35
Zealot ve Herodian Kıskacında Türkiye “Kıyamet Yaklaşıyor” EKREM ÖZDEMİR “Irkımızın mezar taşlarında neon harflerle şu kelimeler yazılı olacaktır: Tanırlar bir kişiyi mahvetmek istedikleri zaman, ona bir televizyon vermekle işe başlarlar.” Arthur Clarke (Geleceğin Büyüsü) Dibâce 19. yüzyılın ikinci çeyreğindeyiz. Mısır’ın Osmanlı Umumî Valisi meşhur Mehmet Ali Paşa, otuz iki yıldan bu yana kendi neslini etkili Batı teçhizatıyla donatabilmek için çalışıyordu. Napolyon’un Mısır seferindeki başarısızlığı, deniz gücünün önemi konusunda, Mehmet Ali Paşa’nın gözünü açmıştı. O da çağdaş Batı modeline göre yapılmış savaş gemilerinden oluşan bir donanmaya sahip olmaya karar vermişti. Kendi kendine yetebilecek bu donanmanın Mısırlılar tarafından Mısır tersanelerinde meydana getirilemeyeceğinin farkındaydı. Hem böyle bir donanmayı kurmak, hem de Mısırlı teknik elemanları eğitmek için, Batılı gemi mimarlarını kiralamaktan başka bir yolu olmadığının bilincindeydi. Daha sonra Mehmet Ali, Batılı uzmanlar istediğini âleme ilan etmiş ve Paşanın verdiği yüksek ücret, Batılı uzmanların Mısır’a gelişini teşvik etmiştir. Yalnız, işe müracaat edenler ailelerini de beraberinde getirme garantisi kendilerine verilmedikçe işe başlamak istemiyorlardı. Ve Batı standartlarında bir sağlık hizmeti sağlanmadan ve korunma garantisi verilmeden ailelerini Mısır’a getirmek istemiyorlardı. Mehmet Ali bir Mısır deniz kuvveti oluşturmayı aklına koyduğu için, o elemanlarla birlikte doktorlar da getirtmiştir. Doktorlar, uzmanlar ve

Zealot ve Herodian Kıskacında Türkiye \" Kıyamet Yaklaşıyor \"

  • Upload
    gazi

  • View
    0

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Zealot ve Herodian Kıskacında Türkiye

“Kıyamet Yaklaşıyor”

EKREM ÖZDEMİR

“Irkımızın mezar taşlarında neon harflerle

şu kelimeler yazılı olacaktır: Tanırlar bir kişiyi mahvetmek istedikleri zaman, ona bir televizyon vermekle işe başlarlar.”

Arthur Clarke (Geleceğin Büyüsü)

Dibâce

19. yüzyılın ikinci çeyreğindeyiz. Mısır’ın Osmanlı Umumî Valisi meşhur Mehmet Ali Paşa, otuz iki yıldan bu yana kendi neslini etkili Batı teçhizatıyla donatabilmek için çalışıyordu. Napolyon’un Mısır seferindeki başarısızlığı, deniz gücünün önemi konusunda, Mehmet Ali Paşa’nın gözünü açmıştı. O da çağdaş Batı modeline göre yapılmış savaş gemilerinden oluşan bir donanmaya sahip olmaya karar vermişti. Kendi kendine yetebilecek bu donanmanın Mısırlılar tarafından Mısır tersanelerinde meydana getirilemeyeceğinin farkındaydı. Hem böyle bir donanmayı kurmak, hem de Mısırlı teknik elemanları eğitmek için, Batılı gemi mimarlarını kiralamaktan başka bir yolu olmadığının bilincindeydi.

Daha sonra Mehmet Ali, Batılı uzmanlar istediğini âleme ilan

etmiş ve Paşanın verdiği yüksek ücret, Batılı uzmanların Mısır’a gelişini teşvik etmiştir. Yalnız, işe müracaat edenler ailelerini de beraberinde getirme garantisi kendilerine verilmedikçe işe başlamak istemiyorlardı. Ve Batı standartlarında bir sağlık hizmeti sağlanmadan ve korunma garantisi verilmeden ailelerini Mısır’a getirmek istemiyorlardı. Mehmet Ali bir Mısır deniz kuvveti oluşturmayı aklına koyduğu için, o elemanlarla birlikte doktorlar da getirtmiştir. Doktorlar, uzmanlar ve

aileleri hepsi Batı’dan Mısır’a beraberce geldiler. Uzmanlar tersaneyi beklendiği şekilde kurmuşlar ve doktorlar İskenderiye’nin yeni Batılı topluluğunda kadınlara, onların ihtiyaçlarına uygun şekilde hizmet etmişlerdir. Fakat Batılı hastaların bütün hizmetlerini tamamlayan Batılı doktorlar, toplum ruhuna sahip, enerjik pratisyenler olduklarından dolayı yerli Mısır halkı için de bir şeyler yapabileceklerinin ve bu iş için de zamanlarının yeterli olduğunun farkına vardılar. Peki bu işe nereden başlamalıydılar? Doğum çalışması bu konudaki ilk çağrıydı. Ve doğum hastanesi bu şekilde, donanma cephaneliklerinin ortasında, seri olaylar neticesinde kaçınılmaz olarak inşa edilmiş oldu.

İngiliz tarih filozofu Arnold Joseph Toynbee, “Medeniyet

Yargılanıyor” isimli kitabının “İslam, Batı ve Gelecek” bölümünde, bahsedilen olayla ilgili şöyle bir yorumda bulunur: “Kültürel ilişkilerde bir şey hızla diğer bir şeye yol açabilir ve bu işlem devrimci sonuçlar doğurabilir. Bütün bir hayatı boyunca, Müslüman kadınların ev halkı dışındaki erkeklerle görüşmelerden uzak tutulmalarına hâlâ o kadar riayet ediyorlardı ki, 18. Yüzyıl Türkiye’sinde, hatta sultanın en çok sevdiği eşlerinden biri, hayatî tehlikeye düşecek derecede hastalandığı zaman, İslâmî davranış kuralları böyle kıymetli bir saraylı hastaya dahi, bir Batılı doktorun sıkıca giyilmiş bir eldiven üzerinden dışarıya uzatılmış elini tutarak nabzını tutmasına, sadece perde arkasından hanımefendinin yatağı gösterilmeden görmesine müsaade etmek sûreti ile izin veriliyordu. Bu zorba olduğu düşünülen bir hükümdar nazarında, hayatı başlıca hazinelerinden biri olan bir hastaya, bir Batılı doktorun en çok yaklaşabileceği durumdu... Ve şimdi, aynı zaman dilimi içerisinde, Müslüman kadınlar, cesurca, etrafı çevrili olan tuhaf cephaneliğin içine girerek, kâfir doğum uzmanlarının ellerine kendilerini teslim ediyorlardı. Karşı cinsiyetteki insanların sosyal ilişkilerindeki terbiyenin, İslâmî gelenekler açısından korkunç bir yara alması karşılığında, Mısır Paşa’sının kendisine ait Batı standartlarında bir donanma inşa etmesi amacıyla vermiş olduğu bir karardı bu. İlk bakışta bu böyle hesaplanmamıştı ama, bu sosyal etkiyi, teknolojik sebep yarım ömürden az bir süre içinde kontrol altına aldı.”

Yazının başında aktardığımız olay ve bu olayla ilgili Arnold J. Toynbee’nin yorumu, konumuzun çatısını oluşturmaktadır. Evvelâ, başlıkta yer verdiğimiz kavramları açıklayalım:

Gelenekle Modernite Arasında Zealot ve Herodian. Bu iki kavram, Toynbee’nin, Batı medeniyeti

karşısında, dünya halklarının durduğu yeri, benimsediği tavırları ve gösterdiği tepkileri temsil için kullandığı simgelerdir. Zealot, Roma hakimiyetine karşı ayaklanan Musevî partizan anlamındadır. Herodian ise, Roma kültürünü benimseyip, taklîd eden eski Yahudiye kralı Herod’dan mülhem bir tabir. Toynbee, 20. yy. dünyasında, karşı konulmaz bir güç olan Batı medeniyetinin baskısı karşısında, geçmişe sığınan, “Geleneğe dönüş” yolunu izleyenler için Zealot, aynı medeniyetin baskıları karşısında çözüm yolu için, Batıyı taklid ederek onunla aynı seviyeye ulaşma ve düşmanının silahıyla silahlanarak, onunla mücadele yolunu izleyenler için de, Herodian tabirini kullanıyor. Prof. Dr. Şahin Uçar, “İslâm’da Mülk ve Hilafet- Medine’yi Yeniden Kurmak” isimli eserinde, Toynbee’nin bu kavramlarını şöyle somutlaştırıyor: “Zealotluk, gerçekte, yabancı baskısı sebebiyle, geçmişe sığınan bir ‘arkaizm’dir; ‘geçmişe sığınma’ diye tarif edilebilir. İslam dünyasındaki temsilcileri, Kuzey Afrika Senûsîleri ve Orta Arabistan Vahhabileridir. (Toynbee yaşayıp görseydi, bugünkü İran Cumhuriyetini de Zealot olarak görürdü herhalde), ....Herodianlığın tecrübe edildiği iki ülke ise Mısır ve Türkiye’dir.”

Oluşumu ve yükselişi beş yüz yıl evveline (Rönesans ve Reform

hareketlerine) kadar götürülmeye müsait (Toynbee’ye göre, 770’de başlayan) Batı medeniyetiyle, son iki yüzyılda hesaplaşmayan ülke neredeyse yok gibidir, denebilir. Arap dünyasından, Hindistan, Japonya ve Çin’e, Rusya ve Orta Asya ülkelerinden Türkiye’ye, bütün dünya ülkeleri, Modern Batı dünyasının yükselişine karşı, farklı yöntemlerle de olsa, muhasebe ve mücadele dönemi geçirmiştir. Gelinen noktada, Batı ile mücadelesinde en başarılı görünen ülke, (bir zamanlar Rusya idiyse de) el’an Japonya gibi görünmektedir. Bunun yanında geleceğin süper gücü gözüyle bakılan Çin’i de bir diğer güç olarak görebiliriz.

Cemil Meriç’in, “Bu Ülke” için söylediği, “Batı ile muhasebe etmeye mecburuz. Hem de bunu her alanda yapmaya mecburuz” sözü bütün dünya ülkeleri için de geçerli bir tespittir. Aynı şekilde İsmet Özel de, Batı ile her alanda mücadele etmemiz gerektiğini düşünür. Bu zor ve çetin hesaplaşmanın yanına, bir kolaylık eklemeyi de ihmal etmez: “Bugün bir Müslüman genç bilmelidir ki, Modernizm iflas etmiştir.” İsmet Özel’le aynı tarih diliminde Rene Guenon “Modern Dünyanın Bunalımı” nı yazmış, yüzyılın başında, 1922’de, Oswald Spengler “Batının Çöküşü”nü zaten ilan etmişti. Hatta Spengler, tarifi doğru dürüst yapılamayan ‘Medeniyet’ kavramı yerine, yine herkesin kendine göre tarif ettiği (Cemil Meriç’in tespitiyle 100’e yakın tanımı bulunan) ‘Kültür’ü tercih ediyor, medeniyet anlayışını yerden yere vuruyor, nihaî noktada “Büyük şehir insanı dinsizdir” diyecek kadar ileri gidiyordu.

‘Tarihin Sonu’: ‘Medeniyetler Çatışması’ mı? Demek oluyor ki, başta Türkiye olmak üzere dünya ülkeleri, hiç

değilse fikrî planda iflas etmiş bir Batı medeniyetinin hinterlandı ile hesaplaşmaktadır. Lakin Modernizm iflas etmişse de 1970’li yıllardan itibaren, Post-Modernizm ile kendisini desteklemeyi ihmal etmemiş, Liberalizm yerini Neo liberal akımlara terk etmiş, “Bireycilik ve insan hakları, serbest piyasa ekonomisi- sınırlı devlet” gibi anlayışlarla Batı Medeniyeti “Yeni Dünya Düzeni” yolundaki projesine devam etmiştir. İlginç olan bir nokta, Postmodernizm düşüncesini ilk kullananlardan biri de, Toynbee’dir. Modernizm eleştirilerinin J. J. Rousseau ile başladığı temelinden yola çıkarsak, Nietzsche, Saussuare, Spengler gibi isimlerle gün yüzüne çıktığını, Frankfurt Okulu’nun geliştirdiği kuramlar, Foucault ve Heidegger çözümlemeleriyle hız kazandığını, nihayet 1970’lerden itibaren Postmodernizm’in uygulamaya koyulduğunu söyleyebiliriz. İşte bu dönemde (20. yüzyılın son çeyreğinde), insanlığın Liberal çözümlerden başka seçeneğinin kalmadığını düşünen F. Fukuyama, bunu “Tarihin Sonu” olarak değerlendirmiş, Samuel Huntington “Medeniyetler Çatışması” iddiası ile dünyayı yeni bir tartışmaya sürüklemiştir. Her ne kadar, bu iki iddianın üretilmiş değil de, ısmarlanmış olduğu ileri sürülse de, bu

tartışmalar, ayniyle ülkemizde sürmektedir. Fakat altını çizmemiz gereken bir nokta, Fukuyama ile Hantington hakkındaki iddiaların güçlü olduğudur. Türkiye’de inanılmaz bir kültürel soykırım yapıldığı iddialarıyla tanınan Oktay Sinanoğlu’nun görüşlerini dinleyelim: “Aslında Amerika’da Huntington’a ve Medeniyetler Çatışmasına kimse yüz vermez. O üçüncü dünya ülkeleri için bir tezdir... Huntington’un perde arkasına baktığımızda Zbigniew Brezinski’yi görmekteyiz Huntington’la ikisi 1959’daki tanışmalarından bu yana birlikte çalışırlar. İkisi de CFR (Council on Foreign Relations) ve TC (Trielateral Commissi- Üçlü Kurul) üyesidir. D. Rockefeller ve Z. Brezinski’nin de bulunduğu sekiz üye tarafından 1972’de kurulan Üçlü Kurul’un bütün çalışmalarında Huntington, Brezinski’nin daima sağ kolu olarak yer almıştır. Ayrıca Huntington’un 1975’te yazdığı “Demokrasinin Buhranı” adlı eser, kendisine Üçlü Kurul tarafından yazdırılmıştır.” Bir başka eleştiri Liberal Demokrat kimliğiyle tanınan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’dan. Fukuyama’nın analizini genel olarak basmakalıp, üstünkörü ve işe yaramaz bulan Erdoğan şöyle söylüyor: “Fukuyama liberal demokrasinin değil belli bir statükonun sözcülüğünü yapıyor.” Prof. Dr. Şahin Uçar ile devam edelim: “Huntington ve benzeri stratejik analistler Amerikan hegemonyası idealine hizmet ediyorlar ve dünyada medeniyetler arası bir çatışmadan bahsederken, ya aşırı hayalcilik yahut global pazarı yağmalama faaliyetini meşrulaştıran bir kılıf icad etmekle meşguller. Canları Müslümanlarla savaşmak istiyor, mesele bundan ibaret.”

Türkiye Nereye Gidiyor? Hem Doğu hem de özellikle Batı ülkelerinde yaşanan

gelişmelerden birebir etkilenen Türkiye’de, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Batılılaşma karşısında toplumun farklı kesimlerinde var olan değişik görüşlere yer vererek, Zealot ve Herodian çerçevesinde bunları ele alalım. Üç asırdır süren Batılılaşma hareketinde, nihai kertede Avrupa Birliğine girme çabası içindeki Türkiye’nin geleceğine dair yorumların özü şöyledir:

1 Batıyla bütünleşen ve Doğu ile bağlantılarını koruyan bir Türkiye.

(Devletin temel esasları ve bu doğrultuda düşünen fikir adamları- Cumhuriyet yıllarında Ziya Gökalp’in savunduğu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Hamit, Peyami Safa, Kemal Tahir, Nurullah Ataç, Yahya Kemal Beyatlı, Hasan Ali Yücel, Hilmi Ziya Ülken gibi aydınları a’rafta bırakan fikriyat. Bugün bu ikilem nispeten ortadan kalkmış, Batılılaşma ağırlık kazanmıştır. Doğu Ergil, Toktamış Ateş, İlhan Selçuk, Hikmet Çetinkaya gibi)

Bu tavra örnek olarak Prof. Dr. Toktamış Ateş’in görüşlerine yer verelim:

“Türkiye'nin devlet yapısını çağdaş hukuk kurallarına uygun buluyorum. Ama Türkiye'nin şu andaki konumunu çağdaş hukuk kurallarına uygun görmüyorum. Şimdi Atatürk'ün ortaya koyduğu çağdaş uygarlık düzeyine, muasır medeniyet seviyesine ulaşmak hedefi o günün batısının değer yargılarına sahip olma çabası olarak isimlendirilir. Bence de günümüzde çağdaş uygarlık denildiği zaman anlaşılması gereken şey Batıda rönesansı izleyen dönemde aydınlanmayla beraber ortaya çıkan ve kul zihniyetindeki insanı vatandaş özelliklerine ulaştıran insan haklarına dayalı insanların temel hak ve özgürlüklerine dayalı bir zihniyettir. Yani çağdaşlıktan bunu anlıyorum. Ama bunu abartmamak ve bunu fazla köşeli olarak değerlendirmemek lazımdır. Çağdaş demek zaten sözcük itibariyle o çağa ait demektir.

Örneğin bir insan, biraz önce tanımladığım anlamda batılı çağdaşlığı benimseyip, kendi öz değerlerine, kendi kültürel özelliklerine de sahip çıkabilir, bu çağdaşlıktan uzaklaşmak demek değildir. Yani her insan yaşadığı çağa kendini adapte ederken farklı bir takım özellikleriyle adapte olur. Ancak ben Türkiye’nin şu aşamada çağdaş uygarlık düzeyini yakalamaya yakın olduğunu düşünüyorum ve günümüzde Türkiye’deki İslamcı akımlardan önemli bir bölümünün bundan 1400 sene önceki İslâmiyeti değil, İslâmiyeti de çağdaş bir biçim de yorumlayarak yaşama geçirmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten bu iki zihniyet arasında yani cumhuriyetimizin temel ideolojisi olan çağdaş uygarlık düzeyini yakalama anlayışı ile çağdaş İslâmiyeti oluşturmak düşüncesi arasında bir parallellik, bir paylaşma olması gerektiğini düşünüyorum.”

2 Türkiye’nin kurtuluşu Çağdaş Batı Dünyasıyla bütünleşmektir.

(Tanzimattan itibaren, Muasırlaşmak isteyenler. Şinasi, Abdullah Cevdet, Namık Kemal, Ziya Paşa, Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, Halid Ziya Uşaklıgil gibi. Bir Mustafa Suphi vardır ki, Türk neslinin ıslahı ve Batılılaşmak için, Macaristan’dan damızlık erkek transferini dahi teklif etmiştir. Bugün ise, Liberal demokrat düşünen aydınlar. Mehmet Altan, Emre Kongar, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Etyen Mahcupyan gibi).

Bu görüşe örnek olarak da, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın fikirlerini aktaralım:

“Dinî hoşgörünün ve onun kurumsal ifadesi olan laikliğin Batı uygarlığının temel değerlerinden olduğu kadar evrensel bir değer olduğu düşüncesindeyim. Laiklik ilkesinin yerleşmesinin arkasında Avrupa’nın dramatik din savaşları tecrübesinin bulunduğu doğrudur ve bu tecrübenin İslâm dünyası için de öğretici olabileceği görüşünü yabana atmamamız gerekiyor. Dinî ve ahlâkî ihtilafların halline, siyasî otoritenin karışmasının yaratabileceği ölümcül tehlikeleri ve baskıcılığı görmezlikten gelemeyiz. Dinin siyaseti ve siyasetin dini kontrol edemediği modelin (Laiklik), alternatiflerinden daha medenî ve barışçı olduğunu İslâm dünyasının da görmesi gerekiyor.

Örneğin İran’daki İslâmî rejimin liberal-demokrasi yönünde değişime uğraması, (İran’ın İslâm dünyasında büyük bir kültürel geleneği temsil etmesinden dolayı da) başka İslâmcılar üzerinde de olumlu etkiler yapacaktır. Nihayet İslâm dünyasında fanatik Batı düşmanlığı ve liberal-demokratik değerler karşıtlığı sadece bir azınlığın tutumudur ki, bu fanatik gruplar belki de en az Türkiye’de bulunmaktadır. Bunun nedeni İslâm dünyasında Türkiye’den başka “işleyen bir demokrasi”nin olmayışıdır.”

3-Türkiye’nin ve Türk insanının kökü Asya’dadır ve Asya

ülkeleriyle bütünleşerek geleceğini kurtarabilir. (Cemil Meriç’in “Avrasya Düşünce Topluluğu” projesi

kapsamında Alev Alatlı, Oktay Sinanoğlu ve bu çerçevede düşünenler. Namık Kemal Zeybek, Prof. Dr. Turan Yazgan, Mustafa Çalık, Prof. Dr. Şaban Karataş, Nuri Gürgür, Prof. Dr. Ümit Özdağ gibi).

“Avrasya Düşünce Topluluğu” bağlamında Alev Alatlı’yı dinliyoruz:

“Türk insanının, Türk kimliğinin kökleri Asya’dadır. Buna Mete Han da dahildir, Şaman kültürü de, Moğollar da. Akrabalarımızın, efsanelerimizin, tarihimizin ve koordinatlarımızın yaşadığı Asya. Asya’nın bütün akrabaları (Japonya, Çin, Hindistan ve Orta Asya ülkeleri) birleşmelidir. Bir tarafta Kadim Yunan Felsefesiyle (Aristo mantığı) yoğrulmuş Avrupa Birliği ve Amerika, diğer tarafta Buda öğretisiyle (Saçaklı mantık- Fuzzy mantık) yoğrulmuş Hindistan, Japonya ve Çin. Türkiye bu zeminde, Yeni dünya Düzeni’nin içinde kaybolmak yerine Uzak Doğu ve Asya Türkleriyle bütünleşmelidir.

“Her şey değişecek. Türkçe bilim dili olacak, Türk mitolojisi yeniden yazılacak, Türk insanı Aristo mantığıyla değil, Nasreddin Hoca ve Mevlâna’nın da savunduğu Saçaklı Mantıkla (Doğu’nun Paradoks Mantığı ile) hayatını şekillendirecektir. Fizikten Astronomiye, Kimyadan Matematiğe, Müzikten Devlet İdaresine, Batı insanı, dünyayı Doğu kaynaklarından öğrenmiştir. Bu yüzden Türk insanının huzur ve kurtuluşu, zaten kendi özünde var olan değerlere dönmek, Asya’nın bütün akrabalarıyla birleşmekten geçmektedir. Aksi takdirde Batı dünyasıyla birleşen Türkiye, parçalanıp dağılmaktan kendini kurtaramaz.”

4 Türkiye asırlardır İslam’ın bayraktarlığını yapmış bir ülkedir. Avrupa’nın küçük bir ülkesi olmak yerine İslam dünyasının liderliğini yapmalıdır.

(İlk olarak Namık Kemal, Ali Suavi, Ali ve Fuat Paşa, Filibeli Ahmet Hilmi gibi Genç Osmanlı aydınlarının telaffuz ettiği, Cumhuriyet sonrası Said Nursî tarafından ortaya atılan İttihad-ı İslam görüşü, Millî Görüş lideri Necmettin Erbakan’ın D-8 projesi, Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu Cemiyeti” ve ‘Başyücelik Devleti’, Sezai Karakoç’un “Dicle-Fırat” Medeniyeti, günümüz yazarlarından Şahin Uçar’ın İslam Devletler Birliği: “Pax İslamica”).

Son olarak da “Medineyi Yeniden Kurmak” teziyle bilinen Prof. Dr. Şahin Uçar’ı dinleyelim:

“Fransız İhtilalinden sonra çıkan ulusçu-devlet politikaları, dünyayı bugünkü statükoya getirdi; buradan öte yol yok! Ya medeniyet yok olacak, yahut bütün insanlık. Medeniyetimizle birlikte bizim de intihar etmemiz gerekmez. Peygamber’in Medine’de kurduğu cemaat, yahut Medine, ideal İslâmî tatbikatın numûne-i timsalidir. Bugün biz ve hatta bütün insanlık kendi Medinemizi yeniden kurmak ve mevcut statükonun gerektirdiği gibi değil, bildiğimiz gibi, kendi tercihlerimize göre yaşamak, alternatifi ile karşı karşıyayız.

Toynbee, “Uyuşturucu bağımlılığı ve ırkçılık gibi hastalıklarımızın panzehiri İslâm’dır.” diyordu. Bizce farklı kültürlere tolerans göstermek ve birlikte, bir arada çok kültürlü bir dünyada yaşayabilmek için, İslâm’ın sunacağı “toleranslı alternatif” bu Medine’yi Yeniden Kurmak alternatifidir. Onun için bir Pax İslamica gereklidir. İslâmî anlamda “Medine’yi Yeniden Kurmak” fikrini şurâ fikri ile, (Farabî’nin Medinetü’l-Fazıla’da çizdiği şekliyle) ifade ediyorum. Şûrâ, yani fazilet ve meziyet sahiplerinin yönetimi. Herkes, kendi dinine ve kendi dünya görüşüne göre, kendi kültürünün icapları uygulanan (ve merkezî bir hükümetin değil, kendilerinin yönettiği) bir Faziletli Medine Kurmak vazifesi ile yüz yüzedir.”

Genelde dünya ülkeleri, özelde ise Türkiye’nin bugün geldiği noktayı ve bu minvalde yarınki Türkiye’yi sorgulamak istediğimiz yazıya, öncelikle birkaç ülkenin bu bağlamda yaşadığı maceraya, (Arnold J. Toynbee’nin yorumları eşliğinde) göz atarak devam edelim.

Tanrılar Susamışlardı

I. Dünya Savaşı, dünya haritasının yeniden çizildiği bir savaştı ve her ne kadar yirmi yıl sonrasında ikincisi patlak verse de, günümüz dünyasının haritası büyük oranda I. Dünya Savaşı’nda çizilmiştir. Global köyün muhtarlığına soyunan Amerika’nın karşısına, Stalin ile devrim yaşayan ve Komünizmi benimseyerek, bütün dünyaya Marks’ın fikriyatını Batı karşıtı tek alternatif olarak sunan ve yaklaşık 70 yıl direnebilen Rusya, ikinci büyük süper güç olarak çıkmıştı. Aslında Batılılaşma eğilimleri aslen Büyük (nâm-ı diğer Deli) Petro’ya kadar uzanan Rusya’nın 20.

yüzyıl içinde yaşadığı macera için, 1975’te ölen Toynbee, şu yorumu yapmıştı: “Batılıların komünizm diye adlandırdıkları ve Rusya’nın Batı karşıtı bir gaz gibi her yere yaydığı bu Batıl inanç, elbette ebediyete kadar hükümran olmayacaktır. Marksist olmayanların gözünde Marks’ın vizyonu çok dar ve çarpık olduğundan, bu rejim insanoğlunun kalp ve aklını huzura kavuşturmaktan çok uzak görünüyor.” Zealot (redd-i realite- gerçeği dışlama) bir anlayış sergileyen Rusya ve onun gibi ülkelerin tavrını Toynbbe, “Düşmanından kaçan devekuşunun başını kuma gömmesi”ne benzetiyor. Onun bu yorumunu, bugünkü haliyle İran için de kullanmak mümkün olsa gerektir.

Bir diğer ülke Japonya. Günümüz insanının “Nasıl da bu hale geldiler!” diye imrenerek baktığı yeni ikinci süper güç. Asya’nın çekik gözlü insanları, nicedir Amerika ile (hiç değilse teknolojik açıdan) mücadele edebilen bir vizyona sahip. Vaktiyle Cemil Meriç’le yapılan bir röportajda, takdire şayan bir ülke olarak Japonya hakkındaki fikri sorulunca, üstad köpürüyor: “Ben, cihanın en muhteşem devletini kurmuş Osmanlı’nın evladıyım. Elli yıllık bir geçmişi bile olmayan Japonya’yı nasıl karşıma çıkarırsınız!” Doğrudur, Japonya teknolojik anlamda bugün Amerika ile mücadele edecek seviyededir. Fakat ne pahasına? Şahin Uçar, Japonların bu gücü elde etmek için birçok bedel ödediğini ifade ederek, sabahları işe başlarken fabrika marşı söyleyen bu halk için, “robotlaşmış” tespitini yapıyor. Buradan yola çıkarak basit bir tespit daha yapmayı düşünürsek; Teknolojik anlamda ilerlemek, (bugünkü terimle medenîleşmek) manevî anlamda çöküntüyü gerektiriyor ki, bunun sonucu, insanî vasıflarını kaybederek, makineleşmektir. Şahin Uçar’ın tespitiyle: “Medeniyet, insan hürriyet ve haysiyetini ezmek pahasına elde edilmiştir.” “Herhangi bir medeniyet, herhangi bir hayat tarzı, tüm parçalarıyla birbirine bağlı ve bölünmez bir bütündür.” diyor Toynbee. Bir başka örnek, Hindistan’ı incelerken, bu sözü unutmamak gerekir. Çünkü, bunun ne anlama geldiğini en iyi bilenlerden biri de Hindistan’ın dehası Mahadma Ghandi’dir. “Zor yok” felsefesi ve pasif direniş (bir anlamda H. D. Thoreau’nun ‘Sivil İtaatsizlik’ felsefesini andıran) taktiğiyle, İngilizler’i Hindistan’ı terk etmeye mecbur kılan Ghandi’nin bir düşüncesini ortaya koymak istiyoruz. Hindistan pamuk ipliği çok

bulunan bir ülkeydi ve bu pamuklar Lancshire’de işlenerek Hint halkına elbise olarak geri dönüyordu. Ghandi, eğer Hindistanlılar Batılı makineler tarafından Batı’da üretilen giysileri giymeye devam ederlerse, aynı şekilde bu makineleri Hindistan’a getirerek aynı şeyi burada üreteceklerini gördü. Önce hayvanları, sonra da güçlü dokuma tezgâhlarını İngiltere’den ithal edecekler, sonra bu fabrikanın kendileri için nasıl kurulacağını öğrenecekler, daha sonra da kendi alanlarındaki yeni Hint fabrikalarındaki çalışmalarını bırakarak, zamanlarını Batı’nın işini yaparak, boş vakitlerini ise Batı tarzı filmler, konuşmalar, tazı yarışları ve dinlenme gibi eğlencelerle, Hindistanlı olduklarını unutana ve Batı ruhlarını yüceltene kadar buna devam ederek değerlendireceklerdi.

Bu amaçla Ghandi, her gün zamanının bir bölümünü Hint pamuğunu eski Hint stilinde, elde eğirme ve dokumaya teşvik etmeye ayırarak halkına örnek oldu. Bu sayede Hintliler kendi elbiselerini kendileri dokumaya başladılar. Toynbee, Ghandi’nin tavrını şöyle yorumluyor: “Mahadma, bir ermiş gözüyle, bir pamuk tohumunun büyük bir ağaca dönüşerek dallarıyla bütün bir kıtayı karanlığa gömeceğini gördü ve Hindu vatandaşlarını Hint ruhlarını korumaları ve Batı ağacının köklerine balta ile saldırmaları çağrısında bulundu.” İşte bu, kusursuz bir anlayıştı. Zira Mahadma biliyordu ki, “Medeniyet köklerimizden kopmaktır.” Ghandi’nin başarısız olduğu tek nokta, Toynbee’nin ifadesiyle, “...müritlerinin Hindistan’ın kültürel bağımsızlığını koruma uğruna bu ekonomik zorlukta kendisini takip etmelerini sağlayamaması olmuştu.” “Alışılmadık bir teknolojiyi kabul etmek, alışılmadık bir dini kabul etmekten daha kolaydır.” tespitini yapıyor Toynbee. Uzak Doğulu (Japonya, Çin ve Koreli) yöneticiler, bundan yüzyıl öncesinde, Batı teknolojisini şehir duvarlarından gönülsüzce içeri alma kararı verirken, geleceğe dair göremedikleri bir şey vardı. Toynbee, bunu şu şekilde izah eder: “Teknoloji hayatın görünen yüzünü değiştirir, bundan dolayıdır ki, yabancı bir teknolojiyi adapte etmek bir ruhun diğer bir ruha teslim edilmesini istemeden, bir başkasını yok olma tehlikesine sokmadan tatbik edilebilecek gibi gözükür.” Halbuki işin aslı böyle değildir ki, bir teknoloji ürünü, onu üreten bilgiyi, bu bilgiyi kullanan

insanın hayat tarzını ve zihni donanımını da beraberinde ortaya koyar. Toynbee’yi dinleyelim: “Yabancı teknolojiyi adapte etmede, adaptasyonun sadece sınırlı bir sorumluluğu taşıdığı fikri şüphesiz yanlış hesaplama olabilir.... Dolayısıyla, biri kendi geleneksel teknolojisini terk ederek yabancı bir teknolojiye adapte oluyorsa, hayatın teknolojik boyutundaki bu değişiklik, sadece bu boyutla sınırlı kalmayıp, tüm geleneksel kültürü değiştirene kadar devam edecek ve yabancı kültür, yabancı teknolojinin girdiği kültürel savunma alanında oluşturulan boşluklardan yavaş yavaş girerek tamamıyla içeri girmeyi başaracaktır.” Aristo Mirası İdeolojik Bir Yaklaşım: Ya Cinnet Ya intihar

Teknolojinin, dinin giremediği yerlere girdiğini söyledik. Öyleyse, teknolojiyi yorumlamak için, önce birkaç teşhisten faydalanalım. İletişim biliminin fikir babası olarak görülen Marschal Mc Luhann’ın “Araç amacı belirler” sözüne binaen ortaya koyduğu bir iddia var: “Televizyonun bir aile düzenini bozması için getirip, salona yerleştirilmesi yeterlidir. Açılıp seyredilmesine gerek yoktur, salonda televizyonun sadece bulunması bile, aile düzeninin değişmesi için yeterlidir.” Bir başka örneği Oktay Sinanoğlu’ndan verelim: “Televizyonun babası sayılan adamla Amerika’da iken görüştüm. Televizyonun en çok neyini seviyorsunuz?, diye sorduğumda şu cevabı verdi: Kapatma düğmesini. Peki neden? Çok kötü amaçlarla kullanılıyor da ondan.” Hazretin bu cevabı, bir yönüyle iyimser, bir yönüyle de “Batının ilmi cahildir” sözünü tasdikler görünüyor. Zira, ilk olarak, teknolojik bir alet olarak televizyonu, masum (diğer anlamda ‘nötr’) göstermeye çalışıyor. Bu bir temenni olsa gerek diye düşünüyoruz. İkinci olarak, sözün sahibi, İsmet Özel’in ifadesiyle ‘bilgiyi bilen’den ayıran’ Batı insanının bilgiye yaklaşımından habersiz görünüyor. Bu da bir yanılgı olsa gerek. Bir de Türk aydınının bu mealdeki bir yanılgısına işaret etmek için, Şahin Uçar’ın harikulade bir teşhisini aktaralım: “Teknoloji, bazı saf mütefekkirlerin sandığı gibi, iyiye de kötüye de kullanılabilen “nötr” bir şey değildir. Zihniyet teknolojiyi yönlendirdiği kadar, teknoloji de zihniyeti yönlendirir ve o teknolojiyi kullanmak için gereken, bilgi, kabiliyet ve zihniyet değişikliğini iltizam eder.”

Dikkate şayan bir nokta var ki; bugün Batı teknolojisinin girdiği her ülkede Demokrasi (hiç değilse devletin meşru zemini olarak) vardır. Fakat var olan Demokrasi anlayışı, Kadim Yunan Felsefesinin mimarlarından Eflatun’un savunduğu (seçkin bir zümrenin seçme ve seçilme hakkını savunan) demokrasi değil, bilgiyi iktidara hizmet etmek zorunda bırakan Kapitalist Batı dünyasının asimile ettiği (halkın iktidarı seçtiği, ancak hiçbir zaman muktedir olamadığı) demokrasidir. Dolayısıyla günümüz dünyasında demokrasi, halkın görmek istediklerine değil, görmesi gerekenlere iktidarı bahşeden bir işleve sahiptir. Batı medeniyeti karşısındaki serencamına değindiğimiz ülkelerle ilgili yorumlarımızı toparlayıp Türkiye bahsine geçelim.

Batı medeniyeti karşısında, Zealot (gerçeği dışlayıp geçmişe sığınma) ve Herodian (taklit etme yöntemiyle mücadeleyi sürdürme), bu iki zihniyet, 20. Yüzyılda, hiçbir ülkede muvaffak olamamıştır. Modern dünyada Zealot anlayışı sergileyen ülkeler Rusya, Çin, Orta Afrika Senusîleri ve Orta Arabistan Vahhabîleri olmuştur. Yakın tarihte devrim yaşayan İran’ı da Zealot olarak görebiliriz. Bunlardan Rusya, 1991’de Doğu bloğunun dağılmasıyla parçalanmış, Çin eski radikal ve komünist tavrını yumuşatarak Batı ile uzlaşma çabalarına girişmiş, yakın zamanda, Coca Cola, hamburger, fast-food tipi Batı ürünlerine ve doların piyasada dolaşımına serbestiyet tanıyarak Batı ile uzlaşma yolunu tercih etmiştir. Bugün, köy ve kasabalarına kadar renkli televizyonla tanışan Çin’e, Batı dünyası kültürünü entegre etmeye başlamıştır. Hindistan ise Gandi’nin muhteşem direnişinden vazgeçerek, Demokrasiyi uygulamak zorunda kalmıştır. Nihayet İran’daki devrim de, henüz çeyrek asırlık ömrüne rağmen, iktidarın meşruiyeti, ülke içinde tartışılmaya başlanmıştır. Ve İran, Mollaların iktidarını, ancak demokratik seçim vizyonuyla halkına izah edebilmiştir. Yıllardır Amerika’nın uluslararası arenadaki muhtarlığına direnmeye çalışan Irak ise, bunun bedelini yeni bir savaşla savaşla ödemiş ve fakir halkın çektiği sefaletle beraber ödemektedir. İran’ın Zealot (redd-i realite) tavrı şu an sürmekte ise de problem olma özelliğini kaybetmemiştir.

Buna mukabil, Herodian bir tavır sergileyen Japonya, toplumun her sahasını teknolojiye adapte etmek yoluyla, hayatı kolaylaştırmak

adına, handiyse, Japonları materyalist bir iklime boğmuştur. Anadolu’da kullanılan bir tabirle, bugünkü Japonya için ‘Bülbülüm altın kafeste’ denilebilir. Diğer taraftan mesela Mısır, Batı taklitçiliğini esas alan (Herodian) bir anlayışla, Batı fikriyatıyla yoğrulmuş bir İslâm zihniyetini sürdürmektedir. Dikkat çeken bir nokta, Müslüman ülkelerde, Batılılaşma ile birlikte, halk ile devletin arası açılmış, devlet Batı’ya yüzünü dönerken halk, İslâm’dan yana radikal toplumsal hareketler geliştirmiştir. Türkiye’yi de buna dahil edebiliriz. Fransız Şarkiyatçı Louis Massignon’un 1962 yılında yaptığı, “Onların nesi var nesi yok, hepsini aldık. Bundan sonra ya cinnet geçirecekler, ya da intihar edecekler.” yorumu tam anlamıyla olmasa da İslam dünyası için geçerlidir ve buna Türkiye de dahildir.

Devekuşu mu, Kafesteki Bülbül mü? Bütün dünya ülkelerinde farklı şekillerde varlığını değişik

formatlarda idame ettiren bu iki zihniyetin sakıncalarına değinerek devam edelim: Herodian, o kimsedir ki, bilinmeyenin tehlikesine karşı en iyi savunmanın, onun sırrını çözmek olduğunu zanneder ve karşısında kendisinden daha iyi teçhizatlı bir düşman görünce o düşmanın taktikleriyle savaşmayı seçer. İslam dünyasında sık kullanılan “Düşmanınızın silahıyla silahlanın” görüşü ile, “Başkasını bilen akıllı, kendini bilen aydınlanmıştır” diyen Uzak Doğulu Lao Tse’nin prensibini bu çerçevede örnek gösterebiliriz. Zealot, geçmişin örtüsünde canlanmaya çalışır, Herodian şimdiki zamanı cesaretle araştırır ve geleceği karşılar. Zealot içgüdüsüyle hareket eder, Herodian aklını kullanır. Herodianlık Zealotlığa göre, etkili ve onunla karşılaştırılamaz bir çözüm ise de, gerçek bir kurtuluş yolu değildir. Evvela bu tehlikeli bir oyundur: Irmağı geçerken at değiştirmeye benzer: Binici atı değiştiremezse ölüme gideceği bellidir. Atını değiştirdiği takdirde ise, kendi benliğini kaybedecektir. Toynbee, Herodian’ın acziyetini şöyle ifade eder: “Herodian (Batıcı, modernist) kendisi taklitçi olduğu için hiçbir zaman yaratıcı olamaz. Böyle bir şahsiyetsizlik ifadesinin, insanlara ilham ve heyecan verici bir yönü de yoktur elbette. Ve Herodian ancak ayakta kalmak, yaşamak için bu yolu seçmiştir; gayesi dünyevîdir; hiçbir uhrevî vaadi olamaz; ne var ki bu usulle insanları

dünya nimetlerine kavuşturmak da mümkün değildir. Olsa olsa, Batı ile işbirliği yapan, Batılılaşma taraftarı, küçük bir yönetici azınlık dünya nimetlerine kavuşur. Halkının çoğu ise, Batı’ya proleterya (işçi) olmaktan öteye gidemez.” Prof. Dr. Şahin Uçar, Toynbee’nin bu görüşlerini haklı buluyor ve ekliyor: “Nitekim Türk insanı Almanya ve Hollanda’ya ‘çöpçü’ olmuştur.” Diğer taraftan Zealot anlayışının naçar yönünü anlatmak için Toynbee’nin benzetmesini kullanmak yeterlidir: “Düşmanından kaçmak için başını kuma gömen devekuşu.” Zealot tavrı anlamak açısından, bir Japon şairi ne güzel söylemiş: “Ben Buda gibi oturuyorum, fakat sivrisinekler ısırmaya devam ediyorlar.” Alev Alatlı’ya geçiyoruz: “Dünyayı bilmeyen dünyanın maskarası olur. ” Zealot tavrı benimseyen insan, dünyanın maskarası olmaya mahkumdur. Hasılı, dünya, Batı ile hesabında, 20. yüzyılda bir ikilem yaşamış ve halen yaşamaktadır ve de buna hem ferdî hem de ictimaî anlamda mecburdur. Ya Batı ile askerî ve ekonomik anlamda savaşacaksınız, ya da Batıyı taklit edeceksiniz. Bu mealde Batı, ekonomisi ve askeriyle yenemediği ülkelere teknolojisini sokmuş ve kısa zamanda başaramadığını uzun vadede başarmıştır. Yazının başındaki Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın donanma macerası bunun en bariz örneklerinden biridir. Türk Milletinin Kaybolan Namusu: Kamus

Ve Türkiye. Doğu ile Batı arasındaki köprü. Cemil Meriç’in deyimiyle, “Tarihin en muhteşem devletini kurmuş”, Evlâd-ı Ârifân’ın yaşadığı maceraya gelince; Batı ile muhasebesinde, III. Selim’den itibaren (Nizam-ı Cedîd gibi uygulamalarla) taklit yolunu izlemeye başlayan Osmanlı devleti, II. Mahmud ve Tanzimat Fermanı ile zaten rotasını çizmiş ve Herodian (Modernist-Batıcı) anlayışı benimsemiştir. II. Abdülhamit’in ihtiyatı müstesna, 19. yüzyıl padişahlarının tamamı, bu rotayı takip etmiş, ekonomiden sağlığa, eğitimden orduya, her sahada, Batılı teknolojiyi –bütün yönleriyle- kullanma gereği hissetmişlerdir. Nitekim, Türkiye Cumhuriyetini kuran askerî subaylar, II. Mahmud’un kurduğu Batı eğitimli askerî okullarda yetişmiş kişilerdir. Toynbee’ye göre, II. Abdülhamit, tüm tedbirlerine rağmen,

askerî okullarda yetişen subayların gittikleri yabancı ülkelerin dillerini öğrenmelerine ve Batılı askerî ders kitaplarını okumalarına izin verince, zihinlerdeki Batılılaşmaya mani olamadı. Ve subayların oluşturduğu kadronun, 1908’de padişahı tahttan indirip, iktidarı kontrolü altına alır almaz, büyük bir yanılgıya düşüp (yenileceği âşikâr olan) Almanlarla beraber I. Dünya Savaşı’na girmesi, Osmanlı için “Sonun başlangıcı” anlamına geliyordu. Savaş sonrası Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu Toynbee, şöyle değerlendiriyor: “1920’lerde Türkiye hayatını ya dışa döndürecek ya da ölecekti. Ve Türk halkı ne pahasına olursa olsun, ayakta kalmayı seçti.” O devir Türk insanının önünde (Bir tarafta Osmanlıcılık-İslamcılık- Türkçülük, diğer tarafta Batılıaşma yani Muasırlaşmak bulunan zeminde) iki alternatif bulunduğundan söz ediyor Toynbee. “Bir, Türkler, daha önce yaptıkları gibi, küçük dozajları alıp bedelini ödemeye devam edecekler. Ya da ikinci alternatif olarak Batı’nın kendilerini yok etmemesi için tüm içtenlikle kuvvet ve ruhlarını kullanarak kendilerini koruyacaklar. Türkler daha önce bu iki alternatiften birincisini seçmek sûreti ile yok olma sınırına geldikten sonra, fazla gecikmeden, Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde yürütülen sınırsız Batılılaşmanın içine dalarak kendilerini kurtarmış oldular.” Bu kararı ile Türkiye, Herodian (Batıcı-Modernist) tavrı, kendisine kurtuluş yolu olarak seçmiş ve kurulan devlet bu esaslar üzerine bina edilmiştir. Bu amaçla önce saltanat, sonra hilafet kaldırılmış, İslam dini ile devlet işleri Laiklik ile birbirinden ayrılmış, bu minvalde, kısa zamanda birçok inkılap gerçekleştirilmiştir. Bu döneme mercek tutalım ve Türk insanının verdiği ayakta kalma kararını değerlendirelim. Öncelikle, taklid olarak nitelenen Batılılaşma yolunu incelemek istersek!.. Toynbee’nin bir tercihmiş gibi sunduğu Herodian (Batıcı-Modernist) tavır, Tunus’lu tarihçi İbn Haldun’a göre, medeniyetlerin hayatında zaten bir kuraldır: “Mağluplar, galiplerin âdet ve müesseselerini taklid eder.” ‘Mukaddime’ yazarına göre bu taklidin sebepleri şunlardır: “1- Şuursuz bir hayranlıktır. 2- Yenilen kavmin, mağlubiyetinin daha aşağı bir moralden veya manevî değerlerden ileri geldiğine inanmak istememesi ve düşmanının zaferini üstün tekniğine,

silahlarına ve müesseselerine atfetmesidir. (Psikolojik bir tatmin) 3- Mağlupların galiplerin başarı sırrını, onların bazı âdet ve müesseselerinde araması ve bu âdet ve müesseseleri kullandıkları ölçüde kendilerinin de başarıya ulaşacaklarına inanmalarıdır.”

Şimdi! Batı’nın “hasta adam” dediği Türk insanı ‘Ya istiklal ya ölüm” sloganıyla, ne pahasına olursa olsun yaşamayı ve mücadele etmeyi seçmiştir. Peki bu pahanın ölçüsü nedir? Cemil Meriç, 1923 devrimini değerlendirirken şöyle bir yorumda bulunuyor: “Bu milletin bütün kütüphanelerini yaktılar. Bir gecede bin yıllık dilini yok ettiler. Tarihin en kanlı ihtilallerinde bile rastlanmayan bir şeydir bu.” Peki bu ne derece önemlidir? Üstad feryad eder: “Kâmus bir milletin namusudur. Kâmusa uzanan el, namusa uzanmıştır.” Üstadın diliyle söyleyecek olursak, Türk insanı ayakta kalmak pahasına dilini (namusunu) dahi feda etmiştir. Üstadın şu cümlesi, o devir insanımızın yaşadığı trajediyi gözler önüne serer: “Bir sabah uyandılar ve kelimeleri kaybolmuştu.”

Peki ne olmuştu da, Türk insanı, yaşamak pahasına, İslâm dininin kuşattığı alanı daraltmış, bin yıllık kültüründen ve bu kültürün konuştuğu dilden vazgeçmişti? Toynbee’den dinleyelim: “I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkler, Batılılaşma veya tamamen yok olma arasında kaçınılmaz bir seçim mecburiyeti ile karşı karşıya kalmamış olsalardı, Atatürk'ün yaratıcı içgüdüsü ve yöneticilik gücünün Türkleri eski muhafazakâr sistemden çıkarmaya muvaffak olabileceğinden şüpheye düşebilirdik.” Hülâsa, Toynbee’ye göre, 1923 devrimi ve Batılılaşma hareketi, Türk halkı için, bir tercih değil, bir mecburiyetti.

O gün bugün, Türk insanı yaşamak için her şeyi göze alabilen “Bilinci yaralı” nesiller yetiştirmektedir. Batılılaşma hareketi her alanda hızla yayılmış, nihaî noktada Avrupa Birliği’ne ilhak olma kertesine gelmiştir. Batı teknolojisinin (özellikle medya vasıtasıyla) hayatın görünen yüzünde yaptığı değişiklikler, zamanla açılan gediklerden içeri sızmış, insanımız aklını ve de ruhunu düşmana teslim etme noktasına gelmiştir. Tabi ki bu değişim, Batılılaşma taraftarı olan, iktidar, burjuva ve aydın kesiminin açtığı gediklerle mümkün olmuştur. Devlete sadık kalmak kaydıyla Anadolu insanı, yaklaşık bir asırdır Batı zihniyet ve teknolojisine, hiç değilse kaşını çatarak bakmış, ruhunu ve de aklını

teslim etmemek için, zayıf da olsa kendine göre direniş göstermiştir. İşte bu yazının asıl konusu da budur.

Evvelâ, Muasırlaşmak (şimdiki adıyla Medenileşmek) problemini ele alalım. Bir kere Medeniyet ne demek? Akif’in “Tek dişi kalmış canavar” dediği bu kavramı Türk insanı gerçekten tanıyor mu? Yahut bu kavramın ithal edildiği Batı dünyasının, üzerinde ittifak ettiği bir tanımı var mı? Sanmıyoruz. 20 asrın filozoflarından Albert Schweitzer’in bir yorumu şöyle: “Ahlâksız medeniyet olmaz; bugünkü Batı dünyası ise ahlâksızdır: Şu halde, bugün bir “Batı Medeniyeti” yoktur.” Gerçekten böyle midir peki? Bugün bir Batı Medeniyeti’nden söz edemez miyiz? Şahin Uçar’ı dinleyelim: “Acaba kasdedilen mânâda bir Batı Medeniyeti ile bir İslâm Medeniyeti var mı bugün? Bize göre bugünkü Batı Medeniyeti, sömürgecilik faaliyetleri ile başlayan bir gelişmenin sonunda hümanizm ve aydınlanma felsefesi ile sonuçlanan ve Sanayi devriminin karakterize ettiği, maddî dünyaya yönelik ve teknoloji oryantasyonlu yepyeni bir medeniyettir.” Peki, ahlâksız da olsa bugün var sayılan Batılı anlamda Medeniyet’in insanlığa hizmeti veya hediyesi nedir? diye sorduğumuzda ise, önümüze pek de aydınlık olmayan bir tablo çıkıyor. Şahin Uçar’a dönüyoruz: “Medeniyetin paradoksal gerçeği; kolaylaştırarak köleleştirmektir. Eskiden akd kölesi, rakabe kölesi, azatlık köle filan vardı: Medeniyetin sunduğu konfor ile ruhu köleleşen insan ise, gönüllü köledir; azat kabul etmez.” Burada Spengler’ın, “Büyük şehir insanı dinsizdir” yorumunu göz önünde tutmak gerektiğini düşünüyoruz. Peki Spengler’ın bu yorumuna ne demeli? Şahin Uçar’la devam edelim: “Medenî insan evcil hayvan gibidir; vahşi değil, uysal; medeniyetin yardımına bağlı hale geldiği için tek başına yaşamaz, aciz; hür değil köle.”

Medeniyetin üstünlük olup olmadığını tartışıyoruz. Hemen her tarih filozofunun gözdesi, İbn Haldun’un Asabiyet teorisine göre, “Bedevîler Hadarîlerden (Medenîlerden) üstündür.” Çünkü “Bedevîler arasında tesanüt (kan bağı ve akrabalık) daha sıkıdır.” Şahin Uçar’a göre, “Bugünkü milletler medenî oldukları için ahlâken zayıftırlar.” Başka bir ifadeyle, Batılı anlamda medenîleşmek, ahlâksızlığı gerektiriyor. Ne kadar medenî olursanız o kadar ahlak dışı bir hayat yaşıyorsunuz. Belki de çöküş devresi yaşayan Batı medeniyetinin

sonunu, en az medenîleşen milletler hazırlayacaktır. Zaten Batı’nın, dünyanın her tarafına teknolojisini götürmekteki ısrarının, bu korkudan ileri gelmediğini kim iddia edebilir? Bu anlamda İslâm dünyasında hâlâ var olan “Kur’ân’a dönüş” fikri ve “Mü’min-kâfir” ayrımı, bazı (risklerle beraber) güçleri de içinde barındırıyor olabilir. Gerektiğinde “bir lokma bir hırka” diyebilen Müslüman toplumlarla, Batı dünyasının mücadele etmekte zorlanacağı da söylenebilir. Ne kadar içine girerseniz o kadar esir olacağınız Batı medeniyetiyle mücadelede, Bedevî anlayışın belki de en güçlü silah olacağı da iddia edilebilir. Muhayyel gelebilir ama, “Müslümanlar çöl hayatına dönmelidir” iddiasını taşıyanlar belki de en sağlam dirayete sahiptirler. Değil mi ki Ghandi, bu yöntemle İngilizleri Hindistan’dan sürmüştür, neden Müslüman ülkeler de, kendilerinde var olan derviş hüneriyle, Batı’ya karşı mücadele etmesin?

Şahin Uçar’ın bir sorusuyla devam edelim:“Ne Batılılaşma ve redd-i miras yoluyla modernizasyon, ne de kendi kabuğuna çekilme bir hal çaresi olmadığına göre, Müslüman münevverleri nasıl bir tavır benimsemelidir?” Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, Mehmet Akif ve arkadaşlarının savunduğu, “Teknolojisini al, medeniyeti kalsın” fikri, tarih göstermiştir ki, muhatap olduğumuz Kapitalist Batı Medeniyeti karşısında dayanabilecek güce sahip değildir. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”a hangi niyetle olursa olsun yaklaşan herkes, bu canavarın kumpasına girmekten kendini kurtaramamıştır. Meselemizi somutlaştıralım: Önce gazete ve dergiler, sonra radyo, ardından sinema, televizyon ve uydu yayınları, derken bilgisayar ve internet olmadan yaşanılması imkânsız bir hayat yaşıyoruz Türkiye’de. Fakat bu iki aracı kullanarak hayatımızı idame ettirdiğimizde ise, manevî değerlerimizi feda etmek zorunda kalıyoruz.

Peki ne yapmalıyız? Ülke olarak Türkiye’nin küçük dozajlar alıp, bedelini ödemeye

(Gerileme dönemi Osmanlı’daki Zealot tavra) razı olma dönemi çoktan geçtiğine, Batıyı taklid ederek kendi millî varlığımızı (Herodian tavırla) ayakta tutamayacağımız ispatlandığına göre, dünya insanının sürüklendiği macerayı da göz önünde tutarsak, yazımızın başında aktardığımız hangi proje, hayatımızı, kendimizi mutlu edecek şekilde

idame ettirebilir? Şimdi yazının başında aktardığımız görüşlere değinelim:

Bir Devlet Politikası: Ne İsa’ya Ne Musa’ya

1- Evvela, belirtelim ki, Batı dünyası, özellikle Amerika, Türkiye gibi stratejik bir ülkenin Batı dünyası haricinde başka bir oluşum içine girmesine müsaade etmemiş, etmeyecektir de. Zaten Türkiye Cumhuriyeti devletinin, resmî anlamda Batı haricindeki bir oluşuma (devlet politikası olarak) sıcak bakmadığı aşikârdır. Haliyle, devletin, Batı ile uzlaşmacı, Doğu ile yakın temaslı bir politika izlemesi doğaldır ki, bu Cumhuriyetin kuruluş esaslarının bir gereğidir. Türkiye, kurulu olan ve el’an işleyen sistemi göz önüne alındığında, Doğu’dan bakınca batılı, Batı’dan bakınca Doğulu izlenim uyandıran bir ülkedir. Bir tespit, Şerif Mardin’e göre Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti’nin bir devamıdır. Bir başka isim, Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Modernleşme maceramızı işlediği “Türk Modernleşmesi” adlı eserinde, günümüz Türkiye’si için şu tespitlerde bulunuyor: “Sahip olduğumuz demokrasi, şu işleyen ağır aksak haliyle bile bizim eserimiz değil... Devletimiz yüzde yüz yerli ve arkaiktir. Kısaca çağdışıdır. Muasır medeniyet seviyesinin uzağındadır... Osmanlı devletinin ilan ettiği ve bir anayasal prensip olarak uyguladığı “eşitlik” prensibi kriteriyle bakarsak, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devletine göre laikliğe daha uzaktır.” Yine sayın Türköne’nin diliyle söyleyecek olursak; “Hem rasyonel esaslara göre işleyen bir toplum düzeni kurulacak, hem de din, devletin hiyerarşik örgütlenmesi içinde bir kurumun yerine getirdiği kamu hizmeti olarak yürütülecektir. Böyle bir din-devlet-siyaset ilişkisi düzeni dünyada sadece Türkiye’de mevcuttur.”

Cumhuriyetin ilkeleri temel esas alındığında, yüzünü sadece Batı’ya veya Doğu’ya dönen bir Türkiye’nin, böyle bir girişimde bulunması için, devletin temel esaslarının yeniden yapılandırılması yahut devrim yaşayan ülkelerdekine benzer bir süreçten geçmesi gereklidir ve iktidar bunun farkındadır. Bu yüzden devlet, bu iki yönlü (halkın deyimiyle Ne İsaya ne Musaya yaranan) politikasını izlemekte haklıdır. Devletin yüz yıla yakın bir süredir, bütün kurumlarıyla

(Cumhuriyet ilkelerini korumak şartıyla) Batılılaşma hareketini yaymaya çalıştığı Anadolu’da, özellikle Müslümanlar içinde radikal tepki besleyenler, bugün yumuşamak zorunda kalmış, (halk içinde kullanılan ifadeyle, “eskinin mücahitleri şimdinin mütahitleri” olmuş) liberal tepki gösterenler ise, iyice Batılı (yine halkın ifadesiyle “üstü cami altı meyhane” yahut “dışı Müslüman içi kâfir”) hale gelmiştir. Bu süreçte devlet, yobaz ve cahil halkın modernleşmesini diretmiş, halk ise, iyice kâfirleşen devletin bundan vazgeçip İslâm’a dönmesini talep etmiştir. Toktamış Ateş’e göre, Müslümanlar, “Kur’ân’a Dönüş” fikrini taşıdıkça bu ikilemi ve çatışmayı yaşamaya mahkumdur. “İslâm’ın çağdaş yorumu yapılmalı” diyen Ateş’e göre bu ikilem, “Ancak İslâmiyetin (1400 sene önceki yorumuyla değil) çağdaş değerler ışığında yeniden yorumlanmasıyla ortadan kalkabilir.”

Bir de orta yolu seçenler vardır ki, hem teknolojiyi kullanıp, hem geleneğe yaslanmayı tercih eden bu kesim de, bazı mukaddes değerleri feda etmeden teknolojiyle hemhal olunmayacağını (Akif neslinden bu yana) bizzat müşahede etmiştir. Zira, Gazalî’nin, “Bir ilme sonuna kadar vakıf olmayan kimse, o ilimdeki bozukluğa vakıf olamaz.” sözünü temel alırsak, öncelikle Türkiye’deki Müslümanların Batı karşısındaki haklı düşmanlığı marifet değil, cehalet ürünüdür. Diğer taraftan Batılılaşmak isteyen Türk aydınının dostluğu da marifetten uzak, İbn Haldun’un tespitiyle ‘şuursuz bir hayranlık’tır. Bu mealde, Yalçın Küçük’ün, Türk aydını için “Bir odaya kapanmış ağlayan aydınlar” tespiti manidar görünmektedir. Bu anlamda Türkiye dahil, İslam ülkelerinde yaşanan bir ikilem mevcuttur. Askerî yolla baş edemediği ülkeden Batılı ülkeler ellerini çekmişlerdir çekmesine, ama bir şartla. O şart da, yönetim mekanizmasına kendi zihniyetini savunan kadrolar yerleştirmek olmuştur. Örnekleyelim: İngilizler, Hindistan, Pakistan, Mısır, Nijerya gibi, sömürüsü altında bulunan ülkelerden 20. yüzyıldan itibaren çekilmeye başlamış, fakat bu ülkelerde kendi mallarını ve teknolojisini kullanacak bir pazar inşa etmeyi ihmal etmemiştir. Commonwealth (İngiliz Eski Müstemlekeler Birliği) bunun en tipik örneğidir ve saydığımız ülkeler haricinde Avustralya, Kanada gibi ülkeler de bu birliğe üyedir. Bu sayede bu ülkelerde İngiliz markalarının ağırlıkta

olduğu bir pazar halen mevcuttur. Aynı taktiği Fransa da izlemiştir. Tunus, Fas, Cezayir, Senegal gibi

Afrika ülkeleri Eski Fransız Müstemlekeler Birliği’ne üyedir ve bu ülkelerde piyasayı Fransız malları ve markaları yönlendirmektedir. Bu durum karşısında Orta Asya ve Uzak Doğu ülkelerinde farklı oluşumlar meydana gelmiş, özellikle Amerika ve Avrupa Birliği’ne karşı, ayakta durma mücadelesi verilmiştir. Ki, Şangay Beşlisi adı verilen oluşum (Çin, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Pakistan) bu tepkinin bir ürünüdür. Diğer taraftan Batı dünyasının karşı konulmaz gücünü, kırılabilir hale getirmeyi amaçlayan bir başka oluşum da ASEAN COUNTRİES’tir. Malezya, Japonya, Endonezya, Brunei, Singapur, Tayland, Kamboçya gibi Uzak Doğu ülkelerinden müteşekkil bu birlik de, ABD’nin yanında istikbalin süper gücü gözüyle bakılan Çin’e karşı, özellikle teknolojik ve ekonomik anlamda mücadele etmektedir. Sonuç olarak, Batı medeniyet ve teknolojisi, istisnasız bütün dünya ülkelerini kuşatmış, her ülke, ya Batıyla savaşmak için kendi komşularıyla işbirliğine gitmek zorunda kalmış, ya da Batı ile uzlaşma yolunu tercih etmiştir. Kastettiğimiz mânâda, Türkiye de bu macerayı yaşamış, Cumhuriyet’in kurulmasıyla beraber, Türkiye’de piyasayı elinde tutan ve iktidara yön kazandıran bir Batı hakimiyeti kendini daima göstermiştir. Yine burada, İsmet Özel’in Cumhuriyet’in kuruluşuyla ilgili “Türkiye Cumhuriyeti belirli anlaşmalar ve şartlar altında kurulmuş bir devlettir” ve Toynbee’nin “Türk milleti, Batılılaşmak veya yok olmak arasında kalmamış olsaydı...” yorumuna dikkat çekmek gerekir.

Dolayısıyla, Türkiye’nin yanında bütün İslam ülkelerinde, Batı medeniyeti, fiili anlamda bulunmuyor ise de, zihniyet itibariyle yönetim kademelerinde mevcut hale gelmiştir. Bu ise, Toynbee’nin ifade ettiği gibi, gereken toplumsal değişikliği (Batılılaşmayı) zamana yaymıştır ve bu değişim hızla ilerlemektedir. Buna karşın, muhalefetini kendi eliyle besleyen kapitalist iktidarın bir gereği olarak, Türkiye’de Müslümanların sistem karşıtı farklı görüşleri daima varlığını korumuş, hatta 60’lı yıllardan itibaren Komünizm transferi ve Ülkücü Hareketle beraber, muhalefet kendi içinde parçalara bölünmüş, böylece Batılılaşma hareketinin önündeki sert duvar inceltilmiş, teknolojiyle beraber Batılı hayat tarzının yayılmasına kolaylık sağlanmıştır. Burada

duralım. Geri kalmış ülkelerde halkın yaşama gücünü ayakta tutmak için, Milliyetçiliğin ön plana çıkarılması o tarihlerde, hemen her devletin başvurduğu bir yöntemdi ve (Çağdaş akımlar toplum sathında yerleşinceye kadar) gereken esnekliği de sağlıyordu. Komünizme gelince, bir zamanlar Komünizm’i savunmuş İsmet Özel’in yıllar sonra, yaptığı yorum şöyledir: “Türkiye’de Sosyalizm yoktur. Olduğu haliyle bile, Kemalizm’in kayın biraderidir.” Bunu İdris küçükömer’in görüşüyle desteklemek de mümkündür: “Türkiye’de sol statükocu, sağ ise muhaliftir. Bu anlamda sağ ve sol yanlış yerde durmaktadır.” Bütün bunları aktarmamızın gayesi şudur: Devlet, kendi iktidarını meşru zemine oturtmak için, muhalefeti kendi eliyle beslemiş, bunu yaparken de, bütün muhalif hareketleri Kemalizm’in çatısı altında tutmayı ihmal etmemiştir. Cemil Meriç’in, çok partili hayata geçişle ilgili yorumu bunu daha iyi izah eder: “Türkiye’de partiler yoktur. CHP vardır ve onun kolları.”

Yine de, Türkiye’de, özellikle Müslümanlar, çok partili seçim taviziyle yetinmeyerek, daima İslâmî bir devlet modeline özlem duymuş, bu amaçla her çıkar yolu denemekten vazgeçmemiştir. Bilhassa bir zamanlar dünyayı kasıp kavuran 68 kuşağının direniş hareketi, ardından İran’daki devrim, dışardan birçok İslâmî hareketin transferine kapı açmış, fakat bu süreç, Müslümanların kendi içinde dağılmalarından başka işe yaramamıştır. Önce Anadolu kültürünün temel yapı taşı olan tasavvufî hareketin beli kırılmış, Mısır ve Pakistan’dan transfer edilen (Mevdudî, Seyid Kutup, Yusuf Kardavî, İhvan-ı Müslimin- Cemaat-i İslamiye gibi) radikal görüşler revaç bulmuş, İran modeli ağırlık kazanmış, bunun yanında kelam ve felsefe ağırlıklı Modernist görüşler güçlenmiş, nihayetinde Müslümanlar, Batı zihniyetiyle uğraşmayı bırakıp, kendi içlerinde İslâm’ı tartışmaya başlamıştır. Gelinen noktada, hiçbir gerçekçi çözüm üretilememiş, teknoloji, zihniyetiyle beraber en ücra köylere kadar zaferini ilan etmiştir. Başka bir ifadeyle, Toynbee’nin dediği gibi, Herodian (Batıcı-Modernist) tavra sahip ülkeler, Mısır ve Türkiye’de, hiçbir orijinal fikir üretilememiş, Zealot bir tavır sergileyen Arap yarımadası ve İran, Irak gibi ülkeler, Batı teknolojisine (ve bu bağlamda medeniyetine) yenik düşmüştür. Ne ki, (devletin ilerlemesi için halkın gerilemesi gereken)

bu sürecin, daha fazla dayanamayacağı, artık devletler üstü bir oluşum (Toynbee ve İkeda’nın diliyle ‘dünya hükümeti’) isteyen Neo Liberal akımların, Türkiye’yi bir tercih yapmaya zorlayacağı muhakkaktır.

Ölümlü İnsanları Kandıramayacak Hiçbir Şey Yoktur

2- Açıkça ifade edelim ki, Türkiye’de ve dünyada liberal düşünmek, “Batılı değerleri evrensel kabul etmek” anlamına gelir. Bu vesileyle, hakim güç olan Batı dünyasının ürettiği (Laiklik, Demokrasi, Modernizm, Çağdaş Uygarlık Düzeyi, Evrensel İnsan Hakları, Birey özgürlüğü, hukukun Üstünlüğü, Globalleşme ve Küreselleşme gibi) değerler, evrensel olma-olabilme gayreti taşırlar ki, bu da süper güç olmanın bir gereğidir. Bu mealde, dünyanın neresinde olursa olsun, bir insan, Batılı kavramları ‘Evrensel Değerler’ düzeyinde algılıyorsa, bu kimsenin liberal olduğuna kanaat getirebilir, bu kimse için, Toynbee’nin tanımıyla Herodian (Batıcı-Modernist) tabirini kullanabiliriz. Peki bunun olumlu veya tehlikeli yanları nelerdir?

Açıkça ifade edelim ki, Batılılaşmak, istiyorsak, din, dil ve kültür dahil, bütün millî

değerlerimizi (Batılı evrensel değerler ışığında) yeniden yorumlamak zorundayız ve yaklaşık 150 yıldır da yaptığımız da budur zaten. Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın iddiası da (İslâmi rejimlerin liberal demokrasiye dönüşmesi) budur. Meseleyi Müslümanlar için ele alırsak; Kur’ân Müslümanları uyarmaktadır: “Siz onların dinini kabul etmedikçe onlar sizi aralarına almazlar.” İşte bu düşünce, (Fukuyama’nın tabiriyle İslâmî Faşizm- Püriten Vahhabîlik) Batı dünyasını en çok korkutan görüştür (Fukuyama’ya göre; Batı uygarlığı İslâm dünyasından gelecek bir bedevî istilasının tehdidi altındadır) ve (yine Fukuyama’nın tespitiyle) bu tavır en çok Suudi Arabistan’da görülmektedir. Bu fikir, Batı zihniyet ve teknolojisini düşman olarak görmekte, Müslümanları bunun karşısında birleşmeye çağırmaktadır. Aksini düşünenler, korkacak bir şey olmadığını, Laiklik ve Demokrasi gibi kavramların İslâm’a zarar vermek amacı gütmediğini, dinî hoşgörünün gerekliliğini ve Batı Dünyası ile birlikte hareket etmenin inanç ve kültürümüzün yok olması anlamına gelmediğini savunmaktadır ki, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan (aynı zamanda Mehmet Altan, Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak) gibi Liberal

Demokrat isimler bu görüştedir. Fakat Toynbee Herodian dediği ve acziyet izafe ettiği bu tavır için, aynı görüşte değildir: “Herodian (Batıcı, modernist) kendisi taklitçi olduğu için hiçbir zaman yaratıcı olamaz. Böyle bir şahsiyetsizlik ifadesinin, insanlara ilham ve heyecan verici bir yönü de yoktur elbette. Ve Herodian ancak ayakta kalmak, yaşamak için bu yolu seçmiştir; gayesi dünyevîdir; hiçbir uhrevî vaadi olamaz.” Toynbee penceresinden bakarsak, bu (Herodian) görüşle, Türk insanı ne Batılı olup dünyevî nimetlere kavuşabilir, ne de kendi değerleriyle ayakta durma şansına sahiptir. Devletin desteğiyle burjuva ve aydın sınıfının, yüz yıldır bütün imkânlarıyla gayretine, bu amaçla Komünizm ve Milliyetçilik transferine rağmen, İslam inancını ve bu bağlamda İslâmî bir yönetim özlemini, Müslüman halkın ruhundan söküp atamadığını düşünürsek, kendi dünyevî menfaatleri için, halkının felaketine kapı aralayan bu düşünce sahiplerinin, (Toynbee’ye göre) bu ülkeye kazandıracağı hiçbir artı değer yoktur.

İsmet Özel’in anlattığı bir hikâye vardır. Almanya’ya işçi olarak giden bir adam, köyüne arabayla döndüğünde, o güne kadar hiç araba görmemiş köylü, arabanın önüne saman koyar. İsmet Özel, hikâyeyi anlattıktan sonra der ki; “Bu kitabın yazarı, köye arabayla dönen gurbetçiden değil, arabanın önüne saman koyan köylüden yanadır. Zira köylü, saman koymakla araba sahibine, “Ait olduğun yeri unutma.” ihtarını yapmıştır.” Bu bir tavırdır, fakat arkasında köklü bir bilinç saklı Zealot (Gerçeği dışlayıp geleneğe sığınan) bir tavırdır. Hürriyetini kaybetmektense, ölmeyi tercih etmektir. Çünkü Anadolu insanının gözünde, “Medeniyet köklerimizden kopmaktır.” Yaşadığı tarihi, inançlarına borçlu olan Türk halkı haklıdır, zira bu topraklarda yaşayan insanlar gavur dedikleri Batı insanıyla asla dost olunmayacağını (Haçlı seferlerinden bu yana) bilecek tecrübeye sahiptir.

Diğer taraftan, “Televizyon şeytan icadıdır” diyen köylüyü ve köy imamını, komedi filmlerine malzeme yapanlar, Marshall Mc Luhan’a göre, asıl yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü klişe yorumla televizyonu, uydu yayınlarını, bilgisayar ve cep telefonunu, yani teknolojik imkânları, sadece bir araç olarak görüp “neşter” benzetmesi yapanlar yanılmış, farkında olmadan ruhlarını (ölümsüz yanlarını) teknolojiye

kurban etmişlerdir. Bu da bir tavırdır ve Herodian (Batıcı-Modernist) bir tavırdır. Hayatını kaybetmektense, hürriyetini feda etmektir. İşte bu, Modern Türk aydınının trajedisidir. Birincisinde, değerlerinizi koruma pahasına hayatınızı kaybetme tehlikesi, ikincisinde hayatınızı koruma pahasına değerlerinizi (kimliğinizi) yitirme tehlikesi mevcuttur. Ve Alev Alatlı’nın dediği gibi, “Ölümlü insanları kandıramayacak hiçbir şey yoktur.” Türk insanına, zehir saydığı ve içmemek için direndiği Batılı hayat tarzı, devlet desteğiyle teknoloji balına karıştırılarak zorla içirilmiş, ara formül olarak da milliyetçilik ve komünizm kullanılmıştır. Bunun bedeli, mahremiyet perdesini yırtmaktan eşcinselliğe, aile hayatının kaybolmasından Satanizm’e kadar, ağır olmuştur.

Eric Hoffer kitle hareketlerinin psikolojisini incelediği “Kesin İnançlılar” adlı kitabında bir tespit yapar: “Bir kitle hareketi bir toplumu değiştirmek istediği zaman, ilk önce aile kurumundan başlar. Kadına sosyal hayatta fazladan tanınan haklar aile düzenin dağılmasına, reislik kavramının sorgulanmasına yol açar.” Hoffer’ın tezi aynen gerçekleşmiş, Türk aile bağları “Yaprak Dökümü” yaşamış, geçen yıllarda Anayasa’da yapılan değişiklikle de ailede reis kavramı nihayet iptal edilmiştir. Daha yüz yıl öncesinde erkek yüzü görmeyen Türk kadını, Batı teknolojisiyle beraber agoraya inmiştir ve dönmeye de hiç niyeti yoktur. Evde bulamadığı erkeği, piyasada aramaktadır kadın. Ataullah İskenderî’nin dediği gibi: “Zamanı ve mekanı dolduran et kokusu.” Hakk’ın zahir ismini kadının yüzünde tecelli ederken gören Osmanlı torunları, iç çamaşırına kadar gâvur yaptığı kadını, bugün tanımaktan acizdir. Maalesef Ghandi’nin gördüğünü Türkiye’deki idareciler görememiş, yahut görmek istememiştir. Toynbee’nin görüşleri doğrultusunda söylersek, Türkiye’de Batılılaşma hareketiyle beraber, içerde sunî de olsa Batı ile işbirliği yapan bir burjuva sınıfı oluşmuş, zenginleri daha zengin, fakirleri daha fakir yapan kapitalist düzen ekonomiyi esir almış, dışarıda ise Türk insanı Avrupa ülkelerinde işçilik yapar hale gelmiştir. Şahin Uçar’ın yorumuyla, “Modern dünyada, özgürlük yönetenlere mahsustur. Yönetilenler asla özgür olamaz.”

Tarih Bizi Affetsin 3- Türkiye’nin Japonya ve Çin’i de içine alan Asya ülkeleriyle bir grup oluşturması beraberinde iki sakıncayı taşımaktadır: Birincisi, Asya ülkeleri (Japonya da dahil) Batı ile askerî ve ekonomik sahada savaşamayacağını anlamış, (görüntü için olsa da) uzlaşmacı bir tavır sergilemeye başlamıştır. Bu mealde, Batı dünyasının Buda’yı ön plana çıkararak, ruh planında iflas eden Batı insanını, yaşadığı buhrandan çıkartma çalışmaları da halen sürmektedir. Batı insanının, ancak, arayıp da bulamadığı huzurla içten keşfedilebileceğinin bugün Batı dünyası da farkındadır ve gereken (Hristiyanlıkla Budizm’i sentezleyerek manevî çöküntüyü engellemek amacıyla yeni bir mistik alan oluşturmak isteyen Roma Kulübü’nün çalışmaları gibi) önlemleri almaya devam etmektedir. Bu gayreti, Toynbee ve daha birçok Batılı düşünürün, Batı insanı için, “Geleceğin yükselen değeri İslâm’dır” diyerek işaret ettiği tehlikeyi önlemeye yönelik bir faaliyet olarak görebiliriz.

Diğer taraftan, Asya ülkelerinde yaşayan Buda inancı ile İslâm’ın ortak paydası da yok gibidir, denebilir. Alatlı’nın savunduğu şekliyle, “Buda mantığı ile Nasrettin Hoca veya Mevlâna’nın mantığı aynı düzlemde konuşur.” görüşü zahirî yönüyle haklıdır. Ancak, Aristo mantığıyla (ya-ya mantığı) hareket etmeyip, Alatlı’nın diliyle Fuzzy mantığını (hem- hem mantığı) kullanan bu iki taraf (Budizm ve İslam) arasında çok ciddî farklar bulunduğunu söylemek de mümkündür. Asırlardır İslâm tasavvufunun Upanişatlar’dan esinlendiğini söyleyenler az sayıda değildir. Fakat, bu iddiayı kabul edecek olursak, İmâm-ı Rabbânî ve muakıblarının Hindistan’da neyin mücadelesini verdiğini sorgulamamız gerekecektir. İslam’dan sonraki her dönemde Hint bölgesinde Müslümanlar ile Budist ve Hinduistler’in mücadele içinde yaşadığını ve bugün dahi bu mücadelenin Hint alt kıtasında sürdüğünü göz ardı edemeyiz. Söylenen şeyin aynı olması, söyleyenleri bir araya getirmek için yeterli ve de geçerli bir unsur olsa idi, “Söyledikleri hak niyetleri batıl” diyen Hz. Ali’nin Haricilerle mücadelesine gerek olmazdı herhalde, diye düşünebiliriz. Bu yüzdendir ki Müslümanlar (Şeriat inancına sahip oldukları müddetçe) Budizm’e sapık ve batıl gözüyle bakmakta haklıdırlar. Yine Toynbee’nin, “Üç semavî dinin içinde en dünyevî olanı İslâm’dır.” ve

Cemil Meriç’in, “Marksizm ve İslâm, mücadeleci yanlarıyla birbirine benzer.” tespitlerinden yola çıkarsak, mistik öğelerin (İslâm’a göre Batıl inanışların) ağırlıkta bulunduğu Budizm’in İslâm diniyle birlikte hareket etmesi namümkün görünmektedir. İkincisi, yönetim mekanizmasının ve bunu elinde tutan insanların Batılı yaşadığı bir ortamda, Türkiye ve Asya ülkelerinin meydana getireceği bir topluluğun, kendi içinde, uzunca bir süre tezat teşkil edeceği de aşikârdır. Zira artık yerli ve millî düşünemeyen zihinlerin Batılı düşünce tarzından vazgeçmesi hiç de kolay görünmemektedir. Zaten Alatlı “Her şey değişecek” demektedir ki, toplumların hayatında köklü değişikliklerin asırları bulduğu tarihî bir vakıadır.

Bir diğer husus, Alatlı’nın savunduğu ‘Mitolojik beraberliğe’ gelince... Bu fikrin bir olumlu, bir olumsuz yönü bulunur: Birincisi, 1923 devrimi için, Toynbee, “Türkler dini arka plana atarak Türklüğe sarılmıştır.” yorumunu da yapıyor. Buradan yola çıkarsak, Türk insanının gerektiği yerde (yaşamak pahasına) milliyetçiliği dinin önüne alabildiği söylenebilir. Bu çerçevede, Nihal Atsız’ın “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” görüşü, Türk insanının hayatında kendine yer bulmaya müsait bir fikir olarak değerlendirilebilir. Ancak, bu fikrin hayata geçirilmesi için Türk insanının en önce Veda Hutbesi’ni ve “ümmet” anlayışını terketmesi gerekir. Netice itibariyle, Batılılaşma taraftarı Liberal Demokratlarla ve Türkçülük taraftarı Milliyetçilerin ideolojilerini Anadolu’da hakim kılması, Türk milletinin İslâm’dan tamamen vazgeçmesiyle mümkündür. Diğer taraftan, Asya ile köklerimizin (mitolojimizin) bir olması, daha önce, özellikle İslam öncesi dönemde birlikte hareket için yeterli olmadıysa, bugün, hele ki, İslâm’la yoğrulmuş bir kültürün çocukları olarak bunu yapmalarını beklemek masum bir temenni olabilir ancak. Dolayısıyla tarihî beraberliğimiz, ancak tarihsicilik (Historycizm) bağlamında değerlendirilebilir ve bu, bir tercih değil, (Türklerin savaşçı ve göçebe bir yapıya sahip oldukları düşünülürse) ontolojik bir mecburiyettir. Burada Toynbee’nin “Din, insanlığın en ciddî meşgalesidir.” iddiasını da düşünürsek, ortak paydası din olmayan milletlerin bir arada kalıcı birliktelik oluşturmasını, ütopik bir temenni olarak görebiliriz. Zira Toynbee’ye göre, “Siyasî ve iktisadî tarih” ikinci plana itilmelidir.

Ezcümle, “Avrasya Düşünce Topluluğu” Cemil Meriç’in bizzat arzuladığı bir düşüncedir, fakat üstad şunu da gayet iyi bilir: “Medeniyet üç günde inşa edilmez.” Bu proje, ancak uzun vadede mümkündür ve bu süre içinde Batı ile mücadele edebilecek birlikteliğe sahip olacağı da garanti değildir.

Medet Ya Tabibe’l-Kulûb

4- Mısırlı aydınlardan Kerim Abdülaziz’in bir sözüyle başlayalım: “Müslümanlar 20. yüzyılda Batı dünyasına kim olduklarını ve ne istediklerini yeterince anlatamamıştır.” İslâm dünyası 20. yüzyıl boyunca, kendi hakkındaki ithamlara cevap vermek ve zihinlerdeki (Müsteşriklerin olağanüstü gayretleriyle oluşan) yanlış İslâm anlayışını düzeltmek gayretiyle meşgul olmuştur. İbn Haldun’un “Mağluplar galipleri taklid eder” fikrini esas alırsak, bu tabii bir davranıştır. Ne ki bu gayretinde Müslümanların muvaffak olduğu da söylenemez. Bilginin İslâmîleştirilmesi, İslâmî radyo, televizyon ve sinema (İslâmî medya) çabalarını, yine İbn Haldun’un bahsettiği, ‘kendi mağlubiyetini karşısındakinin üstünlüğüne değil, kullandığı araç ve tekniklere bağlamaya çalışan psikolojik tatmin’le anlamak mümkündür. Burada sorun olan şudur: Müslümanların, kendini kendince kurtarmaları mümkün müdür? Burada bir örnek olarak, Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü”nde bahsettiği “Büyük Doğu Cemiyeti”ni düşünürsek, toplumun her sahasında teknolojiyi İslâm’ın izin verdiği ölçüde kullanmayı esas alan bir düşünce ortaya çıkmaktadır. Zealot bir tavır sergilemiyor Necip Fazıl, aksine kontrollü bir Herodian tavrı işaret ediyor. Bu zaten Türkiye’deki Müslümanların denediği bir yoldur. Ancak!... Özellikle Türkiye’deki Müslümanların en temel problemi şudur: Bu kontrol nasıl sağlanacak? Teknolojiyi kullanırken ahlâkımızı (ruhumuzu) nasıl koruyacağız? Toynbee’ye göre bu mümkün değildir, fakat Batı tefekkürünün karşısına İslâm tasavvufunu çıkaran Necip Fazıl’a göre, dayanak noktası İbn Arabî, Gazzalî ve İmâm-ı Rabbânî olan ehl-i sünnet tasavvufu bu kontrolü sağlayacak güçtedir. Ve yönetim şekli olarak da Necip Fazıl, günümüz anlamında demokrasiyi değil, (Farabî’nin Medinetü’l-Fazıla’sındaki gibi) üstün bir yönetici şurânın iktidarını

tercih etmektedir. Ardından gelen ve “Dicle-Fırat Medeniyeti” fikriyle bilinen Sezai Karakoç’un “Diriliş nesli” projesi de bu minvaldedir. Karakoç’un “Kontrol nasıl sağlanacak yahut belirleyici olan anlayış nedir?” sorununa cevabı ise, yine İbn Arabî, Mevlâna ve Gazzâlî çizgisinde bir ehl-i sünnet tasavvufudur.

Diyebiliriz ki, bu iki fikir adamının “Kendini kendince kurtarma” formülü, Vahhabî-Selefî veya Reformist ve Modernist bir İslâmî anlayıştan ziyade, “İslâm tasavvuf geleneğinin yeniden ihyası”, dünyaya asla yüz vermeyen “Bir lokma bir hırka” yoludur. Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve İsmet Özel gibi Müslüman fikir adamları için, İbn Arabî, Mevlâna, Yunus Emre, Gazzâlî ve İmam-ı Rabbânî gibi mutasavvıfların İslâm anlayışı, Batı teknoloji ve medeniyetini aşabilecek yegâne güçtür. Bu minvalde var olan projeler içerisinde, diğerlerine nazaran daha gerçekçi ve uygulanabilir seçenek, Türkiye’nin liderliğinde İslâm ülkelerinin biraraya getireceği bir federasyon, (din faktöründen dolayı) diğerlerine nazaran daha elverişli görünmektedir. Zira, İslam dünyasında her ne kadar Batı karşıtı görüşler zayıflamış görünse de, bu direniş İslâm inancının (bilhassa tasavvuf inancının) son bulmasıyla ancak yıkılabilir ki, bu da (en azından kısa vadede) mümkün değildir. Avrupa ülkelerinin, aralarındaki derin husûmetlere rağmen kurduğu birliği, Müslüman ülkeler zor da olsa (İslâm çatısı altında) başarabilir görünmektedir.

Evvelden beri, Saîd Nursî’nin ‘İttihad-ı İslâm’ ideali, Millî Görüş lideri Necmettin Erbakan’ın ‘D-8’ projesi bilinmektedir. Kendi içinde bir Medinetü’l-Fazıla şurâsı ve para birimiyle, Şahin Uçar’ın ifade ettiği “Pax İslamica” teşekkül ettirilebilirse de, kısa vadede ve yakın planda zorluklar ihtiva etmektedir. Çünkü, bu birliğin teşekkülü için, hemen her Müslüman ülkede, devletin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bu ise, gerektiği yerde devrimi zorlayacak kadar müşkül bir görüntü arz etmektedir. Yine de, dünyanın artık bir köye dönüştüğünü, fakat henüz bir dünya şehri kurulmadığını, ancak bunun gerekli olduğunu savunan Şahin Uçar’ın görüşü, İslâm dünyası için daha elverişli görünmektedir. Bu sebeple, halkı Müslüman olan ülkeler nazarında, İslam devletler birliği için gerekli geçiş döneminin, küçük sarsıntılarla atlatılabileceği düşünülebilir. Aksi takdirde, meselâ, Şahin

Uçar, “İslam dünyasıyla beraber insanlığın sonunun geleceği ve bir intiharın yaşanacağı” kanaatindedir.

Tanrıyı Kıyamete Zorlamak Halk içinde kullanılan bir deyimi aktaralım: “Allah insanı yarattı

ise, şeytan da müesseseleri yarattı.” Bugünün dünyasında, ulus-devlet modelinin işlevini yitirdiği, hatta artık devletlerin ortadan kalkıp, dünya devleti kurulması gerektiği üzerinde teoriler üretildiğini hepimiz biliyoruz. Daisaku İkeda ile Arnold Toynbee’nin “Diyaloglar” adlı kitabında, İkeda şöyle bir tespit yapar: “Hiçbir toplumda kötülük ve adaletsizlik hiçbir zaman tam ve kökünden yok edilememiştir.” Bu kaygı ile İkeda, bütün değerlerini yitirme noktasına gelmiş günümüz dünyası için şu teklifte bulunur: “Politik bakımdan birleşmiş bir dünya kurmaya çalışmalı ve daha sonra, bütün silahları bunun sonucu olarak kurulacak dünya yönetimine vermeliyiz.” Bir dünya hükümetinden bahsediyor İkeda, her milletin içeride bağımsız, dışarıda bağlı olduğu bir dünya hükümeti. Her iki yazar da, “Yeryüzünde tek bir para birimi olmalı” fikrinde birleşmektedir. “Dünya federalizmi” esasına dayalı, yerinden yönetimi içeren bu anlayış da, bu iki yazar nazarında, dünyanın tek kurtuluş yolu olarak sunulmaktadır. Anatole France, Fransız ihtilalini anlattığı romanına “Tanrılar Susamışlardı” ismini koymuştu. Batı dünyası için, gözü doymayan “Tanrıların midesi şişti” yorumunu yapmak, bugün itibariyle mümkün olsa gerektir.

Burada, bir noktaya işaret etmek gerekir. Yazımızın başından itibaren fikirlerine yer verdiğimiz Toynbee (1889-1975), İngiliz asıllı bir tarih filozofudur. Tanımaya çalışalım. Bir tarih filozofu olarak Toynbee’nin, kendi dönemindeki (mesela bir Sorokin, Barudel gibi) tarih filozoflarından farklı bir yönü bulunmaktadır. Toynbee, Sorokin gibi kritik tarih felsefesi yolunu değil, spekülatif tarih felsefesi yolunu izleyen bir tarihçidir. Ayrıca, “Postmodernizm, Medeniyetler Çatışması, Dünya hükümeti” gibi kavramları kullanan ilk Batılı düşünürlerden biri olduğunu da aktaralım. Bu bağlamda, “Her genelleme spekülatiftir ve tehlikelidir” sözünden yola çıkarsak, Toynbee’nin görüşleri bilimsel değil, izafîdir. Nesnellik ifade etmez. Diğer taraftan “Uygarlıkların Tarihi” adlı eseriyle bilinen Fernand Braudel’in, Toynbee hakkındaki bir

eleştirisi şu yöndedir: “Bizim onda kabul edemediğimiz husus, kıyaslamalarında sadece benzerliklerin üzerinde durması, farklı medeniyetleri tek bir modele irca etmek istemesi.” İbn Haldun’un “Bedevîler, medenîlerden üstündür” fikrine itiraz eden Toynbee, her toplum için bu kuralın geçerli olmayacağını söylemiştir. Buradan yola çıkarsak, Toynbee’nin tek bir medeniyet modelini ve bu çerçevede Zealot ve Herodian temsillerini kıstas edinmek zorunda değiliz. Zira bu iki temsil, bize “Üçüncü Halin İmkânsızlığı”nı savunan Aristo mantığını hatırlatıyor. Ya Batıyı taklid edeceksiniz, ya da onunla savaşıp yenileneceksiniz. İslâm’ın ve de Doğu ülkelerinin kullandığı paradoksal diyalektik (hem hem) mantığı savunan biri için, Toynbee’nin bahsettiği bu ikilem geçerli değildir. Mutlaka bir üçüncü yol bulunacaktır, ki Asya Countries, Şangay Beşlisi, KEİ gibi oluşumlar bu amaca hizmet etmektedir.

Günümüz dünyası için mahallî idareler yerine de dünya hükümeti kurulması gerektiğini savunan Toynbee’ye, bir başka eleştiri de Şahin Uçar’dan: “Toynbee gibi, mahallî idarelerin yerine, dünya çapında yayılmış bir devletin geçeceğini düşünmüyorum. Ama dünya çapında yayılmış, çok küçük bölgelere ayrılmış, federasyonların geçeceğini düşünüyorum.” Bir başka nokta, Toynbee’nin “İngiliz İstihbarat Servisi” adına çalıştığı iddialarını da göz önünde bulundurmak gerektiğini düşünüyoruz.

Herkes kendi inancını, kendine göre savunmakta haklıdır. Ve Alman hükümdarı Frederick’in dediği gibi, “Herkes kendini kendince kurtarmalıdır. Başkalarını taklid ederek değil.” Türk milletinin, dünya konjonktürü içinde yerini belirlemeye yönelik fikirlerden “Avrasya Düşünce Topluluğu” ve “İslâm Devletler Birliği” tezlerinin, millî ve dinî değerleri ayakta tutmak açısından diğerlerine nazaran daha ciddî (ayağı yere basan) görüşler olduğu aşikârdır. Batı âleminin ‘Tanrıyı Kıyamete Zorlamak’ suçunun cezasını hafifletmeye uğraştığının, hatta bu bedeli dünya ülkelerine yayarak, başından savmaya çalıştığının bütün dünya farkındadır. ABD’nin Irak gibi gösterip, bütün Arap âlemi ve Ortadoğu’yu hedeflediğini, bütün bir Asya ülkelerinin ontolojik muhasebeye çekileceği, olası bir üçüncü dünya savaşında kimyasal silahların konuşacağını, eğer bu olursa dünyanın bir tarafının (Arap

âlemi ve Orta Doğu’nun) kan gölüne dönebileceğini, yaşadığı felaket artık kendi kabına sığmayan Avrupa’nın, yutkunduğu necaseti kusacak yer aradığı üzerine tartışılan görüşleri hepimiz biliyoruz. Vücudunun tamamını volkan kaplamış dünyamızın dayanacak gücü kalmadı. Çare yok, neslimizi Mars’a taşısak kaçamayacağımız bir değişim bekliyor bizi.

Dinlerarası bir diyalog: Mehdî Üç büyük semavî din için, âhir zaman meselesinin hiç olmadığı

kadar gündeme oturduğu günümüzde, kıyametin yaklaştığını söylemek, pek de yabana atılacak bir iddia değildir. İnsanlığın geldiği noktada, Ademoğlu’nu ikiye ayırmak mümkün. Bir taraf, yaşadığımız hadiseleri, (Tarih felsefesi, Siyaset bilimi, Antropoloji gibi) beşerî ilimler yoluyla izahtan yana. Bu kesim için endişeye mahal yok. Su akar yatağını bulur. Yazının başından itibaren açıkladığımız minvalde bir çözüm yolu bulunacaktır. Fakat diğer kesim, o kadar iyimser değil. Onlar için çare yok, insanlık tıkandı. Neo Liberal akımlar, dünya hükümeti, devletler birliği, ekonomik uzlaşmalar, bunlar birer masaldan ibaret. Gözümüzü ve de kalbimizi açalım, bulana durula kıyamete hazırlanıyor dünya. Bu girdaptan ancak, Mesih ve Mehdî gibi ilahî güçler dünyayı çekip çıkarabilir.

Ortaçağdan bu yana, toplumların hayatında ciddî bir yer tutan Mesih ve Mehdî inanışının, çeşitli dönemlerde ön plana çıktığını ve kitleleri arkasından sürüklediğini biliyoruz. Bir örnek, Amerika’nın keşfi, hem Yahudiler, hem de Hristiyanlar için Mesih’in gelişine işaret sayılmış, hatta bu konuda hazırlıklar bile yapılmıştır. Bir başka örnek, Sanayileşme hareketinin başladığı 19. Yüzyıl içinde, meydana gelen değişiklikler, toplumun belli kesimlerinde huzursuzluk yaratmış, Mesih’in gelişinin yakın olduğuna inanç artmıştır. 1843’te dünyanın yaşadığı büyük çapta yıldız kayması (meteor yağmuru), Amerika’da, (Mesela Yale Üniversitesi Profesörlerinden Olmsted ve kölelik aleyhtarı Frederick Douglass gibi öncüler yoluyla) toplumun bazı kesimlerinde Mesih’in gelişine yine işaret sayılmış, hatta bu amaçla malını mülkünü satıp ibadete koyulan Hristiyanlar dahi çıkmıştır. Yine 1666’daki Sabetay Sevi’nin Mesihlik iddiası, Yahudi toplumunu ayağa kaldırmış, Sevi bu iddiadan vazgeçse bile etkileri sürmüştür, halen de

sürmektedir. Diğer taraftan, İslâm dünyasında da, özellikle I. Dünya Savaşı ile birlikte, Deccal ve Mehdî yorumları gündeme gelmiş, her ülkede Müslümanlar arasında, yükselen güç Ameerika’ya Deccal, kendi dini liderlerine Mehdî gözüyle bakanlar olmuştur. Bu tavır, halen de sürmektedir. Hasılı, dünya halkları içinde, özellikle ‘Tarihin Sonu’ ve ‘Medeniyetler Çatışması’ tezleri ile birlikte, bugün dünyanın, içine düştüğü derin çukurdan, ancak Mesih ve Mehdî sayesinde kurtulacağını düşünen dindar nüfus hiç de az değildir. Siyasal anlamda Toynbee ve İkeda’nın tek çare olarak sunduğu Dünya hükümetini, her halk kendi içinde Mesih ve Mehdî beklentileriyle yorumlamaktadır.

Bu mealde Yahudiler için, tek çıkar yol kaldı. Hz. Davud’un soyundan geleceği beklenen kurtarıcı Mesih’in yardımıyla, Büyük İsrail Devleti kurulacak, asırlardır süregelen Diaspora bitecek ve İsrailoğulları va’dedilen topraklara sahip olup insanlığın efendisi olacak, bütün insanlık, hatta ormandaki hayvanlar bile barışacak, ki Yeni Dünya Düzeni denilen şey de budur. Bilhassa 1945’ten sonra Avrupa’da gelişme kaydeden Yehova Şahitleri’ne göre, Hz. İsa gelecek ve Armageddon (Son savaş) bitecektir. Sonra şahitler Hz. İsa ile birlikte dünyayı yönetecektir. Ayrıca Moon tarikati kurucusu Güney Koreli Sun Myung Moon’un, kendisini Mesih’in temsilcisi olarak gördüğü bilinmektedir.

Hristiyanlar için, artık dünyayı avuçlarına alan şeytanın iktidarı nihaî kertesine ulaşmıştır. Buradan öteye, dünyada yer kalmadı. İsa Mesih’in bulutlar arasından inişi yakındır. Bütün Hristiyanlık âlemi İsa Mesih’in çatısı altında toplanacak ve insanlığı kurtaracaktır. Bugün bazı Hristiyan cemaatleri büyük bir iştiyakla Hz. İsa’yı beklemekte, “İsa’nın İkinci Gelişini Bekleyenler” adı altında örgütler ve dernekler kurmaktadır. Hatta ABD başkanı George W. Bush’un Irak işgalini dahi “Yeniden Doğuş” (Adventice) inancının bir ürünü olarak yorumlayan yayınlar da mevcuttur.

Müslümanlara gelince... Diğer milletlere nazaran, belki de gönlü daha ferah olan Müslümanlar için, Hakk ile Batılın mücadelesinde, bundan sonrası âhir zamandır. İslâm ülkelerinde, Batı dünyasının ezici üstünlüğü karşısında ancak Mesih ve Mehdî’nin yardımıyla kurtuluşa ereceklerine inanan cemaatlerin sayısı hiç de az değildir. Nitekim

Türkiye’deki İslâmî hareketler içinde de bu görüş yaygındır. Bu görüş sahiplerine göre, herkes hazırlığını yapsın. İmanınızı tazeleyin, aklınızı, ruhunuzu ve de vicdanınızı sağlam bir temele oturtun. Zira, hepimize, Mehdî ile Deccal arasındaki farkı ayıracak bir feraset lazım olacak. Bulunduğunuz yerin Hakikati temsil edip etmediğini bir daha düşünün. Vakit olgunlaşıp, Hak ile Batıl mücadeleye başladığı anda, yerinizi tespit etmek için fırsatınız kalmayabilir. Zira Mehdî’nin ordusunda yer almayanlar ebedî saadetten mahrumdurlar ve sonları da cehennemdir.

Nihaî noktada, her iki görüş de kendi içinde tutarlılığa ve de çelişkiye sahiptir. Kıyametin yaklaştığı fikrine gülüp geçenler, dünyanın yaşadığı her büyük değişikliğe cahil halkın kıyamet alameti olarak baktığını bilecek tecrübeye sahiptir. Lakin bugün için, insanlığın önüne gerçekçi bir çözüm yolu koymaktan aciz oldukları da bir gerçektir. Bu görüşü savunanlar, yanıldıklarını anladıklarında, “Artık onlar için geriye dönüş yoktur.” İkinci görüş sahiplerine göre ise, eğer Mehdî gelir ve Mesih ile beraber Müslümanları Hakk’a çağırır ise bunun için hazır olacaklardır. Eğer gelmezse, artık iyice çekilmez hale gelen dünya hayatı için, yaşayacakları daha kötü bir yaşam şekli zaten mevcut değildir. Fakat bu teslimiyetçi kader anlayışının da, Müslümanların bugün yaşadıkları bunalımların nedenlerinden biri olduğunu göz ardı etmemek lâzımdır.

Bir temenni, “Karanlığın en çok olduğu zaman, aydınlığın en yakın olduğu andır” diye düşünmek istiyoruz. Yeryüzünün tamamında, insanlığın tıkandığı ve bu sorunu ancak Mesih ve Mehdi anlayışlarının çözeceğine inanan görüşler, halkların içinde tedirgin bir ruh haliyle dolaştığına göre, insanlık, ya kendi kaderini çizecek, ya da “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak” suçunun cezasını takdir-i ilâhî ile ödeyecek gibi görünüyor.