354

Untitled - Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi

Embed Size (px)

Citation preview

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ (SEFAD)

SELÇUK UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS

ULUSLARARASI HAKEMLİ DERGİ / INTERNATIONAL PEER-REVIEWED JOURNAL

Sayı / Issue: 40 Kış / Winter • Aralık / December 2018

e-ISSN 2458–908X KONYA

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ (SEFAD)

SELÇUK UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS

Yılda iki defa yayımlanan uluslararası hakemli, yaygın süreli bir dergidir.

International peer-reviewed, widely distributed journal published twice a year. Sayı / Issue: 40

Kış / Winter • Aralık / December 2018 e-ISSN 2458–908X

SEFAD’ın tarandığı dizinler / SEFAD is indexed by: Acar Index (Akademik Araştırmalar İndeksi), Arastirmax, Cosmos

Impact Factor, DOAJ (Directory of Open Access Journals), ERIH PLUS (European Reference Index for the Humanities and

Social Sciences), ESCI (Emerging Sources Citation Index), ESJI (Eurasian Scientific Journal Index), İSAM (TDV İslam

Araştırmaları Merkezi), MLA (Modern Language Association), ResearchBib (Academic Resource Index), Root Indexing,

SIS (Scientific Indexing Services), SOBIAD (Sosyal Bilimler Atıf Dizini), TEİ (Türk Eğitim İndeksi), TÜBİTAK ULAKBİM

SBVT.

Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi adına Sahibi /

Owner on behalf of Selçuk University Faculty of Letters

Prof. Dr. Mahmut Atay (Dekan)

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü (Editör) / Editor in Chief

Doç. Dr. Recep Durgun (Selçuk Ü)

Dr. Ahmet Kavaklıyazı (Selçuk Ü)

Yardımcı Editörler / Assistant Editors

Dr. Öğr. Üyesi S. Defne Erdem Mete (Selçuk Ü) İngilizce Sorumlusu / English Editor Arş. Gör. Seçil Yücedağ (Selçuk Ü) Tanıtım Sorumlusu / Publicity Editor Arş. Gör. Hüseyin Özil (Selçuk Ü) Dizin Sorumlusu/Index Editor

Arş. Gör. Nuh Akçakaya /Selçuk Ü) Dizgi / Composition

Yazışma Adresi / Correspondence Address

Doç. Dr. Recep Durgun

Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Alaeddin Keykubat Kampüsü

42130 Selçuklu / KONYA

İletişim / Contact Doç. Dr. Recep Durgun 0 332 223 14 04

Dr. Öğr. Üyesi S. Defne Erdem Mete 0 332 223 14 52 Dr. Ahmet Kavaklıyazı 0 332 223 13 58 Arş. Gör. Seçil Yücedağ 0 332 223 14 58 Arş. Gör. Hüseyin Özil 0 332 223 14 98

Arş. Gör. Nuh Akçakaya 0 332 223 14 36

Faks: 0 332 241 01 06 E-posta: [email protected]

Web: http://sefad.selcuk.edu.tr/sefad

Yasal Sorumluluk / Legal Responsibility

Dergide yayımlanan yazıların bilimsel ve hukukî sorumlulukları yazarlara aittir.

Scientific and legal responsibilities pertaining to the papers belong to the authors.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ / SELÇUK UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS

Yıl / Year: 2018 • Sayı / Issue: 40

YAYIM KURULU / EDITORIAL BOARD

Prof. Dr. Alaattin Aköz Selçuk Ü Prof. Dr. Ali Baş Selçuk Ü Prof. Dr. Arif Sarıçoban Selçuk Ü Prof. Dr. Ertekin Mustafa Doksanaltı Selçuk Ü Prof. Dr. Hüseyin Kandemir Selçuk Ü Prof. Dr. Köksal Alver Selçuk Ü Prof. Dr. Mustafa Toker Selçuk Ü Prof. Dr. Recep Dikici Selçuk Ü Prof. Dr. Yılmaz Koç Selçuk Ü Doç. Dr. Ahmet Cuma Selçuk Ü Doç. Dr. İbrahim Kunt Selçuk Ü Dr. Öğr. Üyesi Saliha Defne Erdem Mete Selçuk Ü

DANIŞMA KURULU / ADVISORY BOARD

Prof. Dr. Abdurrahman Özkan Necmettin Erbakan Ü – Konya/Türkiye Prof. Dr. Ahmet Kâzım Ürün Selçuk Ü – Konya/Türkiye

Prof. Dr. Ali Temizel Selçuk Ü – Konya/Türkiye Prof. Dr. Bayram Ürekli Selçuk Ü – Konya/Türkiye

Prof. Dr. Bernt Brendemoen University of Oslo – Oslo/Norveç Prof. Dr. Beylü Dikeçligil Erciyes Ü – Kayseri/Türkiye

Prof. Dr. Birsel Oruç Aslan Balıkesir Ü – Balıkesir/Türkiye Prof. Dr. Burçin Erol Hacettepe Ü – Ankara/Türkiye

Prof. Dr. Ertan Özensel Selçuk Ü – Konya/Türkiye Prof. Dr. Fadıl Hoca Kiril ve Metody Ü – Üsküp/Makedonya Prof. Dr. Fehmi Efe Atatürk Ü – Erzurum/Türkiye

Prof. Dr. Feridun Emecen İstanbul 29 Mayıs Ü – İstanbul/Türkiye Prof. Dr. Galip Baldıran Selçuk Ü – Konya/Türkiye

Prof. Dr. Hüseyin Muşmal Selçuk Ü – Konya/Türkiye Prof. Dr. Kayako Hayashi Tokyo University of Foreign Studies – Tokyo/Japonya

Prof. Dr. Mehmet Fatih Köksal Amasya Ü – Amasya/Türkiye Prof. Dr. Mehmet Kırbıyık Necmettin Erbakan Ü – Konya/Türkiye

Prof. Dr. Mehmet Öz Hacettepe Ü – Ankara/Türkiye Prof. Dr. Nazım Hikmet Polat Gazi Ü – Ankara/Türkiye

Prof. Dr. Nuriye Bilik Selçuk Ü – Konya/Türkiye Prof. Dr. Osman Kunduracı Selçuk Ü – Konya/Türkiye Prof. Dr. Özkul Çobanoğlu Hacettepe Ü – Ankara/Türkiye

Prof. Dr. Sait Okumuş Yıldırım Beyazıt Ü – Ankara/Türkiye Prof. Dr. Simon J. Bronner The Pennsylvania State University – Pennsylvania/ABD Prof. Dr. Timur Kocaoğlu Michigan State University – Michigan/ABD

Prof. Dr. Tofiq Abdülhasanli Azerbaycan Devlet İktisat Ü/UNEC – Bakü/Azerbaycan Prof. Dr. Yunus Koç Hacettepe Ü – Ankara/Türkiye

Doç. Dr. Bedia Koçakoğlu Akdeniz Ü – Antalya/Türkiye Doç. Dr. Edith Marianne G. Ambros Universtät Vien – Viyana/Avusturya

Doç. Dr. Michael R. Hess Freie Universität Berlin – Berlin/Almanya Doç. Dr. Nazan Tutaş Ankara Ü – Ankara/Türkiye

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ / SELÇUK UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS

Yıl / Year: 2018 • Sayı / Issue: 40

DANIŞMA KURULU / ADVISORY BOARD

Doç. Dr. Semra Tunç Selçuk Ü – Konya/Türkiye Dr. Öğr. Üyesi Abdurrazek Ahmed Ezher Ü – Kahire/Mısır

Dr. Öğr. Üyesi Ali Baykan Selçuk Ü – Konya/Türkiye Dr. Öğr. Üyesi Bahadır Cahit Tosun Selçuk Ü – Konya/Türkiye

Dr. Öğr. Üyesi Beyazıt Akman Ankara Sosyal Bilimler Ü – Ankara/Türkiye

40. SAYININ HAKEMLERİ / REFEREES OF ISSUE 40

Prof. Dr. Ali Osman Öztürk Necmettin Erbakan Ü

Prof. Dr. Arda Arıkan Akdeniz Ü

Prof. Dr. Asuman Baldıran Selçuk Ü

Prof. Dr. Bilal Söğüt Pamukkale Ü

Prof. Dr. Emine Yılmaz Hacettepe Ü

Prof. Dr. Ertan Örgen Balıkesir Ü

Prof. Dr. Ertekin Mustafa Doksanaltı Selçuk Ü

Prof. Dr. Güngör Karauğuz Necmettin Erbakan Ü

Prof. Dr. Hasan Bahar Selçuk Ü

Prof. Dr. Hasan Boynukara Tekirdağ Namık Kemal Ü

Prof. Dr. Mahmut Atay Selçuk Ü

Prof. Dr. Medine Sivri Eskişehir Osmangazi Ü

Prof. Dr. Mehmet Alaaddin Yalçınkaya Karadeniz Teknik Ü

Prof. Dr. Mustafa Apaydın Çukurova Ü

Prof. Dr. Özdemir Koçak Selçuk Ü

Prof. Dr. Ramazan Yelken Ankara Yıldırım Beyazıt Ü

Doç. Dr. Ahmet Gögercin Selçuk Ü

Doç. Dr. Aydın Görmez Van Yüzüncü Yıl Ü

Doç. Dr. Aytekin Büyüközer Selçuk Ü

Doç. Dr. Beki Refka Haleva Yıldız Teknik Ü

Doç. Dr. Buğra Zengin Tekirdağ Namık Kemal Ü

Doç. Dr. Cemal Sezer Bolu Abant İzzet Baysal Ü

Doç. Dr. Erdinç Parlak Ordu Ü

Doç. Dr. Ersan Ersoy Nevşehir Hacı Bektaş Veli Ü

Doç. Dr. Fatma Kalpaklı Selçuk Ü

Doç. Dr. İbrahim Kunt Selçuk Ü

Doç. Dr. Mehmet Tekocak Selçuk Ü

Doç. Dr. Muhammet Koçak Gazi Ü

Doç. Dr. Sadriye Güneş İstanbul Ü

Doç. Dr. Salih Kış Selçuk Ü

Doç. Dr. Sedat Maden Giresun Ü

Doç. Dr. Sibel Akgün Sakarya Ü

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ / SELÇUK UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS

Yıl / Year: 2018 • Sayı / Issue: 40

40. SAYININ HAKEMLERİ / REFEREES OF ISSUE 40

Doç. Dr. Yusuf Polat Kırıkkale Ü

Doç. Dr. Zekai Kardaş İstanbul Ü

Dr. Öğr. Üyesi Aziz Tekdemir Trakya Ü

Dr. Öğr. Üyesi Bahadır Cahit Tosun Selçuk Ü

Dr. Öğr. Üyesi Barış Mete Selçuk Ü

Dr. Öğr. Üyesi Cahit Kahraman Tekirdağ Namık Kemal Ü

Dr. Öğr. Üyesi Can Şen Bartın Ü

Dr. Öğr. Üyesi Candaş Can Sinop Ü

Dr. Öğr. Üyesi Celal Turgut Koç Gazi Ü

Dr. Öğr. Üyesi Devrim Çetin Güven Dokuz Eylül Ü

Dr. Öğr. Üyesi Emine Atmaca Akdeniz Ü

Dr. Öğr. Üyesi Erdem Erinç Erciyes Ü

Dr. Öğr. Üyesi Eylem Aksoy Alp Hacettepe Ü

Dr. Öğr. Üyesi Hakan Atay Mersin Ü

Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin Altındiş Selçuk Ü

Dr. Öğr. Üyesi Melek Kaba Nevşehir Hacı Bektaş Veli Ü

Dr. Öğr. Üyesi Mevlüde Zengin Sivas Cumhuriyet Ü

Dr. Öğr. Üyesi M. Emir İlhan Akdeniz Ü

Dr. Öğr. Üyesi Murat Öğütçü Munzur Ü

Dr. Öğr. Üyesi Murat Tekin Tokat Gaziosmanpaşa Ü

Dr. Öğr. Üyesi Müfit Şenel Ondokuz Mayıs Ü

Dr. Öğr. Üyesi Nükhet Eltut Kalender Van Yüzüncü Yıl Ü

Dr. Öğr. Üyesi Özlem Karadağ İstanbul Ü

Dr. Öğr. Üyesi Soner İşimtekin Van Yüzüncü Yıl Ü

Dr. Öğr. Üyesi Şule Okuroğlu Özün Süleyman Demirel Ü

Dr. Öğr. Üyesi Üftade Muşkara Kocaeli Ü

Dr. Öğr. Üyesi Yasemin Yaylalı Atatürk Ü

Dr. Öğr. Üyesi Yıldız Turgut Adnan Menderes Ü

Arş. Gör. Dr. Özge Özkoç Ankara Ü

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ / SELÇUK UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS

Yıl / Year: 2018 • Sayı / Issue: 40

İÇİNDEKİLER / CONTENTS

I-MAKALELER / ARTICLES

D İ L & E D E B İ Y A T / L A N G U A G E & L I T E R A T U R E

Abdulfettah İmamoğlu Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

The Conception of Home in the Twentieth and Twenty-First Century

Literature of Travel

1-22

Ahmet Gökhan Biçer The Experiential Theatre of Anthony Neilson and The Wonderful World of

Dissocia

Anthony Neilson’un Deneyimsel Tiyatrosu ve Disosya Harikalar Dünyası

23-32

Defne Erdem Mete Incorporating Environmental Education in English Language Teaching

through Bloom’s Revised Taxonomy

İngilizce Öğretiminde Çevre Eğitiminin Uygulanmasında Bloom’un

Yenilenen Sınıflandırması’nın Kullanımı

33-44

Emine Sicim Kaplan Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan ve Üç Bahriyelinin Sevgilileri Adlı

Eserlerde Ertuğrul Fırkateyni Faciası

The Ertugrul Frigate Disaster in the Literary Works of Toruko Gunkan Erutū-

rurugō no Kainan and Üç Bahriyelinin Sevgilileri

45-60

Gamze Gizem Avcıoğlu Sa‘di-yi Şîrâzî’nin Yolculuklarının “Gülistân” Eseri Üzerindeki Etkileri

The Effects of Sa‘di-yi Şîrâzî’s Journeys on His Work “Gülistân”

61-72

Gülhanım Ünsal Subtitle Translation: Cultural Components in the Translation of the Film

Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?

Altyazı Çevirisi: Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu? Adlı Filmin Çevirisinde

Kültürel Unsurlar

73-86

Hatice Yurttaş Identity and Intertextuality in Kate Atkinson’s Emotionally Weird

Kate Atkinson’ın Emotionally Weird Romanında Kimlik ve Metinlerarasılık

87-102

Hayrunisa Topçu Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim

A Literary Figure Trapped in an Inferiority Complex: Ahmet Haşim

103-118

Kübra Çağlıyan Şakar İvan Bunin’in Arsenyev’in Yaşamı Adlı Romanında Ölüm Teması

The Theme of Death in Ivan Bunin’s Novel The Life of Arseniev

119-128

Mesut Günenç Witnessing Trauma in Simon Stephens’ Motortown

Simon Stephens’in Motortown Oyununda Travma Tanıklığı

129-138

Mustafa Yeniasır

Burak Gökbulut

Süleyman Uluçamgil’in Gözüyle Kıbrıs’ta İngiliz Sömürge Yönetimi

British Colony Administration in Cyprus from the Viewpoint of Süleyman

Uluçamgil

139-148

Nuriye Bilik İki Hunza Masalı ile Bazı Keloğlan Masal Varyantlarındaki Benzer

Motifler

Counterparts of Turkish Folk Tale Hero Keloğlan in Two Hunza Folk Tales

149-158

Zeki Uslu

Ayşe Uyanık

Almanca ve Türkçede Adın Belirtme Durumu

The Accusative of the Noun in German and Turkish

159-170

E Ğ İ T İ M / E D U C A T I O N

Nurdan Kavaklı

İsmail Hakkı Mirici

The Utilization of the European Standards for Defining Educational

Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

Eğitsel Değerlendirmeyi Tanımlamada Avrupa Standartlarının Kullanımı:

Öğretmen-Ölçen Yordamı ve Yönetici Kontrolü

171-190

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ / SELÇUK UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS

Yıl / Year: 2018 • Sayı / Issue: 40

S A N A T T A R İ H İ & A R K E O L O J İ /

A R T H I S T O R Y & A R C H E O L O G Y

İlker Işık Lykaonia Bölgesi Kuzeydoğu Kesimi Tarihi ve Yerleşim Yerleri

The History of the Northeast Section of the Lykaonia Region and Its

Settlements

191-206

Nizam Abay Lykaonia Bölgesi’nde Roma Dönemi’ne Ait Bir Grup Koloni Iconium

Sikkesi

A Group of Colony Iconium Coins Belonging to the Roman Period in the

Region of Lykaonia

207-220

Volkan Yıldız Akhisar Arkeoloji Müzesi’nden Bir Grup Hellenistik Seramik

A Group of Hellenistic Pottery from the Archaeological Museum of Akhisar

221-234

S O S Y O L O J İ / S O C I O L O G Y

İbrahim Nacak Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

Daily Life on the Alaaddin Hill (Konya) as an Urban Space

235-252

İlyas Sucu Prens Sabahaddin Düşüncesinin Türk Sosyal ve Siyasal Düşünce

Tarihindeki Temsiliyeti: Liberalizm mi? Muhafazakârlık mı?

Representation of Prince Sabahaddin’s Ideas in Turkish Social and Political

Thought: Liberalism or Conservatism?

253-266

T A R İ H / H I S T O R Y

Caner Özdemir Hitit Devleti ile Vassalları Arasında Yapılan Antlaşmalarda Vassallara

Getirilen Yükümlülükler

The Obligations to Vassals in the Treaties between the Hittite State and Their

Vassals

267-282

Harun Oy İçbatı Anadolu’da Kutsal Bir Dağ: Murat Dağı (Dindymos)

A Holy Mountain in the Inland Western Anatolia: Murat Mountain

(Dindymos)

283-296

Selahattin Satılmış Birinci El Kaynaklara Göre Isparta Depremleri (19. Yüzyılın İkinci Yarısı)

Isparta Earthquakes according to the Primary Sources (Second Half of the

19th Century)

297-312

Volkan Marttin Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

On the Mission of Aleppoean Zeki Pasha in Germany

313-338

II-Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Yayım İlkeleri

Selçuk University Journal of Faculty of Letters Editorial Principles

339-346

Gönderim Tarihi / Sending Date: 04/09/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 03/12/2018

SEFAD, 2018 (40): 1-22 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.514442

Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı∗

Dr. Abdulfettah İmamoğlu Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü [email protected]

Öz Yeni Eleştiri1 kuramının, eserlerin bağımsız birer yapı olduğu ve kendi kendine

yeterliliği prensibinden hareketle, bu makale, konusunun şekillenmesi için referans olarak seçilen gezi edebiyatı metinlerinin sunduğu tanımlamalar ve betimlemelere olabildiğince sadık kalarak, insan yaşamı için merkezî bir mekân olma niteliğine sahip ve bununla birlikte kimlik, kültür ve kişilik gibi olgularla da bağlantılı olan ve bunun yanı sıra teknik ve teknolojik sahada kaydedilen ilerlemelerin bir sonucu olarak mekânlararası etkileşimin daha sık ve daha hızlı gerçekleştiği son iki yüzyılın kayda değer sorunsallarından olan ev ve yurt algısına dair bir inceleme sunmayı hedefliyor. Bu bağlamda, referans olarak seçilen metinler, yalnızca deneyimsel nitelikleriyle değil aynı zamanda “gezi edebiyatı teorisi eseri” nitelikleriyle bağlantılı olarak da ele alınacaktır. Dolayısıyla, algılayıcı özne olarak insan ve algınanan nesne olarak mekân diyalektiğinden hareketle, gezgin-yazar olarak nitelendirilebilecek çağdaş yazarlar tarafından, evlerinden ve yurtlarından, alışılmış ve sıradan olandan uzakta, dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleştirilen gezi deneyimlerinin edebî boyut kazanmış hâli olan gezi edebiyatı eserleri, içerdikleri parçalar aracılığıyla, bu makalenin konusu olan mekân algısı paradigmasına yaklaşımda izlenecek tutumu birincil elden besleyeceklerdir. Böylelikle, belirli bir mekânsal gerçekliği yansıtan kavramlar olan ev ve yurdun gezgin-yazar açısından algısı noktasında, biri diğerinden bağımsız şartlarda gerçekleşmiş olsa dahi birbirini besleyen ya da tamamlayan bireysel deneyimler neticesinde yazıya aktarılan tanımlama ve yaklaşımlar üzerinden mekân algısı meselesinin farklı boyutları göz önüne serilecek, bu sayede de mekân olgusuna dair önerilecek olan herhangi bir yargının hem bütünselliğine hem de eksikliğine vurgu yapılmış olacaktır.

Anahtar Kelimeler: Ev, başka-yer, öz-yer, gezi edebiyatı.

__________ ∗ Bu makale, Prof. Dr. Eric Dayre danışmanlığında tamamlanan La notion d’Ailleurs dans les récits romanesques du XXe et du XXIe siècles (Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Romanesk Yazınında Ailleurs Kavramı) başlıklı Doktora tezinden üretilmiştir. 1 Yeni Eleştiri (New Criticism), bir eserin kaynak veya kaynaklarına ve sosyokültürel arka planına odaklanmaktan ziyade, sayfalarında yer alan kelimeleri merkeze koyan, edebî eserleri, eser dışındaki ögelerden bağımsız, otonom ve organik unsurlar olarak ele alan bir eleştiri yaklaşımı, anlayışı olarak tanımlanabilir (Das 2005: 24-25).

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

2

The Conception of Home in the Twentieth and Twenty-First Century Literature of Travel

Abstract In relation with technical and technological progress that have made the

communication between places faster and more frequent, the conception of home represents a significant issue in twentieth and twenty-first centuries. Home, a conceptual notion designating a central place for human living, refers to a symbolic place which is also related to terms like identity, culture and personality. The notion of home embodies particular conditions regarding the relation between human being as perceiver subject and place as perceived object. By choosing New Criticism as the method to approach the contemporary literary works selected for the development of this work2 after their potential quality to be part of a “travel literature theory”, this paper aims to constitute a definition of place from the perspective of literary travelers who carry out considerations about the signification of place from their own personal experiences that are taken place in elsewhere, in other-place, in places situated far from home, far from the ordinary, the familiar, the known. Realized in situations and conditions being independent from each other, those experiences, through their complementary or supporting quality which is reported inside literary works in forms of definitions and approaches, will help to reveal several aspects concerning the conception of home which reflects a particular spatial reality. In this respect, the result of this work will show that all kind of judgement about a definition of home is at the same time adequate and inadequate due to complexity of conception of place.

Keywords: Home, other-place, self-place, literature of travel.

__________ 2 For this article, are chosen six literary works written in three languages (French, Turkish or English) and published in different periods of twentieth and twenty-first centuries. Those works, belonging to six literatures from five continents, relate individual travel experiences realized in countries and continents different from each other, have been created by writers who represent a diversity of cultural identities. Readers can find in those works conceptual, intellectual, individual and romanesque approaches related to question of place. According to their first publication dates, those works are: Terre des hommes, Antoine de Saint-Exupéry (France, 1939); On the road, Jack Kerouac (United States of America, 1957); L’Africain du Groenland, Tété-Michel Kpomassie (Togo, 1981); Le poisson-scorpion, Nicolas Bouvier (Switzerland, 1982); Başka Yollar, Enis Batur (Turkey, 2002); Towards Another Summer, Janet Frame (New Zealand, 2007 *Post-mortem publication).

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

3

GİRİŞ

On dokuzuncu yüzyılda ilk defa bağımsız bir akademik çalışma alanı olarak ortaya çıkan ve son iki yüzyıldır kayda değer bir dinamizm sergileyen Karşılaştırmalı Edebiyat sahasının, “yabancı” kavramını ele alışı, bu kavrama atfettiği önem, edebî saha çalışmalarına yeni bir boyut kazandırıyor. Yabancı olana bakış, yabancılık deneyimi, yabancılaşma durumu gibi sorunsalları karşılaştırmalı edebiyat çerçevesinde analiz etmek, insan-mekân-zaman paradigmasını farklı ve birbirini daha çok tamamlayıcı perspektiflerden ele alma olanağı tanıyor ve bu konuda daha bütünsel bir netice elde etmeye zemin hazırlıyor. Yabancı kavramı ile ilgili olarak, yabancı olanı tanımlayan ve onu göreceleyen imgelere işaret eden ev/yurt kavramları, bize algınanan nesne sıfatı ile mekân ve algılayıcı özne sıfatı ile gezgin-yazar ilişkisi üzerine fikirler veriyor, birbirini tanımlayan ve tamamlayan bu iki olguya dair yeni yaklaşımlar keşfetmeyi ve geliştirmeyi mümkün kılıyor.

Çağdaş edebiyat eserlerinde yer verilen betimlemeler vasıtası ile okuyucuya sunulan ev/yurt tasviri, mekân algısında önemli bir yer tutan bu imgesel kavramları yeniden yorumluyor, onlara yeni ve farklı tanımlamalar getirmeye olanak sağlıyor. Çağdaş edebiyatın üretim açısından zengin bir kolu olan gezi edebiyatında, gezi deneyimi ile bağlantılı olarak, söz konusu algı, başka-yerde3 olmak, yabancılık durumları üzerinden bir tanıma kavuşuyor. Yurdundan/evinden geçici bir süreliğine uzaklaşan, onunla arasına bir mesafe koyan gezgin-yazar, başka-yer deneyimi süresince, zihnindeki ev/yurt imajını yeniden tanımlama, onu gözden geçirme, onu daha önce algıladığından farklı olarak, değişik bir açıdan irdeleme durumuna giriyor. Evinden uzakta, gezgin-yazar, hem zamansal hem mekânsal olarak geride bıraktığı evin/yurdun zihninde farklı formlarda belirdiğine, onda farklı hisler uyandırabildiğine şahit oluyor. Gezgin-yazarın yolculuğu esnasında bir an zihninde beliren bu ev/yurt resimleri, bize bu mekâna/mekânlara dair bir imge oluşturma imkânı tanıyor ve bu imgenin birtakım karakteristik özellikleri bize ev/yurt algısına daha objektif yaklaşma fırsatı veriyor. Söz konusu özellikler, evin/yurdun psişik, fiziksel, zamansal, bireysel ve toplumsal boyutlarını içine alacak biçimde çok yönlü bir tasvir ve analiz meydana getirmek adına temel teşkil ediyor.

Bu makale için Fransızca (Fransa Fransızcası, Togo Fransızcası, İsviçre Fransızcası), Türkçe (Türkiye Türkçesi) veya İngilizce (Amerikan İngilizcesi, Yeni Zelanda İngilizcesi) olmak üzere üç dilde kaleme alınmış ve yirminci ve yirmi birinci yüzyılın farklı dönemlerinde yayınlanmış; beş kıtada yer alan altı ülke edebiyatına ait; biri diğerinden farklı ülke ve kıtalarda gerçekleştirilmiş bireysel gezi deneyimlerini aktaran, kültürel kimlik bakımından çeşitlilik gösteren yazarlarca üretilmiş ve içerisinde mekân olgusuna dair kavramsal, düşünsel, ferdî ve romanesk yaklaşımlar barındıran altı eser seçilmiştir. Bunlar, ilk basım yılları ile beraber, şu şekildedir: Terre des hommes, Antoine de Saint-Exupéry (Fransa, 1939); On the road, Jack Kerouac (Amerika Birleşik Devletleri, 1957); L’Africain du Groenland, Tété-Michel Kpomassie (Togo, 1981); Le poisson-scorpion, Nicolas Bouvier (İsviçre, 1982); Başka Yollar, Enis Batur (Türkiye, 2002); Towards Another Summer, Janet Frame (Yeni Zelanda, 2007 *Yazarın ölümünden sonra yayınlanmıştır).

__________ 3 Bu terim Fransızca ailleurs kavramına karşılık olarak yazılmıştır. Ailleurs Fransızcada “başka yer”, “başka yerde”, “başka bir durumda”, “bir başkasında”, “bir başka olgular bütününde” gibi anlamlara gelen Latince kökenli bir kelimedir. Kaynaklar: 1. CNRTL (Fransa Ulusal Metin ve Sözlük Veritabanı) Sözlüğü (2018). 2. Dictionnaire de la Langue Française par E. Littré de l’Académie Française (1873). 3. Dictionnaire Latin-Français par Fr. Noel, Le Normant Père (1825).

* Bu makalede “başka-yer” tabiri bu tanımların bütününü içine alacak şekilde kullanılacaktır.

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

4

Hatırlatmakta fayda var ki “Bir Ruh Hâli Olarak Ev ve Yurt”, “Değişken Bir Unsur Olarak Ev ve Yurt”, “Kapalı Bir Mekân Olarak Ev ve Yurt”, “Yapay Bir Alan Olarak Ev ve Yurt” olmak üzere dört alt başlıkta gerçekleştirilecek tasvir ve analizler, gezi edebiyatı teorisi adına kavramsal bir perspektif elde etmek adına kısmî bir parça arz ediyor. Nitekim bu parçanın, yine bu alan üzerine eklenecek başka parçalarla desteklenmesi gerekiyor. Öyle ki, bu makale için seçilen eserler, türsel, tarihsel ya da sosyal bir sürecin parçası olmaktan ziyade, içerikleri üzerinden tek başlarına bağımsız bir yapı teşkil etmeleri noktasından hareketle bu çalışmanın kavram merkezli gelişimine katkıda bulunacaklardır. Sözü edilen katkı, her alt başlığın içeriğine en az iki referans eserin katkısı şeklinde yansıtılacak olup, bu sayı, eserlerin sunduğu tanımlamalar ve betimlemelerle doğru orantılı olarak artabilecektir. Burada esas olan, ev ve yurt algısında, aynı alt başlık altında, çeşitlilik gösteren yaklaşımlar sunmak olacaktır.

Bir Ruh Hâli Olarak Ev ve Yurt

Fransız filozof Gaston Bachelard, evi bir état d’âme yani “ruh hâli” olarak niteler ve şöyle der: Dış mekândaki temsiline rağmen ev aslında mahremiyet demektir (1967: 77). Bachelard’ın bu nitelendirmesi hiç şüphesiz evin ve onun daha geniş çaplı bir replikası olan yurdun içinde hayatını sürdürmüş, sürdüren, sürdürecek olan insanların bu mekânla olan bağına bir göndermedir. Evde/yurtta yaşanılan hayat tecrübesi, ki bu doğumdan itibaren başlar, mekân ile sakin arasında hissel bir bağın oluşmasına zemin hazırlar. Çocukluğun geçtiği, aile bireyleriyle paylaşılan, sınırları kesin hatlarla belirlenmiş psikolojik bir mekân olarak ev, bir yaşam alanı olduğu sakinini yoğun bir mekânsal deneyimin aslî parçası hâline dönüştürür ve sakin, bu evde geçirdiği anlar ile hayatı arasında gerçekleşen deneyimin doğurduğu hislerin etkisiyle belirli bir mekân algısı edinir ve yabancı olanı bu algıdan hareketle tanımlama yoluna gider.

Peki, Bachelard örneğinden hareketle, yukarıda bahsettiğimiz bu durumu bir ruh hâli olarak tarif etmek yerinde bir tanımlama olarak varsayılabilir mi?

Çağdaş gezi edebiyatı, Bachelard’ın işaret ettiği “ruh hâli olarak ev” fikrine dair, bu psikolojik mekânı edebî ve romanesk bir çerçevede yeniden değerlendirebilmemize olanak veren içerikte eserler barındırıyor. Bu edebiyatın temsilcileri olan gezgin-yazarlar, hayatlarının ilk zamansal kesiti olan çocukluklarının geçtiği mekânı/mekânları farklı yönleriyle hatırlıyor ve bunu sözcükleriyle eserlerinde dillendiriyorlar. Bu mekân ya da mekânlardan, şimdi, bir daha dönmemek üzere, uzak olan gezgin-yazar, zihninde beliren, var olan evin/yurdun resmini okuyucuya aktarıyor. Bu resim zamansal niteliği olan bir resim olarak karşımıza çıkıyor. Artık başka-yerde olan gezgin-yazar için bu evin/yurdun işaret ettiği mekân nostaljik bir mekân izlenimi veriyor. Bu mekânı canlı tutan, yalnızca, artık bir nostaljik özne olan gezgin-yazarın zihnindeki sübjektif resim oluyor ve okuyucu, yazarın zihninde yer alan ve bütünüyle kişisel ve dış algıdan soyutlanmış bu kişisel ev/yurt resmine onun eserlerindeki betimlemelerle erişebiliyor. Gezgin-yazarın sözcükleri, geçmiş zamana has bir özelliğe sahip olan eve olgusal bir boyut katmak amacıyla okuyucunun algısına sunulan yapı malzemelerini andırıyor. Söz konusu boyut, tahmin edileceği gibi, his odaklı bir karaktere sahip olarak sağlanıyor ve bu yönüyle bir “ruh hâli” imajı veriyor.

Evinden uzakta, başka-yerde olan gezgin-yazar, yabancısı olduğu bu uzak mekânın sebep olduğu yalnızlık ve savunmasızlık etkisi altında, nostaljikleşiyor, bir nostaljik özne durumuna giriyor ve bu hâlde iken, hayatının şimdiki zamanının öncesinde var olmuş ve benliğinde yer etmiş evlerin resmi zihninde beliriyor. Bu resim, nostaljik özelliği ele

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

5

alındığında, gezgin-yazar için, şüphesiz, bir özlem kaynağı olarak görülebilir. Başka-yerde bulunduğu zamanın bir kısmında, gezgin-yazarın zihnini meşgul eden bu soyut resim, ev/yurt algısına dair okuyucuya kayda değer ayrıntılar sunuyor. Bu ayrıntılar sayesinde vücut bulan ev/yurt resmi, mekân algısına dair belirli bir gezi edebiyatı teorisi önerisinde bulunmamıza olanak veriyor.

Çağdaş gezi edebiyatının önemli yapıtlarından olan ve bir yirminci yüzyıl ürünü olan On the road romanında, Amerikalı gezgin-yazar Jack Kerouac, yabancısı olduğu Harrisburg şehrinde yalnız ve dışarıda geçirdiği geceyle beraber, bize nostaljik evini şu şekilde betimliyor: “O gece, Harrisburg’ta, tren garının bir bankında yatmam gerekti; şafakla beraber, gar çalışanları beni derhal dışarı attılar. Hayatın başında, baba evinin çatısı altında her şeye inanan küçük uslu bir çocuk olduğumuz doğru değil midir? Sonrasında, o meşum felaket günü gelir ki yoksun ve sefil ve mutsuz ve kör ve çıplak olduğumuzun farkına varırız ve bir hayaleti andıran üzgün ve kasvetli bir yüzle, kâbusu andıran bir hayatın ortasından titreye titreye geçeriz.”(2000: 95)

Amerika’nın Harrisburg kentinde evsizliği, yabancılığı ve yalnızlığı deneyimleyen Kerouac, bu kısa gezisi esnasında, kendini sığındığı kapalı bir alan olan tren garından dışarı atılmış bir hâlde bulmasıyla beraber, zihninde beliren ev resmini, kelimeleriyle okuyucuya aktarıyor. Bu nostaljik ev, yazarın çocukluk evresine tekabül eden bir mekânı işaret ediyor. Hayatını çocukluk ve yetişkinlik diye iki zamana ayırma eğilimine giren Amerikalı yazar, bu iki ayrı zamanı belirleyen kırılma noktasını “meşum felaket günü”4 olarak niteliyor. Buna göre, bu felaket anı, kişinin artık baba evinin koruyucu ve bir bakıma aldatıcı ortamından çıkıp dış dünyanın gerçekleriyle yüzleşmesiyle meydana geliyor. Bir başka deyişle, çocukluğunun geçtiği evin dışına çıkan, dolayısıyla yetişkinliğe adım atan Kerouac, bu yeni zaman ve mekân gerçekliğinde daha önce inandığı şeylerin bir karşılığının olmadığını görüyor ve sonuç olarak, geriye dönüş ihtimali bırakmayan bu “uyanış”, çocukluğuna, çocukluğunun geçtiği mekâna nostaljik bir anlam veriyor. Yetişkin Kerouac, artık bir daha sakini olamayacağı, çocuk Kerouac’ın yaşadığı, evi özlemle anmakla, bu özel alanla şimdiki hayatı arasında bir çeşit bağ kurmuş oluyor. Kerouac’ın betimlemesi, ev kavramına romanesk bir tanım getirerek, gezi edebiyatında alan algısı bağlamında, evi hissî ve tamamıyla öznel bir sınıflandırmaya sokuyor. Buna göre, başka-yer, −yalnızlık ve yabancılık gibi faktörlerin de etkisiyle, bu hissî, soyut ve bir anlık beliren mekâna açılan somut bir alan hâlini alıyor.

Kerouac gibi, nostaljik mekân algısını betimleyen bir başka gezgin-yazar olarak Fransız Antoine de Saint-Exupéry karşımıza çıkıyor. Yine bir yirminci yüzyıl ürünü olan Terre des hommes5 adlı eserinde Saint-Exupéry, uçağının arızalanması sonucu Sahra Çölü’nde mahsur kaldığı zaman içerisinde, çöldeki iklimsel koşulların ve yazarın buradaki yabancılığının sebep olduğu psikolojik durumla beraber, zihninde canlanan ev resminden bahsediyor: “Şekil değiştiren çölde, sevdiğim eski bir ev belirmişti. Bu evin yakın veya uzak olmasının, bedenimi ısıtmasının ya da beni içine almasının bir önemi yoktu. O ev, burada bir düştü sadece. Ancak, çölde geçirdiğim bu geceyi varlığıyla doldurması benim için önemli olan şeydi.” şeklinde düşsel resmini gördüğü eski evi okuyucuya aktaran Saint-Exupéry,

__________ 4 Yazar, kitabında “the day of the Laodiceans” tabirini kullanıyor. Bu tabirle, Anadolu’da milattan önce var olmuş ve güçlü bir deprem neticesinde yerle bir olmuş Laodikya (Laodikeia) kentine göndermede bulunularak “Laodikyalıların o (felaket) günü” şeklinde bir ifadede bulunuluyor. 5 “İnsanların Dünyası” olarak çevrilebilir.

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

6

betimlemesine şöyle devam ediyor: “artık, çölde, bir kayalık üzerinde yığılmış bir beden değildim. Bu evin çocuğuydum artık. Ona canlılık veren seslerle, girişindeki o ferahlık duygusuyla, kokularının hatırasıyla doluydum.” (2007: 64)

Kerouac gibi Saint-Exupéry de çocukluğunun evini nostaljik duygularla hatırlıyor ve bu geçmişte kalmış mekâna olan özlemini dillendiriyor. Ancak, Kerouac’tan farklı olarak, Fransız yazar, çocukluk evini başka-yerde geçirmekte olduğu şimdiki anını dolduran düşsel bir resim olarak görüyor ve bu resmin hayal olmasının çok da önemi olmadığını hatırlatıyor. Buna göre, bir zamanlar içindeki kokularla, seslerle bir ruh hâline işaret eden ev, artık yetişkin olan gezgin-yazar için yalnızlık, yabancılık, uzaklık hâllerinde kendisine ihtiyaç duyulan soyut bir mekâna dönüşüyor ve bu niteliğiyle bir an için yalnızlığın, yabancılığın ve uzaklığın ağırlığını hafifletmeye, onu bir an olsun unutturmaya, uzaklaştırmaya sebep oluyor. Nostaljik bir özne olarak gezgin-yazar, zihninde beliren bu resmi ev/yurt algısının bir parçası olarak bize sunuyor ve bu tarz bir betimleme, şimdi ile geçmiş, başka-yer ile ev, uzaklık ile yakınlık, yabancılık ile aşinalık, yalnızlık ile birliktelik, dış alan ile iç mekân diyalektiklerini sorguluyor, bunlara romanesk bir yorum kazandırıyor.

Zamansal niteliği ele alındığında, şimdiye dek yer verdiğimiz alıntılardan hareketle, çocukluk evinin, gezgin-yazarın yurt algısında en uzak mekân betimini temsil ettiğini görüyoruz. Burası, az önce bahsedildiği gibi, zihinde varlığını devam ettiren soyut bir mekânı tanımlıyor. Gezgin-yazar ile bu “en uzak ev”, nostaljik bir bağla anlık ve geçici olarak şimdiki zamanın bir parçası oluyor. Başka-yer, bu uzak mekânın yeniden belirmesine ortam hazırlıyor. Bir başka deyişle, başka-yerin alışılmamış mekânı, çocukluk evinin gezgin-yazarın hayatına etki yapmış alışılmış mekânına bir an için yer ve zaman açıyor, gezgin-yazarı nostaljik bir özneye çeviriyor. Peki bu nostaljik mekânı yurt olarak tanımlamak ne kadar mümkün?

Fransızca chez-soi terimi, her şeyden önce, “ikamet edilen ev” anlamına geliyor. Aynı kelime parça parça ele alındığında ise “öz”, “benlik” kelimelerini niteleyen bir yerde, bir mekânda bulunmayı işaret eden bir terime karşılık geliyor6, dolayısıyla Türkçeye “öz-ev”, “öz-yurt”, “öz-yer”, “öz-mekân” olarak çevrilebilecek bir terim vasfı gösteriyor. Başka-yerin aksine, öz-yer bir yakınlık durumunu belirtiyor ve bu vasfı ile uzaklığı tasvir eden başka-yer kavramının tam karşısında duruyor. Bu iki kavramı az ya da çok belirgin bir şekilde ayıran ise distance yani “mesafe” oluyor. Bu mesafe, kimi durumlarda alansal, kimi durumlarda zamansal bir karaktere bürünüyor.

Uzaklık ve yakınlık noktasından hareketle irdelendiğinde, nostaljik ev aynı zamanda başka-yer olma durumu gösteriyor. Zamansal mesafenin bir sonucu olarak çocukluğun geçtiği ev soyut ve hafızasal bir resme dönüşüyor ve bu resim, gezgin-yazarın çocukluk yıllarında fiziksel biçimde ve bir ruh hâli olarak var olan bu öz-yerin başkalaşmış ve başkalaşmaya devam edecek bir formu oluyor. Çocukluk evinin fiziksel olarak varlığının bugün de devam etmesi, çocukluk yılları burada geçmiş gezgin-yazarın, yetişkinlik öncesi zamanda, bu mekânda yaşadığı anların zihnindeki varlığıyla doğrudan ilişkili olduğundan ötürü, bu evin fiziksel olarak şimdiki zamanda var olması tek başına “nostaljik ev” sayılabilmesi için yeterli olmuyor. Zira bu evde bizzat gezgin-yazar tarafından yaşanan anlar ve bunların bugünkü hafızasal hâli, bir yapı olarak dursun ya da durmasın, çocukluk evinin asıl resmini içeren kaynağı teşkil ediyor. Dolayısıyla, hafızada yer etmiş bu geçmiş

__________ 6 Kaynaklar: 1. CNRTL (2018). 2. Dictionnaire de la Langue Française par E. Littré de l’Académie Française (1873).

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

7

zamana ait ev resmi, gezgin-yazarı nostaljik bir özne olarak nitelememizi mümkün kılan en önemli kıstas oluyor.

Bu makalede yurt sözcüğü ile kastettiğimiz şey, sosyolojik ve ideolojik anlamından ziyade, daha çok Fransızca chez-soi kelimesinin işaret ettiği salt anlamlara denk geliyor. Dolayısıyla yurt da ev gibi bir “ruh hâli” ile özdeşleşme durumu gösteren sembolik değeri yüksek bir mekân olarak kendini gösteriyor. Yani, yurt ile kastettiğimiz mekân, ev kavramının nitelediği dar, kapalı, birlikte yaşanılan ve sınırlı alandan ziyade, gezgin-yazar tarafından benimsenmiş herhangi bir mekân olarak düşünülebilir. Bu minvalde, çocukluğun geçtiği ev, psişik boyutu düşünüldüğünde, yurt olma özelliği de barındırabiliyor. Bu iki kavramın, daha geniş bir anlam olan chez-soi kavramı bünyesinde barınması bizim de, bu bağdaşıklığı, “öz-yer” kavramı bünyesinde değerlendirmemize yol açıyor.

Gezgin-yazarın çocukluğunda, kendini evinde, öz-yerinde hissettiği ev dışı mekânlar da bulunuyor. Yeni Zelandalı yazar Janet Frame, Towards Another Summer7 adlı eserinde “öz-yerim” olarak nitelediği tozlu bir yoldan ve onu kuşatan birtakım değişik ögelerden meydana gelen ve bir an süren özel bir mekândan bahsediyor: “Öz-yerimi bulduğumda üç yaşımdaydım. Bu öylesine zihnimde derine işlemiş bir anı ki her zaman değişiyor, hiçbir zaman değişmiyor.” diyen yetişkin gezgin-yazar Frame, yarattığı alter ego roman karakteri Grace Cleave aracılığıyla, öz-yerini şu şekilde aktarıyor: “Tozlu yolda tek başımaydım. Yaz mevsiminin son günleriydi. Çitlerde, yaprak uçları kahverengiye dönen karaçalı çiçekleri buruşuyor ve yere düşüyordu. Rüzgâr tarafından telaşlı bir şekilde sürüklenen birkaç beyaz bulutun olduğu gökyüzü gri renkteydi. Hiçbir yerde insan yoktu; ne tozlu yolun ilerisinde, ne gerisinde. Uzağa baktım, yakına baktım, yol boyunca baktım, yolun ötesine baktım, tek bir insan bile yoktu. Burası benim yerim, dedim, bir yandan burada durmaya devam edip, bir yandan etrafıma kulak kabartarak.” (2007: 59)

Öz-yerinde beklerken etrafına kulak veren Cleave bize ıssız bir mekân resmi çiziyor. Kendisinden başka insanın olmadığı bu yerde duyduğu rüzgâr uğuldamalarından bahsediyor. Yol boyunca tozların havada dönerek uçuştuğunu gören yazar, bu durumu şöyle değerlendiriyor: “Benim yerimde bir süre kaldım ve bu süre boyunca gittikçe daha yalnız hissettim, zira karaçalı çiçeklerinin olduğu çit benimdi, tozlu yol benimdi, rüzgâr ve onun telgraf telleri boyunca çıkardığı uğuldama benimdi. Kendi yerimdeyken hissettiğim yalnızlık duygusunu tarif edemem. Sahiplenmenin ağır yükünü öğrenmek, sizden başka birine verilmesi mümkün olmayan bir şeye ya da sizden koparılamayacak ve sonsuza dek muhafaza etmeniz gereken bir şeye sahip olmak için çok genç bir yaştaydım.” (2007: 59)

“Benim yerim”8 diye tanımladığı mekânı aidiyet duygusu üzerinden betimleyen Frame, mekânı, o mekânda bulunan kişinin varlığından hareketle bir sahiplenme ilişkisinin parçası yapıyor. Bu şekilde mekân bir yurt, bir öz-yer, benimsenen, sahiplenilen bir durum hâlini alıyor. Çocukluk evinin aksine, Frame’in bize sunduğu yurt resmi, somut ve kesin sınırlardan yoksun, çatısı ve duvarları olan geleneksel anlamda kapalı bir mekândan ziyade, dört taraftan açık bir görüş açısına uzanan, ev sakinlerinin, içerisine belirli bir ruh hâli kattığı alışılmış bir iç mekândan farklı olarak, rastgele ve algı şaşırtıcı bir ıssızlığın hüküm sürdüğü ve hissettirdiği ruh hâli yabancı ama bir o kadar da yakın gelen “garip” bir mekânı tarif ediyor.

__________ 7 “Bir Başka Yaza Doğru” olarak çevrilebilir. 8 My place.

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

8

Üç yaşında iken, bir an için içerisinde bulunduğu mekânın kendisine ait olduğu hissini yaşayan gezgin-yazar, bir daha bu yerin zihninden hiç çıkmadığını, zihninde yer edinen bu mekâna ait resmin sürekli değiştiğini ama asla değişmediğini ifade ediyor. Burada Yeni Zelandalı yazar, evin ya da yurdun hafızasal yönüne işaret ediyor ki bu değişmemezlik/değişkenlik aslında tam olarak hafızada yer edinen ev resminin niteliğini, karakterini göz önüne seriyor. Zira yılların meydana getirdiği zamansal mesafe, gezgin-yazarın zihnindeki geçmiş ev resimlerini sürekli olarak canlı tutsa da onu durmadan değişime uğratıyor ve “benim yerim” diye nitelenen mekân, geçmişte benimsenen ve sahiplenilen bir öz-yer olarak kalmaya devam etse de bu mekâna ait resim, gezgin-yazarın zihninde her belirişinde farklı formlara bürünüyor, başka-yer oluyor.

Frame’in çizdiği öz-yer resmi, aidiyet duygusu hesaba katıldığında ve mekânsal niteliği bakımından yurt kavramı ile bağdaşma gösteriyor. Yeni Zelandalı yazar, “benim yerim” tabiri ile okura, hem ev hem yurt kavramlarını içine alan öz-yer terimini karşılayan bir betimleme sunuyor. Bu betimlemeden de anlaşılacağı üzere, söz konusu aidiyet duygusunu tetikleyen şey, gezgin-yazarın o an deneyimlediği yalnızlık ve bundan ötürü girdiği hissel vaziyet olarak karşımıza çıkıyor. Yalnız olarak deneyimlenen, sahiplenilmeyi bekleyen ve gezgin-yazarın hislerini doğrudan ve güçlü şekilde etkileyen mekân ev, yurt, öz-yer formuna bürünüyor ve bu hâliyle “benim yerim” oluyor.

Gezgin-yazarın ev/yurt algısı başka-yerde geçirdiği zaman zarfında, birtakım dış faktörlerin etkisiyle (kuraklık, evsizlik, yalnızlık gibi) bir nostaljik imaj olarak ortaya çıkabiliyor. Evin/yurdun kendine özgü şartları, ruh hâli diye adlandırabileceğimiz özel bir duruma neden oluyor ve bu durumun sonucu olarak, evin/yurdun sakini vasfı ile gezgin-yazarın zihninde bu mekânın çarpıcı bir resmi yer ediyor ve daha sonra, gezgin-yazar, artık bir yetişkin olarak, kendisiyle arasına kapatılamayacak şekilde mesafe giren çocukluğunun öz-yerine dair bu resmi zihninde taşımaya devam ediyor. Bu son derece bireysel ve soyut karakterde olan resim, başka-yerin kendine özgü şartları altında su yüzüne çıktığında, gezgin-yazarın hissettiği duygular, edindiği izlenimler farklılıklar gösteriyor. Öyle ki bu bazen bir daha kavuşulamayacak bir mekâna duyulan ve şimdiki zamanı geçici olarak anlamsızlaştıran ve daha çok hüznü andıran bir özlem, bazen şimdiki zamana yeni ve tamamlayıcı bir anlam veren memnuniyet verici hoş bir hatıra, bazen de gezgin-yazara kendi gerçek öz yerini bulmuş olduğunu hatırlatan çok uzak ve kısa bir ana dair tuhaf bir resim olarak kendini gösteriyor. Bir başka ifadeyle, ruh hâli olarak ev ve yurt, gezgin-yazarın kişisel deneyimi aracılığıyla bir öz-yer oluyor ve zaman faktörü vasıtasıyla da nostaljik bir başka-yer hâline giriyor. Böylelikle, evin/yurdun sebep olduğu ruh hâli, gezgin-yazarın zihninde, düşsel ve duygusal boyutundan kaynaklı olarak romanesk sıfatı ile nitelendirebileceğimiz belli formlarda varlığını sürdürmeye devam ederken, geçmişe ait bu mekânın öz-yer karakteri, zamansal mesafenin etkisiyle, başka-yer karakterine dönüşüyor.

Değişken Bir Unsur Olarak Ev ve Yurt

Zaman ve mekân faktörlerinin sebep olduğu mesafe ev ve yurt kavramlarının anlamını, tanımsal ve betimsel çizgilerini değişime uğratıyor. Yetişkin kimliğiyle, başka-yerde yabancı olarak bulunma deneyimi yaşayan gezgin-yazar, etkisi altında bulunduğu şartlardan hareketle bir mekâna dair sahiplenme ya da aidiyet duygusunu sorgulama eğilimine giriyor. “Benim yerim”, “benim yurdum”, “evim” gibi öz-yer tanımlayıcı ifadeler üzerinden bir mekân betimi yapma durumu gösteren gezgin-yazar, bulunduğu güncel zaman ve mekân şartlarında “öz-yerim” olarak niteleyebileceği tek ve kesin bir yerin

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

9

imkânsızlığının ayırdına varıyor. Çocukluk yıllarına ait anılardan hareketle zihnine ses veren ve bunu kelimelere döken gezgin-yazar, gerçek anlamda sahiplenebildiği mekânların bu uzak geçmiş dönemde kaldığını ifade ettikten sonra, içinde bulunduğu şartlar içerisinde var olan mekânların kendisinde kesin ve değişmez bir aidiyet duygusu uyandırmaya tek başına yetmediğini, bu şekilde bir sahiplenme bağının oluşmasına mahal vermediğini ifade ediyor. Zira bir yere ait olduğu hissi, yetişkinliğin ve gezginliğin sebebiyet verdiği şüphe duygusuyla beraber çözümlenemez bir soru vasfına bürünüyor.

Bir algı objesi olarak mekân, bir algı öznesi olarak insana nazaran, devamlı olarak bir (somut veya somut) şekil değiştirme durumunda bulunuyor. Kurgusal eseri Espèces d’espaces’ta9 mekân ve aidiyet mevzusuna değinen Fransız yazar Georges Perec, bu mesele ile ilgili olarak beslediği bir arzusundan şu kelimelerle bahsediyor: “Kalıcı mekânların var olmasını isterdim, değişmeyen, sabit, dokunulmaz, el değmemiş, hareketsiz, kök salmış mekânlar: “çıkış noktası”, “referans”, “kaynak” olabilecek mekânlar.” Daha sonra, “doğduğum ülke, ailemin yurdu, doğduğum ev, doğumumla beraber babam tarafından ekilen ve büyüdüğüne şahit olduğum ağaç, dokunulmamış hatıralarla dolu çatı katı” şeklinde öz-yer listesi çıkaran Perec, mekânın bir şüpheden ibaret olduğunu ve insanın onu devamlı olarak fethetmesi gerektiğini, zira mekânın “bana ait” olmadığını ya da “bana verilmiş” bir yer olmadığını, mekânı hiç durmadan işaretlemek, belirtmek gerektiğini belirten Fransız yazar, şöyle devam ediyor: “Benim mekânlarım kırılganlar: zaman onları yıpratacak, yok edecek, hiçbir şey var olmuş olan şeye benzemeyecek, anılarım beni aldatacak, unutma denen şey hafızamın içerisine nüfuz edecek.” (2000: 179-180)

Perec’in “değişmeyen” mekân arzusu ve tarif ettiği öz-yer resmi, hiç kuşkusuz nostaljik ev/yurt imajı ile ilişkili olarak düşünülebilecek bir noktaya bizi götürüyor. “Benim mekânlarım” diye nitelediği algı objelerinden hareketle, bir algı öznesi olan insan için mekânın kırılganlığını vurgulayan yazar, ne kadar sahiplenilirse sahiplenilsin, mekânın değişimden kurtulamayacağını, başkalaşacağını, “benim” olarak nitelendirilmeye devam etse de aynı kalamayacağını, “kök salamayacağını” belirtiyor.

Zaman faktöründen ve insan algısının değiştirici etkisinden soyutlanmış bir mekân fikri, ruh hâli olarak mekân fikri ile kıyaslandığında iki ayrışık durumu bize sunuyor. Nitekim, her ne kadar Perec’in kök salmasını istediği mekânlar ruh hâlinin anlam verdiği öz-yerler olsa da, ruh hâlinin zaman ve insan algısı ile olan sıkı bağı, “değişmeyen mekân” ideali ile ters düşüyor. Bununla beraber, algılayan özne olan insanın “benim yerim” diye benimsediği mekânların dahi aynı kalmadığını, başka-yer hâline dönüştüğünü, zihninde yer edinen ev resimlerinin unutma denen indirgeyici/dönüştürücü sürece maruz kalmaktan kurtulamayacağını yine Perec bize hatırlatıyor. Peki, evin ve yurdun bu değişken karakterini, gezi edebiyatı okuyucuya nasıl aktarıyor?

Çağdaş gezi edebiyatının temsilcilerinden biri olan Türk yazar Enis Batur, bir yirmi birinci yüzyıl eseri olan Başka Yollar’da, zaman-mekân-insan ilişkisine dair şöyle bir tespitte bulunuyor: “Zaman ve Uzam, bir parçalarına ayrışır oldu zihnimde, bir bütünleştiklerine vardım. İnsana, bir de, gün geliyor, Çaǧını ve Beldesini hepten yitirmiş olduǧu korkusu çöküyor −Yaşamak ne zor şey.” (2013: 180) Ev/yurt algısının çözümlenmesi bağlamında Batur, şahsî algısını merkeze koyarak, “Zaman” ve “Uzam” kavramlarına bir tanımlama getirmeye çalışıyor. Lâkin bu tanım, kesin çizgilerden uzak, bir belirsizlik ve şüphe

__________ 9 Türkçeye “Mekân Cinsleri” diye çevrilebilir.

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

10

yansıtıyor. Organik ögeler olarak ele aldığı ve büyük harfle başlatarak vurgusunu yaptığı “zaman” ve “uzam” kavramlarının zihnindeki resminin ne denli girift olduğunu dile getiren gezgin-yazar, bu resme dayanarak, yaşamak eylemiyle bağdaştırdığı bir korkudan bahsediyor. “Çağını ve Beldesini hepten yitirmiş olmak” tabiriyle bu korkuyu okuyucuya aktarma yoluna giden Batur, ev ve yurt denen mekânlara sahip olamamanın sebep olduğu ruh hâlini, “yitirmek” fiili ile anlatıyor.

Zamanında sahip olunmuş mekânları, “benim mekânlarım” diye adlandırılabilecek yerleri artık kaybetmiş olmak, bu yerlerin değişmesi, tamamı ile başka-yerler hâlini alması ile gezgin-yazarın ev/yurt algısı değişime maruz kalıyor. Bu değişkenliği, sabitlenemezliği bir korku kaynağı olarak gösteren gezgin-yazar, “öz-yerim” ifadesinin aslında, yitirme hissi ile, ki Perec bunu unutma hâli ile açıklamıştı, kol kola giden bir mekân ve zaman fikrine bağımlı olduğunu bize düşündürüyor. Yine, mekânın değişken karakteri ve insan-mekân ilişkisi ile ilgili olarak Batur, kitabının başka bir yerinde, bu kez farklı bir bakış açısından hareket ederek insan algısı merkezli bir başka yaklaşım sunuyor: “Kendimi bir yurda baǧlayamayacak ölçüde uzak düştüm evimden. Onu aramayı elden bırakmadım ama. Sözgelimi […] hiçbir yerde duramayan bünye deǧil benimkisi, tersine pek çok beldenin yerlisi olmaya yatkın olduǧum için yurtsama duygusundan geniş çapta arınmış duyarlıǧım: Bana burayı verin, hemen yaşamaya koyulurum.” (2013: 209)

Yukarıdaki tanımında “yurtsamak” tabiriyle karşımıza çıkan Batur, kendi yurt algısının belli bir mekândan bağımsız oluşunun, her beldenin “yerlisi” olmaya meyilli biri oluşunun vurgusunu yapıyor. Batur burada bize ev ve yurt betimlemesi yaparken, bu mekânları tanımlayan çizgilerin mutlak belirsiz bir karakter taşıdıklarını, dolayısıyla tek bir yurdu olamadığını, tek bir yeri, yurdu diye benimseyemediğini, her mekânın yurdu olabileceğini belirtiyor. Bununla beraber uzak düştüğü bir ev, bir öz-yerden de bahseden gezgin-yazar bu uzaklığın kendisinde bir mekâna bağlanma hissini iyiden iyiye imkânsızlaştırdığını ancak buna rağmen sahiplenebileceği bir mekân arayışının hâlen devam ettiğini söylüyor. Bu ifadeler bir arada düşünüldüğünde, gezgin-yazarın zihnindeki öz-yer algısının hangi boyutta bir belirsizliğe işaret ettiğini irdelemek mümkün oluyor. Buna göre, bir daha bulunmamak üzere uzaklaşılan öz-yer, bu uzak mekânı yeniden bulma hayaliyle arayışını sürdüren gezgin-yazar, kendisini her mekânın yerlisi gibi ama hiçbir mekâna tam olarak ait görmeyen algılayıcı özne olarak insan, zaman-mekân-insan ilişkisi söz konusu olduğunda, Perec’in bahsettiği kök salamama durumunu doğrular bir devinimin parçası oluyor.

Mekânın değişkenliği ile bağlantılı olarak, bir başka gezgin-yazar, Saint-Exupéry, evin ve yurdun değişkenliğini, insan-medeniyet-mekân ilişkisi üzerinden sorguluyor ve insanların, mekânın değişkenliği karşısında muhafaza ettikleri sonsuzluk hissine gönderme yapıyor: “Hâlen ılık olan bir lav üzerinde felakete uğrama riski ile karşı karşıya iken ve ileride gelecek olan kumların ve karların tehdidi altında iken, insanlar bu sonsuzluk hissini nereden alıyor? İnsanların medeniyetleri kırılgan bir süs eşyasından başka bir şey değil: Bir volkan onu siliyor, sonra yeni bir deniz beliriyor, sonra bir toz fırtınası kendini gösteriyor.” (2007: 58) Fransız gezgin-yazar, insanın evi/yurdu olan dünyanın değişkenliği karşısında insanların meydana getirmiş oldukları ve getirecekleri medeniyetlerin ne derece kırılgan olduğunu vurguluyor. Saint-Exupéry, mekânın değişken karakterinin kaçınılmaz bir durum olduğunu ve her tür mekânın, az veya çok, değişme sürecinden etkilendiğini, dolayısıyla insanın da bu değişimin zoraki parçası olduğunu belirtiyor.

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

11

Batur’un, mekânı algılamada tek bir kişinin yurdu olma fikrini merkeze koyan şahsî bakış açısından farklı olarak, Saint-Exupéry, mekânı en geniş anlamı ile bir obje olarak irdeleyip, insanlığın mekân ile olan ilişkisi üzerine evrensel ölçekte bir gözlemde bulunuyor. Mekânın değiştirici, yıkıcı, onarıcı, tehditkâr değişkenliğe rağmen insanın, yaşadığı mekânı bir ev/yurt, bir öz-yer hâline getirme isteğinin tükenmeyen kaynağının nereden geldiği sorusunu ise, yine bir insan olarak, gezgin-yazar cevapsız bırakıyor. Böylelikle, ev/yurt tanımı, insan-mekân-zaman döngüsü içerisinde ele alındığında sınırları kesin olmayan bir kavram olarak kalmaya devam ediyor. Bu muğlaklık, evin ve yurdun bir öz-yer olarak benimsenmesinde şüphe faktörünün ayrılmaz bir bileşen olarak karşımıza çıktığını teyit ediyor ve değişken bir mekân olarak ev ve yurt kavramı ile bir bağdaşıklık durumu içine girmiş oluyor.

Mekânın kırılganlığı ve değişkenliği üzerine saptamada bulunan gezgin-yazar, bize, insanın mekân ile olan ilişkisinin basit bir tanıma indirgenemeyecek kadar karmaşık nitelikte olduğunu gösteriyor. Başka-yer deneyimi ile bu karmaşıklık daha belirgin ve hissedilir hâle geliyor. Zira başka-yere ulaşmanın sonucu meydana gelen mesafe, öz-yer kavramına, dolayısı ile ev ve yurt kavramlarına daha objektif ve sorgulayıcı bir açıdan bakmayı olanaklı hâle getiriyor. Yani, bir yandan evi/yurdu nostaljik bir resim hâline getiren mesafe, aynı zamanda bu sembolik mekânın sorgulanabilir olmasına yol açıyor, onu bir şüphe objesi hâline sokuyor.

Kapalı Bir Mekân Olarak Ev ve Yurt

Şimdiye kadar üzerinde durduğumuz mekânın nostaljik ve değişken olma özellikleri, hiç şüphesiz, ev ve yurt kavramlarının, daha genel anlamda “öz-yer” kavramının çizgilerinin belirsizliğini ön plana çıkarıyor. Geçmiş zamanda deneyimlenmiş bir ruh hâlinden kaynaklanan ve bir mekân ile doğrudan ilişkili olan kişisel bir duruma dair gezgin-yazarın okuyucuya aktardığı “öz-yer” betimi, ev ve yurt algısının daha çok soyut boyutunu temsil ediyor. Ancak, bu makale, öz-yer kavramına olabildiğince kapsayıcı bir tanım getirme açısından ev ve yurt algısının farklı ve tamamlayıcı boyutlarını göstermeyi amaçladığından, bu bölümde, evin ve yurdun, sınırları az ya da çok belirgin, somut bir mekân olarak tanımlanmış resmi gözlemlenecek. Böylelikle, nostaljik ve hissel ağırlıklı boyuttan fiziksel odaklı boyuta bir geçiş yapılmış da olacak.

Habiter: le lieu et son atmosphère10 adlı makalesinde evin iç mekânını bir barınma, hayatta kalma yeri olarak niteleyen Fransız filozof Francis Esquier, bu barınma mekânının içinde yaşayan “algılayıcı özne” olarak insanın, ikamet ettiği bu mekâna ait olduğunu belirtiyor. Esquier’e göre, evin iç mekânı, içerisinde bulunduğu sürece bu mekânın parçası olan insana, dış mekâna nazaran neredeyse değişmeyen, özel bir alan sunuyor. Bu “neredeyse değişmemezlik”, evin sığınma yeri olma vasfını besleyen bir özellik olarak anlaşılıyor ki dış mekânın değişkenliğe ve belirsizliğe açık vaziyeti, anlaşılacağı üzere, bu özelliği pekiştiriyor. İç mekân-dış mekân diyalektiğinden hareketle evin fiziksel karakterine değinen Esquier, evin, onun içerisinde ikamet eden kişi için bir nevi “otonomi üstlenme alanı” özelliği gösterdiğini ve dışarıdan da tam olarak bu noktada, belirgin bir şekilde, ayrıştığını söylüyor.

Evin fiziksel sınırlarla belirlenmiş ve dış mekândan bu şekilde ayrıştırılmış iç mekânı, önceki iki bölümde öne sürdüğümüz evin sınırsal açıklığı ve belirsizliği durumunun tersine, __________ 10 “İkâmet Etmek: Mekân ve Onun Sunduğu Ortam” şeklinde Türkçeye çevrilebilir.

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

12

belirli bir alansal darlık ve kesinlik vaziyeti meydana getiriyor. Esquier’in sözünü ettiği neredeyse değişmemezlik durumu, eve, ki yurt kavramı anlamsal niteliği nedeniyle aynı darlığı sağlamıyor, kolayca algılanabilir olma hâlini kazandırıyor. Bu fiziksel sınırlılık ve kapalılık özelliği, ev tanımını tarif edilmesi daha basit bir düzleme oturtma imkânı veriyor.

Kapalı bir mekân olarak ev ve yurt başlığı altında, sınır meselesiyle beraber, daha önceki başlıklar altında yer verilen aidiyet meselesi dikkate değer bir başka algısal konu olarak ortaya çıkıyor. Ancak, bu defa, aidiyet, ikamet eden sakinin, ya da bir başka deyişle, algılayıcı özne olan insanın, ikamet ettiği fiziksel mekânın sınırlarının içinde yer alan iç mekâna ait olması şeklinde kendisini gösteriyor. Janet Frame’in, yukarıda bahsettiğimiz, dört bir yana uzanan ve sınırları açık öz-yer betiminde, algılayıcı özne olarak etrafındaki ögeleri kendisine ait olarak algılaması durumuna karşıt olarak, evin kapalı karakteri, iç mekânı içinde “barınan”, dolayısıyla pasif duruma düşen algılayıcı özneyi “mekânın sahibi” konumundan “mekâna ait olan” pozisyonuna devşiriyor. Öyleyse, mekânın kapalılığı ve değişmemezliği, ev ve yurt algısına, algılayıcı özne olan insan açısından sahiplenilen bir obje olmaktan ziyade kendisine bağlı hâle gelinen bir iç ortam boyutu edindiriyor. Söz konusu boyutun çağdaş gezi edebiyatındaki karşılığını görmek ve bu bölümün başlığına teorik bir zemin kazandırmak adına, bu çalışma için referans olarak alınan eserlerdeki tanımlamalara bakmak gerekiyor.

Başka-yerde deneyimlediği bir gezi esnasında, Fransız gezgin-yazar Saint-Exupéry, Arjantinli bir ailenin evine konuk olarak çağırılıyor. Bu mekânı dışarıdan gördüğü ilk anda, gezgin-yazar şu ifadeleri kullanıyor: “Ne tuhaf bir ev! Neredeyse bir kale! Eşiğini aştığınız anda bir manastır kadar güvenli, emin, huzur verici bir sığınağa girmiş oluyorsunuz.” (2007: 68) Kapalı bir mekân olarak evi bir sığınağa benzeten Saint-Exupéry, burayı, dış mekâna kıyasla güven verici, huzur dolu bir yere benzetiyor. Kaleyi andıran dış görünüşüyle ilk andan itibaren gezgin-yazarın algısını etkileyen bu yabancı ve “tuhaf” ev, iç mekânıyla bir ruh hâlini anımsatıyor. Başka-yerin sınırları içerisinde bir sığınak gibi görünen bu yabancı evin dış görünümü ve iç mekânı, gezgin-yazarın zihninde güven verici bir öz-yer resminin canlanmasına neden oluyor. Bu mekânın sakini olmamasına ve burada ilk kez bulunmasına rağmen gezgin-yazar, fiziksel niteliğinden ötürü bir barınma ortamı imajı sunan bu öz-yerin, insana verdiği kesinlik, kapalılık ve devamlılık izlenimini okuyucuya “konuk” vasfı ile aktarmış oluyor. Kaleyi andıran bu ev, sınırları vasıtası ile sahip olduğu mekânsal otonomi sayesinde bir anlamda kendisine bağlanılma hâli yaratıyor, algılayıcı özne olan insanı bir aidiyet ilişkisinin bir bakıma edilgen parçası yapıyor. Evde ikamet etmekte olan sakin, otonom, yani dış dünyanın uçsuz bucaksızlığından ve algıyı şaşırtan resminden ayrışmış olan bu kapalı mekâna, bu öz-yere kendisini ait hissediyor, sakin olabilmesini, bu neredeyse değişmeyen mekânla ilişkilendiriyor, evi etken bir pozisyona yükseltiyor.

Başka-yerde bulunduğu zaman dilimi içerisinde karşılaştığı, içinde bulunduğu kapalı mekânları bir yabancı gözüyle algılayan gezgin-yazar, mekânın kapalılığının farklı boyutlarına şahit oluyor. L’Africain du Groenland11 adlı yirminci yüzyıl çağdaş gezi edebiyatı eserinin yazarı olan Togolu gezgin-yazar Kpomassie, Grönland’da bulunduğu zaman içerisinde kapalı mekân algısını değiştirecek deneyimler yaşıyor. İlk olarak, buradaki evlerin dış kapılarının hiçbir zaman kilitlenmediğini, zaten bu kapıların anahtarlarının da olmadığını gözlemleyen Kpomassie, şaşkınlığını kitabı aracılığı ile okuyucuya aktarıyor.

__________ 11 “Grönland’daki Afrikalı” olarak Türkçeye çevrilebilir.

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

13

(1981: 108) Bir özel mekân olarak algılayageldiği evin bu şekilde dış mekâna karşı “korunaksız” olduğunu gören gezgin-yazar, daha sonra yaşadığı bir başka deneyimde, bu kez “hapishane” olarak kullanılan bir yapının sıradan evler gibi göründüğünü anlatıyor ve kapalılığın en üst seviyede gerçekleşmesi beklenen bu mekânda bulunan mahkûmların gündüzleri dışarıda çalışmak üzere serbest bırakıldıkları öğreniyor. (1981: 135-137) Bu betimlemeleriyle, dış mekân-iç mekân ayrışmasının, Saint-Exupéry’nin tarif ettiği “kale gibi ev” tanımından farklı bir boyutunu sunan Kpomassie, bize, bir yabancı gözüyle, kapalı bir mekân olarak evin dışarı ile tamamen ayrışmamış, belirli fiziksel sınırlara sahip olsa da içinde ikamet edenlere bütünüyle hususî bir öz-yer sunmayan özelliğini gösteriyor. Bunu gezgin-yazar, başka-yerin ona sunduğu şartlar sayesinde bizlere aktarıyor.

Öz-yerinden uzaklaşıp belirli bir mesafe kat ettikten sonra başka-yere ulaşan gezgin-yazar, başka insanların ikamet ettikleri öz-yerleri gözlemleyince, zihnindeki mevcut ev ve yurt tanımını, resmini yeniden düzenlemek durumunda kalıyor. Kendi evinin kapalı sınırlarının ötesine geçerek, başka yurtların sınırlarının içerisine giren gezgin-yazar, bu uzak ve özel mekânların kendisinde yarattığı izlenimleri “başka-yerdeki başkasına ait olan öz-yer” koşulu altında bir ev resmi çizerek okuyucuya aktarmış oluyor. Fiziksel sınırları sayesinde dış mekânın değişkenliğinden bir şekilde korunan evin dış görünüşü ve iç mekânı, başka-yeri deneyimlemek için kendi evinin iç mekânından uzaklaşan gezgin-yazarın kelimeleri aracılığıyla “farklı bir ev”, “tuhaf bir öz-yer” tanımına sebep olmuş oluyor. Bu farklılık durumu, evin ve yurdun bir yandan tanımsal olasılıklarını arttırırken, diğer yandan algısal tanımını daha karmaşık bir hâle sokmuş oluyor. Başka bir ifadeyle ev ve yurt resmi, başka-yer deneyiminin etkisiyle, keskin ve monoton çizgilerinden arınıyor, eklektik, karmaşık, kişisel ve çok yönlü bir tanım kazanıyor. Kpomassie’nin, dışarıdan tamamen soyutlanmamış hapishane betimi ya da anahtarı olmayan ev betimi bu çok yönlülüğün karşılık bulmuş hâli oluyor.

Alansal kapalılık ve fiziksel sınırlılığın getirdiği dış mekândan ayrışma niteliklerine rağmen ev, dış mekân-iç mekân ilişkisi bağlamında farklılıklar gösterebiliyor. Bir yandan kale gibi korunaklı ve kapalı bir form özelliği gösterebilirken, diğer taraftan kolayca içine girilebilecek bir mekân izlenimi verebiliyor. Ancak, söz konusu kapalılığın derecesi ne olursa olsun, ev ve daha geniş anlamıyla yurt, kapalılığını belirleyen sınırlar içerisinde aynı zamanda birtakım işaretler barındırıyor. Ev ve yurt, ikamet eden algılayıcı özne olan insan ile beraber bu sembolik ögelere barınak oluyor. Evini ya da yurdunu bu işaretlerle paylaşan, tıpkı bu işaretler gibi evin ve yurdun bir parçası olan, ikamet eden özne olarak insan, başka-yer deneyimi sırasında evle beraber bu işaretlerin de değiştiğini, farklılaştığını ya da benzeşebildiğini gözlemleme imkânı buluyor.

Bir evi ya da yurdu dolduran sembolik işaretler, o mekânın karakteri hususunda, algılayıcı özne vasfıyla bir yabancı olarak başka-yerde bulunan gezgin-yazara birtakım fikirler veriyor. Bu işaretler, ev ve yurt algısının bütünlüğü açısından önemli bir rol oynuyor. Zira insan, yaşamını geçirdiği özel ve kapalı bir mekân olan evini, kendisi için işlevsel ya da manevi değeri olan birtakım nesnelerle doldurma eğilimi gösteriyor. Burada, ev, bir işaretler mekânı olarak, insan ve kimlik ilişkisi bağlamında göstergesel bir rol ediniyor. İnsanın kimliğini sembolize eden bu işaretler, evin sınırları içerisinde muhafaza ediliyor, böylece bir devamlılık kazanıyor. Aynı durum yurt kavramı için de geçerli oluyor. Nitekim eve nazaran daha geniş bir mekânı kendine özel sınırları aracılığı ile içine alan yurt, içerisinde onu tanımlayan birtakım sembolik işaretler barındırıyor ve yine bu durum bir devamlılık

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

14

durumunun meydana gelmesine neden oluyor. Yani, ev ve yurt, sınırlılıkları ile bağlantılı olarak, içerilerinde yer alan işaretlerin bütünü ile beraber mekânsal bir devamlılığın bileşenleri oluyorlar ve bu bileşenler, o ev ve yurdun öz-yer niteliğini tanımlayan otantik (eskiden beri mevcut olan özelliklerini taşıyan) ögeler hâline geliyor. Ancak, diğer hususlarda olduğu gibi, bu noktada da, başka-yer deneyimi sayesinde, gezgin-yazar, tanımları çoğullaştırarak farklı bakış açıları edinmemizi sağlıyor.

İsviçreli gezgin-yazar Nicolas Bouvier, yirminci yüzyıl ürünü olan Le poisson-scorpion12 adlı eserinde, Sri Lanka’daki başka-yer deneyiminden hareketle, bir yurdu dolduran işaretlerin, o yurda has işaretlerin yanında, dış yurtlardan yani başka-yerlerden getirilmiş işaretler de olabileceğini belirtiyor: “Kendi örflerimizi, ölçülerimizi, meridyenlerimizi, Tanrılarımızı [başkalarına] dayattık, coğrafyayı yalnızca kendi çıkarlarımıza alet ettik. […] Birkaç yüzyıl boyunca Hıristiyan Batı merkez, Dünya da Avrupa’nın banliyösü oldu.” (2011: 69)

Yukarıdaki sözleriyle, gezgin-yazar, bize yurdun kapalılığının farklı boyutlarını gösteriyor. Bu kapalılık, dış etkilere açıklık faktörü ile yeniden tanımlanıyor. Bu şekilde bir etkileşim, bir yurdu dolduran işaretlerin de değişmesine sebep oluyor ve yurdun kapalılığının sağladığı devamlılık bir şekilde sekteye uğramış oluyor. Bu durum, aynı zamanda yurdun değişkenliğinin altını bir kez daha çizmiş oluyor ki, sınırlarına rağmen birbirlerine erişebilirlik noktasında aynı yeryüzüne ait olan evler ve yurtlar dış etkilere az ya da çok seviyede açık mekânlar olarak varlıklarını sürdürme durumu gösteriyorlar. Öyle ki bu açıklık durumu sınırların değişmesine, böylelikle yeni yurtların ortaya çıkmasına, farklı yurtların birleşmesine, mevcut yurtların yeni bir mekânsal kimliğe bürünmesine sebebiyet verebiliyor. Bu da evin ve yurdun bütünlüğünü tayin eden sınırların yapaylığı sorusunu akla getiriyor.

Yapay Bir Alan Olarak Ev ve Yurt

Sınırları açışından irdelendiğinde, yurt da, tıpkı ev gibi, içerisi işaretlerle doldurulmuş büyük bir ev fikri veriyor. Nitekim modern anlamda ev, yurdun sınırları içerisinde var olan bir ikamet yeri olarak kabul edilebilir. Evin sınırı, dar anlamda düşünüldüğünde, yurdun sınırı içerisinde kalıyor; öz-yer kavramından hareket edildiğinde ise evin ve yurdun sınırları ayırt edilemez bir hâle gelebiliyor. Öz-yer kavramının şahsî, soyut ve hissel boyutu bir yana, ev ve yurt kavramlarının tarif ettiği ve sınırlar vasıtası ile tanımlanmış kapalı mekânlar, kendi içerilerinde bir devamlılık, neredeyse değişmemezlik sağlamak adına, aslında tek bir doğal alan olarak düşünülebilecek yeryüzünü daha küçük alanlara bölüştürüyor, onu tek bir alan olmaktan çıkarıyor, alansal çoğulluğa sebep oluyor. Tek bir alanın devamlılığını ortadan kaldıran bu tür bir kapalılaşma ve sınırlandırma durumunun sonucu olarak karşımıza yapay olarak niteleyebileceğimiz mekânlar ve bu mekânların tanımladığı ya da bu mekânları tanımlayan ev ve yurtlar çıkıyor.

Bir yurdun sınırı, başka yurtların sınırları ile göreceli bir ayrışmanın zeminini hazırlayan başat faktör olarak kendini gösteriyor. Yapay sınırlarla tanımlanmış bir mekân, bir yandan bu sınırların içinde kalan alanın bir öz-yere dönüşmesine, öte yandan bu sınırların dışında kalan alanın başka-yere dönüşmesine neden oluyor ve bu alana nazaran kendisi de başka-yer hâlini alıyor. Dolayısıyla, tek olan alan, başka-yerlere dönüşerek, çoğullaşarak, kendisi de artık başka-yerlerden meydana gelen bir başka-yer oluyor. Bununla __________ 12 “Aslanbalığı” olarak Türkçeye çevrilebilir.

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

15

ilgili olarak, Fransız filozof Paul Ducros, Fransızca terre ve territoire kavramlarından hareketle, bir bütün olan ve doğal anlamıyla ele aldığı terre yani toprağın/yeryüzünün nasıl bir parçalanmaya ve yapay anlamda territoire yani bölgeleşmeye/toprak parçası olmaya gittiğini şu sözlerle ifade ediyor: “Toprak parçasının içinde toprağın/yeryüzünün kendisi artık yok oldu. […] Toprak parçasının anlamı, onun, en sonunda kendi başına bir olgu olarak algılanacak şekilde, bir topluluğun üyeleri ile devamlı olarak mevcut olan alansal ilişkisinden geliyor.” (2011: 267)

Evin ya da yurdun yapaylığı, onun toplumsal ve uzlaşımsal tarafına işaret ediyor. Sınırları yapay nitelikte olan modern ev ve yurt, bu yapaylığın toplumsal boyutta kabul görmesiyle uzlaşımsal yapaylık olarak niteleyebileceğimiz bir durumla bizi karşı karşıya bırakıyor. Zira evi ve özellikle de yurdu tanımlayan bu yapay sınırlar, toplum ölçeğinde öğrenilen, benimsenen ve öğretilen bir kimliksel gerçekliğe evriliyor. Yaşamını sürdürdüğü evin sınırlarını öğrenen insan, daha sonra bu evin de içinde yer aldığı yurdun sınırlarının bilincine varıyor. Doğal karakterde olmayan bu sınırlar, ya da Ducros’nun deyimiyle “tek ve doğal olan toprağı bölüştüren yapay toprak parçaları” (2011: 267), evin ve yurdun birtakım somut ya da soyut işaretlerle kendine has bir yaşam alanı hâline dönüşmesine sebebiyet veriyor. Burada, yine, kimlik meselesi ekseninde bir mekân algısı durumu ortaya çıkıyor. Bir uzlaşı olgusu olarak kimlik, mekânsal gerçeklikle paralel bir yol izliyor ve kimliği tanımlayan işaretler ile evi ve yurdu tanımlayan işaretler arasında bir etkileşim söz konusu oluyor. Bahsettiğimiz yapay sınırların sebep olduğu bu öz-yer durumu, gezgin-yazar tarafından, kendi yurdunun sınırları dışında bulunan bir yabancı gözüyle, farklı açılardan irdeleniyor, sorgulanıyor ve okuyucuya ev ve yurt algısına dair bir fikir veriyor.

Mekânın yapaylığı mevzusu ile ilintili olarak, Yeni Zelandalı gezgin-yazar Frame, yurt kavramını aidiyet ve gerçeklik kıstaslarını baz alarak değerlendiriyor: “[…] hani şu gerçekliği olmayan yanılsatıcı yere, “kendi ülkelerine” döndüklerinde (“kendi kelimelerim” −kimin kelimeleri?− ile yazılmış olduğunu iddia eden bir yazı misali) […].” (2007: 133)

Kelime ve yurt kavramlarını yapaysallık paydaşında ele alan gezgin-yazar, tıpkı kelimeler gibi yurdun da gerçekte var olmayan, uzlaşımsal bir yapay yaratı olgusu olduğunu vurguluyor. Kelimelerin gerçek anlamda hiç kimseye ait olmadığını ifade eden Frame, yurdun da aynı şekilde hiç kimseye ait olamayacağını, onun, kelimeler gibi, kavramsal soyut bir olgudan öte bir şey olmadığını belirtiyor. Kelimeler ile yurdu benzeştiren bu bakış açısı; kendini ifade etmek, dünyayla bağını canlı tutmak adına soyut ve uzlaşısal bir olgu olan kelimeleri kullanan insanın hayatında, yine soyut ve uzlaşısal olduğu varsayabilecek yurdun yeri nedir sorusunu akla getiriyor ve şu soruyu sorduruyor: “Yurt da tıpkı kelimeler gibi insan hayatının bir vazgeçilmezi midir?”

Evin ve yurdun yapay sınırlarına farklı bir yorum getiren, bir başka gezgin-yazar, Saint-Exupéry, insanın kendini “tamamlayabilmesinin” yaşadığı mekânın gerçekliğiyle bağlantılı olduğunu öne sürüyor ve “eğer ki bir başkası değil de şu din, şu kültür, şu değerler bütünü, şu yaşam biçimi ise insanın içindeki potansiyeli gün yüzüne çıkaran ve onun kişiliğini tamamlayan, o hâlde insanın hakikati bunlardır. Mantık nerededir burada? Varsın biraz da mantık, hayatı anlamak için çabalasın!” (2007: 159)

Saint-Exupéry, insanın hakikatini yurt kavramından hareketle açıklarken, bu yurt-insan-hakikat ilişkisinin, “işaret” olarak adlandırabileceğimiz sembolik değeri olan birtakım kültürel olguların meydana getirdiği kimliksel ögeler bütünüyle doğrudan ilişkisi olduğunu

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

16

savunuyor. Burada, bir ağacın yeşerip meyvelenmesine olanak sağlayan toprağı, o meyve ağacının mekânsal hakikati olarak ele alan Saint-Exupéry, böylece, yurt kavramını, insanın karakterine, gelişimine olan katkısı noktasından hareketle, özellikle insanın doğduğu ülke, yerleşim yeri olarak değil de insanın kendini tamamlayabilmesine elverişli herhangi bir mekân, bir öz-yer olarak tanımlıyor. Bu yaklaşım ile Saint-Exupéry, yurt kavramını tanımlayan sınırların kişisel ve rölatif (izafî) bir karakter taşıdığını ve bu özel mekânın aslında evrensel yönünü vurgulamış oluyor.

Başka-yer deneyimi edinmiş olan ve farklı yurtların farklı işaretlerine şahit olan gezgin-yazara göre, insanın kişiliğinin bir bütünlük kazanmasını, kimlik edinmesini sağlayan kapalı ve yapay bir mekân olarak ev ya da yurt, içerisini dolduran işaretleriyle birlikte, nasıl bir konumda ve durumda olursa olsun, aslî bir öz-yer niteliği taşıyor. İnsan-yurt-hakikat bağlamında mantık temelli bir yaklaşım benimsemenin çok güvenilir bir tutum olmadığını ifade eden gezgin-yazar, evin ve yurdun ruh hâli olma özelliğini okuyucuya böylelikle hatırlatmış oluyor.

Sınırların içerisinde birer sembolik anlam kazanan işaretler, evin yapaysallığını algılanabilir bir somut resme dönüştürüyor. Gezgin-yazarın bir kapalı mekândan diğerine geçerken çeşitli işaretler aracılığıyla gözlemlediği başkalık durumu, başka-yerde var olan evlerin ve yurtların, buralarda yaşayan insanların hayatı ve kimliği üzerinde nasıl kendine özel bir etki yarattığını, sınırlarla belirlenmiş bu kapalı mekânların böylelikle nasıl öz-yerlere dönüşebildiğini bize gösteriyor. Saint-Exupéry’nin önerdiği bakış açısından hareketle ifade etmek gerekirse, evin ve yurdun yapay kapalılığı, bu mekânları tanımlayan sınırların içinde yaşamını sürdüren insan için, bir hakikat, onun kişiliğinin önemli bir parçası olabilme potansiyeli taşıyor. Bu sınırların tanımladığı mekân, aynı zamanda o sınırlar içinde ikamet eden özne olarak insanı da bir şekilde tanımlıyor. Dolayısıyla, bir uzlaşısal mekân olarak, içinde ikamet eden öznenin kimliğini etkileyen ev ve yurt, uzlaşısal hayatın bir neticesi olan toplumsal kimliğin gerçekleşmesi açısından bir öz-yer rolü oynuyor. Bu nedenle, başka-yer deneyimi edinmek için evinden ayrılan gezgin-yazar için, başka yurtlar aynı zamanda başka kimlikler, başka hakikatler, başka insanlar anlamına geliyor.

Evin ve yurdun sınırlarının gerçeklikle ve mantıkla doğrudan bağlantılı olmadığı fikrini öne süren gezgin-yazar, bu düşüncesini, başka-yer deneyiminden hareketle bir zemine oturtuyor. Kendi evinin ve yurdunun sınırlarının yapay sınırlar olduğunu gören gezgin-yazar, bu sınırların belirli bir kapalılık ve bu kapalılığın sonucu olarak da belirli bir kimlik vücuda getirmek gerçeği ile doğrudan ilişkili olduğunu idrak ediyor ve bunu okuyucuya bu şekilde aktarıyor. Öte yandan, paradoksal bir biçimde, evin ve yurdun kapalılığı durumunun sonucu olarak, sınırı aşmak eylemi düşüncesi, gezgin-yazarda bir “başka-yerin çağrısı”13 motivasyonu ile paralel bir gelişme izliyor. Nitekim yapay olarak çizilmiş sınırın diğer tarafında, bilinmeyenin, alışılmamış olanın çekiciliği duruyor. Kendi yurdunun sınırının hemen ötesinde başka bir yaşam alanı uzandığını bilen ve bu başka-yerde farklı bir kültürün, farklı bir yurdun, farklı bir alansal gerçekliğin olduğu fikri ile gezisini hayata geçiren gezgin-yazar, “sınırın ötesi”ne geçmeyi heyecan verici bir eylem olarak okuyucuya yansıtıyor.

__________ 13 Bu terimi Frame’de “uzağın çağrısı” (186), Saint-Exupéry’de “yabani çağrı” (166), Kerouac’ta “yeryüzünün çağrısı” (227), Batur’da “yeniden Doğa’ya dönüş sancısı” (210), Kpomassie’de “bilinmeyenin çekiciliği” (266), Bouvier’de “ufuk değiştirme takıntısı” (94) şeklinde görüyoruz.

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

17

Amerikalı gezgin-yazar Kerouac, başka-yer deneyimi sırasında iki yurdu ayıran, yani kendi yurdunu (Amerika) başka-yerden (Meksika) ayıran sınırı magic border14 olarak niteliyor ve bu isimlendirmeyle hem sınırın soyutluğuna gönderme yapmış oluyor, hem de böyle bir sınırın varlığının psikolojik boyutuna değinmiş oluyor. Nitekim bu sihirli sınırı aştığını ancak çeşitli somut işaretlerle (sınır kapısı, giyim tarzı, dil, vs.) idrak edebilen gezgin-yazar, aynı zamanda başka-yere geçmiş olmanın onda yarattığı coşkuyu da dillendiriyor. Sınır fikri dolayısı ile alışılmış olanı geride bıraktığı, evinden farklı işaretlerle dolu bir yurda giriş yaptığı izlenimi edinen gezgin-yazar, başka-yer algısını, dolayısıyla da ev ve yurt algısını belirleyen mekânın yapay kapalılık durumunu gerçekdışı, aldatıcı ancak bir o kadar da etkileyici ve heyecanlandırıcı bir durum olarak betimliyor.

Yapay bir alan olarak ev ve yurt, modern mekân algısının bir başka karakteristik yönünü teşkil ediyor. Doğal olmayan sınırlar aracılığıyla kendi içerisinde bir devamlılık sürdüren evler ve yurtlar, bu sınırlanmışlığın doğurduğu kendine özgülük ve başkalık ile gezgin-yazarın algısını farklı şekillerde etkiliyor. Kendi öz-yerini tanımlayan işaretler üzerine düşünen ve bu öz-yerin etrafı sınırlarla çizilmiş alanının aslında gerçek bir alan olmadığını idrak eden gezgin-yazar için başka-yer deneyimi, bu yapay gerçekliğe rağmen, bu durumun meydana getirdiği alansal farklılık ve çeşitlilik perspektifinde ilgi çekici bir eylem hâlini alıyor. Yani, yapay sınırlarla birbirlerinden ayrışmış evler ve yurtlar, gezgin-yazarın algısında, keşfedilmeyi bekleyen, bir “uzak çağrısı” yaratan yabancıl mekânlar formuna giriyor. Gezgin-yazar, sözünü ettiğimiz bu çağrıya cevap vermek adına, kendi evinin ve yurdunun yapay sınırlarını aşıp, başka-yerin alansal gerçekliğiyle karşı karşıya kalma yolunu seçiyor.

Başka-yerler keşfetmek, deneyimlemek amacı ile yola çıkan gezgin-yazar, alanı sınırlarla belirlenmiş yurtlar arasında geçişler yaparak, bu eylemi neticesinde edindiği izlenimler, kafasında oluşan soru işaretleri hakkında okuyucuyu bilgi sahibi kılıyor. Çağdaş gezi edebiyatı eserleri vasıtasıyla okuyucuya aktarılan bu bilgiler, sınırların belirleyici olduğu mekân gerçekliği ve onun doğurduğu mekân algısı ile ilintili olarak kimliğe ve kültüre dair yaklaşımlar ve tespitler içeriyor. Başka-yer tecrübesi neticesinde ev ve yurt tanımına farklı yorumlarla yaklaşan gezgin-yazar, bir yandan tanık olduğu mekânsal çeşitliliği heyecan verici bir olgu olarak tasvir ederken, diğer yandan bu yapaylığın gerçeklikle olan bağını gözden geçirmemizi sağlıyor.

SONUÇ

Sınır ve yabancı kavramları, Karşılaştırmalı Edebiyat sahasının anahtar kavramları arasında yer alıyor. Karşılaştırmalı Edebiyat disiplinini besleyen kaynaklardan biri olan çağdaş gezi edebiyatı, bünyesinde, bu kavramları yirminci ve yirmi birinci yüzyıla özgü bir perspektifle yeniden irdelemeye zemin hazırlayacak içerikte yapıtlar barındırıyor. Teknik ve teknolojik sahada kaydedilen ilerlemelerin bir sonucu olarak mekânlararası etkileşimin daha sık ve daha hızlı gerçekleştiği yirminci ve yirmi birinci yüzyıl, mekân kavramına dair bize çok yönlü, karmaşık, çoğul bir resim sunuyor.

Ev ve yurt kavramları, mekân algısı söz konusu olduğunda iki önemli algısal alanı işaret ediyor. Zira bu iki kavramın işaret ettiği mekân veya mekânlar, “diğer mekânlar”ın algılanışında belirleyici bir rol oynayabiliyor. Çağdaş gezi edebiyatında kendini ifade etme

__________ 14 Sihirli (veya büyülü) sınır.

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

18

alanı bulan ve algılayıcı özne rolü ile mekânlar arası yer değiştiren gezgin-yazar, kendi evinin sınırlarından uzaklaşarak başka-yerin sınırlarının içerisine giriyor ve bu sınıraşırı deneyimi, hem ona hem de onun aracılığıyla okuyucuya, evin ve yurdun tek tanımdan ibaret olmadığını gösteriyor. Başka-yer deneyimi, gezgin-yazarın algısında ev ve yurt kavramlarına tekabül eden resim ya da resimleri değiştiriyor, onların tanımlarını çoğaltarak çizgilerini belirsizleştiriyor, sınırlarını yeniden çiziyor.

İnsanın hayatının sembolik, işlevsel ve merkezî mekânlarından olan ev/evler ya da yurt/yurtlar başka-yerlere, başka evlere yönelik algıyı etkileyen, kimliği, “öteki”yi, yabancıyı, ev/yurt dışında kalanı, uzak olanı kendine nazaran tanımlayabilme potansiyeline sahip özel mekânlar olma izlenimi veriyor. Öyle ki birtakım evler ve yurtlar, yarattıkları alansal etki ile gezgin-yazarın hayatında derin izler bırakabiliyor, bu kişi için birer öz-yere dönüşebiliyor. Kişinin mekân algısı bu öz-yere nazaran şekillenebiliyor.

Başka-yer ve öz-yer diyalektiğinde ev ve yurt, yirminci ve yirmi birinci yüzyıl edebiyatlarında, hissî, soyut ama aynı zamanda fizikî ve somut boyutları olan mekân/mekânlar olarak karşımıza çıkıyor. Öz-yerin hissîlik durumu, mahrem diyebileceğimiz kişisel bir nitelikte olup, başka-yer gerçekliği içinde kendine daha kalıcı ve daha belirgin bir yer bularak gezgin-yazarın zihninde, farklı şekillerde, beliriyor. Tamamen şahsî deneyiminin bir neticesi olarak gezgin-yazarın “benim yerim” diye nitelediği ev ve yurt, alışılmış formlardan öte, bazen sessiz, tenha ve tozlu bir yol da olabiliyor. Öz-yerin fizikî resmi ile yine başka-yerde karşılaşan gezgin-yazar, sakini olmadığı bu mekânları bir yabancı gözüyle algılıyor, tanığı olduğu bu diğer öz-yerler üzerine o an edindiği izlenimlerini okuyucu ile paylaşıyor. Böylece ev ve yurt; başka-yer ve öz-yer, geçmiş zaman ve şu an, algılayıcı özne ve algılanan obje ilişkileri bağlamında çok boyutlu tanımlara kavuşuyor, daha kapsayıcı bir imge hâlini alıyor.

Bu makale için seçilmiş ve içerisinde merkezî bir mekân olma niteliğiyle evin ve yurdun hissel, düşünsel, kavramsal nitelikte farklı boyutlarını göz önüne seren ögeler barındıran çağdaş gezi edebiyatı eserlerinin meydana getirdiği karmaşık birliktelik bize gösteriyor ki gezgin-yazarın algısında, ev, yurt, öz-yer, başka-yer değişken, göreceli, dinamik mekânlar olarak kendine yer buluyor. Öyle ki, ev olarak nitelenen bir mekân daha sonra başka-yere dönüşebiliyor. Aynı şekilde bir başka-yer, gezgin-yazarın algısında bir öz-yer resmine işaret edebiliyor. Ev aynı zamanda yurt olabilirken ya da bu iki kavram aynı öz-yer olma özelliği gösterebilirken, bu iki kavramın uyuşmadığı veya bunların bir öz-yer niteliği taşımadığı durumlar da ortaya çıkabiliyor. Nitekim başka-yer deneyimi ile doğru orantılı olarak, gezgin-yazar, mekânın dar tanımlara sığdırılamayacak kadar çok yönlü ve karmaşık bir unsur olduğunu anlıyor ve bunu okuyucusuna kelimeleri ile aktarıyor. Evin/yurdun açıklığı-kapalılığı, somut oluşu-soyut oluşu, kişisel karakteri-toplumsal karakteri, hissel oluşu-fiziksel oluşu ikilemleri mekân olgusunun karmaşıklığını ama aynı zamanda kapsayıcılığını gözler önüne seriyor. Bu karmaşıklık, mekân ile doğrudan ilişkili olan kimlik, kültür, kişilik gibi olguların da dar tanımlar kabul etmeyeceği fikrini bize veriyor.

Kişisel deneyiminin neticesi olarak mekân algısı genişleyen, değişen gezgin-yazar, eserinde yer verdiği edebî betimleme ve tanımlamalarla okuyucunun da dikkatini bu değişebilirliğe çekmek istiyor. Yabancı olanı, yabancı olanın gözüyle tanımış olan okuyucu, edebî düzlemde ve sıradanlıktan, alışılagelmiş olandan ayrışan, bilinmez ve heyecan veren bir olay örgüsü yansıtması dolayısıyla romanesk kabul edebileceğimiz bir üslup ile

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

19

kendisine sunulan bu betimleme ve tanımlamalar aracılığıyla, mekân kavramına, ev ve yurt kavramlarına, başka-yer ve öz-yer kavramlarına yaklaşımında farklı bakış açıları edinmiş oluyor.

Gezi edebiyatının kayda değer vasıflarından olan, belki de en önemli vasfı olan, “yabancı gözüyle mekân algısı” paradigması, kimlik, kişilik, kültür gibi insan-mekân ilişkisi eksenli ögeleri daha büyük ölçekli bir düzlemde irdelemeyi, ev ve yurt kavramlarına daha etraflıca bakabilmeyi mümkün hâle getiriyor. Her gezgin-yazarın deneyimi ve bu deneyimin edebî aktarımı, mekân algısının, başka-yer gerçekliğine nazaran, yeniden şekillenmesine, yeni bileşenler edinmesine katkıda bulunan birer kaynak, referans olma anlamı taşıyor. Bu yüzden her gezi edebiyatı eseri bu değişebilir, genişleyebilir tanımın eklenmeyi bekleyen potansiyel parçası olarak, okuyucunun keşfine hazır, aslî ama aynı zamanda tikel bir mekân resmi içeriyor.

Yirminci ve yirmi birinci yüzyıl gezi edebiyatında ev ve yurt algısını incelemeyi ve analiz etmeyi konu alan bu makale ile, olabildiğince birbirine uzak ülke edebiyatlarını temsil eden gezgin-yazarların hayata geçirmiş olduğu eserleri kaynak alarak, bu çeşitliliğin sonucu olarak birbirinden farklı, dikkate değer özellikler taşıyan sentetik bir mekân resmi sunuldu. Bu resim elbette eksiksiz, bitmiş bir resim değildir.

Bu makale ile ulaşılmak istenen, referans olarak alınan altı çağdaş gezi edebiyatı eserini birbirinden bağımsız bireysel deneyimleri aktaran otonom kaynaklar olarak kabul edip, bunların çizdiği çerçeve içerisinde kalmaya çalışarak ev ve yurt algısının birtakım ana hatlarını gün yüzüne çıkarmak ve bunlar üzerinden bir mekân analizi yapmak oldu. Sözünü ettiğimiz bu hedefe ulaşmanın yanı sıra, gezgin-yazarın kelimelerinden hareketle ortaya çıkan, mekânın düşünsel, fiziksel ve romanesk boyutlarını irdeleyen birtakım çağdaş yardımcı kaynak vasıtası ile de kavramsal çözümleme noktasında desteklenen bu betimsel ve tanımsal değerlendirme çalışması, birbirini tamamlayan ya da besleyen özellikler üzerinden bütün gibi görünmekle beraber, gezgin-yazarların bireysel deneyimlerinden kaynaklandığı ve gezi edebiyatını temsil eden başka eserlerin sunduğu mekân tanımlamalarını ve betimlemeleri içine almaması dolayısıyla eksik bir resim özelliği de göstermektedir.

Farklı edebiyatlara ait seçilmiş altı eserin sunduğu ögeler esas alınmak suretiyle bireysel mekân deneyiminin, bu deneyimi aktarmada etken olan dil, kültürel kimlik, kişilik, kişiliğin bedensel ve hissel bileşenleri gibi faktörler nedeniyle sebep olduğu ve beslediği bütünlük ve kısmîlik paradoksu dikkate alınılarak, mekân algısının farklılığını, çeşitliliğini ve tek gerçekliğe indirgenemezliğini göstermeye çalışan bu makale ile ulaşılan noktadan hareketle, aynı zamanda, gezi edebiyatı eserlerini incelemede kaynak teşkil edebilecek bir gezi edebiyatı teorisi geliştirmeye dönük nitelikte, bu alan üzerine gerçekleştirilecek çalışmalara dair bir perspektif de sunulmuştur.

SUMMARY

In relation with technical and technological progress that have made the communication between places faster and more frequent, the conception of home represents a significant issue in twentieth and twenty-first centuries. Home, a conceptual notion designating a central place for human living, refers to a symbolic place which is also related to terms like identity, culture, personality. The notion of home embodies particular conditions regarding the relation between human being as perceiver subject and place as

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

20

perceived object. By choosing New Criticism as the method to approach the contemporary literary works selected for the development of this work after their potential quality to be part of a “travel literature theory”, this paper aims to constitute a definition of place from the perspective of literary travelers who carry out considerations about the signification of place from their own personal experiences that are taken place in elsewhere, in other-place, in places situated far from home, far from the ordinary, the familiar, the known. This is because New Criticism takes every single literary work as an autonomous integrity. Travel literature works selected for the realization of this article are analyzed to give form to a referential hypothesis about conception of home, by staying in the frame which is delineated by the content of each single book.

Contemporary literary creations, representing traveler-writers from far and various geographies and situations, are susceptible to imply integral narratives reporting personal experiences achieved in dissimilar places and in a certain period of time. Likewise, each travel experience acquired, achieved and reported by traveler-writer designates a whole concept of place which can be also considered as a singular piece of global concept of place. The traveler-writer, as a perceiver subject, transmits, through her/his individual witness effected in other-place, a definition of place which becomes, for reader, a referential statement on spatial reality. On the other hand, compared to another traveler-writer who represents another perceiver subject experimenting the place as a perceived object, every personal experience is, in the end, equivalent of a partial reality regarding the conception of place. Thus, by this article, that wholeness and partialness are supposed to define altogether the outlook that is proposed by this work. In fact, the main resolution of this paper is underlining those two significant and revealing conditions when it comes to notice the conception of place, more particularly of home, in accordance with human condition.

Six traveler-writers who are consulted in this article to understand the notion of home and the condition of place because of their role as perceiver subjects, have different cultural identities and personalities reflecting yet the complexity of relation between human being and place. This complexity is essential to reveal diverse aspects of home which appears in plural forms due to its compounded signification. Given such state of diversity, this work envisages to present multiple aspects related to this complex representation of place by demonstrating different points of view in reference to notion of home. Therefore, realized in situations and conditions being independent from each other, the experiences of traveler-writers, through their complementary or supporting quality which is reported inside literary works in forms of definitions and approaches, will help to reveal several aspects of conception of home, a sort of conception that reflects a particular spatial reality which is in an irreducibly changing relation with human living. In this respect, the result of this work will show that all kind of judgement about a definition of home is at the same time adequate and inadequate due to complexity of conception of place.

In this article, French words ailleurs (elsewhere, another place, other-place), distance (distance) and chez-soi (self-place, own-place) are used, through their possible correspondences in Turkish language (respectively: başka-yer, mesafe, öz-yer), as references to describe, in the most possibly accurate and exhaustive way, spatial situations and conditions so as to make more extensive and correlate the comprehension of the word “home”. So, the words of traveler-writers, conceived for the elaboration of the question of conception of place, are the main components that are set to develop and conclude the subject of this

________________________________ Yirminci ve Yirmi Birinci Yüzyıl Gezi Edebiyatında Ev/Yurt Algısı

SEFAD, 2018 (40): 1-22

21

present work which will offer, in a Comparative Literature context, a certain perspective in terms of studies for a theory of travel literature. At that stage, six traveler-writers representing six different countries (New Zealand, Turkey, United States of America, Togo, Switzerland, France) are expected to contribute to form the conceptual image related to notion of home, to highlight the term of place in the context of strangeness and stranger-ness, both being pivotal words for the discipline of Comparative Literature. Besides the main reference works selected as essential sources for the elaboration of the subject of this article, a few number of collateral works, related to the argument of this paper, will be also consulted exclusively for a conceptual analysis.

To develop the subject of this work in a more organized way, four chapters have been constituted between introduction and conclusion parts. Those chapters are: “Home as a State of Mind”, “Home as a Changing Entity”, “Home as a Closed Space” and “Home as an Artificial Place”. It is useful to be reminded that in every chapter, the conception of home is considered under a different conceptual aspect and through a variety of approaches suggested in selected works. By including such a range of various aspects (concrete, abstract, symbolic, physical, psychological, sensible, nostalgic, actual, individual, relative, conventional), the intention will be reflecting, in a more noticeable manner, the complexity of notion of home. That is to say, as the result will expose it clearly, this complex and diverging reflection will nevertheless need other approaches as well as other descriptive and defining elements in terms of a more complete image when it comes to conceptualize home as an object perceived by traveler-writer as a perceiver subject.

For this article, are chosen six literary works written in three languages (French, Turkish or English) and published in different periods of twentieth and twenty-first centuries. Those works, belonging to six literatures from five continents, relate individual travel experiences realized in countries and continents different from each other, have been created by writers who represent a diversity of cultural identities. Readers can find in those works conceptual, intellectual, individual and romanesque approaches related to question of place. According to their first publication dates, those works are: Terre des hommes, Antoine de Saint-Exupéry (France, 1939); On the road, Jack Kerouac (United States of America, 1957); L’Africain du Groenland, Tété-Michel Kpomassie (Togo, 1981); Le poisson-scorpion, Nicolas Bouvier (Switzerland, 1982); Başka Yollar, Enis Batur (Turkey, 2002); Towards Another Summer, Janet Frame (New Zealand, 2007 *Post-mortem publication).

Abdulfettah İmamoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 1-22

22

KAYNAKÇA

Bachelard, Gaston (1967). La poétique de l’espace. Vendôme: Presses Universitaires de France. Batur, Enis (2013). Başka Yollar. İstanbul: Kırmızı Kedi. Bouvier, Nicolas (2011). Le poisson-scorpion. Barselona: Gallimard. Chevrel, Yves (2016). La Littérature Comparée. Clamecy: Presses Universitaires de France. CNRTL (Fransa Ulusal Metin ve Sözlük Veritabanı) Sözlüğü. “Ailleurs”.

http://www.cnrtl.fr/definition/ailleurs [10.07.2018]. CNRTL (Fransa Ulusal Metin ve Sözlük Veritabanı) Sözlüğü. “Chez-Soi”.

http://www.cnrtl.fr/definition/chez-soi [10.07.2018] Das, Bijay Kumar (2005). Twentieth Century Literary Criticism. Delhi: Atlantic. Dictionnaire de la Langue Française par E. Littré de l’Académie Française (1873). Paris: Hachette. Dictionnaire Latin-Français par Fr. Noel (1825). Paris: Le Normant Père. Ducros, Paul (2011). Husserl et le géostatisme. Paris: Cerf. Esquier, Francis (2000). “Habiter: le lieu et son atmosphère”. Revue de Métaphysique et de

Morale. Frame, Janet (2007). Towards Another Summer. Auckland: Vintage. Imamoglu, Abdulfettah (2017). La notion d "Ailleurs" dans les récits romanesques du XXE et du

XXIE siècles. Doktora Tezi. Lyon: Ecole Normale Supérieure de Lyon. Kerouac, Jack (2000). On the road. St Ives: Penguin Books. Kpomassie, Tété-Michel (1981). L’Africain du Groenland. Paris: Flammarion. Perec, Georges (2000). Espèces d’espaces. Paris: Galilée. Saint-Exupéry, Antoine de (2007). Terre des hommes. Hong Kong: Gallimard.

Sending Date / Gönderim Tarihi: 16/04/2018 Acceptance Date / Kabul Tarihi: 26/06/2018

SEFAD, 2018 (40): 23-32 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.514492

The Experiential Theatre of Anthony Neilson and The Wonderful World of Dissocia

Assist. Prof. Dr. Ahmet Gökhan Biçer

Manisa Celal Bayar University Faculty of Science and Letters Department of English Language and Literature

[email protected]

Abstract Experiential theatre goes beyond the boundaries of dramatic theatre by allowing the

audience to experience the event performed on stage and create their own meaning and interpretation of conflicting phenomena, such as security and violence. As one of the important representatives of this type of English theatre in the 1990s, the playwright Anthony Neilson, has attracted substantial critical attention for his trenchant portrayal of violence in all its bareness that inevitably comes out within the practices of daily life. With one of his most important plays to date, The Wonderful World of Dissocia (2004), Neilson portrays experiential theatricality of states of mind while exploring the connection between the internal and external reality of a self. By doing so, Neilson pushes the framework of experiential theatre to a new extreme. This paper scrutinizes his contribution to the practice of experiential theatre within the context of violence and identity politics.

Keywords: Anthony Neilson, experiential theatre, violence, identity politics, The Wonderful World of Dissocia.

Anthony Neilson’un Deneyimsel Tiyatrosu ve Disosya Harikalar Dünyası

Öz Deneyimsel tiyatro, izleyicilere sahnede temsil edilen olayı deneyimlemelerine,

onların, güvenlik ve şiddet gibi çatışan olaylarla ilgili kendi anlamlandırma ve yorumlama süreçlerini oluşturmalarına olanak tanıyarak dramatik tiyatronun sınırlarını aşmaktadır. 1990’lı yıllar İngiliz tiyatrosunun bu türdeki önemli temsilcilerinden Anthony Neilson, kaçınılmaz olarak günlük yaşam deneyimlerinden kaynaklanan şiddet olgusunu bütün çıplaklığıyla ve keskin biçimde betimleyişi yönünden önemli eleştiriler almıştır. Neilson, en önemli oyunlarından The Wonderful World of Dissocia ile (2004), bireyin içsel ve dışsal gerçekliği arasındaki bağıntıyı incelerken, akılsal durumu deneyimsel bir teatrallikle resmeder. Bu yolla yazar, deneyimsel tiyatronun kavramsal çerçevesini yeni bir boyuta taşır. Bu çalışma, Neilson’un deneyimsel tiyatro pratiğine olan katkısını şiddet olgusu ve kimlik politikası bağlamında incelemektedir.

Anahtar Kelimeler: Anthony Neilson, deneyimsel tiyatro, şiddet, kimlik politikası, Disosya Harikalar Dünyası.

Ahmet Gökhan Biçer __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 23-32

24

I. INTRODUCTION

Experiential theatre aims at creating a space in which the borders between the spectators, actors and the play melt. Despite it has many shared aspects with traditional theatre, experiential theatre rejects some of the established conventions of traditional theatre. As Mary LaFrance observes, in experiential theatre the distinction between reality and fiction may seem uncertain, actors may engage in direct verbal or physical interactions with audiences, the actors improvise large portions of the performance based on the audience response, audience number tends to be much smaller, experiential theatre-audiences often have no idea what to expect when the performance begins, in experiential theatre the audience member is no longer a relatively passive observer as would be in traditional theatre. Instead audiences become active participants (2013: 509, 513, 514, 515). According to Aleks Sierz, experiential theatre is “the kind of drama, usually put on in studio spaces, that aims to give audiences the experience of actually having lived through the actions depicted on stage. Instead of allowing spectators to just sit back and contemplate the play, experiential theatre grabs its audiences and forces them to confront the reality of the feelings shown to them” (2017). Experiential theatre uses violent subjects, taboo words and surreal images which disturbs people. In this regard, it is possible to situate Anthony Neilson’s The Wonderful World of Dissocia at the edge of the theatrical tradition. Especially in the first part of the play Neilson consciously reacts against the representational theatre. Instead he puts the audience in direct contact with feelings of Lisa, the heroine of the play. In this sense, the play is experiential; because Neilson wants the audience to live the events and ideas depicted on stage in a short time and he confronts the audience with disturbing subjects. This article aims to explore the experiential quality of Anthony Neilson’s The Wonderful World of Dissocia.

II. ANTHONY NEILSON AND EXPERIENTIAL THEATRE

Anthony Neilson has been a controversial figure in the field of new writing for the British stage. His work is characterised by a vision of society as a place of social decline, injustice and imminent violence. But he uses violence not just to shock but to provoke self-awareness by experience. He expressed in an interview with Caroline Smith that he “tended to notice the extremities of life: the extreme brutality and sweetness of it...Drama is the most interesting when people are at their most brutal and at their most generous” (Smith 2008: 78). Neilson argues that, together with emotional experience, his plays should constantly provoke, engage and enrage his audience through experience. His work offers a deep experience of discomfort and madness. As a “rehearsal-room baby” (Sierz, 2000: 65), Neilson learned through experience how theatre should be. His parents were both Scottish actors; thus, he learned much about theatre naturally. Reid also notes that Neilson “learned in childhood ‘to think of personal, political, emotional as intricately entwined’, substantially through the experience of watching his parents rehearse Donald Campbell’s plays” (2012: 162). Thus, Neilson’s childhood experience of watching Campbell’s The Jesuit had a great impact on his playwriting and on his notion of experiential theatre. As the writer underlines:

I was eleven when I saw it at the Traverse. There’s a moment when the women find out that their husbands have died at the sea, and my mother let out this horrendous scream. I was absolutely chilled. Because she was my mother, the emotional force was doubled. Since then I’ve always struggled with the idea that theatre should be like that, that it really has to have that very direct, very basic force. (qtd. in Sierz 2000: 66)

___________________ The Experiential Theatre of Anthony Neilson and The Wonderful World of Dissocia

SEFAD, 2018 (40): 23-32

25

Even at an early stage in his career, Neilson was absolutely sure of his theatrical voice. That voice has become most influential ones on the British stage. Since the production of his earliest plays Normal (1991), Penetrator (1993) and The Censor (1997) Neilson has been associated with a new generation of provocative British playwrights of the 1990s whose experiential theatre addresses contemporary issues. His earliest plays deal with violence, cruelty, barbarity, oppression, catastrophic annihilation of humanity, psychic alienation, isolation and trauma.

According to most references, Anthony Neilson is one of the major voices of what critics like to label ‘in-yer-face theatre’. During the 1990s his name became synonymous with the cruelty of Sarah Kane’s Blasted and Mark Ravenhill’s Shopping and Fucking. As Ian Brown asserts, Neilson’s plays are “associated with a new internationalist movement in contemporary theatre, the so-called ‘in-yer-face’” (Brown 2007: 322) but the playwright himself is not of the same opinion. Neilson does not like being categorised under that label because he thinks that the term in-yer-face does not adequately define his theatre. As a writer in search of new forms and aesthetic expressions Neilson prefers ‘experiential’ as a key term to describe his “truly theatrical theatre” (Foreword 2007). On this issue Neilson said:

I will presume that you know about the “In-yer-face” school of theatre, of which I was allegedly a proponent. I suppose it’s better to be known for something than for nothing but I’ve never liked the term because it implies an attempt to repel an audience, which was never my aim. In fact, the use of morally contentious elements was always intended to do very opposite. Given that one’s genuine morality (as distinct from the morality that we choose for ourselves) tends to be instinctive rather than cerebral, engaging a receptive audience with such issues is a useful way of scrambling the intellectual responses that inhibit/protect us from full involvement with what we’re watching. Engage the morality of an audience and they are driven into themselves. They become, in some small way, participants rather than voyeurs. That’s why I prefer the term “experiential” theatre. If I make anything, let it be there. (Foreword 2007)

It is clear from his remarks that experiential is the key term Neilson himself uses for the theatre he wants to make. Like the works of Crimp and Kane, Neilson’s work deliberately incorporates and offers the experience of feeling the emotions depicted on stage. It should be a theatre that has a visceral impact putting its spectators in contact with feeling in a way that forces them to confront the grim realities of life. In 2002 Neilson said of his work, “I’ve always felt that theatre should have a visceral effect on the audience. I’m not really interested in being known as a great writer. I’m more interested in ensuring that people’s experience in the theatre is an interesting or surprising one” (qtd. in Reid 2007: 489). According to Doris Mader, as an experientialist playwright, Neilson creates his own artistic principles:

He is never shy to avow to some personal and biographical essence to his writing, and his having practically been born into the world of theatre and having been brought up in a rather ‘alternative’ environment have apparently opened up for him the possibility to allow for the primacy of experientiality to govern the production process as well as the inherent aesthetics of his plays. As he intends to provoke emotional participation rather than intellectual distance, his ‘energetic’ approach to drama also concerns his very writing and working with actors. (2010: 1)

Ahmet Gökhan Biçer __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 23-32

26

In experiential theatre spectators experience the play both mentally and emotionally. Neilson’s theatre is experiential in the way it asks spectators to experience what is shown on stage psychologically and emotionally. For Neilson to achieve this aim in creating a story and narrative has great importance. As Neilson expresses in the introduction of his Plays 1:

The story is the route by which your subconscious finds expression in the real world. Preoccupying yourself with the mechanics of a narrative frees you from your ego and allows something more truthful to come through. And when it is done, it will surely ‘say something’, because character is action: the choices you make for your characters will reflect your personality, your take on the world, honestly and without cliche. In short, you will produce a truly dynamic thing: a play that speaks both to its audience and creator. A two-way dialogue of creation and response. (1998: ix)

Neilson’s plays are exemplary of the experiential style in form and content, that requires equivalent reply from artists in the process of production. What Neilson looks for are “ideas, reactions, inspirations, challenges, personal insights, accidental moments” (Lane 2010: 89). Neilson tracks his own artistic beliefs while creating a play. Since he aims at provoking an emotional reply from the spectators and their contribution to the play, Neilson co-creates the text with performers during the preparation process. As a result, his experiential theatre activates a visceral appreciation in both performers and spectators. This assumption is supported by Neilson himself:

I would have less and less of the script finished by the time we went into rehearsal...And it got to the point when I was making it up as we went along...take bits in and try them with the actors and see whether they worked... They were always getting the last part of the script very close to opening... actors normally temper their playing because they have a view of how the whole play will develop, and the audience can guess where the play is heading by the way the actors behave at the start...The actors get the chance to make a journey during the run; they haven’t rehearsed the play to death; they still take risks; they still have an edge. (qtd. in Sierz 2000: 67)

In a playwriting career of nearly twenty years Neilson’s plays demonstrate a remarkable maturity and growth. In the early part of his career Neilson’s plays deal with sexual violence primarily as a tool utilised to affect the audience to achieve an experiential goal, but in his later period he focuses on states of mind, trauma and traumatic identities. In this vein, while examining the poetics of trauma in Neilson’s experiential theatre, a key factor is the way in which the notion of sexual politics and the question of identity differ from traditional story-telling and more comfortable certainties of the dramatic theatre. Trish Reid draws attention to this aspect of identity politics in Neilson’s plays. She observes that

[a]t first glance Neilson’s engagement with questions of identity appears more personal than political, more concerned with subjective than social experience, and certainly not explicitly related to national identity politics... But it is also clear Neilson shows no particular interest in Scottish settings. He is, however, consistently concerned with characters that occupy the margins, whether between sanity and insanity, or acceptance and exclusion. (2011: 197)

If viewed from this perspective, it is clear that Neilson’s theatre discredits national identity and focuses on personal identity, traumatised minds and personal issues rather than public ones. Reid strengthens this notion as follows:

___________________ The Experiential Theatre of Anthony Neilson and The Wonderful World of Dissocia

SEFAD, 2018 (40): 23-32

27

Neilson privileges a political identity that transcends narrow or fixed definitions, or at least insists lived experience must, and should, take precedence over definitive or essentialist identity construction. To this end, the palpable quality of lived experience, whether highly pleasurable or intensely painful, is determinedly and consistently placed at his work’s centre. (2011: 198)

In Neilson’s dramatic world individual identity is impossible. His characters have no real personality and this becomes problematic. As an experiential playwright, Neilson reveals the impossibility of absolute identity in the postmodern context. One of his new millennium plays, The Wonderful World of Dissocia (2004), demonstrates such a tendency. The play introduces some dominant characteristics of Neilson’s work that are present in all of his plays: namely the experiential quality of offstage and linguistic violence, poeticising madness, and trauma through the use of language.

III. THE WONDERFUL WORLD OF DISSOCIA

Often depicting scenes of madness and mental illness, The Wonderful World of Dissocia aroused much acclaim. The play was first staged at the Tron Theatre in Glasgow and at the Royal Lyceum Theatre as a part of the Edinburgh International Festival in 2004, and in 2007 it was performed at the Royal Court Theatre and toured London theatres. Since the play has an experiential style, critics were largely positive about the play. They readily appreciated the play’s attempt to stage madness experientially. Rachel Halliburton from Time Out London praised the play’s experiential quality saying “Shatteringly original, infuriating, rebelliously playful, and as intelligently experimental as any drama you’ll see, it takes the audience member on a journey where it’s impossible to feel control” (2007). Mark Ravenhill, pioneering playwright of British theatre in the 1990s and also a close friend of Neilson, commented in The Guardian that “Dissocia is an ambitious piece, a vast dreamscape with mental illness as its central theme. Neilson is keen not to suggest that it is a direct attempt to stage mental illness. That would be presumptuous... In many ways, it's an experiment in form” (2004).

One notable feature of Neilson’s work is to show and explore the internal life of the mind. Experiencing his theatre takes audiences into the disturbing territory of mindscapes. In The Wonderful World of Dissocia he maps the darkest internal sides of a dysfunctional brain and portrays a psychologically complex character in an intensely romantic relationship set against social and political backgrounds in dramatically compelling ways. The Wonderful World of Dissocia is an exemplary instance of what Neilson called experiential theatre, which sets out to make the audience feel what has been presented on stage. The play does not just represent scenes of madness and mental collapse of a broken mind, but makes the audience experience the scenes of trauma and mental illness.

Directed by its writer, The Wonderful World of Dissocia is a play with two distinct halves, which results in two contrasting acts. The play is about a young woman, Lisa, who suffers from dissociative identity disorder and is in search of her one lost hour on a transatlantic flight. In order to maintain her psychological balance, she has to visit Dissocia which means “the life” that Lisa’s lost one “hour generated” (Neilson 2007: 67). The first act of the play takes place in Dissocia, a colourful, funny, exciting, brutal and surreal landscape where a polar bear sings a song, a scapegoat talks, a goat rapes a woman, and Lisa travels with a flying car. But this country exists only in Lisa’s head. The second act is set in the psychiatric unit of a hospital, a real place where Lisa is being treated.

Ahmet Gökhan Biçer __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 23-32

28

Dominic Dromgoole in his book titled The Full Room: An A-Z of Contemporary Playwriting, which offers a comprehensive survey of contemporary British drama, defines Neilson’s theatre as “scorchingly dark” (215) and he even goes further to claim that

[a] sense of threat, of potential violence, sexual and otherwise, hovers over all his work. Sex is a weapon constantly wielded, often by women against men. There is no end of shocking incidents, defecation, anal rape, hand relief, the whole kit and kaboodle but the word shock seems inappropriately trivial in the context of his work. Shock is a tool of manipulation, and Neilson is far too personal a writer to manipulate. (215-216)

This is certainly the case in The Wonderful World of Dissocia. Neilson’s use of offstage violence and abuse is noteworthy. It is obvious that Lisa’s childhood memories highlight the question of trauma, the issue of the end of innocence and the loss of her trust in the concept of family and friendship. This traumatic breakdown explains the play’s depressing mood. Judith Herman’s observation about this kind of traumatising experience is an appropriate example for reading the play through its experiential quality:

Traumatic events call into question basic human relationships. They breach the attachments of family, friendship, love, and community. They shatter the construction of self that is formed and sustained in relation to others. They undermine the belief systems that give meaning to human experience. They violate the victim’s faith in a natural or divine order and cast the victim into a state of existential crisis. (51)

In The Wonderful World of Dissocia, Neilson “wanted to find a form that would enable people to participate and enter into the psychological space of protagonist” (Smith 2008: 79). The spectators are experiencers of this brutal process and Lisa’s efforts to gain her lost hour in order to balance her life. The play begins with Lisa’s encounter with Victor Hesse, a therapist who “bears more than a passing resemblance to how we imagine Sigmund Freud” (Neilson 2015: 26) in the play and her colourful journey through a dream-like world which is similar to Lewis Carroll’s Alice’s Adventures in Wonderland. As a child Neilson reads Alice’s Adventures in Wonderland many times and has influenced Caroll’s depiction of the inner life. He draws attention to this similarity in an interview with Mark Brown. Neilson mentions that Alice’s Adventures in Wonderland is “really just the transcript of something that was made up as he went along... It was that way of telling a story where your subconscious speaks quite freely. That's what I try to do when I'm writing plays” (2016).

Neilson adapts Lewis Carroll’s story into theatre but there is a significant difference: He converts the Wonderland to a Troubleland that is full of violence and sex. Neilson tries to show the audience the loss of identity and traumatic childhood memories of abuse. In this context, the play also depicts a world of ‘disconnectus erectus’ identity. With these traumatic events, the audience confirms the cycle of a traumatic vertical hour through the eyes of a trauma victim. Lisa, the heroine of the play, sets out on a quest to find her lost hour which poisoned her past, present and future. She initially believes that her watch is an hour slow, when in fact she herself in the process of creating her own reality has deleted an hour from her life. In the course of this search which is a search for identity she delves into the deepest darkness of psychiatric breakdown which can be seen in Act One of the play:

Victor Your hour has been traced to a country called Dissocia. Arrangements have been made for you to travel there immediately. On the back of my card you will see a number. Once I have gone, you must dial it and follow the instructions you are given. When you

___________________ The Experiential Theatre of Anthony Neilson and The Wonderful World of Dissocia

SEFAD, 2018 (40): 23-32

29

arrive in Dissocia, you must take your quest known. Our agents will find you and assist you in your task.

Lisa Wow... it’s like a spy or something!

Victor This is no game, Miss Jones. A stray hour is a source of tremendous energy. In the wrong hands, its properties could be exploited to the most devastating ends. There are those who will not take kindly to your efforts to retrieve it; they will do what they can to obstruct you and mislead you.

He adapts the air of a hypnotist.

Just remember- the hour is yours. Never doubt it, never deny it. This will be your protection. (Neilson 2007: 11)

According to John Bull in The Wonderful World of Dissocia, spectators are the experiencers of two kinds of awareness: “[T]he world as magically conceived by Lisa in her disturbed and untreated state and the mundane realities of a material world that intersects and interacts with the world of Dissocia but never succeeds in denying its existence” (355). Traveling in Dissocia, Lisa meets a number of different surreal characters which are the symptoms of her madness. For instance, Jane, whose presence in Dissocia is “to be beaten and anally raped” (Neilson 2007: 42), in place of Lisa, sheds light on the possible reasons behind Lisa’s traumatic personality. Jane is anally raped in the play by a goat and Lisa watches this action helplessly. When Jane begins to scream, louder and louder, Lisa cannot bear watching. This scene reminds the audience of Lisa’s probable experience of being raped and abused in her childhood. In Act One of the play, the audience also experience Lisa’s madness when she encounters a polar bear that has an unfinished song for her titled ‘Who’ll Hold Your Paw When You Die?’. The lyrics of the song also give some clues about the causes of Lisa’s madness and draws a real picture of her mental breakdown:

Who’ll hold your paw when you die?

Who’ll hear your whisper goodbye?

Who’ll be beside you when brain death is declared?

Who’ll think about you and all we have shared?

Some people call themseves friend

But will they be there when you end?

Life’s full of clatter

But none of it matters

Only who’ll hold your paw when you die. (Neilson 2007: 46)

Neilson’s theatrical vision is an apolitical one ambivalently realised. His works address the most basic questions of how humans organise and govern themselves in modern societies. The writer uses theatre as a powerful tool of public and private discourse. He deploys character, plot and language to explore the most existential questions raised throughout the play. One of the most important questions in the play is on the human condition. As the writer puts it, “I’ve become increasingly interested in how you theatricalise people’s internal workings, the insides of their heads because a) it’s a subject that interests me b) it’s a challenge and c) it allows you to go anywhere and do anything you want” (qtd. in Clark 2007). So, in Dissocia the realism of the portraits combined with Neilson’s empathetic eye is very clear. Aggressive and eye-catching tactics were both employed within the text. As Neilson states,

Ahmet Gökhan Biçer __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 23-32

30

Dissoocia was a breakthrough for me in that (I believe) I managed to achieve with form what I had previously only achieved with content, in that the entire structure of the play was designed to force the audience into at least analogous identification with the protagonist, Lisa. Hopefully, when she is asked in the second act why she doesn’t take the medication that will suppress the symptoms of her mental illness, the audience having been deprived of the spectacle of the first half and of any conclusion to its narrative- will understand on a visceral level why she is drawn to her condition. (Foreword 2007)

Besides theatricalising madness, one of the most important issues raised throughout the play is the double standard of the mental health system. Cramer, in the programme for The Wonderful World of Dissocia highlights Neilson’s criticism of the health system as follows:

The main problem with the mental health system is it lacks subtlety; we’re only beginning to find that. We’re working our way to a situation where we can understand that each case is very individual and many elements need to be weighted up. If any system needs to be taken out of the hands of politicians, it’s the mental health system. There’s no big policy initiative or eye-catching idea that can take on the whole problem. (8-10)

In light of these ideas we can read the second act of the play as the polar opposite of the first act. Contrary to the colourful settings and surrealist actions of the first act, the second act of The Wonderful World of Dissocia takes place in a colourless hospital room with a window and is naturalistic in style. The setting is a sterilised psychiatric clinic where Lisa is ‘imprisoned’ and forced to take prescribed medicine every few hours. She receives some visitors including her sister Dot who talks about Lisa’s egoism and her boyfriend Vince who is very angry because of Lisa’s resistance to taking medication. Although Lisa says “I do want to get better” (Neilson 2007: 87), and for the first time in the play smiles, she rejects taking medication. Just “a few pills, twice a day and that’s all you’ve got to manage” says Dot and adds, “if you don’t care about yourself, then at least do it for mum and for Mark and for me. I mean how do you think I feel, knowing everyone thinks my sister’s a loony?” (Neilson 2007: 83). In this scene Vince and Dot “are presented as patient and basically sympathetic figures, struggling to cope with Lisa’s repeated lapses” (Reid 2017:82). At the end of the play “Lisa is asleep. She looks at peace. In her arms she holds a small polar bear. We hear music at last. Coloured lights play on her face, swirling around her head. Dissocia still exists, caged within her head. There is little doubt that she will return to her kingdom. The music ends. Lights down” (Neilson 2007: 89). These final stage directions remind the audience that Lisa has a potential to return her wonderful world of dissocia.

___________________ The Experiential Theatre of Anthony Neilson and The Wonderful World of Dissocia

SEFAD, 2018 (40): 23-32

31

IV. CONCLUSION

Experiential theatre requires the audience to join the event and provide their own meaning and understanding to contradictory information and phenomena. Neilson’s theatre is experiential in the sense that it wants the audience to experience and recognise what is seen on stage not only intellectually but also viscerally and emotionally. Thus, his theatre makes the audience feel as if they have experienced what has been presented on stage and react to the issues raised in the course of the play. As one of the concrete examples of experiential theatre in Britain, the power of The Wonderful World of Dissocia comes from its surreal setting and disturbing scenes. Through creating an experiential space in Act One of the play, Neilson destroys the borders between audience and actors. Act Two stands for a key to open the door to Lisa’s kingdom. In this context, this act contains no colourful objects, no surreal images, no fantastic journeys or absurd elements. Instead, Neilson takes audiences into a naturalistic hospital scene and forces them to take a position along with Lisa. As a result, in The Wonderful World of Dissocia, Neilson portrays the experiential theatricality of violence and identity crisis through Lisa’s wonderful and tragicomic journey into Dissocia. Throughout the play, Neilson explores the elements of Lisa’s personal life, shows her psychological hell, maps the darkest internal sides of her madness and portrays a dramatic representation of traumatic aporia. This intense focus makes the audience feel, breathe and experience the fragile mental state, extreme emotions, violence, inner world and traumatic internal journey of the heroine as a probable domestic abuse victim.

Ahmet Gökhan Biçer __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 23-32

32

BIBLIOGRAPHY Brown, Ian (2007). “Alternative Sensibilities: Devolutionary Comedy and Scottish Camp”.

Edinburgh Companion to Contemporary Scottish Literature. Ed. Berthold Camp. Edinburgh: Edinburgh University Press. 319-327.

Brown, Ian (2011). The Edinburgh Companion to Scottish Drama. Edinburgh: Edinburgh University Press.

Brown, Mark. (2016.11.22). “Curiouser and curiouser: interview with Alice's Adventures In Wonderland director Anthony Neilson”. http://www.heraldscotland.com/news/14920900.Curiouser_and_curiouser__interview_with_Alice__39_s_Adventures_In_Wonderland_director_Anthony_Neilson/ [09.05.2018].

Bull, John (2011). “Anthony Neilson”. The Methuen Guide to Contemporary British Playwrights. ed. Middeke, Martin- Schnierer, Peter Paul et al. London: Methuen Drama. 343-362.

Clark, Colin (2007). “What is Anthony Neilson On?”. Interview with Anthony Neilson. http://www.nationaltheatrescotland.com/content/mediaassets/pdf/AnthonyNeilson-interview-Dissocia-Realism.pdf [11.07.2012].

Cramer, Neil (2004). “Neilson and Ambivalence”. The programme for The Wonderful World of Dissocia. Edinburgh: Edinburgh International Festival Society.

Dromgoole, Dominic (2002). The Full Room: An A-Z of Contemporary Playwriting. London: Methuen.

Halliburton, Rachel (2007). “The Wonderful World of Dissocia”. Time Out London. http://www.timeout.com/london/theatre/reviews/3255/review.html [11.01.2012].

Herman, R. Judith (2001). Trauma and Recovery. London: Pandora. LaFrance, Mary. (2013). "The Disappearing Fourth Wall: Law, Ethics, and Experiential Theatre".

Vanderbilt Journal of Entertainment & Technology Law. Vol. 15 (3): p. 507-582. Lane, David (2010). Contemporary British Drama. Cheshire: Edinburgh University Press. Mader, Doris (2010.02.24). “Anthony Neilson”. The Literary Encyclopedia.

http://www.litency.com/php/speople.php?rec=true&UID=12573 24 February 2010, [03.07.2012].

Middeke Martin, Schnierer, Peter Paul et al. (2011). The Methuen Guide to Contemporary British Playwrights. London: Methuen Drama.

Neilson, Anthony (1998). “Introduction”. Anthony Neilson Plays 1: Normal, Penetrator, Years of the Family, The Night Before Christmas, The Censor. London: Methuen. ix-xi.

Neilson, Anthony (2007). The Wonderful World of Dissocia, Realism. London: Methuen. Neilson, Anthony (2015). The Wonderful World of Dissocia, Realism. London: Methuen. Ravenhill, Mark (2004.08.26). “I want to stay pure”. The Guardian.

http://www.guardian.co.uk/stage/2004/aug/26/theatre.edinburghfestival20042. [9 July 2012]. Reid, Trish (2007). “Deformities of Frame: The Theatre of Anthony Neilson”. Contemporary Theatre

Review 17 (4): 487-498. Reid, Trish (2011). “Post-Devolutionary Drama”. The Edinburgh Companion to Scottish Drama. ed.

Ian Brown. Edinburgh: Edinburgh University Press: 188-199. Reid, Trish (2012). “Anthony Neilson”. Modern British Playwriting: the 1990s. Ed. Aleks Sierz,

London: Methuen. 137-163. Reid, Trish (2017). The Theatre Anthony Neilson. London: Bloomsbury. Sierz, Aleks (2000). In-Yer-Face Theatre British Drama Today. London: Faber and Faber. Sierz, Aleks (2017). “In-Yer-Face Theatre”. http://www.inyerfacetheatre.com/az.html [10.05.2018]. Smith, Caroline (2008). “Anthony Neilson interviewed by Caroline Smith”. Brand Literary Magazine:

76-79. http://www.brandliterarymagazine.co.uk/editions/02/contributors/01/extract.pdf. [12.04.2018].

Sending Date / Gönderim Tarihi: 12/09/2018 Acceptance Date / Kabul Tarihi: 08/11/2018

SEFAD, 2018 (40): 33-44 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.514847

Incorporating Environmental Education in English Language Teaching through Bloom’s Revised Taxonomy

Assist. Prof. Dr. Defne Erdem Mete

Selçuk University Faculty of Letters Department of English Language and Literature

[email protected]

Abstract It has become undeniable that language learners should be aware of global problems.

One of the most serious problems of our globe today is the environmental degradation and education practices should have a contribution to ecological conservation. Environmental education, which is a developing field of study, aims to equip learners with the skills to identify and take action against ecological problems. In order to be able to take part in this solution process, English language learners should especially have critical thinking and critical reading skills. This paper suggests using Bloom’s Revised Taxonomy in an environmental education framework for fostering English language learners’ skills required for critical reading of authentic texts related to ecology and increasing their environmental awareness. In this respect, first, an application of the taxonomy in Monroe & Andrews et al.’s (2007) Environmental Education Strategies Framework is presented. Then, in order to exemplify the use of the taxonomy with an environmental education perspective, a set of reading questions which can be used for the critical reading of an authentic text is suggested. Our Iceberg is Melting: Changing and Succeding Under Any Conditions (2005), written by John Kotter and Holger Rathgeber as a fable, has been chosen as the sample authentic text. It is concluded that environmental education practices can be incorporated in English language teaching by fostering critical reading skills with the suggested approach and authentic texts on ecological issues can be used as classroom material for this purpose.

Keywords: Bloom’s Revised Taxonomy, critical reading, environmental education, authentic text, English language teaching.

İngilizce Öğretiminde Çevre Eğitiminin Uygulanmasında Bloom’un Yenilenen Sınıflandırması’nın Kullanımı

Öz Yabancı dil öğrencilerinin küresel problemlerin farkında olmaları gerektiği inkâr

edilemez bir gerçektir. Çevre bozulması bugün dünyanın en önemli problemlerinden biridir ve eğitsel uygulamaların çevrenin korunmasına katkı sağlaması gerekmektedir. Gelişmekte olan bir bilim dalı olan çevre eğitimi, öğrencilerin çevre ile ilgili problemleri tespit edip, çevreyi korumak için gerekli girişimlerde bulunmalarını sağlayacak becerileri kazandırmayı amaçlamaktadır. Çevresel problemlerin çözümünde yer alabilmeleri için, İngilizce

Defne Erdem Mete ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 33-44

34

öğrencilerinin özellikle eleştirel düşünme ve eleştirel okuma becerilerine sahip olmaları gerekmektedir. Bu çalışma, İngilizce öğrencilerinin çevre ile ilgili özgün metinleri eleştirel okuma becerilerinin ve çevreyle ilgili bilinçlerinin geliştirilmesinde Bloom’un Yenilenen Sınıflandırması’nın bir çevre eğitimi modelini esas alarak kullanımını önermektedir. Bu amaçla, öncelikle, sınıflandırmanın Monroe-Andrews ve diğerlerinin (2007) öne sürdüğü Çevre Eğitimi Stratejileri Modeli’ndeki uygulaması sunulmuştur. Daha sonra, sınıflandırmanın çevre eğitimi açısından kullanımını örneklendirmek için, çevreyi konu alan özgün bir metnin eleştirel olarak okunmasında kullanılabilecek sorular önerilmiştir. Özgün metin örneği olarak John Kotter ve Holger Rathgeber tarafından yazılan Our Iceberg is Melting: Changing and Succeding Under Any Conditions (2005) adlı fabl seçilmiştir. Sonuç olarak, önerilen yaklaşımla çevre eğitimi uygulamalarının eleştirel okuma becerilerinin geliştirilmesi ile İngilizce öğretimine dahil edilebileceği ve ekoloji ile ilgili özgün metinlerin bu amaçla sınıf materyali olarak kullanılabileceği öne sürülmüştür.

Anahtar Kelimeler: Bloom’un Yenilenen Sınıflandırması, eleştirel okuma, çevre eğitimi, özgün metin, İngilizce öğretimi.

____________________________________ Incorporating Environmental Education in English Language Teaching through Bloom’s Revised Taxonomy

SEFAD, 2018 (40): 33-44

35

INTRODUCTION

Environmental education is a developing field of study. Having critical thinking skills is an essential part of environmental education because if people do not criticize their thoughts and practices towards nature, they cannot be aware of their mistakes and take the necessary precautions to protect it. The significance of environment on human and nonhuman has been the interest of many disciplines. Altındiş (2017: 15), for example, notes that environmental literature “has the potential to tell us stories in and about nature woven with individual threads that create a multivocal presence consisting of human/nonhuman relations.” This multivocality creates an excellent space in language teaching. It is an unquestionable fact that English language teaching practices should contribute to the promotion of peace and global awareness in the world including conservation of environment (Cates 1990; Jacobs & Cates 1999). Implementations of environmental education have been investigated in different disciplines, however studies on how it can be incorporated in English language teaching are still limited. Gürsoy & Sağlam (2011) have found that prospective English language teachers are willing to integrate environmental education in their classes. Arıkan (2009) recommends contextualizing English grammar by using environmental peace education activities in order to increase learners’ global awareness. Setyowati and Widiati (2014) suggest a genre-based approach for integrating environmental education in writing classes of English language learners.

Authentic texts have been largely used in language teaching to increase learners’ motivation to learn the target language as they provide the opportunity of being exposed to the real life language (Guariento & Morley 2001). According to Crossley & Louwerse et al. (2007), literary works such as novels and poems as well as other texts used in daily life such as manuals can be regarded as authentic texts1. Language teachers can design different kinds of tasks related to ecological problems by using these kinds of authentic texts. Hence, a genuine purpose, real world targets, classroom interaction and engagement which are the four main elements of task authenticity as discussed by Guariento & Morley (2001) can also be achieved. The fable suggested to be used in this study enables such authentic use by raising awareness and concern on a global problem. Lazar (1993) highlights this point by claiming that literary texts are quite effective for engaging learners with an interest in building a better future and tasks on these texts should be designed to encourage learners to do so.

Content-Based Instruction (CBI) and Content and Language Integrated Learning (CLIL) highlight using authentic texts for teaching a language through content. Studies carried out on the use of content-based instruction in English language teaching have revealed positive findings such as an increase in learners’ motivation (Huang 2011, Arnó-Macià & Mancho Barés 2015). In their discussion on using environmental topics to foster language learning with content-based instruction, Hauschild & Poltavtchenko et al. (2012) emphasize the importance of promoting personal responsibility and encouraging learners to take action for saving the environment. They propose three sample activities that can be adapted for integrating language and content in the classroom. Similarly, Riegerová (2011) provides practical activities on environmental issues to be used with English language

__________ 1 In the present study, the term “authentic text” is used to refer to any kind of text which is thematically related to an ecological issue. Although the sample authentic text is a fable and hence a literary text, “authentic text” is preferred to be used in order not to limit the application of the suggested approach with literary texts.

Defne Erdem Mete ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 33-44

36

learners based on content-based instruction. Nkwetisama (2011) discusses the benefits of using not only content-based but also task-based language learning approaches for integrating environmental education in language teaching.

As part of critical thinking, developing critical reading skills is crucial for preparing English language learners to take part in the protection of the environment. Besides, Tsekos & Tsekos et al. (2012) emphasize the significance of experiential learning in environmental education and claim that classroom activities on literary texts which are related to the environment in their theme can be used to add a dimension of experiencing reality that would strengthen the effect of other methods.

Studies on implementing Bloom’s Taxonomy for the development of critical thinking and critical reading skills revealed positive results (Veeravagu & Muthusamy et al. 2010; Minakova 2014; Mulcare & Shwedel 2017). It has been claimed that the taxonomy can be used as an effective educational tool in EFL learners’ critical reading classes (Surjosuseno & Watts 1999; Duc 2008). On the other hand, there is a lack of studies on using the taxonomy for promoting environmental awareness and fostering skills for critical reading of texts related to the environment. Application of the taxonomy in an environmental education framework would provide guidance for language teachers to develop language activities that match with strategies appropriate for the content knowledge, as language teachers need additional preparation time on the subject matter which can be a burden (Massler 2012). Also, an environmental education framework that fits with a reflection from lower-order to higher-order thinking skills would enable a focus on critical thinking skills which is crucial in environmental education. In this respect, the aim of the present study is twofold. First, it offers an application of Bloom’s Revised Taxonomy in an environmental education framework for a critical reading of authentic texts in English language classes. Second, it exemplifies the use of the taxonomy by suggesting reading questions to be used for the critical reading of a sample authentic text titled Our Iceberg is Melting: Changing and Succeeding Under Any Conditions (2005).

Conceptual Framework

One of the conceptual frameworks of the study is Monroe & Andrews et al.’s (2007) Framework of Environmental Education Strategies. At the Tbilisi Intergovernmental Conference in 1977, the aim of environmental education was stated as helping learners develop “the ability to acquire, analyse, synthesize, communicate, apply and evaluate existing knowledge on the environment” (UNESCO 1980: 25). It was also emphasized that this should lead to an ability to actively participate in protecting the environment.

Education for Sustainable Development (ESD) is a term that covers environmental education. In her discussion on the concepts of ‘environmental education’ and ‘environmental education for sustainable development’ Sauvé (1996) suggests including environmental education in a larger model of ‘education for the development of responsible societies’. Although, the term ‘sustainability education’ is still not well interpreted (Scarff Seatter 2011: 32), environmental education is addressed as part of ESD. The following are the main features of ESD:

• Interdisciplinary and holistic: Learning for SD (Sustainable Development) embedded in the whole curriculum, not as a separate subject;

• Values-driven: sharing the values and principles underpinning sustainable development;

____________________________________ Incorporating Environmental Education in English Language Teaching through Bloom’s Revised Taxonomy

SEFAD, 2018 (40): 33-44

37

• Critical thinking and problem-solving: leading to confidence in addressing the dilemmas and challenges of SD;

• Multi-method: word, art, drama, debate, experience... different pedagogies which model the processes;

• Participatory decision-making: learners participate in decisions on how they are to learn; • Applicability: learning experiences are integrated in day to day personal and professional life; • Locally relevant: addressing local as well as global issues, and using the language(s) which

learners most commonly use. (UNESCO 2006: 4-5)

One of the characteristics of ESD listed above, which is especially important for the present study, is the multi-method nature of environmental education which requires the application of various pedagogies. Another significant point made is the need to incorporate environmental education in the curriculum rather than a topic on its own. Moreover, as emphasized by Scarff Seatter (2011), critical thinking plays a major role in preparing learners to take action for the protection of the environment.

Monroe & Andrews et al.’s (2007) Framework of Environmental Education Strategies is a modified version of Fien & Scott et al.’s (2001) as well as Scott & Gough’s (2003) frameworks. Monroe & Andrews et al. (ibid.) explain that their framework summarizes and classifies strategies suggested to be used for environmental education. The framework has four sections referring to objectives: convey information, build understanding, improve skills and enable sustainable actions. The subsequent categories of the framework are suggested to cover the preceding categories. It is also acknowledged that the categories are not hierarchical and it depends on the educators to focus on only one category or to include all of the categories when designing a program. Hence, in the case of covering the categories as a whole, learners would be expected to show progress starting from a focus on information to a stage which requires action-taking skills. Such kind of an advancement of skills based on the framework would enable an application of a taxonomy that progresses from lower-order thinking skills to higher-order thinking skills.

Bloom’s Revised Taxonomy, the other conceptual framework of the study, is the revised version of Bloom’s Taxonomy which was developed by Bloom & Engelhart et al. (1956) to identify a hierarchy of thinking skills from lower to higher. The six levels of cognition in the original taxonomy are knowledge, comprehension, application, analysis, synthesis and evaluation. The higher-order cognitive skills cover all the other lower-order levels. Pohl (2000) suggested a revised version of the model by changing the names of the levels from nouns to verbs and shifting the position of the highest two levels. The cognitive levels in this version are remembering, understanding, applying, analyzing, evaluating and creating. The first three levels are identified as lower-order thinking skills while analyzing, evaluating and creating are higher-order cognitive skills2. The taxonomy has been used widely to design learning objectives for each cognitive level and promote critical thinking in education. Students can be encouraged to have a more active role in learning when critical thinking skills are fostered in formal and non-formal education settings.

__________ 2 Although Andersen & Krathwohl et al. (2001) offered another revised version of the taxonomy by considering ‘evaluating’ and ‘creating’ at the same cognitive level, this study suggests using the revised taxonomy by Pohl (2000) for a critical reading class on environmental issues so that each dimension can be addressed separately with different activities.

Defne Erdem Mete ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 33-44

38

Application of Bloom’s Revised Taxonomy in a Framework of Environmental Education Strategies

In this study, it is suggested that Monroe & Andrews et al.’s (2007) Environmental Education Strategies Framework can be implemented to provide the basis for addressing the components of Bloom’s Revised Taxonomy in the critical reading of authentic texts related to an environmental issue. Each component of Bloom’s Revised Taxonomy can be addressed in the four elements of the framework for critical reading of authentic texts in an English language class. As explained by Cates (1990), integrating global education (including environmental education) in language teaching would require an involvement of experiential learning activities. Hence, along with a focus on reading, integrating other language skills with the strategies listed by Monroe & Andrews et al. (ibid.) is suggested.

1. Convey Information: This stage is characterised by Monroe & Andrews et al. (ibid.) as conveying information on unknown facts. In Bloom’s Revised Taxonomy, this category can be claimed to correspond to ‘remembering’, the first lower-order cognitive level. Language learners are expected to recall the factual information, specific details and ideas in the text, as well as remember how information is sequenced. Therefore, suggested reading strategies include surveying, skimming and scanning the text. Language teachers can transmit knowledge about environmental facts and issues which are related to the topic of the authentic texts they use in class and which the learners may not be familiar with. For pre-reading, authentic materials like videos, internet sources, magazines and newspapers on specific ecological issues related to the theme of the text can be used by English language teachers to draw attention to the urgency of some environmental problems. Also, as suggested by Monroe & Andrews et al. (2007), non-formal and free-choice learning strategies such as the use of electronic media, posters and brochures, can be provided by language teachers.

2. Build Understanding: This category can be associated with the ‘understanding’ component of Bloom’s Revised Taxonomy which is a lower-order thinking skill. Language learners should be able to construct meaning from the text at this stage. For critical reading, English language learners are expected to show understanding by being able to rephrase information in the text, explain the content in their own words, use their prior knowledge on similar environmental topics to compare and contrast the information in the text with real life, identify the main idea in the text and give examples. Therefore, reading strategies like paraphrasing, summarizing, comparing and contrasting, exemplifying, classifying can be used at this stage for critical reading. Pair and group discussions, role-plays and simulations are suggested for language learners to enhance comprehension and to relate the information learnt in class with real world experiences. For integrating other language skills, experiential learning activities stated among the formal learning strategies of the framework can be used at this stage. Other strategies included in the framework are workshops, surveys, interviews and guided nature walks (ibid.). Setyowati (2013) recommends designing interviews as group work activities where students can ask their friends in the group how environmentally friendly their daily activities are.

3. Improve Skills: Monroe & Andrews et al. (2007: 213) explain that “in this category, learners apply or implement a skill, or organize and critique information.” In the present study, it is suggested that this stage can be viewed as a combination of ‘applying’, ‘analysing’ and ‘evaluating’ in Bloom’s Revised Taxonomy. While ‘applying’ is a lower-order thinking skill,

____________________________________ Incorporating Environmental Education in English Language Teaching through Bloom’s Revised Taxonomy

SEFAD, 2018 (40): 33-44

39

‘analysing’ and ‘evaluating’ are higher-order thinking skills. From the perspective of critical reading, the dimension of ‘improving skills’ in the framework can be seen as developing the skills to move from lower-order to higher-order thinking skills in a way that will contribute to taking action for the protection of environment. Hence, English language learners are expected to develop skills for using information in the authentic text in a new context, breaking down information in the text into parts for a better comprehension and making personal judgements about the content of the text by defending their opinions. Developing critical thinking skills is especially necessary for this stage of environmental education. Therefore, strategies like personalization, deconstructing, reconstructing and criticizing information in the text are suggested.

Interactive activities such as role-plays, presentations and debates on environmental issues would be effective for English language learners at this stage. Building skills for change of behaviour and participation in activities in the community for solving environmental problems are emphasized by Monroe & Andrews et al. (2007) for the category of ‘improving skills’. Cooperative learning, project-based education and volunteer service are included in the formal learning strategies in the framework. These are also highlighted by Cates (1990) among the methods and activities suggested for integrating global education in English language teaching including environmental education. Moreover, personal responsibility on environmental issues can be enhanced not only through activities such as organizing field trips and inviting guest speakers (Hauschild & Poltavtchenko et al. 2012), but also with the suggested strategies of the framework like issue investigation and inquiry- based learning.

4. Enable Sustainable Actions: According to Monroe & Andrews et al. (ibid: 213), strategies for this category aim to “transform the learner, the issue, the educator and perhaps the organization through the process of critically addressing problems.” The level of ‘creating’ in Bloom’s Revised Taxonomy is compatible with this stage as the learners are expected to combine information to form a new pattern and develop alternative solutions. Critical reading strategies for this stage include putting elements of the text together to form a new whole and reorganizing parts of the text to form a new structure. This would also enhance learners’ creative thinking and problem-solving skills which is an emphasized strategy in the framework.

Taking action to find creative solutions for environmental problems is encouraged and English language learners should be actively involved in this problem-solving process. After reading a text on an ecological problem, English language learners can propose original ways of dealing with the issue in group-work activities. They can do research on the topic and prepare presentations on how to solve the problem. Project-based and inquiry-based learning opportunities as out-of-class volunteer activities can be arranged by English language teachers as suggested by Cates (1990). In this way, English language learners should be guided to be involved in the community-based projects for the protection of the environment which is strongly recommended by Monroe & Andrews et al. (ibid.). Moreover, they should be encouraged to take part in action research, conflict resolution and mediation processes for solving environmental problems (ibid.).

Suggested Reading Questions on a Sample Authentic Text

Development in creative and critical thinking skills, problem-solving skills, comprehension, attention on meaning rather than form and motivation are among the

Defne Erdem Mete ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 33-44

40

benefits of designing reading questions on the basis of Bloom’s Revised Taxonomy (cited in Duc 2008). This part of the study exemplifies the use of the taxonomy for designing reading questions on a sample authentic text about an ecological issue. The suggested text is a fable titled Our Iceberg is Melting: Changing and Succeeding Under Any Conditions (2005). The fable tells a story about a colony of penguins facing an environmental problem: the melting of an iceberg. The book was originally written for the business world with the aim of helping organizations manage change. The story starts with how one of the penguins, Fred, finds that the iceberg where the colony lives is about to break apart. It continues with Fred’s efforts to draw attention to the problem and the challenges the colony face in their search for a solution. The fable offers an enjoyable reading and is suggested as an authentic material to be used by English language learners.

The following reading questions for the ‘remembering’ and ‘understanding’ stages of the taxonomy are suggested for the first part of the book titled Our Iceberg Will Never Melt, while the questions in the ‘applying’, ‘analysing’, ‘evaluating’ and ‘creating’ levels can be answered based on the rest of the story. Activities can be designed in a content-based or task-based language teaching context depending on the objectives of the class and levels of learners.

1. Remembering: Based on the first chapter of the fable, sample reading questions which correspond to the ‘convey information’ category of Monroe & Andrews et al.’s (2007) framework can include:

• Where does the story take place? • When does the story take place? • How many characters are mentioned in the story? • Who is the main character of the fable? • What kind of personality does Fred have? • How many penguins usually live in a colony? • Who are Emperor Penguins? • What is the environmental problem mentioned in the story? • What do the pictures in the first part of the fable show? • Write down three environmental facts stated in the story.

2. Understanding: Suggested reading questions addressing the ‘build understanding’ component of the framework can be listed as:

• Tell the first part of the story with only five sentences. • How did Fred feel at the beginning of the first part of the fable? • How did Fred feel at the end of the first part of the fable? • Can you compare and contrast Fred’s personality with the other penguins around

him? • Summarize the first part of the fable. • What is the attitude of the penguins towards waste of energy? • Can you relate the information in the text to the attitudes of people towards

environmental problems by giving examples? • Classify the adjectives in the text as ones which can be used only for people and

ones that can be used both for people and the environment.

____________________________________ Incorporating Environmental Education in English Language Teaching through Bloom’s Revised Taxonomy

SEFAD, 2018 (40): 33-44

41

• Can you rephrase the sentence in the text: “They often behaved like a big family (which, of course, can be both good and bad)”

• Why does the writer use opposing titles in the first part of the fable? (Our Iceberg Will Never Melt - The Iceberg Is Melting and Might Break Apart Soon!!)

3. Applying: This level of the taxonomy can be addressed by the following lower-order thinking questions:

• What would you do if you were Fred? • What would you do as a human being if you could go to the iceberg where the

penguins in the story lived? • What would Fred prefer doing about an environmental problem in your country if

he could visit you? • What would your reaction be in an urgent environmental problem in your country? • What other approach would you follow to raise awareness on the environmental

problem? • What other way would work best in an ecological problem in your country? • Explain an environmental problem that you experienced in your life which caused

confusion in public. • Explain an environmental problem which someone you know faced in your country. • If you had an interview with Fred, what three questions would you ask him? • Can you think of a literary work or a film with a similar topic or character?

4. Analysing: After reading the whole fable, the following higher-order thinking questions can be asked:

• Who do you think are the most and least important characters in the story? • Which one of the eight change-management strategies stated in the fable do you

think is the most important? • Based on its plot-structure of the story, which part of the story do you think can be

the climax? • Identify which section of the fable corresponds to which component of its plot-

structure. • Which aspects of the story are likely to be encountered about an environmental

problem in your country? • If you compare this story to another story or text that you read about an

environmental problem, how are they similar and different? • Which parts of the story are the funniest and the saddest for you? • Identify animals most affected by the melting of ice in the world. • Identify three ways that your life would be different if you lived in Antarctica. • Identify three ways your life would be different if you were one of the characters in

the story.

5. Evaluating: The following higher-order thinking questions can be asked for the last level of the taxonomy included in the ‘improve skills’ component of the framework:

• Did you like this story? Why or why not? • Who is your favourite character in the story? Why? • What is your judgement about the solution found for the environmental problem in

the story?

Defne Erdem Mete ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 33-44

42

• State which types of approaches for solving the problem you agree or disagree with by giving examples from the text.

• In your opinion, what should be prioritized to raise public awareness on environmental awareness?

• How would you rate the actions of the council members in the fable in terms of their efficiency?

• Did you like the ending of the story? Why or why not? • Identify the positive and negative influence of human beings on the environment. • Identify your own contribution to an environmental problem in the world. • Identify your own impact on the melting of ice in the world.

6. Creating: As the stage that corresponds to the ‘enable sustainable actions’ dimension of Monroe & Andrews et al.’s (2007) framework, students can be asked to:

• Rewrite the story from the viewpoint of a human being who realized the melting of ice and tries to help the colony of penguins.

• Write another ending to the story. • Write a poem about an environmental problem. • Write lyrics for a song on an environmental problem. • Design a poster for raising awareness about an ecological problem in your country. • Design a three day workshop to raise awareness of an environmental problem in

your country. • Design a questionnaire to find out what kind of eco-friendly behaviours your

classmates display in their daily lives. • Write your own steps of change-management (rather than the ones suggested in the

fable) for the protection of the environment in your country. • Think of a local environmental problem in your neighbourhood and write down an

action plan for solving it. • Write a letter to an environmental organization about your ideas for raising public

awareness on an ecological problem.

CONCLUSION

Critical reading of authentic texts related to ecological issues would foster not only critical thinking skills, but also environmental awareness of English language learners. Application of Bloom’s Revised Taxonomy in a framework of environmental education in English language teaching enables addressing environmental problems with a critical perspective which is crucial for promoting active participation of learners in the solution process. Strategies recommended by Monroe & Andrews et al. (2007) for each section of the framework would also help language teachers integrate language skills with a variety of activities. Authentic texts of different kinds should be used for focusing on various aspects of ecological issues and incorporating environmental education practices in English language teaching. As in this study, exploring literary texts on an ecological topic can be argued to be especially advantageous for language learners to increase environmental awareness. This is due to the fact that both cognitive and affective aspects of learning can be addressed by the help of literary texts.

____________________________________ Incorporating Environmental Education in English Language Teaching through Bloom’s Revised Taxonomy

SEFAD, 2018 (40): 33-44

43

BIBLIOGRAPHY

Altındiş, Hüseyin (2017). “The world will go on living: Resistance to Eurocentric Epistemology in Lind Hogan’s Power”. Interactions: Ege Journal of British and American Studies 26 (1-2): 15-29.

Anderson, Lorin W. & Krathwohl, David R. et al. (2001). A Taxonomy for Learning, Teaching and Assessing: A Revision of Bloom’s Taxonomy of Educational Objectives: Complete Edition. New York: Longman.

Arıkan, Arda (2009). “Environmental peace education in foreign language learners’ English grammar lessons”. Journal of Peace Education 6 (1): 87-99.

Arnó-Macià, Elisabet & Mancho-Barés, Guzman (2015). “The role of content and language in content and language integrated learning (CLIL) at university: Challenges and implications for ESP”. English for Specific Purposes 37: 63-73.

Bloom, Benjamin, S. & Engelhart, Max D. et al. (1956). Taxonomy of Educational Objectives: Handbook I Cognitive Domain, New York: David McKay Co.

Cates, Kip A. (1990). “Teaching for a better world: Global issues in language education”. The Language Teacher 14 (5): 3-5.

Crossley, Scott, A. & Louwerse, Max M. et al. (2007). “A Linguistic Analysis of Simplified and Authentic Texts”. The Modern Language Journal 91 (1): 15-30.

Duc, Nguyen C. (2008). “Using Bloom’s revised taxonomy to design in-class reading questions for intermediate students in the context of Vietnam”. VNU Journal of Foreign Studies 24 (3): 175-183.

Fien, John & Scott, William et al. (2001). “Education and conservation: Lessons from an evaluation”. Environmental Education Research 7 (4): 379-395.

Guariento, William & Morley, John (2001). “Text and task authenticity in the EFL classroom”. ELT Journal 55 (4): 347-353.

Gürsoy, Esim & Sağlam, Gülderen T. (2011). “ELT Teacher Trainees’ Attitudes Towards Environmental Education and Their Tendency to Use It in the Language Classroom”. Journal of International Education Research 7(4): 47-52.

Hauschild, Staci & Poltavtchenko, Elena et al. (2012). “Going Green: Merging Environmental Education with Language Instruction”. English Teaching Forum 50 (2): 2-13.

Huang, Kuei-Min (2011). “Motivating lessons: A classroom-oriented investigation of the effects of content-based instruction on EFL young learners’ motivated behaviours and classroom verbal interaction”. System 39: 186-201.

Jacobs, George M. & Cates Kip A. (1999). “Global education in second language teaching”. KATA 1 (1): 44-56.

Kotter, John & Rathgeber, Holger (2005). Our Iceberg is Melting: Changing and Succeeding Under Any Conditions. New York: St. Martin’s Press.

Lazar, Gillian (1993). Literature and Language Teaching: A Guide for Teachers and Trainers. Cambridge: Cambridge University Press.

Massler, Ute (2012). “Primary CLIL and Its Stakeholders: What Children, Parents and Teachers Think of the Potential Merits and Pitfalls of CLIL Modules in Primay Teaching”. International CLIL Research Journal 1 (4): 36-46.

Minakova, Ludmila Yu (2014). “Critical Thinking Development in Foreign Language Teaching for Non-language-majoring Students”. Procedia-Social and Behavioral Sciences 154: 324-328.

Defne Erdem Mete ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 33-44

44

Monroe, Martha C. & Andrews, Elaine et al. (2007). “A Framework for Environmental Education Strategies”. Applied Environmental Education and Communication 6: 205-216.

Mulcare, Daniel M. & Shwedel, Allan (2017). “Transforming Bloom’s Taxonomy into Classroom Practice: A Practical Yet Comprehensive Approach to Promote Critical Reading and Student Participation”. Journal of Political Science Education 13 (2): 121-137.

Nkwetisama, Carlous Muluh (2011). “EFL/ESL and Environmental Education: Towards an Eco-Applied Linguistic Awareness in Cameroon”. World Journal of Education 1 (1): 110-118.

Pohl, Michael (2000). Learning to Think, Thinking to Learn: Models and Strategies to Develop a Classroom Culture of Thinking. Cheltenham: Hawker Brownlaw.

Riegerová, Jana (2011). Environmental Education in English Lessons. Bachelor Thesis. Brno: Masaryk University. Retrieved from: https://is.muni.cz/th/eesms/Bachelor_thesis_-_Jana_Riegerova_9fv4m.pdf.

Sauvé, Lucie (1996). “Environmental Education and Sustainable Development: A Further Appraisal”. Canadian Journal of Environmental Education 1(1): 7-34.

Scarff Seatter, Carol (2011). “A Critical Stand of My Own: Complementarity of Responsible Environmental Sustainability Education and Quality Thinking”. The Journal of Educational Thought 45 (1): 21-58.

Scott, Willam & Gough, Stephen (2003). “Rethinking relationships between education and capacity-building: Remodelling the learning process”. Applied Environmental Education and Communication 2 (4): 213-219.

Setyowati, Lestari & Widiati, Utami (2014). “Integrating Environmental Education into a Genre-Based EFL Writing Class”. English Teaching Forum 52 (4): 20-27.

Setyowati, Lestari (2013). “Integrating Character Building into Teaching to Enhance the Students’ Environmental Awareness”. Journal on English as a Foreign Language 3 (1): 1-10.

Surjosuseno, Tjahjaning T. & Watts, Vivienne (1999). “Using Bloom’s Taxonomy to teach critical reading in English as a foreign language classes”. Queensland Journal of Educational Research 15 (2): 227-244.

Tsekos, Christos A. & Tsekos, Evangelos A. et al. (2012). “Ecology, Literature and Environmental Education”. International Education Studies 5 (3): 187-192.

UNESCO. (1980). Environmental education in the light of the Tbilisi Conference. Paris: Unesco. UNESCO. (2006). UNESCO Framework for the UNDESD International Implimentation

Scheme. Retrieved from: http://unesdoc.unesco.org/ images/0014/001486/148650E.pdf Veeravagu, Jeyamahla & Muthusamy, Chittra et al. (2010). “Using Bloom’s Taxonomy to

Gauge Students’ Reading Comprehension Performance”. Canadian Social Science 6 (3): 205-212.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 15/03/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 14/05/2018

SEFAD, 2018 (40): 45-60 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515028

Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan ve Üç Bahriyelinin Sevgilileri Adlı Eserlerde Ertuğrul Fırkateyni Faciası∗

Arş. Gör. Emine Sicim Kaplan

Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Japon Dili ve Edebiyatı Bölümü

[email protected]

Öz Günümüz modern toplumu, tarih bilgisini çoğunlukla roman, hikâye vb. edebî

eserlerden ve televizyon, sinema vb. görsel alanlardan oluşturmaktadır. Bu alanlarda kurgu unsurunun ön planda olduğunu göz önünde bulundurursak, aktarılan her hatalı bilgi, toplumun belleğinde yanlışlar ve önyargılar oluşturacaktır. Bu çalışmada, Ertuğrul Firkateyni faciası olayının, farklı zamanda ve farklı dilde yazılan iki edebî esere yansıması incelenmiştir. İlk romanın yazarı Ömer Ertur’un kitabı Japonca, İngilizce ve Türkçe olmak üzere üç dilde yayımlanmıştır. Bu yüzden Japonya ve Avrupa’da oluşacak Türk imajı açısından oldukça önem taşımaktadır. Ertur romanında, gerçeğe dayalı bir kurgu olmasına rağmen Ertuğrul Fırkatyeni faciası ile ilgili her ayrıntıyı tarihi gerçekçiliğe sadık kalarak vermiş, olayları tarihi bir araştırma kitabı niteliğinde bütün boyutları ile ele almıştır. Diğer romanın yazarı Burhan Arif Ongun’un eseri, Ertuğrul Fırkateyni faciası üzerine yazılan ilk romandır ve bu yüzden oldukça önemlidir. Ancak Ongun romanında, Ertuğrul Fırkateyni faciası olayını ayrıntısı ile anlatmak yerine konuyla alakası olmayan hayali bir dünya yaratmıştır. Eser, tarihi romandan ziyade aşk romanı niteliği taşımaktadır.

Anahtar Kelimeler: Ertuğrul Fırkateyni faciası, Türk edebiyatı, Japon edebiyatı, Tarihi roman, Türk – Japon ilişkileri.

The Ertugrul Frigate Disaster in the Literary Works of Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan and Üç Bahriyelinin Sevgilileri

Abstract History knowledge of today's modern society is mostly composed of literary works

such as novels, stories and visual areas such as television, cinema, etc. If we consider that the fiction elements are prioritized in these areas, any misinformation conveyed will create mistakes and prejudices in the memory of the community. In this study, the reflection of Ertugrul Frigate disaster on two literary works written at different times and different languages has been examined. The author of the first novel is Omer Ertur and his book was published in Japanese, English and Turkish languages. Therefore, this novel is very

__________ ∗ Bu makale, Prof. Dr. A. Merthan Dündar danışmanlığında tamamlanan Türkiye’deki Japon Algısına Bir Kaynak Olarak Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Ertuğrul Firkateyni Faciası başlıklı Yüksek Lisans tezinden üretilmiştir.

Emine Sicim Kaplan __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 45-60

46

important for the image of the Turkish in Japan and Europe. Ertur has given every detail about Ertugrul Frigate disaster in true faith and examined the events in all its dimensions as a historical research book although there is a fiction based on facts in his novel. The author of the other novel is Burhan Arif Ongun. His book is the first novel written about Ertugrul Frigate disaster and when considered from this point of view, it is very important. However, Ongun has not told much about Ertugrul Frigate disaster and created a fantasy world independent from the main cause. The work has the characteristics of a romance novel rather than a historical novel.

Keywords: Ertugrul Frigate disaster, Turkish literature, Japanese literature, historical novel, Turkish – Japanese relations.

___________________________ Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan ve Üç Bahriyelinin Sevgilileri Adlı Eserlerde Ertuğrul Fırkateyni Faciası

SEFAD, 2018 (40): 45-60

47

GİRİŞ

Japonya, yaklaşık 250 yıllık kapalılık döneminin1 ardından 1854 yılında Amerika’nın gönderdiği Matthew Perry komutasındaki donanmanın baskısı sonucu limanlarını yabancılara açmak zorunda kalmıştır. Ardından Amerika başta olmak üzere İngiltere, Hollanda, Rusya ve Fransa ile Japonya’yı yarı sömürge haline getiren eşit olmayan ticari anlaşmalar imzalamıştır (Reischauer 1981:113). 1868 yılından sonra ise, Meiji hükümeti eşitlik ilkesine aykırı şartlar içeren bu anlaşmaların gözden geçirilmesi ve ayrıca Batı teknolojisini, askeri sistemlerini, kanunlarını, kurumlarını incelemek amacıyla Amerika ve Avrupa’ya elçiler göndermiştir (Hall 1983:286-287). Japonya İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin başlangıcı da bu döneme denk gelmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret eden ilk Japon, 1871 yılında gelen Fukuchi Gen’ichirō’dur. (Dündar 2015:364). Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nu 1861 yılında tahta geçen Abdülaziz (1830-1876) yönetmektedir. Abdülaziz Dönemi’nde, Sırp, Karadağ, Bosna - Hersek, Romen (Eflak - Boğdan) ve Bulgar isyanları çıkmıştır. (Sertoğlu 2011:3117-3121). Osmanlı İmparatorluğu Balkanlardaki bu isyanlarla uğraştığından Abdülaziz Dönemi’ndeki Fukuchi Gen'ichirō’nun İstanbul ziyareti, Japonya İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin başlamasında etkili olmamıştır. Ayrıca o dönemde Osmanlı için henüz Asya ittifakı gibi bir düşünce de oluşmamıştır.

İki ülke arasındaki somut anlamda bürokratik ilişkilerin başlamasında II. Abdülhamid Dönemi’nde (1876-1909) iade-i ziyaret amacıyla gönderilen Ertuğrul Fırkateyni etkili olmuştur. Ancak Ertuğrul Fırkateyni Japonya’ya gidişiyle değil, dönüş yolunda yaşadığı kaza ile hafızalarda yer edinmiştir. Bu olayla ilgili olarak çok sayıda akademik çalışma yapılmıştır.2Ayrıca bu konu hem ülkemizde hem de Japonya’da edebî eserlerde işlenmiştir.

1. TÜRK - JAPON İLİŞKİLERİ

Osmanlı İmparatorluğu ve Japonya İmparatorluğu’nun ilk doğrudan teması XIX. yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşmiş ve iki ülke arasındaki dostluk günümüze kadar devam etmiştir. İkili dostluk ilişkilerinin günümüze kadar ulaşmasında; iki ülke arasında herhangi bir savaşın gerçekleşmemesi3 ve Rus-Japon Savaşı’nda, Japonya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük rakibi konumundaki Rusya’ya karşı zafer elde etmesi etkili olmuştur. Nitekim Halide Edip Adıvar, anılarını kaleme aldığı Mor Salkımlı Ev adlı eserinde; Rus – Japon Savaşı’nda, Japon Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak görev alan Amiral Tōgō Heihachirō’dan esinlenerek ikinci oğluna Togo adını verdiğini ifade etmektedir (Adıvar

__________ 1 Hristiyanlığın sürekli artmasından endişe duyan Japonya, 1616 yılında Hristiyanlığı, Çin gemileri hariç tüm gemilerin Nagasaki limanı dışındaki limanlara girişini, 1630 yılında da çıkartılan bir dizi kanunla Japonların ülke dışına çıkışını, 1637 - 38 yılında Kyūshu’da çiftçilerin çıkarttığı Shimabara Ayaklanması’ndan sonra 1639 yılında Portekizlilerin de ülkeye girişi yasaklamıştır. Bu gelişmelerin sonucunda Japonya dış dünya ile ilişkilerini keserken ilişkide olduğu tek devlet Hollanda kalmıştır. Bu dönemde Japonya, dış dünya ile bilgileri Hollandalıların getirdiği yıllık raporlardan edinmiştir. Sakoku (kapalılık) adı verilen bu dönemde Japonya, Batı ile teması Hollanda’nın yanı sıra Çinli tüccarlarla kurduğu seyrek ilişkiler sayesinde sağlamıştır. Bu Çinli tüccarlara da Nagasaki’deki Dejima adasıyla sınırlı alanda, sıkı koşullar altında ticaret yapmalarına izin verilmiştir. (Sansom 1984:178) 2 Türk – Japon ilişkileri konusunda büyük önem arz eden Ertuğrul Fırkateyni Faciası üzerine yazılan ilk ilmi eser Süleyman Nutki’nin 1911 yılında Osmanlıca basılan Ertuğrul Firkateyni Faciası adlı eseridir. Bunun dışında 1990 yılından 2016 yılına kadar yaklaşık 11 adet ilmi eser yayımlanmışdır. (Sicim 2013:4) 3 Türkiye II. Dünya Savaşı’nda 23 Şubat 1945 tarihinde Japonya’ya savaş ilan etmiştir. Ancak fiili olarak savaşa katılmamıştır.

Emine Sicim Kaplan __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 45-60

48

2010:145). Ancak iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesindeki en önemli unsur olarak, II. Abdülhamid Dönemi’nde Japonya’ya gönderilen Ertuğrul Fırkateyni kabul edilmektedir.

Iwakura Misyonu’ndan ayrılarak 18734’te İstanbul’a gelen Fukuchi Gen’ichirō, girişte de belirttiğimiz gibi Türk topraklarını ziyaret eden ilk Japon olarak bilinmektedir (Horikawa 2007:73; Izumi 1989:149-150). Gen’ichirō İstanbul’da bulunduğu süre zarfında temaslarda bulunmuş, ancak ikili ilişkileri başlatma konusunda başarılı olamamıştır.(Arık 1991:17). Gen’ichirō’nun ziyaretinin ardından 1875 yılında Japon Dışişleri Bakanı Terajima Munenori, Başbakan Sanjyō Sanetomi’ye “…Türkler gayri Hıristiyan batı milleti olarak Avrupalılar ile diplomatik ilişkilerde bulunuyorlar, bu bakımdan Japonlara benziyorlar. Biz de onlardan çok şeyler öğrenebiliriz. Dolayısıyla onlar ile diplomatik ilişkileri açarsak bizim için faydalı olacak…” diyerek Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkilerin başlatılması önerisinde bulunmuştur. Bunun üzerine Terajima’ya, Londra Sefiri Ueno Kagenori’ye oradaki Türk sefiri ile ön görüşmenin yapılması hususunda talimat göndermiştir (Komatsu 1992:30). 1878 yılında da eğitim gezisi yapan savaş gemisi Seiki Haliç’e demir atmıştır (Lee 1988:208). Londra’daki temaslardan sonra Dışişleri Bakanlığı kâtiplerinden Yoshida Masaharu’nun başkanlığındaki bir heyet, 1881 yılında İstanbul’a gelerek Sultan II. Abdülhamid ile görüşmüştür (Erdemir 2014:19). Ancak bu görüşmeden de bir sonuç alınamamış, Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya İmparatorluğu arasındaki ilk anlaşma imzalanamamıştır.

1883 yılında Japonya İmparatorluğu, Osmanlı Sadrazamı’na, Osmanlı İmparatorluğu’nun Petersburg Sefiri’ne ve padişahın yaverlerinden Hakkı Bey’e nişanlar göndermiştir (Eraslan 1995:363). 1886 yılına gelindiğinde de Japon İmparatoru’nun özel müşaviri Kont Koruda ve beraberindeki heyet, Avrupa’nın durumunu inceledikten sonra Petersburg’tan İstanbul’a gelmiştir (Şahin 2001:19). Heyetin gelme amacı tam olarak bilinmemektedir. Ancak 1881 yılında Yoshida Masaharu’nun Osmanlı İmparatorluğu’yla münasebet kurmada başarısız olmasından dolayı, yeniden iki ülke arasında ilişkileri geliştirmek amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunu inceleyip, Türk yetkilileriyle temasa geçerek olumlu gelişmeler halinde yakın gelecekte üst düzeydeki bir heyetin ziyaretine hazırlık gayesini taşıdığı düşünülmektedir (Lee 1988:211). Bundan sonra ikili ilişkilerin daha da güçlendiği görülmektedir.

İmparator Meiji’nin yeğeni Kara Kuvvetleri Korgenerali Prens Komatsu Akihito, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya, Rusya (Nagaba 1996:44) gibi ülkelerde uzun süre askeri tesisleri inceledikten sonra 1887 yılının Ekim ayında İstanbul’u ziyaret etmiştir.5 Prens Komatsu’nun ziyareti esnasında görmüş olduğu yakın ilgiden dolayı Japon İmparatoru ertesi yıl II. Abdülhamid’e en yüksek devlet nişanı olan Krizantem Nişanı’nı göndermiş ve bu nişana karşılık olarak da Japon İmparatoru’na uygun nişanın verilip verilmeyeceği hususu sorulmuştur. Bunun üzerine II. Abdülhamid, Al-i İmtiyaz Nişanı’nın6 Japon İmparatoru’na verilmesini uygun görmüştür (Komatsu 1992:31). Bu nişanı götürmek üzere __________ 4 Bu konu üzerine çalışma yapan araştırmacılar Fukuchi Gen’ichirō’nun 1871 yılında İstanbul’a geldiğini belirtirler (Kazuhiko 2003:55; Dündar 2015:364; Şahin 2001:13; Lee 1988:207) Ancak Japon Dışişleri kaynaklarına göre 1873 yılında İstanbul’a gelmiştir. Çalışmamızda Japon Dışişleri kaynağı temel alınmıştır. 5 Ertuğrul Fırkateyni üzerine araştırma yapan çoğu araştırmacı eserlerinde Prens Komatsu için Mikado’nun amcası olarak bahsetmektedirler.(İrtem 2005:20; Öke– Mütercimler 1994:27; Şahin, 2004:21; Öndeş 1998:22; Nutki 1911:3) vb. eserlerde amcası olarak bahsedilmektedir.) Bu yanlışlık Ertuğrul Firkateyni hakkında yazılan ilk eser olan Süleyman Nutki’nin Ertuğrul Firkateyni Faciası adlı eserinde amca tabiri kullanmasıyla başlamış ve araştırmacılar bu kaynağı esas aldıkları için hata günümüze kadar süre gelmiştir. 6 Al-i İmtiyaz Nişanı: II. Abdülhamid’in tahta geçtikten sonra yaptırdığı nişandır.

___________________________ Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan ve Üç Bahriyelinin Sevgilileri Adlı Eserlerde Ertuğrul Fırkateyni Faciası

SEFAD, 2018 (40): 45-60

49

görevlendirilen Ertuğrul Fırkateyni, 14 Temmuz 1889 Pazar günü (Dündar 2015:365) resmi tören eşliğinde İstanbul’dan hareket etmiştir. Ertuğrul Fırkateyni’nin hareketi ile ilgili araştırmacılar arasında farklılıklar bulunmaktadır.7

Tarihi sürece bakıldığında Japonya’nın siyasi ilişki kurma konusunda Osmanlı İmparatorluğu’na oranla daha aktif olduğu görülmektedir. Ancak Japon yetkililerin, Osmanlı İmparatorluğu’na olan ziyaretleri çoğu zaman Avrupa seyahatleri dönüşü uğramalarıyla gerçekleşmiştir.

2. ERTUĞRUL FIRKATEYNİ FACİASI

Ertuğrul Fırkateyni Padişah Abdülaziz zamanında 1863 yılında İstanbul- Kasımpaşa Tersanesi’nde inşa edilmiştir. Geminin makine ve kazanları İngiltere’de monte edilmiştir. 250 kadem uzunluğunda, 49.10 kadem genişliğinde, 25 kadem derinliğinde ve 2344 ton ağırlığındadır. Kömür kapasitesi 350 ton olup 600 beygir gücünde makineye sahiptir. Gemi hem yelkenle hem de kömürle gidebilecek özelliğe sahiptir (Öke-Mütercimler 1991:34).

Ertuğrul Fırkateyni’nin mürettebat sayısı ile ilgili net bir bilgi olmamakla birlikte8, gemiye komutan olarak Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’nın damadı Albay Osman Bey atanmıştır. Kaymakam Ali Bey süvari olarak atanmış, Ali Bey’in yardımcılığına da Kaymakam Cemil Bey uygun görülmüştür. İkinci süvari Binbaşı Nuri Bey, üçüncü kaptan ise Binbaşı Mehmet Bey olmuştur. Baş Çarkçılık görevi de Albay İbrahim Mehmed Bey’e verilmiştir (Öndeş 1998:37-38).

Ertuğrul Fırkateyni’nin sağlamlığı, makine ve kazanlarının tam anlamıyla tamir olmadığı konusunda çok fazla tartışma yaşanmış, birçok kişi başka bir geminin gönderilmesini savunmuştur. Ancak tüm karşı çıkmalara rağmen Ertuğrul Fırkateyni, 14 Temmuz 1889 tarihinde İstanbul’dan Japonya’ya doğru hareket etmiştir. Yolculuğa başlamadan önce gidiş – dönüş yaklaşık altı ay olarak hesaplanmış, ancak Ertuğrul Fırkateyni’nin yolculuk esnasında yaşadığı aksiliklerden dolayı seyahat 11 ay sürmüştür. Gemi 7 Haziran 1890 tarihinde (Misawa 2006:16) seyrin son durağı olan Yokohama’ya ulaşmıştır.

Japonya’ya ulaştıktan sonra Osman Bey, 13 Haziran 1890 tarihinde Japon İmparatoru’nun huzuruna çıkmış, II. Abdülhamid’in mektubunu, nişan ve hediyelerini imparatora takdim etmiştir. Mürettebat, Japonya’da kaldığı süre zarfında Japon halkı tarafından çok iyi ağırlanmışlardır. 27 Haziran 1890 tarihinde Nagasaki’de kolera salgını baş göstermiş ve bu durum Ertuğrul Fırkateyni mürettebatını da etkilemiştir. Gemi Nagaura’da (Kazuhiko 2003:60) karantina merkezine alınmıştır. Ancak alınan tüm önlemlere rağmen mürettebattan hayatını kaybedenler olmuştur. Kolera salgınından dolayı geminin İstanbul’a hareketi de gecikmiştir.

Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya’da kalma süresi bir ay olarak planlanmışken yaşanan olumsuz gelişmeler sonucu üç ay kalınmıştır. Gemi 15 Eylül 1890 tarihinde Japonya’dan __________ 7 Hareket tarihi ile ilgili olarak Selçuk Esenbel (2003:21) Mart ayında; Hiranao Matsutani (2009:27) 12 Temmuz 1889 hareket ettiğini belirtmişlerdir. 8 Araştırmacılar mürettebat sayısı ile ilgili farklı sayılar vermektedir. Ertuğrul’un mürettebat sayısı; Süleyman Nutki (1911:13-16) 50 subay ve 557 er olmak üzere toplam 607 kişi; Hee Soo Lee (1989:27) 56 subay, 591 er ve bazı sivil teknisyenlerle birlikte toplam 655 kişi; Tadahisa Takahashi (1982:131) 56 subay ve 537 er olmak üzere toplam 593 kişi; Osman Öndeş (1998:38-39) toplam 553 kişi; A. Volkan Erdemir (2011:219) 603 kişi; Süleyman Kani İrtem (2005:27) toplam 607 kişi olarak belirtmektedir.

Emine Sicim Kaplan __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 45-60

50

İstanbul’a doğru yola çıkmıştır. Ancak dönüş zamanı tayfun mevsimine denk gelmiştir. Ertuğrul Fırkateyni hareketinden bir gün sonra tayfun sebebiyle kontrolünü kaybederek 16 Eylül 1890 tarihinde (Komatsu 2004:55) Ōshima’daki Kashinozaki kayalıklarına çarparak batmıştır.9 Sayısı henüz belirlenemeyen çok sayıda mürettebat yaşamını yitirmiş, 69 kişi sağ olarak kurtulmuştur.

3. EDEBÎ ESERLERDE ERTUĞRUL FIRKATEYNİ FACİASI

Ertuğrul Fırkateyni olayı, yukarıda da belirttiğimiz gibi akademik çalışmaların yanı sıra edebî eserlerin de konusunu oluşturmuştur. Bu konu hakkında hem ülkemizde hem de Japonya’da roman, hikâye ve manga olmak üzere çok sayıda eser yayımlanmıştır. Ülkemizde bu konuyla ilgili bizim tespit edebildiğimiz kadarıyla ilk roman, Burhan Arif Ongun’un 1970 yılında Dizerkonca Matbaası tarafından yayımlanan Üç Bahriyelinin Sevgilileri adlı eseridir. Bunun dışında yayımlanma sıralarına göre; Erdal Güven’in Hoşçakal Mayumi (2002), İskender Pala’nın Aşkname (2007), Erdoğan Şimşek’in 2008 yılında Gurbette Sevda Gözyaşları adlı eseri ve ayrıca aynı yıl içerisinde, içeriği aynı olup farklı ad altında Vuslata Beş Kala Gidip de Dönmeyenler Ertuğrul, Erdal Güven’in Hoşçakal Mayumi adlı eserinin devamı niteliğinde olan Yumi İstanbul’da Bir Geyşa (2010), Sunay Akın’ın Önce Kadınlar ve Çocuklar (2011), Yasemin Bülbül’ün Son Saltanat Ertuğrul (2012), Ziya Şakir’in 151 Nolu Şehit Ertuğrul Faciasında Bir Aşk Hikâyesi (2014), Sevim Koyunoğlu’nun Ertuğrul Faciası (2014) adlı eserler bulunmaktadır. Bunların içerisinde Sunay Akın ve İskender Pala eserlerinde, Ertuğrul Fırkateyni Faciası olayının tamamını işlememiş, roman içerisinde geçen kısa hikâyelerle bu olaya değinmişlerdir. Ayrıca bu romanların haricinde Behçet Necatigil’in Ertuğrul Faciası (1995) adında radyo oyunu bulunmaktadır.

Japonya’da bu konu üzerine yazılan edebî eserlere baktığımızda öncelikle roman olarak; Akizuki Tatsurō’nun Umi no Tsubasa (海の翼)10 (2014) ve Ömer Ertur’un The Sirens of Funagora adlı eserinden çevrilen Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan (トルコ軍艦エルトゥ

ールル号の海難)11(2015) adlı eserler bulunmaktadır. Çocuk hikâyeleri olarak ise; Kogure Masao’nun Kyūshutsu ― Nihon Toruko Yūjō no Dorama (救出―日本・トルコ友情のドラマ)12 (2003), Ryō Michiko’nun Erutū-rurugō no Sōnan Toruko to Nihon wo Musubu Kokoro no Monogatari (エルトゥールル号の遭難 トルコと日本を結ぶ心の物語)13 (2013), Sadahei Makoto’nun Erutū-rurugō no Hibiki (エルトゥールル号の響)14 (2015) adlı eserlerdir. Son olarak Katsuragi Shin ve Yamada Yasuyo’nun Yūjō no Umi-hi ― Yomigaeru Erutū-rurugō (友情の海碑―甦るエルトゥールル号)15 (2008), Mizutani Toshiki ve Satō Naomi’nin Erutū-rurugō Sōnanjiken Nihon to Toruko no Kizuna (エルトゥールル号遭難事件 日本とトルコの絆)16 (2015) adlı mangalar bulunmaktadır.

__________ 9 Geminin batış tarihi ile ilgili olarak; Süleyman Nutki (1911:65) yedi saat sonra 18 Eylül 1890 tarihinde, Osman Öndeş (1998:88) 15 Eylül günü demir aldıktan 87 saat sonra, Erol Mütercimler ve Mim Kemal Öke (1991:6)18 Eylül’de, Ziya Şakir (1994:46) 15 Eylül günü yolculuğa başladıktan 44 saat sonra battığını ifade eder. 10 Denizin Kanatları. 11 Türk Gemisi Ertuğrul Fırkateyni’nin Gemi Kazası. 12 Kurtarma – Japonya ve Türkiye Dostluğunun Hikâyesi. 13 Ertuğrul Fırkateyni Faciası Türkiye ve Japonya’yı Bağlayan Kalbin Hikâyesi. 14 Erturğrul Fırkateyni’nin Yankısı. 15 Dostluğun Anıtı Ertuğrul Fırkateyni Canlanıyor. 16 Ertuğrul Fırkateyni Faciası Olayı Japonya ve Türkiye Arasındaki Bağ. Japonca kitapların Türkçe adlarının çevirisi yazar tarafından yapılmıştır.

___________________________ Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan ve Üç Bahriyelinin Sevgilileri Adlı Eserlerde Ertuğrul Fırkateyni Faciası

SEFAD, 2018 (40): 45-60

51

4. TORUKO GUNKAN ERUTŪ-RURUGŌ NO KAİNAN

Ömer Ertur’un bu romanı, “The Sirens of Funagora” adlı eserinden Japonca’ya çevrilmiştir. Yazar, romanına şimdiye kadar bu olay üzerine yazılan eserlerden farklı olarak 1933 yılı ile başlar. Ertuğrul Fırkateyni’nin Komutanı Osman Bey’in eşi ve dönemin Bahriye Nazırı’nın kızı Hamide Hanım yetmiş yaşına girmiş, eski günleri hatırlayarak hüzünlenmektedir. Ardından Ali Bey’in eşi Ayşe Hanım ile devam eder ve Ayşe Hanım’ın, eşi Ali Bey’i bir türlü unutamamasını anlatır. Osman Bey’in eşi Hamide Hanım ile kavgaları ve Ali Bey ile Ayşe Hanım’ın destansı aşkları, ülkemizde bu konu üzerine yazılan romanların neredeyse tamamında ele alınmıştır (Sicim 2013).

Yazar, romanına Ertuğrul Fırkateyni mürettebatının gelecekteki yaşamlarını anlatarak giriş yaptıktan sonra asıl olayın yaşandığı 16 Eylül 1890 yılını anlatmaya başlar. Japon yetkililer Ertuğrul Fırkateyni’nin fırtınalı havada sorunsuz bir şekilde İstanbul’a ulaşmasını isterler. Ancak Ömer Ertur, Dışişleri Bakanı Aoki’nin ağzından geminin eski olduğunu dile getirir.

“Ben de eski ve çürük geminin bir şekilde Osaka Limanı’na girmesini ve ardından da sağ salim ülkelerine dönmesini diliyorum (2015:30).”17

Genel anlamda romanda geminin çürük ve bakımsız olduğu ön plana çıkartılmıştır. Türkçe çevirisinde18 “köhne gemi belki salimen ülkeye dönebilirdi”(Ertur 2018:36) şeklinde ifade edilirken aynı eserin Japonca çevirisinde yukarıda da belirttiğimiz gibi gemi “çürük ve eski” olarak nitelendirilmiştir (Ertur 2015: 36).

Romanın devamında geminin dönüş yolculuğuna geçilir. Burada dikkat çekici nokta Osman Bey’in Japonya ile askeri ve ticari anlamda müzakere yapmasıdır. II. Abdülhamid Ertuğrul Fırkateyni’nin daha önce de belirttiğimiz üzere iade-i ziyaret amacıyla göndermiştir. Ancak geminin Japonya’ya gönderilmesi hususunda araştırmacılar arasında farklı görüşler mevcuttur. Bazı araştırmacılar, Japon İmparatoru’nun Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid’e gönderdiği nişana ve diğer ziyaretlere karşılık verilmesi ve ayrıca Bahriye Mektebi’ndeki öğrencilerin eğitimleri için Ertuğrul’un bir “okul gemisi” sıfatıyla gönderilmesi gibi görünse de, bunların yanında asıl amacın adişah’ın Rusya ve İngiltere’ye karşı yeni bir denge siyaseti izlemesi olduğunu savunur (Şahin 2004: 94; Erdemir 2011: 11/219). Bu düşünceye karşılık olarak Ertuğrul Fırkateyni’nin Pan-İslamist politikayla gönderildiğini savunan araştırmacılar da bulunmaktadır (Esenbel 2003:22; Komatsu 2004:32; Erkin 2004: 90; Eraslan 1995:366; Horikawa 2007: 70). Bu araştırmacılar, Ertuğrul Fırkateyni’nin gidiş güzergâhında uğradığı limanlardan dolayı Pan-İslamist bir politika ile gönderildiğini savunmuşlardır. Buna karşılık Merthan Dündar, geminin Pan-İslamist bir politikası doğrultusunda gönderilmediğini, bu tür faaliyetlerin yürütüldüğüne dair hiçbir kanıt olmadığını, ne bir broşür ne de bir Osmanlı Bayrağı dağıtılmadığını ifade eder. Ayrıca Ertuğrul Fırkateyni’nin uğradığı limanların tüm dünya ülkelerinin gemilerinin uğradığı limanlar olduğunu belirtir ( Dündar 2015:366). Yazara göre de Ertuğrul Fırkateyni Pan-İslamist bir politika amacıyla gönderilmemiştir. Ancak Ertuğrul Fırkateyni’nin yolculuk esnasında uğradığı limanlarda, büyük ilgi görmesinden ve kalabalık Müslüman gruplar

__________ 17 Romanlardan yapılan alıntıların çevirileri yazara aittir. 18 Eser bu yıl Abdülhamid’in Rüyası Ertuğrul adı ile dilimize çevrilmiştir. Bu çalışmada Japonca çevirisi incelenmiş olup bazı noktalarda Türkçe çevirisinde yanlışlıklar olduğu farkedilmiştir. Bu yüzden toplumda yanlış algı oluşturmamak adına yeri geldiğinde o yanlışlıklara da Türkçe eser üzerinden değinilecektir.

Emine Sicim Kaplan __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 45-60

52

tarafından karşılanmasından dolayı dönüş yolculuğunda Müslümanların olduğu limanlara uğranması istenmiştir (Şahin 2001:70-73). Bundan dolayı Ertuğrul Fırkateyni’nin, gidiş güzergâhından ziyade dönüş yolculuğunda Pan-İslamist bir politika doğrultusunda yelken açtığı düşünülebilir.

Ömer Ertur romanın devamında Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’nın, Ertuğrul Fırkateyni’nin tamiri için gerekli olan parayı kendi zimmetine geçirdiğini, deneyimsiz mürettebatı Japonya için görevlendirdiğini eleştirir. Ertuğrul Fırkateyni ile ilgili yapılan araştırmalarda, II. Abdülhamid’e İnceleme Heyeti, Fabrikalar Komisyonu ve İmalat Komisyonu tarafından raporlar sunulduğu görülmektedir. Bu raporlarda Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya’ya kadar gidip gelmesinde sakınca olmadığı belirtilmiştir (Şahin 2001:40). Kesinliği kanıtlanmamakla birlikte Harty Bey’in Ertuğrul Fırkateyni’nin kazan altının gözden geçirilmediğini, kazan borularının akıttığını ve hiç onarım görmemiş olması sebebiyle bu büyük yolculuğu gerçekleştiremeyeceğini söylediği ayrı bir rapor sunduğu bilinmektedir.

Olayların oluş sırasına göre anlatılmadığı romanda, kaza anı anlatılmış, ardından geminin yola çıkma süreci ele alınmıştır. Bu noktada eserin Türkçe çevirisindeki yanlışlık göze çarpmaktadır;

“Japonya’ya askeri ve ticari işbirliği anlaşması için geç kalınmış olsa da, diplomatik heyet gönderilmeliydi. Japon İmparatoru Mikado’nun amcası Prens Akihito Komatsunomiya19’nın Osmanlı Devleti’ne yaptığı resmi ziyaretin üzerinden neredeyse iki yıl geçmişti ( Ertur 2018:61).”

Eserde Prens Komatsu, İmparator Meiji’nin amcası olarak ifade edilmiştir. Oysa Komatsu, Meiji’nin yeğenidir (Dündar 2015:365). Bu yanlış ülkemizdeki akademik çalışmalarda da yapılmaktadır (Öke- Mütercimler 1991:27; Şahin 2001:21; Öndeş 1998:22; Nutki 1911:3). Eserin Japonca çevirisine baktığımızda bu yanlışın yapılmadığı Prens Komatsu olarak yazıldığı görülmektedir (Ertur 2015:60).

Romana dönececek olursak, Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya’ya gidişine engel olmaya çalışan İngilizler, bu konuda Albay Harty Bey’den yardım isterler. Harty Bey geminin kazanlarını patlatır, ancak çok geçmeden durum anlaşılır ve casusluk yapan Albay Harty Ertuğrul’un çarkçıbaşılığı görevinden alınır. Ancak bu durumdan pişmanlık duymaz. Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya görevini sağ salim tamamlayamayacağından emindir.

“Hayır hiç öyle bir durum yok. Aslında hiç pişman değilim. Gerekli tamirleri yapılmamış, uzun zamandır kullanılmayan eski bir gemi. Japonya yolunun yarısında batacaktır (Ertur 2015:93).”

Yukarıda da değindiğimiz gibi romanın genelinde geminin çürüklüğü vurgulanmaktadır. Ertuğrul Fırkateyni 14 Temmuz günü uzun Japonya yolculuğuna çıkar. Ancak aksilikler peşini bir türlü bırakmaz. Süveyş Kanalı’nı geçerken kuma saplanır. Mürettebat bu konuda kanalı geçmelerinde yardımcı olmak üzere görevlendirilen Mısırlı pilotu suçlar. Osman Bey kanal yetkililerine bu durumu açıklar;

__________ 19 Aslında adı Komatsu’dur. Miya Japonca Prens veya Prenses anlamındadır. Ancak eserin Türkçe çevirisinde Komatsunomiya doğrudan adı olarak verilerek yanlış aktarılmıştır.

___________________________ Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan ve Üç Bahriyelinin Sevgilileri Adlı Eserlerde Ertuğrul Fırkateyni Faciası

SEFAD, 2018 (40): 45-60

53

“Ayrıca kendisini üç kez uyarmamıza rağmen bizi duymamazlıktan geldi. Bizi kıyı tarafına zorla sürükleyip, dümeni kırdı…(Ertur 2015: 111).”

Roman içerisinde anlatılan geminin yaşadığı kaza gerçeklerle örtüşmektedir. Ancak bu kazanın kılavuz tarafından kasıtlı yapıldığına dair bir belge yoktur. Ertuğrul Fırkateyni ilk durağı olan Süveyş Kanalı’nı geçerken 27 Temmuz 188920 günü Mürret-ül Kübra Gölü’nde kuma oturmuş, ertesi gün kanal idaresinin yardımı ile kurtarıldıktan sonra aynı gün ikinci kez kaza geçirmiştir. Gemi, kılavuz tarafından gösterilen lüzum üzerine sahile bağlanmakta iken rüzgârın şiddeti ve akıntının etkisiyle geminin kıçı sahile vurmuş, dümen ve bodoslaması kırılarak kaybolmuştur (Komatsu 2004:6). 30 Ağustos’ta havuza alınan gemi, 23 Eylül’de 81 havuzdan çıkartılmıştır. Geminin Süveyş’te tamiri konusunda Ali Bey, eşi Ayşe Hanım’a yazmış olduğu mektupta şunları söyler; “Geminin gitme bahsine gelince, şimdiki halde güzelce tamir olundu. Bazı İstanbul’da müsait olmayanları bile yaptık. Yalnız, kazanlar, kimse işitmesin, biraz akıyor. Onun da bize hiç zararı yok (Eronat 1995:9).”

Tamiri tamamlandıktan sonra yolculuğuna devam eden gemi, yolculuğu esnasında Müslüman halk tarafından yoğun ilgi ile karşılanır. Her gittikleri limanlarda gemiyi kalabalık halk grupları ziyaret eder. Süleyman Kani İrtem bu konuda Bombay ve Singapur’dan örnek vererek şöyle ifade eder: “Bombay ile civarından binlerce Müslüman gelerek gemiyi ziyaret ettiler; ziyaretçiler arasında racalar, prensler bile vardı. Geminin etrafında sabahtan akşama kadar kayık ve sandal eksik olmuyordu… Sumatra ve Cava adaları Müslümanları Singapur’a akın ettiler. Şeyhler ve seyirciler gemide halk ile beraber namaz kıldılar, dua ettiler (İrtem 2005:29-30).”

Ertuğrul Fırkateyni ve mürettebatı yaşadıkları aksiliklere rağmen uzun yolculuklarının ardından 7 Haziran’da son durakları Yokohama’ya ulaşırlar. Osman Paşa, 13 Haziran günü İmparator ile görüşerek hediye ve nişanı takdim eder (Ertur 2015:201). Ayrıca davetlere katılarak diğer ülkelerin üst düzey görevlileri de görüşür. Ertuğrul Fırkateyni mürettebatı Japonya’daki görevlerini tamamlayıp dönüş hazırlıklarına başladıkları esnada Japonya’da kolera salgını başlar. Bu salgından mürettebat da etkilenir ve Ertuğrul Fırkateyni karantinaya alınır (Ertur 2015:212-216).

Roman içerisinde anlatılanlar tarihlerine kadar gerçeklerle örtüşmektedir. Ertuğrul Fırkateyni ve mürettebatının Japonya’da bulundukları süre zarfında 27 Haziran 1890’da Nagasaki’de kolera salgını baş gösterir (Misawa 2006:151). Koleranın Ertuğrul Fırkateyni’nde de görülmesi üzerine gemi hemen Nagaura’da (Kazuhiko 2003:60) karantina merkezine alınır. Koleradan dolayı Ertuğrul Fırkateyni mürettebatından da hayatını kaybedenler olur. Ölen mürettebat konusunda araştırmacılar arasında görüş ayrılığı mevcuttur. Osman Paşa’nın ağabeyine yazmış olduğu mektupta koleraya yakalananların sayısını otuz yedi, ölenlerin sayısını da on üç kişi olduğunu belirtmektedir (Mütercimler 2010:160). Misawa Nobuo’ya (2006:153) göre; on biri koleradan ve biri akciğer vereminden ölmek üzere toplam on iki kişidir. Komatsu Kaori’ye (2004:15) göre ise; otuz beş kişi hastalığa yakalanmış ve on bir kişi de hayatını yitirmiştir.

Eserin devamında, başlangıçta bir ay kalmaları planlanan mürettebatın Japonya’da üç ay kaldıktan sonra İstanbul’a dönmek üzere 15 Eylül günü yola çıkmaları anlatılır. Ancak Japonlar hava şartları nedeni ile yolculuğu ertelemelerini söylerler.

__________ 20 Fırkateynin Süveyş Kanalı’na ulaştığı tarih konusunda yazarlar arasında farklılıklar vardır.

Emine Sicim Kaplan __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 45-60

54

“Eylül ortalarında özellikle Pasifik’te seyahat eden gemiler korkunç rüzgârlara maruz kalırlar. Bu rüzgârlar bazı zamanlar tayfuna dönüşebilir. Biraz daha burada kalıp, yolculuk için uygun günü bekleseniz iyi olur (Ertur 2015:221).”

Ertuğrul Fırkateyni mürettebatı 15 Eylül günü demir alırlar. Ancak yolculuklarının ertesi günü tıpkı Japonların söylediği gibi fırtınaya yakalanırlar. Gemi 16 Eylül 1890 tarihinde saat 21:30’da tayfundan dolayı kontrolünü kaybederek Ōshima’daki Kashinozaki kayalıklarına çarparak batar (Komatsu 2004:55). Sayısı hala net olmayan çok sayıda mürettebatımız yaşamını yitirir ve sadece 69 kişi sağ olarak kurtulur. Ertur romanına Japonların kurtarma faaliyetleri devam eder ve başlangıçtaki gibi, romanını Hamide Hanım ile sonlandırır.

5. ÜÇ BAHRİYELİNİN SEVGİLİLERİ

Ertuğrul Fırkateyni olayı ile ilgili ülkemizde yazılan ilk roman21 olan bu eserde, olaydan daha çok ikili ilişkiler ön plandadır. Roman toplamda iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm, Ertuğrul Fırkateyni mürettebatından üç bahriyelinin aşklarını konu alır. İkinci bölümde ise Ertuğrul Fırkateyni olayına yer verilir. Ancak bu bölümde de aşk olgusu ağır basmaktadır.

Burhan Arif, Ömer Ertur’un aksine romanına Sultan Abdülhamid’in bahçesi ile başlar. Alman bahçıvan Egerlin ve kızları Ketti’nin hikâyesi ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Ketti, Ertuğrul Fırkateyni mürettebatından Ali ile sonu hiçbir zaman mutlu sonla bitmeyecek bir aşk yaşar. Bu bölümde Ketti’nin arkadaşları Handan ve Leman’ın; Ali’nin arkadaşları Cemil ve Tahsin ile yaşadıkları aşklarına da yer verilir. Romanın ilk bölümü tarihsel romandan ziyade aşk romanı niteliğindedir.

İkinci bölümde asıl olaya geçilir. Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya’ya gönderilmesine karar verilmiştir. Burhan Arif’e göre Ertuğrul Fırkateyni, Sultan Abdülhamid tarafından Japon İmparatoru’na tahta çıkma ve düğün münasebeti dolayısıyla hediye götürmek üzere görevlendirilmiştir (Ongun 1974:98) Yazarın geminin gönderilme sebebi konusundaki yaklaşımı ilginçtir. Bu görev için Ertuğrul Fırkateyni uygundur.

“Ertuğrul gemisi yeniden adamakıllı tamir görmüş (Ongun 1974:98).”

Ancak geminin çürük olduğunu iddia edenler vardır. Ertuğrul Fırkateyni’nin çürük olduğunu eleştirenlere mürettebattan Albay İbrahim Bey cevap verir:

“Ertuğrul’un, makineleri yep yeni. Kömürümüz yettiği müddetçe yolda kalmıyacağımızı evvel Allah ben tekeffül ederim. Dış bodoslamaları karinaları, omurgasının birçok kısımları değiştirildi. Ahşap kısımlar kâmilen, yeniden ziftlendi. Demir gibi bir tekne oldu. Muayene raporundan bir suret de yanıma aldım. Bunda sefere iştirak edecek birçok genç mühendislerimizin de can ve gönülden imzaları var (Ongun 1974:99).”22

Gemi 653 mürretebatı ile İstanbul’dan Japonya’ya doğru yolculuğuna başlar. Daha önce de belirtildiği gibi, elde bulunan belgeler göre mürettebat sayısı konusunda kesinlik yoktur. Romanda Ertuğrul Fırkateyni’nin yolculuğa başladığı tarih tam olarak belirtilmez. Ancak 12 Temmuz’da Port Said’e ulaştıkları ifade edilir. Buna dayanarak 12 Temmuz’dan

__________ 21 İlk basım tarihi 1970 yılıdır. İncelediğimiz eser 3.ncü basım olup 1974 yılında basılmıştır. 22 Romandaki cümleler bire bir alınmış, imla ve noktalama işaretlerinde düzeltilme yapılmamıştır.

___________________________ Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan ve Üç Bahriyelinin Sevgilileri Adlı Eserlerde Ertuğrul Fırkateyni Faciası

SEFAD, 2018 (40): 45-60

55

önce yola çıktığı anlaşılmaktadır. Ertuğrul Fırkateyni 14 Temmuz günü demir aldığından romandaki tarih yanlış bilgidir.

“12 Temmuzda Marmarise uğramakdan vaz geçerek Portsaide varmışlardı (Ongun 1974:122).”

Yolculuğuna devam eden gemi Süveyş’te kaza geçirir. Burhan Arif de bu konuda suikast olduğunu vurgulamıştır.

“Geminin arızalanmasına ve daha ileri gidememesine sebep mısırlılar ve dolayısı ile İngilizler tarafından bir suikasd hazırlanması seziliyordu (Ongun 1974:123).”

Ertuğrul Fırkateyni’nin yolculuğu kısaca Ali’nin Ketti’ye yazdığı mektuplar üzerinden anlatılmıştır. Dolayısıyla ikinci bölümde de duygusal anlatım devam etmektedir. Geminin uğradığı limanlarda kalabalık tarafından karşılanması ile ilgili olarak şu şekildeki ifadelere rastlanmaktadır:

“Ertuğrul’a Javadan, Sumatradan, Magadan’dan birçok zenginler, prensler de geliyordu (Ongun 1974:125).”

Eserde yolculuğa başlanma tarihi belirtilmemiş olsa da geminin 7 Haziran’da Yokohama’ya ulaştığı belirtilir. Burada dikkat çekici unsur Ertuğrul Fırkateyni’nin yolculuğunun anlatıldığı bölümde uğramadığı farklı limanlara da yer verilmesidir (Ongun 1974:128). Gemi Japonya’ya ulaştıktan sonra görevini yerine getirir ve İstanbul’a dönmek üzere Yokohama Limanı’ndan ayrılır.

“10 Eylül sabahı, Ertuğrul Yokohama’dan parlak merasimle uğurlandı (Ongun 1974:134).”

Ertuğrul Fırkateyni, İstanbul’a dönüş yolculuğuna gerçekte 15 Eylül günü başlamıştır. Bundan dolayı eserde, yolculuğun başlama tarihi aynı şekilde geminin geri dönüş tarihi de yanlış aktarılmıştır.

Yokohama’dan ayrılan gemi çok gidemeden yakalandığı fırtınadan dolayı kazanlarının patlaması sonucu batar. Mürettebattan sadece 63 kişi hayatta kalır.

“Kurtulabilenler Kashinozakide sayıldı, hüviyetleri tesbit edildi. Altısı subay ve başıbozuk kalanı 57 er, toplamı 63 kişi kurtulmuştu (Ongun 1974:136).”

Öncelikle hayatta kalanların sayısında kesinlik olup 69 kişidir. Ertuğrul Fırkateyni’nin kazan dairesinin su aldığı doğrudur. Ancak gemi Kashinozaki kayalıklarına çarparak batmıştır. Kazada romanda belirtildiği gibi hemen değil, bir gün sonra 16 Eylül günü gerçekleşmiştir.

Romanın devamında Ketti büyük aşkı Ali’nin hayatta olup olmadığını öğrenmeye çalışır. Bahriye Nezaretine gider ve orada geminin asıl batma sebebini öğrenir.

“Onlar Japonya’dan geminin bu mevsimde hareket etmemesini ve dönecekse başka rotadan hareket etmesini duyurmuşlar. Komutan yanlış rota takip etmiş, temenni ederim ki, yaver olduğunu söylediğinize göre nişanlınız bu kurtulan iki subaydan biridir (Ongun 1974:141).”

Emine Sicim Kaplan __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 45-60

56

Yazara göre geminin batma sebebi Japonların tüm uyarılarına rağmen yola çıkılması ve komutanların yanlış yönlendirmesidir. Romanını başlangıçtaki gibi Ketti ile tamamlayan yazar, bu konu üzerinde yazma sebebini de eser içerisinde vermektedir.

“Bu gerçek romanın yazarı bundan 42 sene evvel Paris’de mimarlık stajını yaptığı sırada çalıştığı atelyeye yine onun gibi staj için gelmiş Tokyo Üniversitesinin mimarı, Vakayama Valisinin 45 yaşındaki oğlu mösyö Maekava tarafından anlatılmasını işiterek şahit olmuştur. Vali Maekava’nın oğlu mimar Maekava benim, hayatında gördüğü ilk Türk olduğunu anlayınca, ölmüş babasından işittiği bu Ertuğrul Faciasını anlatırken siyah kaşları ürperiyor, iri kirpikleri ve gözlerinin bebeği de titriyordu (Ongun 1974:136-137).”

Yazarın anlattığında gerçeklik payının olup olmadığı bilinmez, ancak Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonlar tarafından unutulmadığına, Türk-Japon dostluğuna, Japonların, Türklere karşı beslediği sıcaklık ve sempatiye dair güzel bir örnektir.

SONUÇ

Bu çalışmada tarihi bir olayın edebî açıdan nasıl aktarıldığı iki farklı roman üzerinden incelenmiştir. Öncelikle Burhan Arif Ongun’un romanında bilgi yanlışlıkları dikkat çekicidir. Bu durumun, Ertuğrul Fırkateyni olayı üzerine yazılan ilk eser olmasından veya bilgiye ulaşmanın sınırlı olduğu zamanlarda yazılmış olmasından kaynaklanabileceğini düşünmekteyiz. Eserde, sadece Ertuğrul Fırkateyni olayı ile ilgili değil, aynı zamanda Japonya ile ilgili hatalı bilgiler de göze çarpmaktadır. Örneğin, mürettebatın Japonya’daki gözlemlerinin anlatıldığı bölümde; Japonların birbirlerine duydukları saygıyı göstermek için burunlarını sürterek ve koklaşarak selamlaştıklarına değinilmiştir. Burada ifade edilenin aksine Japonlar eğilerek selamlaşırlar ve buna “Ojigi” denmektedir. Ojigi, sadece selam verirken değil, teşekkür ederken, ayrılırken ya da özür dilerken yapılan bir eğilme hareketidir. Eserde, Japonya ile ilgili bölümün devamında; Japonya’nın temiz, rengârenk gül ve karafillerle donatılmış güneşli bir ülke olduğu, Japonya’da bulunan her arabanın üzerine ışıklar saçan güneşin resmedildiği23 ifade edilmiştir. Bunun yanısıra Japonların gelenek ve görenekleri ile ilgili olarak da Japonya’da öpüşmenin son derece ayıp olduğuna değinilmiştir. Eserde bilgi yanlışlıklarının yanı sıra “Kobf Limanı24” gibi yer adlarında da yazım hataları gözlemlenmiştir. İki bölümden oluşan eserde, Ertuğrul Fırkateyni olayından daha çok Ali ve Ketti’nin sevdalarına ağırlık verilmiştir. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere eser tarihsel roman değil, aşk romanı niteliğinde kaleme alınmıştır. Olaylar daha çok duygusal ve romantik açıdan ele alınmış olup eserde gerçekler değil, kurgu ön plandadır. Ertuğrul Fırkateyni olayına kısaca değinilmiş, mürettebatın kurtarılması ve Türkiye’ye getirilmeleri birer cümle ile okuyucuya aktarılmıştır.

Ömer Ertur’un romanı ise, kitabın kapağında da belirtildiği gibi tarihi belgesel roman niteliğindedir. Eser içerisinde olaylar, oluş sırasına göre verilmediğinden Ertuğrul Fırkateyni olayını bilmeyen biri için eser karışık gelebilir. Ancak tarihi olaylar ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Ertuğrul Fırkateyni’nin yolculuğa başlaması, yolculuk esnasında uğradığı limanlar, Japonya’da yaşananlar, kaza anı ve sonrası, şehitler için yapılan anıt olmak üzere her ayrıntı, tarihleri ve yer adları ile birlikte detaylı bir şekilde okuyucuya aktarılmıştır. Ertur, dönemin Osmanlı İmparatorluğu’nun durumuna da değinmiştir. Ertur’un bu kitabı İngilizce, Japonca ve Türkçe olmak üzere üç dilde yayımlandığından yurtdışında oluşacak __________ 23 Bu noktada yazar, Japonya’nın emperyal gücünün sembolü parlayan güneşe değinmiştir. 24 Doğrusu Kobe Limanı olacaktır.

___________________________ Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan ve Üç Bahriyelinin Sevgilileri Adlı Eserlerde Ertuğrul Fırkateyni Faciası

SEFAD, 2018 (40): 45-60

57

Türk imgesi açısından da önem arz etmektedir. Bundan dolayı kazadan sonra yaşananların anlatıldığı bölümde, Türklerin para için birbirleri ile kavga etmesinin, Türk imajı açısından olumsuz etki yaratacağı düşüncesindeyiz. Eserde, mürettebatın Japonya’daki günlerinin anlatıldığı bölümde ise; Japonya’nın yeşilliğinden, Japon demiryollarının gelişmişliğinden, Japon mimarisinin muhteşemliğinden, Japon yemeklerinin çeşitliliğinden ve Japonların misavirperverliğinden bahsedilmiştir. Ayrıca Ertur, Ertuğrul Fırkateyni’nin fotoğrafçısı Haydar’ın ağzından da Tokyo gece hayatının hareketliliğine değinerek, Geyşa evlerini ayrıntısı ile tasvir etmiştir.

Ertuğrul Fırkateyni olayının okuyucuya aktarılması açısından iki eseri kıyasladığımızda, Ömer Ertur romanında daha çok geminin çürük ve mürettebatın deneyimsiz olmasını vurgulamıştır. Buna karşın Burhan Arif Ongun, geminin sağlam ve bakımlarının tam olarak yapıldığını ifade etmiş, mürettebatın da bu durumu onayladığını aktarmıştır. Ertur, eserinin olay örgüsünü gerçek karakterler üzerine kurgularken ve eserindeki karakterleri sadece Ertuğrul Fırkateyni mürettebatından oluştururken; Ongun’un eserinde hayali kahramanlar ön planda olup, gerçek mürettebat arka planda kalmıştır. Öyle ki Osman Bey ve Ali Bey gibi birçok eserin başkarakterleri, Ongun’un eserinde birkaç cümle ile yer almıştır. Her iki yazarın eserlerinde benzer bazı noktalar bulunmaktadır. Bu benzerlikler; her ikisi de Ertuğrul Fırkateyni’nin seçilmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan tartışmalara yer vermiş, Süveyş’te geminin kaza geçirmesinde suikast olduğunu vurgulamış ve dönüş yolunda gerçekleşen kazanın Japonların uyarılarının dikkate alınmamasından kaynaklandığını savunmuşlardır.

Ertuğrul Fırkateyni, yolculuğundan ziyade yaşadığı elim kaza ile toplumun belleğinde yer edinmiş olsa da, Türk-Japon ilişkilerindeki önemi kabul edilen bir gerçektir. Bundan dolayı olayın üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen olayla ilgili bazı konularda netlik söz konusu değilse de, gelecek yıllarda hem akademik çalışmaların hem de edebî eserlerin konusunu oluşturmaya devam edecektir.

Emine Sicim Kaplan __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 45-60

58

SUMMARY In this study, the perception of Ertugrul Frigate disaster in the novels of Omer Ertur's

“Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan” and Burhan Arif Ongun’s “Üç Bahriyelinin Sevgilileri” is discussed. The Ertugrul Frigate disaster played a significant role in the history of Japan-Turkey relations. To summarize the event briefly, the Ertugrul Frigate was sent to Japan by Sultan Abdulhamid II in response to a visit of friendship paid by Prince Komatsu. The frigate departed from Istanbul on July 14, 1889 and arrived in Japan on June 7, 1890. The frigate’s crew stayed in Japan about three months. Great ceremonies were held for crew and the Admiral Osman Pasha conveyed the Ottoman Empire’s good wishes to the Japanese Empire during this time. After three months, Ertugrul Frigate set sail from Yokohama to Istanbul on September 15, 1890. But unfortunately, while returning to Istanbul, the frigate encountered a typhoon off the coast of Wakayama Prefecture and sank on September 16, 1890. A large number of crew members died and only sixty-nine sailors survived. This disaster helped establish the historical friendship between Japan and Ottoman Empire. Besides, this tragic event has been mentioned frequently in both Japanese and Turkish iiterature.

Omer Ertur’s book is the last novel published on this subject. In the book, it is obvious that the writer was knowledgeable about Ertugrul Frigate event. In his work, he stated the general characteristics of the ship and explained the whole story in detail. Although events were not described by order of occurrence, he gave the dates related to the events correctly. In the book Ertur expressed not only Ertugrul Frigate disaster but also the situation of the Ottoman Empire at the time of the construction of the Ertugrul Frigate and the history of relations between Japan and Turkey. While reading this novel, it can be understood that it is not only a story book but also a history book. In other words, the novel was written scientifically and informatively. There are also some negative criticism about Ertugrul Frigate and crew in the novel. According to Ertur, the ship was old and rotten and Ertugrul Frigate's crew were inexperienced. He criticized that although Hasan Husnu Pasha knew that the crew were inexperienced, he sent them to Japan.

Burhan Arif Ongun’s book is the first novel published on this subject. In this book, the remarkable factor is plotline. This book consists of two chapters. The first chapter is related to Ali and Ketti’s loves and the second chapter is related to Ertugrul Frigate event. But Ongun did not tell much about Ertugrul Frigate disaster and created a fantasy world independent from the main cause. So fiction is the forefront rather than reality in his novel. He generally told about Ali and Ketti’s loves. So the book has the characteristics of a romance novel rather than a historical novel. Also in the novel, there are some mistakes about Ertugrul Frigate disaster and Japanese culture. According to Ongun, Ertugrul Frigate was sent to Japan beacuse of a wedding and accession to the throne. However, Ertugrul Frigate was sent to Japan on a goodwill mission. Besides he did not think that Ertugrul Frigate was old and rotten like Ertur. Ongun stated that the ship was repaired completely and the hull of the ship was durable inside as well as outside.

___________________________ Toruko Gunkan Erutū-rurugō no Kainan ve Üç Bahriyelinin Sevgilileri Adlı Eserlerde Ertuğrul Fırkateyni Faciası

SEFAD, 2018 (40): 45-60

59

KAYNAKÇA

Adıvar, Halide Edip (2010). Mor Salkımlı Ev. İstanbul: Can Sanat Yay. Arık, Umut (1991). A century of Turkish – Japanese Relations. Tokyo: The Japan – Turkey

Friendship Centenary Program Committee. Dündar, A. Merthan (2015). “Muhayyel Tarihe İtiraz: Ertuğrul Faciası, Yamada Torajiro ve

Abdülhalim Noda Shotaro Üzerine”. Doğu Asya’nın Politik Ekonomisi. ed. K. Ali Akkemik. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. 362-372.

Eraslan, Cezmi (1995). II. Abdülhamid Ve İslam Birliği. İstanbul: Ötüken Yay. Erdemir, Ali Volkan (2011). “A Realistic Approach to the Achievements of Torajiro Yamada

and His Relationship with Turkey”. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 11 (1): 217-227.

Erdemir, Ali Volkan (2014). Japonya’da Türk İmgesinin Oluşumu (1890 – 1914). Ankara: Kurgu Kültür Merkezi Yay.

Erkin, H. Can (2004). Geçmişten Günümüze Japonya’dan Türkiye’ye Bakışlar. Ankara: Vadi Yay. Eronat Yücel, Canan (1995). Ertuğrul Süvarisi Ali Bey’den Ayşe Hanım’a Mektuplar. İstanbul: İş

Bankası Kültür Yay. Ertur, Ömer (2015). Toruko Gunkan Erutu-rurugō no Kainan. çev. Yamamoto, Masao-Uetsuki,

Keiichiro vd. Tokyo: Sairyusha. Ertur, Ömer (2018). Abdülhamid’in Rüyası Ertuğrul. İstanbul: Profil Kitap. Esenbel, Selçuk (2003). “Japanese Perspectives of the Ottoman World”. The Rising Sun and the

Turkish Crescent. ed. Selçuk Esenbel. İstanbul: Boğzaiçi University Press. 7-42. Hall, John Whitney (1983). Japan From Prehistory Times to Modern Times. Tokyo: Charles E.

Tuttle Company. Horikawa, Tōru (2007). “Erutūruru go Sōnankyūjokatsudō ni taisuru Osuman Teikoku no

Kanshajo”. Bulletin of the Kyoto University of Foreign Studies (70): 71-83. İrtem, Süleyman Kani (2005). Ertuğrul Faciası Boğazlar Meselesi. İstanbul: Temel Yay. Komatsu, Kaori (1992). Ertuğrul Faciası Bir Dostluğun Doğuşu. Ankara: Turhan Kitabevi. Komatsu, Kaori (2004). Osuman Teikoku no Kindai to Kaigun. Tokyo: Sekaishi Ribretto. Lee, Hee Soo (1988). İslam ve Türk Kültürünün Uzak Doğu’ya Yayılması. Ankara: Türk Diyanet

Vakfı Yay. Lee, Hee Soo (1989). Osmanlı Japon Münasebetleri ve Japonya’da İslamiyet. Ankara: Türk

Diyanet Vakfı Yay. Matsutani, Hiranao (2009). Japonya’nın Dış Politikası ve Türkiye. İstanbul: İstanbul Ticaret

Üniversitesi Yay. Misawa, Nobuo (2005). “Meijijiki niokeru Nihon no Kōteki iryō seido to Erutu-ruru go: Meiji

23nen no Koreraka niokeru Gaikokujin kansen Taiō Jirei”. Nihon chūtō gakkai nenpō 43(2): 149-171.

Misawa, Nobuo (2006). “Meiji 23nen (1890) Erutururugo Jiken”. Protection against Disasters (34): 16-17.

Mütercimler, Erol (2010). Ertuğrul Faciası 21. Yüzyıla Doğru Türkiye-Japonya İlişkisi. İstanbul: Alfa Yay.

Nagaba, Hiroshi (1996). “Yamada Torajiro no Kiseki - Nihon – Toruko Kankeishi no Sokumen”. The Journal of Sophia Asian Studies (14): 41-60.

Nish, Ian (1998). The Iwakura Mission in America And Europe A New Assessment. Londra: Routledge.

Nutki, Süleyman (1911). Ertuğrul Firkateyni Faciası. İstanbul: Matbaa-i Bahriye.

Emine Sicim Kaplan __________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 45-60

60

Ongun, Burhan Arif (1974). Üç Bahriyelinin Sevgilileri. İstanbul: Kutulmuş Matbaası. Öke, Mim Kemal-Mütercimler, Erol (1991). Ertuğrul Firkateyni Faciası ve Türk-Japon İlişkisinin

Başlangıcı. İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı. Öndeş, Osman (1998). Ertuğrul Firkateyni Faciası. İstanbul: Aksoy Yayıncılık. Reischauer, O. Edwin (1981). Japan the Story of a Nation. İngiltere: Harvard University. Sakai, Kazuomi (2013). Hajimete Manabu Nihon Gaikōshi. Tokyo: Showato. Sansom, G.B. (1984). The Western World and Japan. Tokyo: Charles E. Tuttle Company. Sertoğlu, Midhat (2011). Mufassal Osmanlı Tarihi Resimli Haritalı. C.VI. Ankara: Türk Tarih

Kurumu Yay. Shiraiwa, Kazuhiko (2003).“The Japanese Image of Turks in Meiji Era 1868 - 1912”. The Rising

Sun and the Turkish Crescent. ed. Selçuk Esenbel. İstanbul: Boğaziçi University Press. 49-86. Sicim, Emine (2013). Türkiye’deki Japon Algısına Bir Kaynak Olarak Cumhuriyet Dönemi Türk

Romanında Ertuğrul Firkateyni Faciası. Yüksek Lisans tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi. Sims, Richard (2001). Japanese Political History since the Meiji Renovation 1868 – 2000. Londra:

Palgrave. Şahin, Şayan Ulusan (2001). Türk – Japon İlişkileri (1876 – 1908). Ankara: Kültür Bakanlığı

Eserleri. Şahin, Şayan Uusan (2004). “Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya Yolculuğuna Dair Bir Belge”.

Tarih İncelemeleri Dergisi XIX (1): 93-100. Şakir, Ziya (1994). Sultan Abdülhamid ve Mikado. İstanbul: Boğaziçi Yayınevi. Takahashi, Tadahisa (1982). “Türk-Japon Münasebetlerine Kısa Bir Bakış (1876-1945)”. Türk

Dünyası Araştırmaları (18): 124-148. Yanagida, Izumi (1989). Fukuchi Ōichi. Tokyo: Yoshikawa Kōbunkan.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 13/06/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 30/07/2018

SEFAD, 2018 (40): 61-72 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515032

Sa‘di-yi Şîrâzî’nin Yolculuklarının “Gülistân” Eseri Üzerindeki Etkileri

Dr. Gamze Gizem Avcıoğlu Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü [email protected]

Öz XIII. yüzyılda yaşayan Sa‘di-yi Şîrâzî (öl. 691/1292), adı günümüze kadar ulaşan

İran’ın en büyük şairlerindendir. Yaklaşan Moğol istilası nedeniyle eğitim görmek için Bağdat’a giden ve oradan da uzun bir yolculuğa çıkan şair yaşadığı dönemin siyasî-sosyal olaylarını içinde barındıran önemli eserler kaleme almıştır. Bu eserler arasında adından en çok bahsettiren “Bûstân” ve “Gülistân”dır. “Bûstân” 655/1257 yılında mütekârib bahrinde yazılmıştır. 5000 beyitten oluşan didaktik bir manzumedir. Diğer eseri “Gülistân” ise “Bûstân”dan bir yıl sonra 656/1258 yılında yazılmıştır. Nazım ve nesrin iç içe olduğu bu eser, Sa‘dî’nin diğer eserlerinden üslûp ve içerik açısından ayrılarak hemen hemen her şairin rahle-i tedrisinden geçmiştir. “Gülistân” Sa‘dî’nin hayatından anekdotlar sunması ve yaşadığı deneyimleri okuyucuya aktarması açısından önemli bir eserdir. “Gülistân”da anlatılan hikâyelerin çoğu, şairin uzun yolculukları sırasında karşılaştığı kişilerden ve başına gelen olaylardan edindiği tecrübeler üzerinedir. Bu çalışmamızda Şîrâz’ın içinde bulunduğu karmaşa sebebiyle ülkesinden ayrılan Sa‘dî’nin “Gülistân” eserinde dile getirdiği uzun yolculuklar ele alınacak ve bu yolculukların “Gülistân”da nasıl işlendiği üzerinde durulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Sa‘di-yi Şîrâzî, Gülistân, yolculuk.

The Effects of Sa‘di-yi Şîrâzî’s Journeys on His Work “Gülistân”

Abstract Sa‘di-yi Şîrâzî (d.691/1292), who lived in the XIII. Century and whose name has

reached the present day, is one of the greatest poets of Iran. The poet, who went to Baghdad for a training trip due to the upcoming Mongol invasion and took a long journey then, wrote up important works containing the political-social events of his time. Among these works, “Bustân” and "Gulistan" are the ones which make an indelible impression most. “Bûstân” was written in the year of 655/1257 in the pattern of mütekârib bahri (a poem pattern). It is a didactic poem consisting of 500 couplets. His other work “Gülistân” was written in the year of 656/1258, a year after “Bûstân”. This work in which poetry and prose are intertwined vary from the other works of Sa‘dî in terms of style and content and it has been studied and thought on by almost all poets. “Gülistân” is an important work in terms of presenting anecdotes from Sa‘dî’s life and transferring his experiences to the reader. Most of the stories described in “Gülistân” are about the experiences that the poets gained during his long journeys and the events that happened. This study is intended to deal with the long journeys mentioned by Sa‘dî’ in “Gülistân” after he left his country due to the chaos in Şîrâz. The effects of these journeys on “Gülistân” will also be emphasized.

Keywords: Sa‘di-yi Şîrâzî, Gülistân, journey.

Gamze Gizem Avcıoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 61-72

62

GİRİŞ

Sa‘di-yi Şîrâzî, uzun süren taht kavgaları sonucu Sa‘d b. Zengî’nin Fars bölgesinin hâkimiyetini ele geçirdiği dönemde, Şîrâz’da dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta babasını kaybeden Sa‘dî, ilk eğitimini babasının yanında almıştır (Beyânî 1388: III/655).

Şairin gençlik yılları İran’a yapılan Moğol saldırılarının başladığı zamana denk gelmiştir (Dânişpejûh 1388: 19-20). Bu saldırılar, Sa‘dî’nin vatanı olan Şîrâz’dan iki defa ayrılmasına neden olmuştur. Bunlardan ilki, eğitim görmek için Bağdat’a gitmesidir. (İmdâd [t.y.]: 67) Burada bulunan Nizâmiye medresesinde dönemin ileri gelen hocalarından dersler almıştır (Zerrînkûb 1386: 15-16).

Eğitimini tamamladıktan sonra Şam, Hicaz, Lübnan ve Rum tarafına uzun bir yolculuğa çıkmıştır. Sa‘dî’nin 620-621/1223-1224 yılında başlayan bu yolculukları 655/1257 yılında Şîrâz’a dönmesi ile son bulmuştur (Safâ 1372: II/127). Sa‘dî, bu yolculuklarından sadece Arapça ve Farsça gazelleriyle değil; aynı zamanda ilginç maceralar, düşünceler ve anılarla da dönmüştür (Zerrînkûb 1343: 232).

Sa‘dî, Şîrâz’a döndükten bir yıl sonra 656/1258 yılında “Gülistân” eserini yazmıştır. Bu eser, sekiz bölümden oluşmaktadır ve üslûp açısından Sehl-i mümteni örneğidir (Yazıcı 1966: 38). Nazım ve nesrin bir arada olduğu didaktik bir eser olması nedeniyle Osmanlı dönemi medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuş, çeşitli dünya dillerine ve Türkçeye defalarca çevrilmiştir.

Sa‘dî’nin “Gülistân”da konu aldığı hikâyelerin bir kısmı kendi müşahedelerine bir kısmı da duyduklarına ve okuduklarına dayanmaktadır (Yazıcı 1966: 38). Aynı zamanda çıktığı uzun yolculuklardan edindiği tecrübeleri de en yalın şekliyle okuyucuya aktarmaktadır.

Sa‘dî’nin Şîrâz’dan ikinci kez ayrılmasına neden olan olay, Salgurlular’ın gerilemesi ve Moğollar’ın Şîrâz’ı tekrar istilâ etmesidir. Bu olay üzerine tekrar yolculuğa çıkan Sa‘dî 662/1264 yılında Bağdat’a, oradan da hac için Mekke’ye gitmiştir. Dönüşte Tebriz’e uğramış burada Hace Şemseddîn Cuveynî ve kardeşi Atâ Melîk Cuveynî tarafından iyi karşılanmıştır (Şîrâzlı Şeyh Sa‘dî 2011: 17). Bir süre sonra Şîrâz’a geri dönen Sa‘dî’nin ömrünün son yıllarını burada ibadet ve riyazetle geçirdiği anlaşılmaktadır (Yazıcı 1966: 37).

Tüm bu bilgiler ışığında çalışmamızda Sa‘dî’nin yolculukları esnasında karşılaştığı kişilerin ya da durumların “Gülistân” eseri üzerinde bıraktığı etkilere değinilecektir.

Sa‘di-yi Şîrâzî’nin Yolculukları ve Gülistân

656/1258 yılında yazılan “Gülistân” eserinin “Dîbâce” kısmında münâcât, na’t, Ebû Bekir Sa‘d b. Zengî’ye övgü ve “Gülistân”ın yazılma sebebi dile getirilmiştir.

Sa‘dî bu eserin yazılma sebebi kısmında, dolaşmak ve zaman geçirmek için dostlarından biriyle şehrin uzağında bulunan bir bahçeye gittiklerinden ve orada konakladıklarından bahsetmiştir (Enverî 1384: 35). Dönmeye karar verdikleri sabah arkadaşının kucak dolusu gül, reyhan, sümbül ve fesleğenle geldiğini gören Sa‘dî, bahçedeki gülün bekâsının olmayacağını söyleyerek kalıcı bir Gülistân kitabı yazmaya karar vermiştir. Bu kararın da aslında kısa bir yolculuk sonrası alınmış olması “yolculuk” temasının eserin yazılmasında etkili olduğunu göstermektedir.

___________________________ Sa‘di-yi Şîrâzî’nin Yolculuklarının “Gülistân” Eseri Üzerindeki Etkileri

SEFAD, 2018 (40): 61-72

63

Sa‘dî’nin hem “Bûstân” hem “Gülistân” eseri, eğitim için gittiği Bağdat ile başlayan ve Dünya’nın çeşitli ülkelerine yaptığı yolculuklarının mahsulüdür.

Sekiz bölümden oluşan “Gülistân”ın birinci bölümü “Padişahların Hayat Tarzı” hakkındadır. Bu bölümde hem geçmişteki padişahların hem de gezdiği yerlerde karşılaştığı önemli şahsiyetlerin halka kötü davranmalarını eleştirmekte ve hikâyelerinde işlemektedir.

Bu bölümün onuncu hikâyesinde, Şam’da bulunan Dımeşk Camii’nde insafsızlığı ile tanınan Arap kral ile Sa‘dî bir araya gelmiştir. Arap kral, çetin bir düşmandan endişe ettiğini söyleyerek Sa‘dî’nin duasında kendisini gönlünden geçirmesini istemiştir. Sa‘dî ise krala, düşmandan kötülük görmemesi için önce halka eziyet etmemesi öğüdünde bulunmuştur (Şîrâzî 2013: 29; Şîrâzî 1392: 24).

Sa‘dî’nin hem tarihte yaşananlar hem de gezip gördüğü yerlerde anlatılanlarla birlikte bizzat tanık olduğu olaylar da devletle ilgili görüşünde etkili olmuştur ve bunun sonucunda devlet düşüncesi şu şekilde tezahür etmiştir:

“Ona göre halkın padişaha olan ihtiyacından çok, padişahın halka ihtiyacı vardır. Padişah olsun olmasın halk (riâya) yine halktır, ama halk olmadan bir padişahın varlığı düşünülemez ve bu imkânsızdır” (Şahinoğlu [t.y.]: 113).

Bu tezi kanıtlayacak dörtlüğü Sa‘dî’nin “Gülistân” eserinde geçen bir dörtlükte de görmekteyiz (Şîrâzî 1392:23):

دوســــــــتدارش روز ســــــــختی دشــــــــمن زورآورســــــــت

پادشــــــاهی کــــــو روا دارد ســــــتم بــــــر زیــــــر دســــــت زان کـــــــه شاهنشـــــــاه عـــــــادل را رعیـــــــت لشکرســـــــت

بــا رعیــت صــلح کــن، وز جنــگ خصــم ایمــن نشــین

Padişah elindekilere zulmü reva görünce Sevdikleri zor gününde onun güçlü bir düşmanı olur Halkla barış, düşmanın savaşından güvende otur Çünkü halk adaletli padişaha ordudur.

“Gülistân”ın ikinci bölümü “Dervişlerin Ahlâkı” hakkındadır. Bu bölümde Sa‘dî’nin çıktığı yolculuklarda karşılaştığı dervişlerin nasıl olması gerektiğine dair hikâyeler yer almaktadır.

Bu bölümün ikinci hikâyesinde Sa‘dî, Kâbe’nin eşiğine başını koymuş bir derviş görmekte ve kusurları için Allah’a yakarışını dile getirmektedir. (Şîrâzî 2013: 60; Şîrâzî 1392: 39). Bu hikâyede Sa‘dî, kulun Allah’a karşı koşulsuz teslimiyetini şu sözleriyle göstermektedir (Şîrâzî 1392: 39):

»به دریوزه آمده ام نه به تجارت. اصنع بى ما انت اهله.«...

“…Ticarete değil dilenmeye geldim. Sen bana kendi şanına göre davran.”

Gamze Gizem Avcıoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 61-72

64

Sa‘dî’nin ülkesi Şîrâz’dan ayrıldıktan sonra kutsal topraklara yolculuk ettiğini hayatı hakkında verilen bilgilerden elde etmekteyiz. Bu hikâyesinde de Kâbe’de ibadet ederken şahit olduğu bir olayı okuyucuya aktarmaktadır. Allah’a yakın olma yolunda çabalayan dervişin diğer kullar gibi günahsız olmadığı ve Allah karşısında tüm kulların da eşit olduğu şu dörtlükle ifade edilmektedir (Şîrâzî 1392:39):

ــــــــه طاعــــــــت اســــــــتظهار ــــــــدارم ب کــــــــه ن

عـــــــــــــــــــذر تقصـــــــــــــــــــیر خـــــــــــــــــــدمت آوردم

ـــــــــــــــادت ـــــــــــــــان از عب اســـــــــــــــتغفارعارف

ـــــــــــــــد ـــــــــــــــه کنن ـــــــــــــــاه توب عاصـــــــــــــــیان از گن

Hizmetteki kusurum için özür dilemeye geldim Çünkü ibadetime yok güvenim Âsiler günahtan tövbe ederler Âriflerse ibadetten istiğfar ederler (Şîrâzî 2013: 60)

Beşinci hikâye, Sa‘dî’nin adını zikretmediği bir yolculuğu üzerinedir. Bu hikâyede Sa‘dî, dervişlerden oluşan bir gruba katılarak onların arkadaşlığından faydalanmak istemiş; fakat olumsuz bir cevap almıştır. Nedeni ise dervişlerin güveninin salih kılığına giren bir hırsız tarafından sarsılmasıdır. Hırsızın dış görünüşüne bakarak onu aralarına alan dervişler artık selametin teklikte olduğu görüşündedirler. Hikâyenin sonunda Sa‘dî, dervişlerin arkadaşlığından faydalanamasa bile sohbetlerinden nasiplenmenin mutluluğunu yaşamıştır ve bu vahim olayın kendisi için de nasihat niteliğinde olduğunu dile getirmiştir (Şîrâzî 2013: 62-64; Şîrâzî 1392: 40-41).

Her kişiden yeni şeyler öğrenmeyi seven Sa‘dî, doğru bildiği şeyleri savunduğu gibi hayata dair tecrübeler de edinmekte ve düşünce dünyasını bunlarla beslemektedir. Bu hikâyede de başa gelen yanlış bir hareketin insanlardaki güven duygusunu ortadan kaldırdığı mesajı verilmektedir. İnsanların dış görünüşüne bakarak aldanılmaması asıl önemli olan şeyin ruh güzelliği olduğu şu beyitle vurgulanmaktadır (Şîrâzî 1392:40):

نویســــــــــنده دانــــــــــد کــــــــــه در نامــــــــــه چیســــــــــت

ـــــــه کیســـــــت ـــــــد مـــــــردم کـــــــه در خان چـــــــه دانن

Ne bilsin insanlar elbisenin içinde kim var ? Yazan bilir ancak mektupta ne var?

Onuncu hikâye, Lübnan yolculuğu sırasında gittiği Baalbek Camii’nde geçmektedir. Sa‘dî, vaaz verirken topluluk tarafından dinlenmemektedir; fakat söylediği sözlerin meclis dışından biri tarafından anlaşılması ve o kişinin nara atması ile herkesin dikkatini Sa‘dî’nin sözlerine çekmesi anlatılmaktadır (Şîrâzî 2013: 67-68; Şîrâzî 1392: 42). Bu noktada Sa‘dî’nin bu yolculuğunda halka vaaz verdiğini görmekteyiz. Bu vaazlar bazen nasihat bazen de uyarı niteliğindedir. Bu bakımdan vaaz veren birinin eğitime önem verdiği düşünülebilir ve Sa‘dî’nin de çıktığı yolculuklar esnasında halka doğruları en yalın haliyle aktardığı, dinleyici kitlesi iyi oldukça bilginin nesilden nesile geçeceğine inandığı söylenebilir (Şîrâzî 1392: 42):

___________________________ Sa‘di-yi Şîrâzî’nin Yolculuklarının “Gülistân” Eseri Üzerindeki Etkileri

SEFAD, 2018 (40): 61-72

65

ــــــــــــــــتکلم مجــــــــــــــــو ــــــــــــــــوت طبــــــــــــــــع از م یق

فهــــــــــــم ســــــــــــخن چــــــــــــون نکنــــــــــــد مســــــــــــتمع

تــــــــــــا بزنــــــــــــد مــــــــــــرد ســــــــــــخنگوی، گــــــــــــوی

ـــــــــــــــــــــــدان ارادت بیـــــــــــــــــــــــار فســـــــــــــــــــــــحت می

Dinleyici sözü anlamadığında Konuşmacı da kuvvet arama Konuşmacının topa vurması için İsteklilik meydanını geniş tut

On birinci hikâye Mekke çölünde geçmektedir. Bu hikâyede hem dönemin zor şartlarına hem de Sa‘dî’nin bu yolculuklar esnasında çektiği sıkıntılara değinilmektedir. Artık yorgunluktan bitap düşen Sa‘dî başını koyup uyumaya çalışırken bir devecinin onu ikâz etmesi anlatılmaktadır (Şîrâzî 2013: 68; Şîrâzî 1392: 42-43); çünkü geçtikleri o yol hiç tekin değildir ve her an ölümle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu yolculukta olduğu gibi birçok yolculuğunda da Sa‘dî, tehlike ile yüz yüze gelmiştir. Hem yaklaşan Moğol tehlikesi hem de o dönemin siyasî hayatı da göz önünde bulundurulduğunda yaşadığı sıkıntılı süreç Sa‘dî’nin devamlı yer değiştirmesine neden olmuştur. Bu durumu bir kasidesinde şu şekilde dile getirmiştir (Şîrâzî 1392: 419):

ــــــــگ آمــــــــد از جــــــــور تنگــــــــی شــــــــــــــدم در ســــــــــــــفر روزگــــــــــــــاری درنگــــــــــــــی ــــــــه تن وجــــــــودم ب

ـــــــــأجوج بگذشـــــــــتم از ســـــــــد ســـــــــنگی چـــــــــو ی

ــــــــدم ــــــــی چــــــــون ســــــــکندر بری ــــــــر پ جهــــــــان زی جهــــــان در هــــــم افتــــــاده چــــــون مــــــوی زنگــــــی

بـــــــرون جســـــــتم از تنـــــــگ ترکـــــــان چـــــــو دیـــــــدم

Bedenim sıkıntıdan usandı Belli bir süre yolculuğa çıktım Dünyayı İskender gibi ayağımın altına aldım Ye’cûc gibi de taş seddi geçtim Dünyanın zenci saçı gibi dolaştığını görünce Türkler geçidinden çıktım gittim

Yirmi altıncı hikâye Hicâz yolculuğu sırasında geçmektedir. Sa‘dî bu yolculuğu esnasında kendisine yoldaş olan bir gruptan, sonra aralarına katılan onlara şarkı ile eşlik eden Arap kabilesinden siyah bir çocuk ile âbitten söz etmektedir. Hikâye, âbitin topluluğun derdinden habersiz olduğu halde onların hâline itiraz edince Sa‘dî’nin esprili bir şekilde Arap çocuğun şarkısının âbitin devesine etki ettiğini fakat kendisine etki etmediğini söylemesi ile son bulmaktadır. (Şîrâzî 2013: 78; Şîrâzî 1392: 47). Bu durum, Sa‘dî’nin yolculukları esnasında rengi, dili ve mezhebi farklı olan insanlarla bir araya geldiğini göstermektedir; Hiç kimseyi kimseden üstün ya da aşağı görmeyen Sa‘dî, önemli olan şeyin güzel huy ve ahlâk olduğunu okuyucuya anlatmaktadır (Şîrâzî 1392: 47):

بــــــــــه نقــــــــــص تــــــــــو گفــــــــــتن نیابــــــــــد مجــــــــــال

تــــــــــو نیکــــــــــوروش بــــــــــاش، تــــــــــا بدســــــــــگال

کـــــــی از دســـــــت مطـــــــرب خـــــــورد گوشـــــــمال؟

چــــــــــــو آهنــــــــــــگ بــــــــــــربط بــــــــــــود مســــــــــــتقیم

Gamze Gizem Avcıoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 61-72

66

Sen iyi davranışlı ol kötü niyetli Senin kusurunu söylemeye fırsat bulamasın Barbetin sesi düzgün olunca Çalgıcı onun kulağını çeker mi hiç?

Otuzuncu hikâye, Sa‘dî’nin Şam’daki dostlarından sıkılmasını, Kudüs çölüne düşmesini ve sonrasında Frenklere esir olmasını anlatmaktadır. Bu durum, Suriye’de bir liman şehri olan Trablus’ta bulunan bir hendekte çamur işine tabi tutulan Sa‘dî’nin yolculukları esnasında her türlü tehlike ve olumsuzlukla karşı kaşıya kaldığının bir örneğidir. Bu hikâyede Sa‘dî önceden tanıdığı Halep ileri gelenlerinden biri tarafından on dinar karşılığında esaretten kurtulmuştur; fakat bu kişi Sa‘dî ile kızını yüz dinar mihirle nikâhlamıştır. Sa‘dî, kızın kavgacı ve itaatsiz olması yüzünden huzurunun bozulduğundan bahsetmektedir (Şîrâzî 2013: 81). Bu durumu Sa‘dî, mesnevisinde şu şekilde anlatmaktadır (Şîrâzî 1392: 49):

هـــــــــــــــم دریـــــــــــــــن عالمســـــــــــــــت دوزخ او

زن بــــــــــــد در ســـــــــــــرای مـــــــــــــرد نکـــــــــــــو

ـــــــــــــــــار و ـــــــــــــــــذاب الن ـــــــــــــــــا ع ـــــــــــــــــا ربن قن

زینهــــــــــــــار از قــــــــــــــرین بــــــــــــــد زنهــــــــــــــار

İyi adamın evindeki kötü kadın Bu âlemde onun cehennemidir Kötü arkadaştan zinhar uzak dur Rabbimiz, bizi cehennem azabından koru

Bu hikâyede, kaynaklarda hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Sa‘dî’nin başından mutsuz bir evliliğin geçtiği bilgisine ulaşılmaktadır; fakat Ziyâ Muvahhid’e göre: “Gülistân” bir sanat eseridir. Bu sadelikteki sanat eserlerinin mazmunlarından hayat hikâyesi çıkarılamaz (Muvahhid 1392: 39).

“Gülistân”ın üçüncü bölümü “Kanaatin Fazileti” hakkındadır. Sa‘dî’nin bu bölüme verdiği addan da anlaşıldığı üzere kişinin elinde olanla yetinmesi, başkasının malına göz dikmemesi gerektiği vurgulanmaktadır. Dervişlerin mizacı üzerine hikâyelere de yer verilmiştir. (Avcıoğlu 2018: 128). Buna örnek olabilecek beyit şu şekildedir (Şîrâzî 1392: 57):

کــــه بــــار محنــــت خــــود بــــه کــــه بــــار منــــت خلــــق

ــــان خشــــک قناعــــت کنــــیم و جامــــه دلــــق ــــه ن ب

Kuru ekmek ve hırkayla yetinelim Kendi mihnet yükümüz halkın mihnet yükünden iyidir

Bu bölümün on üçüncü hikayesi İskenderiye’de geçmektedir. Fakir bir grupla zengin arasında geçen bir olay anlatılmaktadır. Bir grup fakir, zengin hakkında uygunsuz laflarda bulunan Sa‘dî’ye zenginin davetine gitmeyi uygun görüp görmediğini sormaktadır ve Sa‘dî’nin cevabı “uygun görmüyorum” şeklindedir (Şîrâzî 2013: 102; Şîrâzî 1392: 60).

___________________________ Sa‘di-yi Şîrâzî’nin Yolculuklarının “Gülistân” Eseri Üzerindeki Etkileri

SEFAD, 2018 (40): 61-72

67

Hikâyede geçen zenginin eli açık, vicdanlı ve dürüst olmadığını düşünen Sa‘dî, başkasının malında gözü olmayan fakirin gerçek fakir hem dünyayı hem de ahireti elde eden zenginin ise gerçek zengin olduğunu beyan etmektedir (Şahinoğlu [t.y.]: 98). Oysa bu hikâyede, zengin ve fakir olan iki zıt karakteri ele alarak acizliğin yanlış bir davranış olduğunu mesnevisinde geçen şu beyitle vurgulamaktadır (Şîrâzî 1392: 60):

ور بمیـــــــــرد بـــــــــه ســـــــــختی انـــــــــدر غـــــــــار

خــــــــورد شــــــــیر نــــــــیم خــــــــوردۀ ســــــــگن

İninde sıkıntıdan ölse bile Aslan köpeğin artığını yemez

Yirminci hikâyesinde Sa‘dî, Irak’ta bulunan Kûfe Camii’ne yalın ayak girdiğini belirtmektedir. Ayağı olmayan birini görünce de hâline şükretmektedir. Bu hikâye ile Sa‘dî’nin zor şartlar altında uzun yolculuklar yaptığı anlaşılmaktadır; çünkü bu şartlar altında ne ayakkabı almayı düşünecek durumdadır ne de onu alabilecek gücü vardır. Sa‘dî yalın ayak kalışını bu zamana kadar yaşadığı en zor olaylardan birisi olarak değerlendirmektedir (Şîrâzî 2013: 106; Şîrâzî 1392: 62). Ayağı olmayan birini görmesi ile de şükretmenin önemini ve Allah’ın verdiği ile yetinmeyi şu dörtlükle vurgulamaktadır (Şîrâzî 1392: 62):

کــــــــم تــــــــر از بــــــــرگ تــــــــره بــــــــر خــــــــوان ســــــــت

ـــــــــه چشـــــــــم مـــــــــردم ســـــــــیر ـــــــــان ب مـــــــــرغ بری

ـــــــــــــه ـــــــــــــان ســـــــــــــتشـــــــــــــلغم پخت ـــــــــــــرغ بری م

وان کـــــــــــه را دســـــــــــتگاه و قـــــــــــوت نیســـــــــــت

Tok insanların gözünde kızarmış tavuk Sofradaki tereyağından kıymetsizdir Durumu iyi olanlar içinse Pişmiş şalgam kızarmış tavuktur

“Gülistân”ın beşinci bölümü “Aşk ve Gençlik” hakkındadır. Sa‘dî’nin bu bölümde yer alan hikâyelerinde genel olarak sevginin her şeyin üstünde olduğu anlatılmaktadır. Âşık ile mâşuk arasında karşılıksız sevgi vardır. Sa‘dî’ye göre ister padişah ister köle olsun âşık kişinin gözü hiçbir şey görmez (Avcıoğlu 2018: 136). Bu bölümdeki bir hikâyede geçen şu dörtlük bu durumu açıklar niteliktedir (Şîrâzî 1392: 82):

رویــــــــــــــــــــــت ای دلســــــــــــــــــــــتان بدیدنــــــــــــــــــــــدی

ـــان کـــه عیـــب مـــن جســـتند کـــاش کان

بریدنــــــــــــــدی بــــــــــــــی خبــــــــــــــر دســــــــــــــت هــــــــــــــا

تـــــــا بـــــــه جـــــــای تـــــــرنج در نظـــــــرت

Benim kusurumu arayanlar keşke Ey sevgili senin yüzünü görselerdi Böylece seni görünce turunç yerine Fark etmeden ellerini keserlerdi (Şîrâzî 2013: 148)

Gamze Gizem Avcıoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 61-72

68

Bu bölümün on altıncı hikâyesinde Doğu Türkistan’daki Kaşgar Camii’nde bir çocukla Sa‘dî arasında dil bilgisi terminolojisi üzerine şaka yollu bir diyalog geçmektedir (Şîrâzî 2013: 144-146; Şîrâzî 1392: 80-81):

ـــد ـــا عمـــر و زی ـــو ب ـــو مشـــغول و ت ـــه ت مـــا ب

ای دل عشــــــــــاق بــــــــــه دام تــــــــــو صـــــــــــید

Ey âşıkların gönlü senin tuzağına av oldu Biz seninle, sen ise Amr ve Zeyd ile meşgulsün

Bu çocukla ilgilenmesi ve çocuğa kendisini şair olarak tanıtmaması Sa‘dî’nin hem mütevazı kişiliğini hem de çocuk sevgisini ön plana çıkarmaktadır. Sa‘dî’nin hikâyelerinden her yaştan insana hitap ettiği, insanı dış görünüşü, yaşı ya da konumu ile değerlendirmediği sonucuna varılabilmektedir. Bu hikâyede olduğu gibi her yolculuk Sa‘dî’nin farklı bir yönünü okuyucuya göstermektedir.

On yedinci hikâye Hicâz kervanında geçmektedir. Hırsızların ansızın kervana saldırması sonucunda tacirlerin feryat etmesi; fakat eşyaları çalınan dervişin hiç istifini bozmamasından bahsedilmektedir. Derviş ve Sa‘dî arasında geçen diyalogda da üzülmemek için hiçbir şeye gönülden bağlanılmaması nasihat edilmektedir. Bu konuşma esnasında gençliğinde geçen bir olayı aktaran Sa‘dî’nin bir gence gönülden bağlandığı ve onu kaybedince nasıl büyük bir boşluğa düştüğü anlatılmaktadır (Şîrâzî 2013: 146; Şîrâzî 1392: 81). Hayatta hiçbir şeyin kalıcı olmadığına inanan Sa‘dî, bir kişiye körü körüne bağlanmanın insana üzüntüden başka bir şey vermediğini şu dörtlükle ifade etmektedir (Şîrâzî 1392: 81):

ــــود ــــه حســــن صــــورت او در زمــــی نخواهــــد ب ب

مگــــــر م�ئکــــــه بــــــر آســــــمان، وگرنــــــه بشــــــر

کـــــه هـــــیچ نطفـــــه چنـــــو آدمـــــی نخواهـــــد بـــــود

بـــه دوســـتی، کـــه حرامســـت بعـــد ازو صـــحبت

Yoksa gökyüzündeki melek mi? yeryüzünde Onun yüz güzelliğinde insan var olmayacak Onun sevgisinden sonra aşk haramdır Çünkü hiçbir nutfe onun gibi bir insana dönüşmeyecek

“Gülistân”ın altıncı bölümü “Zayıflık ve İhtiyarlık” hakkındadır. Genel olarak bu bölümde hayata dair nasihatler bulunmaktadır. Birçok nimetle dolu hayatta nefes alıp vermenin bile bir nimet olduğu; fakat her güzel şey gibi bu rengarenk ömrün de hızlı bir şekilde son bulduğu anlatılmaktadır (Şîrâzî 2013:161; Şîrâzî 1392: 86):

ـــــــــــــــــت راه نفـــــــــــــــــس دریغـــــــــــــــــا کـــــــــــــــــه بگرف

دمـــــــــی چنـــــــــد گفـــــــــتم بـــــــــرآرام بـــــــــه کـــــــــام

دمــــــــــی خـــــــــــورده بـــــــــــودیم و گفتنـــــــــــد بـــــــــــس

ـــــــــا کـــــــــه بـــــــــر خـــــــــوان الـــــــــوان عمـــــــــر دریغ

Bir süre keyfimce nefes alayım dedim Yazık nefes yolum tıkandı

___________________________ Sa‘di-yi Şîrâzî’nin Yolculuklarının “Gülistân” Eseri Üzerindeki Etkileri

SEFAD, 2018 (40): 61-72

69

Yazık renkli ömür sofrasında Bir süre yedik ve yeter dediler

Bu bölümün birinci hikâyesinde Sa‘dî ilim adamlarından bir grup ile Dımaşk (Şam) Camii’nde tartışmaktadır. O sırada bir genç, ölmek üzere olan bir ihtiyarın sadece Farsça bilmesi üzerine Sa‘dî’den yardım istemektedir. Sa‘dî de yardım etmeyi kabul edip yaşlı ihtiyarın dediklerini Arapçaya tercüme etmektedir (Şîrâzî 2013: 155; Şîrâzî 1392: 86). Bu durum Sa‘dî’nin Arapçaya da hâkim olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda yardım etmenin önemine de değinilmektedir.

Üçüncü hikâye, Diyarbakır’da geçmektedir ve Sa‘dî’nin yolculukları arasında Anadolu’ya da uğradığını göstermektedir. Burada bir ihtiyarla aralarında konuşma geçmektedir. Bir babanın oğlu için dilediği güzel temennilere karşı oğlunun babasının ölmesini istemesi anlatılmaktadır (Şîrâzî 2013: 158 ; Şîrâzî 1392: 87). Bu hikâyede hayatta kime ne edersen sen de onu görürsün mesajı verilmektedir. Bu hikâyeden Sa‘dî’nin eski geleneğe bağlı olduğu görülmektedir; çünkü Sa‘dî’ye göre hikâyede baba karakteri kendi babasını ziyaret etseydi oğlu da babasını ziyaret eder ve saygı duyardı.

“Gülistân”ın yedinci bölümü “Eğitimin Etkisi” hakkındadır. Bu bölümde genel olarak bir kişinin içinde cevher varsa aldığı eğitimin ona fayda sağlayacağından bahsedilmektedir.

Bu bölümün dördüncü hikâyesi Mağrip’te geçmektedir. Şahit olduğu bir olayı aktaran Sa‘dî asık suratlı takvasız bir hocanın öğrencileri dövmesi üzerine yerine iyi huylu bir hocanın gelmesinden ve melek yüzünü gören öğrencilerin şeytan olup çıkmasından bahsetmektedir. Sa‘dî hikâyeyi eski hocanın tekrar göreve getirilmesini kendisinin bile tasvip etmemesine bir ihtiyarın verdiği karşılıkla bitirmektedir (Şîrâzî 2013: 165; Şîrâzî 1392: 91). Aslında hikâyedeki ihtiyarın verdiği cevapla Sa‘dî’nin olaya bakışı değişmektedir. O da iyi bir eğitimin ancak sert mizaçlı bir hocayla olabileceği düşüncesine varmaktadır.

On ikinci hikâye hacca yürüyerek giden bir grup arasında geçmektedir. O grubun içinde bir kavga çıkmakta ve Sa‘dî de o kavgaya karışmaktadır. Etrafta oturan bir zat tarafından ise bu durum yadırganmaktadır (Şîrâzî 2013: 171; Şîrâzî 1392: 94). Sa‘dî, burada her ne kadar kavganın içinde olsa da yapılanın yanlışlığını o zatın sözleri ile dile getirmektedir; çünkü Sa‘dî, mizacı gereği kimseyle gereksiz diyalog ve tartışmaya girmemektedir. Yolculukları esnasında birçok karakterdeki kişiyle karşılaşması, içinde bulundukları ortamın zorluğu bazen onu istemediği diyalogların içine sürüklese de Sa‘dî bu durumlardan da ders çıkararak okuyucuya nasihatte bulunmaktadır.

On yedinci hikâyede Sa‘dî, Bâmyân-Belh’ten çıktığı yolda harami tehlikesine karşı kendilerini koruyan bir gençten bahsetmektedir; fakat bu gencin güçlü ama tecrübesiz olması nedeniyle düşman karşısında eşyalarını bırakıp canlarını zor kurtarmışlardır (Şîrâzî 2013: 174; Şîrâzî 1392: 95). İkinci ve üçüncü bölümlerde değindiğimiz hikâyelerde olduğu gibi bu hikâyede de Sa‘dî’nin çıktığı yolculukların can güvenliği zaafiyeti içinde çetin şartlar altında geçtiği dile getirilmektedir.

Gamze Gizem Avcıoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 61-72

70

SONUÇ

İran’ın en büyük şairleri arasında adından bahsettiren Sa‘di-yi Şîrâzî XIII. yüzyılda yaşamıştır ve doğduğu yer olan Şîrâz’ı bölgenin içinde bulunduğu karışıklık nedeniyle iki defa terk etmek zorunda kalmıştır. Uzun yolculuklara çıkmış ve bu yolculuklardan edindiği tecrübeleri “Gülistân” eserinde okuyucuya aktarmıştır.

Sa‘dî’nin hikâyelerinde dile getirdiği olaylardan ders çıkardığı gibi ders aldığı da aşikârdır. Her karşılaştığı insan, tanık olduğu ya da olmadığı olaylar onun düşünce dünyasında önemli etkiler bırakmıştır; çünkü bu durum sayesinde kimi zaman olaylara karşı düşünceleri değişmiş kimi zaman da sahip olduğu fikirlerin doğruluğunun sağlamasını yapmıştır. “Gülistan”da ikinci bölümün beşinci hikâyesinde, yedinci bölümün dördüncü hikâyesinde Sa‘dî, olaylardan ders çıkardığını zikrederken beşinci bölümün on yedinci hikâyesinde başından geçen bir olayla adetâ kendi düşüncesinin doğruluğunu kanıtlamıştır.

Bağdat ile başlayan yolculuk zincirine yenilerini ekleyerek zor şartlar altında değişik milletlerin âdet ve geleneklerini gören Sa‘dî yeri geldiğinde dervişlerin mekânında bulunmuştur yeri geldiğinde ise çölde zor şartlar altında hayat mücadelesi vermiştir. Bunu “Gülistân”da ikinci bölümün beşinci hikâyesinde, beşinci bölümün on yedinci hikâyesinde ve ikinci bölümün on birinci hikâyesinde görmekteyiz.

Şîrâz’a döndükten bir süre sonra bölgedeki asayişin bozulması nedeniyle tekrar şehri terk eden Sa‘dî Bağdat’a, oradan da hac için Mekke’ye gitmiştir. Dönüşte Tebriz’e uğramış ve önemli şahsiyetlerle bir araya gelmiştir. Bu durum Sa‘dî’nin her kesimden insan ile rahatlıkla iletişim kurabildiğini ve sözüne itibar edilen kişiliği nedeniyle de her mecliste yer alabildiğini göstermektedir.

Bu hikâyelerden bazıları bizzat tecrübe ettiği olaylar bazıları ise hayal ürünü hikâyelerdir; fakat hepsi didaktik şekilde kaleme alınmıştır. “Gülistân” eserini yaptığı uzun yolculuklarla süsleyen Sa‘dî’yi bazen nasihat veren bir bilge bazen ders veren bir hoca bazen de uyarıda bulunan bir dost olarak görmekteyiz.

Tüm bu bilgiler doğrultusunda bu çalışmada, “Gülistân” eserindeki 16 hikâyede Sa‘dî’nin yolculukları saptanmış ve analiz edilmiştir. Özellikle Sa‘dî‘nin yolculuk esnasında adını zikredip orada bulunduğunu gösteren hikâyeler incelenmiştir. Bu hikâyelerinde geçen olayların Sa‘dî’nin düşünce dünyasına dolaylı ya da doğrudan etkileri üzerinde durulmuştur. Bu etkileri de devlet anlayışı, insanların ahlâkı, sevgi, yaşlılık ve eğitim konularında görmek mümkündür.

SUMMARY

“Gülistân’’, one of the most important works of Sa‘di-yi Şîrâzî, was written in 656/1258. This work, which consists of eight chapters, is different from Sa‘dî’s other works in terms of style and content due to the intertwining of verses and prose.

“Gülistân” was taught in the madrassas in the Ottoman period since it was a didactic work and translated into Turkish and several other languages many times.

Sa‘di had to leave Şîrâz’ twice because of the confusion in the region. He went on long journeys and shared his experiences gained in these journeys with his readers in his work “Gülistân”.

___________________________ Sa‘di-yi Şîrâzî’nin Yolculuklarının “Gülistân” Eseri Üzerindeki Etkileri

SEFAD, 2018 (40): 61-72

71

“Gülistân” is an important work in terms of presenting anecdotes from Sa‘di’s life and transferring the experiences he has gained to the reader. Most of the stories in “Gülistân” are about the experiences that the poet gained from the events and people during his journeys.

Some of these stories are the stories that he himself experienced; others are fictitious stories; but they were all written didactically. We can see Sa‘dî, who adorns his “Gülistân’’ with his long journeys, sometimes as a scholar who gives advice, sometimes as a tutor who teaches and sometimes as a close friend.

Just like a dervish who travelled to many countries, Sa‘dî came together with people whose color, language, and sectarian were different and he never considered people superior or inferior than the others.

Sa‘dî added new ones to his travel chain starting in Baghdad and he experienced the customs of different nations. He was in the places of dervishes when appropriate and he sometimes tried to survive in a desert under harsh conditions.

When the chapters of “Gülistân” is examined, the traces of the journey can be seen. In the stories taking place in the first chapter of “Gülistân”, the events that Sa‘dî himself had witnessed in the places he visited and the history of those places were effective on his opinion about the state. He also severely criticized the cruel sultans he saw in the places he visited.

In the second chapter of the work, there are stories about how the dervishes Sa‘dî met in his journeys should be like. It is stated that even the dervishes who are trying to be close to Allah are not sinless like all other servants and that all the servants are equal in the presence of Allah.

In the third chapter of the work, it is emphasized that people should be content with what they have and they should not covet the property of others. Sa‘dî declares that the poor who does not covet someone else's property is the real poor, and the rich who obtains both the world and the hereafter is real rich.

In the fifth chapter of the work, it is generally explained that love is above all. It can be concluded from the stories told in this chapter that Sa'dî addresses people of all ages and does not evaluate human with its appearance, age or position. As in this story, each journey shows a different aspect of Sa'dî to the reader.

In the sixth chapter of the work, it is stated that even breathing is a boon in life with lots of other blessings; however, this colorful life ends quickly as well as many other good things.

In the seventh part of the work, it is mentioned that if a person has a superior ability, the education that he receives will benefit him. Although he encounters many people with different characters during his journeys in the stories of this chapter and the difficulty of their environment drags him into unwanted dialogues, Sa‘dî takes lessons from these and advises the readers.

In this study, the journeys of Sa'dî in 16 stories of “Gülistân” were determined and analyzed. Especially the stories mentioned by Sa‘dî during his journey and those showing he was there were studied. It is possible to see these influences on the concept of state, people's morality, love, old age and education.

Gamze Gizem Avcıoğlu ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 61-72

72

KAYNAKÇA

Avcıoğlu, Gamze Gizem (2018). Sa‘di-yi Şîrâzî’nin Hayatı, Eserleri ve Türk Edebiyatındaki Yeri. Doktora Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Beyânî, Şîrîn (1388). “Zindegî ve Rûzigâr-i Sa ‘di”. C.III. Dânişnâme-yi Zebân ve Edeb-i Fârsî. Tahran: 19-20.

Dânişpejûh, Minûçihr (1388). Ustâd-i Suhen Sa‘dî. Tahran: Neşr-i Hemşehrî. Enverî, Hasan (1384). Şûrîde ve bî-Karâr der Bâre-yi Sa‘dî ve Âsâr-i Û. Tahran: Neşr-i Katre. İmdâd, Hasan (t.y.). “Seferhâ-yi Sa‘dî”. No.2. Sa‘dî Şinâsî, Şîrâz: 67-73. Muvahhid, Ziyâ (1392). Sa‘dî, Tahran: İntişârât-i Nîlûfer. Safâ, Zebîhullâh, (1372). Târîh-i Edebiyyât-i Îrân. C.II. Tahran: İntişârât-i Firdevs. Şahinoğlu, M. Nazif (t.y.). Sa‘di-yi Şirazî ve İbn Teymiye’de Fert ve Cemiyet İlişkileri.

İstanbul: İşaret Yayınları. Şîrâzî, Sa‘dî (1392). Kulliyyât-i Sa‘dî. der. Muhammed ‘Ali Furûgî, Tahran: İntişârât-i Semîr. Şîrâzî, Sa‘di (2013). Gülistan. çev. Hicabi Kırlangıç. İstanbul, Kapı Yayınları. Şîrâzlı Şeyh Sa‘dî (2011). Gül Suyu Gülistân Tercümesi. çev. Niğdeli Hakkı Eroğlu, (haz. Azmi

Bilgin-Mustafa Çiçekler). İstanbul: Kurtuba Kitap. Yazıcı, Tahsin (1966). “Sa‘di”, İslam Ansiklopedisi C.X. İstanbul, M.E.B. Basımevi: 38. Zerrînkûb, ‘Abdulhuseyin (1343). Bâ Kârvân-i Hulle. Tahran: İntişârât-i Âryâ. Zerrînkûb, ‘Abdulhuseyin (1386). Hadîs-i Hoş-i Sa‘dî. Tahran: İntişârât-i Suhen.

Sending Date / Gönderim Tarihi: 15/05/2018 Acceptance Date / Kabul Tarihi: 10/09/2018

SEFAD, 2018 (40): 73-86 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515038

Subtitle Translation: Cultural Components in the Translation of the Film Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?∗

Assoc. Prof. Dr. Gülhanım Ünsal

Marmara University Faculty of Science and Letters Department of Translation and Interpreting (French)

[email protected]

Abstract Subtitle translation which is one of the oldest types of translation, can be defined as

translation of audio-visual constituents in the source language simultaneously into the target language in a limited duration. In this translation type, the source text should be translated into the target text without meaning and information loss, in a correct and understandable way, simultaneously with picture and sound. In subtitle translation, which is a type of both intralingual and interlingual translations, audiovisual elements in the source text should be translated in a simple, clear and effective way in a short time in accordance with grammar and syntax rules of the target language. What the audience reads in the target language is what they hear in the source language. Subtitle translation which is presented together with the original sound of the movie is a bare translation; therefore it is open to criticism in this respect as well. In addition, it is observed that there is a challenge being faced in subtitle translation to convey cultural components. Based on the translation approach adopted, subtitle translation can be target-oriented and foreignization between the audience and the product belonging to a different culture can disappear. On the other hand, it can be source-oriented and foreignization between the audience and the product can occur. And yet, translator is the person who decides how to represent a foreign culture and what kind of strategy to follow in the translation of the cultural components. From this point forth, the cultural components in subtitle translation will be examined in this study through translator decisions in the light of Venuti’s domestication and foreignization approaches. For this purpose, in the translation of cultural components from French to Turkish in the film called Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?, it was attempted to determine the restrictions that the translator was exposed to, which strategies were followed and what kind of decisions were made by the translator.

Keywords: Subtitle translation, cultural components, translation strategies, translator.

__________ ∗ This study titled ‘Subtitle Translation: Cultural Components’ was presented on 26-27 April 2018 at Hacettepe University Department of French Language and Literature in XIII. National Francophonie Congress organized in Ankara.

Gülhanım Ünsal _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 73-86

74

Altyazı Çevirisi: Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu? Adlı Filmin Çevirisinde Kültürel Unsurlar

Öz En eski çeviri türlerinden biri olan altyazı çevirisi, kaynak dildeki görsel-işitsel

unsurların eşzamanlı olarak sınırlı bir süre içinde erek dile aktarılması olarak tanımlanabilir. Bu çeviri türünde, kaynak metni anlam ve bilgi kaybına uğratmadan, doğru ve anlaşılır bir biçimde, ses ve görüntüyle eşzamanlı olarak erek dile ve kültüre aktarmak gerekir. Dil içi ve diller arası türleri olan altyazı çevirisinde, kaynak metnin görsel-işitsel unsurları dilbilgisi ve sözdizim kurallarına uygun olarak kısa, sade, açık ve etkili bir biçimde en kısa sürede aktarmak gerekir. İzleyici, kaynak dilde duyduğunu, erek dilde okumaktadır. Kimi zaman filmin özgün sesiyle birlikte sunulan altyazı çevirisi bu yönüyle açık bir çeviridir, dolayısıyla eleştiriye açıktır. Bunun yanı sıra, diğer çeviri türlerinde olduğu gibi altyazı çevirisinde kültürel ögelerin aktarımında bir zorluk yaşandığı gözlemlenir. Benimsenen çeviri yaklaşımına bağlı olarak altyazı çevirisi erek kültüre yönelik olabilir ve farklı bir kültüre ait olan ürünle izleyici arasındaki yabancılaşma silinebilir. Bunun yanı sıra kaynak kültüre yönelik olabilir ve ürünle izleyici arasında bir yabancılaşma olabilir. Ancak, yabancı bir kültürün nasıl temsil edileceğine ve kültürel ögelerin çevirisinde nasıl bir strateji izleyeceğine karar verecek olan kişi çevirmendir. Bu noktadan hareketle, bu çalışmada altyazı çevirisinde kültürel ögeler çevirmen kararları doğrultusunda Venuti’nin yerlileştirme ve yabancılaştırma yaklaşımı ışığında incelenecektir. Bu amaçla ‘Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?’ adlı filmin kaynak dil Fransızcadan erek dil Türkçeye altyazı çevirisinde kültürel ögelerin aktarımında, çevirmenin hangi kısıtlamalara maruz kaldığı, hangi stratejileri izlediği ve ne tür kararlar aldığı saptanmaya çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Altyazı çevirisi, kültürel öğeler, çeviri stratejileri, çevirmen.

_________________________________ Subtitle Translation: Cultural Components in the Translation of the Film Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?

SEFAD, 2018 (40): 73-86

75

1. INTRODUCTION

Today, we see along with the ever changing world; our reading habits, reading mediums have changed as well. Since now we read screen. So at this point, we face with audiovisual translation as a type of translation, which consists all the visual, auditory and audio-visual products, has a major role in the field of written translation with its original rules. This type of translation is born out of media translation which also includes adaptations and publications made for the news of newspapers, magazines, press agencies (Gambier 1999: 4). Diaz Cintas & Remael (2007: 8), define subtitle as “a translation activity which presents; speeches in source language, visual compounds that are displayed on the screen such as letter, signboard, writing and auditory compounds such as narration and songs on the sound track; in the form of written text, usually at the bottom of the screen.

Subtitle translation, is considered as simultaneous written translation or adaptation (Gambier 1996: 10; Gambier 2004: 8); half translation half interpretation (Reiss and Vermeer (1994: 138-139); double translation (Dumas 2014: 135).

In language transference regarding audio-visual translation that is also perceived as multimedia translation type, we come across with three types of issues based on the relation of; 1- picture, sound and speech; 2- source and target language; 3- verbal and written language (Gambier 2004: 4). All of these problems are intrinsic to subtitle translation since it is an open translation, in which the audience hears the source discourse and reads the target discourse simultaneously. Furthermore, it is seen that subtitle translation consists of challenges depending on many factors as in every translation act; such as inter-language equivalence, lack of inter-cultural overlapping, different language usages, employer demands and audiences etc. (Okyayuz - Kaya 2017: 265). Subtitle translation process which takes place in the triangle of written text-picture-sound also has positive, negative and restrictive aspects (Tahir Gürçağlar 2011: 58; Ünsal 2017: 104-105).

Subtitle translation process consists of the stages of pre-translation (dialog list/script translation), adaptation (detecting and dividing subtitle squares) and spotting (duration to be seen and to remain on screen); although their order are changing in professional environment (Okyayuz - Kaya 2017: 266).

1.1.Translation of Cultural Components

Mounin (2004: 236) importantly emphasizes in his statement that translating cultural components causes problems in translation:

‘Two conditions should be met to translate a foreign language. None of these conditions are adequate alone. To learn a foreign language means to learn the ethnography of the society in which this language is denoted. No translation, in which this double condition is not being met, shall be deemed fully proficient. The errors due to ignoring these two conditions - lack of foreign language and knowledge of the culture that this language denotes- are defined as translation errors in a misleading way. Therefore, translator makes this mistakes due to lack of knowledge about the ‘language’ translated by his/her very self’.1

The translation of cultural referents is a difficulty experienced in every type of translation. Therefore, cultural referents and the hardship of transferring the components are __________ 1 The translations of quotations belong to the researcher unless indicated otherwise.

Gülhanım Ünsal _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 73-86

76

being dwelled on majorly in subtitle translation as well (Gottlieb 2009; Ramière 2006; Okyayuz 2016). Nornes (2007) states that subtitle translation spoils the source culture and translation made in line of the target culture. In this case, the foreignizing between a different culture and audience vanishes. When it comes to its preservation; although it does not make the translation more understandable, it enables acculturation.

Diaz Cintas and Remael (2007: 201) classify cultural components in three groups as geographical, ethnographic and socio-political components:

1. Geographical components Physical and geographical components, geographical formations and native animals

and plants. 2. Ethnographic components Related to daily life, related to work life, related to art and culture, related to ethnical

structure and measurement and currency. 3. Socio-political components Administrative and regional units, Institutions and functions, related to socio-cultural

life and military institutions and objects.

As Okyayuz (2016: 125) draws attention, Chiaro (2009: 155) sees some cultural components in translation as hindrance and expresses that these should be overcome. Hence, Chiaro divides cultural components into three categories:

1. Culture specific referents (place names, kinds of sports, institutions etc.); 2. Language specific factors (way of addressing, taboo usage etc.) 3. Components specific to language and culture (songs, rhyms, humour etc.)

On one hand, subtitle translator wavers between the written and verbal language limits, between translation and interpretation; on the other hand s/he resorts to various strategies, methods to please mass of employer and receiver -children, hearing impaired, etc. (Gambier 2007: 58). Translator usually follows a strategy directed to target language (Gambier 2007: 59). Generally, time and space restrictions force the translator to compression, condensation, deletion and alteration (Gambier 2002: 37). What is important in subtitle translation is to transfer the true meaning and effect in source language to target audience without tiring them (Okyayuz 2016: 120-121). To make the subtitle too long is wearisome and if it is too short, it is deprived of meaning (Sadoul 1965: 1). Thus, another frequently used strategy is condensation. In subtitle translation, in which the language is used in the most economical way, it is observed that condensation made at the level of simplification, superordination, synonym, alteration, pronoun usage, reduction, omission etc.; syntax, sentence and word.

Subtitle translator plays an effective role as ‘cultural representative’. Translator decides how to represent another culture and which strategies to be followed. Translator is unable to change what is visual; yet s/he thinks over it whether it would be comprehended or not, interpret/give meaning to incomprehensible states; does not weary the target audience by translating the information which is already acknowledgeable by visuality. However, prediction of the target receiver requires sharp foresightedness of the translator; since the cognitive faculty of the receiver is complex. Target receiver wants to reach a new released film at the same time as source receiver. This intercultural transfer hinges upon

_________________________________ Subtitle Translation: Cultural Components in the Translation of the Film Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?

SEFAD, 2018 (40): 73-86

77

social variations such as how a particular culture is perceived and the age, state of affair, education, social status etc. of the audience it identifies with.

Ramière (2006: 160) develops an approach regarding how to translate cultural components and describes the factors that will shape translator choices:

1. Source linguistic text; 2. Multiple performative context (image, sound, non-linguistic components, camera

shooting etc.); 3. The function and importance of cultural component, in broad context of film (has it

got a central importance?, does it reflect cultural background etc.); 4. Technical limitations in the domain where the cultural component takes place (fast

dialogues making the translation difficult etc.); 5. Film genre (comedy, drama etc.); 6. Target audience of the film; 7. Distribution context (texts added to the film); 8. General cultural context (overlapping, interaction relation etc. between source and

target culture).

When it comes to Pedersen (2007: 31-37), he groups the methods which translator may use to translate cultural components in subtitle translation as cultural component; strategy of deletion or omission when it is not important in the text, not contributing to the meaning; strategy of rendering the original word through changing its spelling (retention) or leaving the original word without translating it (specification). In addition, he states three basic approaches:

1. Definition/explanation: addition; completion; 2. Generalization: attribute hyponymy/sub-meaning, paraphrase; 3. Substitution: rendering with cultural and situational equivalence.

Nowadays, some cultural components are perceived and known by foreign audience, due to communication and interaction intensity. This can be accepted as a sign of interculturality. The referents made to the other components in text, forms out-text domain and these referents may not always exist in real life. However, the density of the referent signifies the importance of cultural component in text (Okyayuz 2016: 125).

1.2. Aim of the study

The aim of this study consists of examining the translation of cultural components in subtitle translation type, which is one of audio-visual translation methods and determining the strategies used in the translation of the cultural components in line of translator decisions.

2. METHOD

In this study, research method has a depictive quality in survey model; since it is examining the translation of cultural components according to the translator’s decision in subtitle translation type and determining the strategies used in translation. In this context, the cultural components of the film called ‘Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?’, which is translated from source language French into Turkish, are examined through dividing them into geographical, ethnographic and socio-political groups and drew attention to the differences between the source and target culture.

Gülhanım Ünsal _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 73-86

78

3. ANALYSIS

After giving a short technical information about the film ‘Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?’, cultural components were analyzed.

3.1. Technical information

Title Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu? / Sürpriz Damatlar/ Serial (Bad)

Weddings

Film release date 2014 / Turkish subtitle: 2015

Duration 97 min.

Director Philippe de Chauveron

Scriptwriter Philippe de Chauveron and Guy Laurent

Genre Comedy

Country France

Subtitle translation ATIX

Starring in Co-stars

Christian Clavier (As: Claude Verneuil)

Chantal Lauby (As: Marie Verneuil)

Ary Abittan (As: David Benichou)

Medi Sadoun (As: Rachid Benassem)

Frédéric Chau (As: Chao Ling)

Élodie Fontan (As: Laure Verneuil)

Frédérique Bel (As: Isabelle Verneuil)

Julia Piaton (As: Odile Verneuil)

Noom Diawara (As: Charles Koffi)

Émilie Caen (As: Ségolène Verneuil) Pascal

N'Zonzi (As: André Koffi)

Salimata Kamate (As: Madeleine Koffi)

Tatiana Rojo (As: Viviane Koffi)

Elie Semoun (As: Psychologist)

Loïc Legendre (As: Chinon Priest)

Axel Boute (As: Vagabond)

Yvonne Gradelet (As: Tourist)

Nicolas Wanczycki (As: Banker)

Plot summary: Film is based on the story of the marriages of all four daughters of a pedigree French bourgeois Catholic family with the foreigners from different races and religions. Claude and Marie Verneuil are parents of ‘old’ France. And yet they always have to be open-minded. When their first daughter gets married to a Muslim, the second daughter to a Jew, the third daughter to a Chinese; their acceptance of the situation would not be easy. Ultimately, only hope remained for them is to see their youngest daughter to get married to someone Catholic in church. However they get shocked when they find out he is a Catholic but black. It is observed that in the film in which language, culture and education issues and globalization are dealt with, all the clichés are shattered. A transition to multi-cultural, multi tolerant family model is being presented.

_________________________________ Subtitle Translation: Cultural Components in the Translation of the Film Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?

SEFAD, 2018 (40): 73-86

79

3.2. Cultural Components

The cultural components take place in the film can be illustrated as follows in terms of geographical, ethnographic and socio-political components.

1. Geographical components

- Physical and geographical components

Word of ‘egzotic’ can be given as an example due to being related to far away and foreign countries.

French (source text) Turkish (target text) English Exotisme Egzotizm Exoticism

- Geographical formations

French (source text) Turkish (target text) English L’étang (Tu te rappelles le petit étang où je vous apprenais à nager ? )

Göl Lake/Pond

- Native animal and plant species

French (source text) Turkish (target text) English Tu vois bien, c’est pas un chameau ça, c’est une chèvre. c’est l’âne. Hi-han ! Hi-han ! Hi-han ! Et là, c’est le boeuf. Meuh ! Meuh ! / Un brochet

Deve, keçi, eşek, inek, turna balığı.

Camel, goat, donkey, cow, pike.

Models of animals belong to camel, goat, donkey, cow are introduced as well as a very big pike was caught.

2. Etnographical components

-Regarding daily life

The name of food and drinks mentioned in the film can be stated as the components regarding daily life:

-Food

French (source text) Turkish (target text) English Le diner de Noël, du porc, l’autruche, la soupe de légumes, la dinde, le dessert- ‘litchis’, des nouilles sautées, éclairs, meringues au chocolat, l’aligot, le cassoulet, la tarte de Normande, le gâteau Congolais, le cacao, le caoutchouc, organique, bio,

Noel yemeği, domuz eti, devekuşu eti, sebze çorbası, hindi, liçi tatlısı, erişte, çikolatalı marshmallow, çikolatalı ekler, beze, geleneksel yemek, ‘cassoulet’ yemeği, Norman keki, Kongo pastası, kakao, kauçuk, organik, bio, dim-sum (buharda pişmiş köpek

Christmas dinner, pork meat, ostrich meat, vegetable soup, turkey, lychee dessert, noodle, chocolate marshmallow, chocolate eclairs, meringue, aligot, ‘cassoulet’ dish, Tarte Normande, Kongo cake, cacao, rubber, organic, bio, dim-sum (steamed dog

Gülhanım Ünsal _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 73-86

80

dim-sum, de chiens bouillis à la vapeur, etc.

eti), vb. meat), etc.

-Drinks

French (source text) Turkish (target text) English Calva, vin, whisky, une tisane, thé vert, thé noir, café, jus de niamakoudji, liqueur local, cappuccino, etc.

Calvados, şarap, viski, bitki çayı, yeşil çay, siyah çay, kahve, Gnamakoudji suyu, yerel likör, kapuçino, vb.

Calvados (apple brandy), wine, whisky, herbal the, green tea, black tea, coffee, Gnamakoudji (ginger juice), local liqueur, cappuccino, etc.

- Regarding Work Life

The names of the professions mentioned in the film and the words specific to the field can be defined as components regarding work life:

French (source text) Turkish (target text) English Avocat, banquier, dentiste, soldat à la retraite, conseillère juridique, entrepreneur, boucher, notaire, comédien, policier, psychologue, rabbin, prêtre, Père, peintre; banque, crédit de banque, micro-crédit, carte de crédit, Casher, Marché organique, Bio-Arabe, projet d’Arabio, téléphone vintage, contrat de mariage, etc.

Avukat, bankacı, diş doktoru, emekli asker, hukuk danışmanı, girişimci, kasap, noter, oyuncu, polis, psikolog, haham, papaz, rahip, peder, ressam; banka, banka kredisi, mikro kredi, kredi kartı, Kosher belgesi, Kosher ve Organik Pazarı, Bio-Arap: Arabio projesi, Vintage telefon projesi, evlilik sözleşmesi, vb.

Lawyer, banker, dentist, retired soldier, legal advisor, entrepreneur, butcher, notary, actor, police, psychologist, rabbi, father, priest, padre, painter; bank, bank credit, microcredit, credit card, Kosher certificate, Kosher and Organic Market, Arab-Bio: AraBio project, Vintage phone project, marriage contract, etc.

- Regarding Art and Culture

French (source text) Turkish (target text) English La musique africaine, Coupé Décalé, la danse locale, la Zumba, la peinture, le portrait, le théâtre, la tournée, l’acteur, le clown, le hymne Marseillaise, Noël, la famille Benetton, paparazzi, Kaddafi, Ernico Macias, Louis de Funes, Kate Middleton, Jackie Chan, Catherine Deneuve, Roi d’Angleterre, sauver le soldat Ryan, etc.

Afrika müziği Coupé Décalé, yerel dans, görsel sanatlar, portre, tiyatro, palyaço, turne, oyuncu, palyaço, Marseillaise Marşı, Noel, Benetton reklamı, paparazzi, Kaddafi, Ernico Macias, Louis de Funes, Kate Middleton, Jackie Chan, Catherine Deneuve, İngiltere Kralı, Er Ryan’ı Kurtarmak, vb.

African music Coupé Décalé, local dance, visual arts, portrait, theater, tour, actor, clown, Marseillaise Anthem, Christmas, Benetton ad, paparazzi, Qaddafi, Ernico Macias, Louis de Funes, Kate Middleton, Jackie Chan, Catherine Deneuve, King of England, Saving Ryan, etc.

_________________________________ Subtitle Translation: Cultural Components in the Translation of the Film Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?

SEFAD, 2018 (40): 73-86

81

- Regarding Ethnic Structure

French (source text) Turkish (target text) English Le Blanc, le Noir, Arabe, Chinois, Juif, Musulman, Catholique, Esquimau, Gitan, Bédouin, Immigré, Français (e), Européen (ne), un accent Thaï, shalom chalabot en hébreu, etc.

Beyaz Irk, Siyah Irk, Arap, Çinli, Yahudi, Bedevi, Çingene, Eskimo, Fransız, Göçmen, Katolik, Müslüman, Avrupalı, Thai aksanı, İbranice shalom chalabot - (Şabot Şalom), vb.

White Race, Black Race, Arab, Chinese, Jewish, Bedouin, Gypsy, Eskimo, French, Immigrant, Catholic, Muslim, European, Thai accent, Hebrew shalom chalabot, etc.

- Measurement and Currency

French (source text) Turkish (target text) English Euro, Francs-CFA Avro ve Fildişi Sahili Frangı. Euro and Ivory Coast Franc.

3. Socio-political components

- Administrative and Regional units

French (source text) Turkish (target text) English Abijan, Amérique, Aéroport, Bab El Oued, Barbès, Chinon, Maroc, Chine, France, Côte d’Ivoire, Grand Bassam, Israël, Mali, Montmartre, Port-Bouet, Papua, Paris, Pékin, Tahiti, Tel Aviv, Tours, Washington, etc.

Abijan, Amerika, Aeroport, Bab El Oued, Barbès, Chinon, Cezayir, Çin, Fransa, Fildişi Sahili, Grand Bassam, İsrail, Mali, Montmartre, Port-Bouet, Papua, Paris, Pekin, Tahiti, Tel Aviv, Tours, Washington, vb.

Abidjan, America, Aeroport, Bab El Oued, Barbès, Chinon, Algeria, China, France, Ivory Coast, Grand Bassam, Israel, Mali, Montmartre, Port-Bouet, Papua, Paris, Peking, Tahiti, Tel Aviv, Tours, Washington, etc.

- Institutions and functions

French (source text) Turkish (target text) English Air France, la Cour Bobigny, Cour de Justice de Bobigny, Fukushima, Prison, LCI «La Chaîne Info», la chambre syndicale des notaires, Royal Air Maroc, la Police, etc.

Air France, Bobigny Mahkemesi, Bobigny Adliyesi, Fukushima Santrali, Hapishane, LCI, Noterler Birliği, Royal Air Maroc, Karakol, vb.

Air France, Bobigny Court, Bobigny Courthouse, Fukushima Nuclear Power Plant, Prison, LCI news channel, Notaries Association, Royal Air Maroc, Police Station, etc.

- Military institutions and objects

French (source text) Turkish (target text) English Service militaire, De Gaulle, Forces navales, etc.

Askerlik, De Gaulle, Deniz Kuvvetleri, vb.

Soldiery, De Gaulle, Navy Forces, etc.

Gülhanım Ünsal _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 73-86

82

-Regarding socio-cultural life

French (source text) Turkish (target text) English cérémonie, Bible, Jésus, Fils de Dieu, le prophète, Albinos, Krav Maga, discothèque latine, le théâtre Guignol, la danse Zumba, mettre un boubou, chanter un chant, mariage mixte, repas de Noël, être circoncis, enterrer le prépuce, fraternité de sang, etc.

ayin, İncil, İsa, Tanrı’nın Oğlu, Peygamber, Albino (akşın, çapar), Krav Maga (yakın döğüş), Latin diskosu, Guignol Piyesi, Zumba dansı, boubou kıyafeti giymek, takke takmak, zılgıt çekmek, karma evlilik, Noel yemeği, sünnet olmak, sünnet derişini toprağa gömmek, kan kardeşliği, vb.

ritual, Bible, Jesus, Son of God, Prophet, Albino, Krav Maga (infighting), Latino disco, Guignol Play, Zumba dance, to wear boubou kaftan/dress, to wear yarmulke, ululate, mixed marriage, Christmas dinner, to be circumcised, to bury the foreskin in the ground, blood brotherhood, etc.

Idioms such as ‘leave the nest’, ‘yuvadan uçmak’ (Le petit oiseau a peur de quitter son nid), ‘stand on end/get the shivers’, ‘long face’, ‘indulgence’, ‘talk the hind legs off a donkey’ etc. and an African proverb ‘the last chop fells the tree’ (c’est le dernier coup de hache qui fait tomber l’arbre) that means the last chop which cuts down the tree; are found. In addition, usage of domestication strategy stands out in the translation of the idiom of ‘C’est passé comme une lettre à la poste’ (which takes place as a phone message) as ‘anyway I got off lightly’; ‘Voilà les amoureux!’ as ‘lovey dovey has come’, ‘le coup de foudre’ as ‘lightning love’ and many question forms as ‘….how on earth it is possible?’.

In addition, some cultural symbols are encountered in the film and it is observed that a general perception endeavored to be established regarding the mentioned societies.

Israel, yarmulke, kosher certificate are used as Jewish symbols. Moreover, it can be found that the perception of ‘Jews are good at commerce’ is formed.

When ‘halal’, burqa and beard are given as Muslim symbols; it can be distinguished that the perceptions of ‘Muslims are barbarians’, ‘Islam conquered the country’, (Même les vieilles bourgeoises se convertissent à l’Islam. Ce pays est vraiment en couilles.), ‘Arabs are thieves’ (Par contre s’il avait dit que tous les Arabes étaient tous des voleurs… Tous des voleurs ?) are established.

Jews and Muslims are compared in terms of the sacred mission of ‘Circumcision’ and ‘eating pork meat’. ‘Circumcision’ and ‘not eating pork meat’ is explained as an ancient tradition in both societies. However, in practice of ‘Circumcision’ sacred mission, differences can be observed between two societies. While Jewish people circumcise just 8-days old baby, Muslims do it when the child is at the age of 6 as it is healthy and the nervous system of 8-days old baby is not fully formed to sense pain.

Circumcision at the age of 6 is deemed too late by Jewish people. Due to the nervous system formation, the pain is felt strongly by children. According to French, to be circumcised is savage. By this means, it can be said that nature of barbarism is attributed to Muslims. (…à huit jours, le système nerveux de l’enfant n’est pas encore entièrement bien formé. C’est pour ça qu’on le fait à cet âge-là, chez les Juifs. C’est pas comme chez les Musulmans, ils le font à six ans ! -Que les musulmans sont des barbares ?)

_________________________________ Subtitle Translation: Cultural Components in the Translation of the Film Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?

SEFAD, 2018 (40): 73-86

83

Slanted eye and Dalai Lama are presented as Chinese symbols. In addition, it can be also observed that the perceptions of 'Chinese are strong', 'Chinese are creative', 'Chinese remains distant' (Jamais un sourire, ni un bonjour) and 'Chinese cuisine is unconventional' are created. Moreover; according to the Chinese, being 'Tibetian' is a sign of 'stupidity'. It can be found that he expressed this when he got angry by saying: 'Do you see a sign on my forehead that says Tibetan?'. (...y a pas marqué « tibétain»).

For France, it can be observed that the perceptions are established as 'France is a beautiful country', 'French people are both bad and stupid', ‘White people cannot cook pot dish’, 'France pillaged, colonized Africa'.

While 'Black' is being given as the African symbol, a perception is being created as ‘Africa which embraces black white, rich poor everybody’ (Chez nous en Afrique, c’est porte ouverte ! Tout le monde rentre. Y a pas de Blancs, y a pas de Noirs. C’est l’humain avant tout.) ; and this perception is also reinforced through the sentences ‘Blacks are sex machines', 'Blacks Achille’s heel are women/have weaknesses towards women', 'Blacks are thieves', 'Blacks are not civilized' (En quoi c’est moderne, un Noir ?).

Architecture is given as a perception of civilization. This is seen in the sentences 'Bedouins sleep in the tent', 'Abijans sleep in the solid/stone houses'. (C’est des Bédouins ça, ils sont habitués. Nous à Abidjan, on dort dans des maisons en dur. )

It is observed that how wives perceive their husbands is reflected as ‘Men do not care about anything.’, ‘They might as well wear king costume', 'too big for one’s booths'.

Besides it has been detected that the terms such as 'aunty, sister’s husband, groom, bride', which are nomenclature in kinship relations in our culture, are being used. However, in the subtitle translation of the film, it has been observed that the word 'gendre' was translated as 'son' instead of 'I am his groom’ and therefore, it leads to confusion in the context.

Verb, ‘(She) zumbas’, is derived from 'zumba dance' and it is used in the form of ‘zumba-ing' to mean ‘(she) zumbas/talk nonsense’. (Elle zumbe dans mes oreilles toute la journée. Moi, ça me fout les oreilles en boules.)

Gülhanım Ünsal _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 73-86

84

4. CONCLUSION

In the subtitle translation of the film 'Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?' from source language French into the target language Turkish, the cultural components was examined with regard to geographical, ethnographic and socio-political components. It stands out that:

- it can be concluded that idioms were translated through target-oriented strategy (domestication) and cultural components were translated through sources-oriented strategy (foreignizing) such as names of the local drinks and food, names related to regional life etc.

- It can be noted that while strategies of condensation, compression, intensification, deletion, alteration, simplification and localization were frequently used due to time and space constraints in the translation of subtitles, it also draws attention that usually the strategy of rendering the original word through changing its spelling (retention) or leaving the original word without translating it (specification) are often used in the translation of cultural components.

_________________________________ Subtitle Translation: Cultural Components in the Translation of the Film Qu'est-ce qu'on a fait au bon Dieu?

SEFAD, 2018 (40): 73-86

85

BIBLIOGRAPHY

Casting: http://www.allocine.fr/film/fichefilm-222259/casting/: [04.03.2018]. Chiaro, Delia (2009). “Issues in audiovisual translation”. The Routledge Companion to

Translation Studies. ed. Jeremy Munday. London and New York: Routledge. 141-165 http://translationindustry.ir/Uploads/Pdf/translation%20studies2009.pdf#page=156/ [12.02.2018].

Diaz-Cintas, Jorge - Remael, Aline (2007). Audiovisual Translation: Subtitling. Manchester: St. Jerome Pub.

Dumas, Louise (2014). “Le sous-titrage: une pratique à la marge de la traduction”. ELIS - Echanges de linguistique en Sorbonne. Le sens de la langue au discours: Etudes de sémantique et d’analyse du discours. Volume 2: 129-144. http://www.paris-sorbonne.fr/IMG/pdf/dumas.pdf [10.08.2016].

Gambier (1999). “Le Profil du traducteur pour écrans”. ed. Daniel Gouadec. Formation des traducteurs. Actes du colloque international de Rennes. Paris: Maison du dictionnaire. 89-94.

Gambier (2002). “Les censures dans la traduction audiovisuelle”. TTR: Traduction, terminologie, rédaction. Volume 15 (2): 203-221. https://www.erudit.org/revue/ttr/2002/v15/n2/007485ar.html: [13.08.2016].

Gambier (2003). “Screen Transadaptation”. Perception et Recetion. The Translator. Volume 9 ( 2). Manchester: St Jerome Publishing. 171-189.

Gambier (2004). “La traduction audiovisuelle: un genre en expansion”. Meta: Journal des traducteurs. Volume 49 (1). Presses de l'Université de Montréal. 1-11. www.erudit.org/revue/meta/2004/v49/n1/009015ar.pdf: [08.04.2016].

Gambier (2007). “Le sous-titrage: une traduction séléctive”. Trad Term. Volume 13: 51-69. https://tr.scribd.com/doc/185457954/Yves-Gambier-sous-titrage-traduction-selective: [11.08.2016].

Gambier, Yves (1996). “Les transferts linguistiques dans les medias audiovisuels”. Villeneuve d’Ascq (Nord): Presses Universitaires de Septentrion. 7-12.

Gottlieb, Henrik (1998). “Subtitling”. Routledge Encyclopedia of Translation Studies. London and NewYork: Routledge.

Mounin, Georges (2004). Les Problèmes Théoriques de la Traduction. Paris: Gallimard. Movie: http://720pizle.com/izle/altyazi/quest-ce-quon-a-fait-au-bon-dieu.html: [04.03.2018]. Nornes, Abe Mark (2007). “Cinema Babel: Translating Global Cinema”. Minneapolis: University

of Minnesota Press. Okyayuz, Ayşe Şirin - Kaya, Mümtaz (2017). Görsel - İşitsel Çeviri Eğitimi. Ankara: Siyasal

Kitabevi. Okyayuz, Ayşe Şirin (2016). Altyazı Çeviri. Ankara: Siyasal Kitabevi. Pedersen, Jan (2007). “Cultural Interchangeability: The Effects of Substituting Cultural References

in Subtitling”. Perspectives: Studies in Translatology. Volume 15 (1): 30-48. https://doi.org/10.2167/pst003.0 15.03.2018].

Ramière, Nathalie (2006). “Reaching a foreign audience: Cultural transfers in audiovisual translation”. The Journal of Specialized Translation. Issue 06: 152-166. http://www.jostrans.org/issue06/ art_ramiere.php/ : [12.02.2018].

Reiss, Katharin-Vermeer Hans Josef (1994). “Grundlegung einer allgemeinen Translationstheorie”. Max Niemeyer Verlag. Tübingen. http://www.ethesis.net/sous_titrage/sous_titrage.pdf: [09.08.2016].

Gülhanım Ünsal _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 73-86

86

Sadoul, Georges (2014). “La traduction des films: sous-titrage ou doublage”. L’Écran traduit. Issue 3. http://ataa.fr/revue/archives/2750: [12.07.2016].

Tahir Gürçağlar, Şehnaz (2011). Çevirinin ABC’si. İstanbul: Say Yay. Ünsal, Gülhanım (2017). “Audio-Visual Translation: Subtitling”. Research on Communication.

IASSR International Association of Social Science Research. ed. Christian Ruggiero - Hasan Arslan - Mehmet Ali Icbay. Bialystok: E-BWN. 103-111.

Sending Date / Gönderim Tarihi: 06/07/2018 Acceptance Date / Kabul Tarihi: 07/10/2018

SEFAD, 2018 (40): 87-102 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515044

Identity and Intertextuality in Kate Atkinson’s Emotionally Weird∗

Assist. Prof. Dr. Hatice Yurttaş

İstanbul Şehir University College of Humanities and Social Sciences Department of English Language and Literature

[email protected]

Abstract Many women writers employ intertextuality to question gender identity and to

produce female characters who are free of the narratives that have proven to be violent, oppressive and not viable for the contemporary female experience. In this article, I propose a reading of Kate Atkinson’s 2000 novel, Emotionally Weird in the light of Bakhtin’s argument on intertextuality in novelistic discourse to understand how the novel rewrites the gendered individual. Emotionally Weird combines the quest for a new female character and the investigation of postmodern novel’s relation to previous novelistic discourses. Kate Atkinson stages a quest of identity, crystallized in Euphemia Stuart Murray’s search for her true parentage, which merges with the quest of the paternity of the novel searched through the rewritings of literary traditions. The new woman that emerges when these quests are resolved is an illegitimate woman writer; a bastard born out of wedlock who disrupts the law of inheritance while the postmodern novel is similarly shown as an illegitimate novelistic discourse born out of its dialogism with previous novelistic discourses and other literary forms.

Keywords: Postmodern novel, women's writing, parody, feminism, rewriting.

__________ ∗ This article is derived from my doctoral dissertation titled Negotiating the Feminine Ideal in Postmodern Women’s Writing submitted to the Department of English Language and Literature at the University of Istanbul in 2014. The academic supervisor is Prof. Dr. Esra Melikoğlu.

Hatice Yurttaş ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 87-102

88

Kate Atkinson’ın Emotionally Weird Romanında Kimlik ve Metinlerarasılık

Öz Birçok kadın yazar toplumsal cinsiyeti sorgulamak ve baskıcı ve artık çağdaş dünya

için geçerli olmayan anlatılardan kurtulmuş kadın karakterler yaratmak için metinlerarası ilişkileri kullanır. Bu makalede Kate Atkinson’ın Emotionally Weird adlı romanı Bakhtin’in roman söyleminde metinlerarası ilişkileri kuramı çerçevesinde incelenmiştir. Emotionally Weird Euphemia Stuart Murray adlı karakterin biyolojik kökenlerini arayışı üzerinden bir kimlik sorunsalı sunar ve bu arayışı önceki edebiyat anlatılarının yeniden yazımlarıyla gerçekleştirilen postmodern romanın kökeni üzerine bir arayışla birleştirir. Bu iki sorgulama sonucunda ortaya evlilik dışı doğmuş, miras kanunlarını alt üst eden gayri meşru bir kadın yazar ortaya çıkar. Postmodern roman da önceki roman söylemleri ile ilişkiler içinde doğmuş, orijinal değil, yeniden yazımlardan oluşan benzer bir illegal söylem olarak sunulur.

Anahtar Kelimeler: Postmodern roman, kadın yazını, parodi, feminizm, yeniden yazım.

________________________________ Identity and Intertextuality in Kate Atkinson’s Emotionally Weird

SEFAD, 2018 (40): 87-102

89

INTRODUCTION

Bakhtin writes that parodic writings test belief systems and values, turn the narratives inside out to expose their failure as valid forms of representation at moments of change in literary history. The prevalence of parodies, rewritings, and incorporation of various novel traditions in addition to references to literary theory in the highly self-conscious narratives in the postmodern novel, then, indicates the inadequacy of the inherited literary narratives and the need for new narratives to make sense of the changing world. For Bakhtin because a literary work is not an autonomous whole, it needs to be understood in its relations with other genres, speeches, styles, jargons, and dialects that constitute the linguistic background of the work (1996: 301-315). This approach is maybe most relevant to the postmodern novel that is marked by its deliberate intertextuality (1996: 301-315). The postmodern novel captures the literary scene by exposing the inadequacy of the previous novelistic discourses, the modern and realist novel, in representing contemporary experience through parody (1996: 383-384).

Here, I propose to discuss the intertextuality in Kate Atkinson’s 2000 novel, Emotionally Weird, which combines the quest for a new female character with an investigation of postmodern novel’s relation to previous novelistic discourses. Emotionally Weird rewrites the gendered individual in a dialogic relation with many literary works, among which Shakespeare’s The Tempest constitutes the framework of the novel. The novel activates and organizes heteroglossia, employing an array of genres and novel traditions in various ways, to produce its own theory of the novel as a genre that concentrates on creating identity within the epistemology of the era. References to literary theory is frequent in Emotionally Weird; the novel is “a fiction-writing manual” in Helen Benedict’s words (2000: 9). Revealing the sign-systems on which the postmodern relies, the novel underlines the centrality of female subjectivity and the problematization of representation in novelistic discourse, beginning from eighteenth century novel. Kate Atkinson stages a quest of identity, crystallized in Euphemia Stuart Murray’s1 search for her true parentage, alongside the quest of the paternity of the novel searched through the literary traditions. Since identity is posited as the central concern of the novelistic discourse, the investigation of the postmodern novel’s relation to previous novelistic discourses becomes the investigation of the new woman, a new form of subjectivity at the same time.

The novel is composed of Effie and Nora’s narration; Effie’s about her university life that she offers to Nora in return of Nora’s reluctant narration of the family past and Nora’s narration of Effie’s parentage that Nora relates on Effie’s insistence. Effie grows up with Nora, who claims to be her mother, on a constant move from one seaside town to another, without having seen any other family member or having heard of a coherent family history. All that Effie knows about her identity is contradictory and obviously unreliable bits and pieces, -even her birth certificate is fake, as Nora confesses one day (Atkinson 2001: 141). At the end, Effie learns that all she knew about herself was wrong, that Nora has told her many lies whereas Nora’s unbelievable claims such as her having only one grandmother and being a virgin are true as she confesses that she is virgin because she is actually Effie’s mother’s stepdaughter. Since Nora’s parents were brother and sister, her claim that Effie has only one grandmother is true, too. At the end of the novel, Effie appears as a writer of detective

__________ 1 Henceforth Euphemia Stuart Murray will be referred to as Effie and her mother will be referred to as Euphemia to avoid confusion.

Hatice Yurttaş ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 87-102

90

fiction. Hence, the new woman that emerges when Effie’s quest is resolved is an illegitimate woman writer; a bastard born out of wedlock who disrupts the law of inheritance, that is Effie who inherits the family name without having blood relations to the Stuart Family. On the other hand, the postmodern novel, investigated in Effie’s narration of her academic life, is similarly shown as an illegitimate novelistic discourse born out of its dialogism with previous novelistic discourses and other literary forms, which is Emotionally Weird itself.

In Search of Identity

By emphasizing sexual difference and presenting the question of identity within family relations, especially in mother-daughter relationships, Atkinson, like many other women writers, suggests that the individual is always a gendered individual. This impulse to trace female identity in relation to familial bonds, which can be as violent and tragic as they are nurturing and loving suggests that, as Sinead McDermott also notes in relation to Behind the Scenes at the Museum, for Atkinson identity can only be described and understood within family relations. However, while family relations have an important role in the individual’s formation, Atkinson unsettles the form and meaning of the family. Effie is disappointed in her search for the truth of her identity at the end not because she cannot learn about her true parentage but because it turns out that there is no significance she can derive from the random passing meeting of two strangers, Mabel Orchard and Chick. When her desire for the truth of her parentage is fulfilled, she is left with an insignificant and illegitimate origin in her biological parents. Nora continues to function as a mother even after Effie learns that she is not her biological mother but the meaning of motherhood has undergone a change now. The mother becomes a co-author and audience in this new configuration of the female subject. This constellation of the mother and father figures suggests that the new woman is defined in writing where one becomes a mother by collaborating in the writing of identity.

The first chapter of Effie’s first person narration dated to 1972 when she is a college student of 21, subtitled “Blood and Bone,” begins with questions about her paternity and identity. While many novel traditions are parodied in Effie and Nora’s complementary narration, the overall narrative frame is built on Shakespeare’s The Tempest. Kate Atkinson traces the origins of the modern individual in the Renaissance. In this allusion to Shakespeare, there is the implication that an ambiguous gender difference and problematic power relations were already inherent in the subject of humanism from the very beginning. In the displaced roles of men and women of The Tempest in Akinson’s text, gender is laid bare as a problematic, artificial construct.2 The rewriting of the power-struggle in The Tempest emphasizes the battle between the sexes. By dismantling the patriarchal family and identity built within the play’s codes on the Scottish island, which corresponds to the island where Prospero is exiled to, under the control of a female, that is Nora, Emotionally Weird offers a new sexual identity who is an illegitimate woman writer educated by other woman writers.

The parallel between The Tempest and Emotionally Weird is drawn first of all with the setting of what we can call the main narrative due to its being the largest section; a remote, unpopulated Scottish island. Apart from Effie, who is on leave from college because she is

__________ 2 See also Foakes for an analysis of the play in terms of violence and power-struggles between the male and the female characters and figures in the plot (2003: 195-209).

________________________________ Identity and Intertextuality in Kate Atkinson’s Emotionally Weird

SEFAD, 2018 (40): 87-102

91

sick, and Nora, who has settled on her family holiday home a couple of years before, the island has no other inhabitants and is detached from any sign of civilization in the middle of nowhere, just like the island where Prospero is exiled to with his daughter, Miranda. This fairy-tale-like setting, alongside Effie’s description of Nora as a witch-like woman who is allegedly in control of the weather and the owner of a small boat called the Sea-Adventure, associates her with Prospero. Like Prospero, Nora is the mistress of the weather and irrational powers, and Effie has to learn who she truly is like Miranda. In contrast to Miranda, who is not much interested in her father’s story of her family past, in Emotionally Weird Effie has to nudge reluctant Nora to tell her who she truly is. Nora imitates Prospero’s storytelling where he reveals to Miranda her past and thereby her true identity in a subverted way. Atkinson, like Julie Taymor’s 2010 adaptation of the play, makes Prospero a woman, who befits better the dreamlike atmosphere of the island that symbolizes the subconscious by being subject to irrational powers, that is, the place of forbidden knowledge and desires. In The Tempest, Prospero is identified with Caliban’s mother, Sycorax, on one level, as they are both banished from society for their use of magic. The father and the daughter replace the mother and the son, Sycorax and Caliban on the island. While this indicates a power turnover from the mother to the father, this correlation also problematizes the patriarch’s identity by ascribing him a maternal role. Following this implication in Prospero’s problematic identity, Emotionally Weird rewrites this character as a woman, Nora.

The new sexual individual, the new woman that emerges in the rewriting of The Tempest, is of illegitimate origin and status. Nora is the fruit of an incestuous relationship between a brother, Lachlan, and sister, Euphemia. This illegitimate woman replaces the male line of the family, claims the island and property as her own and she will leave the legacy to Effie, who has no blood relations to the Stuarts at all, besides being a bastard like Nora herself. This disruption of the bloodline in the Stuarts implies a radical subversion of the regulations of inheritance and identity where blood has no defining, empowering effect. As Nora reluctantly unfolds her family history towards the end, the “un-mother” Nora, as Effie will call her, appears to have seized power over the male line and property. At the end of Shakespeare’s text, Prospero gives up his magic and returns to society to become part of civilization. Julie Taymor’s Prospera, too, goes back to the sphere of the conscious at the end and conforms to the social order by marrying Miranda and Ferdinand, symbolized by her wearing her tight corset. Here, however, the storytelling results in the disruption of the myths of family, motherhood, and of the narratives of identity and truth.

The illegitimacy of identity and succession on the island will be even more accentuated with the unreliability of Nora’s story. According to Nora’s highly complicated and dubious story, Nora is the child of a sister and brother, Euphemia and Lachlan, who keep this secret from her and treat her as a sister. Euphemia poisons her bed-ridden father and her step-mother, called Mabel, and attempts to murder Mabel’s new-born illegitimate baby - fathered by a random stranger, Chick-, Effie, to prevent the baby from sharing her inheritance. Nora rescues the baby from Euphemia when she was about to drown her in the river. Overwhelmed with hatred against Euphemia for concealing the truth about her parentage, as she has so far gathered for herself that she is the fruit of an incestuous relationship, and for abusing her, Nora drowns her mother. Nora runs away with the family diamonds and the car as the scene of three dead bodies, two of them from poisoning and one drowned does not seem easy to explain. The big surprise comes when Nora’s narration of the family past and Effie’s narration of her college life overlap and we learn that Chick, a

Hatice Yurttaş ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 87-102

92

police officer back then and a private investigator now in Effie’s narration, is her father. Nora’s absorbing narration, deserving well the name of the chapter “The Great Excitement” –in allusion to Charles Dickens’s Great Expectations where false expectations lead to misery- stops here. We will later learn that, as it happens, Nora’s mother, Euphemia, with another twist of the plot, is rescued from drowning by a man who was about to commit suicide by the river that night. Euphemia, mirroring Sycorax, the absent mother, appears like a ghost towards the end with her own version of the story. She tags Effie to tell her story, which incriminates Nora. She claims that Nora murdered Mabel and Donald, attempted to murder Euphemia, her mother, and made a run with the family diamonds and car. This sounds more plausible than Nora’s version, of course, yet our expectations of setting the story straight is disappointed as Effie’s expectations of establishing the truth of her origins are.

Nora’s adoption of, or stealing Effie is an act that turns all rules of blood relations and affection built on bloodline upside down. While it is understandable that she had to run away when there were three dead bodies to explain for, her taking Effie along with her when she does not have any relation to the baby is suggestive. Her life as a fugitive would surely have been much easier without a new-born baby to look after when even defining their relationship is very difficult (Effie is Nora’s mother’s stepmother’s daughter from a stranger, or in other words, Nora is Effie’s mother’s stepdaughter). An abused child of incestuous union herself, Nora raises and educates another bastard as the new woman. Moreover, by naming the baby after her own mother, in raising this orphan, Nora creates a new bond, a new mother-daughter relationship, a sisterhood, or a bond between just two women in a new paradigm that is not defined by blood or family relations. Nora proves herself to be the magician, the mistress of arts who orchestrates her plot. It seems that when Nora abandons her husband and children to find herself in Henrik Ibsen’s A Doll’s House, she ends up in the realm of arts where she is now the mistress of the house of fiction rather than a doll in the father’s or the husband’s house.

Nora’s story, though it discloses Effie’s parentage, has many loose ends and raises more questions than it answers. The end of Nora’s story is evocative of the realist novel not because it neatly reaches a resolution and explains away every puzzle but, on the contrary, because it creates an illusion of resolution against all the odds. Despite the realist novelistic discourse’s ostensible happy endings achieved by settling everyone within the patriarchal family, the novels usually become a critique of the problems created by patriarchal family and middle class culture. Emotionally Weird exposes this complexity and problems of family relations.

A woman without any knowledge of her family, Effie appears at the turn of the millennium to trace her legacy in the literary tradition, feminist movement, and in her family history, which yet again reveals crimes and traumas of misogyny, incest, and abuse. That this search is set in the 1970s implies that Effie, the new woman is educated in the intellectual atmosphere of the 1970s, but obviously, Atkinson is not an exponent of the ideas and movements that flourished back then, as the parodic portrayal of the movements, the major actors and actresses of those movements suggests. The disharmony, antagonism, and animosity among the members of the women’s liberation group at Dundee University, and the helplessness of the members of the commune, Balniddrie farmhouse, throw a pessimistic look on the women’s movement in the 1970s.

________________________________ Identity and Intertextuality in Kate Atkinson’s Emotionally Weird

SEFAD, 2018 (40): 87-102

93

Similarly, academy becomes the target of Atkinson’s criticism as Effie’s dropping out of school in addition to leaving the family and father figures behind implies. Though Atkinson’s criticism sounds too harsh when one considers the opening of the first women’s studies departments and the inclusion of women writers in the curriculum in the 1970s, Atkinson’s association of academy with father figures resonates with Adrienne Rich’s comments on the study of literature in the 1950s and 1980s. Rich writes of the academic institutions as a professional institution concerned with prestige, money, and inclusion in fraternity (1983: 26). It is understandable to some extent that Effie’s education as a woman writer requires her disillusionment with the academy that is governed by a certain class and sex.

The idea that Effie is the new woman, a woman who needs to figure out who she is, is signalled at the beginning of her narration with the ironic authorial tone of her first sentence, “My mother is a virgin. (Trust me.)” (Atkinson 2001: 23). With this statement, Effie asserts herself as the female Jesus, the god’s daughter, as the only virgin mother is Virgin Mary. This gesture of changing the paradigms for religion and identity recalls Luce Irigaray’s call for a female spirituality that feeds female desire and a culture and language that houses two sexes. Effie, then, ventures to create a religion that will add god’s daughter alongside god’s son, here, goddess’ daughter as her mother Nora is represented as a goddess figure. The association of the holiday house and the island with Sumerian cities and the ruins of a Minoan palace reinforce Nora’s status as a goddess from Greek mythology (Atkinson 2001: 72; 74). Both Nora’s island and female cultures are subject to time and forgetfulness. This resemblance between Nora’s island and the Sumerian and Minoan civilizations where female religions and female traditions flourished suggests that Nora is the repressed female voice speaking from a dreamy island on the margins of civilization. This idea is further emphasized when Effie describes Nora as “Mnemosyne’s forgotten daughter” (Atkinson 2001: 28). The daughter of Gaia and Uranus, Mnemosyne, the personification of memory in Greek mythology is closely associated with art as well since her daughters, the nine muses, are the guardians, embodiments and inspiration of arts and knowledge. Also, Nora’s claim to descent from the Stuarts, the alleged descendants of King Arthur, the heroic native of Britain who fought against the Saxon invaders, emphasizes her claim to ancient cultures and religions. Nora, the witchlike storyteller transfers power, property, and identity to an illegitimate woman as the future of Britain.

The narration of the new woman’s search for her identity is a künstlerroman, too, since this search turns into the education of the woman writer as Effie becomes a writer of detective stories at the end. Mary Eagleton argues that the woman author has been a popular figure in women’s writing since the 1970s. The impetus she identifies for this trend is first of all feminism’s interest in authorship’s association with authority, and alongside authority, cultural legitimacy and place. Writing about women writers helps the woman author to explore her own situation through her protagonists as well. However, it is not easy to situate Effie’s writing in this pessimistic picture of the woman author struggling in the literary field and market or facing the challenge of negotiating the demands of the private sphere and their public roles as a writer as Mary Eagleton argues. While claiming that she represents the coming of the utopian age that Hélène Cixous celebrated in the “The Laugh of the Medusa” would be imposing an imaginary revolutionary significance on Effie’s authorship, her position and engagement with writing does not project the challenges that Mary Eagleton discusses either. Effie, on her book tour, is very much confident and easy in her role in the

Hatice Yurttaş ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 87-102

94

book market at the end of the novel. Effie’s authorship undermines the authority of this position, as she exposes the writing process as a cooperative, plagiarist process governed by fear of failing and desire for success or at least, by motivation for avoiding trouble, which seems to be the motivation for many students’ writing at the college. Still, as Mary Eagleton observes of the woman authors who have to choose between their intellectual career and motherhood, unable to negotiate these two demands, Effie becomes a writer after she quits her family and boyfriend.

While Sandra Meyers is right when she says that the metafictional and metanarrative devices in Emotionally Weird center on the quest of identity, unlike Meyer’s conclusion, Atkinson does not offer a stable identity at the end. The identity Effie gains at the end of her narration is the illegitimate woman writer, who has to give up her expectations of deriving any significance from her biological roots and who is mothered by co-authors and readers.

In Search of the Paternity of the Postmodern Novel

Effie’s quest for identity that she believes lies in her biological origins is placed alongside a quest for the postmodern novel’s paternity. Effie and Nora’s narration that is staged as a contest, as a form of collaborative story telling questions and rewrites various novelistic traditions. Eighteenth century novel, in Effie’s parody of Tristram Shandy, Victorian novels, especially Dickensian novel, alluded to by both narrators and modernist novel discussed in the inserted genres in Effie’s narration of her academic life at Dundee University are investigated in terms of their formation of identity and narrative techniques. The result of this investigation is Emotionally Weird itself, the postmodern novel that is the rewriting of previous novelistic discourses. In this rewriting, Atkinson suggests that identity has been the main concern of the novelistic discourse since the eighteenth century and the different narrative techniques reflect the dominant epistemology of the particular era.

Effie and Nora’s narrations exemplify parodic stylization, one form of creating an artistic representation of a language in novelistic discourse that exposes the internal dialogism of language. In parodic stylization, the speaker speaks in the stylized language, represents another’s language to cast light on the linguistic consciousness of the stylized language. The parody works to expose the boundaries, limitations of the parodied language, but still it “re-create[s] the parodied language as an authentic whole, giving it its due as a language possessing its own internal logic and as one capable of revealing its own world inextricably bound up with the parodied language” (Bakhtin 1996: 364). In Nora and Effie’s narration, the realist novel’s language is subjected to such an exposition, with Effie speaking in the language of Tristram Shandy and Nora in Victorian novelistic discourse while modernist novel is, Henry James especially, is discussed in Effie’s papers for her classes at university. This parody exposes the invalidity of these previous novelistic discourses within the contemporary epistemology. By destroying the belief systems of these languages, the whole text produces its new novelistic discourse that modifies the gendered individual of the novelistic discourse.

Effie’s and Nora’s story-telling enacts a performance, a sort of contest to test the validity of their different approaches to identity. The double narrative performs an experiment to test two opposing views of what the self is and how one can give an account of it. Effie’s narration ventures to give the self as “a bundle of perceptions” as Hume said against the self that will be composed out of Nora’s memories. If we are constituted of our memories, here is the identity constructed out of Nora’s memories that are surely unreliable

________________________________ Identity and Intertextuality in Kate Atkinson’s Emotionally Weird

SEFAD, 2018 (40): 87-102

95

and partial. If we are constituted of sense perceptions, on the other hand, here is Effie’s absurd trial at reporting every single perception after Tristram Shandy’s fashion. The identity that appears in the end is derived from the total structure of the novel that includes a combination of Effie’s and Nora’s stories, the 2001 Booker Prize winner collage signed by Andre Garnett, one of the students from Effie’s college, and excerpts from Effie’s now popular detective novel The Hand of Fate signed as Effie Andrews, the surname that Nora adopts when they were fugitives.

Effie’s desire to gain a stable identity is shaped by narratives that she has grown up with, especially by Victorian novelists for whom identity was a determined, definable category that could be understood in a rational, coherent frame under the guard of the omniscient narrator. She hopes for a narrative similar to Oliver Twist’s, in which her true parentage is revealed and she is restored to her true place in society (Dickens, 1999). Her phantasy that she will attain her true identity as her predecessors, such as Oliver, Pip, Tom Jones, Joseph Andrews did in the history of the novel, gives her some comfort as well, as she says: “I grew up thinking I must be a clandestine princess of the blood royal (true and blue), awaiting the day when I could come safely into my inheritance” (Dickens 1999; 1996; Fielding 1994; 1999). For Effie identity can be pinned down, as she says:

“Some people spend their whole lives looking for themselves, yet our self is one thing we surely cannot lose [...]. From the moment we are conceived it is the pattern in our blood and our bones are printed through with it like sticks of seaside rock. Nora, on the other hand, says that she’s surprised anyone knows who they are, considering that every cell and molecule in our bodies has been replaced many times over since we were born.” (Atkinson 2001: 27)

Desperate to learn about her parentage, her “blood and bone,” Effie believes in the validity and truth of a subjectivity based on biology. Effie invests in the idea of fatherhood as the clue she drops as to the ending when she says that she feels safe with Chick, which was like to have a father, illustrates (Atkinson 2001: 297). Effie’s hope in her father does not look very promising, though, when we look at the fathers in the novel: Donald Stuart-Murray, the grandfather, is bedridden and unbearably ill-tempered; Lachlan is in an incestuous relationship with his sister, Euphemia, which results in her giving birth to Nora; the university professor Archie is a failure with his students, and makes a pass to his female students in addition to leaving his daughter, Maisie, to her own devices most of the time; another lecturer, Roger Lake keeps breeding uncontrollably and thinks of moving his pregnant student lover, Olivia, to his family home without consulting his wife, which results in Olivia’s having an abortion by herself and suicide attempt afterwards, and not to forget Chick, with his notion of fatherhood consisting in offering Effie a cigarette when he lights one. This list of the dysfunctional if not violent fathers suggests that Effie, the new woman, and by extension the postmodern novel need not invest much hope in their paternity.

Effie’s belief in the accountability of the self opposes Nora’s ideas. This difference in their perception of the self will reflect in their different approaches to storytelling, too, as Nora’s summary of her tale indicates. She discards

“[...] commonplace tales of Hausfrau Angst, of the woman heroically making over her life with a handsome new lover, a beautiful child, a happy ending. Instead, we shall have murder and mayhem, plots and subplots, a mad woman in the attic, purloined diamonds,

Hatice Yurttaş ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 87-102

96

lost birthrights, heroic dogs, a soupcon of sex, a suspicion of philosophy” (Atkinson 2001: 29).

Here, with the allusions to Victorian novel, Nora mocks Effie’s reliance on narratives of a coherent, determined identity. The references to the suppression of female desire with the “mad woman in the attic” in Jane Eyre, desire and subjectivity and Edgar Allan Poe's "The Purloined Letter" and the bunch of male protagonists in search of their heritage and origin in Victorian novel in such a mocking manner reveals that Nora’s story will subvert these narratives. Besides revealing that biology is rather a complicated text that can be interpreted in more than one way, Nora’s fragmentary narrative disclosing a long, complicated, shocking family past in a very concise way undermines Victorian narrative conventions. When Nora mentions finding Mabel’s crucifix around her neck when Effie was born, for example, Effie expects her to give it back to her now “as one does in all good stories” reminding again the establishment of Oliver Twist’s identity by the evidence of his mother’s locket but then Nora blurts out that she lost it (Atkinson 2001: 463).

Effie’s concern with what constitutes the self is further connected to the dominant epistemology of the eighteenth century with the allusion to Hume’s notion of the self as “a bundle of perceptions” (Atkinson 2001: 27). The allusions to the empiricist epistemology of Locke and Hume, which constitutes the epistemological premises of formal realism, according to the dominant understanding of the novel that was first suggested by Ian Watt, strengthen the idea that Effie’s quest for identity runs parallel to a quest for a viable representation in novelistic discourse. Locke’s conception of the individual as an entity composed of its experience in a particular time and place constituted the basis for realist novel’s narratives of identity. Effie’s desire for a language that can achieve a true representation of experience is basically a parody of Laurence Sterne’s Tristram Shandy, whose parody, Bakhtin argues, indicates an era of a new novelization. For many critics Tristram Shandy occupies a unique place in literary history. Ian Watt argues that with its awareness of the aspects of the formal realism in the exploitation of the individual experience in temporal and spatial terms and considering the fact that the novel genre has always allowed novelty and originality, it is part of the tradition as a parody of the novel (1968: 303). Viktor Shklovsky, too, finds in Tristram Shandy a narration of its own creation where the techniques of the new literary form, the novel, is discussed. This rewriting of Tristram Shandy takes a route through the fiction of Henry James, George Eliot, Charles Dickens, detective fiction and literary theory in the inserted genres and in characters’ speeches, which will be subjected to tests for their adequacy in representing the gendered individual of the contemporary world.

The echoes of Tristram Shandy’s parodical and self-conscious narrative that strives to give an account of every perception, feeling, and happening simultaneously as Tristram is writing, can be found in Effie’s struggles to translate her experience into language. Effie, too, writes the story as she goes along sharing her thoughts and problems about the progress of the story with the reader and Nora. Metafiction in Effie’s narration prevents the suspension of disbelief by constantly making its textuality an issue. As Tristram leaves a black page to mourn for Yorick, Effie leaves a black page when she closes her eyes not to see the yellow dog run over by Chick (Atkinson 2001: 24, 102). She decides not to go to McCue’s party, although she says, “[t]here was much material for narrative there” (Atkinson 2001: 251). There are many self-references. Effie explains something she sees out of the window during

________________________________ Identity and Intertextuality in Kate Atkinson’s Emotionally Weird

SEFAD, 2018 (40): 87-102

97

Archie’s tutorial on page 58 later on in brackets on page 180 (Atkinson 2001: 58, 180). She never lets us forget that everything occurs within language: “We all chose a different adverb to sup with. Philippa consumed her soup hungrily, Mrs Macbeth decided on messily, Mrs McCue on recklessly, whereas I myself opted for cautiously. Lucy Lake opted not at all” (Atkinson 2001: 268).

Tristram Shandy’s digressive narration is evoked here where many incidents happen and many characters enter the story without culminating in a coherent plot that has a beginning, development, and an end. Kevin, a student, visits the McCue house to see Professor McCue to demand an extension on his assignment when Effie is babysitting the McCues’ daughter. Even though Archie McCue is not home, he goes in and sits with Archie’s mother, Mrs. McCue, and her friend, Mrs. Macbeth, from the nursery home. Upon the elderly women’s wish, Kevin reads an excerpt from his story he is writing for the creative writing class and then leaves. This is an absurd scene that does not contribute to any plot development with dialogues that do not lead anywhere. As Heather bursts out at the end of another similar chapter about the so-called women’s liberation meeting at Philippa McCue’s house, many dialogues in the novel are “absolute, gratuitous nonsense” (Atkinson 2001: 382). There is no logical motive behind characters’ acts or causality in the plot. This parody of the realist novel in Effie’s narration reveals that the realist novel’s endeavour to transfer experience into writing within the rules of casualty is a vain effort, as Lawrence Sterne also exposed in Tristram Shandy. Laurence Sterne was quick to respond and show the absurdity of this claim by taking it to its logical conclusions, which is “Reductio ad Absurdum” as Ian Watt describes it and Atkinson alludes to in a subtitle (Watt 1968: 304; Atkinson 2001: 187).

Effie’s narration defies logical connections in the plot. Yet, to say that some incidents and characters do not contribute to the development of the plot does not mean that these characters and events do not produce any meaning. Through these random and unconnected incidents, we question the relation of the novel to life and experience. If the novel is to give an impression of life, as the realists and the modernists, Henry James, for instance, believed it should, the experiences that do not cause or affect anything reflect life better than any realist novel since chance relations rather than rational cause-effect relations governs life. Effie’s implication of her desire for “a transcendentally coherent view of the world” that she expresses in Archie McCue’s tutorial on structural criticism is refuted when first Professor Cousins, Martha Sewell and then Watson Grant walk into the classroom and join Archie’s class without any logical reason that they or we can think of. The question is, as Archie asks, not only if this coherent worldview is possible but also if this transcendentalism is desirable (Atkinson 2001: 70).

Effie’s narration tests the interiority/ exteriority distinction that, as Ian Watt notes, some critics apply to distinguish the realist and the modernist novel. While it has been suggested that defining a character by their relations and actions in their interaction in society defines Fielding, Dickens, and Defoe’s fiction in opposition to mirroring the consciousness found in James Joyce and Virginia Woolf, Watt argues that both narrative conventions are part of the same project, which is, giving an account of the individual (Watt, 1968). Similarly, Effie’s narration exposes the invalidity of this distinction. Sometimes, characters hear Effie’s comments in her narration. After Effie says: “I had a sudden unnerving glimpse of the polite schoolboy lurking within the hairy chrysalis –of Robin helping at parental cocktail parties, handing round salted nuts and topping up the tonic in large, middle-class gins.”

Hatice Yurttaş ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 87-102

98

Robin, as if he heard what Effie told herself, responds: “‘Yeah, ’Robin admitted, shamefaced, ‘Surrey. Dad owns a firm of estate agents’” (Atkinson 2001: 241, 242). Of course, exteriority does not make much sense when we remember that what we are reading is the product of the writer’s mind, interiority. There is nothing unusual in Robin’s responding to Effie’s thought when Robin himself is Effie’s thought. Effie’s narration enacts the disruption of this duality, as Tristram Shandy does (Atkinson 2001: 306).

The representation of the modernist novel also appears in the “inserted genres” (Bakhtin 1996: 320-323). One of the two papers Effie has to write for her degree is on Henry James’s critique of George Eliot’s Middlemarch where she is required to discuss the following statement: ‘‘’Middlemarch is a treasure house of detail, but an indifferent whole.’ Can Middlemarch be defended against this criticism by Henry James?” (Atkinson 2001: 40, emphasis in the original). This excerpt from Henry James’s article on Middlemarch published in 1873 and his theory of the novel plays an essential role in the novel because it applies to Emotionally Weird itself (James, 1965). James’s evaluation of Middlemarch, or George Eliot, though, is not completely negative as the excerpt from his article here suggests. He appreciates George Eliot’s superiority; what he criticizes is that George Eliot’s novels are devoid of dramatic movement despite the existence of many possibilities in her narration. He finds it lacking in form with many loose ends and without a purpose that the whole form is moving towards. This is the ultimate goal of Henry James’ art whereas the greatness of George Eliot’s fiction is bent on the philosophizing and moralizing commentary of the narrator.

Henry James elaborates on George Eliot’s art best in another article on Daniel Deronda written in a fictional conversation form with three characters discussing her fiction with opposing views of the novel (1965). In this interesting piece of criticism that shows James’s dual attitude, the weaknesses of the novel in terms of dramatic stagnancy, diffuseness, lack of concentration, and lack of liveliness in the characters are countered by an argument for its strength in its wise observations and descriptions. While it is true that Eliot’s diffused narration and lack of a neat plot are the target of James’s critique, he finds the description of the English rural life and the characters true to life, which is the purpose of high art for James. The subtitle of the chapter on Archie McCue’s tutorial on the nouveau roman and structuralist theories refers to Henry James’s “The Art of the Fiction.” Here James argues that the quality of a novel rests on the writer’s skill in creating an illusion of life and this he finds in George Eliot despite the digressive nature of her fiction (1965: 5). One fragment from Effie’s paper, yet another ill-fated writing that never gets to be completed safe and sound, stands in defence of Middlemarch against Henry James:

The schematic unity and integrity of Eliot’s vision must lead us to the conclusion that James’s comment that it is ‘a treasure house of detail’ is a flawed and, ultimately, prejudiced view of the novel and in fact reveals his aversion to the very concept of Middlemarch. (1965: 349, emphasis in the original)

It is true that there are too many characters and subplots that do not seem to be integrated into the most obvious main plot that can be summarized as Dorothea’s choice of the wrong husband among her suitors, her disappointment and suffering as a result, and finding happiness in the end with the marriage to the right man thanks to the convenient death of the wrong husband. If we take this plot as the purpose of the novel, it is natural that

________________________________ Identity and Intertextuality in Kate Atkinson’s Emotionally Weird

SEFAD, 2018 (40): 87-102

99

many characters and events look redundant. As Effie says above, his criticism reflects a certain conception of the novel. This digressive narration, for example, can be one of portraying life rather than a coherent drama based on recognizable, rational cause-effect relations moving towards a purpose that Henry James wanted to create in his fiction.

There are parallels between Middlemarch and Emotionally Weird in terms of the profusion of sub-plots and insignificant characters that do not contribute to the main plot, and in terms of the digressive nature of narration. Thus, the whole text of Emotionally Weird is played out against what Henry James insisted on as a must quality of the novel: a plot of a purposeful, logical progression towards an end. Construction of this parallel between George Eliot’s fiction and Emotionally Weird demonstrates the employment of another form of artistic representation of a language that can be called stylization to some extent. The speaker, Effie does not exactly speak in the stylized language, i.e. in George Eliot’s novelistic discourse but still the novel creates resonances with its digressive narration (Bakhtin 1996: 362- 363).

This resonance with George Eliot’s fiction transpires in the meta-narration as well. For Henry James, another deficiency in the novel is the sacrifice of suspension of disbelief. In “The Art of Fiction,” he finds Anthony Trollope’s giving away the fact that he is writing fiction an unforgivable mistake, the writer’s showing himself as a writer is “a betrayal of a sacred office,” “a terrible crime” (1965: 51). Effie discusses this point in her dissertation, which is also on Henry James. For Henry James, the writer has to maintain the illusion in the novel. The fictionality of the work cannot be revealed, which is what Atkinson’s text does.

Archie McCue’s lectures on the new fiction further emphasize the continuity of the postmodern novel in the novel tradition. Archie McCue being a dedicated structuralist, his lectures on literary theories on Robbe-Grillet, Derrida, Barth, Proust, Valery desperately struggles to ingrain poststructuralist linguistics theories of the novel, authorship, and textuality in the students but he meets with their lack of enthusiasm and interest. In one of his tutorials, the question Professor Cousins, who just walks into Archie’s tutorials, asks, raises an interest in the students who have been daydreaming until then. Professor Cousins’ question, if “all literature is about search for identity,” not only intrigues two students, to Archie’s annoyance, but makes us connect it to the novel we are reading as well (emphasis in the original, Atkinson 2001: 62). We but share the students’ interest in Professor Cousins’ comment as we realize that the postmodern novel we are reading is as much about the search for identity as Tristram Shandy, Great Expectations and The Tempest are. The protagonist in search of his identity and of his place in society, as is the case of Pip, and the protagonist struggling to write a true biography based on an immediate relation between experience and writing, as is the case of Tristram, has been a dominant theme that we also observe in Emotionally Weird, in Effie’s search for her identity. Revealing the continuities between the realist, modernist and the postmodern novel, Effie’s narration in total suggests that the experiment with subjectivity and investigation of language’s relation to life is a legacy of the whole novel tradition. The playful and humorous use of a wide range of works and literary theory reveals that despite the seeming differences between previous novelistic discourses and the postmodern novel, the novel genre has always been about the individual’s experimental search for their place in society and language.

For many critics, the postmodern novel marks a break from the previous novel traditions. This echoes the modernist writers’ refutation of the Victorian values and novel.

Hatice Yurttaş ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 87-102

100

To some extent, the Bloomsbury group defined itself against the Victorians. Leonard Woolf says that “Thackeray and Dickens ... meant nothing to us or rather they stood for an era, a way of life, a system of morals against which we were in revolt” (quoted. in Keating 1989: 94-95). Many critics, on the other hand, noted the continuity in terms of the genre’s concern for constructing the individual. Jale Parla notes that, when Robbe-Grillet objects to the novel in the “Le ‘Nouveau Roman’” he takes into account only nineteenth century novel without noticing the similar techniques and occupations between the eighteenth century novel and the new novel (1965: 276). Watt also argues that the seeming disjunction between the modernists and the realists is due to the different responses that derive from the different epistemologies of the eras that nevertheless serve the same purpose of depicting the individual.3 In this light, the postmodern novel’s difference from the realist and modernist novel appears to be an exaggerated difference; to adopt the phrase from Bakhtin, “a tempest in a teapot”(1996: 325).4 The tempest is related to the changing epistemologies and life styles but the central issue, the question of identity, always sexual, remains to mark the genre.

CONCLUSION

Emotionally Weird combines the woman's search for identity with the postmodern novel's search for its origins. Effie's narration of her search for her true paternity is also a search for a viable form of narration for her identity. Hence Atkinson reveals the narration of identity as the central problem of the novelistic discourse. Atkinson emphasizes the continuity in the novelistic discourse in terms of the formation and representation of the individual and suggests that the postmodern novel shares with the realist and modernist novel this main question.

The quest for identity that we see in the postmodern novel has a strong emphasis on gender, as it is exposed in the representation of female protagonists in search of their place in society and language. The new woman constructed in this parodic narrative is an illegitimate woman writer who produces her tale of identity in collaboration with other co-authors. The desire for coherence and stability is exposed as invalid, violent and undesirable, when the family past becomes a story that can be interpreted in different ways, biology cannot add any meaning to identity, and the structures that rely on the illusion of a stable identity such as the family and academy are discarded for a career in detective fiction. Offering a woman writer of detective fiction at the end signifies the eternal continuity of quests for both the female subject and the novelistic discourse.

__________ 3 Many critics see a radical difference in the employment of parody, rewritings and metafiction in postmodern novel. See, for example, Patricia Waugh Metafiction: The Theory and Practice of Self-Conscious (1984) and Linda Hutcheon’s two works on the postmodern novel, The Poetics of Postmodernism (1988) and The Politics of Postmodernism (1989). 4 Bakhtin uses to describe the pseudo multi-voicedness in a unitary language system against the true intertextuality in the novelistic discourse. I argue that whether a language of a past time is unitary or not is difficult to establish when we have limited knowledge on those languages and their bakcground

________________________________ Identity and Intertextuality in Kate Atkinson’s Emotionally Weird

SEFAD, 2018 (40): 87-102

101

BIBLIOGRAPHY

Atkinson, Kate (1995). Behind the Scenes at the Museum. New York: Picador. Atkinson, Kate (1998). Human Croquet. London: Black Swan. Atkinson, Kate (2000, March 12). “Emotionally Weird? Moi? An Interview with Kim Bunce.

The Observer. Atkinson, Kate (2001). Emotionally Weird. London: Black Swan. Atkinson, Kate (2005). Case Histories. London: Black Swan. Bakhtin, Mihail Mihayloviç (1984). Rabelais and His World. trans. Héléne Iswolsky.

Bloomington: Indiana UP. Bakhtin, Mihail Mihayloviç (1996). The Dialogic Imagination: Four Essays. ed. Michael

Holquist. trans. Caryl Emerson and Michael Holquist. Austin: U of Texas. Benedict, Helen (2000). “Impurely Academic.” The Women’s Review of Books, 18 (1): 9. Brontë, Charlotte (2006). Jane Eyre. London: Penguin. Brontë, Emily (1995). Wuthering Heights. Oxford: Oxford UP. Cixous, Héléne (1976). “The Laugh of the Medusa”. Trans. Keith Cohen and Paula Cohen.

Signs 1 (4): 875-893 Dickens, Charles (1996). Great Expectations. London: Penguin. Dickens, Charles (1999). Oliver Twist. Oxford: Oxford UP. Eagleton, Mary (2005). Figuring the Woman Author in Contemporary Fiction. London: Palgrave

Macmillan. Eliot, George (1995). Daniel Deronda. ed Terence Cave. London: Penguin. Eliot, George (1998) Middlemarch. ed. David Carrol. Oxford: Oxford UP. Fielding, Henry (1994). The History of Tom Jones. London: Penguin. Fielding, Henry (1999). Joseph Andrews and Shamela. ed. and introduction by Judith Hawley.

London: Penguin. Foakes, Reginald A. (2003). Shakespeare and Violence. Cambridge: Cambridge UP. Hume, David (1967). A Treatise of Human Nature: Being and Attempt to Introduce the

Experimental Method of Reasoning into Moral Subjects. Oxford: Oxford UP. Hutcheon, Linda (1988). Poetics of Postmodernism: History, Theory, Fiction. London: Routledge. Hutcheon, Linda (1989). Politics of Postmodernism. London: Routledge. Ibsen, Henrik (1965). A Doll’s House and Other Plays. London: Penguin. Irigaray, Luce (1994). Thinking the Difference for a Peaceful Revolution. trans. Karin Montin.

London: The Athlone Press Ltd. James, Henry (1965). “Daniel Deronda: A Conversation” in Henry James: Selected Literary

Criticism. ed. Morris Shapira. New York: McGraw-Hill. James, Henry (1965). “The Art of Fiction”. Henry James: Selected Literary Criticism. ed. Morris

Shapira. New York: McGraw-Hill. Keating, Peter (1989). The Haunted Study: A Social History of the English Novel 1875-1914.

London: Secker & Warburg. Lennox, Charlotte (2006). The Female Quixote. eds. Amanda Gilroy and Wil Verhoeven.

London: Penguin. Lukacs, Georg (2006). The Theory of the Novel. trans. Ann Bostock. London: Merlin. Meyer, Sandra (2010). “The Quest for Identity and its Literary Representation through

Metanarrative and Metafictional Elements in Kate Atkinson’s Emotionally Weird and Human Croquet.” English Studies 91(4): 443-456.

Parla, Jale (2005). Don Kişot’tan Bugüne Roman. İstanbul: İletişim.

Hatice Yurttaş ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 87-102

102

Rich, Adrienne (1983). “Blood, Bread and Poetry: The Location of the Poet.” The Massachusetts Review 24 (3): 521-540.

Robbe-Grillet, Alain (1965). For a New Novel: Essays on Fiction. trans. Richard Howard. New York: Grove.

Robbe-Grillet, Alain (1976). “New Novel, New Novel: Interview with A. Robbe-Grillet by Katherine K. Passias” SubStance. 5 (13): 130-135.

Shakespeare, William (1994). The Tempest. ed. John F. Andrews. London: Everyman. Shklovsky, Viktor (2006). “Sterne’s Tristram Shandy” The Novel: An Anthology of Criticism and

Theory: 1900-2000. ed. Dorothy J. Hale. Malden: Blackwell. Sterne, Lawrence (1996). The Life and Opinions of Tristram Shandy, Gentleman. Hertfordshire:

Wordsworth. Taymor, Julie (2010). The Tempest, Touchstone Pictures. Tolan, Fiona (2009). ““Everyone has left something here”: The Storyteller-Historian in Kate

Atkinson’s Behind the Scene at the Museum.” Critique: Studies in Contemporary Fiction 5 (3): 275-290.

Watt, Ian (1968). The Rise of the Novel: Studies in Defoe, Richardson, and Fielding. London: Penguin.

Waugh, Patricia (1984). Metafiction: The Theory and Practice of Self-Conscious. Florence: Routledge.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 07/05/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 20/09/2018

SEFAD, 2018 (40): 103-118 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515046

Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim

Dr. Öğr. Üyesi Hayrunisa Topçu

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

[email protected]

Öz Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden olan Ahmet Haşim, şair ve nasir kimliği ile

edebiyat araştırmacılarının her dönem ilgisini çekmiştir. Annesinin yoğun sevgisi ve ilgisi altında geçen çocukluk yılları, İstanbul’a gelip Galatasaray Lisesi’ne başlamasının ardından yeni bir sosyal çevreye uyum sağlama sürecinin sancıları, çirkinlik saplantısı, şairin kendisi için olduğu kadar edebiyat araştırmacıları için de zengin bir malzeme yığını oluşturmaktadır. Nitekim Haşim’in aile ortamı ve ergenlik yıllarındaki duygusal zorlanmaları, onun hem yaşamında hem de düzyazı ve şiirlerinde derin izler bırakmıştır. Bu izlerin tespit edilebilmesi için Viyanalı psikiyatrist Alfred Adler’in aşağılık karmaşası kavramından yararlanılmıştır. Sözü edilen kavram aracılığıyla hem sanatçının kişiliğine hem de eserlerine ışık tutulmaya çalışılmıştır. Aslında her insanda, var olmanın sonucunda ortaya çıkan eksiklik duygusu; kişinin becerileriyle, yapabildikleriyle bir motivasyon kaynağına dönüşmezse aşağılık kompleksi halini alır. Kişi, kendisini değersiz ve yetersiz hisseder. Bu duygudan kurtulabilmek içinse öfke, kibir, hırs, gurur gibi saldırganca tavırlar geliştirir veya kendisini ayrıcalıklı hissedebilmek için insanlardan kaçar. Çocukluğunu annesinin koruyucu sevgisi ile babasının mesafeli tavrı arasında geçiren Haşim aşağılık duygusundan bir türlü kurtulamaz, çünkü babası tarafından ihmal edilmiş, annesi tarafından ise abartılı bir sevgi ve ilgiyle büyütülmüştür. Bunun sonucunda kendisini üstün hissedebilmek için saldırganca davranışlar geliştirmiş ve insanlardan uzaklaşmıştır. Bu çalışmada, Ahmet Haşim’in hayatından ve eserlerinden hareketle ondaki aşağılık kompleksinin nedenleri ve görünümleri tespit edilmeye çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Aşağılık kompleksi, çirkinlik saplantısı, Alfred Adler, Ahmet Haşim.

Hayrunisa Topçu ____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 103-118

104

A Literary Figure Trapped in an Inferiority Complex: Ahmet Haşim

Abstract

Ahmet Haşim, one of the leading figures of the Turkish literature, has always been of particular interest as a poet and prosaist to literary literature researchers. His childhood years spent with his mother’s intense love, his painful adaptation to a new social environment after moving to İstanbul and starting Galatasaray High School, and his ugly duckling complex offered him and literature researchers a great wealth of material. Indeed, Haşim’s family setting and emotional challenges in the adolescence left deep traces in his life, prose, and poetry. To discover these traces, this study employed the concept of inferiority complex coined by Viennese psychiatrist Alfred Adler. Using this concept, the study sought to shed light on both the personality of the artist and his works. Every person has the existential sense of lack which turns into an inferiority complex if it is not transformed into a source of motivation through abilities and capacities. Consequently, people feel worthless and incompetent. Then, they exhibit aggressive attitudes like anger, arrogance, ambition, and pride to get rid of this feeling or stay away from others to feel privileged. Haşim did not manage to overcome the feeling of inferiority. Because he was neglected by his father and raised by an exaggerated love and care of his mother. As a result, he developed aggressive behavior and stayed away from people to feel superior. This study attempted to identify the causes and manifestations of Ahmet Haşim’s inferiority complex.

Keywords: Inferiority complex, ugly duckling complex, Alfred Adler, Ahmet Haşim.

_______________________________________ Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim

SEFAD, 2018 (40): 103-118

105

GİRİŞ

Bireysel psikoloji, Viyanalı hekim Alfred Adler tarafından geliştirilen, psikoloji alanına ait bir alt disiplindir. Tıp eğitimini Viyana Üniversitesi’nde yapan Adler’in esas uzmanlık alanı göz hastalıklarıdır. Çalışmalarına daha sonra psikiyatri alanında devam eden ve aynı zamanda psikanalizin babası olarak anılan Sigmund Freud’un öğrencisi olan Adler, bir dönem Psikanalitik Derneği’nin başkanlığını yapmıştır. Fakat görüşleri nedeniyle dernek üyeleriyle yaşadığı anlaşmazlıktan dolayı dernekten ayrılmış ve bu süreçte Freudçu psikanalizden kopmuştur. Nitekim bir süre sonra da kendisiyle özdeşleşecek olan bireysel psikoloji disiplinini ortaya atmıştır. Geçtan Adler’in psikoloji dünyasına getirdiği yenilikler bahsinde ilk olarak toplumsal unsurlardan bahseder. Adler’in toplumsal etkenlere verdiği önem sosyal psikolojinin önünü açar. Geçtan, ikinci olarak ise onun “yaratıcı benlik” kavramından bahseder. Bu kavramı şu cümlelerle açıklar: “Benlik, sürekli olarak bireye doyum sağlayacak yaşantıları arar, eğer bunlar dış dünyada bulunamazsa, yaratmaya çalışır.” (1993: 53). Son olarak ise Adler’in ortaya attığı “kişiliğin tekliği” düşüncesinden bahsedilir. Bu düşünceye göre karakter özellikleri açısından değerlendirildiğinde her insan kendine özgü ve tektir. Bu nedenle de bir insanın davranışları onu başkalarından ayıran, kendisine ait yaşam biçiminden izler taşır. Böylelikle Adler’in bakış açısı, insanı toplumsal ve bireysel etkenler çerçevesinde ele almış olur. Psikanalitik yaklaşımın aksine insanın bilinçli bir varlık olduğu gerçeğinden hareket eden bu görüş, kişinin eksikliklerinin, amaçlarının bilincinde olduğunu söyler. Buradan yola çıkarak insanı harekete geçirecek itici gücün, onun geçmişi değil geleceğe yönelik beklentileri olduğuna inanır (Geçtan 1993: 53). Adler’in, kişinin karakterinin tek ve benzersiz olduğu düşüncesine dayanarak yaptığı çalışma ve değerlendirmeler, psikanalizi bilinçaltına bağlı olmaktan çıkarmış, söz konusu disiplinin daha bütüncül bir bakış açısıyla tanımlanmasını sağlamıştır.

Adler’in “İnsan olmanın aşağılık duygusuna kapılmak olduğunu uzun zamandan beri ısrarla belirtmekteyim.” (2002: 82) ifadesi, sözü edilen itici gücün kaynağının aşağılık duygusunu olduğunu ortaya koyar. Çünkü her insanda varoluşuyla beraber gelen bir yetememe hali veya eksiklik durumu vardır ve insan, aslında yaşamına bu acizliği fark ederek başlar. Bu eksiklik hali onun ölümüne dek varlığını sürdürür. Fakat eksiklik, bir diğer adıyla aşağılık duygusu, kişinin doğuştan gelen fiziksel özelliklerinden kaynaklanan veya toplumsal iletişimi neticesinde ortaya çıkan yetersizlik duygusu ile kompleks haline dönüşür. “Yetersizlik duygusu inatçı bir hastalıktır ve en azından bir iş yapıncaya, bir ihtiyaç karşılanıncaya veya bir tansiyon azalıncaya kadar devam eder. (...) Bu problemlerin çözümünün yeterli bir sosyal duyguyu, tüm hayatla sıkı bağlılığı, başkalarıyla bir arada bulunmak ve işbirliği yapmak yeteneğini istediğini göreceğiz.” (Adler 2002: 59). Fakat çözüme kavuşturulamayan aşağılık duygusu, çeşitli nedenlere kronik hale gelir ve aşağılık kompleksine dönüşür. Geçtan, bu noktada kişinin aşağılık kompleksini yenebilmek için çabalamaya başlayacağını ve uyumsuz davranışlar gösterebileceğini belirtir (1993: 54). Adler, uyumsuz davranışlar olarak nitelenen bu hareketleri, acı çeken ruhun kendisini iyileştirmek için geliştirdiği savunma mekanizması olarak görür. Üstünlük çabası olarak da tanımlanan bu savunma mekanizması, kendisini herkesten üstün tutabilmek ve aşağılık kompleksini yenebilmek için başkalarının hayatlarına karşı saldırgan davranışlar, boş gurur, kıskançlık ve küçümseyici tavırlar içerebilir (Adler 1994: 186-189). Yani, üstünlük çabası başlığı altında verilen bu uyumsuz davranışların kökenleri, çoğunlukla kişinin geçmişinde aşağılık kompleksiyle bağlantılı olarak bulunabilir. Bu üstünlük çabası aynı zamanda yaratıcılığın da kaynaklarından birini oluşturur. May, Yaratma Cesareti adlı çalışmasında Adler’le yaptığı konuşmayı şu sözlerle anlatır: “Oturma

Hayrunisa Topçu ____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 103-118

106

odasındaki konuşmasında yaratıcılığı telafi etme olarak (compensation) kuramlaştırmasına değindi – insanlar, sanatı ve bilimi ve kültürün diğer yanlarını yetersizliklerini telafi etmek için üretirler.“ (May 2018: 61). Bu durumda sanatçılardaki yetersizlik duygusu hem aşağılık kompleksine zemin hazırlar, hem de ondaki yaratıcılığı ortaya çıkaran ve besleyen bir unsur haline gelir. Nitekim sözü edilen görüşlerden yola çıkılacak olursa, bu yazının konusu olan Ahmet Haşim’in edebiyat alanındaki yaratıcılığının kaynaklarından biri de başa çıkamadığı yetersizlik duygusudur.

Türk şiirinin yenileşmesinde önemli bir rol üstlenen ve eserleriyle olduğu kadar karakteriyle de edebiyat dünyasının dikkat çekici isimlerinden birisi olan Ahmet Haşim, Alfred Adler’in bireysel psikoloji bağlamında geliştirdiği aşağılık karmaşası için ilginç özelliklere sahip bir isimdir. Ahmet Haşim’in çocukluğu babasının memuriyeti nedeniyle Arabistan vilayetlerinde geçer. Onu bu dönemde en çok etkileyen şey ise annesi ile Dicle Nehri kenarında yaptığı gezintilerdir. Sonraki yıllarda şiirlerinin ilham kaynağı olacak bu gezintiler onun aile yapısı hakkında da bilgiler verir. Babasından neredeyse hiç söz etmeyen Ahmet Haşim, annesine âdeta tutkuyla bağlıdır ve çocukluğunda zamanının büyük bir kısmını annesi ile geçirdiği anlaşılmaktadır. Babasının bu eksikliği, o on iki yaşına gelince daha da somutlaşır. Annesi Sâre Hanım, Haşim sekiz yaşlarında iken vefat edince, babasıyla il il dolaşan Ahmet Haşim, ortaokul çağına gelince babası tarafından önce Numûne-i Terakkî Mektebi’ne, sonra da Galatasaray Lisesi’ne verilir. Türkçesinin bozuk ve aksanlı olması nedeniyle arkadaşlarının alaycı esprilerine maruz kalan Ahmet Haşim’in anne özlemi ve baba eksikliğine bozuk Türkçesinden kaynaklanan aşağılık duygusu da eklenir. Bu arada kendisinin dış görünüşünden duyduğu memnuniyetsizlik de onun aşağılık duygusunu besler. Haşim çirkin bir yüzü olduğuna dair kesin bir kanaate sahiptir. Şiirlerinde ve sohbetlerinde ara ara bu durumdan bahseder. Böylelikle çocukluğuna dek uzanan çeşitli nedenler, Ahmet Haşim’in derin bir aşağılık karmaşasına hapsolmasına sebep olur. Bu durumun etkileri gerek özel yaşamında gerekse eserlerinde görülebilir.

Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim isimli bu çalışmada, psikanalitik edebiyat kuramının çift yönlü çalışma ilkesinden faydalanılacaktır. Nitekim Moran, bu eleştiri yönteminin “1. Eserleri aydınlatmak için sanatçının hayatını, kişiliğini incelemek, 2. Sanatçının psikolojisini, kişiliğini aydınlatmak için eserlerini bir belge gibi kullanmak.” (2004: 132) şeklinde olmak üzere iki türlü kullanılabileceğini söyler. Bu çalışmada hem Ahmet Haşim’in karakterini görünür hale getirmek için eserlerinden faydalanılmış hem de eserlerinin analiz edilebilmesi için karakteri, Alfred Adler’in aşağılık karmaşası bağlamında değerlendirilmiştir. Çalışmada, Ahmet Haşim’in şiirlerinin ve düzyazılarının tamamı dikkate alınmış, gerek onların aydınlatılmasında sanatçının yaşamına başvurulmuş, gerekse Ahmet Haşim’in psikolojisi ile ilgili çıkarımlar eserlerinden yola çıkılarak yapılmıştır.

Aşağılık Karmaşasının Ahmet Haşim’in Şiirleri ve Düzyazılarındaki İzleri

Alfred Adler, her çocuğun doğumundan itibaren derin veya yüzeysel biçimde aşağılık duygusu ile yüz yüze geldiğini söyler. Bunun nedeni, çocuğun doğuştan gelen organ eksikliği gibi organik kusurları olabileceği kadar, bir yetişkinin yardımı olmadan en temel ihtiyaçlarını karşılayamaması gibi sıradan bir durum da olabilir (Adler 1994: 180). Her ne kadar bu süreç, çocuğun yetersizlik duygusunu yenebilmek için itici bir güç oluştursa da onun kendine olan inancını perçinlemez ise travmatik bir hal alarak komplekse dönüşür ve sonraki yıllarda farklı görünümlerde ortaya çıkabilir. Ahmet Haşim’in gerek eserlerinde gerekse özel yaşamında görülen bu kompleksin izlerini çocukluk ve ilk gençlik yıllarında

_______________________________________ Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim

SEFAD, 2018 (40): 103-118

107

aramak doğru olacaktır. Daha önce de bahsedildiği üzere onun sekiz yaşlarına kadar annesiyle olan ilişkisi sonraki yıllarda kadınlarla olan ilişkisini büyük ölçüde şekillendirmiştir. Annesinin ona olan yakın ilgisi, zamanının büyük bir kısmını verem hastası olan annesiyle geçirmesi, ardından annesinin vefat etmesi Haşim’in ruhsal dünyasını alt üst etmiştir. Bu arada baba figürünün eksikliğinin veya onunla olan iletişiminin kopukluğunun Haşim’i annesine yaklaştırdığı, annesinin vefatından sonra da annesine olan özlemini artırdığı yönünde bir tahminde bulunulabilir. Bu süreçte yaralanan ruhunu, sonraki yıllarda, yaşamına giren kadınlarda annesinin kendisine karşı gösterdiği ilgi ve özeni arayarak tamir etmeye çalışmıştır. Fakat kendisini, tanıştığı veya gözlemlediği kadınların yanında yetersiz hissetmekten bir türlü alıkoyamamış bu durum da çeşitli saldırgan davranışlar olarak şeklinde ortaya çıkmıştır. Haşim’in aşağılık kompleksine dayanaklık edebilecek ikinci çıkış noktası ise dış görünüşünden duyduğu memnuniyetsizliktir. Kendisini çirkin bir insan olarak kabul eden Haşim, bu durumun yarattığı özgüvensizlikten bir türlü kurtulamaz. Kadınların bu nedenle kendisini beğenmeyeceğini düşünür. Bu ruh hali de onlara karşı hırçınlaşmasına sebep olur. Böylelikle onun annesine duyduğu bitmeyen özlemi dış görünüşünden duyduğu memnuniyetsizlikle birleşince, şairin kadınlarla olan ilişkisi oldukça karmaşık bir hal alır. Ahmet Haşim’in ergenlik yıllarında yaşadığı dil sorunu da onda derin izler bırakmış ve şairdeki aşağılık kompleksini beslemiştir. Çocukluğunu Arabistan vilayetlerinde geçirmesi ve Türkçeye hâkim olmaması onun arkadaşları arasında alay konusu olmasına neden olmuştur. Bu durum onun yeni girdiği sosyal çevreye uyum sağlamasını zorlaştırmış ve kendisini yalnız hissedip insanlardan uzaklaşmasına yol açmıştır. Ahmet Haşim’in çocukluk ve ergenlik yıllarında yaşadığı olaylar, ondaki aşağılık duygusunun aşağılık kompleksine evrilmesine ve sanatçının bazı uyumsuz davranışlar geliştirmesine neden olmuştur. Yani bahsi geçen bu olaylar aslında aşağılık kompleksinin kıvılcımı olmuş fakat kompleksin Ahmet Haşim’in hayatındaki etkileri ise farklı şekillerde gözlemlenmiştir. Yazının ilerleyen bölümlerinde gerek bu olayların ortaya çıkışları gerekse etkileri, sanatçının şiirlerinden ve düzyazılarından hareketle ayrıntılı bir şekilde açıklanmaya çalışılacaktır.

1. Kadınlarla Olan İlişkisi

Ahmet Haşim’in başta annesi olmak üzere kadınlarla olan ilişkisi iç dünyası konusunda birçok ipucu barındırır. Bu ipuçları onun gerek özel gerekse edebî yaşamında gözlemlenebilir. Kenan Akyüz de benzer bir değerlendirmede bulunarak “Bütün hareketlerine ve edebî faaliyetine tesir eden; içinde korkunç, sürekli ve hazîn ve huzûrsuzluk doğuran; onu tezâdlar ve aşırılıklar arasında kıvrandıran bu çapraşık düğümü kaderinin yavaş yavaş nasıl hazırladığını görebilmek için çocukluğunun ilk zamanlarına inmek icâb eder.” (1985: 597) sözleriyle, şairin çocukluğunun edebiyat araştırmacıları için ne denli önemli olduğunun üzerinde durur. Babasının görevi nedeniyle, çocukluğu, Arabistan’ın çeşitli illerinde geçen şairi en fazla etkileyen yer, şüphesiz Bağdat ve Dicle Nehri kıyılarıdır. Dicle Nehri’nin kenarında verem hastası olan annesi ile yaptığı yürüyüşler onunla annesi arasında kuvvetli bir bağ inşa etmekle kalmamış, hasta bir kadını, ruhen hassas bir çocuğun tek sığınağı haline getirmiştir. Kenan Akyüz anneyle oğlu arasındaki ilişkiyi şu sözlerle ifade eder:

“Çok zeki ve hassâs bir çocuk olan küçük Hâşim, günlerini, sekiz yaşına kadar, yine hassâs ve hasta bir anne ile hâşin bir babanın arasında geçirir. Annesi, belki, bünyece mârizdi; fakat -şâir sonraları babasının sertliğinden ve şefkatsizliğinden şikâyet ettiğine göre- hastalanmasında, belki bedbaht bir izdivâcın da büyük bir hissesi vardır. Âile

Hayrunisa Topçu ____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 103-118

108

hayâtının bu hazîn huzursuzluğu, çocuğun bedenî ve rûhî gelişmesi üzerinde de te’sîrlerini göstermekte gecikmez. Bünyece mârizleşmeye yüz tuttuğu gibi, ruhunda da sarsıntılar belirmeğe başlar. Şefkate şiddetle muhtâc olan küçücük varlığı, babanın sertliği karşısında, sâdece, hasta bir annenin kırık kanadlarına sığınır. Anne bütün ilgisini çocuğuna, çocuk da bütün sevgisini annesine bağlamıştır. Her akşam veya her gece, bu hasta anne ve çocuk, yalnız başlarına, Dicle’nin kıyısında gölgeler gibi sessiz sessiz dolaşırlar (Şi’r-i Kamer : O).” (1985: 598)

Kenan Akyüz’ün Ahmet Haşim’in babasıyla ilgili değerlendirmeleri dikkat çekicidir. Bu değerlendirmeleri doğrulayacak şiir, düzyazı veya anı yoktur. Fakat Suut Kemal Yetkin de, Haşim’in babasının sert mizacını vurgulamak için “Suçlu olduğu zamanlar, babasının kendisini odaya kapadığını söyleyivermiş idi.” (1969: 66-67) ifadesini kullanır. Alptekin, annesinin vefatının ardından, babası Arif Hikmet Bey’in, Haşim yaklaşık dokuz yaşlarında iken yeniden evlenerek Revendus’a gittiğini belirtir (Alptekin 1985: 9). Nitekim Ayvazoğlu da Haşim’in anne ve babasının evliliğinden benzer bir bakış açısıyla söz eder.

“(...) Hâşim, hemen ardından, mutluluğunun kaynağı olan annesinin gözleri için, Bir lâhza sevilmiş, unutulmuş keder-âlûd / Rüyâlı kadın gözleri diyor. Bu mısralardan hareketle, Sâre Hanım’ın Ârif Hikmet Bey’le evliliğinde hayal kırıklığına uğradığı, “bir lâhza sevil”dikten sonra ihmal edildiği, unutulduğu söylenebilir. Eşinde bulamadığı mutluluğu küçük Hâşim’de arayan ve ona marazî bir sevgiyle bağlanan Sâre Hanım’ın en büyük zevklerinden biri, Bağdat’ın bunaltıcı yaz gecelerinde Dicle kıyılarında gezinmek ve mehtabı seyretmektir; arkadaşı ise elinden sıkı sıkı tuttuğu küçük ve hastalıklı oğlu...” (2012: 38)

Alıntıdan da anlaşılacağı üzere Haşim’in en yakın arkadaşı, annesi Sâre Hanım’dır. Genç kadın vaktinin çoğunu küçük oğluyla Dicle Nehri kenarında geçirmektedir.

Haşim’in aile yapısı ve çocukluğuyla ilgili kesin ve ayrıntılı veriler olmamakla birlikte yapılan değerlendirmelerden yola çıkıldığında, annesinin sarıp sarmalayan sevgisi ile babasının mesafeli ve katı tutumu arasında kalmış bir çocuk göze çarpar. Böyle bir ortamda Sâre Hanım, Ahmet Haşim’in tek sığınağı haline gelmiş, aralarında anne-oğul ilişkisinin ötesinde derin ve kuvvetli bir bağ ortaya çıkmıştır. Bu tablo Alfred Adler’in aşağılık karmaşasının temeline oturttuğu nedenlerden iki tanesini akla getirir: ihmal edilme ve şımartılma. Adler, çözümlenmemiş bir aşağılık duygusunu ve başka insanlardan üstün olma isteğini çocuğun eğitilebilir olmasının önündeki engeller olarak kabul eder. Çünkü bu çocuklar hem doğa hem de diğer insanlar tarafından ihmal edildiklerine inanırlar. Yaşamları yapmak isteyip yapamadıklarıyla, yani yenilgilerle doludur (Adler 1994: 180). Bu noktada Ahmet Haşim’in babası ile olan mesafeli ilişkisini hatırlamak gerekir. Her çocuğun doğuştan getirdiği aşağılık karmaşasından kurtulabilmesi için ebeveynlerinin desteğine, onayına ve takdirine ihtiyacı vardır. Böylece çocuğun kendi kendine becerebildikleri önüne çıkan engelleri aşması konusunda itici bir güç oluşturur. Fakat Haşim, babasının ilgisini yeterince hissedememiştir. Dolayısıyla onu yaptıkları için takdir edecek, yapmakta tereddüt ettikleri için de yüreklendirecek dayanaklardan biri eksiktir. Annesi ile arasındaki özel bağ, bu eksikliği telâfi etmek istercesine kuvvetlidir. Fakat bu bağın, “Bazıları sanki oyuncakmış, canlı bir bebekmiş ya da dikkatle gözetilmesi gereken değerli bir eşya imiş gibi görülmekte” (Adler 1994: 181) sözlerini doğrularcasına Haşim’in şımartılmasına neden olduğu düşünülebilir. Onu, sonsuz bir sevgi şefkat yumağına hapseden annesinin, Haşim’i aynı zamanda önüne çıkacak güçlüklerle mücadele edecek, bu güçlüklerin üstesinden gelebilmesi için yaşıtlarıyla işbirliği

_______________________________________ Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim

SEFAD, 2018 (40): 103-118

109

yapacak bir sosyal ortamdan mahrum bıraktığı söylenebilir. Ayrıca verem hastası olan Sâre Hanım’ı kaybetme korkusunun, Haşim’in yaşam karşısındaki acizliğini pekiştirdiği, böylece aşağılık karmaşasının Haşim üzerindeki etkisini artırdığı düşünülebilir. Çünkü fiziksel ihtiyaçlarını giderebilmek noktasında her çocuğun yaşadığı aşağılık karmaşasına, bir de annesini kaybetme korkusu ve bu hastalığı engellemek konusundaki acizliği eklenince Haşim’in yetersizlik hissi daha da kuvvetlenmiştir. Dolayısıyla Ahmet Haşim, aşağılık karmaşası ile başa çıkabileceği bir aile yaşantısı ve sosyal ortamda bulunmak yerine annesinin koruyucu kanatlarına sığınan bir çocuk olmuştur. Ahmet Haşim’in yetişkinlik yılları ve şiirleri onun çocukluğundan yola çıkılarak yapılan bu tespitleri destekler niteliktedir. Yani ihmal edilme ve şımartılma nedeniyle aşağılık karmaşasından aşağılık kompleksine dönüşen psikolojik durum ilerleyen yıllarda uyumsuz davranışlar olarak ortaya çıkar. Bu davranışlar ve duygular, kibir, kıskançlık, tiksinti, insanlardan kaçma, anksiyete ve çekingenlik şeklinde görülür.

Adler, insan doğasını ana hatlarıyla değerlendirdiği çalışmasında kadın ve erkeğin birbirlerine olan bakış açılarını ele alır. Bu noktada özellikle erkeklerin kadınlardan üstün olduğu inancı üzerinde durur ve bu algının neredeyse onlarca yıldır tüm toplumlar tarafından benimsendiğini vurgular. Sözü edilen algının kökenleri, erkeklerin anaerkil sistemleri reddetmelerine ve kadınları toplum içerisinde huzursuzluk kaynağı olarak görmelerine dek götürülebilir. Bu düşünce, zaman içerisinde erkeklerle aynı işleri yapan kadınların daha düşük ücretler karşılığında çalıştırılmaları, onların günlük yaşamda ikinci sınıf vatandaş yerine konulmaları gibi davranışlarla pratiğe dökülmüştür (Adler 1994: 252-253). Haşim de mensup olduğu toplumun bu algısından nasibini almış ve 19. yüzyılda gerek sosyal yaşamın gerekse çalışma hayatının her alanında yerini almaya başlayan kadının yükselişine zaman zaman hayretle zaman zaman da öfke ve tiksintiyle bakmıştır. Ne var ki onun bu davranışlarını açıklamak için geleneksel kadın algısının bir adım ötesine geçip Haşim’deki aşağılık kompleksine odaklanmak gerekir. Haşim’in, bu kompleksin kendisindeki etkilerini hafifletebilmek, bir anlamda telafi edebilmek için diğer insanlardan üstün hissedebilmeye, kendisini değerli kılmaya ihtiyacı vardır, bunu yapabilmek için de kadınları aşağılamıştır. Sözü edilen küçümseme duygusuna yer yer kibir ve tiksinti de eşlik etmiştir. Ahmet Haşim, Dreykul’da Kadın Modaları isimli yazısında kadına erkeğin aşkı üzerinden değer biçer.

“Ey, en küçük heveslerine esir olduğumuz kadınlar! Söylemezsiniz ama pekâlâ bilirsiniz ki, bütün varlığınız erkeğin size karşı duyacağı aşka bağlıdır. Erkeğin aşkı olmazsa, düşük omuzlu, kısa ayaklı, iri kalçalı, korkunç bir mahlûk şekline istihale etmenize mâni ne kalır? Erkek aşkına lisan veren dâhilerin, sihrengiz aynalar teşkil eden ulvî eserlerinde aksinizi gördüğünüz içindir ki, kendinizi beğenirsiniz.” (2014b: 66)

Haşim’e göre kadını tuhaf bir yaratık olmaktan kurtaracak şey, erkeğin ona duyduğu aşktır. Bu satırlarda hem açık bir aşağılama hem de yoğun bir kibir vardır. Haşim’in ruhunun derinliklerine işlemiş aşağılık kompleksinden bir nebze olsun kurtulabilmesi kendisinin diğer insanlardan daha üstün olduğunu hissetmeye ihtiyacı vardır, bunun yöntemlerinden biri de diğer insanları aşağılamaktır. Kendisini değerli bulabilmesi içinse kibre tutunur. “Kibirli insan hedefini diğer insanların değeri olarak belirler. Başka insanları alçaltarak üstünlük duygusu kazanma doğrultusunda bir girişimdir bu. Bir başka insanın değerinin kabul edilmesi bireyin kişiliğine hakaret olarak görülür.” (Adler 2004: 161). Tiksinti de aşağılık kompleksi çerçevesinde kişide görülen duygulardan bir diğeridir. Adler’e göre

Hayrunisa Topçu ____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 103-118

110

hoşlanmamanın ardından gelen tiksinti sonucunda ortaya çıkan yüz buruşturma, aşağılamanın ve sorunu reddederek çözme girişiminin göstergesidir. Bu durum aynı zamanda tiksinti duyulan insandan veya olaydan uzaklaşmak için güvenilir bir bahane oluşturur (2014: 217). Ahmet Haşim, kadınlardan bahsettiği bazı yazılarında onları tiksindirici bulduğunu açıkça ifade eder. “Nice ilâhi başların pembe dudakları, her açılışta, dimağdan inen koca bir hamakat öküzüne yol veren bir kapı vazifesini görür. Bu itibarla bazı kadın başları, hakikatte, altın, elmas ve yakuttan yapılı tiksindirici birer belâhet medharıdır.” (2014a: 51). Bu satırlarda Haşim kadınları küçümsemekle kalmaz, aynı zamanda onların ahmaklıklarından tiksinir. Tiksinti duygusunun, onun aşağılama duygusunu kuvvetlendirdiği dolayısıyla da üstünlük kurma çabasını artırdığı fark edilebilir. Öte yandan Adler’in yorumundan yola çıkılacak olursa, tiksinti duygusu aynı zamanda Haşim’in kadınlardan uzak durma nedenlerinden birini de oluşturur. Haşim’in kadınlardan kaçması ile ilgili ayrıntılar çoğunlukla yakın arkadaşları Abdülhak Şinasi Hisar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun anılarında yer alır. Abdülhak Şinasi Hisar, Haşim’in evlenmek üzere bir hanımla tanışmasının ardından ortadan kaybolmasını şu cümlelerle anlatır:

“Fakat hayret! Alt katta görülmüş olan Haşim ortadan kayboluvermiş. Hizmetçiler kapıyı açıp çıktığını söylemişler. Tanıdığımız hanım da aile erkânına mahcup, mazeretlerini, bir yanlışlık olduğunu kabul ettirmek istemiş. Sonra Haşim’e sormuşlar: Aşağı kattaki genç kızın annesinin ne acûze olduğunu gördüm. Birkaç sene sonra kendisinin de ne olacağını anlayınca korkudan kaçtım! diye cevap vermiş.“ (1963: 127-128)

Başından buna benzer birden fazla olay geçen Haşim, türlü bahanelerle evliliğin eşiğinden döner. Karaosmanoğlu (2006: 131), bu bahanelere örnek olarak Haşim’in nişanlısının konuşurken boynunun bir ibriğe benzemesini gösterirken, Hisar (1963: 129), müstakbel kayınvalidesinin Haşim’in cebine yiyecek koymasından da ayrılık nedenlerinden biri olarak bahseder. Böylece Haşim çeşitli bahanelerle, evlenmek ümidiyle bir araya geldiği kadınlardan kaçar. Adler, bu durumun psikolojik nedenlerini şu şekilde anlatır:

“Geri çekilme ve yalıtılmışlık çeşitli biçimlerde ortaya çıkar. Toplumdan kaçan insanlar ya hiç konuşmaz ya da çok az konuşurlar. Başka insanların gözünün içine bakmazlar ve onlarla konuştuğumuzda dikkatlerini bize yöneltmezler. (...) Tüm bu yalıtılmışlık düzeneklerinin altında bir hırs ve kibir eğiliminin gizli olduğunu görürüz. Bu insanlar kendileriyle toplumun geri kalanı arasındaki farkları vurgulayarak kendilerini diğerlerinin üstüne çıkarmaya çalışırlar; ama kazanabilecekleri en büyük şey hayali bir görkemdir. Bu sosyal sürgünlerin görünürde zararsız tutumlarında kavgacı bir düşmanlığın varlığı apaçık bir biçimde sergilenir.” (2004: 186-187)

Haşim’in kadınlardan kaçması bir anlamda kendisini ayrıcalıklı hissettiği konumu korumak içindir. Çünkü bu sayede üstünlük halini koruması mümkün olur. Fakat özellikle düzyazıları da dikkate alındığında kadınları tarif ederken kullandığı sözcüklerde onlara karşı benimsediği düşmanca tavrın izleri fark edilebilir. Bu saldırgan üslup, aşağılık kompleksine saplanıp kalmış bir insanın diğer insanları küçümseyerek ve yer yer onlardan kaçarak kendisini üstün hissedebilme arzusunun ve aşağılık kompleksini telafi edebilme çabasının sonucudur.

Aşağılık kompleksiyle birlikte ortaya çıkan normal dışı davranışlar bir zincirin halkaları gibi birbirlerine eklenmiş halde bulunurlar. Onlardan herhangi birini diğerlerinden keskin çizgilerle ayırmak güçtür. Bu bağlamda insanlardan kaçma davranışı beraberinde

_______________________________________ Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim

SEFAD, 2018 (40): 103-118

111

anksiyeteyi getirir. “İnsanlardan kaçanlar sıklıkla anksiyeteden yakınırlar. Anksiyete fazlasıyla yaygın bir özelliktir; ilk çocukluktan başlayarak yaşlanan dek bireye eşlik eder. Yaşamını belirgin ölçüde acılaştırır, onu her türlü insani temastan uzaklaştırır ve barışçıl bir yaşam kurma ya da dünyaya verimli katkılarda bulunma umudunu yıkar.” (Adler 2004: 188). Haşim’in yaşamına bakıldığında, her zaman insanlar tarafından beğenilmeme yönünde bir endişe duyduğunu ve bu endişenin de özellikle kadınlarla olan ilişkilerinde etkili olduğu görülür. Haşim böyle düşündüğü için insanlardan uzaklaşmış ve kadınlarla hiçbir zaman sağlıklı bir ilişki kuramamıştır. Dış dünya çoğu zaman onun için bir korku kaynağı olmuştur. Anksiyete zaman zaman utangaçlık biçiminde de ortaya çıkabilir.

“Utangaçlık anksiyetenin daha hafif ama eşit ölçüde önemli bir biçimidir; anksiyeteyle ilgili olarak söylemiş olduklarımız utangaçlık için de geçerlidir. Utangaç çocukları hangi ilişki içerisine sokarsanız sokun utangaçlıkları her zaman temaslardan kaçınmalarını ya da temas kurulduğunda bunu kesmelerini sağlayacaktır. Aşağılık ve başkalarından farklı olma duygusu bu çocukların temas kurmaktan zevk almasını engeller. Utangaçlık kendilerini bekleyen her görevin özellikle güç olduğunu hisseden, bir şey başarma yeteneklerine güveni olmayan insanların bir özeliğidir.” (Adler 2004: 190-191)

Utangaçlık sosyal Ahmet Haşim’in ilişkilerini etkileyen bir kişilik özelliğidir. Nitekim Haşim utangaçlığı nedeniyle insanlardan uzak durur.

Yakup Kadri’nin, Haşim hakkında anlattıklarından yola çıkarak utangaçlık duygusunun özellikle onun kadınlarla ilişkilerini şekillendirdiği görülebilir. Haşim, İzmir’de kendileriyle aynı otelde kalan bir İtalyan hanıma âşık olur, fakat bu hanımı öylesine ulaşılmaz bulur ki yanına yaklaşıp onunla konuşmaya bir türlü cesaret edemez. Ortak arkadaşlarından birisi kendisini bu hanımla tanıştıracak olduğunda ise ortalıktan kaybolur (Karaosmanoğlu 2004: 17). Anlatılan bu olayda Haşim’in kendine olan güvensizliği, kadınları aşağılama şeklinde değil, utangaçlık ve insanlardan kaçma biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu durum aslında aşağılık kompleksinin birbirinden farklı görünümlerde ortaya çıktığının fakat aynı zamanda bu görünümlerin birbirleriyle bağlantılı olduğunun göstergesidir.

Ahmet Haşim’in yetiştirilme şartlarından, anne ve babasıyla olan iletişiminden, kadınlarla olan ilişkisine uzanan bu süreç hakkında bir değerlendirme yapılacak olursa, ilk olarak kişinin çocukluğunun onun tüm yaşamı üzerindeki güçlü etkisine değinmek gerekir. Haşim bir yandan annesinin yakın ilgisi ve yoğun sevgisi altında büyürken bir yandan da babasının mesafeli tutumuyla çevrelenmiştir. Haşim’in getirdiği aşağılık duygusundan kurtulabilmesi ve kendisini değerli hissedebilmesi için hem anne hem de baba figürlerinin tutarlı tavırlarıyla desteklenmesi gerekirdi. Oysa anne ve babasının tutarsız tavırları onu annesine yaklaştırmış ve annesini, Haşim için fiziksel ve duygusal ihtiyaçların giderildiği bir sığınak haline getirmiştir. Böylelikle aşağılık duygusu aşağılık kompleksine dönüşerek, ilerleyen yıllarda kibir, kıskançlık, tiksinti, insanlardan kaçma, anksiyete, çekingenlik gibi davranışlar ve duygular şeklinde görülmeye devam etmiştir. Bu durum, onun özellikle kadınlarla olan ilişkilerinde etkili olmuş, çoğunlukla onlardan nefret etmesine ve kaçmasına yol açmıştır. Çünkü Haşim, yaşamı boyunca karşısına çıkan kadınlarda ya annesini aramış ya da içten içte kendisini onlara lâyık bulmamıştır. Bu arayış onun şiirlerinde anneye ve hayalî sevgiliye duyulan özlem şeklinde kendisini gösterir. Ahmet Haşim, özellikle ilk şiirlerinin yer aldığı, 1908-1909 yılları arasında Resimli Kitap dergisinde yayımlanan on iki

Hayrunisa Topçu ____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 103-118

112

şiirlik Şi’r-i Kamer serisinde annesi ile geçirdiği günleri sıkça anar. Haşim Hasta İken isimli şiirinde annesiyle kendisini şu dizelerle anlatır:

“Bir vâlide, bir zevc-i mükedder, sonra mübhem Bir ince çocuk çehresi –ben– muzlim ü ebkem, Bî-his uzanan hastayı durmuş düşünürken, Akşam mütemadi dolarak pencerelerden Vermişti o sâkin odanın hüznüne bir reng, Bir reng-i küdûret ki eder bizleri dil-teng.” (2010: 111)

Şi’r-i Kamer serisinde yer alan Çıktığın Geceler, O, Sensiz, Hazan ve Nehir Üzerinde isimli şiirlerinde de hasta, solgun bir kadın şeklinde betimlenen anne imgesi ve ona eşlik eden bir çocuk yer alır. Bazı şiirlerinde ise anne ve sevgili imgeleri iç içe geçer veya ayrı şekillerde görülür. Ahmet Haşim, O Belde isimli şiirinde kadını, sevgilinin dışında kız kardeş olarak da değerlendirir.

“Denizlerden Esen bu ince hevâ saçlarınla eğlensin. Bilsen Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-ı şâma bakan Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin! (...) O belde? Durur menâtık-ı dûşize-i tahayyülde; Mâî bir akşam Eder üstünde daima ârâm; Eteklerde deniz Döker ervaha bir sükût-ı menâm. Kadınlar orda güzel, ince, saf, leylîdir, Hepsinin gözlerinde hüznün var Hepsi hemşiredir veyahut yâr;” (2014: 154)

O Belde isimli şiirde hayali kurulan o uzak ülkede gözleri hüzünle dolu, güzel kadınlar vardır. Buradaki hüzün, Haşim’in annesini çağrıştırsa da asıl üzerinde durulması gereken nokta şairin anlattığı bu yerin hayalî bir mekan olmasıdır. Ütopik bir ülke hayali, kişinin kendini yaşamdan soyutlamak isteğinin, hayattan çoğu zaman istediği zevki alamadığının ve bu zevki hayallerinde yaşamak umudunun bir göstergesidir. Nitekim Şahin’in de vurguladığı üzere, edebiyat eserlerinde mekân, yazar veya şairin mekânı şekillendiren farklı bilinçleri tarafından çeşitlenebilir. Zaman zaman ütopik mekân da bu çeşitlenmelerden biri olarak okuyucunun karşısına çıkar. Ütopik mekân çoğunlukla kaçışın ve kişinin kendisini huzurlu, mutlu hissettiği, bilinçaltındaki arzularına kavuştuğu yerdir. (2017: 325-335). Haşim’in sevme sevilme arzusu da bu hayal ülkesinde karşılık bulmuştur. Gerçek hayatta kendisini sevmeyecekleri inancıyla türlü bahanelerle yanından uzaklaştırdığı kadınlar, sözü edilen bu beldede yarı anne yarı sevgili olarak karşısına çıkmakta ve onu sevmektedirler. Haşim’in şiirlerinde dile getirdiği anne özlemi ve kendisini sevecek o hayalî sevgiliye kavuşma umudu, aşağılık kompleksi konusunda, düzyazılarındaki kadar kesin veriler sunmaz. Fakat gerçek hayattan ve kadınlardan kopuşuyla ilgili travmanın kökenleri, zaman zaman kadınlara karşı gösterdiği saldırgan tavırları ve onlar için abartılı yorumları

_______________________________________ Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim

SEFAD, 2018 (40): 103-118

113

konusunda ipuçları verir. Ondaki aşağılık kompleksinin bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirebilmesini sağlar.

2. Türkçesi Nedeniyle Yaşadığı Uyum Sorunu

Ahmet Haşim, annesinin ölümünün ardından babasıyla birlikte İstanbul’a döner, Türkçe öğrenmesi için Nümûne-i Terakkî Mektebi’ne verilir. Türkçesini ilerlettiği bir yılın ardından Galatasaray Lisesi’ne geçiş yapar. Haşim’in, İstanbul’a geldiğinde Türkçesinin ne düzeyde olduğuna dair farklı görüşler vardır. Ayvazoğlu (2012: 44) ve Çoban (2004: 20), Haşim’in İstanbul’a geldiğinde Arapçadan başka bir dil bilmediğini söylerken, Tanpınar’ın aksi bir görüşte olduğundan bahsederler. Fakat Haşim’in özellikle lisenin ilk yıllarındaki yalnızlığı, çekingenliği, dil problemi yaşamış olma ihtimalini akla getirmektedir. Ayrıca uzun yıllar Arapça konuşulan çevrelerde büyümesi ve Türkçesini ilerletebilmesi amacıyla bir yıl süreyle Nümûne-i Terakkî Mektebi’nde eğitim görmesi de Türkçesinin zayıf olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Dili nedeniyle yaşadığı uyum sorununa bir de arkadaşlarının ona taktıkları “Arap Haşim” lâkabı eklenince Haşim Galatasaray Lisesi’ndeki ilk yıllarını içine kapanık ve yalnız bir halde geçirir. Zaman içerisinde edebiyata duyduğu sevgi, onun yeni bir sosyal çevreye girmesini ve kendisi gibi şiirle ilgilenen insanlarla bir araya gelmesini sağlamıştır.

Ahmet Haşim’in Galatasaray Lisesi’ne başladığında Türkçesinin yetersizliği nedeniyle yaşadığı uyum sorunu, Adler’in aşağılık kompleksi kavramı ile ilişkilendirildiğinde, bu sorunun çocuğun kabul görme arzusuna sert bir darbe vurduğu fark edilir. Daha önce de bahsedildiği üzere aşağılık karmaşasının aşağılık kompleksine dönüşmeden atlatılabilmesi için çocuğun yetersizlik duygusuyla başa çıkabilmesi, yani kendi becerilerinin farkına varıp özgüvenini inşa edebilmesi gerekir. Aksi takdirde, kişi, çocukluk veya ergenlik yıllarında inşa edemediği özgüveni, sonraki yıllarda üstünlük çabasıyla, yani uyumsuz davranışlarla sağlamaya çalışacaktır. Dolayısıyla Haşim’in Türkçesi nedeniyle arkadaşlarının alaycı esprilerine maruz kalması, yeni yaşamına uyum sağlamakta zorlanması, sosyal bir çevre edinememesi onun çocukluğundan getirdiği aşağılık kompleksini besleyip büyütmüştür. Hisar, Haşim’in okul yıllarında bazen şakacı bazense hırçın ve öfkeli olduğunu söyler (Hisar 1963: 9). Onun bu kavgacı ve hırçın halleri karakter özelliği olarak değerlendirilebileceği gibi yaşıtlarının arasında üstünlüğünü kanıtlama, varlık gösterme çabası olarak da yorumlanabilir. Nitekim yetişkinlik yıllarında sosyal ilişkilerinde yaşadığı sorunlar, sadece kadınlara olan bakış açısında veya onlarla kurduğu iletişimde orta çıkmamış, arkadaşlarıyla olan ilişkisine de yansımıştır. Aslında onun okul yıllarındaki saldırgan tutumu ve bu tutumun kıskançlık, intikam alma gibi farklı görünümleri sonraki senelerde de devam etmiş ve gerek bulunduğu çevrelerde gerekse kişisel ilişkilerinde fark edilir bir hal almıştır. Tanpınar’ın onun hakkındaki “(...) ve üstelik tahammül edilmez şekilde mütearrız bu Düyun-ı Umumiye memuruyla anlaşacak nokta bulmak hakîkaten güçtü. Kaldı ki bir münasebetsizliğinin, yahut onun böyle sandığı bir şey, çünkü alıngandı, öbür Haşim’i, o acayip ve zalim hiddetlerin Haşim’ini meydana çıkarabilirdi.” ( 1982: 34) şeklinde yaptığı değerlendirme, Haşim’in hırçın tavırlarının arkadaşları arasında da zaman zaman ortaya çıktığını gösterir. Hırçınlığının yanı sıra, arkadaşlık ilişkilerinde boş bir gurura ve intikam alma hissine kapıldığı da görülür. Hisar, onun Halit Ziya’nın yardımıyla işe girmekten rahatsızlık duyduğunu ve intikam almak için de onun aleyhine bir yazı yazdığından bahseder (1963: 31). Çünkü Ahmet Haşim, bir başkası kendisine yardım ettiğinde kendisini aciz ve beceriksiz hisseder. Yani karşıdaki kişinin yardımıyla, ruhunun derinliklerine işlemiş yetersizlik duygusu bir kez daha açığa

Hayrunisa Topçu ____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 103-118

114

çıkar, o da bu duygudan kurtulabilmek için üstünlük kurma mücadelesine girişir. Halit Ziya ile ilgili örnekte, bunu, onun aleyhine yazı yazarak yapmıştır. Adler’in yorumuyla, bu boş gururun nedeni, kendini yükseltebilmek için başkalarını küçük görme girişimidir (1994: 188). Madalyonun diğer yüzünde ise kıskançlık vardır. Haşim’i hayata karşı daha da öfkeli hale getiren bu duygu, tıpkı diğer duygular onun insanlardan uzaklaşmasına neden olur.

“Bunların kimi, Ahmet Haşim’in mektep arkadaşı, kimi talebesi, kimi hayranı, kimi mahmisi, kimi sadece tanıdığı idi. Birer birer yanından ayrılıp öne geçtiler. Zavallı Haşim, bir bankanın kendisine yol verilen bir memuru iken, onlar müdir-i umumiliklere kondular. Zavallı Haşim, orta mekteplerde ders vereyim diye sürüm sürüm sürünürken, onlar profesör kürsülerini işgal ettiler ve o müthiş hastalığını tedavi ettirmek için kısa bir Avrupa seyahati imkânı dilenirken, ciğeri beş para etmez, sırf adale ve etten mürekkep inkılap soyguncuları Londra’nın, Paris’in, Berlin’in en muhteşem otellerinde, en konforlu daireleri kiralıyorlar ve en lüks su şehirlerinde rakıdan, şampanyadan yıpranmış böbreklerini en son, en pahalı kür usulleriyle tamire çalışıyorlardı. Ahmet Haşim, bunları görüyor, hissediyor ve içleniyordu.” (Karaosmanoğlu 2004: 41)

Anlatılan olaylar dikkate alınınca, Ahmet Haşim’in hayata karşı olan kötümser bakış açısında haklılık payı olsa da arkadaşlarının veya tanıdıklarının mevkilerinin, yaşam tarzlarının, onu, herhangi bir insanı etkilediğinden daha fazla etkilediği görülür. Çünkü bu durum da diğer birçok örnekte olduğu gibi kendisini onların yanında daha aşağıda, daha niteliksiz hissetmesine neden olmuştur. Nitekim “Hırsın kardeşi olan kıskançlık ihmal edilmiş olma ve ayrımcılık görme duygusundan doğan ve yaşam boyu sürebilen bir özelliktir.” (Adler 2004: 176). Sözü edilen bu yıkıcı duygular bir zincirin halkaları gibi birbirlerine eklemlenerek Haşim’in zaman zaman araya mesafe koyarak arkadaşlarından uzaklaşmasına “O Belde”ye sığınmasına neden olmuştur. Aslında Haşim İstanbul’a geldikten sonra karşılaştığı dil sorunu nedeniyle, sadece arkadaşlarının alaycı şakalarına konu olmamış, kendisi için oldukça yabancı olan bir çevreye ve kültüre uyum sağlamakta da gecikmiştir. Bu süreçte çocukluğundan beri karşılaştığı zorlukların üstesinden gelememe ve bunun sonucunda kendisini diğer insanlardan aşağıda görme durumu tekrar tekrar nüksetmiştir. Ne yazık ki bu durumun giderilebilmesi için yaşıtlarıyla işbirliği içerisinde hareket ederek kendi değerinin farkına varma aşamaları gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla üstünlük kurma çabasının sonucu olan kıskançlık, saldırganlık, hırs, insanlardan kaçma gibi uyumsuz davranışlar, sadece kadınlarla olan ilişkilerinde görülmemiş, Haşim’in okul yaşamında ve arkadaşlarıyla olan iletişiminde de ortaya çıkmıştır.

3. Dış Görünüşünden Duyduğu Memnuniyetsizlik

Ahmet Haşim’in dış görünüşünden duyduğu memnuniyetsizlik kendisini diğer insanların yanında çirkin ve aşağılık görmesine neden olmuştur. Aslında sıradan hatta bakışlarıyla dikkat çekici bir görünüme sahip olan Haşim, kendisinin çirkin bir insan olduğu saplantısından kurtulamamıştır. Abdülhak Şinasi Hisar onun fiziksel özelliklerini ayrıntılı bir şekilde tarif etmiştir.

“Ahmet Haşim, orta boyunlu, hafifçe karınlı, beyaz ve esmer görünmekten ziyade, pembemsi tenli, biraz seyrekleşmiş, gümüşleşmiş saçlı, yüzünde Halep çıbanına benzeyen fakat çocukluğunda geçirmiş olduğu bir kazadan kalma bir yara nişanesi bulunan, gençliğinde çıkmış resimlerinde güzel görünmeyen, fakat kendisini olduğundan fazla çirkin zanneden, canlı hareketleriyle kadınların çok kere hoş buldukları bir adamdı. (…)

_______________________________________ Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim

SEFAD, 2018 (40): 103-118

115

Yüzünün asıl hüviyetini teşkil eden kumral ve yeşilimtırak, büyük parlak gözleriydi.” (1979: 126)

Haşim’in vücuduna göre büyük olan başı, onu tanıyanların şairin dış görünüşünü anlatırken vurguladıkları bir uzvudur. Öğrencilerinden Bedri Rahmi Eyüboğlu onu, “Orta boylu ve yelek düğmeleri arasındaki hiçbir büklüme yer vermeyen dolgun bir gövde üzerinde Hitit eserlerindeki kafalar kadar büyük ve ekspresif bir baş.” (Haşim 2010: 18) sözleriyle tarif eder. Haşim’in kendisi de kafasıyla vücudunu uyumsuz bulur ki Başım isimli şiiri yazar. Bu şiirde geçen “Bîhaber gövdeme gelmiş konmuş” (2010: 89) dizesiyle de başını neredeyse kendisinden bağımsız bir varlık olarak kabul eder. Yakup Kadri, Ahmet Haşim isimli monografik çalışmasında onun fiziksel özellikleri nedeniyle kendisine duyduğu nefreti şu cümlelerle anlatır:

“Kendisinin son derece çirkin bir adam olduğunu zannediyordu ve bu zan, ona, ilk gençlik çağlarından son gençlik demine kadar hayatı zehreden tasalardan biri olmuştur. Bir gün demişti ki: ‘- Mon cher, dün gece, bu suratımın hali uykumu kaçırdı. Onu şöyle hayalimde tashih edeyim dedim. Mesela alnımı daha muntazam bir şekle soktum. Kafamı lepiska saçlarla örttüm. Yanağımdaki Halep çıbanını hazfettim. Ağzımı ufalttım, çenemi incelttim. Gene bir şeye benzemedi. Anladım ki, bu kafayı kökünden söküp atmaktan başka çare yok.’ ” (2004: 19)

Haşim ne yaparsa yapsın kendisini bir türlü beğenemez ve onun kendisine duyduğu bu nefret tüm yaşamını etkiler.

Aslında Haşim’in tek sorunu başının büyüklüğü veya yüzündeki yara izi değildir. Çoğunlukla hafif göbekli bir adam olarak tarif edilen Haşim aynı zamanda kendisini kilolu bulur. “Dün kendimi tarttırdım. Dört ay evveline nazaran birçok kilo arrtığımı haşyetle öğrendim. Bu hâl devam ederse bir sene, iki sene sonra ne olacak? Vücudumun müstakbel şekli, bana günlerin ve ay-ların karanlık ufku üzerinde, kırmızı bir ay, âteşîn bir küre hâlinde yuvarlanıyor göründü.” (Haşim 2014a: 127). Haşim kendisine bakarken ona bakanların gördüğünden çok farklı bir insan görür. Onun gördüğü canlı; çirkin, şişman ve vücuduna oranla oldukça iri başıyla insandan çok bir yaratığa benzer. Bu duygunun, kendisinde yarattığı aşağılık kompleksinin bir türlü üstesinden gelemeyen Haşim, özellikle kadınlarla olan ilişkilerinde kendisini geri çeker. “Çünkü alacağı kızın kendisini sevemeyeceğine önceden kanaat getirmişti ve aldatılan bir koca olmak rezaleti, ona, felâketlerin en büyüğü gibi görünüyordu.” (Karaosmanoğlu 2004: 19). Haşim’in dış görünüşünden duyduğu memnuniyetsizlik, Türkçesi nedeniyle yaşadığı uyum sorunuyla birlikte ondaki aşağılık kompleksini besleyen bir diğer nedendir. Bu konuda yaşadığı özgüvensizlik sadece kadınlarla olan ilişkisini değil tüm sosyal hayatını etkileyerek daha önceki başlıklarda bahsedilen uyumsuz davranışların ortaya çıkmasına neden olur. Örneğin Yakup Kadri, Haşim’in bir kadın tarafından sevilebileceğine inanmadığından olsa gerek “Bunun içindir ki, ölünceye kadar, daima yakışıklı gençleri, sevişen çiftleri kıskandı. Onlar aleyhinde en zehirli, en kötü sözleri mübah gördü.” (2004: 19) sözleriyle ondaki kıskançlık ve nefrete işaret eder. Haşim’in bu tavrı diğer olaylarda olduğu gibi kendisini üstün hissetmeye duyduğu ihtiyaçtan doğmaktadır. Aksi takdirde kendisi için duyduğu nefret ve değersizlik hissi daha da artarak onu aşağıya doğru çekecektir.

Hayrunisa Topçu ____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 103-118

116

SONUÇ

Türk şiirinin kalıplarını kırmakta önemli bir rol üstlenen Ahmet Haşim’i edebiyat araştırmacıları için dikkat çekici kılan sadece saf şiire ulaşmak konusundaki arayışı değildir. Ahmet Haşim şiir anlayışıyla olduğu kadar karakteri ile de araştırmacıların ilgi alanına girmiştir. Çünkü onun standart dışı olarak tanımlanabilecek kişiliği eserlerine yansımıştır. Annesinin koruyucu sevgisi ile babasının soğuk tavrının hüküm sürdüğü bir çatı altında geçen çocukluğu onda silinmeyecek izler bırakmıştır. Verem hastası annesiyle kurduğu iki kişilik dünyada annesini kaybedecek olmanın korkusuyla yaşamış, bu korkunun yarattığı acizlikten kurtulamamıştır. Annesiyle kurduğu bu özel bağ, onu gerçek dünyadan koparmış, yaşam karşısındaki yetersizliği ile başa çıkabilmek için yaşıtlarının bulunduğu ve becerilerini kanıtlayabildiği sosyal bir ortamdan, itici bir güçten mahrum bırakmıştır. Babasının ona karşı takındığı mesafeli tavır ondaki yetersizlik duygusunu beslemiş ve filizlenmeye fırsat bulamayan özgüvenini neredeyse yok etmiştir. Çocukluk yıllarındaki duygusal zorlanmalara ergenlik döneminden itibaren baş gösteren çirkinlik saplantısı ve İstanbul’a geldiğinde yaşadığı uyum sorunu da eklenince Haşim’deki aşağılık duygusu yerini aşağılık kompleksine bırakmıştır. Aslında bu durum kişinin ruhsal olarak kendisini koruma altına almak istemesinden kaynaklanır. Hayat karşısında kendisini yetersiz, diğer insanlar karşısında ise değersiz hissetmekten kurtulmasının tek yolu onlardan üstün olduğuna inanmasıdır. Bu noktada yetersizlik ve değersizlik duygusuyla baş edebilmesi için üstünlük çabası devreye girer. Bu çaba bir anlamda vücudun bağışıklık mekanizması gibi çalışır ve kişinin ruh sağlığını dışarıdan gelen tehditlere karşı korur. Nitekim Haşim, aşağılık kompleksi ile baş edebilmek için tiksinti, kibir, hırs, insanlardan kaçma, boş nedenlerle gurura kapılma gibi uyumsuz davranışlar geliştirir. Diğer insanlara öfkelenerek, hırslanarak veya onları küçümseyerek kendini yüceltir ve onlardan ayrıcalıklı bir yerde konumlandırır. Böylelikle onu içten içe kemiren aşağılık kompleksine karşı bir savunma sistemi geliştirmiş olur. Sözü edilen uyumsuz davranışlar onun kadınlarla olan ilişkilerini fazlasıyla etkiler. Çirkinlik saplantısının da etkisiyle kendisini hiçbir zaman sevilmeye lâyık bulmayan Haşim, kadınlara âdeta sevilmeyişinin intikamını alırcasına hınçla yaklaşır. Onları çoğu zaman küçümser ve onlarla dalga geçer. Şiirlerinde ise, düzyazılarının aksine annesiyle geçirdiği mutlu çocukluk günlerini anar veya güzel kadınların dolaştığı ütopik ülkelere kaçmak ister. Arkadaşları ile olan ilişkileri de üstünlük kurma çabasının sonucu olarak çoğunlukla çalkantılıdır. Alınganlığı, öfkesi ve tutarsız davranışları nedeniyle onlarla olan ilişkisini bir küs bir barışık sürdürür.

Sonuç olarak aşağılık kompleksi, zaman içerisinde Türk edebiyatının yaratıcı şairi Ahmet Haşim’in sanatını besleyen hatta şekillendiren damarlardan biri haline gelmiştir. Bu damar, şiirlerinde masumane ve geçmişe duyulan özlem şeklinde görülürken; düzyazılarında saldırgan bir bakış açısı eşliğinde ortaya çıkar. Fakat her iki halde de onun eserlerine nüfuz etmekte bir anahtar vazifesi görür.

_______________________________________ Aşağılık Karmaşasına Hapsolmuş Bir İsim: Ahmet Haşim

SEFAD, 2018 (40): 103-118

117

SUMMARY

Ahmet Haşim is a name at the turning point of the Turkish poetry. His struggle to achieve pure poetry introduced the Turkish poetry into a new axis, which accelerated the innovations in poetic form and language. Ahmet Haşim wrote both prose and poetry. He was a very prolific author who also produced essays, travel writings, literary criticisms, and newspaper stories. What makes Ahmet Haşim of interest to literature researchers is his influential role in the renovation of the Turkish poetry and his so-to-say extraordinary personality. His distant and abrupt manner in his relationships with friends and women, his ugly duckling complex, and his problems with communicating with women made his unusual personality a plethora of materials for literature. A psychoanalytic analysis can help both to analyze the authors’ poetry through his personality and to understand his personality through his personality.

Haşim’s childhood years spent with his mother’s deep love and his father’s distant attitude and the pains of adjusting to a new social environment after moving to İstanbul and starting Galatasaray High School were the psychological processes that fed his distant and abrupt manner in social relations in the following years of his life. To analyze and explain this process, this study used the concept of inferiority complex coined by Viennese psychiatrist Alfred Adler accepted to be the founder of individual psychology. Accordingly, every person has a sense of lack as an existential necessity. If they fail to transform this sense into an impetus using their capabilities, it turns into an inferiority complex. Because they realize their failures and helplessness against life and start to feel worthless. To cope with such feelings, they need to feel superior to other people. This situation is called the struggle for supremacy. Then, they develop aggressive attitudes such as anger, arrogance, ambition, and pride, or escape from others to feel privileged. Thus, they can overcome the feeling of incompetence strongly felt when being with other people. Ahmet Haşim was torn between his mother’ protective love and his father’s distant attitude in his childhood and did not manage to overcome the feeling of inferiority. Because he was neglected by his father and raised by an exaggerated love and care of his mother. Haşim was deprived of a family and social setting allowing him to self-challenge and build self-confidence. The ugly duckling complex, and the feeling of loneliness in the first years after losing his mother rubbed salt into Haşim’s wounds. As a result, he developed aggressive behavior and stayed away from people to feel superior. Thus, Haşim’s feeling of incompetence turned into an inferiority complex. This study attempted to assess the causes and manifestations of Ahmet Haşim’s inferiority complex on the basis of his life and works and to classify them into the headings His Relationship with Women, The Adjustment Problem Due to His Turkish, and His Dissatisfaction with Physical Appearance.

Hayrunisa Topçu ____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 103-118

118

KAYNAKÇA

Adler, Adler (1994). İnsan Tabiatını Tanıma. çev. Ayda Yörükân. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

Adler, Adler (2002). Sosyal Duygunun Gelişiminde Bireysel Psikoloji. çev. Halis Özgü. İstanbul: Hayat Yay.

Adler, Adler (2004). İnsanın Doğası. çev. Ayşen Tekşen Kapkın. İstanbul: Payel Yayınevi. Akyüz, Kenan (1985). Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi. İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Alptekin, Turan (1985). Ahmet Haşim Hayatı Sanatı ve Eserleri. İstanbul. Kastaş Yay. Ayvazoğlu, Beşir (2012). Ömrüm Benim Bir Ateşti Ahmet Hâşim’in Hayatı, Sanatı, Estetiği,

Dramı. İstanbul: Kapı Yay. Çoban, Ahmet (2004). Göller ve Çöller Şairi Ahmet Haşim. Ankara: Akçağ Yay. Geçtan, Engin (1993). Çağdaş ve Normaldışı Davranışlar. İstanbul: Remzi Kitabevi. Haşim, Ahmet (2010). Bütün Şiirleri Piyale / Göl Saatleri Diğer Şiirleri. haz. İnci Enginün-

Zeynep Kerman. İstanbul: Dergâh Yay. Haşim, Ahmet (2014a). Bize Göre ve İkdam’daki Diğer Yazıları. haz. İnci Enginün-Zeynep

Kerman. İstanbul: Dergâh Yay. Haşim, Ahmet (2014b). Gurabahâne-i Laklakan ve Diğer Yazıları. haz. İnci Enginün-Zeynep

Kerman. İstanbul: Dergâh Yayınları. Hisar, Abdülhak Şinasi (1963). Ahmet Haşim Şiiri ve Hayatı. İstanbul: Hilmi Kitabevi. Hisar, Abdülhak Şinasi (1979). Ahmet Haşim – Yahya Kemal’e Veda. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (2004). Ahmet Haşim. İstanbul: İletişim Yay. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri (2006). Gençlik ve Edebiyat Hatıraları. İstanbul: İletişim Yay. May, Rollo (2018). Yaratma Cesareti. çev. Alper Oysal. İstanbul: Metis Yay. Moran, Berna (2004). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: İletişim Yay. Şahin, Veysel (2017). Turgut Uyar’ın Şiirlerinde “Ben ve Öteki”nin Görüntü Düzeyleri. Ankara:

Akçağ Yay. Tanpınar, Ahmet Hamdi (1982). Yahya Kemal, İstanbul: Dergâh Yay. Yetkin, Suut Kemal (1969). “Ölümünün 30. Yıldönümünde Ahmet Haşim”. Türk Dili (141):

66-73.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 03/05/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 03/09/2018

SEFAD, 2018 (40): 119-128 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515048

İvan Bunin’in Arsenyev’in Yaşamı Adlı Romanında Ölüm Teması

Dr. Kübra Çağlıyan Şakar Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi

Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü [email protected]

Öz İnsanın varlığını sorgulamaya başlamasıyla beraber ortaya çıkan ölüm (yok oluş)

kavramı edebiyat da dâhil olmak üzere; din, felsefe, sosyoloji, psikoloji, tıp gibi birçok alanda araştırmacıların ilgi konusu olmuştur. Bilinmeyene karşı merak, bu konuda daha fazla düşünmeye ve araştırmaya sevk etmiştir. Hem Türk, hem de dünya edebiyatında bu konu şairlerin ve yazarların eserlerinde bazen ana tema, bazen de yardımcı tema olarak karşımıza çıkmaktadır. 1933’te Arsenyev’in Yaşamı adlı eseriyle Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ilk Rus yazar İvan Alekseyeviç Bunin’in en sevdiği öğeler; aşk ve ölümdür. Bunin’nin eserlerinde farklı bir anlama bürünen aşk, yerini ya ölüme ya da sıradanlığa bırakır. Çalışmamızda, eserde kendini çok fazla hissettiren ölüm teması; ölüm korkusu, yakınlarının kaybından duyulan acı ve aşk acısı olmak üzere üç alt başlığa ayrılarak detaylı bir şekilde incelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: İvan Bunin, Arsenyev’in Yaşamı, ölüm, aşk.

The Theme of Death in Ivan Bunin’s Novel The Life of Arseniev

Abstract The concept of death (disappearance) that emerged with the beginning of questioning

the existence of human, in the field of religion, philosophy, sociology, psychology, medicine and etc., including literature; has been of interest to researchers. Curiosity about the unknown has led to more thinking and research in this matter. In both Turkish and world literature this subject is often a main theme, sometimes an auxiliary theme in the works of poets and authors. The favorite themes of Ivan Alekseyevich Bunin, the first Russian writer who received the Nobel Prize in literature in 1933 with his The Life of Arseniev, are love and death. Love, which has a different meaning in the works of Bunin, leaves its place either to death or ordinariness. In our work, the theme of death which heavily takes place in the novel is divided into three subheadings as the fear of death, suffering from the loss of relatives and the pain of love which are studied in detail.

Keywords: Ivan Bunin, The Life of Arseniev, death, love.

Kübra Çağlıyan Şakar _________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 119-128

120

GİRİŞ

1870’de Voronej’de doğan, yazın hayatına şiirle başlayıp düz yazıyla devam eden İvan Bunin'in yazın hayatı ve kişisel kaderi, tarihsel koşulların iradesine göre iki eşit parçaya bölünmüştür: 1920’ye kadar Rusya’daki yaşamı ve 1920’den 1953’e kadar vatanından çok uzaklarda, sürgünde geçen yılları.1 (İlk şiirini 1887’de yayımladığını düşünürsek 1920’ye kadar tam otuz üç yılı Rusya’da, 1920’den 1953’e kadar da tam otuz üç yılı göçmen olarak farklı ülkelerde, çoğu Fransa’da, geçti. Bu yüzden de onun edebiyat yaşamını iki eşit döneme ayırarak inceleyebiliriz).

Bu iki önemli dönem arasında ne geçiyor? İnanılmaz sayıda sosyal olaylar (üç Rus devrimi, korkunç savaşlar, gurbete gidiş) ve kişisel yaşamındaki olaylar (Arsenyev’in Yaşamı romanıyla 1933 yılında Nobel Ödülü’nü alan ilk Rus yazarı Bunin’in romanında Lika’nın prototipi olan Varvara Paşenko’ya karşı derin aşkı, küçük oğlunun ölümü) (Mihaylova 2018).

Yaşamında böyle korkunç olaylara ve acılara şahit olan yazarı “sonbahar, hüzün ve ölüm” ozanı olarak değerlendirmek pek de yanlış olmaz. “Ne var ki Bunin bu değerlendirmeye şiddetle karşı çıkar. Oysa gerek şiirlerinde gerekse düz yazılarında ölüm ve karamsarlık ağır basar. Aşk ve ölüm Bunin’in en sevdiği öğelerdir. Bunin’de özel bir anlama bürünen aşk, sonunda ya ölüme ya da bayağılığa mahkum edilir”(Büke 1985: 7).

Bunin’e göre aşk ve ölüm karşısında insanları birbirinden ayıran tüm toplumsal farklılıklar silinir ve insanlar eşitlenir. Örneğin, “Cılız Ot” öyküsünde Averkiy yoksul evinin bir köşesinde, “San Fransisko’lu Adam” da Kapri’de bir otelde ölür. Ölüm ikisi için de korkunçtur. Bir milyonerle bir yoksulun sonlarının aynı olduğu, bu yüzden eşitlik için savaşıma gerek olmadığı, çünkü ölümden sonra nasılsa tüm insanların eşit olacağı varsayımı sık sık okuyucunun önüne getirilir (Büke 1985: 8).

Yevheniya Baloh, yüksek lisans çalışmasında Bunin’in kısa hikayelerinde, hiç beklenmedik zamanda okuyucunun karşısına çıkan, kahramanı gerçek yaşamdan alan ölümü, ortaya çıkış sebeplerine göre; kıskançlık, şiddet, intihar, cinayet, hayvanın insanı öldürmesi ve doğal ölüm olmak üzere sebeplerine göre altı sınıfa ayırmış ve doğal ölüm şekline Bunin’in hikayelerinde çok nadir rastladığına değinmiştir (2009: 47).Fakat Arsenyev’in Yaşamı’nda tüm ölüm şekilleri doğaldır ve hiç beklenmedik bir zamanda okuyucunun karşısına çıkar.

O. V. Slivitskaya Bunin’in eserlerinde ölüm tasvirlerinin ağır basmasını şu şekilde yorumlamaktadır:“Bunin aynı sanatsal yöntemle yaşam ve ölümün suretini ortaya çıkarır. Böylelikle bu eşitliği ihlal eder. Bu yüzden Bunin’in yaşam-ölüm tasvirlerinde ölüm oldukça büyük bir güce kavuşur. İleriye dönük olarak; o (ölüm) çoğu zaman yaşamın kendisini gölgeler ya da zehirler”(2004: 109).

Bunin’in özellikle Fransa’da yaşadığı dönemde çıkan eserlerinde ölüm ve yalnızlık çok fazla hissedilir. Rusya’dan sürgün edilen ya da kaçmak zorunda kalan tüm aydınlar gibi o da yaşamının çoğunu ülkesine olan hasretle geçirir. Beden olarak farklı bir ülkede olsa da, ruhu ve aklı yaşamının sonuna kadar vatanındadır. Vatan hasreti ve bu hasretten doğan yalnızlık hissi onu dine iter ve din üzerine sürekli düşünmeye başlar (Bunda annesinin etkisi çok fazladır). Ölüm sonrası hayat üzerine çok fazla düşünür ve bu da eserlerine yansır. __________ 1 http://docplayer.ru/28577501-Sled-moy-v-mire-est.html

________________________________ İvan Bunin’in Arsenyev’in Yaşamı Adlı Romanında Ölüm Teması

SEFAD, 2018 (40): 119-128

121

Bu eserlerden biri de Arsenyev’in Yaşamı’dır. Eserde kendini çok fazla hissettiren ölüm teması; ölüm korkusu, yakınlarının kaybından duyulan acı ve aşk acısı olmak üzere üç alt başlığa ayrılarak detaylı bir şekilde incelenmektedir:

1. ÖLÜM KORKUSU

Yunanca ölüm “thanatos” ve korku anlamına gelen “phobos” kelimelerinin birleşiminden türeyen “thanatofobi” olarak da adlandırılır.

Ölüm, yaşayan her canlının önünde sonunda başına gelecek, kaçışı olmayan fizyolojik bir olgudur. Bilinmeyene karşı merak, içinde aynı zamanda korkuyu da barındırmaktadır. İnsanlara özgü bir özellik olan ölüm korkusu, insanın kendi varlığını sorgulamasıyla beraber ortaya çıkar. Şairin de dediği gibi “...kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında?...” (Tarancı 2017: 405), bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen bir şekilde ve bilinmeyen bir zamanda fakat kesinlikle her canlının birgün mutlaka yaşayacağı “… bir namazlık saltanat…” (Tarancı 2017: 405), içinde belirsizlikleri barındırması, çoğu zaman insanın daha fazla korkuya kapılmasına sebep olmaktadır.

Yazar, Arsenyev’in suretinde ilk kez ölüm korkusuyla nasıl tanıştığını ve bu ölüm korkusunun kendisini nasıl sardığını şu sözlerle ifade ediyor: “Çocukluğumda dünyada var olan kötü güçler ve bu güçlere yakın olan “ölüler” hakkında çok şey duymuştum. “Merhum” dayımdan, “merhum” dedemden nasıl bahsettiklerini ve “ölülerin” “öbür dünyada” bir yerde bulunduklarını duyuyordum. Ve bunlarla birlikte karanlık odalardan, çardaktan, karanlık gecelerden, “ölülerin şekline girip geceleri dolaşan şeytanlardan korkma hastalığı da beni sarıyordu” (39)2.

Ölüm korkusunun insana çocukluğunda aşılandığını ve bazı insanların da bu duyguyla tüm yaşamları boyunca yaşadıklarını romanda açıkça dile getiren yazar, Başrahip Avvakum’un kendi çocukluğunda yaşamış olduğu bir olayı şu sözlerle ifade eder: “Bir keresinde komşunun hayvanının öldüğünü gördüm, o gece ölümü anımsayarak sanki ölüm bana gelmiş gibi ikonun önünde sabaha kadar ağlamıştım…”İşte ben de bu tür insanlardanım! (39).

Romanda bir taraftan; “Bizde başlangıç ve bitiş yoktur. Bana doğduğum zamanı söylemelerine de üzülüyorum. Söylemeselerdi şimdi kaç yaşında olduğumu bilmeyecek, herşeyden önemlisi zamanın yükünden kurtulacaktım. On ya da yirmi yıl için ölüm düşüncesinden kurtulmuş olacaktım.” derken, diğer taraftan da “Ölüm duygusuyla doğmuyor muyuz? Eğer hayırsa, eğer kuşku duymayacaksam, yaşamı şimdi sevdiğim gibi sevebilir miydim?” (21) diyerek aslında bu korkunun insanların yaşama sımsıkı sarılıp, yaşamdan zevk almasını sağlaması açısından çok önemli olduğu vurgulanmaktadır.

Ölüm korkusu, çoğu zaman inançlı insanları Tanrı’ya daha fazla yakınlaştırır. Bu insanlar da, daha fazla ibadet yaparak bu korkudan kurtulmaya çalışırlar. Bir nevi kendilerini bilinmeyen sonsuzluğa hazırlarlar. “Hiçbir inancım yok”(Büke 1985: 8) diyen Bunin’in eserlerinde dini öğeler geniş yer tutar:

“İsa’nın dirildiği gün, kilise “ölenlerin ruhlarını şad etmeye” çağırır. O gün derin anlamlarla dolu dualar göklere yükselir:

– Hepimiz köleniz, Tanrı’m! Cennetinde ve cehennemindeki Adem’den bu güne kadar sana hizmet etmiş babalarımızın, kardeşlerimizin, akrabalarımızın acılarını dindir!” (22)

__________ 2 Burada ve bundan sonra parantez içinde sayfa sayıları belirtilen çalışmalar şu şekildedir: Bunin, İvan (1985). Arsenyev’in Yaşamı. çev. Uğur Büke. İstanbul: Bilge Yay.

Kübra Çağlıyan Şakar _________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 119-128

122

Romanda geniş yer tutan dini öğelerde yazarın annesinin etkisi çok fazla hissedilmektedir. Eserde de çok net görüldüğü gibi içine düştüğü kötü durumlardan sadece Tanrı’ya sığınarak ve dua ederek kurtulmaya çalışan annesi, doğrudan ya da dolaylı olarak yazarı etkilemiş, bilinçaltına yerleşen bu dini olgular, her ne kadar kendisi “hiçbir inancım yok” dese de, eserlerinde de kendini açığa çıkarmaktadır.

Özellikle vatanından çok uzakta sürgünde geçen yıllarda ortaya çıkan bu eserde, yazarın içine düştüğü yalnızlık, “onu dine itmiş”, ölüm ve ölüm sonrası hayat hakkında daha fazla düşünme fırsatı vermiştir.

2. YAKINLARININ KAYBINDAN DUYULAN ACI

Bunin üzerine çalışan birçok edebiyatçının ortak düşüncesi bu eserin otobiyografik bir eser olduğu yönünde olmasına rağmen yazar bu fikri kesin bir dille reddeder. Bu eserin bir kurgudan ibaret olduğunu savunur.(Yegorova- Fokin vd. 2014: 41) Buna karşın eserde, hayatından çok fazla kesitler olduğu da görülmektedir.

Fransa’da, sürgün yıllarında bu eseri yazan Bunin’in, annesine olan özlemini, onun mezarını dahi ziyaret edemediğini ve hatta onun mezar yerini dahi bilmediğini ve bu yüzden duyduğu derin üzüntüyü, daha eserin ilk sayfalarında “Uzaklardaki memlekette şimdi tek başına unutulmuş olarak yatıyor. Onun değerli adı sonsuza değin yaşasın! Bana bir kez olsun elini kaldırmayan annem belki de şu gözsüz kafatasının, şu kemiklerin yattığı ücra bir Rus kentinin mezarlığındaki adsız bir mezarda yatıyordur!”ifadesinden çok net anlamaktayız. Bunun üzerine “Benim yolum yücedir yollarınızdan, düşüncelerim yücedir düşüncelerinizden!” (29) diyerek, yüce sebepler uğruna tüm bu acılara katlandığını ifade etmektedir.

Arsenyev’in Yaşamı’nda her olayın sonu mutlaka ölüme çıkmaktadır: Senka’nın Proval’da ölümü, Nadya’nın ölümü, anneannesinin ölümü, Pisarev’in ölümü.

Senka’nın dörtnala giderken atlarla Proval’a düştüğü haberinin gelmesi üzerine “korkulu bir bekleyişe girilmesi”, “havanın kararmaya başlaması”, “ortalığın birden bire daha da sessizleşmesi” hepsi ölüm haberinin alınacağının okuyucuya daha önceden sezdirilmesidir.

Senka’nın Proval’da ölümü, bir çocuğun ölüm duygusuyla ilk kez tanışıp bunu idrak etmesi açısından çok önemlidir. Arsenyev, bu ölüme birebir şahit olmayıp, bunu etraftan duymuştur. Buna rağmen, bu olay onun, ölümün varlığını kavramasına ve bunu sorgulamasına sebep olmuştur:

“Bana, ölüm duygusunu Senka vermişti. Ama Senka’nın sayesinde yaşamımda ilk kez ölümün varlığını ve bize uzandığını duyumsadım. O zamanlar ölümü güneşin önünü kapatan bulutlara benzetiyordum. Ölüm “iş ve güçlerimizi” gözden düşürerek, herşeyi acı ve hüzünle örterek zaman zaman dünyaya iniyordu. İşte o akşam da ölüm, harman yerinden oradaki kulübeden Proval’a uçup gitmişti. O zamana dek hiç düşünmediğim kötü, ağır hatta iğrenç şeyler, aklıma hep Senka’yı getiriyor ve bazı sorular uyandırıyorlardı: Ona şimdi ne olacak? Ve neden özellikle o akşam öldü? (41-42)

Senka’nın ölümüyle artık ölüm duygusunu daha iyi kavramaya başlayan ve ölümün kendi ailesine de uzandığını hisseden Arsenyev’in yaşamında Nadya’nın ölümü artık bir kırılma noktası olmuştur. Gözleriyle gördüğü ilk ölüm olan Nadya’nın ölümü, Arsenyev’i yeni yeni öğrenmeye başladığı yaşam duygusundan uzaklaştırıp, ölüm duygusuna daha da yakınlaştırmıştır. En yakınını, “evin neşesi”ni kaybetme acısı ve korku kahramanın tüm

________________________________ İvan Bunin’in Arsenyev’in Yaşamı Adlı Romanında Ölüm Teması

SEFAD, 2018 (40): 119-128

123

ruhunu kaplamıştır. Fakat bu korku kişinin kendi ölümünden korkmasından farklı olarak daha somut ve daha gerçektir:“ Tanrı neden özellikle onu, evin neşesini seçmişti?”(56).

Baharda ise anneannesini kaybeden Arsenyev tüm bu kayıpların acısını yüreğinde hafifletmek için, annesinin ve dadısının yaptığı gibi, Tanrı’ya yönelir. Ve böylece hayatında yeni bir dönem başlamış olur. Azizlerin yaşamlarını anlatan kitapları aç gözlülükle okumaya başlar.

Aslında ilk olarak Arsenyev’in ruhunda Tanrı kavramı ölüm kavramıyla bağlantılı olsa da, okuduğu tüm bu kitaplar ve araştırmalar onu biraz daha olgunlaştırmış ve bu ölümün aslında bir bayram, Tanrı’ya kavuşma olduğunu anlamıştır. Gençlik döneminde yaşadığı tüm bu kayıplar romanın başkahramanının, ruhunu ölümün varlığına daha iyi hazırlamasına da yardımcı olmuştur.

“Yaza doğru, kışın geçirdiğim o ruhsal ve bedensel hastalıklardan hiç iz kalmamıştı. Sakin ve neşeliydim. Tüm yaz boyu evi saran o güzel havanın etkisine girmiştim. Nadya artık – annem ve dadım için bile- güzel bir anıya, sonsuz yuvasında mutlu olan çocuk- melek imajına dönüşmüştü”(59).

Her ölüm insanlar üzerinde aynı etkiyi ve acıyı bırakmamaktadır. Bazı ölümler insanların mutluluğunun temel sebeplerinden biri olmaktadır. Bu durum genellikle yaşlı ölümlerinde ve ne yazık ki miras meselelerinde geçerlidir. Yazar bu durumu, eserde şu sözlerle ifade etmektedir: “Ya anneannem? O hemen unutuldu. Hatta ölümü evimizdeki mutluluğun temel nedenlerinden biriydi: Çünkü Baturine artık bize aitti ve işlerimiz oldukça düzelmişti. Sonbaharda da oraya taşınmamız kararlaştırılmıştı. Bu olaya herkes için için seviniyordu. Her insan önündeki değişiklikten mutlu olmaz mı?” (59).

A.İ. Smolentsev’in doktora çalışmasında da dile getirdiği gibi, Pisarev’in ölümü romanın en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Eser beş bölümden oluşmaktadır. Pisarev’in ölümü ikinci bölümün sonu ve üçüncü bölümün başında geçmektedir. Bu da eserin merkezini oluşturduğunun kanıtıdır (2012: 93).

Pisarev’in ölümünde yazar Rusların cenaze töreni gelenekleri hakkında çok fazla detay vermektedir:“Pisarev’i yıkamışlar ve giydirmişlerdi… Nemli saçları düzgünce taranmıştı. Sakalı eskisi gibiydi. Yeni ceketini, yakası kolalı gömleğini ve düzgün bağlanmış kravatını giydirmişler ve beline kadar bir çarşaf örtmüşlerdi… Tıklım tıklım olan salonu buhurun ağır kokusu doldurmuştu. Salondaki herkesin elinde bir mum yanıyordu. Kilisenin büyük mumları ölü döşeğinin çevresinde iri alevlerle yanıyor, rahiplerin sesi salonda çınlıyordu: “İsa dirildi!” (111)

Yaşamla- ölüm artık birbirinden ayrılmaz bir bütün olmuştu. Herşeyde, tabiatta bile, ölüm seziliyordu. (“Batan güneş”, “alacakaranlık”, “tüylerini dökmeye başlayan akasya”3 “otların ve toprağın kokusu”, “sis” hepsi ölümü simgeliyor)(111-112).

Arsenyev hayatında ilk defa on altı yaşında bir cenaze törenine katılacaktı. Bu tören, okulda öğrenmiş olduğu dini bilgileri, pratikte uygulama olanağı bulması açısından onun için çok büyük bir önem arz ediyordu. “Bir Hristiyan’ın ölümünden üç gün sonra cenazesinin kaldırılması gerekir… Dostlarından, yakınlarından ve merhumun ailesinden oluşan büyük bir

__________ 3 Eserin orjinalinde ifade“hafif sararmış ve mutlu bir şekilde toprağı kaplayan akasya” şeklinde geçmektedir. bk. Bunin, İvan Alekseyeviç (1966). Sobraniye Soçineniy. V 9. T. 6. Jizn Arsenyeva: Yunost / İ.A. Bunin; pod obş. red. A.S. Myasnikova [i dr.]. Moskva: Hudojestvennaya Literatura.

Kübra Çağlıyan Şakar _________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 119-128

124

kalabalık eşliğinde, merhumun çevresinde buhur4 dolaştırılır. Tüm ölülerin dirileceği Tanrı’nın hüküm gününe kadar huzur bulması için ilahiler okunarak bu işe hazırlanır…”

“Diriliş gününden sonra tam anlamıyla anlatılamayacak ve hiçbir düşünce, hiçbir amaç ve süresi olmayan birşeyler başlayacak ve sonsuza değin sürecekti. Ama onun dirilişe kadar geçirmek zorunda olduğu o sonsuz süre beni dehşete düşürdü…”(116).

Senka, Paskalya’da, Nadya da Paskalya’da, anneannesi bahar da, Pisarev de Paskalya’nın ilk günü ölmektedir. Yazar, okuyucuya ölümün aslında bir son olmadığını, aksine bir bayram, Tanrı’ya kavuşma olduğunu, tüm bu ölümleri bayrama denk getirerek aktarmak istemektedir.

Senka’nın ölümüyle ilk defa ölüm duygusunun farkına varan Arsenyev, Nadya’nın ölümüyle sıranın ne zaman kendisine geleceği korkusuna kapılırken, Pisarev’in ölümüyle tüm bu korkularından uzaklaşıp biraz daha farklı açılardan ölümü sorgulayıp, o güne kadar okulda öğrenmiş olduğu tüm bilgileri uygulama imkanı bulmuştur.

3. AŞK ACISI

Kelime anlamı olarak Türk Dil Kurumu’na göre “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” olarak ifade edilen aşk, insanoğlunun yaratılışından bu yana süregelen insana özgü en temel duygulardan biridir. Bu yüzden aşk, birçok yazarın ve şairin çoğunlukla ana teması, bazen de yardımcı teması olmuştur.

Aşk, çok yoğun bir duygudur. Bu duygu vakti zamanı geldiğinde her insanın içine düşer ve onu etkisi altına alır. Bu yüzden acısı da çok büyüktür ve insanı çok fazla etkiler. Bu acıyla başa çıkamayan insanlar kimi zaman ölümü bir kurtuluş olarak görebilmektedir.

İlk aşk unutulmazdır. Arsenyev de ilk aşkından şu sözlerle bahseder:

“Bütün kış boyu süren ilk aşkım da çok güzeldi! Anhen’in sade bir genç kız olmaktan başka bir özelliği yoktu. Gerçekten de yok muydu? Sürekli neşeli, içten, iyi ve yalın yürekliydi. Bana “ Siz, Alyoşenko hoşuma gidiyorsunuz, sizin temiz ve güzel duygularınız var” diyordu. Ve bu duygular bir anda alevleniverdiler. İstasyondan eve gelinceye kadar yarı donmuş bir durumda olan yüreğim, onun Almanlara özgü saflıkla ve tüm güzelliğiyle bana yemek hazırladığı ve kahve koyduğu sırada tutuşmuştu. Onun soğuk elini sıkar sıkmaz yüreğim çarpmış ve kararını vermişti: İşte o!” (109)

İlk aşk; adından da anlaşıldığı gibi ilklerin yaşandığı, tecrübe edildiği bir süreçtir. Herşey kendiliğinden gelişir ve insanların da bu süreçte birbirlerinden çok fazla talep ve beklentileri de yoktur. Bu yüzden de Arsenyev ilk aşkından bahsederken“Anhen’in sade bir genç kız olmaktan başka bir özelliği yoktu” ifadesini kullanmaktadır. Ve hayatında ilk kez “kadın vücudunun tatlı ağırlığını”(121) Anhen’le duyumsadığını da sözlerine eklemektedir.

O.V. Slivitskaya, Pisarev’in ölümüyle, Arsenyev’in Anhen’e karşı olan derin duygularının hemen hemen aynı günlere denk gelmesini şu sözlerle ifade etmektedir:“Bu ölüm Anhen'e ilk aşık olduğu zaman gerçekleşti. Böylece Arsenyev'in hayatında ilk kez ölüm ile Eros5 karşılaştılar. Bundan böyle hiç ayrılmayacaklar”(2002: 71).

__________ 4 Dini törenlerde yakılan kokulu ağaç vb. maddeler. Tütsü. 5 Yunan mitolojisinde aşk tanrısının adı.

________________________________ İvan Bunin’in Arsenyev’in Yaşamı Adlı Romanında Ölüm Teması

SEFAD, 2018 (40): 119-128

125

Ve sonunda evine dönen Anhen’le ayrılmak zorunda kalan Arsenyev bu acıyı: “ O gün ağladığım kadar hiç ağlamadım. Dünyaya, yaşama ve herşeyiyle Anhen’in önüme serdiği kadının ruh ve beden güzelliğine duyduğum tatlı aşkın acısıyla ağlıyordum”(122) sözleriyle ifade etmektedir.

Fakat çok geçmeden Arsenyev ikinci aşkının tutsağı olur. Bu kişi Liza Bibikova’dır. “Liza’ya, çevremize ait olan bir varlığa aşık olmuş gibi şiirsel biçimde aşık olmuştum”(134) diyen Arsenyev onu şu ifadelerle tasvir ediyor: “ yakası beyaz, mavi bir bluz, epeyce kısa mavi bir etek giyiyordu. Başını örtmüyor, hafif dalgalı kara saçlarını büyük beyaz bir kurdeleyle bağlıyordu. Liza yüzmüyordu. Annesi ve Uvarova yüzünceye kadar kıyıda oturuyordu. Bazen otlarda yürümek için ayakkabılarını çıkarıyordu. Onu birkaç kez çıplak ayakla dolaşırken görmüştüm. Yeşil otların arasında bembeyaz ayakları anlatılmaz güzellikteydi” (135).

Aynı zamanda komşu çiftliğin sahibi Alferov’a Petersburg’daki uzak akrabaları ziyarete gelir. Bunlardan birisi de Arsenyev’in onunla vakit geçirmekten hoşlandığı Asya’dır. Arsenyev Asya’yı; kroket oynamayı, fotograf çekmeyi, ata binmeyi seven, uzun boylu, neşeli, canlı ve davranışlarında oldukça özgür bir kız olarak nitelendirir. Aralarındaki bu gizli uyumu, dostluğa benzer bir ilişki olarak ifade eder.

Fakat bu tuhaf yaşantı bir yaz boyu bile sürmez. Arsenyev, bir sabah uyandığında Bibikov’ların geceden gittiklerini öğrenir. Bu haberin üzüntüsünü yaşarken, Asya’ya koşar ve onun neşeyle: “sabahleyin Kırım’a gidiyoruz”(138) sözüyle ikinci bir yıkım yaşar. Bir günde iki acı haberi alan Arsenyev için artık dünya bomboş ve anlamsız gelmeye başlar.

Artık hayatı daha kaygızca yaşamaya başlayan Arsenyev, normal bir köy delikanlısı olmuştur. Komşu çiftliğin sahibi Alferov’un ölmesiyle, o kışı orda geçiren abisi Nikolay’ın hizmetçileri arasında kısa bir süre önce evlenmiş, kocası saraç6 olduğu için belli bir yeri olmayan, bu yüzden abisinin yanında kalan Tanka adında biri vardır.

“Tanka yirmi yaşındaydı. Köyde onu vahşi diye adlandırıyorlar, pek konuşmadığı için aptal sayıyorlardı. Boyu pek uzun değildi. Esmer tenliydi, küçük ama güçlü elleri vardı. Kara gözleri küçücüktü. Hintli kadınlara benziyordu. Esmer yüzünü kaba hatları ve katran gibi düz saçları diğer özellikleriyle çelişki halindeydi”(146). Ama Arsenyev bunlarda bile bir güzellik bulmakta, hergün kardeşine gitmekte ve onu hayranlıkla seyretmektedir.

Arsenyev birgün alacakaranlıkta köyde gezerken yine kendini Alferov’un çiftliğinde bulmuştur ve ona göre “yasal, gerekli ve eninde sonunda olacak olan gerçekleşmiştir”(148). Ne yazık ki yüreğinde hiçbir suçluluk duygusu ve pişmanlık da bulunmaz. Bunu artık on yedi yaşında olmasına ve bunun bir gereklilik olmasına bağlamaktadır.“Ve bu bir kez daha olacaktı”(148).

Arsenyev, Tanka’yı öyle çok seviyordu ki, Tanka’nın kocası köye dönünce içini bir kıskançlık duygusu kaplıyordu. Birgün abisi Arsenyev’i karşısına aldı ve bu hikayenin bir sır olmadığını, Tanka’nın kocasının da artık bu olaydan haberi olduğunu, bu işin sonunun cinayete kadar gidebileceğini söyleyerek onu uyardı. Nitekim Tanka ve eşi köyden ayrılarak Livna yakınlarında bir yerlere gittiler.

Ve hayatının son aşkı olacak olan Lika’yla Oryol’da “Ses” editörlüğüne ziyarete gittiği sırada tanışmıştır. Lika son derece özgür yetişmiş, iyi bir kızdır fakat tek hatası çok çabuk

__________ 6 Koşum ve eyer takımları yapan veya satan kimse.

Kübra Çağlıyan Şakar _________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 119-128

126

değişen hislerinin olmasıdır. Aslında ikisi de birbirine zıt karakterlerdir. Lika tiyatroyu sevmektedir, Arsenyev ise nefret etmektedir. Bu iki zıt kutup birbirini çekmekte, onları birbirlerine daha çok yaklaştırmaktadır. Bütün bu farklı düşüncelere rağmen artık beraber yaşamaya başlamışlardır ve Lika çok değişmiştir. Adeta kendini Arsenyev’e adamış ve onun için alışkın olduğu tüm güzel yaşamından vazgeçmiştir. Fakat Lika’ya göre Arsenyev de çok değişmiştir. Onu, daha az fark etmeye başladığını iddia etmektedir. Bunu da şu sözlerle ifade etmektedir:“Senin için hava gibi olmaktan korkuyorum. Onsuz yaşayamazsın ama varlığını da fark edemezsin” (250).

Arsenyev artık sadece kendini düşünüp, kendine vakit ayırmaktadır, gittiği gezilere de Lika çok istemesine rağmen yalnız gitmektedir. Bir gün eve döndüğünde Lika’ya ait bir kitap bulur. Bu kitap Tolstoy’un “Aile Mutluluğu” isimli kitabıdır. Bu kitapta Lika’nın altını çizdiği şu cümleler onu çok etkilemiştir: “Yaz böyle geçti ve kendimi yalnız duyumsamaya başladım.” Bu sözler aslında Lika’nın söylemek isteyip de söyleyemediği, kitapta tamamen kendini anlatan cümlelerdi. Bu sözden çok etkilenen Arsenyev, abisi Nikolay’ın “ona hazırladığın geleceği anlayınca ya o seni ya da sen onu bırakacaksın” (257) sözlerini Lika’ya iletmiştir. Lika ise “Benim için boşuna umutlanmış. Seni hiçbir zaman bırakmayacağım. Yalnızca sana gerekmediğimi, özgürlüğüne ve yeteneğine engel olduğumu gördüğüm an seni terk ederim… (257)” sözleriyle aslında onu uyarmış, terkedebileceği sinyalini vermiştir. Bu sözleri çok fazla dikkate almayan Arsenyev yaşamına kaldığı yerden devam etmiştir. Fakat bir gün eve döndüğünde o çok sevdiği kadın, bir not bırakarak onu terk etmiştir. Arsenyev bu acıyı şu sözlerle ifade eder: “Bir hafta, derken bir ay geçti. İşimi bırakmıştım. İnsan içine çıkmıyordum. Anılarla günleri geceleri geçiriyordum” (267). Bir kış boyu ondan mektup beklemiş fakat o yılın baharında onun zatürreden öldüğünü öğrenmiştir. Hayatındaki en önemli varlığı da ölümün kucağına veren Arsenyev, Lika’yı hiç unutamadığını şu sözlerle dile getirmektedir: “Hemen hemen tüm dünyayı gördüm. Hala yaşıyor ve görüyorum. Yine de bu dünyada onun gibisi yoktu”(253).

SONUÇ

Rus yazarları içinde en çok ölümü düşünen yazarlardandır, İvan Alekseyeviç Bunin. Bunun en önemli sebebi yaşadığı korkunç olaylardır. Elbette yaşamında geçirmiş olduğu kötü olaylar eserlerine de yansır. Bunun en önemli örneklerinden biri de Ona, Nobel Edebiyat Ödülü’nü getiren Arsenyev’in Yaşamı’dır.

Bu çalışmada, eserdeki ölüm teması üç alt başlığa ayrılarak incelenmektedir. İlk olarak ölüm korkusunun insana çocukluğunda aşılandığına ve bazı insanların da bu duyguyla tüm yaşamları boyunca yaşadıklarına değinilir. Daha sonra ise, en yakınları üzerinden bu duyguya birebir şahit olan Arsenyev, bu acıyla başa çıkmak için tek yapması gerekenin Tanrı’ya sığınmak olduğunu anlar, yaptığı tüm araştırmalar ve okuduğu kitaplar onu daha da olgunlaştırır. Ölümün aslında bir matem değil, bir bayram, Tanrı’ya kavuşma olduğunu, yazar, Arsenyev’in suretinde okuyucuya aktarır. Aşk acısı da yazara göre ölümün bir parçasıdır. Romanda birçok kez aşık olduğunu sanan Arsenyev, sonunda gerçek aşkını bulur, fakat onun kıymetini bilemez ve onu kaybeder. Bu acı, ona göre ölümden farksızdır.

Bunin için aşk ve ölüm birbiriyle iç içe girmiş iki sözcüktür. Ona göre sonunda ölüm olan her aşk sonsuzdur. Çok küçük yaşlarda korkuyla başlayan ölüm duygusu, yakınlarının kaybıyla biraz daha anlamlaşmaya ve en son olarak da en sevdiği, bu dünyada onun gibisi yok dediği kadını, Lika’yı kaybetmesiyle sonsuzluğa ulaşır.

________________________________ İvan Bunin’in Arsenyev’in Yaşamı Adlı Romanında Ölüm Teması

SEFAD, 2018 (40): 119-128

127

SUMMARY

Death is a physiological phenomenon that will eventually be in front of every living creature. Curiosity towards the unknown has led to more thinking and research. Therefore, death, including literature; has been the subject of interest of researchers in many fields such as religion, philosophy, sociology, psychology and medicine. In both Turkish and world literature, this subject sometimes appears as the main theme and sometimes as a supporting theme in the works of poets and writers.

Ivan Alekseyevich Bunin is among the writers of the Russian writers who thought about death most. The most important reason for this was the terrible events he lived (three Russian revolutions, horrific wars, being far from home). Death and loneliness are felt especially in his works which he wrote when he lived in France. Like all intellectuals who were exiled or forced to flee from Russia, he also spent much of his life longing for his country. Although he was in a different country physically, his soul and mind were in his homeland till the end of his life. The feeling of longing for the homeland and the feeling of loneliness caused pushing him to religion and he thought about religion constantly (his mother's influence was too much). He thought a lot about life after death and it was reflected in his works. One of the most important examples of this is The Life of Arseniev, which was awarded the Nobel Prize in Literature in 1933. His favorite themes were love and death. The love, which has a different meaning in the works of Bunin, leaves its place either to death or to ordinariness.

In this study, the theme of death which makes its presence felt too much in the novel is divided into three subheadings as the fear of death, suffering from the loss of relatives and the pain of love which are studied in detail.

In the study, firstly, it is mentioned that fear of death is engrained in childhood and some people live with this emotion throughout their lives. By showing the existence of death in the work, the author shows the fact that life is short and valuable. In Arseniev's image, it is emphasized that this fear is very important for people to embrace life tightly and to enjoy life.

Then, Arseniev, who witnessed this feeling through his closest relatives, realizes that all he needs to deal with this pain is to take shelter in God, all the researches and books he reads make him more mature. Senka dies in Easter, and also Nadya in Easter, her grandmother in spring and Pisarev on the first day of Easter. The author wants to convey to the reader that death is not actually an end, but rather a feast, a reunion to God, by bringing all these deaths into the feast.

Realizing the feeling of death for the first time with the death of Senka, Arsenyev had fallen into fear of his future when Nadya died. With the death of Pisarev, he took away all these fears and questioned the death from different angles and had the opportunity to apply all the information he had learned at school.

The pain of love is also a part of death according to the author. Arsenyev, who thinks he has fallen in love many times, finally finds his true love in Lika, but he does not know her value and loses her. Arsenyev, who gave the most important existence of his life to death, will never forget Lika. This pain is no different from death to him.

For Bunin, love and death are two intertwined words. According to him, every love is endless if there is death at the end. A sense of death starting at a very young age with fear, begins to make sense with the loss of relatives and at last reaches the eternity due to his loss of Lika -the woman like whom he thinks there is no one in all the earth.

Kübra Çağlıyan Şakar _________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 119-128

128

KAYNAKÇA

Baloh, Yevheniya (2009). Poetika Liriçeskoy prozı İ. A. Bunina (Sbornik Rasskazov “Tyomnıye Allei”). Magisterskaya Dissertatsiya. Brno: Masarykov Universitet.

Buhur, aşk, Eros, saraç terimleri için: http://www.tdk.gov.tr [23.03.2018]. Bunin, İvan (1985). Arsenyev’in Yaşamı. çev. Uğur Büke. İstanbul: Bilge Yay. Bunin, İvan Alekseyeviç (1966). Sobraniye Soçineniy. V 9. T.6. Jizn Arsenyeva: Yunost / İ.A.

Bunin; pod obş. red. A.S. Myasnikova [i dr.]. Moskva: Hudojestvennaya Literatura. Büke, Uğur (1985). “Bunin Üstüne”. Arsenyev’in Yaşamı. İstanbul: Bilge Yay. 5-10. http://docplayer.ru/28577501-Sled-moy-v-mire-est.html[10.03.2018]. Mihaylova, Mariya Viktorovna. “İvan Alekseyeviç Bunin (1870-1953)”. https://www.portal-

slovo.ru/philology/44177.php?sphrase_id=139376 [26.03.2018]. Ölüm korkusu: https://dic.academic.ru/dic.nsf/psihologic/1790 [18.02.2018]. Slivitskaya, Olga Vladimirovna (2002). Çuvstvo smerti v mire Bunina. Sankt-Peterburg:

Russkaya literatura. Slivitskaya, Olga Vladimirovna (2004). “Povışennoye çuvstvo jizni”: Mir Ivana Bunina. Moskva:

Rossiyskiy gosudarstvennıy gumanitarnıy universitet. Smolentsev, Aleksey İvanoviç (2012). Roman İ. Bunina “Jizn Arsenyeva”: “Kontekstı

ponimaniya” i simvolika obrazov. Kandidatskaya Dissertatsiya. Voronej: Voronejskiy gosudarstvennıy universitet.

Tarancı, Cahit Sıtkı (2017). Otuz Beş Yaş – Bütün Şiirleri. der. Asım Bezirci. İstanbul: Can Yay. 2. bs.

Yegorova, L.P.-Fokin, A.A. vd. (2014). Istoriya Russkoy Literaturı ХХ Veka. Pervaya Polovina. V 2 kn. Kn. 1. Moskva: Flinta.

Sending Date / Gönderim Tarihi: 17/03/2018 Acceptance Date / Kabul Tarihi: 26/06/2018

SEFAD, 2018 (40): 129-138 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515053

Witnessing Trauma in Simon Stephens’ Motortown

Assist. Prof. Dr. Mesut Günenç

Adnan Menderes University Faculty of Science and Letters Department of English Language and Literature

[email protected]

Abstract Simon Stephens is one of the most important contemporary playwrights whose

popularity spreads out both Britain and continental Europe. His Motortown (2006) consists of eight scenes. Having structural order and correlations with each other, these scenes depict notions of fear, violence, anxiety and traumatic experiences. The play’s protagonist, Danny, is a British soldier who is sent to Iraq for his military service and comes back home with his traumatic memories. Simon Stephens portrays a political play which discloses the tormenting process of Danny’s unsuccessful treatment back home. Stephens also depicts traumatic patterns and major trauma factors observed as the lack of family support and psychological disorders of contemporary British society, which are the disappointing results of war in Iraq. Applying the trauma theory and taking into consideration the effects of war, this study will illustrate Danny’s personal background and his traumatic experiences which become central among other characters in contemporary British culture.

Keywords: Simon Stephens, Motortown, trauma, Contemporary British Drama.

Simon Stephens’in Motortown Oyununda Travma Tanıklığı

Öz Şöhreti hem İngiltere’ye hem de Avrupa’ya yayılan, en önemli çağdaş oyun

yazarlarından biri olan Simon Stephens 2006 yılında Motortown oyununu yazar. Oyun, birbirleriyle yapısal bağlantısı ve bütünlüğü olan ve her bir sahnede korku, şiddet, endişe ve travma kavramlarını betimleyen, sekiz sahneden oluşur. Oyunun kahramanı Danny, askerlik için Irak’a gönderilen ve travmatik deneyim ve anılarla eve dönen, bir İngiliz askeridir. Simon Stephens, sadece askerliği başaramamış bir şekilde eve dönen ve fiziksel ve ruhsal acıları açığa vuran evreleri değil, aynı zamanda Irak savaşının hayal kırıklığına uğratan sonuçlarının çağdaş İngiliz toplumu üzerindeki psikolojik yıkımı ve aile desteğinin de olmamasıyla gözlemlenen travma faktörlerini ve travmatik davranışları ele alan politik bir oyun tasvir eder. Bu çalışma, travma teorisini ve savaşın etkilerini analiz ederek, Danny’nin travmatik özgeçmişini ve çağdaş İngiliz kültüründe ki diğer karakterlerde de temel sorun olan Danny’nin travmatik döngülerini açıklayacaktır.

Anahtar Kelimeler: Simon Stephens, Motortown, travma, Çağdaş İngiliz Tiyatrosu

Mesut Günenç ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 129-138

130

INTRODUCTION

Simon Stephens, who is one of the most important contemporary playwrights whose popularity spread both in Britain and continental Europe, emerged as a dramatist in the late 1990s. As an in-yer-face theatre playwright, Stephens has witnessed the Thatcher period, economical, social changes, the fall of the Berlin Wall, the collapse of the USSR and Soviet Communism, and a golden period in ideological and economic capitalism. Enriched with such a socio-historical background, and after having attended the Edinburgh Fringe Festival in 1992, Stephens started his career as dramatist and wrote several plays.1

Stephens focuses in his plays on his own feelings and thoughts which have been shaped essentially during his childhood under Margaret Thatcher’s reign. Just like many in-yer-face writers, Stephens’ childhood witnesses a period of conservatism and strict political rules. Contrary to these rules, Simon Stephens discusses the dark and cruel side of the life, spanning children using guns in America and Europe, population problems, environmental issues, war, bombings, and Al-Qaeda terror attacks. Instead of great wars, Stephens witnesses terror attacks and psychological discourses; instead of grand narratives, individual actions, rebellions and suicide bombers claim the society. In dealing with these problems, Stephens writes his own stories and plays without grand narratives, and encourages spectators to question the events of this world on an individual basis. His plays show spectators realities of the world they live in.

In line with his agenda and poetics, Stephens’ Motortown (2006), staged in the Royal Court Theatre, explores the relationship between the impacts of traumatic events on an individual (Danny) and his society and family relations. The play itself is the product of the contemporary traumatic event, the 7/7 bombings in London. After 9/11 the USA with the UK and their partner countries sent their soldiers to Afghanistan, Iraq and Basra because post 9/11 society was identified with the war on terror and globalization. The mass death of soldiers in Afghanistan, Iraq and Basra and 7/7 terrorist attacks in London caused reaction in the West. Because of the war and the government’s decision, on the 15th of February 2003, hundreds of thousands of people have gathered to protest and to reveal their opposition Slogans like “George Bush can feel it, Tony Blair can feel it. Turn up the heat” (Jeffery 2003) reflected social anger at Iraq war. Simon Stephens, observing the protestation, explains that

I was confused by why I felt nervous about the anti-war campaign and the marches on Hyde Park. I was confused by why I felt angry about the moral didacticism of that campaign’s spokespeople. I was confused about why I felt more sympathy towards Fusilier Gray Bartlam, convicted in Osnabruck of several unspecified crimes in his dealings with Iraqi prisoners, than I felt for Harold Pinter or Damon Albarn. It was especially confusing when many of their arguments resonated with sense (Royal Court 2006).

What is certain is that the anti-war campaign and marches on Hyde Park has emphasized discrimination between middle class and working class people in England. This discrimination creates mixture of disadvantage, corruption and violence in the society. In his

__________ 1 His major plays afterwards include Herons (2001), Port (2002), One Minute (2003), Christmas (2003), Country Music (2004), On the Shore of the Wide World (2005), Motortown (2006), Pornography (2007), Harper Reagan (2008), Sea Wall (2008), Punk Rock (2009), Marine Parade (2010), The Trial of Ubu (2010), Wastwater (2011), Three Kingdoms (2012), Morning (2012), The Curious Incident of the Dog in the Night Time (2012), Blindsided (2014), Birdland (2014), Carmen Disruption (2014).

___________________________________________ Witnessing Trauma in Simon Stephens’ Motortown

SEFAD, 2018 (40): 129-138

131

article “Dark Times British Theatre after Brexit”, Aleks Sierz underlines and questions the disadvantage of lower classes that lead to violence. He states that

... Simon Stephens’ Motortown (Royal Court 2006), about a working-class veteran, returned from one of Blair’s wars, who casually kills a black woman. The main criticism of such powerful imaginings of underclass life is that they are instances of cultural tourism: well-healed middle-class audiences gawping at poor people doing bad things in dirty settings (2017: 7)

British playwrights, enabling the dispossessed and deprived ones to verbalize themselves, have been both listening and writing plays about such people for decades. The time which led to the play’s production was a time that reflected the alienated British society that had to deal with physical and violent acts and suffering because of the war on terror.

CURRENT CRITICISM

The play’s subsequent reception shows the play’s timeliness and the controversy around its subject matter. In general, critics agreed that the play has distinctive effect on audiences with its shock value, violent scenes and alienated mind. Paul Taylor, for instance, writes in the Independent this play is “[w]ithout doubt, the most provocative and gripping piece produced so far in the Royal Court’s 50th anniversary year” (2006). Similarly, Nicholas de Jongh is confused “to find a Royal Court playwright sympathetically engaging with the experiences of the British military in Iraq” (Evening Standard, 2006). Likewise, as Ansdel states, “Daniel Mays performance is quite extraordinary: supple, aggressive, fearless, disturbing ... Stephens has written an instant modern classic, the first major anti-anti-war play of this era” (2006).

Despite the play’s overt anti-war stance, some critics have accused the play of being supportive of war. In the Telegraph, for example, Charles Spencer reviews Simon Stephens’ play as a play that supports the war: “To say that this is a work that defends the war in Iraq is a bit like saying that Macbeth is a play that justifies serial killing. In drama, the nature of the character making the case is every bit as important as the words he utters” (2006). Ramin Gray, director of the play, referring to the Gulf War and the need of Western capitals for the oil reserves of the Middle East, questions the paradoxical condition of the anti-war campaign in England as follows:

All these people (on the ‘Million’ march against Iraq, 16 February 2003) walking down the road holding their lattes wearing their t-shirts and saying ‘no war, no war’. Don’t they realise that their lattes and all the wealth they have comes from the oil that is being pumped out of the Middle East? Don’t they see the irony of that position? (40)

Furthermore, Charles Spencer lays bare his feelings for the play “a deeply unsettling piece and this play “gets under your skin” (The Telegraph 2006). Likewise, Gardner (2006) clearly states that Motortown is a violent play which shows desperate and brutal insensibility. It is very certain that Motortown, with its violent scenes, discomforts its audiences. Sierz analyzes the play as “there was too much blood tonight so we had trouble cleaning the blood” (2011: 131). Part of the reason that this play has been criticized with emotions is because of play’s content that displays the themes of fear and sense of community.

Critics also review the performance of Daniel Mays in the role the protagonist Danny, and point out the portrayal of Danny as an important factor for the play’s success. Gardner, for instance, asserts that the play is “a searingly honest play written and played particularly by Daniel Mays as Danny, with a deadly coiled energy” (2006). It is generally accepted that Danny

Mesut Günenç ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 129-138

132

lost his mental health because of the war however with Stephens’ explanations that “Danny was psychotic at school”, weakens the central argument that war has brutalised Danny (Sierz 2011: 131). Gardner’s subsequent words that “Danny was a psychopath long before he went to Iraq, or perhaps even joined the army, Stephens undercuts the connection between personal violence and violence perpetrated in the name of the state” (2006), further supports Sierz’ thoughts. In general, critics are divided about the intended stance of the play, where some support it to be against the war and some praise it for criticising the anti-war movement.

After Motortown (2006) was staged at the Royal Court Theatre and later continued in Hannover, the play has ultimately allowed Simon Stephens to win the title of Best Foreign Playwright. According to Aleks Sierz, the sources of the play consist of “a mix of Georg Büchner’s Woyzeck, Martin Scorsese’s Taxi Driver and any number of road movies” (2011: 131). There are two suggestions for the reasons for Stephens’ motivations for writing Motortown. The first of these can be considered the events that happened after the 11th of September 2001 when the terrorist group Al-Qaeda attacked to the Twin Towers of the World Trade Centre in New York. Because of this event, the US, supported by UK, declared a war and invaded Afghanistan. Another more recent and connected reason deals with coordinating terrorist attacks on 7/7 2005. Four British Muslim men exploded bombs at the London transport system, which Stephens’ next play, Pornography, has represented 52 people killed in the 7/7 London bombings with seven scenes. Bolton clarifies the situation as “the stated motivation for the bombings was the United Kingdom’s ongoing involvement in the Iraq war, also known as the Second Gulf War” (2014: 111). Therefore it can be argued that after the 52 people had been killed, Stephens wrote Motortown.

Beside these distinctive events as the reason for the composition of the play, Motortown can also be read through a third perspective which criticizes the destructive effects of violence and war, and the appearance of social corruption and moral chaos. Based on these events, Stephens argues that “I was deeply nervous about that (anti-war) march and that (anti-war) movement this moral chaos of England play rejects a simplistic division of the world into good guys and bad guys” (Interview 2006). In other words, “Stephens’s play counters what he saw as a delusory moral superiority in the anti-war campaigners” (Middeke and Schnierer et al. 2011: 452) and he aims “to write, as honestly as I could, about England” and its “dark and contradictory and violent” (Stephens Why I wrote Motortown) side. Simon Stephens wrote a play which is a reaction against the war in Iraq because “British soldiers literally have no idea who their enemy is any more, leaving them in a morally chaotic state” (452).

Simon Stephens’ play Motortown contains eight scenes which have a structural order and correlations with each other. During the Gulf War, the US and the UK sent troops to Iraq, and this play portrays one of soldier’s (Danny) life after turning to his homeland with war zone.

Bearing in mind the timeliness of the play reflected in the various critical responses, this article will analyse Stephens’s play Motortown from Caruth and Freud’s analyses of trauma.

TRAUMA THEORY

Before analysing the role of trauma and how it affects Simon Stephens’ Motortown, it is essential to clarify the origin and definition of ‘trauma’ and ‘Trauma Theory’. The word trauma originates from the Greek word ‘wound’ (Marder 2006). The Greek word trauma

___________________________________________ Witnessing Trauma in Simon Stephens’ Motortown

SEFAD, 2018 (40): 129-138

133

refers to injury observed in the body rather than on the mind. However, in the later usage trauma has become to be used for conditions referring the mind as well. Instead of wounding of the body, the wounding of the mind and consciousness has been experienced in trauma theory.

Sigmund Freud, the founder of psychoanalysis at the end of 19th century, first used the word wounding in his long essay Beyond the Pleasure Principle (1920) (Caruth 1996: 3). Freud has discovered that the First World War created so many shell-shocked soldiers because of traumatic neurosis which reappeared in the Second World War as war neurosis. Freud, especially focusing on soldiers in the First World War, states that “a condition has long been known and described which occurs after severe mechanical concussions, railway disasters and other accidents involving a risk to life; it has been given the name of traumatic neurosis” (1961: 10). After the First World War, modern technology and politics came together to open road the Nazi genocide of European Jews and atomic bombs used in two Japanese cities. These events were too tragic to worry out and have to be memorialized. These repressed memories and remembering create trauma theory itself. “In Freud’s model repressed memories are subversive agents that cause dysfunctional behaviour and even bodily symptoms in the individual” (Avishai 2004: 3). Repressed memories actually illustrate extreme physical power and violence and cause more trauma. Jenny Edkins examines that “practises of memorialisation insisting on bearing evidence to past traumas were co-opted and used as a legitimation for more trauma” (2003: 172). Past experiences and traumas warrant more violence and traumas.

Cathy Caruth, one of the most distinctive scholars of modern trauma studies, analyzed theory with her two important works: Trauma: Explorations in Memory (1995) and Unclaimed Experience: Trauma, Narrative and History (1996). In her second work Caruth defines trauma as:

... an overwhelming experience of sudden or catastrophic events in which the response to the event occurs in the often delayed, uncontrolled repetitive appearance of hallucinations and other intrusive phenomena. The experience of the soldier faced with sudden and massive death around him, for example, who suffers only in a numbed state, only to relive it later on in repeated nightmares, is a central and recurring image of trauma in our century. (11)

Caruth refers to the paradoxical nature of trauma, and claims that an event is not digested at the time of its occurrence. This form of trauma has been termed as post- traumatic stress disorder (PTSD) since 1980. Judith Herman explains post-traumatic stress disorder as: “In 1980, for the first time, the characteristic syndrome of psychological trauma became a real diagnosis. In that year the American Psychiatric Association included in its official manual of mental disorders a new category, called ‘post traumatic stress disorder’” (1992: 27-28). Peter Buse expresses that PTSD “is an accepted, if somewhat controversial, medical condition which has come to have more and more applications .... and its use has extended beyond the experiences of war, most notably in relation to forms of sexual trauma –rape and child abuse – which are also often coped with in a delayed and belated fashion” (2001: 175). According to some general definitions, PTSD includes depressing delayed events that represent repeated thoughts, dreams, behaviours and experiences of war. Because of unforgotten traumatic events, the victim cannot escape from the war neurosis. The victim is unable to compromise with what he/she has witnessed and practiced. In Stephens’ play although Danny (the victim) has already left the war zone,

Mesut Günenç ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 129-138

134

he witnessed that the horrors he has experienced have returned with him. As Ariane De Waal puts forward,

in drama, the traumatising impact of war is most often encoded in the figure of the returning soldier, who has been physically and/or psychologically wounded and struggles or fails to readjust to civilian life. The body of the injured soldier transports the horrors of war and destruction into the civic everyday life of the home front (2017: 141)

Danny suffers from repressed, traumatic memories and the violence of the war and reflects traumatic behaviours after returning to hometown from war. He feels intense feeling of betrayal his family and girlfriend for previously he regarded them as reliable. In fact, the play represents two versions of traumatic experiences as family relations and returning hometown from war.

FAMILY RELATIONS

In Stephens’s play, different kinds of traumatic experience are observed such as psychological and physical traumas. The psychological trauma that Danny experiences certifies that he cannot escape from his memories of his time and at the same time Danny is physically possessed by his traumatic past in Basra. Danny has both suffered and inflicted horrific violence during the course of whatever war is taking place and he is going on to behave in a brutal manner after returning to his hometown. At the beginning of the play, Danny an Iraq War veteran, who bought himself out of the army and turned to Dagenham from Basra, starts to stay with his autistic brother Lee. Danny aims at a new beginning with his ex-girlfriend Marley; however it is understood that Marley’s purpose is to put Danny off seen through Lee’s opening line:

She doesn’t want to see you. She told me to tell you. A brief pause. She told me that you were frightening her. Your letters were frightening, she said. (Stephens 2009: 145)

After ongoing conversations with his confused mind, Danny asks about his mother and father, although he does not want to visit them:

DANNY How are Mum and Dad? LEE They’re very well, thank you. I think they’re pleased to you’re home. DANNY Great. LEE You gonna go and see them, you think? DANNY I don’t think so, no. LEE Right. Why? DANNY I don’t think I really want to, Lee, that’s all (146-47)

His conflicting desires to see and not to see his parents reflect how Danny finds himself in a vicious circle of trauma, with which he does not want to confront. He has suffered terrible violence during the war in Basra and now he continues to commit terrible acts of violence himself. Love, compassion, and the sense of belonging are the notions of the family which Danny left before going to the wars in Iraq. Instead torture, destruction and displacement are depicted to be committed by Danny when he comes home. In his torture of Jade, he seems to repeat what has been done to him in Basra. Hence, Danny performs his physical traumatic past.

___________________________________________ Witnessing Trauma in Simon Stephens’ Motortown

SEFAD, 2018 (40): 129-138

135

However, initially, what Danny wants when he goes back to Dagenham is a new relationship with Marley. After his conversation with Lee, he wants to visit Marley to be sure about her thoughts “Lee told me that you didn’t want to see me anymore. That you told him I was frightening you. Is that true, Marley?” (152). Yet, Marley asks Danny to leave her alone “I expect you to leave me alone” (153) triggering the traumatic mood of Danny “I’m glad you didn’t get your head blown off. I hope you’re going to be OK” (153). In his persecution of Marley, he insists on behaving the same what he has done before. Apart from his cruel and violent state, Danny’s persistent state discomposes Marley and we observe that Danny gives the brush-off from his ex girlfriend. He wants a new beginning through a love relationship to compensate for his own suffering which he reflects in the form of anger and violent behaviour. Yet, his aggressive behaviour is not only the result but also the reason for the vicious circle from which he cannot escape. Danny finds himself trapped in a vicious circle of trauma; his aggressive behaviours or silences recreate the trauma and traumatic moments.

Buse clarifies that “trauma is not just a crisis in the memory of the traumatized subject but a crisis in representation and narration” (2001: 182). Danny always tries to use his memories and to narrate them around, for that reason cannot adopt present situation. Danny experiences historical power of trauma that his past experience is repeated at all and shapes his present. On the other hand, Danny’s situation can be evaluated in Sigmund Freud’s physic phenomenon, namely, repetition compulsion. In this phenomenon “a subject unconsciously relives, or even acts out, a traumatic, unassimilated experience from the past, not just once but repeatedly” (Buse, 2001: 174). Danny repeatedly tries to avoid his traumatic past but by no means convinces himself because, for him, there is no meaning of life and everything we see or observe is only a perception. Danny’s friend Paul narrates this perception:

There is no solidity. Only a perception of solidity... There is no space. Only the perception of space... The best heist film Hollywood never made. That’s what I think. The level of planning, the level of daring... The notion of a War on Terror is completely ingenious. It is now possible to declare war on an abstraction. On an emotional state (Stephens 2009: 164-170)

In this fictional world the whole universe is in a terrible state and everything and everywhere is consumed with catastrophic decisions and war. Danny, as a victim of catastrophic event, war and trauma, declares a war towards his environment and Paul converts Danny’s gun.

The victimised Danny chooses a new victim, Jade, the black teenage girlfriend of Paul, and Danny abducts her. In scene six, Danny and Jade are in Foulness Island “Foulness Island. What a funny name! How old are you Jade?” (181). There Danny persecutes and shoots her. After killing Jade, Danny meets Justin and Helen, a swinger couple, when he stops to rest in a hotel bar on the road to Dagenham. At the end of the play Danny is again at his autistic brother Lee’s home and wants to have sex with Lee, however Lee is aware of what Danny did and has already warned his family: “I told them to tell anybody who asks that you were with them all day” (202). Yet, Lee is probably to inform the police what Danny did “I don’t think I cannot tell. I think I’m going to tell” (206). The whole play with its eight scenes represents a psychologically disturbed mind that reflects his frustration with the world in the form of physical and sexual violence.

In his play Stephens questions social and political agenda of contemporary world and presents this agenda on the stage. In Motortown, Stephens portrays moral complexity

Mesut Günenç ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 129-138

136

because Danny meets liberal swingers who participate in anti-war demonstrations. After his encounter with this couple, Danny witnesses a big gap between his own values and the society he lives in. Christopher Innes clarifies Danny’s alienation by claiming that

... Danny is that of a person who has lost all connection to society: alienated from the other soldiers in Basra (because, he claims, he alone tried to obey the rules), he hates or despises his family, has imaginary relationships with the women he knows, where the only real connection is extreme violence; he rejects the wider population of Britain, whom he identifies with the anti-war protesters whom he excoriates (2011: 454)

Contrary to the swinger couple, Danny was a soldier who indeed witnessed everything in Basra. He witnessed the violence of the war and suffers from psychological trauma as he brings the war back home. In Dagenham, his traumatised mood continues to do what he has witnessed. Response to trauma requires compulsive confrontation and reliving of the trauma; however Danny cannot succeed in realizing this confrontation and he has difficulties to get over and define what he has witnessed in Iraq. He cannot give voice to his trauma and is haunted by his experience.

RETURNING HOME

Being absent from his home country naturally creates a gap between what he remembers of Britain and what he sees, which forms, yet, another form of traumatic experience for Danny. In the play, Danny explains the big gap between his memories and his actual environment to the liberal swingers as follows: “I come back home. It’s a completely foreign country” (Stephens 2009: 200). He is inapprehensible and alienated and “he is boiling with resentment at a multicultural society that he has fought for” (Sierz 2011: 130). Lyn Gardner clarifies this big gap:

To Danny it is not Iraq but England that is the foreign country ... It is an England where the ‘war on terror’ has become a war waged using the tactics of the terrorists. It is also a place of dubious moralities ... this England has all the stinking attractions of a dog turd. (The Guardian 2006)

Danny is alienated from his country and his country turns into a prison similar to the one in Basra. Danny’s traumatic mood, the hypocritical stance towards the decency of society and the anti-war demonstrations are criticized by Stephens:

There was something about the anti-war movement that ... unnerved me. It was a movement that seemed to be based on a separation of the war from the international context that surrounded it. It managed, at times, to argue its way into defending the sovereignty of a mass murderer. I was not an unapologetic advocate of the war in any way and was sensitive no many arguments made against it. (Stephens 2009: xvii)

Stephens illustrates the war as an evil born out of a recoverable world and, single-mindedly, aims to reflect the dark and violent side and the contradictory culture of England and, as he states, he “wanted to write a play which inculpated more than it absolved (its audiences)” (41). As illustrated in the play, this violent, morally corrupted, and chaotic culture produces a violent and chaotic society and Danny is a product of this society. Danny’s behaviours, broken family relations and Marley’s choice to leave Danny lead to Danny’s alienation from his family and country, and everything that can be associated with love for Danny. Danny buys a replica gun from his friend and assembles a real chamber to this replica. With this gun Danny abducts Jade, a fourteen-year-old teenage girl, to Foulness Island, where he has

___________________________________________ Witnessing Trauma in Simon Stephens’ Motortown

SEFAD, 2018 (40): 129-138

137

got military training, and tortures her by pouring oil over her head like a process of brutalization in Iraq while he was in the army.

DANNY Now here’s a question for you. Is this really petrol or is it water? He opens the canister. Holds it open, under her nose, for her to sniff. What do you think? Jade? What do you think? Answer me. JADE I don’t know. DANNY No, I know. But have a guess. What do you reckon? JADE I think it’s petrol. DANNy Do yer? JADE It smells like petrol. DANNY Are you sure that’s not just your imagination? JADE No, I don’t know. DANNY Your imagination plays terrible fucking tricks on you in situations like this (Stephens 2009: 187).

Chaos and violence in the army create a prison in his mind and Danny does not want to escape from this prison. He tells us:

DANNY I don’t blame the war. The war was all right. I miss it. It’s just you come back to this (209)

The experience of shocking events and the rules in Basra affect Danny both physically and psychologically. Because of his memories, he cannot adopt to the present situation back home. His memories force him not to behave consciously. His memories are therefore repressed and pushed out of his consciousness. Danny’s kidnapping of Jade to the island, where he gets military training, is not incidental. Danny tortures Jade to death in this training base because it hints at how soldiers, who get difficult military training and obey strict rules, are conditioned to kill. In addition to these, Danny was imprisoned in Basra which he explains with these words:

DANNY In Basra, when it all kicked off with the prisoners, I didn’t do any of it. I never touched nobody. I had the rules, pinned above my head. My idiot’s guide to the Geneva Convention pinned to the head of my bed. They used to call me a pussy cunt. It never used to bother me. I wish I’d told somebody. I might, still. I wish I’d joined in. I would’ve liked that. (209)

Stephens points out that psychological imprisonment is observed together with physical imprisonment in Danny. Thus, trauma is understood as a wound inflicted not only upon the body but also upon the mind.

CONCLUSION In Motortown the consequences of the destabilization of Danny’s relations with other

characters can be observed. The discrepancy between what is present and what is lost leads Danny to make mistakes. He replaces his lost sense of belonging, understanding of love and compassion with his frustration and violent behaviours. When Danny expresses Marley his experiences of suffering and violence during the war, Marley explains her anxiety about his behaviours. At this point Danny, being a psychopath, frightens his ex-girlfriend Marley and kidnaps the black teenager Jade and kills her. Danny himself has obligations to remember events from the past. He cannot eliminate his past because the past shapes and animates his present. Simon Stephens, analysing 9/11 and the wars in Afghanistan, Iraq and Basra, wants his audience to consider the traumatic behaviours and personal reactions in British society because violence, fear, anxiety and traumatic events destroy both the individual and the society.

Mesut Günenç ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 129-138

138

BIBLIOGRAPHY

Ansdel, Caroline (2006). “Musings on Mays and Motortown” In Whats On Stage. http://www.whatsonstage.com/dl/page.php?page=greenroom&story=E8821145961557. [Accessed 18 January 2018].

Avishai, Margalit (2004). The Ethics of Memory. Cambridge, MA: Harvard University Press. Buse, Peter (2001). Drama+Theory Critical Approaches to Modern British Drama. Manchester:

Manchester University Press. Caruth, Cathy (1996). Unclaimed Experience: Trauma, Narrative and History. Baltimore, MA and

London: Johns Hopkins University Press. Edkins, Jenny (2003). Trauma and Memory of Politics. Cambridge: Cambridge University

Press. Freud, Sigmund (1961). Beyond the Pleasure Principle. New York: W.W. Norton. Gardner, Lyn (2006). “Review of Motortown, Royal Court London Stage” The Guardian.

https://www.theguardian.com/stage/2006/apr/25/theatre. [Accessed 6 February 2018] Herman, L.Judith (1992). Trauma and recovery. New York: Basic Books. Innes, Christopher (2011). “Simon Stephens” In The Methuen drama guide to Contemporary

British playwrights. eds. Martin Middeke - Peter Paul Schnierer. London: Methuen Drama. 445-465.

Jeffery, Simon (2003). “UK’s biggest peace rally” The Guardian. https://www.theguardian.com/uk/2003/feb/15/politics.politicalnews. [Accessed 09 March 2018].

Marder, Elisa (2006). “Trauma and literary studies: Some enabling questions” Reading on: Trauma, memory and testimony. 1 (1), 1-6. Retrieved from http://readingon.library.emory.edu/issue1/iss1toc.htm. [Accessed 09 March 2018].

Middeke, Martin - Schnierer, P. Peter vd. (2011). Guide to Contemporary British Playwrights, Methuen Drama. London: Bloomsbury Publishing Plc.

Sierz, Aleks (2011). Rewriting the Nation. British Theatre Today. London: Methuen Drama. Sierz, Aleks (2017). “Dark Times: British Theatre after Brexit” PAJ: A Journal of Performance

and Art.XXXIX (1): 3-11. Spencer, Charles (2006). “The Horror of War Comes Home” The Telegraph.

http://www.telegraph.co.uk/ [Accessed 14 March 2018]. Stephens, Simon (2006). “I Wrote Motortown in Four Days”. Royal Theatre website.

http://www.royalcourttheatre.com/archive_article_detail.asp. [Accessed 15 March 2018].

Stephens, Simon (2009). Introduction. Plays: 2. One Minute. Country Music. Motortown. Pornography. Sea Wall. London: Methuen Drama.

Taylor, Paul (2006). “Motortown, Royal Court, London” Independent. http://www.independent.co.uk/arts-entertainment/theatre-dance/reviews/motortown-royal-court-london-6102553.html. [Accessed 25 December 2017].

Waal De, Ariane (2017). Theatre on Terror: Subject Positions in British Drama. Boston, MA: De Gruyter.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 16/03/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 26/06/2018

SEFAD, 2018 (40): 139-148 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515231

Süleyman Uluçamgil’in Gözüyle Kıbrıs’ta İngiliz Sömürge Yönetimi∗

Doç. Dr. Mustafa Yeniasır Yakın Doğu Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi

Türkçe Öğretmenliği Bölümü [email protected]

Doç. Dr. Burak Gökbulut Yakın Doğu Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü [email protected]

Öz 28 Mart 1944 tarihinde Girne’nin Dağyolu köyünde doğan Süleyman Uluçamgil, daha lise

öğrencisi olduğu yıllarda şiire başlamış ve şehit düştüğü güne kadar yazmaya devam etmiştir. Süleyman Uluçamgil, Kıbrıs Türklerinin millî mücadele yıllarında kalem çalışmalarını sürdürmüş ve söz konusu yıllarda yaşananları eserlerine taşımış önemli sanatçılardan biridir. Bu dönemde Kıbrıs Türk edebiyatında vatan, millet, bağımsızlık, mücadele, bayrak sevgisi, Türkiye (Anavatan) özlemi, Atatürk sevgisi, sömürge karşıtlığı gibi konular yoğun olarak işlenir; Süleyman Uluçamgil de bu konuları özellikle yazdığı şiirlerle dile getirir. 1960’lı yıllarda Kıbrıs Türk’ü Rumlara karşı varoluş mücadelesi verirken bir taraftan da İngiliz sömürge yönetiminin baskılarına karşı ayakta durmaya çalışıyordu. Uluçamgil’in bu doğrultuda kaleme aldığı eserlerde sömürgecilik karşıtlığının çok fazla yer tutmasını yaşadıklarıyla ilişkilendirmek mümkündür. Özellikle İngilizlere karşı verilen mücadeleye bizzat katılmış olması onun bu tarz eserler kaleme almasında oldukça etkilidir. Uluçamgil, sömürge karşıtlığı üzerine yazdığı eserlerle Kıbrıs Türk edebiyatı içerisinde önemli bir yer edinmiştir.

Anahtar Kelimeler: Süleyman Uluçamgil, Kıbrıs, İngiliz, sömürge, edebiyat.

British Colony Administration in Cyprus from the Viewpoint of Süleyman Uluçamgil

Abstract Born in Dağyolu village of Kyrenia on 28 March 1944, Süleyman Uluçamgil began writing

poems during his high school years and continued writing until he was martyrized. Süleyman Uluçamgil continued writing during the national struggle years of Cypriot Turks and he is one of the important artists who reflected the experiences in these years to his works. In this period themes like fatherland, nation, independence, struggle, love for flag, longing for Turkey (motherland), love for Atatürk, and opposition to colonization were intensely handled in Cypriot Turkish literature. Süleyman Uluçamgil covered these topics especially in his poems. In 1960s when Cypriot Turks were fighting for existence against Greeks, they were also trying to stand against the suppression of British colony administration. In the works directly written by Uluçamgil, opposition to colonization has an essential place which can be related to his personal experiences. In particular, the fact that he attended the struggle against the British had a huge influence in his writing this kind of works. Uluçamgil claimed an essential place in Cypriot Turkish literature with the works he wrote on opposition to colonization.

Keywords: Süleyman Uluçamgil, Cyprus, British, colony, literature. __________ ∗ Bu çalışma, 5-6 Mart 2018 tarihlerinde KIBATEK tarafından KKTC’de düzenlenen “III. Uluslararası Kıbrıs Türk Edebiyatı ve Edebiyatçıları Sempozyumunda” bildiri olarak sunulmuş ancak basılmamıştır. Makale, söz konusu bildirinin yeniden gözden geçirilmiş ve genişletilmiş şeklidir.

Mustafa Yeniasır-Burak Gökbulut ________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 139-148

140

GİRİŞ

Edebiyatın toplumla olan ilişkisi günümüzde de önemini sürdürmektedir. Yazar, okur ve edebî eser ilişkisi aynı zamanda toplumların gelişmişlik düzeyini de belirleyen önemli etkenler arasındadır. Özellikle yaşadığımız ülkede kaliteli okur sayısının çok fazla olmadığı bilinen bir gerçektir. Bu anlamda edebiyatın toplumsal bir işlevi yerine getirmesi gerekmektedir. İnsanın ve dolayısıyla toplumun şekillenmesinde edebiyat en etkili araçlardan biridir. Toplumsal değişimin ve iletişimin en önemli aracı konumunda bulunan edebî eserler sayesinde insanoğlu şiddet, öfke ve kin duyma gibi olumsuz davranışlardan uzaklaşarak, olumlu düşünmeye, barış içinde yaşamaya başlayacaktır. Aynı zamanda okunan eserler sayesinde de kişi eleştirel düşünme yeteneği kazanarak sorgulamayı öğrenecektir.

Türk edebiyatında özellikle Tanzimat yıllarından itibaren hem siyasetin edebiyata yön verdiği hem de edebiyatın siyaseti yönlendirdiği bilinmektedir. Türk edebiyatında siyaset, özellikle ortaya konan edebî eserlerde kendini göstermiştir. Gerek Tanzimat dönemi Türk edebiyatı gerekse Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatına göz atıldığında, her iki dönemin de siyasal olayların içerisinden geçerek kimlik kazanmaya başladıkları söylenebilir.

Edebiyatta amacın toplum olup olmadığı tartışılsa da bilinen bir gerçek vardır ki o da edebî eserin oluşum sürecinde toplumun büyük bir etkisinin olduğudur. Bunun yanında edebî eseri oluşturan yazarın da toplumun bir bireyi olduğu unutulmamalıdır. Sanatçının yaşadığı çevre ve olaylar, onun içinde bulunduğu sosyal şartlar doğal olarak onu etkileyecek, kaleme almış olduğu esere de bir şekilde yansıyacaktır. Halil İnalcık Şair ve Patron isimli eserinde konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Genelde, bilim adamı ve sanatçı, belli bir toplumda egemen sosyal ilişkiler ve belli bir kültür çerçevesinde sanatını ifade eder. Osmanlı toplumu gibi patrimonyal türde bir toplumda, başka bir deyimle sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükümdar tarafından belirlendiği bir toplumda bu gerçek daha da belirgindir” (İnalcık 2003: 9).

Edebî eserler bir anlamda geçmişe ışık tutarak, toplumun günümüze gelene kadar geçirmiş olduğu süreçleri göz önüne sererler ve bu noktada tarih bilimine de ışık tutarlar:

“Edebi metinler (roman, hikâye, tiyatro, deneme, anı, gezi yazısı, vs.) toplumun hafızasını oluşturan bilgi depolarıdır. Bundan dolayı bir milletin ne olduğunu ya da ne olmadığını anlamak için o milletin edebiyatına bakılır. Edebiyatı olmayan millet, milletleşme sürecini tamamlayamamış demektir. Güçlü bir edebiyat, köklü bir kültür demektir, köklü bir kültürü olan millet de sağlam temeller üzerinde güçlü bir devlet anlamına gelir. Dolayısıyla, milletlerin inşasında edebiyatın her zaman hayati bir konumu olmuştur” (Sanlı 2011: 152).

Edebî eserler bir anlamda toplumların tarih boyunca yaşadıklarının göstergesidir. Sanatçı hiçbir zaman yaşadığı olaylardan bağımsız değildir. Eserin oluşumunda yazarın içinde bulunduğu sosyal olayların ve sosyo-kültürel koşulların çok büyük önemi vardır. Söz konusu sosyo-kültürel olayların bir sonraki nesile aktarımı aynı zamanda milletin geleceğe güvenle bakmasında son derece önemlidir.

Süleyman Uluçamgil genç yaşta vefat etmesine rağmen arkasında bıraktığı şiirlerle Kıbrıs Türkü’nün toplumsal belleğinin gelişmesine katkı yapmış isimlerden biridir.

______________________________ Süleyman Uluçamgil’in Gözüyle Kıbrıs’ta İngiliz Sömürge Yönetimi

SEFAD, 2018 (40): 139-148

141

Süleyman Uluçamgil, Kıbrıs Türk şiirinin ikinci ve üçüncü döneminin başlangıcında eserler vermiş ve yazdığı dönemlerin siyasi/ toplumsal durumlarını eserlerinde çok vurgulu bir biçimde ortaya koymuştur. Kıbrıslı Müslüman Türklerin Osmanlı İmparatorluğu sonrası adada başlayan İngiliz sömürge yönetimini ve Türkiye ile olan ilişkilerini, dünyada sömürgeciliğin tasfiye sürecinde adanın otokton Rum halkı ile olan çatışmayı ve ayrışmayı birebir yaşamıştır. Böylesine yoğun gelişmelerin ve dönüşümlerin olduğu ada tarihinde yazdığı eserler ile milli kimliğin oluşumu ve gelişmesinde önemli rol oynamıştır” (Akgün 2015: 133-134).

Uluçamgil, daha lise öğrencisi olduğu yıllarda şiire başlamış ve şehit düşene kadar yazmaya devam etmiştir (Deliceırmak 1998: XI). Eser verdiği yıllara bakıldığında onun, “Ulusal Direniş Dönemi (1960-1974)” şairlerinden biri olduğu görülmektedir (Atun 2010: 7). Bu dönemde Kıbrıs Türk edebiyatında vatan, millet, bağımsızlık, mücadele, bayrak sevgisi, Türkiye (Anavatan) özlemi, Atatürk sevgisi gibi konular yoğun olarak işlenir; Süleyman Uluçamgil de bu konuları şiirlerine taşır. Konuyla ilgili olarak yakın arkadaşı Orbay Deliceırmak şu tespitlerde bulunur: “Süleyman’ın şiiri, bir varoluş kavgası şiiridir. Çünkü biliyordu ki; toplum var olmadan şiir var olmazdı. Önce halk var olacaktı ki sanat da olabilsin, şiir olabilsin, coşku olabilsin” (Serdar 2000: 63).

İNCELEME

Kıbrıs Türkü sadece Rumlara karşı varoluş mücadelesi vermemiş aynı zamanda İngiliz sömürge yönetiminin baskılarına karşı da ayakta durmaya çalışmıştır. Saadettin Yıldız’ın da belirttiği üzere Uluçamgil’in şiirlerinde İngiliz sömürgeciliği neredeyse Rumlara karşı verilen mücadelenin de önüne geçmiştir (Yıldız 2010: 249). Bu durumun en önemli sebebi Uluçamgil’in kısa yaşamının büyük kısmını sömürge döneminde geçirmiş olmasıdır. Rum terörünün şiddetlendiği Kanlı Noel’den kısa bir süre sonra şehit düşen Uluçamgil, bizzat İngilizlere karşı yapılan protestolara katılmış ve Kıbrıs Türklerinin özgürlük-hürriyet arzusunu dile getirmiştir. Uluçamgil’in bu doğrultuda kaleme aldığı şiirlerinde sömürgecilik karşıtlığının çok fazla yer tutması yine o yıllarda Kıbrıs’ta yaşananlarla ilişkilendirilebilir. Özellikle daha çocuk denebilecek yaşta İngilizlere karşı verilen mücadeleye bizzat destek vermiş olması onun bu tarz eserler kaleme almasında oldukça etkilidir. Kendisinin kaleme aldığı “27-28 Ocak 1958” adlı eseri bu tarz şiirleri arasında en dikkat çekici olanlardan biridir:

“Sayısız insanlar üstüne Atılan sayısız gaz bombaları Tesirsiz kalıyordu yağmurdan Tanrı da bize yardım ediyordu.

Gönüllerin yankısı Sığmazdı gökyüzüne Korku ne ki? Bizi ölüm methediyordu.

Kara perde beyazlaşıyordu 1878’den kalan Bu perdeyi yırtan insan Zehirli bir bıçağı geri çevirip Hürriyeti getiriyordu.

Mustafa Yeniasır-Burak Gökbulut ________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 139-148

142

Seksen senenin karanlığında Yine bir ışıktı Kıbrıs Türkü İki gün, taştı, alev alev oldu Hürriyet, hürriyet diyordu. Yaşayan her kalple Kıbrıs Türklerinden Işık verip bu ocak Yedi musallada korlaşıyordu Evvelkiler ve sonrakiler gibi Hürriyet bunu gerektiriyordu” (Deliceırmak 1998: 93).

Şiirin adından da anlaşılacağı üzere burada, Kıbrıs’ta 27-28 Ocak 1958 tarihinde İngilizlere karşı verilen mücadele konu edilmiştir. Yanlış bir anlaşılma sonucunda İngilizlerin taksimi kabul ettiğini düşünen Kıbrıs Türkleri sokağa dökülmüş ve yıllarca arzuladıkları özgürlüklerine kavuşmanın mutluluğu ile İngiliz sömürge yönetimini protesto etmiştir. Bunun üzerine İngilizler güç kullanarak Kıbrıs Türklerini şehit etmişlerdir. Can Şen’in de belirtmiş olduğu üzere söz konusu şiir, şairin özgürlük arzusunun bir tezahürüdür. “Onun bu şiirinde iki gün içerisinde yer alan olaylar bir özgürlük ayaklanması olarak karşımıza çıkmaktadır” (Şen 2012: 361). Uluçamgil, Kıbrıs’ın İngiliz yönetimindeki sömürge yıllarını âdeta zehirli bir bıçağa benzetmiş ve Kıbrıs Türkünün hürriyet aşkının galip gelerek bu tutsaklıktan kurtulacağını vurgulamıştır: “27-28 Ocak 1958’de daha on dört yaşında gencecik bir çocukken İngiliz ordusuna taşlarla karşı koyanların arasında Süleyman Uluçamgil de bulunmuştur. Gaz bombaları onun da gözlerini yaşartmış, İbrahimler, Sermetler, Şerife ninelerle aynı kavgayı paylaşmıştır. Bu kavga, şiirine bütün içtenliğiyle yansımıştır” (Deliceırmak 1998: XV).

Süleyman Uluçamgil’in ifadesi ile sömürge dönemi, Kıbrıs Türkü için âdeta kara bir perdedir. Zehirli bir bıçağa benzetilen İngiliz zulmü, Kıbrıs Türkü’nün hürriyetine hançer gibi saplanmıştır. Şair evrensel düşünerek sadece Kıbrıs Türklerinin değil dünyadaki bütün insanların özgürce yaşamaları gerektiğini sık sık şiirlerinde vurgulamıştır:

“Önce bütün hürriyet seven, Ve hürriyet isteyen insanlara, Gönülden selam ederim” (Deliceırmak 1998: 79).

Çanakkale Savaşı sırasında Kıbrıslı Türkler, İngilizler tarafından kandırılarak, Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmaya götürülmüşlerdir. Özellikle katırcı olarak İngilizler tarafından cepheye sürülen Kıbrıslı Türkler, karşılarında Türk askerlerini görünce bir kısmı savaşmayı reddederek firar etmiş, bir kısmı da Türk askerlerinin arasına karışmıştır:

“İngilizler savaş için asker topladılar. Baf’tan kimse gitmedi. Hatta hayvanlarını bile vermediler. Nafi ve Halide Hanımlar Baf’tan para toplayarak Türkiye’ye gönderdiler. Nafi Hanım, Rauf R. Denktaş’ın kayınvalidesi idi. Karabardak, Doktor Behiç, Mustafa Hulusi, avukat kâtibi Hüseyin Bey Kıbrıs Türkleri için çok çalıştılar. Lider ve aynı zamanda çok cesurdular. Bu şahıslar ev ev dolaşır ve (Türklere) ‘İngilizlere asker olmayın.’ derlerdi…” (Keser 2013: 50).

Süleyman Uluçamgil’in şiirlerinde İngilizler ve İngilizlerin sözü edilen yıllarda Kıbrıs Türklerine karşı olan tutumları geniş bir yer tutmuştur. Şair bir şiirinde Kıbrıs Türklerinin Çanakkale’ye savaşa götürüldüğünü, ancak kardeş halkların birbirlerine asla kurşun sıkamayacağını şu mısralarla dile getirmiştir:

______________________________ Süleyman Uluçamgil’in Gözüyle Kıbrıs’ta İngiliz Sömürge Yönetimi

SEFAD, 2018 (40): 139-148

143

“Atımı bağlattılar bir delik taşa, Otuz iki düvele bir Kemal Paşa, İngiliz kodu bizi Çanakkale’ye, Hiç kurşun sıkar mı kardaş kardaşa” (Deliceırmak 1998: XIX).

Şair, bir diğer şiirinde Çanakkale’de bozguna uğrayan İngilizlerin, bitmeyen bir düşmanlıkla 27-28 Ocak olaylarında Kıbrıs’ta özgürlük isteyen 7 silahsız Türk’ü acımasızca öldürdüğünü belirtmiştir:

“27-28 Ocak 1958’de İngilizler, 7 silahsız Türk’ü öldürdüler. Hürriyet isteyenler şehit oldular. Ateş açmak için emir verenlerin, Parmakları 40 yıl önce Çanakkale’de kalmıştı” (Deliceırmak 1998: 77).

Kaleme aldığı şiirlerinin birçoğunda özgürlüğe olan düşkünlüğünü dile getiren Süleyman Uluçamgil, Kıbrıs Türklerinin hürriyet şairlerinden biri olarak bilinmektedir. Yazdığı şiirleri incelediğimizde geleceğimizin teminatı olan gençlerimize, düşmanların ve onların bazı yerli işbirlikçileri sayesinde dünyanın birçok yerinde vatanlarını ve hürriyetlerini kaybedenlerin olduğunu belirterek, vatanlarına sahip çıkmalarını öğütlemiştir. Şair, İngiliz sömürge yönetimini Kıbrıs Türklerinin özgürlüğüne darbe vuran Rumlardan daha büyük engel olarak görmüş ve onları azgan Anglo-sakson sömürgecileri olarak nitelendirmiştir (Deliceırmak 1998: 89).

27-28 Ocak 1958’de cereyan eden olayların Kıbrıs Türkleri için önemi büyüktür. Sözü edilen tarihlerde Kıbrıs Türkleri canları pahasına İngiliz sömürge yönetime karşı durmuş ve hürriyet isteğini vurgulamış, tutsak yaşamayacağını hem İngilizlere hem de dünyaya göstermiştir. Bununla birlikte Kıbrıs Türkleri, iddia edildiği gibi İngiliz yanlısı olmadıklarını, hem İngilizleri hem de Enosis’i istemediklerini bütün dünyaya haykırmıştır. Uluçamgil, mısralarında âdeta bir meydan okuyuş edasıyla İngiliz sömürge yönetimine şu şekilde seslenmiştir:

“Sen İngiltere’nin sömürgeler bakanı, Bilmezsin Lefkoşa’nın Girne Kulesini, 27 Ocak 1958 işte, Bu gün için günü geldi Öğrenmelisin” (Deliceırmak 1998: 96).

Yine şairin telgrafçıya hitaben yazdığı ve İngilizlere duyduğu öfkeyi ifade eden şu iki mısrasında da idealist ve cesur bir tavır seziyoruz: “Benden selam söyle o sömürgeler bakanına / Hangi hakla yerleşmiş vatanıma” (Deliceırmak 1998: 58).

Kıbrıs Türklerinin varlık mücadelesi verdiği yıllarda toplumun sözcülüğünü yaparak kendi kaynaklarına sırtını dönmeyen Süleyman Uluçamgil, hürriyet isteğini başkalarının ölümü üzerine kurmamıştır. O, şiirlerinde çatışmaya ve şiddete yer vermeyerek, sadece hürriyet için yaşamayı arzulamıştır:

“Ben yaşamayı sevmiyordum hürriyetsiz, Ekip biçtiğimiz tarlalara Hürriyet gerekirdi.

Mustafa Yeniasır-Burak Gökbulut ________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 139-148

144

Sonra bu kente geldim, Avuçlarım umut dolu, Büyüdü ellerim gibi umutlarım, Dilek oldu” (Deliceırmak 1998: 80).

Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı’nda “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” derken Türk milletinin tutsak alınmasının imkânsızlığı üzerinde durmuş ve tutsaklığı zincire vurmak motifiyle ifade etmiştir. Uluçamgil’in şiirlerinde benzer bir motifle karşılaşıyoruz. Şair, sömürge hayatını bileklere vurulan bir zincir olarak göstermiştir:

“Buralarda, Bileklerimizde zincirler paslanırken, Ter buram buram akar, Düz alınlarımızdan, Göz çukurlarımıza, Ve akşamları, Rüzgâr zorlu eser hem soğuk” (Deliceırmak 1998: 72).

Kıbrıs’ın, İngiliz sömürge yönetimine geçmesiyle birlikte, adada yaşayan Türkler yönetici konumundan bir anda üçüncü sınıf vatandaş konumuna düşmüşlerdir. Bununla birlikte Rumların, İngilizlerin kendilerine gösterdiği hoşgörüyü fırsat bilip Enosis çabalarını hızlandırmaları adada yaşayan Türkler üzerinde büyük bir travma yaratmıştır: “Bir yandan İngiliz Sömürge Yönetimi’ne karşı direnme, diğer yandan ENOSİS’i engelleme çabaları eksenlerinde gelişen Kıbrıs Türklerinin varoluş savaşımının şiddet ve biçimi, yaşanan toplumsal travmalara göre biçimlendi” (Bozkurt 2011: 26). Yaşanan olaylar Kıbrıs Türklerinin adada var oluş mücadelesine dönüşmüş ve söz konusu mücadele edebî eserlerde geniş bir şekilde yankısını bulmuştur.

Süleyman Uluçamgil, İngiliz sömürge yönetimine tepkisini sadece şiirleriyle değil düzyazılarıyla da dile getirmiştir. Dillerin Ucundan isimli roman çalışmasında İngilizleri “azgan-sarı azgan” olarak nitelendirmiştir: “Bir azgan girer ara yere. Bir kötü azgan. Bir sarı azgan. Girer… Girer de kardeşi kardeşin karşısına kor. Bir sarı azgan. Bilerek” (Deliceırmak 1998: 20).

Uluçamgil bu sözleriyle yine İngilizlerin Kıbrıs Türklerini kalleşçe Çanakkale’ye savaşmaya götürmesine tepki göstermiştir.

Süleyman Uluçamgil Saray Gibi isimli piyesini de sömürge karşıtlığını vurgulamak için kaleme almıştır. Eserde Türklerin; eğitim, su sıkıntısı ve barınma sorunlarını çözmek için daha çok İngilizlerle mücadele ettiği görülmektedir. Piyeste İngiliz sömürge yönetimi, Rumların tarafını tutmakta ve Türkleri yaşadıkları bölgelerde mümkün olduğu kadar zor durumda bırakarak, yıldırmayı arzulamaktadır. İngiliz sömürge yönetimi bu tutumuyla Türkleri göç ettirmeyi amaçlamaktadır:

“Köylülerle Sir Abdullah’ın konuşmasından, Kıbrıslıların mekteplere Türk bayrağı çekeceklerini, Kral hazretlerinin resminin yerine Mustafa Kemal’in resmini asacaklarını, Kıbrıs İslam Lisesi tabelasının yerine Kıbrıs Türk Lisesi tabelasının koyulacağını öğreniyoruz… Ancak adaya Türk bayrağı yasağı konulduğu için onlar Sir Abdullah’ın da dediği gibi bu bayrağı kendi kanlarıyla çizmek, bağımsızlık uğruna ölümüne savaşmak zorundalar” (Memmedova 2009: 133).

______________________________ Süleyman Uluçamgil’in Gözüyle Kıbrıs’ta İngiliz Sömürge Yönetimi

SEFAD, 2018 (40): 139-148

145

SONUÇ

Edebiyat, toplumsal yapıyı oluşturan kültür öğelerinden biridir. Hem toplumdan etkilenir hem de topluma yön verir. Toplumsal ve kültürel değerler, edebî türler aracılığıyla gelecek kuşaklara aktarıldığı için edebî eser, aynı zamanda millî kimliğin oluşmasına ve şekillenmesine de büyük katkı sağlar.

Tanzimat ve Millî Edebiyat dönemlerinde edebiyata, toplumu bilinçlendirme gibi önemli bir görev verilmiştir. Sözü edilen bu dönemlerin ürünü olan bazı eserler incelendiğinde bunların, ait oldukları toplumun duyuş ve düşünüşünü, ülkenin tarihî süreç içerisinde geçirmiş olduğu aşamaları ayrıntısına kadar yansıttığı görülmektedir. Bu durum Süleyman Uluçamgil’in eserleri için de karakteristik bir nitelik arz etmektedir. Şair kaleme aldığı eserlerin birçoğunda İngiliz sömürge yönetimine olan tepkisini dile getirerek, Kıbrıs Türklerinin millî şuurunun şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Şairin İngiliz sömürge yönetimine olan tepkisi o kadar büyüktü ki eserlerinde İngilizleri, “azgan, sarı azgan” olarak nitelendirmiş, sömürge hayatını “karanlık bir döneme”, sömürge zulmünü “zehirli bir bıçağa” benzetmiştir. Şair; Kıbrıs’ın İngiliz sömürge yönetimindeki yıllarını “seksen senenin karanlığı” diye değerlendirirken, sömürge hayatını da âdeta bileklerde bir zincir olarak görmüştür.

Yazdığı eserlerde hem kendi toplumu hem de diğer tutsak milletler için hürriyeti arzulayan şair, şiirlerindeki özgürlük düşüncesini asla başkalarının ölümü üzerine kurmamış, sadece özgürlük için yaşamayı arzulamıştır.

Süleyman Uluçamgil’in eserleri özellikle de şiirleri tıpkı toplum için sanatı ön planda tutan bazı şairler gibi teknik açıdan birtakım kusurları barındırsa da, yazıldıkları dönemin özelliklerini yansıtmaları ve bir devrin aynası olmaları bakımından büyük bir önem arz etmektedir. Uluçamgil’in şiirleri bu anlamda adeta birer sosyal belge niteliği taşımaktadır.

Süleyman Uluçamgil, Kıbrıs Türklerinin karanlık dönemlerini yaşamış ve bu yıllarda meydana gelen olayları şiirlerine aksettirmiş önemli bir şairdir. O, yazmış olduğu şiirlerinde, yarım kalmış romanında ve piyesinde İngiliz sömürge yönetimine olan öfkesini net bir şekilde ortaya koymuştur. Milliyetçilik, onun şiirine 1955-1960 yılları arasında yoğun bir şekilde hâkim olmuştur. Uluçamgil, özellikle özgürlük teması etrafında şekillenen eserleriyle, Kıbrıs Türklerinin hürriyet şairi olarak tanınmıştır.

Mustafa Yeniasır-Burak Gökbulut ________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 139-148

146

SUMMARY

Especially western countries were very much interested in Cyprus due to its critical strategic location in the Mediterranean. As one of these countries, Britain followed a policy of occupying Cyprus throughout history. After being defeated in 1877-1878 war, Ottoman Empire concluded a contract with the Russians in San Stefano which stimulated reaction from western powers whereupon it was decided that a congress should be organized in Berlin. Britain guaranteed that she would ally with the Ottoman Empire for its defence against possible Russian aggression towards Anatolia and demanded that Cyprus be given to her as a military base. Although the transfer of Cyprus was temporary based on an annual rent, in 1914 the British benefited from the weakness of the Ottomans and declared that they annexed Cyprus unilaterally. Thus, a complete British colony administration began in Cyprus. In these years, the British did their utmost to promote emigration or destruction of Cypriot Turks from the island due to the weak status of Ottoman Empire.

Such poets as Süleyman Uluçamgil in Cypriot Turkish literature aimed throughout their literary lives to revive national conscious by acting as spokesmen of the society. With their works they showed the society its direction and ensured that national consciousness was not forgotten and managed to keep the Cypriot Turkish society on its feet. In this sense, Süleyman Uluçamgil and other poets with the same cause have an essential place as spiritual architects of Cypriot Turkish national struggle. Some works that they created can today be used as resources in sciences such as history and sociology. For this reason, it is essential to analyse and understand the works of these artists better and transfer them to future generations.

For this purpose, in this article effort was paid to display the view of Süleyman Uluçamgil towards Cypriot British colony administration based on his works. Based on an examination of the works the poet gave in his short life, it can be seen that most of them include the fury against the British. The fact that opposition to colonization has an essential place in the poems of Uluçamgil can be related to the events in Cyprus in those years. In particular the fact that he attended the struggle against the British had a huge influence in his writing this kind of works. Süleyman Uluçamgil was among the people who resisted the British army by throwing stones on 27-28 January 1958 when he was a child at fourteen years old. The gas bombs made his eyes watery, too. Thus, the struggle against the British on 27-28 January was widely reflected in his works.

Süleyman Uluçamgil expressed his reaction towards British colony administration not only with his poems but also his proses. In his novel titled From the end of tongues he qualified the British as Ferocious-Yellow Ferocious.

Süleyman Uluçamgil wrote his play titled Like Palace in order to emphasise opposition to colonization. In this work, it is seen that Turks struggled mostly with the British in order to solve their problems such as education, water and accommodation. In the play, British colony administration is on the side of Greeks and aims at dismaying the Turks by putting them in as much difficult position as they can in the areas they live. With this approach, British administration aimed at forcing the Turks for emigration.

In Tanzimat and National literature periods, literature assumed the essential task of raising the awareness of the society. An examination of some of the works given in these periods shows that they reflect in detail the feelings and thinking of the society in their times

______________________________ Süleyman Uluçamgil’in Gözüyle Kıbrıs’ta İngiliz Sömürge Yönetimi

SEFAD, 2018 (40): 139-148

147

and the stages that the country went through in historical process. This is also characteristic for the works of Süleyman Uluçamgil. The poet expressed his reaction towards British colony administration in most of his works and played an essential role in the shaping of national consciousness of Cypriot Turks. The poet used the term darkness of eighty years to define the years of Cyprus under British administration and saw the colony life as chain on wrists.

The poet has a strong desire for freedom for his society and other captive nations in his works. The freedom concept was never built on the death of others; he only desired living for freedom.

Works and especially poems of Süleyman Uluçamgil has some technical mistakes just like Mehmet Emin Yurdakul’s poems; however, they have utmost importance as they reflect the features of the period they were written and act as mirrors of an era. Uluçamgil has been recognised as the freedom poet of Cypriot Turks especially with his works shaped around the theme of freedom.

Mustafa Yeniasır-Burak Gökbulut ________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 139-148

148

KAYNAKÇA

Akgün, Sibel (2015). “Kıbrıs Türk Edebiyatında Millî Kimlik İnşa Sürecinde Şiir: Süleyman Ali Uluçamgil”. International Journal of Social Science Studies Number, 36: 127-137.

Atun, Suna (2010). Kıbrıs Türk Edebiyatı. Gazimağusa: Samtay Vakfı Yay. Bozkurt, İsmail (2011). “Kıbrıs Türk Halkının Varoluş Savaşımı ve Devletleşme Süreci”.

2011’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti-Fırsatlar ve Tehditler Bildiriler Kitabı. ed. Soyalp Tamçelik. 5 Mart 2011. Ankara: SATA Reklam Tasarım Basın Yayın Matbaacılık Org. 25-41.

Deliceırmak, Orbay (1998). Süleyman Uluçamgil – Bütün Eserleri. Lefkoşa: KKTC Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay.

İnalcık, Halil (2003). Şair ve Patron. Ankara: Doğu – Batı Yay. Keser, Ulvi (2013). “Kıbrıs’ta Çanakkale, Çanakkale’de Kıbrıs ve Bilinmeyenler Üzerine Bir

Bakış”. Motif Akademi Halkbilimi Dergisi-Kıbrıs Özel Sayısı – II,: 43-51. Memmedova, Elmira (2009). “Milli Mücadele Uğrunda İki Şehit Şair: Süleyman Uluçamgil

ve Ulvi Bünyadzade”. Uluslararası Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi ve Bu Mücadelede TMT’nin Yeri Sempozyumu Bildirileri-I. 31 Ekim-5 Kasım 2011. Lefkoşa: Kıbrıs TMT Mücahit Derneği Yay. 121-135.

Sanlı, Yadigar Türkeli (2011). “Edebiyat; Toplumsal Hafızanın, Geleneğin Kaybında, İnşasında Ne Kadar Etkilidir?”. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2 (2): 151-164.

Serdar, Gülgün (2000). Şairlerimiz Şiirlerimiz, Geçmişten Günümüze Kıbrıs Türk Şiiri. Lefkoşa: Ateş Matbaacılık Limited.

Şen, Can (2012). “Kıbrıs’ta Yaşanan Olaylar Bağlamında Süleyman Uluçamgil’in ‘27-28 Ocak 1958’ Şiirinin İncelenmesi”. Celal Bayar Dergisi Sosyal Bilimler Dergisi 10 (2): 354-362.

Yıldız, Saadettin (2010). “Süleyman Uluçamgil’in Şiirlerinde Kıbrıs Milli Mücadelesi”. Kıbrıs Türk Varoluş Mücadelesinin Edebiyata Yansıması Sempozyumu Bildirileri (haz. İsmail Bozkurt-Cemal Bayak). 14-15 Mayıs 2009. Lefkoşa: Ajans Yay. 247-264.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 17/07/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 10/12/2018

SEFAD, 2018 (40): 149-158 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515241

İki Hunza Masalı ile Bazı Keloğlan Masal Varyantlarındaki Benzer Motifler

Prof. Dr. Nuriye Bilik

Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Urdu Dili ve Edebiyatları Bölümü

[email protected]

Öz Halk edebiyatının sözlü türlerinden olan masallar, ait oldukları toplumların kültürel

sembolleridir. Birbirinden farklı kültür ve coğrafyalarda yaşayan insanoğlunun, tarih boyunca yaptığı göç, savaş ve ticaret amaçlı yolculuklarında bu edebi türler de kendi ülkelerinin sınırlarını aşarak karşılaştıkları toplumların sosyal ve kültürel dokularına uyum sağlayarak farklı kimliklere bürünmüşlerdir. Anadolu’da anlatılan herhangi bir masalın, fıkranın veya halk hikâyesinin benzeri ile başka ülkelerin edebiyatlarında karşılaşmak bunu doğrular niteliktedir. Çalışmamızda yer verdiğimiz Hunza halk masallarının isimsiz karakterleri, Türk masallarının sevilen kahramanlarından olan Keloğlan’dan başkası değildir. Bu iki Hunza masalındaki karakterler de bazı Türk masallarında olduğu gibi olumsuz özelliklere sahip Keloğlan’ın benzerleri olarak karşımıza çıkar. Olumsuz özelliklerin yüklendiği bazı Keloğlan masallarında; Keloğlan, kötü kalpli, acımasız, hilekâr, kurnaz, tembel, açgözlü, ahlaksız, tehditkâr bir kişilik sergiler. Hunza masallarındaki Keloğlan’ın benzeri olan karakterler de kurnazlık, düzenbazlık, hilekârlık, acımasızlık ve gaddarlıklarıyla kandırdıkları insanların malına mülküne sahip olup onları ölüme sürüklerler. Çevrelerindeki zavallı, saf, yaşlı ve dürüst insanlara eziyet etmekten çekinmezler. Hayvanlar bile bu acımasızlıktan nasibini alır. Yaptıkları her türlü hainlik ve kötülüğe rağmen racalık makamına kadar yükseldikleri de olur. Kültürler arası ilişkilere dikkat çekmek amacıyla Badnām Şarīr Bhāī kī Kahānī (Adı Çıkmış Haylaz Kardeşin Hikayesi) ve Bad Kār Aurat kī Kahānī (Günahkâr Kadının Hikayesi) başlıklı iki Hunza masalı, Anadolu’daki bazı Keloğlan masallarının benzer metinleri referans verilerek ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: Masal, Keloğlan, Hunza.

Counterparts of Turkish Folk Tale Hero Keloğlan in Two Hunza Folk Tales

Abstract Tales, which are among important genres of folk literature, are cultural symbols of

societies to which they belong. These literary genres, which have transcended the borders of their respective countries in the journeys which people living in different cultures and geographies have made for purposes of migration, war and trade throughout history, have

Nuriye Bilik ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 149-158

150

adapted to the social and cultural fabric of the societies they have encountered in the new geographies they have landed and assumed new identities. The fact that one may encounter in literatures of other countries a similar tale, joke or folk story told in Anatolia seems to be in support of this. Anonymous characters in the two Hunza folk tales included in our study are none other than Keloğlan, who is one of the beloved heroes of Turkish tales. The characters in these two Hunza tales are lookalikes of Keloğlan, who had some negative qualities in some Turkish tales. In Keloğlan tales where Keloğlan assumes negative qualities, Keloğlan exhibits a wicked, ruthless, cunning, lazy, immoral and intimidating personality. Characters resembling Keloğlan in Hunza tales also appropriate property of people who they deceive through cunning, deceit, trickery, ruthlessness and brutality and lead them to death. They are so impudent as to torture and cause suffering to the poor, naive, old and honest people around them. Even animals receive their own share of these sufferings. There are occasions when they rise to the rank of raja despite all kinds of treachery and wickedness they have committed. In order to draw attention to intercultural relationships, this study dealt with two Hunza tales titled Badnām Şarīr Bhāī kī Kahānī (Story of a Notoriously Naughty Brother) and Bad Kār Aurat kī Kahānī (Story of a Sinful Woman) with reference to texts similar to Keloğlan tales in Anatolia.

Keywords: Tale, Keloğlan, Hunza.

_________________________İki Hunza Masalı ile Bazı Keloğlan Masal Varyantlarındaki Benzer Motifler

SEFAD, 2018 (40): 149-158

151

GİRİŞ

İnsanoğlu her ne kadar farklı kültür ve coğrafyalarda yaşasa da, birbirinden farklı dilleri konuşsa da benzer hayal gücü ve düşünceler çerçevesinde benzer edebi türleri oluşturabilir. Tarih boyunca ticaret, göç ve savaş amacıyla insanlarla birlikte yolculuk yapan bu edebi türler, kendi ülkelerinin sınırlarını aşarak yol aldıkları coğrafyalarda karşılaştıkları toplumların sosyal ve kültürel yapılarına uyum sağlayarak çeşitli kimliklere bürünmüşlerdir. Hint edebiyatındaki başlıca masal koleksiyonlarından olan Kathasaritsagara’da bazen bir Keloğlan masalının, bazen de bir Nasreddin Hoca fıkrasının ilk anlatıldığı şekliyle karşılaşabiliriz (Kaya 1995: 25). Bu koleksiyonda yer alan fıkra türündeki masallardan “Kavrulmuş Tohumları Eken Adam” (Kaya 1990: 97-98), “Hiç İsteyen Adam” (Kaya 1990:107-108), “Kapıya Sahip Olan Adam” (Kaya 1990: 111-113)’ın Anadolu’da bazen bir Nasreddin Hoca fıkrası bazen de bir Keloğlan masalı olarak karşımıza çıkması bu sözlü anlatımların ilk anlatıldıkları şekilleriyle kalmayıp değişip gelişerek varyant açısından zenginleştiklerini gösterir.

Kelile ve Dimne’yi 1859 yılında Almancaya tercüme eden Masalların Göçü teorisinin kuramcısı oryantalist Alman bilim insanı Teodor Berdey, masallar arasındaki benzerliğin nedeninin milletler arasındaki kültürel ve tarihi ilişkiler olduğunu savunur. Bu süreçte uluslar birbirlerinden bazı kültürel unsurları ödünç almışlardır. Berfey, doğunun batı üzerindeki etkilerinin muhtemel zaman, dönem ve yollarını üçe ayırır. Bu kültürel- tarihi iletişim ve etkileşim rotalarından birisi de Türkistan ve Anadolu üzerinden İstanbul’a, oradan da Balkanlar üzerinden Avrupa’ya ulaşanıydı. Bununla birlikte Avrupa’nın şiirsel yaratıcılığının ana kaynağı İran’a, Arabistan’a, Filistin’e göç eden ve oradan da Akdeniz ticaret yoluyla Avrupa’ya ulaşan yazılı ve sözlü Hint efsaneleriydi (Çobanoğlu, 2012: 112-113). Böylelikle kendi ülkelerinin sınırlarını aşan masallar, yeni coğrafyalarda yeni kimliklere bürünüyorlardı. Türk ve Pakistan halkları arasındaki ortak tarihi geçmiş ve aynı dini inanışlar çerçevesinde her iki ülke masallarında pek çok benzerlikler göze çarpar. Türk masallarındaki gibi Hunza1 masallarında da olağanüstü kahramanlar, olaylar ve yerlerle karşılaşırız. Sarp bir coğrafyada yaşayan Hunza halkı için masallar uzun ve soğuk kış gecelerinde ocak başında toplanılıp hoşça vakit geçirilen yegâne eğlence vasıtası olmuştur. Devler, periler, olağanüstü güce sahip zalim krallar, çobanlar, yöresel şenliklerde dans etmeleri için çağrılan ve kehanetlerine oldukça itibar edilen kâhinler, hayaletler, masal kahramanlarına yardımcı olan yaşlı kadınlar, aksakallı ihtiyarlar masalların başlıca kahramanlarıdır. Olaylar, periler ülkesi, yer altı dünyası, dağlar, kırlar ve köylerde geçer. Dile gelen çalılar, ağaçlar kahramanlara yol gösterir. İki Hunza halk masalında, Türk masal eş metinlerinin kahramanı olarak karşımıza çıkan Keloğlan’dan başkası değildir. Halk edebiyatının diğer kollarına da yayılmış olan Keloğlan tipi, Türk masallarının sevilen kahramanlarındandır. Görünürde saf ve aptal gibiyse de aslında zekidir. Ne zaman zor bir durumda kalsa, ya kurnazlığıyla ya da şansının yaver gitmesiyle içinde bulunduğu durumdan kurtulur. Farklı coğrafyalarda farklı isimlerin verildiği Keloğlan, Türk masallarında iki farklı tiple karşımıza çıkar. Bunlardan ilki düzmece/sahte/yalancıktan Keloğlan’dır. Soylu bir aileye mensup ve iyi bir statüye sahip olan karakter; hedefine ulaşma yolunda önceleri kimliğini gizlerken, amacına ulaşır ulaşmaz asıl kimliğine döner. İkinci

__________ 1 Okuryazarlık oranın oldukça yüksek olduğu bölgede, Buruşaski, Şina ve Vahi dilleri konuşulur. İnsanların uzun bir ömür sürdüğü sarp bir coğrafyaya sahip Hunza’da yamaçların az eğimli kesimleri pirinç tarımının yanı sıra başta kayısı olmak üzere meyve ağaçlarının dikimi için taraçalar halinde düzenlenmiştir.

Nuriye Bilik ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 149-158

152

tipteki Keloğlan, Türk masallarında akıllılık, kurnazlık, korkusuzluk, dürüstlük ve iyilikseverlik gibi olumlu özellikleri taşıyan asıl/gerçek Keloğlan’dır (Şimşek, 2017: 45). İşini bilen Keloğlan, halkın temsilcisi olarak padişahın karşısında adeta haksızlığa, zulme, kötülüğe karşı savaşır. Boratav, “Maceraya atılan insanın savaşını ifade eden Keloğlan’ın, kötülerin ettiklerini fitil fitil burnundan getirmesini bildiğini, padişah bile haksızın tarafını tutmuşsa, Keloğlan’ın amansız vuruşlarından kendisini koruyamayacaklarını ifade eder” (1998: 18). Keloğlan tüm bu olumlu özelliklere sahipken bazı masallarda da sahtekârlık, düzenbazlık, hilekârlık başta olmak üzere; kötü kalpli, açgözlü, acımasız, insanlara acı çektiren, olumsuz özellikteki Keloğlan’a dönüşür. Sakaoğlu, “Bunun sebebinin bazı masal anlatıcılarının, hakiki Keloğlan vasıflarını taşımayan kimseleri Keloğlan olarak adlandırmalarıdır” der (1973: 226).

Her iki Hunza masalında da kahramanlar kurnaz, hilekâr, acımasız, tehditkâr, kötü kalpli oluşlarıyla olumsuz özellikleri olan Keloğlan’ın benzerleridir. Bu ifadelerden yola çıkarak olumsuz özellikteki Keloğlan masallarına örnek teşkil eden Hunza masalları ve benzerleri olan Keloğlan masalları referans verilerek ele alınmıştır.

1. “Adı Kötüye Çıkmış Haylaz Kardeşin Hikâyesi” Adlı Hunza Halk Masalının Özeti

Fakir bir adam, hayattayken üç oğlunu da evlendirir ve vakti gelince de bu dünyadan göçüp gider. Bu üç kardeşten en küçükleri, oldukça haylaz ve kavgacı çıkar. İki ağabey haylazlıkları günden güne artan kardeşlerinden kurtulmak için onu bir çuvala koyup nehre atmaya karar verirler. Çuvala koydukları kardeşlerini dövmek için ormana değnek kesmeye gittikleri sırada, tesadüfen sürüsüyle oradan geçmekte olan racanın2 çobanı, çuvalın yanına gelir. Haylaz kardeş, çobana ağabeylerinin kendisini padişah yapmak istediklerini fakat onların bu teklifini kabul etmeyince kendisini çuvala kapattıklarını söyler. Haylaz; çobanı padişah olacağı yalanı ile aldatıp, çuvala koyar ve kendisi de çobanın koyun ve keçi sürülerini alıp gider. Ormandan dönen ağabeyler kardeşleri yerine racanın çobanını bir güzel dövüp nehre atarlar. Akşam olmadan koyun ve keçi sürüsüyle eve dönen kardeşlerini gören ağabeyler, nasıl olup da kurtulduğuna şaşırıp kalırlar. Haylaz kardeş, kendisini nehrin ortasına değil de kenarına attıkları için fazla koyun ve keçi çıkaramadığını söyler. Buna inanan ağabeyler, ertesi gün nehre atlayıp canlarından olurlar. Ağabeylerin ölümünün ardından yengelerini de evden kovan haylaz, artık babasının tüm malının mülkünün sahibi olur. Koyun ve keçiler tükenince tekrar yola çıkan haylaz, sırasıyla yolda karşılaştığı tüccarın kervanını, çift süren yaşlı çiftçinin öküzlerini, tarlasında harman dövmekte olan yaşlı kadının ineklerini gasp edip evine döner. Tüccar, çiftçi ve yaşlı kadın bir olup haylazdan intikam almak için onu aramaya çıkarlar. Sonunda bu üç mazlum, haylazın evini bulurlar. Haylaz bunları iyi karşılar bir teke kesip bir güzel ağırlar. Tüccarın kervanından çaldığı eşyalarla donattığı odada, misafirlerine yepyeni yataklar serer. Yorgun üç biçare çabucak derin bir uykuya dalarlar. Haylaz gece yarısını geçince hamur yoğurma kabından aldığı hamuru sırasıyla yaşlı kadının, çiftçinin ve tüccarın bacakları altına bırakır. Sabahleyin uyandıklarında altına kaçırdıklarını sanan yaşlı kadın, çiftçi ve tüccar utançlarından tüm alacaklarından vazgeçip arkalarına bile bakmadan kaçıp giderler. Yapacak başka bir işi kalmayan haylaz, racadan gasp ettiği Tibet ineğinin buzağısını keser. Buzağısı çalınan raca, haber verenin ödüllendirileceğini duyurur. Racanın buzağısının çalındığını haber alan ve haylazın hilekârlıklarına tanık olan yaşlı kadın, haylazın evde olmadığı bir anı kollayıp iç __________ 2 Hindistan’da kral, büyük toprak sahibi ve prenslere verilen unvan.

_________________________İki Hunza Masalı ile Bazı Keloğlan Masal Varyantlarındaki Benzer Motifler

SEFAD, 2018 (40): 149-158

153

yağı bahanesiyle evine gider. Tam iç yağını alıp gitmek üzereyken haylaz çıkagelir. Yaşlı kadını et verme bahanesiyle içeri çağırır ve elini keser. Haylazın evinin kapısına kan izi bırakan zavallı kadın, racanın huzuruna çıkıp hırsızın evini bulduğunu söyler. Yaşlı kadının evinin kapısına kan izi bıraktığını gören haylaz, çevredeki tüm evlerin kapısını kırmızı boyayla işaretler. Kafaları karışan racanın muhafızları, haylazın evini bulamazlar. Haylaz en sonunda saraya gidip racayı alt eder, krallık elbisesini giyip kendisini raca karısını rani3ilan eder, racanın karısını da hizmetçi yapar (Hunzai, 1998: 110-120).

2. “Adı Kötüye Çıkmış Haylaz Kardeşin Hikâyesi” Adlı Hunza Halk Masalının Varyantı Olan Bazı Keloğlan Masallarından Örnekler

2.1. Keloğlan: Anasına öküzü kestiren, köylülere tarlayı yaktıran Keloğlan, evden kaçar. Gittiği amcasının evinde de zarar vermeye devam eder. Dönüş yolunda hasatla uğraşan köylüleri kandırıp ellerinden mallarını alır. Büyük bir servetle eve dönen Keloğlan anne babası tarafından yeniden eve kabul edilir (Seyidoğlu, 1975: 413-415).

Bu masalda Keloğlan, yalancılığı, hilekârlığı ve kurnazlığıyla hak etmediği malın mülkün sahibi olur. Anne babası da adeta onu tekrar eve kabul etmekle “üzümünü ye bağını sorma” ya da “armut dibine düşer” atasözünü doğrular mahiyette bir tavır sergileyip, bu usulsüzlüğü onaylarlar.

2.2. Keloğlan: Köy halkının, köyün kadınlarına sarkıntılık yaptığı için çuvala koyup denize atmaya karar verdikleri Keloğlan, çobanı kandırıp sürüye sahip olur. Keloğlan’ın, köylülere denizin dibinin koyunla dolu olduğunu söylemesi üzerine köyün bütün erkekleri, denize atlayıp canlarından olurlar (Kumartaşlıoğlu, 2006: 139-140).

Gayri ahlaki tavırlar sergileyen Keloğlan, kurnazlığı, yalancılığı ve acımasızlığıyla cezalandırılması gereken kişi konumundayken, masalın sonunda köyün erkeklerini ölüme sürükleyerek kazanan taraf gibi görünür.

2.3. Keçelnen Anası: Keloğlan kendisini kandırıp danasını kestiren köylülerden öcünü almak için, onlara bir takım oyunlar oynar. Zengin olup köyüne dönen Keloğlan, kandırdığı çobanın da sürüsünü ele geçirir. Koyunları denizin dibinden çıkardığını söyleyince, buna inanan köylüler denize atlayıp canlarından olurlar (Arslan, 2000: 456-461).

Keloğlan, başlangıçta aldatılan, haksızlığa uğrayan bir kişi konumundayken, kendisini kandıranların ölümlerine sebep olarak acımasız, gaddar bir kişilik sergiler.

2.4. Keloğlan’ın Oyunları: Evini yakan Keloğlan, küllerini doldurduğu çuvalların altına birer altın koyarak şehirdeki kuyumcuya emanet eder. Daha sonra altınlarını kömürle değiştirdiği bahanesiyle kuyumcuyu hâkime şikâyet eder ve davayı da kazanır. Kandırdığı çobanın sürüsüne el koyar (Sakaoğlu, 1973: 654-656). Keloğlan’ın koyun sürüsünü sudan çıkardığını duyan köylüler, suya atlayıp boğulurlar.

Masalda başından sonuna kadar Keloğlan’ın yalancılığına, hilekârlığına ve acımasızlığına tanık oluruz. Gözünü kırpmadan pek çok kişiyi ölüme sürükler.

2.5. Keloğlan: Odundan dönen Keloğlan, annesine kızıp horozunu da yanına alır ve amcasının evine gider. Yengesinin dostunu öldürür bacaya saklar. Amcasına hırsız var deyince amcası bacaya ateş eder. Amcasına adamı öldürdüğünü söyleyerek tehditle ondan para ister. Eşeğe bindirdiği ölüyü köylülerin tarlasından geçirirken, eşek buğdayları yiyince __________ 3 Hindistan’da kral, büyük toprak sahibi ve prenslerin eşlerine verilen unvan.

Nuriye Bilik ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 149-158

154

köylüler eşeğin üzerindeki adamı döverler. Keloğlan amcamı öldürdünüz diyerek, evine buğday getirmeleri şartıyla onları hükümete şikâyet etmeyeceğini söyler. Kandırdığı çobanın koyunlarını gasp eder ve kendisi yerine çuvala giren çobanın ölümüne neden olur. Suda çok koyun olduğunu duyan köylüler suya atlayıp canlarından olurlar (Günay 1975: 384-388).

Bu masalda da Keloğlan başlangıçta komşularının kandırdığı, mazlum biriyken amcası başta olmak üzere çevresindeki herkesten intikamını fazlasıyla alır. Kurnazlığıyla ağına düşürdüğü pek çok insanın akıbeti ölüm olur.

2.6. Keloğlan ile Köylüler: Arkadaşları Keloğlan’ı kandırıp öküzünü kestirirler ve bir güzel yerler. Kandırıldığını anlayan Keloğlan onlardan intikam almaya karar verir. Bir kadını kandırıp altınlarını, bir kervancıyı kandırıp kervanını alarak köyüne döner. Öküzün derisinden çarık yaptırıp sattığını söyleyerek köylülere öküzlerini kestirir. Kandırıp sürüsünü elinden aldığı çobanın ölümüne de neden olur. Koyunları gölden çıkardığını söyleyerek köylüleri göle indirir. Öküzleri göle salarak köylüleri boğulmaktan kurtarır (Özçelik 1993: 655-660).

Bu masalda Keloğlan, oyuna getirilen, kandırılan, öç almak isteyen kişi konumundayken masalın sonunda birden merhamete gelip insanların canını kurtarır.

3. “Günahkâr Kadının Hikâyesi” Adlı Hunza Halk Masalının Özeti

İkinci evliliğini yapan adamın karısı vefasız çıkar. Üstelik üvey oğluna da kötü davranır. Babasının aldatıldığının farkında olan oğlan, üvey annesinden intikam almak için fırsat kollar. Üvey anne, evde ne zaman güzel bir yemek pişirse aşığını eve çağırıp ona yedirmeyi alışkanlık haline getirir. Baba ile oğulun tarlaya gittikleri bir gün, aşığını yine eve çağırır onun için lezzetli yemekler hazırlar. Tam bu sırada eve gelen üvey oğul, kadının aşığı için pişirdiği yemekleri aldığı gibi babasına götürür. Planları suya düşen kadın, mecburen oğlanın arkasından tarlaya gidip, aşığına da gizlice tarlaya gelmesini işaret eder. Yemeğe başladıkları sırada kadının aşığı da yakındaki bir tarlada görünür. Kadın, kocasına onu da yemeğe çağırmasını söyler. Kurnaz oğlan, babasına o tarlada saldırgan köpeklerin olduğunu, oraya elinde orakla gitmesini söyler. Adam, onun kendisini öldürmeye geldiğini sanıp kaçar. Oğlan, ertesi gün yine kadının aşığı için pişirdiği yemeği alıp tarladaki babasına götürür. Oğlan üvey annesine gözlerinin ağrıdığını, “Thul Buyu” türbesine gidip dua etmesini söyler. Kadın, orada oğlanın kör ve topal olması için beddua eder. Ondan önce türbeye gidip saklanan oğlan, yatır konuşuyormuş gibi yaparak kadına babasının evinden bir koç getirip kurban etmesi ve her gün bu koçun etini oğlana yedirdiği takdirde, oğlanın kör olacağını söyler. Kadın denileni yapar. Akıllı oğlan, üvey annesine kör rolü yaparak Thul Buyu’yu tekrar ziyaret etmesini söyler. Yine ondan önce gidip saklanır. Kadın yine beddua eder. Oğlan saklandığı yerden bu kez kadına babasının evinden bir öküz getirip kesmesi ve etini oğlana yedirmesi halinde kör kalmaya devam edeceğini söyler. Kadın denileni yine yapar. Bir gün kadın kuruması için dama ceviz serer. Karga ve sincapların cevizi alıp götürmemeleri için oğlanın eline bir bıçak verip dama oturtur. Oğlanın tamamen kör olduğundan emin olan kadın, o gün de aşığını eve çağırıp yedirir içirir, giderken de ceviz alması için dama çıkarır. Kör numarası yapan oğlan adamı öldürür ve annesine büyük bir karga öldürdüğünü söyler. Oğlan, üvey annesine cesedi nehre atmalarını teklif eder. Çaresiz bu durumu kabullenen kadın, aşığını suya atarken oğlan onu da nehre iter. Böylece baba oğul tekrar huzur içinde birlikte yaşamaya devam ederler (Hunzai, 1998: 90-94).

_________________________İki Hunza Masalı ile Bazı Keloğlan Masal Varyantlarındaki Benzer Motifler

SEFAD, 2018 (40): 149-158

155

4. Günahkâr Kadının Hikâyesi Adlı Hunza Halk Masalının Varyantı Olan Keloğlan Masalları

4.1. Keloğlannan Dayısı: Dayısının karısının zina yaptığını fark eden Keloğlan, intikam almaya karar verir. Keloğlan yaptığı oyunlar yüzünden kadın, oynaşına götüreceği yemeyi kocasına getirir. Oynaşı kadına Keloğlanla dayısının ölmeleri için bir ziyarete gidip dua etmesini söyler. Bunu duyan Keloğlan yengesinden önce türbeye saklanıp öküzü kesip kocasıyla Keloğlan’a yedirdiği takdirde öleceklerini söyler. Eti yiyen dayı yeğen ölmüş numarası yaparlar. Keloğlan eve gelen kadının oynaşının ağzına kızgın yağ dökerek onu öldürür. Keloğlan’ın dayısı da karısını öldürür ve yeğeniyle yaşamaya başlar (Arslan, 1998: 470-473).

Yengesinin dayısını aldattığını fark eden Keloğlan, kurnazlığıyla yengesinin planlarına engel olur. Keloğlan yengesinin aşığını, dayısı da karısını öldürür.

4.2. Bacadan Atılan Ölü: Yengesinin, dayısını aldattığını fark eden Keloğlan, onu cezalandırmaya karar verir. Dayısı tarlaya gittikten sonra üç gün boyunca saklandığı yerden kadının oynaşıyla konuşmalarını dinler. Yemekleri hangi tarlaya götüreceğini öğrenip, her defasından yemekleri dayısıyla yerler. Kocasıyla Keloğlan’ın gözlerinin kör olması için dua eder. Akşamleyin Keloğlanla dayısı kör numarası yaparak eve dönerler. Bunu gören kadın, aşığını eve çağırır. Kadının yemek pişirmek için tavada erittiği kızgın yağı, Keloğlan uyuyan oynaşın boğazına döküp öldürür. Yengesine, gözlerinin görmeye başladığını söyleyen Keloğlan, onu adamı öldürmekle suçlar. Keloğlan para karşılığında ölüyü farklı yerlere bırakır, pek çok kişinin kazancına el koyar (Sakaoğlu. 1973: 663-666).

Keloğlan kötü ahlaklı yengesini cezalandırırken, bir taraftan da içindeki acımasızlığa, hilekârlığa, kurnazlığa engel olamaz. Yengesinin oynaşının ölüsünü farklı yerlere bırakarak pek çok insanı kandırır ve kötülüklerine devam eder.

SONUÇ

Ait oldukları toplumların kültürel sembolleri olan masallar, yol aldıkları, coğrafyalar boyunca, karşılaştıkları toplumların sosyal ve kültürel dokularına uyum sağlayarak farklı kimliklere bürünürler. Bugün Anadolu’da anlatılan bir Nasrettin Hoca fıkrası veya Keloğlan masalının ilk anlatıldığı şekliyle Hint edebiyatında karşımıza çıkması, bu sözlü anlatım türlerinin gelişerek ve değişerek motif açısından zenginleştiklerini doğrular mahiyettedir. Masallar her ne kadar benzer tip ve konulara yer veriyorlarsa da dâhil oldukları kültürde birbirinden farklı biçimlere bürünebilirler. Bu bağlamda her iki Hunza masalında da kahramanlar birer Keloğlan tipine yakın karakterlerdir. Belirli isimleri olmayan bu kahramanlardan birinci hikâyedeki kahraman haylaz, fena, rezil, aşağılık, adi anlamlarına gelen “Şarir” ile namussuz, ahlaksız, terbiyesiz, düzenbaz, sahtekâr anlamlarındaki “Badmuaş” sıfatlarıyla adlandırılır. Tüm bu yüklenen sıfatlarla olumsuz özelliklere sahip Keloğlan tipini yansıtır. Bazı Keloğlan masalarındaki gibi üç erkek kardeşin en küçüğüdür. Annesinden bahsedilmezken sadece babasının adı geçer. Acımasız, açgözlü, düzenbaz, sahtekâr, insanlara ve hayvanlara acı çektiren kaba biridir. Kendisini öldürmek isteyen ağabeylerinden intikam almakla kalmaz, hiçbir suçu olmayan sıradan masum insanların malını mülkünü kurnazlık ve yalancılıkla ele geçirip zengin olur. Hikâyenin sonunda da racalık makamına kadar yükselir. İkinci hikâyedeki kahramanın da bir ismi yoktur. Oğlan ve kurnaz oğlan olarak bahsedilen bu karakter akıllıca ve kurnazca hareketleriyle babasını aldatan üvey annesine ve aşığına hak ettiği cezayı verir. Genellikle iyiler mükâfatlandırılıp

Nuriye Bilik ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 149-158

156

mutlu sona ulaşırlarken, Hunza halk masallarındaki gibi bazı masal ve halk hikâyelerinde açgözlü ve namert karakterlerin bu özelliklerine rağmen kazanan tarafmış gibi gösterildikleri de olur. Çalışmamızda yer verdiğimiz “Keloğlannan Dayısı” adlı Kars masalındaki Keloğlan’ın, benzer metni olan İrlanda masalında Jack, Hunza masalında ise genç gibi farklı isimlerle fakat aynı kişilik özellikleriyle karşımıza çıkması; masalların çok kültürlü bağlarla birbirlerine bağlı olduklarını bu nedenle tek bir kültürle, coğrafyayla veya dinle sınırlamanın doğru olmadığını gösterir.

_________________________İki Hunza Masalı ile Bazı Keloğlan Masal Varyantlarındaki Benzer Motifler

SEFAD, 2018 (40): 149-158

157

SUMMARY

Tales, which are cultural symbols of societies to which they belong, adapt to the social and cultural fabrics of societies which they have encountered in the geographies they have travelled and thus they have assumed different identities. The fact that a Nasreddin Hodja tale or Keloğlan tale told in Anatolia today appears in Indian literature in its original form seems to support the idea that these forms of oral narrative become enriched in theme by changing and developing. Although tales include similar types and themes, they may assume different forms in the respective cultures they belong to. In this context, the heroes in both Hunza tales are of Keloğlan type. Of these heroes, which do not bear specific names, the hero in the first story is referred to with the attribute “Sharir”, which means naughty, vile, mean and ignominious and the attribute “Badmuash”, which means dishonest, immoral, impertinent, fraudulent and counterfeiter. He is the youngest of three brothers as in some Keloğlan tales. While there is no mention of his mother, his father is cited in the tale. He is a rude person who is merciless, ravenous and tricky and causes people and animals to suffer. He not only takes revenge on his brothers who want to kill him, but he also becomes rich by appropriating property of ordinary and innocent people through cunning and deceit. And he rises to the rank of raja at the end of the tale. The hero in the second tale also does not bear a name. This character, which is referred to as boy or sly boy, gives a well-deserved punishment to his step mother, who deceives his father with his wise and cunning manners, and her lover. In general, the good are rewarded and attain a happy ending in tales but rapacious and craven characters in some tales and folk stories as in Hunza folk tales are represented as the winning side despite possessing such unfavorable qualities. The fact that Keloğlan in a tale from Kars titled “Uncle of Keloğlan”, which we included in our study, appears to have different names like Jack in an Irish tale and youth in the Hunza tale while having the same personality traits indicates that tales are connected to one another with multicultural bonds and that it is not correct to confine them to a single culture, geography or religion.

Nuriye Bilik ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 149-158

158

KAYNAKÇA

Arslan, Ahmet Ali (2000). Kuzey-Doğu Anadolu(Kars) Türk ve Kuzey Britanya Halk Edebiyatlarında Masallar 2. Cilt. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay.

Boratav, Pertev Naili (1998). Zaman Zaman İçinde. İstanbul: Adam Yay. Çobanoğlu, Özkul (2018). Halk Bilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş: Ankara:

Akçağ Yayınları. Günay, Umay (1975). Elazığ Masalları (İnceleme) Erzurum: Atatürk Üniversitesi Basımevi. Hunzai, Abdullah Han (1998). Hunza ki Lok Kahaniyan, Lahore: Sang-e Meel Publications. Kaya, Korhan (1990). Kathasaritsagara (Masal Irmaklarının Okyanusu) Kritik Çalışması. Ankara:

Ankara Ü. Kaya, Korhan (1995). Hint Masalları, İstanbul: Okyanus Yayıncılık. Kumartaşlıoğlu, Satı (2006). Balıkesir Masallarında Motif ve Tip Araştırması. Balıkesir: Balıkesir

Üniversitesi. Özçelik, Mehmet (1993). Afyonkarahisar Masalları Üzerine Bir Araştırma Cilt 1. Konya: Selçuk

Ü. Sakaoğlu, Saim (1973). Gümüşhane Masalları. Ankara: Sevinç Matbaası. Sakaoğlu, Saim (2010). Masal Araştırmaları. Ankara: Akçağ Yay. Seyidoğlu, Bilge (1975). Erzurum Halk Masalları Üzerinde Araştırmalar. Ankara: Atatürk

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay. Şimşek, Esma (2001). Yukarıçukurova Masallarında Motif ve tip Araştırması 2. Cilt. Ankara: T.C.

Kültür Bakanlığı Yay. Şimşek, Esma (2017). “Türk Masallarının Milli Tipi: Keloğlan”. Akra Kültür Sanat ve Edebiyat

Dergisi (11): 41-57.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 05/03/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 19/04/2018

SEFAD, 2018 (40): 159-170 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515248

Almanca ve Türkçede Adın Belirtme Durumu

Prof. Dr. Zeki Uslu Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü [email protected]

Dr. Öğr. Üyesi Ayşe Uyanık Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü [email protected]

Öz Bu çalışmanın amacı Almanca ve Türkçede adın belirtme durumunu karşılaştırmalı olarak

incelemek, benzerlik ve farklılıklarını ortaya çıkarmak ve Almanca öğrenen Türkler için bu konudaki öğrenme zorluklarına çözüm önerileri geliştirmektir. Çalışma iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde adın belirtme durumu her iki dilde de ayrıntılı olarak incelenmektedir. Adın belirtme durumunda iki dil arasındaki en belirgin fark nesnenin belirtililik özelliğinde ortaya çıkmıştır. Türkçe tümcede nesne ekli ya da eksiz bulunabilmektedir. –İ ekini alan nesne belirtilidir. Almancada ise nesne ister belirtili ister belirtisiz olsun artikeli mutlaka Akkusativ durumda çekimlenmek zorundadır. İkinci bölümde öğrenci uygulamalarına yer verilmiştir. Öğrencilere çalışma kağıdı dağıtılmış ve üç farklı değişkende adın belirtme durumunu kullanma başarıları ölçülmüştür. Tümce kurmada ve Türkçeden Almancaya çeviride “ein” belirsiz artikelinin Akkusativ durumda çekimlenmemesi, Almancadan Türkçeye çeviride ise belirtisiz nesneye “–İ” ekinin getirilmesi en sık yapılan hatalar olarak bulunmuştur. Hatalar çözümlendiğinde bunların yalnızca Türkçe ile Almancanın yapısal farklılığından kaynaklanmadığı, birinci yabancı dil olarak öğrenilen İngilizcenin de etkisi olduğu anlaşılmıştır. Bu sonuçlara göre öğrencilerin dillere daha çözümleyici yaklaşmasının sağlanması ve dil bilinci oluşturulması yönünde çaba harcanması gerektiği ortaya çıkmıştır.

Anahtar Kelimeler: Ad çekimi, belirtme durumu, nesne, fiil istemi.

The Accusative of the Noun in German and Turkish

Abstract The subject of this study is the accusative of the noun in German and Turkish. The aim of

the study is to find similarities and differences in the field of the accusative and to develop solution proposals for learning difficulties. The study consists of two parts. In the first part, the accusative case of the noun is examined in detail in both languages. The biggest difference between two languages is found in the definiteness of the accusative object. The accusative object can be used in Turkish with or without suffix -İ. The accusative object with the suffix -i is determined. But the definiteness of the object must be shown in German with the definite article. The second part examines the students' test. A test has been carried out at Selcuk University, Konya among students in the Department of German Language and Literature. An analysis of the mistakes showed that there are particular problems regarding the translation of Turkish sentences into German and declension of the articles. It became clear that the mistakes not only consist of the structural differences between the two languages, but also that the first foreign language English plays an important role. The foreign language learner must be more careful when comparing languages and their language awareness needs to be developed.

Keywords: Declension of the noun, accusative, object, valence of verbs.

Zeki Uslu-Ayşe Uyanık ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 159-170

160

1. GİRİŞ

Dil edinimi konusunda yapılan araştırmalar insanın anadilinin ya da önceden bildiği dillerin yabancı dil öğrenmede önemli bir etkisi olduğunu göstermektedir (Apeltauer 1997: 88; Klein 1992: 37). Yabancı dil öğrenirken anadili ögelerine sık sık başvurulur. Bu yapı ve ögeler benzerlik taşırsa öğrenme hızlı ve kolay gerçekleşir. Ancak anadili ile yeni öğrenilen dil arasında farklılıklar varsa, öğrenme sürecinin daha dikkatli ve bilinçli oluşturulması gerekir.

Bilindiği gibi Türkçe ve Almanca köken bakımından farklı iki dildir. Türkçe Ural-Altay dil ailesine ait olup eklemeli bir dil iken, Almanca Hint-Avrupa dil ailesinde yer alan çekimli bir dildir. Doğal olarak farklılıkları benzerliklerinden daha çoktur. Bu nedenle söz varlığı, sözcük yapımı, çekimi, söz dizimi gibi temel dilbilgisi konularının öğrenim ve öğretiminde sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bu sorunların aşılmasında gerek kuramsal gerekse uygulamalı çalışmalar özel bir önem taşırlar.

Almanca öğrenen Türklerin en çok yakındığı konulardan birisi artikellerdir. Artikel adın tanımlığı olarak görev yapar. Her ad “der”, “die” ve “das” artikelinden birisi ile birlikte kullanılır. Yeni bir sözcük öğrenilirken, artikeli ile birlikte öğrenilmesi gerekir. Çünkü artikeller ilgili sözcüğün dilbilgisel cinsi, tekillik çoğulluğu, belirtili belirtisiz olması gibi pek çok özelliğini göstermede işlev üstlenir. Tümce içinde bir adın farklı durumlarda kullanılabilmesi artikelinin değiştirilmesi yoluyla gerçekleştirilir. Almancada bir ad dört farklı durumda çekimlenmektedir. Aşağıdaki örnekte artikellerin önemi görülebilir;

Adın durumu Örnek Belirli Artikel Belirsiz Artikel

Yalın durum Adam Der Mann Ein Mann

Belirtme durumu Adam+ı Den Mann Einen Mann

Yönelme durumu Adam+a Dem Mann Einem Mann

Tamlayan durumu Adam+ın Des Mannes Eines Mannes

Adlar söz diziminde her zaman yalın durumda kullanılmaz. Tümce içindeki görevine ve yerine göre bu dört durumdan birisinde çekimlenmek zorunda kalırlar. Sözdiziminde bir tümcede kaç tane ad bulunacağı, bu adların hangi durumlarda çekimleneceği fiile bağlı bir konudur. Bağımsal dilbilgisi anlayışına göre fiil tümcenin en önemli ögesidir. Bir tümcede yer alacak ögeleri belirleyen, bağlayan, birleştiren ve yöneten fiildir. Fiilin bu özelliği “fiil istemi” olarak adlandırılır. Fiiller istemleri bakımından farklılık gösterirler. Bazı fiiller tek öge ile yetinirken, bazıları bir, iki ya da üç ögeyi zorunlu tutarlar. Örneğin sehen/görmek, verstehen/anlamak fiilleri tümce içinde belirtme durumunda bir nesne isterken, helfen/yardım etmek, gehören/ait olmak, danken/teşekkür etmek fiilleri yönelme durumunda bir ögeyi gerektirirler. Geben/vermek, zeigen/göstermek fiilleri ise hem yönelme hem de belirtme durumunu birlikte istemektedirler. Birçok dilde fiillerin bu özelliklerini açıklayan istem sözlükleri yazılmıştır. Ancak Türkçede bu konunun henüz yeterince çalışıldığı söylenemez (Doğan 2016). Bu durum hem Türkçenin yabancı dil olarak öğretilmesinde, hem de Almanca öğrenen Türkler için bir sorun olmaktadır (Balcı 2006; Islıoğlu 2014).

_______________________________________________ Almanca ve Türkçede Adın Belirtme Durumu

SEFAD, 2018 (40): 159-170

161

Tümce içinde nesne görevindeki adın kullanım özellikleri dilden dile farklılık gösterir. Türkçenin artikelsiz bir dil olması ve nesnenin belirtililik, belirtisizlik bildirme özelliklerinin Almancadan farklı olması aşağıdaki türden hatalara neden olmaktadır:

a) Roman okuyorum * Ich lese der Roman b) Çocuklar pasta yer * Die Kinder essen der Kuchen c) Bana kalem ver * Gib mir Füller! d) Şirket bir işçi arıyor * Die Firma sucht ein Arbeiter e) Öğretmen tahtaya bir cümle yazıyor * Der Lehrer schreibt ein Satz an die Tafel

Bu örneklere bakıldığında hataların Türkçedeki yapıların bire bir aktarılmasından kaynaklandığı görülüyor. Bütün örneklerdeki nesneler yüzeysel olarak yalın durumda görüldüğü için Almancaya hatalı biçimde yalın durumda aktarılmıştır. (a), (b) ve (c) örneklerinde nesneler belirtili olsaydı, Türk öğrenci Almancasında artikellerini Akkusativ yapabilirdi. Ancak nesnenin belirtili olması Türkçede tümceye çok farklı anlam özellikleri katardı, yani anlam değeri değişirdi. (d) ve (e) örneklerinde Türkçede nesnenin önüne “bir” getirilerek belirtisiz olduğu vurgulanmaktadır. Türkçede belirtisiz nesneye –İ eki getirilmez. Bu önbilgiye dayanarak ilgili örneklerin de Almancaya hatalı aktarıldığını görüyoruz. Burada iki dilin farklı özelliklerinin dikkate alınmadığı anlaşılıyor. En temel fark fiil isteminde ortaya çıkmaktadır. Türkçe örneklerde bulunan nesneler yalın durumdadır. Türkçede –İ belirtme ekini almayan bir nesnenin belirtisiz nesne olduğu bilinir. Çünkü –İ belirtme eki nesneye özel bir anlam yüklemektedir. Buradaki yüklemler nesneyi hem yalın durumda yani belirtisiz, hem de belirtme durumunda kabul edebilmektedir. Nesne durumunun belirlenmesinde fiil istemi dışında sözdizimsel ve anlamsal faktörler de rol oynar. Oysa Almanca örneklerde geçen fiiller tümcedeki nesneyi mutlaka belirtme durumunda istiyorlar. Nesne ister belirtili ister belirtisiz olsun mutlaka Akkusativ (–İ durumu) çekimli olarak kullanılması gerekmektedir. Almancada bu kesin bir dilbilgisi kuralıdır.

Görüldüğü gibi adın belirtme durumu Almanca öğrenen Türkler için oldukça karmaşık bir konudur. Öğrencilerin Almancada adın durumlarını doğru kullanım düzeyini araştıran Çelik ve Sakarya Maden (2016) başarı oranının çok düşük olduğunu saptamışlardır. Adın belirtme durumu ile ilgili öğrenme zorluğu özellikle dilbilgisi ve çeviri derslerinde yaşanmaktadır. Bu çalışmanın çıkış noktası Almanca Bölümü öğrencilerinin adı geçen konuda yaşadıkları öğrenme zorluklarına dayanmaktadır. Çalışmanın amacı Almanca ve Türkçe dil çiftinde adın belirtme durumunu karşılaştırmalı olarak incelemek, Almanca derslerinde yaşanan öğrenme zorluklarını uygulamalı olarak belirlemek ve daha başarılı bir öğrenme süreci için öneriler geliştirmektir.

2. ALMANCADA ADIN BELİRTME DURUMU

Almancada bir adın farklı durumlara dönüştürülmesi artikelinin çekimlenmesiyle gerçekleştirilir. Bir adın dört faklı durumda çekimlenmesi mümkündür (Duden 1995: 217); yalın durum (Nominativ), belirtme durumu (Akkusativ), yönelme durumu (Dativ) ve tamlayan durumu (Genitiv). Konumuz olan belirtme durumu “kimi?” “neyi?” sorularına yanıt verir ve aşağıdaki gibi çekimlenir;

Zeki Uslu-Ayşe Uyanık ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 159-170

162

Belirli Artikel Çekimleri Tekil Yalın durum der Vater die Mutter das Kind Belirtme durumu den Vater die Mutter das Kind Çoğul Yalın durum die Väter die Mütter die Kinder Belirtme durumu die Väter die Mütter die Kinder Belirsiz Artikel Çekimleri Tekil Yalın durum ein Vater eine Mutter ein Kind Belirtme durumu einen Vater eine Mutter ein Kind Çoğul Yalın durum Väter Mütter Kinder Belirtme durumu Väter Mütter Kinder

Tabloda görüldüğü gibi Almanca adlar belirtme durumunda çekimlenirken yalnızca “der” artikelinde değişim yapılıyor. “Der Vater” (baba) “den Vater” (babayı) olarak çekimlenirken, aynı kural belirsiz artikel çekimlerinde de uygulanıyor. Yalın durumdaki “ein Vater” belirsiz adı, “einen Vater” biçimine dönüştürülüyor. Buradaki çekim yalnızca belirli “der” artikelindeki değişimin belirsiz “ein” artikeline de uygulanmasıdır. Yoksa Akkusativ çekimi yapılan belirsiz adı belirli duruma getirmemektedir. Yani “einen Vater” belirtili nesne değildir. Vater adının önündeki “ein” onu belirsiz yapmaktadır. Belirsiz artikelde yapılan bir çekim adın belirsizlik özelliğini etkilemez. İşte bu durum, Akkusativ’in belirtme durumu ya da –İ hali olarak adlandırılmasında bir sorun olarak değerlendirilebilir. Çünkü Türkçede adın sonuna eklenen –İ takısı onu belirtili nesne yapar. Belirtisiz nesnelerde –İ takısı kullanılmaz. Almanca ve Türkçe arasındaki bu fark dilbilgisi ve çeviri derslerinde bir öğrenme zorluğu olarak ortaya çıkmaktadır.

Almanca sözdiziminde bir adın hangi durumda kullanılacağını belirleyen iki temel öge bulunmaktadır; fiil ve ilgeç. Tümcenin yüklemi olan fiil, tümce içindeki adları yönetir. Nesne görevindeki adların durumunu belirler. Bu durum fiil istemi olarak adlandırılır. Almancada fiillerin büyük çoğunluğu tümce içinde adın belirtme durumunda olmasını ister (Dreyer-Schmidt 2006: 70). Sehen, kennen, lieben, fragen, kaufen, suchen, rufen, lesen, besuchen, haben, verlassen, verstehen gibi.

Der Fahrer verlässt den Bus. / Sürücü otobüsü terk ediyor.

Die Polizei sucht den Mann. / Polis adamı arıyor.

Der Lehrer ruft den Schüler. / Öğretmen öğrenciyi çağırıyor.

Adın durumunu belirleyen ikinci temel faktör ise ilgeçlerdir (Präposition). Almancada bazı ilgeçler yalnızca belirtme durumu isterler. Bunlara örnek olarak für, durch, ohne, gegen, entlang, um sayılabilir. Diğer bazı ilgeçler ise hem belirtme hem de yönelme durumunda kullanılabilir; an, auf, in, unter vb. Böylece tümce içinde yüklemle ve diğer adlarla çeşitli anlam ilişkileri kurarlar.

_______________________________________________ Almanca ve Türkçede Adın Belirtme Durumu

SEFAD, 2018 (40): 159-170

163

Sie arbeitet für ihren Sohn. / Oğlu için çalışıyor.

Er legt das Buch auf den Tisch. / Kitabı masanın üstüne koyuyor.

Almancada bazı fiiller bir ilgeçle kalıp oluştururlar. Tümcede nesnenin önüne belirli bir ilgecin gelmesini isterler. Bu tür fiiller ile tümce kuruluyorsa gereken ilgeç mutlaka kullanılmalıdır. Kullanılan ilgeç de nesneyi istediği duruma dönüştürür. Örnek;

denken an (A) birini, bir şeyi düşünmek

warten auf (A) birini, bir şeyi beklemek

sich interessieren für (A) biriyle, bir şeyle ilgilenmek

Ich denke an meine Mutter. / Annemi düşünüyorum.

Der Student wartet auf den Bus. / Öğrenci otobüs bekliyor.

Bu yapılarda ilgeçlerin tek başlarına bir anlam taşımadığı, yüklemin bir parçası olarak görev yaparak tümce içindeki nesneyi etkilediği görülüyor. Türkçe tümcelerde bu ilgeçlerin etkilediği nesne ekli ya da eksiz olarak bulunabiliyor. Ayrıca anlam ve durum eşdeğerliği olmayabiliyor. Almanca ve Türkçede fiillerin istem özeliklerinin karşılaştırıldığı uygulamalı bir çalışmada farklılık oranı yüzde elli altı olarak bulunmuştur (Balcı 2009: 58).

3. TÜRKÇEDE ADIN BELİRTME DURUMU

Türkçede adlara sözdiziminde üstlendiği göreve göre belli ekler getirilir. Adın durumunu gösteren bu ekler çekim ekleridir. Dilbilgisinde ad çekimi ya da adın durumu olarak işlenen bu konuda henüz bir kavram birliği sağlanamamıştır. Batı dillerindeki Akkusativ kavramının karşılığı olarak Türkçe dilbilgisi kitaplarında –İ durumu Gencan (1979: 155), kimi hali Banguoğlu (1998: 326), yükleme durumu Korkmaz (2003: 266) ve belirtme durumu Hengirmen (1998: 123) kavramları kullanılmaktadır. Türkçe sözdiziminde tartışmalı konulardan biri de nesnedir. Nesne tanımlanırken genelde şu özellikleri üzerinde durulmaktadır; fiilin etkilediği varlığı karşılama, öznenin ve yüklemim yaptığı işi belirtme ve geçişli fiili tümleme. Nesne Akkusativ ekli ya da eksiz bulunabilir (Banguoğlu 1998; Ergin 1993). Geçişli fiillerin istemine göre tümcede yar alan bu sözcükler “belirtili nesne” ,”belirtisiz nesne”,”düz tümleç” olarak adlandırılmaktadır. Ancak Akkusativ dışında diğer ad durum eklerini alan kelimeler de nesne olarak kabul edilmekte ve bunlar “dolaylı tümleç” kavramıyla karşılanmaktadır (Balcı 2013; Kaçar 2016). Karahan (1999) nesne durumunu adın diğer durumlarından ayırır. Ona göre belirtme durumu eki yükleme hâli ekidir ve fonksiyonu eklendiği kelimeyle sınırlıdır.

Nesne görevindeki adlar belirtili ya da belirtisiz olabilir. Bir ad belirtili nesne olarak kullanılırsa “kimi?”, “neyi?” sorularına yanıt verir ve adın sonuna –İ eki eklenir. Nesne yalın durumdaysa belirtisizdir ve ek almaz. Nesnenin belirtili olup olmaması, tümcede yer alan ögelerin sözdizimsel ve anlamsal ilişkilerine de bağlıdır (Johanson 1977: 227). Örneğin; “biz, içmek, çay, balkon” ögeleriyle kurulabilecek tümceleri inceleyelim.

Zeki Uslu-Ayşe Uyanık ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 159-170

164

a) Balkonda çay içtik.

b) Çay içtik balkonda.

c) İçtik çayı balkonda.

d) Çayı balkonda içtik.

“İçmek” fiili zorunlu olarak bir nesne istemektedir. “biz içtik” biçimindeki bir tümce anlamca eksik olurdu. “biz çay içtik” tümcesi anlamlı ve yeterli olmaktadır. Ancak tümceye zorunlu olmayan, seçimlik ögeler de eklenebilir. Bu örnekte “balkonda” ögesi ile bulunma durumunda çekimlenmiş bir ad yer almış ve tümceyi anlamca biraz daha genişletmiştir. Burada (a) ve (b) örneklerinde nesne belirtisiz olarak “çay” biçiminde yer almaktadır. (c) ve (d) örneklerinde nesnenin belirtili olma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Nesnenin sözdizimindeki yerlerine baktığımızda belirtisiz olanların yüklemin hemen önünde, belirtili olanları ise ya ilk sırada ya da yüklemden sonra yer aldığını görüyoruz. Demek ki sözdiziminde nesnenin bulunduğu yer, belirtili ya da belirtisiz olmasında önemli bir rol oynamaktadır.

e) Bugün bir ödev yaptım.

f) Bugün ödev yaptım.

g) *Bugün ödevim yaptım.

h) *Dünkü ödev yaptın mı?

ı) *Bu ödev yaptın mı?

Yüklemin önünde yer alan nesneye eğer farklı biçimbirimler ya da niteleyicilerle özel anlamlar yüklenmişse bu tür nesneler mutlaka belirtili olmak zorundadır. (e) örneğinde nesnenin önüne “bir” getirilerek yapılan ödevin belirsiz olduğu, “herhangi bir” ödev olduğu açıkça yazılmıştır. (f) örneğinde belirsizlik eki “bir” yoktur. Fakat nesne başka bir yolla belirtilmediği için yine “herhangi bir“ anlamı taşımaktadır ve belirsizdir. “Bir” sözcüğü kullanılmadan nesnenin nasıl belirtisiz anlam taşıdığı incelenmesi gereken bir konudur. Oysa (g), (h) ve (ı) örneklerinde nesneye anlamlar yüklendiği ve böylece belirtildiği için –İ eki olmadan kullanılamamaktadır. Bu örneklerde iyelik eki, gösterme sıfatı ve –Ki ekinin nesneleri belirtili yapmada görev aldıklarını görüyoruz. Türkçenin anadili konuşucuları için nesnenin neye göre belirtili ya da belirtisiz olarak kullanılacağını bilmek ya da hissetmek çok kolay olabilir. Ancak yabancı dil olarak öğrenenler için pek de öyle olmadığı görülmektedir. Bu nedenle kuralların net olarak belirlenmesi ve dilbilgisi kitaplarında yer alması gerekir.

4. ÖĞRENCİ UYGULAMALARINDA ADIN BELİRTME DURUMU

Bu bölümde Almanca öğrencilerinin adın belirtme durumunu kullanmada yaptıkları hata türleri ve bunların sıklık düzeyi belirlenmeye çalışılacaktır. Bu amaçla Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünde 170 öğrenciyle bir uygulama yapılmıştır. Öğrencilere üç bölümden oluşan bir çalışma kağıdı dağıtılmış ve soruları cevaplandırmaları istenmiştir. Her bölümde beş tümce verilmiştir. Tümceler özne, nesne ve yüklemden oluşan kolay yapıdadır. Nesne görevindeki sözcüklerin

_______________________________________________ Almanca ve Türkçede Adın Belirtme Durumu

SEFAD, 2018 (40): 159-170

165

belirlenmesinde belirli artikel, belirsiz artikel ve iyelik adıllı tamlama gibi farklı biçimbilgisel özelliklerin bulunmasına özen gösterilmiştir. Böylece Almanca öğrencilerinin ne tür yapılarda sıklıkla hata yaptıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır.

Çalışma kağıdının birinci bölümünde Almanca sözcükler verilerek tümce kurmaları istenmiştir. Burada adlar artikelleriyle birlikte yalın durumda ve fiiller mastar biçiminde verilmiştir. Verilen sözcükler A1 düzeyinde herkesin anlayabileceği temel sözcüklerdir. İkinci bölümde Türkçe tümceler verilerek Almancaya çevirmeleri istenmiştir. Amaç öğrencilerin sözcük dağarcığını ölçmek olmadığı için Türkçe tümcede geçen her sözcüğün Almancası ayraç içinde yazılmıştır. Üçüncü bölümde Almanca tümceler verilerek Türkçeye çevirmeleri istenmiştir. Türkçeden çeviri yaparken, Almanca hazır verilen tümcelerden örnekseme yoluyla yararlanma olasılıkları öngörülerek bu bölüm çalışma kağıdının son kısmına ve kağıdın arka yüzüne yazılmıştır. Uygulama sınıf ortamında ve gözetmen eşliğinde gerçekleştirilmiştir.

4.1. Verilerin Çözümlenmesi

Uygulamadan elde edilen veriler SPSS programıyla istatistiksel olarak çözümlenmiştir. Çözümlemede yalnızca tümcenin nesnesi konu edilmiş, sözdiziminde yer alan diğer ögeler değerlendirme dışı bırakılmıştır. En çok kullanılan yapılar yüzdeleriyle birlikte gösterilmektedir. Yüzdesi çok düşük olan seyrek kullanımlara yalnızca yorumlarda yer verilmektedir. Adın belirtme durumu konusunda öğrencilerin başarı düzeyleri, yapılan hataların türleri ve olası nedenleri üç farklı değişkende ele alınmıştır.

4.1.1. Tümce Kurmada

1- Der Schüler / der Satz / schreiben. a) Der Schüler schreibt den Satz. (% 73.5) b) Der Schüler schreibt der Satz. (% 21.8) 2- Der Mann / der Ausländer / verstehen / nicht. a) Der Mann versteht den Ausländer nicht. (% 57.1) b) Der Mann versteht der Ausländer nicht. (% 36.9) 3- Ich / ein Roman / lesen. a) Ich lese einen Roman. (% 27.1) b) Ich lese ein Roman. (% 69.5) 4- Das Kind / sein Onkel / besuchen. a) Das Kind besucht seinen Onkel. (% 47.6) b) Das Kind besucht sein Onkel. (% 42.4) c) Das Kind besucht seinem Onkel. (% 10) 5- Wir / der Bus / warten auf. a) Wir warten auf den Bus. (% 78.8) b) Wir warten auf der Bus. (% 20.5)

Yukarıdaki tümcelerde yer alan fiillerin tamamı tümce içindeki nesneyi belirtme durumunda istemektedir. Bu temel bir kuraldır. Öğrencilerin verileri incelendiğinde bu kuralın uygulanmadığı görülmektedir. Başarı oranının en yüksek olduğu örnek 5a’dır. Bu örnekte “auf” ilgeci bulunduğundan, öğrenciler ilgeçten sonra gelen artikelin çekimli olması gerektiğini düşünmüş olabilirler. En çok hatanın 3b’de olduğunu görüyoruz. Burada anadillerinin etkisi ortaya çıkmıştır. Çünkü Türkçede belirtisiz nesnenin önünde “bir”

Zeki Uslu-Ayşe Uyanık ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 159-170

166

olunca nesne çekim eki almamaktadır. Ayrıca “okumak” fiili tümce içindeki nesneyi ekli ya da eksiz alabilmektedir. Bu tür tümcelerde nesnenin sözdizimindeki yeri, belirtili olup olmamasında, yani ek alıp almamasında önemli rol oynamaktadır. Almanca ve Türkçe arasındaki farklılık bu tümcedeki hataların önemli bir kaynağı olarak görülebilir. “Verstehen/anlamak” ve “besuchen/ziyaret etmek” fiillerinin istemi iki dilde de örtüşmektedir. “Yabancı anlamak” ya da “amca ziyaret etmek” gibi kullanımlar hemen kulak tırmalamaktadır. Bu fiillerle kurulan bir tümcede nesnenin çekimsiz/eksiz kullanılması olanaksızdır. Buna rağmen hata oranı yüzde kırk civarında bulunmuştur. Bu yüksek bir orandır. 4c örneğinde nesne işlevindeki ad yönelme durumunda çekimlenmiştir. Burada öğrencinin gereksiz yorum yaparak “ziyaret etmek” fiili yerine yönelme durumu isteyen “uğramak” fiilini düşündüğü değerlendirilebilir.

Hatalar çözümlendiğinde, bunların tek bir nedene bağlanması olanaksız görülmektedir. Anadili ile öğrenilen yabancı dilin farklılığı tek neden olarak ortaya çıkmamaktadır. Eğer öyle olsaydı fiil isteminin benzediği tümceleri doğru yapmaları beklenirdi. Belki burada öğrendikleri birinci yabancı dilin etkisinden söz edilebilir. Çünkü İngilizce sözdiziminde nesne herhangi bir çekim yapılmadan kullanılmaktadır. Yabancı dil öğrencilerinde dil bilinci oluşturulması ve öğrencilerin dile daha çözümleyici bir anlayışla yaklaşmaları sağlanmalıdır.

4.1.2. Türkçeden Almancaya Çeviride

1- Doktor hastayı muayene ediyor. (Der Arzt / untersuchen / der Kranke) a) Der Arzt untersucht den Kranken. (% 70.6) b) Der Arzt untersucht der Kranke. (% 25.3) c) Der Arzt untersucht dem Kranke. (% 4.7) 2- Öğrenci bir roman okuyor. (Der Schüler / lesen / ein Roman) a) Der Schüler liest einen Roman. (% 25.9) b) Der Schüler liest ein Roman. (% 71.8) 3- Çayı balkonda içiyoruz. (Wir / trinken / der Tee / auf dem Balkon) a) Wir trinken den Tee auf dem Balkon. (% 64.7) b) Wir trinken der Tee auf dem Balkon. (% 33.5) 4- Şoför adamı görmüyor. (Der Fahrer / der Mann / sehen / nicht) a) Der Fahrer sieht den Mann nicht. (% 76.5) b) Der Fahrer sieht der Mann nicht. (% 19.4) 5- Okul iyi bir öğretmen arıyor. (Die Schule / ein guter Lehrer / suchen) a) Die Schule sucht einen guten Lehrer. (% 12.9) b) Die Schule sucht ein guter Lehrer. (% 84.7)

Türkçe bir tümceyi yabancı dile aktarma, genelde öğrencilerin en çok zorlandıkları çalışmalardır. Bunun nedeni amaç dildeki eksiklikleri olarak açıklanabilir. Burada dillerin benzerliği yardımcı bir işlev üstlenmektedir. 1a, 3a ve 4a örneklerinde başarı oranının yüksek olduğunu görüyoruz. Çalışmaya katılanların yüzde yetmişten fazlası tümcelerin nesnesi olan adı doğru durumda çekimlemiştir. Çünkü Türkçesinde de nesne belirtilidir. “Hastayı”, “çayı” ve “adamı” biçimindeki belirtme durumu ekli adlar Almancaya aktarılırken yalın durumda verilmemiştir. Oysa “bir roman” ve “iyi bir öğretmen” biçimindeki nesneler eksiz olarak yalın durumda görüldüğü için öğrenci bunları yanlış çevirmektedir. Bu örneklerde başarı oranı çok düşmektedir. Katılımcılar tümcenin

_______________________________________________ Almanca ve Türkçede Adın Belirtme Durumu

SEFAD, 2018 (40): 159-170

167

sözdizimsel ve anlamsal özelliğini değil de yüzeysel yapısını dikkate alarak bire bir çeviri yapmaktadırlar (2a, 5a).

Nesnenin belirtilmesi konusu Almanca ile Türkçenin farklılıklarından biridir. Türkçede nesnenin ekli ya da eksiz bulunabilmesi, Almancada ister belirtili isterse belirsiz belirtisiz olsun artikelin mutlaka Akkusativ durumda çekimlenmesi öğrencilerin bilmesi gereken temel bir kuraldır. Bu konunun yabancı dil öğrencilerine özümsetilmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.

4.1.3. Almancadan Türkçeye Çeviride

1- Verstehst du diesen Satz? a) Bu cümleyi anlıyor musun? (% 100) 2- Die Katze frisst eine Maus. a) Kedi bir fare yiyor. (% 50) b) Kedi bir fareyi yiyor. (% 50) 3- Der Schüler liest einen Text. a) Öğrenci bir metin okuyor. (% 55.9) b) Öğrenci bir metni okuyor. (% 44.1) 4- Meinen Onkel werde ich morgen besuchen. a) Amcamı yarın ziyaret edeceğim. (% 75.9) b) Amcam yarın beni ziyaret edecek. (% 24.1) 5- Der Mann kauft sich einen neuen Bus. a) Adam kendine yeni bir otobüs alıyor. (% 100)

Yabancı dilden anadiline yapılan çeviriler göreceli olarak daha başarılıdır. Çünkü anadilimiz en güçlü olduğumuz dildir. Sözcük dağarcığında, sözdizimsel yapıda ve diğer kullanım özelliklerini tanımada yeterli olmamız beklenir. Bu nedenle yabancı dilden bir tümceyi anadilimize aktarırken farklı seçeneklerimiz vardır ve bunlar arasından en uygununu bulmaya çalışırız. Beklendiği gibi bu bölümde öğrencilerin başarıları daha yüksektir. Özellikle 1a ve 5a örneklerinde yüksek başarı görülmektedir. 1. Örnekte nesnenin Akkusativ çekimli olması ve “anlamak” fiilinin” Türkçede de “belirtili nesne” istemesi benzerliklerin başarıyı artırmasında önemli rol oynadığını göstermektedir. 5. Örnekte ise Almanca tümcede nesne Akkusativ çekimli olmasına rağmen öğrenciler doğru çözümleme yaparak Türkçede belirtisiz nesnenin özelliğine uygun çeviri yapmışlardır. Ancak bu çözümlemenin 2 ve 3 numaralı örneklerde yapılmadığı görülmektedir. Türkçede belirtisiz nesnenin ek almayacağı kuralını bilen bir anadili konuşucusundan “kedi bir fareyi yiyor” ya da “öğrenci bir metni okuyor” biçimindeki yanlış kullanımlar beklenmezdi. Aynı kuralın farklı örneklerde farklı uygulanması, öğrencilerin bu konuda eksikliğini gösterir. Dilbilgisi alanındaki yetersizlikler öğrencilerde güven eksikliğine yol açmakta ve onları hataya sürüklemektedir.

Zeki Uslu-Ayşe Uyanık ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 159-170

168

5. SONUÇ

Almanca ve Türkçede adın belirtme durumunun karşılaştırıldığı ve öğrenci uygulamalarının incelendiği bu çalışmada aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır;

a) Almancada artikel dönüşümü ile gerçekleştirilen ad durumları Türkçede sonekler yardımıyla sağlanmaktadır. Adın belirtme durumu konusunu bu iki dil farklı yorumlamaktadır. Almancada nesne görevindeki sözcük ister belirtili olsun, ister belirtisiz olsun artikeli mutlaka çekimlenmek zorundadır. Türkçede ise nesne belirtme durumu ekli ya da eksiz kullanılabilmektedir.

b) Almanca ve Türkçede fiillerin istemi yüzde elli civarında örtüşmektedir. Türkçede yönelme durumu gerektiren bir fiil Almancada belirtme durumu isteyebilmektedir. Almancada bazı fiiller nesnenin önünde belirli ilgeçleri istemektedir. Bu özellik Türkçe fiillerde bulunmaz. Fiiller öğrenilirken istemi ile birlikte öğrenilmelidir.

c) Sözdizimi, Türkçede adın belirtme durumu ekini alıp almamasında belirleyici bir rol oynamaktadır. Yüklemin önünde yer alan ad yalın durumda olursa, belirtisiz nesne görevindedir, -İ eki almışsa belirtili nesnedir. Ancak tümce içinde nesne görevindeki ad yer değiştirirse, yani yüklemin önünde bulunmazsa mutlaka –İ eki alır ve belirtili durumda kullanılır. Almancada nesnenin sözdizimindeki yeri adın durumunu belirlemede rol oynamaz.

d) Öğrenci uygulamalarında hatalar adın belirtme durumunun kullanıldığı yere göre değişmektedir. Tümce kurmada ve Türkçeden Almancaya çeviride “ein” belirsiz artikelinin belirtme durumunda çekimlenmemesi, Almancadan Türkçeye çeviride ise belirtisiz nesneye “–İ” ekinin getirilmesi en sık yapılan hatalar olarak bulunmuştur. Hatalar çözümlendiğinde bunların yalnızca Türkçe ile Almancanın yapısal farklılığından kaynaklanmadığı görülmektedir. Çünkü fiil istemi gibi benzeyen özelliklerde de hatalar saptanmıştır. Adın belirtme durumunu kullanmada ortaya çıkan hataların hem anadili Türkçe hem de birinci yabancı dil olarak öğrenilen İngilizcenin etkisiyle yapıldığı değerlendirilmektedir.

Bu sonuçlara göre, Türkçe - Almanca dil çiftinin adın belirtme durumunu yorumlamada farklılıkları olduğu, Almanca öğrencilerinin hem anadilleri Türkçeden hem de birinci yabancı dilleri İngilizceden etkilendiği, dil bölümü öğrencilerinin dillere daha çözümleyici yaklaşmasının sağlanması ve dil bilinci oluşturulması yönünde çaba harcanması gerektiği ortaya çıkmıştır.

SUMMARY

The research on language acquisition shows that the native language and the previously learned languages exert an influence on the appropriation of a foreign language. While learning foreign languages, we orient ourselves towards structures and elements of our first language. When structures and elements are similar, you learn easier and faster. Differences between languages cause learning difficulties. So the learning process has to be deliberately planned.

As you know, German and Turkish are two different languages. Turkish belongs to Ural-Altay languages and is an agglutinative language. German, on the other hand, belongs to Indo-European languages and is an inflecting language. Differences are more than similarities. An important difference is that Turkish has no articles. For this reason, the declension of the noun is very different. Thus, the case of nouns arises as a learning problem.

_______________________________________________ Almanca ve Türkçede Adın Belirtme Durumu

SEFAD, 2018 (40): 159-170

169

This study is based on the observation that Turkish learners of German have learning difficulties in the case of nouns. When using the accusative they make many mistakes. The aim of the study is to find similarities and differences in the field of the accusative and to develop proposals to solve the learning difficulties. The study consists of two parts. In the first part, the accusative of the noun is examined in detail in both languages. The biggest difference between two languages is found in the definiteness of the accusative object. The accusative object can be used in Turkish with or without suffix -I. The accusative object with the suffix -I is determined. But the definiteness of the object must be shown in German with the definite article.

The second part examines the students' test. A test has been carried out at Selcuk University, Konya among students of German Language and Literature Department. The definiteness of the object in the sentence differs in the German-Turkish language pair. In Turkish, the object can be used either in the nominative or in the accusative. When the object is determined, it is used in the accusative with suffix -İ. If the object is not determined, it is used in the nominative. In contrast, in German, the object must necessarily be declined. It does not matter if it is determined or not. The syntax plays a significant role in Turkish for the definiteness of the object. If the object is in front of the predicate, it can be in the nominative and acts as an indefinite object. In the case that it is supplemented with the suffix -I, it is a definite object. But, if there is a conversion of the object, then it must be used with the suffix -I. The valence of the verbs is approximately fifty percent congruent. Some verbs are used in German with a specific preposition. These prepositions have no equivalents in Turkish. They have to be used together with the verbs.

The study has revealed that native speakers of Turkish make many mistakes when using the accusative. An analysis of the mistakes showed that there are particular problems regarding the translation of Turkish sentences into German and declension of the articles. Most mistakes occur in sentence formation and translations from Turkish to German. The students use the indefinite article "ein" not declined in the accusative. When translating from German to Turkish, they add the suffix "-I" to the indefinite object. The analysis of the mistakes revealed that the errors are not only dependent on the structural difference between the two languages, but also in the area of similarities like “such as”. Errors were detected in the valence of verbs. So it can be said that the mistakes made in using the accusative were due to the influence of both of languages, Turkish and the first foreign language English.

From these findings, it can be concluded that the accusative in German as a second foreign language should be better communicated in the future, especially in textbooks for Turks. The foreign language learner must be more careful when comparing languages and their language awareness needs to be developed.

Zeki Uslu-Ayşe Uyanık ________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 159-170

170

KAYNAKÇA

Apeltauer, Ernst (1997). Grundlagen des Erst- und Fremdsprachenerwerbs. Berlin: Langenscheidt.

Balcı, Tahir (2006). Valenzstrukturabhängige Probleme beim DaF-Lernen türkischer Studierender. DaF, 4 Quartal. Herder Institut. Leibzig. 239-241

Balcı, Tahir (2009): Grundzüge der Türkisch-Deutschen Kontrastiven Grammatik. Adana: Ulusoy Matbaası.

Balcı, Umut (2013). Direkte und indirekte Objekte im Deutschen und Türkischen. Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic 8/1. 871-879

Banguoğlu, Tahsin (1998). Türkçenin Grameri. Ankara: TDK Yay. 5. bs. Çelik, Aylin Jale-Sakarya Maden, Sevinç (2016). Eine Studie zur Ermittlung der Einstellung

der Lehramtskandidaten für Deutsch bezüglich der Kasusdifferenzierung im Deutschen. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 18/1. 159-176.

Doğan, Nuh (2016). İstem Sözlükleri ve Türkçe. The Journal of Academic Social Science Studies 42, 251-268

Dreyer, Hilke-Schmidt, Richard (2006). Lehr-und Übungsbuch der deutschen Grammatik. München: Hueber.

Duden (1995). Duden 4. Grammatik der deutschen Gegenwartssprache. Mannheim: Dudenverlag. Ergin, Muharrem (1993). Türk Dil Bilgisi. İstanbul: Bayrak Yay. Gencan, Tahir Nejat (1979). Dilbilgisi. Ankara: TDK Yay. Helbig, Gerhard-Buscha, Joachim (1988). Deutsche Grammatik. Ein Handbuch für den

Ausländerunterricht. Leibzig: Veb Verlag Enzyklopädie. Hengirmen, Mehmet (1998). Türkçe Dilbilgisi. Ankara: Engin Yay. Islıoğlu, Selma (2014). Yabancı Dil olarak Türkçenin Öğretiminde Nesne Durum Ekinin

Kullanımı ile ilgili Yanlışlar ve Çözüm Önerileri. Route Educational and Social Science Journal 1 (2). 101-115

Johanson, Lars (1977). Bestimmtheit und Mitteilungsperspektive im türkischen Satz. Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft. 1186-1203

Kaçar, Erdal (2016). Eylem-Eyleyen İlişkisi Bağlamında Nesne Kavramı. Diyalog interkulturelle Zeitschrift für Germanistik 1. 29-39

Karahan, Leyla (1999). Yükleme (accusative) ve İlgi (genitive) Hâli Ekleri Üzerine Bazı Düşünceler. 3. Uluslararası Türk Dil Kurultayı 1996. Ankara: Kılıçaslan Matbaacılık. 605-611

Klein, Wolfgang (1992). Zweitspracherwerb. Studienbuch Linguistik. Frankfurt: Anton Hain Korkmaz, Zeynep (2003). Türkiye Türkçesi Grameri. Ankara: TDK Yay. Uslu, Zeki (2016). Türkçe-Almanca Karşılaştırmalı Temel Dilbilgisi. Ankara: Anı Yay.

Sending Date / Gönderim Tarihi: 25/05/2018 Acceptance Date / Kabul Tarihi: 31/10/2018

SEFAD, 2018 (40): 171-190 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515260

The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control∗

Assist. Prof. Dr. Nurdan Kavaklı

İzmir Democracy University Faculty of Education The Department of English Language Teaching

[email protected]

Prof. Dr. İsmail Hakkı Mirici Near East University Atatürk Faculty of Education,

Northern Cyprus Department of Social Science and Turkish Education

[email protected]

Abstract This study aims to scrutinize the utilization of the European guidelines in testing and

assessment practices of non-formal English language schools. Providing insights from a mixed-methods research design, the quantitative data were gathered from the English language teachers, who were also working as test (-item) developers at three private institutions renowned for quality with the highest course attendee capacity and branches in Turkey to reveal teacher-tester attributes, whereas qualitative data were gathered from the directors of these private institutions to screen directors’ control. The results have yielded that (1) the kinds of assessment in use allow for feedback on the performance of the on-going educational system; (2) the overall evaluation of the total program, and assessment of educational systems are taken into consideration in testing procedures to some extent; (3) what is good for the individual in assessment does not thoroughly align with the United Nations Convention on the Rights of the Child; (4) the assessment applied in the selected private institutions does not mainly cover standardized tests. The results are discussed, and laced with suggestions to improve the quality of current testing and assessment practices by the exploitation of the European Framework of Standards for Educational Assessment (AEA- Europe 2012) regarding non-formal private institutions as the arteries of Turkish education economy.

Keywords: Language testing, educational assessment, AEA- Europe, non-formal education, EFL.

Eğitsel Değerlendirmeyi Tanımlamada Avrupa Standartlarının Kullanımı: Öğretmen-Ölçen Yordamı ve Yönetici Kontrolü

Öz Bu çalışma, yaygın eğitim veren İngilizce kurslarının ölçme ve değerlendirme

uygulamalarında Avrupa ölçütleri kullanımını irdelemeyi amaçlamaktadır. Karma yönteme dayalı olan bu çalışmada, nicel veri Türkiye’de en yüksek katılımcı kapasitesine, belli bir

__________ ∗ This research is based on a PhD thesis entitled "Cefr Oriented Testing and Assessment Practices in Non-Formal English Language Schools in Turkey" submitted to Hacettepe University Graduate School of Social Sciences in 2018.

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

172

kaliteye ve sayıca en fazla şubeye sahip İngilizce kurslarında aynı zamanda sınav hazırlayıcı olarak çalışan İngilizce öğretmenlerinden toplanmıştır. Öte yandan, nitel veri ise aynı kurumlardaki yöneticilerden toplanmıştır. Nicel veri ile öğretmen-ölçen yordamına ulaşmak hedeflenmiş, nitel veri ile de yönetici kontrolünün sürece etkisi dikkate alınmıştır. Buna göre, çalışmanın sonuçları göstermiştir ki (1) kullanılan ölçme yöntemleri halihazırdaki eğitim sistemi hakkında geribildirim sağlamaktadır; (2) müfredatın tamamının ve eğitim sisteminin değerlendirilmesi bir noktaya kadar dikkate alınmaktadır; (3) ölçme sürecinde bireyin iyiliği için yapılanlar Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Konvansiyonu ile tam bir uyum içinde değildir; (4) belirlenen İngilizce kurslarında yürütülen ölçme ve değerlendirme faaliyetleri ölçünleştirilmiş sınav uygulamalarından uzaktır. Çalışmanın sonuçları tartışılmış ve güncel ölçme ve değerlendirme uygulamalarının kalitesinin geliştirilmesi için çeşitli tavsiyeler sunulmuştur. Bu noktada, ilgili kurumları Türkiye eğitim ekonomisinin arterleri olarak görerek Avrupa Eğitsel Değerlendirme Birliği‘nin sunduğu çerçeveye (AEA- Europe 2012) başvurulabileceği önerilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Ölçme ve değerlendirme, eğitsel değerlendirme, ölçünleştirilmiş sınav, yaygın eğitim, İngilizce’nin yabancı dil olarak öğretimi.

_____________________ The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

SEFAD, 2018 (40): 171-190

173

1. INTRODUCTION

Recently, there has been an ongoing increase in the demand of English language learning through private institutions as formal education is somehow limited. According to the British Council’s report, it is supposed that by the year 2020, the number of the adult English Language Learners (henceforth ELLs) is expected to rise to about 2 billion from 1.5, meaning that 1 out of 4 is to be using the language across the world (Pearson English 2014). For Graddol (2006: 101) nearly a third of world population are expected to learn English simultaneously. This expectation of significant growth is the case for English both within and outside English-speaking countries. For this reason, Turkey as a non-English speaking country and with its EFL context, holds English as a part of school curriculum, and supply courses paid for privately in language learning centers.

However, Turkey’s focus on quantity in formal education rather than quality has blossomed as a major factor of deficiency in English although assumed to be more practical. Therefore, what learners can do with the functional skills necessitated by the task seems more important than how well learners perform in the sense that they can effectively and efficiently use what they acquire as language skills (De Jong 2004: 58; Hulstijn 2007: 663). That is why after those years spent on English language (now it is 11 years until undergraduate education from 2nd to 12th grade), and hours of study ranging between 2 and 4 per week, many of them are still unable to have a simple act even in daily life conversations. Adumbrating that learners have had adequate grammatical and lexical knowledge, it is expected to be fair for them to have a good command of language. But this is not the case. Thus, a myriad of learners has decided to take further English language education by means of language schools/courses, study centers and/or other private institutions in Turkey, as well.

Contrary to ordinary, as the ratio of auditing in non-formal educational settings is rather low as to that of formal education, how testing and assessment practices are carried out by non-formal English language schools is somewhat blur. Of particular interest, the notion of progression in the field of testing and assessment by the European guidelines for non-formal educational settings is at the core as they are the centers enclosing a great number of ELLs for many reasons. However, there is a scarcity of empirical studies conducted on the utilization of the European guidelines in language testing and assessment practices of non-formal educational institutions. Therefore, this study aims to probe into the testing and assessment practices of private English language schools in Turkey, which are listed under the heading of non-formal educational institutions. Supposed to do so, how well they trace the guidelines and basic principles purported by the Association of Educational Assessment- Europe (hereafter AEA-Europe) is enlightened starting from the very beginning with the decision-makers at these private institutions. The importance of assessment in education and utilization of European standards in educational assessment with its broadest sense are also highlighted with the help of the European Framework of Standards for Educational Assessment (AEA- Europe 2012: 11) within the perspectives of teacher-testers and directors.

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

174

2. NON-FORMAL EDUCATION (NFE)

The United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization (UNESCO) has announced a report on a move towards life-long education (UNESCO 1972: 134). This has led to a tripartite categorization of the education systems taking life-long learning as the core element (Colardyn 2002: 69; La Belle 1982: 160). Just because formal education systems are more conservative to adapt the socio-economic changes around them swiftly, there occurs a point of departure which highlights the distinctions among formal education (FE), in-formal education (IFE) and non-formal education (NFE) around the world (Fordham 1993: 2). Similarly, ensuring that formal education itself cannot respond to constant and rapid changes in economy, social life and technology, the Committee on Culture and Education has reported that non-formal education encompasses learning activities outside the formal education system, nestling young people and adult together in order to make them acquire and maintain abilities, skills and dispositions in a life-long learning concept (CoE 1999: 28). As a result, non-formal education has mushroomed as an educational force of the postmodern world, which develops into the worldwide educational industry (Romi-Schmida 2009: 257).

For the Turkish context, it is due to the radical changes in the general political environment of the late 1980s when the politics of education have undergone a gradual withdrawal of the state from education by creating new opportunities for the private sector (Demirer 2015: 307). Accordingly, the basic premises of national education in Turkey have also become inappropriate and inadequate to meet the demands of the current society, since many other countries finding it difficult to pay for the expansion of formal education. As the education has become more individualized, out-of-school education system is enlightened more than before. The results of a study conducted by the Council of Higher Education on higher education pupils have demonstrated that the proportion of the learners who are enrolled in a private institution in order to meet their further learning needs is 71.8% (CoHE 2007: 82). In this context, it is reported by the Association of Private Educational Institutions and Study Centers in Turkey that the number of private institutions has reached up to 1.500 in 2011, which is approximately 600-750 million Turkish lira revenues. That is why a sudden change in the Turkish education system with the total closure of some of these private institutions, namely dershanes in Turkish context, or returning them to the Basic High Schools, has caused some problems (Dolgunsöz 2016: 72). However, it is also emphasized that the opening of new private courses by the municipalities and other non-governmental organizations has resulted in an unfair competition by operating in a wrongful way (ÖZ-KUR-DER 2011). Supporting inequalities in education by such wrongful implementations, these private institutions have become more prevalent for those rushing in a competitive environment where success becomes hard to be accomplished, though (Silova-Budiene et al. 2006: 159; Southgate 2009: 165).

To broach into NFE in Turkey, it appears to be embellished with general and vocational technical programs. At this juncture, the institutes providing NFE could be listed as the practical arts schools, advanced technical schools, industrial practical arts schools, technical education centers, public education centers offering craftwork, literacy courses, tech-related courses and language-related courses, and apprenticeship training centers. The testing and assessment practices of these non-formal educational settings are held by MoNE whereas formal educational settings are conducted by the Measuring, Selection and

_____________________ The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

SEFAD, 2018 (40): 171-190

175

Placement Center (ÖSYM) in Turkey. MoNE is indirectly involved in the process of testing and assessment practices of the institutions serving for NFE in Turkey. In other words, the language certificate examination of the non-formal educational institutions is administered by MoNE in Turkey.

3. THE AEA- EUROPE: PURPOSE, GUIDING PRINCIPLES AND INSTRUMENT

The AEA- Europe serves as a platform where developments within the scope of educational assessment in Europe are discussed to cherish collaboration between individuals and related organizations. Therefore, it promotes educational assessment practices together with academic, professional and vocational contexts. Engaging individuals, agencies and organizations in a myriad of activities to improve assessment practices and products in Europe, the AEA- Europe strives for developing an understanding for the impact of these practices in any educational environment.

To accomplish above mentioned purposes, the AEA- Europe has developed the ‘European Framework of Standards for Educational Assessment’ (AEA- Europe 2012). In a word, this framework offers standards to foster transparency for both users and educational authorities by benchmarking the on-going system of standards for the enhancement of further assessment processes. With the intention of providing an instrument for educational authorities, test providers and score users to compare their assessment practices, the European Framework of Standards for Educational Assessment has flourished as an evidence for its audience through guiding principles and an instrument. In this vein, the guiding principles are constituted by the overall evaluation of the total program by the testing procedures conducted, innovative assessment techniques in use, the European perspective adopted, the standards established to disseminate quality in assessment, the support given for variety of cultural and educational contexts, the definition of the test takers’ place in the assessment process, some ethical considerations, the cornerstones of the assessment, the use of the assessment results for other educational settings, the rationale behind the assessment, the alignment of the test results to the Common European Framework of Reference for Languages (hereafter CEFR) (CoE 2001), the dissemination of the results for further use, and possible evidences put forward as the standard requirements of the tests administered. On the other hand, the instrument nestles the nature of evidence, tasks and test types in use. As the Framework goes at educational assessment, it, therefore, goes hand in hand with the European standards. It also highlights ethics in order to ensure individual’s rights through fairness. It focuses on practicality, validity and impact on stakeholders as the essential quality concerns. Yet, it supports not only learning, but also decision-making and test development processes in order to enhance viewpoints towards educational assessment.

However, studies conducted in relation to the AEA- Europe’s Framework seem to be limited to the field of formal education. Therefore, examining a wider range of curricula, namely not school-based and non-formal educational environments, will surely broaden the viewpoints. In this vein, it is suggested that assessment practices should be molded in reply to globalization around the world; therefore, assessment for a digital world is to be revised and re-arranged in accordance with the Framework (Halbherr-Schlienger et al. 2014: 248). Similarly, as educational assessment has some essential quality concerns not only for learning but also for decision-making and test development processes, teacher assessment literacy is supposed to be enhanced consequently. Therefore, DeLuca, LaPointe-McEwan

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

176

and Luhanga (2015: 252) have made a review of international standards and measures, in which they have touched upon the guiding principles of the AEA- Europe, as well. As one of the core professional requirements across all educational systems, the standards for assessment literacy adopted in five countries, namely Australia, Canada, New Zealand, the UK and USA have been probed with special interest on the measures developed after 1990. Henceforth, they have drawn a general frame of changes in the assessment practices over time and across different countries, which are all English-speaking ones. Correlatively, Wools (2015: 133) has developed an evaluation system of validity in order to enhance the quality of educational assessment by means of the results of a design-based project. Within, the theoretical principles and designing tenets are correlated with the guiding principles of the AEA- Europe in order to develop a prototype for validity. Additionally, the Annual Conferences of the AEA- Europe are embellished with various studies on the enhancement of educational assessment practices. Amidst the recent ones, Van Nijlen and Janssen (2014) have touched upon national assessments to measure the 21st century skills, with special reference to that of information processing. Besides, Zumbo (2015) has explored the consequences and side effects of an ecological model of testing (Hubley-Zumbo 2011: 221), in which the assessment is considered something in vivo rather than in vitro. Herein, Jones and Saville (2009: 53) have suggested the Framework as a model for learning, and as an instrument of harmonization in order to create opportunities for language assessment, and, herewith, to improve the quality of language assessment. Not to mention, Jones and Saville (2014) have highlighted the importance of Learning Oriented Assessment (LOA) with a systemic view. LOA is actually grounded upon the socio-cognitive model of language learning propounded by the Framework. It is noted that such an approach has either been “explicitly or implicitly defined in opposition to traditional externally set and assessed large scale formal examinations” (Davison-Leung 2009: 395).

Basically, if well-devised, any assessment procedure will surely enhance learning. However, learning is effected negatively if this procedure is designed haphazardly and/or poorly. Thus, providing feedback is essential for both decision-makers and program reviewers in order to enhance the quality of educational assessment, and to evaluate programs. In doing so, the Framework follows the assessment development cycle, which is basically composed of standard requirements clarified within core elements, methods of implementation and possible evidences.

4. EDUCATIONAL ASSESSMENT

Educational assessment is an integral part of determining learning outcomes. Thus, it provides feedback for different types of audiences: educators, learners, parents, policy makers and public regarding the effectiveness of the educational services rendered (National Research Council 2001: 261). Therefore, it is ensured that assessment is actually designed to enhance learner’s performance, albeit not solely to audit it (Wiggins 1998: 21). In doing this, some newfound perspectives on assessment should be taken into account. Comprehensive assessment systems are to be implemented in order to cater learners with a more rigorous and ubiquitous measurement of the learning experiences (Shute-Leighton et al. 2016: 36). Henceforth, the utilization of the AEA- Europe’s Framework as a baseline in assessing the assessment system is of utmost importance to improve educational assessment.

_____________________ The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

SEFAD, 2018 (40): 171-190

177

Bearing these in mind, the current study was conducted to scrutinize whether the Framework might replenish a fundamental basis for the reconsideration of educational assessment, laying the emphasis on the English language schools serving as non-formal educational settings in Turkey. Accordingly, the perceived gap in the literature is postulated to be filled with the answers to the research questions that come into picture as below:

1. What are the teacher-testers attributes from non-formal private institutions to the utilization of the Framework set by the AEA- Europe?

2. What is the effect of director’s control in the utilization of the European standards for defining educational assessment?

5. METHODOLOGY

This study aims to provide insights from a mixed-methods research design-based exploration of the appropriateness of the current testing and assessment practices of English language schools rendering non-formal education in Turkey to the European Framework of Standards for Educational Assessment set by the AEA- Europe. Therefore, both qualitative and quantitative data were collected in order to arrive at an understanding of the on-going testing and assessment practices of three institutionalized private English language schools offering education in their branches in all of the major cities in Turkey.

5.1. Participants and Setting

Three major non-formal private institutions serving as English language schools in Turkey as the source of subjects were selected for this study. For the selection process, the primary concern was to cooperate with the most prominent courses which were renowned for quality in learning English in Turkey with the highest course attendee capacity and highest number of branches in Turkey in order to enable the generalizability of the results. For the selection process, ‘convenience sampling’ (Dörnyei 2007: 129; Nunan 1992: 142) was also adopted as a technique concerning the fact that participants could be more convenient for accessibility by the researcher.

In the light of these, the data were collected in the fall term of the academic year 2016-2017 with the participation of 40 English language teachers (12 male and 28 female participants) recruited from aforementioned 3 English language schools, whose name were kept anonymous for the confidentiality of the results; therefore, labelled as A, B and C. The English teachers participated in the study were each counted as 11, 19 and 10 from the above labelled English language schools respectively. The participants’ age range ranked from 18-25 (N= 27) and 26-35 (N= 12) to 36-45 (N= 1). When their years of experience were considered, teachers mostly had the experience of less than five years (N= 32) which was followed by 5 to 9 years (N= 6) and more than 14 years (N= 2) respectively. One more to note, all of the participants were both English language teachers and test (-item) developers at the private institutions they were working. The table given below summarizes the demographic information about the participants:

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

178

Table 1: Overall Demographic Information of the Participants N Percentage %

Institution

A

B

C

11

19

10

27.5%

47.5%

25.0%

Gender Male

Female

12

28

30.0%

70.0%

Age

18-25

26-35

36-45

27

12

1

67.5%

30.0%

2.5%

Years of

Experience

less than 5

5-9

more than 14

32

6

2

80.0%

15.0%

5.0%

Occupation

al Field

teacher

test (-item)

developer

40

40

100.0%

100.0%

Total N 40 100.0%

To elaborate, the institution A was composed of 11 English language teachers who

were also working as test (-item) developers. Of those, 7 were female (63.6%), and 4 were male (36.4%) with the age range of 18-25 (N= 7; P= 63.6%) and 26-35 (N= 4; P= 36.4%). Additionally, they had the years of teaching experience ranging from less than five years (N= 8; P= 72.7%) and from five to nine years (N= 2; P= 18.2%) to fourteen years and above (N=1; P= 9.1%) respectively. On the other hand, the institution B was composed of 19 English language teachers who were also working as test (-item) developers. Of those, 16 were female (84.2%), and 3 were male (15.8%) with the age range of 18-25 (N= 17; P= 89.5%) and 26-35 (N= 2; P= 10.5%). Besides, they all had less than five years of teaching experience (N= 19; P= 100%). One more to note, the institution C was composed of 10 English language teachers who were also working as test (-item) developers. Of those, 5 were female (50%), and 5 were male (50%) with the age range of 18-25 (N= 3; P= 30%), 26-35 (N= 6; P= 60%) and 36-45 (N=1; P= 10%). Additionally, they had the years of teaching experience ranging from

_____________________ The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

SEFAD, 2018 (40): 171-190

179

less than five years (N= 5; P= 50%) and from five to nine years (N= 4; P= 40%) to fourteen years and above (N=1; P= 10%).

5.2. Instruments

The instruments to collect data were remarked as a questionnaire composed of the guiding principles and instrument of the ‘European Framework of Standards for Educational Assessment’ (AEA- Europe 2012) for establishing quality profiles in educational assessment, and a form of semi-structured interview sessions conducted with the directors of selected private institutions. Accordingly, a questionnaire composed of 24 items on a 5-point Likert-type response basis was administered for this study. The first section of the questionnaire aimed to collect demographic information about the sample group such as gender, age, years of teaching experience and occupational field. The second section of the questionnaire was composed of 24 standards for establishing a quality profile in educational assessment. These standards were aligned with the guidelines and instrument set by the AEA- Europe, and were arranged in the format of a 5-point Likert type scale, in which ‘Strongly Disagree’ was the lowest possible rating and ‘Strongly Agree’ was that of highest. The test items were all molded into a table adjacent to the cells next to each test item. During the arrangement process, the wording of the questionnaire was slightly modified. More precisely, instead of ‘The tests should require …’ pattern, ‘The tests in use require …’ pattern was employed in the wording of each test item. Herewith, the participants were asked to read each statement carefully and circle the number in the cells (from 1 to 5) which was the best descriptor of their own opinions, ensuring that there was not any correct or false answer, and all of the information that could identify them would remain confidential. The minimum standards were set in liaison with the Framework; however, they were not gathered together, evaluated and exploited by researchers all at once. Therefore, in order to check the internal consistency of the scale in use, a reliability analysis was conducted. As a prior step, negatively worded items were checked and noted as none. Then, overall Cronbach’s Alpha level for the instrument was evaluated for the context in which the present study was conducted. The Alpha reliability co-efficient of the data collection instrument was estimated as .894, indicating that the reliability of the data collection instrument was considered to be strong. Because the Pearson Correlation Coefficient is categorized as 1, perfect; .70- .90, strong; .40- .60, moderate; .10- .30, weak; and 0, zero (Dancey-Reidy 2004). Additionally, the internal consistency was also checked by split-half reliability. It was yielded by the split-half reliability analysis that Cronbach’s Alpha for the first part was .820 (r1 for 12 items) whereas that of the second part was calculated as .818 (r2 for 12 items). As noted, there was a high internal consistency within items and no problematic data entry was identified. An outline of these standards could be seen in table given below:

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

180

Table 2: An Outline of the Questionnaire Items

Besides, the data gathered by the questionnaire from the teachers and test (-item)

developers were laced with semi-structured interviews with the directors of the institutions assigned. The semi-structured interview sessions were led by the researcher within the scope of the running of the on-going testing and assessment practices, difficulties and problems encountered in the implementation of the testing and assessment practices together with the recommendations for further improvement in educational assessment.

5.3. Data Analysis

Following data collection process by convenience sampling, the raw data were taken to analysis by aparting quantitative data at one side and that of qualitative one at the other side. For quantitative data, statistical procedures were employed via SPSS Version 23.0 after entering all the valid data in. On the other hand, the data gathered qualitatively, which were noted as the directors’ reports both from the institutions were analyzed through constant-comparison analysis method. The selection of each statistical technique primarily depended upon accuracy and precision in essence. The data gathered was taken to analysis with the identification of the demographic information first. Besides, the mean scores were ranked from the highest to the lowest in order to distinguish the most positive and more negative items assessed. Through descriptive statistics, each of the items were summarized enabling comparisons across the institutions selected, enabling researcher to compare the relative weightings of the exploitation of the Framework by the selected private institutions.

On the other hand, the semi-structured interview sessions with the directors of selected private institutions were conducted in the first language of the director, which was Turkish. Therefore, after the sessions, the researcher translated the original version into the target language, which was English. With the help of back-translation method, two independent raters translated this version into the original language with no prior knowledge of the original content, enabling the researcher to consult with the translators to detect any discrepancies (Marín-Marín 1991). In order to prevent the translated instrument skewed one-way and to reduce “human factor as each inquirer had his/her own unique final destination just like a scientific two-edged sword” (Patton 2015: 433), those independent raters were selected concerning the fact that they had different background of knowledge, expertise and world view, albeit proficient in the target language.

Section Sub-section(s) Number of Items

The AEA-

EUROPE’s

Standards for

Educational

Assessment

1. Guiding Principles

19 (Item No. 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8,

9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18,

19)

2. Instrument/ Identifying the

Nature of Evidence, Tasks and

Test Types

5 (Item No. 20, 21, 22, 23, 24)

TOTAL 2 sub-sections 24 items

_____________________ The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

SEFAD, 2018 (40): 171-190

181

As a procedure, the analysis of the semi-structured interview reports of the directors followed a constant-comparison analysis method (Bogdan-Biklen 2003: 66). The constant comparison analysis method pursues a very similar way to the grounded theory approach, in which researchers come up with an emergent fit; therefore, they adjust the category to fit the data, albeit do not go for data to link with a pre-determined category (Taber 2000: 473). In this sense, the constant-comparison analysis method encompasses a process of reducing the data gathered by means of constant recoding (Glaser-Strauss 1967: 102). Thus, the procedure is broken down into steps starting with the comparison between the already existing incidents, which is further pursued by the comparisons between concepts and incidents. Elliott and Jordan (2010: 34-35) states that “… it is through the process of comparing concept to incident that the researcher can check to see if further incidents fit with the newly developed concepts and, in so doing, ensure that the concepts are capable of accounting for all related incidents in the data”.

Based on this, the researcher designated codes to each line directly in the margins of the interview reports, associating entries with codes with similar meanings into a new category. This process continued for each of the remaining reports of the directors. Following a reiterative angle, codes from the first report were transferred to the second one, and those of the second report were carried over to the third one. This procedure made it possible to create thematic trends across the institutions, and the self-reports of their directors through reunification.

6. FINDINGS AND RESULTS

6.1. The Attributes of Teacher-Testers from Non-Formal Private Institutions to the Utilization of The Framework Set by the AEA- Europe

In order to define the teacher-tester attributes, two main considerations of the AEA- Europe were taken into consideration. The first main consideration of the AEA- Europe, namely guiding principles, was composed of 19 core items. Guiding principles were constituted by the overall evaluation of the total program by the testing procedures conducted, innovative assessment techniques in use, the European perspective adopted, the standards established to disseminate quality in assessment, the support given for variety of cultural and educational contexts, the definition of the test takers’ place in the assessment process, some ethical considerations, the cornerstones of the assessment, the use of the assessment results for other educational settings, the rationale behind the assessment, the alignment of the test results to the CEFR, the dissemination of the results for further use, and possible evidences put forward as the standard requirements of the tests administered. Secondarily, the instrument nestling the nature of evidence, tasks and test types were checked by means of 5 items. Whence, it was asked what kind of tests were applied in practice by the previously selected private institutions, such as summative assessment, formative assessment, performance assessment, standardized tests and/or competency tests.

In the light of these, the highest mean score of the guiding principles was detected with the item asserting that assessment types were laced with feedback on the on-going educational system’s overall performance (M= 4.27; SD= .65). Following that, the participants of this study stated that the test results could be appropriately used as one of the essentials of the quality as they were meaningful (M= 4.09; SD= .54). Likewise, it was stipulated by the results of this study that the testing procedures were adorned with the overall evaluation of

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

182

the total program together with the assessment of the on-going educational system (M= 4.09; SD= .54). It was followed by the item claiming that the test results could be valid for various types of educational contexts for further use (M= 4.00; SD= .63). Alike, the tests in use were supposed to indorse the dissemination of the core principles of the actual testing and assessment practices (M= 3.91; SD= .54). At the very same, it was asserted by the participants of this study that decision makers had the opportunity to reckon with the programs through the exploitation of the test results (M= 3.91; SD= .54). Relatively, the assessment process was stipulated to have a basis on a rationale for the proposed learning of the predetermined educational process (M= 3.91; SD= .54). Moreover, the tests in use were supposed to cover various cultural and educational contexts (M= 3.91; SD= .70). In the same vein, the tests in use were assumed to be embellished with the elements of test development cycle of the CEFR (M= 3.91; SD= .83). Correlatively, the assessment procedures were alleged to consider some ethical concerns (M= 3.91; SD= .83), paying regard not only to the rights of the test administrators, albeit to those of the test takers, as well (M= 3.91; SD= .83).

With regard to test design followed by the guiding principles, it was stipulated that innovative assessment techniques were considered in designing tests (M= 3.82; SD= .60). Correlatively, the assessment process was stipulated to cover the test takers’ place within (M= 3.82; SD= .75). Besides, it was asserted that the tests in use were adorned with a European perspective to the assessment practices in a widespread interest (M= 3.82; SD= .98). Based on this, the purpose of the assessment was supposed to promote the overall education of the test takers (M= 3.73; SD= .79). To some extent, the anchors of the assessment process were assumed to be addressed delicately (M= 3.64; SD= 1.03). Furthermore, the assessment procedures were estimated to follow the aims set by the CEFR to some degree (M= 3.64; SD= 1.03). Accordingly, the tests in use were stipulated to cover the essentials of the assessment process by means of some possible evidences (M= 3.64; SD= .51). One more to note on the guiding principles of the AEA- Europe, it was stated that the rights of the test takers complied with the regulations of the United Nations Convention on the Rights of the Child at the lowest mean score of all (M= 3.45; SD= .69).

The overall estimations regarding the exploitation of the Framework by selected private institutions was reported by means, standard deviations and standard errors of mean for each of them elaborately. In this context, the replies of the English language teachers to the questionnaire were noted at one hand, and the results of each private institution were reported separately. Accordingly, it was yielded by the findings of this study that for the utilization of the Framework, the highest mean score was estimated by the private institution B (M= 4.07; SD= .07), which was followed by that of institution A (M= 3.84; SD= .10) and that of institution C (M= 3.53; SD= .11) respectively.

6.2. The Effect of Director’s Control in the Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment

The general paradigm of a sample of leading professionals from a range of non-formal English language schools in Turkey on the implementation of testing and assessment procedures as defined by the European guidelines was drawn taking the views of the decision-makers from the selected private institutions. The viewpoints of the directors from the selected private institutions on the utilization of the Framework in testing and assessment practices were highlighted by means of semi-structured interview sessions conducted face-to-face. The answers were noted pursuant to the directors’ standpoints on

_____________________ The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

SEFAD, 2018 (40): 171-190

183

the current implementations in testing and assessment, and analyzed through constant-comparison analysis method. As a result, it was underscored that the development of a more practical curriculum, the need for more qualified language teachers, the need for a validation process for language certificate examinations, and thereby the need for a standardization process in language teaching and assessment mushroomed as the standpoints.

Accordingly, it was reported by the director of A that the private institution(s) appeared as a trading house which was merchandizing education. Therefore, the student(s) enrolled in such kind of private institution(s) were well aware of the fact that it was the identity of the institution(s) which was protected, albeit not that of student(s). To set an example, the director of A stated that if there was a vacancy in A2-level proficiency class, a student who was marked as proficient at B1 level via placement test was also sent to that class due to the fact that B1-level proficiency class was full. Moreover, the tests were conducted in multiple-choice-item format within the scope of vocabulary, grammar, listening and reading. Besides, each English language teacher prepared his/her own speaking and writing examinations, and conducted these examinations at his/her convenience. Thereafter, a mean value was calculated to get a final score for the placement test. As there were no standards in testing and assessment of speaking and writing, the director of A reported that some a priori problems might mushroom as a result of misapplications.

In other respects, for the enhancement of the on-going testing and assessment practices within the institution A, its director recommended that performance assessment was to be placed more importance than paper-and-pencil tests. Postulated as the fundamentals of language teaching by the director of A, the productive skills were suggested to be given more prominence by even creating and adopting a new form of placement test based on an oral proficiency examination, as well. For the improvement of the on-going testing and assessment practices across the country, the director of A stated that a skills-based approach was to be employed by all education centers; henceforth, the students enrolled in any of those centers could internalize the English language better.

On the other hand, the director of the private institution B asserted that the students enrolled in the institution B were taken to a diagnostic test in order to determine the level of language proficiency at the outset. Particularly, this diagnostic test was done on students’ speaking skill, and the results gathered made it possible to know where the students were academically so as to bring them to where they were actually in need to be. With respect to the recommendations for the enhancement of on-going testing and assessment practices within the institution B, its director stated that the students were to be given freedom so that they could quiet their minds, and feel free to speak when they did feel truly ready. For the improvement of the on-going testing and assessment practices across the country, the director of the private institution B recommended that Turkish system of English language teaching led by the MoNE was to be revised and modernized so as not to be out-of-date. To set an example for this, the director of B addressed that English language teaching could be a part of early childhood education and/or pre-school education, and be a prerequisite for further education. In the same context, it was marked out by the director of B that the ELT curriculum was to be reviewed as the newly graduates of the ELT departments in Turkey had some problems in conducting skills-based testing and assessment procedures. To add more, the director of B suggested that there was to be a standardization in testing and

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

184

assessment practices across the country. Because someone with a proficiency level of B1 might be regarded as proficient at the level of A2 by another institution.

One more to note, it was reported by the director of C that the most difficult part was the teachers’ internalization of the new applications as it was marked as rather hard to persuade the teachers on the use of them. Correlatively, for the enhancement of on-going testing and assessment practices within the institution C and across the country, its director recommended that language testing and assessment was to be linked to a more standardized system. In addition, its director suggested that skills-based teaching was to be highlighted more, and put into use.

7. DISCUSSION

An in-depth analysis of the results was applied in a two-way alternate: (1) data collected from a 5-point-Likert type scale, and demographic information gathered from the English language teachers (40 in total, 28 female and 12 male, working at the selected private institutions also as the test-item developers); (2) data gathered from the semi-structured interview sessions conducted with the directors of the selected private institutions (3 directors in sum).

The data regarding the utilization of the European Framework of Standards for Educational Assessment by selected private institutions have yielded that even the most prominent English language schools which are renowned for quality in learning English in Turkey with the highest course attendee capacity and highest number of branches across the country have not embraced these guidelines in language testing and assessment thoroughly. Even more, they assert that they have adopted the Framework as the fundamental basis for defining education assessment and conducting language testing and assessment procedures, albeit inefficiently. Besides, it is reported by the findings of this study that the English language teachers, who are also test (-item) developers at those private institutions, are well aware of the importance of the Framework, yet have not implemented it effectively.

To note more, it is reported that the guiding principles are applied more (M= 3.86) than the instrument (M= 3.76) although overall estimates regarding the adoption of the AEA- Europe’s Framework is cumulatively low (M= 3.81). Therefore, it is to be noted that the lowest mean score of the guiding principles is estimated for the item numbered 7 (M= 3.45), which is about the goodness of the test takers as the individuals who are taking the tests if aligned with the United Nations Convention on the Rights of the Child (UN 1990: 2). Accordingly, individual’s place in the assessment procedure is expected to be guaranteed by the declaration of the United Nations, confirming that everyone is entitled to all rights asserted without any distinction of any kind, such as race, ethnicity, language, gender, or any other status. However, it is stipulated by the findings of this study that a big majority of the English language teacher-testers as the participants of the study are not well-aware of what it is actually about as they have noted themselves as mostly ‘not sure’ in reply to the aforementioned test item (P= 42.5%).

On the other hand, it is noted by the findings regarding the instrument by the AEA- Europe that the lowest mean score is estimated on the use of standardized tests within selected private institutions (M= 3.45). In effect, a Reference Supplement to the Manual for Relating Examinations to the CEFR has been introduced (Banerjee 2004; Eckes 2009; Kaftandijeva 2004; Verhelst 2004a-b-c-d) to enable standardization in developing tests, and

_____________________ The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

SEFAD, 2018 (40): 171-190

185

aligning them to the Framework. To note more, it is reported by the findings of this study that summative assessment is the type of assessment which is most generally applied in the selected private institutions (M= 4.00). It is followed by the implementations of formative assessment (M= 3.82), and those of performance assessment (M= 3.73). At this juncture, Spinelli (2007: 103) has suggested informal assessment as an authentic solution to the need for formative assessment in order to involve individual’s learning styles and personal challenges into the process; thus, teachers can track the on-going educational process more regularly, and often by taking students’ snapshots throughout the process. Correlatively, the data gathered from the directors of those selected private institutions have yielded that similar types of assessment formats are in use, which are mostly summative. Test takers are provided with contemporary self-assessment tools to some extent, such as the European Language Portfolio (hereafter ELP) (CoE 2001: 5). For the private institution B, the ELP is the classroom-based assessment tool. However, for the private institution A and C, there are some restrictions in use, such as age and language proficiency level. However, the ELP is the fundamental tool for learners to keep record their own learning by themselves (CoE 2011: 6; Little 2005: 331; Mirici 2008: 28; Mirici-Kavaklı 2017: 75; Sarıçoban 2011: 400; Schäerer 2005: 5); therefore, the recognition and implementation of the ELP is a necessity of the time, albeit not a choice.

However, some problematic issues blossom as there are no standards in language testing and assessment practices of the selected private institutions. Therefore, someone with a proficiency level of B1 might be regarded as proficient at the level of A2 by another institution. According to the views of the directors from selected private institutions, it is reported that current testing and assessment practices are to be linked to a more standardized system. So, the problem is setting standards for quality. However, it is to be noted that setting standards is not the same with adopting standardization due to the fact that standardization refers to settings things in completely the same way (Sleeter-Carmona 2017: 43). Even so, such kind of standardized tests should at least be laced with some alternative assessment measures (Menken 2008). In the same vein, it is recommended that formative assessment should enhance learning by providing feedback for both teachers and learners together with the opportunity for self-evaluation (Walvoord-Anderson 2010: 61).

Besides, standard requirements, methods and samples of evidence as the sub-components of the instrument set by the AEA- Europe were stipulated not to be sufficiently addressed by means of observations and verifications. This situation reveals that the design of the assessment procedure does not properly represent the content which is covered by knowledge, skills and other attributes, and the setting in which the assessment is going to take place. For the evaluation and next iteration phase, the results are expected to embrace their further use for other educational cases; however, it was yielded by the findings of this study that the concept of next iteration was not fully understood either to develop a new form of assessment, or to improve the already existing one within the scope of the European standards touched upon above. Even in higher education, (vice-)directors of foreign language schools in Turkish universities are from the field of foreign language teaching, albeit not language assessment (Zengin-Hacıfazlıoğlu 2013). Therefore, a more robust auditing system is needed in order to enhance the quality of language testing and assessment practices in non-formal educational settings (Kavaklı 2018).

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

186

8. CONCLUSION

To sum up, in this study, the current language testing and assessment practices in non-formal educational settings, as the arteries of Turkish education economy, have been explored and discussed to improve the quality of educational assessment through the exploitation of the guidelines set by the AEA- Europe. Basically, it is concluded that adopting themselves as the main beneficiaries, the English language teacher-testers have not given due weight in order to guarantee test takers’ rights since the assessment process is inscribed more to the test administrators and developers more than test takers. With special concern to the AEA- Europe’s Framework, it was concluded that the guiding principles were applied merely to some extent by the English language teachers, who were also working as test (-item) developers at the selected private institutions. At this point, the English language teacher-testers admitted that they suffered from using traditional assessment techniques more than innovative ones although the Framework, itself, did focus on educational assessment supporting learning. This might indicate that new forms of assessment which fit for a European environment are not adequately placed emphasis. It also seems that disseminating quality in educational assessment for the development of quality in educational assessment with a European perspective has blossomed as a need for all of the private institutions rendering English language education in a non-formal way. In this context, the English language teachers might have experienced role models or mentors in order to grasp the gist of the Framework.

To conclude, contrary to the ordinary, the testing and assessment practices of non-formal private institutions are taken as the core instructional context for this study within teacher-testers’ and directors’ perspectives. Therefore, the results of this study are expected to lend assistance to different types of audiences: English language teachers, test (-item) developers, the directors of the private institutions, public enterprises and the directors of other non-governmental organizations.

9. DISCLOSURE STATEMENT

No potential conflict of interest was reported by the authors.

_____________________ The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

SEFAD, 2018 (40): 171-190

187

BIBLIOGRAPHY

Association for Educational Assessment in Europe (AEA- Europe). (2012). European Framework of Standards for Educational Assessment (Version 1.0). Rome: Edizioni Nuova Cultura.

Banerjee, Jay (2004). Reference supplement to the preliminary pilot version of the manual for relating language examinations to the CEF: Section D: Qualitative analysis methods. Strasbourg: Language Policy Division.

Bogdan, Robert C.- Biklen, Sari Knopp (2003). Qualitative research of education: An introductive to theories and methods (4th edition). Boston: Allyn and Bacon.

Colardyn, Danielle (ed.) (2002). Lifelong learning: Which ways forward? Utrecht: Lemma. Council of Europe (CoE). (1999). “A report on non-formal education”. The Parliamentary

Assembly of the Committee on Culture and Education. assembly.coe.int/nw/xml/XRef/X2H-Xref-ViewHTML.asp?FileID=8807&lang=en. [20.06.2017.]

Council of Europe (CoE). (2001). Common European framework of reference for languages: Learning, teaching, assessment. Cambridge: Cambridge University Press.

Council of Europe (CoE). (2011). Manual for language test development and examining: For use with the CEFR. Strasbourg: Language Policy Division.

Council of Higher Education (CoHE). (2007). “Türkiye’nin yukseköğretim stratejisi” [Higher education strategy of Turkey]. Ankara: Council of Higher Education. www.yok.gov.tr/documents/10279/30217/yok_strateji_kitabi/27077070-cb13-4870-aba1-6742db37696b [25.06.2017.]

Dancey, Christine P. - Reidy, John. (2004). Statistics without Maths for psychology: Using SPSS for windows. London, UK: Prentice Hall.

Davison, Chris - Leung, Constant (2009). “Current issues in English language teacher-based assessment”. TESOL Quarterly, 43(3), 393-415.

De Jong, John Hal (2004). “Comparing the psycholinguistic and the communicative paradigm of language proficiency”. International Workshop Psycholinguistic and Psychometric Aspects of Language Assessment in the Common European Framework of Reference for Languages. University of Amsterdam, The Netherlands.

Deluca, Christopher, Lapointe-Mcewan, Danielle et al. (2015). “Teacher assessment literacy: A review of international standards and measures”. Educational Assessment, Evaluation and Accountability, 28(3), 251-272.

Demirer, Derya Keskin (2015). “Reproduction of inequality through private out-of-school education”. Education Applications and Development: Advances in Education and Educational Trends. ed. Mafalda Carmo. World Institute for Advanced Research and Science (WIARS), Lisbon: The Science Press. 259-269.

Dolgunsöz, Emrah (2016). “A sudden change in Turkish education system: Public attitude towards dershane debates in Turkey”. E-International Journal of Educational Research (E-IJER), 7(2), 56-75.

Dörnyei, Zoltán (2007). Research methods in applied linguistics. Oxford: Oxford University Press.

Eckes, Thomas (2009). Reference Supplement to the preliminary pilot version of the Manual for Relating Language examinations to the CEF: Section H: Many-Facet Rasch Measurement. Strasbourg: Language Policy Division.

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

188

Elliott, Naomi- Jordan, Joanne (2010). “Practical strategies to avoid the pitfalls in grounded theory research”. Nurse Researcher, 17(4), 29-40.

Fordham, Paul E. (1993). Informal, non-formal and formal education programmes in YMCA George Williams College ICE301 Lifelong Learning Unit 2. London, UK: YMCA George Williams College.

Glaser, Barney G.- Strauss, Anselm L. (1967). The discovery of grounded theory: Strategies for qualitative research. New York, NY: Aldine De Gruyter.

Graddol, David (2006). English Next: Why global English may mean the end of “English as a foreign language”. The United Kingdom: The British Council.

Halbherr, Tobias-Schlienger, Claudia, et al. (2014). “Assessments for a digital world”. The Annual AEA- Europe Tallinn Conference: Assessment of students in a 21st century world. Tallinn, Estonia.

Hubley, Anita M.- Zumbo, Bruno D. (2011). “Validity and the consequences of test interpretation and use”. Social Indicators Research, 103(2), 219-230.

Hulstijn, Jan H. (2007). “The shaky ground beneath the CEFR: Quantitative and qualitative dimensions of language proficiency”. The Modern Language Journal (MLJ), 91(4), 663-667.

Jones, Neil- Saville, Nick (2014). Learning oriented assessment: A systemic approach (Studies in Language Testing). Cambridge: Cambridge University Press.

Jones, Neil-Saville, Nick (2009). “European language policy: Assessment, learning, and the CEFR”. Annual Review of Applied Linguistics, 29, 51-63.

Kaftandjieva, Felianka (2004). Reference supplement to the preliminary pilot version of the manual for relating language examinations to the CEF: Section B: Standard setting. Strasbourg: Language Policy Division.

Kavaklı, Nurdan (2018). CEFR oriented testing and assessment practices in non-formal English language schools in Turkey. Unpublished PhD Thesis. Ankara: Hacettepe University.

La Belle, Thomas J. (1982). “Formal, non-formal and informal education: A holistic perspective on lifelong learning”. International Review of Education, 28(2), 159-175.

Little, David (2005). “The common European framework and the European language portfolio: Involving learners and their judgements in the assessment process”. Language Testing, 22(3), 321-336.

Marín, Gerardo-Marín, Barbara VanOss (1991). Research with Hispanic populations. Newbury Park, CA: Sage.

Menken, Kate (2008). English learners left behind: Standardized testing as language policy. Clevedon: Multilingual Matters.

Mirici, İsmail Hakkı (2008). “Development and validation process of a European language portfolio model for young learners”. Turkish Online Journal of Distance Education (TOJDE), 9(2), 26-34.

Mirici, İsmail Hakkı-Kavaklı, Nurdan (2017). “Teaching the CEFR-oriented practices effectively in the MA program of an ELT department in Turkey”. International Online Journal of Education and Teaching (IOJET), 4(1), 74-85.

National Research Council. (2001). Knowing what students know: The science and design of educational assessment. Washington, DC: The National Academies Press.

Nunan, David (1992). Research methods in language learning. Cambridge: Cambridge University Press.

Özel Öğretim Kurslar, Dershaneler ve Etüt Eğitim Merkezleri Birliği Derneği. (ÖZ-KUR-DER). (2011). “Kamuoyuna açıklama”. [Declaration to the Public]. The Association of

_____________________ The Utilization of the European Standards for Defining Educational Assessment: Teacher-Tester Attributes and Directors’ Control

SEFAD, 2018 (40): 171-190

189

Private Educational Establishments and Study Centers of Turkey. www.ozkurder.com/bilgilendirme/kamuya_bilgi.htm. [02.05.2017.]

Patton, Michael Quinn (2015). Qualitative research and evaluation methods: Integrating theory and practice. Thousand Oaks, CA: Sage. 4th edition.

Pearson English. (2014). “English: The world’s language (infographic)”. Pearson. www.english.com/english_learning_infographic [17.09.2016.]

Romi, Shlomo-Schmida, Mirjam (2009). “Non-formal education: A major educational force in the postmodern era”. Cambridge Journal of Education, 39(2), 257-273.

Sarıçoban, Arif (2011). “A Study on the English language teachers’ preparation of tests”. Hacettepe University Journal of Education, 41, 398-410.

Schäerer, Rolf (2005). European language portfolio: Interim report 2005 with executive summary. Strasbourg: Language Policy Division.

Shute, Valerie J.-Leighton, Jacqueline P. et al. (2016). “Advances in the science of assessment”. Educational Assessment, 21(1), 34-59.

Silova, Iveta-Budiene, Virginija, et al. (eds.). (2006). Education in a hidden marketplace: Monitoring of private tutoring. New York, NY: Open Society Institute.

Sleeter, Christin E.-Carmona, Judith Flores (2017). Un-standardizing curriculum: Multicultural teaching in the standards-based classroom. New York, NY: Teachers College Press. 2nd edition.

Southgate, Darby (2009). Determinants of shadow education: A cross-national analysis. Unpublished PhD Thesis. The USA: The Ohio State University.

Spinelli, Cathleen G. (2007). “Addressing the issue of cultural and linguistic diversity and assessment: Informal evaluation measures for English language learners”. Reading and Writing Quarterly, 24(1), 101-118.

Taber, Keith S. (2000). Case studies and generalizability: “Grounded theory and research in science education”. International Journal of Science Education, 22, 469-487.

United Nations (UN). (1990). “Convention on the Rights of the Child”. Human Rights Office of the High Commissioner, the United Nations. www.ohchr.org/EN/ProfessionalInterest/Pages/CRC.aspx [20.11.2016.]

United Nations Educational, Scientific And Cultural Organization (UNESCO). (1972). Learning to be: The world of education today and tomorrow. Paris: UNESCO.

Van Nijlen, Daniël- Janssen, Rianne (2014). “Measuring 21st century skills through national assessments: The case of information processing skills”. AEA- Europe Tallinn Conference: Assessment of students in a 21st century world. Tallinn, Estonia.

Verhelst, Norman (2004a). Reference supplement to the preliminary pilot version of the manual for relating language examinations to the CEF: section C: Classical test theory. Strasbourg: Language Policy Division.

Verhelst, Norman (2004b). Reference supplement to the preliminary pilot version of the manual for relating language examinations to the CEF: section E: Generalizability theory. Strasbourg: Language Policy Division.

Verhelst, Norman (2004c). Reference supplement to the preliminary pilot version of the manual for relating language examinations to the CEF: section F: Factor analysis. Strasbourg: Language Policy Division.

Verhelst, Norman (2004d). Reference supplement to the preliminary pilot version of the manual for relating language examinations to the CEF: Section G: Item response theory. Strasbourg: Language Policy Division.

Nurdan Kavaklı-İsmail Hakkı Mirici ______________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 171-190

190

Walvoord, Barbara E.-Anderson, Virginia Johnson (2010). Effective grading: A tool for learning and assessment in college. San Francisco: Jossey-Bass Inc. 2nd edition.

Wiggins, Grant (1998). Educative assessment: Designing assessment to inform and improve student performance. San Francisco: Jossey-Bass Inc.

Wools, Saskia (2015). All about validity: An evaluation system for the quality of educational assessment. Enschede: University of Twente.

Zengin, Buğra-Hacıfazlıoğlu, Özge (2013). “Profile of preparatory school administrators at universities”. Cypriot Journal of Educational Sciences, 8(3), 351-360.

Zumbo, Bruno D. (2015). “Consequences, side effects and the ecology of testing: Keys to considering assessment in ‘In Vivo’”. The annual meeting of the Association for Educational Assessment - Europe (AEA-Europe). Glasgow, Scotland.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 12/06/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 17/10/2018

SEFAD, 2018 (40): 191-206 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515307

Lykaonia Bölgesi Kuzeydoğu Kesimi Tarihi ve Yerleşim Yerleri

Dr. Öğr. Üyesi İlker Işık Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümü [email protected]

Öz Lykaonia Bölgesi, genel hatları ile bugünkü Konya İli ve çevresini içine alan önemli

bir antik yerleşim sahasıdır. Bölgede, tarihsel süreç içerisinde siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda birçok gelişme yaşanmış ve bunun neticesinde Lykaonia Bölgesi’nin sınırları da değişikliklere uğramıştır. Özellikle Roma Dönemi ve sonrasında bölgenin doğu sınırları Galatia Bölgesi’nde gösterilmiş ve bu geçişgenlik Lykaonia’nın diğer kesimlerine göre siyasal ve dinsel açıdan yapısal bir farklılık yaşanmasına neden olmuştur. Burada yer alan Savatra, Perta ve Kana antik kentleri gerek askeri gerekse dini bakımdan bölgenin sosyo-kültürel dokusunu yansıtan önemli yerleşim birimleri olmuştur. Roma Dönemi’nin önemli askeri sınır hattını oluşturan bu kentlerde Hristiyanlığın yayılması ile birlikte piskoposluk merkezleri konumuna yükselmiş stratejik değerlerini arttırmışlardır.

Anahtar Kelimeler: Lykaonia, Savatra, Perta, Kana, Bozdağ.

The History of the Northeast Section of the Lykaonia Region and Its Settlements

Abstract Lykaonia region is an important ancient settlement area which includes today's Konya

province and its surroundings with general lines. In the region, many historical, political, economic, social and cultural developments have taken place, and as a result, the borders of the Lykaonia region have undergone changes. Especially during the Roman period and afterwards, the eastern borders of the region were shown in the Galatia region, which led to structural and political structural differences compared to other parts of Lykaonia. The ancient cities of Savatra, Perta and Kana are important settlements reflecting the socio-cultural texture of the region, both military and religious. In these ancient cities, which constitute the important military border line of the Roman period these ancient cities increased their strategic values in the position of bishops' centers with the spread of Christianity.

Keywords: Lykaonia, Savatra, Perta, Kana, Bozdağ

İlker Işık __________________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 191-206

192

1. GİRİŞ

Antik çağda Lykaonia olarak adlandırılan bölge, günümüzde büyük oranda Konya merkez ve ilçeleriyle birlikte Karaman, Aksaray illerinin de bir bölümünü içine almaktadır. Tarihi ve kültürel dokusu sebebiyle birçok medeniyeti bünyesinde barındırmış olan Konya ili, gerek kazı çalışmaları gerekse arkeolojik yüzey araştırmaları ile birçok bakımdan bilim insanları tarafından önemli bir çalışma sahası olmuştur. Bu denli derin bir tarih barındıran Konya ili sınırlarında yürütülen bu çalışmalar önemli veriler sunmakla birlikte halen bu geniş coğrafya içerisinde araştırılmayı ve teşhir edilmeyi bekleyen pek çok yerleşim yeri bulunmaktadır. Konya ilinin batı, orta ve güney kesimlerinde yer alan Seydişehir, Beyşehir, Çumra, Bozkır, Hadim ve Taşkent ilçeleri sınırlarında araştırmalar yürütülmüş ve buradaki yerleşim yerleri ile civardaki arkeolojik eserler tanım ve tasnif imkânı görmüştür.1 Bununla birlikte Konya’nın doğu kesimini ele alan etraflıca bir çalışma ise henüz yapılmamıştır. Bu doğrultuda, ilk kez 2017 yılında gerçekleştirdiğimiz ‘Bozdağ Milli Parkı Doğu ve Kuzey Kesimi Yüzey Araştırması’ isimli arkeolojik yüzey araştırmamız ile Konya’nın doğu kesimini kapsayan ve burada yer alan, antik kayıtlarda adları geçen yerleşim alanlarının araştırılması, kronolojilerinin saptanması ve diğer araştırma sonuçları ile Konya tarihine ait tarihsel geçmişin boşluklarının doldurması amaçlanmıştır.

Bozdağ’ın eteklerinde kurulan antik yerleşim yerlerinin antik kayıtlarda isimleri yer almakla beraber, ne zaman kuruldukları ve dönemsel faaliyetleri bir muamma olarak kalmıştır. Bu bölgede antik belgelerde adı geçen Perta, Kana ve Savatra antik kentleri bilinen en önemli yerleşim yerlerindendir. Bu şehir ve bölgelerin hepsi Lykaonia’nın doğusunda kalmaktadır. Bölgenin en tanınmışı ve tarihi kayıtlarda isminden en çok bahsettiren kenti ise bugünkü Konya’nın Selçuklu İlçesi, Yağlıbayat Mahallesi sınırları içerisinde bulunan Savatra (Sauatra / Soatra) antik kentidir.

Bu çalışmada öncelikli olarak, Lykaonia Bölgesi’nin kuzeydoğu kesiminin yerleşim alanları ile burada yer alan üç önemli kent olan Savatra, Perta, Kanna şehirlerine ait olan tarihi ve arkeolojik kaynaklar ön plana alınacaktır. Ayrıca, bu kentlerin bölge içerisindeki etkinliği uyarınca bölgenin doğu ve kuzey kesimlerindeki siyasi, askeri ve dini faaliyetler hakkında da bilgiler sunulmaya çalışılacaktır.

2. LYKAONIA BÖLGESİ’NİN TARİHİ

Lykaonia isminin kökeni Hititler’de Lukka’dan gelmektedir (Umar 1993: 526) ve Hitit belgelerinde Güney Anadolu’nun iç kısmı ‘Luviya’ olarak adlandırılmaktadır (French 1994: 69). Bölgenin ismini aldığı Luvi halkı (Luviler) MÖ 3000’li yıllardan Helenistik döneme kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. MÖ 2000’li yıllarda, Luvi ülkesi anlamına gelen ‘Lukkawaniya’ daha sonra Lykaonia’ya dönüşmüştür (Cate 1961: 195-200).

Bölge dönemlere göre, Hitit-Arzawa; Phryg-Assur-Kimmer; Grek-Pers; Bergama-Seleukos; Roma-Galat; Roma-Part; Bizans-Sasani, Bizans-Arap ve Bizans-Türk mücadelelerinde önemli bir cephe görevi üstlenmiştir (Bahar 1997: 254-267). Dolayısıyla bölge pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış, kültürel ve siyasal açıdan önemli bir merkez haline gelmiştir.

__________ 1 H. Bahar, M. Yılmaz ve A. Baldıran’ın yapmış olduğu araştırmalar neticesinde bölge hakkında kapsamlı çalışmalar yürütülmüştür.

__________________________________ Lykaonia Bölgesi Kuzeydoğu Kesimi Tarihi ve Yerleşim Yerleri

SEFAD, 2018 (40): 191-206

193

MÖ 2. binde, Lykaonia’nın batısındaki Arzawa bölgesi dışında herhangi bir siyasi güç bulunmamaktaydı (Tekin 1995: 37). Daha sonra Asur Koloni Çağı ve sınrasında bir güç olarak beliren Hititler ile beraber bölge Hitit İmparatorluğu’nun hakimiyeti altına girdi. Özellikle MÖ 1400-1200 yılları arasında Hititlere ait eserler söz konusu uygarlığın yoğun izlerini gözler önüne sermektedir (Bahar 1995: 221-222). Hitit-Arzawa hakimiyetinden sonra bölge Phryglerin hakimiyetine geçmiştir. Phrygler’in Anadolu’ya MÖ 1200-1100 yıllarında Trakya taraflarından geldikleri bilinmektedir. Konya’da bilhassa Alaadin Tepesi’ndeki kazılar sırasında pek çok Phryg eserinin bulunması Phryg kültürünün Roma dönemine kadar sürdüğünü göstermektedir (Akok 1970: 61). MÖ 7. yy başlarından sonra Phrygler devrinde önemli bir merkez olan Konya, Kimmer istilasından sonra Lydia’lılara geçmiştir (Baytak 2008: 41). Lydialıların egemenliği MÖ 6. yy’da Pers istilasıyla sona ererek Lykaonia bölgesi dahil Anadolu’nun büyük bir kısmı Persler’e teslim edilmiştir.

Lykaonia ve Kappadokia bölgeleri, Diadokhlar (Büyük İskender’in ardılları) dönemine değin tek elden idare edilmişlerdir. Diadokhlar döneminde ise Seleukoslar hakimyeti altında kalmıştır. Romalıların Anadolu’daki ilk münasebetleri Suriye kralı III. Antiochos’a karşı girişilen harekâtta söz konusu oldu. MÖ 190 yılında L.Cornelius Scipio idaresindeki Roma ordusu Makedonia ve Thrakia üzerinden Hellespontos’a (Çanakkale Boğazı) ve oradan da Küçük Asya’ya (Asia Minor) ayak bastı. Suriye ordusunu Scipio komutasında yenilgiye uğratan Roma, III. Antiochos’la MÖ 188’de yapılan Apameia Barışı sonrası bölgenin yönetimini müttefikleri Rhodos ve Pergamon arasında paylaştırdı. Roma politik hamlelerini dikkatle seçerek idaresi çok güç olan Anadolu topraklarını hemen işgal etmek yerine bölge hamisi konumunda kalmayı tercih etti. Roma’nın Anadolu coğrafyasındaki ilk eyaleti Apameia Barışı’ndan 55 yıl sonra MÖ 133’de Pergamon kralı III. Attalos’un ölümünün ardından ülkesini Roma’ya vasiyet etmesi sonrasında MÖ 129 senesinde mümkün oldu.

Seleukos kralı Antiochos’un Roma ordusuna yenilmesi sonrası bölge Romalılar tarafından Bergamalı II. Eumenes’e verilmiştir (Magie 1950: 19). MÖ 133 yılına gelindiğinde, Bergama Krallığı’nın son kralı II.Eumenes’in oğlu III. Attalos’un ölümüyle ilan edilen vasiyetinde krallığın toprakları Roma’ya bırakıldı. Fakat, Attalos’tan önceki kral II.Eumenes’in oğlu Aristonikos ile yapılan savaşta tutsak düşen Kappadokialı IV. Ariarathes’in çocuklarına Lykaonia bölgesi verilir.

MÖ 1. yy başlarında Marcus Antonius, Pamphylia, Pisidia, Phrygia ve Milyas’ın dahil olduğu Kilikia Eyaletini kurdu. Bu eyalet Lykaonia bölgesini de içine alarak Kappadokia’ya kadar da uzanmaktaydı (Gür 2007: 87). Dolayısıyla bölgenin MÖ 1 yy başlarında Kilikia Eyaleti’nde yer aldığı anlaşılmaktadır.

MÖ 40-39 yılından itibaren Marcus Antonius’un eyaletlerin statüsünü yeniden dizayn etmesiyle beraber Laodikea’lı Zeno’nun oğlu Polemo, bölgede yönetici olarak tayin edildi. Buna göre, Polemo başkent İkonium başta olmak üzere Lykaonia ile Kilikia’ya kadar uzanan bölgeyi hakimiyeti altına aldı (Strabon, Geographica, XIV .2. 24; Sayar 1994: 207). Ancak, MÖ 36 yılına gelindiğinde Marcus Antonius tekrar düzenleme yaparak, Galatia ile Lykaonia’nın bir kısmını son Galatia kralı Amyntas’a verdi (Magie 1950: 434). Amyntas’ın MÖ 25 yılında Hımanadlar tarafından pusuya düşürülüp öldürlmesi sonrasında Augustus (MÖ 27-M.S. 44) “Provincia Galatia” adıyla Lykaonia ve Galatia eyaletlerini birleştirmiştir (Sherk 1980: 958; Texier 2002: 446). Tiberius döneminde (M.S. 14-37) Galatia ile Kappadokia birbirinden ayrılırken (Özsait 1985: 99), Vespasianus (M.S. 69-79) döneminde gelindiğinde ise yeniden

İlker Işık __________________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 191-206

194

bu iki bölge birleştirilmiş, söz konusu süreçler içerisinde Lykaonia bu bölgelerin içerinde yer almıştır (Kaya 2000: 164; Bosch, 1967: 66).

Antoninus Pius (M.S. 138-161) Lykaonia’yı ayrı bir eyalete dönüştürmüştür. Böylece bölge kendi kendini yönetebilme makanizmasına kavuşmuştur (Özsait 1982: 391). Ancak, Diocletianus dönemine (M.S. 284-305) gelindiğinde Lykaonia Bölgesi, Galatia, Pisidia ve Isauria arasında pay edilmiştir (Broughton, 1975: 598; Bahar 1991: 95). Roma İmparatorluğu’nun geç dönemlerinde ve Bizans hakimiyeti zamanında Lykaonia’nın sınırları değişkenlik göstermeye devam etmiştir (Kurt, 2014: 29) İmarator Valens yönetiminde (M.S.364-378) bölge özerklik kazanmış (Hunger 1984: 55), I. Theodosius zamanında ise Lykaonia’nın güneyi Pisidia ve Pamphylia ile kesişme göstermiştir (Özsait 1985: 102).

3. LYKAONIA BÖLGESİ’NİN COĞRAFİ KONUMU

Pek çok gezginin ve araştırmacının ilgisini çeken Konya’ya ilk geziler İ.Ö. 5 yy. da coğrafyacı Ksenophon’un gelmesiyle başlamıştır. Bölgenin batı sınırında, Ksenophon ‘Anabasis’ adlı eserinde Orta Anadolu’nun güneyinde yer alan Lykaonia’nın batısında Phrygia yer aldığından bahsetmektedir (Ksenophon 1998: I, 11-19). İ.S. 1 yy. da Strabon kente gelmiş ve kent hakkında kısa bir bilgi vermiştir. Bölgenin doğu sınırında Strabon, Lykaonia-Kappadokia sınırının Lykaonialılara ait Koropassos Köyü ile Kappadokialılara ait Garsaura (Aksaray) kenti arasında geçtiğini belirtmektedir (Strabon 2000: 65). Ayrıca Strabon kitabında bölgeden şu şekilde söz eder: Orkaorki ve Pitnissos'un etrafındaki bölgelerle Lykaonia Platosu soğuk, ağaçsız olup az su bulunduğu halde yabani merkeplerin otlak yeridir; hatta suyun bulunabildiği yerlerde de, halen suyun parayla satıldığı Soatra' da (Garsaura yakınında bir kasaba) olduğu gibi kuyular dünyanın en derin kuyularıdır (Strabon 2000: 65). Güney sınır zaman zaman Lykaonia şehirleri arasında dahil edilen Isauria’dan başlamak üzere güneydoğuya Dülgerler (Artanada)’e, buradan Göksu Irmağı (Kalykandos) sınır olmak üzere doğuya doğru gidilirken, buradan Karaman (Laranda)’ya bir yay çizilir ve son olarak bölgenin Kuzey Sınırı ise, Verinepolis’ten başlamak üzere batıya doğru Yağlıbayat (Savatra) ve oradan Ladik (Laodikeia-katekekaumene)’e, buradan da güney batıya doğru Beyşehir (Mistheia)’e bağlanır (Özlü 1994: 5). Texier ise ‘Küçük Asya Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi’ adlı kitabında Lykaonia’nın sınırlarından şöyle bahsetmektedir: Lykaonia doğusunda Kappadokia kuzey ve kuzey batısında Galatia ve Phrygia, doğu ucunda da Toros dağlarıyla birleşir. Burada Derbe ve Laranda şehirleriyle beraber bulunan en önemli şehir İkonium’dur (Texier 2002: 289).

4. LYKAONIA BÖLGESİ KUZEYDOĞU KESİMİ YERLEŞİM YERLERİ

Lykaonia Bölgesi sahip olduğu konum dolayısıyla pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış, üzerinde hakimiyet kurulan kültürlerin izlerini günümüze kadar taşımıştır. M.S. 372 yılında Valentinianus döneminde Lykaonia Bölgesi merkezi Ikonium olmak üzere tanzim edilmiştir. Bölgeye bağlı birçok antik kent bulunmakla beraber bu çalışma, Lykaonia bölgesinin kuzeydoğu kesiminde bulunan Savatra, Perta, Kana antik kentlerini kapsamaktadır (Harita 1).

4.1. Savatra Antik Kenti (Yağlıbayat)

Savatra antik kenti, Konya-Aksaray karayolunun 58. km.den sonra 12 km. daha içeride bulunan Yağlıbayat Mahallesi içerisinde yer almaktadır. (Bildirici 2009: 209).

__________________________________ Lykaonia Bölgesi Kuzeydoğu Kesimi Tarihi ve Yerleşim Yerleri

SEFAD, 2018 (40): 191-206

195

08.05.2015 tarihli Konya Koruma Kurulu kararı ile Yağlıbayat Mahallesi sınırlarında bulunan Savatra Antik Kenti’nin 2863 sayılı yasa kapsamında I. ve III. derece arkeolojik sit alanı olmasına karar verilmiştir. Günümüzde bu yerleşim yerinde 19. yy.da Rus zulmünden dolayı Kırım’dan göç eden Tatar Türkleri ikamet etmektedir. Buraya ulaşım, asfalt bir yolla sağlanmaktadır.

Bozdağ’ın eteklerinde kurulan kent, kendisine komşu olan Perta ve Kana antik kentleri ile beraber Lykaonia Bölgesi’nin en doğu kesiminde yer almaktadır. Antik Çağ’dan günümüze kadar birçok yazar ve araştırmacı Savatra antik kentinden söz etmiştir. Strabon, Savatra (ya da Soatra) için, Garsaura (Aksaray) yakınında bir kasaba olduğunu, burada dünyanın en derin kuyularının bulunduğunu ve suyun bu kuyulardan çekildiğini söyler. Ayrıca su olmadığı halde, ülkede müthiş bir koyun yetiştiriciliğinin yapıldığını ve derin kuyulardan elde edilen suyun da burada parayla satıldığını belirtmektedir (Strabon, 2000: 65). Bir diğer seyyah Charles Texier ise Küçük Asya; Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi adlı eserinde Strabon’un tariflerini aktararak ve doğrulayarak Savatra’dan bahsetmektedir (Texier, 2002: 99).

Savatra kendi içinde yönetim mekanizması kurmuş olan önemli bir antik kenttir. Kentin MÖ 1. yy.da kendi sikkelerini bastığı ve Grekçe ΣΟΑΤΡΕΙΣ olarak yazdığı görülmektedir (Aulock, 1976: 73). Ramsay ise Roma’nın imparatorluk döneminde Savatra’nın Traianus Dönemi’nden (M.S. 98-117) beri bir darphaneye sahip olduğundan ve Antoninus Pius Dönemi’nde sikkeler üzerine Lykaonia Birliği yazısının eklendiğinden bahseder (Ramsay, 1960: 419). Savatra’da Roma dönemine ait birçok yazıt ele geçmiş ve W. M. Calder ve J. M. R. Cormack’ın yaptığı epigrafik çalışmalarla kent hakkında yeni bilgiler elde edilmiştir (Calder ve Cormack, 1962: 41-46).

Roma Dönemi’nde coğrafi sınırların değişmesi sebebiyle kent zaman zaman Galatia ve Lykaonia bölgesi içinde gösterilmiştir. Roma’nın erken dönem bölge teşkilatlanması esnasında Savatra, Galatia Bölgesi’nde bulunmaktaydı (Kadıoğlu 2009: 23; Kaya 2000: 164; Mitchell 1993 II: 155). M.S. 370/372 yıllarındaki yeni düzenlemeyle kent, Lykaonia Bölgesi’ne dahil edilmiştir (Bahar 2015: 291). Savatra genel itibariyle tarihi süreç içerisinde Lykaonia ile bağlantılı olup mühim bir geçiş güzergâhı olarak bilinmektedir (Belke-Restle 1984: 101). Özellikle antik kral yolu üzerinde bulunduğundan Sardes ve Gülek Boğazı arasındaki yolun geçiş noktalarından biri olarak bilinmektedir (Yükçü-Atağan 2011: 102).

Roma İmparatorluğu altında ihtişamlı bir görünüme kavuşan kent, Galatia-Lykaonia sınırını güvenlik altına alan stratejik bir askeri üs konumundadır. Şehrin bulunduğu Bozdağ eteğini boydan boya saran kuleler ile bu dağın doğu hattı boyunca uzanan kaleleri mevcuttur. Yerleşim planı açısından arazinin doğal durumuna uyarlanarak yapılmış olan, yaklaşık 45 m. çapında olan bir tiyatro kısmen sağlam durumdadır. Burada bulunan bazı buluntular, Hellenistik dönemden günümüze kadar yerleşim gördüğünü göstermektedir (Karamut-Çay vd. 1985: 22). Bunun yanı sıra tiyatronun güney batısında büyük bir höyük alanı bulunmaktadır.

I. Şapur’un Büyük Pers İmparatorluğu’nu yeniden ayağa kaldırma hülyası ile giriştiği saldırılar neticesinde Sasani ordusu M.S. 240 yıllarında Kappadokia’yı el geçirerek Kızılırmak çevresinde konuşlandı. M.S. 251/252 yıllarına gelindiğinde Lykaonia ve Galatia sınırı arasında bulunan askeri kentlerden biri olan Savatra başta olmak üzere birçok kent Kral Şapur ve ordusu tarafından yağmalandı (Magie 1950: 694-698). Roma’nın doğu

İlker Işık __________________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 191-206

196

hattındaki savunma sistemini çökerten Şapur, M.S. 260 yılında İmparator Valerianus ile yaptığı şavaşı da kazanarak bölgeye iyice yerleşti. Ne var ki M.S. 272 yılında L. Domitius Aurelianus’un taarruzu sonucunda bölge toprakları tekrar Roma hakimiyeti altına girdi (Belke-Restle 1984: 54).

Bizans dönemine gelindiğinde ise önemli bir piskoposluk merkezi olan Savatra, 381 yılındaki İstanbul Konsili ve 451 yılındaki Kadıköy Konsili’ne temsilci göndererek önemini bu evre içerisinde de göstermiştir (Le Quien, 1901 I: 1083; Bahar 2015: 293). Savatra Hristiyan kimliğini Selçuklu dönemine kadar korumuş ve Katolik kayıtlarında piskoposluk merkezi olmaya devam etmiştir.

Çalışmamızda Savatra antik kentinin ortofoto çalışması yapılarak, kentin doğu eteğinde Roma dönemine ait olduğu düşünülen bir tiyatro kalıntısı, bir höyük ve bir kale kalıntısı bulunmuş ve bu mimari yapılar haritada gösterilmiştir. Ayrıca kent içerisinde bulunan seramik parçalarına da rastlanılmıştır. Seramik örnekler ağırlıklı olarak Roma Dönemi’ne ait olmakla beraber, Bizans Dönemi sırlı seramikleri ile Demir Çağı’na ait kaba örnekler de ele geçmiştir. (Resim 1, 2, 3, 4).

Savatra’daki antik Roma tiyatrosu, yerleşimin kuzeydoğusunda yer almakta olup hemen hemen sağlam durumdadır. Yerli halkın cavea üzerindeki krepisleri kısmen tahrip etmesi dışında orkestra, sahne ve parados duvarları bellidir.

Savatra antik kentinde bulunan höyük, tiyaronun hemen güneybatısında bulunmaktadır. Höyük üzerinde yapılan kaçak kazılara müdahale etmek amaıcıyla 1984 yılında İsmail Karamut başkanlığında Konya Arkeoloji Müzesi tarafından bir sezonluk kurtarma kazısı yapılmıştır. Ayrıca, Tiyaronun batısında bulunan bir alanda ele geçen heykeltraşlık eserler için bu noktada da kazı ve sondaj çalışmaları gerçekleştirilmiştir.

4.2. Perta Antik Kenti (Giymir)

Perta, Konya’nın yaklaşık 70 km kuzeydoğusunda Giymir Köyü yakınlarında yer alır. Kent, Peutinger’in tablosunda Archaleis’den 32 mil mesafede olarak gösterilmiştir (Ramsay 1960: 381). Kentin Roma döneminde kent meclisi olduğu, Bizans döneminin izlerini taşıdığı anlaşılmaktadır. Ne zaman terk edildiği bilinmemektedir. Kocaş’ta bulunan bir yazıtta kentin ismi ve Halk Meclisi olduğunu gösteren bir yazıt bulunmaktadır (MAMA VIII 1962: 263). Latince bir mil taşı da kentte bulunan eserler arasındadır. Bunların yanında Roma ve Bizans dönemine ait yaklaşık 30 civarında mezar taşı tespit edilmiştir (Bildirici 2009: 209).

Perta antik kenti Erken Hristiyanlık Devri’nden ititbren katolik listelerinde piskoposluk merkezi olarak geçmektedir. Kent, Lykaonia bölgesinin doğu sınırındaki diğer piskoposluk merkezi olan kentlerle birlikte ortak hareket ederek konsillere temsilci göndermiştir (Jones 1937: 36).

Çalışmalar esnasında Giymir yaylası’na ait yerleşim yerinin yakınında bir höyük tespit edilmiştir. Höyük ve çevresinde yoğun miktarda Roma ve Bizans ağırlıklı olmak üzere seramik örnekleri bulunmuştur. Höyük yakınlarında halk tarafından açılan kuyu içerinde kireç taşından yapılmış yaklaşık 2 m. uzunluğunda Geç Roma asker kıyafetleri ile betimlenmiş bir stel bulunmuştur. Askerin üzerinde sırıt kısmına kadar uzanan sorguç görülmektedir. Bir elinde balta diğer elinde ise mızrak tutar şekilde betimlenmiştir. Bununla birlikte hanelerin avlu ve duvarlarında yazıt, ostotek ve mimari parçalar tespit edilmiştir(Resim 5, 6, 7, 8).

__________________________________ Lykaonia Bölgesi Kuzeydoğu Kesimi Tarihi ve Yerleşim Yerleri

SEFAD, 2018 (40): 191-206

197

4.3. Kana Antik Kenti (Beşağıl)

Kana, Konya’nın yaklaşık 60 km kuzey doğusunda Yağlıbayat köyü yakınlarındadır. Ramsay Kana’dan şöyle bahseder: “Kana'nın, Bizans listelerindeki sıraya göre Lykaonia'nin kuzey doğusunda, Savatra ile Perta'nın bulunduğu güzergah üzerinde olması icab eder. Ptolemaios’ta Adopissos'un yanına, güneyine koymakla bu fikri onaylamışoluyor. Bütün bu mülahazalar Hasan Dağın güney - batı eteklerine, Kara-ang Kapı’nın güneyine büyük Angos kalesinin bulunduğu tepeye işaret etmektedir. Bu havali için bir piskoposluk lazımdı ve bütün emareler bu piskoposluğun Kana olduğunu göstermektedir” (Ramsay 1960: 380). Kentin Roma Dönemi’nde kent meclisi olduğu, Bizans döneminde yaşandığı anlaşılmaktadır. Ne zaman terk edildiği bilinmemektedir. Burada MAMA kataloglarında kayda geçen önemli arkeolojik eserler mevcuttur. Bilhassa M.S. 3. ve 4. yüzyıllara ve sonrasına ait Geç Roma-Erken Bizans yazıtları ve mezar stelleri dikkati çekmektedir. Bizans dönemine ait 5. yüzyıla tarihlenen bir mezar taşı bulunmuş ve bu mezar taşının Rahip Domnos ve eşi Gaia olduğu ve rahibin de M.S. 381-451 yılları arası görevli olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Roma ve Bizans dönemlerine ait 20 civarında mezar taşı tespit edilmiştir (Bildirici 2009: 209).

Yürütülen çalışmada Kana antik kentinde Roma dönemi ve sonrasına ait olduğu düşünülen bir kale tespit edilmiş, ortofoto çalışması yapılarak kalenin sınırları belirlenmiştir. Ele geçen seramikler genellikle Bizans ve Selçuklu dönemine ait özellikler göstermektedir. Özellikle sırlı seramiklerin çokça bulunması ve süsleme açısından farklı geometrik desenlerin kullanımı bu ayırda varmamızı sağlamaktadır (Resim 9, 10, 11).

5. TARTIŞMA VE SONUÇ

Antik dönemde Lykaonia Bölgesi genel anlamda günümüzdeki Konya ve ilçelerini içine alan bir bölgeyi kapsamaktadır. Pek çok medeniyetin uğrak noktası olan Lykaonia Bölgesi, merkezi stratejik konuma ve ayrı bir güce sahiptir. Dolayısıyla bölge, bugüne kadar pek çok araştırmacının ilgi odağı haline gelmiştir.

Gerçekleştirdiğimiz arazi ve ortofoto çalışmalarımız sonucunda Kültür Bakanlığı nezdinde tescil kaydına girecek olan yerleşim yerlerinin coğrafi konumu belirlenmiş, ayrıca bölgenin kuzeydoğu kesiminde yer alan Savatra antik kentinde Roma dönemi’ne ait antik bir tiyatro ile bir adet kale kalıntısı ve bir höyük kalıntısı; Perta’da bir höyük kalıntısı, yazıt parçaları ve Roma dönemine ait olduğu düşünülen bir asker steli; Kana da ise bir kale yapısı haritalandırılmış, ayrıca bölgede bulunan muhtelif seramik parçalarının da dökümantasyonu yapılarak bu veriler literatüre kazandırılmıştır. Böylece, gelecekte kazı çalışmaları yapmak isteyen bilim insanları için önemli verilerin ellerinde bulundurulması sağlanmıştır.

Genel itibariyle, bölgenin staratejik açıdan önemli bir askeri ve dini merkez olduğu ifade edilebilir. Bozdağ’ın eteklerinde kurulan söz konusu yerleşim yerlerinde tespit edilen kale kalıntıları ile Hristiyanlığın ilk dönemlerinde itibaren Kana, Perta ve Savatra kentlerinin piskoposluk merkezleri olması bunun birer göstergesidir.

Sonuç olarak, elde edilen veriler ışığında Lykaonia Bölgesi ve kuzeydoğu kesiminin coğrafi özelliklerinin diğer kısımlarına nazaran daha dağlık bir yapı sahip olması askeri, ticari ve dini açıdan korunaklı bir özelliğe bürünmesine yol açmıştır. dağlık arazi içinden geçen yollar ticaretin artmasına neden olmuş; bununla birlikte savunma yapıları bakımından da son derece elverişli bir konum oluşmasına sebebiyet vermiştir.

İlker Işık __________________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 191-206

198

SUMMARY

The region called Lykaonia in ancient times fundamentally included the center and the districts of Konya and a particular region of Karaman and Aksaray cities. Researches were conducted in Seydisehir, Beysehir, Cumra, Bozkır, Hadim and Taskent districts in the western, central and southern parts of Konya province and the settlements in here and nearby archaeological sites have been defined and classified. However, a remarkable research in the eastern part of Konya has not been carried out yet. In this direction, in this study we aimed to determine which research on settlements in ancient records belong to the eastern part of Konya, to detect the chronologies and fill the gaps the historical past of Konya’s history with other research through the first archaeological surface survey named ‘Bozdağ National Park East and North Section Surface Survey’.

In 372, during the Valentianus period, Lycaonia region was transformed into a province, the central part of Konya. This study includes antique cities of Savatra, Perta and Kana in the northeastern part of the Lycaonia region, together with 20 ancient cities connected to the region. Savatra which was the most important ancient city in the northeast part is also called Yağlıbayat village, 12 km further from 58th km of the highway of Konya-Aksaray. In general, it was linked with Lykaonia in the historical process and it was known as an important transit route. Since Trajan's time, Savatra had the right to own coins and became an important episcopate center in the Byzantine period and sent a representative to Istanbul Consulate in 381 and Kadıköy Council in 451, so Savatra also showed its importance during this phase. In our study, we found a theater remnant believed to belong to the Roman period on the eastern edge of the city, a mound and a castle remains thought to belong to the Ottoman period with an ortho-photo study of the ancient city of Savatra (Fig. 1, 2, 3, 4).

Perta, another city in the northeastern part of the Lykaonia Region, is located near the village of Giymir about 70 km northeast of Konya. It is understood that the city was a city council during the Roman period, bearing the traces of the Byzantine period. In our study, we found a mound, inscription remains and a soldier stele thought to be belonging to the Roman period and ceramic remains in the ancient city of Perta (Fig. 5, 6, 7, 8).

Kana is the third ancient city which has been located in our research area. It is located near Yağlıbayat village about 60 km north east of Konya. It is understood that the city was a city council during the Roman period and that it lived in the Byzantine period. In our study, structure of a castle thought to be belonging to the Roman period was found. Later, the borders of the castle were identified and determined with ortho-photo studies. In addition, ceramic residues were found in the area (Fig. 9, 10, 11).

As a result, the geography of Lykaonia region and northeastern part was determined, the socio-political and socio-cultural characteristics of the region were attempted to be made clear by the presence of the architectural constructions and ceramic remains through our study.

__________________________________ Lykaonia Bölgesi Kuzeydoğu Kesimi Tarihi ve Yerleşim Yerleri

SEFAD, 2018 (40): 191-206

199

KAYNAKÇA

Akok, Mahmut (1970). “Türk Tarih Kurumu Adına, Konya Alâeddin Tepesinde 1941 Yılında Yapılmış Olan Arkeolojik Kazıda Elde Edilen Mimari Buluntular”.VII. Türk Tarih Kurumu Kongresi 25-29 Eylül 1970. Ankara.

Aulock, von Hans (1976). Münzen und Stadte Lykaoniens. Istanbuler Mitteilungen, Beiheft 16. Deutsches Archaologisches Institut Abteilung İstanbul: Tübingen.

Bahar, Hasan (1991). Isauria Bölgesi Tarihi. Doktora Tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi. Bahar, Hasan (1995). “Konya Çevresi Tarih Araştırmaları 1: Hititlerden Romalılara Kadar Isauria

Bölgesi”. SÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi (9-10): 219-241. Bahar, Hasan (2005). Eskiçağ Tarihi (Ders Notları). Konya: Dizi Ofset. Bahar, Hasan-Bizbirlik, A. (1997) “Tahrir Defterlerine Göre Akşehir-Ilgın Çevresindeki Osmanlı

Yerleşmelerinin Arkeolojik Metodlarla Lokalizasyonu üzerine Bir Deneme”. Konya: Ata Dergisi. (VII): 251-288.

Baytak, İsmail (2008). Lykaonia Bölgesi Konya Mezarları. Yüksek Lisans Tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi.

Belke, Klause-Restle, Marcell (1984). Galatien und Lykaonien. Wien: Verlag der Österreichischen Akademie der Wissenschaften.

Bildirici, Mehmet (2009). Tarihi Su Yapıları. Ankara: Bayındırlık ve İskân Bakanlığı. Bosch, Clemen Emile (1967). Quellen zur Geschichte der Stadt Ankara im Altertum: Ankara:

Türk Tarih Kurumu Basımevi. Broughton, T.R.S (1975). “Roman Asia Minor” An Economic Survey of Ancient Rome-IV. New

York: Octagon Books. Calder, W-Cormack, J. M. R (1962). Monuments from Lycaonia, The Psido- Phrygian Borderland,

Aphrodisias (MAMA Vol. VIII). Manchester: .Manchester University Press. Cassius, Dio (1914). Historia Romana. çev. E. Cary. New York: The Macmillan Co. Cate, P.H.J. Houwing Ten (1961). The Luwian Population Groups of Lycia and Cicilia Aspera

During the Hellenistic Period. Leiden: E.J. Brill. French, David (1994). Isinda and Lagbe, Studies In The History and Topography of Lycia and

Pisidia. Ankara: The Brits Institute of Ankara. Gür, Selçuk (2007). İlk İnsandan Selçuklu’ya Anadolu Uygarlıkları ve Antik Şehirler. İstanbul:

Alfa Yayınları. Hunger, Herbert (1984). Tabula Imperi Byzantini. Wien: Verlag der Österreichischen

Akademie der Wissenschaften. Jones, Arnold Hugh Martin (1937). The Cities of the Eastern Roman Provinces. Oxford: At the

Clarendon Press. Kadıoğlu, Musa (2009). Eski Anadolu Uygarlıkları, Roma Dönemi’nde Anadolu. T.C. Kültür

Bakanlığı, Türkiye Kültür Portalı Projesi. Arkeoloji ve Sanat Tarihi, Arkeoloji, Ankara. Karamut, İ.- Çay, N., Yılmaz, Y (1985). Yağlıbayat Heykeltıraşlık Eserleri. Müze IV, Konya. Kaya, Mehmet Ali (2000). Anadolu’daki Galatlar ve Galatya Tarihi. İzmir: Ege Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi Yayınları. Ksenophon, (1998). Anabasis: Onbinlerin Dönüşü. çev. Tanju Gökçül. İstanbul: Sosyal

Yayınlar. Kurt, Mehmet (2014). Tarih, Kültür, Sanat, Turiz ve Tarım Açısından Uluslararası Sarayönü

Sempozyumu. (24-26 Ekim), Konya. 28-44. Le Quıen, Michel (1901). Oriens Christianus. Wiesbaden: Otto Harrassowitz.

İlker Işık __________________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 191-206

200

Levıck, Barbara (1967). Roman Colonies in Southern Aisa Minor. Oxford: Oxford at Clarendon Press.

Magie, David (1950a) Roman Rule in Asia Minor. I. Vol., Text, Princeton: Princeton University Press.

Magie, David (1950b) Roman Rule in Asia Minor. II. Vol., Text, Princeton: Princeton University Press.

Mama, (1962). Calder, William Moir, and James Maxwell Ross Cormack. Monuments from Lycaonia, the Pisido-Phrygian Borderland, Aphrodisias. «Monumenta Asiae Minoris Antiqua» [MAMA], 8. Manchester 1962.

Mitchell, Stephen (1993). Anatolia, Land, Men and Gods in Asia Minor: The Celts and the Impact of Roman Rule. I-II, Oxford-New York: Oxford University Press.

Özlü, İshak (1994). Klasik Çağda Lykaonia Bölgesi’nin Tarihi Coğrafyası. Doktora Tezi: Selçuk Üniversitesi.

Özsait, Mehmet (1982). Anadolu’da Roma Egemenliği. İstanbul: Görsel Yayınları. Özsait, Mehmet (1985). Hellenistik ve Roma Devrinde Pisidya Tarihi. İstanbul: İÜEF Yayınları. Ramsay, William (1960). Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi: 380-

420. Ramsay, William, Margaret A. (1906). Isaurian and East-Phrygian Art Studies in the History and

Art of the Eastern Provinces of the Roman Empire. Aberdeen: Aberdeen University Press. Sayar, Mustafa Hamdi (1994). “Antik Kilikya’da Şehirleşme”. XII. Türk Tarih Kongresine

Sunulan Bildiriler 12-16 Eylül 1994 (Ankara 1999). (I): 193-216. Sevin, V. (2001). Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Sherk, R. K. (1980). “Roman Galatia: The Gouvernors from 25 B.C. to A. D. 114”, Aufstieg und

Niedergang der Römischen Welt, II, 7.2: 954-1052. Strabon (2000). Antik Anadolu Coğrafyası. çev: Prof. Dr. Adnan Pekman., İstanbul: Arkeoloji

ve Sanat Yayınları. Tekin, Oğuz (1995). Eski Yunan Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları. Texier, Charles (2002). Küçük Asya Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi. Ankara: Enformasyon ve

Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı. Umar, Bilge (1993). Türkiye’deki Tarihsel Adlar, Türkiye’nin Tarihsel Coğrafyası ve Tarihsel Adları

Üzerine Alfabetik Düzende Bir İnceleme. İstanbul: İnkılap Kitabevi. Yükçü, Süleyman-Atağan, Gülşah (2011). Ortadoğu’da Zaman Tünelinde Ticaret. İzmir:

Muhasebe ve Finans Tarihi Araştırmaları Dergisi: 86-109.

__________________________________ Lykaonia Bölgesi Kuzeydoğu Kesimi Tarihi ve Yerleşim Yerleri

SEFAD, 2018 (40): 191-206

201

EKLER

Hrt. 1: Lykaonia Bölgesi ve Kentleri (Aulock-1976)

Resim 1(Fig.1.): Savatra Antik Kentinin Ortofoto Çalışması ile Genel Görünümü

İlker Işık __________________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 191-206

202

Resim 2 (Fig.2.): Savatra Antik Kentinde Bulunan Tiyatro

Resim 3 (Fig.3.): Savatra Antik Kentinde Bulunan Höyük

__________________________________ Lykaonia Bölgesi Kuzeydoğu Kesimi Tarihi ve Yerleşim Yerleri

SEFAD, 2018 (40): 191-206

203

Resim 4 (Fig.4.): Savatra Antik Kentinde Bulunan Seramik Örnekler

Resim 5 (Fig.5.): Perta Antik Kentinde Bulunan Yazıtlar

İlker Işık __________________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 191-206

204

Resim 6 (Fig.6.): Perta Antik Kentinde Bulunan Asker Steli

Resim 7 (Fig.7): Perta Antik Kentinde Bulunan Höyük

__________________________________ Lykaonia Bölgesi Kuzeydoğu Kesimi Tarihi ve Yerleşim Yerleri

SEFAD, 2018 (40): 191-206

205

Resim 8 (Fig.8.): Perta Antik Kentinde Bulunan Seramik Örnekler

Resim 9 (Fig.9.): Kana Antik Kentinde Bulunan Kalenin Ortofoto Çalışması ile Görüntülenmesi

İlker Işık __________________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 191-206

206

Resim 10 (Fig.11.): Kana Antik Kentinde Bulunan Kalenin Görüntüsü

Resim 11 (Fig.11): Kana Antik Kentinde Bulunan Seramik Örnekler

Gönderim Tarihi / Sending Date: 28/04/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 06/09/2018

SEFAD, 2018 (40): 207-220 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515316

Lykaonia Bölgesi’nde Roma Dönemi’ne Ait Bir Grup Koloni Iconium Sikkesi∗

Dr. Nizam Abay Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Arkeoloji Bölümü [email protected]

Öz Iconium, günümüz Konya il merkezidir. Şehir MÖ 25 yılında Galatialı Amyntas'ın

ölümü sonucu Augustus tarafından Asia eyaletinin oluşturulmasıyla Roma egemenliğine girmiştir. Augustus döneminde kent kolonizasyon faaliyetlerine maruz kalmıştır. MS II. yy. da ise Hadrian Iconium Şehrini tam bir Roma kolonisi haline getirmiştir. Iconium kuzeyden - güneyden, doğudan - batıdan gelen yolların kavşak noktası üzerinde yer aldığından dolayı ticari öneme sahiptir. Bu sayede kentin birçok sikke darp ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Türkiye'deki çeşitli arkeoloji müzelerine bilimsel kazılarla veya satın alma veya müsadere yolu ile kazandırılmış, sikke teşhirinde sergilenen ve deposunda bulunan Roma Dönem'ine ait birçok Coloni - Iconium sikkeleri tespit edilmiştir. Çalışmamızda Roma dönemine tarihlenen bu sikkeler üzerinden ekonomik yaşam, inanç yapısı ve siyasal gelişim hakkında bilgi sahibi olunması amaçlanmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Iconium, Roma, coloni, sikke.

A Group of Colony Iconium Coins Belonging to the Roman Period in the Region of Lykaonia

Abstract Iconium is the center of today's Konya province. The city entered into the domination

of Rome with the formation of Asia State by Augustus as a result of the death of Amyntas from Galatia in 25 BC. During the Augustus period, the city was exposed to colonization activities. Iconium City became a complete Roman colony in the Hadrian period. Iconium was important for trade, since it was situated at the junction of the roads from the north - south, east - west. That is why various coins were pressed in the city. Indeed, many Colony- Iconium coins of the Roman period have been identified which were found in coin exhibitions and located in the storage. They had been brought to different archeological museums in Turkey via scientific excavations or purchasing or confiscation. The aim of the study is to have knowledge about the socio- economic life, belief system and political development in the region through these coins which are dated to the Roman period.

Keywords: Iconium, Rome, colony, coin.

__________ ∗ Bu makale, Prof. Dr. Asuman BALDIRAN danışmanlığında tamamlanan Lykaonia Sikkeleri başlıklı Doktora tezinden üretilmiştir.

Nizam Abay ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 207-220

208

GİRİŞ

Çalışmamızın konusunu oluşturan Iconium kenti bugünkü Konya il merkezidir. Genellikle Hitit belgelerinde İkuwaniia olarak geçen şehir olduğu kabul edilmektedir (Bahar-Karauğuz vd. 1996: 51)1. Konya adının diğer yandan Phryg dilindeki Kawana’dan geldiği de kabul edilmektedir (Buğdaycıoğlu 1973: 2; Umar 1993: 410). Bu isim, Luwice Kawa sözcüğü ile ilişkilendirilmiş, Khawa(s) kelimesine koyun anlamı kazandırılmıştır. Kelimenin İkonion ile ilişkisiyse Kawana adının bazı yerlerde Konana şeklinde geçtiği ve Hellen dilinde İkonion’a dönüştüğü şeklinde ifade edilmesidir. Bu görüş, Phryg dilindeki bir yazıtta şehrin Kaoania şeklinde geçmesiyle kanıtlanmaya çalışılmaktadır. O halde Luwice Kawana şeklinde olan isim, Kaonion şekline dönüşmüş ve daha sonra Roma-Bizans devrinde Ikonion-Iconium olarak söz edilmiştir. Bu bakımdan mevcut bilgi ve bulgular ışığında Konya adının ilk şekli olarak antik Yunanca’daki İkonion’dan önce Kawania adı kabul edilmiş olduğu söylenmektedir (Zoroğlu 1984: 138).

MÖ 334 yılındaki İskender hâkimiyeti ve daha sonra generalleri döneminde sık sık el değiştirmesine rağmen şehir İkonion adı bütün Antik Çağ boyunca süregelmiştir. Antik yazarlardan Strabon (MÖ 63-MS 21) İkonion şehri olarak ifade ettiği Konya için Geographika adlı ünlü eserinde: büyüğü "Koralis" küçüğü de "Trogitis" olmak üzere iki de göl bulunur diye bahseder (Strabon: XII/ 6, 1). Şehir, MÖ 25 yılında Galatialı Amyntas’ın ölümü sonucu Roma tarafından Asia eyaletinin oluşturulmasıyla Roma egemenliğine girmiştir. Roma uygarlığının koloni faaliyetlerine tanık olan kent merkezinde yapılan Prof. Dr. Asuman BALDIRAN başkanlığında yapılan yüzey araştırmasında pek çok arkeolojik buluntu tespit edilmiştir (Baldıran 2009: 313-332). Bu buluntular arasında çalışmamızın konusunu oluşturan tarihi, arkeolojik, ekonomik değeri olan Iconium kentine ait koloni sikkeleri de bulunmaktadır. Koloni- Iconium olarak adlandırılan kentin darp ettiği sikkeler üzerindeki tiplerin tespit edilmesi, tipleri tespit edilen bu sikkelerden yola çıkılarak genel olarak tipolojilerinin oluşturulması ve yine bu sikkeler üzerinden bölgenin ekonomik, kültürel, inanç yapısı ve siyasal gelişimini anlamak çalışmamızın amacını oluşturmaktadır.

KOLONİ ICONİUM SİKKELERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Çalışmamızda 11 adet Roma Dönemi koloni sikkesi darp edilmiştir. Sikkelerin ön yüzlerinde imparatorluk betimi, arka yüzlerinde ise Roma kolonisi için gösterilen tipik tasvirler vardır. Bunlar toprağı çift süren rahip, dişi kurt ile Romus Romulus ve iki lejyon sancağı betimidir. Tanrı olarak baktığımızda ise; Herakles, Perseus, Tanrıça olarak ise Kybele, Athena ve son olarak kaya üzerine oturmuş Tanrıça Tyche ve onun ayaklarının dibinde yüzen ismi belli olmayan nehir veya su tanrısı betimlemeleri karşımıza çıkmaktadır. Koloni sikkelerinde kullanılan lejantlar ise: "COLONEA, COLONIA[E] LVSTRA, COL. ICONIENSIVM COL. COL AEL. ADR. ICONIEN" şeklindedir. Sikkelerimizin hammaddelerine baktığımızda Roma İmparatorluk döneminin belli başlı bakır, bronz sikkeleri olarak as, dupondius ve sestertius’u gösterebiliriz. Bunlardan as bakırdan; dupondius ve sestertius pirinçten (orichalcum) basılmışlardır. As, bakır olduğundan kızılımsı ya da kiremit rengi; dupondius ve sestertius da pirinç olduklarından sarı bir görünüme sahiptirler (Tekin 2000:14).

Koloni kelimesi ise, muhtemelen yeryüzünün bir çiftçisini ifade eden colonus kelimesi ve çift sürmek anlamına gelen colere fiilinden türemiştir. Tarih boyunca kolonilerin kuruluş __________ 1 İkuwaniia olarak geçtiği çivi yazılı metinler için bk. Monte-Tischler 1978: 137.

_________________________Lykaonia Bölgesi'nde Roma Dönemi'ne Ait Bir Grup Koloni Iconium Sikkesi

SEFAD, 2018 (40): 207-220

209

nedenleri de çok çeşitli olmuş olup ihtiyaçlara göre şekillenmiştir. Düzenli ve teşkilatlı kurulmuş koloniler Roma'nın şehir devletinden büyük bir imparatorluk haline gelmesinde çok önemli bir fonksiyon göstermiştir2. Dolayısıyla Roma İmparatorluğu'nun gelişmesinde Roma kolonizasyon tarihi de önemlidir. Roma İmparatorluğu'nda koloni, 500 yıldan daha uzun bir süre varlığını sürdüren ve sürekli ihtiyaç duyulan bir kurum olma özelliği göstermiştir (Levick 1967: 1). Roma kolonileri kural gereği, ele geçirilmiş ya da Roma İmparatorluğu'na bağlanmış topraklar üzerinde Roma vatandaşlarının, görev süresini tamamlamış askerlerin ya da Latin müttefiklerin yerleştirilmesi ile ortaya çıkan devlete ait yerleşme mekanlarıdır (Özsait 1999: 124).

MÖ 25 yılında Lykaonia Bölgesi'ndeki kolonizasyon faaliyetlerine baktığımızda Augustus Iconium kentinde muhtemelen Hommonadlarla mücadele etmek için şehircilik politikasının eseri olarak bu bölgede Roma kolonisi inşa etmişti ve Hellenistik polisle birlikte hayatlarını devam ettiriyorlardı. İmparator Hadrian3 döneminde kent kolonist hareketlerine sahne olmuştur. Sikkeler üzerindeki "Colonia" unvanı ve "Colonia Hadriana Augusta" yazıtları bu durumun en önemli kanıtıdır (Pilhofer 2001: 27-34; Head 1911: 713- 714; Özsait 1999: 128). Bir süre ara verildikten sonra İmparator Antoninus Pius döneminde tekrardan koloni sikkeleri darp etmiş olup bu durum Gordian III dönemine kadar devam etmiştir.

Yukarıda da bahsedildiği gibi Iconium kentinin Hadrian yönetimi altında Roma kolonisi olduğu tespitinde bulunulmuştur ancak bununla ilgili tarih tam olarak bilinmemektedir. Yine de imparatorun yönetiminin son zamanlarına denk gelmiş olabilir çünkü bronzdan yapılmış sikkelerin üzerinde Yunan alfabesi bulunmaktadır ve koloni olma durumuyla ilgili hiçbir iz taşımaz. Ramsay’ın (1941: 11) çıkarımına göre bu durum MS 1 Ocak 138 tarihinde olmuştur, fakat bu varsayım "COL AELIA HADRİANA AUG" unvanına sahip olan şehirde bulunan, aynı tarihli Grekçe lejantlı onur unvanı yazıtlarına ters düşmektedir. Kornemann'a (1901: 551, 263) göre "COLONEA KΛAYΔEIKONIEWN" olarak Grekçe adlandırılan şehirde bulunan bir yazıt, Iconium kentinin çok önceden koloni olduğunu göstermektedir. Bu yazıta dayanarak Iconium’un Claudius zamanında koloni haline geldiğini söylemektedir. Ruge (1900: 991) ise, şimdiye kadar yayımlanmayan 3 sikkeye dayanarak Iconium'un Augustus yönetimi altında koloni olduğunu yorumlamıştır.

__________ 2 Roma kolonizasyonu başlangıçta askeri nitelikli ortaya çıkmıştır. Kartaca Savaşları sonuna kadar temel amaç olarak Roma imparatorluk topraklarının savunmasına öncelik verilmiştir. Roma İmparatorluğu'nda MÖ 123/124 yıllarında yeni bir koloni fikri ortaya çıkmıştır. Bu fikir, halk Tribunu Gaius Sempronius Gracchus’un müttefikleri ve Roma’da yaşayan yoksul halkı yerleştirerek koloniler kurulması için yapılan girişimlerdi. Fakat bu girişimler politik nedenlerle engellenerek Gaius Sempronius Gracchus’un da ölümüne neden olmuştur. Ama Gaius Sempronius Gracchus’un ölümünden sonra da bu fikir akıllardan silinmemiştir ve bu koloni fikrinden ilk önce Marius, daha sonra da L.C. Sulla, görev süresi dolmuş askerler için yararlanmaya çalışmıştır. Bu gelişmelerin akabinde G. Iulius Caesar’ın koloni kurma çabaları yeni bir düzen fikrini ortaya çıkarmaktadır. Caesar’da G.S. Gracchus ile aynı koloni siyaset fikrini devam ettirmiştir. Caesar’ın kurduğu koloniler iki guruba ayrılmaktadır. Birincisi; emekli askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan askeri kolonilerdir. İkincisi; Roma’nın yoksul halkına olanak sağlayan vatandaş kolonileridir. Bu bağlamda birçok eyalette kurulan kolonilere yerleştirilen halk vasıtası ile sosyal sorunlarda önemli oranda azalma görülmüştür. G. Caesar dönemine kadar Batı Anadolu’da Roma kolonisi gözlenmemektedir. (Özsait 1999: 123). 3 Hadrian’ın politikası, Roma’nın sınırlarını Augustus’un belirlediği şekilde kuzeyde Ren ve Tuna Nehirleri'nden doğuda Fırat (Euphrates) Nehri'ne kadar korumaktı. Babası Traian yayılmacı bir politika izleyerek Fırat’ın ötesine ulaşmış Armenia, Parthia ve Mezopotamya’yı fethetmiştir. Tabi imparatorluğun sınırlarının bu kadar genişlemesi denetimi zorlaştırıyordu. Bu nedenle Hadrian, doğudaki askerleri Fırat’a kadar geri çekerek Fırat sınırını güçlendirmiştir. Traian’ın fethettiği yerleri de oraların yerli krallarına bırakarak Roma’nın yasal kralları olarak kalmalarına imkan vermiştir. Hadrian, Caesar ve Augustus gibi direkt olarak koloni kurmamış; var olan kentlerin statülerinin devam etmesine izin vermiştir (Tekin 2008: 255).

Nizam Abay ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 207-220

210

Çünkü sikkeler üzerindeki "COL IUL AUG" unvanları, sikkelerin Titus döneminden gelmesine rağmen şehrin Augustus yönetimi altında koloni edildiğini gösteriyor. Çalışmaya konu olan 1 adet bronz sikkemizin üzerinde "COL E Q ICONIEN" yazması, Ruge’ nin dediklerini ispatlamakla birlikte bu sikkenin Titus’ un hâlâ hayatta olduğu döneme denk gelmesi demektir. Sikkenin sol ve sağ tarafında E ve Q harfleri bulunmaktadır. "E" harfi Ex, "Q" harfi ise Quintanın kısaltılmasıdır. Bu durum koloni sırasında lejyonerlerin bir bölümünün Iconium’da yerleştiği 5. lejyon ile ilişkilendirilebilir. 5. lejyon Galicia hakkındaki bilgilere sadece yazıtlardan ve Titus’un sikkelerinden yola çıkılarak ulaşılabilir. Tüm bu değerlendirmeler ışığında sikkenin arka tarafında 5. lejyon sancağı tasvir edilmiştir. Ön yüzde ise Titus portresi vardır ve basım tarihini MS 79 yılı olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu sikkeler koloninin MÖ 25 yılına denk gelen yüz yıllık kuruluşunu göstermektedir (Kat. No. 5 / Res. 5).

Ayrıca kurulan farklı koloniler hakkında da kısmen bilgiye sahibiz. Augustus’un kurduğu koloniler kuruluş çeşitliliklerinden dolayı farklılık gösteriyordu. Tekin’e (2008: 254) göre doğudaki ve Orta Anadolu’daki hemen hemen bütün Augustus kolonileri sahil kolonileriydi ya da sahile yakındı. Bu nedenle Augustus’un Orta Küçük Asia’da kurduğu askeri kolonilerin de özel bir yeri vardı. Lejyonerlerden ayrılan Roma vatandaşlarının yerleşimi gibi Iconium'a ait olan sikkeler, Augustus’un bölgenin belli bir bölümünü alması ve oraya eski askerleri yerleştirmesinden dolayı söz konusu olabilir. Geri kalan yerler ise muhtemelen sikke basımının daha büyük olduğu Yunan şehri olarak kalmıştı.

Şehrin ilk koloni sikkelerinden biri Claudius dönemine dayanmaktadır. Claudius egemenliğindeki bu basım Hadrian yönetimi altında son bulmuştur. Claudius yönetimi altında Iconion kenti, eski adlarıyla bağlantılı olan "KΛAYΔ" Grekçe onur unvanını almıştır. Çalışmamıza konu olan sikkenin ön yüzünde ise "KΛAYΔIOC KAICAP CEBAS" (Claudius Sezar Sebaste) lejantıyla beraber defne taçlı Claudius betimi yer almaktadır. Şahin’e (2005: 423) göre ön yüzde tasvir edilen imparatorun başındaki çelenkler de daha çok Roma imparatorları tarafından propaganda amacı ile kullanılmıştır. Bilindiği kadarı ile ilk olarak İmparator Augustus ile ortaya çıkan ve corona civica olarak adlandırılan defne dalından örülmüş çelenkler, genellikle Roma imparatorları tarafından propaganda amacı ile kullanılmıştır. Corona civica ikonografik açıdan hem birlikte bulunan kişinin imparator olduğuna işaret etmekte, hem de o imparatorun halkı için ne kadar iyi, hoşgörülü ve yardımsever bir insan olduğunu göstermektedir. Arka yüzde ise "CEBACTH EΠI AΦPEINOY KΛAYΔEIKONIEWN" (Sebaste Afrinus Claudius Ikonium) lejantı, sağa dönük defne yapraklı tacıyla Claudius’un eşi Agrippina betimi yer almaktadır. Sikke üzerindeki lejantların Latince değil Hellence olması bu sikkelerin şehrin yerel sikkeleri olduğunun önemli bir belirtisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir diğer önemli husus ise sikkenin arka yüzdeki lejantında "AΦPEINOY" (Afrinus) olmasıdır. Bu durumdan yola çıkarak da bu sikke, Claudius’un Galatia Valisi Marcus Annius Afrinus tarafından basılmış olduğunu ve Lykaonia Bölgesi'nin Galatia ile bu dönemde aynı idare içerisinde kaldığını gösteren bir kanıt olarak karşımıza çıkmaktadır (Kat. No. 1 / Res. 1).

Iconion kentinde var olan Claudius, Nero, Vespasian, Titus ve Hadrian imparatorlarının yönetimleri altındaki sikkelerde istisnasız "EIKONIEON" yazmaktadır. İmparator Antoninus Pius döneminde Yunanca yazı kaybolmuş onun yerini sikkelerin üzerinde Latince yazılar almıştır (Aulock 1976: 56). Kayda değer diğer bir konu ise İmparator Claudius idaresi altında basılan sikkelerdir. Bu sikkelerden Marcus Annius

_________________________Lykaonia Bölgesi'nde Roma Dönemi'ne Ait Bir Grup Koloni Iconium Sikkesi

SEFAD, 2018 (40): 207-220

211

Afrinus'un portresinin betimlendiği sikkelerin basımının az olduğunu anlıyoruz Marcus Annius Afrinus, Claudius hükümetinin egemenliği altında Galatia eyaletinin elçisidir. Onun adını, aynı şehrin sikkelerinden ve "ANNIOC AΦPEINOC" lejantından (Annius Afrinus) dolayı bilmektedir. Marcus Annius Afrinus Pannonia Bölgesi'nde Vespasian yönetimi altında elçi olduğu zamanlardan bilinir. Sikkenin arka yüzünde ise "KΛAYΔ EIKONIEWN" lejantlı, ayakta durmuş sağ elinde harpası sol elinde Medusa başı tutan Perseus betimi yer almaktadır. Iconium sikkelerinin arkasında yer alan bu tasvirin anlamı Konya'nın adı Brown’a (2000: 113) göre "kutsal tasvir" anlamındaki "IKON" sözcüğünden gelen Deukalion tufanından sonra Prometheus’un yaptığı insan biçimli kalıplara veya evvelce Danaia kentine eziyet eden ejderin kafasını kesen Perseus’un anısına dikilen anıta bağlanmakta olup sikkemiz üzerinde Perseus ile Medusa resimlerinin bulunması da bu görüşü destekler niteliktedir (Kat. No. 2/ Res. 2).

Çalışmamızda değerlendirilen sikkeler içerisinde yapım maddesi bronz olan Nero dönemine ait iki sikke yer almaktadır. Arka yüz betimleri birbirlerinden farklıdır. Sikkenin ön yüzünde "NEPWN KAICAP CEBACTOC" (Nero Sezar Sebaste) unvan lejantı ve İmparator Nero’nun çelenkli portresi betimlenmiştir. Sikkenin arka yüzünde ise sol elinde asa, sağ elinde haşhaş tutar vaziyette tahtta oturmuş şekilde İmparatoriçe Poppaea tasvir edilmiştir. İmparatoriçe’nin sol elinde tuttuğu asa ise gücü; sağ elinde tuttuğu haşhaş bolluğu, bereketi imgelemiş olmalıdır. Tahtta oturmak ise Poppaea’nın imparatorluk tahtındaki güçlü konumunu ifade etmektedir. Kadınların Roma geleneklerine göre siyasi ve idari anlamda herhangi bir resmi görev ve sorumlulukları olmadığını biliyoruz. Bu yüzden İmparatoriçe’nin sikkenin arka yüzünde tahta oturmuş bir şekilde tasvir edilmesi Poppaea’nın İmparator Nero üzerindeki etkisinin de net bir ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır (Kat. No. 3 / Res. 3).

Bir diğer bronz sikkenin (Kat. No. 4/ Res. 4) üzerinde: "AYTOKPATWP KAICAP OYEC]ΠACIANOC" (İmparator Sezar Vespasian) lejantı ve geç yaşta tahtta oturmuş olan sağa dönük sert ifadesiyle Vespasian portresi yer almaktadır. Roma’da iç isyanların patlak verdiği ve bunun sonucunda ekonomik sorunların oluştuğu sıkıntılı dönemde iktidara gelen Vespasian, sikkesinin arka yüzünde bu olumsuz durumları ortadan kardırmakla ilgili olsa gerek Anadolu'nun eski tanrıçalarından Kybele en klasik haliyle sol elinde daire şeklinde tympanum, sağ elinde phiale ya da patera tutarak tahtında oturmaktadır. Arka yüzde Tanrıça Kybele’nin betimlenmesi bölgeye bolluk ve bereket getirmesi, halkı beslemesi ümidiyle imparatorun duada bulunmakta olduğunun ifadesi olarak gözükebilir. Ayrıca sikkelerin arka yüzünde görülen Kybele betimi bölgenin yerel tanrısı Kybele kültüyle de çok yakından ilişkilidir. Lykaonia Bölgesi'nin önemli yerleşimlerinden biri olan Sızma’da Kybele kültür varlığı öteden beri bilinmektedir (Ramsay 1918: 148). Sızma’da Kybele kutsal alanının olduğu ve tanrıçaya "Zizimene" olarak tapınıldığı bilinmektedir. Meter Zizimene Laodikeia Combusta’nın (Ladik) güneyinde Zizime çevresinde yerel kült olarak çok yaygın olduğu ve ona adaklar sunulduğu bilinmektedir. Yine Sızma kasabasında bulunup Konya Etnografya Müzesi’ne götürülen bir heykel (Kybele) ile bir evin duvarında yapı taşı olarak kullanılan Kybele kabartması yazıtlarla da desteklendiği gibi Kybele ya da yerel adıyla Meter Zizimene kültünün varlığını doğrulamaktadır (Ramsay 1905: 368; Robinson 1926: 9–29; Laminger 1984: 87–94). Yine köy halkının belirttiğine göre Konya Etnografya Müzesi’ndeki Kybele yontusunun bulunduğu alanda, büyük ve orta büyüklükteki taşlardan inşa edilmiş bir duvar yer almaktaydı. Fakat daha sonra bu duvar sökülerek taşları köydeki evlerin yapımında kullanılmıştır. Kybele kutsal alanı da muhtemelen burası olmalıdır. Kybele ile

Nizam Abay ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 207-220

212

ilgili kalıntıların var olduğuna dair kanıtlar Beyşehir ilçesi Karahisar köyündeki antik yerleşimde de yoğun bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Roma Dönemi Kybele adına yapılmış kaya anıtları bu durumun en net göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır (Baldıran– Söğüt 2002: 54-55).

Bir başka bronz sikke de (Kat. No. 6/ Res. 6). "DOMITI CAIS AVG" (Domitian Sezar Augustus) unvan lejantları, ortada sağa dönük imparator ihtişamlı yapısıyla Domitian portresi yer almaktadır. Arka yüzde ise, "COLONEA ICOEON" (Coloni Iconium) lejantları, ortada ayakta sola duran sol elinde kalkan sağ elinde mızrağıyla miğferli Athena betimi yer almaktadır. Bilindiği gibi Athena barış ve akıl tanrıçası olup bu dönemde sikkeler üzerinde yer alması muhtemelen İmparator Domitian’ın devlet politikasıyla ilişkilidir. Çünkü İmparator başarılı stratejisiyle rüşvet yolsuzlukların üzerine gidip kalıcı yasaklar getirmiştir. Ayrıca isyanların bastırılmasıyla ülkesine barış ve huzurun gelmesini de sağladığından sikkeler üzerinde barış fonksiyonu ile anlam taşıyan Athena betimini kullanmış olduğunu anlıyoruz.

İmparator Hadrian zamanında ise (MS 117-138) tam bir Roma kolonisi durumuna geldiği anlaşılan kent, "Colonia Iconium" unvanını almıştır (Tekin 2008: 255). Kentin, yerli <polis>i de içine alıp "Claudius Iconium Colonia Hadriana" ya da "Coloni-Iconium" adıyla anılmaya başlandığı anlaşılmaktadır (Mitchell 1993: 77). Örneğin incelediğimiz sikkeler içinde yer alan örneğimize baktığımızda "AΔPIANOC KAICAP" (Hadrian Sezar) unvan lejantı, ortada sola dönük genç bir Hadrian portresi yer almaktadır. Arka yüzde ise "KΛAYΔ COL EIKONIEWN" (Claudius Coloni Iconium) lejantı, ortada sağ elinde Medusa başı sol kolunda ise chylamis ve üzerinde harpa ile sağa duran Coloni Iconium kentinin mitolojik simgesi olan Perseus betimi yer almaktadır. Her ne kadar bu dönemde Iconium kenti yoğun bir koloni faaliyetlerine sahne olsa bile kentin yerel geleneğini hem yazıt hem de tasvir anlamında koruduğu anlaşılmaktadır (Kat. No. 7/ Res. 7).

Şehir Antoninus Pius’un yönetimi altında da kolonileştirilmiş, koloni başlığı ve Latin alfabesiyle sikke basmıştır. Yine bir örneğimizde ön yüzde "IMP C T A H ANTONINOC" (İmparator Sezar Titus Aurelius Hadrianus Antoninus) lejantı, ortada sağa dönük tacıyla İmparator Antoninus Pius portresi betimlenmektedir. Arka yüzde ise "COL ICO" (Coloni Iconium) lejantı, ortada sola duran kalkan mızrağı ve korinth miğferiyle Athena ve sağ elinde onu zafer çelengiyle taçlandıran Nike betimi yer almaktadır (Kat. No. 8 / Res. 8). Artık basılan bu tek tük koloni sikkeleri de tükenmiştir ve İmparator Antoninus Pius Dönemi'nde tekrardan koloni sikkeleri darp etmiş olup bu durum Gordian III Dönemi'ne kadar devam etmiştir. Çalışmada yer alan her iki sikkenin ön yüzünde "IMP CAES M ANT GORDIANVS" lejantları, ortada sağa dönük İmparator Gordian portresi yer almaktadır. Arka yüzde ise her iki sikke de ortak olan "COL ICONIE S R" (Coloni Iconium Senatus Romanus) lejantı, betim olarak da birinde bir nesne üzerine dayalı ve üzerine aslan postu atılı sopasına sol koltuk altı ile yaslanmış olan Herakles görülmektedir. Sopanın altında bir boğa başı betimlenmektedir. Böylece sopa ile bir boğa başının iki boynuzu arasına dayandığı görülmektedir4 (Kat. No. 9/ Res. 9). Sikkenin arka yüzündeki Herakles betimine baktığımızda mitolojik işlevinin yanı sıra bölgedeki kültlerin yansımasıyla da ilişkili olduğu sonucunu da çıkarıyoruz. Son yıllarda Prof. Dr. Asuman Baldıran başkanlığında bölgede yürütülen yüzey araştırmaları

__________ 4 Farnese Herakles tipinin yaratıcısı heykeltıraş Lysippos (Havelock 1981: 119-120, No. 81) olup tipin en iyi örneğini yansıtan ise heykeltıraş Glykon tarafından yapılan Nappoli Ulusal Müzesi’nde bulunan Farnese Herakles’idir (Richter-Marie 1954: 76; Boardman 2014: 57, Res. 37).

_________________________Lykaonia Bölgesi'nde Roma Dönemi'ne Ait Bir Grup Koloni Iconium Sikkesi

SEFAD, 2018 (40): 207-220

213

sonucunda diğer bölgelerde olduğu gibi Lykaonia Bölgesi'nde de Herakles'in en çok tapınım gören tanrılardan biri olduğu görülmüştür (Baldıran 2012: 73). Bu araştırmalar sonucunda Lykaonia Bölgesi'nde Herakles kültünün yayılım alanları fazla olmakla birlikte betimlerinin daha çok mezar stelleri, lahitler ve ostotekler üzerinde yaygın olduğu görülmüştür (Ramsay 1905: 254; Swoboda- Keil vd. 1935: 7). Lykaonia Bölgesi'nin güneyinde yer alan Taşkent ilçesine bağlı Avşar kasabasında bulunan ostotek gövdesinin alt panelinde de Herakles’in 12 işi tasvir edilmiştir (Baldıran 2005: 70). Bir diğer örnekte Kızılcaköy’de bir evin duvarında şpolyen (devşirme) olarak yerleştirilmiş kireçtaşı bir kabartmada, omzunda aslan postu ile Herakles betimlenmiştir. Ancak bu kabartmada betimlenen figürde her ne kadar Herakles simgesi ön planda tutulmuş olsa da muhtemelen yerel bir tanrıya işaret ediyor olabilir. Çünkü sakallı olarak betimlenen büstün sol omzu üzerindeki boşlukta yıldırım demeti motifinin de kullanılmış olması bu kabartmada çift nitelikli bir yerel tanrıyı düşünmemizi sağlamaktadır. Seydişehir civarındaki Dikilitaş’ta bir köy evinin duvarında yapıtaşı olarak kullanılan ostoteğin uzun ön cephesi üzerinde, Herakles atribütü olan lobutu ile betimlenmektedir. Yine Seydişehir Kızılcaköy’de bir evin duvarında Herakles bu kez büstü ile görülmektedir. Diğer sikkenin arka yüzünde ise ortada sağa doğru bir inekle bir boğanın koşulu olduğu çift süren rahip betimi yer almaktadır. Sikkenin arka yüzünde yar alan çift süren rahip betimi ise kolonileştirme politikası olarak karşımıza çıkmaktadır. Koloni kelimesinin, muhtemelen yeryüzünün bir çiftçisini ifade eden colonus kelimesi ve çift sürmek anlamına gelen colere fiilinden türemiş olduğu bilinmektedir. Koloni kentinin kuruluşunda tarıma ait topraklar belirlendikten sonra şehrin sınır taşları dikiliyordu ve bu taşların üzerine kentin adı ya da baş harfi yazılıyordu. Koloni kentine gelindiğinde koloninin kuruluşu nedeniyle bir tören yapılıyordu. Bu törende eski bir Etrüsk geleneği olan sağ tarafa bir boğa, sol tarafa bir ineğin koşulu olduğu ve bir rahibin tuttuğu saban yardımı ile koloniyi tahkim edecek sur takip ediliyordu. Böylece koloni kentinin açılışı yapılıyordu. Koloni tarihinde önemli olan bu olay, koloni sikkesinde de (Kat. No. 10/ Res. 10) betimlenerek kuruluş tarihi hatırlatılmaktadır (Özsait 1999: 130).

Gordion III’ ten sonra basılan koloni sikkeleri ve Roma Senatosu'nun onayını gösteren "S R" harfleri hala görülmekte olup bu durum Gallienus dönemine kadar uzanmaktadır. Örnek olarak iki sikke karşımıza çıkmaktadır. Bu sikkelerin ön yüzünde "IMP C P LIC GALLIENVΛΓ P F" (İmparator Sezar Publius Licinius Gallienus Pius Felix) lejantları, ortada sağa dönük, şua taçlı İmparator Gallienus portresi betimlenmiştir. Arka yüzde ise birinde "ICONIEN COLO S R" (Coloni Iconium Senatus Romanus) lejantı ve ortada sola dönük tahta oturan şans, talih tanrıçası Tyche betimi yer almaktadır. Tyche sol elinde dümen sağ elinde meyvelerle süslü bereket boynuzu (cornucopiae) tutar. Tahtın altında ise tekerlek veya çark tasviri yer almaktadır (Kat. No. 11/ Res. 11)5. Diğer sikkenin arka yüzünde ise Roma'nın kuruluş efsanesine atıfta bulunan bir koloni betimi olan dişi kurt tarafından emzirilen Romulus ve Romus tasviri yer almaktadır (Kat. No. 12/ Res. 12).

Gallienus dönemi bitiminde, az sayıdaki kent haricinde diğer Anadolu kentlerinin genelinde görüldüğü gibi Lykaonia Bölgesi'ndeki kentlerde de sikke darbının son bulduğu görülmektedir. Yaklaşık MS 268 yılı olarak kabul gören bu tarihte (Howgego 1998: 163) kent sikkelerinin son bulmasında, kentlerde sikke basımı masrafları gibi kamu harcamalarını __________ 5 Hayatın veya kaderin tekerleği, çarkı anlamına da gelir. Talih Tanrıçası Fortuna, gemelde bir çark çevirirken betimlenmiştir. Bu çarkın her tarafında; her yanında ondan medet uman eşek yüzlü insanlar betimlenmiştir. Tyche veya Fortuna elindeki çarkla insanların şansını ve kaderini yükseltip alçaltır (Herzog Hauser - Ziegler 1948: 156- 163).

Nizam Abay ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 207-220

214

karşılayacak varlıklı kişilerin azalması, küçük birim oluşturan bronz sikkelerin değer kaybetmeleri ve imparatorluk idaresinin sikke basımında standartlaşma ve düzenleme getirme isteği gibi faktörlerin bulunduğu anlaşılmaktadır (Howgego 1998: 165). Sonradan, daha az şehrin daha fazla miktarda sikke darp etmeye başlamasıyla da sikke basımı işinin azalarak sona erdiği düşünülebilir. Bu sikkelerin yok oluş nedenleri tek başına yukarıda bahsettiğimiz genel ekonomik felaketler de değildir. MS III. yüzyıl ortaları Roma İmparatorluğu için oldukça zor; veba salgınlarının, barbar istilalarının ve neredeyse hiç bitmeyen sivil savaşların yaşandığı bir dönem olarak da karşımıza çıkmaktadır.

SONUÇ Bu çalışma içerisinde koloni sikkelerinde; Roma İmparatorluğu'na bağlı mitolojik,

lejyon propaganda ve imparator ve imparatoriçe ile bağlantılı betimlerin var olduğu tespit edilmiştir. Bu durum Roma İmparatorluk politikasının ve inancının sikke betimlerine yansıdığı göstermekte olup betimlerin seçimindeki faktörlerin Romanizasyon politikası ile ilgili olduğu sonucuna varılmıştır.

Koloninin resmi dilinin Latince olması sikkeler üzerindeki lejantlara da yansımıştır. İmparator isimleri ve unvanları ile birlikte kentin adı ve arka yüzde yer alan figürlerin isimleri hep Latince yazılmıştır. Ancak Severus Dönemi'ne kadar yer yer Grekçe lejantların varlığı Iconium kentinde Yunan dönemdeki kültür geleneğinin ve kendi yerel geleneğinin devam ettiğinin göstergesi olarak görülmektedir. Sikkeler arka yüzlerindeki "COL, COLONEA CAES" gibi ibareler de şehir adıyla birlikte şehrin statüsünü göstermektedir.

SUMMARY Lykaonia is called as the region where included Konya and Karaman in Classical Age. It is

accepted that the name of Lykaonia has been rooted in Lukka in Hittites period. About the colonization activities in Lykaonia Region in BC 25, a Roman colony was built as the work of urbanization that was applied in Augustus’s period to establish Pax Romana (Roman peace) in that region. Also, the cities in the region in Emperor Hadrianus’s period witnessed to the colonist activities. One of these colony cities was Iconium city.

Iconium was the city center of Konya where is in the center of Anatolia today. It has been accepted that Iconium city is a Roman colony under Hadrian’s directorship. Much as the date about this cannot be exactly known, it might be the recent times of Emperor Hadrian’s governance. There was still Greek alphabet on coins and there was no trace of being a colony. With reference to Ramsay, the situation mentioned occurred on 1 January 138. However, this assumption is inconsistent with honorary title inscriptions with Greek alphabet in the city that has "COL AELIA HADRİANA AUG" superscription. According to Kornemann, an inscription in the city called "COLONEA KΛAYΔ EIKONIEWN" shows that Iconium City was a colony a long time ago.

We understand following items in the light of assessments above; a. It was coined after leaving of colonies of Augustus, namely, under Vespasian and Titus’s

directorship (AD 69- 79). b. It was coined under Hadrian’s directorship (AD 117- 138). c. It was coined under Gordian III (AD 238- 244) ve Gallienus’s (AD 253- 268) directorship. There is emperorship image on the observe of colony coins; typical descriptions that were

shown for Roman colony can be seen on the reverse side of the same coins. These descriptions; the priest who ploughs, she-wolf with Romus Romulus and two legion flags. Herakles and Perseus were described as the God; Kybele, Tyche and Athena were described as Goddess. The legends that were used in colony coins generally are "COLONEA, COLONIA[E], COL. ICONIENSIVM COL. COL AEL. ADR. ICONIEN".

_________________________Lykaonia Bölgesi'nde Roma Dönemi'ne Ait Bir Grup Koloni Iconium Sikkesi

SEFAD, 2018 (40): 207-220

215

KAYNAKÇA

Abay, Nizam (2018). Lycaonia Sikkeleri. Doktora Tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi. Aulock, Hans Von (1976). Münzen und Städte Lykaoniens. İstanbul: Tübingen. Bahar, Hasan- Karauğuz, Güngör vd. (1996). Eskiçağ Konya Araştırmaları I. Phrygia Parroreus

Bölgesi (Anıtlar, Yerleşmeler ve Küçük Buluntular). İstanbul: Sanat Yay. Baldıran, Asuman (2005). “Taşkent-Avşar Ostotekleri". Hacettepe Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Dergisi 22 (2): 67- 86. Baldıran, Asuman (2009). "Taşkent İlçesi ve Civarı 2007 Yılı Yüzey Araştırması Raporu". AST

26 (1): 313-332. Baldıran, Asuman (2012). "Yeni Örneklerle Lykaonia Bölgesi Kültleri". Stratonikeia’dan

Lagina’ya Ahmet Adil Tırpan Armağanı. İstanbul: Ege Yay. 73- 88. Baldıran, Asuman- Söğüt, Bilal (2002). "Lykaonia Bölgesi’nde Kybele Kültü: Beyşehir ve

Seydişehir İlçeleri". Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi 14: 45- 70. Boardman, John (2014). Yunan Heykeli Geç Klasik Dönem. çev. Müjde Peker. İstanbul: Homer

Yay. Brown, Peter (2000). Geç Antik Çağ'da Roma ve Bizans Dünyası. çev. Turhan Kaçar. İstanbul:

Tarih Vakfı Yurt Yay. Buğdaycıoğlu, Saffet (1973). Konya İl yıllığı. Konya: Yeni Kitap Yay. Havelock, Christine Mitchell (1981). Hellenistic Art: The Art of the Classical World from the

Deathof Alexander the Great to the Battle of Actium. 2d ed. New York and London: W. W. Norton.

Head, Barclay Vincent (1911). Historia Numorum A Manual Of Grek Numismatics. Oxford: Clarendon.

Herzog Hauser, G. and Ziegler, K. (1943). "Tyche". RE VII A-1: 1643– 1696. Howgego, Christopher (1998). Sikkelerin Işığında Eskiçağ Tarihi. çev. Oğuz Tekin. İstanbul:

Homer Kitabevi. Kornemann, Ernst (1901). Coloniae. Paulys Realencyclopadie der classischen Altertums-

wissenschaft. Stuttgart: Metzler. Laminger, Pascher Gertrud (1984). Beitrage zu den Griechischen Inschriften Lykaoniens,

DenkschrWien 173, TAM 2, Vien: Österreichische Akademie der Wissenschaften. Levick, Barbara (1967). Roman Colonies in Southern Asia Minor. Oxford: Clarendon Press. MitchelL, Stephen (1993). Anatolia Land, Men and Gods in Asia Minor. Volume I: The Celts in

Anatolia and the Impact of Roman Rule. Oxford: Clarendon Press. Monte, Giuseppe and TISCHLER, Johann (1978). Die Orts und Gewässernamen der Hethitische

Texte. (RGTC VI). Wiesbaden: Tübinger Atlas des Vorderen Orients 7/6. Özsait, Mehmet (1999). "Küçük Asya’da Roma Kolonileri". Zafer Taşlıklıoğlu Armağanı

Anadolu ve Trakya Çalışmaları. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. 123- 130. Pilhofer, Sibylle (2001). "Konya/’Ixóvıov". Vom Orontes zum Hellespont. 27- 34. Ramsay, William Mitchell (1941).The Social Basis of Roman Power in Asia Minor. Aberdeen:

Harvard University Press. Ramsay, William Mitchell (1905). Lycaonian and Phrygian Notes. The Clasiccal Review

19,1905,367-370.413-429. London: Watkins Publishing. Ramsay, William Mitchell (1918). The Utilisation of old Epigraphic Copies. The Journal of

Hellenic Studies 38,1918,124-92. Pub: by the Council and sold by Macmillan and Co.

Nizam Abay ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 207-220

216

Richter, Gisela and Marie, Augusta (1954). Catalogue of Greek Sculptures. Cambridge: Harvard University Press.

Robinson, David Moore (1926). Greek and Latin Inscriptions from Asia Minor. Transactions of the American Philological Association 57, 1926, 195- 237. Published by: The Johns Hopkins University Press.

Ruge, Weimar (1900). Real-Encyclopädie derclassischen Altertumswissensschaft. Stutgart: Metzler.

Strabon (2005). "Geographika". Antik Anadolu Coğrafyası. Kitap: XII-XIII-XIV. çev. A. Pekman. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay.

Swoboda, Heinrich and KEİL, Josef vd. (1935). Denkmäler aus Lykaonien, Pamphylien und Isaurien. Prag. Leipzig and Vienna: Rohrer.

Şahin, Mustafa (2005). Pisidia Antiocheiası’ndan Yayınlanmamış Bir Marcus Aurel Portresi. bk: Ramazan Özgan’a Armağan. İstanbul: Ege Yayınları. 425- 433.

Tekin, Oğuz (2000). Eski çağda Para (Antik Nümizmatiğe Giriş). İstanbul: Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü Yay.

Tekin, Oğuz (2008). Eski Yunan Ve Roma Tarihine Giriş. İstanbul: İletişim Yay. Umar, Bilge (1993). Türkiye’deki Tarihsel Adlar: Türkiye’nin Tarihsel Coğrafyası ve Tarihsel Adları

Üzerine Alfabetik Düzende Bir İnceleme. İstanbul: İnkılap Yay. Zoroğlu, Kamil Levent (1984). Konya Adının Kaynağı Hakkında Dokümanlar. (Haz. Fevzi Alıcı).

Ankara: TTK Yay.

_________________________Lykaonia Bölgesi'nde Roma Dönemi'ne Ait Bir Grup Koloni Iconium Sikkesi

SEFAD, 2018 (40): 207-220

217

KATALOG

CLAUDIUS I (MS 41- 54)

Kat. No. 1: AE, 21.5 mm, 4.8 gr, Envanter No: 6079, 258, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "[KΛAYΔIOC KAI]CAP CEBA" lejantı, ortada sağa dönük Claudius'un defne taçlı başı (Annius Afrinus adlı bölge valisi tarafından bastırılmıştır)

AY: "CEBACTH EΠI AΦPEINOY COL KΛAYΔEIKONIEWN" lejantı, ortada sağa dönük Agrippina portresi

MARCUS ANNIUS AFRINUS (MS 41- 54)

Kat. No. 2: AE, 17 mm, 3.15 gr, Envanter No: 8617, 245, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "ANNI OC A[ΦPEINOC]" lejantı, ortada sağa dönük vali Annius Afrinus portresi AY: "KΛAYΔ EIKO]NIEWN" lejantı, ortada sola dönük Perseus yer alır; sağ elinde

harpa, sol elinde Medusa başı

NERO (MS 54- 68)

Kat. No. 3: AE, 25 mm, 10.9 gr, Envanter No: 3709, 270, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "NEPWN KAICAP CEBACTOC" lejantı, ortada sağa dönük İmparator Nero portresi

AY: "[Π]OΠΠAIA CEBACTH KΛAYΔEIKONIEWN " lejantı, ortada sağ elinde haşhaş çalı sol elinde asası olan sola dönük tahta oturan Poppaea

VESPASIAN (MS 69- 79)

Kat. No. 4: AE, 23.1 mm, 10 gr, Envanter No: 573, 284, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "[AYTOKPATWP KAICAP OYEC]ΠACIANOC" lejantı, ortada sağa dönük İmparator Vespasian portresi

AY: "COL [KΛAYΔEIKO]NIEWN" lejantı, ortada sola dönük sağ elinde patera sol elinde tympanon tutan tahta oturan Kybele ve tahtın altında ise aslan yer alır

TITUS (MS 79- 81)

Kat. No. 5: AE, 20.5 mm, 5,05 gr, Envanter No: 8618, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "[T] CAES IMP [PONT]" lejantı, ortada sağa dönük İmparator Titus portresi AY: "COL E [Q] ICO[NIEN]" lejantı, ortada iki adet stilize lejyon sancağı

DOMITIAN (MS 81- 96)

Kat. No. 6: AE, 19.3 mm, 3.75 gr, Envanter No: 8621, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "DOMITI SAIS AVG" lejantları, ortada sağa dönük İmparator Domitian portresi AY: "COLONEA ICOEON" lejantları, ortada ayakta sola duran sol elinde kalkan sağ

elinde mızrağı ve korinth miğferli Athena

Nizam Abay ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 207-220

218

HADRIAN (MS 117- 138)

Kat. No. 7: AE, 14.2 mm, 2,30 gr, Envanter No: 8622, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "[AΔPI]ANOC KAICAP" lejantı, ortada sola dönük Hadrian portresi AY: "KΛAYΔEI[KONIEWN]" lejantı, ortada sağ elinde Medusa başı sol kolunda ise

chylamis ve üzerinde harpa ile sağa duran Perseus

ANTONINUS PIUS (MS 117- 138)

Kat. No. 8: AE, 20 mm, 4.05 gr, Envanter No: 8394, 301, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "[IMP C T A H] ANTONIN[OC]" lejantı, ortada sağa dönük İmparator Antoninus Pius portresi

AY: "COL ICO" lejantı, ortada sola duran kalkan mızrağı ve korinth miğferiyle Athena ve onu zafer çelengiyle taçlandıran Nike

GORDIAN III (MS 238- 244)

Kat. No. 9: AE, 22.4 mm, 4.6 gr, Envanter No: 8629, 346, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "[IMP CAES M ANT G]ORDIANVS" lejantları, ortada sağa dönük İmparator Gordian portresi

AY: "[COL AEL] IC[ONIE] S R" lejantı, ortada sağa duran sol elinde aslan postu ve lobut tutan Herakles

Kat. No. 10: AE, 34 mm, 20.85 gr, Envanter No: 8627, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "IMP CAES M ANT GORDIANVS [AVG]" lejantları, ortada sağa dönük İmparator Gordian portresi

AY: "COL AELICONIE[N] SR" lejantı, ortada sağa doğru, iki tane öküzle çift süren rahip

GALLIENUS (MS 253- 568)

Kat. No. 11: AE, 22.9 mm, 5.95 gr, Envanter No: 8631, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "IMP C P LIC GALLIENVΛΓ P F Λ" lejantları, ortada sağa dönük, şua taçlı İmparator Gallienus portresi

AY: "ICONIEN COLO SR" lejantı, ortada sola dönük altında tekerlek görülen bir tahta oturan Tyche sol elinde dümen sağ elinde meyvelerle süslü bereket boynuzu (cornucopiae)

Kat. No. 12: AE, 24 mm, 5.8 gr, Envanter No: 8632, Korunduğu Yer: Konya Arkeoloji Müzesi

ÖY: "IMP C P LIC GALLIENVΓ P [F Λ]" lejantları, ortada sağa dönük, şua taçlı İmparator Gallienus portresi

AY: "ICONIENSIVM COP S R" lejantı, ortada dişi kurt tarafından emzirilen Romulus ve Romus

_________________________Lykaonia Bölgesi'nde Roma Dönemi'ne Ait Bir Grup Koloni Iconium Sikkesi

SEFAD, 2018 (40): 207-220

219

EKLER

Res. 1 Res. 2 Res. 3

Res. 4 Res. 5 Res. 6

Nizam Abay ________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 207-220

220

Res. 7 Res. 8 Res. 9

Res. 10 Res. 11 Res. 12

Gönderim Tarihi / Sending Date: 18/07/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 26/09/2018

SEFAD, 2018 (40): 221-234 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515329

Akhisar Arkeoloji Müzesi’nden Bir Grup Hellenistik Seramik∗

Dr. Öğr. Üyesi Volkan Yıldız Manisa Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi

Arkeoloji Bölümü [email protected]

Öz Thyateria antik kentinin mirasçısı olan Akhisar’da 1932 yılında inşa edilmiş olan ve

bir kısmı öğretmen evi olarak kullanılan iki katlı bir binanın restore edilerek 2012 yılında müze olarak ziyarete açılmasıyla o güne değin Manisa Arkeoloji Müzesi’nde korunan bir grup eser Akhisar Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmeye başlamıştır. Bu eserler içerisinde Hellenistik Dönem’e ait bir grup seramik de yer almaktadır. Bu çalışma kapsamında Akhisar Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte olan bu seramikler formlarına ve gruplarına göre incelenmiş, her ne kadar buluntu yerleri ile ilgili detaylı bilgi olmasa da bazılarının üretim merkezleriyle ilgili öneriler getirilmeye çalışılmıştır. Müzedeki çalışmalarımız sonucunda saptanan Hellenistik Seramik grupları arasında siyah firnisli seramik, batı yamacı, kalıp yapımı kaseler ve lagynoslar yer almaktadır.

Anahtar Kelimeler: Akhisar Arkeoloji Müzesi, siyah firnisli seramik, batı yamacı seramiği, Megara kaseleri, Lagynoslar.

A Group of Hellenistic Pottery from the Archaeological Museum of Akhisar

Abstract In Akhisar, a city located in Manisa-Turkey and the heir to the ancient city of

Thyateria, a two-storied building which was constructed in 1932 and partly used as a teachers’ house was restored and opened as a museum in 2012. A group of artefacts which was preserved in the Archaeological Museum of Manisa before has been exhibited in the Archaeological Museum of Akhisar since then. Among those artefacts, there is a group of Hellenistic pottery. In this paper, these vases were examined in terms of their forms and groups. Although there isn’t any detailed information about the find spots, it is attempted to give suggestions about production centers of some of them.

Keywords: The Archaeological Museum of Akhisar, black glazed pottery, west slope pottery, Megarian bowl, Lagynoi.

__________ ∗ Bu makale Manisa Valiliği, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Manisa Arkeoloji Müzesi Müdürlüğü’nün 20.03.2015 tarih ve 658 sayılı yazısı ile başkanlığım altında yürütülen “Akhisar Arkeoloji Müzesi Hellenistik ve Roma Dönemi İnce Seramikleri” başlıklı izin kapsamında hazırlanmıştır. Müzedeki çalışmalarım sırasında yardımlarını esirgemeyen arkeolog Fatih YILDIRIM ve müze araştırmacısı Kürşat KAYNAK’a, sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca çalışmalarım sırasındaki yardımlarından dolayı arkeolog Gülçin KARAKAŞ’a ne kadar teşekkür etsem azdır.

Volkan Yıldız _______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 221-234

222

GİRİŞ

Manisa il merkezinin yaklaşık 52 km. kuzeydoğusunda yer alan, en çok bilinen ismi Thyateira ile yüzyıllar boyunca yerleşim gören ve böylece zengin bir tarihi geçmişe sahip olan Batı Anadolu’nun kadim kentlerinden birisidir Akhisar (Yıldız 2016a: 2; Yıldız 2016b: 253; Yıldız-Şakar 2017: 398). Böylesi zengin bir tarihi geçmişe sahip olan kentte ve yakın çevresinde elde edilen eserlerin özgünlüğü, çokluğu ve çeşitliliği, devam eden arkeolojik kazıların uzun soluklu hale dönüşmesi, Akhisar’da bir müze kurulması fikrinin doğmasına neden olmuştur. Sonuç olarak, Thyateira antik kentinin hemen yanında yer alan, 1932 yılında yapılmış, bir kısmı öğretmen evi olarak kullanılan iki katlı bina, restorasyonu tamamlandıktan sonra 2012 yılında müze olarak ziyarete açılmıştır. Bu kadar zengin bir kültürel birikime sahip olan kent ve yakın çevresinde bulunan birçok eser Manisa Arkeoloji Müzesi’nde koruma altındayken Akhisar Arkeoloji Müzesi’nin açılmasıyla birlikte Akhisar’a nakledilmiştir (Yıldız 2016a: 4; Yıldız 2016b: 254; Yıldız - Şakar 2017: 398 ). Müzeye nakledilen bu eserler arasında bir grup Hellenistik Seramik de bulunmaktadır. Manisa Arkeoloji Müzesi’ne farklı tarihlerde ve farklı şekillerde kazandırılan (satın alma ve müsadere gibi) günümüzde ise Akhisar Arkeoloji Müzesi’nin vitrinlerinde sergilenen ya da müzenin depolarında koruma altında bulunan Hellenistik Dönem Seramikleri bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Çalışmamızı oluşturan seramikler formlarına ve seramik gruplarına göre dört başlıkta değerlendirilmiştir. Bunlar; siyah firnisli seramik, batı yamacı seramiği, kalıp yapımı kaseler ve lagynoslardır. Bu gruplar arasında kalıp yapımı kaseler üç örnekle en yoğun grubu oluştururken, bunları iki örnekle lagynoslar ve birer örnekle de siyah firnisli seramik ve batı yamacı seramiği izlemektedir. Müze envanter kayıtlarına göre incelenen eserlerden beş adetinin buluntu yeri belli olmamakla birlikte (Kat.No.1,4-7), iki adeti Alaşehir çevresinde bulunmuştur (Kat.No.2-3). Dört grupta topladığımız Akhisar Arkeoloji Müzesi Hellenistik Dönem Seramikleri’nin en erken örneği MÖ 3. yüzyıl başlarına tarihlenirken en geç örneğimiz ise MÖ 1. yüzyıla tarihlendirilmektedir.

Siyah Firnisli Seramik (Res.1a-b)

Akhisar Arkeoloji Müzesi’nde bulunan Hellenistik Dönem Seramikleri arasında siyah firnisli seramik grubuna ait bir örnek tespit edilmiştir. Bu gruba giren Kat.No.1’in formu kantharostur. Kantharoslar yaklaşık olarak MÖ 6. yüzyıldan itibaren kullanım gören içki kaplarıdır1. Hellenistik Dönem Seramik repertuvarı içinde özellikle de Batı Yamacı Seramikleri ve siyah firnisli seramik gruplarında bu formun farklı alt tiplere sahip örnekleriyle karşılaşmaktayız.

Kat.No.1, dışa çekik ağız kenarlı, aşağı doğru daralan yarım küresel gövdeli, alçak halka kaidelidir. Ağız kenarından çıkan ve omuz üzerine tutturulmuş dikey şerit kulpludur. Şerit kulbun tam ortasına makara şeklinde, tutmayı kolaylaştıran çıkıntı eklenmiştir. Omuz üzerinde üç adet profil ve üç adet yiv mevcuttur. Gövdenin alt bölümünde düzensiz, derin olmayan üç sıra rulet bezeme görülmektedir. İncelemekte olduğumuz kantharos örneğinin yakın benzeri Korinth’te bulunmuş ve bu örnekler Edwards tarafından kyma kantharosları olarak adlandırılmıştır. Edwards bu tipolojiyi oluştururken kantharosun profilinin kyma reversa’ya benzemesinden hareketle bu ismi önermiştir (Edwards 1975: 76-79.). Gövde ve kaide profili bakımından ve Korinth’te ele geçen benzeri yardımıyla Akhisar kantharosunun MÖ 300 civarına tarihlenmesi gerektiği görülmektedir (Edwards 1975: 76-79, Pl.15/400).

__________ 1 Erken dönem kantharosları için bk. Sparkes-Talcott 1970: 113-124.

____________________________________ Akhisar Arkeoloji Müzesi’nden Bir Grup Hellenistik Seramik

SEFAD, 2018 (40): 221-234

223

Batı Yamacı Seramiği (Res.2a-b) Akhisar Arkeoloji Müzesi koleksiyonunda yer alan bir başka Hellenistik Dönem

Seramiği Batı Yamacı grubuna ait olan amphoradır. Kat.No.2, dışa uzantılı ağız kenarlı olup kenar ucu düzleştirilmiştir. Geniş silindirik boyunlu, basık küre gövdeli, alçak halka kaidelidir. Boyun üzerinde pendant motifi, omuz üzerinde sarmaşık dalı motifi görülürken, gövdenin alt bölümü ise yivlidir.

Hellenistik Dönem’de Batı Yamacı stilinde amphora üreten önemli iki merkez vardır. Bu merkezlerden ilki ve formun ortaya çıktığı yer olan Attika’dır. Bu amphoralar Attika’da MÖ 275 civarında ortaya çıkmıştır. Attika Batı Yamacı amphoraları hem form hemde bezeme özellikleri açısından oldukça tipiktir. Bu amphoraların ağız kenarları dışarı uzantılı ve aşağı sarkıktır. Silindirik boynun açık bir şekilde gövdeyi dengelediğini görmekteyiz. Alçak halka kaidelidir. Bu formun Attika örneklerinin belkide en tipik özelliği burmalı kulplara sahip olmalarıdır. Bu özelliklere sahip amphoraların gövdesinin alt bölümü kalıpta üretilmektedir. Ağız, boyun ve kaide sonradan kalıpta üretilen bölüme eklenmektedir. Bu üretim tekniği Hellenistik Dönem’de daha çok Megara Kaseleri için kullanılmaktaydı. Batı Yamacı amphoralarının üretiminde de kullanılması bir atölyede farklı seramik gruplarının üretilebildiğini göstermektedir. Batı Yamacı amphoralarına bezeme açısından baktığımızda ise süslemelerin boyun ve omuz üzerine yerleştirildiğini görmekteyiz. Attika atölyelerinin süsleme özellikleri açısında da oldukça tipik özelliklere sahip olduğunu belirtmemiz gerekir. Bezeme özellikleri açısından boyun üzerine daha çok pendantlar yer alırken omuz üzerinde ise dama tahtası, dikdörtgen friz ve iç içe kareler yer almaktadır (Rotroff 2002: 99).

Batı Yamacı stilinde amphora üreten bir diğer önemli merkez ise Pergamon’dur. Pergamon’da üretilen Batı Yamacı amphoraları dışa uzantılı ağız kenarlı olup kenar ucu düzleştirilmiştir. Geniş silindirik boyunlu, basık küresel gövdeli ve alçak halka kaidelidir. Kulplar ise şerit şeklindedir. Bezeme özellikleri açısından ise Pergamon atölyesi daha çok bitkisel bezemeleri tercih etmiştir. Attika ve Pergamon atölyeleri form ve bezeme özellikleri açısından birbirinden oldukça farklı amphoralar üretmişlerdir. Form özellikleri açısından karşılaştırıldığında Pergamon’da form Attika’ya göre daha yuvarlak profile sahiptir. Ayrıca gövdenin alt bölümü yivlidir. Pergamon atölyesinin ürettiği amphoraların kulpları da burmalı olmayıp şerit şeklindedir. Bezeme açısıdan ise Attika’da boyun üzerinde daha çok pendantlar yer alırken omuz üzerinde ise dama tahtası, dikdörtgen friz ve iç içe kareler mevcuttur. Pergamon’da ise daha çok bitkisel bezemeler (sarmaşık dalı gibi) ön plandadır (Behr 1988: 171). Pergamon atölyesinin ürettiği Batı Yamacı amphoralarında gövdenin alt bölümünün yivli ve kulbun şerit olması metal kaplardan etkilenerek üretildiklerini gösteren önemli hususlardır (Schafer 1968: 50). Bu değerlendirmeler ışığında Akhisar Arkeoloji Müzesi Batı Yamacı amphorası form ve bezeme özellikleri açısında değerlendirildiğinde Pergamon atölyesi tarafından üretilmiş olmalıdır. Akhisar Batı Yamacı amphorasının form özellikleri ve benzerleri yardımıyla2 MÖ 2. yüzyıla tarihlendirmek mümkündür (Schafer __________ 2 Manisa Arkeoloji Müzesi’nde Alaşehir kökenli dört adet amphora mevcuttur. Bunlardan birisi Akhisar’da müze açılmasıyla Akhisar’a nakledilen eser grubunun içinde yer almaktadır. Müze envanter kayıtlarına göre 2949,2954, 2957, 4815 envanter nolu örnekler müsadere yoluyla müzeye kazandırılmıştır. Rotroff ve Olivier, Sardes bantında Batı Yamacı amphoralarının dağılımından bahsederken 2954 ve 2957 nolu amphoralardan da bahsetmiştir. Dört amphoradan iki tanesi form özellikleri açısından Pergamon atölyesi özellikleri göstermektedir. 4815 ve 2949 envanter nolu amphoralar bazı küçük farklarla Pergamon atölyesi dışında yerel bir atölyede üretilmiş olmalıdır. Ayrıca 4815 envanter nolu amphora oldukça yoğun kireç tabakası ve astarda dökülmeler nedeniyle kötü durumdadır. 2957 envanter nolu amphora form ve bezeme özellikleri açısından bizim örneğimize oldukça benzemekte olup olasılıkla bu amphorada Pergamon atölyesinin ürünü olmalıdır.

Volkan Yıldız _______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 221-234

224

1968: Taf.18-19, D.67-D.71, 50-51, 62; Behr 1988: 170-173, Abb. 21-22, nos.95-96; Tekkök-Biçken 1996: 89, Fig.4/A20; Rotroff 2002: 97-115, Fig.1/2; Rotroff-Olivier 2003: 42-43,53-54, Pl.24/169-173).

Kalıp Yapımı Kaseler (Res.3-5)

Akhisar Arkeoloji Müzesi’ndeki Hellenistik Dönem seramikleri arasında üç adet kalıp yapımı kase de bulunmaktadır. Bu kaselerin sınıflandırılması bezemelere göre yapılmıştır. Üç kase de bitkisel bezemeli kaseler grubuna girmektedir. Kat.No.3 (Res.3a-d), kenar ucu sivrileştirilmiş olup yarım küre gövdelidir. Bordürde, iki kabartma çizgi arasında makara-boncuk dizisi yer almaktadır. Calyxte atlamalı olarak akantus yaprakları, ucu çiçekli kıvrımlı filizler mevcuttur. Madalyonda ise etrafı iki sıra kabartma halkalı, dokuz petalli rozet görülmektedir. Kat.No.3, form özellikleri ve benzerleri yardımıyla MÖ 2. yüzyıla tarihlendirilebilir (Anlağan 2000: 17-18, 61/2). Gövdede yer alan frizler halindeki bölünmeler Anadolu’da üretilen kaselerde sıkça karşımıza çıkmakta olup söz konusu kasede Pergamon etkili İonia atölyelerinin ürünü olmalıdır (Anlağan 2000: 18).

Kat.No.4 (Res.4a-d), kenar ucu yuvarlatılmış olup yarım küre gövdelidir. Bordürde, yumurta dizisi görülmektedir. Gövde de iki kabartma çizgi arasında makara-boncuk dizisi vardır. Calyxte ise madalyon etrafından yükselen, atlamalı lotus ve akantus yaprakları ile lotus ve akantus yaprakları arasına yerleştirilmiş lotus tomurcukları mevcuttur. Madalyonda, iki sıra kabartma halka arasında sola doğru biga süren Nike betimlenmiştir. Örneğimizin form ve bezeme özellikleri açısından yakın benzeri Sardeis’te bulunmuştur (Rotroff-Olivier 2003: 131, Pl.78/456). Sardeis’teki kase yardımıyla örneğimiz MÖ 1. yüzyıla tarihlendirilebilir. Rotroff ve Olivier bu tipte beş örnek tespit etmiş ve bu gruba Charioteer ismini vermiştir. Bu gruptaki kaseler Sardeis atölyesinin ürünleri olup madalyonlarında sola doğru biga süren Nike figürü karakteristik unsurdur. Akhisar örneğimiz, Sardeis atölyesinin ürettiği bu gruba giren ve şimdiye kadar tespit edilen en sağlam örnektir.

Kat.No.5 (Res.5a-d), kenar ucu sivrileştirilmiş olup yarım küre gövdeli, yuvarlak diplidir. Dış yüzde kenardan dip kısmına kadar süsleme yapılmıştır. Bordürde dalga süsü, onun altında defne dalı. Calyxte, lotus palmet süslemesi mevcuttur. Palmet yapraklarının arasında lotus çiçeği açmamış olarak yapılmıştır. Kasenin iç yüzünde, kenarda dalga süsü etrafında nokta bezeme verilmiştir. Akhisar Arkeoloji Müzesi’nde yer alan bu kase üniktir. Form açısından yakın benzeri sivri dipli kaseler (Civelek 2001: 155-156, Lev. XLVI, Çiz.4) ya da mastos tipli kaseler (Can-Can 2016: 8, 14, Fig.14a-b) olarak adlandırılmıştır. Yapım tekniği açısından ise örneğimizin kurşun sırlı bir kase olduğu görülmektedir. Form özellikleri açısından kurşun sırlı seramikler arasında kasemizin benzeri yoktur. Bezeme özellikleri açısından ise bu kase de kalıp yapımı kaseler ve batı yamacı bezeme stili bir arada görülmektedir. Kurşun sırlı seramikler Anadolu’da ilk kez Tarsus’ta MÖ 1. yüzyılın ortalarından itibaren üretilmeye başlanmıştır (Oransay 2001: 48,50; Akyay-Meriçboyu 2005: 100). Dolayısıyla örneğimizin form olarak benzerleri en erken MÖ 2. yüzyıla tarihlenmesine rağmen örneğimiz kurşun sırlı olması nedeniyle MÖ 1. yüzyılın ikinci yarısında birçok farklı Hellenistik Seramik grubunu üreten bir atölyede farklı grupların bezeme unsurlarının bir araya getirilerek üretildiği özel bir ürün olmalıdır.

Lagynoslar (Res.6-7)

Akhisar Arkeoloji Müzesi’nde bulunan Hellenistik Dönem Seramikleri arasında iki adet lagynos yer almaktadır. Lagynos terimi, MÖ 3. yüzyıldan MÖ 1. yüzyıla kadar çok

____________________________________ Akhisar Arkeoloji Müzesi’nden Bir Grup Hellenistik Seramik

SEFAD, 2018 (40): 221-234

225

farklı fabriklerde üretilen tek kulplu, ince boyunlu ve farklı gövde yapılarına sahip şarap testilerine verilen ad olarak karşımıza çıkmaktadır (Rotroff 1997: 226). Beyaz zeminli lagynoslar ise Hellenistik Dönem beyaz zeminli seramikleri arasında en yaygın form olup yaklaşık MÖ 150 ila 50 arasında popüler olmuştur (Rotroff 1997: 227). Ayrıca söz konusu lagynoslar beyazdan kreme, kremden pembeye sıralanan ince astara ve siyahtan kırmızımsı kahverengine değişen renklerde boyamaya ve bezemeye sahiptirler (Rotroff 1997: 225). Müzedeki iki örneğimizin, Kat.No.6 (Res.6a-b) ve Kat.No.7(Res.7a-b), ne yazıkki buluntu yerleri belli değildir. Kat.No.6 ve 7, form özellikleri açısından birebir benzeşmektedir. Sadece boyutları ve bezeme sistemleri farklıdır. Dışa sarkık kenarlı, kenar ucu yuvarlatılmış, aşağı doğru genişleyen silindirik uzun boyunlu, küresel gövdeli, alçak halka kaidelidirler. Boyundan omuz üzerine tutturulmuş dikey şerit kulpludurlar. Kat.No.6, beyaz zeminlidir. Omuz üzerinde kırmızımsı kahverengi tonlarında yaprak bezeme görülmektedir. Karın üzerinde ise yine aynı renklerde farklı genişlikte beş sıra yatay bant bezeme mevcuttur. Kat.No.6’nın yakın benzerleri Pergamon’da (Schafer 1968: Abb.7/2, Taf.43/F35), Ephesos’ta (Meriç 2002: Taf.7/K52-K53), Atina Agorası’nda (Rotroff 1997: Fig.90/1514-1516) ve Sardeis’te (Rotroff - Olivier 2003: Pl.49/302) görülmektedir. Bu örnekler yardımıyla Kat.No.6, MÖ 2. yüzyıla tarihlendirilebilir.

Kat.No.7 de tıpkı Kat.No.6 gibi beyaz zeminlidir. Boyundan omuza geçişte kırmızımsı kahverengi tonlarında yatay bant bezeme mevcuttur. Gövde üzerinde kırmızımsı kahverengi tonlarında defne dalı ve yaprakları görülmektedir. Onun altında kaideye kadar yine kırmızımsı kahverengi tonlarında farklı genişlikte üç adet yatay bant bezeme vardır. Kat.No.7’nin yakın benzerleri Pergamon’da (Schafer 1968: Abb.7/2, Taf.43/F24), Ephesos’ta (Meriç 2002: Taf.7/K52-K53), Atina Agorası’nda (Rotroff 1997: Fig.90/1514-1516) ve Sardeis’te (Rotroff- Olivier 2003: Pl.48-49/297-303) görülmektedir. Bu örnekler yardımıyla Kat.No.7, MÖ 2. yüzyıla tarihlendirilebilir.

SONUÇ

Akhisar Arkeoloji Müzesi koleksiyonunda bulunan ve bu çalışmada değerlendirilen yedi adet Hellenistik Dönem Seramiği dönemin repertuvarında yer alan gruplara göre ayrılmıştır. Bunlar siyah firnisli, batı yamacı, kalıp yapımı kaseler ve lagynoslardır. Bu dört grup arasında en fazla örnekle kalıp yapımı kaseler (Res.3-5) ilk sırayı alır. Bunu sırasıyla iki örnekle lagynoslar (Res.6-7) ve birer örnekle siyah firnisli seramik (Res.1) ve batı yamacı grubu (Res.2) izlemektedir. Müze envanter kayıtlarına göre Manisa Arkeoloji Müzesi’ne farklı şekillerde (satın alma ve müsadere gibi) ve farklı tarihlerde kazandırılan, Akhisar Arkeoloji Müzesi’nin açılmasıyla birlikte ise bu müzenin vitrin ve deposunda bulunan Hellenistik Dönem seramiklerinin ikisi hariç (Kat.No.2-3) ne yazık ki beş adetinin (Kat.No.1, 4-7) buluntu yeri belli değildir.

En zengin örneğe sahip olan kalıp yapımı kaseler grubu (Res.3-5) bitkisel bezemelere sahiptir. Bu kaselerden ilki olan Kat.No.3’ün (Res.3a-d), bordüründe, iki kabartma çizgi arasında makara-boncuk dizisi yer almaktadır. Calyxte atlamalı olarak akantus yaprakları, ucu çiçekli kıvrımlı filizler mevcuttur. Madalyonda ise etrafı iki sıra kabartma halkalı, dokuz petalli rozet görülmektedir. Bu kase Pergamon etkili İonia atölyelerinin ürünü olmalıdır. Bu gruba giren kaselerden bir diğerinin (Res.4a-d, Kat.No.4) bordüründe, yumurta dizisi görülmektedir. Gövde de iki kabartma çizgi arasında makara-boncuk dizisi vardır. Calyxte ise madalyon etrafından yükselen, atlamalı lotus ve akantus yaprakları ile lotus ve akantus yaprakları arasına yerleştirilmiş lotus tomurcukları mevcuttur. Madalyonda, iki sıra

Volkan Yıldız _______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 221-234

226

kabartma halka arasında sola doğru biga süren Nike betimlenmiştir. Örneğimizin form ve bezeme özellikleri açısından yakın benzeri Sardeis’te bulunmuştur. Söz konusu kaseler Sardeis atölyesinin ürünleri olup madalyonlarında sola doğru biga süren Nike figürü karakteristik bir özellik olarak görülmektedir. Akhisar örneğimiz, Sardeis atölyesinin ürettiği bu gruba giren ve şimdiye kadar tespit edilen en sağlam örnektir. Kalıp yapımı kaseler grubuna giren son örneğimizin (Res.5a-d, Kat.No.5), bordüründe dalga süsü, onun altında defne dalı yer alırken calyxte, lotus palmet süslemesi mevcuttur. Palmet yapraklarının arasında lotus çiçeği açmamış olarak yapılmıştır. Kasenin iç yüzünde, kenarda dalga süsü etrafında nokta bezeme verilmiştir. Akhisar Müzesi’nde yer alan bu kase üniktir. Form açısından yakın benzeri sivri dipli kaseler yada mastos tipli kaseler olarak adlandırılmıştır. Yapım tekniği açısından ise örneğimizin kurşun sırlı bir kase olduğu görülmektedir. Form özellikleri açısından kurşun sırlı seramikler arasında kasemizin benzeri yoktur. Bezeme özellikleri açısından ise bu kase de kalıp yapımı kaseler ve batı yamacı bezeme stili bir arada görülmektedir. Kurşun sırlı seramiklerin Anadolu’da ilkkez MÖ 1. yüzyılın ortalarından itibaren üretilmeye başlanması nedeniyle örneğimiz MÖ 1. yüzyılın ikinci yarısında birçok farklı Hellenistik Seramik grubunu üreten bir atölyede farklı grupların bezeme unsurlarının bir araya getirilerek üretildiği özel bir ürün olmalıdır.

Akhisar Arkeoloji Müzesi Hellenistik Seramik grupları arasında kalıp yapımı kaselerden sonra en yoğun grup lagynoslardır. Kat.No.6 ve 7, form özellikleri açısından birebir benzeşmektedir. Sadece boyutları ve bezeme sistemleri farklıdır. Kat.No.6 ve 7, beyaz zeminlidir. Kat.No.6’nın omzu üzerinde kırmızımsı kahverengi tonlarında yaprak bezeme görülmektedir. Karın üzerinde ise yine aynı renklerde farklı genişlikte beş sıra yatay bant bezeme mevcuttur. Kat.No.6’nın yakın benzerleri Pergamon’da, Ephesos’ta, Atina Agorası’nda ve Sardeis’te görülmektedir. Kat.No.7’de, boyundan omuza geçişte kırmızımsı kahverengi tonlarında yatay bant bezeme mevcuttur. Gövde üzerinde kırmızımsı kahverengi tonlarında defne dalı ve yaprakları görülmektedir. Onun altında kaideye kadar yine kırmızımsı kahverengi tonlarında farklı genişlikte üç adet yatay bant bezeme vardır. Kat.No.7’nin de yakın benzerleri Pergamon’da, Ephesos’ta, Atina Agorası’nda ve Sardeis’te görülmektedir.

Kalıp yapımı kaseler ve lagynosları birer örnekle siyah firnisli seramik (Res.1) ve batı yamacı grubu (Res.2) izlemektedir. Kat.No.1, siyah firnisli tek örneğimizdir. Siyah firnisli kantharos örneğinin yakın benzeri Korinth’te bulunmuş ve bu örnekler Edwards tarafından kyma kantharosları olarak adlandırılmıştır.

Kat.No.2 ise Batı Yamacı grubuna ait amphora örneğimizdir. Hellenistik Dönem’de Batı Yamacı stilinde amphora üreten önemli iki merkez vardır. Bu merkezlerden ilki ve formun ortaya çıktığı yer olan Attika’dır. Batı Yamacı stilinde amphora üreten bir diğer önemli merkez ise Pergamon’dur. Attika ve Pergamon atölyeleri form ve bezeme özellikleri açısından birbirinden oldukça farklı amphoralar üretmişlerdir. Form özellikleri açısından karşılaştırıldığında Pergamon’da form Attika’ya göre daha yuvarlak profile sahiptir. Ayrıca gövdenin alt bölümü yivlidir. Pergamon atölyesinin ürettiği amphoraların kulpları da burmalı olmayıp şerit şeklindedir. Bezeme açısıdan ise Attika’da boyun üzerinde daha çok pendantlar yer alırken omuz üzerinde ise dama tahtası, dikdörtgen friz ve iç içe kareler mevcuttur. Pergamon’da ise daha çok bitkisel bezemeler (sarmaşık dalı gibi) ön plandadır. Pergamon atölyesinin ürettiği Batı Yamacı amphoralarında gövdenin alt bölümünün yivli ve kulbun şerit olması metal kaplardan etkilenerek üretildiklerini gösteren önemli hususlardır.

____________________________________ Akhisar Arkeoloji Müzesi’nden Bir Grup Hellenistik Seramik

SEFAD, 2018 (40): 221-234

227

Bu değerlendirmeler ışığında Akhisar Arkeoloji Müzesi Batı Yamacı amphorası form ve bezeme özellikleri açısında değerlendirildiğinde Pergamon atölyesi tarafından üretilmiş olmalıdır.

Akhisar Arkeoloji Müzesi koleksiyonunda yer alan Hellenistik Dönem seramikleri sayıca olmasa da çeşitlilik ve kronolojik süreklilik bakımından oldukça önemli bir gruptur. Ayrıca form repertuvarı ve tarihsel değeri bakımından da son derece nitelikli örneklerdir. Söz konusu örnekler MÖ 3. yüzyıl başı ile MÖ 1. yüzyıl arasına tarihlendirilmektedir.

SUMMARY

Akhisar is situated approximately 52 km northeast of the city center of Manisa. It has been inhabited for centuries with its most well-known name Thyateira. Thus, it’s one of the ancient cities of Western Anatolia, which has a rich historical background. Authenticity, quantity and diversity of the artefacts obtained in the city with such a rich historical background and its immediate surroundings, and also the prolongation of the ongoing excavations has led to the idea of establishing a museum in Akhisar. As a result, the two-storied building which was built in 1932 right next to the ancient city of Thyateira and partly used as a teachers’ house was opened as a museum in 2012 after the completion of its restoration. After the opening of the Archaeological Museum of Akhisar, the artefacts obtained in the city and its immediate surroundings with such a rich cultural heritage and which had been protected in the Archaeological Museum of Manisa were transferred to Akhisar. Among the artefacts transferred to the museum there is a group of Hellenistic pottery. The Hellenistic vases which were obtained by the Archaeological Museum of Manisa in different dates and with different ways (such as purchase and confiscation) and today exhibited in the showcases of the Archaeological Museum of Akhisar or protected in the museum’s depots constitute the subject of this study. These vases were evaluated in four categories according to their forms and ware groups. These categories are black glazed pottery, west slope pottery, mold-made bowls and lagynoi. Among these groups, the mold-made bowls are the largest one with three samples, followed by lagynoi with two samples and black glazed and west slope pottery with one sample for each. According to the inventory records of the museum, five of the artefacts’ find spots are unknown (Cat.No.1,4-7) and two artefacts were found around Alaşehir (Cat.No.2-3). The earliest sample of the Hellenistic pottery from the Archaeological Museum of Akhisar, which we evaluated in four groups, is dated to the beginning of the 3th century BC, while the latest sample is dated to the 1st century BC. Although we don’t have any detailed information about the find spots of the pottery which we examined in terms of the forms and the ware groups, suggestions are given about production centers of some of them. Among these proposed production centers are Pergamon and Sardeis, which are two of the important pottery production centers of Western Anatolia in the Hellenistic Period.

Volkan Yıldız _______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 221-234

228

KAYNAKÇA

Akyay-Meriçboyu, Yıldız (2005). “Kurşun Sırlı Keramiklerin Üretim Merkezleri”. TÜBA-AR. Vol. 8. 99-126.

Anlağan, Tanju (2000). Sadberk Hanım Müzesi Kalıplı Kaseler ve Kabartmalı Kaplar. İstanbul: Sadberk Hanım Müzesi Yayınları.

Behr, Doris (1988). “Neue Ergebnisse zur Pergamenischen Westabhangkeramik”. Istanbuler Mitteilungen (38): 97-178.

Can, Ceyda- Can, Birol (2016). “Bilecik Ahmetler Nekropolü Geç Hellenistik- Erken Roma Dönemi Kaseleri”. Havva İşkan’a Armağan Lykiarkhissa Festschrift für Havva İşkan Eds.Erkan Dündar-Şevket Aktaş-Mustafa Koçak-Serap Erkoç. İstanbul: Ege Yayınları. 1-19.

Civelek, Aynur (2001). Tralleis Nekropolisi Buluntuları Işığında Hellenistik ve Roma Dönemi Seramiği. Yayınlanmamış Doktora Tezi. İzmir: Ege Üniversitesi.

Edwards, G.Roger (1975). Corinthian Hellenistic Pottery. Corinth Vol. VII. Princeton, New Jersey: American School of Classical Studies at Athens.

Meriç, Recep (2002). Spathellenistisch-römische Keramik und Kleifunde aus einem Schachtbrunnen am Staatsmarkt in Ephesos. Forschungen in Ephesos IX/3. Wien: Österreichische Akademie der Wissenschaften.

Munsell (2013), Munsell Soil Color Charts. U.S. Gov. Print. Washington D.C. Oransay, Alptekin (2001). “Antik Çağda Anadolu’da Kurşun Sırlı Seramikler”. 1. Uluslararası

Pişmiş Toprak Sempozyumu Bildiriler Kitabı. Eskişehir: Eskişehir Tepebaşı Belediyesi. 47-55.

Rotroff, Susan I. – Olivier Andrew (2003). The Hellenistic Pottery from Sardis: The Finds Through 1994. London: Cambridge, Mass. Harvard University Press.

Rotroff, Susan I. (1997). Hellenistic Pottery Athenian and Imported Wheelmade Table Ware and Related Material, The Athenian Agora Vol. XXIX, Princeton New Jersey: American School of Classical Studies at Athens.

Rotroff, Susan I. (2002). “West Slope In The East”, Ceramiques Hellenistiques et Romaines, Productions et diffusion en Mediterranee orientale (Chypre, Egypte et cote syro-palestinienne) ed. F.Blonde, P.Ballet et J.-F. Salles, Lyon: Travaux de la Maison de l'Orient 35. 97- 115.

Schafer, Jörg (1968). Hellenistische Keramik aus Pergamon. Berlin: Walter De Gruyter&CO. Sparkes, Brian -Talcott, Lucy (1970). Black and Plain Pottery of the 6th, 5th and 4th Centuries B.C.

The Athenian Agora XII. Part I- II. Princeton, New Jersey: J.J. Augustin Verlag. Tekkök-Biçken, Billur (1996). The Hellenistic and Roman Pottery from Troia: the Second Century

B.C. to the Sixth Century A.D. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Columbia: University of Missouri.

Yıldız, Volkan (2016a). “Akhisar Arkeoloji Müzesi’nde Bulunan Unguentariumlar”. M.C.B.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi. Cilt 14. Sayı 1. 1-24.

Yıldız, Volkan (2016b). “Akhisar Arkeoloji Müzesi’nde Bulunan Bir Grup Roma Seramiği”. M.C.B.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi. Cilt 14. Sayı 3. 252-273.

Yıldız, Volkan-Şakar, Gözde (2017). “Akhisar Arkeoloji Müzesi’nden Bir Grup Pişmiş Toprak Figürin” M.C.B.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi. Cilt 15. Sayı 1. 397-430.

____________________________________ Akhisar Arkeoloji Müzesi’nden Bir Grup Hellenistik Seramik

SEFAD, 2018 (40): 221-234

229

KATALOG

(Katalogda kullanılan kısaltmalar; Kat.No: Katalog Numarası, Yük: Yükseklik, A.Çapı: Ağız Çapı, G.G: Gövde Genişliği, K.Çapı: Kaide Çapı, D.Çapı: Dip Çapı, Cid. Kal: Cidar Kalınlığı; Çizimler, %40 oranında küçültülmüştür).

Kat. No: 1 (Res.1a-b) Form: Kantharos Envanter No: 6236 Buluntu Yeri: - Müzeye Geliş Şekli ve Tarihi: Satın alma- 14.11.1983 Kil Rengi: 10 YR 4/1 (dark grey) Firnis rengi: 2,5 YR 2.5/1 (reddish black)-2,5 YR 3/1 (dark reddish gray) Astar tonunda dalgalanma mevcuttur. Ölçüler: Yük: 8 cm; A.Çapı: 9,6 cm; G.G. (Kulplu): 14,1 cm; K.Çapı: 5,3 cm; Cid.Kal: 0,4 cm Tanım: Tamdır. İç ve dış yüzünde yer yer yoğun miktarda kireç patinası görülmektedir. Dışa çekik ağız kenarlı, aşağı doğru daralan yarım küresel gövdeli, alçak halka kaidelidir. Ağız kenarından çıkan ve omuz üzerine tutturulmuş dikey şerit kulpludur. Omuz üzerinde üç adet profil ve üç adet yiv mevcuttur. Gövdenin alt bölümünde düzensiz, derin olmayan üç sıra rulet bezeme görülmektedir. Karşılaştırma: Edwards 1975: 76-79, Pl.15/400 Tarih: MÖ 300.

Kat. No: 2 (Res.2a-b) Form: Amphora Envanter No: 2954 Buluntu Yeri: Alaşehir

Müzeye Geliş Şekli: Müsadere. Kil Rengi: 5 YR 6/6 (reddish yellow) Astar rengi: 5 YR 4/6 (yellowish red) Yüzeyde yer yer dökülmeler mevcuttur. Yine yüzeyde yoğun gümüş mika görülmektedir. Ölçüler: Yük: 19 cm; A.Çapı: 14 cm; G.G: 16,9 cm; K.Çapı: 12 cm; Cid.Kal: 0,8 cm Tanım: Kulplar eksiktir. Dışa uzantılı ağız kenarlı, kenar ucu düzleştirilmiştir. Kısa silindirik boyunlu, basık küre gövdeli, alçak halka kaidelidir. Boyun üzerinde pendant, omuz üzerinde sarmaşık dalı, gövdenin alt bölümü yivlidir. Karşılaştırma: Schafer 1968: Taf.18-19, D.67-D.71, 50-51, 62; Behr 1988: 170-173, Abb. 21-22, nos.95-96; Tekkök-Biçken 1996: 89, Fig.4/A20; Rotroff 2002: 97-115, Fig.1/2; Rotroff- Olivier 2003: 42-43,53-54, Pl.24/169-173 Tarih: MÖ 2. yüzyıl.

Kat. No: 3 (Res.3a-d) Form: Kase Envanter No: 1236 Buluntu Yeri: Alaşehir çevresi

Müzeye Geliş Şekli ve Tarihi: Satın alma- 28.7.1965 Kil Rengi: 10 R 6/8 (light red) Astar rengi: 5 YR 3/2 (dark reddish brown) Astarda yer yer dökülme mevcuttur. Yüzeyde yoğun miktarda gümüş mika görülmektedir. Ölçüler: Yük: 7,3 cm; A.Çapı: 11,4 D.Çapı: 2,4 cm; Cid.Kal: 0,4 cm Tanım: Ağız kenarında küçük bir bölüm eksiktir. Kenar sivrileştirilmiş, yarım küre gövdelidir. Bordür: İki kabartma çizgi arasında makara-boncuk dizisi. Calyx: Atlamalı olarak akantus yaprakları, ucu çiçekli kıvrımlı filizler. Madalyon: Etrafı iki sıra kabartma halkalı, dokuz petalli rozet. Karşılaştırma: Anlağan 2000: 17-18, 61/2 Tarih: MÖ 2. yüzyıl.

Kat. No: 4 (Res.4a-d) Form: Kase Envanter No: 6866 Buluntu Yeri: - Müzeye Geliş

Şekli ve Tarihi: Müsadere- 17.11.1989 Kil Rengi: 5 YR 6/6 (red) Astar rengi: 5 YR 3/2 (dark reddish brown) Astarda içte ve dışta yoğun dökülme mevcuttur. Yüzeyde yoğun miktarda gümüş mika görülmektedir. Ölçüler: Yük: 6,9 cm; A.Çapı: 12,8 cm; Cid.Kal: 0,5 cm Tanım: Tamdır. Kenar ucu yuvarlatılmış, yarım küre gövdelidir. Bordür: Yumurta dizisi. Gövde: İki kabartma çizgi arasında makara-boncuk dizisi. Calyx: Madalyon etrafından yükselen, atlamalı lotus ve akantus yaprakları ile lotus ve akantus yaprakları arasına yerleştirilmiş lotus tomurcukları. Madalyon: İki sıra kabartma halka arasında sola doğru biga süren Nike. Karşılaştırma: Rotroff- Olivier 2003: Pl.78/456 Tarih: MÖ 1. yüzyıl.

Volkan Yıldız _______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 221-234

230

Kat. No: 5 (Res.5a-d ) Form: Kase Envanter No: 7987 Buluntu Yeri: - Müzeye Geliş Şekli ve Tarihi: Satın alma-8.6.1994 Kil Rengi: - Astar rengi: 5 GY 5/2 (grayish green)- 10 YR -/1 8.5 (white) Yüzeyde yer yer kireç tabakası mevcuttur. İç yüzde sırda dökülmeler görülmektedir. Ölçüler: Yük: 9,3 cm; A.Çapı: 14 cm; Cid.Kal: 0,4 cm Tanım: Tamdır. Kenar ucu sivrileştirilmiş, yarım küre gövdeli, yuvarlak diplidir. Dış yüzde kenardan dip kısmına kadar süsleme yapılmıştır. Bordür: Dalga süsü, onun altında defne dalı. Calyx: Lotus palmet süslemesi mevcuttur. Palmet yapraklarının arasında lotus çiçeği açmamış olarak yapılmıştır. Kasenin iç yüzünde, kenarda dalga süsü etrafında nokta bezeme verilmiştir.

Karşılaştırma: - Tarih: MÖ 1. yüzyıl.

Kat. No: 6 (Res.6a-b) Form: Lagynos Envanter No: 3521 Buluntu Yeri: - Müzeye Geliş Şekli ve Tarihi: Satın alma-13.10.1967 Kil Rengi: 2,5 YR 5/6 (red) Astar rengi: 7,5 YR -/2/8 (pinkish white) Ölçüler: Yük: 19,7 cm; A.Çapı: 2,8 cm; G.G: 12,2 cm; K.Çapı: 6,6 cm; Cid.Kal: 0,5 cm Tanım: Tamdır. Dışa sarkık kenarlı, kenar ucu yuvarlatılmış, aşağı doğru genişleyen silindirik uzunn boyunlu, küresel gövdeli, alçak halka kaidelidir. Boyundan omuz üzerine tutturulmuş dikey şerit kulpludur. Beyaz zeminlidir. Omuz üzerinde yaprak bezeme görülmektedir. Karın üzerinde farklı genişlikte beş sıra yatay bant bezeme mevcuttur.

Karşılaştırma: Schafer 1968: Abb.7/2, Taf.43/F35; Meriç 2002: Taf.7/K52-K53; Rotroff 1997: Fig.90/1514-1516; Rotroff-Olivier 2003: Pl.49/302 Tarih: MÖ 2. yüzyıl.

Kat. No: 7 (Res.7a-b) Form: Lagynos Envanter No: 5690 Buluntu Yeri: - Müzeye Geliş Şekli ve Tarihi: Müsadere-3.7.1980 Kil Rengi: 2,5 YR 5/6 (red) Astar rengi: 7,5 YR -/2/8 (pinkish white) Ölçüler: Yük: 13,7 cm; A.Çapı: 2,8 cm; G.G: 9 cm; K.Çapı: 5,2 cm; Cid.Kal: 0,4 cm Kabın bir yüzünde ve gövde üzerinde dökülmeler ve atmalar mevcuttur. Gövdenin alt bölümü ve kaide üzeri astarsızdır. Tanım: Gövdenin küçük bir bölümü eksiktir. Dışa çekik ağızlı, kenar ucu yuvarlatılmış, aşağı doğru genişleyen, kısa, silindirik boyunlu, küresel gövdeli, alçak halka kaidelidir. Boyundan omuz üzerine tutturulmuş dikey şerit kulpludur. Boyundan omuza geçişte yatay bant bezeme mevcuttur. Gövde üzerinde defne dalı ve yaprakları görülmektedir. Onun altında kaideye kadar farklı genişlikte üç adet yatay bant bezeme vardır.

Karşılaştırma: Schafer 1968: Abb.7/2, Taf.43/F24; Meriç 2002: Taf.7/K52-K53; Rotroff 1997: Fig.90/1514-1516; Rotroff-Olivier 2003: Pl.48-49/297-303 Tarih: MÖ 2. yüzyıl.

____________________________________ Akhisar Arkeoloji Müzesi’nden Bir Grup Hellenistik Seramik

SEFAD, 2018 (40): 221-234

231

EKLER

Volkan Yıldız _______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 221-234

232

____________________________________ Akhisar Arkeoloji Müzesi’nden Bir Grup Hellenistik Seramik

SEFAD, 2018 (40): 221-234

233

Volkan Yıldız _______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 221-234

234

Gönderim Tarihi / Sending Date: 11/04/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 21/05/2018

SEFAD, 2018 (40): 235-252 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515337

Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Nacak Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Sosyoloji Bölümü [email protected]

Öz Herhangi bir kentsel mekânı gündelik hayat ilişkileri bağlamında ele almak istersek

öncelikle insan, mekân ve kent ilişkisinin kavramsal düzeyde ortaya konması gerekir. Sonrasında ilgili kentsel mekânın, içinde bulunduğu kentle ve o kentin insanıyla ilişkisinin belirtilmesi; daha sonra ise gözlemlenen gündelik rutinlerin betimlenmesi gerekir. Bu makale de Konya Alâeddin Tepesi, kent, aktörler ve gündelik hayat üçgeninde tahlil edilmeye çalışılacaktır. Çünkü Alâeddin Tepesi hem Konya’nın tarihi hem de günümüz kent hayatı açısından merkezi bir konumdadır. Bir kentsel mekân olarak önemi ise kentlilerin kent merkezindeki gündelik deneyimlerinin en yoğun yaşandığı yer olmasındadır. En belirgin gündelik örüntüler; yürüyüş, spor, eğlence ve boş zaman değerlendirme amacıyla kentlilerin bir araya gelmesi şeklindeki deneyimlerdir.

Anahtar Kelimeler: Kentsel mekân, gündelik hayat, Konya, Alâeddin Tepesi.

Daily Life on the Alaaddin Hill (Konya) as an Urban Space

Abstract If we intend to discuss any urban space in the context of daily life relations we need,

first of all, to introduce the relation between human, space and city at a conceptual level. Then, it is necessary to indicate the relation of the urban space in question with the city it is located in, and the habitant of that city; and later on, to describe the daily routines observed. This work aims to analyse the Alaaddin Hill in Konya through the triangle of city, actors and daily life because the Alaaddin Hill is a centrepiece in Konya’s history and in modern-day urban life. As to its significance as an urban space, it is a place located in the city centre where a dense number of citizens spend their day. The most characteristic daily patterns are gatherings in which citizens engage in activities such as walking, sport, leisure and spare time activities.

Keywords: Urban space, daily life, Konya, Alaaddin Hill.

İbrahim Nacak _____________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 235-252

236

GİRİŞ

İnsan gözünü açtığı toplum ve kültürün içerisinde sadece edilgen bir varlık olarak yer almaz. Toplumsallaşma süreci, bir taraftan bireyi toplumun bir parçası haline getirme süreci iken diğer taraftan da birey bu süreçte aktif birer özne olarak çevresini etkilemekte ve dönüştürebilmektedir. İnsanın çevresiyle bu etkileşimi, öncelikle kendisi dışındaki insanlarla kurduğu ilişki de kendisini göstermektedir. Aynı zamanda bu etkileşim bir zamanda ve mekânda gerçekleştiği için, zamanın ruhu mekânı, mekânın kimliği de zamanın hakim görüşünü etkileyebilmektedir. İnsanın kültürel birikimini sağlayan toplumsallaşma, zamanın kuşattığı zihniyet dünyasıyla birlikte toplumsal gerçekliği yeniden inşa etmektedir. Bu inşa etme süreci ise bireylerin kültürel kodlarından hareketle mekânlara ve mekânları kullanım biçimine yansımaktadır. Dolayısıyla insanı, içinde yaşadığı toplumla ve kültürüyle birlikte tanımaya/tanımlamaya çalışmak, ancak kendisini çevreleyen ve onun bizzat dokunduğu mekânlarla ilişkisi üzerinden mümkün olacaktır. İnsan, kültür ve mekân, birbirini kaçınılmaz olarak etkileyen ve bu sayede birbirlerine kimlik kazandıran toplumsal unsurlardandır.

İnsan, kültür ve mekân ilişkisinin sosyolojik yönü genellikle bu üç unsurun birbirlerini etkilemesi üzerinden ele alınmaktadır. Örneğin mekân, insanı biçimlendiren ve insan tarafından biçimlendirilen bir toplumsal boyut olarak değerlendirilirken (Harvey 2003: 11); başka bir açıdan kendi halinde bir yer (place) olarak var olan unsurun, insan tarafından inşa edilip, dönüştürüldüğünde mekâna dönüştüğü ifade edilmektedir (Işık 2009: 21). Bir sosyolojik olgu olarak mekândan bahsedebilmek için insanın elinin değmiş ya da izini bırakmış olması gerekir. Bu anlamda mekân bir toplumsal kategoridir ve kültürün yansımadığı yerler mekân olarak adlandırılamaz.

KENTSEL MEKÂN VE GÜNDELİK HAYAT

Mekânı tarihsel anlamda ele almak için insanın varolduğu günden bugüne barınma, topluluk halinde birarada yaşama, tabiatın imkanlarından yararlanma ya da zorluklarından korunma amacıyla ürettiği bütün biçimlere odaklanmak gerekir. Fakat bugün dünya nüfusunun ekseriyetinin yaşadığı yerler olarak kentler/şehirler, mekânsal örüntü ve gündelik hayat anlamında ele alınmaya değer çok farklı malzemeler sunmaktadır. Günümüz kentleri hem demografik yoğunluğun merkezi olması hem de toplumsal değişimin hızlı yaşandığı yerler olması nedeniyle sosyolojinin temel konularındandır. Dolayısıyla kentteki mekânsal dokuya ve gündelik hayat ilişkilerine odaklanmak, bir anlamda günümüz insanı hakkında bir takım genelgeçer sosyolojik tespitlerin yapılmasına olanak sağlamaktadır.

Kent veya şehir olgusunun önemi aslında onun kendisinden önceki yerleşim birimlerinden önemli farklılıklar göstermesindedir. Klasik anlamda kentsel bir yapıdan bahsedebilmek için fiziksel ve demografik bazı özelliklerin varolması gerekmektedir: kale, pazar yeri, mahkeme, ekonomi ve özerklik bunlardan bazılarıdır (Aslanoğlu 1998: 49). Askeri anlamda savunma surlarının oluşması, ticarete bağlı bir pazar ekonomisine dayanıyor olması, dini ya da politik binalara sahip olması kentleri, kırsal yerleşimlerden farklılaştırmaktadır. Bu özellikler aslında kentsel topluluğun bir üyesi olarak kentilerin, beraber yaşadıkları insanlarla olan etkileşimlerini dönüştürmüştür. Mesela Richard Sennett, Zygmunt Bauman gibi isimler kenti/şehri “yabancılarla karşılaşılan yer” olarak tanımlamışlardır. Kent ve şehir kavramlarının kökenlerine baktığımızda da bunu görebiliriz. Kent latince “city” yani “civil/civilization” kavramından türemiştir. “Civil” halk, vatandaş

_____________________________ Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

SEFAD, 2018 (40): 235-252

237

ya da kente ilişkin anlamında, “civilization” ise uygarlık, uygarlaşmak anlamından kullanılmaktadır. Arapçada kullanılan “medine” kelimesi de medeniyet ile aynı kökten gelerek, şehir anlamını taşımaktadır. Buradan anlaşılıyor ki kentler/şehirler, kırsal yerleşimlerden hem fiziksel imkan ve donanımlar noktasında hem de insan yoğunluğu ve ilişkileri anlamında farklılaşmaktadır. Dolayısıyla toplumsal özelliği sebebiyle kentsel mekân olgusu, kendisine özgü bir gündelik hayat işleyişine sahiptir.

Kentsel mekân, kentte yaşayan insanların ortaklığını tanımlayan, günlük yaşam biçimini oluşturan bir sahnedir, bir kimlik alanıdır (Gökgür 2008: 51). Bu sahne mekânlar kültürün yansıması ve taşınması işlevi görmektedirler. Geçmişten beslenerek bugünü etkilemesi ve geleceğe yön vermesi anlamında kentsel mekânlar, kentsel kimliğin bir parçasını oluştururlar. Yaşamını kente sürdürmeyi tercih edenler de bu mekânsal ve kültürel kimliğin etrafında biraraya gelmektedirler. Ve bu biraraya geliş, kentsel ve kültürel bütünlüğe katkı sağlamakta ve kentsel kimliğin okunmasına yardımcı olmaktadır.

Kentsel kimliğin okunmasını kolaylaştıran unsurlardan birisi, mekânın fiziksel olarak insanların imgelerini etkileyecek bir yerde, renkte, zıtlıkta, büyüklükte ve yoğunlukta olmasıdır. Bu özelliklerle birlikte kentsel yaşantının, bu yaşantıyı deneyimleyen ya da şahit olanlarda bıraktığı duyusal ve düşünsel izler/izlenimler de kentsel imgeyi oluşturmaktadır (Deniz 2004: 20). Kentlerin merkezleri ya da meydanları bu imgeyi daha fazla beslemektedir. Hem fiziksel merkezilik hem de insan hareketliliğinin yönü ve yoğunluğu, yabancıların ve misafirlerin o kent hakkındaki imgelerini şekillendirmektedir. Dolayısıyla kentsel mekânda gündelik hayat konusu, o kenti temsil eden mekânlarda akan zamanın ve pratiklerin tasviri ile ortaya konabilir.

Sosyolojik olarak gündelik hayatın önemini peşinen kabul etmek kolaydır. Fakat bir sosyal olgu olarak gündelik hayat incelenmek istendiğinde sosyoloji için dikkate değer, gözle görülür olguları ortaya çıkarmak zordur. Çünkü gündelik hayat, bireyin yaşamında belirsiz bir yerde durmaktadır. Birey, toplumsal tecrübelerini oluşturan diğer unsurlara göre gündelik hayatı daha bilinçsiz bir şekilde yaşamaktadır. İş yerinde çalışan, okulda okuyan, boş zamanında sanat veya sporlar meşgul olan birey, nerede ne yapacağı ile ilgili bir düşünme faaliyeti gerçekleştirir. Gündelik hayat ise bireyin için bulunduğu kültürel çevrede doğal olarak/kendiliğinden gerçekleşir. Buna rağmen gündelik hayatın sosyolojisini yapabilmek, gündelik hayatı oluşturan öğeleri tek tek açıklamakla, aynı zamanda bu öğeler arasındaki uyum veya farklılığı ortaya koymakla mümkün olmaktadır.. Gündelik hayatı tanımlarken, içinde yaşadığımız toplumun gündelikliği (veya modernliği) doğuran özelliklerini saptamak zorunludur. Görünüşte anlamsız olgular arasında esas olan bir şeyi yakalayarak, olguları düzene sokarak onu tanımlamak, toplumsal değişimin ve perspektifin ortaya konması anlamına gelmektedir (Lefebvre 1998: 35). Böylece gündelik hayatın bilinçsiz yaşandığı varsayımının ötesine geçerek, bireysel ve toplumsal düzeyde tekrar eden ve bütünsel bir bakışla görünen düzeni ortaya çıkarabilmek gerekir.

Kentsel mekân ve gündelik hayat ilişkisi de birbirini etkileyen unsurlar olarak ele alınmalıdır. Kentsel mekânlar bir taraftan kentin imgesel kimliğine katkı sağlarken, diğer taraftan gündelik hayatın işleyişinin gözlemlendiği yerlerdir. Özellikle kamusal bir niteliğe sahip mekânlar, herkese açık olması ve kentli açısından eşit derecede kullanıma sunulması sebebiyle kentin sosyal kimliğine dair önemli ipuçları vermektedir. Karşılıklı etkileşimin ve iletişimin etkin olduğu bu yerler, sergilenen gündelik rutinler sebebiyle kitlesel bir kültürün varlığını gösteren toplumsal mekânlardır (Gemici 2007: 6). Caddeler, limanlar, meydanlar,

İbrahim Nacak _____________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 235-252

238

parklar ve ticaret merkezleri kentlerdeki gündelik rutinin gözlemlendiği en önemli yerlerdendir. Dini, siyasi, ekonomik, kültürel farklılıkların ya da benzerliklerin yansıtıldığı alanlardır. Kamusal alanlar olarak kentsel mekânlar, zamanın ruhunun ve yaşanılan coğrafyanın kültürel kodlarının, orada yaşayan insanların gündelik hayatları aracılığıyla taşındığı ve paylaşıldığı yerlerdir.

Kentsel kamusal mekânların, kent halkının aynası ve yerel kültürün sergilendiği alanlar olması durumu günümüzde belirli açılardan dönüşmüştür. Kentin kalbi durumda olan kent merkezleri, önemini daha çok ticari etkinliklerin ağırlık kazanması açısından sağlamaktadır (Akın 2008: 60). Küreselleşmenin etkisiyle belirli tüketim ürünleri ve alışkanlıkları kendilerini bu merkezi yerlerde göstermektedir. Kentleri diğer kentlerden ayıran önemli özellikleri küresel etkiler sebebiyle azalmaktadır. Yine de kentsel mekânların, orada yerleşik kentliler ve kentin yabancıları üzerindeki etkisi, mekânsal imge ve gündelik hayat örneklikleri üzerinden gözlemlenebilir. Kent kimliğinin oluşmasında ve tanınmasında etkili olan kentsel imge/tahayyül, kent yaşantısının kişilerde bıraktığı duygusal ve düşünsel izlerdir. Mekâna ve yaşantıya yüklenen anlam, insanların izlenimlerinde dolayısıyla gündelik hayatlarında kendisini gösterir.

Kent merkezleri deyince akla ilk gelen yerlerden birisi meydanlardır. Meydanlar ise daha çok büyükleri, konumu ve varsa sahip olduğu anıtsal yapı ile önem taşımaktadır. Kent, tarihsel bir olay, siyasi/ideolojik bazı anlayışlar ile özdeşleşen sembolik anlamlara sahiptir. Devletin kendisini halka gösterdiği ya da toplumun devlete sesinin duyurduğu yerlerdendir. Kent merkezlerinde yer alması ve fiziksel yapısı gereği imgesel gücü yüksektir. Fakat gündelik hayat açısından önemi burada değildir. Kent merkezleri ve meydanlar, şehirde yaşayan insanlar ev ve iş dışındaki hemen hemen tüm zamanlarını buralarda geçirmektedirler. Bu sebeple toplumsallığın da merkezidir (Kılıçbay 2000: 42). Çarşı ve pazarlar genellikle kent merkezlerinde ya da meydanların çevrelerindedir. Kent kültürü açısından kültürel sürekliliği de kültürel çeşitliliği de buralarda gözlemlemek mümkündür.

Bu makalede bir kentsel mekân olarak ele alacağımız Konya Alâeddin Tepesi de yukarıda öne sürdüğümüz hususları bir örneklik olarak kendisinde taşımaktadır. Konya’nın fiziki olarak en merkezinde yer alması, tarihsel bir geçmişe sahip olması ve halen bazı yapılarla bunu taşıması, çevresinin insan hareketliliği ve ticari merkezlerinin varlığı açısından yoğun olması, büyük yeşil ağaçların, yürüyüş alanlarının, çay bahçelerinin ve bir kültür merkezinin bulunması anlamında bir çekiciliğinin olması, çevresine göre yüksekçe bir fiziksel yapısının olması Alâeddin Tepesi’ni gündelik hayat bağlamında değerlendirmeyi önemli kılmaktadır.

BİR İSLAM, SELÇUKLU VE OSMANLI ŞEHRİ OLARAK KONYA

Konya, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri itibariyle anadolu topraklarında uzun yıllar başkentlik yapmış, farklı kültürleri bünyesinde bulundurmuş, İslam kültürünü dünyada temsil eden alimler yetiştirmiş önemli bir şehirdir. Selçuklu ve Osmanlı şehir anlayışının Konya’ya yansımamış olması mümkün değildir. Konya’nın mekânsal portresini genelde İslam kültürünün özelde ise Selçuklu döneminin yansımalarının oluşturduğu söylenebilir. Özellikle Selçuklu devletine başkentlik yapmış olması Konya’yı, tarihsel ve mekânsal kimlik anlamında güçlü kılmakta ve öne çıkarmaktadır. Dönemin devlet, din ve sanat anlayışının şehrin mekânlarına yansıdığı muhakkak. Günümüze kadar gelmeyen zamana, tabiat şartlarına, bazı dönemlerin idarecilerine dayanamayan yapılar olmuştur. Tersine bugün

_____________________________ Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

SEFAD, 2018 (40): 235-252

239

şehrin imgesine ve gündelik hayata etkisi olan tarihsel yapılar da hala mevcuttur. Dolayısıyla İslam, Selçuklu ve Osmanlı şehirleri hakkındaki temel özellikler hem bugüne taşınmış olması hemde Konya’yı şekillendirmesi anlamında dikkate alınmalıdır.

Bazı temel kaynaklarda İslam kentlerinde mekânsal yapının beş ana öğesi olduğu belirtilmektedir; i. Kale, saray ve yönetim işlevinin sürdürüldüğü merkez, ii. cuma camisi, hanlar, bedestenler, iii. açık pazar yerlerinin oluşturduğu kent merkezi, iv. mahalleler, yoğun konut alanları ve dış mahalleler (Aslanoğlu 1998: 52). Bu çalışmada gündelik hayat bağlamında ele alacağımız Alâeddin Tepesi, Selçuklu döneminde iç kalenin, sarayın bulunduğu bir yerdir. Tepenin kuzeyinde yer alan ve bugün yenileme çalışmaları devam eden tarihi kalıntılar, Selçuklu Sultanı 2. Kılıçarslan’ın köşkünün bir parçasıdır. Tepenin tam üzerinde bulunan Alâeddin Cami, tepenin ikiyüz üçyüz metre doğusunda bulunan İplikçi Cami ve bedestenin ortasında bulunan Kapu Cami, Konya’nın Selçuklu dönemi Cuma camilerindendir. Geçmişte olduğu gibi bugün de bedesten olarak bilinen yer, gündelik hayat bağlamında canlılığını hala korumaktadır. Tarihi dokusu korunarak Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilen bedesten çarşısı, Konya’nın mekânsal kimliğine önemli bir katkı da sunmuştur.

Geleneksel İslam şehirlerinde sosyal hayat çoğunlukla cami çevresi ve çarşıda sahnelenir. Batı’da olduğu gibi kamunun ekonomik, sosyal, dini ihtiyaçlarını karşılayan ve iktidarın siyasi gücünü sergilemesine imkan veren özel kent meydanları yoktu. Bu yüzden İslam şehirlerinin meydanı, dini mekânların çevresi dolayısıyla en büyük meydanlar Cuma camilerinin avlularıdır (Karatepe 2001: 185). Konya’da Alâeddin Tepesinin bulunduğu yer, ulaşım yolları anlamında şehrin en merkezi yerindedir. Fakat fiziksel olarak yüksekçe bir tepe olması, onun meydan özelliği göstermesine engel olmuştur. Bu yüzden Alâeddin Tepesi, yaklaşık bir km doğusunda bulunan Mevlana Türbesi ve üçgen oluşturacak şekilde güneyinde bulunan bedesten çarşısı Konya’nın merkezi konumundadır. Batılı anlamda büyük ve merkezi meydanlar bulunmasa da günümüzde şehir meydanları inşa edilmeye başlanmıştır. Bugüne kadar Hükümet meydanı olarak adlandırılan, Şerafettin Camii ile valiliğin bitişiğinde bulunan alan kullanılmaktaydı. Bugün ise Alâeddin Tepesinin hemen kuzeyine yeni ve büyük bir kent meydanı inşa edilmiştir. Geleneksel anlamda cami avluları da meydan işlevi gör(e)mez iken, bugünde meydanlar gündelik hayatının aktığı bir yer olamamıştır. Eğer çevresinde bir cami, çarşı veya bir kamu binası yoksa sadece belirli tarihlerde özel gündemlerle siyasi, kültürel, toplumsal vb. amaçlarla biraraya insanlar kullanmaktadırlar.

Osmanlı şehirlerinde de Cuma camilerinin önemi büyüktür. Bir ibadet olarak Cuma namazı ferdi olarak kılınmadığı için, şehrin merkezindeki büyük camiler insanların toplanma işlevini karşılıyordu. Geçmişte şehirler bugünkü kadar büyük ve kalabalık olmadığı için, kentteki gündelik hayat açısından da çok dinamik bir alan oluşturuyordu. Bugün Türkiye’nin pek çok şehrinde hâlâ Ulu Cami adıyla anılan camiler vardır. Konya’da ise böyle bir adla anılan cami yoktur. Sebebi ise muhtemelen, şehrin en merkezi yerinde birbirine yürüyüş mesafesi çok yakın olan üç dört caminin olmasıdır; Alâeddin Cami, İplikçi Cami, Şerafettin Cami ve Kapu Cami. Hepsi ulu/salatin cami olabilecek büyüklüktedirler.

Osmanlı şehirlerinde, insan hareketlerinin yönünün esas belirleyicisi çarşıdır. Çarşının insan çekme özelliği çok yönlüdür. Camilere genellikle müslüman erkekler gider. Oysa çarşılar, kadın-erkek, müslim-gayri müslim herkesin gelip geçtiği kamusal yerlerdir (Karatepe 2001: 44). Osmanlı şehri tek ve temsili bir merkeze sahip olmasa bile, buna karşın

İbrahim Nacak _____________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 235-252

240

çarşı alanı, kent cemaati ve gündelik hayattaki her şey ile ilgili kentin kaynadığı yerdir. Osmanlı kentinin hayat damarları başka hiçbir yerinde olmadığı kadar merkezde/çarşıda atar (Cerası 2001: 115). Bu yüzden kentin en kalabalık yerleri çarşılarıdır. Günümüz Konya’sında da bu aynıdır. Alâeddin caddesi ve Zafer meydanı ticari işletmelerinin en yoğun bulunduğu yerlerdir. Taşıt trafiğinin yanında insan yoğunluğunun da en fazla olduğu yerlerdir. Konya’da çarşı denilince aklan gelen ilk yerler buralardır; Zafer meydanı, Alâeddin Tepesi çevresi, Alâeddin Caddesi1, Kültür Park ve çevresi ve bedesten.

KONYA VE ALÂEDDİN TEPESİ

11. yüzyılın sonlarında Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Konya’nın coğrafi konum açısından önemli bir yeri vardı. 12. ve 14. yüzyıllar arasında Konya Selçuklukların başkentliğini yapmış, daha sonra Osmanlının bir vilayeti olana kadar Karamanoğlu Devletine bağlı bir eyalet idi. Başkentlik yapmış olması Konya’yı zamanla gelişen, büyüyen ve mimari eserlerle süslenen bir şehir olmasını sağlamıştır. Hem Selçuklu dönemini yansıtması hemde tarihi eserlerin yoğunluğu bakımından zengin bir şehirdir; Alâeddin Camii, Sahip Ata Külliyesi, Karatay Medresesi, İnce Minareli Medrese ve Sırçalı Medrese bunlar en önemlilerindendir.

İç Anadolu bölgesinin coğrafi olarak en büyük, diğer alanlarda Ankara’dan sonra ikinci büyük şehirdir. Konya ovasının batı kenarındaki dağların son yamaçlarına yakın bir mevkide yaklaşık 1000 metre yükseklikte kurulmuştur. Kentin burada kurulmasında batıdaki dağlardan inen bol su kaynaklarının olması ve iç kale yapımına elverişli bir tepenin, Alâeddin Tepesinin bulunması etkili olmuştur (Arû 1998: 87). İsmini Selçuklu sultanlarından olan Alâeddin Keykubat ve üzerindeki Alâeddin Camiinden almıştır. Bugün hala Konya’da şehrin en merkezi konumunda bulunmaktadır.

Alâeddin Tepesinin Konya içindeki konumu kentin yerleşimi açısından önemli olduğu kadar Konya’nın tarihi açısından da önemlidir. Konya’nın tarih içindeki gelişimi Alâeddin Tepesi ile başlar. Antik şehirlerde olduğu gibi tepeyi akropol2 sayabiliriz (Odabaşı 1998: 42). Akropollerin bir özelliği olarak Alâeddin Tepesinde savunma amaçlı bir iç kalenin olduğu bilinmektedir. Bugün restorasyon çalışmaları devam eden II. Kılıçarslan Köşkü, Alâeddin Tepesindeki iç kalenin varlığını kanıtlamaktadır.

Alâeddin Tepesi gibi tepelere halk Anadolu’da höyük demektedir. Bir söylenceye göre de Alâeddin Tepesi Alâeddin Keykubat’ın emriyle toprak taşınarak oluşturulmuştur. Sefa Odabaşı’na (1998: 43) göre ise bu inanç, tevatürden başka bir şey değildir. Fakat halk arasında Alâeddin Tepesi doğal bir tepe olarak değil, yığma bir tepe olarak bilinmektedir.. Kentin çekirdeği, ortasındaki Alâeddin Tepesi’dir. Tepe ve çevresindeki dar bir dairesel alanda medrese, han, dergâh, türbe, cami gibi çok sayıda Selçuklu, Karamanoğulları ve Osmanlılara ait tarihi yapılar yer alır (Gül-Bayram vd. 2003: 446). Örneğin Osmanlı dönemine ait eserlerden olan Selimiye Camii, Şerafettin Camii, Kapu Camii, Aziziye Camii ve Mevlâna Külliyesi Alâeddin Tepesine yürüyüş mesafesi yakınlığındadır. Bunlar dışında Alâeddin Tepesine yakın birçok tarihi eser mevcuttur. Bu tarihi eserlerin çoğu geçmişte olduğu gibi bugünde işlevlerini yerine getirmektedir. Müze niteliğini taşıyan çok az eser __________ 1 Alâeddin Tepesi ve Mevlana Türbesi arasındaki cadde. 2 Eski yunan kentlerinde bir platonun ya da bir tepenin üzerine kurulmuş kale. Savunma amaçlı kullanılan akropoller, zamanla tapınak ve dinsel törenlerin yapıldığı yerler haline gelmiştir. Eski yunan devletlerinin çoğunun çevresinde akropol kalıntıları bulunmuştur.

_____________________________ Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

SEFAD, 2018 (40): 235-252

241

vardır. Gerek fotoğraf amatörleri ve gerekse profesyonel fotoğrafçılar ilk çekimlerini Alâeddin Tepesi üzerinden kuşbakışı olarak yapmışlardır (Odabaşı 1998: 27). Bu hususlar Alâeddin Tepesinin Konya için öneminin yadsınamaz olduğunu göstermektedir.

Bir kentsel mekân olarak Alâeddin Tepesinin gündelik hayat bağlamında önemi, kent merkezlerinde bulunma meydanlar gibi bazı işlevlerinin olmasıdır. Burada Alâeddin Tepesi bir meydan özelliği göstermese de şehrin merkezinde oluşu, tarihi ve sembolik bir değere sahip olması aynı zamanda kentteki gündelik hareketliliğin önemli bir yerinde duruşu bu çalışma açısından dikkate değerdir. Şehir merkezleri insanların belirli amaçlar doğrultusunda gittikleri, vesair zamanlarda insanların gelip geçtikleri yerlerdir. Benzer şekilde Alâeddin Tepesi de insanların aynı amaçla gittikleri fakat farklı eylemler ve rutinler sergiledikleri bir mekândır. Alâeddin Tepesinde gözlemlenen kentli aktörler, benzer motivasyonlarla farklı davranışlar sergileyerek aynı mekânı kullanmaktadırlar. Bir kentsel mekân olarak Alâeddin Tepesini kültürel çeşitlilik açısından zenginleştiren ise bu özelliğidir.

Meydanlar çeşitli caddeler aracılığıyla kentin içine karışır. Kent merkezine yakın büyük caddeler genellikle meydanlarda kesişir. Günümüzde kentlerin bu yapısı bazı sivil itaatsizlik eylemleri için işlevsel hale gelmiştir. Birçok eylemde bu caddeler yürüyüş kortejlerinin başladığı yerlerdir. Yürüyüş sonlandığı yer ise meydanlar olmaktadır. Bu açıdan ele alındığında Alâeddin Tepesi benzer bir işlevi yerine getirse de eylem biçimi olarak farklılık göstermektedir. Yolların kesiştiği yerde bir yükseklik olarak bulunan Alâeddin Tepesi toplanma eyleminin yerine getirilmesine engel olmaktadır. Kent merkezlerinin ve meydanların bu işlevini (ideolojik amaçla toplanma) Alâeddin Tepesi karşılayamamaktadır. Fakat gerçekleştirilen pek çok eylemde Alâeddin Tepesi'nin etrafındaki cadde kullanılmıştır. Örneğin bir takım sportif başarıların kutlandığı bir yerdir. Herhangi bir futbol takımının şampiyonluğunda Alâeddin Tepesini çevreleyen cadde insanların araçlarıyla konvoy oluşturarak ve kornalar çalarak kutlama yaptıkları bir yer olmaktadır.

Birer açık alan olarak meydanlar zamana karşı binalardan daha fazla direnç gösterip, kimlik değiştirerek ya da değiştirmeden tarih sahnesinde daha uzun yaşayabilmektedirler. Alâeddin Tepesi meydanlar gibi düz ve açık alan olmadığı halde zamana karşı ciddi bir direnç göstermiştir. Yüzyıllar önce tepenin üzerine ve çevresine inşa edilen yapılardan bir çoğu yok olmuştur. Fakat Alâeddin Tepesi tıpkı meydanlar gibi zamana karşı direnmiştir. Bugün Selçuklular devrinde olduğu kadar bir işlevi olmasa da Konya ve Konyalının gündelik hayatı açısından önemli yerlerden birisidir.

Alâeddin Tepesinin kamusal bir mekân oluşu da gündelik hayatı gözlemlemek açısından önemli veriler sunmaktadır. Yani giriş çıkışları bir erk tarafından belirlenmeyen bir yer olarak kamusal mekânlar, herkesin kullanımına açık olması sebebiyle kültürel çeşitliliği sahneleme imkanı vermektedir. Çünkü kamusal mekânlar, kentin sosyal kimliğinin belirlenmesine, kitlesel kültürün oluşumuna, karşılıklı iletişime ve etkileşime imkân veren toplumsal mekânlardır (Gemici 2007: 6). Alâeddin Tepesi’nin en önemli özelliklerinden birisi de budur. Farklı vesilelerle burada bulunan kentliler, yabancılar ve gözlemciler için kentin kültürüne ve kimliğine dair çıkarımlar yapma imkanı vermektedir.

İbrahim Nacak _____________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 235-252

242

ALÂEDDİN TEPESİ’NDE MEKÂNLAR VE AKTÖRLER

Alâeddin Tepesi’nin Konya için konumu, önemi ve işlevinin yanında kendi içinde bir bütünlük oluşturan mekânlara, aktörlere ve gündelik rutinlere sahiptir. Tarihi açıdan Konya’nın merkezi olmasının dışında kent içi ulaşım yollarının Alâeddin Tepesi’nde birleşiyor olması da merkezi konumunu sürdürdüğü anlamına gelir. Üç merkezi ilçe belediyenin birleştiği nokta ve kentlilerin kamusal ve ticari işleri için tepenin civarına geliyor olması, aynı zamanda çarşıda işleri dışında boş zaman değerlendirmek isteyenlerin vakit geçirdiği bir yer olması açısından merkezi konumu güçlendirmektedir. Bugün fiziki anlamda varolan ve gündelik hayatın aktığı mekânlara odaklanarak Alâeddin Tepesi mekânsal açıdan tasvir edilebilir. Bu mekânlardan bazıları şunlardır; Alâeddin Camii ve çevresi, Selçuklu sarayı kalıntısı, Şehitler anıtı, düğün ve konferans salonu, çay bahçeleri, ordu evi, çocuk parkları, hediyelik eşya dükkanları, seyyar satıcılar ve otopark.3

Alâeddin Tepesi’ninde bulunan en önemli yapılardan birisi Alâeddin Camii’dir. Konya’nın en eski camilerinden olan cami I. Mesut tarafından yaptırılmaya başlanmış, 1220 yılında Alâeddin Keykubat Döneminde tamamlanmıştır. Caminin avlusunda Selçuklu hükümdarlarının mezarları bulunmaktadır. 20. Yüzyıl içerisinde fiziki nedenlerle yıpranmaya başlamış, tamir ve restore edilerek ibadete yeniden açılmıştır (Odabaşı 1998: 43). Bugün Alâeddin Tepesi’nde yerli ve yabancı turistlerin en fazla ziyaret ettiği yerlerden birisidir. Geçmişte bir ulu cami özelliği gösteren Alâeddin Cami, vakit namazları açısından ticari işletmelerinin yakınında olan camilere nazaran çok yoğun olan bir ibadethane değildir. Tarihi bir özelliği olması sebebiyle şehrin misafirlerinin özellikle ziyaret ettiği yerlerdendir.

Alâeddin Cami tepenin kuzey eteklerinde yer almaktadır. Caminin kuzeyinde ise Selçuklu saray kalıntısı olan II. Kılıçarslan Köşkü bulunmaktadır. Kaynaklarda bu kalıntının seyir balkonu olduğu belirtilmektedir. Tepenin en kuzeyinde bulunan kalıntı ve çevresinde Konya Büyükşehir Belediyesi’nin projelendirdiği arkeolojik kazı çalışmaları ve Kılıçarslan Köşkü projesi halen yapım aşamasındadır.

Alâeddin Tepesi daha önceleri araçların giriş çıkışlarının serbest olduğu bir mekândı. Tepeyi çevreleyen bütün yollar motorlu taşıtlar tarafından kullanılıyor durumdaydı. Öyle ki araçlar Alâeddin Camii’nin yakınına kadar girebiliyorlardı. Taşıtların bu yoğunluğu bütün şehirlerde olduğu Alâeddin Tepesi için de olumsuz bir durum yaratmaktadır. Hem tepe üzerinde yürüyüş yapan insanlar için hem de tarihi yerleri ziyaret edenler için ciddi derecede rahatsızlık vermektedir. Alâeddin Tepesi’nin yeniden düzenlenmesi sırasında taşıtların girebileceği alanlar azaltıldı ve ücretli otopark girişi sebebiyle bu sorun önemli oranda giderildi.

Alâeddin Caminin kıblesinde ve tepenin en üst noktasında, tepenin doğusundaki şehitler anıtının her iki tarafında ve zafer meydanı tarafında bulunan çay bahçeleri vardır. Kapalı mekânlar olmadıkları için kış aylarında neredeyse hiç faaliyet göstermeyen bu çay bahçeleri yaz ayları geldiğinde çok yoğun olmaktadır. Her yaş kesiminden insan buralarda

__________ 3 Bu çalışmanın yapıldığı sıralarda bulunan mekânlar bunlardır. Fakat Büyükşehir Belediyesinin yürütmüş olduğu projeler sonrasında Alâeddin Tepesi üzerinde bir takım değişiklikler yaşanmıştır. Örneğin, Ordu evi binası yıkılmıştır. Hediyelik eşya ve seyyar satıcılar kaldırılmıştır. Selçuklu Sarayı kalıntısı olan II. Kılıçarslan Köşkü ve çevresi restorasyon çalışmalarına alınmıştır. Otopark ve çay bahçeleri yeniden düzenlenmiştir. Yürüyüş yolları ve ışıklandırma sistemleri yenilenmiştir. Ayrıca her yıl bahar döneminde Alâeddin Caminin kıble tarafındaki alanda ve tepenin farklı yerlerinde Büyükşehir Belediyesi tarafından onlarca farklı türde lale ekilmekte ve ziyaretçiler için görsel bir şölen sunulmaktadır.

_____________________________ Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

SEFAD, 2018 (40): 235-252

243

vakit geçirirken görmek mümkündür. Çay bahçelerinin yoğunluğu tepe üzerindeki yerleşimine ve yılın zaman dilimlerine göre farklılık göstermektedir. Örneğin tepenin güneyinde, zafer tarafında yer alan çay bahçesi diğerlerine nispeten daha yoğun olmaktadır. Aileler için ayrılan masalar tepenin iç kısmında yer almaktadır. Tepenin kenarlarına yerleştirilen masalar ise çevreyi seyretmeye imkân tanımaktadır. Alâeddin Cami’nin güneyinde, tepenin en yüksek yerinde olan çay bahçesi ise daha çok ailelerin tercih ettiği bir mekândır. Bu mekânı diğerlerinden ayıran özellik haftanın bazı günlerinde canlı müzik yapılmasıdır. Yaz aylarında yapılan bu eğlencede çoğunlukla akşam vakitleri tercih edilmektedir. Caminin hemen yanında yer aldığı için namaz vakitlerinde kentin genel hassasiyetine bağlı olarak canlı müziğe ara verilmektedir. Burada çocukların eğlenmesi için küçük bir oyun parkı da yer almaktadır. Tepenin en yüksek yerinde yer aldığı için çok fazla yoğun değildir. Alâeddin Tepesi'nin batısında yer alan çay bahçeleri Şehitler Anıtı’nın iki tarafına yerleşmiştir. İşlevsel olarak diğer çay bahçeleriyle aynı işlevi görmektedir. Alâeddin Tepesi ile Mevlana Türbesi arasındaki ana yola bakmaktadır.

Alâeddin Tepesi’nin üst kısımlarında bulunan Alâeddin Keykubat Salonu bilimsel ve dini içerikli konferanslar yapmak için kullanıldığı gibi nikâh, düğün gibi merasimler içinde kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra bazı siyasi toplantılar da burada yapılmaktadır. Alâeddin Tepesindeki taşıtların yoğunluğunu belirleyen en önemli unsur yakın zamana kadar Alâeddin Keykubat Salonu idi. Özellikle yoğun katılımlı programlarda taşıtların girebilecekleri alanlar yeterli olmamaktadır. Fakat çevresindeki otoparkın sonradan ücretli oluşu ve şehrin farklı yerlerinde daha modern ve büyük salonların yapılmış olması, bu yoğunluğu önemli ölçüde azaltmıştır.

Alâeddin Cami, 2.Kılıçarslan Köşkü, Alâeddin Keykubat Salonu ve çay bahçeleri dışında kalan yerler çim, ağaçlar, yaya yolu ve taşıt yolları ile kaplıdır. Çim ve ağaçlar ile kaplı alanlar yapısal olarak boş olsa da gündelik yaşamı gözlemlemek açısından yeterince dolu mekânlardır. Bundan yaklaşık seksen sene önce bu alanlar tamamen boş alanlardı. Bugün Alâeddin Tepesini bir örtü gibi kaplayan ağaçlar sonradan ekilmiştir. O zamanlarda hiç ağaç yok değildi. Fakat o yıllarda çekilmiş fotoğraflarda bugün var olan ağaçların olmadığı görülmektedir. Zaman içerisinde Alâeddin Tepesindeki dönüşümü belirgin olarak gösteren şey ağaçlardır.

A. Sefa Odabaşı’nın (1998: 80) tespitlerine göre bundan elli altmış yıl önce Alâeddin Tepesi insanların piknik yapmaya gittikleri bir yerdi. 1910’lardan sonra ağaç dikilen bu yerlerin belirli bir zaman sonra piknik yerleri haline dönüştüğünü söyleyebiliriz. Alâeddin Tepesinin büyük bir kısmını oluşturan bu mekânlar boş zaman değerlendirme amacıyla o yıllarda kullanılmaya başlanmıştır. Boş alanlar olarak nitelendirilen bu mekânlar günümüzde benzer amaçlarla hâlen kullanılmaktadır. Kentliler piknik yapmak amacıyla genellikle şehrin dışına yapılan parkları kullanmaktadırlar. Alâeddin Tepesi ise daha kısa süreli vakit geçirilen bir mekân durumundadır. Alâeddin Tepesinin büyük bir kısmını oluşturan bu boş alanlar dışarıdan yiyecek-içecek getirilebilen bir yerdir. Gözlemlenen aktörlerin önemli bir kısmı banklarda ve çimlerde oturarak bir şeyler tüketmektedirler. Bu alanlarda sayısal olarak daha kalabalık gruplar vakit geçirebilmektedir. Çay bahçelerinde ise mekânın düzenlenmesine bağlı olarak daha az sayıda gruplar vakit geçirmektedir.

Alâeddin Tepesi’nin meydana getiren mekânları ele aldıktan sonra bu mekânları deneyimleyen aktörlerden de bahsetmek gerekir. Bu aktörler, Henri Lefebre’nin Modern Dünyada Gündelik Hayat adlı eserinde zaman kullanımı açısından ortaya koyduğu tasnife

İbrahim Nacak _____________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 235-252

244

referansla sınıflandırılacaktır. Bunlar mesleki anlamda işe ayrılan zaman anlamında zorunlu; boş zaman değerlendirme anlamında eğlenceye işaret eden serbest; ve ulaşım, formaliteler ve iş dışındaki gereklilikler anlamında zoraki şeklinde Lefebvre tarafından tasnif edilmiştir (1998: 58-59). İnsanlar neredeyse gündelik hayatlarını bu üç zaman dilimi arasında sürdürmektedir. Dolayısıyla Alâeddin Tepesinde gözlemlenen aktörler burada geçirdikleri zamanı ya iş için, ya eğlence için ya da ulaşım ve diğer gereklilikler için kullanmaktadırlar. Farklı amaçlarla Alâeddin Tepesi’nde bulunan ve vakit geçiren insanlar, bize göre o mekânın aktörleri durumundadır. Sürekli Alâeddin Tepesinde bulunmadıkları için bu insanlara günlük ya da gündelik aktörler de diyebiliriz.

Alâeddin Tepesinin gündelik aktörlerini Lefebvre’nin ayrımına göre sınıflandırdığımızda, demografik olarak en fazla olan aktörler serbest zamanlarını değerlendiren insanlardır. Sergilenen davranış örüntüleri diğer aktörlere göre çeşitlilik göstermektedir. Esasında bu çalışmanın odaklandığı aktörler serbest zaman aktörleridir. Tepe üzerinde zorunlu ve zoraki zamanlarını geçirenler de mevcuttur. Bazı ticari amaçlarla orada bulunan aktörler buradaki zamanlarını işlerine ayırmıştır. Bu insanlar için işyerleri Alâeddin Tepesindeki işletmeler ve tepe üzerindeki boş alanlardır. İşe ve farklı yerlere giderken Alâeddin Tepesinin kullananlar ise zoraki zamanlarının bir kısmını burada geçirirler. Bu aktörler genellikle tepenin çevresini bu amaçla kullanırlar. Zoraki zamanlarını Alâeddin Tepesinde geçirenler için Alâeddin Tepesi bir geçiş mekânıdır.

Alâeddin Tepesinde vakit geçirenler farklı amaçlarla burada bulunmaktadırlar. Çalıştıkları yer tepe üzerinde bulunun insanlar Alâeddin Tepesini iş yeri olarak kullanan aktörlerdir. Bu aktörlerin mekânı tepe üzerinde bulunan bazı ticari işletmelerdir. Örneğin çay bahçelerinin çalışanları zorunlu zaman aktörleridir. Alâeddin Keykubat Salonu çalışanları da bu sınıflandırma içerisine girmektedir. Alâeddin Tepesinin çalışan aktörleri sayısal olarak azdır. Bunun nedeni ise tepe üzerindeki ticari işletmelerin az olmasıdır. Bu aktörler sayısal olarak az olmasına karşın, mekânın diğer aktörlerine göre kalıcıdırlar. Çünkü tepe üzerinde vakit geçiren diğer aktörler daha değişkendir. Zorunlu zaman aktörleri olan çalışanlar günlük/gündelik aktörler değil, süreklidirler. Mekânın sürekli aktörleri, çay bahçesinde ve Alâeddin Keykubat Salonunda çalışanlar ile sınırlandırılamaz. Alâeddin Tepesi’nin farklı yerlerini mesken edinen seyyar satıcılar da vardır. Onlar zamanlarını zorunlu olarak burada geçirmektedirler. Mekân olarak boş alanları kullanan bu aktörler genellikle çay, mendil, çekirdek, pamuk şeker ve çiçek satıcılarıdır. Gündelik hayatını tepenin boş alan olarak nitelendirdiğimiz yerlerinde geçirenler aynı mekânı işyeri olarak kullananlar için birer potansiyel müşteridir. Müşteri potansiyeli olan bu aktörler vakit geçirmek amacı ile tepenin batı tarafını tercih ettikleri için bu mekân diğer aktörlerin çalışma mekânı olmaktadır.

Alâeddin Tepesi kent merkezinde yer almasına rağmen sıklıkla geçiş mekânı olarak kullanılmamaktadır. Bir anlamda Alâeddin Tepesi bir yerden diğerine geçişe pek fazla imkân vermemektedir. Tepenin fiziksel olarak yüksekçe tabiatı itibariyle mümkün olmamaktadır. Bu yüzden tepeyi çevreleyen ilk yol yaya yoludur. Bu yol hem tepenin bir tarafından diğerine geçişi hem de spor amaçlı yürüme imkânı sağlamaktadır. Tepeyi çevreleyen ikinci yol tramvay yolu, üçüncü yol ise motorlu taşıtlar yoludur. Tramvay ve taşıt yolu tepe üzerinden sağlanamayan geçiş imkânını tepenin çevresinden sağlamaktadır. Alâeddin Tepesini çevreleyen yolları ulaşım amaçlı kullanan bireyleri Lefebvre’nin kullanımına göre zoraki zaman aktörleri diyebiliriz. Bu anlamda Alâeddin Tepesi hem iş

_____________________________ Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

SEFAD, 2018 (40): 235-252

245

mekânı hem de bir geçiş mekânıdır. Tepe üzerinde bulunan tarih eserleri ziyaret eden insanlar da mekânın aktörleridir. Bu insanlar iş amaçlı buraları ziyaret ettiği gibi sosyal-kültürel bir aktivite olarak da ziyaret etmektedirler. Belirli zorunlulukların dışında insanların kendi tercihleri ile gerçekleştirdikleri dini, siyasi, sosyal, kültürel faaliyetler iş dışında gerçekleştirdikleri gerekliliklerdendir. İnsanlar bu gereklilikleri zoraki zaman dilimi içerisinde yerine getirmektedirler. Alâeddin Camii ve 2. Kılıçarslan Köşkü kalıntısını ziyaret edenleri bu sınıfa dâhil edebiliriz.

Günün belirli saatlerinde Alâeddin Tepesi üzerinde gözlemlenen insanlardan sayısal olarak en fazla olan serbest zamanlarını geçirenlerdir. Diğer aktörlerden hem sayısal olarak fazladırlar hem de sergilenen davranış olarak daha çeşitlidir. Zorunlu aktörler ile zoraki aktörlerin davranışları kendi içlerinde benzerlik gösterirken serbest zaman aktörlerinin davranışları çeşitlilik göstermektedir. Zorunlu zamanlarını tepe üzerinde geçirenler ile zoraki zamanlarını geçirenler homojen bir görüntü oluşturmaktadır. Serbest zamanlarını geçiren aktörler ise zamanlarını aynı amaç doğrultusunda kullansalar da bunu farklı şekillerde yapmaktadırlar.

Serbest zamanlarını değerlendirmek amacıyla Alâeddin Tepesini kullananlar yaş grubuna göre farklılık göstermektedir. Bunlardan ilki ilköğretim çağındaki çocuklardır. Evleri veya okulları Alâeddin Tepesine yürüyüş mesafesi uzaklığında olan çocuklar okuldan kalan zamanlarını -eğlence amacıyla tercih ederek- burada değerlendirmektedirler. Eğitim döneminin son zamanlarında ise bazı öğrenciler okulda geçirmeleri gereken zamanlarda da burada bulunabilmektedir. Çocuklar daha çok gruplar halinde çimlerde çeşitli oyunlar oynamaktadırlar. Diğer yaş grubundan aktörler lise çağındaki öğrencilerdir. Lise çağındaki öğrenciler de ilköğretim çağındaki öğrenciler gibi boş vakitlerini değerlendirmek amacıyla Alâeddin Tepesini kullanmaktadırlar. Lise çağındaki öğrenciler tepe üzerindeki vakitlerini daha çok çimlerde ya da banklarda oturarak, sohbet ederek, bazen bir şeyler yiyerek geçirmektedirler. Üniversite öğrencileri ve yirmi-otuz yaş arası gençler de mekânın diğer aktörleridir. Bu aktörler çimlerde ve banklarda oturmanın yanında çay bahçelerini de tercih edebilmektedirler. Çay bahçelerini tercih edenler sadece bu yaş aralığındaki insanlar değildir. Daha ileri yaştaki insanları da buralarda görmek mümkündür.

Kendilerinin hazırladığı yiyecek ya da içecekleri getirip burada tüketen orta yaşın üzerindeki kadınlar mekânın bir başka aktörüdür. Serbest zamanlarını birbirlerinin evlerinde geçiren kadınlar yaz aylarında Alâeddin Tepesini tercih etmektedirler. Konya’da yaşayan bütün kadınlar için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Evleri kent merkezine aynı zamanda Alâeddin Tepesine yakın olanlar için bu söz konusudur. Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi Konya’da da kadınların “gün” adını verdikleri buluşmaları, bu örnekte Alâeddin Tepesine taşınmış haldedir. Son olarak Alâeddin Tepesini kuşatan yaya yollarında yürüyüş yapan insanlarda serbest zaman aktörleridir. Çocuk ve genç yaştaki insanların dışında bu kişiler, spor ve sağlıklı yaşam amacıyla burayı tercih etmektedirler. Şehir merkezindeki en yeşil ve doğal alan olduğu için insanları kendine çeken özelliği bu sebepledir.

İbrahim Nacak _____________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 235-252

246

ALÂEDDİN TEPESİ’NDE GÜNDELİK HAYAT

Alâeddin Tepesinin Konya’nın merkezinde olması (bir tepe olarak bulunması) kent merkezleri açısından Konya’yı farklı kılmaktadır. Kentlerin merkezinde genellikle meydanlar vardır. Meydanlar geçmişte farklı işlevlerle ön planda iken, günümüzde daha çok siyasi işlevleri ile ön planda olmaktadır. Mitingler gibi siyasi organizasyonlar genellikle meydanlarda gerçekleştirilir. Konya’nın merkezindeki Alâeddin Tepesi bu olguya her zaman engel olmuştur. Alâeddin Tepesi Konya’da merkez olma özelliğini bugüne kadar yitirmediği için kentin siyasi olarak bir meydana olan ihtiyacını sürekli canlı tutmuştur. Alâeddin Tepesi ile Mevlana Türbesi arasında kalan yerde hükümet konağının kuzeyinde yer alan hükümet meydanı bugüne kadar bu işlevi kısmen yerine getirmiştir. Günümüzde ise Alâeddin Tepesi’nin kuzeyine yapılan kent meydanı bu amaçla kullanılmaya devam etmektedir.

Bugüne kadar insanların kent merkezinde boş zamanlarını değerlendirecekleri tek yer Alâeddin Tepesi olarak görülüyordu. Yaz aylarında özellikle gündüz vakitlerinde tepenin yoğun olması bununla alakalıdır. Akşam vakitleri ise kimsenin uğramadığı bir yer olmaktadır. Çünkü tepenin aydınlatması fazla olmadığı için insanlar gidememektedir. Alâeddin Tepesinin bir anlamda olumsuz görünen bu yönü insanları farklı bir mekâna itmiştir. Tepenin kuzeybatısında yer alan eski fuar alanına inşa edilen Kültür Park, aydınlatması ile insanların akşam vakitlerini değerlendirecekleri bir mekâna duyulan ihtiyacı karşılar niteliktedir. Belediyenin düzenlediği Kültürpark Akşamları kapsamında konserler, konferanslar, tiyatrolar, sinema gösterimleri vb. programlar yapılmaktadır. Bazı programlarda gözlemlenen yoğunluk kentlinin sosyal-kültürel faaliyetlere olan ihtiyacının giderildiğini göstermektedir. Konya Büyükşehir Belediyesi “Alâeddin Tepesi Çevre Düzenlemesi ve Aydınlatması” projesinin tamamlanması ile birlikte bu bölge hem görsel olarak güzelleştirilmiş hem de yaz akşamlarında kentlinin uğrak mekânlarından birisi olmuştur.

Kentsel mekânları insanların gelip geçtikleri ya da özel olarak gittikleri yerler olarak ikiye ayırabiliriz. Etrafında ticari işletmelerin bulunduğu caddeler veya meydanlar insanların daha çok gelip geçtikleri yerlerdir. Alâeddin Tepesi’nin güneybatısında yer alan Zafer Meydanı olarak adlandırılan yer buna örnek olarak verilebilir. Alâeddin Tepesinin etrafının taşıt yoluyla çevrelenmiş olması ve aynı zaman da fiziki olarak yüksek olması geçiş mekânı olarak kullanılmasını engellemektedir. Geçiş mekânı olarak tepenin çevresindeki yaya yolu ve taşıt yolu kullanılmaktadır. Kısaca Alâeddin Tepesi gelip geçilen bir mekân değil, özel olarak gidilen bir mekândır.

İnsanların geçiş mekânı olarak kullandıkları yerler gündelik ilişkiler açısından yoğun yerlerdir. İnsanlar ticari amaçlarla geçmişte bedestenlerde vakit geçirmiş, bugün ise çarşı ve alışveriş merkezlerinde vakit geçirmektedirler. Konya’da çarşı olarak nitelendirilen kentin merkezi olarak nitelendirilen yerdir. Çarşı insanlar için bir geçiş mekânı olduğu için daima yoğun ve hareketlidir. Bu yüzden gündelik ilişkiler açısından en fazla tespitin yapılacağı yerlerdir. Bir mekân olarak Alâeddin Tepesi ise hem doğal olarak ağaçlıklı bir tepe olması hem de etrafındaki tramvay ve taşıt yolu ile çevresindeki ticari merkezlerden ayrılması onun bir geçiş mekânı olmasının önüne geçmiştir. Dolayısıyla Alâeddin Tepesinin yoğun olması geçiş bölgesi olması ile alakalı değildir. Hava şartlarının iyi olduğu zamanlarda insanlar kalabalık bir görüntü oluştursa da kültürel çeşitlilik anlamında zengin bir yer olduğu söylenemez.

_____________________________ Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

SEFAD, 2018 (40): 235-252

247

Kent, tanımı ve yapısı itibariyle farklılığı içeren bir unsurdur. Gündelik hayat içerisinde, okula ya da işe giderken aynı mekânı kullanan insanlar birbirlerini tanımıyor ise o yer için kent tabiri kullanmak yanlış olmayacaktır. Konya şehrinin merkezinde yer aldığı için Alâeddin Tepesi kentsel mekânın bir parçası durumundadır. Alâeddin Tepesinde vakit geçiren insanların çoğunlukla birbirini tanımadığından da bunu çıkarabiliriz. Kent yaşamı farklılık üzerine kurulmuş olsa da Alâeddin Tepesinde gözlemlenen sosyal yaşamın farklılık üzerine kurulduğunu söylemek zordur. Çünkü Alâeddin Tepesi insanlar tarafından boş zamanları değerlendirme mekânı olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla tepe bir yürüyüş yapma, çimenlerin üzerinde oturma, eğlenme ve dinlenme mekânı haline gelmiştir. Alâeddin Tepesine gelen insanlar genelde tepenin etrafındaki kuruyemişçilerden çekirdek veya kola alarak tepe üzerine çıkarlar; çimenlerin ya da bankların üzerinde oturarak bunları tüketirler. Çekirdek tüketme davranışı kültürel olarak Alâeddin Tepesinde yapılması gerekenlerden biri haline gelmiştir. Çimlerde ve banklarda oturan insanların çoğunda gözlemlenebilecek bir davranış örüntüsüdür. Tepe üzerinde çimlere oturup bunları yeme/içme davranışında kültürel bir sentez söz konusudur. Kola modern zamanların bir tüketim ürünüdür. Buna karşılık çekirdek geleneksel bir yiyecektir. İkisinin birlikte bir konsept oluşturması ve bu şekilde tüketilmesi, mekânın aktörlerinin hem modern tüketim ürünlerine direnç göstermediğini hem de gelenekten bir kopuş yaşamadığını ortaya koymaktadır.

Bütün mekânlarda olduğu gibi Alâeddin Tepesinin kültürü aktarma, yansıtma özelliği vardır. Çekirdek tüketme davranışının kentin yerlileri arasında yaygınlık göstermesi olağan bir durumdur. Çünkü yaygın olan bu davranış örüntüsü mekân aracılığıyla diğer insanlara aktarılmaktadır. Birçok insanın sergilediği davranışı zamanla daha az sayıdaki insanlarında sergilemesi toplumsal olarak kaçınılmazdır. Fakat bu gündelik davranış örüntüsünü benzer biçimde, kente yabancı olanların yani mekânın ziyaretçilerinin sergilediğini görüyor olmak, Alâeddin Tepesinin kültür aktarım gücünün yüksek olduğunu göstermektedir.

Tepenin etrafındaki dükkânlardan yiyecek-içecek alıp, bunları tüketenlerin dışında kendilerinin hazırlayıp getirdiklerini tüketen kadınlar da vardır. Kadınlar Alâeddin Tepesindeki gündelik eylemlerini tercihen bu şekilde yapmaktadırlar. Çoğunlukla ev hanımı olan bu kadınların komşularıyla veya arkadaşlarıyla haftanın bazı günlerinde toplanıp birbirlerinin hazırladıkları yiyecekleri tüketmesi gündelik yaşamlarının bir parçasıdır. İkamet ettikleri yerler çarşıya yakın olan kadınlar daha öncede vurgulandığı gibi özellikle yaz aylarında serin ve ağaçlıklı olduğu için Alâeddin Tepesini tercih etmektedirler. Gözlemlenen bu davranış örüntüsü, ev hanımlarının gündelik hayatlarının bir parçasının bu mekâna yansımasıdır.

Daha önce hazırlanan yiyecekleri getirip tepe üzerinde tüketme eylemi ailelerin de yapmış olduğu bir eylemdir. Anne, baba ve çocuklu aileler boş zamanlarını değerlendirmek amacıyla bir anlamda piknik yapma amacıyla bu mekânı kullanmaktadırlar. Buradan hareketle Alâeddin Tepesini bir piknik alanı olarak değerlendirmek doğru değildir. Bugünkü haliyle Alâeddin Tepesi ne piknik yapmak amacıyla oluşturulmuş bir mekândır ne de sadece piknik yapmak amacıyla kullanılmaktadır. Konya’da son 10-15 yılda insanların piknik yapmaları amacıyla yapılmış parklar mevcuttur. Bu parklar genellikle kent merkezine uzak yerlerdedir. Örneğin Türk kültürünün bir parçası olan piknikte mangal yapma daha çok kentin dışına kurulan bu parklarda gerçekleştirilmektedir. Alâeddin Tepesi işlevsel olarak bu mekânlardan ayrılmaktadır. Her iki mekân da çoğunlukla boş zaman

İbrahim Nacak _____________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 235-252

248

değerlendirme amacıyla kullanılsa da gözlemlenen davranış açısından farklılık göstermektedir. Alâeddin Tepesi bir park olarak düşünülse de kentin merkezinde yer aldığı için mangal yapmak amacıyla kullanılmamaktadır. Bu konuda resmi olarak bir yasak olduğuna dair bir pano dikkati çekmez. Fakat insanlar şehirde yaşıyor olmanın daha doğrusu şehrin merkezinde olmanın bilinciyle bu eylemi gerçekleştirmemektedirler. Mangal yapmak için şehrin dışındaki park alanlarını kullanmaktadırlar. Kısacası Alâeddin Tepesinde insanlar çoğunlukla hazır yiyecekler tüketmektedir.4

Kentliler Alâeddin Tepesini çevreleyen yaya yolunu hem bir geçiş mekânı olarak hem de spor amacıyla yürüyüş yapmak için kullanmaktadırlar. Alâeddin Tepesinin çevresini geçiş mekânı olarak kullananlar çoğunlukla dükkânların hemen önündeki yaya yolunu kullanmaktadırlar. Tepe ile tramvay yolunun arasında kalan yaya yolu ise yaya trafiği açısından yoğun değildir. Alâeddin Tepesini çevreleyen ilk yaya yolu ile dükkânların önünde yer alan yaya yolu arasında hem taşıt yolu hem tramvay yolu vardır. Tepeyi geçiş mekânı olarak kullananlar bir anlamda zaman kazanmak için dükkânların önündeki yaya yolunu tercih etmektediler. Yürüyüş yapmak amacıyla tepeyi çevreleyen yaya yolunda yürüyenler sayısal olarak diğer aktörlerden çok az olsalar da günün serinlediği zamanlarda insan sayısının fazlalaştığını görmek mümkündür.

Genç yaştakiler ve çocuklar Alâeddin Tepesini bir eğlenme mekânı olarak kullanmaktadırlar. Çocuklar mahalle aralarında ve okulda oynadıkları bazı oyunları burada da sergilemektedir. Lise ve üniversite çağlarındaki bazı gençler ise bağlama ya da gitar çalarak eğlenmeyi tercih etmektedir. Bu gençler genellikle grup halinde vakit geçirmektedir. Bu yaş aralığındaki bazı gençlerin çift olarak (kız ve erkek) vakit geçirdikleri gözlemlenebilir. Modern tabirle flört eden gençler bu mekânı bir buluşma, oturma, sohbet etme mekânı olarak kullanmaktadırlar. Gündelik hayatın bir parçası olan bu toplumsal olgu sadece çay bahçelerinde değil boş alanlar olarak nitelendirdiğimiz çim ve ağaçlarla kaplı alanlarda da görünmektedir. Çoğunlukla kafelerde vakit geçiren bu gençler için Alâeddin Tepesi ücretsiz bir mekân konumundadır.

Tepenin kenarlarına kurulan çay bahçelerinde kentin trafik ve yaya akışını seyretmek mümkündür. Bu çay bahçelerine gelen bazı insanlar tepeyi çevreleyen taşıt ve yaya yolunu daha doğru bir ifade ile gündelik hayatın akışını seyretmek amacıyla buralara gelmektedir. Bu amaçla çay bahçelerinin -taşıt ve yaya yolunu kolaylıkla seyretmeye imkân veren- dış kesimindeki masalar tercih edilmektedir. Belirli bir yaş aralığındaki insanların tercih ettiği bir mekân değildir. Her yaş kesiminden insanı burada görmek mümkündür.

Alâeddin Tepesinde yer alan Alâeddin Camii geçmişi bugüne bağlayan, zamana direnen yapılardan birisidir. Alâeddin Camii, 2.Kılıçarslan Köşkü ile birlikte bir bütün olarak Alâeddin Tepesinin kendisi de tarihi bir yapı olarak var olmaktadır. Tepenin gündelik aktörleri arasında bu tarihi eserleri ziyaret edenlerde yer alır. Ziyaretçiler Alâeddin Tepesindeki gündelik hayata dair görüntüler vermektedir. 2.Kılıçarslan Köşkü kalıntısı bugün için sadece tarihi eser demek doğru olabilir fakat Alâeddin Camii için aynısını söylemek zordur. Çünkü Alâeddin Camii işlevinin sadece geçmişte yerine getiren bir yapı değildir. Bugünde Müslümanlar için bir mabed olarak işlevini yerine getirmektedir. Tarihi __________ 4 Bundan 50-60 yıl öncesinde Konya’nın önemli piknik yerlerinden birisinin Alâeddin Tepesi olduğu söylenmektedir. Bugünkü yeşilin ve büyük ağaçların olmamasına rağmen piknik amacıyla giden insanlar bulunurdu. Halk Alâeddin Tepesi’nin üzerinde o zamanın modasına uyularak dikilmiş akasya ağaçlarının altında oturur, eğlenirdi (Odabaşı 1998: 80).

_____________________________ Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

SEFAD, 2018 (40): 235-252

249

eser olduğu için ziyaret edenler gibi ibadet etmek için gelenler de vardır. Sayısal olarak bir karşılaştırma yapılırsa ibadet etmek için gelenlerin sayısı ziyaret etmek için gelenlerin sayısından fazla olduğu söylenebilir.

Kar yağdığında Alâeddin Tepesinin bir kayak merkezi olarak kullanılması kış mevsiminde gözlemlenebilecek nadir sosyal aktiviteden biridir. Konya şehir merkezi coğrafi yapısı itibariyle düz bir ovadır. Buna bağlı olarak birçok insan kış aylarında eğlenmek amacıyla Alâeddin Tepesinde toplanmaktadır. Tepenin eğimli olması eğlencenin şeklini belirlemektedir. Tepenin yüksek yerine çıkan insanlar, plastik bidon ya da poşet parçasının üzerine oturarak kendilerini aşağı doğru bırakırlar. Aşağıda onları ellerinde bir atkıyı gerdirerek bekleyen iki kişi vardır. Yukarıdan kendini bırakanlar aşağıda gerdirilen atkıyı tutarak yavaşlar ve dururlar. Bu eğlencenin yabancı insanlarla iletişim kurmaya imkân vermesi gündelik hayat açısından önemlidir. Yaz aylarında eğlenmeye gelenler daha çok gruplar halindedir ve birbirini tanıyan kişiler birbiriyle eğlenmektedir. Eğlenme şekli gruplar arasında da farklılık arz etmektedir. Kar yağdığında yapılan bu eğlence de ise birçok insan benzer şekilde eğlenmektedir. Farkında olunmadan birbirini tanımayan insanlar aynı oyunun oyuncuları haline gelmektedirler. Kentleşmenin de etkisiyle gündelik hayatları içerisinde yabancıyla iletişime kapalı olan insanlar, bu sayede diyaloga açık hale gelirler. Böylesi bir kentsel mekânda insanlar, sosyal açıdan etkileşime açık bir ortamı oluşturmuş olurlar.

Kentlerde gündelik yaşam, genelde, tüm canlılığı, akışkanlığı ve sıradanlığı ile bu mekânlarda artmaktadır. Gündelik olanın basıncı, sıkıcılığı, zorlayıcılığı arttıkça, bir takım yaşamsal aktivitelerden arta kalan küçük zaman boşluklarını doldurmak için çoğunlukla kendimizi bu tür mekânlarda buluruz. Her kesimden insanlar, burada, bir yer kapmak, bulunmak, vaktin geçmesini beklemek ya da oradaki sosyallik pratiği içine girmek için bu mekânlara yönelir (Aytaç 2007: 213). Alâeddin Tepesi özetle bu amaçla yönelinen bir mekândır. Gündelik hayatın sosyal yönü burada izlenmektedir.

SONUÇ

Sosyal bilimlerin konusu olarak insanı, mekânı ve kenti ortak bir tema etrafında ele alabilmek ancak gündelik hayat bağlamında gerçekleşebilirdi. Gündelik hayatını zorunlu, zoraki veya serbest zamanlarla dolduran insan, sosyoloji açısından özellikle kentsel mekânda dikkati çekmektedir. Konya Alâeddin Tepesi ise bu anlamda hem Konya açısından hem de gündelik rutinler açısından kıymetli bir mekândır. Konya’nın sembolik mekânlarından birisi olmasının yanında kentsel yoğunluğun da gözlemlendiği yerlerden birisidir.

Alâeddin Tepesinin demografik yoğunluğunun en fazla olduğu zamanlar, hava şartlarının iyi olduğu dönemlerdir. Bahar ve yaz aylarında özellikle gündüz vakitlerinde insan trafiği en üst yoğunlukla yaşanmaktadır. Çoğunlukla boş zamanlarını değerlendirmeye gelen kentlilerin birbiriyle iletişimini arttıran bir sosyal ortam olduğunu söylemek çok zor. Mekânsal anlamda birbirine yakın bireyler, iletişimsel anlamda birbirlerine uzaktırlar. Kentin insanları diğerine/ötekine yabancı kılan doğası, burada da kendisini göstermektedir. Yine de birbirinden bağımsız olan insanların birbirine benzer rutinler sergilemesi Alâeddin Tepesini sosyolojik anlamda değerli kılmaktadır. Sadece Alâeddin Tepesine özgü olduğu söylenmese de dinlenme veya eğlenme amacıyla insanlar; yürüyüş yapma, oyun oynama, çimlerde/banklarda oturup yiyecek/içecek tüketme, eğlenme

İbrahim Nacak _____________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 235-252

250

amacıyla müzik çalma, kış aylarında kar üzerinde kayma, seyyar satıcılık yapma gibi davranışsal rutinler sergilemektedirler. Hatta Koreli turistlerin bankların üzerine oturmuş bir taraftan kola içip, diğer taraftan çekirdek tükettikleri bile gözlemlenebilir.

Alâeddin Tepesi’nin Konya için sembolik önemi ise ihmal edilmemelidir. Konya’yı görmüş ve az da olsa gezme imkanı bulmuş insanların Konya ile ilgili hatırladıkları arasında Alâeddin Tepesi mutlaka vardır. Konya gibi düz bir ovada hem tepe olarak varolması hem de kent merkezinde yer alması hatırda kalıcı özelliğini arttırmaktadır. Konya’yı hiç görmemiş ve Konya hakkında az çok şey bilen insanlar için Konya’nın imajı Hz. Mevlana ile sınırlıdır. Fakat Konya’yı görme ve gezme imkanı bulan insanlar için bu imajı oluşturanlar arasına Alâeddin Tepesi kolaylıkla eklenmektedir.

_____________________________ Bir Kentsel Mekân Olarak Konya Alâeddin Tepesinde Gündelik Hayat

SEFAD, 2018 (40): 235-252

251

SUMMARY

Relation between man, culture and space is one of the topics on which sociological studies focus. This is because the relation of man with another element happens with an interaction. In a sense, man is able to both determine and be influenced (transformed) by culture and environment. The objective of this article is to approach that interaction within the context of space and daily life. In modern days, in terms of demography, dynamism and interaction, daily life is mostly spent in cities and urban places. A place located in Konya has been chosen in this study, since Konya has been the capital of Turkic-Islamic nations. The Alâeddin Hill, located in the centre of Konya, is a place which carries a symbolic historic legacy. It is also the most central place of the city. Because it is the meeting point of roads coming from the outskirts, it is surrounded by Konya’s bazaar. Being in such a location makes the Alâeddin Hill one of the important places where daily life can be observed. Also, as being where human flows move towards makes it a place worth observing in terms of its contribution to the city and the identity of the urban. The objective of this article is focused on how much daily experiences in a central place reflect the identity of the city. We will try to expose the cultural identity and the cultural interaction with findings obtained through descriptive research and monography. The importance of the Alâeddin Hill comes from its historic identity. Indeed, during the Seldjukid era, while Konya was the capital, the Saray (palace) was on the Alâeddin Hill. Around the hill many mosques, madrasas (Muslim theological schools), gonbads (mausoleums) and churches can be found. Its 20 metres height and the density of high trees around makes it an irreplaceable place regarding the image of the city. Mevlânâ Jalâluddîn Rûmî and his mausoleum are two of the most important symbols of Konya. But it’s the Alâeddin Hill that has a significant place in the perception of people who visited Konya. Notable places on the hill are as follows: Alâeddin mosque, the remains of Kilij Arslan II’s palace, Martyrs’ Memorial, wedding-ceremonial and conference hall, children’s park and parking area. The municipality has rearranged the hill because of restoration works. The officers’ club and souvenir shops have been demolished, pathways and tea gardens have been rearranged and the lighting has been renewed. In addition, a multitude of tulips can be seen at the Kibla (direction of Mecca) side of the mosque in spring. The Alâeddin mosque is a place of worship visited for both tourism and religious purpose. The conference hall is mostly used for cultural activities. Tea gardens and grass areas, trees, pathways and banks are located in the most colourful areas of the hill. Actual daily life experiences are observed in those places. They are highly animated areas where people from various age groups spend their time for relaxation, recreational activities, conversation and walking. People spend most of their free time in those places. While adults mostly spend time in tea gardens, youths from primary and high schools have fun in open spaces. People, who come to the Alâeddin Hill in order to spend their free time, mostly display similar daily routines. Teenagers and young adults eat and drink what they bought in groceries. They participate in activities such as games, parties and music playing or singing in small groups. These activities, which involve socialization, occur mostly within groups. Patterns of interactions with other people or groups are not observed. However, local or foreign tourists eating sunflower seeds and drinking soda can be seen. Even though this example is a marginal one, routines in urban spaces influence other people and contribute to Konya’s image and identity as a city.

İbrahim Nacak _____________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 235-252

252

KAYNAKÇA

Akın, Ufuk (2008). Kültür ve Mekân Etkileşimi: Beyoğlu Örneği. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Marmara Ü.

Arû, Kemal Ahmet (1998). Türk Kenti. İstanbul: Yapı-Endüstri Merkezi Yay. Aslanoğlu, Rana (1998). Kent, Kimlik ve Küreselleşme. Bursa: Asa Kitabevi. Aytaç, Ömer (2007). “Kent Mekânlarının Sosyo-Kültürel Coğrafyası”. Fırat Üniversitesi Sosyal

Bilimler Dergisi 17 (2) 199-226. Cerasi, Maurice M. (2001). Osmanlı Kenti/Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. ve 19. yy’larda Kent

Uygarlığı ve Mimarisi. çev. Aslı Ataöv. İstanbul: Yapı Kredi Yay. Deniz, Kadriye (2004). Konya’da Farklı Üç Kentsel Mekânda Kent Kimliği Üzerine Bir Araştırma.

Yüksek Lisans Tezi. Konya: Selçuk Ü. Gemici, Fatma Esra (2007). Gündelik Hayatın, Mekân Pratikleri ile İlişkisinde Yeni Kamusal

Alanların Yorumlanması: Alışveriş Merkezleri. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: İstanbul Teknik Ü.

Gökgür, Pelin (2008), Kentsel Mekânda Kamusal Alanın Yeri. İstanbul: Bağlam Yayıncılık. Gül, Muammer-Bayram, Atilla vd. (2003). Selçuklu’dan Günümüze Konya’nın Sosyo-Politik

Yapısı. Konya İl Emniyet Müdürlüğü Ar-ge Yayınları No: 1. Harvey, David (2003). Sosyal Adalet ve Şehir. İstanbul: Metis Yay. Işık, İ. Emre (2009). “Mekân ve Toplum”. Özneler, Durumlar ve Mekânlar. ed. İ.Emre Işık-

Yıldırım Şentürk. İstanbul: Bağlam Yayıncılık. Karatepe, Şükrü (2001). Kendini Kuran Şehir. İstanbul: İz Yayıncılık. Kılıçbay, Mehmet Ali (2000). Şehirler ve Kentler. Ankara: İmge Kitabevi. Lefebvre, Henri (1998). Modern Dünyada Gündelik Hayat. İstanbul: Metis Yay. Odabaşı, A. Sefa (1998). 20. Yüzyıl Başlarında Konya’nın Görünümü. Konya Valiliği İl Kültür

Müdürlüğü.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 29/05/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 23/10/2018

SEFAD, 2018 (40): 253-266 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515371

Prens Sabahaddin Düşüncesinin Türk Sosyal ve Siyasal Düşünce Tarihindeki Temsiliyeti: Liberalizm mi? Muhafazakârlık mı?∗

Dr. Öğr. Üyesi İlyas Sucu Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi

Sosyoloji Bölümü İ[email protected]

Öz Prens Sabahaddin ülkemizde sosyolojinin ilk ve önemli kurucularındandır. Onun İlm-i

İçtima’sı, Ziya Gökalp’ın İçtimaiyat’ı ile birlikte Türk sosyolojinde iki ana akım sosyoloji ekolünden biri olagelmiştir. Prens Sabahaddin ismi sosyolojinin yanı sıra aynı zamanda Türk siyasetinin de önemli isimlerinden biri olarak bilinmektedir. 1902’deki I. Jöntürk Kongresi’yle başlayan merkeziyetçiler ve adem-i merkeziyetçiler ayrımından bu yana, Prens Sabahaddin Türk siyasal düşünce hayatında liberal bir düşünce geleneğinin öncülerinden kabul edilmektedir. Merkeziyetçi/otoriter iktidar biçimleriyle olan siyasi mücadelesi göz önüne alındığında liberalizm içerisinde değerlendirilebilecek olan Prens Sabahaddin düşüncesi, müntesibi olduğu ‘Sosyal Bilim’ Ekolü’nün fikriyatı ile birlikte ele alındığında ise belirgin olarak muhafazakâr öğeler barındırmaktadır. Prens Sabahaddin’in ‘Sosyal Bilim’ anlayışının bizzat ideolojileri dışlayan tutumuna karşın, onun hem liberalizmin hem de muhafazakâr ideolojinin kimi öğretilerini ülkenin düşünce sistemine bilinçsizce de olsa taşıdığı ve bu bağlamda her iki ideoloji içerisinde de konumlandırılabileceği düşünülebilir.

Anahtar Kelimeler: Liberalizm, muhafazakârlık, Sosyal Bilim Ekolü, adem-i merkeziyet, teşebbüs-ü şahsi.

Representation of Prince Sabahaddin’s Ideas in Turkish Social and Political Thought: Liberalism or Conservatism?

Abstract Prince Sabahaddin is one of the first and most important founders of sociology in our

country. His İlm-i İçtima has become one of the two mainstream sociology schools in Turkish Sociology with Ziya Gökalp’s İçtimaiyat. Prens Sabahaddin’s name is known as one of the important names of Turkish policy as well as sociology. After the separation of centralists and centrists which began with the 1st Jöntürk Congress in 1902, Prens Sabahaddin was considered as one of the forerunners of liberal thought in Turkish political thought. While Prince Sabahaddin thought can be judged in liberalism in view of the political struggle with centralist/authoritarian forms of power, it has also considerably conservative elements when considered together with the idea of the 'Science Social' school of thought. In spite of Prince Sabahaddin's concept of "social science" that excludes ideologies itself, it can be thought that it unconsciously carried some teachings of both liberalism and conservative ideology in the system of thought of the country, and can be positioned in both ideologies in this context.

Keywords: Liberalism, conservatism, Science Social School, decentralization, private enterprise.

__________ ∗ Bu makale, Prof. Dr. H. Bayram Kaçmazoğlu danışmanlığında tamamlanan Türk Sosyoloji Tarihinde ‘Sosyal Bilim’ Ekolü başlıklı Doktora tezinden üretilmiştir.

İlyas Sucu _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 253-266

254

GİRİŞ

Prens Sabahaddin ülkemizde Türk sosyolojisinin olduğu kadar Türk siyasetinin de önemli isimlerinden biri olmuştur. Onu Türk siyasetinde bu kadar önemli kılan husus ise Prens Sabahaddin isminin, Türkiye’de liberalizmin öncüsü olarak genel kabul görmesidir. Bu makalede tartışmak istediğimiz ise tam olarak budur: Prens Sabahaddin iddia edildiği gibi Türkiye’de liberalizmin öncüsü müdür? Ya da karşıt görüşte olanların iddia ettikleri gibi tam aksine muhafazakâr düşüncenin mi temsilcisidir? Ayrıca Prens Sabahaddin kendi siyaset ve toplum tasavvurunu nasıl tanımlamıştır? Ya da onun sosyolojisini bir siyasal ideoloji altında ele almak, bir ideoloji şemsiyesi altına yerleştirmek mümkün müdür?

Prens Sabahaddin’in bir mektubunda (Ege 1977: 338) kendi düşüncesini dönemin tüm söylemlerinden uzak, bilimsel bir çerçeve içinde tanıttığını biliyoruz: “İşte muhafazakârlık, liberallik, demokratlık, sosyalistlik, teceddüt veya milliyetçilik gibi nazariyeler, hep ilmi tahlil yokluğundan veya zihinlere yerleşmiş bazı kanaatleri birer esaslı hakikat sayarak, onlardan istidlal yoluyla hükümler çıkarmak yanlış usulünden ileri geliyor. Fakat içtimai meselelerin İlm-i içtima ile tahliline girişilince açıkça görülüyor ki bütün bu etiketler, bu basmakalıp ünvanlar, hakikat halde hiçbir şey ifade etmiyor”. Bağlı bulunduğu ‘Sosyal Bilim’ (Science Social) Ekolü’nün bilimsel yönteminin tüm bu ideolojilerin üstünde konumlandırıldığı bu düşüncede Prens Sabahaddin, açıkça kendi sosyal/siyasal düşüncesine bir çerçeve çizilmesini kabul etmemiştir. Sadece Prens Sabahaddin değil Prens Sabahaddin’in sosyolojide takip ettiği Fransa menşeli ‘Sosyal Bilim’ Ekolü’nün kurucusu Frederic Le Play ve devamcıları olan düşünürler de, kendilerini, liberal ya da bir başka ideolojiyle tanımlamamışlar, aksine siyasi ideolojilerin bilimsel derinlikten yoksun ve öznel olduklarını düşündüklerinden, pozitivist bilgi kuramlarının etkisiyle kendilerini herhangi bir ideoloji ile bağdaştırmaktan çekinmişlerdir (Özavcı 2011: 143). Yine de bir siyaset ve toplum tipi tercihi ve savunusu olan ‘Sosyal Bilim’ Ekolü’nün ve Prens Sabahaddin’in düşünceleri, siyasal bir çerçeve içinde ele alınmıştır.

Bu makalede Prens Sabahaddin’in öğretisi, onun sosyolojik görüşleri ve siyasal faaliyetleri üzerinden değil1, bizatihi liberalizm ve muhafazakârlık ideolojileri çerçevesinden ele alınacaktır. Bu ele alışta öncelikle Prens Sabahaddin’in fikri kaynaklarına odaklanılacak, Le Play ile devamcıları olan ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürlerinin (Henri de Tourville, Edmond Demolins, Paul Descamps vd.) bu ideolojik kamplaşmadaki yerleri tespit edilecektir. İkinci olarak ise Prens Sabahaddin’in fikri kaynaklarından hareketle edindiği düşüncelerini, ülkenin sosyal ve siyasal düşünce bağlamına nasıl taşıdığı ve daha da önemlisi öğretisinin liberal ya da muhafazakâr nitelemesini hak edecek hangi iddia ve argümanlar taşıdığı tespit edilmeye çalışılacaktır.

Prens Sabahaddin’in Düşün Kaynakları Üzerine Bazı Tespitler

Prens Sabahaddin, ülkemizde genel kanı olarak liberalizmin taşıyıcısı ve savunucusu olarak görülmektedir. Acaba Prens Sabahaddin’e yakıştırılan bu liberal sıfat, kendisinin düşün kaynakları olan Le Play ve ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürleri2 için de söylenebilir mi?

__________ 1 Prens Sabahaddin’in sosyolojisi ve siyasal faaliyetleri çerçevesinde birçok çalışma mevcut olduğu için bu çalışmada benzer muhtevalı bir bölüme ihtiyaç duyulmamıştır. Konu ile ilgili olarak Türk Sosyoloji Tarihinde ‘Sosyal Bilim’ Ekolü başlıklı yayımlanmamış doktora tezimize bakılabilir. 2 ‘Sosyal Bilim’ Ekolü’nün kurucusu olan Frederic Le Play ile kendisinin takipçileri olan ve Sosyal Bilim Okulu diye adlandırdığımız ve içerisinde Henri de Tourville ve Edmond Demolins’in yer aldığı düşünürler arasındaki kimi düşünce farklılıklarının sağlıklı bir şekilde ayırdına varmak için metinde böyle bir ayırıma gidilmiştir.

_________________________________ Prens Sabahaddin Düşüncesinin Türk Sosyal ve Siyasal Düşünce Tarihindeki Temsiliyeti: Liberalizm mi? Muhafazakârlık mı?

SEFAD, 2018 (40): 253-266

255

Burada, bu konu ile ilgili mevcut tartışmalar ele alınarak hem Prens Sabahaddin’in düşün kaynaklarının hangi ideolojiden beslendikleri, hem Le Play ve ardıllarının farklılığı, hem de bir bütün olarak ‘Sosyal Bilim’ düşüncesinin savunuculuğunu üstlendiği sınıf ve değerler belirlenmeye çalışılacaktır.

Ekolün kurucu ismi Frederic Le Play, 19. yüzyılda Fransa’da meydana gelen toplumsal devrimler döngüsüne bir son vermek ve toplumu bir düzene kavuşturmak isteyen ve bunu da bilimsel bir temelde ele alan bir mühendis ve sosyologdur. Daha da ön plan çıkan özelliği ise sosyal reformcu kimliğidir. Dönemin en önemli sorunu olan işçi sorunu ve çözümü üzerine çalışan Le Play, geliştirdiği monografi tekniği ile özellikle dirlikli işçi ailelerinin özelliklerini belirleyerek hem işçi ailesini kayıtlamış ve yeni düzenin sahiplerine ve savunucularına problemin çözümü için işçi ailelerinin denetimi olanağını sunmuş; hem de dirlikli işçi ailelerini ön plana çıkararak problemin nedeni olarak gördüğü kararsız ailelere, yani bir düzeni ve dirliği olmayan işçi ailelerine yol göstermiştir. Fakat Le Play her ne kadar “sürüyü, yani işçi sınıfını şer kuvvetlerine, yani sosyalizme kaptırmak istemeyen”3 bir düşünür olsa da o, toplumun bu bunalımından sanayileşmeyi, kapitalist endüstriyi sorumlu tutmuştur. Ona göre kapitalist endüstri ile birlikte eski düzen ve toplumsal bağlılıklar ortadan kalkmış, toplumsal otoriteler kaybolmuştur. Yeni düzenle birlikte işçi problemleri, toplumsal bunalım halini almış ve siyasi istikrarsızlık baş göstermiştir.

Le Play tüm bu olanlar karşısında Fransa’da toplumu kontrol altında tutmak için aile merkezli bir anlayışla düzenin sürdürülmesini istemiştir. Eski düzenin değerlerinin, kurumlarının, sosyal yapısının muhafazasından yana olan Le Play, değişimi/yeni düzeni rasyonalist bakış açısıyla kaçınılmaz gören fakat toplumsal özellik ve değerlerin aniden değil, peyderpey, yavaş yavaş değişmesini arzulayan bir muhafazakârdır. İngiliz evrimci düşüncesi de Le Play’in bu tavrını desteklediğinden dolayı, yani devrimci değişime karşı evrimci bir anlayış getirdiğinden dolayı, Le Play’in Anglo-Sakson övgüsü daha iyi anlaşılabilir (Kaçmazoğlu 2012: 163). Bu temel felsefeden ve reformist bir tutumdan hareket eden Le Play, hem alternatifsiz olduğunu gördüğü yeni düzenin devamını sağlayacak hem de eski düzenin kurumlarını ve değerlerini sürdürecek bir sentez gerçekleştirir. Bunu da aile üzerinden yapmak ister. Le Play’in Avrupa İşçileri adlı eseri bunun en bariz örneğidir. Burada Le Play, ataerkil otorite ile bireysel özgürlük arasında bir denge bulmaya çabalamıştır. Tüm bu çabaları ve bu çabasına yol gösteren ilkeler göz önüne alındığında Le Play’in liberal düşünceden ziyade muhafazakâr ideolojiye yakınlığı açıkça görülecektir.

“Muhafazakârlığın sosyolog havarisi” olarak tanımlanan Robert Nisbet’e göre gerçek bilimsel sosyoloji alanında, alan verilerinin tespitinde, tasnifinde ve tümdengelim–tümevarımcı kullanımında Auguste Comte’dan daha büyük bir kişi olarak Le Play, kendini muhafazakârlara adamış bir sosyologdur. Le Play’i “kral taraftarı, Katolik ve aileye, özellikle de orta gruptan ayrılamayan kök tipi bir aileye derinden bağlı” olarak tanımlayan Nisbet, ayrıca Sainte-Beuve’nin, Le Play’i “yeni doğmuş bir Bonald”, “ilerlemeci” ve “bilimsel” olarak nitelemesini ise yerinde bir tespit olarak değerlendirmiştir (Nispet 2007: 143).

Bir başka eserinde (2002: 121-122) yine Le Play’in muhafazakârlığından kuşku duyulamayacağını belirten Nisbet, Le Play’in çok sayıda okur bulan dev eseri Avrupa İşçileri’nin sonuçlarından oluşan yapıtı Fransa’da Sosyal Reform’un, sosyolojik bir klasik kadar

__________ 3 Tırnak içi ifade Cemil Meriç’ten iktibas edilmiştir.

İlyas Sucu _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 253-266

256

muhafazakâr olduğunu iddia etmiştir. Ona göre Le Play’in önerilerinde, Bonald’ın daha önceki önerilerindeki gibi, kuvvetli özerk bir kilise; istikrarlı, köklü bir aile; boşanmanın kaldırılması; belirgin bir yönetsel adem-i merkeziyetçilik; yerellik ile feodalizmin bir birleşimi; merkezi siyasal iktidarın tüm toplumsal örgütlenme alanlarından geri çekilmesi; ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarda ferdiyetçiliğin en aza indirilmesi üzerinde sıkı sıkıya durulmaktadır. Ayrıca Ortaçağ hayranlığı konusunda seleflerinden daha ilerde olduğunu söylediği Le Play’in hakiki feodalizm ile onun monarşik antik rejimi altındaki yozlaşmış hali arasında bir ayrım yaptığını da ekler. Açıkça görüleceği üzere Le Play, Fransız Devrimi sonrası muhafazakâr düşüncenin önemli isimlerindendir. Onu diğerlerinden farklı kılan ise hem düşüncelerini bilimsel bir zemin üzerinde ele almasıdır hem de İngiliz toplum ve siyaset hayranlığı ve önerisidir. Fransız jakobenlerinin devrimle birlikte sadece bir siyasal rejimi değil onu çağrıştıracak her şeyi ama her şeyi yıkma girişimleri, tarih/gelenek saldırganlıkları; fakat buna karşın İngiliz toplumunda görece muhafazakârlarla liberallerin ortaklığı, bu toplum tipini Le Play nazarında dikkate değer kılmış görünmektedir.

Yine E. Healy (1947: 110)’in belirttiğine göre Le Play, birçok sosyoloji disiplinine kaynaklık etmesine rağmen Amerikalı sosyologlar tarafından onun yöntem ve tekniğinin yine onun referansıyla kullanılıp kullanılamayacağı tartışılmış ve çok az Amerikalı sosyolog tarafından kullanılmıştır. Bunun nedeni ise ona göre Le Play’in düşün sisteminde; liberal bir ekonomiden ziyade hamiliğin olması, bireysellikten ziyade dayanışmanın, materyalden ziyade maneviyatın üstünlüğü, tarihin konjonktürel yorumlanması, sosyal reform olarak sosyal bilimlere normatif yaklaşılması, şehir hayatının birçok ahlaksızlığın sebebi olarak gösterilmesi, özellikle de kültüre karşı ailenin toplumun temel taşı olarak görülmesi ve bilgeliğin üstün olması gibi Fransız ve muhafazakâr bir bakış açısına sıkı sıkıya bağlı kalması gibi öğelerin yer almış olmasıdır. Sayılan tüm bu nedenlerden dolayı Le Play kesinlikle bir liberal olarak tanımlanamaz; fakat hem kendisinin İngiliz evrimci düşüncesine yakınlığından ve İngiliz toplum/siyaset hayranlığından hem de kendisinin içinde yer aldığı muhafazakâr düşüncenin, liberal düşünceyle özellikle özel mülkiyet ve devletin ekonomiye müdahale etmemesi fikirlerinde ortak bir anlayışın savunusu içindeymiş gibi algılanmalarından dolayı, yanlış bazı yorumlara da rastlamak mümkün olmuştur. Benzer yorumlara ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürleri ve Prens Sabahaddin için de rastlanmaktadır.

‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürleri (Le Play devamcıları), Le Play’den farklı olarak aileyi değil bireyi merkeze alan bir anlayışa sahiplerdir. Le Play’in aile sınıflandırmasını detaylandıran okul düşünürleri, Le Play’deki gibi ailenin devamını sağlayan çocuğun değil, aileden ayrılan ve bir daha dönmeyen, kendi kişisel çabalarıyla hayatla mücadele eden çocuğun övgüsünü yapmışlardır. ‘Sosyal Bilim’ Okulu’nun bireyci ailesi, Le Play’in kök ailesine benzetilebilir fakat bireyci ailelerin dayanak noktaları kök ailede olduğu gibi aile değil kendileri olan, kendi işlerinin bağımsızca altından kalkabilen bireylerdir. Evin konumu da burada farklılaşır. Le Play’de ev ahlaki bir merkezdir, geleneksel/otoriter bir eğitimin verildiği yerdir. Çocukların dini eğitiminin dahi baba tarafından verildiği bu evde baba, Tanrıdan sonra itaat edilecek ikinci otoritedir. Aslolan itaat ve mülkiyetin devamıdır. Bu açıdan evin maddi bir merkezilik konumu da vardır. ‘Sosyal Bilim’ Okulu’nda ise ev, çocukların kişisel girişkenlik üzerine eğitim aldıkları bir merkezdir. Ev burada yine ahlaki bir merkezdir fakat bu defa maddiyattan sıyrılmış, geleneksel aile kurumu ilişkilerinden arınmış, sadece bireyci bir felsefeyle çocukların eğitildikleri bir konumdadır. Le Play ve ‘Sosyal Bilim’ Okulu arasındaki en büyük farklılıklardan biri budur (Rousiers-Rogers 1894:

_________________________________ Prens Sabahaddin Düşüncesinin Türk Sosyal ve Siyasal Düşünce Tarihindeki Temsiliyeti: Liberalizm mi? Muhafazakârlık mı?

SEFAD, 2018 (40): 253-266

257

128–154.). Bu farklılığa rağmen ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürlerinde de Anglo-Sakson övgüsü barizdir. Le Play, Anglo-Saksonların muhafazakâr ve otoriter/özel mülkiyetçi özelliklerini kendi tezi için ön plana çıkarırken ‘Sosyal Bilim’ Okulu ise Anglo-Saksonların hususiyetçi yapılarını, kişisel girişkenliğe dayalı ev ve eğitim anlayışlarını ve merkez dışı yönetim anlayışlarını ön plana çıkarır.

Burada iki yargı üzerinde duracağız ve bunları temellendirmeye çalışacağız: İlki, Le Play düşüncesinin muhafazakâr ideoloji, ‘Sosyal Bilim’ Okulu’nun liberal ideoloji içerisinde sınıflandırılabileceğidir. İkincisi ise hem Le Play hem de ‘Sosyal Bilim’ Okulu’nun kimi farklılıklarına rağmen her ikisinin de muhafazakâr ideoloji içerisinde yer aldığıdır.

Le Play’in düşüncesinin muhafazakârlığı ile ilgili bir ihtilaf söz konusu değildir. Le Play, 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da muhafazakâr ideolojiyi canlandırmaya çalışan bir düşünür olarak tanımlanır. Aydınlanma karşıtıdır, temel tasası toplumu kapitalist modernliğin olumsuz etkilerine karşı korumaktır. Fakat bunu bilimsel-ilerlemeci bir anlayış içerisinde yapmaya çalışması, Le Play’i muhafazakâr düşünürlerden farklılaştırmıştır (Durukan 2009: 143-155). Çünkü Le Play’in deneysel araştırmaya bağlılığı, onu muhafazakârlar tarafından kabul edilemeyecek bulgulara götürmüştür. Le Play, toplumun uzun vadedeki refahını, o toplumu oluşturan ailelerin ekonomik güçlerine bağlar. Bu sayede bireyler arası dayanışmanın arttığını ve ayakta kalabilen elitlerin, çevrelerindeki işçi ve köylülerin sorunlarıyla da ilgilendiğini belirten Le Play, sanayi devriminin getirdiği sosyal değişimin yakın bir tanığı olarak, kapitalizmin rasyonel ve hedonistik bireyciliğini ise reddeder. Onun temel savunusu ise toplumsal hiyerarşi ile istikrardır. Eserlerinde Edmund Burke, Louis de Bonald gibi muhafazakâr isimlerden alıntılar yapan Le Play, bu düşünürler gibi grubun bireyden önce geldiği ve toplumun bireyler toplamı değil kendi başına bir gerçeklik olduğunu savunur. Yine hızlı endüstrileşme ve merkezileşmenin yıkıcı etkilerine karşı, toplumsal dokunun birleştirici unsuru olarak dini değil, kök aileden gelecek ahlak anlayışını savunmuştur (Özavcı 2007: 237). Görüleceği gibi her ne kadar Le Play düşüncesinde muhafazakâr fikirlere karşı bir takım düşünceler (bilimse bir yöntem kullanması, bilimsel olmayan bulguları kabul etmeme, mülkiyetin geçişi konusunda farklılık, sanayileşmeyi topyekûn reddetmemesi, ilerlemeye inanması vb.) olsa da Le Play, muhafazakâr ideolojiyi canlandırmaya çalışan bir düşünürdür.

Diğer yandan ‘Sosyal Bilim’ Okulu birinci yargıya göre değerlendirildiğinde liberal bir öğretiye sahiptir. Çünkü okulun en temel görüşüne göre birey, aileden üstündür ve hatta birey devlet karşısında da üstündür. Bu durumun en bariz görüldüğü yerler ise İngilizce konuşulan ülkelerle İskandinavya’dır. Okulun aileden ziyade bireyi öne çıkarmasının sebeplerinden biri, yine işçiler ile işçi sorunlarıdır. Le Play bu sorunu aileyi merkeze alarak ve eski düzenin değerlerini sürdürerek çözmek istemişti. ‘Sosyal Bilim’ Okulu’nda Le Play’in düşüncesi değişikliğe uğrar. Artık işçiler değişimden korunmak yerine bizzat değişime entegre edilmek istenmektedir. Özavcı (2007: 247)’nın okulun düşünürlerinden Paul de Rousiers’ten aktardığına göre işçilerin ahlaki, ekonomik ve siyasal gelişimleri bu okul düşünürlerine göre bir zorunluluktur. Rousiers, İngiltere’de işçilerin gelişimi için dört aracın varlığından söz etmiş bu dört aracı da; “ticaret ve sanayinin geliştirilmesi, işverenlerin şahsi girişimlerinin teşvik edilmesi, devlet müdahalesinin sınırlandırılması ve son olarak ta İngiliz karakterinin aşılanması” olarak saymıştır. Bu dört araç, günümüzde de liberal öğretinin araçları olarak karşımızdadır.

İlyas Sucu _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 253-266

258

Burada ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürlerinin evi algılayışlarındaki farklılıklar ile çocuk eğitiminin dayanak noktasının gelenekten bireye, aileden kişisel bağımsızlığa, mülkiyetin korunmasından bağımsız mülkiyetler kurmaya kadar nasıl değiştirdikleri göz önüne alındığında Le Play-‘Sosyal Bilim’ farklılığı açıkça görülecektir. Ünlü eseri “Anglo-Saksonların Üstünlüklerinin Sebepleri Nelerdir?”de Demolins (Tarihsiz: 180-201), daha önce bir mülkiyet sahibi olmayıp da kişisel girişkenlikleri ile toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarına hızla çıkan bireylerle ilgili birçok örnek verir.

Tartışma tam da bu noktada çıkar. Acaba Le Play gibi ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürleri de muhafazakâr ideolojinin savunucuları mıdır; eski, yani feodal düzenin toplumsal yapısının sürdürülmesini isteyen bir düşün sistemine mi sahiplerdir? Kansu (2009a: 156-165)’ya göre bu sorunun cevabı evettir. O, özellikle okulun ve ülkemizde de Prens Sabahaddin’in toplum anlayışının temel kavramları olan adem-i merkeziyet ve teşebbüs-ü şahsinin liberal bir toplumun savunusu için değil feodal bir toplumun savunusuna hizmet ettikleri görüşündedir. Kansu’ya göre özellikle Demolins ve Tourville’in ve ‘Sosyal Bilim’ çevresinin önemli kavramlarından biri olan adem-i merkeziyetle kastettikleri, esasen 1789 Devrimi öncesi Fransa’da var olduğu iddia edilen siyasal ve sosyal düzendir. Onlar açısından adem-i merkeziyetçilik, yüceltilmiş bir feodal düzeni temsil eder. Feodal düzende var olan siyasal, sosyal ve ekonomik yapı parçalanmış bir haldedir; aristokrasi ise toprakları üzerinde her türlü tasarrufa sahip olarak geleneksel devletin kontrol mekanizması dışındadır. Dolayısıyla bu toplumsal yapı, adem-i merkeziyetçi bir yapıdır ve bu yapıda aristokrasi, devlet ile tebaa arasında bir uzlaşma aracı ve mutlakıyetçiliği dengeleyen bir unsurdur. Tourville (2013: 165-194)’in daha sonra kitaplaştırdığı La Science Sociale dergisindeki makaleleri incelendiğinde bu durum daha çok netlik kazanabilir. Çünkü, Anglo-Sakson tipi toplumun hayali soy kütüğünün anlatıldığı bu makalelerde Tourville, özellikle feodal döneme yoğunlaşmakta ve bu dönemi kişisel özgürlüklerin en fazla olduğu dönem olarak nitelendirmektedir. İngiltere övgüsü de buradan ileri gelmektedir. İngiltere 19. yüzyılda bir taraftan modernleşmiş bir toplum ve endüstrileşmede en önde olan ülke iken diğer taraftan da eski düzeni tamamen ortadan kaldırmamış bir ülke olarak görülmektedir. Burada aristokrasinin hem ekonomik ve sosyal, hem de siyasal hayatta hâlâ belirleyici bir rol oynadığı görülür.

‘Sosyal Bilim’ Okulu’nun bireyci ailenin bayraktarlığını yaptığını belirtmiştik. Bireyci aile ise Le Play’in kök ailesinden evi terk edip, kendisine yeni hayat alanları açan bireyleri tanımlıyordu. İşte Kansu (2009a: 161), okulun, özelikle de Demolins’in, 19. yüzyılın sonunda aristokratlara, kendilerine yeni yaşam alanları yaratmalarını ve sömürgelere yerleşerek Fransa’ya bu yolla hizmet etmelerini önermektedir. Yani Kansu’ya göre liberal bir öğeymiş gibi görünen bireyci aileden kasıt budur. Kansu, gerek Le Play gerekse de ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürlerinin bahsettikleri ikinci ana kavram olan özel girişimciliğin ise yalnızca aristokratlar elindeki büyük toprak işletmeciliğini kapsadığını iddia eder. Ona göre hem ticaret hayatı hem de gelişmiş fabrika üretimi, varolan ve toprağa dayalı hiyerarşik yapıyı kapitalist ilişkileri yaygınlaştırarak bozduğu için, bu düşünürlerce kötülenmiştir.

Özavcı (2007: 254-256) ise ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürleri ile ilgili olarak söylenen bu aşırı-muhafazakâr nitelendirmeye karşı olarak, bu tanımlamanın Le Play için kısmen söylenebilse de okul için söylenemeyeceğini ifade eder. Ona göre ‘Sosyal Bilim’ Okulu’nun sorunsalı toplumun üretkenliğiyken, sanayi ekonomisinden rahatsızlık duymaları çelişik bir görüntü olacaktır. Ayrıca Demolins ve Tourville’in öğretileri kapitalist düzenle ön plana

_________________________________ Prens Sabahaddin Düşüncesinin Türk Sosyal ve Siyasal Düşünce Tarihindeki Temsiliyeti: Liberalizm mi? Muhafazakârlık mı?

SEFAD, 2018 (40): 253-266

259

çıkan bir tür bireyciliğe vurgu yapmaktadır. Yani Le Play’deki aile vurgusu, yerini bireye bırakmıştır. Yine Le Play’de görülen kapitalist sistemin geleneksel anlayışa göre yapılanması, yerini anlayışın yeni sosyal düzene göre yeniden ele alınmasına bırakmıştır. Özavcı’ya göre ‘Sosyal Bilim’ Okulu’nun hedefi ve yöntemi, 1789 Devrimi öncesi var olduğu iddia edilen sosyal ve siyasal düzene geri dönüş değil; toplumsal değişimin yönüne paralel, yeni düzen içinde Amerika ve İngiltere’de örnekleri görülen, kendi değerlerine hâkim olarak yükselmeyi başarmış bireyler yetiştirecek bir organizasyon sağlamaktır. Yani doktrin bilimsel bir metottan hareket ederek, kapitalizme adaptasyonu hızlandıracak bir formülasyon peşindedir.

‘Sosyal Bilim’ Ekolü’nün bir bütün olarak –gerek Le Play’in gerekse de ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürlerinin– elitist bir tutum sergilemiş olmaları, ekolün muhafazakâr eğilimini güçlendiren bir diğer öğe olarak düşünülebilir. Le Play’in sosyolojisinde önemli kavram ve olgulardan biri otoritedir. Le Play, toplumsal kargaşa içindeki Fransa’nın bu durumdan kurtulması için Tanrı’ya ve baba otoritesine bağlılığı önermektedir. Hatta baba, çocuklarının dini eğitimlerinden sorumludur. Le Play, bu hususun kilisenin değil, babanın sorumluluğunda olduğunu düşünmektedir. Evdeki otoritenin iş hayatındaki eş değeri ise işverendir. Le Play, muhafazakâr bir düşün sisteminin savunuculuğunu üstlendiğinden, kapitalist yeni düzendeki işverenin rolünün de feodal dönemdeki aristokratın rolü gibi olmasını ister. Zaten Le Play, özelde Fransa genelde de Avrupa’nın içinde olduğu toplumsal buhranın bir nedeni olarak da toplumdaki elitlerin görevlerini yerine getirmemeleri olduğu görüşündedir. Geleneksel, yani feodal dönemde bireyin bağlılıkları vardır. Bunlar dini bağlılıklar ve dünyevi bağlılıklardır. Tanrıya, kiliseye bağlılık dini bağlılıktır, bir soyluya bağlılık ise dünyevi bir bağlılıktır. Yeni düzen her iki bağlılık türünü de yok edince, toplumsal bunalımlar da kaçınılmaz olmuştur Le Play’e göre. İşte Le Play’in bilimsel bir zemin üzerinde yapmaya çabaladığı sosyal reform da, bireyin bağlılıklarını yeni düzen çerçevesinde yeniden oluşturmaktır. Ancak bu sayede toplumsal bunalımlara bir son verilebilir.

Le Play feodal düzenin ve ataerkil aile yapılanmasının devamını dilese de günün koşullarında bunun mümkün olmadığını görmüş ve yeni düzenin sahiplerine toplumsal değişim/dönüşümün daha yavaş ilerlemesi ve bu değişim/dönüşümün toplumsal bunalımlara yol açmadan nasıl atlatılacağı hususunda çözümler önermiştir. Onun temel düşüncesi devrimci bir toplum anlayışından ziyade eski düzenin sahiplerini ve dini de ihmal etmeyecek fakat yeni düzenin de varlığını ve gelişmesini sarsmayacak bir düşüncedir. Bu ise İngiliz evrimciliği düşüncesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla Le Play, evde babanın işte ise işverenin otoritesini sağlamak, bireylerin ise toplumsal sorumluluklar alacak bir tarzda yetiştirilmelerini istemektedir. Yani Le Play düşüncesinde toplumsal problemlerin üstesinden öncelikle, ülkedeki elitlerin, gelişen yeni sosyal ve ekonomik düzen karşısında ayakta durabilecek şekilde eğitilmeleri ve onların diğer sınıfların sorunlarını gözetmeleri ile gelinebilir. Demolins (Tarihsiz: 195)’e göre bu husus, yani elitlerin toplumsal sorumluluk alacak tarzda yetiştirilmeleri ve bu sorumlulukları alarak diğer sınıfları gözetmeleri, aslında İngiltere ve Amerika’da elitler tarafından bilinçsiz bir şekilde yapılmaktadır. Fransa’nın yapması gereken ise bu örnekten hareketle ve bilimsel kaynakların yardımıyla bu işin bilinçli bir şekilde yapılmasıdır.

Le Play’den sonra ise ekolün bu elitist yönetim anlayışı daha çok görünür olmuştur. Bunlardan ilki şahsi teşebbüs fikridir. Okulun ve daha sonra Prens Sabahaddin’in de temel

İlyas Sucu _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 253-266

260

düşüncesinden birini oluşturacak bu şahsi teşebbüs fikri, özünde elitist bir motif taşır. Bu söylem ile hükümetin yerine, tarımsal bölgelerde geniş toprak sahiplerinden, sanayi bölgelerinde de sermaye sahipleri ve işverenlerden kendi refah ve gelişimleri kadar, onlarla çalışan işçi ve köylülerin de refah ve gelişimlerini gözetmeleri beklenmektedir. Bu elitlerin görevi, gözetimlerindeki gruplara hizmet etmek; onların sağlıkları, iş durumları ve sorunlarıyla da ilgilenmektir. Çünkü varlıklarını sürdürmeleri verdikleri hizmete bağlı olarak değişecektir (Özavcı 2007: 253). Bu bağlılık, yani işverenlerle işçinin yeni düzendeki bu bağlılığı, Le Play’in önerdiği (Zimmerman 1964: 17-19) devamlı-ihtiyari işçi-işveren münasebetini yansıtır. Bu sistem ise feodal sistem olan devamlı-mükellefiyetli sistem ile kapitalist sistemde olan geçici sistemin bir ara formülüdür.

İşte burada temel sorun bu elitlerin nasıl yetiştirileceği sorunudur. Le Play ve ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürleri tüm çabalarını bu konu üzerinde yoğunlaştırmışlar ve monografilerle sorunu, yani Fransa’nın kararsız aile ile kamucu toplum yapısına sahip olduklarını tespit ettikten sonra çözüme odaklanmışlardır. Çözüm ise bireyci toplum örneğinin biricikliğini sergileyen Anglo-Sakson toplumların modelliğinde gerçekleşecektir. Şimdi yapılması gereken, Fransız bireylerini, bu sisteme göre eğitmektir. İşte Demolins’in Ecole des Roches’i (Kayalar Okulu)4, bu temel saiklerle kurulmuştur. Yani Demolins özelinde ‘Sosyal Bilim’ Okulu üyeleri, bir süre sonra dikkatlerini tahlilden eğitime çevirmişler ve yeni düzene entegre olacak bireyler yetiştirmeye önem vermişlerdir.

Sonuç olarak adem-i merkeziyetçi yönetim, laissez-faire, asgari devlet, kişisel girişkenlik gibi özellikler muhafazakâr ideolojinin olduğu kadar liberal ideolojinin de argümanlarıdır. Hatta liberal düşüncede merkezi ve güçlü devletle tekelci bir sermaye mantığı daha çok ön plandadır. Dolayısıyla şimdilerde liberal düşüncenin argümanları olarak okunan kimi özellikler aslında muhafazakâr bir düşün sisteminin temel yapı taşlarındandır. Bu bakış açısından Le Play kadar ‘Sosyal Bilim’ Okulu düşünürleri de muhafazakârlardır denilebilir. Fakat defaten denildiği gibi kimi ortak anlayış ve argümanlar, farklı yorumlara ve sınıflandırmalara neden olmaktadır. Burada bilinmesi gereken en önemli husus, okulun birey anlayışının liberal bir öğretiden beslenmediği, bilakis Le Play düşüncesinin ardılları tarafından açılımlanması, farklı yorumlanması sonucu ortaya çıktığı ve bu bireyci düşüncenin asıl kaynağının liberal öğreti değil İngiliz muhafazar/evrimci anlayışına dayandığıdır.

Liberalizm-Muhafazakârlık Karşıtlığında Prens Sabahaddin

Eğer liberalizmin evrensel, bir anlamıyla katı bir tanımından yola çıkılırsa, Prens Sabahaddin’i liberal olarak tanımlamak güçtür. Çünkü Prens Sabahaddin, Anglo-Sakson modelini, Demolins aracılığıyla endirekt öğrenmiştir. Dolayısıyla Anglo-Sakson liberalizminin kurucuları olan John Locke, David Hume, Adam Smith, Jeremy Bentham ve John Stuart Mill5, onun eserlerinde kendine yer bulamamıştır (Durukan 2009: 154). Yine Prens Sabahaddin, düşünürlere olduğu gibi Batı’da yerleşik siyasal/sosyal teorilere de __________ 4 Demolins ekol içerisinde sadece teorik bir çabayla yetinmemiş, kamucu toplum yapısından bireyci toplum yapısına dönüştürmeyi amaçladığı Fransız toplumu için bir örnek eğitim kurumu da açmıştır: Ecole des Roches (Kayalar Okulu). Bu okul Demolins’in İngiltere ziyaretinde gezdiği ve hayran olduğu bazı İngiliz özel okullarının Fransız modelidir. Bu okullarda teorik eğitimin yanı sıra aynı zamanda birçok alanda el becerilerine dayalı uygulamalı eğitimler de verilmekte; öğrencilerin, zihinsel gelişimlerinin yanı sıra bedensel ve kişilik gelişimleri de dikkate alınmaktadır. 5 Prens Sabahaddin’in tüm eserleri içerisinde sadece John Stuart Mill’in, o da sadece bir defa, Yedinci Mektup’ta ismi geçmiştir.

_________________________________ Prens Sabahaddin Düşüncesinin Türk Sosyal ve Siyasal Düşünce Tarihindeki Temsiliyeti: Liberalizm mi? Muhafazakârlık mı?

SEFAD, 2018 (40): 253-266

261

kayıtsız kalmıştır. Endüstriyel üretim, işçi sınıfı, fabrika, sosyalizm gibi birçok mesele, Sabahaddin’in ilgi alanının dışında yer almışlardır. Diğer yandan liberalizm, kapitalizmin oluşumuyla ve kapitalist sistemin sürdürülmesiyle bağlantılı bir sistemdir. Bu açıdan liberalizm, bir burjuva ideolojisidir. Prens Sabahaddin’in görüşlerini ortaya koyduğu ilk dönem, yani II. Meşrutiyet öncesi düşünüldüğünde, imparatorluğun kapitalist bir evrede olduğu ya da bir ideolojiye kaynaklık edebilecek çapta bir burjuvanın varlığı söz konusu değildir. Bu durumda bir düşünce çizgisinin varlığı da beklenemez. Dolayısıyla liberalizmin kurucularıyla bir bağı olmayan Prens Sabahaddin’in, ülke içinde de liberalizme kaynaklık edecek bir toplumsal taban6 ve devralabileceği bir liberal düşünce geleneği de yoktur.7

Buna karşın liberalizmin daha gevşek bir tanımından yola çıkıldığında ya da “bir tek değil, tarihsel şartlar ve ulusal yörüngelerin etkisinde şekillenen birden fazla liberalizmin olduğu” görüşü kabul edildiğinde ise Prens Sabahaddin’i ve düşüncesini liberal olarak tanımlamak kolaylaşacaktır. “Liberalizm; kapitalist gelişim, ticaret ruhu ve güçlü bir burjuva anlayışının meyvesi olarak görüldüğünden bu üç öğenin yokluğunda liberalizm de olmayacaktır” görüşünün terk edildiği ve Batı dışı toplumların henüz kapitalist gelişmenin ilk aşamasındayken de liberal ideolojiyi kendi toplum şartlarına göre yaşayabildikleri (Özavcı 2011: 138) örneğinin sergilendiği bir dönemde, Prens Sabahaddin’in görüşlerini, liberalizm içinde ele almak zor olmamıştır.

Prens Sabahaddin’in –liberalizmin de en önemli argümanı olan– her türlü mutlakiyetçiliğe karşı oluşu, bireye verdiği özel önem, bireysel girişkenliği toplumsal gelişim için şart koşması, özel mülkiyeti desteklemesi ve siyasal iktidarın adem-i merkeziyetçi olması gerektiği düşüncesi ele alındığında, kendisinin neden ülkemizde liberal düşüncesinin savunucuları arasında sayıldığı anlaşılacaktır. Şükrü Hanioğlu (2011)’nun haklı bir tespitiyle, Türkiye’de liberal düşüncenin kökenlerinin liberal felsefeden ziyade otoriter ideolojiye karşı çıkma anlayışında aramak gerekir. Ona göre varlığını sorgulamadan kabullendiğimiz liberal gelenek, aslında otoriter, tek tipçi, her alanda iyinin ne olduğuna karar verme tekelini elinde tutmak isteyen bir ideolojinin eleştirisinden başka bir şey değildir. Bu açıdan ülkemizde liberal düşüncenin bir geleneği ve felsefesi değil siyasal bir duruşu ve bu duruşun bir tarihinden bahsedilebilir. Prens Sabahaddin hem İttihat ve Terakki ile birlikte mutlakıyet rejimine hem de daha sonra İttihat ve Terakki’nin otoriter ve merkeziyetçi devlet anlayışına karşı bu duruşu sergilemiştir.

Burada açıklığa kavuşturulması gereken bazı hususlar vardır. Öncelikle Türk siyasal hayatında bir yorum geleneği olarak İttihat ve Terakki ile siyasi karşıtları –ki en bilineni Prens Sabahaddin’dir– arasında bir merkeziyetçi–adem-i merkeziyetçi karşıtlığında eşleştirilen liberal-anti liberal dikotomisi vardır. İttihat Terakki ile başlayan ve Cumhuriyet

__________ 6 Prens Sabahaddin kurucusu olduğu Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin, örgütsel anlamda merkeziyetçiliğe karşı yerelciliğin, padişah ve kul-bürokratlarına karşı politik ve ekonomik talepleri yükselen eşraf-ayan, şeyh, tüccar, azınlık gibi çeşitli sosyal sınıfların etnik, siyasi ve sınıfsal çıkarlarını temsil ettiği yönünde güçlü bir kanı olmakla birlikte askeri okullarda da kabul görmesi, aslında hem İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hem de Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin tabanlarının çok net ayrışmadığının (Reyhan 2008: 21. 119) bir işareti olarak da okunabilir. 7 Tanzimat sonrası dönemde özellikle ekonomi alanında bazı liberal düşüncelerin tartışıldığı ve Namık Kemal, Ohannes Efendi ile Mehmet Cavit gibi isimlerin liberal düşünce alanındaki öncülükleri dillendirilebilir. Fakat 1860 sonrasına tekabül eden bu tartışmaların, Prens Sabahaddin için bir liberal gelenek oluşturması mümkün değildir. Kaldı ki ülkemizdeki kimi liberal yazınlar içinde Prens Sabahaddin adı anılmamaktadır. Örneğin Tevfik Çavdar’ın Türkiye’de Liberalizm (1860–1990) başlıklı eserinde Prens Sabahaddin ismi geçmemektedir.

İlyas Sucu _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 253-266

262

Halk Fırkası ile devam eden bu merkeziyetçi anlayışın karşısında ise Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti ile başlayan, Ahrar Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka ve Demokrat Parti’yle devam eden bir liberal çizgiden bahsedilir. Bu karşıtlığın söylemlerini tartışmak niyetinde değiliz. Fakat bilinmesi gereken husus, 1908’de Meşrutiyet’in ilanını sağlayan ve daha sonra I. Dünya Savaşı sonuna kadar imparatorluğu yöneten İttihatçı kadroların, ülkede, özelikle de ekonomi alanında ciddi bir liberal politika uyguladıklarının aşikar olduğudur.8 Sadece politik düzlemde değil liberal bir düşünce geleneğinin oluşmasına da kaynaklık eden İttihat ve Terakki iktidarı için, Mehmet Cavit Bey örneği tek başına yeterlidir. İttihat ve Terakki’nin İktisat Nazırı olan Cavit Bey, aynı zamanda Sakızlı Ohannes Efendi ve özellikle Ulum-u İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası yazarı Ahmet Şuayip’ten sonra en önemli liberal düşünürdür.9

O halde Prens Sabahaddin ve sosyolojisini ya da destek verdiği siyasal oluşumları İttihat ve Terakki karşısında liberal bir çizgiye oturtan hususiyet nedir? Öncelikle siyasal bir ayrışma, tabii olarak fikri bir karşıtlığı da beraberinde getirmiştir. İkinci olarak liberal felsefeden etkilenmek yerine Prens Sabahaddin’in İngiliz toplum/siyaset modeli hayranlığı, İngiliz liberalizminin bazı unsurlarını fark etmeden düşüncesinde yer vermesine yol açmıştır. Özellikle Özavcı (2011: 159)’nın belirttiği gibi Prens Sabahaddin’in liberalliğinin siyasal bir ideolojiyi kanıksamasından çok, onun ithal edilmiş birçok fikrinin bazı Viktorya dönemi liberallerinin liberalizm anlayışları ile örtüşmesine dayandığını ve Sabahaddin’in büyük ihtimalle bilinçsiz bir şekilde Ortodoks liberal anlatının bazı öğretilerini Türkiye bağlamına taşıdığını belirtmek gerekir. Sabahaddin’in İngilizlere, Anglo-Sakson toplumlara duyduğu hayranlığı liberalizme duyulan hayranlık gibi algılamak bizi, Prens Sabahaddin sosyolojisiyle birlikte tüm ‘Sosyal Bilim’ ekolü düşünürlerini ve Le Play’i, liberal felsefenin içinde değerlendirme yanlışlığına götürebilir. Üçüncüsü Prens Sabahaddin’in İttihat ve Terakki düşünürlerine göre daha çok halka güveniyor olmasıdır. İttihat ve Terakki düşünürleri sosyal köken itibariyle ne kadar halktan olsalar da, daima seçkinci bir tarafları olagelmiştir. Oysaki Prens Sabahaddin, mahalli seçimlerin bile İttihat ve Terakki’nin bazı düşünürlerince ifade edildiği gibi ehliyetsizlerin değil, namuslu ve yetenekli insanların seçilmesiyle sonuçlanacağına inanmaktadır. Bu açıdan Prens Sabahaddin’in düşüncesi, bir anlamda bireyi ön plana çıkardığı için daha halkçıdır. Çünkü siyasi olmayan bir elit düşüncesini dönem koşullarında sadece kendisi ve Abdullah Cevdet ileri sürmüşlerdir (Mardin 2008: 293, 299, 306). Dördüncü olarak Prens Sabahaddin, siyasal otoritenin denetiminin sadece anayasal ve parlamenter rejim ile değil, aynı zamanda toplumun bireyci

__________ 8 Aykut Kansu (2011: 377), sadece 1908 sonrası faaliyete geçen büyük ölçekli ekonomik şirketlerin sayısındaki artışa bakmanın bile 1908 devrimini bir burjuva devrimi olarak nitelendirmeye yeteceğini ifade etmiştir. Ayrıca Türkiye ekonomisinin 1908’le başlayan süreç içinde hızlı bir şekilde kapitalistleştiğini kabul etmemenin mümkün gözükmediğini ifade eden Kansu, kapitalist ekonominin yerleşmesi ve gelişmesi için yapılan tüm hukuki değişiklikler arasında 1909 yılında çıkarılan ve Türkiye’de grevi yasaklayan Tatil-i Eşgal Kanunu’nu örnek verir. Bu kanun, 1908 devriminin tam anlamıyla hangi sınıfların çıkarlarını koruyup kolladığı konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir ipucu vermektedir. 1908 devrimini gerçekleştirenler özgürlük, eşitlik ve kardeşlikten bahsetmektedirler; fakat bu kavramların içi 1789’dan beri mülklü sınıflar tarafından liberal düşünce geleneği çerçevesinde doldurulmuş kavramlardır. 9 Bu konuyla ilgili olarak bakınız: Kansu, Aykut (2009b). “20. Yüzyıl Başı Türk Düşünce Hayatında Liberalizm”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1: Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi. ed. Mehmet Ö. Alkan. İstanbul: İletişim Yay. 277-295. Mehmet Cavit Bey’in 1899–1901 tarihleri arsında basılan dört ciltlik İlm-i İktisad kitabı, liberal ekonomik kuramın hem genel bir anlatımı hem de savunusu olarak kaleme alınmıştır.

_________________________________ Prens Sabahaddin Düşüncesinin Türk Sosyal ve Siyasal Düşünce Tarihindeki Temsiliyeti: Liberalizm mi? Muhafazakârlık mı?

SEFAD, 2018 (40): 253-266

263

yapıya dönüştürülmesi ve hayatla mücadele etmeyi bilen, çalışkan, yeni bireylerin ortaya çıkması ile sağlanabileceğini belirtmiştir (Özavcı 2011: 159). Dördüncü maddeyle bağlantılı olarak beşincisi, Prens Sabahaddin’in meseleyi yalnızca bir rejim sorunu olarak değil bir toplumsal yapı meselesi olarak ele almasıdır. Dönem itibariyle tabuları yıkan memur eleştirisi de dikkate alındığında, toplumsal yapı değişikliği fikri, oldukça radikal bir söylemdir. Tüm bu söylenenlerle birlikte yeniden siyasetin belirleyiciliğine dönecek olursak; II. Meşrutiyet sonrası her iki karşıt akımın birleşme çabalarına ve imkânına rağmen siyaseten ayrışmaları ve muhalefette kalan Prens Sabahaddinciler ile daha sonra Ahrarcıların, hem toplumsal taban olarak İttihatçıların karşısında yer alanların ve dolayısıyla eşraf-ayan, azınlık ve eski düzen yanlılarının haklarını savunan bir merkeze dönüşmesi hem de söylem olarak İttihat ve Terakki’nin merkeziyetçi anlayışına karşı duruşları, kendilerini liberal olarak nitelemeye yetmiştir.10

Aynı şekilde Prens Sabahaddin’in görüş ve düşüncelerini muhafazakâr ideoloji içinde ele almak da fevkalade mümkündür. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus, Prens Sabahaddin’in söylemlerini, düşünsel kaynakları ile birlikte ele almanın zorunluluğudur. Zira ancak bu şekilde Prens Sabahaddin’in düşüncelerinin muhafazakâr –hatta Katolik muhafazakâr–, karşı-devrimci bir anlayıştan beslendiği anlaşılabilir.11 Bu düşünsel kaynakların liberal ya da muhafazakâr, hangi felsefi anlayış ya da ideoloji altına yerleştirileceğini bir önceki başlıkta tartıştığımızdan, burada tekrardan ele almaktan kaçınıyoruz. Fakat burada Prens Sabahaddin’in düşünsel kaynaklarını ele alışı ve bunlardan nasıl bir siyasal/sosyal sistem devşirdiği ile ilgili birkaç hususa değinmek istiyoruz.

Mardin (2008: 293)’in belirttiği üzere, Prens Sabahaddin’in zaaflarından en önemlisi ‘Sosyal Bilim’ öğretisini siyasi plana aktarırken aceleci davranmış olması ve bu öğretinin bilimsel yöntem ve tekniğinin altında bir sosyal felsefesinin olduğunu görmemiş olmasıdır. Mardin’in “sosyal vicdanı olan Katolikliğin doktrini” olarak tanımladığı bu öğretide aileye gösterilen saygı, ortaçağın iktisadi sisteminin saygısını içerirken, bireye duyulan saygı ise gücünü dini bir görüşten almaktadır. Prens Sabahaddin ise bu düşünce tarzının sadece yüzeyinde bulunan bir tekniği bizzat bir siyasi teori haline getirerek, kendini bu derin dini ve felsefi köklerden ayırmıştır. İkinci olarak; kamucu yapıdan bireyci yapıya geçişteki en önemli ve öncelikli aşama olan yönetimin adem-i merkezileştirilmesi, uygulama olanağına kavuştuğunda, toplumun feodaliteye kaymaması mümkün görülmemektedir. Bu projenin yerel beylere ve seçkinlere önemli ayrıcalıklar, özerklikler vermesi ise kaçınılmazdır (Kaçmazoğlu 2012: 167). Böylesi bir durumun yol açacağı siyasi buhran ise varlık ve bekâ endişesi taşıyan Osmanlı için yıkım demektir. Yine Prens Sabahaddin, ülkenin gelişmişlik düzeyiyle yönetimin adem-i merkeziyetçiliği arasında bir paralellik kurmuş ve sosyolojisini temellendirmiştir. Fakat her ikisi arasında her zaman doğrusal bir ilişki olmadığı gibi, Prens’in övgüsünü yaptığı İngiliz ve Amerikan toplumlarında zamanla merkezileşmenin arttığı da bir gerçektir. Sadece bu iki toplum tipinde değil, endüstriyel gelişmeyle merkeziyetçilik arasında paralellik olduğu, günümüz dünyasında görüleceği üzere bariz bir şekilde ortadadır. Dolayısıyla Prens Sabahaddin’in sosyolojisini temellendirdiği yönetim şeklinin tarihsel akıbeti dönem itibariyle sorunlu görülmektedir. __________ 10 Burada Batı kaynakları ve basının da İttihat ve Terakki’ye yönelik muhalif grupları daima liberal olarak nitelediklerini unutmamak gerekir. 11 Bu konuyla ilgili olarak bakınız: Kansu, A. (2009). Prens Sabahaddin’in Düşünsel Kaynakları ve Aşırı-Muhafazakâr Düşüncenin İthali. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1: Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (Editör: Mehmet Ö. Alkan) içinde. İstanbul: İletişim Yayınları. ss. 156–165.

İlyas Sucu _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 253-266

264

SONUÇ

‘Sosyal Bilim’ Ekolü’nü ülkemize tanıtan ve ekolün düşüncelerinin ülkemizdeki ilk temsilciliğini üstlenen Prens Sabahaddin, savunusunu üstlendiği bu düşüncelerle sadece Türk sosyolojisini değil Türk siyasal düşüncesini de yakından etkilemiştir. Fakat Prens Sabahaddin’in ülkemizde liberal düşüncenin kökenlerinden biri olduğuna dair genel kabul karşısında bu çalışma sonucunda ulaştığımız netice olumsuzdur. Prens Sabahaddin’in liberal düşünceyle ilişkisi dolaylıdır ve ancak bilinçsiz bir şekilde liberal öğretinin bazı öğelerini ülke bağlamına taşıdığı görülmektedir. İngiliz siyaset ve toplum tipi hayranlığı ile birlikte düşünüldüğünde Prens Sabahaddin, İngiliz liberal düşüncesinin laissez faire, özel mülkiyet, adem-i merkeziyet, bireycilik vb. gibi bazı hususiyetlerini ülke bağlamına taşımıştır. Kaldı ki kendisi de hiçbir şekilde liberal nitelendirmesini kabul etmediği gibi ne liberalizmin klasik referanslarına ulaşmıştır ne de dönemin siyasal/sosyal teorileriyle ilgilenmiştir. Otoriter/totaliter rejimlere karşı mücadele eden kesimlerin liberal olarak nitelendirilmesi varsayımından hareketle, Prens Sabahaddin’e atfedilen liberal sıfatını, onun liberalizmin felsefi kökenlerine yaslanması dolayısıyla değil, otoriter olarak nitelediği bir rejime (II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki yönetimleri) karşı sergilediği bir duruşla kazandığı söylenebilir.

Düşün kaynakları dikkate alındığında ise Prens Sabahaddin’in liberalizmden ziyade muhafazakâr ideolojinin siyaset ve toplum tasavvuruna dair kimi görüşlerin savunusunu üstlendiği rahatlıkla iddia edilebilir. Fakat burada Prens Sabahaddin’in ‘Sosyal Bilim’ Ekolü’nün düşüncelerine derinlikli olarak nüfuz edemediği, Le Play ve Tourville’den ziyade sadece Demolins üzerinden bir okumayla ekole intisap ettiği görülmekte, dolayısıyla ekolün ancak popüler düşüncelerini (kamucu-bireyci toplum tipi ayırımı vb.) ülkenin düşünsel ve siyasal bağlamına taşıdığı görülmektedir. Bu ise muhafazakâr bir düşün sistemiyle çevrelenmiş olan ekolün birey anlayışı, dinin teorideki yeri, aile ve diğer geleneksel otoritelerin konumu gibi konuların Prens Sabahaddin’in fikriyatında bir yer edinememesiyle sonuçlanmıştır. Muhtemel ki, dönemin siyasi şartları içerisinde kendi siyasi konumunu güçlendirecek ve oldukça hızlı, kesin ve pratik sonuçları olacak bir siyasi program arayışı; Prens Sabahaddin’in bir bütün olarak ekolün ya da ekol temsilcilerinin ortaya koymuş oldukları ve ‘Sosyal Bilim’ anlayışlarının temelinde yer alan insan ve toplum felsefelerine odaklanmasını geçersiz kılmıştır. Dolayısıyla Prens Sabahaddin’in en büyük zaafı, ‘Sosyal Bilim’ öğretisini siyasi plana aktarırken aceleci davranması ve bu öğretinin bilimsel yöntem ve tekniğinin altında bir sosyal felsefesinin olduğunu görmemiş olmasıdır. Sonuç itibariyle Prens Sabahaddin, Türkiye’nin sosyal ve siyasal düşünce bağlamına hem liberal hem de muhafazakâr ideolojilerin kimi öğretilerini –bilinçsizce ve Prens Sabahaddin’in kendisi bu ideolojileri basmakalıp unvanlar olarak nitelendirmiş olsa da– taşımış görünmektedir.

_________________________________ Prens Sabahaddin Düşüncesinin Türk Sosyal ve Siyasal Düşünce Tarihindeki Temsiliyeti: Liberalizm mi? Muhafazakârlık mı?

SEFAD, 2018 (40): 253-266

265

SUMMARY

Prince Sabahaddin had been one of the important figures of Turkish politics as well as Turkish sociology in our country. The reason of this importance in Turkish politics is that the name Prince Sabahaddin has been generally recognized in Turkey as the vanguard of liberalism in Turkey. But considering the sources of thought (Science Sociale School), it is seen that Prince Sabahaddin thought has a conservative tendency. Prince Sabahaddin's relationship with liberal thought is indirect and it is seen that he unconsciously carries some elements of liberal teaching to the context of the country. When Prince Sabahaddin is considered with his admiration to British political and social type, it can be seen that he carried some characteristics of British liberal thought such as laissez faire, private property, decentralization, individualism etc. to our country. Moreover, he himself had no access to the classical references of liberalism, nor to the political / social theories of the time, as he himself had no way accepted his liberal characterization. Based on the assumption that those who struggled against authoritarian / totalitarian regimes characterized him as liberal, it can be said that, Prince Sabahaddin earned this adjective liberal, not opposing to the philosophical roots of liberalism but against a regime that he described as authoritarian (the rulings of Abdülhamid II and İttihat ve Terakki).

Considering the sources of thought, it can easily be argued that Prince Sabahaddin took on the defence of conservative ideology on the concept of politics and society rather than liberalism. But here it can be seen that Prince Sabahaddin could not penetrate deeply into the thoughts of the 'Social Science School'. It is seen that instead of Le Play and Tourville, it only reads with a reading through Demolins. Therefore, it is seen that he carries only the school’s popular thoughts (public-individualist type discrimination, etc.) to the intellectual and political context of the country. This resulted in the lack of a place in Prince Sabahaddin's idea, subjects such as the understanding of individual, the place of religion in theory, the position of family and other traditional authorities which is surrounded by a conservative system of thought. Possibly, seeking of a political program that is fast and practical which will strengthen his political situation has invalidated the focus of Prince Sabahaddin and his followers’ philosophies based on human and society, underlying the ‘Social Science’ thought.

As a result, it can be considered that despite the attitude of Prince Sabahaddin in excluding the ideologies, he unconsciously carried some doctrines of both the liberalism and the conservative ideology into the country.

İlyas Sucu _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 253-266

266

KAYNAKÇA

Çavdar, Tevik (1992). Türkiye’de Liberalizm (1860–1990). Ankara: İmge Kitabevi. Demolins, Edmund (Tarihsiz). Anglo-Saxonların Esbab-ı Faikiyeti Nedir? Anglo-Saksonlar

Hakkında Tedkikat-ı İçtimaiye. çev. A. Fuad-A. Naci. İstanbul: Araks Matbaası. Durukan, Kaan (2009). “Prens Sabahaddin ve İlm-i İçtima: Türk Liberalizminin Kökenleri”.

Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1: Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi. ed. Mehmet Ö. Alkan. İstanbul: İletişim Yay. 143–155.

Ege, N. Nurettin (1977). Prens Sabahattin: Hayatı ve İlmi Müdafaaları. İstanbul: Güneş Neşriyat. Hanioğlu, M. Şükrü (23.01.2011). Hepimiz Liberal miyiz? Sabah Gazetesi.

https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2011/01/23/hepimiz_liberal_miyiz. [10.05.2018].

Healy, S. M. Edward (1947). “Le Play’s Contribution to Sociology: His Method”. The American Catholic Sociological Rewiew. 8 (2): 97–110.

Kaçmazoğlu, Hacı Bayram (2012). “Türkiye’de Science Sociale Ekolünü Temsil Etmek ya da Sosyoloji Üzerinden Anglo-Saxon Çıkarlarına Koşulmak: Prens Sabahattin”. Sosyologca Dergisi. (3): 161–169.

Kansu, Aykut (2009a). “Prens Sabahattin’in Düşünsel Kaynakları ve Aşırı Muhafazakâr Düşüncenin İthali”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1: Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi. ed. Mehmet Ö. Alkan. İstanbul: İletişim Yay. 156–165.

Kansu, Aykut (2009b). 20. “Yüzyıl Başı Türk Düşünce Hayatında Liberalizm”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1: Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi. ed. Mehmet Ö. Alkan. İstanbul: İletişim Yay. 277–295.

Kansu, Aykut (2011). 1908 Devrimi. İstanbul: İletişim Yay. Nispet, Robert (2002). Muhafazakârlık. Çev. Erol Mutlu. Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi. ed.

Tom Bottomore-Robert Nisbet. Ankara: Ayraç Yay. 93–127. Nispet, Robert (2007). Muhafazakârlık: Düş ve Gerçek. Ankara: Kadim Yay. Mardin, Şerif (2008). Jön Türklerin Siyasi Fikirleri. İstanbul: İletişim Yay. Özavcı, H. Ozan (2007). “Prens Sabahaddin’in Fikri Kaynakları: Le Play ve Toplum Bilim”.

Doğu Batı Dergisi. (41): 231–258. Özavcı, H. Ozan (2011). “Düşünce Tarihi Merceğinden: Türkiye’de Liberalizm”. Doğu Batı

Dergisi. (57): 137–174. Reyhan, Cenk (2008). Türkiye’de Liberalizmin Kökenleri Prens Sabahaddin (1877-1948). Ankara:

İmge Kitabevi. Rousiers, Paul de.- Rogers, Corneila (1894). “La Science Sociale”. Annals of the American

Academy of Political and Social Science. (4): 128–154. Sucu, İlyas (2014). Türk Sosyoloji Tarihinde ‘Sosyal Bilim’ Ekolü. Doktora Tezi. Malatya: İnönü

Üniversitesi. Tourville, Henry (2013). The Growth of Modern Nations. London: Forgotten Books. Zimmerman, Carle (1964). Le Play ve Sosyal İlimler Metodolojisi. çev. Oğuz Arı. İstanbul:

Fakülteler Matbaası.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 04/09/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 03/12/2018

SEFAD, 2018 (40): 267-282 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515372

Hitit Devleti ile Vassalları Arasında Yapılan Antlaşmalarda Vassallara Getirilen Yükümlülükler

Caner Özdemir

Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eskiçağ Tarihi ABD Yüksek Lisans Öğrencisi

[email protected]

Öz MÖ II. binyılda Anadolu’da Kızılırmak Nehri’nin oluşturduğu çekirdek bölge başta

olmak üzere bu bölgede yaşamış ve Eski Yakın Doğu’nun en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan Hititler, bu imparatorluğu 450 yıl boyunca ayakta tutmayı başarmışlardır. Hitit Devleti’nin asıl kurucusunun I. Hattušili (MÖ 1650-1620) olduğu kabul edilmektedir. Hattušili, günümüzde Çorum’a bağlı ve 82 km uzağında bulunan Boğazköy’deki Hattuşa’yı kendine başkent yapmıştır. Hitit idari sistemi genel yapısıyla incelendiğinde iki farklı yapı bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan biri vassal statü ile krallığa bağlanmış bölgeler, diğeri ise doğrudan merkeze bağlı olarak yönetilen bölgelerdir. Hitit kralları kendilerine vassal statü ile bağlanmış merkezden uzakta bulunan eyaletleri, kendilerine mutlak sadakat ile bağlı olan güvenilir hanedan üyeleri veya Hitit Kralına yakın bölgenin ileri gelenlerinden birisini vassal kral olarak atayarak yönetirlerdi. Hititlerdeki vassal devlet yapılanmasının I. Šuppiluliuma tarafından oluşturulduğu ve II. Muršili zamanında da geliştiği gözlenmektedir. Yapılan vassal antlaşmalardan 6’şar adeti I. Šuppiluliuma ve II. Muršili tarafından, 3’ü III. Hattušili, 2’şer adeti II. Muwatalli ve IV.Tuthaliya tarafından, diğer 1’er adeti ise II. Tuthaliya ve II. Šuppiluliuma tarafından yapılmıştır. Bu makale, Hitit krallarının vassalları ile yapmış oldukları tüm antlaşmaların içeriğinin incelenerek, bu antlaşmalarla vassallara getirilen benzer ve farklı yükümlülükleri topluca sunmak amacıyla hazırlanmıştır.

Anahtar Kelimeler: Hitit Krallığı, vassal antlaşmalar, yükümlülükler.

The Obligations to Vassals in the Treaties between the Hittite State and Their Vassals

Abstract The Hittites, who lived in the region formed by the Kızılırmak River in Anatolia in the

second Millennium BC, established one of the biggest empires of the Ancient Near Eastern and managed to keep this empire alive for 450 years. Hattušili I (1650-1620) is accepted as the founder of the Hittite Kingdom. Hattusa (Boğazköy), which is 82 km away from Çorum city center today, had been chosen as the capital by Hattušili. When the Hittite administrative system is examined with its general structure, it is understood that there are two different structures: the regions connected to the Kingdom with the vassal status, and

Caner Özdemir ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 267-282

268

regions directly connected to the center. The regions connected to the Kingdom with the vassal status were ruled by a vassal king who was appointed by the Hittite King. The vassal king would be one of the trustworthy dynasty members who were wholly loyal to the King, or one of the notables of nearby regions. It is seen that vassal state structure was formed by Šuppiluliuma I and improved by Muršili II. Among the signed 21 vassal treaties, 6 of them were made by Šuppiluliuma I, 6 of them by Muršili II, 3 of them by Hattušili III, 2 each with Muwatalli II and Tuthaliya IV and 1 each with Tuthaliya II and Šuppiluliuma II. This article was prepared to examine the contents of all treaties between vassals and the Hittite kings, and to present similarities and differences of the obligations, given to vassals by these treaties.

Keywords: Hittites Kingdom, Vassal treaties, obligations.

__________ Hitit Devleti ile Vassalları Arasında Yapılan Antlaşmalarda Vassallara Getirilen Yükümlülükler

SEFAD, 2018 (40): 267-282

269

GİRİŞ

MÖ II. binyılda Anadolu’da Kızılırmak Nehri’nin oluşturduğu çekirdek bölge başta olmak üzere bu bölgede yaşamış ve Eski Yakın Doğu’nun en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan Hititler, bu imparatorluğu 450 yıl boyunca ayakta tutmayı başarmışlardır. Hititlerin Anadolu’ya geldikleri coğrafya bilim dünyası için tartışma oluşturmakla birlikte, kuzeyden Kafkasya üzerinden deniz yoluyla geldikleri görüşü ağırlık kazanmıştır (Sommer 1947: 3; Macqueen 2015: 27-32; Bahar 2017: 34). Hititlerin Anadolu’ya geldikleri tarihlerde Anadolu’da, yerel beyliklerin hâkimiyeti altında olan küçük şehir devletçikleri bulunduğu belirtilmektedir. Nitekim Kültepe kazılarında çıkarılan tabletlerden edinilen bilgiler de, Asurlu ticaret adamlarının Anadolu’daki bu şehir devletleri ile yoğun ticari ilişkiler içerisinde bulunduklarını ve kullandıkları çivi yazısının da bu yolla Anadolu’ya geldiğini doğrulamaktadır (Özgüç 1986: 1, 14; De Martino 2003: 32-33; Günbattı 2012: 6; Bahar 2013: 203). Ayrıca Hitit öncesi siyasi tarihin aydınlatılması yönünden, yerel beylikler arasında yapılan yazışmalar da önemli olup, bunlardan biri de Mama Kralı Anum-Hirbi’nin Kaniş Kralı Warşama’ya gönderdiği mektupdur (Balkan 1957: 1; Küçükbezci 2010: 56). Hitit Devleti’nin asıl kurucusunun I. Hattušili (MÖ 1650-1620) olduğu kabul edilmektedir. Hattušili, günümüzde Çorum’a bağlı ve 82 km uzağında bulunan Boğazköy’deki Hattuşa’yı başkent yapmıştır. Hititlerin devlet yapısı incelendiğinde, her türlü yönetim merkezinin başkent Hattuşa’da bulunan saray olduğu anlaşılmaktadır. Yönetim merkezi olarak kullanılan söz konusu sarayda ise yönetimin başında Tabarna “hükümdar” (Büyük Kral) ile Tawananna olarak adlandırılan kadın hükümdar (Büyük Kraliçe) bulunmakta ve bunları Tuhkanti olarak adlandırılan veliaht izliyordu. Bununla birlikte sarayda devlete ait kayıtların tutulduğu, mektupların ve antlaşmaların hazırlandığı “É.DUB.BA” denilen tablet evi bulunuyordu. Tablet evinde yazışmaları yapanların başında baş yazıcı (GAL DUB:SAR) ile diğer yazıcılar (GAL DUB.SAR.GIŠ) bulunurdu (Alp 2000: 147). Ayrıca krala değişik konularda danışmanlık yapan yaşlılar-soylular meclisi (Pankuš) ve ordunun ileri gelenlerinin oluşturduğu meclis (Dugudlar) idarede rol oynamaktaydı (Bryce 2015: 86).

Hattuşa-Boğazköy’de yapılan kazılarda bulunan sayıları 33.000 üzerindeki çivi yazılı kil tabletlerin transkripsiyon ve tercümeleri Hitit siyasetinin ulaşmış olduğu yüksek seviyeyi göstermesi bakımından önemlidir. Bu tabletlerin bir kısmı devlet antlaşmaları ve mektuplardan oluşan siyasi metinler olmak üzere; kanunlar, kral yıllıkları, bağış belgeleri, dini metinler, mitolojik metinler, dualar ve fal metinlerinden oluşmaktadır. İç hukuk sistemiyle kişilerin ilişkilerini çok dikkatli bir şekilde düzenleyen Hititlerin, dış ülkelerle olan ilişkilerinde de akıllı bir politika yürüttükleri görülmektedir. Buna göre Hititlerin dış politikadaki temel amacı, uluslararası dengelerin kendi lehlerine gelişmesini sağlayarak, düşman ülke sayısını azaltmak olmuştur. Diğer bir ifadeyle Hititler güçlü ülkelerle eşitlik temelinde bir politika yürütürken, küçük ülkeleri ise vassal olarak kendilerine bağlayarak etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır (Beckman 1996: 1-2). Bu nedenle Hitit Devlet antlaşmalarını, Hitit krallarının kendileri ile aynı seviyede olan krallar ile yaptıkları eşitlik prensibine dayanan “paritetik” antlaşmalar ve vasalları ile yaptıkları antlaşmalar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Eşitlik prensibine dayanan antlaşmaya en iyi örnek, III. Hattušili ve II. Ramses arasında yapılan Kadeš antlaşmasıdır (Akdoğan 2010: 96-97).

Bu makale, farklı araştırmacılar tarafından transkripsiyon ve tercümeleri yapılmış Hititlerin vassalları ile yapmış oldukları tüm antlaşmaların içeriğinin ayrıntılı şekilde

Caner Özdemir ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 267-282

270

incelenerek, bu antlaşmalarla vassallara getirilen benzer ve farklı yükümlülükleri belirlemek ve bunları topluca sunmak amacıyla hazırlanmıştır.

HİTİT DEVLETİ İLE VASSALLARI ARASINDA YAPILAN ANTLAŞMALAR

Vassallık, bir devletin tek yanlı olarak diğer devlete mutlak bağımlı olması demektir. Bu bağımlılık kendisini özellikle dış politikada gösterir, yoksa vassal krala kendi iç işlerinde oldukça geniş özgürlük verilmiştir (Ünal 2005: 97). Diğer bir ifadeyle, vassal krallıklar iç işlerinde serbest olmakla birlikte dış işlerinde Hitit kralına bağlıydılar ve yükümlülükleri antlaşmalarda belirtiliyordu (Taş 2012a: 3030; Ayaz 2017: 173). Bu yönetim sistemi sayesinde, bir taraftan dönemin güçlü krallıklarıyla Hitit Devleti arasında bu krallıkların tampon görev yapması sağlanmış, diğer taraftan da merkezden uzakta bulunan bu krallıkların yönetimi kolaylaşmıştır. Hitit kralları bazı durumlarda vassal krala Hitit hanedan soyundan birini eş olarak vererek, bu kral ile Hitit Krallığı arasında güveni artırma politikasını da sıkça kullanmışlardır.

Hitit idari sistemi genel yapısıyla incelendiğinde iki farklı yapı bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan biri daha önce ifade edildiği gibi vassal statü ile krallığa bağlanmış bölgeler, diğeri ise doğrudan merkeze bağlı olarak yönetilen bölgelerdir. Merkeze bağlı bölgeler Kızılırmak kaynak bölgesi ve yukarı kısımlarını içeren, Hitit merkezinin doğu ve kuzeydoğusunu içeren Yukarı Ülke (KUR UGU T1) ile Kızılırmak’ın Orta Anadolu’da çizdiği geniş kavis bölgesinin güneyini içeren Aşağı Ülke (KUR ŠAPLITI) kısmıdır (Monte-Tischler 1978: 293-294; Yiğit 2004: 220). Hitit kralları kendilerine vassal statü ile bağlanmış merkezden uzakta bulunan eyaletleri, kendilerine mutlak sadakatla bağlanacak olan güvenilir hanedan üyeleri veya Hitit Kralına yakın bölgenin ileri gelenlerinden birisini vassal kral olarak atayarak yönetirlerdi (Ünal 2005: 100). Hititlerdeki bu devlet yapılanmasının I. Šuppiluliuma tarafından oluşturulduğu ve II. Muršili zamanında da geliştiği gözlenmektedir. Özellikle I. Šuppiluliuma’nın Suriye’nin kuzey bölgesine yaptığı seferlerden sonra, ele geçirilen yeni bölgelerin merkezden idaresi zor olacağı için bu vassal krallık sistemi uygulanmaya başlanmıştır (Sir Gavaz 2008: 35).

Hitit Krallığı döneminde gerek Anadolu sınırları içerisinde gerekse Mezopotamya bölgesinde fazla sayıda vassal krallık ve eyalet yöneticileri bulunmaktaydı. Bu kapsamda Anadolu toprakları üzerinde Hurri-Mitanni Krallığı, Kizzuwatna Krallığı, Išuva Ülkesi, Azzi-Hayaša Ülkesi ve Arzawa Ülkeleri (Šeha Nehri Ülkesi, Hapalla, Wiluša, Mira-Kuwaliya) krallıkları ile Anadolu sınırları dışında ise Kargamıš, Halep, Ugarit, Amurru, Nuhašše ve Kinza memleketleri dönem dönem vassal statüyle Hititlere bağlıydılar (Alemdar 2006: 15-16). Bugün ele geçen ve transkripsiyonları yapılan Hitit siyasi metinlerinin çoğunu da, yukarıda adı geçen bu krallıklarla yapılan antlaşma metinleri oluşturmaktadır.

Yapılan vassal antlaşmaların içeriği küçük istisnalar dışında, genelde belirli bir düzen içerisinde ve devlet dili kullanılarak yazılmıştır. Antlaşma metinleri Büyük Kralın başkanlığındaki bir ekip tarafından hazırlanıp, vassal krala sunulurdu. Bu metinler saraydaki yazıcılar tarafından bazen gümüşten ancak genelde bronz veya demir tabletler üzerine çivi yazısı ile yazılmıştır. Antlaşma metinlerinde öğelerin sıralanışında bazı istisnalar olsa da büyük bir bölümü antlaşmayı hazırlayan Hitit kralının ismi, ünvanı, lakabı, babasının ismi bazen de soy ağacının yazıldığı önsöz ile başlamaktadır (Christiansen- Devecchi 2013: 69-71). Yapılan antlaşmaların önsöz bölümünü genellikle tarihi geçmiş izler ve bu bölümde antlaşma yapılan vassal, ona verilen ülke ile Hitit kralı veya Hatti Ülkesi

__________ Hitit Devleti ile Vassalları Arasında Yapılan Antlaşmalarda Vassallara Getirilen Yükümlülükler

SEFAD, 2018 (40): 267-282

271

arasındaki ilişkiler hakkında bilgi verilirdi. Daha sonraki bölümde ise antlaşma şartlarını oluşturan Hitit kralına sadakat, sınırlar, askeri yükümlülükler, vergiler, ayaklanma ve dış düşmanlara karşı savunma, esirlerin durumu, yalan söylemler ve tabletin yıllık okunmasına ilişkin şartlar belirtilmiştir. Antlaşma metinlerinin son bölümündeyse, söz konusu antlaşma metninin, vassal krallığın baş tanrısına ait tapınağa yerleştirilerek belirli aralıklarla okunmasına ilişkin kurallar ile yemin tanrıları, tanıkların listesi, beddua ve lütuf bölümü yer almaktadır (Beckman 1996: 2-4; Akdoğan 2010: 98-102). Metinlerde geçen lanet ve lütuf sözleri yalnızca vassal krala yönelik olup, bu kral antlaşmayı bozduğunda tanrılar kralı ve ailesini tamamen mahvedecek, antlaşmaya uyduğu sürece ise tanrılardan ve Hitit Kralı’ndan sürekli iyilik görecektir şeklinde ifadelere yer verilirdi (Akdoğan 2010: 102).

Hitit Devleti ile vassalları arasında yapılmış birçok antlaşma metnine ulaşılmış olup, bu antlaşmalar aşağıda verilmiştir:

Kizzuwatna ülkesiyle yapılan antlaşmalar: MÖ II. binyılda Anadolu’nun güneyinde yer alan ve antik dönemde Kilikya olarak adlandırılan Kizzuwatna Ülkesi, coğrafi olarak Kuzey Suriye’ye açılan kapı konumunda yer almakta ve Hurri kültürünü barındırmaktaydı (Goetze 1962: 48; Monte- Tischler 1978: 211-216; Ünal 2006: 18, Pelvanoğlu 2017: 1). Kizzuwatna Ülkesi’yle vassal statüde yapılmış iki antlaşma bulunmakta olup bunlar, a) Kizzuwatna’lı Šunaššura ile Hitit Kralı II.Tuthaliya arasında, b) I. Šuppiluliuma ile oğlu Telipinu, diğer oğlu prens Arnuwanda, Büyük Kraliçe Henti ve saray muhafızlarının şefi Zida arasında yapılmıştır (Beckman 1996: 13; Alemdar 2006: 88, 175; Kitchen- Lawrence 2012: 315-320).

Arzawa ülkeleriyle yapılan antlaşmalar: Arzawa Ülkeleri ya da birliği (Šeha Nehri Ülkesi Krallığı, Hapalla Krallığı, Mira-Kuwaliya Krallığı, Wiluşa Krallığı) olarak bilinen bu ülkeler arasındaki işbirliği II. Muršili tarafından dağıtılarak, kendileriyle dört antlaşma yapılmıştır. Bu antlaşmalar, a) Hapalla Kralı Targašnalli ile II. Muršili arasında, b) Mira Kuwaliya Kralı Kupanta-Kurunta ve II. Muršili arasında, c) Šeha Nehri Ülkesi Kralı Manapa-Tarhunta ile II. Muršili arasında, d) Wiluša Kralı Alakšanduš ile II. Muwattali arasındaki antlaşmadır (Beckman 1996: 64, 69, 77, 82; Karauğuz 2002: 113, 119, 132, 139).

Amurru ülkesiyle yapılan antlaşmalar: Coğrafik olarak bugün ki Lübnan’ın sahil kesimine lokalize edilen Amurru, Hitit ve Mısır Krallığı’nın egemenlik bölgeleri arasında tampon bir krallıktı. Hitit Krallığı’nın Amurru Krallığı ile yaptığı dört antlaşma metni bulunmakta olup, bu antlaşmalar; a) Aziru ve I. Šuppiluliuma arasında, b) Tuppi-Tešup ve II. Muršili arasında, c) Bentešina ve III. Hattušili arasında, d) Šaušga-muwa ve IV. Tuthaliya arasında yapılmıştır (Beckman 1996: 32, 54, 95, 98; Alp 2000: 143; Taş 2008: 202).

Azzi-Hayaša ülkesiyle yapılan antlaşma: Coğrafik olarak Anadolu’nun kuzey doğusuna lokalize edilen bu ülkeye (Demirel 2017: 98), I. Šuppiluliuma tarafından vassal kral olarak atanan Huqqana ile bir antlaşma yapılmıştır (Beckman 1996: 22; Alp 2000: 99).

Ugarit ülkesiyle yapılan antlaşmalar: Ugarit Krallığı, günümüzde Lazkiye’nin güneyinde yer alan bir ülkeydi (Sir Gavaz 2012: 26). Anadolu ve Mısır arasındaki ulaşımı sağlayan yolda, zengin bir ticaret şehri olan Ugarit’ten geçmekteydi. Ugarit, Hitit Kralı I. Šuppiluliuma’nın yardımıyla düşmanlarının yenilmesinden sonra yapılan antlaşma ile Hititlerin vassal krallığı haline gelmiştir (Alp 2000: 90). Hitit Krallığı ile Ugarit Ülkesi arasında yapılmış iki antlaşma metni bulunmakta olup, bunlar; a) II. Nigmaddu ve I.

Caner Özdemir ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 267-282

272

Šuppiluliuma arasında; b) Niqmepa ve II. Muršili arasında yapılmıştır (Beckman 1996: 30, 59).

Mitanni ülkesiyle yapılan antlaşma: Coğrafik olarak Suriye’nin kuzey bölgesinde Kerkük’ten Akdeniz’e kadar uzanan bölgede yer alan ve halkının çoğu Hurri kökenli olan Mitanni (Alpman, 1981: 303), Asur ile Hitit Krallığı’nın sınırları arasında tampon bir görev yapmaktaydı. Hitit Kralı I. Šuppiluliuma kızını da eş olarak kendisine verdiği Mattiwaza’yı, bu ülkeye vassal kral yaparak bir antlaşma yapmıştır (Beckman 1996: 38; Alp 2000: 93).

Nuhašše ülkesiyle yapılan antlaşma: Halep’in güneyinde yer alan ve başlangıçta Mitanni yönetiminde bulunan Nuhašše ülkesi (Bryce 2003: 133), I. Šuppiluliuma tarafından işgal edilerek vassal kral olarak atanan Tette ile bir antlaşma yapılmıştır (Beckman 1996: 50).

Tarhuntašša ülkesiyle yapılan antlaşmalar: II. Muwatalli döneminde Hititlerin idari merkezi olan bu ülke, daha sonraki yıllarda bu statüsünü kaybetmiş ve vassal krallık haline gelmiştir (Ayaz 2017:177). Bu ülke ile yapılmış 3 adet antlaşma metni bulunmuş olup bunlar; a) Kurunta’nın askeri yükümlülükleri hakkında III. Hattušili’nin emirlerini içeren metin, b) Ulmi-Tešup ve III. Hattušili arasındaki antlaşma, c) Kurunta ve IV. Tuthaliya arasındaki antlaşmadır (Otten 1988: 3; Bahar-Karauğuz vd. 1996: 46-50; Beckman 1996: 103, 104, 108).

Kargamıš ülkesiyle yapılan antlaşmalar: Kargamıš Krallığı, Fırat Nehri ile Akdeniz arasında kalan Kuzey Suriye bölgesinde hakimiyetini sürdürmüştür (Taş 2012a: 3031; Bryce 2003: 131). Hitit Krallığı ile Kargamıš Ülkesi arasında iki antlaşma metni bulunmakta olup, bu antlaşmalar; a) Piyaššili ve II. Muršili arasında, b) Talmi-Tešup ve II. Šuppiluliuma arasındaki antlaşmadır (Beckman 1996: 154; D’ Alfanso 2007: 211).

Halep ülkesiyle yapılan antlaşma: Halep, Suriye’nin kuzeyinde önemli ticaret yolları üzerinde bulunan ve küçük krallıklardan oluşan Yamhad Konfederasyonunun başkenti olması nedeniyle, Halep Krallığı olarak da anılmaktaydı ( Bryce 2003: 132; Peker 2013: 65). Hitit Krallığı ile Halep Ülkesi arasında yapılmış bir antlaşma bulunmakta olup, antlaşma Talmi-Šarruma ve II. Muwattalli arasında yapılmıştır (Karauğuz 2002: 228).

VASSAL ANTLAŞMALARDA VASSAL KRALLARA GETİRİLEN YÜKÜMLÜLÜKLER

Hitit krallarının vassal krallarla yapmış oldukları antlaşmaların içerikleri incelendiğinde, Hititler’in Anadolu’da uzun yıllar egemenliklerini sürdürdüklerinin nedenleri kolayca anlaşılacaktır. Nitekim Hitit kralları yaptıkları bu antlaşmalarda, öncelikle antlaşma yaptıkları tarihlerde uluslararası güç dengelerini daima göz önünde tutmuşlardır. Ayrıca antlaşma yaptıkları krallığın başta ekonomik ve askeri gücü olmak üzere, coğrafi konumlarının da antlaşma metinlerinin içeriği üzerinde etkili olduğu düşünülmektedir. Hitit kralları, Hatti topraklarının güvenliğini sağlamak amacıyla, Asur ve Mısır gibi dönemin güçlü ülkeleri ile kendi sınırları arasında tampon ülke oluşturmak amacıyla, bu konumdaki ülkelere güvenilir vassal kral atayarak yönetmişlerdir. Ayrıca dönemin önemli ticaret yolları üzerinde bulunan krallıklarla da ilgilenerek, uluslararası ticarette Hattili tüccarların etkin olmasını sağlamışlar, bazı durumlarda da bu avantajlarını düşman ülkelere ambargo uygulayarak üstünlüklerini korumuşlardır (Taş 2012b: 3015). Hitit hanedan soyundan olan krallar tarafından yönetilen (Kargamıš, Halep ve Tarhuntašša krallıkları) ülkelerin dışındaki vassal kralların, atandıkları dönemin siyasi koşulları göz önüne alındığında bunlardan bazılarının ülkelerinin Hitit Krallığı’nın saldırısı sonrasında,

__________ Hitit Devleti ile Vassalları Arasında Yapılan Antlaşmalarda Vassallara Getirilen Yükümlülükler

SEFAD, 2018 (40): 267-282

273

bazılarının başka bir ülkenin tehdidi karşısında Hitit Krallığı’ndan yardım talepleri sonrasında veya kendilerinin Hitit buyruğunu kabul etmelerini takiben atandıkları anlaşılmaktadır. Buna ek olarak bazı ülke krallarının (Ugarit Kralı Niqmepa, Azzi-Hayaşa Kralı Huqqana) Hitit Krallığı’na ihanet etmiş olmasına karşın, yine de kendilerinin veya oğullarının vassal kral olarak atandığı görülmektedir. Bu krallarla yapılan antlaşmalarda, vassal kralı aşağılayıcı cümlelerin kullanılmış olması dikkat çekici olup, bununla vassal krala gözdağı verildiği düşünülmektedir. Dolayısıyla bu krallarla yapılan antlaşmalarda, bu kralların mevcut statüsünün muhtemelen antlaşma metinlerine yansıdığı söylenebilir.

Nitekim bu duruma Ugarit Kralı Niqmepa ile II. Muršili arasında yapılan antlaşmanın ilk bölümünde rastlanmakta ve bu bölümde II. Muršili Niqmepa’ya “seni babanın tahtına ben yerleştirdim” ifadesini kullanmıştır (Beckman 1996: 60). Benzer şekilde Azzi-Hayaşa Kralı Huqqana ile I. Šuppiluliuma arasında yapılan vassal antlaşmada ise I. Šuppiluliuma Huqqana’ya “alçak köpek- a lowly dog” diye hitap etmektedir (Beckman 1996: 23). Diğer taraftan Hitit krallarının evlikler yoluyla ilişki kurdukları vassallarıyla yaptıkları antlaşmalarda, bu özel durumu göz ardı etmedikleri görülmektedir. Nitekim II. Muršili tarafından Mira-Kuwaliya Krallığı’na atanan Kupanta-Kurunta (Babası II. Muršili’nin kız kardeşiyle evlenmiştir) ile II. Muršili arasında akrabalık ilişkisi mevcut olup, yapılan antlaşmada II. Muršili Kupanta-Kurunta’nın diğer Arzawa Ülkeleri kralları (Manapa-Tarhunta, Targašnalli) tarafından korunmasını ve bu krallarla müttefik olmalarını yemin altına almıştır (Karauğuz 2002:129). Özellikle doğrudan Hitit hanedan üyesi kralları tarafından yönetilen Tarhuntaşşa Krallığı, Kargamış Krallığı ve Halep Krallığı Ülkesi’nin vassal kralları ile yapılan antlaşmalarda getirilen yükümlülüklerin, diğer vassal krallara getirilen yükümlülüklerden farklı olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Nitekim bazı araştırmacılar (Christiansen- Devecchi 2013: 70) bu antlaşmaların sözde ve yarı eşitlik koşullarında yapılmış olduklarını ileri sürmektedir. Hitit krallarının hanedan üyesi vassal krallarla yaptıkları antlaşmalarda, zekice bir politika izledikleri anlaşılmaktadır. Çünkü bu antlaşmalarda, hanedan üyesi vassal kralların gelecekte Hitit tahtına yönelik hak iddia etmeyecekleri açıkça belirtilmiş ve belki bu nedenle de kendilerine ayrıcaklı ödünler verilmiştir.

Nitekim Tarhuntaşşa Kralı Kurunta ile IV. Tuthaliya arasında yapılan antlaşmada Kurunta’nın askeri yükümlülüklerinin hafifletilmesi ayrıca Šahhan ve Luzzi vergilerinden muaf tutulması bunun en iyi kanıtlarındandır (Beckman 1996: 114-115).

VASSAL KRALLARA GETİRİLEN ORTAK YÜKÜMLÜLÜKLER

Hitit krallarının vassal krallarla yaptıkları antlaşmaların içeriği incelendiğinde, bu antlaşmaların çoğunda geçen ve yemin altına alınmış benzer yükümlülüklerin bulunduğu görülmektedir. Hitit Devleti’nin ekonomisi açısından vassal krallıklardan alınan vergilerin önemli bir payı bulunduğundan, bu antlaşmalarda vassal kralların vereceği yıllık vergiler yemin altına alınmıştır. Diğer taraftan tam sadakatle Büyük Krala bağlılığı istenen vassal krallar da, bu bağlılığın göstergesi olarak, Büyük Kralın dostuyla dost, düşmanıyla düşman olmaları tüm bu antlaşmalarda bulunmaktadır. Aynı şekilde bu antlaşmalarda savaş ve isyan durumlarında bu kralların hemen yaya ve arabalı savaşçılarıyla Büyük Kralın yardımına gitmesi ve sınırlarının korunması gibi konular yemin altına alınmıştır. Yine bu antlaşmaların çoğunda vassal krallar ortak yükümlülük olarak kaçaklar, kışkırtıcılar, yalan haber yayanlar, suçlular, isyancıların durumu ve haklarında yapılacak işlemler detaylı olarak açıklanarak yemin altına alınmıştır. Ayrıca bu antlaşmaların tümünde bu krallara

Caner Özdemir ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 267-282

274

Büyük Kral ile ailesine ve gelecekteki tüm nesline itaat etmesi ve onları korumasına yönelik yükümlülük getirilmiştir.

VASSAL KRALLARA GETİRİLEN FARKLI YÜKÜMLÜLÜKLER

Hitit Devleti’nin vassal krallıklarla yaptığı antlaşmaların içeriği incelendiğinde, bu antlaşmalarla bu krallara getirilen bazı yükümlülüklerin farklı olduğu görülmektedir. Bu farklılıklar muhtemelen antlaşma yapılan vasal krallığın jeopolitik konumu ile siyasi koşullardan ileri gelmiş olmalıdır. Çünkü bu krallardan bazıları ülkeleri Hitit Krallığı tarafından ele geçirildikten sonra, bazıları diğer güçlü ülkelerin tehdit etmeleri nedeniyle Hitit Krallığı’ndan yardım istemeleri neticesinde veya doğrudan Hitit buyruğuna girmek istedikleri için atanmışlardır. Doğal olarak yukarıda belirtilen farklı üç koşulda da yapılan antlaşmalarda, kozlar Hitit Devleti’nde olması nedeniyle antlaşmalarda Hitit çıkarlarını koruyan farklı yükümlülükler getirilmiştir. Yine vassal krallıklarla yapılan antlaşmaların içeriğinden, Šeha Nehri Ülkesi Kralı Manapa-Tarhunta ve Amurru Kralı Benteşina gibi bazı kralların Hitit Devleti’ne ihanet etmesine rağmen, Büyük Kral tarafından bağışlanarak kral olarak atandığı görülmekte olup (Beckman 1996: 78; Karauğuz 2002: 193), bu vassal krallarla yapılan antlaşmalarda da bazı özel yükümlülükler getirilmiştir.

Kizzuwatna ülkesiyle yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: Hitit Devleti’nin Kizzuwatna Ülkesiyle yaptığı antlaşma Šunaššura ile Hitit Kralı II. Tuthaliya arasında yapılmıştır. Muhtemeldir ki bu antlaşma Kizzuwatna’nın bağımsızlığını yitirdiği dönemde yapılmıştır. Çünkü bu antlaşmanın giriş bölümünde Hitit Kralı şimdi Kizzuwatna Ülkesi ve halkı Hitit sığırıdır “i-na-an-na KUR URU Ki-iz-zu-ua-at-ni ša URU Ha-at-ti GU4HI.A”, diyerek sığırlar ahırını seçti “É GU HI.A.šu-nu ŭ-wa-ad-du-nim-mi ap-pu-na-am-ma” ifadesini kullanmıştır (Alemdar 2006: 98-99). Ancak bu antlaşmada diğer vassal antlaşmalardan farklı olarak Šunaššura vergiden muaf tutularak, Büyük Kralı ziyareti sırasında kralın adamları tarafından ayakta karşılanacağı, kendisine iyi davranılacağı ve ülkesine istediği zamanda dönebilmesi konusunda ayrıcalıklar verilmiştir. Fakat bu antlaşmayla Šunaššura’ya Hurri Ülkesi’ne elçi göndermemesi ve Hurri elçisini kabul etmemesi konusunda yükümlülük getirilmiştir (Alemdar 2006: 101, 131; Kitchen-Lawrence, 2012: 315-320). Ayrıca Mitanni Devleti Hatti topraklarına saldırırsa, Šunaššura’nın Mitanni askerlerinin kendi topraklarından geçişine izin vermemesi konusu antlaşmada yemin altına alınmıştır. Diğer taraftan Hitit Devletinin, Hurri ve Arzawa Ülkeleri’yle yaptığı bir savaş durumunda, Šunaššura Hitit Devletine yüz süvari ve bin atlı asker vermekle yükümlülük altına alınmıştır (Alemdar 2006: 131; Kitchen-Lawrence, 2012: 315-320). I. Šuppiluliuma ile oğlu Telipinu, diğer oğlu prens Arnuwanda, Büyük Kraliçe Henti ve saray muhafızlarının şefi Zida arasında yapılan antlaşmada ise Telipinu prens Arnuwanda’nın gelecekte Hitit Krallığı üzerindeki hakkını kabul etmekle yükümlü tutulmuştur (Alemdar 2006: 176, 178).

Arzawa ülkesiyle yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: Arzawa Ülkeleri’nden Šeha Nehri Ülkesi Kralı Manapa-Tarhunta ile II. Muršili arasında yapılan antlaşmada ise diğer antlaşmalardan farklı olarak Manapa-Tarhunta, II. Muršili tarafından güven duymadığı Mira-Kuwaliya Kralı Mašhuiluwa konusunda uyarılmıştır. Ayrıca bu antlaşmada Manapa-Tarhunta ile Mašhuiluwa’nın birbirlerine karşı kötülük, düşmanlık beslememeleri ve birbirlerinin düşmanlarıyla işbirliği yapmamaları konuları yemin altına alınmıştır. Yine bu antlaşma ile Manapa-Tarhunta, Arzawa Ülkesi’nden kendisine gelecek tüm kaçakları (NAM.RA) yakalayarak, II. Muršili’ye teslim etmekle yükümlü kılınmıştır (Beckman 1996: 78; Karauğuz 2002: 134). Yine Arzawa Ülkesi olan Hapalla Kralı Targašnalli

__________ Hitit Devleti ile Vassalları Arasında Yapılan Antlaşmalarda Vassallara Getirilen Yükümlülükler

SEFAD, 2018 (40): 267-282

275

ile II. Muršili arasında yapılan antlaşmada ise II. Muršili saray içinden veya dışından kendisine karşı yapılacak bir isyan sonucunda, Targašnalli’ye sığınacak kaçakların hemen kendisine teslim edilmesi ve Targašnalli’nin garnizonunda bıraktığı Hitit askerlerine iyi bakması yemin altına alınmıştır. Yine bu antlaşmayla Targašnalli’ye şayet kulağına II. Muršili’nin kendisi hakkında kötü düşündüğüne dair dedikodu haber ulaşırsa, bunu hemen kendisine yazması ve cevap gelmeden kendisine karşı kötülük yapmaması konusunda yükümlülükler getirilmiştir (Beckman 1996: 65-66; Karauğuz 2002:114). Diğer bir Arzawa Ülkesi olan Mira-Kuwaliya Kralı Kupanta-Kurunta ile II. Muršili arasında yapılan antlaşmada ise diğer antlaşmalardan farklı olarak, bu antlaşmada Kupanta-Kurunta’nın II. Muršili’nin yeğeni olmasından dolayı olacak ki, diğer Arzawa Ülkesi krallarının kendisini koruması ve Kupanta-Kurunta’nın antlaşma metnini yılda üç kez okuması yemin altına alınmıştır (Beckman 1996: 76). Wiluşa Kralı Alakšanduš ile II. Muwatalli arasında yapılan antlaşmada ise vassal kral antlaşma metnini yılda üç kez okumak, Kupanta-Kurunta’nın korunması ve Šeha Nehri Ülkesi kaynaklı isyan durumunu hemen Büyük Krala bildirmekle ayrıca şayet Büyük Kral duymasa da, Alakšanduš ona karşı bir isyanı duyduğunda hemen yaya ve arabalı savaşçılarıyla harekete geçmekle ve işi kuş falı bakmaya bırakmamakla yükümlü tutulmuştur (Beckman 1996: 84).

Mitanni ülkesiyle yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: I. Şuppiluliuma’nın kızıyla evli olan Mitanni Kralı Mattiwaza ile I. Šuppiluliuma arasında yapılan antlaşmada Mattiwaza, Büyük Kralın oğulları ile eşit statüde ve kardeş olarak kabul edilerek, kendisine Hattide birde ev verilmiştir. Ancak Mattiwaza I. Šuppiluliuma tarafından başkasıyla da evlenme konusunda serbest bırakılmakla birlikte, eşi I. Şuppiluliuma’nın kızının kraliçe olacağı ve her zaman diğer eşlerinden üstün olacağı sözleriyle yükümlülük altına alınmıştır (Beckman 1996: 40-41). Ayrıca Mattiwaza’nın Kargamış Kralı Piyaššili ile dostça geçinmesine ilişkin sözler de yemin altına alınmıştır.

Ugarit ülkesiyle yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: Ugarit Krallığı ile yapılan vassal antlaşmalardan II. Niqmaddu ile I. Šuppiluliuma arasında yapılan antlaşmada, diğer antlaşmalardan farklı olarak II. Niqmaddu antlaşma tabletindeki sözleri değiştirmemekle yükümlü tutulurken, diğer taraftan da ödeyeceği haracın detayları (Efendim Majestem Büyük Krala 12 Mana 20 şekel altın, 1 Mana ağırlığında bir altın kupa başlıca haraç olup, ayrıca 4 keten giysi, 500 şekel mavi erguvan yün, 500 şekel kırmızı ergüvan yün v.b) belirtilmiştir (Alp 2000: 91). Diğer bir Ugarit Kralı Niqmepa ise II. Muršili tarafından sadece Büyük Hitit Kralını korumak, Mısır ya da Hanilgabat kralını korumamakla yükümlü tutulmuştur (Karauğuz 2002: 173).

Nuhašši Krallığı ile yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: Nuhašši Krallığı ile yapılan antlaşmada ise I. Šuppiluliuma Nuhašši Kralı Tette’yi, Hattili tüccarların tartı sistemine göre tartılacak --- şeqel altını yıllık vergi olarak vermekle yükümlü tutmuştur. Ayrıca bu antlaşma tabletinin içerisinde yer alan Tette’nin yılda bir kez Büyük Kralı ziyaret etmesine ilişkin sözleri ile Hitit Devleti’nin Hurri, Mısır, Babil, Aştata ve Alşi ile girebileceği bir savaşta Tette’nin tüm yaya ve arabalı savaşçılarıyla hemen yardıma gitmesi sözleri yemin altına alınmıştır (Beckman 1996: 51).

Azzi-Hayaša ülkesiyle yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: Diğer antlaşma tabletlerinden farklı olarak, I. Šuppiluliuma kız kardeşini verdiği Azzi-Hayaşa Ülkesi Kralı Huqqana ile yaptığı antlaşmada, Azzi-Hayaşa geleneklerine göre normal görülen kız kardeş, eşin kız kardeşi ve kuzen ile cinselliğin Hatti ülkesinde yasak ve

Caner Özdemir ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 267-282

276

cezasının ölüm olduğu belirtilmiş ve sarayın özgür kadınları ile cariyeleri konusunda Huqqana uyarılarak bu sözleri yemin altına alınmıştır (Beckman 1996: 27-28; Alp 2000: 99).

Amurru ülkesiyle yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: Kendi isteği ile Hitit köleliğini kabul eden Amurru Kralı Aziru ile I. Šuppiluliuma arasında yapılan antlaşmada, diğer antlaşmalardan farklı olarak Aziru’nun yıllık vergi olarak Hattili tüccarların tartı sistemine göre tartılmış birinci sınıf kalitede işlenmiş 300 seqel altını vermesi, yılda bir kez Büyük Kralı ziyaret etmesi ve Amurru’ya gönderilecek Hattili askerlere bakma görevi yemin altına alınmıştır (Beckman 1996: 33, 35). II. Muršili döneminde Amurru vassal kralı olan Tuppi-Tešup ile yapılan antlaşmada ise yukarıda belirtilen yıllık vergi ve Hattili askerlerin bakımına ilave olarak, Tuppi-Tešup Mısır ülkesine vergi ödememekle yükümlü tutulmuştur (Beckman 1996: 56). Hitit Devletine ihanet etmesine rağmen, III. Hattušili tarafından bağışlanıp (III. Hattušili’nin kızı Gassuliiawiia’da kendisine eş olarak verilen) Amurru vassal kralı olan Benteşina ile yapılan antlaşma tabletinin içeriği Azuri ile yapılan antlaşmanın benzeri olmakla birlikte, bu antlaşmada ki farklılık sadece Büyük Kraliçe olarak III. Hattuşili’nin eşi Phuduhepa’nın isminin geçmiş olmasıdır. Daha sonraki yıllarda Amurru’ya IV. Tuthaliya tarafından vassal kral yapılan Şauşga-muwa ise IV. Tuthaliya’nın kız kardeşi ile evli olup, kendisiyle yapılan antlaşmada diğer antlaşmalardan farklı olarak, Amurru’lu tüccarların Asur ülkesine gitmemesi, Asurlu tüccarların Amurru’ya girişine izin verilmemesi, şayet girerlerse yakalanarak Büyük Krala teslim etmesi, ayrıca Ahiiawa ülkesine ait gemilerin Asur’a gitmesinin engellenmesi ve Asur ile yapılacak savaş için arabalı ordu kurması konularında yükümlü tutulmuştur (Beckman 1996: 101; Alp 2000: 145).

Kargamıš ülkesiyle yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: Hitit hanedan üyeleri tarafından yönetilen vassal krallıklarla (Kargamıš, Halep ve Tarhuntašša krallıkları) yapılan antlaşmalardan birisi olan II. Muršili ile kardeşi Kargamıš Kralı Piyaššili arasındaki antlaşmada, Piyaššili ve gelecekteki soyunun sürekli Kargamıš vassal kralı olacakları ve Kargamıš Kralının statüsünün ise Hatti Büyük Kralından sonra geleceği yemin altına alınmıştır (Beckman 1996: 154). Daha sonraki Kargamıš Kralı Talmi-Tešup ile II. Şuppiluliuma arasındaki antlaşmada ise II. Šuppiluliuma’nın her zaman vassal kralın yanında olacağı ve gelecekte oğullarının kral olarak göreve devam edeceğinin sözü verilmiştir.

Halep ülkesiyle yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: Halep Ülkesi Kralı Talmi-Šarruma ile II. Muwatalli arasında yapılan antlaşmada ise iki ülkenin krallarının ve nesillerinin karşılıklı birbirlerini koruması ile gelecekte “Halep Ülkesi Krallığı Hatti Ülkesi Krallığı’ndan üstün olmasın” ifadeleri yemin altına alınmıştır. Ayrıca bu antlaşmada, hanedan üyesi olmayan vassal krallıklarla yapılan antlaşmalarda geçmeyen tabletin kimlerin huzurunda ve kim tarafından yazıldığı da belirtilmiştir. Bu antlaşmanın son bölümünde buna ilişkin olarak “kral ailesindeki subayların şefi [-] libbi, Kargamış Ülkesi Kralı Šahuruwa, rahiplerin şefi Gaššu, Du-[ ]li uriianni, katiplerin şefi Mittana-muva, kralın antuwašalli’si, ve katibi LAMA-piia huzurunda, Hattuša’da katip [ ] bu tableti yazdı” ifadeleri tablette yer almıştır (Karauğuz 2002: 231).

Tarhuntašša ülkesiyle yapılan antlaşmalarda getirilen farklı yükümlülükler: Tarhuntašša Kralı Ulmi-Tešup ile III. Hattušili arasında yapılan antlaşmada, “gelecekte Tarhuntašša Ülkesi krallığı sadece Ulmi-Tešup’un soyuna ait olsun” sözlerine yer verilmiş olup, ailede erkek çocuk olmasa dahi kız çocukların vassal kral olabileceği belirtilmiştir (Beckman

__________ Hitit Devleti ile Vassalları Arasında Yapılan Antlaşmalarda Vassallara Getirilen Yükümlülükler

SEFAD, 2018 (40): 267-282

277

1996: 104; Karauğuz 2002: 86). Ayrıca gelecekte Hitit Krallarının Tarhuntašša Ülkesi’ni Ulmi-Tešup’un soyundan almayacakları ve bunun için mahkemeye gitmeyecekleri antlaşma tabletinde yer almıştır. Bu antlaşmayla Ulmi-Tešup Šuhhan ve Luzzi vergileri ile tablet evi için vermesi gereken askerlerden muaf tutulurken, diğer taraftan şu sözler “Eğer onunla eş durumdaki bazı krallar, Majestesine karşı gelirse, Tarhuntašša ülkesi kralı bizzat kendi yardıma gelsin. Fakat ondan yaya ve arabalı savaşçılar istemesinler” antlaşmada yer almıştır (Beckman 1996:106; Karauğuz 2002: 89). Yine bu antlaşma tabletinde diğer antlaşmalarda bulunmayan şu ifadeler “Eğer Majestem, Ulmi-Tešup’tan bir şehir ya da herhangi bir yer isterse, o memnuniyetle ona bu yerleri versin. Baskı için bir mesele olmasın. Ya da eğer Ulmi-Tešup, Majestemden bazı şeyler isterse, Majestem ona, onu versin” yer almış olup, ayrıca Ulmi-Tešup antlaşma tabletinin sözlerini değiştirmemekle yükümlü kılınmıştır. Bu antlaşmanın son bölümünde antlaşmanın “tuhkanti Nerikkaili, tuhkanti Tašmi-Šarruma, prens Hannuttti, prens Huzziia, Kargamıš ülkesi kralı İni-Tešup, İsuwa ülkesi kralı Ari-Šarruma, Uriianni’li AMAR.MUŠEN , general Hattuša-Kurunta, katiplerin şefi UR.MAH-ziti “ ve diğer sıralanan isimlerin huzurunda Urikina şehrinde yazıldığı belirtilmiştir (Beckman 1996: 108; Karauğuz 2002: 92).

Yine III. Hattušili’nin Tarhuntašša vassal kralı Kurunta’nın askeri yükümlülüklerine ilişkin buyruğunda, III. Hattušili yeğeni Kurunta’yı Tarhuntašša Ülkesi’nde kral yaptığını belirterek, diğer antlaşmalardan farklı olarak şu sözleri “Hatti Ülkesi’nin Majestesi talebi olan, tablet evi için Hulaia ülkesi yaya ve arabalı savaşçılarını muaf tuttu, gelecekte sadece 200 asker Hitit askeri seferine gitsin, ayrıca tablet evi için ondan asker istenmesin. Bu askerler Šahhan ve Luzzi vergileri olarak ondan kaldırıldı. Büyük Krala karşı onunla eş krallardan biri ayaklanırsa, bizzat kendi yardıma gelsin, fakat kesinlikle ondan bir ordu istenmesin” yemin altına alınmıştır (Beckman 1996: 103; Karauğuz 2002: 83-84). Kurunta ile IV. Tuthaliya arasında yapılan antlaşmada ise III. Hattušili zamanında Kurunta’ya konan Türbe ziyareti yasağı kaldırılarak, Tarhuntašša Ülkesi tanrılarının ihtiyaçlarının Hitit Krallığı tarafından karşılanacağı ve bunun için Hattuşalı insanların, her yıl iki yüz sığır ve bin koyunu Tarhuntašša tanrılarına bağış yapacakları belirtilmiştir (Karauğuz 2002: 97-98). Yine bu antlaşma ile Kurunta Šahhan ve Luzzi vergilerinden muaf tutularak, kendisinden yardım istenmesi halinde sadece yüz piyade asker göndereceği belirtilmiştir. Aynı şekilde antlaşma tabletinde gelecekte Tarhuntašša krallarının Kurunta’nın soyundan olacağı, bunun aksine hareket eden Hitit krallarının ise tanrıların gazabına uğrayacağı yemin altına alınmıştır. Antlaşmada Kurunta’nın istediği kadın ile evlenebileceği, erkek çocuğu olmasa dahi kız çocuğunun kral olabileceği ayrıca Kurunta’nın neslinden birinin suç işlemesi durumunda ise bunun Hitit Kralı tarafından sorgulanacağı, ancak ülkesinin elinden alınmayacağı belirtilmiştir (Karauğuz 2002: 101-103). Yine bu antlaşmanın son bölümünde antlaşmayı “Tawa şehrinde, prens Nerikkaili, Kargamıš Ülkesi Kralı Ini-Tešup, Šeha Nehri Ülkesi Kralı Mašturi, kralın eniştesi Šaušga-muva, Amurru Ülkesi Kralı Bentešina, ve sıralanan diğer isimlerle birlikte ordunun tüm komutanları, bin yüksek makam sahibi kişi ve tüm kral ailesi huzurunda katip Halwa-ziti’nin yazdığı” ve 7 adet yapıldığı belirtilmiştir (Karauğuz 2002: 105-106).

Caner Özdemir ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 267-282

278

SONUÇ

MÖ II. binyılda Anadolu’da Kızılırmak Nehri’nin oluşturduğu çekirdek bölge başta olmak üzere bu bölgede yaşamış ve Eski Yakın Doğu’nun en büyük imparatorluklarından birini kurmuş olan Hititler, bu imparatorluğu 450 yıl boyunca ayakta tutmayı başarmışlardır. Hitit Devleti’nin asıl kurucusunun I. Hattušili (MÖ 1650-1620) olduğu kabul edilmektedir. Hattušili, günümüzde Çorum’a bağlı ve 82 km uzağında bulunan Boğazköy’deki Hattuşa’yı kendine başkent yapmıştır.

Anadolu’da yaklaşık 450 yıl hüküm süren Hititlerin bu başarısının altında yatan temel nedenlerin başında, hiç şüphesiz zekice yürütülen diplomasi ve idari devlet yapılanmasının önemli olduğu düşünülmektedir. Hitit Krallığı’nın dış politikada yürüttükleri siyasetin temel amacı, uluslararası dengeleri gözeterek mümkün olduğunca düşman ülke sayısını azaltmak olmuştur. Hitit kralları bu siyaseti izlerken bir taraftan, zamanın güçlü krallıklarını (Mısır Krallığı, Asur Krallığı) kendileriyle eşit düzeyde kabul etmişler diğer taraftan da, güçlü ülkeler ile kendi ülkelerinin sınırları arasında tampon bölge oluşturmak amacıyla Mitanni ve Amurru gibi ülkelerle iyi ilişkiler kurmaya özen göstermişlerdir. Hititler bu politikalarını gerçekleştirmek amacıyla merkezden uzak bölgelerin idaresini kolaylaştırmak ve merkezi idarenin yükünü hafifletmek amacıyla vassallık sistemini geliştirmişlerdir. Diğer bir ifadeyle Hititler kendilerine bağladıkları yeni ülkeleri, Büyük Krala bağlı ve güvenilir vassal kral atayarak yönetmişlerdir. Ancak Büyük Kral tarafından atanan bu krallarla vassal statüde antlaşmalar yapılmıştır. Hitit Krallığı’nın çıkarlarının korunduğu ve vassal kralın etkisinin bulunmadığı bu antlaşmalar Hitit kralı için direktif, vassal kral için ise yemin anlamı taşımaktaydı.

Anadolu’da (Hurri-Mitanni, Kizzuwatna, Išuva, Azzi-Hayaša, Arzawa Ülkeleri Krallığı) ve Mezopotamya bölgesinde (Kargamıš, Halep, Ugarit, Amurru, Nuhašše ve Kinza Krallığı) dönem dönem vassal statüyle Hititlere bağlı olan krallıklar vardı. Hitit kralları atadıkları vassal krallar sayesinde bir taraftan Hatti topraklarının güvenliğini sağlamışlar, diğer taraftan da merkezden uzak bu krallıkları daha kolay yönetmişlerdir. Hitit kralları gerektiğinde vassal krala hanedan ailesinden birini eş vererek vassal krallıkla ilişkileri sıcak tutmaya çalışmışlardır. Hitit kralları yaptıkları bu antlaşmalarda vassal krallara kaçaklar, kışkırtıcılar, yalan haber yayanlar, suçlular ve isyancılar hakkında yapacakları işlemler hakkında ortak yükümlülükler getirmişlerdir. Diğer taraftan ise muhtemelen vassal krallığın içinde bulunduğu siyasi ve jeopolitik konumlarını da dikkate alarak farklı yükümlülükler yemin altına alınmıştır. Örneğin Kizzuwatna Ülkesi Kralı Šunaššura ile II. Tuthaliya arasında yapılan antlaşmada, Šunaššura’nın Hurri elçilerini kabul etmemesi ve Mitanni ülkesinin Hatti’ye saldırı durumunda askerlerinin Kizzuwatna topraklarından geçişine izin verilmemesi yemin altına alınmıştır. Aynı şekilde Ugarit Kralı Niqmepa ile II. Muršili arasında yapılan antlaşmayla Niqmepa’ya sadece Büyük Hitit kralını koruması ancak Mısır ya da Hanilgabat kralını korumaması yönünde yükümlülük getirilmiştir. IV. Tuthaliya tarafından Amurru’ya vassal kral yapılan Şauşga-muwa ile yapılan antlaşmada ise diğer antlaşmalardan farklı olarak, Amurrulu tüccarların Asur’a gitmemesi ve Asurlu tüccarların da Amurru’ya girişine izin verilmemesi yemin altına alınmıştır. Bu farklı yaptırımların içeriği özünde incelendiğinde, hepsinin altında yatan önceliğin Hatti topraklarının güvenliği ve çıkarlarının yattığı kolaylıkla anlaşılacaktır.

Diğer taraftan Kargamıš, Halep ve Tarhuntašša gibi ülkelere Hitit hanedan soyundan birinin vassal kral olarak atandığını görmekteyiz. Doğal olarak hanedan soyundan birinin

__________ Hitit Devleti ile Vassalları Arasında Yapılan Antlaşmalarda Vassallara Getirilen Yükümlülükler

SEFAD, 2018 (40): 267-282

279

kral olarak atanması, Hitit Krallığı için bir güvence gibi gözükmektedir. Ancak Hitit krallarının hanedan soyundan atadıkları bu krallar ile yaptıkları antlaşmalarda daha özverili olduklarını görüyoruz. Bunun altında yatan neden ise antlaşma metinlerine yansıdığı gibi, bu kralların gelecekte Hitit Krallığı’nda söz sahibi olmamaları ve çıkabilecek taht kavgalarının önüne geçmek olmuştur. Buna örnek olarak II. Muršili ile kardeşi Kargamıš Kralı Piyaššili arasındaki antlaşmada Piyaššili ve gelecekteki soyunun sürekli Kargamıš vassal kralı olacakları ve Kargamıš krallığının statüsünün ise Hatti Büyük Kralından sonra geleceğinin yemin altına alınmış olması verilebilir. Benzer şekilde III. Hattušili’nin Tarhuntašša’ya kral yaptığı yeğeni Kurunta’dan Šahhan ve Luzzi vergileri ile bazı askeri yükümlülüklerin kaldırılmış olması da buna örnek oluşturmaktadır.

SUMMARY

The Hittites, who lived in the region formed by the Kızılırmak River in Anatolia in the second Millennium BC, established one of the biggest empires of the Ancient Near Eastern and managed to keep this empire alive for 450 years. Hattušili I (1650-1620) is accepted as the founder of the Hittite Kingdom. Hattusa (Boğazköy), which is 82 km away from Çorum city center today, had been chosen as the capital by Hattušili.

One of the main reasons behind the success of the Hittites, who ruled for 450 years in Anatolia, is undoubtedly a cleverly conducted diplomacy and administrative state structure. The main purpose of the foreign policy of the Hittite Kingdom was to reduce the number of hostile countries as much as possible by taking into account the international balances. For this policy, the Hittite Kings, on the one hand, accepted the powerful kingdoms of the time (such as Egypt Kingdom and Assyrian Kingdom) at the same level with themselves. On the other hand, they tried to establish good relations with countries such as Mitanni and Amurru to create a buffer zone between the strong countries and the borders of their country. So, they developed the vassal system in order to facilitate the administration of the remote areas and to ease the burden of the central administration. In other words, the Hittites administered the new countries by appointing trustworthy vassal kings who are loyal to the Great King. In the meantime, vassal status treaties were made with these kings. These treaties, in which the interests of the Hittite Kingdom were preserved and the vassal king had no influence, mean a directive for the Hittite king, and an oath for the vassal king.

It is seen that vassal state structure was formed by Šuppiluliuma I and improved by Muršili II. Among the signed 21 vassal treaties, 6 of them were made by Šuppiluliuma I, 6 of them by Muršili II, 3 of them by Hattušili III, 2 each with Muwatalli II and Tuthaliya IV and 1 each with Tuthaliya II and Šuppiluliuma II.

Both in Anatolia (Hurri-Mitanni, Kizzuwatna, Išuva, Azzi-Hayaša, Arzawa Country Kingdoms) and Mesopotamia regions (Kargamıš, Aleppo, Ugarit, Amurru, Nuhašše and Kinza Kingdoms), time to time, there were kingdoms bound to the Hittites with the vassal status. The Hittite kings, on the one hand, ensured the security of the Hatti lands through the vassal kings they appointed; on the other hand, they administered these distant kingdoms more easily. In the treaties, the Hittite kings have brought common obligations to the vassal kings about the actions for the fugitives, provocateurs, criminals and rebels. On the other hand, different obligations were put into force under oath, taking into consideration the political and geopolitical positions of the vassal kingdom. For example, with the treaty between the King of Kizzuwatna Šunaššura and Tuthaliya II, Šunaššura took

Caner Özdemir ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 267-282

280

an oath to not accept the Hurri envoy and not let the soldiers pass through the territory of Kizzuwatna in the case of Mitanni country attacking Hatti. Similarly, with the treaty between Ugarit King Niqmepa and Muršili II, Niqmepa obligated to protect only the Great Hittite king, not the Egypt or the Hanilgabat kings. Unlike others, in the treaty with Şauşga-muwa, who was appointed as a vassal king to Amurru by Tuthaliya IV, he took an oath for the Amurru traders not to go to Assyria and not allow the Assyrian traders to enter Amurru. When the content of these different sanctions is examined, it is easily understood that the underlying priority of all of them was the security and interests of the Hatti lands.

On the other hand, we see that Hittite dynasty descendants were appointed as vassal kings to countries such as Kargamıš, Aleppo and Tarhuntašša. Naturally, the appointment of one of the dynasty descendants as the king seems to be a guarantee for the Hittite Kingdom. However, we know that the Hittite Kings were more selfless in their treaties with the kings they had appointed from the dynasty line. As reflected in the treaty texts, the underlying reasons for this were to prevent both these kings from having a say in the future Hittite Kingdom and fights for the throne. As an example, in the treaty between Muršili II and his brother to the King Piyaššili of Kargamıš, it was under oath that Piyaššili and his future generations would be the permanent vassal king of Kargamıš, and the status of the kingdom of Kargamıš would be ranked just after the Great King of Hatti. Similarly, the removal of Šahhan and Luzzi taxes and some military obligations from Kurunta, who is the nephew of Hattušili III appointed as a king to Tarhuntašša by him, is an example.

__________ Hitit Devleti ile Vassalları Arasında Yapılan Antlaşmalarda Vassallara Getirilen Yükümlülükler

SEFAD, 2018 (40): 267-282

281

KAYNAKÇA

Akdoğan, Rukiye (2010). “Hitit Antlaşmaları, Devletin Dili”. Aktüel Arkeoloji Dergisi. (13): 94-103.

Alemdar, Derya (2006). Kizzuwatna Memleketi İle Hitit Devleti Arasında Yapılan Antlaşmalar. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Ü.

Alp, Sedat (2000). Hitit Çağında Anadolu. Çivi Yazılı ve Hiyeroglif Yazılı Kaynaklar. İstanbul: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 140.

Alpman, Adil (1981). “Hurriler”. Tarih Araştırmaları Dergisi (25): 283-313. Ayaz, Sema (2017). Çivi Yazılı Belgelere Göre Hitit Devletine Bağlı Devletlerin Statüsü. Yüksek

Lisans Tezi. Ankara: Gazi Ü. Bahar, Hasan (2013). Eskiçağ Uygarlıkları. Konya: Kümen Yayınları 53. Bahar, Hasan (2017). “Türklerden Önce Konya Tarihi”, Konya Araştırmaları Göç ve İskan. ed.

Alaattin Aköz- Doğan Yörük. Konya: Palet Yayınları. 29-44. Bahar, Hasan-Karauğuz, Güngör vd. (1996). Eskiçağ Konya Araştırmaları 1. Phrygia Paroreus

Bölgesi: Anıtlar, Yerleşmeler ve Küçük Buluntular. İstanbul: Fs Yayınları. Balkan, Kemal (1957). Mama Kralı Anum-Hirbi’nin Kaniş Kralı Warşama’ya Gönderdiği Mektup.

Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Beckman, Gary (1996). Hittite Diplomatic Texts. ed. Harry, A-Hoffner, Jr. Atlanta, Georgia:

Scholars Press. Bryce, Trevor (2003). Letters of the Great Kings of the Ancient Near East. The Royal

Correspondence of the Late Bronze Age. London-New York. Bryce, Trevor (2015). The Kingdom of The Hittites. New Edition. Oxford. Christiansen, Birgit., Devecchi, Elena (2013). “Die Hethitischen Vassallenverträge und die

Biblische Bundeskonzeption”. Biblische Notizen. Nr. 156, 65-85. D’Alfonso, Lorenzo (2007). “The Treaty Between Talmi-Teššup king of Karkemiš and

Šuppiluliyama Great king of Hatti“, Tabularia Hethaeorum: Hethitologische Beiträge. Silvin Košak zum 65. Geburtstag, ed. Detlev Groddek- Marina Zorman. Wiesbaden. Harrassowitz Verlag. 202-220.

De Martino, Stefano (2003). Hititler. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Demirel, Serkan (2017). “A Contribution to Localization of Azzi-Hayaša Mentioned in Hittite

Cuneiform Texts”. Archivum Anatolicum (ArAn) (1): 97-110. Goetze, Albrecht (1962). “ Cilicians“. JCS (16): 48-58. Günbattı, Cahit (2012). Kültepe-Kaniş. Anadolu’da İlk Yazı, İlk Belgeler. Kayseri: Kültür

Yayınları. Karauğuz, Güngör (2002). Boğazköy ve Ugarit Çivi Yazılı Belgelere Göre Hitit Devletinin Siyasi

Antlaşma Metinleri. Konya: Çizgi Kitapevi Yayınları 48. Kitchen, Kenneth. A and Lawrence, Paul. J. N (2012). Treaty, Law and Covenant in the Ancient

Near East. Wiesbaden. Harrassowitz Verlag. Küçükbezci, Hatice Gül (2010). M. Ö. II. binyılda Yılın İlk Çeyreğinde (Assur Ticaret Kolonileri

Çağı’nda) Orta Anadolu’nun Sosyoekonomik Yapısı. Doktora Tezi. Konya: Selçuk Ü. Macqueen, J. G (2015). Hititler ve Hitit Çağında Anadolu. çev. Esra Davutoğlu. Ankara.

Arkadaş Yayınevi. Monte, Giuseppe F. Del and Tischler, Johann (1978). Die Orts- und Gewässernamen der

Hethitischen Texte. Réportoire Géographique des textes Cunéiformes VI. Wiesbaden. Otten, Heinrich (1988). Die Bronzetafel aus Bogazkoy. Ein Staatsvertrag Tuthalijas IV. Studien zu

den Bogazkoy-Texten, Beiheft 1. Wiesbaden. Harrassowitz Verlag.

Caner Özdemir ______________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 267-282

282

Özgüç, Tahsin (1986). Kültepe-Kaniş II. Eski Yakındoğu’nun Ticaret Merkezinde Yeni Araştırmalar. Ankara. Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Peker, Hasan (2013). “Hitit Devleti’nin Uluslararası İlişkileri ve Politik Enstrümanları: Savaş ve Diplomasi”. Hititler. Bir Anadolu İmparatorluğu ed. Meltem Doğan Alparslan- Metin Alparslan. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları 4017. 64-78.

Pelvanoğlu, Tolga (2017). MÖ İkinci Binyılda Kizzuwatna’nın Tarihi ve Tarihi Coğrafyası. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: İstanbul Ü.

Sir Gavaz, Özlem (2008). “Hitit İmparatorluk Devri Krallarından I. Şuppiluliuma Döneminde Anadolu”. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (1): 21-39.

Sir Gavaz, Özlem (2012). “MÖ 14. Yüzyılda Hitit Vassali Ugarit, Mısır ve Doğu Akdeniz”. Arkeoloji ve Sanat (140): 25-34.

Sommer, Ferdinand (1947). Hethiter und Hethitisch. Stuttgart. Taş, İlknur (2008). Hitit Kralı IV. Tuthaliya. Asur Devleti’ne ve Suriye’deki Vassal Krallıklara

Yönelik Politikası. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Taş, İlknur (2012a). “Hitit Kralı IV. Tuthaliya’nın Suriye Politikası”. 38. ICANAS Uluslararası

Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi Bildiriler (haz. Zeki Dilek, Mustafa Akbulut vd.) 10-15. 09. 2007. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları. VI. Cilt, 3029-3038.

Taş, İlknur (2012b). “MÖ 13. Yüzyılda Hitit Kralı IV. Tuthaliya’nın Uygulamaya Koyduğu Ticari Ambargo”. 38. ICANAS Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi Bildiriler. (haz. Zeki Dilek, Mustafa Akbulut vd.) 10-15. 09. 2007. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları. 2012. VI. Cilt, 3015-3027.

Ünal, Ahmet (2005). Hititler Devrinde Anadolu III. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Ünal, Ahmet (2006). “Eski Çağlarda Çukurova’nın Tarihi Coğrafyası ve Kizzuwatna (Adana)

Krallığı’nın Siyasi Tarihi”. ÇÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (3): 15-44. Yiğit, Turgut (2004). “Hitit Krallığı’nda Yönetim Sistemi Üzerine Bir Not”. Ankara

Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi (35): 219-226.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 03/04/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 26/06/2018

SEFAD, 2018 (40): 283-296 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515373

İçbatı Anadolu’da Kutsal Bir Dağ: Murat Dağı (Dindymos)

Dr. Öğr. Üyesi Harun Oy Ordu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

Tarih Bölümü [email protected]

Öz Murat Dağı İçbatı Anadolu’da yer alan önemli bir dağdır. Kütahya ve Uşak illeri

arasında bulunan Murat Dağı’ndan antikçağ yazarları kutsal sayılan Dindymos dağı olarak söz etmektedir. Murat Dağı, Phryg tanrıçası Kybele’nin (Magna Mater, Kutsal Ana) dağıdır. Batı Anadolu’nun önemli nehirlerinden olan Gediz nehrinin (Hermos) kaynağı Murat Dağı’ndan çıkmaktadır. Antikçağdaki öneminin yanı sıra prehistorik dönemlerde de bulunduğu bölgede önemli olan bir dağdır. Batı Anadolu’daki konumu nedeniyle Afyonkarahisar, Kütahya ve Uşak coğrafyasında ulaşımı etkilemektedir. Antikçağda Susa’dan başlayıp Sardeis’e kadar uzanan “Kral Yolu” Murat Dağı’nın güneyinden geçmektedir. Antikçağ kentlerinden Aizanoi (Çavdarhisar), Kadoi (Gediz), Uşak (Temenouthyrai), Akmonia (Ahatköy-Banaz) gibi önemli kentler arasındaki bağlantılar Murat Dağı’nın etrafından geçerek sağlanmaktadır. Bulunduğu coğrafyayı, kentleri, insanları etkilemiş ve bölgesinde kutsal kabul edilmiş bir dağdır. Günümüzde de zengin orman varlığıyla beraber, Gediz, Büyük Menderes, Sakarya gibi önemli nehirleri besleyen su kaynakları Murat Dağı’ndan çıkmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Murat Dağı, Dindymos, Kybele, Kütahya, Uşak.

A Holy Mountain in the Inland Western Anatolia: Murat Mountain (Dindymos)

Abstract Murat Mountain is an important mountain located in the inland western Anatolia.

Antiquity writers refer to the mountain of Murat as the sacred mountain of Dindymos, which is located between Kütahya and Uşak. Murat Mountain is a mountain identified with the Phrygian goddess Kybele (Magna Mater, Holy Mother). The source of the Gediz River (Hermos), one of the important rivers of Western Anatolia, originates from Murat Mountain. It is an important mountain in the prehistoric period as well as in the antiquity. Due to its location in western Anatolia, it affects transportation in the region of Afyonkarahisar, Kütahya and Uşak. In Antiquity, the "Royal Road", starting from Susa and reaching Sardis, passes through the south of Murat Mountain. The connections between the ancient cities of Aizanoi (Çavdarhisar), Kadoi (Gediz), Uşak (Temenouthyrai), Akmonia (Ahatköy-Banaz) are provided by passing around Murat Mountain. It is a sacred mountain because it has affected the cities and people in the region. Today, along with its rich forest existence, the water resources that feed Gediz (Hermos), Büyük Menderes (Maiandros) and Sakarya (Sangarios) rivers emerge from Murat Mountain.

Keywords: Murat Mount, Dindymos, Kybele, Kütahya, Uşak.

Harun Oy _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 283-296

284

GİRİŞ Murat Dağı, Ege bölgesinin İçbatı Anadolu bölümünde, Kütahya ile Uşak illeri

arasında bulunmaktadır. Dağın kuzeyinde Kütahya ilinin Gediz ve Altıntaş ilçeleri yer almakta, güneyinde ise Uşak ili ve Banaz ilçesi bulunmaktadır. Dağın yüksekliği 2309 metredir. Bu yüksekliği ile Ege bölgesinin en yüksek dağları arasındandır. Murat Dağı kuzeybatı- güneydoğu uzantılı olup üzerinde Kartaltepe (2309 m.), Kırkpınar tepe (2218 m.), Tınaz tepe (2097 m.), Çatmalı Mezar tepe (1990 m.), Kazık Batmaz tepe (1857 m.) gibi tepeler yer almaktadır (Özav 1995: 61). Genel olarak dağın yapısı şist, kalker ve serpantinden oluşan paleozoik araziden oluşmaktadır (Yalçınlar 1955: 58-59). Oldukça engebeli bir yapıda olan bu dağın üzerinde yaylalar da bulunmaktadır (Harita 1-2).

Harita 1. Batı Anadolu ve Murat Dağı (Google Earth kullanılarak oluşturuldu).

_____________________________________ İçbatı Anadolu’da Kutsal Bir Dağ: Murat Dağı (Dindymos)

SEFAD, 2018 (40): 283-296

285

Harita 2. Murat Dağı/Dindymos (Google Earth kullanılarak oluşturuldu).

Murat Dağı zengin orman alanları ve bitki örtüsüne sahiptir (Efe 1998: 90-97). Özellikle 2000 metreyi aşan yüksekliği ile bulunduğu alanda önemli bitki çeşitliliğini barındırmaktadır (Günal 2013: 8). Üç iklim türünün, Karadeniz, Akdeniz ve Karasal iklimin görüldüğü bir geçiş iklimine sahip olan Murat Dağı bitki çeşitliliği bakımından ve endemik türler açısından da oldukça önemlidir. Dağın çevresinde karaçam, kızılçam, sarıçam, kayın, çınar, meşe, ceviz, fındık, titrek kavak, söğüt ve daha çok sayıda ağaç türü mevcuttur. Yabani hayvan çeşitliliği bakımından da bölgenin önemli alanlarından birisidir.

Murat Dağı maden yatakları bakımından da önemli kaynaklara sahiptir. Bu dağın alt kısımlarında zengin cıva yatakları bulunmaktadır (Bekişoğlu 1968: 20). Bu kaynaklar özellikle dağın güneyinde yer alan Banaz çevresinde yoğunlaşmıştır (Yalçın-Ergün vd. 1999: 69-72). Anadolu’da az sayıda bölgede bulunan ve kısıtlı olan kalaya ilişkin izlere bu dağda rastlanmıştır (Kaptan 1992: 16; Kaptan 1995: 198).

Murat Dağı kaplıcalara ve zengin su kaynaklarına sahiptir. Dağdan çıkan bu su kaynaklarının bir kısmı ile Gediz nehrine (Hermos), Porsuk çayı (Tembris) ile Sakarya (Sangarios) nehrine ve Banaz çayı (Senaros) ile Büyük Menderes (Maiandros) nehrine, Akarçay (Kaystros) ile Eber gölüne su sağlanmaktadır. Batı Anadolu’nun önemli havzalarını bu dağdan çıkan bu su kaynakları sulamaktadır (Ramsay 1897: 570).

Murat Dağı jeotermal su kaynakları bakımından da önemlidir. Zengin su kaynaklarının yanı sıra geniş orman alanlarına sahip olan dağ üzerinde yayla ve düz alanlar da mevcuttur. Bu zenginliği nedeniyle erken dönemlerden itibaren İçbatı Anadolu ve çevresinde önemli bir yer teşkil etmektedir.

Harun Oy _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 283-296

286

Bu öneminden dolayı günümüzde de çeşitli dönemleri kapsayan araştırmalar yapılmıştır. Bu araştırmalar sonucunda Murat Dağı ve çevresinde tarihöncesi dönemden beridir çok sayıda yerleşmenin varlığı ortaya konulmuştur. Turan Efe tarafından Kütahya ve Eskişehir bölgelerinde gerçekleştirilen araştırmalarda Murat Dağı’nın kuzeyinde yer alan Kütahya’nın Altıntaş ve Gediz ilçelerinde de erken dönem yerleşmeleri belirlenmiştir. Bu bölgedeki yerleşmeler Murat Dağı eteklerinde yer almaktadır (Efe 1993: 347-348). Harun Oy tarafından Uşak ili ve ilçelerinde gerçekleştirilen araştırmalarda dağın çevresinde erken dönem yerleşmeleri belirlenmiştir. Murat Dağı çevresindeki bu yerleşmeler MÖ III. Binden (İlk Tunç Çağı) başlayarak günümüze kadar süren kültürel sürekliliğe işaret etmektedir. Murat Dağı’nın güneyindeki Banaz ovasında olduğu gibi Murat Dağı’na doğru uzanan alanda konumlanmış olan İlk Tunç Çağı yerleşmeleri 1000-1300 metre yükseklikte olup zengin su kaynakları ve orman alanlarında konumlanmıştır (Oy 2017a: 63) (Resim 1). Hasan Malay ise Manisa ilinde yaptığı araştırmalarda Philadelphia (Alaşehir) çevresindeki yol çalışması esnasında ortaya çıkan ve çoğunluğu yazıtlı olan 100 kadar steli incelemiştir. Bu steller yerel bir Anadolu tanrıçası olan Meter Phileis’e adanmıştır. Rama dönemine ait bu steller yerel halk tarafından şifa bulmak amacıyla buradaki tapınağa sunulmuş olmalıdır (Malay 1984: 101). Bu durum ana tanrıçanın bölgedeki önemine işaret etmesi bakımından önemlidir. David H. French Anadolu’da Roma dönemi mil taşları ve yollarını araştırırken İçbatı Anadolu’da yer alan Afyonkarahisar, Kütahya ve Uşak illerinde Murat Dağı ile ilişkili yolları da incelemiştir. Bu bölgedeki önemli yollarda birisi Murat Dağı’nın doğusundan geçen Akmonia-Appia yolu olarak belirlenmiştir (French 1993: 199-206).

Resim 1. Tanrıça steli (Oy 2017a).

_____________________________________ İçbatı Anadolu’da Kutsal Bir Dağ: Murat Dağı (Dindymos)

SEFAD, 2018 (40): 283-296

287

ANTİK ÇAĞDA MURAT DAĞI (DİNDYMOS)

İçbatı Anadolu’da yer alan Murat Dağı antikçağda Dindymos olarak bilinmektedir. Herodotos (MÖ 484-425), Gediz nehrinin (Hermos) Kutsal Ana'ya (Kybele) adanmış bulunan Dindymon dağından (Murat Dağı) çıkarak Phokaia (Foça) yörelerinde denize döküldüğünü net bir şekilde ifade eder (Herodotos I, 80). Ünlü coğrafyacı Strabon da (MÖ 64-MS 24), Gediz nehrinin (Hermos) Mysia’daki Dindymene’den (Murat Dağı) çıktığını ve Phokaia (Foça) civarında denize döküldüğünü ifade etmektedir: “Hermos, Mysia’da kutsal Dindymene dağından çıkar. Katakekaumene ülkesinden Sardeis topraklarına girer ve önceden de söylediğim gibi civarındaki ovalardan da geçerek denize dökülür” (Strabon XIII: 4).

Murat Dağı’nın (Dindymos) bulunduğu bölgeye Dindymene denilmektedir. Dindymene ismi Phrygialıların tanrıçası Kybele’nin unvanlarından birisidir. Kybele’nin Magnesia (Manisa) yakınında bulunan Sipylos dağından dolayı Meter Sipylene, Troas bölgesindeki İda dağından dolayı Meter İdaia gibi unvanları olduğu gibi tapınım gördüğü diğer kentlerde de yerel isimleri kullanılmıştır (Roller 2004: 197). Murat Dağı ve çevresi Phrygialıların arazisi içerisinde olduğundan böyle bir bağlantının olması ve yerel ismiyle tapınım görmesi olağandır. Nitekim Strabon Kybele’nin kutsal merkezi Pessinus’tan bahsederken bu durumu şu şekilde açıklamaktadır:

“Pessinus dünyanın o kısmındaki en büyük ticaret merkezi olup, büyük saygı gören “Tanrılar Anası”na ait tapınak buradadır. Ona Agdistis derler. Eski devirlerde rahipler aynı zamanda hükümdardı ve rahipliğin sağladığı nimetleri onlar biçiyorlardı. Ama şimdi ticaret merkezi hala ayakta durduğu halde rahiplerin yetkileri azalmıştır. Kutsal bölge, Attaloslar tarafından kutsal bir yere yakışacak şekilde, tapınak ve beyaz mermerden portikler ilave edilerek yapılmıştır. Romalılar tıpkı Epidauros’takiAsklepios’a yaptıkları gibi, Sibyl’in kehaneti doğrultusunda oradaki tanrıçanın heykelini almak üzere girişimde bulunarak tapınağı ünlü kılmışlardır. Kybele ismini Kybelon dağından aldığı gibi Dindymene ülkesi de ismini üst tarafındaki Dindymon dağından almıştır. Yakınında Sangarios (Sakarya) ırmağı akar ve bu ırmağın üzerinde eski Phrygialılara, Midas’a, hatta kendi devrinden önce yaşamış olan Gordios’a ve diğerlerine ait iskan kalıntılarına rastlanır; bu izler kentlere ait olmayıp büyük köyler niteliğindedir” (Strabon XII: 5).

Bazı antik yazarlar Murat Dağı’ndan Kybele ile ilişkili olarak söz etmektedir. Romalı şair Catullus (MÖ 84-54), “Büyük tanrıça, tanrıça Cybele, Dindymos’un sahibesi tanrıça, evimden uzak olsun senin çılgınlıkların: haydi, git başkalarını hiddete sal, başkalarını çıldırt, haydi” (Catullus 63, 91-93; Roller 2004: 21). Bir başka Romalı şair Ovidius (MÖ 43-MS 17), “Ana tanrıça her zaman Dindymon, Kybele ve güzel pınarlı İda’yı sevdi, Troia’nın zenginlikleriyle” diye ifade etmektedir (Ovidius IV: 249-250). Yine Ovidius, Phrygialıların tanrıçası Kybele’nin Attis ile olan aşkını anlatırken, Attis’in su perisi Sagaritis ile ilişkisine değinmektedir. Bu ilişkiye kızan tanrıça Attis’i cezalandırır. Bunun üzerine çılgına dönen Attis kendisini Dindymos’un (Murat Dağı) tepesine atar ve bunu hak ettiğini söyler (Ovidius, Fasti IV: 221-225).

Kybele ve Murat Dağı (Dindymos)

Kybele, Anadolu kökenli bir tanrıça olup tarihöncesi dönemden beridir tapınım görmektedir (Işık 1999: 15). Kültepe tabletlerinde “Kubaba”, Lydia’da “Kybebe”, Phrygia’da “Kybele” olarak geçen ana tanrıça Mezopotamya ve Akdeniz coğrafyasında çeşitli adlarla anılmıştır (Rohde 1937: 229; Kınal 1981: 238). Kybele’nin pek çok sıfatı olmasına karşın en yaygın olanı Dindymene’dir (Ramsay 1890: 227). Dindymene anlam olarak Dindymos

Harun Oy _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 283-296

288

dağının tanrıçası demektir. Anadolu’da Dindymos isminde üç tane dağ bulunmaktadır. Bunlardan biri Phrygia’daki Hermos (Gediz) nehrinin doğduğu Murat Dağı, diğeri Phrygia-Mysia sınırındaki Kyzikos’un üstündeki Kapıdağ yarımadasındaki Kapıdağ, üçüncüsü de Pessinus’taki Günyüzü dağıdır (Çapar 1978a: 174; Erhat 2007: 184).1 Pessinus ana tanrıça Kybele’nin en önemli merkezidir. Bu kenti rahip-krallar yönetmektedir (Erhat 2007: 183-186).

Phryglerin “Kubila”,“Matar Kubile” ismi yerel olarak “Dindymene”, “Spylene”,“Agdistis” gibi yerel isimler almıştır (Perrot-Chipiez 1892: 31-32; Haspels 1971: 295-301). Aizanoi’de ise Steunos mağarasından dolayı “Meter Steunes” olarak tapınım görmüştür (Rohde 1937: 129). Aizanoi kenti antik dönemde Kybele’ye ait kült mağarası ile ünlüdür (Naumann 1967: 218). Bu mağara antik dünyanın en ünlü mağarası olarak değerlendirilmiştir (Pausanias VIII: 4, 3). Aizanoi’deki Kybele’nin yerel ismi Meter Steunene’dir (Ateş-Rheidt 2008: 229-232). Aizanoi yakınlarında İlicikören’de Kybele kutsal alanı ve Kybele heykelciği tespit edilmiştir (Rheidt-Ateş 2006: 404-406). Kybele Batı Anadolu’daki pek çok kentte yerel isimleriyle kabul görmüştür (Roller 2004: 197).

Herodotos ayrıca Kybele tapınımının Batı Anadolu’daki Kyzikos ve Sardeis’teki varlığını da ortaya koymaktadır (Herodotos IV: 76, 102). Herodotos: “Sardes yanmıştı ve bu arada ülkenin tanrıçalarından Kybeba'nın tapınağı da yanmıştı, sonradan Persler bunu bütün Yunan tapınaklarını yakmak için bahane olarak kullanmışlardı” (Herodotos V: 102).

Herodotos Kybele’nin Kyzikos’taki tapınımı ve tanrıça için yapılan törenlerin içeriğini şu şekilde açıklamaktadır:

“Anakharsis birçok ülke gezmiş, engin bir kültür edinmişti. Baba ocağına dönerken, Hellespontos'u geçtiği sırada Kyzikos'a yanaştı; o gün Kyzikoslular, Tanrıların Anası onuruna bayram yapıyorlardı. O da pek gösterişli bir şekilde kutlanan bu bayramın ortasına düşmüştü. Anarkharsis de adak adadı, yurduna sağ salim dönerse Ana'ya Kyzikos usulünce bir kurban kesecek ve gece şenliği yapacaktı. Skythia'ya vardığında Ağaçlık Bölge'ye gitti, burası Akhilleus'un At Meydanı'na yakındır ve her çeşitten ağaçlarla kaplıdır; bu ormanların ortasında, tanrıça için yapılagelen bütün törenleri yerine getirdi; boynuna bir trampete ve tanrıçanın imgelerini asmıştı. Ama yurttaşlarından birisi gördü bu yaptıklarını, koşup kral Saulios'a haber verdi; kral kalktı, oraya gitti ve Anakharsis'i dinin gereklerini yerine getirirken yakaladı. Bir ok atıp öldürdü. Bugün Anakharsis'i sorarsanız, Skyth'ler böyle bir adam tanımadıklarını söylerler. Çünkü o yurdunu bırakıp gitmiş ve gittiği yerden garip gelenekler getirmiştir” (Herodotos IV: 76).

Strabon da Kyzikos hakkında bilgi verirken buradaki Kybele tapınağına da değinir:

“Kyzikos, Propontis’te bir ada olup, kıtaya iki köprüyle bağlıdır. Sadece toprağının verimliliğiyle değil, fakat çevresinin beş yüz stadion oluşuyla da göze çarpar. Köprülerin yakınında aynı ismi taşıyan ve gerektiğinde kapatılabilen iki limanı ve iki yüzden fazla gemiyi alabilecek büyüklükte barınağı bulunan bir kent vardır. Kentin bir kısmı düzlükte diğer kısmı ise “Arkton Oros” denen dağın yakınındadır. Bu dağın arkasında Dindymos denen başka bir dağ daha vardır. Tek bir zirve olarak yükselen bu dağda “Tanrılar Anası” Dindymene’nin Argonaut’lar tarafından yapılmış tapınağı bulunur. Kent, büyüklük, güzellik, hem barış hem de savaş zamanında yönetiminin mükemmelliğiyle Asia’daki en

__________ 1 Ömer Çapar, Troas’ta yeri bilinmeyen bir tane daha Dindymos olduğunu belirtmektedir (Çapar 1978a: 174).

_____________________________________ İçbatı Anadolu’da Kutsal Bir Dağ: Murat Dağı (Dindymos)

SEFAD, 2018 (40): 283-296

289

başta gelen kentlerle yarışır durumdadır ve Rhodos, Massalia ve antik Karthago tarzında düzenlenmiştir” (Strabon XII: 8).

Resim 2. Kybele (Romano 1995, Plate 15).

Phrygia’da olduğu gibi Lydia’da da Kybele tapınımı önemlidir. Sardeis’te Kybele’nin tapınağı bulunmaktadır. Lydia kralları Sadyattes (MÖ 624-609) ve Alyattes (MÖ 609-560) ismindeki “-attes” takısı Kybele-Attis ile bağlantıyı ortaya koymaktadır. Yine Kybele’nin kutsal hayvanlarından olan aslan Lydia sikkelerinde yer almaktadır (BMC 1902: 423). İçbatı Anadolu yer alan Dindymos dağı (Murat Dağı) Phrygia ile Lydia arasında bulunmaktadır. Bu nedenle Dindymos dağı ve Kybele hem Phrygia hem de Lydia için Dindymene olarak kutsal kabul edilmiştir.

Kybele genellikle tahtta otururken yanında aslan ve başında taç ile temsil edilmektedir (Romano 1995: Plate 5) (Resim 2). Bu durum dağların ve yüksek tepelerin Kybele’nin yurdu olduğuna işaret etmektedir. Doğa, ormanlar ve dağlar tanrıçanın hakimiyetindedir (Rohde 1937: 131). Vahşi doğanın ve ıssız dağ tepeleri Kybele’nindir. Murat Dağı da İçbatı Anadolu’da bu konuma sahip önemli bir dağdır. Phrygia’da Gordion önemli bir ticaret merkezi iken, Pessinus, Kybele’nin rahiplerinin hükmettiği bir tapınak merkeziydi. Murat Dağı gibi yüksek dağlar ve dağ tepeleri de Kybele’nin yurdu olarak kabul edilmiştir.

Ana tanrıça (Meter) kültünün Batı Anadolu’da çok yaygın olarak ve yerel isimleriyle tapınım gördüğü çok sayıda epigrafik materyalle belgelenmiştir (Malay 1985: 134-136; Malay 1986: 391). Roma’da tapınım gören Kybele’nin kökeninin Phrygia olduğu ele geçen yazıtlarla teyit edilmektedir (Roller 2004: 80-85). Ana Tanrıça Kybele Phrygia kökenli olup,(Diodorus II: 58) Pessinus’taki meteor taşı Roma-Kartaca savaşları sırasında Roma’ya getirilmiş (Magna

Harun Oy _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 283-296

290

Mater), Roma’da MÖ 204 yılında resmi olarak mabedi yapılıp ibadet edilmiştir (Çapar 1978b: 167; Kınal 1981: 235; Atlan 2014: 97). Roma’da Senatus kararıyla MÖ 191 yılında Palatinus tepesine tapınağı yapılarak tanrıçanın onuruna Megalensia denilen bayramlar kutlanmıştır (Rohde 1937: 234; Roller 2004: 272; Çapar 1978b: 178; Erhat 2007: 186).2

Diodorus (MÖ 90-30) Kybele hakkında şunu kaydetmiştir:

“Bununla birlikte, bir anlamda bu tanrıça Phrygia'da doğdu. O ülkenin yerlileri için şöyle bir efsane vardır: Antik çağlarda Meion, Phrygia ve Lydia'nın kralı olmuştur ve Dindyme ile evlenerek ondan bir kız çocuğu olur; ancak çocuğun arkasında durmak istemiyor ve onu Cybelus (Kybele) denilen dağa götürüyor. Orada bazı ilahi hükümler uyarınca hem leoparlar hem de diğer vahşi yabani hayvanlardan bazıları memeleriyle çocuğu besledi ve o yerde sürüleri eğitmekte olan bazı kadınlar olaya tanık oldu ve tuhaf olaydan şaşkına dönerken bebeği yukarı kaldırıp ve o yerin adından dolayı onu Cybele diye çağırdı” (Diodorus III: 58).

Kybele’nin tapınımını gerçekleştiren hadım edilmiş olan rahiplerine Gallus denilmektedir. Gallus ismi Sangarius (Sakarya) nehrine bağlanan Gallos (Göksu/Gökçesu) deresinden gelmektedir. Bu durum Kybele’nin Phrygia kökenini belirtmektedir (Çapar 1978b: 183).

Kybele’nin en bilinen unvanlarından biri de Dindymene’dir. Dindymene, İda gibi kutsal olan dağ isimleriyle anılan tanrıçanın bu isimleri Hellenistik ve Roma döneminde yaygınlaşmaktadır (Roller 2004: 355). Antikçağ yazarları Kybele’nin Phrygia’lı olduğunu kuşkusuz kabul etmektedir. Romalı şair Catullus Kybele’den “Dindymos’un tanrıça kraliçesi” olarak söz etmektedir (Catullus 63: 13, 91).

Batı Anadolu’da, Murat Dağı (Dindymos) çevresinde yer alan antik kentlerin Kybele’ye ve onun kutsallığına önem verdikleri çeşitli buluntularla desteklenmiştir. Phrygia’da Dindymos dağına yakın olan çeşitli kentler Kybele tasvirli sikke basmıştır (Resim 3). Dindymos dağının 20 km kadar kuzeyinde yer alan Aizanoi (Çavdarhisar-Kütahya) kentinde bulunan MÖ I-MS III. yüzyıl sikkelerinde Kybele, Athena, Artemis, Ephesia, Hekate gibi tasvirler yer almaktadır (BMC 1906: 25, 31; Tulay 1988: 125). Aizanoi Roma dönemi sikkelerinde çok sayıda tanrı betimlemesi yanında Kybele’de sikkelerde kullanılmıştır. Murat Dağı’nın yaklaşık 40 km kuzeyinde yer alan Kütahya (Cotiaeon) sikkelerinde de en çok Kybele yer almaktadır. Ana tanrıça Kybele aslanlar ve taht ile tasvir edilmiştir (BMC 1906: 158-176; Tulay 1988: 126; Arslan 1990: 147-148). Murat Dağı’nın (Dindymos) batı eteklerinde kurulmuş olan Kadoi kenti Phrygia Epictetus’un Abbatis bölgesinde yer almaktadır. Kent Roma ve Bizans döneminde parlak bir süreç yaşamış ve piskoposluk merkezi olmuştur. Eski Gediz (Kadoi) kenti sikkelerinde betimlenen çok sayıda tanrı ve tanrıça içerisinde Kybele’de bulunmaktadır (BMC 1906: 43, 116-118; Tulay 1988: 126). Murat Dağı’nın 20 km kadar güneyinde yer alan Akmonia (Ahat köy-Banaz), Kybele betimlemeli sikkeleri MÖ I. yüzyılda basılmıştır. Murat Dağı’nın 35 km kadar güneyinde Sebaste (Selçikler-Uşak), Murat Dağı’nın 110 km doğusundaki Amorium (Hisarköy-Emirdağ), Kaystriani (Lydia) gibi kentler Kybele betimlemeli sikkeler basılmıştır (Göktürk

__________ 2 Megalensia bayramı, tanrıçanın Roma’ya gelişinin kutlandığı, Romalı soylular ve ileri gelenlerin halka ziyafetler düzenlediği bir bayramdır. Bu bayram nisan ayının dördüncü gününde gerçekleştirilmektedir.

_____________________________________ İçbatı Anadolu’da Kutsal Bir Dağ: Murat Dağı (Dindymos)

SEFAD, 2018 (40): 283-296

291

2002: 109-182). Murat Dağı’nın 65 km doğusundaki Docimeium (İscehisar)3 ile Murat Dağı’nın 65 km güneydoğusunda Synnada (Şuhut) ve Murat Dağı’nın 150 km kadar kuzeydoğusunda Pessinus (Ballıhisar) sikkelerinde Kybele tasvirleri vardır (Arslan 1990: 144-175).

Resim 3. Kybele tasvirli sikkeler.

Murat Dağı, Batı Anadolu’daki önemini her zaman sürdürmüştür. Ortaçağda (9. yy) Anadolu’da ateşle haberleşme sistemi yaygın olarak kullanılmıştır. Haberleşme için yüksek dağlara kurulmuş bu sistem içerisinde Murat Dağı da yer almaktadır. Ateşle haberleşme için kurulan sistem Tarsus’tan Kappadokia’daki Hasan dağı, Tuz Gölü’nün batısı, Phrygia’daki Dindymos dağı (Murat Dağı) eteklerine, oradan Dorylaion’a (Eskişehir) uzanmaktadır (Parman 2003: 69-70). Murat Dağı İçbatı Anadolu’da bölgeye hakim olan yüksekliği ile ateşle haberleşme için buna uygundur.

Murat Dağı ve Antik Yollar

Murat Dağı 2309 metre yüksekliği ve yoğun orman örtüsü nedeniyle bulunduğu coğrafyadaki ulaşım ve yol ağını da şekillendirmiştir. Genellikle bu yollar Murat Dağı’nın çevresinden geçmektedir.

Antikçağın en ünlü yollarından birisi “Kral Yolu”dur. Herodotos Sardeis’ten Susa’ya kadar uzanan Kral yolu hakkında detaylı bilgiler sunmaktadır:

“Biz kendimiz de bu yol hakkında bir şeyler söyleyeceğiz: Bütün yol boyunca kraliyet konutları ve çok güzel kervansaraylar vardır; hep insanların oturdukları yerlerden ve güvenlik içinde geçilir. Lydia ve Phrygia içerilerinde yirmi stathmetikos ya da konak

__________ 3 Docimeium (İscehisar/Afyonkarahisar) kaliteli mermerleriyle ünlüdür. Bu kentteki mermer ocakları Roma döneminde etkin bir şekilde işletilmiştir. Bu ocaklardan çıkan kaliteli mermerler içerisinde kırmızı damarlı olan (menekşe renkli) mermerler sadece Docimeium’da çıkmaktadır. Grek mitolojisine göre, Kybele’nin sevgilisi Attis bir yaban domuzu tarafından yaralanır. Attis'in yarasından akan kan, beyaz mermere damlamış, böylece menekşe adı verilen kırmızı damarlı mermer oluşmuştur (Drew-Bear 1994: 111-112).

Harun Oy _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 283-296

292

boyunca uzanır ki, bu doksan dört buçuk parasang tutar. Phrygia sınırında Halys ırmağına rastlanır, bu ırmağı geçebilmek için buraya hâkim durumda olan sıradağları ve ırmağı gözaltında bulunduran önemli bir kaleyi aşmak gerekir” (Herodotos V: 52).

Lydia satrapı Kyros kardeşi Artakserkses’e karşı Akhaimenid tahtını ele geçirmek için yapmış olduğu seferinde (MÖ 401-400) ordunun geçmiş olduğu güzergahlardan söz edilirken bir süre Banaz ovasında bulunan Keramon Agora’da konaklamıştır. Sözü edilen bu bölgeler Murat Dağı’nın güneyinde kalmaktadır. Ksenophon (MÖ 430-355), bu sefer hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Burada yoğun nüfuslu Peltae şehrine iki gün yol alarak-on parasang- geldi. Burada üç gün kaldı ve bu arada Arkadialı Ksenias kurbanlar keserek Lycaea Şenliğini kutladı ve oyunlar düzenledi. Oyunlar sonunda verilecek olan hediyeler altın saç bantlarıydı ve Kyros bu yarışmalara izleyici olarak katıldı. Buradan ordunun ilerleyişi Phrygia’nın Mysia sınırındaki son şehir olan kalabalık nüfuslu Keramon Agora’ya doğru iki gün sürdü. Oradan üç günlük yürüyüşle-otuz parasang-yine kalabalık bir şehir olan Caystrupedion’a geldi” (Ksenophon I: 2, 10).

Phrygia’nın batısında, Afyonkarahisar tarafından gelirken dikkat çeken ilk kütle Murat Dağı’dır (Thonemann 2013: 6). Murat Dağı’nın güneyinde yer alan Banaz ovasından bazı antik yollar geçmektedir. Banaz ovasındaki Akmonia (Ahat köy) ve Keramon Agora antik “Kral Yolu” üzerinde yer almaktadır (Magie 1950: 132, 472; Sevin 2013: 207). Murat Dağı, İçbatı Anadolu’da geçen doğal yollar için belirleyici konumdadır. Çünkü Afyonkarahisar, Uşak ve Kütahya tarafından geçen yollar Murat Dağı’nın etrafından dolanmaktadır. İçbatı Anadolu’da bulunan ve Roma dönemi yollarını gösteren mil taşları Murat Dağı çevresinden geçen yollara ışık tutmaktadır. Murat Dağı’nın doğusunda Appia (Abiye/Pınarcık), Dumlupınar üzerinden Akmonia’ya (Ahatköy) bağlanan bir yol bulunmaktadır (Magie 1950: 802; French 2014: 26; French 2016a: 15). Akmoni kenti Phrygia’dan gelerek dar bir boğazdan geçen ve Uşak tarafına giden önemli yolu kontrol etmektedir (Belke-Mersich 1990: 157; Thonemannn 2013: 7). Afyonkarahisar tarafından batıya doğru gelen yollar Murat Dağı’na ulaştığında ikiye ayrılmaktadır. Murat Dağı’ndan kuzeye doğru Dumlupınar tarafından giden yol Aizanoi (Çavdarhisar) tarafına gitmektedir. Aizanoi kenti Roma döneminde önemli bir kent olup bu kente ulaşan altı farklı yol Aizanoi’de kesişmektedir (French 1993: 200; French 2016b: 24. Murat Dağı’nın güneyindeki yol Banaz ovasından geçmektedir. Banaz ovasında ikiye ayrılarak Uşak tarafına doğru (Temenouthyrai) veya Banaz’dan güneye doğru Menderes nehri veya Denizli-Çivril tarafına ulaşmaktadır. Murat Dağı’nın batısında da antik yollar uzanmaktadır. Aizanoi’den (Çavdarhisar) Kadoi (Gediz) ve Uşak iline uzanan yol Murat Dağı’nın batısından geçmektedir. Murat Dağı’nın güneyinde yer alan ve Banaz’dan kuzeybatıya doğru hareketle Çamsu deresi üzerinden Kadoi (Gediz) bağlantısının sağlayan bir yol bulunmaktadır. Murat Dağı çevresinde yer alan bu yolların prehistorik dönemlerde de kullanılmış olduğu çeşitli araştırmalarla ortaya konulmuştur (Oy 2017b: 79). Batı Anadolu ile İç Anadolu arasındaki bağlantıyı sağlayan bir coğrafyada yer alan Murat Dağı çevresinde çok sayıda yol şebekesi bulunmaktadır. Bu yollar birbirleriyle bağlantıyı ancak Murat Dağı’nın etrafını dolaşarak sağlamaktadır.

_____________________________________ İçbatı Anadolu’da Kutsal Bir Dağ: Murat Dağı (Dindymos)

SEFAD, 2018 (40): 283-296

293

SONUÇ

Murat Dağı, Batı Anadolu’nun en yüksek dağlarından birisidir. Bu dağı Batı Anadolu’daki diğer dağlardan farklı kılan bazı özellikleri vardır. Bunlar; çok yoğun bir orman varlığına sahip olması, bitki çeşitliliği, jeotermal kaynakları ve ülkemizin önemli su havzalarını besleyen su kaynaklarına sahip olması olarak sıralanabilir. Üç ikliminde bir arada görüldüğü Murat Dağı’nda bitki ve canlı çeşitliliği diğer bölgelerden farklılık göstermektedir. Bu dağ üzerinde ve çevresinde var olan jeotermal kaynaklar önemli bir potansiyele sahiptir. Murat Dağı’ndan çıkan çok sayıda küçük su ve dere Gediz, Büyük Menderes, Sakarya ve Eber gölüne su sağlamakta ve bu özelliği ile ön plana çıkmaktadır. Bu özellikleri nedeniyle eskiçağ toplumlarının da önemle bahsettiği bir dağ olmuştur.

Antik kaynaklarda Murat Dağı (Dindymos), Hermos (Gediz) nehrinin çıktığı dağ olarak vurgulanmaktadır. Antikçağda diğer bir söz edildiği konu ise Phrygialıların tanrıçası Kybele ile olan ilişkisinden dolayıdır. Bu dağ sadece Phrygialılar için değil bütün Batı Anadolu coğrafyası için önemli olan bir dağdır. Murat Dağı Phrygialıların yanı sıra Lydia, Pers, Hellenistik ve Roma döneminde de önemini koruyarak devam ettirmiştir. Tarihöncesi dönemde de bu dağın çevresi yerleşim için tercih edilmiştir.

Murat Dağı’nın kutsallığı Phryg dönemine kadar uzanmaktadır. Phrygialıların tanrıçası Kybele yüksek dağların, ormanların, doğanın ve yaşamın kaynağı olarak görüldüğü için bu vasıflara uyan Murat Dağı da kutsal kabul edilmiştir. Kybele ile ilişkili olarak anlatılan bazı olaylar bu dağda geçmektedir. Orman örtüsü nedeniyle bu dağa ilişkin yerleşim durumu tam olarak bilinememektedir. Dağ üzerinde Kybele’ye işaret edecek buluntu veya kalıntılara gelecekte ulaşılması mümkündür. Yoğun orman örtüsü şimdilik bu durumu kısıtlamaktadır. Fakat yapılacak yeni çalışmalarla daha fazla bilgiye ulaşılacağı hiç kuskusuzdur. Bu dağda sadece Kybele için değil farklı kült ve tapınımlara ilişkin izlere ulaşılacağı da değerlendirilmelidir.

Murat Dağı görkemli duruşuyla bölgede hemen dikkat çeken bir görünüme sahiptir. Bunun yanı sıra zengin su kaynaklarının varlığı, geniş ormanları ve yaylaları, bitki ve hayvan çeşitliliği bu dağın çevresinde kurulan çok sayıda kenti ve bölgede yaşayan toplulukların yaşamını etkilemiştir. Bu dağın etrafında oluşan ovalarda önemli yerleşmeler kurulmuştur. Aizanoi (Çavdarhisar), Kadoi (Gediz), Docimeion (İscehisar), Akmonia (Ahatköy/Banaz) gibi kentler Murat Dağı’nın sunduğu imkanlardan yararlanmışlardır.

Murat Dağı İçbatı Anadolu’daki ulaşımı da etkilemiştir. Antik “Kral Yolu” Murat Dağı’nın güneyinden geçmektedir. Bu yol haricinde Afyonkarahisar, Kütahya ve Uşak çevresinde erken dönemlerden beridir kullanılan kervan yolları bu dağın çevresindeki uygun bölgelerden bağlantıyı sağlamaktadır. Bu nedenle batı ile doğu arasındaki ulaşım Murat Dağı etrafından sağlanmaktadır. Bu durum modern karayolu ulaşımını da belirlemiştir. Ankara-İzmir karayolu bu dağın güneyinden geçmektedir. Afyonkarahisar-Banaz sınırına ulaşan karayolu Murat Dağı’nın doğusundan dolaşarak Dumlupınar üzerinden Kütahya’ya ulaşmaktadır. Murat Dağı’nın batısında ise Kütahya-Çavdarhisar-Gediz üzerinden Uşak iline bağlantı vardır. Batı Anadolu’da bu özelliklerin bir arada mevcut olduğu dağlar çok olmadığı için Murat Dağı gelecekte de bu önemini koruyacaktır.

Murat Dağı’nın potansiyeli günümüzde yeterince değerlendirilemese de jeotermal zenginliği, ülkemizin önemli nehirlerine su sağlaması, maden zenginliği ve orman varlığı düşünüldüğünde antikçağdaki öneminden uzak kaldığı fark edilmektedir. Bu dağ yöre

Harun Oy _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 283-296

294

insanı haricinde pek bilinmemektedir. Kuşkusuz bu dağ olamasaydı bölgedeki yerleşim, ulaşım ve yapı tamamen farklı olurdu. Fakat gelecekte yapılacak araştırmalarla bu dağın önemini ortaya koyacak buluntuların tespit edileceği öngörülmektedir.

SUMMARY

Murat Mountain is one of the highest mountains in Western Anatolia. It is situated between Kütahya and Uşak in Inland Western Anatolia. The height of the mountain is 2309 meters. This height is among the highest mountains of Western Anatolia. Gediz (Hermos), Büyük Menderes (Maiandros), Sakarya (Sangarios) and other important rivers provide water to the Murat Mountain. Water resources, large forests and springs, diversity of plants and animals in the Murat Mountain affected the lives of communities living in many cities and regions around this mountain.

Settlements began around Murat Mountain from prehistoric times. The Early Bronze Age settlements are quite extensive around this mountain. Murat Mountain preserved its importance during Phrygia, Lydia, Persia, Hellenistic and Roman periods. But his true reputation is due to his connection with Kybele, the goddess of the Phrygians.

Murat Mountain's name in ancient times is Dindymos. The area where Murat Mountain (Dindymos) is located is called Dindymene. Murat Mountain (Dindymos) is the mountain of the goddess of the Phrygian goddess Kybele (Magna Mater, Holy Mother). Antiquity sources emphasize the place of Murat Mountain as the source of Hermos (Gediz) river begins.

The sanctity of Murat Mountain extends to the Phrygian period. Kybele, the goddess of the Phrygians, was regarded as a source of high mountains, forests, nature and life. Murat Mountain, which has these qualities, is considered sacred. Some of the events described in connection with Kybele pass on this mountain. Important antique settlements were established on the plains formed around Murat Mountain. Cities such as Aizanoi (Çavdarhisar), Kadoi (Gediz), Docimeion (Iscehisar), Akmonia (Ahatköy / Banaz) have benefited from the possibilities offered by Murat Mountain. The importance given to Kybele and its sanctity by the ancient cities around Murat Mountain (Dindymos) is evident from the depictions of Kybele that these cities suppressed.

Murat Mountain also influenced the transportation in the Inland Western Anatolia. The ancient "Royal Road" passes through the south of Murat Mountain. Apart from this road, the caravan roads used in early periods around Afyonkarahisar, Kütahya and Uşak pass through the appropriate regions around Murat Mountain. For this reason, transportation between the west and the east is provided from around Murat Mountain. This has also determined modern road transportation. The Ankara-İzmir highway passes through the south of this mountain.

Even though the potential of Murat Mountain is not sufficiently evaluated today, it is noticed that geothermal richness, water quality of the important rivers of our country, richness of mine and existence of forest are far from importance in antiquity. This mountain is not known except for the local people. Without this mountain, the settlement, transport and structure of the region would be completely different. However, it is foreseen that the research to be done in the future will determine the findings that will reveal the significance of this mountain.

_____________________________________ İçbatı Anadolu’da Kutsal Bir Dağ: Murat Dağı (Dindymos)

SEFAD, 2018 (40): 283-296

295

KAYNAKÇA

Arslan, Melih (1990). “Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde Bulunan Phrygia ve Galatia Bölgesi Şehir Sikkeleri”. Anadolu Medeniyetleri Müzesi 1989 Yıllığı. Ankara: 144-175.

Ateş, Güler-Rheidt, Klaus (2008). “Aizanoi 2005 ve 2006 Yılı Çalışmaları”. Kazı Sonuçları Toplantısı 29 (2): 227-242.

Atlan, Sabahat (2014). Roma Tarihi’nin Ana Hatları I. Kısım Cumhuriyet Devri. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınevi.

Bekişoğlu, Kıraç Ali (1968). “Türkiye Cıva Yatakları ve Bunların Ekonomik Önemi”. Madencilik Dergisi VIII (1): 19-30.

Belke, Klaus-Mersich, Norbert (1990). Tabula Imperii Byzantini 7, Phrygien und Pisidien. Wien: Verlag der Österreichischen Akademie der Wissenschaften.

British Museum Catalogue BMC, Lydia. (1902). London. British Museum Catalogue BMC, Greek Coins of Phrygia. (1906). London. Catullus (1868). The Poems of Gaius Valerius Catullus. London: Chiswick Press. Çapar, Ömer (1978a). “Roma Tarihinde Magna Mater (Kybele) Tapınımı”. Dil ve Tarih

Coğrafya Fakültesi Dergisi XXIX (1-4): 167-190. Çapar, Ömer (1978b). “Anadolu’da Kybele Tapınımı”. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi

XXIX (1-4): 191-210. Diodorus (1967). Bibliotheka Historike. ed. T. E. Page, E. Capps, W. H. D. Rose, L. A. Post, E.

H. Warmington. London: The Loeb Classical Library. Drew-Bear, Thomas (1994). “Dokimeion’dan Yeni Yazıtlar”. Araştırma Sonuçları Toplantısı XI:

111-121. Efe, Recep (1998). “Yukarı Gediz Havzasında İklimin Doğal Bitki Örtüsü Dağılışına Etkisi”.

Türk Coğrafya Dergisi 33: 79-99. Efe, Turan (1993). “1991 Yılında Kütahya, Bilecik ve Eskişehir İllerinde Yapılan Yüzey

Araştırmaları”. Araştırma Sonuçları Toplantısı 10: 345-364. Erhat, Azra (2007). Mitoloji Sözlüğü. İstanbul: Remzi Kitabevi. French, David H. (1993). “1991 Yılı Roma Yolları, Miltaşları ve Yazıtları Araştırması”.

Araştırma Sonuçları Toplantısı X: 199-206. French, David H. (2014). Roman Roads&Milestones of Asia Minor, Vol. 3 Milestones Fasc. 3.5

Asia. Ankara: British Institute at Ankara, Electronic Monograph 5. French, David H. (2016a). Roman Roads&Milestones of Asia Minor, Vol. 3 Milestones Fasc. 3.9 An

Album of Maps. Ankara: British Institute at Ankara, Electronic Monograph 9. French, David H. (2016b). Roman Roads&Milestones of Asia Minor, Vol. 4 The Roads Fasc. 4.1

Notes on the Itineraria. Ankara: British Institute at Ankara, Electronic Monograph 10. Göktürk, Tevfik (2002). “Anadolu’da Her Sikke Bir Şehir, Anadolu’da Sikke Basan Kentler

Üzerine Alfabetik Bir İnceleme”. Anadolu Medeniyetleri Müzesi 2001 Yıllığı. Ankara: 109-182.

Günal, Nurten (2013). “Türkiye’de İklimin Doğal Bitki Örtüsü Üzerindeki Etkileri”. Acta Turcica V (1): 1-22.

Haspels, C. H. E. (1971). The Highlands of Phrygia: Sites and Monuments. Princeton: The University Press.

Herodotos (1993). Herodot Tarihi. çev. Müntekim Ökmen. İstanbul: Remzi Kitabevi. Işık, Fahri (1999). Doğa Ana Kubaba Tanrıçaların Ege’de Buluşması. İstanbul: Suna-İnan Kıraç

Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü. Kaptan, Ergun (1992). “Anadolu’da Kalay ve Eski Yeraltı Kalay Madenciliği”. Jeoloji

Mühendisliği 40: 15-19. Kaptan, Ergun (1995). “Tin and Ancient Tin Mining in Turkey”. Anatolica XXI: 197-203.

Harun Oy _________________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 283-296

296

Kınal, Füruzan (1981). “Kara Tanrıça Olarak Kybele”. Türk Tarih Kongresi IX. Ankara: 235-239.

Ksenophon (1974). Anabasis, Onbinlerin Dönüşü. çev. Tanju Gökçöl. İstanbul: Hürriyet Yayınları.

Magıe, David (1950). Roman Rule in Asia Minor I-II. Princeton: Princeton University Press. Malay, Hasan (1984). “Manisa ve Denizli İllerinde Epigrafik Araştırmalar”. Araştırma

Sonuçları Toplantısı II: 99-104. Malay, Hasan (1985). “Philadelphia’da Meter Phileis-Men Timou Kombinasyonu ve Tekousa

Problemi”. Araştırma Sonuçları Toplantısı III: 133-136. Malay, Hasan (1986). “Batı Anadolu’da Yerel Tanrılar ve Tapım Merkezleri”. Türk Tarih

Kongresi X (1). Ankara: 389-395. Naumann, R (1967). “Das Heiligtum der Meter Steunenebei Aezani”. Istanbuler Mitteilungen

17: 218-247. Ovidius (1959). Fasti. çev. J. G. Frazer. ed. T. E. Page, E. Capps, W. H. D. Rose, L. A. Post, E.

H. Warmington. London: The Loeb Classical Library. Oy, Harun (2017a). “Uşak-Banaz İlk Tunç Çağı Araştırmaları”. Araştırma Sonuçları Toplantısı

34 (1): 51-74. Oy, Harun (2017b). “Banaz’da Bir Tunç Çağı Yerleşimi: Ayvacık Höyük”. Asos Journal, The

Journal of Academic Social Science 5 (50): 74-93. Özav, Lütfi (1995). “Turizm Açısından Murat Dağının Önemi”. Atatürk Üniversitesi Türkiyat

Araştırma Enstitüsü Dergisi 3: 57-78. Parman, Ebru (2003). “Eskişehir-Karacahisar Kalesi 2001 Yılı Kazı Çalışmaları”. Kazı

Sonuçları Toplantısı 24 (2): 69-80. Pausanias (1918). Description of Greece. ed. W. H. S. Jones. London: The Loeb Classical

Library. Perrot, Georges-Chıpıez, Charles (1892). History of Art in Phrygia, Lydia, Caria and Lycia.

London: Chapman and Hall Limited. Ramsay, W. M (1890). The Historical Geography of Asia Minor. London: William Colves and

Sons Limited. Ramsay, W. M (1897). The Cities and Bishoprics of Phrygia. London: Oxford University Press. Rheidt, Klaus-Ateş, Gülen (2006). “Aizanoi 2003 ve 2004 Yılı Çalışmaları”. Kazı Sonuçları

Toplantısı 27 (2): 401-408. Rohde, G. (1937). “Roma ve Anadolu Ana İlahesi”. Türk Tarih Kongresi II. Ankara: 228-237. Roller, Lynn E. (2004). Ana Tanrıça’nın İzinde Anadolu Kybele Kültü. çev. Betül Avunç.

İstanbul: Homer Kitabevi. Romano, Irene Bald (1995). Gordion Special Studies II, The Terracotta Figurines and Related

Vessels. The University Museum Phladelphia. Sevin, Veli (2013). Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası I. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Strabon (2000). Geographika. Antik Anadolu Coğrafyası (XII, XIII, XIV). çev. Adnan Pekman.

İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Thonemann, Peter (2013). “Phrygia: An Anarchist History, 950 BC-AD 100”. Roman Phrygia:

Culture and Society. ed. Peter Thonemann. Cambridge University Press: 1-40. Tulay, A. Semih (1988). “Kütahya Bölgesi Şehir Sikkeleri”. Türk Arkeoloji Dergisi XXVII: 125-

133. Yalçın, Mustafa-Ergün, Yavuz vd. (1999). “Murat Dağı Bölgesi Civa Madenlerine Toplu Bir

Bakış”. Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen Bilimleri Dergisi 1 (2): 69-82. Yalçınlar, İsmail (1955). “Banaz Çayı Havzası ve Uşak Civarında Bünye ve Morfoloji

Araştırmaları”. Türk Coğrafya Dergisi 13-14: 57-85.

Gönderim Tarihi / Sending Date: 13/04/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 26/06/2018

SEFAD, 2018 (40): 297-312 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515374

Birinci El Kaynaklara Göre Isparta Depremleri (19. Yüzyılın İkinci Yarısı)∗

Dr. Öğr. Üyesi Selahattin Satılmış Aksaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

Tarih Bölümü [email protected]

Öz Bir devletin veya kentin sosyal ve iktisat tarihinin tam olarak anlaşılabilmesi için

doğal afetlerin etkilerinin de ortaya konulması gerekir. Çünkü yaşanan büyük doğal afetler neticesinde zarara uğrayan insanlar, yerleşim birimleri, çevre ve ekonomik faaliyetler afet öncesi eski durumlarına dönememekte ya da bu süreç uzun zaman almaktadır. Bu çalışmada, birinci derece deprem bölgesinde yer alan Isparta ili ve ilçelerinde 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca meydana gelen depremler, birinci el kaynaklardan olan arşiv belgeleri, gazeteler ve kroniklerin ışığında ele alınmış; ne sıklıkla ve büyüklükte yer sarsıntılarının yaşandığı ortaya çıkarılmak suretiyle Isparta’nın deprem tarihine ve depremselliğine katkıda bulunulması hedeflenmiştir. Bu bağlamda Isparta’da 19. yüzyılın ikinci yarısında yirmi beş depremin yaşandığı tespit edilmiştir. Hasara yol açan beş deprem içerisinde en etkilisi 17 Ocak 1889 depremi olup, Isparta kent merkezi ile bazı köylerinde çok sayıda binanın harap olmasıyla sonuçlanmıştır. Bu yıkıcı deprem sonrasında Isparta mutasarrıfının başkanlığında bir Afet Komisyonu kurulmuştur. Sorunlara ve ihtiyaçlara acil çözümler bulmayı hedefleyen komisyon, kısa bir süre içerisinde depremzedelerin yaralarını sarmaya çalışmıştır.

Anahtar Kelimeler: Doğal afet, deprem, Osmanlı Devleti, Isparta, Yalvaç.

Isparta Earthquakes according to the Primary Sources (Second Half of the 19th Century)

Abstract Natural disasters are significant socio-economic events that concern people and states.

This is because it is not possible or takes a long time for the people, the settlement units, the environment and the economic activities to return to the pre-disaster conditions due to the significant natural disasters. For this reason, the effects of natural disasters need to be revealed for a complete understanding of the social and economic history of a state or city. In this study, the earthquakes that took place during the second half of the 19th century in the Isparta provinces and districts located in the first-degree earthquake region were discussed in the light of primary sources, which are archive documents, newspapers and chronicles. In this way, it has been aimed to contribute to the seismicity and Isparta's __________ ∗ Bu makale, TÜBİTAK’ın desteklediği 113K146 nolu ve “19. Yüzyıl Türkiye Deprem Tarihi ve Sosyo-Ekonomik Etkileri” başlıklı SOBAG Projesi kapsamında hazırlanmıştır.

Selahattin Satılmış ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 297-312

298

earthquake history by revealing how frequently and large earthquakes were experienced. In this context, during the second half of the 19th century in Isparta, it was determined that twenty-five earthquakes occured, several of which seemed to have caused damage. Especially on 17 January 1889, the earthquake was very severe. So, several buildings in Isparta city centre and some villages connected here were ruined. After this devastating earthquake, a Disaster Commission was established under the chairmanship of Isparta tenant (mutasarrıf). The Commission aimed to find urgent solutions to the problems and needs, and attempted to cover the wounds of the earthquake victims within a short period of time.

Keywords: Natural disaster, earthquake, Ottoman State, Isparta, Yalvaç.

__________________________ Birinci El Kaynaklara Göre Isparta Depremleri (19. Yüzyılın İkinci Yarısı)

SEFAD, 2018 (40): 297-312

299

GİRİŞ: ISPARTA’NIN DEPREMSELLİĞİ

Deprem, doğal etkenlere bağlı olarak yer kabuğunda görülen ve şiddetli gerçekleştiğinde yeryüzünde önemli değişiklere neden olan, kısa süreli salınım ve titreşim hareketleridir. Dünya üzerindeki kıta levhaları devamlı hareket halinde olup, bazı bölgelerde birbirleriyle çarpışmaktadır. Tektonik hareketler sırasında levhaların birbirine sürtünmesinden dolayı biriken potansiyel enerji, kırılma neticesinde hareket enerjisine dönüşmekte ve açığa çıkan olağanüstü boyuttaki bu enerjinin dalgalar halinde çevreye yayılmasıyla depremler (sarsıntılar, şok dalgaları) meydana gelmektedir. (Şahin-Sipahioğlu 2009: 26; Özey 2011: 26).

Anadolu’nun batıya doğru hareketi ve Afrika levhasının Girit Adası yayı altına dalması, doğu-batı yönlü sıkışmalara yol açarken, kuzey-güney yönlü genişlemeyi de beraberinde getirmektedir. Bu hareket aynı zamanda Isparta-Burdur yöresindeki fay sistemlerinin domino taşları gibi kıpırdamasına yol açmaktadır. Sismolojik açıdan Akdeniz Deprem Kuşağı’nda yer alan Isparta, Ege/Helen Hendeği, bunun doğu uzantısı olan Kıbrıs Yayı ve Ege Graben Sistemi’nin üçlü denetimi altında bulunmaktadır. Yöre aynı zamanda Beyşehir Gölü, Sultanhisar, Eğirdir Gölü ve Burdur faylarını barındırmaktadır. Diğer bir ifadeyle yöre, faylarla parçalanmış durumdadır (Sezer 2000: 76).

Isparta ve çevresi, fay hatlarının oluşturduğu şekil bakımından Isparta üçgeni ya da Isparta büklümü olarak adlandırılır. Isparta üçgeninin batısı Burdur-Fethiye Zonu (BFZ), doğusu Akşehir Fayı tarafından sınırlanır. Isparta şehri ise üçgenin üst kısımlarında Burdur-Fethiye Zonu’nun Akşehir Fayı ile kesiştiği noktanın altında yer alır. Ayrıca Isparta’nın da içinde yer aldığı Göller Bölgesi, graben sistemine sahiptir. Isparta’nın doğusunda yer alan Eğirdir ve Beyşehir Gölleri ile batısındaki Burdur Gölü, çöküntü gölleridir. Eğirdir Gölü’nün kuzeyinde bulunan Hoyran kesimi ise yan atımlı bir fay ile sınırlanmıştır. Bu nedenle öncü şoklar, özellikle de graben sistemlerine sahip bölgelerde yaşananlar, ana depremin şiddetini azaltmaktadır ki, bu durum, Isparta ve çevresi için bir avantaj görünmektedir (Görmüş-Kanbur vd. 2010: 23-30).

Şekil 1: Isparta deprem haritası (http://www.e-sehir.com/turkiye-haritasi/isparta-deprem-fay-hatti-

riskharitasi.html 6.02.2018, 10:15)

Selahattin Satılmış ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 297-312

300

Isparta ve civarı, kireç taşları ve dolomitlerden oluşan karbonatlı kayaçlarla kaplı olup, aktif fayları da barındırmaktadır. Ayrıca Isparta şehrinin bir kısmı, su tablası yüzeye yakın olan alüvyon dolgulu ova üzerine kuruludur. Bu açıdan Fatih, Anadolu, Davraz, Zafer ve Vatan mahalleleri depremde en fazla zarar görme ihtimali olan yerlerdir. Binbirevler ve Mavikent mahalleleri de zeminlerinin volkanoklastik yapıdaki kül tüflerden oluşmasından dolayı deprem açısından sakıncalı yerlerdir. Bu tür yerlerde zemin pekleşmemesinden yani dokusunun gevşek olmasından dolayı deprem diğer yerlere nispeten daha şiddetli hissedilmekte ve daha büyük zarara yol açmaktadır (Sargın 2004: 376-378).

Kullanılan inşaat malzemeleri ile yapıların depremlere karşı gösterdiği direnç arasında doğru orantı bulunmaktadır. Bu bağlamda 19. yüzyılda Isparta’daki evlerin bir kısmının tuğladan yapılmaya ve üzerlerinin çatı ile örtülmeye başlanması, bu yapıların depremlere karşı gösterdiği direnci artırmıştı. Bununla birlikte aynı yüzyılda Isparta’da temelden çatıya kadar taş ve molozla inşa edilen, harç malzemesi olarak da toprak kullanılan toprak damlı eski evlerin kullanılmaya devam etmesi, depremler karşısında daha fazla risk barındırmaktaydı (Böcüzâde Süleyman Sami 2012: 35).

Rivayetlere göre, Isparta ve deprem arasındaki ilişki çok güçlü olup, milattan önceki tarihlere kadar gitmektedir. Öyle ki, Isparta’nın şehir olarak kurulması ve bu ismi alması, M.Ö. IV. asırda meydana gelen büyük bir depremle alakalıdır. Rivayete göre Yunanistan’da bulunan Sparta (Isparta) şehrinin bahsi geçen bu depremde harap olması sonucu sakinlerinden bir kısmı, kendi şehirlerinin baskın havasından dolayı yazları yayla olarak kullandıkları bu bölgeye göç ederek yerleşmiş; kasabayı kuşatan dağlara ve dere içlerine evler ile mabetler inşa etmiş ve geldikleri şehrin ismini buraya taşımışlardır (Böcüzâde Süleyman Sami 2012: 10).

Başka bir rivayet ise eskiden bir dere yatağı olan Isparta kasabasının dümdüz hale gelmesine, bu bölgede milattan önce meydana gelen şiddetli bir depremin yol açtığı yönündedir. Isparta’ya bir buçuk saat yürüyüş mesafesinde, Gölcük Tepeleri arasında derin, suyu gayet güzel ve tatlı olan bir göl, bahsi geçen depremde mecrasının (su yolunun) kapanması nedeniyle taşmış ve Isparta’nın bulunduğu dereyi göl haline getirmiştir. Daha sonra meydana gelen başka bir şiddetli depremde ise Gölcük suyunun eski mecrasının açılması ve kaynağının kesilmesiyle Kuleönü köyüne kadar uzanan bu gölün bulunduğu saha kurumaya yüz tutmuştur. Bu süreçte şehrin yer aldığı dere içi dolmuş ve dümdüz olmuştur (Böcüzâde Süleyman Sami 2012: 14).

Osmanlı deprem bilimi, 19. yüzyılda çok gerilerdeydi. Takiyüddin Rasathanesinin 1580 yılında topa tutularak yıkılmasından sonra yeni rasathane ancak 1868’de inşa edilmişti. Rasatahane-i Amire ismiyle kurulan bu kurum da astronomi rasathanesi olarak değil, meteoroloji merkezi olarak düşünülmüştü. Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nde 10 Temmuz 1894 Marmara depremi sonrasında deprem bilimine ilgi artmaya başlamış ve bu konuda bazı önemli gelişmeler yaşanmıştır. Padişah II. Abdülhamit, bu deprem sonrasında Marmara Denizi’nde araştırma yaptırmak ve Osmanlı bilim adamlarını deprem konusunda eğitmek üzere Atina Rasathanesi müdürü Eignitis (Ejnitis) İstanbul’a davet etmiştir. (Ünver 2014: 18-19; Dizer 1973: 18-19; Sakin 2009: 343; http://www.koeri.boun.edu.tr/140yil/Tr/kandilli.asp?PageName=tarihce; Yine aynı deprem sonrasında padişah birisi İstanbul Rasathanesine, diğeri Yıldız Sarayı’nın bahçesinde kurulmak üzere iki adet sismograf cihazı sipariş etmeye karar vermiştir (BOA, İ.HUS., 26/63, 14 M 1312; BEO., 508/38081, 4 CA 1312; 513/38438, 11 CA 1312). Ancak bu cihazlar altı yıl

__________________________ Birinci El Kaynaklara Göre Isparta Depremleri (19. Yüzyılın İkinci Yarısı)

SEFAD, 2018 (40): 297-312

301

kadar sonra temin edilebilmiş ve XX. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde depremin meydana geldiğini tespit eden ve büyüklüğünü belirleyen bir alet kullanılmaya başlanmıştır (Ambraseys 2009: 767).

XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde büyük felaketlere maruz kalan afetzedelerle ilgilenen hali hazırda bir kurum bulunmamaktaydı. Temelleri 1868’de atılan ve eski ismi Hilâl-i Ahmer Cemiyeti olan Türkiye Kızılay Cemiyeti ilk olarak 1912 yılında meydana gelen Mürefte depreminde afetzedelerle ilgilenmeye başlamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında depreme maruz kalan afetzedelerin yaralarının sarılması için Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde, padişahlar yüklü miktarda paralar ihsan etmekte, devlet hazinesinden harcamalar yapılmakta ve vilâyet çapında yardım kampanyaları düzenlenmekteydi. II. Abdülhamit döneminde ise daha çok bütün memleket düzeyinde düzenlenen yardım kampanyaları neticesinde toplanan büyük meblağlar sayesinde depremzedelerin yaraları sarılmakta idi (Ceride-i Havâdis, 733-738: 28 C-8 Ş 1271; Yazıcı 2003: 57-61; BOA, Y.MTV., 197/36, 5 Ş 1317; DH.MKT., 2252/27, 22 CA 1317).

ISPARTA TARİHİNDE DEPREMLER (19. YÜZYILIN İKİNCİ YARISI)

Arşiv belgeleri, gazeteler, kronikler gibi birinci el kaynaklar üzerinden yaptığımız incelemeler neticesinde, 19. yüzyılın ikinci yarısında Isparta ve ilçelerinde yirmi beş defa deprem yaşandığını tespit edilebilmiştir.

18 Mayıs 1851 Pavlu (Sütçüler) Depremi

Ramazan ayının on yedinci günü meydana gelen bu deprem, Hamit (Isparta) sancağına bağlı Sütçüler’de etkili olmuştur. Deprem sırasında Sefer Ağa Camii’nin kubbesi birkaç yerinden çatlamış ve kubbeden taşlar düşmüştür. Bir süredir tamir edilmemesi nedeniyle harap olmaya yüz tutan camide ibadet etmek tehlikeli hale gelmiştir. Öyle ki Sütçüler halkının kaleme aldığı arzuhalde “namaz kılarken ne derece havf (korku) yaşandığının tarife gelmeyeceği” ifade edilmişti. Bu cami, o dönemde Pavlu kazası ve civarındaki Müslümanların cuma ve bayram namazlarını kıldığı tek ibadethane olması itibariyle çok önemliydi. Öyle ki, camide kılınması farz olan bu namazlar için Sütçüler’e üç-sekiz saat arası mesafedeki köylerden insanlar gelmekteydi. Dolayısıyla caminin kubbelerinin tamir edilmesi elzemdi. Yapılan incelemeler neticesinde kubbelerin tamir masrafının bin kese akçeyi geçeceği tahmin edilmişti. Bu büyük rakamı karşılayabilmek için Sütçüler halkı Padişaha hitaben bir arzuhal kaleme almış ve deprem sırasında harap olan camilerinin tamir masraflarının karşılanmasını istirham etmişti (BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi-BOA.,-A.MKT.DV, 38/68, 29 Ş 1267). Aynı deprem Isparta’da da şiddetli derecede hissedilmiş olmakla birlikte burada hasara yol açmamıştır (Ceride-i Havâdis, 534: 6 Ş 1267). Bu arada depremin Sütçüler’de sağlam yapılardan biri olan camide hasara yol açması, bu civardaki evlerde de hasara yol açmış olabileceği ihtimalini düşündürmektedir.

6 Mayıs 1858 Isparta Depremi

Deprem, akşam ezanından üç saat on beş dakika sonra şiddetli bir şekilde meydana gelmiştir. Bir dakika kadar süren deprem, hasara yol açmamıştır (Ceride-i Havâdis, 863: 14 R 1274).

6 Eylül 1861 Isparta Depremi

Deprem, gece vakti, alaturka saat 8.00 sularında yaşanmış ve ardından bir defa artçı şoku meydana gelmiştir. Deprem hasara yol açmasa da, oldukça şiddetli derecede

Selahattin Satılmış ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 297-312

302

yaşanmasından dolayı Isparta halkını büyük korku ve endişeye sevk etmiştir (Ceride-i Havâdis, 1059: 24 RA 1278).

Ocak 1863 Yalvaç Depremi

Konya’da hafif derecede hissedilen bu deprem, Hamit (Isparta) sancağına bağlı Yalvaç kazasında “şiddetlice” yaşanmıştır. Depremin şiddeti ve birbirini müteakip artçı şoklarının yaşanması nedeniyle korkan Yalvaç halkı, evlerini terk ederek açık alanlara çıkmıştır. Depremler her iki yerleşim biriminde de hasara yol açmamıştır. 7 Ocak 1863 tarihli Ruzname-i Ceride-i Havadis gazetesinin “Şu esnada Konya’da bir iki defa hareketi arz vukubulmuş” ifadesinden depremin 5 ya da 6 Ocak’ta yaşandığı tahmin edilebilir (Ruznâme-i Ceride-i Havâdis, 545: 16 B 1279; Takvim-i Vekâyi, 678: 21 B 1279).

27 Ağustos 1868 Isparta Depremi

Perşembe günü, alaturka saat 5.00 sularında Isparta’da yaşanan bu deprem, arşiv belgesindeki ifadeyle “biraz şiddetlice” gerçekleşmiş ancak herhangi bir hasara yol açmamıştır. Ana depremden yarım saat kadar önce daha az şiddetli bir öncü şok yaşanmıştır (BOA, A.MKT.MHM., 420/87, 04 C 1285).

4-5 Eylül 1868 Isparta Depremi

Isparta’da iki defa yaşanan depremlerden birincisi 4 Eylül Perşembe gecesi alaturka saatle 4.30’da (23.31), ikincisi ise alaturka saat 8.00’de (5 Eylül Cuma gecesi saat 03.31’de) meydana gelmiştir. İki deprem de hasara yol açmamıştır (BOA, A.MKT.MHM., 422/22, 12 C 1285).

7 Ocak 1874 Isparta Depremi

Deprem, Isparta’da gece yarısı çok şiddetli derecede yaşanmışsa da hasara yol açmamıştır. Aynı deprem Burdur’da hafif şiddetli derecede hissedilmiştir (The Levant Herald, Vol III, 4: 28 Ocak 1874).

1 Mayıs 1875 Isparta Depremi

Deprem, akşam ezanından iki saat kadar sonra şiddetli derecede meydana gelmişse de hasara yol açmamıştır. Dört saniye süren depremin sabaha kadar üç defa artçı şoku yaşanmıştır (Basiret, 1528-1535: 13-21 R 1292).

Mayıs 1875 Isparta Depremi

Basiret gazetesi, 29 Mayıs 1875 tarihli nüshasında Isparta’da şiddetli bir deprem meydana geldiğinden bahsetmişse de kesin tarihini vermemiştir. İki saniye süren ve hasara yol açmayan bu depremin sabaha kadar artçı şokları yaşanmıştır (Basiret, 1540: 23 R 1292).

11 Aralık 1883 Keçiborlu Depremi

Hamit (Isparta) livasına bağlı Keçiborlu nahiyesinde etkili olan bu deprem, Salı gecesi alaturka saat 00:30’da yani akşam ezanından yarım saat sonra meydana gelmiştir. Depremde nahiyede bulunan Vakıf Han’ın sağ tarafı tamamen yıkılmış ve bu binanın enkazı altında kalan Hüseyin b. Osman isimli bir kişi hayatını kaybederken, 2 deve telef olmuştur. Bunun dışında herhangi bir hasar meydana gelmediği kayıtlara geçmiştir (BOA,Y.PRK.DH., 1/64, 12 S 1301).

__________________________ Birinci El Kaynaklara Göre Isparta Depremleri (19. Yüzyılın İkinci Yarısı)

SEFAD, 2018 (40): 297-312

303

12 Kasım 1885 Isparta Depremi

Bu deprem şiddetli derecede kendisini hissettirmesine rağmen hasara yol açmamıştır (Tarik, sayı 593, 10 S 1303).

30 Eylül 1887 Isparta Depremi

Konya Valisi Memduh Bey’in verdiği bilgilere göre, deprem alaturka saat 4.05’te şiddetli bir şekilde meydana gelmiş ve uzun bir süre devam etmiştir. Bu depremden 11 dakika sonra bir artçı şok yaşanmıştır. Deprem Isparta’nın yanı sıra saat 4.12’de Burdur’da da yaşanmış ve burada otuz saniye kadar sürmüştür. Yaşanan depremler hasara yol açmamıştır (BOA., Y.A.HUS., 207/30, 14 M 1305). Aslında bu depremler, aynı gün alaturka saat 04.00’te Uşak kazasına bağlı Banaz nahiyesi merkezli yaşanan ve bu civarda büyük hasara yol açan çok şiddetli bir depremin uzantılarıdır (Tarîk, 1272: 23 M 1305; BOA, Y.A.HUS, 207/83, 7 S 1305; Satılmış 2016: 79-98).

17 Ocak 1889 Isparta Depremi

Depremin Yol Açtığı Hasar ve Zâyiat: Deprem 16 Ocak’ı 17 Ocak’a bağlayan gece, alaturka saat 9.30’da yaşanmış ve 5 saniye kadar sürmüştür. Arşiv belgesinde geçen “zelzeleden evvel bir sadâ-yı müdhiş işitilip uykuda olanlar havlulara çıkmış” ifadesinden ana deprem öncesinde bir öncü sarsıntının yaşandığı ve bu depreme eşlik eden gürültü sebebiyle halkın büyük bir korku ve endişe içerisinde uyanarak evlerinin dışına çıktığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, öncü sarsıntının, çok sayıda evin yıkılmasına rağmen can kayıplarının asgari miktarda kalmasını sağladığı söylenebilir. Başka bir belgede ise Isparta halkını gece vakti uykuda yakalayan depremin şehrin güneybatısından esen bir fırtına sırasında, “top patlarcasına müthiş bir ses eşliğinde meydana geldiği” ifade edilmiştir (BOA, Y.PRK.UM., 13/112, 16 CA 1306; Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306). 17 Ocak depreminin geniş bir sahada hissedildiği görülmektedir. Öyle ki aynı saatte Bodrum ve çevresinde de şiddetli derecede bir deprem yaşanmış ve bu nedenle halk dağlara kaçmıştır (The Levant Herald, Vol IX, sayı 6, 10 Şubat 1889).

17 Ocak depreminin artçı şokları da meydana gelmiştir. Ana depremin yaşandığı gün, gündüz saat 8.00’e kadar hafif ve şiddetli yedi defa artçı şok yaşanırken, 17 Ocak gecesinde üç, 18 Ocak gündüzünde iki, gecesinde ise bir defa artçı şok yaşanmıştır. Hafif şiddetli gerçekleşen bu artçı şokların hiç birisi hasara yol açmamıştır. Isparta Mutasarrıfı Saadettin Bey’in1 verdiği bilgilere göre depremin arkası, 4 Şubat 1889 tarihi itibariyle kesilmiştir (BOA,Y.PRK.UM., 13/112, 16 CA 1306; Y.PRK.UM., 14/2, 4 C 1306).

Bu afetin hemen akabinde Isparta’dan Konya Valiliğine gönderilen ilk bilgilerde depremin yol açtığı zararın çok büyük olmadığı belirtilmişti (The Levant Herald, Vol 9, sayı 5, 3 Şubat 1889). Ancak gün ışığıyla birlikte depremin verdiği gerçek zarar anlaşılmış, meydana gelen hasarın çok daha fazla olduğu ortaya çıkmıştır. Öyle ki bu şiddetli deprem, Isparta şehir merkezinde Hacı Elfı (Pirimehmet) ve Şeyh (Kutlubey) mahallelerindeki evlerin tamamının yıkılmasına yol açarken, Sülübey, Emre, Tekye (Hızırbey), Cami-i Atik (Kutlubey) ve Yaylazade (Yayla) mahallelerindeki evlerin ise kısmen harap olmasıyla sonuçlanmıştır (Böcüzâde Süleyman Sami 2012: 625-626). Hacı Elfi, Şeyh, Hacı Atik, Yaylazade mahalleleri ile Deregümü köyünde deprem nedeniyle 2 kişi hayatını kaybetmiş, 2 __________ 1 Saadettin Bey, kıyafeten berber Çil Mahmut isimli bir zata çok benzediğinden, halk arasında isminden öte “Çil Mahmut” olarak tanınmıştı. Bu nedenle Isparta’da mutasarrıflık yaptığı dönemde yaşanan depremlerden bahsedilirken, Çil Mahmut zamanında denilirdi. (Böcüzâde Süleyman Sami 2012: 630).

Selahattin Satılmış ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 297-312

304

kişi yaralanmış2, 252 bina tamamen ya da kısmen harap olarak, içinde oturulamaz hale gelmiştir. Sülübey ve Emre mahallelerinde ise 5 ev tamamen yıkılırken, 8 evin sokağa bakan duvarları tehlikeli olabilecek dereceye gelmiş, 45 ev ile 1 mescit ve 1 sıbyan mektebi tamir edilebilecek derecede hasar görmüştür. Şehir merkezinde bulunan hamam ile 10 dükkân da depremden zarar gören yerler arasındadır. Deprem, Isparta şehir merkezinin yanı sıra etrafındaki bazı köylerde de etkili olmuştur. Bu bağlamda depremden en fazla etkilenen köylerden birisi Deregümü’dür. Isparta’ya bir saat yürüyüş mesafesindeki bu köyde can kaybı yaşanmazken, 36 ev harap olmuş ya da çeşitli oranlarda hasar görmüştür. Ayrıca ismini tespit edemediğimiz bir köyün daha depremden etkilendiğini tarihsel kayıtlardan öğrenmekteyiz (BOA,Y.PRK.UM., 13/112, 16 CA 1306; Y.PRK.UM., 14/2, 4 C 1306; Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306; The Levant Herald, Vol 9, sayı 5-6, 3-10 Şubat 1889).

Yukarıda bahsi geçen rakamların sadece yıkılan ya da ağır hasar gören evlerin sayısını yansıttığı anlaşılmaktadır. Öyle ki Sabah gazetesinin 29 Mayıs 1890 tarihli nüshasında Isparta’da depremzedelere ait 800 kadar evin yeniden inşa ya da tamir edildiğinden bahsedilmektedir. Bu bağlamda Isparta’da depremden hasar gören evlerin sayısının çok daha fazla olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer bir ifadeyle 500’e yakın evin de içerisinde oturulabilecek şekilde hafif derecede hasar gördüğünü söylemek mümkündür (Sabah, 269: 9 L 1307).

Arşiv belgeleri ve gazetelerin yanı sıra Böcüzâde Süleyman Sami de “Isparta Tarihi” isimli eserinde, 1889 depreminin bazı yapılarda yol açtığı zararlar hakkında önemli bilgiler vermektedir. Bu depremde en fazla zarar gören yapılardan birisi Keçeci Mahallesi’nde bulunan Hızır Bey Camii’dir ki, caminin hem kendisi hem de minaresi harap olmuştur. Yirmi yıl kadar harap bir halde kalan cami, 1910 yılında Isparta halkı arasında toplanan yardım paralarıyla daha geniş ve daha yüksek bir şekilde inşa edilmiştir. Aynı depremde hasar gören yapılardan bir diğeri de Çelebiler Mahallesi’yle Yaylazâde Mahallesi’nin birleşme noktasındaki Kaymak Kapısı3 civarında bulunan ve Peygamber Camii olarak da bilinen Abdi Paşa Camii’dir ki, minaresinin şerefesinden yukarısı yıkılmıştır. Çelebiler Mahallesi’nde bulunan medreseden birisi ve en eskisi olan Sadiye Bukası’na ait, mescit olarak kullanılan kubbeli bir yapı da 1899 depreminde yıkılmaya meyilli hale gelmiştir. Bahsi geçen yapı tehlike arz etmesi nedeniyle yıktırılmıştır (Böcüzâde Süleyman Sami 2012: 125-149).

__________ 2 Hayatını kaybedenler Hacı Elfı Mahallesi’nden Kavukçuzade Süleyman Efendi’nin on beş veya on altı yaşındaki kızı ile Tekye Mahallesi’nden Balcıoğlu Hacı Hafız’ın on beş veya on altı yaşındaki oğlu Hüsnü’dür. (BOA,Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306). 3 Kaymak Kapısı, Isparta çarşısının kaymak, yoğurt pazarındaki girişi olup sabahları bekçiler tarafından açılır, akşamları kapanır bir parmak kapıdan ibarettir. Bu kapı yol genişletmesi nedeniyle kaldırılmıştır. (Böcüzâde Süleyman Sami 2012: 125-149).

__________________________ Birinci El Kaynaklara Göre Isparta Depremleri (19. Yüzyılın İkinci Yarısı)

SEFAD, 2018 (40): 297-312

305

Tablo 1: 1889 depreminde Isparta’da meydana gelen hasar miktarı ve derecesi (BOA, Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306; Y.PRK.UM., 14/2, 4 C 1306; Sabah, 269: 9 L 1307).

Afet Yönetimi: 1889 depreminin hemen ardından Isparta Mutasarrıfı Saadettin Bey’in yaptığı ilk iş, bir afet komisyonu kurarak, hasar tespiti yaptırmak ve alınacak tedbirleri belirlemek olmuştur. Afet yönetimi, Isparta mutasarrıfının başkanlığında belediye meclis üyeleri, hayırseverler ve subaylardan oluşan on kişilik özel bir komisyon tarafından üstlenilmiştir (BOA, Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306)4. Komisyon içerisinde özellikle Liva İdare Meclisi üyelerinden Bursalı Ahmet Efendi’nin depremzedelerin yaralarının sarılmasında büyük gayretlerinin görüldüğü dikkat çekmektedir (Böcüzâde Süleyman Sami 2012: 625-626).

Afet Komisyonu’nun yaptığı ilk iş, meydana gelen hasar ve zayiat miktarını öğrenmek amacıyla hemen deprem mahalline kol kol memurlar çıkarmak olmuştur. Bu memurlar 19 Ocak 1889 tarihinden itibaren deprem bölgesinde incelemeler yaparak, beş gün boyunca hasar tespiti yapmışlardır. Memurların yanı sıra Isparta’da bulunan üç doktor da deprem bölgesine gönderilerek, yaralı afetzedelerin tedavisini gerçekleştirmişlerdir. Komisyon ayrıca afetzedelerin barınma ve beslenmeleri, tehlike arz eden binaların yıkılması, hasar gören binaların tamiri gibi birçok önemli görevi, acil bir şekilde yerine getirmeye çalışmıştır (BOA,Y.PRK.UM., 13/112, 16 CA 1306; Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306).

__________ 4 Afet komisyonunun diğer üyeleri şunlardır: Isparta Tâlî Taburu binbaşısı Esad Bey, Isparta Mukaddem Taburu kolağası Ali Rıza Efendi, Belediye Başkanı Hacı Hasan Efendi, Mukâvelât muharriri Hanzade Hacı Osman Efendi, Bidayet Mahkemesi mülâzımı Çallızade Mustafa Necib Efendi, Belediye Meclisi üyesi Dedezade Hacı Mehmed Efendi, Orman İdaresi kâtibi Böcüzade Osman Efendi, Rum ileri gelenlerinden Küçükzade Hacı Lazaros Efendi, Ermeni ileri gelenlerinden Menas Karabetyan Efendi, Belediye Meclisi kâtibi ve Belediye Meclisi sandık emini. (BOA, Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306).

Mahalle ya da Köy İsmi

Tamamen Yıkılan

Kısmen Yıkılan

Tehlikeli Hale

Gelerek Yıktırılan

Hafif Derecede

Hasar Gören

Toplam Masraf (Kuruş)

Hacı Elfi (Pirimehmet) ve

Şeyh mahalleleri

36 106 10 152 66.275

Cami-i Atik ve Yaylazade mahalleleri

11 60 6 77 29.070

Deregümü Köyü

8 15 23 4.550

Sülübey ve Emre

mahalleleri

5 47 8 59 9.690

Bütün mahalle ve köyler

487 487 ?

Toplam 800 99.895

Selahattin Satılmış ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 297-312

306

Mutasarrıf Saadettin Bey, hem depremin yaşandığı gecenin sabahında hem de ertesi gün Isparta’da harap olan evleri teker teker dolaşmak suretiyle incelemelerde bulunmuş; depremden etkilenen aileleri teselli ederek umut vermeye çalışmıştır. Ayrıca bu inceleme gezisi sırasında Saadettin Bey, can güvenliği açısından tehlikeli gördüğü binaların yıkılması talimatını vermiştir. Deprem sonrasında doktor ve ilaç sıkıntısının yaşandığı görülmektedir. Öyle ki, daha önce de belirtildiği üzere Isparta’da bulunan üç-dört doktor 17 Ocaktan itibaren farklı semtlerde çadırlarda yaşamaya başlayan evsiz afetzedeler ile birkaç yaralının muayenesiyle ilgilenmiştir. Mutasarrıfla beraber yıkık mahallelerde dolaşan memleket tabibi de tedaviye ihtiyacı olan afetzedelerin muayene ve bakımlarını gerçekleştirmiştir. Yaralılar için gerekli ilaçlar ise şehirdeki Doktor Macaraki Eczanesinden karşılanmıştır. Bunların yanı sıra depremden etkilenen iki köye de memurlar gönderilerek hasar tespiti yapılmış ve afetzedelerin ihtiyaçları belirlenmeye çalışılmıştır (BOA,Y.PRK.UM., 13/112, 16 CA 1306; Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306).

Deprem sonrasında evleri yıkılarak açıkta kalan afetzedelerin küçük bir kısmı akrabalarının yanına yerleşirken, önemli bölümü askeri makamlardan mümkün mertebe temin edilen çadırlara yerleştirilmiştir. Bu bağlamda afet komisyonu tarafından Isparta askeri depolarından temin edilen 80 çadırın afetzedeler için kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca Konya Valisi Memduh Bey’in Teke Mutasarrıfına, evleri yıkılan depremzedelerin barındırılması için çadır göndermesi talimatını vermesi, bahsi geçen miktardaki çadırın yetmediğini ve Isparta dışından da çadır getirtildiğini göstermektedir (BOA,Y.PRK.UM., 13/112, 16 CA 1306; Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306).

Afet Komisyonu, yıkılan ve hasar gören binaların ne kadar masrafla inşa ve tamir edilebileceğini belirlemek üzere teknik bir heyete inceleme yaptırmıştır. Bu inceleme neticesinde hafif derecede hasar gören ve içinde oturulabilecek evlerin dışındaki 252 evin tamir ya da yeniden inşasına karar verilmiştir. Birer ya da ikişer oda olarak inşa edilmesi kararlaştırılan bu evlerin masrafı 99.895 kuruş tutmuştur. Bu paranın 48.500 kuruşu yeni yapılacak evlerin inşasına; 49.235 kuruşu hasar gören evlerin tamirine; geri kalan 1.150 kuruşu ise tehlike arz eden evlerin yıkılması ve enkazının kaldırılmasına tahsis edilmiştir. Sadece maddi durumu iyi olmayan fakir depremzedelere değil, maddi durumu iyi olan depremzedelere de yardım edildiği görülmektedir. Öyle ki bahsi geçen 99.895 kuruşun 57.070 kuruşu maddi durumu kötü olan 157 ailenin zarar gören evleri için kullanılırken, geri kalan 42.825 kuruşu maddi durumu iyi olan 95 depremzede ev sahibinin evlerinin inşaatına tahsis edilmiştir. Bu bilgiden yola çıkarak depremin daha çok, % 62’lik oranla fakir aileleri etkilediğini söylenebilir (BOA,Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306).

Binaların tamiri veya yeniden inşasına geçildiğinde Isparta’daki duvarcı ustalarının yetmediği görülmüştür. Bu nedenle sancağa bağlı Eğirdir kazası ile Burdur livasından bir miktar duvarcı ustasının gönderilmesi talep edilmiştir (Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306). Buna rağmen kısa bir süre içerisinde, 23 Ocak 1889 tarihinde, Padişahın ihsanı ve toplanan yardım paraları ile evlerin inşasına başlanmıştır (BOA,Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306).

Isparta mutasarrıfının, deprem sonrasında her gün ya da gün aşırı olarak vilayet merkezi ile merkezi hükümeti bilgilendirdiği görülmektedir. Bununla birlikte depremin hemen sonrasında Isparta Mutasarrıflığı ile bağlı olduğu Konya Valiliği arasında bir iletişim sıkıntısının yaşandığı anlaşılmaktadır. Öyle ki Konya Valisi Memduh Bey, Mabeyn-i Hümayun Başkitabetine hitaben yazdığı 17 Ocak 1889 tarihli yazısında, Isparta mutasarrıfının henüz deprem hakkında izahatta (tafsilat) bulunmadığından dolayı kendisini

__________________________ Birinci El Kaynaklara Göre Isparta Depremleri (19. Yüzyılın İkinci Yarısı)

SEFAD, 2018 (40): 297-312

307

telgrafhaneye çağırttığını ifade etmektedir (BOA, Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306; Y.PRK.UM., 13/112, 16 CA 1306).

Yardım Faaliyetleri: Deprem sonrasında afetzedelerin acil ihtiyaçlarının karşılanması için dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamit tarafından 300 lira ihsan edilmiştir. Ayrıca daha önce Kadıköy yangınzedeleri için toplanan ihtiyaç fazlası 10.000 kuruşun da Isparta depremzedeleri için kullanılmasına karar verilmiştir. Bunların yanı sıra padişahın fermanı üzerine Konya vilayeti merkezi ile buraya bağlı Teke, Niğde ve Burdur sancaklarında depremzedeler için yardım kampanyaları başlatılmıştır. Teke sancağı hayırseverleri 672 Mecidiye yardım etmişlerdir. The Levant Herald gazetesinin 3 Mart 1889 tarihli nüshasındaki bilgilere göre ise bu tarih itibariyle Konya vilayeti genelinde 1072 gümüş Mecidiye toplanmıştır (BOA,Y.PRK.UM., 13/112, 16 CA 1306; DH.MKT., 1608/16, 19 B 1306; Y.MTV., 37/36, 22 CA 1306; The Levant Herald, Vol IX, sayı 9, 3 Mart 1889).

Bu yardım paraları ile Isparta’da depremde yıkılan ya da hasar gören 800 kadar ev yeniden inşa ya da tamir edilmiştir. Evlerin inşaatının 1890 yılı Mayıs ayı itibari ile bitirildiği görülmektedir. Bu vesile ile halk, Konya valisinin Isparta’yı ziyareti sırasında Padişaha hayır dualarında bulunarak, onu minnetle anmıştır. Ayrıca Isparta Sancak İdare Meclisi üyeleri de, düzenledikleri mahzar ile yaptığı yardımlardan ötürü dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamit’e bir buçuk sayfa boyunca teşekkür ve hayır duada bulunmuşlardır (BOA,Y.PRK.UM., 13/112, 16 CA 1306; Sabah, 269: 9 L 1307).

Mart 1889 Isparta Depremi

The Levant Herald gazetesinin 10 Mart 1889 tarihli sayısında “geçen hafta” meydana geldiğini belirtmesinden, bu depremin Mart ayının başlarında yaşandığı tahmin edilebilir. Artçı şoku yaşanmayan bu deprem hasara yol açmamıştır (The Levant Herald, Vol IX, sayı 10, 10 Mart 1889). Bu depremin, bundan iki ay kadar önce, 17 Ocak 1889 tarihinde yaşanan ve Isparta’da büyük yıkıma sebep olan depreminin artçı şoklarından biri olması da kuvvetle muhtemeldir.

Ekim 1889 Isparta Depremi

Bu deprem hakkındaki verileri elde ettiğimiz 23 Ekim 1889 tarihli Sabah gazetesi, tam tarihini vermemekle birlikte depremin “geçenlerde meydana geldiğini” belirtmiştir. Akşam ezanından üç saat sonra gelen bu deprem, hafif şiddetli gerçekleşmiş olup, hasara yol açmamıştır (Sabah, sayı 55, 27 S 1307).

10 Kasım 1889 Isparta Depremi

Deprem, akşam ezanından üç saat sonra, arşiv belgesinin ifadesiyle “şiddetlice” yaşanmıştır. Deprem can kaybına neden olmamışsa da, yıkılmaya meyilli birkaç duvarın devrilmesiyle sonuçlanmıştır (BOA, Y.PRK.UM., 15/96, 19 RA 1307).

5 Haziran 1892 Isparta Depremi

Pazar gecesi alaturka saat 3.00 sularında “şiddetli derecede” meydana gelen bu deprem yaklaşık 10 saniye sürmüştür. Artçı şoku yaşanmayan depremin yönü doğudan batıya doğrudur (Tercüman-ı Hakikat, 4174: 13 ZA 1309).

10 Haziran 1892 Isparta Depremi

Aynı gün, yönleri doğudan batıya doğru olan iki deprem ardı ardına yaşanmıştır (The Levant Herald, Vol XII, sayı 21, 20 Haziran 1892).

Selahattin Satılmış ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 297-312

308

23 Ağustos 1892 Isparta Depremi

Yönü, doğudan batıya doğru olan bu deprem, Salı günü alaturka saat 4.00 sularında meydana gelmiştir. Ardı ardına meydana gelen iki depremde can kaybı yaşanmamış ise de Dazkırı, Burdur ve Isparta ile buralara bağlı nahiye ve köylerde ağır hasar meydana gelmiştir. Dazkırı nahiyesine bağlı Başmakçı köyünde 110 evin tamamen, 191 evin kısmen yıkılmasına yol açan, Burdur da ise hükümet konağında, erkek ve kadın hapishanelerinde, sıbyan mektebinde, iki cami minaresinde ve 53 evde ağır hasara yol açan deprem, Isparta’da da bazı hasarlar meydana getirmiştir (BOA,Y.PRK.DH., 5/59, 18 S 1310; DH.MKT., 1992/22, 3 S 1310; Y.PRK.SRN., 3/50, 1 S 1310; Y.A.HUS., 264/130, 19 S 1310; The Levant Herald, Vol XII, 31: 5 Eylül 1892).

Isparta’da depremin ağır hasara yol açtığı binalardan birisi hükümet konağıdır (BOA, DH.MKT., 2027/39, 14 CA 1310; DH.MKT., 2057/117, 15 Ş 1310). Gerek harem gerekse resmi odaları bir iki asırlık köhne ve harap bir halde bulunan (Böcüzâde Süleyman Sami 2012: 548-549) Isparta hükümet konağı, depremde biraz daha hasar görmüş olup, tamir masrafı olan 8.000 kuruş tutmuştur. Bu meblağ, vilayet bütçesinde tamir işleri için karşılık olmaması ve 1308 senesi Dâhiliye Zuhurat Tertibi’nde para bulunmaması nedeniyle 1308 senesi bütçe açığına ve zuhurat tertibi fazlasına kaydedilmiştir. (BOA, DH.MKT., 2027/39, 14 CA 1310; DH.MKT., 2057/117, 15 Ş 1310).

Bu şiddetli depremin Isparta’da artçı şokları da yaşanmıştır. 26 Ağustos tarihinde hafif şiddetli yaşanan depremi, 27 Ağustos ve sonrasında meydana gelen diğer artçı şoklar takip etmiştir (The Levant Herald, Vol XII, 31: 5 Eylül 1892).

26 Şubat 1894 Isparta Depremi

The Levant Herald gazetesi 26 Şubat 1894 tarihinde Isparta’da bir deprem yaşandığından bahsetmişse de ayrıntılı bilgi vermemiştir. Bu bağlamda depremin hafif şiddetli yaşandığı ve hasara yol açmadığı tahmin edilebilir (The Levant Herald, Vol XIV, 9: 5 Mart 1894).

18 Kasım 1894 Isparta Depremi

Alaturka saat 8.30’da hafif şiddetli derecede meydana gelen bu deprem hasara yol açmamıştır (İkdam, 1943: 26 B 1317).

Şubat 1896 Isparta Depremi

İkdam gazetesi, 14 Şubat 1896 tarihli nüshasında Isparta’da “ahiren (son zamanlarda)” bir deprem meydana geldiğinden bahsetmekle birlikte kesin tarihini paylaşmamıştır. Şubat ayı başlarında yaşandığı tahmin edilen bu deprem, hasara yol açmamıştır (İkdâm, 561: 29 Ş 1313).

Eylül 1898 Isparta Depremi

The Levant Herald gazetesi, 5 ve 6 Eylül tarihlerinde Isparta, Denizli ve Adilcevaz’da deprem yaşandığı bilgisini vermişse de ayrıntılı bilgi paylaşmamıştır (The Levant Herald, Vol XVIII, 37: 12 Eylül 1898).

19 Eylül 1899 Isparta Depremi

Ahenk gazetesinin “iyice dehşetli bir zelzele” olarak tanımladığı bu deprem, sabaha doğru, alaturka saat 10.00’da meydana gelmiştir. Deprem beş saniyeden fazla sürmüşse de hasara yol açmamıştır (Ahenk, 945: 19 CA 1317).

__________________________ Birinci El Kaynaklara Göre Isparta Depremleri (19. Yüzyılın İkinci Yarısı)

SEFAD, 2018 (40): 297-312

309

18 Kasım 1899 Isparta Depremi

Gece saat 8.30’da meydana gelen bu deprem, hafif şiddetlidir. Hasara yol açmayan depremin artçı şokları 2 Aralık 1900 tarihine kadar devam etmiştir (Tercüman-ı Hakikat, 6684: 28 B 17; İkdam, 1943: 26 B 1317; Ahenk, 999: 23 B 1317).

SONUÇ

19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Isparta ve ilçelerinde yirmi beş deprem yaşandığı tespit edilmiştir. Bununla birlikte ulaşılamayan depremlerin de var olabileceği düşünülerek, bu rakamın en asgari sayıyı temsil ettiğini belirtmek gerekir. 18 Mayıs 1851’de Sütçüler’de, 11 Aralık 1883’te Keçiborlu’da, 17 Ocak 1889, 10 Kasım 1889 ve 23 Ağustos 1892 tarihlerinde Isparta’da meydana gelen beş depremin hasara yol açtığı, bunların dışındaki bazı depremlerin de çok şiddetli derecede hissedilerek, halkta heyecan, korku ve endişenin yaşanmasına sebep olduğu görülmüştür.

Hasara yol açan beş deprem içerisinde en büyüğü 17 Ocak 1889 depremi olup, Isparta şehir merkezi ile buraya bağlı bazı köylerde çok sayıda binanın harap olmasıyla sonuçlanmıştır. İki kişinin hayatını kaybettiği, iki kişinin de yaralandığı bu depremde 800 kadar bina etkilenmekle birlikte bunların 313’ü yıkılmış ya ada ağır hasar görerek, kullanılmaz hale gelmiştir. Geri kalan 500 civarında bina ise içinde oturulabilecek derecede hafif hasar görmüştür. Bu şiddetli deprem, Isparta şehir merkezinde başta Hacı Elfı (Pirimehmet), Şeyh (Kutlubey) mahalleleri olmak üzere, Sülübey, Emre, Tekye (Hızırbey), Cami-i Atik (Kutlubey) ve Yaylazade (Yayla) mahallelerini ile Deregümü köyünde etkili olmuştur.

17 Ocak 1889 depremi sonrasında Isparta Mutasarrıfı Saadettin Bey’in başkanlığında kurulan Afet Komisyonu, hasar tespiti yaptıktan sonra afetzedelerin barınma ve beslenmeleri, yaralıların tedavisi, tehlike arz eden binaların yıkılması, hasar gören binaların tamiri ya da yeniden inşası gibi birçok önemli görevi, acil bir şekilde yerine getirmeye çalışmıştır.

Bu deprem sonrasında Konya vilayet merkezi ve bağlı sancaklarda afetzedeler adına yardım kampanyaları başlatıldığı gibi dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamit de 300 lira ihsanda bulunarak depremzede tebaasının yanında olduğunu hissettirmiştir. Bu paralarla afetzedelerin acil ihtiyaçları karşılandığı gibi, hasar gören 800 kadar depremzede evinin tamiri ya da yeniden inşası gerçekleştirilmiştir. Bahsi geçen evlerin inşaatı 1890 yılı Mayıs ayı itibari ile bitirilerek, depremzedelerin kalıcı iskânları sağlanmıştır. Isparta yöneticileri, ileri gelenleri ve halkı, yapılan yardımlar karşısında Padişaha teşekkür ederek, hayır dualarını ondan esirgememişlerdir.

SUMMARY

Natural disasters are significant socio-economic events that concern people and states. This is because it is not possible or takes a long time for the people, the settlement units, the environment and the economic activities to return to the pre-disaster conditions due to the significant natural disasters. For this reason, the effects of natural disasters need to be revealed for a complete understanding of the social and economic history of a state or city.

In this study, the earthquakes that took place during the second half of the 19th century in the Isparta provinces and districts located in the first-degree earthquake region

Selahattin Satılmış ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 297-312

310

were discussed in the light of primary sources, which are archive documents, newspapers and chronicles. In this way, it has been aimed to contribute to the seismicity and Isparta's earthquake history by revealing how frequently and large earthquakes were experienced. In this context, during the second half of the 19th century in Isparta, it was determined that twenty-five earthquakes occured, several of which seemed to have caused damage. The earthquakes which took place in Sütçüler on 18 May 1851, Keçiborlu on 11 December 1883, Isparta on 17 January 1889, Isparta on 10 November 1889, Isparta on 23 August 1892 caused a lot of the damages. Especially on 17 January 1889, the earthquake was very severe. So, several buildings in Isparta city centre and some villages connected here were ruined. In this earthquake, 313 of the buildings in Isparta were destroyed or seriously damaged and became unusable. About 500 of them were also slightly damaged.

The disaster commission, established after the earthquake on 17 January 1889 under the chairmanship of Isparta Saadettin Bey, realized a damage detection right after the earthquake and tried to fullfill urgent tasks such as the treatment and feeding of the victims, the treatment of the wounded, the destruction of the dangerous buildings, the repair or reconstruction of the damaged buildings. After the earthquake, aid campaigns were initiated for disaster victims within the province of Konya. Also, Sultan II Abdülhamit helped 300 lira for aid campaigns. With this money, the emergency needs of the victims were met, and the 800 damaged homes were repaired or reconstructed. The construction of the mentioned houses was completed as of May 1890, and permanent residence was provided for the earthquake victims. The Isparta administrators, the elders and the people, thanked and prayed for the assistance made by the Sultan.

__________________________ Birinci El Kaynaklara Göre Isparta Depremleri (19. Yüzyılın İkinci Yarısı)

SEFAD, 2018 (40): 297-312

311

KAYNAKÇA

Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)

Bab-ı Ali Evrak Odası (BEO.) 508/38081, 4 CA 1312; 513/38438, 11 CA 1312. Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi (DH.MKT.), 1608/16, 19 B 1306; 2027/39, 14 Ca 1310;

2057/117, 15 Ş 1310; 2252/27, 22 CA 1317. İrade Hususiye (İ.HUS.) 26/63, 14 M 1312. Sadaret Mektubi Kalemi Deavi Evrakı (A.MKT.DV.), 38/68, 29 Ş 1267. Sadaret Mektubi Mühimme Kalemi Evrakı (A.MKT.MHM.), 420/87, 04 C 1285; 422/22, 12 C

1285. Yıldız Mütenevvi Maruzat Evrakı (Y.MTV.), 37/36, 22 CA 1306; 197/36, 5 Ş 1317. Yıldız Perakende Evrakı Dahiliye Nezareti Maruzatı (Y.PRK.DH.), 1/64, 12 S 1301; 5/59, 18 S

1310; 1992/22, 3 S 1310. Yıldız Perakende Evrakı Serkurenalık Evrakı (Y.PRK.SRN.), 3/50, 1 S 1310. Yıldız Perakende Evrakı Umumi (Y.PRK.UM.), 13/112, 16 CA 1306; 14/2, 4 C 1306; 15/96, 19

RA 1307. Yıldız Sadaret Hususi Maruzat Evrakı (Y.A.HUS.), 207/30, 14 M 1305; 207/83, 7 S 1305;

264/130, 19 S 1310.

Süreli Yayınlar

Ahenk, sayı 945, 19 CA 1317; sayı 999, 23 B 1317. Basiret, sayı 1528-1535: 13-21 R 1292; 1540: 23 R 1292. Ceride-i Havâdis, sayı 197: 22 N 1260; 534: 6 Ş 1267; 733-738: 28 C-8 Ş 1271; 863: 14 R 1274;

1059: 24 RA 1278; İkdâm, sayı 561, 29 Ş 1313; sayı 1943, 26 B 1317. Ruznâme-i Ceride-i Havâdis, 545: 16 B 1279. Sabah, sayı 55, 27 S 1307; sayı 269, 9 L 1307. Takvim-i Vekâyi, 678: 21 B 1279. Tarîk, sayı 593, 10 S 1303; sayı 1272, 23 M 1305. Tercüman-ı Hakikat, sayı 4174, 13 ZA 1309; sayı 6684, 28 B 17; sayı 1943, 26 B 1317. The Levant Herald, Vol III, 4: 28 Ocak 1874; Vol IX, sayı 5-6, 3-10 Şubat 1889; sayı 9-10, 3-10

Mart 1889; Vol XII, sayı 21, 20 Haziran 1892; sayı 31, 5 Eylül 1892; Vol XIV, sayı 9, 5 Mart 1894; Vol XVIII, sayı 37, 12 Eylül 1898.

Kitap ve Makaleler

Böcüzâde Süleyman Sami (2012). Isparta Tarihi. (haz. Hasan Babacan). Isparta: Isparta Valiliği İl Kültür Müdürlüğü.

Ambraseys,, Nicholas (2009). Earthquakes in the Mediterranean and Middle East A Multidisciplinary Study of Seismicity up to 1900, London: Imperial College Press.

Dizer, Muammer (1986). Astronomi Hazineleri, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları. Görmüş, Muhittin-Kanbur, Zakir vd. (2010). “Isparta ve Çevresinin Depremselliği Üzerine”.

SDUGEO 1 (3): 21-27. Özey, Ramazan (2011). Afetler Coğrafyası. İstanbul: Aktif Yayınevi. Sakin, Orhan (2009). “Osmanlı Döneminde İstanbul’da Deprem”, Afetlerin Gölgesinde

İstanbul, ed. Sait Öztürk, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları. Sargın, Sevil (2004). “Isparta Yöresinde Fiziki Çevre Faktörlerinin Yerleşme Birimleri

Üzerindeki Etkisi”. Doğu Coğrafya Dergisi 11: 371-388.

Selahattin Satılmış ___________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 297-312

312

Satılmış, Selahattin (2016). “30 Eylül 1887 Banaz Depremi”. Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi (38): 79-98.

Sezer, Lütfi İhsan (2000). “Isparta-Burdur Sismotektonik Yöresinde Depremsellik ve Deprem Riski”. Ege Coğrafya Dergisi (11): 75-96.

Şahin, Cemalettin-Sipahioğlu, Şengün (1991). Türkiye Afetler Coğrafyası. Ankara: Gündüz Eğitim ve Yayınları.

Ünver, Suheyl A. (2014). İstanbul Rasathanesi, Ankara: TTK Yayınları. Yazıcı, Nesimi (2003). Ocak 1898 Balıkesir Depremi ve Sonrası, Ankara.

İnternet Kaynakları

http://www.e-sehir.com/turkiye-haritasi/isparta-deprem-fay-hatti-riskharitasi.html [06.02.2018]

http://www.koeri.boun.edu.tr/140yil/Tr/kandilli.asp?PageName=tarihce

Gönderim Tarihi / Sending Date: 09/05/2018 Kabul Tarihi / Acceptance Date: 20/09/2018

SEFAD, 2018 (40): 313-338 e-ISSN: 2458-908X DOI Number: https://dx.doi.org/10.21497/sefad.515376

Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

Dr. Öğr. Üyesi Volkan Marttin Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

Tarih Bölümü [email protected]

Öz Bu makalede Halepli Zeki Paşa’nın Alman İmparatoru nezdinde Osmanlı Padişahının

“murahhas”ı olarak üstlendiği görevi esnasındaki faaliyetleri ele alınmıştır. Çalışmada ağırlıklı şekilde askerî arşiv kayıtları kullanılarak Zeki Paşa’nın murahhaslık görevinin mahiyetinin ortaya koyulması amaçlanmıştır. 1914 yılının son aylarında başlayan Zeki Paşa’nın misyonunun Birinci Dünya Savaşı bitene kadar devam ettiği düşünüldüğünde, Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki çeşitli konulardaki görüş ve düşüncelerin birlikteliği veya ayrılığı ana eksende ele alınmıştır. Yazışma konularının, cephelerdeki durum, müttefikliğe ilişkin meseleler ve Enver Paşa’nın savaşın seyrine dair görüş ve önerilerinin Alman makamlarına ulaştırılması başlıklarında yoğunlaştığı görülmektedir. Enver Paşa’nın savaşın seyrine ilişkin yaptığı isabetli tespitlerin ve savaş taktiklerinin başta Ludendorff olmak üzere Alman Genel Karargâhına iletilmesinde Zeki Paşa’nın üstlendiği görev, savaşa dair karar alma süreçlerinde Osmanlı Devleti’nin rolü bakımından önemlidir. Savaştan sonra İngiliz istihbarat belgelerinde geçen Zeki Paşa’nın görevine ve özellikle Enver Paşa’ya bağlı olduğuna ilişkin bilgiler, bu görevin yan etkisi olarak değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Halepli Zeki Paşa, Enver Paşa, Osmanlı Devleti, Almanya, Birinci Dünya Savaşı.

On the Mission of Aleppoean Zeki Pasha in Germany

Abstract In this article, the activities of Aleppoean Zeki Pasha during his mission as the

"murahhas (Sultan’s Special Envoy/Liaison Officer)" of the Ottoman Sultan in the presence of the German Emperor were discussed. The aim of the study was mainly to reveal the essence of Zeki Pasha's mission by using archive records. When the mission of Zeki Pasha, which started in 1914, was thought to have continued until the end of the First World War, the coexistence or separation of views and thoughts between the Ottoman Empire and Germany was discussed. It seems that the issues of correspondence, the situation in the fronts, the issues related to the alliance and Enver Pasha's views on war and the proposals of the war are concentrated in the German authorities. The task that Zeki Pasha undertakes in the fact that Enver Pasha made accurate determinations of the war and his war tactics, especially to Ludendorff and to the German General Staff, is important for the role of the Ottoman State in the decision-making process of war. Information on the mission of Zeki Pasha, which was mentioned in British intelligence documents after the First World War, and especially on Enver Pasha, was considered as a side effect of this task.

Keywords: Aleppoean Zeki Pasha, Enver Pasha, Ottoman Empire, Germany, World War I.

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

314

GİRİŞ

Zeki Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı boyunca Almanya’da aldığı görev, Osmanlı Devleti ile Almanya arasında doğrudan kurduğu bağ nedeniyle önemlidir. Doğrudan Alman İmparatoru nezdinde görev alan Zeki Paşa’nın faaliyetleri Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı Devleti’nin karar alma süreçlerindeki rolünü ortaya çıkarmaktadır.

Bu çalışmada bir sınıflandırma veya sistemleştirme yaklaşımından ziyade tarihsel olguların şekillenmesinde eksik kalan (özellikle Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında müttefikleriyle arasındaki duruma dair olan) kısımlara, özel temsilci olarak görevli bulunan Zeki Paşa’nın çoğunluğu Enver Paşa ile yaptığı yazışmalardan çıkarılan görüş, düşünce ve yorumlarla ilaveler yapılması amaçlanmaktadır. Bu bakımdan Zeki Paşa’nın askerî kişiliği ve aldığı görevler öne çıkmaktadır.

Türk Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı yayınları arasında çıkan “Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri” adlı eserin birinci cildinde zikredildiğine göre, Zeki Kolaç–Kılıçoğlu, Ali Bey’in oğlu olarak 18621 yılında Halep’te dünyaya gelmiş; 12 Ocak 1943 günü vefat etmiştir (Toker-Aslan 2009: I/8). Ancak ölüm tarihine ilişkin günlük gazetelerde Zeki Paşa’nın 10 Ocak 1942 tarihinde vefat ettiğine dair bir kayıt mevcuttur (Cumhuriyet 1942: 3).

Askerî safahat belgesindeki bilgilere göre Zeki Paşa’nın askerlik hayatına dair önemli noktalar şu şekilde sıralanabilir: Zeki Paşa’nın babasının ismi Hafız Ali’dir ve doğum tarihi 1278 (1862/1863) olarak geçmektedir. Askerliğe duhulü Mekteb-i harbiyeye giriş tarihi olan 16 Eylül 1880 olarak verilmekte, Mekteb-i Harbiye’den kurmay yüzbaşı olarak mezuniyet tarihinin 27 Haziran 1886 olduğu görülmektedir. Kariyerinde ilerlemeye devam eden Zeki Paşa’nın Almanya’ya ilk gidişi, kolağası (önyüzbaşı) rütbesindeyken “Mavzer Tüfeklerini Muayene Komisyonu’nda Balistik Muavinliği” göreviyle 1891 yılındadır. 1896 yılına değin Almanya’da bu komisyon nezdinde çalıştığı anlaşılan Zeki Paşa’nın, yurda dönüşünün ardından önce ilk görev yeri olan Erkân-ı Harbiye-i Umumiye 4. Şube’ye ve daha sonra (3 Eylül 1896) Mekteb-i Harbiye’de “Coğrafya ve Tarih-i Muharebât Dersleri Muavinliğine” tayin olunduğu “Askeri Safahat Belgesi”nde zikredilmektedir. 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nde gösterdiği başarıdan dolayı miralay rütbesine tayin edilen Zeki Paşa, savaştan sonra Mekteb-i Harbiye’de “Muharebat-ı Felah, İstihkamat-ı Hafife ve Tabiyye Tatbikat muallim”liğinde görevlendirilmiştir. 15 Nisan 1900 tarihinde mirlivalığa terfi ederek Mekteb-i Tıbbiye Müdüriyeti’ne tayin olunan Zeki Paşa, aynı yılın Eylül ayında Çatalca istihkamatının keşfiyle vazifelendirilmiştir. 23 Mayıs 1906 tarihinde “İran Hududu Heyet-i Tahkika Riyaseti”ne tayin olunan Zeki Paşa, aynı süreçte ferikliğe terfi ederek, 30 Mayıs günü “Piyade Dairesi”ne atanmıştır. Zeki Paşa, 29 Ocak 1911 tarihinde yeni teşkilat gereğince “1’inci Dersaadet Kolordusu Kumandanlığı”na tayin olunmuştur. 11 Mart 1912 tarihinde “2’nci Ordu Teftiş Vekaleti”ne, 6 Ocak 1914’te “2’nci Ordu Teftişliğine” atanan Zeki Paşa, 21 Kasım 1914 tarihinde2 “Almanya İmparatoru nezdinde murahhas” tayin olunmuş; 16 Ekim 1916’da “Fahr-i

__________ 1 “Zeki Baraz (1860-1942)” olarak veren kaynak için bk. (Rustow 2004: 182). 2 Askeri Safahat Belgesi’nde 8 Teşrinisani 1330 (21 Kasım 1914) olarak geçen bu atamanın yakın zamanda yayınlanan bir makalede 17 Aralık 1914 tarihinde yapıldığı zikredilmektedir (Kış 2017: 124, dipnot: 10). Ancak bu makalede verilen atıfta arşiv belgesinin dosya numarasının sehven “2315” olarak yazılmasından dolayı önceleri bu kaynağın görülmesi mümkün olmamıştı. Ancak yaptığımız araştırma neticesinde bu arşiv belgesinin “BOA, HR.SYS, 2312/5, Lef: 22” kaydıyla saklı olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz. Dosya ve lef numarasındaki bu farklılık nedeniyle bulamadığınız ve daha sonra yaptığımız araştırmayla tespit ettiğimiz bu belgenin bir nüshasını

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

315

Yaveri Hazret-i Şehriyariliğine” erişmiş, 8 Ekim 1917 tarihinde “1’inci Ferikliğe” terfi etmiştir. Zeki Paşa, 1920 yılının sonbaharında Erkân-ı Harbiye-i Umumiye “Dairesi Riyaseti”ne tayin olunduktan sonra “Tetkik ve Tasnif Komisyonu”nda görev almış ve ilgili mevzuat gereği 2 Ekim 1923 tarihinde emekliliğe sevk edilmiştir (MSB, Askeri Safahat Belgesi: 1).

Görüldüğü üzere Halepli Zeki Paşa’nın askerlik hayatı yalnız Balkan Savaşları için değil Almanya ile işbirliğinin safhaları, Kanal Harekâtının plan ve tatbik aşamaları, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile olan ilişkiler ve savaşın son yıllarındaki durumu, Millî Mücadele Dönemindeki İstanbul’daki askerî mahfilin vaziyetine dair bilgiler barındırmaktadır. Zaten kendisinin kaleme aldığı “Balkan Savaşı Hatıratı”nın önsözünde gelecek için dersler çıkarmak adına gerçekleri aydınlatmak amacıyla askerlik hayatının önemli anlarının geçtiğini ifade ettiği Yunan, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’na ait hatıralarının yazması gerektiğini, buna Balkan Savaşları ile başladığını dile getirmektedir (Zeki Paşa’nın Balkan Savaşı Hatıratı 2012: 9).

Bu çalışmada Zeki Paşa’nın Almanya İmparatoru nezdindeki görevi esnasında ağırlıklı olarak arşiv belgelerine yansıyan faaliyetleri ele alınmıştır.

Osmanlı Muharrası Olarak Görevlendirilmesi

Askerlik hayatına ilişkin bilgilerde görüldüğü üzere, ilk defa Almanya’ya 1891 yılında giden Zeki Paşa’nın imparator ve Alman genel karargâhında görevlendirilmesi dikkat çekicidir. Zira Zeki Paşa’nın görev yaptığı süreçte Almanya’da elçi ve askerî ataşe olarak Osmanlı temsilcileri bulunuyordu (Yıldız 2012: 251). Zeki Paşa’nın Alman İmparatoru nezdinde görevlendirilmesi Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinden hemen sonradır. Zeki Paşa’nın askeri safahat belgesinde ayrıntılı olarak yer almayan 28 Ekim – 18 Kasım 1914 tarihleri arasında 4’üncü Ordu Kumandanlığı sırasında Suriye ve Mısır seferi görevinin birbirini desteklemesi, Mısır seferinin Suriye’nin “taarruzî savunması” olduğu yönündeki görüş ve anlayış ayrılıkları nedeniyle Başkumandanlık emrine alınan Zeki Paşa’nın Kanal Harekâtına yönelik fikirlerindeki isabet bu murahhasılık görevine tayininde etkili olup olmadığı bir muammadır (E.Albay Muzaffer 2006: 13).3 Fakat Kanal Harekâtı sonuçlanmadan4 Alman İmparatoru nezdinde görevlendirilen Zeki Paşa’nın doğrudan Başkumandan Vekili Enver Paşa ile yazışmalarından anlaşıldığına göre Osmanlı Erkân-ı Harbiye-i Umumiyesinin, Alman İmparatoru ve Alman Genel Karargâhıyla irtibatta kalma gayesi öne çıkmaktadır.

Zeki Paşa’nın murahhaslık görevi esnasında aldığı nişan ve madalyalara bakıldığında görevini layıkıyla yerine getirdiği görülmektedir. Bu görevdeyken; 1 Eylül 1915’te “Muharebe

transkripsiyonuyla birlikte çalışmanın ekinde leffiyle birlikte paylaşmayı yararlı görüyoruz (bk. Ek 2-3). Belgede görüldüğü üzere Goltz Paşa ile Zeki Paşa’nın aynı vazifelerle karşılıklı olarak atandıkları görülmektedir. Bu belgenin tarihine göre 17 Aralık 1914’te atamanın yapılmış olduğu yönünde bir fikir edinilebilir. Ancak başka bir belgede (bk. Ek 4) Zeki Paşa’nın bu tarihten evvelki bir zamanda atanmasının düşünüldüğüne dair bir ifade yer almaktadır (BOA, İ.MBH, 17/15, Lef: 2). Bu bilgiler doğrultusunda atamanın 21 Kasım 1914 ile 17 Aralık 1914 tarihi arasında bir günde yapılmış olduğu söylenebilir. 3 Jehuda L. Wallach, 2 Ağustos 1914 tarihinde Zeki Paşa’ya Süveyş Kanalı’na taarruz için hazırlanma emri verildiğini, Zeki Paşa’nın teknik güçlüklerle baş edemeyeceği anlaşıldığından Albay (Küçük) Cemal Bey ve beş subayla birlikte Albay Kress von Kressenstein’in Şam’a gönderildiğini, Kress’in, Sina cephesine ilişkin yaptığı incelemeleri raporlaştırdığını ve bu raporda cephedeki aksaklıkların dile getirildiğini aktarmaktadır (Wallach 1985: 175). 4 Kanal Harekâtı için Zeki Paşa’nın yerine 1914 yılının Kasım sonunda Bahriye Nazırı Cemal Paşa atanmıştır (Wallach 1985: 176).

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

316

Altın Liyakat Madalyası”, 1 Kasım 1915’te “Alman 1’inci Rütbeden Demir Salip Nişanı”, 28 Ocak 1917 tarihinde “1’inci Rütbeden Alman Kron De Podre Nişanı”5, 23 Ekim 1917’de Alman 1’inci Sınıf Kılıçlı Kızıl Kartal Nişanı, aynı tarihte “1’inci Rütbeden Osmanî Nişanı” ve 10 Ekim 1918 tarihinde “Muharebe Altın ve Gümüş İmtiyaz” madalyaları olmak üzere çeşitli madalya ve nişanlarla taltif edilmiştir (MSB, Askeri Safahat Belgesi: 2).6

Zeki Paşa’nın 11 Mayıs 1918 tarihinde Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın imzasıyla Sadaret’e gönderilen bir arşiv belgesinin ekinde adının geçtiği görülmektedir. Yararlı hizmetleri nedeniyle bu sefer de harp madalyasıyla mükâfatlandırılan Zeki Paşa’nın adı, hazırlanan listenin dördüncü sırasında aynen şu ifadelerle geçmektedir: “Sıra Numarası: 4; Ordu-Kolordu-Fırka-Alay-Tabur-Bölük: Almanya İmparatoru nezdinde murahhas-ı hazret-i şeyriyarî; Rütbesi: Ferik; Künyesi: Zeki Paşa, Ali, Halep; Hakkında Olunacak Muamele: Harb Madalyasıyla Taltifi” (Atatürk İle İlgili Arşiv Belgeleri 1982 116).

Murahhas Zeki Paşa’nın Faaliyetlerinin Arşiv Kayıtlarına Yansımaları

Elimizdeki en erken tarihli askerî arşiv kaydı, 18 Ağustos 1916 tarihlidir.7 Bu arşiv kaydında Zeki Paşa kendi el yazısıyla, Enver Paşa’ya Avrupa cephesindeki durumu aktarmaktadır. Batıda bir değişikliğin olmadığını haber verdikten sonra Almanların Verdun taraflarından Somme taraflarına top ve kuvvet kaydırmaları dolayısıyla Verdun cephesindeki saldırılarında bir gevşeme olduğunu ifade eden Zeki Paşa, buna mukabil İngiliz ve Fransız taarruzlarına karşı vaziyetlerinin iyi olduğunu vurgulamaktadır. Öteyandan Doğu Avrupa cephesinde Romanya’nın kararsızlığı cephenin durumunu daha dikkate değer kıldığı söylenmektedir. Cephenin ehemmiyet kesbetmesi üzerine buraya bir kumandan tayin edilmeyerek Alman İmparatorunun burada orduları doğrudan doğruya sevk ve idare edeceği ifade edilmektedir. Aynı belgede önemli bir husus da Alman İmparatorunun doğuya geçmesi üzerine, Zeki Paşa’nın imparatora katılmak üzere yola çıkması bu seyahati esnasındaki gözlem ve tespitleridir. Batıdan doğuya Stuttgart üzerinden geçerken yaklaşık 70 km uzaklıktaki Oberndorf silah fabrikasına uğrayan Zeki Paşa, burada Almanların Osmanlı Devleti için hazırladığı iki yüzü aşkın tüfeği gözden geçirmiş, uygunluğunu incelemiştir. Enver Paşa’ya danışarak bu teftiş faaliyetini bermutat hale getirme düşüncesini de ifade etmektedir. Bu seyahat esnasında uçak motorlarını onarmak üzere yine Stuttgart civarında bulunan ve “Daimler meşhur otomobil fabrikasında çalıştırılmakta” olan “Osmanlı Sanayii Alayları Efradı”nı denetlendiğini bildirilmektedir. Burada üzerinde önemle durduğu bir hususu da ayrıntılı olarak anlatan Zeki Paşa, bu fabrikada Avusturya ordusu mensubu askerlerin de çalıştığını belirttikten sonra Osmanlı askerlerinin “Sanayii Efradı” olmaları dolayısıyla yaptırılmakta olan efrad faaliyetlerinde isteksiz olduklarını haber aldığını ve bu haber üzerine orada bulunan Osmanlı askerlerini toplayarak “bu ta‘limin ehemmiyetine ve terbiye-i fikriye ve kuvve-i bedeniyelerinin neşv ü

__________ 5 Ek 1, olarak verilen “Askerî Safahat Belgesi”nde geçen bu nişanın adı, Fransızca yazılışının Türkçe’ye aktarılmasındaki yanlıştan dolayı bu şekilde görülmektedir. Doğrusunun Prusya Krallığı Taç Nişanı (Königlicher Kronen-Orden) olduğu yönündeki yardımlarından dolayı Sn. Mesut Uyar ve Sn. Yeşen Dursun’a teşekkür ederim. 6 Başka bir eserde bu dönemde aldığı madalya ve nişanlar şu şekilde verilmiştir: “31 Ağustos 1915’te Muharebede Altın Liyakat Madalyası, 1 Kasım 1915’te Alman İmparatorluğu tarafından Birinci Dereceden Demir Salip Nişanı, 1917’de Birinci Dereceden Osmani Nişanı ile ödüllendirildi”, (KKK.lığı Emeklilik Şubesi Arşivi, Şahsi Dosyası’ndan aktaran Toker-Aslan 2009: I/8). 7 Zeki Paşa’nın Alman İmparatoru nezdinde göreve başlaması, 1914 yılının sonlarına doğru olduğu düşünüldüğünde elimizdeki kayıtların yaklaşık iki yıllık bir dönemi kapsamadığı görülmektedir. Bu durum askerî arşivin çalışma prensiplerinden doğan bir sınırlılıktan kaynaklanmaktadır.

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

317

nemasına hadim olacağını ve vazifeye sadakâtle merbutiyet-i hâlisânesini vücuda getireceğini” anlatmış ve “müsamaha edenlerin derhal Dersaadet’e iadesini de zabitlerine tenbih” etmiş olduğunu belgede zikretmektetir. Bu belge, “Zât-ı hazret-i padişahî tarafından murahhas-ı askerî Ferik Zeki” imzasıyla sonlanmaktadır (ATASE, BDH, 28-132-011-1). Bu tarihî önemi haiz askerî arşiv kaydında, Zeki Paşa’nın doğrudan doğruya Enver Paşa’ya cephelerdeki durumu anlatması, sipariş edilen silahları denemesi, Almanya’da bulunan Osmanlı askerleri teftiş ve tekdir gibi üç ayrı monografiye konu olacak hususlar işlenmektedir.

Yukarıdakinden sadece iki gün sonrasının tarihini taşıyan -20 Ağustos 1916 tarihli- başka bir belgede Zeki Paşa’nın Avrupa’ya sevk edilen Osmanlı birlikleri hakkında haberdar edilmediği anlaşılmaktadır. Hâlbuki Avrupa’ya sevkedilecek Osmanlı birlikleri hazırlanma emirlerini yaklaşık bir buçuk ay önce almışlardı. Bu durum üzerine Zeki Paşa, “Huzur-ı Sami-i Hazret-i Kumandan-ı Ekremlerine” hitabıyla başlayan yazısında Doğu Avrupa cephesine gönderilen 15’inci Kolordu’nun harekât ve faaliyetleri münasebetiyle hem Avusturya Genelkarargahı ile hem de Alman Genelkarargahı ile bağlantısı olduğundan haber alındığı üzere gönderilen “irtibat zabiti”nin aynı zamanda haberleşmeden sorumlu olması dolayısıyla Osmanlı birliklerinin bulunduğu mevki, aldığı vazife ve elde ettiği başarıları bildirmesinin başta kendisi olmak üzere askerî murahhaslara yöneltilecek sorulara tatminkâr cevaplar verilebilmesi için gerekli olduğundan “muhabere zabiti”ne bu yolda emir verilmesini talep etmektedir. Bu talebin altına düşülen notta: “Münasip, böyle olsun” ifadesi yer almaktadır (ATASE, BDH, 28-132-014). Öyle anlaşılmaktadır ki, Doğu Avrupa’ya yaptığı seyahat esnasında Avrupa’ya gönderilen Osmanlı birlikleri hakkında bilgi edilen Zeki Paşa, eşgüdümün sağlanabilmesi, sağlıklı bilgi akışının sekteye uğramadan doğrudan sürdürülebilmesi için gerekli personelin nitelik ve vazifesinin gereklerini Enver Paşa’ya bildirmiş; teklif olumlu karşılanmıştır. Vazifesinin bir parçasını oluşturacak bu yeni durum, Osmanlı subay ve askerlerinin Alman Genelkarargahı başta olmak üzere Alman İmparatoru nezdinde doğru şekilde tanıtılması olarak ortaya çıkmaktadır.

Zeki Paşa’nın bu yeni vazifesinin yanında Alman Genelkarargahında bulunduğu esnada cephelerdeki durumu doğrudan Enver Paşa’ya aktarmaya devam ettiği görülmektedir. 19 Mayıs 1917 tarihli bir arşiv belgesinde Zeki Paşa’nın Başkumandanlık Vekâletine gönderdiği şifre yer almaktadır. Bu şifrede Almanların genel taarruzunun daha önce beklendiğine dair Enver Paşa’nın Zeki Paşa’ya yazdığı anlaşılan fikirlerinin gerçekleşerek Almanların “mukabil taarruza” geçtiği haber verilmektedir (ATASE, BDH, 227-941-009). Görüldüğü üzere Avrupa’daki savaş durumuna dair Enver Paşa’nın isabetli çıkarımlarda ve öngörülerde bulunmaktadır. Daha önce de zikredildiği gibi Avrupa’daki cephelere dair Enver Paşa’nın fikirleri Zeki Paşa kanalıyla Alman genelkurmayı’na iletilmekte, yapılan tavsiyelerin ilgili mahfillerde makes bulup bulmadığı bu yazışmalarda dile getirilmektedir. İleride bu hususa dair örnekler verilecektir. Ancak tarihsel süreç dikkate alındığında cephelerdeki durumun yanısıra barış girişimlerine ait tartışmaların da Zeki Paşa tarafından Enver Paşa’ya bildirildiği görülmektedir.

Zeki Paşa’nın Enver Paşa’ya 12 Temmuz 1917 tarihli “mahremdir” notuyla çektiği şifresinde Almanya’nın ilhaksız sulh şartlarını ilan etmek için hususunda parlamentoda çoğunluk sağlanmış olmasına rağmen “cihet-i askerî”nin buna taraftar olmadığını dile getirilmektedir. Bu konuda bir karara varılamamış olmasından dolayı Hindenburg ve kurmay heyetinin Berlin’e çağrılması gündeme geldiği ifade edilmektedir (ATASE, BDH, 227-941-008). Anlaşıldığı üzere, ilhaksız barış taraftarı olanlarla, durumun başta Almanlar

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

318

olmak üzere İttifak devletlerinin lehine olması dolayısıyla ilhaklı barış taraftarı olan askerî kanatın tartışmaları Enver Paşa’ya aktarılmaktadır. Ludendoff’un Baltık’taki ilhakçı politikası (annexationist policy), barış konusundaki tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştır (Asprey 1996: 324).

Barış tartışmalarına dair yazışmalar devam etmiştir. Alman Genelkarargahında bulunan Zeki Paşa’nın Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya gönderdiği 17 Temmuz 1917 tarihli şifresinde; Hindenburg’un maiyetiyle birlikte döndüğü haber verildikten sonra, Hindenburg’un siyasî çevrelere savaş durumunun uygun olduğunu açıklamaya çalıştığı dile getirilmektedir. Ancak Alman Parlamentosunda (Reichstag) çoğunluğun “henüz ilhaksız sulh ilanı fikrinden pek de vazgeçmemiş” bulunduğu belirtilen yazıda, yeni başvekilin bir iki güne kadar mecliste yapacağı konuşmanın askerî kanadın isteklerine uygun olacağı beklendiği ifade edilmektedir (ATASE, BDH, 227-941-004-01).

Aynı dönemde Avrupa’da bulunan Türk birliklerine yapılacak bir ziyarete dair bilgiler paylaşılmaktadır. 21 Temmuz 1917 tarihli Zeki Paşa tarafından gönderilen şifrede, Alman İmparatorunun Osmanlı Yirminci Fırkasını ziyaret edeceği bildirilmektedir. Bu ziyaret esnasında Zeki Paşa’nın da orada bulunması gerektiği General Ludendorff’un başyaverince haber verildiğinden zaman ve yer hususları erkenden öğrenilememiş; Enver Paşa’nın bu ziyarete iştirakinin savaşın genel durumu hakkında müzakere yapılmasına fırsat vereceği için çok münasip olabileceği dile getirilmektedir (ATASE, BDH, 227-941-004-02). Bilindiği üzere bu ziyaret filme alınmıştır. Filmde Türk birliğinin teftişi ve Zeki Paşa görülmektedir (Zu den Kämpfen um Tarnopol, 2016).

Ağustos-Eylül aylarındaki yazışmalarda işlenen konuların ortak noktası cephelerde durumdur. Zira Temmuz’da başlayan Rus taarruzu Avusturya kanadında başarılar kazandıysa da 15 Temmuz’da başlayan karşı taarruzla Rus ordusu geri çekilmeye başlamıştır (Belen 1966: IV/XIV).

Zeki Paşa’nın gönderdiği 1 Ağustos 1917 tarihli şifrede; Batı cephesindeki saldırıların durdurulmaya çalışıldığı ve Doğu cephesinde taarruza devam edildiği zikredilmektedir. Aynı belgede tahrip olan demiryolları nedeniyle diğer hatlardan sağlanan ulaşımdan sonra Doğu cephesinde girişilen taarruzun bir müddet duracağı tahmin edildiğinden Yirminci Osmanlı Fırkasının 8 Ağustos 1917 gününden itibaren nakliyatına başlanacağı General Ludendorff’un ifadesiyle haber alındığı zikredilmektedir (ATASE, BDH, 227-941-016). Bu habere göre Galiçya’ya gönderilen Türk birliklerinin yurda dönüşü için nakliyat hatlarındaki nisbi iyileşme ve taarruzun şiddetindeki azalma olduğu anlaşılmaktadır. Alman İmparatoru tarafından teftiş edilen birliğin nakliyatına başlanacağı özellikle dile getirilmektedir.

O tarihlerdeki Alman İmparatorunun seyahatinin mahiyetini açıklayan Zeki Paşa’nın geçen aylarda gündeme gelen barış hususunun halen müzakere edildiğini paylaşması ilginçtir. Zira 27 Temmuz’da Hindenburg’un Alman İmparatoruna yazdıklarından Rusya’daki olayların Alman maneviyatına nüfuz etmesi tehlikesinin dikkate alındığını ve düşmanın imha edilmesi isteği mahfuz olmak üzere bir barış fikrinin gündemde olduğu görülmektedir (Belen 1966: IV/XIV). Zeki Paşa’dan Enver Paşa’ya gönderilen 8 Ağustos 1917 tarihli şifrede, İmparatorun Viyana’dan Berlin’e döneceği ve Berlin’de birkaç gün ikamet edeceği bu sürede kurmay heyeti ile birlikte başvekille içişleri ve dışişleri hakkında görüş alışverişinde bulunacağı iade edilmektedir (ATASE, BDH, 227-941-004).

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

319

Bu süreçte Bulgar Erkân-ı Harbiye Reisinin yaptığı ziyarete dikkat çekilmektedir. Zeki Paşa’nın 28 Ağustos 1917 tarihinde Başkumandanlık Vekâletine gönderdiği şifrede; Bulgar Ordusu Erkân-ı Harbiye Reisinin şark cephesini ziyaret ederek ertesi günü Alman genelkarargahına uğrayacağı ve Alman imparatoru tarafından kabul edildikten sonra trenle döneceği haber verilmektedir (ATASE, BDH, 227-941-026).

Birinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılında Almanların Riga’yı direniş görmeden aldığı; Baltık’ta Osel (Saaremaa), Moon (Muhu) ve Dagö (Hiiumaa) adaları gibi bir takım yerler elde ettiği bilinmektedir (Hart 2014: 394; General Ludendorff 2005: 487). Bu son gelişmeler üzerine Enver Paşa ile Zeki Paşa’nın yazıştığı görülmektedir. 14 Eylül 1917 tarihli daha sonra Ali imzasıyla şifreye dönüştürüldüğü anlaşılan müsveddede, Enver Paşa doğrudan Zeki Paşa’ya hitaben şunları yazdırmıştır: “Riga civarında istihsal edilen muzafferiyetin Petersburg istikametinde mümkün mertebe uzaklara kadar teşmili halinde netayic-i atiye istihsali kabul olunduğu hakkındaki nokta-yı nazarımın bir fırsat zuhurunda Ceneral Ludendorff’a iblağını rica ederim.” (ATASE, BDH, 227-941-032). Belgenin devamında Riga civarında kazanılan başarılardan sonra Petersburg’a doğru yönenilmesi durumunda gelecekte karşılaşılabilecek sorunlara dair dikkat çekilmiş; Kornilof ve Kerenski arasındaki ihtilafın “harici düşmanlar”ın etkisiyle ortadan kalkarak birliğe dönüşebileceğinin göz ardı edilmemesine dikkat çekilmektedir.

Burada dikkate değer husus, Enver Paşa’nın doğrudan Ludendoff’a fikirlerini iletme çabasıdır. Elbette burada Enver Paşa’nın Almanların kazandığı zaferlerin Rusya’ya etkileri üzerinde durması önemlidir. Bilindiği üzere, Doğu Avrupa cephesinden geçen yıl ayrılan Hindenburg ve Ludendorff’tan sonra cephenin kontrolü doğrudan Max Hoffmann’ın elindeydi. Ancak Ludendorff, bütün cephelerdeki sorunlarla ilgilenen kişiydi (Hart 2014: 394). Enver Paşa, Ludendoff’un sorunlarına çözümler üretme gayretini sürdürmüştür. Bu süreçte Doğu Avrupa cephesindeki hareketlilik de devam etmiştir.

15 Eylül 1917 tarihli Berlin’den gönderilen bir şifrede Zeki Paşa, Enver Paşa’ya Alman İmparatorunun 18 Eylül’de Romanya cephesine gideceğini ve 1 Ekim’de karargâha avdet edeceğini, 2 Ekim’de Mareşal Hinderburg’un velâdetinde bulunacağını haber verdikten sonra kendisinin siparişlerin hızlandırılması için bir-iki gün Berlin’de olamayacağını bildirmektedir (ATASE, BDH, 227-941-033). Hindenburg’un doğum günü münasebetiyle yapılan bu seyahatin haber verilmesi ilginçtir. Buna ilave olarak Enver Paşa’nın Zeki Paşa’dan sipariş ettiklerinin hazırlanması için Berlin’den ayrılması da dikkat çekicidir. Bu siparişin ne olduğuna dair bu yazışmalarda bir kayıt yoktur. Ancak ileride zikredileceği üzere düşmandan elde edilen top ve mühimmatın Osmanlı Devleti’ne kazandırılmasına ilişkin yapılan yazışmaları bu konuyla ilişkilendirmek şimdilik mümkündür.

Yapılan yazışmalarda Ekim 1917’ye dair kayda rastlanmamıştır. Savaşın başından itibaren her sonbaharda bir İtilaf devletini safdışı bırakan İttifak devletleri, 1915’te Sırbistan’dan, 1916’da Romanya’dan sonra 1917 yılının sonbaharında İtalya’yı önceki devletlerin duruma düşürmeye yönelmişlerdir (Hart 2014: 395). Elbette bu fikrin yüklenicisi Almanya olmuştur. Rusya’nın teslim olmadığı bir dönemde Ludendoff’un doğuda bulunan az mevcutlu Alman birliklerini İtalya’ya kaydırması mümkün görünmüyordu. İngilizlerin başlattığı yeni taarruz batı cephesinden de kuvvet kaydırılmasını imkânsız kılıyordu. Güvenilemeyen Avusturya birlikleriyle cephelerden toparlanabilen altı Alman tümeni İtalyan savunmasının en zayıf hattı olarak görülen Tolmino-Caporetto’ya 24 Ekim’de taarruza geçti. Yapılan propaganda sayesinde moral bozukluğu yaşayan ve disiplinsizlikler

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

320

gösteren İtalyan birlikleri, Ludendoff’u şaşırtacak şekilde erken dağılmıştı. Dağılan birliklerin takibi için kuvvet ayrılmamıştı. İtalyan ordusu 250 bin esir bırakarak Piave hattına çekildi. İtalya’nın bu çaresizliği karşında biri İngiliz, diğeri Fransız iki kolordu hazırlanarak yardıma koşulmuştu (Hart 2014: 396). Kasım ayından itibaren hareketlenen İtalyan cephesinde Ludendoff’un çözmesi gereken sorunlar artarken Enver Paşa da bu gelişmeleri yakından takip ederek önerilerini Zeki Paşa vasıtasıyla iletmeye gayret etmiştir.

3 Kasım 1917 tarihli Enver Paşa Hazretlerine gönderilen yazıda, cephelerden bir bilgi alınamadığı ifade edildikten sonra “Alman ve Avusturya orduları Piyave (Piave) nehrine doğru ilerlemekte devam” ettikleri aktarılmaktadır (ATASE, BDH, 227-941-035).

Aynı gün şifreye dönüştürülen ve tarih-i tesvîdi 3 Kasım 1917 olan başka bir belge, İtalya’da icra edilen harekât hakkındadır. Osmanlı Ordû-yi Hümâyûnu Başkumandanlık Vekâletinden Alman Karargâh-ı Umumiyesinde Murahhas Zeki Paşa’ya gönderilen şifrede aynen şu ifadeler yer almaktadır: “İtalya’da icra edilen harekâtın hangi hatta kadar devam ettirileceği hakkında Alman Karargâh-ı Umumiyesince bir karar veya bir tasarruf var mıdır? Mareşal Hindenburg veya Ceneral Ludendorff ile görüşerek düşünülen şeyi bana bildirmenizi rica ederim.” Bu belgede Enver Paşa’nın İtalyan cephesindeki harekâta dair görüşleri de vardır. Enver Paşa’ya göre eğer harekât “Venedik-Lugano Gölü hattına kadar devam” ettirilirse iki büyük yarar elde edilebilir. Birincisi İtalya’da patlak verecek ihtilal ve anarşi cephenin alınmasını sağlayabilir (ATASE, BDH, 227-941-034). İkinci olarak bu olmasa bile adı geçen hat nedeniyle kısalan cephe çizgisi sayesinde tasarruf edilen kuvvetler diğer cephelere sevk edilebilir. Durumun vehametini kavrayan İngiliz ve Fransızların “hep birden cepheye sevki imkânı araladığı cihetle her halde parça parça cepheye ithal edilecektir”; eğer Venedik-Lugano Gölü hattına “kadar İtalyanları takip mümkün olursa hem bu parça parça gelen kuvvetlerin birleşmeden İtalyanlarla beraber mağlub edilmesi kabildir. Hem de bunların tesviyesi kaydıyla İngiliz ve Fransız diğer orduları cephelerinde mütemadiyyen kuvvet çekmeye” mecbur bırakılarak Batı Avrupa cephelerinde güç kaybına uğratılmaları mümkündür (ATASE, BDH, 227-941-034-01).

Bu yazışmalardan Enver Paşa’nın sadece Doğu Avrupa cephelerine dair değil diğer cephelerdeki savaşlar hakkında da düşüncelerini paylaştığı görülmektedir. İngiliz ve Fransız desteğini kavrayarak bu yönde uyarıda bulunması başta olmak üzere dikkat çektiği hususlarla Enver Paşa’nın tavsiye ettiği yöntemin taktiksel değeri olduğunu kabul etmek gerekmektedir.

Öte yandan Dobruca konusunun gündeme gelmesi bu döneme rastlamaktadır. Osmanlı Devleti’nin tarihi, kültürel, ırki bağlarla bağlı Dobruca’nın geleceğine üzerinde görüşmeler yapılmaktadır. Başka bir çalışmada ele alındığı üzere, Dobruca’nın Osmanlı Devleti’nce geri alınmasında yönelik hazırlanan Dâhiliye Nezareti evrakına ait tasnifte bulunan 10 Ocak 1918 tarihli bir raporda Dobruca’nın durumu etraflı olarak ele alınırken, özellikle raporun beşinci bölümünde Bulgar fikir ve talepleri karşısında Dobruca’daki Türk-Müslüman varlığı ortaya konulmaya çalışılmıştır (Karasu 2015: 1001, 1008). Bu kıymetli raporun genel savaşın neticesi zaviyesinden bakılarak “sonuçsuz” olarak değerlendirilmesinde 1917 yılı barış görüşmelerindeki ağırlığının fark edilmemesinin etkili olduğu görülmektedir. Rapor, Almanya ile Bulgaristan’ın yakınlaştığı, barış tartışmalarının yapıldığı,8 Osmanlı Devleti’nin Bulgar siyasetini yakından takip ederek yeni barış

__________ 8 Bükreş’in düşmesinden sonra Almanya’nın barış görüşmelerine başlanması yönündeki önerisi, İtilaf devletleri tarafından samimi bulunmamış olsa da dikkate alındığına dair kayıtlar mevcuttur. Özellikle savaşan ülkelerin

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

321

düzeninde Dobruca’yı Bulgarlara kaptırılmamaya çabaladığı bir sürecin yansımasıdır. Bu bakımdan Bükreş’te bulunan Talat Paşa’nın faaliyetleri, Zeki Paşa’nın arşiv belgelerine yansıyan ifadeleri ve tarihî süreç gözönünde tutularak bu kıymetli raporun bölümleri ve içeriği yeniden değerlendirilmelidir.

11 Kasım’da Sadrazam Talat Paşa Hazretlerine arz edilen ve Zeki Paşa’dan Başkumandanlık Vekâletine gönderilen 8 Kasım 1917 tarihli 5033 numrolu9 şifrede şu satırlar mevcuttur: “Bulgar Kralı dahi İtalya cebhe-i harbi azimet ediyor ve bu sırada imparatorla mülakat eyleyeceği bahisle sizden haber aldığıma göre Dobruca mesaili için Bulgarlar Almanları tazyik etmektedirler. Kralın İmparatorla cephe-i harpte mülakatında mesele-i mezkureyi mevzu-i sahib edecekleri kuvveyi zann edeceğim maruzdur” (ATASE, BDH, 227-941-041).

Yukarıda ifade edildiği gibi Enver Paşa’nın siparişinin hızlandırılması için Berlin’den birkaç günlüğüne ayrılacağını ifade eden Zeki Paşa, durumun sonucunu ayrı bir yazışmada dile getirmektedir. 12 Kasım 1917 tarihli şifrede Zeki Paşa, emredilen toplar için başvuruda bulunduğunu belirttikten sonra İtalyanlardan alınan topların Avusturyalılarla Almanlar arasında taksimi düşünüldüğü bunların mühimmatıyla birlikte Osmanlı Devleti’ne sevk edilmesinin zaman alacağını bildirmektedir. Osmanlı Devleti’nin önceden sipariş ettiği iki seri atışlı 10,5 santimetrelik bataryaların hemen sevki için Harbiye Nezareti bünyesinde girişimde bulunulduğu aynı şifrede şu sözlerle ifade edilmektedir: “Bizim siparişimiz olup evvelce bize verilmesini red ettikleri iki seri atışlı 10.5 santimetrelik bataryalarının hemen bize sevkini Harbiye Nezaretine Erkân-ı Harbiyeden bir telgraf verdirdim. Berlin’de Ataşemiliter Cemil Bey takip ve tesri-i sevkini (latin harfleriyle) tausia itim (tavsiye ettim). Arzu buyrulan diğer bataryalarının da bir çare-i acele bulunması hakkında teşebbüsat icra ediyorum. Neticelerini arz ederim” (ATASE, BDH, 227-941-043). Zeki Paşa’nın Berlin’deki Ataşemiliter Cemil Bey ile işgüdümlü çalıştığını gösteren bu belgede Osmanlı Devleti’nin mühimmat temin kaynaklarından birini ortaya koymaktadır. Bu konu ileride yine gündeme gelecektir. Bu süreçteki yazışmalarda Zeki Paşa’nın cephelerden de haberler verdiği görülmektedir.

13 Kasım 1917 tarihli Zeki Paşa’nın diğer bir şifresinde; “Flander’de İngiliz ve Alman mücadelesinden başka mühim bir vukuat yoktur. Şarkta Rus Şimal Ordusu Kerenski’ye taraftardır” denildikten sonra Karpatlarda bulunan Rus birliklerinin “mütareke için” çalıştıklarını, “Maksimalist (Bolşevik)” çevrelerde dolaşan haberlere göre “Kerenski ve Kornilof kıtaatı Petersburg civarında mağlup” edildiğini ifade edildikten sonra “İtalya’da müttefikeyn orduları Piyave (Piave) nehrini daha geçtiler. Şimalden taarruz eden Konrat (Konrad Krafft von Dellmensingen) ordusu mani ve ağır ağır ilerliyor, maruzdur” şeklinde durumu arz etmektedir (ATASE, BDH, 227-941-044).

Takip eden günlerde topların temini konusu yine gündeme gelmiştir. 21 Kasım 1917 tarihli belgede şu ifadeler yer almaktadır:

“Almanya’da Murahhas-ı Askerî Birinci Ferik Zeki Paşa Hazretlerinin keşide edilen şifre suretidir. Karargâh-ı Umumi Beşinci Şube Müdürü emriyle (İmza), ordû-yi Osmanî için verilmesi mukarrer olan 10.5’luk iki seri bataryanın kabulü ve Belçika’dan iğtinam olunup itası teklif edilen 8,7’lik otuz altı adet topun mesafesinin beş binden ibaret ve pek kısa olması hasebiyle kabulünden sarf-ı nazar olunması ve mümkün mertebe son zamanda

savaştan beklentilerini ve nihai hedeflerini sorguladığı bir dönem olarak nitelenen bu süreçte Almanya’nın belirsiz tutumu geçici barış girişimlerini söndürmüştür (Hart 2014: 383). 9 Aydemir (1972: III/404), bu dizinin 5039 numaralı şifresini eserinde doğrudan aktarmaktadır.

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

322

İtalya’dan iğtinam olunan 8,5’luk seri sahra toplarından behemahal fazlaca miktarda itaasının temini. Bunlardan maada yirmi bir santimetrelik birkaç bataryanın da alınmasına himmet buyrulması mercudur. İtalya topları için Avusturya hükümetine de müracaat olunmuştur. Başkumandan Vekili İmza Enver, Tebligat: Harbiye Dairesine, Alman Murahhas-ı Askerîliğine” (ATASE, BDH, 227-941-045).

Bu çabaların Almanya ile Osmanlı Devleti arasında yapılan 28 Eylül 1916 tarihli anlaşmaya göre düşmandan elde edilecek her türlü faydadan kendi gayretleri, uğradıkları zararlar ve katlandıkları fedakârlık oranında yararlanacaklardı (Kösoğlu 2008: 350). Bu çabaların ve bu çabalara verilen karşılıkların temel hareket noktası bu anlaşmadır. Almanya bu anlaşmayı kendi çıkarlarına göre yorumlamıştır. Bu konudaki belirsizlik ve tutarsızlık zaman zaman Osmanlı Devleti ile Almanya ilişkilerini gerginleştirmiştir (Aydemir 1972: III/25, 389).

26 Kasım’da yeni şartlarla Petrograd’ın Almanya’ya ateşkes için yaklaştığı bir dönemde Zeki Paşa’nın yazdıkları mütarekeye odaklanmıştır (Trumpener 1989: 168). Bu yazışmalar adı geçen ayın sonuna değin sürmüştür. Bu konuda ilk belge 6 Aralık 1917 tarihli olup “Waffenruhe (Mütareke)” müzakeratı üzerinedir (ATASE, BDH, 227-941-049).

8 Aralık 191710 tarihli gizli ve önemli notuyla gönderilen bir belgede Enver Paşa, Zeki Paşa’ya genel savaşın sonunun yaklaşmakta olduğunu, Osmanlı Devleti’nden başka diğer ittifak devletlerinin toprak kaybetmediklerini, hatta rakiplerinden önemli oranda arazi işgal etmiş olduklarını, Almanya’nın aldıkları yanında Bulgaristan’ın da Sırbistan ve Makedonya’da ve hatta Dobruca’da kurduğu düzenle ya doğrudan ilhakı, ya da kendi nüfuz sahalarını ve “işgal-i siyasilerini” koruyacak şekil ve idareyi tesis ederek memleketlerini genişlettiklerini ifade etmektedir. Osmanlı Devleti’nin yıllar boyunca tek başına ve kuvvetli rakiplerle uğraşarak çok fazla miktarda kayıp verdiğini, coğrafi konumu dolayısıyla Rus ve İngiliz işgaline maruz kaldığını devam eden satırlarda dile getiren Enver Paşa, yönetimden Osmanlı Milletinin soracağı hesabın kolay verilebilmesi için Trakya ve Kafkasya’daki hudud tashihlerinin Osmanlı Devleti lehine yapılması talebini gündeme getirmiştir. Bu durumun “hassaten” General Ludendoff’a iletilmesi Zeki Paşa’dan rica edilmiş, verilecek cevabın beklendiği özellikle belirtilmiştir (Aydemir 1972: III/392-394).

Bu süreçteki her işaretin önemli olduğu düşüncesinden hareketle arşiv belgesi aynen aşağıda aktarılmıştır. 10 Aralık 1917 tarihli Almanya Erkân-ı Harbiyesinden haber alınan bilgileri içeren Zeki Paşa tarafından gönderilen yazıda şu ifadeler yer almaktadır:

“Berlin’den Başkumandanlık Vekâlet-i Celilesine, C. 9/12/18 Almanya Erkân-ı Harbiyesinden şimdi aldığım malumat bervechiati arz olunur: Kafkasya cephesindeki Ruslar evvelce Kerenski tarafdarı idi. Bu esnada cephe gerilerinde müsadame vukuagelerek ve esbab ve netayici henüz meçhuldür. Rus Kafkas Ordusunun Lenin’e karşı vaziyeti dahi hâlâ tayin edememiştir. Bunlar gibi bir Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesinin tesisi dahi yeni haberlerdendir. Bu gün acizleri Berlin’den Brest Litovska azimet edeceğim, malumunuzdur. Cemil, Zeki. 10/12/33, 56, Feldman görmüştür. Aslı şubeye verilmiştir” (ATASE, BDH, 227-941-051).

__________ 10 Belgenin tarihi sehven “21.12.1917” ve “8 kanunuevvel 334-21 aralık 1918” olarak verilmiştir bk. (Aydemir 1972: III/392, 394).

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

323

Kafkasya cephesindeki Rusların önceden Kerenski’ye bağlı oldukları, taraflar arasında bir çatışmanın yaşanabileceği, bir cumhuriyetin kurulacağı haberleri aktarılmakta, ayrıca bu belge üzerindeki işaret ve yazılardan Berlin Ataşemiliteri ile birlikte hazırlandığı ve Otto von Feldmann tarafından görüldüğü anlaşılmaktadır.

Yine mütareke müzakeratı sürecine ait 13 Aralık 1917 tarihli belgede Osmanlı delegasyonda bulunan Zeki Paşa,11 mütareke koşulları hakkında bilgi verirken, özellikle Karadeniz’de seyrüsefer maddesini işlemektedir. Belgede şu ifadeler yer almaktadır: “Karadeniz’de ticaret gemilerinin serbesti-i seyrüsefer maddesi içtima-i umumiyede Rus delegelerine kabul ettirilmiştir. Odessa’da teşekkül edecek komisyon zat-ı alî-i kumandanlarıyla Alman karargâh-ı umumiyesi bende kabul edilen mütareke talimat-ı esasiyesinin altıncı maddesinde münderiç muhtelit komisyonlardan beray-ı mülkiye Karadenizde mütareke hattı faslını tanzim ile muzavvaf olacaktır.” Bu satırların devamında Zeki Paşa, görüşmeler sonucunda düzenlenen “proje” gereğince “ticaret-i bahriye için” belirlenen mıntıkaların belirlenmesi ve ilgililerine bildirilmesinde adı geçen komisyonun sorumlu olması dışında Almanların bu komisyona başka bir görev ve yetki vermeyeceğini, “Almanların böyle bir komisyona başka bir maksat için lüzum gördükleri varid-i hatır-ı acizleri değildir” sözleriyle dile getirmektedir (ATASE, BDH, 227-941-053).12

13 Aralık 1917 tarihli diğer bir belgede mütareke mukavelenamesinin düzenlenmesi hakkında Petersburg’ta yapılması teklif edilen muhtelit komisyon toplantısı ve bu toplantıda görüşülecek konuların maddeleri yer almaktadır (ATASE, BDH, 227-941-054). 21 Aralık 1917 tarihli gizli belgede Enver Paşa, Batı Trakya meselesinin Osmanlı Devleti lehine çözülmesinin beklendiğini, işgal altında toprakları olan bir ülke olarak padişahın, hükümetin ve kendisinin halk gözünde daha iyi duruma gelmesi için Rusya ile Kafkasya sınırında küçük bir düzeltme talebinde bulunulmasının gerekli olduğunu, bu durumun “ilhaksız ve tazminatsız barış” ilkesini zedelemeyeceğini Almanlara uygun bir zamanda iletilmesini Zeki Paşa’ya bildirmiştir (Kösoğlu 2008: 351). Aynı konu üzerine 22 Aralık 1917 tarihli belgede ise Zeki Paşa, Kafkasya ve Karadeniz’deki durumu aktarmaktadır: “Zannolunduğuna göre cenubi Kafkasya’da Ermeni ve Gürcü unsurları hükümfermadır ve aralarında rekabet vardır. Bunlardan hangisinin vaziyete daha ziyade hâkim olduğu henüz anlaşılamamıştır. Şimali Kafkasya’da dahi Kazaklar hâkimdir. Şeyh Şâmil ahfâdından birinin riyâseti altında ve Şarkî Kafkas cibâlinde bulunan Müslümanlar Kafkas hükümet-i müstekîlesinden ziyâde Maksimalistlerin tarafdârıdır.” (ATASE, BDH, 227-941-061). Buradan sonra kâğıdın üzerinde bulunan delikler metni bütünüyle okunmasına engel olmaktadır. Bu haliyle mütareke görüşmelerinin, Rusya’daki gelişmelerle birlikte anlatıldığı anlaşılmaktadır.

14 Ocak 1918 tarihli bir belgede Enver Paşa, Talat Paşa’ya şark cephesinden edinilen bilgileri aktarmaktadır. Esir alınan Rus subaylarının ifadesine göre Kafkasya’ya Ermeni ve Gürcülerin Rus ordusuna dayanarak yaptıkları faaliyetlerden söz edildikten sonra bölgede güçlenen Ermenilerin yaptıkları mezalimin13 önüne geçmek için barış yapılana kadar asayişin tesisine çalışılması gerektiği vurgulanmaktadır (BOA, HR.SYS, 2876/3, Lef: 1).

__________ 11 Yavuz (1995: 384), sehven Zeki Paşa’yı askeri ataşe olarak zikretmektedir. 12 “Müsveddesi Almanca olarak müdür Feldmann tarafından yazılmıştır: Tercüme, İkinci Şubeye; Meclis-i Vükela dün Zeki Paşa’nın Boğaziçi ve Karadeniz’e dair vaki olan bir sualine cevap verdi. Bu babda yer alan kablo ve Boğazlar Umumi Kumandanlığında talep edilen izahata intizar edilmedi. Zeki Paşa’ya tebliğ olunan cevap şimdiye kadar muttali olmadım” (ATASE, BDH, 227-941-053-01). 13 Yapılan mezalimi duyurmak için 14 Aralık 1917 tarihinde Enver Paşa, General Ludendorff’a doğrudan mektup gönderilmiştir (Yavuz 1995: 388).

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

324

Durumun vehamet arz etmesi üzerine ateşkes hükümlerine aykırı gibi görünen fakat Rusların yaptıkları harekat-ı askeriye nedeniyle zaten çiğnenmiş olan mütareke hükümlerine nispetle Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz’de asayişin temini için bir takım girişimlerde bulunulması hususunda Zeki Paşa vasıtasıyla Alman Genelkarargahına görüşlerinin sorulduğu Enver Paşa tarafından Talat Paşa’ya 29 Ocak tarihinde gönderilen belgede zikredilmektedir (BOA, HR.SYS, 2876/3, Lef: 8).

Bu yazışmalarda Zeki Paşa’ya maddeler halinde Enver Paşa tarafından bildirildiği belirtilen hususlarda Ruslara ve müttefiklere karşı bir askeri harekâtın yapılmayacağı özellikle vurgulanmaktadır (Yavuz 1995: 385).

2 Mart 191814 tarihli başka bir belgede Enver Paşa, doğrudan Zeki Paşa’ya “Harpten sonra da ben, Harbiye Nazırı ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi vazifelerini deruhte edeceğim” diyerek yanında yardımcı olması için von Seeckt’in görevlendirilmesine dair bilgilendirmenin usulen Hindenburg’a ve Ludendoff’a bildirilmesini istemektedir (Aydemir 1972: III/399).

Romanya’nın barış istemesi üzerine Mart 1918 başında toplanan Bükreş Konferansı’nda Enver Paşa Almanlardan Zeki Paşa vasıtasıyla Batı Trakya’nın Osmanlı Devleti’ne bırakılmasını talep etmiştir, Talat Paşa Batı Trakya sınırını sert bir uslüpla bu konferansta savunmuştur. Hatta Enver Paşa, Bulgar Kralı’na gelecekteki ilişkilerin kuvvetlenmesi için Osmanlı Devleti’nin taleplerini desteklemesini mektupla bildirmiştir. Ancak istenilen olmamıştır (Kösoğlu 2008: 359). Dobruca’nın Bulgaristan’a verilmesi üzerine Batı Trakya’nın özellikle Mesta Karasu’ya kadar olan kısmının Osmanlı Devleti’ne bırakılmasına gayret edilse de Almanya’nın tutumu bunu imkânsız hale sokmuştur. Zira Almanların bu olumsuz tutumu Kafkasya ve Karadeniz’deki durumun da Osmanlı Devleti lehine çözümüne engel olmuştur (Aydemir 1972: III/390).

8 Mart’ta Zeki Paşa’dan Enver Paşa’ya gönderilen gizli belgede, General Ludendorff’un Batı Trakya konusundaki Alman tutumunu gözler önüne sermektedir. Cevapta; “Başkumandan Paşa hazretlerinin teklifleri, Osmanlı hükümetinin takip etmekte olduğu harp gayesinden, çok ileriye gidiyor” denilmekte ve bu husustaki taleplerin barış görüşmelerinde katılan Osmanlı temsilcisi tarafından yapılmasının daha uygun olacağı nazik olmayan bir dille istenilmektedir. Bükreş’te bulunan Sadrazam Talat Paşa’nın General Ludendorff’un vurguladığı şekilde Osmanlı Devleti’nin isteklerini açığa vurması Bulgarların şüphe ve endişelerine engel olacağından Zeki Paşa tarafından da 12 Mart günü gönderilen yazıda şahsen ifade ediliyordu (Aydemir 1972: III/405; Özçelik 2012: 268). Almanların Bulgarlardan yana tavır sergilemesinin en açık göstergeleri, Enver Paşa’nın Osmanlı Devleti’nin çıkarlarını korumaya ilişkin girişimlerini sonuçsuz bırakma yönündeki bu tutumlardır. Enver Paşa’nın Bükreş’te bulunan Talat Paşa’ya gönderdiği şifrede iyimser bir tablo çizmeye çalışmıştır (Aydemir 1972: III/406).

Hâlbuki General Ludendoff’tan gelen cevaplar, bu iyimser tabloyu alt üst edecek mahiyettedir. Almanların Dobruca’yı tamamıyla Bulgarlara bırakma niyetinde olmadıklarını, Köstence ve Çernovoda’da askerî imtiyaz istekleriyle açığa vurmuşlardır. Romanya’daki petrol Almanların olmalı, Dobruca’nın kuzeyi Romenlere bırakılmalıdır; bütün bu talepler, Zeki Paşa kanalıyla Enver Paşa’ya iletilmiştir (Aydemir 1972: III/409). __________ 14 Sehven “2 mart 333 (15 mart 1918)” şeklinde yazılmıştır bk. (Aydemir 1972: III/399) ve Krş. (Aydemir 1972: III/400’deki belge fotokopisi).

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

325

Osmanlı isteklerinin tam olarak karşılanmadığı bu durumda Enver Paşa’nın Bulgaristan ile Osmanlı Devleti arasındaki bu meselelerin genel barış yapılana kadar ertenmesini ve bu meselelere dair bir barış maddesinin yer almaması gerektiği Almanlara iletilmiştir. Bu sayede Bükreş Antlaşmasıyla Dobruca’nın tamamımın Bulgaristan’a verilmesine engel olunmuş, bölgenin kaderinin savaştan sonra yapılacak genel barış görüşmelerinde belirlenmesine karar verilmiştir (Özçelik 2012: 269).

Zeki Paşa’dan Enver Paşa’ya intikal eden diğer bir husus, Karadeniz’deki Rus filosunun akıbetine dair çalışmalardır. 1 Haziran 1918 tarihli şifrede Rus filosunun silahsızlandırılarak Osmanlı filosuna katılacağına dair ifadenin General Ludendoff’a hatırlatılarak gereğinin yapılması istenilmektedir. Aydemir (1972: III/426), bu şifreyi Enver Paşa’nın General Ludendoff’un vaadine kandığı şeklinde yorumlamaktadır. Fakat bu haberleşmenin Zeki Paşa tarafından yapılması çalışmanın gündemi bakımından önemlidir.

Çolak (2014: 36), “Politisches Archiv des Auswärtigen Amts-Berlin (PA-AA)”dan bu haberleşmenin bir kısmını aktarmaktadır. 10 Haziran 1918 tarihli Alman arşiv kaydında, Alman karargâhının görüşlerinin ve Ludendorff’un özellikle Karadeniz ve Kafkasya konusunda aldığı kararlarının Alman Büyükelçiliği aracılığıyla veya doğrudan Zeki Paşa ile Osmanlı karargâhına iletilmesini Enver Paşa, “tekrar rica” etmektedir (Çolak 2014: 37). Burada Enver Paşa’nın Almanlarla çatışmadan uzak, koordineli bir çalışma düzeni için gayret ettiği görülmektedir.

Savaşın son ayında, 26/27 Eylül 1918 tarihlerinde Zeki Paşa’ya “icabedenlere bildirilmesi ricasıyla” gönderilen yazıda; Bulgaristan hükümetinin ateşkes yapmaya karar verdiğine dair alınan haberlere nazaran Alman ve Avusturyalılardan oluşan bir kuvvetin hemen Bulgarları takviyeye gönderilmesi gerektiği, Vardar vadisi boyunca dağılmış bulunan düşman birliklerinin yenilerek durumu ittifak devletleri lehine çevirmek suretiyle Bulgar hükümetini mütareke fikrinden uzaklaştırmanın mümkün olduğu dile getirilmiş; bu sayede ittifak devletleri arasındaki ulaşım hattının kesintiye uğramaması dolayısıyla Osmanlı Devleti’ne en çabuk ve faydalı yardımın yapılmış olacağı ifade edilmiştir (Aydemir 1972: III/459).

Savaşın seyri, Enver Paşa’nın endişelerini takip etmiştir. 9 Ekim 1918 tarihli Zeki Paşa’ya gönderilen yazıda Enver Paşa; ordunun dayanmakta olduğunu, “müşterek bir sulha” kadar bunun süreceğini açıklamış, Almanların barış girişimleri hakkında bilginin sürekli bildirilmesini rica etmiştir (Aydemir 1972: III/460).

11 Ekim 1918’de Zeki Paşa’dan Başkumandanlık Vekâletine gönderilen ve iki gün sonra İstanbul’a ulaşan telgrafta; Almanya’nın cevabi notasını vermiş olduğu, içeriği hakkında bilginin bulunmadığı, Batı cephesinde Almanlar lehine bir durumun ortaya çıkmadığı, bir Fransız alayının Sofya’ya girdiğine dair haber alındığı ve Yunanlıların ilerlediklerine ilişkin duyumların ulaştığı hususları zikredilmektedir (Aydemir 1972: III/460-461).

Bu Görevin Yan Etkisi

1914 yılının son günlerinden Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna değin Almanya’da aldığı görev, Zeki Paşa’nın sonraki askerlik hayatına yaptığı doğrudan etkisini tespit etmek kolay değildir. Ancak bu görevin yan etkilerine dair fikir verecek olayları örneklendirmek mümkündür.

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

326

Zeki Paşa’nın Almanya’da ifa ettiği murahhaslık görevi, daha sonraki yıllarda da göz önünde tutulmuştur. 1919 yılının Aralık ayının son günü İstanbul’da gerçekleştirilen Şûra-yı Askerî’de Zeki Paşa’nın adı geçmektedir. Zeki Paşa’ya dair bu dönemdeki İngiliz istihbarat raporundaki ifadelerde bu murahhaslık görevi şu şekilde zikredilmektedir: “Müşir Zeki Paşa’nın, Arap ve Enver’e bağlı olduğu, Savaşta Alman Genelkurmayında bulunduğu (irtibat subayı idi) bildirilmekteydi” (Akşin 1998: II/131). Akşin’in aktardığı bu bilgiler, Zeki Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı esnasındaki görevine ve Enver Paşa’ya bağlılığına vurgu yapması bakımından önemlidir.

Öteyandan İstanbul’da bulunan bir askerî otorite olarak zaman zaman gazetelere demeçler vermiştir. “Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisiyle Mülakat” başlığını taşıyan makalede Zeki Paşa’nın bir fotoğrafı da yer almaktadır. Sakarya Muharebesi öncesi kritik dönemde askerî vaziyetin belirsizliğini açıklıkla anlattığı satırlarda bir meydan savaşı verilmediği için Türk tarafının avantajı elinden bırakmadığını, uygun yer ve zamanda vurulacak darbe ve “inayet-i hakla behemahal muzaffer” olunacağını vurgulamaktadır (Tercüman-ı Hakikat 1337-1921: 3).

İngiliz istihbaratı tarafından yakından takip edilen Zeki Paşa’nın Millî Mücadele’yi kötüleyen bir tavır içinde olmadığını, Türk İstiklal Harbi’nin muzafferiyetle ikmalini isteyenler arasında bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Burada şunu da hatırlatmakta fayda vardır, Sadece Zeki (Baraz) ve Ahmet İzzet (Furgaç) paşalar saltanatın ilgasına değin padişaha hizmet etmiştir (Rustow 2004: 182). Bu bağlamda İngiliz istihbaratının görevine bağlılığına dair düştüğü notun isabetli olduğu söylenebilir.

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

327

SONUÇ

Halepli Zeki Paşa, 1862 yılında doğmuş; kaynaklardaki farklı bilgilere rağmen bu çalışmada tespit edildiğine göre 1942 yılının Ocak ayında bu dünyadan göç etmiştir. Zeki Paşa’nın 1914-1918 yıllarında Alman İmparatoru II. Wilhelm nezdinde Osmanlı Padişahının Muhassası olarak aldığı görev, Birinci Dünya Savaşı’nın pek bilinmeyen yönlerinin açığa kavuşturulması bakımından önemlidir. Zeki Paşa’nın askerlik hayatı 1897 Osmanlı-Yunan Harbi, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı için kıymetli “anlar” barındırmaktadır. Zaten kendisi de Balkan Savaşlarında ait hatıralarını kaleme almış; diğer anılarını da yazacağını bu hatıratının önsözünde dile getirmiştir. Görevine büyük sadakatle bağlı bulunan Zeki Paşa’nın aldığı madalya ve nişanlar bunun birer göstergesi olmuştur. Madalya ve nişanlar konusunda yeri geldiğinde askerlik safahat belgesine “1’inci Rütbeden Alman Kron De Podre Nişanı” şeklinde yanlış yazılan nişanın doğru yazılışı “Prusya Krallığı Taç Nişanı (Königlicher Kronen-Orden)” olarak yine bu makalede tespit edilmiştir.

Genel kaynaklar ve eldeki arşiv kayıtlarından 1916-1918 yıllarına ait bir projeksiyon sunulmuştur. Bu süreçte üzerinde fazla durulmayan Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da eğitim alan “Sanayii Efradı”na değinilmiştir. Zeki Paşa, Alman İmparatoru’nun Doğu Avrupa Cephesine yaptığı ziyareti fırsat bilerek Oberndorf’taki silah fabrikasına uğrayarak verilen siparişlerin durumunu incelemiş, daha sonra Almanya’da bulunan “Daimler” otomobil fabrikasında eğitim alan Osmanlı efradını denetlemiş, gerekli ikazlarda bulunmuş ve tüm bu faaliyetleri Enver Paşa’ya iletmiştir. Oberndorf’ta olduğu gibi sipariş verilen silahlar gibi daha sonraki zamanlarda rakiplerden iğtinam edilen top ve mühimmata yönelik siparişleri bizzat takip eden Zeki Paşa’nın bu faaliyetlerini görevinin bir parçası değerlendirmek mümkündür.

Zeki Paşa’nın Doğu Avrupa’ya gönderilen Türk birlikleri hususunda bilgi sahibi yapılmamasıyla ortaya çıkan ve Türk birliklerinin üstlenecekleri vazife gereği başta Zeki Paşa’nın kendisi olmak üzere Osmanlı dış temsilciliklerinin bilgilendirilmemesinden kaynaklanacak tehlike yazışmaların gündemine taşınmıştır. Zeki Paşa, yapılacak bir teşkilat düzenlemesiyle Türk birliklerinin vaziyetinden haberdar olunması, müttefiklerle eşgüdümün sağlanabilmesi amacıyla bir zabitin bu işle görevlendirilmesini Enver Paşa’ya teklif etmiş; Enver Paşa bu teklifi uygun bulmuştur.

Zeki Paşa’nın yazışmalarında ağırlıklı konular, özellikle Avrupa cephelerindeki vaziyet olmuştur. Doğrudan Enver Paşa’ya gönderilen yazılara, Enver Paşa’nın tespit, öngörü ve tavsiyelerle karşılık verdiği görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın tarihi seyri gözönünde tutulduğunda bu tespit, öngörü ve tavsiyelerin isabetli olduğunu söylemek mümkündür.

Bükreş’in İttifak kuvvetlerince ele geçirilmesinin ardından Romanya’nın barış teklifi, Alman mahfillerinde de barışa dair görüşmelerin yapılmasına yol açmıştır. Almanya’da askeri ve sivil yönetici kanatları arasındaki görüş ayrılıkları doğrudan Enver Paşa’ya Zeki Paşa vasıtasıyla iletilmiştir. Bu yeni durumda Almanların barışa dair söylemleri İtilaf devletlerince ciddiye alınmasa da bu süreçte başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere her devlet savaştan/barıştan beklentilerini yeniden gözden geçirme imkânı bulmuştur. Zeki Paşa, savaşa dair her noktayı Enver Paşa’ya bildirdiği gibi barışa dair gelişmeleri de İstanbul’a yazmıştır. II. Wilhelm’in yapacağı teftiş gezileri ve ziyaretler bu yazışmaların konularından biridir. Alman İmparatorunun yapacağı seyahat esnasında Enver Paşa’nın da İmparatora katılması yönündeki çalışmalar, Enver Paşa’nın görüş ve düşüncelerini

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

328

doğrudan Alman İmparatoruna anlatma olanağı sağlaması bakımından önemli görülmüştür. Dönemin gelişen olaylarına yönelik Enver Paşa’nın dikkate değer fikirleri, Alman Genel Karargâhına ulaştırılması için Zeki Paşa’ya yazılmıştır. Örneğin, Riga’nın Almanlar tarafından ele geçirilmesi üzerine gelecek hamlenin mahiyetine göre Rusya’daki olayların alacağı şekle dair Enver Paşa’nın fikirleri arasında Rusya’da ortak tehlikeye karşı oluşacak birliğin Alman lehine olmayacağı vardır. Aynı dönemde Almanya’da da Rusya’daki gelişmelerin endişeyle izlendiği göz önünde tutulduğunda Enver Paşa’nın vurguladığı hususun önemi açıkça görülmektedir.

İtalyan cephesine dair Enver Paşa’nın gelişmelerin açıklanmasına yönelik isabetli soruları, Enver Paşa’nın Avrupa’daki İttifak ordularının harekâtını yakından takip ettiğine dair görüşü kuvvetlendirmektedir. Zeki Paşa’ya gönderilen ve yine Alman Genel Karargâhına iletilmesi istenen yazışmalarda Enver Paşa’nın ittifak ordularının gerekçelerini açıklayarak Venedik-Lugano Gölü hattını tutması yönündeki teklifi savaşın genel seyri içinde isabetlidir. İtalyan cephesinin bozulmasına yönelik iç karışıklıklar çıkarılarak İtalyan ordusunun maneviyatını bozmaya ilişkin General Ludendoff’a iletilmesi istenen öneri aynı minvalde önemlidir.

Aynı şekilde, Alman Genel Karargâhının görüşlerine ve Ludendoff’un aldığı kararlara büyük ehemmiyet veren Enver Paşa, Zeki Paşa’yı Osmanlı Devleti’nin Almanya’daki iki irtibat kanalından biri olarak gördüğünü özellikle Batı Trakya, Kafkasya konularındaki yazışmalarında açıklıkla dile getirmiştir.

Almanya ile Bulgaristan’ın yakınlaşmasına bağlı olarak Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti’nin çıkarlarına aykırı, müttefikliğe uymayan taleplere yönelik girişimi ve alınması gerekli önlemler yine Zeki Paşa tarafından İstanbul’a gönderilen yazılarda işlenmektedir. Zeki Paşa, Bulgaristan’ın ve Almanya’nın tutumlarını kendi mütalaalarıyla Enver Paşa’ya iletmiştir. Zorlu diplomatik şartlara rağmen doğru adımların atılmasında bu yazışmaların etkisi yadsınamaz. Bulgaristan’ın Dobruca’da egemen olma girişimleri karşısında Osmanlı Devleti’nin gösterdiği diplomatik çabalar sonuçsuz kalmamış; en azından savaş esnasında Dobruca’nın kaderinin Osmanlı Devleti’nin çıkarları aleyhine belirlenmesine engel olmuştur.

Bolşeviklerin Almanya’ya yanaşarak barışa ilişkin çabaları, Zeki Paşa’nın yazışmalarında da işlenmiştir. Özellikle Kafkasya’nın ve Karadeniz’in durumları ayrıntılı olarak işlenmiştir. Brest-Litovsk görüşmelerine Osmanlı delegesi olarak katılan Zeki Paşa’nın müzakerata dair verdiği bilgiler kıymetlidir. Kafkasya’daki Rus birliklerinin savaşı bırakması üzerine doğan siyasi ve askeri boşluğun tedhiş hareketlerine zemin hazırlayacağını vurgulayan Enver Paşa’nın, Almanlarla işbirliği halinde, ateşkes hükümlerine zarar vermeden bölgede asayişin sağlanmasına yönelik girişimlerin lüzumu hususunda Zeki Paşa vasıtasıyla tarafları bilgilendirdiği görülmektedir. Karadeniz ticaretinin geleceği, ele geçirilen Karadeniz Rus filosunun durumu yine bu yazışmalarda işlenmektedir. Bulgaristan’ın Dobruca’da ısrar ettiği günlerde öne sürülen Mesta Karasu hattına kadar kısmın Osmanlı Devleti’ne verilmesi önerisine olduğu gibi Karadeniz filosuna yönelik talepler de Alman makamlarınca müspet görülmemiştir. Zaten General Ludendorff’un bu yöndeki nazik olmayan yazısı vaziyeti açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Enver Paşa’nın 1918 yılının Mart ayı başında Zeki Paşa’ya gönderdiği yazıda, savaşın sonunun yaklaştığını haber verdikten sonra savaştan sonra bulunduğu makamları elde

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

329

tutacağından birlikte çalışmayı arzu ettiği Alman subaylarının Osmanlı Devleti’nde görevlendirilmesi için nezaket kaidelerine riayet ederek ilgili Alman mercilerine başvuruda bulunulmasını rica etmektedir. 1918 yılı ilkbahar ve yaz mevsimleri beklendiği gibi geçmemiş, savaşın ibresi İttifak devletleri aleyhine dönmüştür. Bu süreçte Enver Paşa’nın, Bulgaristan’ın savaştan çekilmesine mani olmak adına Almanya ve Avusturya’nın atması gereken adımları sıralaması ve Almanya ile birlikte “müşterek sulh” için hareket etmeye çalışması önemlidir. Ancak Enver Paşa’nın bu çabaları bir netice vermemiş; Bulgaristan, Selanik mütarekesiyle savaştan çekilmiş, her müttefik kendi başına savaştan çekilme ve ateşkes çarelerini aramaya başlamıştır. Osmanlı Devleti de bir takım girişimlerden sonra Mondros Mütarekesiyle Birinci Dünya Savaşı’nda çekilmiştir.

Zeki Paşa, Mondros Mütarekesinden sonra İstanbul’a dönmüş ve Saltanatın İlgası’na değin padişahın hizmetinde bulunmuştur. Millî Mücadele’nin en kritik zamanlarında “Erkân-ı Harbiye Reisi” olarak Zeki Paşa’nın askerlik yönünden İstiklal Harbi’nin Kütahya-Eskişehir Muharebelerini değerlendirdiği görülmektedir. Halepli Zeki Paşa’nın görevine ve Enver Paşa’ya bağlılığının Almanya’daki murahhaslığıyla birlikte İngiliz istihbarat belgelerinde işlenmesinin Almanya’daki bu görevinin yan etkileri olarak değerlendirmek mümkündür.

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

330

SUMMARY

Zeki Pasha was born in 1862. Despite the different facts in the sources, he died in January 1942, as determined in this work. The task that Zeki Pasha performed on the side of the German Emperor is important in terms of clearing the unknown aspects of the First World War. Zeki Pasha’s military life has precious “moments” for the 1897 Ottoman-Greek War, the Balkan Wars and the First World War. He has already received remembrances of the Balkan Wars. He expressed in the foreword of this work that he would write other memories. Zeki Pasha’s medals and decorations are signs of great faithfulness to his mission.

A projection of 1916-1918 was presented from general sources and archive records. During this period, the “Sanayii Efradı” which had been trained in Germany during the First World War were mentioned.

The danger that would arise when the Turkish authorities were not informed about the Turkish troops sent to the Eastern front was processed in correspondence. Zeki Pasha proposed to Enver Pasha that an officer had to be appointed to this task in order to be aware of the situation of the Turkish troops and to coordinate with the allies. This proposal was approved by Enver Pasha.

The subjects of Zeki Pasha’s correspondence were mainly the Eastern and Western fronts of World War I. Directly written to Enver Pasha, it seems that Enver Pasha responded with detection, foresight and advice. When the history of World War I is taken into consideration, it is possible to say that the correspondence, forecasts and recommendations in these correspondences are right.

Following the capture of Bucharest by the alliance forces, Romania’s proposal for peace has led to negotiations on peace on the German side. Disagreements between German and civilian authorities in Germany were reported to Enver Pasha by Zeki Pasha. In this new case, although the Germans’ discourse on peace was not taken seriously by the Entente States, every state, especially the United States of America, had the opportunity to renew the expectations of war and peace.

Enver Pasha’s remarkable ideas for the events of the period were written by Zeki Pasha to be delivered to the German General Headquarters. For example, among the ideas of Enver Pasha on how events in Russia will take place according to the nature of the future move on the capture of Riga by the Germans, the unity that will be against common danger in Russia will not be in favor of Germany.

Enver Pasha suggested the Italian expedition to strengthen the view that Enver Pasha closely followed the operations of the allied armies in Europe. The proposal to keep the Venice-Lugano Lake line by declaring the reasons of Enver Pasha’s allied armies in correspondence sent to Zeki Pasha and also requested to be transmitted to the German General Headquarters is correct in the war period. It is equally important that the proposal to disrupt the Italian army’s spirituality by creating internal disturbances for the deterioration of the Italian front.

The initiative to take necessary measures against claims that do not comply with the interests of the Ottoman State in Bulgaria due to the rapprochement between Germany and Bulgaria was processed by Zeki Pasha in the writings sent to Istanbul. Zeki Pasha conveyed the attitudes of Bulgaria and Germany to Enver Pasha in his own opinion. The diplomatic

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

331

efforts of the Ottoman State in the face of Bulgaria’s attempt to become sovereign in Dobruja have not been fruitless; at least during the war prevented the destiny of Dobruja from being determined against the interests of the Ottoman State.

The efforts of the Bolsheviks to approach Germany and work on peace had also been carried out in Zeki Pasha’s correspondence. In particular, the situations of the Caucasus and the Black Sea were elaborated. The information provided by Zeki Pasha, who attended the Brest-Litovsk talks as an Ottoman delegate, was valuable for the negotiations.

Enver Pasha sent a letter to Zeki Pasha in early March of 1918 asking the German authorities to apply for the German officers to work in the Ottoman Empire after completing the rules of courtesy and informing them that the end of the war is about to close. The spring and summer seasons of 1918 turned against the allied states of war. In this process, it is important that Enver Pasha tried to order the necessary steps for Germany and Austria to take steps to stop the withdrawal of Bulgaria from the war and to act for “müşterek sulh (common peace)” with Germany. However, these efforts of Enver Pasha did not yield a result. Bulgaria withdrew from the war by the Thessaloniki armistice, and every ally on its own began to seek war and withdrawal from the war.

Zeki Pasha returned to Istanbul after the Armistice of Mudros and was in service of the Sultan until November of 1922. In this period, it is possible to evaluate the note regarding loyalty to Enver Pasha in the British intelligence documents in the context of his duty in Germany.

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

332

KAYNAKÇA

I. Arşiv Kaynakları

ATASE (T.C. Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi), BDH (Birinci Dünya Harbi Kataloğu), K (Klasör): 28, D (Dosya): 132, F (Fihrist): 011-1.

ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 004. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 004-01. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 004-02. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 008. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 009. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 016. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 026. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 032. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 033. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 034. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 034-01. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 035. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 041. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 043. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 044. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 045. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 049. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 051. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 053. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 053-01. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 054. ATASE, BDH, K: 227, D: 941, F: 061. ATASE, BDH, K: 28, D: 132, F: 014. BOA (T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi), HR.SYS

(Hariciye Nezareti Siyasi), Dosya: 2312, Gömlek: 5, Lef: 20, Tarih: 4 Kânûn-ı sânî 1330 (17 Aralık 1914).

BOA, HR.SYS, 2312/5, Lef: 22, Tarih: 4 Kânûn-ı sânî 1330 (17 Aralık 1914). BOA, HR.SYS, 2876/3-1, Lef: 1, Tarih: 15 Ocak 1918. BOA, HR.SYS, 2876/3, Lef: 8, Tarih: 29 Ocak 1918. BOA, İ.MBH (İrade Mabeyn-i Hümayun), 17/15, Lef: 2, Tarih: 27 Muharrem 1333 (15 Aralık

1914). MSB Arşiv Müdürlüğü, Ferik Zeki (Kolaç-Kılıçoğlu) Subay Şahsi Dosyası Kayıtlarına Göre Askeri

Safahat Belgesi.

II. Süreli Yayınlar (Gazeteler)

(1921-1337.07.19). Tercüman-ı Hakikat: 3. (1942.01.14). Cumhuriyet: 3.

III. Kitaplar

Akşin, Sina (1998). İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele. C.II. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

Asprey, Robert B. (1996). The German High Command at War: Hindenburg and Ludendorff and the First World War. London: Warner Books.

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

333

Atatürk İle İlgili Arşiv Belgeleri. (1982). Ankara: Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yay.

Aydemir, Şevket Süreyya (1972). Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa. C.III (1914-1922). İstanbul: Remzi Kitabevi.

Belen, Fahri (1966). Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi. C.IV. Ankara: Gnkur. Basımevi. E.Albay Muzaffer (2006). Birinci Dünya Savaşı’nda Mısır Seferi Çerçevesinde Birinci Kanal Akını.

haz. Hülya Toker. Ankara: Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay. General Ludendorff (2005). My War Memories. Vol. 2, Sussex: The Naval & Military Press

Ltd. Hart, Basil Liddell (2014). Birinci Dünya Savaşı Tarihi. çev. Kerim Bağrıaçık. İstanbul: Türkiye

İş Bankası Kültür Yay. Kösoğlu, Nevzat (2008). Şehit Enver Paşa. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Rustow, Dankwart A. (2004). “The Army and the Founding of the Turkish Rebublic”. Men of

Order: Authoritarian Modernization under Atatürk and Reza Shah. ed. Touraj Atabaki – Erik J. Zürcher. New York: I.B. Tauris & Co. Ltd. 164-208

Toker, Hülya-Aslan, Nurcan (2009). Birinci Dünya Savaşı’na Katılan Alay ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Biyografileri. C.1. Ankara: Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay.

Trumpener, Ulrich (1989). Germany and the Ottoman Empire, 1914-1918. New York: Caravan Books.

Wallach, Jehuda L. (1985). Bir Askeri Yardımın Anatomisi: Türkiye’de Prusya-Alman Askeri Heyetleri (1835-1919), çev. Fahri Çeliker. Ankara: Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay.

Zeki Paşa’nın Balkan Savaşı Hatıratı (2012). çev. Sema Demirtaş. İstanbul: Alfa Yay.

IV. Makaleler-Bildiriler

Çolak, Mustafa (2014). “Osmanlı – Alman Rekabeti Çerçevesinde Kafkas Müslümanlarının Bağımsızlığı ve Bakü Meselesi (1917-1918). Journal of History Studies 6 (1): 27-43.

Karasu, Cezmi (2015). “I.Dünya Savaşı Sırasında Dobruca’nın Geri Alınması Amacıyla Hazırlatılan Bir Rapor”. 100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu haz. Aynur Yavuz Akengin-Selcan Koçaslan). 03-05 Kasım 2014 (Budapeşte). Ankara: AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi. 995-1014.

Kış, Salih (2017). “Birinci Dünya Savaşı’nda Müşir Von Der Goltz Paşa’nın Ordu Komutanlıları ve Ölümü”, History Studies 9 (3): 121-139.

Özçelik, Mücahit (2012). “1918 Bükreş Antlaşması”. History Studies 4 (4): 261-275. Yavuz, Nurcan (1995). “Doğu Anadolu’daki Ermeni Mezaliminin Brest-Litovsk Barış

Görüşmelerinde Protestosu”. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi 4 (15): 381-406.

Yıldız, Gültekin (2012). “Osmanlı Dış Askerî İstihbaratında Formalleşme: Elçiliklerde Ataşemiliterliğin İhdası ve Osmanlı Askerî Ataşe Raporları”. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (17): 239-266.

V. İnternet Kaynakları

Zu den Kämpfen um Tarnopol. (2016, Eylül 23). Das Bundesarchiv: https://www.filmothek.bundesarchiv.de/video/35538?q, adresinden alındı.

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

334

EK 1: MSB Arşivi Subay Şahsi Dosyası Kayıtlarına Göre Askeri Safahat Belgesi

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

335

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

336

EK 2: Goltz ve Zeki Paşaların Atanmalarına İlişkin Arşiv Kaydı (BOA, HR.SYS, 2312/15, Lef: 22)

_________________________________________ Halepli Zeki Paşa’nın Almanya’daki Görevi Üzerine

SEFAD, 2018 (40): 313-338

337

EK 3: BOA, HR.SYS, 2312/15, Lef: 22’de Sözü Edilen Müsvedde (BOA, HRS.SYS, 2312/15, Lef: 20).

Volkan Marttin _____________________________________________________________________

SEFAD, 2018 (40): 313-338

338

EK 4: Zeki Paşa’nın Almanya İmparatoru Nezdinde Atanmasının Daha Önce Kararlaştırıldığına Dair Bir Arşiv Kaydı (BOA, İ.MBH, 17/15, Lef: 2).

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ

YAYIM İLKELERİ

Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi (SEFAD), yılda iki defa yayımlanan uluslararası hakemli ve bilimsel bir dergidir.

1-Dergide sosyal bilimlerle ilgili bilimsel nitelikli makale, derleme, çeviri, inceleme, tanıtma

yazıları ve bildiri metinleri gibi özgün çalışmalara yer verilir. 2-Yazılarda araştırmaya dayalı olma, alana katkı sağlama, yeni ve farklı gelişmeleri irdeleme

ölçütleri dikkate alınır. 3-Derginin yayım dili Türkçedir. Ancak yabancı diller bölümüne mensup yazarlar kendi

alan dillerini de kullanabilirler. 4-Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi (SEFAD)’ne verilen makaleler, daha önce

hiçbir yerde yayımlanmamış ya da yayımlanmak üzere kabul edilmemiş olmalıdır. 5-Kongre ve sempozyum bildirilerinde toplantının adı, yeri ve tarihi belirtilmelidir. 6-Bir araştırma kurumu/kuruluşu tarafından desteklenen çalışmalarda, söz konusu

kurumun/kuruluşun ve projenin adı, varsa, tarihi ve sayısı dipnotla belirtilmelidir. 7-Yüksek lisans ve doktora tezlerinden üretilen makalelerde tez danışmanı, tez başlığı ve tez

tipi dipnotla belirtilmelidir. Tezin künyesi Kaynakça’ya da eklenmelidir. MAKALE YAZIM KURALLARI 1) Başlık Yazının içeriğini kısa, açık ve yeterli ölçüde yansıtacak nitelikte olmalı, büyük

harflerle ve koyu yazılmalı, on beş kelimeyi geçmemelidir. 2) Yazar Ad(lar)ı ve Adres(ler)i Yazının başlığını ortalayacak şekilde olmalı, soyadın tamamı büyük harflerle

yazılmalı, yazarın unvanı, kurumu ve elektronik posta adresi belirtilmelidir. Yüksek lisans ve doktora öğrencileri lisansüstü eğitim gördükleri üniversite, enstitü ve ana bilim dallarını belirtmelidirler.

3) Öz ve Anahtar Kelimeler Türkçe öz çalışmanın amacını, kapsamını ve sonuçlarını yansıtmalı, okuyucunun

makalenin içeriğini kısa zamanda ve hassasiyetle belirlemesine imkân vermelidir. Öz, 100-250 kelime arası uzunlukta ve tek paragraf olmalıdır. Özün bir satır altına en az 3, en fazla 5 kelimeden oluşan Türkçe anahtar kelimeler yazılmalıdır. Ayrıca özün, başlığın ve anahtar kelimelerin İngilizceleri de bulunmalıdır. Yabancı dilde yazılan makalelerde –Türkçe ve İngilizceye ek olarak– makale dilinde başlık, öz ve anahtar kelimeler yer almalıdır. Yabancı dildeki öz (abstract)lerde dil yanlışları olmamasına özen gösterilmelidir. Öz ve Anahtar Kelimeler uluslararası standartlara uygun olmalıdır. Örnek: TR Dizin Anahtar Terimler Listesi, Medical Subject Headings, CAB Theasarus, JISCT, ERIC vb. gibi kaynaklar kullanılabilir.

4) Ana Metin Makaleler, IBM uyumlu bilgisayar ve Microsoft Word yazılım programı

kullanılarak 30 sayfayı geçmeyecek şekilde yazılmalıdır. Sayfa yapısı A4 ebadında, kenar boşlukları sağdan, soldan, üstten ve alttan 3 cm olmak üzere, 1,5 satır aralığıyla, iki yandan hizalı ve paragraf arası boşluğu, öncesi ve sonrası 3 nk olacak şekilde ayarlanmalı

Yayım İlkeleri ____________________________________________________________________________

340

ve sayfa numarası verilmelidir. Makale Palatino Linotype yazı tipi kullanılarak 12 puntoda yazılmalı, satır sonunda heceleme yapılmamalıdır. Paragraf başlarında “TAB” tuşu yerine “ENTER” veya “RETURN” tuşu kullanılmalıdır. Noktalama işaretleri kendilerinden önceki kelimelere bitişik yazılmalıdır. Söz konusu işaretlerden sonra bir harflik boşluk bırakılmalıdır.

Çalışma, dil bilgisi kurallarına uygun olmalıdır. Yazıda en son çıkan TDK Yazım Kılavuzu esas alınmalı, açık ve yalın bir anlatım yolu izlenmeli, amaç ve kapsam dışına taşan gereksiz bilgilere yer verilmemelidir. Makalenin hazırlanmasında geçerli bilimsel yöntemlere uyulmalı, çalışmanın konusu, amacı, kapsamı, hazırlanma gerekçesi vb. bilgiler yeterli ölçüde ve belirli bir düzen içinde verilmelidir.

Bir makalede sıra ile öz, ana metnin bölümleri, İngilizce genişletilmiş özet (Summary), kaynakça ve (varsa) ekler bulunmalıdır. “Giriş” ve “Sonuç” bölümleri mutlaka bulunmalıdır. “Sonuç”, araştırmanın amaç ve kapsamına uygun olmalı; ana çizgileriyle ve öz olarak verilmelidir. Metinde sözü edilmeyen hususlara “Sonuç”ta yer verilmemelidir. Belli bir düzen sağlamak amacıyla ana, ara ve alt başlıklar kullanılabilir.

Ana başlıklar: Tamamı büyük harflerle ve koyu yazılmalıdır. Ara başlıklar: Tamamı koyu olmak üzere her kelimenin ilk harfi büyük yazılmalı ve

başlık sonunda satırbaşı yapılmalıdır. Alt başlıklar: Tamamı koyu olmak üzere başlığın ilk kelimesindeki birinci harf

büyük, sonraki kelime/kelimelerin ilk harfi küçük yazılmalı ve başlık sonuna iki nokta (üst üste) konularak yazıya aynı satırdan devam edilmelidir.

Şekil, tablo ve fotoğraflar: Şekil, tablo ve fotoğraflar yazım alanı dışına taşmamalı, gerekiyorsa her biri ayrı bir sayfada yer almalıdır. Şekil ve tablolar numaralandırılmalı ve içeriğine göre adlandırılmalıdır. Numara ve başlıklar, şekillerin altına, tabloların üstüne gelecek biçimde kelimelerin yalnızca ilk harfleri büyük olarak yazılmalıdır. Tablolar, “WORD” programındaki tablo komutuyla yapılmalıdır. Zorunlu durumlarda ise “EXCEL” tabloları kullanılabilir. Gerektiğinde açıklayıcı dipnotlar veya kısaltmalar, şekil ve tabloların hemen altında verilmelidir. Şekil, tablo ve resimler on sayfayı aşmamalıdır.

Dipnotlar: Dipnotlar, sadece yapılması zorunlu açıklamalar için kullanılır ve “DİPNOT” komutuyla otomatik olarak verilir. Buradaki atıflar da parantez içinde yazarın soyadı, eserin yayım yılı ve sayfa numarası gelecek şekilde düzenlenmelidir. Örnek: (Kaya 2000: 15)

Alıntılar: Makalede birebir yapılan alıntılar tırnak içinde verilmeli ve alıntının sonunda kaynağı parantez içinde belirtilmelidir. Beş satırdan az alıntılar cümle arasında italik olarak, beş satırdan uzun alıntılar ise sayfanın sağından ve solundan 1 cm içeride, blok hâlinde italik olarak verilmelidir. Birebir olmayan alıntıların sonunda sadece parantez içerisinde kaynak gösterilmelidir.

5) İngilizce Genişletilmiş Özet (Summary) Makalede çalışmanın sonuç bölümünden sonra makalenin yaklaşık %5-15'i kadar

İngilizce genişletilmiş özet (summary) bulunmalıdır. Genişletilmiş özet, “öz”de olduğu gibi araştırma ile ilgili amaç, problem, yöntem, bulgular ve sonuç bilgilerini içermelidir. Verilen bilgiler “öz”e oranla biraz daha geniş ifade edilmelidir. Araştırma metninde yer almayan herhangi bir bulgu veya sonuç bulundurmamalıdır. Genişletilmiş özette metin içindeki bilgilere göndermede (Örn. Sayfa 3’te belirtildiği gibi) bulunulmamalıdır. İngilizce yazılan makalelerde Summary bulunmasına gerek yoktur.

_________________________________________________________ Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi

341

6) Kaynak Gösterme Metin içi göndermelerde (atıflarda) ve kaynakçada APA sistemi esas alınmıştır. a. Metin içi kaynak gösterme (atıf) Makalede yapılacak atıflar, ilgili yerden hemen sonra, parantez içinde yazarın

soyadı, eserin yayım yılı ve sayfa numarası sırasıyla verilmelidir. Cümle sonunda verilen atıflarda nokta, atıf parantezinden sonra konulmalıdır.

Tek Yazar, Tek Çalışma * İlgili yerden hemen sonra parantez içinde yazarın soyadı, eserin/çalışmanın yayım

yılı ve sayfa numarası verilmelidir. Örnek: (Okay 1990: 28) * Yazarın adı ilgili cümle içinde geçiyorsa parantez içinde tarih ve sayfanın

belirtilmesi yeterlidir. Örnek: Doğaner’e (2002: 341) göre… * Metin içinde, cümlede yazar ve yayım yılı belirtiliyor ise ayrıca parantez içinde

yazar ve tarih verilmez. * Kaynağın tamamına yapılan atıflarda parantez içinde yazar soyadı ve yayım yılı

yazılır. Örnek: (Okay 1990) * Atıfta bulunulan kaynak ciltlerden oluşuyorsa cilt numarası, sayfa numarasından

önce ve Romen rakamlarıyla yazılır. Örnek: (Okay 1990: II/30) * Bir kaynakta birbirini izleyen sayfalara atıfta bulunuluyorsa sayfa numaraları

arasına kısa çizgi (-), farklı sayfalara atıf söz konusu ise virgül (,) konur. Örnek: (Köksal 2006: 120-122), (Köksal 2006: 120, 122, 124) İki Yazarlı Çalışma İki yazar varsa her ikisinin de soyadı yazılır ve araya kısa çizgi (-) konur. Örnek: (Şafak-Öz 2003: 15) İkiden Fazla Yazarlı Çalışma İkiden fazla yazarlı çalışmalarda ilk iki yazarın soyadı araya kısa çizgi (-) konarak

yazılır, ikinci yazarın soyadından sonra “vd.” kısaltması eklenir. Örnek: (Barutçu-Aydemir vd. 2005: 157) Bir Yazarın Aynı Yıl Yaptığı Çalışmalar Bir yazarın aynı yıl yaptığı çalışmalar, yıldan sonra a, b, c… harfleri eklenmek

suretiyle ayırt edilir. Örnek: (İlhan 2003a: 25), (İlhan 2003b: 58) Soyadları Aynı Yazarların Çalışmaları Soyadları aynı olan iki yazarın aynı yılda veya farklı yıllarda yaptığı çalışmalar

yazarların soyadları yazıldıktan sonra adlarının ilk harflerinin kısaltılması yoluyla belirtilir.

Örnek: (Demir, A. 2003: 46), (Demir, H. 2003: 27) Birden Fazla Çalışma Birden fazla çalışma kaynak gösterilecekse çalışmalar aynı parantez içinde, yayım

yılı en eski tarihli olandan yeni olana doğru, birbirinden noktalı virgülle ayrılarak sıralanır.

Yayım İlkeleri ____________________________________________________________________________

342

Örnek: (Gökyay 1982: 120; Okay 1990: 28) Alıntılayan ya da Aktaran Kaynak Çalışmalarda birincil kaynaklara ulaşmak esastır, ama bazı güçlükler nedeniyle

ulaşılamamışsa, göndermede alıntılanan ya da aktarılan kaynak belirtilir. Örnek: (Köprülü 1911: 75’ten aktaran; Çelik 1998: 25) Tüzel Kişi Yazarlı Kitaplar Örnek: (TDK 2012: 38), (Yapıkredi 2006: 30) Yazar veya Kurum Adı Belirtilmeyen Kitaplar * Yazar veya kurum adı belirtilmemişse doğrudan kaynağın adı veya kısaltması

(italik) yazılır. Kısaltma yapılmışsa “Kaynakça”da mutlaka açılımıyla birlikte verilmelidir. Örnek: (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi: I/59) veya (TDEA: I/59) Arşiv Belgeleri Arşiv belgeleri kaynak gösterilirken, metin içindeki kısaltma örnekteki gibi olmalı,

açılımı kaynakçada verilmelidir. Örnek: (BCA, Mühimme 15: 25) Yazma Eser * El yazması bir eser kaynak gösterilirken, müellif veya mütercim adından sonra

[yz.] kısaltması konmalı, katalog numarası ile varak/sayfa numarası belirtilmelidir. Tam künye ise kaynakçada gösterilmelidir.

Örnek: (Ahmedî [yz.] 1410: 7b) * Yazma eserin müellifi/mütercimi bilinmiyorsa eserin adı ve bulunduğu

kütüphanedeki katalog numarası yazılmalıdır. Örnek: (Mecmua-i Eş’ar [yz.] 13400: 5a) Ayetler Ayetler kaynak gösterilirken sırayla sure adı, sure numarası ve ayet numarası

verilmelidir. Örnek: (Bakara 2/10) Hadisler Hadisler Concordance usülüne göre kaynak gösterilmelidir. Örnek: (Buhari, Es-Sahih, İman 1) Kişisel Görüşmeye Dayalı Bilgiler E-postayla, telefonla, yüzyüze ya da başka biçimlerde yapılan kişisel görüşmelere

dayalı bilgiler, metin içinde gösterilir, ancak kaynakçaya yazılmazlar. Örnek: (Vüs’at O. Bener, kişisel görüşme, Aralık 2001) Elektronik Kaynaklar Yayım yılı biliniyorsa: (Köksal 2012: 26) Yayım yılı bilinmiyorsa belgeye erişim yılı yazılır. (Akdoğan 2015: 22) Metin Bankası Örnek: (Kufacı mb. 2005) Yayım Yılı Bulunmayan Basılı Kaynaklar Bir basılı kaynakta yayım tarihi kaydı yoksa yerine köşeli parantez içinde “t.y.”

kısaltması kullanılır. Örnek: (Akdoğan [t.y.]: 25) Yasa ve Yönetmelikler

_________________________________________________________ Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi

343

Yasa veya yönetmeliğin adı ve kabul edildiği yıl parantez içinde verilir. Kısaltma da yapılabilir.

Örnek: (İlköğretim ve Eğitim Kanunu 1961) veya (İEK 1961). b. Kaynakça Makalede kullanılan bütün kaynaklar “Kaynakça”ya alınmalı, makalenin konusu ile

ilgili olsa dahi, yazıda değinilmeyen belge ve eserler kaynakçaya dâhil edilmemelidir. Kaynaklar ana metnin sonunda yazar soyadlarına göre (Soyadı Kanunundan öncekiler için yazar adı esas alınır.) alfabetik olarak verilmelidir. Eser adları italik yazılmalıdır. Kaynaklar, mutlaka Latin alfabesi ile yazılmış olmalıdır.

1. Kitaplar ve Kitap Niteliğindeki Kaynaklar Tek Yazarlı Kitaplar Yazarın Soyadı, Adı (Basım Yılı). Kitabın Adı (İtalik). Basıldığı Şehir: Yayınevi. Örnek: Pala, İskender (2006). Kırk Güzeller Çeşmesi. İstanbul: Kapı Yay. İki Yazarı Kitaplar İki yazarlı eserlerde her iki yazar da verilir ve araya kısa çizgi (-) konur. Örnek: Şentürk, Ahmet Atilla-Kartal, Ahmet (2011). Eski Türk Edebiyatı Tarihi.

İstanbul: Dergâh Yay. * İngilizce yazılan makalelerde kısa çizgi (-) yerine and bağlacı veya & işareti

kullanılır. İkiden Fazla Yazarlı Kitaplar İkiden fazla yazarlı eserlerde yalnızca ilk iki yazar belirtilir, diğerleri için “vd.”

kısaltması kullanılır. Örnek: Akyüz, Kenan-Beken, Süheyl vd. (2000). Fuzulî Dîvânı. Ankara: Akçağ Yay. Bir Yazarın Aynı Yıl Yayımlanmış Kitapları Bir yazarın aynı yıl yayımlanan eserlerini ayırt etmek için harfler kullanılır. Örnek: Süreyya, Cemal (1991a). Şapkam Dolu Çiçekle. İstanbul: Yön Yay. Süreyya, Cemal (1991b). Üstü Kalsın. İstanbul: Broy Yay. Bir Yazara Ait Birden Fazla Kitap Aynı yazara ait birden çok eser yayım yılına göre kronolojik olarak sıralanır. Örnek: Köksal, M. Fatih (2005). Klasik Türk Şiiri Araştırmaları. Ankara: Akçağ Yay. Köksal, M. Fatih (2006). Sana Benzer Güzel Olmaz Divan Şiirinde Nazire. Ankara:

Akçağ Yay. Tüzel Kişi (Kurum) Yazarlı Kitaplar Tüzel Kişi (Yayım Yılı). Kitap Adı. Basıldığı Şehir: Yayınevi. Örnek: Türk Dil Kurumu (2012). Yazım Kılavuzu. Ankara: TDK Yay. Yazar veya Kurum Adı Belirtilmeyen Kitaplar Örnek: Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (8 Cilt) (1977). İstanbul: Dergâh Yay. * Divan, tezkire, mesnevi vb. eserlerin yayımları örnekteki gibi gösterilecektir. Örnek: Sungur, Necati (1994). Ahi Divanı. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. Çavuşoğlu, Mehmed-Tanyeri, M. Ali (1990). Üsküblü İshak Çelebi Dîvân (Tenkidli

Basım). İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yay. Kılıç, Filiz (2010). Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu’arâ. İstanbul: İstanbul Araştırmaları

Enstitüsü Yay.

Yayım İlkeleri ____________________________________________________________________________

344

Erdem, Sadık (1994). Râmiz ve Âdâb-ı Zurefâ’sı (İnceleme-Tenkidli Metin-İndeks-Sözlük). Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.

Çeviri Kitap Çeviri bir kitap söz konusuysa çevirenin/çevirenlerin adı eser adından sonra “çev.”

kısaltmasıyla belirtilir. Örnek: Livingston, Ray (1998). Geleneksel Edebiyat Teorisi. çev. Necat Özdemiroğlu.

İstanbul: İnsan Yay. Kitap İçinde Bölüm Yazarın Soyadı, Adı (Basım Yılı). “Bölüm Adı”. Kitap Adı. ed. Adı Soyadı. Basıldığı

Şehir: Yayınevi. Sayfa Aralığı. Örnek: Togan, İsenbike (2012). “Bugünü Anlamak İçin Orta Asya Tarihine Bir

Bakış”. Bağımsızlıklarının Yirminci Yılında Orta Asya Cumhuriyetleri Türk Dilli Halklar – Türkiye İle İlişkiler I. Kitap. ed. Ayşegül Aydıngün - Çiğdem Balım. Ankara: AKM Yay. 19-50.

Kitapların Cilt ve Baskı Numaralarının Belirtilmesi Kitap ciltlerden oluşuyorsa cilt numarası kitap adından sonra yazılır. Cilt

numaraları Romen rakamlarıyla yazılır. Ciltlerin tamamı belirtilecekse parantez içinde kaç cilt olduğu yazılır. Kaçıncı baskı olduğu belirtilecekse yayınevinden sonra “bs.” kısaltması kullanılır.

Örnek: Kabaklı, Ahmet (1992). Türk Edebiyatı C. III. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yay. 9. bs.

Kabaklı, Ahmet (1992). Türk Edebiyatı (5 Cilt). İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yay.

Arşiv Belgeleri Arşivin Adı. Belgenin Adı (Sayısı). Örnek: BAO (Başbakanlık Osmanlı Arşivi). Name-i Hümayun Defteri (10). Yazma Eserler Yazar Adı. Eser Adı. Bulunduğu Kütüphane. Koleksiyon Adı. Katalog Numarası.

Varak ve Sayfa Numarası/Aralığı Örnek: Âsım. Zeyl-i Zübdetü'l-Eş‘âr. Millet Kütüphanesi. A. Emirî Efendi. No. 132.

vr. 45a. Basma Eserler Basma eserlerde yayınevi yerine eserin basıldığı matbaanın adı yazılır. Hicrî tarihler

miladî tarihe çevrilmeden yazılır. Yazar adı (Basım Yılı). Eser Adı. Basıldığı Şehir: Basıldığı Matbaa. Örnek: Ebüzziya Tevfik (1306). Lûgat-ı Ebüzziya. İstanbul: Ebüzziya Matbaası. Ansiklopedi Maddeleri Yazarın Soyadı, Adı (Tarih). “Maddenin Başlığı”. Ansiklopedinin Adı Cilt no. Yayın

Yeri: Yayınevi. Sayfa aralığı. Örnek: İpekten, Haluk (1991). “Azmî-zâde Mustafa Hâletî”. İslâm Ansiklopedisi C.

IV. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 348-349. 2. Süreli Yayımlar Dergi Makaleleri Yazarın Soyadı, Adı (Yıl). “Makalenin Başlığı”. Derginin Adı (Varsa) Cilt No (Sayısı):

Sayfa Aralığı.

_________________________________________________________ Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi

345

Örnek: Koray, Enver (1983). “Yeni Osmanlılar”. Belleten XLVII (186): 563–582. Gazeteler Yazarın Soyadı, Adı (Yıl. Ay. Gün). “Yazının Başlığı”. Gazetenin Adı. (varsa) Sayfa

numarası. Örnek: Talu, Ercüment Ekrem (1945.01.13). “Vah Velid”. Son Posta: 1,7. Mülakat ve Röportajlar Mülakat ve röportajlarda yazar adı olarak bunları yapan kişiler verilir. Örnek: Uysal, Sermed Sami (1954.09.27). “Bayan Münire Dıranas Ahmed Muhib’i

Anlatıyor”. Cumhuriyet: 1, 7. 3. Tezler Yazarın Soyadı, Adı (Tarih). Tez Başlığı. Tez Tipi. Üniversitenin Bulunduğu Şehir:

Üniversite Adı. Örnek: Karakaya, Burcu (2012). Garîbî’nin Yûsuf u Züleyhâ'sı: İnceleme-Tenkitli Metin-

Dizin. Yüksek Lisans Tezi. Kırşehir: Ahi Evran Ü. 4. Bildiriler Yayımlanmış Bildiriler Yazar Soyadı, Adı (Tarih). “Bildiri Adı”. Kitabın Adı (Varsa editör/hazırlayan).

Etkinliğin Tarihi. Yayın yeri: Yayınevi. Sayfa Aralığı. Örnek: Bilkan, Ali Fuat (2007). “Amasya’nın Osmanlı Dönemi Kültür Hayatındaki

Yeri ve Önemi”. I. Amasya Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri (haz. Yavuz Bayram). 13-15 Haziran 2007. Amasya: Amasya Valiliği Yay. 611-620.

Yayımlanmamış Bildiriler Yazarın Soyadı, Adı (Tarih). “Bildiri Adı”. Etkinliğin Adı. Etkinliğin Yapıldığı Şehir. Örnek: Köklü, Nilgün (1996). “Üniversite Öğrencilerinin İstatistik Kaygı Puanlarına

Etki Eden Faktörler”. Devlet İstatistik Enstitüsü Araştırma Sempozyumu. Ankara. 5. Elektronik Kaynaklar DOI Numarası Olan Elektronik Kaynaklar Eğer yayım ile eşleştirilmiş DOI numarası varsa künyede verilmelidir. Örnek: Örgen, Ertan (2016). “Taşranın Öyküdeki Yeni Görünümleri”. Selçuk

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi (36): 125-138. http://dx.doi.org/10.21497/sefad.284955. DOI Numarası Olmayan Elektronik Kaynaklar Web ortamında yayımlanmış dergilerden yapılan alıntılarda yayımın künyesi,

erişim adresi ve tarihi yazılır. Yazar Soyadı, Adı (Yayım Yılı). “Makale Adı”. Dergi Adı Cilt No (Sayı): Sayfa

Aralığı. Elektronik adres [Erişim Tarihi]. Örnek: Budak, Ali (2009). “XVI. Yüzyıldan Sıradışı Bir Şair Portresi: Gedizli Hasbî”.

Turkish Studies= Türkoloji Araştırmaları: Prof. Dr. Meserret Diriöz Hatırasına 4 (2): 152-164. http://www.turkishstudies.net/Makaleler/1513093045_7budakali.pdf [30.11.2010]

E-kitaplar Yazarın Soyadı, Adı (Yayım yılı). İnternet Belgesinin Başlığı. Elektronik adres [Erişim

Tarihi]. Örnek: S. Erduran, Aysun (2009). Kınalı-zade Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-Şuara.

http://ekitap.kulturturizm.gov.tr [01.12.2009]. * Yayım yılı yoksa siteye erişim tarihi yıl ay ve gün olarak parantez içinde yazılır.

Yayım İlkeleri ____________________________________________________________________________

346

Örnek: Akdoğan, Yaşar (2015.12.22). Ahmedî Dîvân. http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/TR,78357/ahmedi-divani.html.

Web Sitesinden Yapılan Alıntılar Örnek: Keser, Aşkın. “Meslek Seçimi ve Seçimi Etkileyen Faktörler”.

www.yazimkilavuzu/isguc_org-is yasami portali.htm [18.01.2007]. Metin Bankası Örnek: Kufacı, Osman (2005). Adnî Dîvânı: Metin Bankası. Yayım Yılı Bilinmeyen Kaynaklar Örnek: Akdoğan, Yaşar (t.y.). Ahmedî Dîvânı. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. Yasa ve Yönetmelikler Yasa Adı (Kabul Edildiği Yıl). Yayın Adı. Sayı. Gün Ay Yıl. Örnek: İlköğretim ve Eğitim Kanunu (1961). T. C. Resmî Gazete. 10705. 12 Ocak

1961. * Metin içi göndermede kısaltma kullanıldıysa kaynakçada bu kısaltmaya da yer

verilmelidir. Örnek: İEK-İlköğretim ve Eğitim Kanunu (1961). T.C. Resmî Gazete. 10705. 12 Ocak

1961. Diğer Hususlar NOT 1: Kitap tanıtımı ve çevirilerde “başlık, anahtar kelimeler ve öz”ün İngilizcesi

mutlaka bulunmalıdır. Kitap tanıtımlarında yazının başında, tanıtılacak kitabın kapak resmi ve künyesi (basım tarihi, kaçıncı baskı olduğu, basım yeri bilgileri) bulunmalıdır. Çevirilerde çeviri yapılan kitabın/yayımın künyesi dipnotla belirtilmelidir.

NOT 2: Çeşitli kaynaklardan veri elde etmeye dayalı tematik çalışmalarda, söz

konusu verinin ilgili kaynaklarda taranıp bulunamadığını göstermek bakımından bu kaynaklara “Sonuç” bölümünde işaret edilebilir.

NOT 3: Kısaltma kullanılacaksa Türk Dil Kurumu Yazım Kılavuzu’nda belirtilen

kısaltmalar esas alınmalıdır. NOT 4: Yazım kuralları hususunda, yukarıda belirtilenler dışında, karşılaşılabilecek

özel durumlar için şu kaynaktan yararlanılabilir: Şencan, İpek-Doğan, Güleda (2015). Bilimsel Yayınlarda Kaynak Gösterme, Tablo ve Şekil Oluşturma Rehberi APA 6 Kuralları. Ankara: Türk Kütüphanecileri Derneği Yay.