19
Milliyetçilik ve Vatanda ş l ı k Olgusunun Türk Anayasalar ı na Yans ı mas ı Tunca Özgişi Abstract The Reflection of the Case of Nationalism and Citizenship to Turkish Constitutions For the Turkish Republic that was emerged after a National Freedom war with its new regime in the world politics, nationalism and citizenship gained significance as outstanding subjects. One of the reasons of this development was the intention of the political elits that witnessed to the liberation movements and fights of the minorities of the Ottoman Empire to set up a defensive mechanism to legislative system and ideology of the new state. It could be noticed that this defensive mechanism is still active. Discussions on this issue continue on a wide range from nation-state perception to the process of EU. Moreover, special conditions of Turkey, Turkey’s location in a competetive geography and its multiethnic structure make nationalism and citizenship important topics. In this paper, “nation” perception from Ottoman era to present, nationalism and citizenship in Turkish constitutions are handled by analyzing the articles defining nation, nationalism and citizenship. Özet Dünya savaş ı n ı n ardı ndan yürütülen Milli Mücadele’nin kazan ı lmas ı yla yeni bir rejimle dünya siyaset sahnesine gelen Türkiye Cumhuriyeti'nde milliyetçilik ve vatandaş l ı k kavramlar ı en önemli konular ı n ba ş ı nda gelmektedir. Bunun ba ş l ı ca etkenlerinden biri, Osmanl ı 'da her özgürlük isteyen milletin ba ğ ı ms ı z olduğu bir dönemi yak ı ndan gören-bilen siyasi elitin, anayasal düzenlemelerle ş ekillendirilmi ş bir savunma mekanizmas ı n ı devletin hukuk sistemine ve ideolojisine yerle ş tirmek istemesidir. Bu anlayı ş ı n günümüzde de etkin bir durumda olduğu söylenebilir. Tart ı ş malar Türkiye’nin ulus-devlet olma sürecinden, Avrupa Birli ğ i’ne girme iste ğ ine kadar geni ş bir yelpazede sürdürülmektedir. Bunun yan ı s ı ra Türkiye'nin kendine özel durumu, uluslararas ı bir rekabet co ğrafyas ı nda yer alan konumu ve etnik yap ı s ı ndaki çe ş itlilik, milliyetçili ği ve vatanda ş l ı ğ ı önemli bir noktaya ta ş ı maktad ı r. Bu çal ı ş mada Osmanl ı 'dan günümüze kadar gelen “millet” dü ş üncesi ve ş ünsel alt yapı s ı , anayasalar ı mı zda milliyetçilik ve vatandaş l ı k kavramlar ı n ı n nas ı l konumland ı r ı ldı ğ ı , anayasalardaki “milliyetçilik” ve “vatandaş l ı k” ile ilgili maddeler irdelenerek aç ı klanmaya çal ı ş ı lmı ş t ı r. Millet v evlet kavramı , belirli bir insan toplulu ğ undan ba ğ ı ms ı z olarak dü ş ünülemez. Ba ş ka bir deyi ş le, devletin “insan ö ğesi” yani devlete ba ğl ı belirli bir insan toplulu ğ u, devletin vazgeçilmez kurucu ö ğ elerinden biridir. Devletin insan ö ğesinin (be ş eri unsurunun) belirtilmesi için çe ş itli deyimler kullanı ldı ğı görülmektedir: Ulus (millet), halk, e Vatandaş l ı k Kavramlar ı Üzerine D İstanbul Üniversitesi

Tunca Özgişi, “Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması”, Türkoloji Kültürü Dergisi C:II, No:4, 2009, s. 83-103

  • Upload
    yalova

  • View
    0

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk

Anayasalarına Yansıması Tunca Özgişi∗

Abstract

The Reflection of the Case of Nationalism and Citizenship to Turkish Constitutions For the Turkish Republic that was emerged after a National Freedom war with its new regime in the world politics, nationalism and citizenship gained significance as outstanding subjects. One of the reasons of this development was the intention of the political elits that witnessed to the liberation movements and fights of the minorities of the Ottoman Empire to set up a defensive mechanism to legislative system and ideology of the new state. It could be noticed that this defensive mechanism is still active. Discussions on this issue continue on a wide range from nation-state perception to the process of EU. Moreover, special conditions of Turkey, Turkey’s location in a competetive geography and its multiethnic structure make nationalism and citizenship important topics. In this paper, “nation” perception from Ottoman era to present, nationalism and citizenship in Turkish constitutions are handled by analyzing the articles defining nation, nationalism and citizenship.

Özet Dünya savaşının ardından yürütülen Milli Mücadele’nin kazanılmasıyla yeni bir rejimle dünya siyaset sahnesine gelen Türkiye Cumhuriyeti'nde milliyetçilik ve vatandaşlık kavramları en önemli konuların başında gelmektedir. Bunun başlıca etkenlerinden biri, Osmanlı'da her özgürlük isteyen milletin bağımsız olduğu bir dönemi yakından gören-bilen siyasi elitin, anayasal düzenlemelerle şekillendirilmiş bir savunma mekanizmasını devletin hukuk sistemine ve ideolojisine yerleştirmek istemesidir. Bu anlayışın günümüzde de etkin bir durumda olduğu söylenebilir. Tartışmalar Türkiye’nin ulus-devlet olma sürecinden, Avrupa Birliği’ne girme isteğine kadar geniş bir yelpazede sürdürülmektedir. Bunun yanı sıra Türkiye'nin kendine özel durumu, uluslararası bir rekabet coğrafyasında yer alan konumu ve etnik yapısındaki çeşitlilik, milliyetçiliği ve vatandaşlığı önemli bir noktaya taşımaktadır. Bu çalışmada Osmanlı'dan günümüze kadar gelen “millet” düşüncesi ve düşünsel alt yapısı, anayasalarımızda milliyetçilik ve vatandaşlık kavramlarının nasıl konumlandırıldığı, anayasalardaki “milliyetçilik” ve “vatandaşlık” ile ilgili maddeler irdelenerek açıklanmaya çalışılmıştır.

Millet v

evlet kavramı, belirli bir insan topluluğundan bağımsız olarak düşünülemez. Başka bir deyişle, devletin “insan öğesi” yani devlete bağlı belirli bir insan

topluluğu, devletin vazgeçilmez kurucu öğelerinden biridir. Devletin insan öğesinin (beşeri unsurunun) belirtilmesi için çeşitli deyimler kullanıldığı görülmektedir: Ulus (millet), halk,

e Vatandaşlık Kavramları Üzerine

D

                                                            ∗ İstanbul Üniversitesi

Türkoloji Kültürü / C: II - N: 4  84

ahali, tebaa, nüfus gibi. Ama hangi deyim kullanılırsa kullanılsın, devletin insan öğesinin, bireylerden (tek tek insanlardan) oluştuğu apaçık bir gerçektir.1

Osmanlıcada kullanılan millet kelimesi Arapça “milla” kelimesinden gelip “community-communitas” anlamında dini topluluğu karşılar. Etnik grup karşılığı ise Arapçada “kavm” olabilir.1 Millet kelimesinin asıl manası “bir söz” demektir, dolayısıyla da muayyen bir sözü ve vahiy kitabını kabul eden bir insan topluluğu demektir. Osmanlı Devleti’nde kendi iradeleri altındaki otonom haklara sahip bulunan teşkilatlanmış, tanınmış, dini-siyasi toplulukları anlatan teknik bir terim haline gelmiştir. burada asıl olan etnik farklılıklardan çok dinsel farklılıklardır.2 Türkçede milletin genelde karşılığı “ulus” kelimesidir. İngilizce “nationality” ve Fransızca “nationalité”, bir insanın vatandaş veya uyruğu olduğu ülkeyi ve devleti belirtir. Almanlar bu anlamda “Staatsangehörigkeıt”ı, ve hukuki değil de etnik anlamda “Nationalität” kullanırlar. Bu konuda Türkçe, iktibas edilen veya yeni uydurulan sözcüklerde, genellikle olduğu gibi Fransızcaya değil, Almancaya uyar. Resmî Türkçe formülerlerde genellikle iki hane vardır: Biri Almanca “Staatsangehörigkeıt” a uyan tabiiyet, diğeri millet’in soyut bir şekli olan milliyet. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşları Türk tâbiiyetlidirler; fakat milliyetleri Yunan, Ermeni, Yahudi veya çoğunluk için aynı anlamda, Müslüman ve Türk olabilir.3

Bir diğer kavram ise “vatan” kavramıdır. Vatan kişinin doğduğu ve ikamet ettiği yer anlamına gelir. Önceleri bir sadakat ve kimlik odağı olmayan vatan 19. yüzyılın sonlarına doğru “vatansever”, “vatanseverlik” gibi milliyetçi terminolojinin bir parçası olarak yaygın olarak kullanılmıştır. 4 Osmanlıda vatandaş kavramı yerine “reaya”, “tebaa” kullanılmıştır. Reaya biraz daha teknik bir kavram olmakla birlikte en geniş manasıyla padişahın emrinde olan herkesi kapsamaktadır. Fakat en yaygın kullanımı ayrıcalıklı grupların herhangi birine dahil olmayanları kapsamaktadır. “Tebaa” da hükümdarların emri altındaki herkesi tanımlamıştır. 19. yüzyılın içinde Avrupa’ya ayak uydurma çerçevesinde “milliyet” veya “vatandaşlık” (nationality-ctizenship) kavramlarının karşılığı haline gelmiştir.5

Türkler tarih boyunca dünyanın birçok yerinde çok sayıda devlet kurarak tarihte belirli bir yer tutmaktadırlar. Bu devletler kurulurken bünyelerinde farklı milletlerin da bulunması “Türk” kimliğinin oluşum sürecini yakından etkilemiştir. Bu etkileşimin en fazla etkisini gösterdiği dönem Osmanlı'nın gerileme ve yıkılış sürecine denk gelmektedir.

Millet kelimesi “Türk” kavramının ilk kullanımına 8. yüzyıla ait Orhun Anıtları'nda rastlanır. Bu tarihten itibaren Çin, Hint ve Pers kaynaklarında Orta Asya'daki çeşitli Türk boyları için kolektif bir isim olarak “Türk” adı kullanılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise bu sözcük kolektif anlamını yitirmiş ve yalnızca bir boy adı olarak görülmüştür. Daha çok yörükler, göçerler, köylüler, kaba ve cahil kesimleri belirtmek için kullanılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunda uygulanan “millet sistemi” her gayrimüslim azınlığa kendi kültürel kimliğini muhafaza hakkı vermiş ve bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu’nun tek bir toplum halinde bütünleşmesi önlenmiştir. Hristiyan milletler Müslüman tebaadan çok daha önce Batılı fikirlerin etkisinde kalmışlar ve nisbeten ekonomik durumları daha gelişmiş olduğundan milli bağımsızlıklarına kavuşmak için mücadeleye girişmişlerdir.6 Fransız İhtilali’nden sonra sistematik bir halde dünyaya yayılması ile çok milletli devletlerin, bünyesinde bulunan unsurların her biri, kendi millî devletlerini kurmak girişimlerine

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması

85

başlamışlardır. Bu girişimlerden en çok etkilenen Osmanlı Devleti ise topraklarını en geniş hâli ile koruma gayreti içinde ve Osmanlı milleti oluşturma düşüncesi ile Osmanlılık diye adlandırılan bir siyaset uygulamaya çalışmıştır. Ülkeyi oluşturan tüm unsurların Osmanlı hanedanı şemsiyesi altında bir arada tutulmasına çalışılmıştır. Yani asıl amaç “ittihad-ı İslam”dan önce “ ittihad-ı anasır”ı bir araya getirmektir.7

Tanzimat Dönemi: Tebaadan Vatandaşlığa Giden Yol Osmanlı ve Türk vatandaşlık çalışmaları bağlamında, vatandaşlık kavramı

genellikle tebaa kavramından yola çıkılarak 19. yüzyılın ortalarından itibaren oluşan devlet ve onun yasal ve siyasi içeriği kapsamında anlatılır. Tebaadan vatandaşlığa geçiş II. Meşrutiyet döneminin en önemli unsurlarından biri olarak kabul edilmesine karşın, 1839 tarihli Tanzimat fermanı tebaadan vatandaşlığa geçişin ilk başladığı tarih olarak kabul edilir. Osmanlılık ilk kez bu dönemde belirtildi. Tanzimat fermanının başında tebaadan “vatandaş” terimiyle söz edilmektedir.8 Tanzimat’ın gayesinin yalnızca dine ve devlet değil, “mülk ve milleti ihya” olduğundan söz edilmiştir. (Burada millet kavramı imparatorluk tebaasının toplamı anlamında kullanılmaktadır. Millet-ulus öncelikle dil ve ırk aidiyetine dayanan bir olgudur. Osmanlı’daki millet ise din ve mezhep aidiyetine dayanır.9) Osmanlı uyruğu olarak tanımlanan kavram Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan hem müslim hem de gayrimüslim olan kişilerin can, mal, ırz ve konut haklarını yasal olarak güvence altına almıştır.10 Bu şekilde, imparatorluk tebaası devlete ısınacak, bağlanacak, isyan yoluna sapmayacak, iktisadi hayat canlanarak halk zenginleşecek, devletin gelir ve kudret kaynakları artacaktır. Kısacası bir Osmanlı kimliği oluşturma gayreti içindeki Tanzimat’tan gaye devletin kuvvetlenmesi, memleketin kalkınması ve uzun süredir yapılan savaşlar ve çıkarılan isyanlarla bozulan huzurun tekrar yerleşmesidir.11 Bu başarılırsa bunun mantıki neticesi imparatorluğun doğuşundan beri süregelen “millet sistemi” sona erecekti.12

Bu çerçevede gayrimüslim azınlığın gönlü hoş tutulmaya çalışılmış ve devlet, azınlıkları kışkırtma ve onları yoldan çıkarma noktasında en büyük iki rakibi olan Rusya ve diğer Avrupa devletleriyle rekabete girmiş ve azınlıklara ciddi haklar tanımıştır. Ancak yine de ülkedeki hristiyan unsurların dışarıdan da destek alarak gerçekleştirdikleri bağımsızlık savaşları sonucu birer birer kendi devletlerini kurarak Osmanlı Devleti'nden ayrılmaları, artık Osmanlılık politikasını sürdürmenin imkansız olduğunu göstermiştir. Osmanlı’nın “millet sistemi”nin Hristiyan din adamlarına dindaşları üzerinde sağladığı güç nedeniyle ulusal ayaklanmalara şiddetle karşı çıkan din adamları, Tanzimat’ın getirdiği millet sistemini demokratikleştirici reform çabaları sonucu otoritelerini yitirmeye başlayınca ayaklanmaları desteklemiş, toplulukları ayaklanmaya teşvik etmişlerdir.13

Çünkü milliyet düşüncesinin diğer düşüncelerin önüne geçtiği bir ortamda, birbirleri ile hiçbir bağlantısı olmayan unsurları hanedan gibi hiçbir birleştirici özelliği olmayan sembollerle bir arada tutmanın mümkünü yoktu. Devlet gittikçe ulusal bir temelden yoksunlaşıyor, bütünlü bir halkın devleti olmaktan çıkıyordu. Geleneksel temelleri kaldırılınca, bu devlet yasal açıdan temelsiz, ulusal anlamda köksüz bir egemenlik durumuna gelmekteydi. Tanzimat devleti, Batı siyasasının ve ekonomisinin koşulları altında ancak boşluğu doldurmak üzere büyük Avrupa devletlerinin desteğiyle ayakta duran, hatta bir bakıma onların siyasal ve

Türkoloji Kültürü / C: II - N: 4  86

ekonomik çıkarlarının dengelenmesini ve kontrol altında tutulmasını sağlayan bir bekçi durumuna geliyordu.14

1856 Islahat fermanı ise Osmanlı millet sisteminde en önemli ayrımların yaşandığı bir dönemin başlangıcı olmuştur. Gayrimüslim tebaaya anayasal gelişme açısından üç reform vaat edilmektedir. Birincisi vilayet ve belediye meclislerinde yer alma, ikincisi Ahkam-ı Adliyeye gayrimüslimlerin üye olması, üçüncüsü millet örgütlenişlerinin yeniden düzenlenerek bunların meclislerine ruhanilerden başka halktan (laik) temsilcilerin katılmasıdır. Bütün bunlar gayrimüslim milletlerin anayasal gelişmelerinin (1863 Ermeni Milleti Nizamnamesi, 1867 Bulgaristan Anayasa Taslağı gibi) başlangıcı ve milli bağımsızlıklarının manifesti olmuştur.15

Osmanlı’da Tanzimat'la birlikte Türkiye'nin ana unsuru olan Türkler tarafından da kimlik kavramı fark edilmeye başlanmıştır. Gayrimüslimlerin askerlikten muaf tutulması, ticari etkinlikler sayesinde üstdüzey bir yaşam sürmeleri, devleti kurtarma çabalarına katılmamaları, milliyetçilik temayülleriyle Avrupa ülkelerinden aldıkları destekle ülke içinde sorun çıkartmaya başlamaları, en kötüsü kutsal topraklar adıyla Arap feodallerine yüzyıllardan beri yapılan yatırımların karşılığında Arap uluslarının Osmanlı'ya karşı İngiliz ve Fransız sömürgecileriyle oluşturmaya başladıkları yakın temas, Türk aydını kadar Türk toplumunu da üzmüştür.16 Bu durum milliyetçiliğin pekişmesinde önemli bir etken olacaktır. Bugün bile canlılığından hiçbir şey kaybetmeyen önemli kavramlar olan milliyet duygusu, vatan sevgisi, hürriyet aşkı, halkın yönetime artan nisbetlerde katkısını sağlayan rejimlere ait deyimler (meşrutiyet, cumhuriyet) bu dönemin birer ürünüdür.17

Tanzimat’taki başarısızlığı gören Osmanlı aydını özellikle Tanzimat sürecinde Avrupa’dan aldıkları bilgi ve deneyimi devlet mekanizmasında uygulamak için gayretlerde bulunmuş, bunun meyvesi olarak da meşruti idareye geçiş dönemini yaşamışlardır. Kritik soru devletin içinde bulunduğu zor durumdan nasıl kurtarılacağıdır. Yeni Osmanlılar bu noktada ön plana çıkan ilk örgütlenmedir.

Yeni Osmanlıların önde gelen isimlerinden Şinasi Batı’daki “sociéte-toplum” kelimesini içine alan “heyet-i ictimaiye”, “heyet-i mecmua” gibi tabirleri kullanarak, “tebaa” olarak kavramsallaşan geleneksel Osmanlı imgesi yerine fertlerin tebaa olmanın dışında bir kolektif yapı gösterdiklerini vurgulamıştır. Bu şekilde yönetilenler için kullanılan tabirlerine başka bir bakış açısıyla yaklaşmıştır.18 Bununla birlikte Yeni Osmanlılar vatan, hürriyet, millet kavramları ile örgülenmiş yazılar yazmışlardır. Ancak Yeni Osmanlılar enerjilerini imparatorluğun güçlenmesine çevirip, bunun kurumların değiştirilmesiyle olacağını umarken, zamanla “kimlik” konusunun bu yolda karşılaşacakları en önemli problem olduğunu, Ermeni, Arap, Arnavut kavramlarının ayrı bir problem alanı oluşturduğunu görmüşlerdir.19

Devlet bu problemi fark ederek önlemini alma yoluna gitmiştir. 1869 tarihli Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi bu önlemlerden biridir. Bu kanunname, dini ilkelerinden bağımsız olarak ilk defa Osmanlı uyrukluğunun esaslarını tanımlamış ve müslim ile gayrimüslim arasında ayrım yapmayan evrensel eşitliğe dayanan yeni bir Osmanlı kimliğini oluşturmaya çalışmıştır. Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi’nin yapılmasında, Osmanlı devletinin uyrukluk sorunlarıyla ilgili olarak, devletlerarası düzeyde karşılaştığı zorlukların başlıca rolü oynadığı söylenebilir. Kapitülasyonların yabancılara imtiyazlar vermiş olması

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması

87

gayrimüslim tebaadan bir kısmını imtiyazlara nail olmak ve bu sebepten yabancı olmak hevesine düşürmüş, ülkede bulunan bazı konsoloslar da bu arzu ve hevesi şiddetlendirmişlerdi. Şöyle ki, bir taraftan himaye usulünü genişletmeye diğer taraftan da gayrimüslim reayayı Osmanlı tabiiyetinden çıkmaya teşvik etmişlerdir. Nihayet Osmanlı hükümeti, 1869 yılı başlarında Avrupa Kanunlarına benzer bir tabiiyet kanunu düzenleyerek devletin vücudunu sarsacak kadar tehlikeli bir hal almış olan tabiiyet suistimallerinin önüne geçmeye çalışmıştır.20

Bu kanunname o zamanki Avrupa devletlerinin uyrukluk yasalarından ve özellikle 1851 yılında çıkarılmış Fransız kanunundan esinlenerek hazırlanmıştır. Tabiyet-i Osmaniye Kanunnamesi, müslüman olup olmamanın uyrukluk bakımından önem taşımasına son veriyor ve İslam dünyasının “Uyrukluk Hukuku” alanında bir dönüm noktası olarak ortaya çıkmıştır. Bu kanun, telsik (madde 3 ve 4) müsaade ile uyrukluktan çıkma (madde 5), iskat (madde 6) ve evlenmenin kadının uyrukluğuna etkisi (madde 7) gibi, çağdaş bir uyrukluk yasasında yer alması gereken ana sorunlara çözümler getiren, yayınlandığı zamana göre ileri görüşlü ve oldukça liberal bir kanundur. Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi, Osmanlı uyrukluğunun kazanılması bakımından kural olarak soydanlık (kan bağı) ilkesini (jus sanguinis) benimsenmiştir. Ana babası veya yalnız babası Osmanlı uyruğu olan çocuklar, Osmanlı uyruğu sayılmıştır. (madde 1). Bu kanunda toprak ilkesine (jus soli) de istisnai olarak yer vermiştir. Osmanlı ülkesinde doğanlar erginliğe (sinn-i rüşte) ulaşmalarından başlayarak üç yıl içinde Osmanlı uyrukluğu elde etme yolunda istemde bulunabileceklerdi (madde 2). Kanunun ilginç bir özelliği de, Osmanlı ülkesinde “ikamet eden” herkesi Osmanlı uyruğu saymasıdır. Yabancı uyrukluk ileri sürülmesini engellemek amacıyla konulduğu anlaşılan bu hükme göre, yabancı uyrukluğu ileri sürenlerin, bunu kanıtlamaları gerekmektedir. (madde 9).

Bu vatandaşlık kanunnamenin en önemli vurgusu, Tanzimat dönemiyle başlayan dine göre yapılan ayrımdan vazgeçip, toprak temelli yaklaşımla bireyi tanımlamasıdır. Bu şekliyle cumhuriyet döneminde uygulanacak vatandaşlık politikasının öncülü olmuştur.

Meşrutiyet Dönemi Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi 1876 tarihli Kanun-i Esasi'nin içinde yer alan

“Teba-i Devlet-i Osmaniye'nin Hukuki Umumiyesi” başlığı altında yeniden düzenlenmiş ve Osmanlı uyruklu olmanın kapsamlı bir yasal tanımı haline gelmiştir. 1876 Kanun-ı Esasisi, ilk yedi maddeden oluşan genel hükümlerin hemen ardından, 8-26. maddelerini Osmanlı Devleti uyruklarının genel haklarına ayırmıştır. Bu maddelerde yer alan haklar, hem haklar listesinin hem de güvencelerin eksikliğine karşın, o dönem için önemli ve Tanzimat düzenlemelerini aşan bir liste oluşturmaktadır.

Bu maddeler içinde vatandaşlıkla alakalı maddeler şu şekilde sıralanabilir. Madde 8 : “Devleti Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine her

hangi din ve mezhepten olur ise olsun bilâ istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izae edilir.” İlk Osmanlı Anayasasında yer alan bu hüküm, din ve mezhep farkı gözetilmemesi ve uyrukluğun kazanılması veya yitirilmesinde keyfi uygulamalara son verilip, bu işlemleri yasaya bağlama isteğini göstermesi bakımından ilginçtir. 21

Madde 9 : “Osmanlıların kâffesi hürriyeti şahsiyelerine malik ve aherin hukuku

Türkoloji Kültürü / C: II - N: 4  88

hürriyetine tecavüz etmemekle mükelleftir.” Madde 10: “Hürriyeti şahsiye her türlü taarruzdan masundur. Hiç kimse kanunun

tayin ettiği sebeb ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz.” Bu maddeler içerik olarak cumhuriyet anayasal vatandaşlık maddelerine benzer. Bu

ise devlet politikasında genel olarak ayrım yapılmaksızın bu topraklar üzerinde yaşayan herkesi devletin birer muhatabı kabul etme onlara sahip çıkma-kucak açma girişimi olarak değerlendirilebilir. Kanun-i Esasi’nin hazırlayıcısı Mithat Paşa’nın maksadı Alman Birliği modeline uygun federal devlete zemin hazırlayabilecek bir anayasal düzen kurmaktı. Bu temel fikre göre taşradaki müslüman ve hristiyan halk tarafından oluşturulacak federal meclis vasıtasıyla düzen sağlanacaktı. Bu dönemin etkin düşünürlerinden Namık Kemal ise federal bir sistemin Osmanlı birliğini parçalayacağı düşüncesindedir. Ona göre Osmanlı soyunun üst egemenliği altında müslüman (Türk, Arap, Arnavut, Kürt) halklar ve hristiyan halklar Osmanlı vatanseverliği ve tebaalığı altında birleşmeliydi.22

Bu tartışmalar derinden derine sürerken, Tabiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi’nin uygulanmaya konulduğu yıllarda siyasi ve sosyal şartlar ciddi oranda değişime uğramıştır. Mülkiyet düzeninin farklılaşması, çeşitli etnik gruplardan oluşan milyonlarca müslümanın Osmanlı Devleti’ne göç etmesi, gittikçe yaygınlaşan modern eğitim kurumlarının toplumun diğer katmanlarını etkilemesi, yeni bir orta sınıfın ortaya çıkışı, modern okullardan mezun olan seçkinlerin eski elitlerin yerine geçmek için yeni eylemlere başvurması gibi olgular toplumsal yapıyı sarsan gelişmeler olmuştur. Topraklarını en geniş şekli ile koruma amacındaki devlet yöneticileri, devletin bekasının ancak Müslüman unsurları bir arada tutmakla olacağını düşünmüşler ve adına İslamcılık dediğimiz politikaya ağırlık vermişlerdir. Bu politika devleti eski prestijli günlerine kavuşturmak ve Batılı ülkelere “ben de varım” diyebilmek adına önemlidir. Bu politika çerçevesinde milli-dini kimliği ön plana çıkarılan ritüellere ve ayrıntılara önem verilmiş ve bunların tatbik edileceği muhayyel bir cemaat olduğu izlenimi verilmeye çalışılmıştır.23 Bu muhayyel cemaati bir araya getiren ortak kimlik müslümanlıktır.

İslamcılık Hareketi her ne kadar kaynaklara dönüşe önem verse de genel hatlarıyla içten içe yenilenmeye uzak kaldığı hatta ilke olarak bunu benimsemediği söylenebilir. Fakat bir kurtuluş, kalkınma, hâkimiyet peşinde oldukları için geriye bakmaktan çok ileriyi düşünmek, mevcut problemlere acil çözüm bulmak için bu değişim onlara daha cazip gelmiştir. Evrim düşüncesinin bir ürünü olan ilerleme fikrine uyum sağlamaları onları gelenekten ayrı düşürmüştür.24 II. Abdülhamit’in damgasını vurduğu bu dönem, geleneklere bağlı kalınarak yürütülen modernist bir politikayla yakın tarihimizde yerini almıştır.

Bu süreç, öncüllerinden çok daha aktif bir düşünür kitlesine zemin hazırlayacaktır. Batılı tarzda düşünce ile yoğrulmuş bir kısım aydın ve yönetici, kaosların çözümü olarak Batı’nın hakim uygarlığı olgusu karşısında Batılılaşmayı önermişlerdir. Örneğin bu toplumsal çözülme döneminde bir ideolog ve sosyolog olan Ziya Gökalp, çağdaşlaşma çerçevesinde bir dizi siyasal ve toplumsal öneriler geliştirerek, Batı uygarlığına katılmamızı savunmuştur.25

II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte Osmanlı’nın siyasal yapısı çok daha farklı bir hal almıştır. Özellikle II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle birlikte, 1908-1918 Jön Türkler Dönemi’nde İttihat ve Terakki Partisinin etkisini yoğun bir şekilde hissedilmiştir. Bu yıllarda yaşanan parti ve parlamento tartışmalarının merkezinde ise imparatorluk için merkezi mi

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması

89

yoksa federal bir yapının mı uygun olacağı tartışması vardır. Parti merkez yapıyı desteklerken liberaller ise federal yapıyı öne çıkarmaktadırlar. Esas sorun ise başkadır. Gerçekte ortadaki problem, politik varlığın esası ve vatandaş-tebaasının kimliği üzerinedir. Dil ve din farkı gözetmeden Osmanlı tebaasının eşitliğini ve ortak bir hükümete bağlılığı öne çıkaran Osmanlıcılık, hızlı Batılılaşmaya muhalif ve Panislamizmi benimseyen İslam, bütünleştirici nokta olarak Türk milliyetçiliğini vurgulayan, Türk dili ve kültürünü öne çıkaran Panturanizm olmak üzere üç yaklaşım ortaya çıkmıştır. Panturanizm’in kültürü öne alan doğası, Osmanlı Türkleri arasında Türklük hissinin baskın gelmesine, Panturanizm’den çok Türkçülüğün öne çıkmasına neden olmuştur. Türkçülüğün ana savunucularından ve sembollerinden Ziya Gökalp, İslam’ın yenilenmesi ve Batı’dan alınan fikirlerin Türk kültürüyle kaynaştırılmasının gereği üzerinde durmuş, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak sloganını kullanmıştır.26

Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerini çürüten Gökalp, Durkheim’cı yaklaşımlarıyla millet kavramını ortaya atmış, ulusal kimliği bozmadan teknik üstünlüklerden yararlanmayı öne çıkarırken, imparatorluktan cumhuriyete geçişin ideolojik alanını hazırlamıştır.

İttihat ve Terakki dönemine kadar kültürel bir görünüm arzeden Türk milliyetçiliği siyasi bir hal almıştır. 1912’de Türk Ocakları kurulmuş ve milliyetçi ideolojinin pekişmesi için bir çok önemli adım atılmıştır. Bu politikalar daha geniş bir Türk birliğini hedefleyen “Turancılık”tan ayıklanmıştır. Siyasi, sosyal, kültürel alanlarda atılan millileştirici adımlar, gelecekteki Türkiye Cumhuriyeti önderleri için mükemmel bir denemedir ve bu hareket siyasal okul vazifesi görerek yeni fikir ve meselelerin denektaşına vurulduğu alan olmuştur.27

Çok Uluslu Devletten Ulus-Devlete Geçiş: Temel Dinamik Milliyetçilik

19. yüzyılın bir sonraki döneme bıraktığı en önemli siyasi miraslardan birisi hiç şüphesiz ulus-devlet anlayışıdır. Türkiye de bu açıdan egemenliğin halkta olduğu, Türk kimliğinin ön plana çıktığı ve anayasal düzenin hakim olduğu çağdaş bir yönetim anlayışıyla yönetilme yolunda önemli adımlar atacaktır. Bu yaklaşıma zemin hazırlayan etkenlerin başında 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan siyasi deneyimler yatmaktadır.

I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında Türk toplumuna karşı girişilen saldırılar Türklerin millet kimliğini pratik anlamda üst düzeyde pekiştirmiştir. Türkiye yeni yaşam hedefini Millî Mücadele'yle bu ulusalcı kimlik üzerine inşa etmiştir. Yani, Türkiye'nin ulusalcı bir söylemle ortaya çıkması Türkiye'yi hedef alan güçlerin siyasî oyunlarından ve emellerinden ileri gelmekteydi. Selçuklu ve Osmanlı devlet ve medeniyetlerinin kurucusu ve yönetici unsuru olan Türk unsuru çağdaş anlamda bir “millet” olma fikir ve bilincine kavuşturulmamıştı. Bu bilincin geliştirilmemiş olması yüzünden, zamanla Türk unsuru adeta kendi devletinin sınırları içerisinde azınlık durumuna düşürülmüştür. Atatürk'ten önce “vatan” üzerine çok yazı yazılmış, fakat Türk unsurunun millî menfaatini üstün tutan, gerçek bir “anavatan” anlayışı bir türlü gelişmemişti.28

Millî mücadele dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yılları, milliyetçilik inancının somut bir vatan anlayışı ile bütünleştiği dönemdir. Millet kavramıyla “sınırları belli bir vatan” kavramı arasında ilişki kurulması önemli ve zorunlu bir yeniliktir. Türk Milliyetçiliği vatan kavramıyla birleşince açıklık ve güç kazanmıştır. İkinci önemli adım,

Türkoloji Kültürü / C: II - N: 4  90

egemenliğin bir şahsa, bir hükümdara değil, millete ait olduğu gerçeğinin açıkça ilân edilmesidir. Osmanlı hanedanına bağlılık çerçevesinde başat kimlik Türk, Kürt, Ermeni ya da Arap olmak değil, Müslüman, Musevi ya da Hıristiyan olmaktır. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması üzerine, yeni kurulan devlet, ayırt edici üç özelliği nedeniyle yeni bir siyasal kimliğin oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır.

Birinci özellik; yeni devletin, dini toplumun temeli olmaktan çıkarıp yalnızca toplumda dayanışma sağlayan bir etken olarak kabul etmesiydi. Bu nedenle, eski dinsel kimliğin yerine yeni bir kimlik oluşturma ve bu kimliği adlandırma sorunu ile karşılaşıldı. İkinci özellik yeni devletin artık bir imparatorluk olmaması yani çok uluslu ve çok dinli heterojen yapısını büyük ölçüde yitirmesiydi. Üçüncü özellik, yeni devletin hanedanlık sistemini reddederek milli egemenlik ilkesini benimsemiş olmasıydı. Bu üç özellik, Osmanlı kimliğinden farklı yeni bir siyasal kimliğin oluşturulmasını gerekli kılıyordu. Yeni kimlik oluşturma çabaları değişik arayışlara önerilere yol açtıysa da, oluşturulacak kimliğin niteliği belliydi. Dinsel referansları bulunmayan, ülke içinde yaşayan herkesi kapsayan milli bir kimlik olacaktı.29

Türkiye, Balkan Savaşları’yla başlayan 10 yıllık zorlu bir süreci geride bırakıp bağımsız bir devlet olmuş ve bundan sonra dünya siyaset sahnesindeki yerini belirlemek için önemli adımlar atma gereksinimi duymuştur. Bunu için yapılması gereken devleti siyasi ve ekonomik açıdan derlemek toparlamaktır. Bunun için en ideal yaklaşımlardan birisi de devletin, milliyetçilik ideolojisinin kendisine sağlayacağı avantajları kullanması ve ulusal bağımsızlığın kazanılmasının ardından ulusal kimliği pekiştirmesidir.

Devlet, faaliyetlerini ulusal kimlik ve ulusal bağımsızlık söylemleriyle meşrulaştırır. Meşruluğu sağlaması nedeniyle milliyetçilik, -milliyetçilik unsurlarının varolduğu varsayımı göz önüne alınmasa bile- devlet tanımıyla içiçedir. Bu tanım, daha ziyade karmaşık ulus-devletler sistemi içinde, sınırları belirli, iyi tanımlanmış teritoryal ve bağımsız bir idari kuruma ait olma duygusuyla ilişkilidir. Bu anlamda devlet, kapitalist ekonomik gelişme ile ulus-devlet arasındaki ilişkiyi şekillendirmek için milliyetçiliğe üç işlev atfeder: İlk olarak, devlet ve sivil toplum arasında yer alan siyasal egemenlik ilişkisi altında vatandaşlık kavramını oluşturmaya dönük kurumsal ilişkiyi güçlendirir. İkincisi, kültürel ve ekonomik olarak farklı bölgelerin içsel birliğini, daha homojen bir devlet yapısına yol açacak şekilde desteklemekte kullanılır. Üçüncüsü, bir devleti diğerinden, o devletin politik ve coğrafî sınırlarını belirleyerek ayırır. Bu yüzden, ulus-devlet vatandaşlık hakları ve halk egemenliği adına bütün milletin tek bir devlete aidiyetini belirleyen ortak bir bağlılık duygusu meydana getirir. Bu yüzden, vatandaşlık kavramı insanlar ve siyasal kurumlar arasındaki karşılıklı hakları ve görevleri içerir ve bağlılık milliyetçilikle desteklenir. Bu durum, insanların, ken-dilerini ait hissettikleri milletin siyasal otoritesine bağlı olmasını göreli olarak kolaylaştırırken, devlet için ise, kontrolü sağlar.30

Milliyetçilik ile ilgili genel olarak ortaya konulan iki tarz vardır. Bunlardan biri batı milliyetçiliğinin en klasik örneği Fransız milliyetçiliğidir. En temel özellikleri kozmopolitlik, evrensellik ve Aydınlanma felsefesinin temeline oturmuş medeniyetçiliktir. 1789 ihtilaliyle birlikte Fransız ulus-devleti ile birlikte gündeme gelmiştir. Diğeri ise Alman milliyetçiliğidir. Alman ulus-devletinin oluşmasından yaklaşık yarım yüzyıl önce ortaya çıkmış ve bu da

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması

91

Alman milliyetçiliğinin içinde etnik, kültürel öğelerin daha öncelikli olması sonucunu doğurmuştur. Alman milliyetçiliği itici gücünü Aydınlanma felsefesinden değil, bu felsefenin bir eleştirisi olma özelliğini taşıyan Romantizm’den alır. Fransız milliyetçiliği ne kadar medeniyetçi ise Alman milliyetçiliği de o kadar kültürcü bir gelişme sergilemiştir. Medeniyet ve kültür ikileminden yola çıkarak değerlendirildiğinde Türk milliyetçiliğinin en temel özelliği-çelişkisi Fransız ve Alman milliyetçilik örneklerinden açımlanan özelliklerin ikisini de barındırmasıdır. Yani hem medeniyetçidir hem de kültürcüdür.31

Türkiye’ye “kültür” kelimesini ilk kez Ziya Gökalp “hars” diye çevirerek sokmuştur. Ziya Gökalp kültür ile uygarlık (medeniyet) arasında benzerlikleri ve ayrılıkları belirtirken özetle şöyle diyor: “Kültür ile uygarlık arasında hem ortak noktalar, hem de ayrılıklar vardır. Ortak nokta, ikisinin de tüm sosyal yaşamları kapsamasıdır. Sosyal yaşamlar şunlardır: Dinsel yaşam, ahlaksal yaşam, hukuksal yaşam, ekonomik yaşam, estetik yaşam bilimsel yaşam ve dil. Bunlara kültür dendiği gibi, uygarlık da denir. Ayrılıklara gelince; önce, kültür ulusaldır; uygarlık ise uluslar arası niteliktedir. Kültür, yalnız bir ulusun yukarıda saydığımız yaşamlarının uyumlu bir toplamıdır. Oysa uygarlık, birçok ulusun sosyal yaşamlarının ortak toplamıdır.32

Atatürk ise, kültür (hars) ve medeniyet (uygarlık)’ın aynı şeyler olduğunu söylüyor ve bunu Emre Kongar’ın aktarımıyla şöyle ifade etmektedir: “Medeniyetin ne olduğunu başka başka tarif edenler vardır. Bence medeniyeti harstan ayırmak güçtür ve lüzumsuzdur. Bu nokta-i nazarımı izah için hars ne demektir tarif edeceğim: “Bir insan cemiyetinin hayatında; fikir hayatında yani ilimde, içtimaiyatta ve güzel sanatlarda; iktisadi hayatta yani ziraatte, sanatta, ticarette, kara, deniz ve hava münakalatçılığında yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.”33

Bütün bu tanımlamalar etrafında Türk milliyetçiliğinin kendine özgü –karmaşık- yapısı daha net anlaşılır. Bir kimlik oluşturma süreci ve Türk vatandaşlığının fiziksel sınırları, milli mücadele boyunca yapılan uluslararası ikili ve çok taraflı anlaşmalarla belirlenmiş, yeni vatandaşlığın milli niteliğine dair düşünceler bu süreçte belirginleşmiş, sonuçta yeni Türk vatandaşlığı Batı tipi teritoryal vatandaşlık anlayışına oldukça yakın bir tanımlama ile çizilmiştir. Lozan Antlaşması ile kesinleşen bu sınırlar 1920'lerin ortalarından itibaren yoğunlaşan ulus inşa sürecinin belirleyici ve tanımlayıcı öğeleri olmuştur. Bu sınırlar savaş boyunca yürütülen bir seri uzlaşmanın ürünü olmalarına rağmen, kısa süre içinde yeni devletin “olmazsa olmaz” önceliklerinden biri haline gelmiştir. Bu bakımdan Türk ulusal vatandaşlık kimliğinin güçlü bir topraksal boyutu vardır.34

Atatürk bu çerçevede milli birlik ve beraberliğe önem vermiş, kurduğu ülkenin siyasi, sosyo-ekonomik sınırlarını ve hedeflerini belirlemiş ve vatandaşının devletini seven bir pozisyonda olmasına gayret göstermiştir. Bu sebeple Mustafa Kemal Atatürk cumhuriyeti Türklere hitaben oluşturmuştur. Millî Mücadele ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti'nin milletler topluluğu görünümünden sıyrılmış ve Türklerden oluşan bir millî devlet hüviyetine kavuşmuştur. Yapılan nüfus mübadelesi ile bu yapı daha da pekiştirilmiştir. Böyle bir ülke kuran Atatürk “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır”35 sözleri ile bu özelliği dile getirmiştir. Atatürk, Türk milletini oluşturan tarihî gerçekleri “siyasî varlıkta birlik”, “dil

Türkoloji Kültürü / C: II - N: 4  92

birliği”, “yurt birliği”, “ırk ve menşe birliği”, “tarihî yakınlık” ve “ahlâkî yakınlık” olarak sıraladıktan sonra Türk milletinin oluşumunda yer alan bu şartların diğer milletlerin çoğunda olmadığını belirtmiştir.36 Bu kadar birlik noktasının olmasına rağmen Türk insanının millî bilince ulaşmakta gecikmiş olmasının zararlarını gördüğünü belirterek şunları söylemiştir:

“Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki milliyet kuramını, milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan kuramların dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar, hadiseler ve gözlemler insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hakim olduğunu göstermiştir ve milliyet ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir. 37

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Cumhuriyet Anayasalarındaki Yeri 1924 Anayasası Atatürk’ün benimsediği milliyetçi ideoloji, ulusal dayanışmanın ortaya çıkması ve

sürdürülmesi için milleti oluşturan unsurlar ile devlet-kurma süreçleri arasında nesnel bir ilişki kurmaya gayret etmektedir. Milliyetçi ideolojinin çoğunlukla ulaşmak istediği üç temel amaç ortaya çıkmaktadır: Birinci amaç, millet tanımının kapsadığı düşünülen bütün toplulukların siyasal yapıyla bütünleştirilmesi ve ulusal birliğin sağlanması; ikinci amaç, yalnızca varsayılan milletin çoğunlukta olacağı egemen bir devletin meydana getirilmesiyle gerçekleştirilecek olan ulusal bağımsızlık; üçüncüsü de bu bağımsız devlet çatısı altında milletin var olduğuna duyulan inancın bütün topluluk bireylerine yaygınlaşmasını sağlayan bir ulus oluşturma sürecinin devamı, başka bir deyişle milliyetçi bir dünya görüşünün oluşturulmasıdır.38 Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Atatürk bu üç temel yaklaşımı ön planda tutmuştur. Bu şekilde çağdaş devlet olma yolunda riskin en aza indirilmesi, toplumsal bütünleşmenin sağlanıp bunu sürekli hale getirilmesi sağlanmış olacaktır. Zaten bu anlayış anayasaya “Atatürk milliyetçiliği” kapsamında girmiştir. 1924 anayasasında milliyetçilik prensibi 2. madde (1937’deki hali) ile belirtilmiştir: “Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.”

Bu maddeyi vatandaşlık tanımının olduğu 88. madde bütünler. Ulus-devletin en önemli yapıtaşını, egemenliğin kendisinde olduğu bireyler oluşturmaktadır. Osmanlı imparatorluk düzeninden, modern ulus-devlete geçiş sürecinde, modern Türk vatandaşlığının fiziksel, kültürel ve siyasal sınırlarının ve genel olarak Türkiye'de bireyin kamusal alan içindeki konumunu ve siyasal topluma üyeliğinin niteliğini belirleyen vatandaşlık kimliğinin inşasını, 1919- 1923 döneminin dış politika süreç ve belgelerinde izlemek mümkündür. Böylece modern Türkiye'de ulusal vatandaşlık kimliğinin temel niteliklerinin oluşumu daha geniş bir tarihsel ve yapısal bağlama oturtulmuş olmaktadır. Aynı zamanda bir siyasal üyelik olarak vatandaşlığın ulus inşasının bir parçası olduğu da ortaya çıkmaktadır. Uluslararası dinamikler ve süreçler ile iç sosyo-politik yapılanmalar arasındaki ilişkinin vatandaşlık-kimlik politikaları bağlamında irdelenmesi, modern Türk vatandaşlığının, bugünün vatandaşlık siyasetinin de temel parametrelerini belirleyen tarihsel özelliklerini ortaya koyması bakımından önemlidir.39

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması

93

Geçiş döneminin sonunda kurulan yeni devletin ilk anayasası olan 1924 Anayasası, birey-devlet ilişkilerini bireyci, liberal bir yaklaşımla düzenlemiştir. 1924 Anayasası'nın 88. maddesi “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dâhilinde ikamet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izale edilir” der.

1924 Anayasasının 88. maddesi görüşülürken mecliste tartışmalar çıkmış, Bozok mebusu Ahmet Hamdi Bey, Türkiye ahalisinden olup Türk harsını kabul edenlere “Türk” denir şeklinde değiştirilmesi talep etmesi üzerine “Türk” teriminin Türk olmayan azınlıklar için kullanılmasının sakıncaları dile getirilmiş, Gelibolu mebusu Celal Nuri Bey hem Lozan Antlaşması'nın gayrimüslim ekalliyetlere mensup Türk tebaası, Müslümanların istifade ettikleri aynı hukuk-ı medeniye ve siyasiden istifade edeceklerinden dolayı hars gibi bir kelimeyi bu maddeye koymanın imkanı olmadığını belirtir, hem de fiili durumun buna uygun olmadığını söyler:

“Eskiden bir Osmanlı sıfatı vardı, bu sıfat cümleye şamildi. Bu sıfatı ortadan kaldırıyoruz. Yerine bir Türk Cumhuriyeti kaim olmuştur. Bu Türk Cumhuriyetinin de bilcümle efradı Türk ve Müslüman değildir. Bunları ne yapacağız? Ortada bir Rum var, bir Ermeni var, bir Yahudi var, türlü türlü anasır var. Lehülhamd ki ekalliyettir. Bunlara eğer Türklük sıfatını vermeyecek olursak ne diyeceğiz?”

Bunun üzerine Dersim mebusu Feridun Fikri Bey ile Ahmet Hamdi Bey “Türkiye ahalisinden” kelimelerinden sonra “vatandaşlık itibariyle” kelimelerinin ilâvesini teklif ederler. Bu kabul edilir. Ayrıca Konya milletvekili Naim Hazım tarafından “Türk” yerine “Türkiyeli” teriminin kullanılması önerilir, ancak kabul edilmez. Sonunda “Türk” teriminin milliyeti değil tabiiyeti vatandaşlığı ifade ettiği görüşü kabul görür ve madde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle “Türk” ıtlak olunur” şeklinde kabul edilir. Burada geçerli olan artık vatandaşlıktır ve gayrimüslimler milliyet itibariyle olmasa da vatandaşlık itibariyle Türk sayılırlar.40

Bununla birlikte 1928 yılında Anayasa'nın 2. maddesi değiştirilerek “Devletin dini İslam'dır” hükmü kaldırılınca gayrimüslimlerin vatandaşlık statüsüne daha eşit bir erişime sahip olmalarının yolu daha da açılmıştır. Bu da vatandaşlık hukuku için önemli bir adım sayılmaktadır.

Tabiiyet-i Osmaniye Kanunamesi, Cumhuriyetin ilanından sonra 5 yıl kadar daha yürürlükte kalmış ve yerini 1312 sayılı ve 23 Mayıs 1928 tarihli Türk Vatandaşlığı Kanununa bırakmıştır. 1312 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu, Cumhuriyet döneminin, uyrukluk hukuku alanındaki ilk kapsamlı düzenlemesidir. Bu kanun soydanlık (kan bağı) ilkesini çok geniş biçimde benimsemiştir : “Bir Türk baba veya ananın Türkiye'de veya ecnebi memlekette doğan çocukları Türk vatandaşıdır” (madde 1). Çocuğun evlilik içi veya evlilik dışı doğması da durumu değiştirmiyordu. 1312 sayılı kanun, kan bağı ilkesinin yanı sıra, toprak (doğum yeri) ilkesine de ek olarak yer vermişti. Türkiye'de doğup da anası babası belli olmayan veya Türkiye'de doğup da anası babası veya bunlardan biri yurtsuz (vatansız) olan çocuklar da Türk

Türkoloji Kültürü / C: II - N: 4  94

yurttaşı oluyordu. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarındaki nüfus azlığının psikolojik etkisiyle, bu kanun olabildiğince çok kişiye Türk yurttaşlığı verme eğiliminde görünmektedir.

Bu kanunun ilginç bir özelliği de, Türk'le evlenen yabancı kadının, bu evlenme dolayısıyla istencine bakılmaksızın (kendiliğinden) Türk olmasını kabul etmesine karşılık, yabancı ile evlenen Türk kadınının Türk kalacağını belirtmesidir.41 Bu kanun 1964’e kadar yürürlükte kalacaktır.

1961 Anayasası II. Dünya Savaşı sonrası dönemde dünya yeniden şekillenmiş bu ırkçı söylemler

giderek etkinliğini yitirmiş ve Türkiye de buna ayak uydurmuştur. Özellikle ülkelerarası gerçekleşen göç dalgaları ortaya yeni vatandaşlık problemlerini çıkarmıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan sorunları çözmede yardımcı olabilecek, yeni bir bir arada yaşama ve siyasi birlik oluşturma ölçütü geliştirilememiştir.42

1960-1970 yılları arasında sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte toplumsal yaşamda dalgalanmalar olmuştur. Her yıl yüz binlerce köylü topraklarından ayrılarak, büyük şehirlerdeki işsiz işçiler safına katılmıştır. Öte yandan tarım üretiminin geçirdiği dönüşüm ile de köylü yığınları bizzat köylerinde proleterleşmiştir. Böylece bu dönem boyunca emperyalizmden destek gören yerli burjuvazinin gücüne karşı çıkabilecek tabandan gelme bir muhalefet gücü oluşmuştur.43 Bu güç sorgulayan insanları beraberinde getirmiş, düşünce akımları en etkin şekilde toplumu yönlendirmiştir. Bu dönemin başlangıcında Türkiye askeri bir darbeyle tanışmıştır.

Darbe sonrası dönem, Cumhuriyet tarihi için çok önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü gerek Türkiye’de gerek dünyada birçok önemli olay bu dönemde yaşanmıştır. Türkiye’nin sosyal yapısı hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesinin kurulması, devletin denetim mekanizmasını kuvvetlendirmiştir.

Bu dönemin en önemli olaylarından birisi 1961 anayasasının hazırlanmasıdır. 1961 anayasası hazırlanırken milliyetçilik maddesi ciddi tartışmalara neden olmuştur. Bunda “milliyetçilik” kavramının ırkçı-faşist çağrışımlar yaptığı endişesi fazladır.44 Bu tartışmalarda Cemal Gürsel ısrarla milliyetçilik ilkesinin konulması gerektiğini savunmuştur.45 Yapılan oylama sonunda da 2. maddeye milliyetçiliğin girmesini daha doğrusu, Millî Birlik gurubunca 2. maddeye konan milliyetçilik umdesinin kabulünü 204 mevcut temsilciden 84'ü kabul 108'i reddetmiş, 12'si de çekimser kalmıştır. Bu suretle milliyetçilik maddesinin anayasadan çıkarılması kabul edilmiş, böylece madde 157 numaralı kanun gereğince Karma Komisyon'a havale edilmiştir.46

Karma komisyonda yapılan görüşmeler sonucunda “milli devlet” teriminin devletin niteliği olarak benimsenmesi Anayasa terminolojisine daha uygun düşeceği düşünülmüş ve bu terim başlangıç bölümünde yer almıştır. 1961 anayasasının başlangıç kısmı “Bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak millî birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve; Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesinin, Millî Mücadele ruhunun, millet egemenliğinin, Atatürk Devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak; İnsan hak ve

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması

95

hürriyetlerini, millî dayanışmayı, sosyal adâleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukukî ve sosyal temelleriyle kurmak için; Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabul ve ilan ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adâlete ve fazilete aşık evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet eder” şeklinde kabul edilmiştir.47 Başlangıç bölümünün bu yaklaşımı, devleti kutsayan bir yaklaşım değil, tersine insan hakları ve demokrasiyi kurumsallaştırmayı amaçlayan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, insanı, bireyi yücelten bir yaklaşımdır.48 2. madde ise “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir” şeklinde milliyetçilik vurgusu yapılmadan kabul edilmiştir. Bu özelliği 1961 anayasasını diğerlerinden ayırır.

1961 Anayasasında vatandaşlık konusu, bir anayasa için oldukça ayrıntılı sayılacak biçimde düzenlenmiştir. Anayasanın “Siyasi Haklar ve Ödevler” bölümünde “Vatandaşlık” başlığı altında yer alan 54. madde ile Türk Vatandaşlık Hukukunun bütün temel sorunlarına ilişkin ana ilkelerin saptanması amaçlanmıştır:

“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk'tür. Yabancı babadan ve Türk anadan olan çocuğun vatandaşlık durumu kanunla düzenlenir. Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmıyan bir eylemde bulunmadıkça, vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.”

Maddenin birinci fıkrası “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes”in Türk olduğunu belirtmektedir. 1924 Anayasasının madde 88/1 hükmünün daha başarılı bir deyişle yinelenmesi olan bu fıkra, kişi ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki vatandaşlık ilişkisinin, ırk, dil ve din kavramlarından soyutlanmış bir hukuksal bağ olduğu anlayışını yansıtmaktadır.

Günümüzde Türk yurttaşlığının kazanılması, kaybedilmesi ve kanıtlanması (ispatı) gibi sorunlar konusunda temel kanun, 1961 Anayasasından sonra çıkarılan 403 sayılı ve 11 Şubat 1964 tarihli Türk vatandaşlığı kanunudur. (Kısaca, TVK). TVK, bir yandan, vatandaşlık konusunda, uluslararası düzeydeki çağdaş gelişmelere öte yandan 1961 Anayasasının yurttaşlıkla doğrudan veya dolaylı olarak ilgili ilkelerine uygun düzenlemeler getirmeye çalışmıştır. Özellikle yurttaşlığın kanıtlanması (ispatı) ve yargı denetimi gibi konularda, eski kanunlarda bulunmayan hükümlere yer vermiş olması önemli bir aşama olmuştur. Bu kanunun bazı hükümleri 13 Şubat 1981 tarihli ve 2383 sayılı kanunla değiştirilmiştir.49

Özellikle Avrupa Birliği’ne uyum süreci içerisinde vatandaşlık kanunu 2009’da tekrar değişime uğrayarak genel çizgileriyle Avrupa Birliği standartlarına getirilmiştir.

1982 Anayasası 1970-1980 arası dönemde Türkiye siyasi-toplumsal-ekonomik olarak ciddi

sıkıntılar yaşamıştır. Bu dönemde özellikle sivil toplum örgütleri ve bazı siyasi partiler toplumu kutuplaştırmış ve ülke kaynayan bir kazan haline gelmiştir. 1961 Anayasasının sağladığı özgürlük ortamı siyasal, sosyal ve ekonomik alanı hareketlendirmiş, sendikalar radikalleşmiş,

Türkoloji Kültürü / C: II - N: 4  96

öğrenci olayları artmış, aşırı sağ-sol örgütlenmeler hız kazanmış ve asker merkezli radikal bir rejim değişikliği umulur hale gelinmiştir. Bunun ilk denemesi 12 Mart 1971’de gerçekleşmiştir. Ancak olaylar artarak devam etmiş ve Türkiye üçüncü bir darbeyle 12 Eylül 1980’de yaşamak durumunda kalmıştır. Bütün olup bitenden sorumlu tutulanların başında 1961 anayasası getirdiği özgürlüklerin geldiğini savunanlar vardır. Bunun için devlet otoritesinin biraz daha hissedildiği 1982 Anayasası hazırlanmıştır.

1980’ler Türkiye’de değişim rüzgarları daha hızlı esmeye başlamıştır. Aynı zaman da küreselleşmeye ayak uydurma ve uluslararası konumunu kuvvetlendirme çabaları da beraberinde gelmiştir. Bu ise vatandaşlık kurumunu daha da önemli bir hale getirmiştir.

Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı 1982 Anayasasının Başlangıç bölümüne çeşitli ifadelerle yansımıştır. Başlangıcın ikinci paragrafına göre Türk milleti “Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesidir. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği başka milletleri düşman ve aşağı gören şoven ve saldırgan bir milliyetçilik anlayışı değildir. Başlangıcın yedinci paragrafında aynı doğrultuda “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine de yer verilmiştir. Aynı paragrafta topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu” ilân edilerek, Renancı millet anlayışı (Maziden kalan müşterek zafer ve yeis mirası; istikbalde gerçekleştirilecek aynı program; beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak) vurgulanmıştır.

1982 Anayasası, ikinci madde metninde “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” deyimi kullanılmaktadır. “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Bu ifade ile, Türkiye Cumhuriyetine hakim olan milliyetçilik anlayışının niteliği üzerinde gereksiz tartışmalara girişilmesi ihtimali ortadan kaldırılmıştır. Çünkü Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı, “akılcı, çağdaş, medeni, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, insanı ve barışçıdır.” Atatürk milliyetçiliği, milliyetçiliği reddeden akımları karşı olduğu gibi ırkçılığa, şovenizme ve saldırganlığa da karşıdır. Ergun Özbudun'a göre “Atatürk, milletin tanımında, bugün bilimselliği kabul edilmiş bulunan “subjektif millet” anlayışını benimsemiş ve “bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir, dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluruz” demiştir. Atatürk'ün verdiği daha geniş bir tanım da, yine tümüyle sübjektif unsurları içermektedir. Buna göre,

a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatle samimi olan, c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri

müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir. Bu tarif tetkik olunursa, bir milleti teşkil eden vatandaşların rabıtalandığı; kıymet, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle insani hisse gösterilen riayet, kendiliğinden anlaşılır.”50

Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı 1982 Anayasasının Başlangıç bölümüne çeşitli ifadelerle yansımıştır. Buna göre “Türk Milleti, “dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesidir” sözüyle Türk milliyetçiliğinin, başka milletleri düşman veya aşağı gören şoven ve saldırgan bir dünya görüşü olmadığı açıkça anlatılmaktadır. Buna paralel olarak.

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması

97

Atatürk'ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine de yer verilmiştir. Aynı paragraf, “topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ortak” olduğunu belirtmek suretiyle, Atatürk'ün yukarıda verdiğimiz millet tanımındaki unsurları tekrarlamıştır. Bu tanımdan. Anayasamızın benimsediği milliyetçilik anlayışının, ırk, dil ve din gibi objektif benzerliklere değil; kader, kıvanç ve tasa ortaklığına ve birlikte yaşama arzusuna dayanan sübjektif milliyetçilik anlayışı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu ilkenin doğal bir sonucu da, Anayasamızın 66'ncı maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” hükmüdür.51

Ancak bu konuda Bülent Tanör Ergun Özbudun’un aksine bu paragrafın kaldırılması gerektiğini söylemektedir. TÜSİAD tarafından 1997 yılında kaleme alınan “Türkiye'de Demokratikleşme Perspektifleri” raporunda Prof. Dr. Bülent Tanör’e göre “Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;” ifadesini taşıyan paragraf, hukuki değer ve kapsamı belirsiz, düşünce özgürlüğünü “Türk” ve Türklük” kalıplarına hapseden, birçok temel hak ve özgürlüğün aşırı ölçüde sınırlanmasına elveren, demokratik değerlerle bağdaşmayan bir düzenlemeydi. Aynı zamanda bazı ifadeler ise hukuki değer ve kapsam bakımından belirgin değildir: Türk milli menfaatleri, Türk varlığı, Türklüğün tarihi ve manevi değerleri, Atatürk medeniyetçiliği gibi.” 52

Başlangıç bölümünün bu paragrafı, 2001 anayasa değişikliği sırasında tartışılmış, kaldırılması düşünülmese bile yumuşatılması yönünde değişiklik önerileri öne sürülmüştür. Paragrafın başında yer alan “hiçbir düşünce ve mülahazanın” ifadesi yerine önerilen “eylemin “ sözcüğü kabul görmemiş, “eylem”e oranla daha sınırlayıcı ama “düşünce ve mülahaza” ifadesine göre daha yumuşak bulunan “faaliyetin” ibaresi konulmuştur. (4709 sayılı Kanun, md.1) Böylece, “Başlangıç “ bölümünün 5. paragrafı, yürürlükten kaldırılmasa da, ifade özgürlüğünün korunması bakımından iyileştirilmeye çalışılmıştır.53

1982 anayasasında vatandaşlık düzenlemesi “- “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk'tür. Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz” ( Madde 66) ile yapılmıştır.

Bülent Tanör Anayasanın 66. Maddesinin sadece vatandaşlık tanımıyla ilgili hukuki bir formülasyon olduğunu ifade etmektedir. Bundan, kültürel ya da toplumsal (etnik) bir anlam çıkartmanın doğru olmadığını, bu formülasyonun, Milli Kurtuluş Savaşı yıllarında doğduğunu ve 1924 Anayasasına da bu şekilde girdiğini belirtmiştir. 54 Bu açıdan bakılırsa anayasalardaki vatandaşlık formülü cumhuriyetin değişmez bir politikası olduğu göze çarpar. Zaten ilgili maddelerin hepsinin ifade ettiği mana aynıdır ve 'Türk' olmayı bir hukuki bağla açıklar.

Türkoloji Kültürü / C: II - N: 4  98

Bülent Tanör'ün bu yorumunu destekleyen bir gelişme, Vatandaşlık Belgesi Verilmesine İlişkin Sözleşmenin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun'un TBMM tarafından 11.6.2003 tarihinde kabul edilmesidir (4886 sayılı Kanun). Bu sözleşmenin 1. maddesi, “vatandaşlık” terimini, bir kişi ile bir devlet arasındaki hukuki bağı belirten ve kişinin etnik kökenini belirtmeyen bir terim olarak kabul etmektedir. Bu sözleşmeye dayanarak, Türkiye'de yetkili makam, bir kişiye “Türk vatandaşı” belgesi verdiğinde, Sözleşme'ye göre, bu belge o kişinin “Türk soyundan bir kişi” olduğunu değil, “Türk Devleti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı bir kişi” olduğunu gösterecektir.55

Zafer Üskül de Bülent Tanör’ün yorumuna katılır: “1924 Anayasası'nın 88. maddesinin 1. fıkrasına göre, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” (denilir). Bu ifade, vatandaşlığın tanımı bakımından, daha doğru görünmektedir. Bununla birlikte, 1961 Anayasası'nın 54/1. maddesinde olduğu gibi 1982 Anayasası'nın 66/1. maddesinde yer alan vatandaşlık tanımında yer alan “Türk” sözcüğünün de “devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan kişi”yi ifade ettiği tartışmasızdır.”56

Sonuç olarak Türk vatandaşlığı ile ilgili maddelerin cumhuriyetin ilk döneminden başlayarak, din ,ırk ayrımı yapılmadan Türkiye sınırları içerisinde yaşayıp Türk devletine bağlı olan herkesi kapsamaktadır.

Sonuç Türkiye asırlardan beri çok kültürlü bir yapıya sahip olagelmiştir. Çoğu zaman

birlik ve beraberlik tablosuyla ön plana çıkarak, bir devletin aşması gereken en zor engelleri bile aşmayı başarmıştır. 19. yüzyılda birçok devleti derinden etkileyen fikir akımlarının ve dalgalanmaların doğal sonuçları, Osmanlı devletinin yıkılmasını ve yeni Türk devletinin kurulmasını beraberinde getirmiştir. Bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde şekillenen güç kendini kontrolde tutmayı başarabilmiştir. Bu gücün kaynağı ise Türk milletidir. Atatürk, bir zamanlar farklılığın ayrılık sebebi olduğu durumları, çağdaş Türkiye'nin lehine çevirmeyi başarabilmiştir. Bunun temelinde de milletin birleştirici yönlerine yaptığı vurgu yatmaktadır. Bu vurguda esas olan ana unsur salt milliyetçilik yerine, kuşatıcı bir milliyetçilik anlayışının Türk halkının kucaklaması olmasıdır.

Genel olarak bakıldığında Türk hukukunun vatandaşlık anlayışı Fransız millet anlayışına yakındır. Gerek 1924 ve 1961 Anayasalarında, gerekse 1982 Anayasası'nda vatandaşlık kavramı, devletle kurulan hukuki bağ temelinde tanımlanmış, etnik köken, bu hukuki kurumun önkoşulu olarak kabul edilmemiştir. Literatürde de, Türk ve Türklük kavramlarının din, ırk, dil ya da kültür farklılığına işaret eden kavramlar olmadığı, Türklük ile Türkiye Cumhuriyeti'ne hukuki ve siyasal bağlılığın ifadesi olarak vatandaşlık kavramının, Türk ile de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kastedildiği hususundaki görüş ağır basmaktadır. Kısacası 1982 Anayasası ile de vatandaşlık, hukuki bir ilişki ve statü olarak düzenlenmektedir. Bu maddeler kapsayıcı olmasının yanında pratikte de devletin yapacağı sosyo-ekonomik atılımlar bu modeli daha işler hale getirecektir.

Bu bağlamda değinilmesi gereken ana tema Türk anayasalarındaki Türk kimliği ile ilgili yapılan tanımlamalarda, Atatürk'ün çizdiği çerçevenin korunması zorunluluğudur. Çünkü bu şekilde Türkiye hem üniter yapısını koruyacak hem de tüm toplumu kucaklayacak bir

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması

99

yapıya sahip olacaktır. Bu yapılanma Türkiye için bir zorunluluktur ve bu sayede ülkemizin geleceğinin sağlam zeminlere oturması sağlanacaktır. Ülkemizde ayrılıkçı yaklaşımların yarar getirmediği su götürmez bir gerçektir. Bir kere daha değinmek gerekirse toplumumuzdaki farklılıklar, daha çağdaş ve gelişmiş bir Türkiye için var olmaya devam etmelidir.

Kavramlar toplumu şekillendiremez, önemli olan kavramların içinin doldurulmasıdır. Bugün ülkemizin en büyük sorunları kavramların ne olup ne olmayacağı değil, devletin ulusu hoşnut etme noktasında ne yaptığıdır. Hiç bir millet kendi isminin yanına “sorun” kelimesinin de konulmasını istemez. Ülkemizde Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Rum sorunu vs. olduğu kadar bir de “Türk sorunu” vardır. Bu sorunun başında işsizlik, fakirlik, bilgisizlik vs. gelmektedir. Dikkat edilirse Türkiye'de yaşayan Türk'ün de Çerkez'in de Kürt'ün de asıl sorunu budur.

Devletin vatandaşa bakış açısı çerçevesinde ortaya konan uygulamalar noktasında sıkıntılı dönemler olmuştur. Ancak şu önemli bir gerçektir ne vatandaş devletsiz, ne de devlet vatandaşsız yapamaz. Bu yüzden müşterek memnuniyet şartları belirlenmeli ve cumhuriyet Türkiyesinin hedeflerine doğru giden yolun önü açılmalıdır. Eğer Türkiye dünya barışı için öncülük yapmak istiyorsa, bulunduğu coğrafyanın üzerinde etkin bir güç olmak istiyorsa öncelikle kendi iç dengesini sağlaması ve sorun olarak görülen ayrılıkçı tezlere karşı güçlü ve kararlı bir politikasının olması gerekmektedir. Bunun içinde bu topraklar üzerinde yüzyıllar boyu sürdürülen kültürel zenginliği günümüze getiren ruhtan ilham almak gerekmektedir.

                                                            1 İlber Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

Türkiye Ansiklopedisi, C:4, İstanbul: İletişim yayınları, 1985, s:996. 2 Bernard Lewis. İslam’ın Siyasal Dili. (Çev: Fatih Taşar), İstanbul: Rey Yayıncılık 1982,

ss:62. 3 Bernard Lewis. Modern Türkiye’nin Doğuşu. 8.baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu

Yayınları 2000, ss:342. 4 Lewis, İslam’ın Siyasal Dili, s: 64. 5 Ibid: s: 97-98. 6 Kemal Karpat, .Türk Demokrasi Tarihi. İstanbul: Afa Yayınları 1996, ss:30. 7 Nejat Göyünç, “Tanzimat’a Yönelik Eleştiriler”, Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi

Semineri, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi,1987, s: 107. 8 Niyazi Berkes. Türkiye’de Çağdaşlaşma. 5. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları 2003,

ss:217. 9 Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet”, s:997. 10 Halil İnalcık. Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi. İstanbul: Eren Yayınları

1993, ss:356-357. 11 Ibid: s:358. 12 Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s:35. 13 Stanford Shaw, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Azınlıklar Sorunu”, Tanzimat’tan

Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C:4, İstanbul: İletişim Yayınları 1985, s:1005. 14 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s:229. 15 Cevdet Küçük, “Millet Sistemi ve Tanzimat”, Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri,

Türkoloji Kültürü / C: II - N: 4  100

 Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi 1987, s:19.

16 Feroz Ahmad. Modern Türkiye'nin Oluşumu. İstanbul: Kaynak Yayınları 1999, ss: 53-67. 17 Göyünç, “Tanzimat’a Yönelik”, s:106. 18 Şerif Mardin, “Yeni Osmanlı Düşüncesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce:

Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, (ed: Mehmet Ö. Alkan), İstanbul: İletişim Yayınları 2001, ss:44.

19 Ibid: s:53. 20 Muammer Raşit Sevig-Vedat R. Sevig. Devletler Hususi Hukuku (Giriş-Vatandaşlık).

4.Baskı, İstanbul: İstanbul Ünv. Hukuk Fakültesi Yayını 1967, ss: 65. 21 Aybay, Vatandaşlık, s:25. 22 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s:312 23Selim Deringil, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Geleneğin İcadı ve Panislamizm”,Toplum ve

Bilim, N:54-55, İstanbul, 1991, s:63-64. 24 Hilmi Ziya Ülken. Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. İstanbul: Ülken Yayınları 1979,

ss: 267-268. 25 Ülken, Türkiye’de Çağdaş, s: 10. 26 Roderic H. Davidson. Kısa Türkiye Tarihi, (Çev:D. Mehmet Burak), Ankara: Babil

Yayınları 2004, ss:138 -142. 27 Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s.48-49. 28 Zafer Üskül. Türk Demokrasisinde 130 Yıl. İstanbul: TÜSİAD Yayınları 2006, ss: 113-

115. 29Oktay Uygun, “Türkiye'de Etnik Siyasetin Sosyolojik, Politik ve Hukuki Analizi”, Hukuk

Perspektifleri Dergisi, N: 9, 2006, s:66-98. 30 Recep Boztemur, “Tarihsel Açıdan Millet ve Milliyetçilik: Ulus-Devletin Kapitalist

Üretim Tarzıyla Birlikte Gelişimi”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, N: 38, Ankara, 2006, s:178.

31 Ayşe Kadıoğlu, “Milletini Arayan Devlet: Türk Milliyetçiliğinin Açmazları”, Türkiye Günlüğü, N:33, Ankara, 1995, s:92.

32 Ziya Gökalp. Türkçülügün Esasları. İstanbul: Bordo-Siyah Yayınları 2006, s: 59-60 33 Emre Kongar. Atatürk Üzerine. İstanbul: Remzi Kitabevi 2000, s. 79. 34 Özlem Kaygusuz, “ Modern Türk Vatandaşlığı Kavramının Erken Öncülleri: Milli

Mücadele Dönemi’nde Ulusal Vatandaşlığın Kuruluşu”, Ankara Ünv. SBF Dergisi, N:60-2, Ankara, 2005, s: 204.

35 Utkan Kocatürk. Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları 1999, ss:214.

36 Ayşe Afetinan. Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk'ün El Yazıları. Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları 2000, ss:455.

37 Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, s:214. 38 Boztemur, “Tarihsel Açıdan Millet”, s:167. 39 Kaygusuz, “Modern Türk Vatandaşlığı”, s: 215. 40 TBMM Zabıt Ceridesi, 20.4.1340, İ.42 C.1, Ankara: TBMM Matbaası 1975, ss: 909-911. 41 Aybay, Vatandaşlık, s:26-27 42 Ece Göztepe, “Yurttaşlığın Kamusal Ve Ulusüstü Boyutu: Avrupa Yurttaşlığı Ve Göçmen

Forumu Örnekleri”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.52, N:4, 2003, s:230 43 Stefanos Yerasimos. Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye. Çeviren: Babür Kuzucu, C.2,

Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması

101

 İstanbul: Belge Yayınları 1977, ss: 248.

44 Abdülhadi Topçu. Anayasa’da Milliyetçilik Mücadelesi. Ankara: Töre-Devlet Yayınevi 1976, ss: 354

45 Ibid: s:318. 46 Ibid: s: 350. 47 Ibid: s: 357-358. 48 Üskül, Türk Demokrasisinde, ss:118. 49 Aybay, Vatandaşlık, ss: 28. 50 Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, 5. Baskı, Ankara: Yetkin Yayınları 1998, ss:

52. 51 Ibid: s:53. 52 Bülent Tanör, Türkiye'de Demokratikleşme Perspektifleri, İstanbul: TÜSİAD

Yayınları 1997, 87-89. 53 Üskül, Türk Demokrasisinde, s: 131. 54 Tanör, Türkiye'de Demokratikleşme, s:147. 55 Üskül, Türk Demokrasisinde, s:200. 56 Ibid: s:130-131.