kaynaklanmıyordu. Ankara, Pompei’den uzak durmaktan yanaydı.

EKLER

İstanbul’da Pastacı Rus Kız14

[Aşağıda, Mustafa Remzi’nin roman kahramanı Necdet Bey’in Rus dilberi Nadya’yla

karşılaşmasını anlattığı bölüm yer alıyor.]

Bugün yirmi bir yaşıma basalı tam üç ay oluyor. Yine ticarethanede çalışıyorum. Pazar

olduğu için piyasada faaliyet yok. Ben de arkadaşım Lami ile geziyorum. Kollarım sıkacak bir

vücut, dudaklarım emecek bir şey arıyor. Bütün gezme günlerimde dolaştığımız Beyoğlu’na

çıktım. Müdavimi olduğumuz temiz bir pastaneye girdik. Masalardan birini işgal ettik. Güzel,

bilseniz ne kadar güzel bir matmazel karşımıza çıktı. Matmazel masamızın beyaz mermerinin

iki tarafına dirseklerinin biraz aşağısına kadar sıvalı kollarını dayadı: Ne getireyim beyim?

dedi.

Doğrusu ben ne getirteceğimi şaşırmıştım. Arkadaşım da benim ağzımdan çıkacak

emre tabi olacağı için bir şey söylemiyordu. Bilmiyorum kaç dakika karşımızdaki o güzel

vücudu seyretmiştim. O güzel, kumral kibar bukleli saçlarının halelediği, derin manalı

nazarları, güzel bir burnu, iki tarafında tatlı iki çukuru bulunan kibar bir ağzı, ince dudakları

taşıyan bir çehre... Kalbimde, gençliğimin yirmi birinci senesinde bir mevki işgal etmeye

başlamıştı. Şunu açık kelime ile söyleyecek olursam, bu genç matmazeli, daha doğrusu bu

pastacı kızını sevmiştim. Evet seviyordum. İnce siyah önlüğünün kapadığı o vücudu

mürtesemat [izdüşüm] bahsine istinaden hayalimde canlandırdım. İşte bu tahayyül beni

büsbütün baştan çıkarmaya kâfi geldi. Etrafın tenhalığı da daha ziyade cesaret verdi: Ne kadar

güzelsiniz matmazel! dedim.

“Ne getirelim beyim?” sualinin cevabı bu mu olacaktı! O sözü söylemiştim. Fakat

yanaklarımda sıcak bir rüzgârın estiğini biraz kızardığımı kendim de hissettim.

— Ben mi güzelim efendim? dedi.

— Evet siz, siz çok güzelsiniz! dedim.

Arkadaşım bu kısa muhaveremizi kesti:

— Bize sütle gato getir! dedi.

O her adımında ruhuma daha ziyade yakınlaşan adımlarla uzaklaştı. İki dakika sonra

Lami’nin istedikleri gelmişti.

Ben burada kafamı dinlendirmek, biraz bir şey yemek için gelmiştim. Hâlbuki iştahım

kesilmiş, kafam büsbütün işliyordu. O; masamızın yanı sıra geçen tahta duvarın köşesine iki

elini arkasına bağlayarak dayandı. Lami sütünü içerken ben de onu temaşa ediyordum. Onu

perestişe layık, mâ-fevk-ül-beşer [insanüstü] buluyor, o vücudu, o yanakları, o saçları

okşamak, ince dudaklarını mütemadiyen emmek istiyordum.. Lami sütünü içip bitirdikten

sonra benimle teşrik-i mesai etti. O vücudu o da seyre daldı. Acaba o da sevecek miydi. Ben

paketten çıkardığım sigarayı dudaklarım arasına aldım: Lütfen kibrit!... dedim.

Derhâl önlüğünün cebinden bir kibrit çıkararak önüme geldi. Kibriti çaktı. Kibriti

sigarama yaklaştırırken kendi bana yanaşmış o ince önlüğün altındaki vücudunun bir kısmı

dizlerime değmişti. Kibritten çıkan alev, müspet, menfi vücutlarımızın temasından hâsıl

olmuş bir şerare gibi idi.

— İsminiz? dedim.

Bu Rus güzelinin ismi kafamda burkuldu, burkuldu, beni sersemleştirdi. Birkaç laf

konuştuk. Türkçe okuma yazma bilmiyormuş, Fransızcası mükemmelmiş. Sabahın saat

onundan akşamın onuna kadar burada çalışıyormuş.

***

Rus Kadınların İstanbul’dan Kovulması İsteniyor15

Birçok hanımların imzasıyla vilayete verilen bir istidada ahlâk-ı umumiyyeyi efsâd

eden Rus kadınlarının şehrimizden ihracı talep ediliyor.

Mütareke’den beri İstanbul’un başına musallat olan belâlardan biri de hiç şüphesiz

Rus muhacirlerinin akınıdır. Bolşevik orduları önünden firar eden soluğu İstanbul’da bulan on

binlerce Rus kitlesi, memleketin iktisadiyyat, sıhhat ve asayişi üzerine olduğu kadar da ahlâk-

ı umumiyyesine arız olmuş bir mikrop gibi bütün İstanbul’u zehirlemiştir. Dün polis

müdüriyetine tevdi edilen ve yüksek ailelere mensup bazı hanımların imzalarını muhtevi olan

bir istidanamede memleketin nezahet ve faziletini, gençliğin ahlâkını efsâd etmekten başka bir

iş görmeyen Rus kadınlarının İstanbul’dan teb’idi talep olunmaktadır. Pek şayan-ı dikkat olan

mezkûr istidayı aynen derç ediyoruz:

Hanımların İstidası

Birçok fedakârlıklar ve say-ı beşerin fevkinde cansiparâne ve hüdapesendâne [doğru

yolu gösteren] gayretler sayesinde istikbâli henüz taht-ı emniyete girmeye başlayan mukaddes

Türk vatanının âtisi Anadolu mücahidîn-i muhteremesinin kurmuş oldukları sağlam esaslar

üzerinde temin ve idameye memur olacak insâl-i ahire ve müstakbelenin [gelecek nesillerin]

bu kâr-ı mühimmede [mühim işte] muvaffak olamamalarından bihakkın endişnâk olan [endişe

duyan] zirde vazü’l-imza İstanbul’un Türk kadınları kemâl-i sûzişle [büyük bir acıyla] arza

cüretyâb olduğu bervech-i âtî hususât üzerine ehemmiyetle nazar-ı dikkat-ı devletleri

celbeder.

Mondros Mütarekesi’ni müteakip memleketimizi istila ile evlerimizi işgal,

erkeklerimizin bir kısmını tevkif, hapis hatta nefy ve tagrîb eden [gurbete gönderen] düşman

kuvvetleri, dâhilde tedarik ettikleri şürekâ ile birlikte İslam anasırına zulm ve teâdi

[düşmanlık] icrasıyla imân-ı milletimizi maddî ve manevî kuvvetlerimizi ezemediği hatta

bilakis bu mezâlim sayesinde kuva-i maddiyye ve maneviyyemizin büsbütün kesb-i rasânet

ettiğini [güçlendiğini] görerek nihayet Bolşevik akımı önünden kurtulup kaçan Rus enkaz-ı

istibdâdını bir âmil-i şer ve fesad olmak üzere İstanbul’un nezih muhitine ilhak ettiler.

Filhakika ırken kendilerine en yakın akvâmın bile kendi taraflarına kabulden ihtiraz

ettikleri [kaçındıkları] bu şimal döküntüleri topraklarımıza ayak attıkları meş’ûm [uğursuz]

günden beridir karılarının ve kızlarının câzibesi ve namus ve iffet hakkındaki tarz-ı

telakkilerinin başkalığı sayesinde kocalarımız ve evlatlarımızın kısm-ı azâmına hulûl ile [ele

geçirerek] cinayetlerin en azim ve en menfurunu irtikâbdan [gerçekleştirmekten] bir an hâli

[geri] kalmayarak memlekette Türkün elinde servet namına ne kalmış ise bel’ etmiş [yutmuş],

düşman hesabına casusluk yaparak yüzlerce, binlerce İslam hânmânını [evini, barkını]

söndürmüş, oğullarımızı zehirlemiş, kızlarımıza sui-misâl olmuş, hülasa asırlardan beri

Moskof ordularının yapmağa muvaffak olamadıkları tahribâtı şu bir iki sene zarfında

fazlasıyla yapmış ve hâlâ da yapmakta bulunmuştur. Bugün nesl-i hâzırı teşkil eden on sekiz

ila otuz yaşında gençler arasında mahzâ [tamamıyla] bu Rus kadınlarının tahribkâr tesiriyle

morfin, kokain, eter, kü’ul gibi öldürücü zehirlerin itiyâd-ı katline zebun [güçsüz, aciz]

olmayan yok gibidir. Her türlü inzibat ve sıhhî murakabeden azade olarak ticaret-i

mezmumelerine [beğenilmeyen ticarete]devam eden Rus bar, kafeşantan, lokantalarının adedi

yalnız Beyoğlu’nun Tünel’den Taksim’e kadar olan kısa bir mıntıkasında yirmi beşten

fazladır. Birer maktel-i ismet [masumiyeti öldürücü mekân] olan bu yerlerde her gece

yüzlerce genç Türkün sıhhat, servet ve namusu girdâb-ı felakete sürüklenmektedir. Kezâlik

her cemiyete sokulan bu muzır kadınları gören, umumî mahâfilde onlarla temas etmek

mecburiyetinde kalan bazı Türk kızları da bu mülevves [kirli, pis] kadınların memleketinden

yırtık bir pâlâspâre ile çıkıp bugün en ağır esvâblar en girân-bâhâ [değerli] mücevherlerle arz-

ı endâm ettiklerini gördükçe bu hâl nesl-i müstakbeli yetiştirecek olan yarınki anaların ahlâkı

üzerinde bir amil ü müessir olmaktadır.

Irkımızı en ciddi bir tehlikeye maruz bırakarak sizlerin itmam etmiş olduğunuz kâr-ı

azm-i istihlası [kurtuluş kazanımlarını] sonra dûçar-ı akamet edecek mahiyette olan bu mühim

meseleyi mübeccel hükümetimizin en büyük bir dikkat ve ehemmiyetle ve lâyık olduğu

müstaceliyyetle nazar-ı itibâra alarak frengiden, kü’ulden [içkiden] daha vahim ve muhrib

olan bu fisk [yoldan çıkma] ve fücûr [günahkârlık] amillerinin bir an evvel topraklarımızdan

def’i her neye mütevakkıf ise hemen icrasını mukaddes vatanımızın selâmeti namına istirham

eyleriz.

İmzalar:

Gazi Edhem Paşa halîlesi [zevcesi] Sabiha

Müşir Kâzım Paşa haremi Nebile

Hacı Bekirzade haremi Reşide Muhiddin

Kilarcıbaşı merhumun kerimesi Nazmiye

Merhum Nasır Paşa haremi Saide

İsmail Hakkı Bey haremi Nazire

Cevad Bey haremi Mabude

Fuad Paşa haremi Meliha

Kenan Paşa haremi Nuriye

Merhum İsmail Hakkı Bey haremi Nesime

Edib Bey haremi Belkıs

Refik Bey haremi Bedriye

Fikri Bey haremi Ayşe

Falih Rıfkı Bey haremi Şefika

Merhum Tevfik Paşa haremi Selma

Cemal Bey haremi Hâdiye

Eşref Bey haremi Vahide

Baha Bey haremi Mükerrem

Merhum Tosun Bey haremi Mürüvvet

Said Bey haremi Fatma

Hacı Hasan Efendi haremi Huriye

Celâl Bey haremi Şadiye

Ali Şir haremi Müzeyyen

Namık İsmail Bey haremi Mediha

Yusuf Bey haremi Nuriye

Said Bey haremi Fatma

Cemâl Bey haremi Vasfiye

Nazmi Bey haremi Saide

Miralay Tevfik Bey haremi Belkıs

Hacı İsmail Bey haremi Fatma

Merhum İbrahim Paşa haremi Fatma Feryal

Sadiye Saadet Giray

Polis müdüriyetinin İstanbul’da bulunmakta olan Rus muhacirlerinin hudud haricine

tard ve sevkleri hakkında Dâhiliye Vekâleti nezdinde teşebbüsatta bulunduğunu evvelce

yazmıştık. Dâhiliye Vekâleti’nden bu kerre vürud eden cevapta muahedenin tasdik ve hâl-i

tabiinin avdeti üzerine Rusların İstanbul’dan çekilmeleri tabii olduğundan şimdilik bu

teşebbüsün tehiri bildirilmiştir. Polis müdüriyetinin Rusların ihracı hakkında yeniden bazı

teşebbüslerde bulunacağı haber alınmıştır.

***

Rus Kadınları ve Hanımların İstidası16

Polis müdüriyeti hanımların bu müracaatını kemâl-i ehemmiyetle nazar-ı dikkate almış

ve Rusların teb’idi için Dâhiliye Vekâleti nezdinde teşebbüsatta bulunmak üzere makam-ı

vilayete müracaat eylemiştir.

***

İstanbul’da Rus Dilberleri17

Hanımlarımızın hükümete verdikleri bir istidayı gazeteler neşrettiler.

Kırk kadar hanımefendinin imzası üstünde, verilen bu istida Ruslardan şikâyet ve

onları tahkir ve tezlil ediyor, İstanbul’dan kovulmalarını istiyor. Türk gençlerine iftira atıyor.

Bu garip ve bedbaht istidanın esas noktaları işte:

1. Dünkü düşmanlarımız Mondros Mütarekesi’ni müteakib işgali, hapis, nefi ve her

nev’i zulüm ve teâdâyi [düşmanlığı] ve dâhildeki düşman unsurlarının iştirakini millî

imanımızı ezmek için kâfi görmemişler ve Bolşevikler önünden kaçan şimal döküntülerini, bir

şer ve fesat amili olmak üzere, kasten İstanbul’un nezih muhitine sokmuşlar.

2. Bunlar istibdat enkazı imiş.

3. Bu şimal döküntüleri kadınlarının, kızlarının cazibesi ve namus ve iffet

telakkilerinin başkalığı sayesinde:

Hanımlarımızın kocalarına ve çocuklarına hulûl etmişler; kızlarına fena misal

olmuşlar, on sekiz ile otuz yaş arasında hemen bütün genç erkekler Rus barlarına,

kafeşantanlarına, lokantalarına devam ederek morfin, kokain, eter, kü’ul müptelası olmuşlar;

bazı genç kızlar umumî mahâfilde onlarla temas etmek mecburiyetinde kalarak ve yırtık

pâlâspârelerle [eski püskü, yırtık pırtık giyecek] geldikleri hâlde ağır esvâblarla ve girân-bâhâ

[kıymetli] mücevherlerle endâm-ı arz ettiklerini görerek manen zehirlenmişler.

Türklerin elinde kalan son servetleri yutmuşlar. Halkı soymuşlar.

Düşman hesabına casusluk yaparak binlerce Müslüman hânmânı [evi, barkı]

söndürmüşler.

Hâsılı asırlardan beri Moskof ordularının yapamadığı tahribatı yapmışlardır.

4. Bu sebeplerden dolayı Türk ırkı tehlikeye maruz, başarılan büyük kurtuluş işi

akamete mahkûm imiş. Binaenaleyh bunları hemen kovmak lâzımmış.

İstidanın genç Türk erkeklerinin hepsine birden iftira eden kısmı, gençler yurdu olan

Türk Ocağı reisinin, meseleyi yakından tetkik etmiş hekimlerimizin, mütefekkirlerimizin

ağzından icap eden cevapları aldı. Ruslara ve bilhassa Rus kadınlarına taalluk eden kısmına

ise, belki de haklı bir korku ile! hiç kimse etraflı bir cevap vermedi. Bu hususta yegâne cüret

gösteren Akşam gazetesi hemen ertesi günü söylediklerinin bu kısmından caydı. Yalnız Nimet

Remide Hanımefendi Rus kadınlarının iyi veya kötü olabileceklerine işaret etmek

hakşinâslığında bulundular. Nezihe Muhiddin Hanımefendi ile Leylâ Hanımefendi de “birkaç

Rus kadını” diye takyid ederek kırk imzalı istidadaki teşmili zımnen muâheze ettiler

[eleştirdiler].

***

Rus Dilberi Matuçka!18

Şimdi İstanbul’un deniz mevsimi! Sıcaklar bastı. Bu yıl deniz hamamları da umuma

mahsus! Ayrı gayrı yok! Zaten İstanbul’un etrafı o kadar çok deniz ki herkes hamam mamam

dinlemeden istediği yerden denize dalıveriyor. Ta Florya’dan tutun da boğazın iki tarafından

Pendik sahillerine varıncaya kadar apaçık, yeter ki vaktin olsun, bu deniz mevsimi Avrupa’da

çok eğlentili geçer, az çok vakti hâli yerinde olanlar, deniz kenarlarına giderler. Bizde kimse

yerinden kımıldamaz. Biz nedense denize ısınamıyoruz.

Anadolu’nun iç tarafında daha denizi görmeyen sadece adını işiten, şeklini, rengini

rüyasında gören milyonlarca kardeşimiz var, ne ise orası lâzım değil. Deniz mevsiminde deniz

eğlenceleri ömür olur vesselam. Avrupa’da deniz vakti, kadın erkek cıvıl cıvıl kıyılara

dökülür, yıkanır, şakalaşır, yer, içer, güler, eğlenir, yaşar. Doğrusunu isterseniz insan melek

yüzlü, huri vücutlu kızların, kadınların öyle çırılçıplak denizkızı gibi suda, kum üstünde

salınıp yattıklarını görünce iştehası da açılır, yüreği de ferahlar. Mübarek mahluklar suda

başka güzeldir, kumda başka güzel!

Birkaç yıl evvel hani İstanbul’a bir haraşo dökümü olmuştu. Rusya’dan,

Bolşeviklerden kaçan binlerce Rus İstanbul’a gelince, ortalığı bir haraşo bolluğudur tuttu.

Öyle endamlı, dalyan gibi, ilik gibi, yumuşak kiraz dudaklı, süzük gözlü Rus dilberleri

aramızda salınmaya başlayınca, çoğumuzda şafak attı. Çürük yürekler derhâl abayı yaktı. Rus

dilberleri kendi paralarını yedikten sonra bir müddet de burada peydahladıkları baygın âşıkları

yiyip bitirdiler. Sonra da işi büsbütün başka çığıra döktüler. Böyle bir kişinin değil, birkaç yüz

kişinin birden parasını çekmek için birçok yerlerde “bar” denilen gece meyhaneleri açtılar.

Orada şampanya içenlere çıplak vücutlarla hizmet ettiler ve biraz keyif olanların son

meteliğine kadar sızdırdılar. Sonra da yaz geldi, denize döküldüler, bilhassa Florya’da güzel

soyunma ve soyulma yerleri açtılar ve kışın Beyoğlu’nda haraşoların tadını alan millet yazın

da Florya’ya döküldü. Fakat bu daha keyifli idi. Pisi balığı gibi yumuşak, etli, canlı, kızıl

saçlı, ışıl bakışlı Rus haraşolarının çırılçıplak kum üzerinde yatmaları çoklarını çıldırttı. Hele

o zamanlar “Matuçka” isminde bir Rus dilberi Florya’da kaç genci lokomotif gibi ardına bağlı

çekti. Bu Matuçka ile daha kıştan, Beyoğlu’ndan tanışırdım. Bu kıvrak çapkın, çok güzel Rus

kızına bir gün: “Yahu dedim, nedir bu milletin senin elinden çektiği? Seni gören ağa düşmüş

balık gibi gözlerinin önünden ayrılamıyor.”

İnci dişlerini gösteren ve bakanları yakıp kül eden o meşhur tebessümü ile cevap

verdi: “Ama fena mı, dedi. Bakın benim yüzüme, benim nerem çirkin?”

Doğru söze akan sular durur: “Ah canımın içi”, dedim. “Senin gözüne de yüzüne de,

sözüne de kâinat kurban olsun. Gel bakayım şöyle yanıma.”

1 Bu yazı, daha önce yayımlanmış şu makaleden geliştirildi: Zafer Toprak, “İstanbulluya

Rusya’nın Armağanları: Haraşolar”, İstanbul, sayı 1, 1992, s. 72-79. 2 Paul Herigaut, Rus Ateşi – İstanbul’un İşgali Zamanındaki Zulümler, Mütercimi: Ahmed

İhsan, İstanbul: Ahmed İhsan Matbaası, 1927. Kitabın alt başlığı şöyle: “İşgal zamanındaki

İngiliz polis teşkilatının İstanbul’da yaptığı zulümleri yakından gören Fransız muharriri Paul

Herigaut’nun yalnız isimleri değiştirilmiş olarak yazdığı hakiki roman”. 3 Paul Herigaut, Bir Haraşo – Acide russique: İstanbul’un İşgal Zamanında Bir Siyasi Facia,

Tercüme: Ahmed İhsan, İstanbul: Ahmet İhsan Matbaası, 1931.

4 İşgal İstanbul’u birçok yazarın ilgisini çekti ve bugüne değin üzerine geniş bir literatür

oluştu. Bunların belli başlıları: İstanbul 1920, ed. Clarence Richard Johnson, M.A., İstanbul:

Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995; Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, İstanbul:

İletişim Yayınları, 1993; Mehmet Temel, İşgal Yıllarında İstanbul’un Sosyal Durumu,

Ankara: Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri, 1998; Hülya Toker, Mütareke Döneminde İstanbul

Rumları, Ankara: Genelkurmay ATASE ve Denetleme Başkanlığı Yayınları, 2006; Mehmet

Törenek, Türk Romanında İşgal İstanbul’u, İstanbul: Kitabevi, 2002; Yalçın Ergül, Yakup

Kadri’nin Eserlerinde Mütareke İstanbulu, Ankara: Hava Harp Okulu Matbaası, 2003;

Mümin Yıldıztaş, Yaralı Payitaht İstanbul’un İşgali, İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2010;

Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu, Gazeteler, Gazeteciler ve Olaylar Etrafında Mütareke

Yıllarında İstanbul, haz. İsmail Dervişoğlu, İstanbul: Kitabevi, 2009; Tamer Erdoğan, Türk

Romanında Mütareke İstanbul’u, İstanbul: Kanat Kitap, 2005; Devrim Vardar, İstanbul’un

İşgali 1918-1923, İstanbul: Doğu Kitabevi, 2011; İ. Hakkı Sunata, İstanbul’da İşgal Yılları,

İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006; Kemal Koçer, Kurtuluş Savaşlarımızda

İstanbul (İşgal Senelerinde M.M. Grubunun Gizli Faaliyeti), İstanbul. Vakit Basımevi, 1946;

Hüsnü Himmetoğlu, Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul ve Yardımları, 2 cilt, İstanbul: Ülkü

Matbaası, 1975; Mahir Aydın, İstanbul Kurtulurken – İstanbul’un Kurtuluş Bayramı,

İstanbul: İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, 2011; Makbule Sarıkaya, İşgal İstanbul’unda Kimsesiz

Çocuklar ve Himaye-i Etfal Cemiyeti, Ankara: Araştırma Yayınları, 2014. 5 Mütareke yılları İstanbul’unda Beyaz Ruslarla ilgili olarak bkz. Oya Dağlar Macar ve Elçin

Macar, Beyaz Rus Ordusu Türkiye’de, İstanbul: Libra Kitap, 2010; Bülent Bakar, Esir Şehrin

Misafirleri Beyaz Ruslar, İstanbul: Tarihçi Kitabevi, 2012.

6 “İstanbul Hayatı: Plaj ve Kadın”, Uyanış, sene 37, cilt 66-2, sayı 41, 12 Eylül 1929, s. 677.

7 Malik Aksel, İstanbul’un Ortası, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1977, s. 71.

8 Nurullah Berk, Hüseyin Gezer, 50 Yıllık Türk Resim ve Heykeli, İstanbul: İş Bankası Kültür

Yayınları, 1973, s. 18. 9 Celâl Sâhir, “Bedbaht İstida”, Süs, 1. sene, sayı 12, 1 Eylül 1339, s. 3-5.

10

Ahmet Hamdi Başar, “Hatıralar: Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e – Osmanlı

İmparatorluğu’nun Çöküşü”, Barış Dünyası, sayı 53, Ekim 1966, s. 60. 24 Mart 1921 günü

gazeteler Tombala ile Mücadele Derneği’nin beyannamesini yayımlar.

11

“Dedikodu”, Türk Hayatı, sayı 7, Haziran 1341, s. 18.

12

Mustafa Remzi, Pastacı Kız, İstanbul: Suhulet Matbaası, 1341, s. 2.

13

Mazhar Osman, “Hilâli Ahzar [Yeşilay], İçki Aleyhdarı Gençler Birliği”, Sıhhat Almanakı,

İstanbul: Kadar Matbaası, 1933, s. 781.

14

Mustafa Remzi, Pastacı Kız, İstanbul: Suhulet Matbaası, 1341.

15

“Rus Kadınların Teb’idi İsteniyor”, Tanin, 21 Ağustos 1923, s. 3.

16

“Rus Kadınları ve Hanımların İstidası”, Tanin, 22 Ağustos 1923, s. 2.

17

Celâl Sâhir, “Bedbaht İstida”, Süs, 1. sene, sayı 12, l Eylül 1339, s. 3-5.

18

“Ah Matuçka!”, Karagöz, 25 Temmuz 1341 [1925] / Cumartesi / 4 Muharrem 1344, sayı

1811.