Upload
others
View
32
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
AĞ
UST
OS 2010
118
Bir Ağacın Dalları Akrabalar4406 Sivas’ta Bir Kur’ân
Adamı İhramcızâde
118
Dergisi Hediyesi...
A Ğ U S T O S 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
İnsan-ı Kâmİl
Perfect Human Being
İnsanı yaratılanların en üstünü kılan ve en güzel biçimde yaratan Allah (c.c); fert ve toplumun hu-
zuruna yönelik, Peygamberleri aracılığıyla bir takım emir, uyarı ve hatırlatmalarda bulunmuştur. Pey-
gamberler örnek insan modelleri olarak, gönderildikleri toplulukları iyiye, güzele, hak ve hukuka riaye-
te; kısaca örnek birey, temiz toplum olmaya çağırmışlardır.
Peygamberimizin ahlakını kendilerine şiar edinen insan-ı kâmiller, manevî önderler olup, insanla-
rı huzura, mutluluğa ulaştırmaktadır. İnsanların gönlünde maneviyatın yücelmesi, inancının iyice yer-
leşmesi, kötü duygu ve düşüncelerden arınmış kalp sahibi olmalarının sağlanması açısından seçkin
önderlerin toplum hayatındaki rolleri çok büyüktür.
Tasavvufî atmosferde yetişen, manevî pınarlardan içen, Allah’ın sevdiği ve sevdirdiği seçkin kullar,
nefsini bilerek, Allah’ı bilir ve marifetullaha ulaşır. Her zaman ve her işte O’na tevekkül eder, Allah’a
karşı hesap verme sorumluluğu bulunduğunu bildiği gibi etrafındakilere de hatırlatır. Allah’ın; yaptı-
ğı şeylerden haberdar olduğunun bilinci içerisindedir.
İnsan-ı kâmilin terbiyesinden geçmeyen topluluklarda, fertler birbirlerine endişe ve güvensizlik
duygusu ile baktıklarından, o toplumda huzur ve saadetin varlığından söz edilemez hale gelir. İnsan-ı
kâmil, yaşadığı çağa ve insanlık âlemine güven dolu, huzurlu bir hayatın nasıl sürdürülebildiğini göste-
ren örnek şahsiyettir. Seçkin şahsiyetler sade bir vatandaş gibi toplum içerisinde hayatını sürdürürken,
etrafındaki insanlara topluma karşı yükümlülükleri olduğunu da hissetirirler. Birlikte yaşayan insan-
ların, birbirlerinin hak ve hukukuna saygı duymalarını ve böylece toplumun huzurunu tesis ederler.
20. yüzyılda Anadolu’dan, dünyaya manevî ışıklar saçan örnek insanlardan biri de, İhramcızade İs-
mail Hakkı Toprak (k.s) Hazretleridir. Vakfımızın kurucusu Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)’nin
manevî üstadı olan bu yüce şahsiyetin örnek kişiliğini ve hayatını konu edinen makalelerle, onu ahire-
te yürüdüğü (2 Ağustos 1969) bir zaman diliminde minnet ve şükranla anıyoruz. Seçkin silsilenin de-
vam ettiğini, etrafına saçtığı ışıkların sönmediğini, hizmetlerle gönülleri fethettiğini gördükçe, bu gül
bahçesinde her dem taze güllerin açacağına olan inancımızı muhkemleştirmiş oluyoruz. İhramcızade
ve Hulûsi Efendi Hazretlerinin yolundan devam eden gül kokulu bir üslup ve manevî anlayışın güzel-
likler numunesi olarak daima örnek olduğunu, bundan sonra da örnekliğinin devam edeceğini vurgu-
lamakta fayda görüyoruz.
Erenlere selam olsun…
The prophets, as perfect role models, summon people that they were sent to the beauty, honesty,
righteousness and to being a role model as an individual and community.
In the 20th century, İhrmacızade İsmail Hakkı Toprak was among those people as a spiritual lead-
er and role model for everybody around. With the articles in this volume, we would like to commemo-
rate him as the spiritual master of Osman Hulusi Efendi, the founder of foundation, and mention his
perfect personality, in the time period that he passed away (August, 2, 1969). Upon seeing the succes-
sors and their services for the human being, winning the people’s hearts, our belief that there will al-
ways be roses like them strengthens.
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 118 Ağustos 2010 Basım Tarihi: 01 Ağustos 2010
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Kapak Sivas Selçuklu Parkı
Sivas Belediyesi Basın Müşavirliği Arşivi
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Ziya TOKSÖZLÜ
Reklam Yusuf YILMAZ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20
Baskı & Üretim Kozan Ofset
Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İskitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılması gerekmektedir.
SİVAS’TA BİR KUR’ÂN ADAMI İHRAMCIZÂDE (K.S.)
Ali AKPINAR
İşte kahramanımız da Hz. Peygamber’in sünnetine sıkı sıkıya bağlı, ruhsatlardan çok azimetlere sarılan, lüksten uzak sade bir hayat yaşayan, nâfile ibadetlere düşkün, dilinden zikir düşmeyen bir takvâ adamıydı.
06
SOMALİ DİASPORASIYLA MİNNESOTA
Fatih ERKOÇOĞLU
Pensilvanya hudutları içerisinde sık sık yol kenarlarında geyik ölülerinin yer aldığı geniş otoban yolda uzun süre yolculuk ettikten sonra ilk durağımız olan Columbus şehrine ulaştık.
48
Bir Ağacın Dalları Akrabalar4406 Sivas’ta Bir Kur’ân
Adamı İhramcızâde
118
Dergisi Hediyesi...
A Ğ U S T O S 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
İHRAMCIZÂDE İSMAİL HAKKI TOPRAK - Âşık Osman FEYMÂNÎ (11)
eL-ALİYY - Ramazan ALTINTAŞ (12)
KUTLU AĞUSTOS - M. Nihat MALKOÇ (27)
İHRAMCIZÂDE HAZRETLERİNE YAZILAN ŞİİRLER - Musa TEKTAŞ (28)
TATİL Mİ? - Abdullah KAHRAMAN (32)
HAYIR VE ŞER ALLAH’TAN - Metin ÖZDEMİR (36)
GİZEMLİ GÜZEL - Ahmet Süreyya DURNA (39)
HAZRET-İ PEYGAMBER (S.A.V.)’İN KABİR TOPRAĞI - Resul KESENCELİ (40)
BİR AĞACIN DALLARI AKRABALAR - Mehmet Zeki AYDIN (44)
MUTLULUK ARANIR MI? - Sefa SAYGILI (54)
İSMAİL HAKKI TOPRAK (K.S.)’IN TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ - Halil İbrahim ŞİMŞEK (58)
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0342 321 43 34GEREDE 0 530 512 33 10GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 2365SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
MEKTÛBÂT’DA İHRAMCIZÂDE İSMAİL HAKKI TOPRAK (K.S.)
TASAVVUFA YÖNELİK İÇ TENKİT
Mehmet AKKUŞ
Osman Hulûsî Efendi’nin Mektûbât’ında yer alan 66 mektuptan 3 tanesi doğrudan şeyhi İhrâmcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi’ye yazılmıştır.
16 22
TARİH EDEBİYAT İLİŞKİSİ
HAYAL
Melike GÜNYÜZ
Tarihle edebiyat arasındaki ilişki iki türlüdür. Birincisi geçmişte yazılmış edebiyat metinlerinin bugün yorumlanmayı bekleyen birer tarihî belge olmaları durumu.
Raziye SAĞLAM
Muhtarın odasına girerken duyduğu yufka ekmek kokusuyla birden kendine geldi. Muhtar taze ekmek, peynir, karpuz yiyordu. Arif çok acıkmıştı, ama önce telefon etmeliydi.
66 80
KÂBE’NİN ETRAFI - Enbiya YILDIRIM (62)
ÜÇ BÜLBÜLDEN GÜLLERİN EFENDİSİNE - Vedat Ali TOK (68)
KİTAPLIK (71)
ÂMİR B. ŞEHR - Bünyamin ERUL (72)
KIRK HADİS (73)
ÖĞRENMEYİ ÖĞRENEBİLMEK - M. Emin KARABACAK (74)
SİVAS VELİLERİ - Yusuf HALICI (76)
SIR BENİM... - Rıfat ARAZ (79)
BESİN ZEHİRLENMESİ NEDİR? - Akın DİNDAR (84)
KAYISI - Şifalı Bitkiler (86)
PİLİÇ SARMA - Mesude SARI (87)
Kadir ÖZKÖSE
Gönlün sınır tanımaz dünyasında yaşanan nüktelerle, dinin esasları arasındaki hassas dengeyi gözeten sûfîler, bu konuda meslektaşlarını sürekli ikaz etmişler.
Ağustos 20104
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Kırkikinci Mektup
Mektûbât-ıHulûsî-i Dârendevî
5
Rahman’ın tecelligâhı olan gönlümüzde samimi bir sevgiyle dolaşma şe-
refine sahip olmanız size saadet olarak yetmez mi? (Mutluluğunuz için yeter-
li değil midir?) Benden ne iyilik bekliyorsunuz? İki dünyasını heba etmiş zelil
ve fani bir kulum. (Her iki dünyasını da yokluğa, hiçliğe veren hakîr bir kulum
.) Allah’ın inayet (İyilik) kapısına kul olmayı iki dünya mutluluğuna değiş-
mem. (Hizmeti, kulluğu iki cihana bile değişmem.) Şu hakîr bendelerini ilti-
fat nazarlarına almasalar bile, ihlâs ile onun kapısının dilencisi/kölesi olmayı
katkısız, hâlis lütuf bilirim. Gözlerim, onun güzel hayallerinin hasretiyle, gön-
lüm ona kavuşma isteğiyle geçirdiği anları tarif edemez. Tarifi mümkün değil.
Senin davan-fikrin-, muhabbet yolunda bizden ayrılmamak üzere sabit ol-
man idi. Sevgide, sohbette bizi terk etmemek idi. Vefa bu mu? Gözlerimiz
yolda, sürekli beklemek olursa bu mürüvvet olur mu? Ne mertliğe sığar, ne in-
safa… Aşk kervanı yârin/dostun diyarına gidiyor/gitti. Bu elemli yolda yârsız,
yalnız kalırsan ne olur? Halin nice olur? Halini anlamaz kimse. Halden anla-
mazlar. İyice toparlan ve diril de öyle gel. (Sen dostu görmezsen, gönlün hoş
olmaz. İyice dostsuz kalmadan gözünü aç, kendine gel, dosta gel.)
Not: Bu mektubun birinci kısmı Balabanlı Ömer Koçer’e, ikinci bölümü ise
H. Muhiddin Tütüncü’ye yazılmıştır.
Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN
Ağustos 20106
İlim ve Hayat
Ali AKPINAR*
sİVas’Ta BİR KUR’ân aDamısİVas’Ta BİR KUR’ân aDamı
(K.s.)İHRamCıZâDEİHRamCıZâDE
7
Son dönemde
Sivas’ta yetişmiş
örnek şahsiyetler-
den biri de İhramcızâde İsmail
Hakkı Toprak’tır. “Anadolu’da
tasavvufu canlandıran adam”,
“Kasketli Şeyh” diye anılan
İhramcızâde’yi de biz bu özel-
liklere büyük ölçüde haiz biri
olarak görmekteyiz. O karşı-
mızda Rabbine karşı görevle-
rini layıkıyla yerine getiren bir
Hak adamı; sevgisiyle gönül-
lerde taht kuran bir gönül ada-
mı; içerisinde yaşadığı toplu-
mun derdiyle hemdert olan,
onların hüzün ve sevincini pay-
laşan, onlarla birlikte yaşayan
mütavazı bir halk adamı; ilim-
irfan-ihlâs ve eylem adamı ola-
rak durmaktadır.
Onunla ilgili yazılanlardan
anladığımız kadarıyla o, anne-
si Aişe Hanım’ın hayır duala-
rı üzerine temeli hacda atılmış
hayırlı bir evlattır. Yetiştiği dö-
nemin mekteplerinde okumuş,
Kâdirî, Rufâî, Şâzelî, Sa’dî ve
Bedevî tarîkatlarından icâzetli
“Arap Şeyh” nâmı ile maruf
Seyyid Abdullah el-Mekkî Rufâî
Hazretlerine yedi yıl hizmet
ederek onun ve Tokatlı Musta-
fa Hâkî Efendi’nin; onun vefa-
tından sonra da Mustafa Takî
Hazretlerinin irfân sofrasında
yoğrulmuştur.
Onun hayatında her zaman
şerîat öncedir, din hâkimdir. O,
hayatını dinin ölçüleriyle şekil-
lendirmiştir. Zira dine göre, din
devre dışı bırakılarak bir yere
varılamaz.
Tokat’ta Müskirat Memur-
luğu, Sivas’ta Düyûn-i Umumi-
ye Memurluğu ve Cedid Tuzla-
sında Müdürlük yaparak elinin
emeği ile maîşetini temin et-
miş bir kimsedir. 1931 yılın-
da emekli olduktan sonra Çitil
Han’da bir süre komisyonculuk
yapmış, bu suretle elde ettikleri
gelirini de insanların hizmeti ve
ihtiyaçları için sarfetmiştir.
Ulu Cami’nin tamir ve iba-
dete açılmasına (1955–1966)
önderlikle birlikte, Sivas
İmam Hatip Lisesi’nin açılma-
sı (1958–1962), Hoca İmam
Camii’nin minaresinin tami-
ri, Hayırseverler Camii (1962),
Sofu Yusuf Camii, Serçeli Ca-
mii, Dikimevi Camii, Zara Cen-
cin Köyü içme suyu ve köprü-
sü, Tozanlı Köprüsü (1943) ile
Sivas ve çevresinde muhtelif
sebil çeşmelerinin yapılması-
na da önderlik etti. Yüzden faz-
la (106 veya 154) eserin yapım
ve tamiratına vesile olmuştur.
Bu maddî eserlerin imarı ya-
nında Cumhuriyet dönemi Si-
vas insanının ve manevî hayatı-
nın inşasında Hazretin ayrı bir
yeri vardır. Onun Yare Yadigâr/
Mevlid-i Nebî adlı (mürşi-
di Mustafa Takî Efendinin
mensûr mevlidinin 191 beyitlik
manzum şekli) eseri dışında ya-
zılı eseri yoksa da o, pek çok ki-
şinin yetişmesine ve istikamet-
te kalmasına vesile olmuştur.
Onun bu eserlerinin başında
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen-
di gelir.
İhramcızâde, bir çocuğu-
nun dışında beş çocuğunun ce-
nazesinde bulunmuş, hayatın
“İşte kahramanımız da Hz. Peygamber’in sünnetine
sıkı sıkıya bağlı, ruhsatlardan çok azimetlere sarılan,
lüksten uzak sade bir hayat yaşayan, nâfile ibadetlere
düşkün, dilinden zikir düşmeyen bir takvâ adamıydı.
Onun ibadetlere düşkünlüğünü, vefatından hemen
önce söylediği “Namazınızı kıldınız mı?” sözü
özetlemektedir.”
Ağustos 20108
cilvelerini birebir yaşamış bir
ermiş kişidir. 90 senelik bere-
ketli bir ömür sürmüş ve öm-
rünü insanlığın hayır ve sala-
hına adamıştır.
Soyadı kanunu ile birlik-
te aldığı Toprak soyadı onun
mütevazılığına; çeşitli vesi-
lelerle kullandığı Garîbullah
(Allah’ın garib kulu) ve
Karîbullah (Allah’a yakın)
mahlasları ise onun irfan yo-
lunda aldığı mesafelere işaret
etmesi bakımından anlamlı-
dır. O, çok konuşmayan, hele
gereksiz hiç konuşmayan, ama
oturuşu, duruşu, mahcup tav-
rı ile kulakları hikmete doy-
muş ancak gözleri hikmete aç
insanlar için canlı bir örnek-
ti. Bütün bunlara rağmen o,
“Gardaşlarım! Adam olama-
dık, adam olmak meğer ne zor
imiş.” diyerek mütevazılığını
ortaya koyarak herkese örnek-
lik etmiştir.
Yukarıda verdiğimiz bilgi-
lerden ve örneklerden anla-
şılacağı üzere Kur’ân’a göre
tarihe mal olmuş gerçek kahra-
manlar, adam gibi adamların
temel özellikleri ışığında ko-
numuz olan İhramcızâde’nin
hayatını inceleyecek olursak
şunları söyleyebiliriz:
Söz konusu ettiğimiz örnek
şahsiyetler, her şeyden önce
Hakk’ın adamıdırlar. O’nun
için yaşamayı ve O’nun için öl-
meyi kendilerine şiar edinmiş
adanmış şahsiyetlerdir, amel
defterlerine sürekli sevap yaz-
dıran vakıf insanlardır.
Onlar, her şeyden önce Yüce
Yaratıcı’ya karşı görevlerini la-
yıkıyla yerine getirmeye çalışır-
lar. İbadetlerini aksatmazlar,
farzlarla yetinmeyip nâfilelerle
O’nun katında değerlerini ar-
tırmaya çalışırlar. O’nun hatı-
rını ve hakkını her şeyden üs-
tün tutarlar. İhramcızâde’nin
bu konudaki tavsiyesi şudur:
“Allah’ın rızasını kazan, gönlü-
nü yap, işini O’na gördür. Neyi
seversen onunla kalırsın, ne ile
meşgul isen, o olursun!”
Onlar, İlim ve İrfan Aşığıdırlar
İman ve amellerini bilgi te-
meli üzerine inşa edenler, ilim
ve ehline sevgi ve saygıyı, onla-
ra hizmeti her şeyin önüne ge-
çirenlerdir. Zâhirî ilimler ya-
nında bâtınî ilimleri, maddî
ilimler yanında mânevî ilimle-
ri de ihmal etmeyip tek kanat-
la uçulamayacağının farkında
olan zü’l-cenaheyn/iki kanatlı
olanlardır. İhramcızâde’nin bu
konudaki düsturu, sohbetle-
rinden seçtiğimiz şu sözleridir:
“Şerîatı gözetiniz, şerîatı ol-
mayanın tarîkatı olmaz… Bizim
yolumuzun evveli şerîat, orta-
sı tarîkat, âhiri yine şerîattir…
Tasavvuf, yok olup, sonra var
olmaktır… Her halini huzur,
ibadetini kusur, her gördüğü-
nü Hızır bileceksin…
Bakarsınız bazı kişiler
tarîkata giriyorlar. Çok geç-
meden acâibden, garâibden
bahsetmeye kalkışıyorlar.
Kendilerinin bir adam olduk-
larını zannediyorlar. Fakat bü-
yük kim, küçük kim, o sonra
belli olur…
İnsan, Muhammedî ahlakla
ahlaklanmalı. Kuldan istenen
budur. İnsan ile ebedî âleme
gidecek olan da budur…
Gardaşlarım! Bizim
tarîkatımız ne kadar büyürse
büyüsün, ne kadar incelirse in-
celsin, şerîattan kıl kadar ayrıl-
masına imkân yoktur…
Şerîatta kıl kadar noksanı
olanın, havada uçtuğunu gö-
rürseniz, vurup kanadını kırın!
İstidractan başka bir şey değil-
dir!
Şerîat, bir dervişin başının
tacı, sırtında abası ve elinde
asası gibidir…
En faziletli ilim ilm-i hâl, en
faziletli amel huzûr-ı hâldir…
Kul râh-ı Hak’ta buluna,
Rahîmdir Allah kuluna…
“Onların hayatında ilim, mâlûmat sahibi olmaktan
ibaret değildir. Onlara göre ilim, eyleme dönüştüğü
ölçüde anlamlı ve değerlidir. Eyleme dönüşmeyen ilim,
sahibinin omuzlarında bir yüktür.”
9
Kerâmet, insanı yoldan geri
koyar… Mürşid-i hakîkî, Allahu
Teâlâ’dır…”
Onlar İlmi Eyleme Dönüştürenlerdi
Onların hayatında ilim,
mâlûmat sahibi olmaktan iba-
ret değildir. Onlara göre ilim,
eyleme dönüştüğü ölçüde an-
lamlı ve değerlidir. Eyleme
dönüşmeyen ilim, sahibinin
omuzlarında bir yüktür. Bunun
için onlar, ilimle eylemi birlikte
götürenlerdir. İşte kahramanı-
mız da Hz. Peygamber’in sün-
netine sıkı sıkıya bağlı, ruhsat-
lardan çok azimetlere sarılan,
lüksten uzak sade bir hayat ya-
şayan, nâfile ibadetlere düşkün,
dilinden zikir düşmeyen bir
takvâ adamıydı. Onun ibadet-
lere düşkünlüğünü, vefatından
hemen önce söylediği “Nama-
zınızı kıldınız mı?” sözü özetle-
mektedir.
Onlar İhlâs Adamıdırlar
Onlar yaptıkları her şeyi
Allah için yapmayı şiar edin-
mişlerdir. Çünkü onların nez-
dinde Allah’ın rızası, O’nun
hatırı, O’nun hoşnutluğu her
şeyin önünde ve üstündedir. O
bu yoldaki yolculuğunu “Sen
seni sevdiğinle bil. O seninle-
dir” düsturu ile gerçekleştir-
miştir.
Onlar insanlık sevdalısıdır-
lar. İnsanlığa hizmeti kendileri-
ne düstur edinmişlerdir. Hatta
başkalarını kendilerine tercih
etmeyi hayat tarzı edinmiş, baş-
kalarına hizmet ederken çoğu
zaman kendilerini ihmal eden
erlerdir. Onun bu konudaki il-
kesi, “Muhabbeti olan hata gör-
mez, görse de göz yumar.” sö-
züdür. Onun Kasketli Şeyh diye
anılmasına sebep olan kasket
giymesini, iaşesini temin etmek
için görevlendirildiği müskirat
(tekel) memurluğunu, ayyaşla-
ra ders veren, gayr-i Müslim-
lere yardım eden şeyh oluşu-
nu onun yaşadığı şartları ve bu
şartlara göre geliştirip uygula-
dığı siyaseti göz önünde bulun-
durularak değerlendirilmelidir.
Onlar Hayırda Öncüdürler
Önden giden atlılardır on-
lar. Herkes inkâr ederken iman
Asla
n TE
KTAŞ
Ağustos 201010
edenlerin ilki onlardır. Herkes
yanlış yaparken doğru yapan-
lar, kötülüğe iyilik etmeyi er-
dem sayanlardır. Herkes uyur-
ken uyanık olanlar onlardır.
Herkes dururken, hareket ha-
linde olanlar onlardır.
Onlar halk adamıdırlar.
Halkın içinde yaşayan, onların
derdiyle hemdert olan, onların
sevincine ortak olan vefakâr ve
fedakârlık önderleridirler.
Onlar hayattan ve halk-
tan kopuk değildir-
ler. Yaratılan her
şeye değer verirler
ve Yaratandan
ötürü yaratıla-
nı hoş görürler.
Onun bu konu-
daki düsturu şu
sözdü: “İdare il-
mini öğrenin, in-
san kızınca şeyta-
nın malı olur”. O,
politikanın netameli
gidişatı karşısında, “Gar-
daşlarım! Herkesin bir siya-
seti vardır. Bizim siyasetimiz
siyasete karışmamaktır. Bu da
ayrı bir siyasettir.” diyerek şah-
siyetli bir duruş sergilemiştir.
Onlar Zor Zamanların Adamıdırlar
Herkesin yanlış yapmayı
alışkanlık haline getirdiği za-
manlarda doğruların öncüle-
ridirler. İstikamette kalmaya,
hakkı haykırmaya kimsenin
cesaret edemediği anlarda
Hakîkatin tellalıdırlar. Allah
demenin suç sayıldığı dönem-
lerde Allah’a çağırmayı görev
addeden kimselerdir. İrşad fa-
aliyeti yapa geldikleri tekkeler
kapatılınca yeryüzünü dergâh,
gökyüzünü o dergâhın kubbe-
si, semadaki yıldızları ise mek-
tebinin kandilleri olarak göre-
rek durup dinlenmeden yoluna
devam etmiş kahramanlardır.
Onlar hayrın, iyiliğin ve güzel-
liğin öncüleridir. Bu konuda hiç
kim
seyi beklemeden, hiçbir enge-
le aldırmadan canları, malla-
rı ve rahatları pahasına öne çı-
kanlardır.
Onlar da Bizim Gibi İnsandırlar
Sergiledikleri bu kahraman-
lıkları birer insan olarak ger-
çekleştirdikleri için bizlere ör-
nektirler. Onlardan pek çok
kerâmet sâdır olsa bile, onla-
rı yaşanamaz hayatın adamları
olarak tanıtmak doğru değildir.
Zira asıl kerâmet istikamette
olmak, istikamet üzere kalmak,
başkalarını istikamette tutmak
ve istikamete yöneltebilmektir.
Onlar, olgunlaştıkça tevazu
kanatlarını yere indiren kim-
selerdir. İhramcızâde, bu özel-
liğini şu şekilde itiraf ediyor-
du: “Gardaşlarım! Soyadımızı
‘Toprak’ koymuşlar, ama topra-
ğa bakıyorum da utanıyorum.
Dirimizi, ölümüzü, gıdamızı
hep o muhafaza ediyor. Biz,
toprak gibi tevazulu olamı-
yoruz…”
Kendi zamanla-
rında olduğu gibi ve-
fatlarından sonra da
insanlığı aydınlat-
maya devam eden
bu güzel insanları
en veciz şekilde şu
Kur’ân ayeti tanım-
lamaktadır: “Bilesiniz
ki, Allah’ın dostlarına
korku yoktur; onlar üzül-
meyecekler de. Onlar, iman
edip de takvâya ermiş olan-
lardır. Dünya hayatında da
âhirette de onlara müjde var-
dır. Allah’ın sözlerinde aslâ de-
ğişme yoktur. İşte bu, büyük
kurtuluşun kendisidir.”1
Son olarak diyoruz ki bü-
yükleri anmak yetmez, onla-
rı doğru bir şekilde anlamak ve
onların güzelliklerini hayata ta-
şımak gerekir.
*Prof. Dr.
1 Not: 4 Ekim 2009 tarihinde Sivas Belediyesi tarafından düzenlenen “İsmail Hakkı Toprak Sempozyumu”nda sunulan tebliğ metinin özeti-dir.
10/Yûnus, 62–64.
Dipnot
Hat: Cefer KELKİT Tezhip: Ayten AKSU
11
İHRAMCIZÂDE İSMAİL HAKKI TOPRAK
İlmi, irfanınla İhramcızade Dostça alış-veriş pazarın senin Bir ümitvar lisan, nezih ifade Halim, selim yazmış yazarın senin
Gönül Kâbe’sinde kılardın namaz Naz, niyaz halinden bilmez beynamaz Ateşsiz ocakta kazan kaynamaz Aşkın âlimidir nazarın senin
Bir tuttun Hak için lutfu, kahiri Talim ettin batın ile zahiri Her nesnenin faniliktir ahiri Dünyayı sevenden bîzârın senin
Hikmet mayasını katıp özetir Himmetin âlemi görüp, gözetir Nefsi emmareyi biçip düzeltir Kemalat çarkıdır hızarın senin
İsrafil’le çaldın nefhayı, suru Âleme şefkatin duruda duru Nusretinden yağar rahmet yağmuru Kudret binasıdır üzerin senin
Arifler her işi sanmam güç eyler Dünyayı gönülden siler hiç eyler Arzu gıdasını seçip ceç eyler Vahdet eleğidir gözerin senin
İlim pazarıdır çarşın, dükkânın Hal ehlisin vardır edep, erkânın Ulu Cami bağı kesret mekânın Mânâda gönüldür mezarın senin
Hal ehli bulursan haldaş olursun Yol ehli bulursan yoldaş alırsın Özü sadıkları arar bulursun Cehalet cem’inden hazerin senin
FEYMÂNÎ gönülden sevdi hal aldı Muhabbet gıdanı ehli dil aldı Şahlar gibi uğurlandı yol aldı Bu âlemden geşti güzarın senin
Âşık Osman FEYMÂNÎ
Ağustos 201012
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
İzzet, şeref ve hâkİmİyet bakımından en yüce, pek yüksek olan:
el-alİyy“Şânı Yüce olan Allah mutlak yücedir. O, ezelî ve ebedî bir hayatla diridir.
Yaratıklara canlılık veren O’dur. Çünkü O, Hayy olup, hayatın kaynağıdır.
Bu bağlamda O, ölümsüz diridir. Ancak bu nitelik mutlak yüce Olan’a özgüdür.”
13
Arapça’da; yükseklik, yüce-
lik, şan, şeref, kuvvet ve kud-
ret sahibi olmak mânâlarına
gelen el-Aliyy, ulüv ve alâ’ kökünden türemiştir.
Allah’ın isimlerinden biri olarak, “izzet, şeref ve
hükümranlık bakımından en yüce ve en yüksek”
mânâsı taşır. Yarattıkları üzerinde kadri yüce
olan, kudreti büyük olan ancak O’dur.1
Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan el-
Aliyy, Kur’an-ı Kerîm’de sekiz yerde geçer. Bun-
lardan beşinde “el-Aliyy el-Kebîr”2, iki âyette
“el-Aliyy el-Azîm”3 ve bir âyette de “Alî Hakîm”4
şeklinde kullanılır. Bu âyetlerde büyük ve azamet
anlamına gelen el-Kebîr ve el-Azîm, el-Aliyy is-
minin mânâsını kuvvetlendirmekte; Hakîm ise,
çeşitli yollarla peygamberlere bildirilen vahyin
Yüce Allah’ın hikmetine uygun bir şekilde tecellî
ettiğini vurgulamaktadır.5
el-Aliyy, Yüce Allah’ın tenzîhî sıfatlarından
olup, O’nun zat ve sıfat bakımından beşerin kav-
rama gücünü aşan yücelik ve mükemmellikte ol-
duğunu ifade eder. Örf, akıl ve din açısından öv-
güye değer bütün olumlu nitelikleri kendisinde
toplayan yine örf, akıl ve din açısından yerilmiş
ve ulûhiyetle bağdaşmayan bütün olumsuz nite-
liklerden soyutlanmış bulunan yegâne kemal sa-
hibi Yüce Allah’tır.6
Kur’an’da Yüce Allah’ın kendisini “Yücedir,
büyüktür” diye vasfetmiş olması, “Âriflerin bil-
gisi bile O’nu kuşatamaz.” mânâsına gelir.7 Bun-
dan dolayı Kur’an’da Allah’ın yüceliği, insana
özgü tekellüf yoluyla değil de, sadece Kendisine
tahsis edilen tefa’ûl kalıbında “ta’alâ” ile bildiril-
miş olması anlamlıdır. Bu fiil, ekseriyâ Allah’ın,
insanların kendisi hakkında söylediklerinden,
koştukları ortaklardan yüce ve münezzeh oldu-
ğunu belirtmek için kullanılmıştır.8 Aşağıdaki
âyetlerde bunun örneklerini görebiliriz:
“Bir de cinleri Allah’a bir takım ortaklar yap-
tılar. Oysa onları o yarattı. Bilgisizce Allah’a
oğullar ve kızlar da uydurdular. O, onların nite-
ledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”9
“Allah’ın emri gelecektir. Artık onun acele
gelmesini istemeyin. Allah, onların ortak koş-
tukları şeylerden uzaktır, yücedir.”10
“Allah, her türlü eksiklikten uzaktır, onların
söylediklerinin ötesindedir, yücedir.”11
Mutlak Yüce Olan Allah’tır
Yüce Allah, yüceliğin, ululuğun ve büyük-
lüğün yegâne kaynağıdır. Bir Müslüman için
Allah’ın yüceliğinin dışında bütün yüce olma du-
“Her Müslüman kıldığı beş vakit namazın her secdesinde
başını yere koyarak en az üç defa “Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ”
duasını okur. Bunun anlamı: “Ulu Allah’ım! Sen her çeşit
kusurdan münezzehsin!” demektir. Yüceler Yücesi’ne secdede
bu duayı okumak ne kadar anlamlıdır. Bu duayı okumakla,
aslında; âcizliğimizi, kusurlu oluşumuzu ve günahkâr bir insan
olduğumuzu O’na itiraf etmiş oluyoruz.”
Ağustos 201014
rumların izâfîdir. “Onun benzeri hiç-
bir şey yoktur.”12 O, insanın tasavvur ve
hayal edeceği her şeyin üstünde ve fev-
kindedir. Mahlûkatından hiçbir varlık,
O’nu kuşatamaz. Kaldı ki, ontolojik an-
lamda, O’nun ilâhî zât ve mâhiyetini bi-
zim kavramamız mümkün değildir. O,
zât, sıfât ve fiillerinde tektir; ortağı yok-
tur. O, zât, mâhiyet ve sıfatlarıyla her
şeyden yücedir. zatında da ve ne sıfatla-
rında da hiçbir şey O’na benzemez.
Biz Allah’ı tasvîrî olarak değil, tavsîfî
olarak bilebiliriz. Tevkîfî olan ilâhî isim-
ler ve kevnî âyetler, O’nun gücünü, kud-
retini, varlığa olan şefkat ve merhameti-
ni bize açabilir, ilhâm edebilir.
Allah’ın yüceliği mekân bakımın-
dan değil, rütbe bakımındandır. O, yü-
celikte, eşsizdir. O, her şeyden yücedir.
O’nunla kıyaslanacak bir başka yücelik
düşünülemez. O’nun yüceliğini kavra-
mada yine sıfatları bize yardım edecek-
tir.
Şânı Yüce olan Allah mutlak yücedir.
O, ezelî ve ebedî bir hayatla diridir. Ya-
ratıklara canlılık veren O’dur. Çünkü O,
Hayy olup, hayatın kaynağıdır. Bu bağ-
lamda O, ölümsüz diridir. Ancak bu ni-
telik mutlak yüce Olan’a özgüdür.
Mutlak âlimdir O. Her şeyi en ince teferrua-
tına kadar bilir. O’nun ilminde obje ve süje iliş-
kisine ihtiyaç yoktur. Âlimlerin ilmini yaratan
Allah’tır. İşte bu bir yüceliğin alâmetidir.
O, noksanlıkların her çeşidinden soyutlanmış-
tır; münezzehtir, mukaddestir.
Kemal derecesinin zirve noktası: Şanı Yüce
olan Allah’tır. “Yüceliği” böyle anlamak gerekir.
Cisimlerin bir sınırı ve ağırlığı vardır. Bu sa-dece cisimlerin değil, sonradan yaratılan
tüm varlıkların değişmez bir özelliğidir.
Oysa Allah, eşyayı bizzat yaratandır, yöne-
tendir, icat eden, var kılandır. O halde cisim-
leri yoktan var eden Yüce Allah, cisimlere
mahsus olan bütün özelliklerden münez-
zehtir. O’na ne sınır çizilebilir, ne miktar ta-
yin edilebilir. Bunların hepsi beşerî mülaha-
zalardır.
O, bir sonsuzluktur. Allah’ın ebedîliği ve
sonsuzluğu mekâna ait bir sonsuzlukla kı-
yas edilemez. Çünkü mekân ve zamanı ya-
ratan, O’dur. Sonsuzluk ister zamana, ister-
se mekâna ait olsun, mutlak ve kesin olarak
tanımlanamaz. Allah’ın sonsuzluğu, nitelik
bakımından değil, nicelik bakımındandır.
İnsanın mutlak yüce olması düşünülemez. “Her
ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur.”13 Çünkü
mutlaka onun üzerinde birisi vardır. Bu peygam-
berlerle meleklerin derecesidir. Efendimiz Hz. Mu-
hammed (s.a.v), insan cinsinden hiçbir ferdin ula-
şamayacağı bir dereceye ulaşmıştır. Fakat Mutlak
Yücelik derecesine nisbetle bu da noksandır. Çün-
kü bu Yücelik, varlığın bazısına nispetledir. Oysa
Mutlak Yücelik, bir başkasına nisbetle değil, doğru-
dan doğruya, müstakil bir yüceliktir. O yücelik, kı-
yas kabul etmez.14
Her Şey Yüce Allah’ın Tasarrufundadır
Yüce Allah’ın el-Aliyy isminden şunları çıkara-
biliriz:
Yücelik ve kudrette hiçbir şey, Allah’a denk de-
ğildir. İlâhî kudret ve yücelik her şeye hâkimdir. Al-
lah her şeyi fiilen kendi tasarrufu altında bulundu-
rur.
O’nun yüceliği ve kullarının üstünde oluşu
mekân açısından değil, bilgi ve tanıtımların ken-
disini kuşatamaması ve insanın idrak gücünü aşan
bir mükemmellikte olması yönüyledir. İnsan aklı-
nın düşünebileceği bütün yücelikler en mükemmel
derecede Allah’ta mevcuttur.15
O halde;
Yüce Allah, mutlak yücedir.
Bu yücelik bir başkasına nisbetle değildir.
Allah’tan başka bir mutlak yücenin daha bulun-
ması imkân dışıdır.
Yüce Allah, el-Aliyy’dir
Her şey O’nun dûnunda, O’nun emri altında ve
O’nun hükmü altındadır. Bu sebeple, insan, böyle
Yüce bir rabbe sahip olduğu için çok şükretmelidir.
Yüce olan, güçlüdür, yüce olanın her şeye gücü
ve kudreti yeter.
Yüce olan, cömerttir, kullarına ihsanı boldur.
Yüce olan, şefkat ve merhamet sahibidir, kul-
larını bağışlar.
Yüce olan, izzetlidir, onurludur. İzzet ve onur
ancak O’na inanmakla, bağlanmakla ve boyun eğ-
mekle sağlanır.
Yüce olan, bağışlayandır.
Yüce olan her şeye gâliptir, muktedirdir, mün-
takimdir.
Yüce Allah, el-Aliyy’dir.
Her Müslüman kıldığı beş vakit namazın
her secdesinde başını yere koyarak en az üç defa
“Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ” duasını okur. Bunun
anlamı: “Ulu Allah’ım! Sen her çeşit kusurdan
münezzehsin!” demektir. Yüceler Yücesi’ne sec-
dede bu duayı okumak ne kadar anlamlıdır. Bu
duayı okumakla, aslında; âcizliğimizi, kusurlu
oluşumuzu ve günahkâr bir insan olduğumuzu
O’na itiraf etmiş oluyoruz.
Sonuç olarak, Yüce Allah’ın en güzel isimle-
rinden olan el-Aliyy isminin bize kazandıraca-
ğı temel ahlâkî hisse, her Müslüman’ın, Allah’ın
yüceliğine halel getirecek itikadî sapmalardan
gönlünü ve beynini arıtması, O’nun yarattığı can-
lı-cansız tüm varlıklara haksızlık etmekten uzak
bir hayat yaşamasıdır.
15
* Prof. Dr.
1 İsfehânî, el- Müfredat, s. 516, Topaloğul, Bekir-Çelebi, İlyas, Kelam Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 2010, s. 25.
2 Bkz. 22/Hacc, 62; 4/Nisâ, 34; 31/Lokmân, 30; 34/Sebe’, 23; 40/Mü’min, 12.3 Bkz. 2/Bakara, 255; 42/Şûrâ, 4.4 Bkz. 42/Şûrâ, 51.5 Topaloğlu, Bekir, “Alî” DİA, İstanbul, 1989, II, 370.6 Cürcânî, S. Şerîf, et-Ta’rîfât, Beyrut, 1987, s. 202. 7 Krş. İsfehânî, a.g.e., s. 516.8 Yıldurum, Suad, Kur’an’da Ulûhiyet, İstanbul, 1987, s. 134. 9 6/En’âm, 100.10 16/Nahl, 1. 11 17/İsrâ, 43.12 42/Şûrâ, 11.13 12/Yûsuf, 76.14 Gazalî, el-Esna, s. 75–78.15 Topaloğlu, “Alî” II, 371.
Dipnot
Ağustos 201016
Hulûsi Kalb’denMehmet AKKUŞ*
Kem
al U
YSAL
17
Her ne kadar günümüzde önemini
kaybetmiş görünse de tarih bo-
yunca haberleşme araçlarından
biri olmuştur mektup. Mektuplarla nice dostluk-
lar kurulmuş, nice sevgiler gelişmiştir. Mektuplar
vuslatı zor olanların gönüllerindeki sevgi ve mu-
habbetin tercümanı olmuştur. Birinden mektup
gelmesi sanki onunla kavuşmak gibi anlaşılmış-
tır. Mektuplar ulaşınca nice yanık gönüllere su
serpilmiş, nice hasret ve ayrılıklar, acı ve ızdırap-
lar bir an olsun unutulup, yerine sevinç ve mutlu-
luklar kâîm olmuştur.
Edebiyat tarihimizde birçok şâir ve edi-
bin mektupları ifade ettiğimiz açılardan önemi-
ne binâen neşredilmiştir. Bu mektuplar, zama-
nın birtakım olaylarına ışık tutmakta; bazı tarihî
şahsiyetlerin kimlerle ne derece alâkalı olduğunu
veya olayların meydana gelmesine nelerin hangi
ölçüde sebep olduğunu tespit etme imkânı sağ-
lammaktadır.
Biz bu yazımızda 20. asrın ikinci yarısında ver-
diği eserler ve yaptığı hizmetlerle gönüllerde taht
kuran Osman Hulûsî Efendi’nin Mektûbât’ından,
özellikle de şeyhi İhrâmcızâde İsmâil Hakkı
Toprak’a yazdığı mektuplarından, ona karşı kul-
landığı gâyet samîmî ve hürmetkâr ifadelerinden
söz edeceğiz.
Hulûsî Efendi’nin mektuplarının hitab cüm-
leleri gâyet samîmâne ve içtendir. Çok kullandı-
ğı ifâdelerden bazıları şöyledir:
Babasına: Sebeb-i hayâtımın huzûr-ı
saâdetine; kardeşlerine: Ey aziz kardeş, muhte-
rem kardaşım, Aziz can kardaşım; çocuklarına:
Yavrum, Kerîmem, Nûr-ı ibtihâcım; dostlarına
ve muhiblerine: Aziz rûhum, Huzûr-ı uhuvvet-i
ekremîye, Ey gözüm nûru aziz canım, Ey nûr-ı
dîde ve cân-âferîde, Gül-i gonca, Ey nûr-ı dîde,
Gözüm nuru.
Osman Hulûsî Efendi mektuplarından ana
ve babasına hitab ederken onlara olan hürmet
“Osman Hulûsî Efendi’nin Mektûbât’ında yer alan
66 mektuptan 3 tanesi doğrudan şeyhi İhrâmcızâde
İsmail Hakkı Toprak Efendi’ye yazılmıştır. Bazı
mektuplarda ise şeyhinden söz etmektedir.”
Ağustos 201018
ve şükrân duygularını; çocuklarına yazdıkların-
da sevgi ve şefkatlerini; dostlarına, arkadaşla-
rı ve sevenlerine gönderdiklerinde muhabbet ve
vefâyı; haksızlık ve yanlış işler yapanlara ise hata-
dan dönmeleri için îkâz ve nasîhatları konu edin-
miştir.
Muhabbetnâme
Birçoğu nesir olmakla beraber, nazım ve ba-
zen nazım nesir karışık mektuplarıyla nice gönül-
ler almış, kırgınlıkları ve dargınlıkları gidermek
için onları birer vesile kılmıştır.
Kendisine gönderilen cevaplara son derece se-
vinen Hulûsî Efendi bir mektubunda şöyle de-
mektedir:
“Göndermiş olduğunuz muhabbetnâmenizi
aldım.
Ey nâme sen ol mâh-likâdan mı gelirsin
Ey Hüdhüd-i ümmîd Seb’e’den mi gelirsin
diyerek memnun ve müteşekkirâne okuyup,
Öyle şâd oldum ki ey cismimdeki cân neş’eden
Gözlerim yaş doldu rûhum oldu handân neş’eden
Mektûbunuzun da’vâ-yı muhabbet sene-
di olduğuna fikrimce bir yakîniyyet ve fıtrat-ı
zâtiyyenizin bizi unutmayacak kadar âlî olduğu-
na da kanâat-ı kâmilem hâsıl olduğu şüphesizdir.
Sizi sizden mukaddem yâd etmek şerefine nâil
olamadığıma müteessirim. Mektûbunuzu aldı-
ğımda bu şerefin sizden zuhûruna gönlümün ne
derece mesrûr ve memnûn olduğunu tarif ede-
mem. İşte esâsen şart-ı muhabbet, mektup yaz-
mak değil, belki mahbûbunu bir ân bile hâtırdan
ferâmuş etmemek ve hayâlini bir lahza gözden
götürmeyip rûh rûh ile beraber bir vahdette, ci-
sim ise hayâlen gözde tecessüm etmiş bir hâlde
bulunmaktadır.”1
Diğer taraftan şeyhi İsmail Hakkı Toprak gibi,
yeni inşasına başlanan veya yarım kalan nice ha-
yır eserinin tamamlanması için imkan sahipleri-
ne yazdığı mektuplarla onları hayır ve hasenâta
teşvik etmiştir.
Osman Hulûsî Efendi’nin Mektûbât’ında
yer alan 66 mektuptan 3 tanesi doğrudan şeyhi
İhrâmcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi’ye ya-
zılmıştır. Bazı mektuplarda ise şeyhinden söz et-
mektedir. Meselâ babasına gönderdiği bir mektu-
İhramcızâde Hazretleri’ninH. Hulûsi Ateş ŞeyhzadeoğluÖzel Kitaplığındaki şahsi eşyaları
19
bun sonundaki manzûmede şöyle demektedir:
“Pîrsin İslâm’da yetmiş yıl sürüp ömr-i azîz
Dâmenin tuttun Garîbu’llâh’a ettin imtisâl
Kim seni incitse yâr-ı ihtiyârın incitir
Kim sana buğz eylese buğzuyla olur pây-mâl
Sen Garîbu’llâh Hakkî’nın gözünün nûrusun
Kim o göz nûruna hürmet eylemez bulmaz visâl
Hasretinizle garîbü’d-diyâr oğlunuz Hulûsî”
İsmail Hakkı Toprak Hazretlerinin vefa-
tı üzerine kaleme aldığı tarih manzûmesi de
Mektûbât’ta yer almaktadır:
Tarîk-ı Nakşıbendî Pîri mürşid-i kâmil
Garîbu’llâh Hakkî Gavs-ı A’zam Şeyh İsmâl
Engin gönlünde nice murâdı hâsıl oldu
Toprağa verildi Hakk’a vâsıl oldu
1. Mektup:
Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi 47. mek-
tubunu2 şeyhi İhrâmcızâde’nin hastalığı
münâsebetiyle kaleme almıştır. Hastalığına geç-
miş olsun temennîlerini ifade ettikten sonra,
“Her ne kadar maddî ve mânevî kusurlarım bu
şerefe ermeye mânî ise de biliyorum ki büyükler
mürüvvet sahibi olup küçükleri şefkat kanatları-
nın gölgesinden uzak tutmazlar; âşıklarını hiçbir
zaman bir nefes bile hatırdan çıkarıp unutmaz-
lar.” diyerek bazı kusurları olsa da bağışlanması-
nı talep etmektedir. Mektubun bugünkü dille ifa-
desi şöyledir:
“Fazîlet Menbaı Efendim!
Fazîletli bakışlarınızla bana bir nazar kılma-
nızı kendime bir övünme vesilesi bilirim. Her
nefes sıhhat haberinizi ve size kavuşma ümîdini
gönlümden geçirirken, âcizâne hastalığınızı du-
yunca hüzün denizinde boğulur gibi oldum. Ben
her zaman hayâlinizle neşelenir, size kavuşmak
arzusuyla şevk ve zevkten dünyâlara sığmaz olu-
rum.
Bu rahatsızlığınız bende tarif edilmez bir
üzüntüye sebep oldu. Bundan dolayı hiç olmazsa
mektuplaşarak hâlinizden mâlûmât sahibi olmak
için bu mektubu yazmaya cesaret ettim ve mek-
tubumun size ulaşarak mübarek ellerinizi öpme
şerefine erecek olmasına sevinmekteyim. Her ne
kadar maddî ve mânevî kusurlarım bu şerefe er-
meye mânî ise de biliyorum ki büyükler mürüv-
vet sahibi olup küçükleri şefkat kanatlarının göl-
gesinden uzak tutmazlar; âşıklarını hiçbir zaman
bir nefes bile hatırdan çıkarıp unutmazlar.
İnşallah sıhhat haberlerinizle gönlüm râhat ve
huzur içinde olurum. Böylece memnûn ve müte-
şekkir olurum ümidiyle mektubuma son veriyo-
rum.
Ağustos 201020
Sıhhat ve âfiyetiniz için âcizâne duâlar ederek,
mübârek ellerinizi öperim Efendim.”
2. Mektup:
Osman Hulûsî Efendi’nin Mektûbât’ında yer
alan aşağıdaki 52. mektubu3 şeyhinin Kurban
Bayramını tebrik etmek üzere yazılmıştır. Bu
mektup sadece bir tebrikten ibaret olmayıp, me-
tinden anlaşıldığına göre İhrâmcızâde’ye yaptığı
bir ziyâret sonra kendisini uzun zamandır göre-
memiş olmaktan hayıflanmakta ve yedi aylık bu
ayrılığın bıraktığı hüznü Mevlânâ Hazretlerinin
Mesnevî’sinden bir beyiti de kaydederek ifade et-
mektedir:
“Fazîlet-meâb Efendim!
Girmiş bulunan Kurban Bayramınızı tebrik
edip kutlayarak, kendime bir vazife saydığım mu-
kaddes ellerinizden öperim. Sizden ayrılmakla
başkalaşmış olan ahvâlimi ha-
ber vermek istiyorum. Yedi aya
yaklaşan ayrılığınız sînemde
öyle yaralar açtı ki, bunun ça-
resi de ancak sizin hayâlinizdir.
Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde
meâlen, “Sana olan iştiyak der-
dini anlatabilmem için ayrılık
sebebiyle şerha şerha olmuş bir
gönül isterim.” dediği gibi, ben
de gönlümdeki hâli size ifâde
etmek istiyorum.
Sabah akşam hayâlimden
hiç gitmeyen hâliniz gözleri-
min önüne geliyor. Bu durum-
da gözüm hayâlinizle hayret-
te şaşa kalmış iken, gönlüm de
o hayâlin zevki ile kendini vus-
latta sayarak, eğleniyor.
Ey sevgisi gönlümde saklı
olan Hocam!
Bazen sizi görmeden ayrıl-
dığım için pişmanlık duyuyor,
bazen de şanssız tâlihime ba-
karak ağlıyorum. Bununla be-
raber hayâlinizin hazîn gönlüme verdiği şevk ile
sizi kendime mağara dostu kabul ederek yüzüm
gülüyor, seviniyorum.
Lutf edip göndereceğiniz bir mektubu gözler-
ken mahzûn gönlümün şenleneceğini ümid edi-
yorum. Ancak gözlerim beklemekten rahatsız ol-
duğundan ümitsiz bir hâlde kalemim gözümün ve
dilimin tercümanı olan şu muhabbet-nâmeyi yedi
aylık bir ayrılığın ardından taraf-ı âlînize gönde-
riyorum.
“Mektuplaşmak, vuslatın yarısı gibidir.” denil-
diği gibi, ben de kendimi bu mektupla hayâlî bir
vuslatta sayıyor ve lutfunuza teşekkürle, karar-
sız olan şu gönlüme ebediyen en güzel teveccühte
Sivas Ulu Camii Kapısı / Bekir SARI
21
bulunacağınızı ümit ediyorum.
Bu vesile ile âcizâne hakkımda hayır duaları-
nızı bekler, tekrar ellerinizden öperim.”
3. Mektup:
Mektûbât’ta 8. sırada
yer alan bu mektupta4 Os-
man Hulûsî Efendi, şeyhi-
ne olan muhabbetinin hiç
kesilmemesini arzu etmek-
tedir. Bazı dünya ahvâlinin
veya bazı söylentilerin ara-
larında olan muhabbet ve
alâkanın devamına halel
getirmesinden endişe duy-
muş olmalı ki bu satırları
kaleme almıştır. Bu mektu-
bun ser-levhasında Hazret-i
Ebûbekir (r.a.) için kul-
lanılan “Sıddîk” ve “Yâr-ı
Gâr” ifadelerini kullana-
rak, aralarındaki muhab-
betin, Hazret-i Ebûbekir ile
Hazret-i Peygamber (s.a.v.)
arasındaki bağ kadar kuv-
vetli olduğunu belirtmiş ol-
maktadır.
Söz konusu mektubun bazı kısımlarının bu-
günkü dille ifadesi şöyledir:
“Gamımıza her zaman ortak olan dostumuz;
Hz. Ebûbekir’in mağaradaki dosluğu gibi vefalı
sevgilimiz Efendim!
Bu aşağılık dünyanın çeşitli hâlleri nice za-
mandır devâm eden kadîm muhabbetimize aslâ
mânî olamaz. Yine Allah korusun da gönülleri-
mizde ayna gibi karşılıklı olarak aks eden ezelî
muhabbetimiz yok olmaz. Toprağın tozları gökle-
re yükselse de yine ayağın toprağı yerdedir. Bizim
yaratılıştaki mayamız, tâ ezelden beri büyükleri-
mizin tertemiz ayaklarının bastığı topraktandır.
İşte o günden beri sizi büyüğümüz bilir, de-
ğersiz olan şu özümüzü ve yüzümüzü ayaklarını-
zın toprağı kabul eder ve iltifâtınızdan mahrûm
olmaktan Allah’a sığınırız.
Zanneyleme ki kibr ü nahvet bu tab’ımı inhirâf kıldı
Hâşâ ki bî-vefâ bu gurbet ol hubb-ı kadîmi ihtilâf kıldı
“Sen zannetme ki bu kibir ve gurur benim ta-
biatımı değiştirdi…
Allah korusun bu vefâsız gurbet mevcut olan
o eski dostluğumuza zarar vermesin.”
Mektubumun sonunda, benden zuhûr eden
âcizliğimin affını dilerim. Fazîlet yuvası gibi olan
gönlünüze girmek arzusuyla ellerinizden öperim.”
* Prof. Dr.
Not: 4 Ekim 2009 tarihinde Sivas Belediyesi tarafından düzenlenen “İsmail Hakkı To-prak Sempozyumu”nda sunulan tebliğ metinin özetidir.
1 Es-Seyyid Osmân Hulûsî-i Dârendevî, Mektûbât, (Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mehmet Akkuş – Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasîhat Yayınları, İstanbul 2006, s.205–206.
2 Es-Seyyid Osmân Hulûsî-i Dârendevî, a.g.e., 165-167.3 Es-Seyyid Osmân Hulûsî-i Dârendevî, a.g.e., s. 185-186.4 Es-Seyyid Osmân Hulûsî-i Dârendevî, a.g.e., s. 17-20.
Dipnot
Hat: Cefer KELKİT Tezhip: Ayten AKSU
Ağustos 201022
Sufi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
TasaVVUFa YÖnElİK
İÇ TEnKİT
23
Sûfîlerin otokont-
rol mahiyetinde
kendilerine yö-
nelik gerçekleştirdikleri yapıcı
ve uyarıcı eleştirilere iç tenkit
denilmektedir. Tasavvufî dü-
şüncenin kuramcı ve ideolog-
larının her konuda hemfikir ol-
madıkları bir gerçektir. Temel
tasavvufî terimlerin bile detay-
larında birbirinin tam zıddını
savunan mutasavvıflar olduk-
ça fazladır. Bâyezîd-i Bistâmî,
Hallâc-ı Mansûr, Ebû Saîd
Ebü’l-Hayr ve İbnü’l-Arabî
örneğindeki tartışmalı isim-
lerin nasıl bir sûfî oldukla-
rına dair sorulara, sûfîler
farklı cevaplar vermişlerdir.
Kimilerine göre bu isimler,
“büyük sûfîlerdir”, kimileri-
ne göre “yanılmışlardır”, ki-
milerine göre de “onların du-
rumlarını Allah bilir” deyip
geçiştirmişlerdir. “Vahdet-i
vücûd nasıl bir sistemdir?”
şeklinde sorulan soruya da ben-
zer yaklaşımlar sergilemişler-
dir.
Sûfîlerin iç tenkit mekaniz-
ması, tasavvufî düşünce için
bir “emniyet sübabı” olmuştur.
Çünkü kalbî ve hissî tarafı ağır
basan tekke düşüncesinin üze-
rinde böyle bir kontrol olma-
saydı, dinî esasların çok uzağı-
na düşen yorumlara gitmesi söz
konusu olabilirdi.1 İslâmî ilim-
ler mozaiğinin bir parçası olan
tasavvuf anlayışının hakîkîsi de
sahtesi de, ehli de nâ-ehli de,
nâ-ehli yüzünden düşmanı da,
âşığı da, ifrata düşenleri de tef-
ritte kalanları da vardır.
Hallâc-ı Mansûr, İmâm-ı
Gazâlî, İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî gibi büyük
mutasavvıflar, zâhir ulemâsı
bir yana bizzat bazı mutasavvıf-
lar tarafından bile eleştirilmiş-
lerdir. Büyük sûfîler arasındaki
görüş ayrılıkları, belli bir usul
dâhilinde mutasavvıfların yek-
diğerini eleştirmelerine sebep
olmuştur. Dolayısıyla tasavvuf-
ta her zaman bir otokritik ve
özeleştiri mevcut olmuştur.2
İnsanda fıtrî bir olgu olan
hakîkati arama mâcerâsını ken-
di şahsî menfaatleri doğrultu-
sunda kullanmaya çalışanlar,
her dönemde bulunabilmekte-
dir. Aslında bu durum, tasav-
vufun kurumsallaşmaya başla-
dığı ilk dönemlerden itibaren
şikâyet konusu olmuştur. Ta-
savvufu kendi şahsî çıkarla-
rı doğrultusunda kullanma ça-
baları, bizzat mutasavvıflarca,
içinde bulundukları dönemler-
de tenkit edilmiş, hatta artık bu
yolun hakîkî erlerinin kalma-
dığı ve isteğin zayıfladığı, neti-
ce olarak da tasavvuf yolunun
soru ve cevap, kitap ve risa-
le şekline dönüştüğü, mânânın
gidip ismin kaldığı, hakîkatin
kaybolup suretin peşine dü-
şüldüğü ileri sürülmüştür. Ta-
savvuftan anlamayanlar sûfîlik
“Gönlün sınır tanımaz dünyasında yaşanan nüktelerle,
dinin esasları arasındaki hassas dengeyi gözeten sûfîler,
bu konuda meslektaşlarını sürekli ikaz etmişler, dengeyi
bozanların dikkatlerini çekmişler, konuyu “iyi bir mü’min
olma” noktasında yoğunlaştırmak istemişlerdir.”
Ağustos 201024
iddiasında bulunmuş, sûfîlik
vasfını haiz olmayanlar tasav-
vufla süslenmeye özenmiş-
tir. Tasavvufu kabul ettiklerini
söyleyenler, davranışlarıyla bu
yolu inkâr etmişlerdir.3
Tasavvuf ilminin gelişme-
si için birinci derecede hisse-
ye sahip olanlar, aynı zamanda
bu düşünce ve yaşama biçimi-
ne tenkit yönelten kimselerdir.
Gönlün sınır tanımaz dünya-
sında yaşanan nüktelerle, dinin
esasları arasındaki hassas den-
geyi gözeten sûfîler, bu konuda
meslektaşlarını sürekli ikaz et-
mişler, dengeyi bozanların dik-
katlerini çekmişler, konuyu “iyi
bir mü’min olma” noktasında
yoğunlaştırmak istemişlerdir.
Sûfîlerin ilk asırlardan beri
yaptıkları tenkitlerin tek hedefi,
dinî sınırları zorlayan tasavvufî
yorumları devre dışı bırakmak
olmuştur. Çünkü her iş ve mes-
lekte olduğu gibi tasavvufî anla-
yışın da ortaya çıkmasıyla bir-
likte, hakîkî olan ve sahte olan
gündeme gelmiştir. İlk asırlar-
dan itibaren tasavvuf klasiklerin-
de zâhid olan, zâhidlik taslayan;
sûfî olan, sûfîlik taslayan gibi ifa-
delerle karşılaşılmaktadır.
Ortaya koymamız gereken
bir diğer gerçek, düşünce sis-
temlerinin gelişmesinde iç ten-
kitlerin oynadığı roldür. Ta-
savvuf gibi, psikolojik hayat ve
duygu derinlikli yaşamla iç içe
olan bir sisteme dışarıdan yö-
neltilen tenkitleri, “men lem
yezuk lem ya’rif” (Tatmayan
anlamaz, bilmez) metoduyla
devre dışı bırakmak mümkün-
se de kimse sûfîlerin tenkitleri-
ni sükût ile geçiştirmeye kolay
kolay cesaret edememişlerdir.
Bu açıdan şu söylenebilir: Ta-
savvufun doğru bir yol takip et-
mesinde, bu iç tenkit mekaniz-
masının payı büyüktür.4
Tasavvuf içi tenkitlerin asıl
hedefi, bâtıl tasavvuf zümreleri-
dir. Sûfîler, bâtıl ve sapık kollara
yönelik eleştiri yöneltirken, alan
dışı çevreler bu tenkitleri gene-
le şâmil kılmaya kalkışmışlar-
dır. “Heretik, anomist, bî-şer’,
bâtıl ve merdûd” şeklinde isim-
ler alan Hurûfîlik, Noktavîlik
ve İbâhîlik gibi birçok sapık
tarîkatın kaynağı, İslâm’ın dı-
şındadır. İslâm’ın yayıldığı yer-
lerde mevcut olan ibtidâî, bâtıl
ve muharref dinlere ait inanç ve
âyinler, bu gibi tarîkatlar içinde
yaşama imkânı bulmuştur. Şa-
manizm, Manizm, Mazdeizm,
Zerdüştlük ve Sâbiîlik, âdetâ
bu gibi tarîkatlar tarafından
yaşatılmıştır. Bâtınîlik bu gibi
tarîkatlar vasıtasıyla varlıkları-
nı devam ettirmişlerdir. Bu gibi
bâtıl tarîkatlar için doğru olan
“Şerîat dışı olma” hükmü hata-
lı bir genelleme ile tarîkatların
bütününe teşmîl edilmiştir.
Hak olan amelî ve itikadî mez-
heplerle bid’at ve dalâlet mez-
hepleri arasında fark görüldü-
ğü halde, hak olan tarîkatlar
ile bâtıl olan tarîkatlar arasın-
daki fark ya hiç görülmemekte
veya aradaki fark ehemmiyetsiz
görülerek buna değer verilme-
mektedir. Hâlbuki hak mezhep-
le bâtıl mezhepler arasında-
ki fark ne ise, hak tarîkatlar ile
bâtıl tarîkatlar arasındaki fark
da odur.5
Sûfîliğin çöküşünden ya-
kınma, sûfîliğin hemen hemen
başlangıcına kadar gider. Yah-
ya b. Muâz (ö. 258/871), mü-
ritlerini şu şekilde uyarmak-
tadır: “Üç insan sınıfından
kaçınınız: Düşüncesiz bilginler-
den, ikiyüzlü hâfızlardan ve bil-
gisiz sûfîlik taslayanlardan.”6
On birinci yüzyıl şairlerinden
biri ise şu şekilde seslenmekte-
dir: “Bugün sûfîlik, hakîkati ol-
mayan bir ad, oysa eskiden adı
olmayan bir hakîkat idi. Sûfîlik
taslayan çok, ama gerçek sûfî
yok.”7
Ebu’l-Abbas ed-Dineverî
aynı sancıyı şu sözleri ile dışa
vurmaktadır: “(Mukallit sofu-
lar) tasavvufun esaslarını boz-
dular, yolunu yıktılar. Uydur-
dukları bir takım isimlerle
tasavvufun mânâsını değiştir-
diler. Meselâ; tamaha ziyade,
edepsizliğe ihlâs, haktan çık-
maya ve uzaklaşmaya şatah,
kötü şeylerden zevk almaya tay-
yibe (hoşluk) ve hevese uymaya
ibtilâ, dünyaya dönüş yapmaya
vasl, ahlâksızlığa savlet, cimrili-
ğe celâdet, dilenciliğe amel, ter-
biyesiz dil kullanmaya melâmet
adını verdiler. Eski sûfîlerin
yolu bu değildi.”8
Şirazlı Ebû Abdillah b. Ba-
keveyh, Ebû Ahmed es-Sağîr’in
şöyle dediğini nakleder: “Gün-
lerden bir gün bir fakir/der-
viş gelmiş ve Ebû Abdillah b.
Hafîf’e; ‘Bende vesvese var’, de-
miş. Şeyh de; ‘Öyle zamana ye-
tiştim ki, o zamanın sûfîleri
şeytanla alay ederlerdi, şimdi
şeytan sûfîlerle alay ediyor.” �
demiştir.
25
Ebû Bekr Muhammed el-
Vâsıtî (ö.320/941) ise şu tesbit-
te bulunmaktadır: “Sahte sofu-
lar edepsizliği ihlâs, nefislerinin
oburluklarını nimetlerden meş-
ru şekilde faydalanma ve alçak-
lıkları celâdet hâline getirdiler
de, hak olan yolu görmez du-
ruma düştüler ve onun için de
çıkmaza saplandılar. Bunların
müşâhede ettikleri ve gördükle-
ri mânevî hususlardan bir geliş-
me olmadığı gibi, huzur içinde
ve temiz bir şekilde ibadet etme-
leri de mümkün olmaz. Konuş-
tukları zaman hırsla konuşur,
hitap ettikleri zaman kibirli hi-
tap ederler. Nefislerine düşkün-
lükleri, içlerindeki pisliği haber
verir, yenecekler konusunda-
ki oburlukları kalplerinin için-
de neyin bulunduğunu açıklar.
Göz göre göre Hakk’tan dönen
bu kimseleri Allah kahretsin”10
Bu sancıyı Abdülke-
rim b. Hevâzin el-Kuşeyrî (ö.
465/1073) de eserinde dile ge-
tirmektedir: “İslâm’ın başlan-
gıcından bu yana hiçbir asır
yoktur ki, o asırda tarîkat şeyh-
lerinden biri bulunmasın. O
asırlarda tevhîd ilimlerine sa-
hip ve sûfîlerin imâmı olacak
seviyededir. Muhtelif asırlar-
da görülen düşük ahlâklı, şerîat
ile ters düşen, şatahât, türrehât
ve hodfürûşluk yapanlara ge-
lince, onlar aslanların yerini
tutmak isteyen tilkilerdir. Al-
lah onların şerrinden ümmet-i Muhammed’i korusun.”11
Ağustos 201026
Bâtıl anlayış ve hurâfelerin yaygınlaşmasın-
da tasavvuf ilmine yönelik suçlamalar noktasın-
da öncelikli olarak şu tesbiti ortaya koymamız
gerekmektedir: İslâmî ilimler ve sosyal kurum-
lar bileşik kaplar gibidir. Birinin yükselmesi ve
diğerlerinin yerinde sayması veya birinin seviye-
sinin yukarıda kalması mümkün değildir. İslâm
dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bü-
tün ilimler ve kurumlar bundan nasibini almış-
tır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturdu-
ğu sosyal müesseseler birbiriyle âhenkli biçimde
çalıştıkları, birbirlerini rakip görüp dışlamadık-
ları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermiş-
lerdir. Tekke ve tasavvufî kurumların parlaklı-
ğını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun
hâlâ parlak hizmetler verdiğini söylemek müm-
kün değildir. Bu itibarla gerileme ve çözülme bü-
tün kurumlarda birlikte yaşanmıştır.
Tasavvuf ya da başka İslâmî çevrelerde görülen
bir takım bid’at ve hurâfelerin temel sebebi bilgi
eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda mânevî ha-
yata ilgi, bilginin çok önündedir. Bu ilgiyi doyu-
rup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar olma-
dığı ve dinî bilgilenmede problemler olduğu için
insanlar din adına çoğu zaman hurâfelere takılıp
kalmaktadır. Hurâfe ve bid’atin tek sebebi vardır,
o da cehâlettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri’
ve cehâletten kurtulmayı görev sayan tarîkatlar,
hurâfelerle mücadele etmektedir. Nitekim on do-
kuzuncu yüzyılda başta Nakşibendiyye’nin Ha-
lidiyye kolu olmak üzere pek çok tarîkat, ilim ve
medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdîd, ye-
nilenme ve ıslahat hareketi başlatmışlardır.
Bütün bilim dallarında ve kurumlarda olduğu
gibi tasavvufta da zaman zaman asıldan uzaklaş-
malar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulma-
nın temel sebebi liyâkatsizlik ve cehâlettir. Baba-
dan oğula intikal eden şeyhlik anlayışı, liyâkatsiz
ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik maka-
mına oturmalarını sağlamış, bu da tabii ola-
rak bozulma sürecini hızlandırmıştır. Önceleri
tasavvufî eğitim için belli bir dinî altyapı sağla-
nır, ondan sonra tarîkata girilirdi. Önce, tekke ve
medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı belli bir
biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet
ve liyâkatine bakılmadan ehliyetsiz kimseler tek-
kelere şeyh olmaya başladılar. Liyâkatsizlikler so-
nucunda yanlışlık hızla artmaya başladı.
Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî (ö.295/907) şu sözleri
tesbitlerimizi özetler niteliktedir: “Yamalı elbise
(eskiden hırka) incileri örterdi (içinde cevher bu-
lunan sûfînin sırtında yamalı elbise bulunurdu).
Bugün ise mezbeleliklerdeki leş örtüsü hâline gel-
di.”12
* Prof. Dr.
1 Mustafa Kara, Dervişin Hayatı, Sûfînin Kelâmı Hal Tercümeleri-Tarikatlar-Istılahlar, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005, s. 51.
2 Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili 1 Mürşid-Mürid-Yol, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 164–165.
3 Mustafa Kara, “Sûfîlerin Tenkidleri ve Tasavvufu İhya Faaliyetleri”, Tanımı Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, Sehâ Neşriyat, İstanbul 1991, s. 67–91.
4 Kara, Dervişin Hayatı, s. 213–214.5 Uludağ, “Takdim”, Tekkeler ve Zaviyeler, s. 17–18.6 Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları, ter. Ender Güral, Ankara 1982, s.
30.7 Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 30.8 Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyri, er-Risaletu’l-Kuşeyriyye fi İlmi’t-Tasavvuf,
Haz. Ma’ruf Zerrik, Ali Abdulhamid Baltacı, Daru’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 412–413.
9 el-Kuşeyrî, er-Risale, s. 420–421. 10 el-Kuşeyrî, er-Risale, s. 439–440. 11 el-Kuşeyrî, er-Risale, s.378.12 el-Kuşeyrî, er-Risale, s. 439.
Dipnot
27
KUTLU AĞUSTOS
Kutlu Ağustos ayı zafer demektir bizdeCephelerde akan kan yurda emektir bizde
Zafer inananların yüreğinde saklıdırCihana nizam veren ceddin nurlu aklıdır
Viyana önlerinde duyulur ayak sesiDüşmana korku salar Türk’ün sıcak nefesi
Ecdadımın yüreği vahiyle durulandıRahmet yağdı yüzüne sevgiyle kurulandı
Malazgirt’te al kanla çok destanlar yazıldıYurda göz dikenlere ne mezarlar kazıldı
Bir Ağustos sabahı ufuktan doğdu güneşBuz dağını eritti yüreklerdeki ateş
Ey sıradan toprağı vatan eyleyen nefer!...Zulmeti aydınlattı gözünden yansıyan fer
Sana cennetten köşkler muştuladı meleklerGönüllerde yeşerir Hakk’a dair dilekler
Barışa milat oldu kazandığımız zaferSuladı gönülleri alınlardan akan ter
Ağustos’un otuzu doğuşu bir milletinZulmü ve esareti boğuşu bir milletin
Zafer benim diyenin önünde durmaz engelKurtuluş ümidini, şevkini kırmaz engel
Aşk olmayan gönülde erir çelik iradeBağımsızlık aşkını verir çelik irade
Zaferden haber verir hem Ağustos hem cuma…Orta Asya’dan doğdu güneş İklim-i Rum’a…
Ağustoslar titretir gönül tellerimiziCoşturur her bir zafer suskun dillerimizi
M. Nihat MALKOÇ
2
Ağustos 201028
Şiir, hayattır… Bazen olur, bir beyit,
bir dörtlük, can verir hastalara. Ba-
har mevsiminde müjdeler getiren,
bereketler yağdıran, nisan yağmurlarının top-
rağa verdiği hayat gibi samimi duygularla ka-
leme alınan şiirler de hayat bahşeder ölü kalp-
lere.
Asırlardır İslâm coğrafyasında, Anadolu'da
Mevlâna'nın Mesnevî'si, Yunus Emre’nin
Dîvân’ı, Ahmet Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i,
Niyazi Mısrî'nin eserleri, Muhammediye, Ah-
mediye, Battalnâme başta olmak üzere daha
adını sayamadığımız eserler okunup, hatta ez-
berlenip dilden dile anlatılıp aktarılmıştır. Bi-
zim insanımız bu eserlerdeki şiirleri ve güzel
sözlerin ninni gibi söylenmesiyle beşiklerde
uyumuş; bu öğütlerin, menkıbelerin, hikmet-
lerin sohbetleriyle büyümüştür. Onun için her
mutasavvıfın sohbetinde, her tekke ve dîvân şa-
irinin eserinde, her yazılı metnin içinde bu hik-
met deryalarından damlalar bulunmaktadır.
İHRamCıZâDE HaZRETlERİnE
YaZılan ŞİİRlER
EdebiyatMusa TEKTAŞ
Hat
: Ebu
zer Ö
ZKA
N T
ezhi
p: A
yten
AKS
U
29
Sivas’ın ufkundan güneş gibi doğan
İhramıcızâde İsmail Hakkı Toprak Efen-
di (k.s) Hazretleri, sohbetlerinde tasavvu-
fi şiirler okutturan, böylece insanların ir-
şadında şiiri araç olarak seçen mürşid-i
kâmillerdendir.
Şiir ile iştigâlinin en büyük delili, man-
zum olarak kaleme aldığı Yâre Yadigâr1
isimli mevlid-i şeriftir. Ayrıca İhramcızâde
(k.s)’nin bilinen şiirleri de vardır. Katre şii-
rin ilk dörtlüğü şöyledir:
Katremizden hisse al bî-ka’r-ı deryâ olmuşuz
Cümle halka bir bakışla çeşm-i bînâ olmuşuz
Gerçi zâhirde lisân-ı nâs ile güftârımız
Ma’ni yüzünden soyunup hep muarrâ olmuşuz2
Dîvân Edebiyatımızın çok müstesnâ bir ese-
ri ve Âşık/Halk Edebiyatımızın yüzlerce şii-
ri tasavvufun tesiriyle kaleme alınmış denilse
sezâdır.
Somuncu Baba Hazretlerinin neslinden,
Darendeli Es-Seyyid Osman Hulûsî Efen-
di (k.s), İhramcızâde (k.s) Hazretlerinin ye-
tiştirdiği önemli bir şahsiyettir. Elbette ki
Dîvân’ının da oluşmasında İsmail Hakkı
Efendi’nin büyük tesiri vardır.
Hulûsi Efendi Hazretleri, 1920’li yıllar-
da İhramcızâde Hazretlerine intisap eder.
İlim sohbetlerine (meclislerine) katılır; sık-
ça Sivas’a mürşidi İhramcı zâde İsmail Hak-
kı Toprak (k.s)’ı ziyarete gider; küçük yaştan
itibaren yazmış olduğu şiirlerini ona tak-
dim eder. İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak
Efendi (k.s) de sohbetlerde bunları defalar-
ca okuturlar, ilâhîlerini muhafaza etmesini ve
bir Divân yazmasını kendisine tavsiye eder-
ler. Bunun üzerine Osman Hulûsi Efendi’nin
Dîvân Edebiyatı tarzındaki yazdığı şiirle-
rinden oluşan, elimizdeki “Divân-ı Hulûsî-i
Dârendevî” ortaya çıkmıştır.
Dîvan-ı Hulûsi-i Darendevî’den birkaç beyit
örnek verelim:
Cân mürgünün ezkârı dîdâr-ı Karîbu’llâh
Her demdeki efkârı dîdâr-ı Karîbu’llâh
Almış ezelî varın kılmış ana ikrârın
Görmüş gül-i ruhsârın dîdâr-ı Karîbu’llâh
Akvâl-i şerîat hep ef’âl-i tarîkat hep
Ahvâl-i hakîkat hep esrâr-ı Karîbu’llâh
Ol ârif-i dânâyî bul menzil-i a’lâyı
Tutmuş iki dünyâyı hoş şân-ı Karîbu’llâh
Bu bende Hulûsî’nin efgende Hulûsî’nin
Dil-bende Hulûsî’nin dîdâr-ı Karîbu’llâh3
Osman Hulûsi Efendi (k.s) de, sohbetlerin-
de mürşidi İhramcızâde (k.s) Hazretlerinin
yolunu takip ederek, genellikle tasavvufî ma-
hiyetli şiir ler/ilâhîler okutturmuştur. Biz bu-
nun sırrını şiir ile irşad yolunu seçtiğine bağ-
lıyoruz.
Kangal Müftüsü bir gün İsmail Hak-
kı Toprak (k.s)’ı ziyaret ettiğinde, “Efendim
Darende’de Hulûsi Efendi (k.s) ile görüştük.
Ne mesele sorduk ise hepsini deliller getire-
rek cevapladılar, hem de kitapları öyle açtılar
ki bir iki yaprak farkı ile sayfaları açarak önü-
müze serdiler. Bu nasıl iştir hayrette kaldım.”
der.
İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s) cevaben,
“O da bizim talebemiz, onu biz yetiştirdik.”
buyurmuşlardır.
Hulûsi Efendi, Dîvân’ında bulunan birçok
şiirinde İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi’yi
zikretmektedir. Bir sohbet esnasında İsmail
Hakkı Efendi; “Hulûsi Efendi oğlumuz, şiir-
lerini Allah ve Rasûlüne yazmışlardır. Ancak
yol bizden geçtiği için edeben bizim ismimizi
de zikretmişlerdir.” buyurarak tevazu göster-
mişlerdir.4
İhramcızâde (k.s)’nin devrinde yaşa-
yan, onun sohbetlerine katılan, Sivaslı Âşık
Feryâdî’nin bir dörtlüğüne kulak veriyoruz:
Ağustos 201030
Dilinden akıyor dînin düzeni
İrşâd eden peşin sıra gezeni
Allah’a kavuşur bulan rızânı
Bulurum ayrılmam sen sultanımdan5
İhramcızâde Hazretleri çeşitli vesilelerle de-
ğişik illere, ilçelere gitmiş, sohbetlerde bulun-
muştur. 1955 yılında Ulu Camii onarımı için
Darende’den sonra K. Maraş’ın Elbistan ilçesi-
ne de uğrar. Bir sahra sohbetinde huzuruna ge-
lip asker gibi selam veren ve tok sesiyle irtica-
len methiyesini okuyan Şair Kâmil Bozkurt’un
şiiri de unutulmayacak derecede mühimdir.
Ey vaktin dâhîsi yüce misâfir
Rûha gıda gülün kokar efendim
Lü’lü ü mercâna benzer kelâmın
Sohbetin sineyi yakar efendim
…
İrşâd ettin şimdi burada beni
Takdîr etmeyen dil çürüsün seni
Hâk-i pây-ı cehle öğrettin dîni
Bî-hayâ uzaktan bakar efendim6
Sivaslı Âşık Seyit Yalçın da İhramcızâde
(k.s)’nin sohbetine katılan şanslı insanlardan-
dır. Gönülden bağlıdır, mâneviyâtından feyz al-
mıştır. Seyit Yalçın’ın bir dörtlüğü şöyledir:
Kûtu’l-ârif gavsu’l-a’zami delil
Meşâyıh-ı tâmsın ilminle âmil
Mağripten maşrıka mürşid-i kâmil
Sen yâre yar oldun unutma beni
İhramcızâde Hazretleri (k.s)’nin tasavvufî ki-
şiliğiyle paralel olarak hayır işlerindeki önderli-
ği de şiirlerde yer bulmuştur. Sivas’ın son devir-
de yetiştirdiği büyük âşıklardan Sefil Selîmî’nin
İhramcızâde konulu iki şiirinin varlığını biliyoruz.
Birincisi mısra baş harflerinden akrostişli bir şe-
kilde “İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak” imzası-
nı nakş eylediği şiirinin ilk iki dörtlüğü şöyledir:
İzâfe edilen bu Türkçe şiir
Sâhibü'l-hayrâtın cismini söyler
Mâlikü’l-mülkümüz zâtına d3air
Azmini zikreder ismini söyler
İbâdet kabâhat gizli diyen dost
“Lâ” deme “illâ” de eyle beyân dost
Hakki can gözüyle görür ayan dost
Allâh'ı zikreder resmini söyler7
Bu şiirin ilk dörtlüğünü okuyunca hemen Veh-
bi Cem Aşkun’un “Hayırsever Bir Din Adamı”adlı
tarihî makalesini hatırlıyoruz. Şunları söylemişti
Vehbi Cem Aşkun:
“Sivas’ın yıllardan beri harap ve perişan du-
rumdaki Ulu Camii, yeni baştan onarılmak su-
retiyle bayağı ölümden kurtulmuş. Bu, eski bir
Selçuklu eseridir. Minaresi canlı bir anıt hâlinde
yükselir ve Sivas’ın her tarafından görünecek
kadar da yüksektir. Bunu ölümden kurtaran
herhangi bir kurum değildir. Bu doğrudan doğ-
ruya İhramcızâde İsmail Efendi’nin hayırsever-
liğidir.
Bu zat, bundan başka daha pek çok hayır işle-
rine el atmış ve her bakımdan din yoluna hizme-ti amaç edinmiş bir Sivaslıdır. Nitekim son çalış-
malarının canlı bir örneği de İmam-Hatip Okulu
31
binasıdır. Eski Kız Ortaokulu yerinde yapılan bu
bina bitmek üzeredir. Ferah ferah kalabalık bir li-
seyi içine alacak kadar da büyüktür.
Ben, İsmail Efendi’yi aynen Erzincan uluların-
dan Terzi Baba’ya benzetirim. Bu da onun gibi iyi-
liksever hemşehrilerinin güvenini kazanmıştır.
Herhangi bir hayır işleyici, bu fikrini ona söyler
ve elindeki servetin herhangi bir şekilde hayır işine
harcanmasını ondan ister. Hatta servetini sırf ha-
yır işlerine harcanmak üzere ona verenler de var-
dır. Etrafındaki insanları daima iyi yola götürücü
telkinlerde bulunmuştur. İşte gerçek din adamla-
rı bunlardır. Milletine zararlı değil, daima fayda-
lıdır.”8
Ülkemizdeki yaşan âşıklarımızdan önem-
li simalarından olan Âşık Şeref Taşlıova’nın da
İhramıczâde Hazretleri hakkında “Dal Vermiş” baş-
lıklı şiiri Hazreti gayet güzel tarif ediyor:
Dal Vermiş
Sivas’ta bir Garîbullah yaşamış,
Ağaç gibi filizlenmiş, dal vermiş.
Ecdâdı Kâbe’ye ihram örermiş,
İman bahçesinden gonca gül vermiş.
…
Hulûsî Efendi göz bebeğimiz,
Sevgi ile çarpar hep yüreğimiz,
‘Onun için fedâ her bir şeyimiz’,
Diyerek inançla istikbâl vermiş..9
Okuduğumuz son dörtlüğü bize, çocukluk yıllar-
dan itibaren Hulûsi Efendi ile olan yakınlığını ha-
tırlatıyor:
“Osman Hulûsi Efendi, daha çocuk denecek
yaşta, mürşidine intisab ettikten belli bir zaman
sonra hastalanır. Bunu duyan İsmail Hakkı Efen-
di (k.s), Hulûsi Efendi’nin babası Hatip Efendi’ye;
‘Müsaade ederseniz oğlu nuz Hulûsi’yi Sivas’a gö-
türüp, tedavi ettireyim’ diyerek, müsaade almış ve
Sivas’a götürmüştür. Hastalığı ile bizzat kendile-
ri ilgilenmiş; hatta ‘Oğlum Hulûsi, sen hiç üzülme,
gömleğimi satar, seni yine tedavi ettiririm’ diye
ona mânevî destekte bulunmuştur. Böylece Osman
Hulûsi Efendi’nin kısa zamanda iyileşmesine vesi-
le olmuşlardır.”10
Kadirlili Âşık Feymânî’nin, Elbistanlı Hani-
fi Kara’nın, Sivaslı Âşık Kadîmî’nin birer şiirleri ol-
duğunu da tespit etmiş bulunuyoruz. Gürünlü Âşık
Gülhânî’nin şu dörtlüğü sanki bugün için söylen-
miş:
Can cânanı bulmak için
Ona mutî olmak için
Bir araya gelmek için
Yerimiz İhramcızâde11
Kadirli’de yaşayan Ozan Dertli Polat’ın şiiri geç-
mişle günümüzü bağlayan bir köprü olan büyükle-
rimize işaret ediyor:
Ben İhramcızâde'yi, Yûnus'a yoldaş bildim,
Önünde diz çöktüm de, gözlerinden yaş sildim.12
Ve sözü, 2 Ağustos 2000 tarihinde kaleme alın-
mış İhramıcızâde Hazretlerine adanan şiirimizin
bir dörtlüğüyle bağlayalım:
İki Ağustos da ukbâya göçdün
Visâl şerbetini o yardan içdin
Bilcümle âleme feyizler saçdın
Tükenmeyen nurdun İhramcızâde
Not: 4 Ekim 2009 tarihinde Sivas Belediyesi tarafından düzenlenen “İsmail Hakkı To-prak Sempozyumu”nda sunulan tebliğ metinin özetidir.
1 İsmail Hakkı Toprak İhrami Sivasi, Yâre Yadigâr, Dizerkonca Matbaası, İstanbul, 1969.
2 Lütfi Alıcı, İhramcızâde İsmail Toprak Efendi, s. 43, Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi Vakfı Yayınları, Ankara, 2001.
3 Ateş¸ Osman Hulûsi¸ Dîvân-ı Hulûsi-î Darendevî (Haz: Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), s. 273-274, Nasihat Yay.¸Ankara¸ 2006.
4 Duran Bak ile yapılan röportajdan alınmıştır. 5 Alıcı, s.154-155.6 Alıcı, a.g.e, s. 152.7 Akrostişli olan bu şiir; Hürdoğan Gazetesi tarafından 2002 yılında düzenlenen
İhramcızâde İsmail Hakki Efendi (K.S) konulu yarışmada birincilik ödülüne lâyık görülmüştür. Bkz: Somuncu Baba Dergisi, Yıl:10, Sayı:45, s.26.
8 Alıcı, a.g.e, s.148.9 Şeref Taşlıova’dan derlenmiştir. 10 Palakoğlu İsmail, Gönüller Sultanı, s. 102, 11 Somuncu Baba Dergisi, Yıl:10, Sayı:45, s. 39. 12 Somuncu Baba Dergisi, Yıl:10, Sayı:45, s.49.
Dipnot
Ağustos 201032
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
TaTİl mİ?“Ahlâkın değişmeyen değerleri vardır, bunlar bütün zaman ve mekânlarda
geçerlidir: Doğruluk, saygı, iyilik vb. O hâlde, ahlâk eğitimi bir anlamda
değerler eğitimidir.”
33
Yine bir yaz ayı
geldi. Herkes-
te tatlı bir te-
laş seziliyor. Sorular daha
çok “Bu sene nereye tatile gi-
diyorsun veya tatilini nerede
geçireceksin?” şeklinde olma-
ya başladı. Ara sıra, “Bu sene
tatilde ne yapacaksın?” şek-
linde sorular olsa da, sorular
daha çok tatilin nerede geçiri-
leceğine dairdir. Tatil yapmak
herkesin hakkıdır. Buna itiraz
edilmez. Çünkü bu insanî bir
ihtiyaçtır ve esasen dinimi-
zin mubah olarak kabul etti-
ği hükümler içerisindedir. Fı-
kıh diliyle söylersek; tatilin
bizzat kendisi sevap veya gü-
nah olmaz. Ona olumsuz veya
olumlu bir sıfat verecek olan,
niyetlerimiz ve tatilde yaptığı-
mız eylemlerimizdir. Bu nok-
tada dikkat edilmesi gereken
temel nokta şudur: Adına is-
ter tatil, ister seyahat isterse
istirahat diyelim dinlenmek
için ayırdığımız vaktin içini
Müslüman zihniyeti-
ne ve sorumluluğuna
uygun olarak doldu-
rabiliyor muyuz, dol-
duramıyor muyuz?
Veya böyle bir der-
dimiz ve düşüncemiz
var mı, yok mu?
Müslüman, so-
rumlu ve sorumlulu-
ğunun bilincinde olan
insandır. Kur’ân’da
çokça geçen “müttakî”
kelimesine bu anlamı
veren müfessirlerimiz vardır.
Çünkü o, dağların, yer ve göğün
yüklenmekten kaçındığı ema-
neti yüklenen, “mukaddes yüke
hamal” bir kimsedir. Müslü-
manın sorumluluk sınırı haya-
tın her alanını kapsamaktadır.
Müslümanlar olarak bize veri-
len her nimetten sorumluyuz.
Ömürden, vakitten, nakitten,
sıhhatten sorumlu olmayan
Müslüman düşünülebilir mi?
Peygamberimiz bunların bize
bir gün hesabının sorulacağını
bildirmemiş mi? Aynı zamanda
insanların çoğunun bu nimetle-
rin farkında olamayacaklarını
da biz ondan öğrenmedik mi?
“İki nimet vardır ki insanla-
rın çoğu onlarda aldanmışlar-
dır, bunlar sağlık ve boş vakit-
tir.”1 buyuran Allah Rasulü’nün
bu hikmet, irşat ve ikaz dolu
sözlerini gereği gibi değerlen-
direnlerimizin sayısı gerçekten
merak konusudur. Boş vakit ne
demek? Vakti boşa harcamak
“Ahlâkdışı davranışların çoğalmasındaki diğer bir
neden de aşırı özgürlük anlayışı ve sorumluluk
bilincinin yetersiz olmasıdır. Özgürlük anlayışı,
sorumlulukla doğrudan ilişkilidir. Bu ilişki,
bireylerin yetiştirilmesinde dikkate alınması
gereken oldukça önemli bir husustur.”
Ağustos 201034
demek. Peki, vakti boşa harca-
mak suyu boşa harcamak gibi
bir şey, hatta ondan daha bü-
yük bir israf değil mi? Zira suyu
bulabiliriz ama vakti aslâ! Bize
örnek olan Allah Rasulü’nün
hayatında böyle bir boşluk var
mı? Allah’ın insanlığa en bü-
yük nimeti olan İslâm’ı kalem-
leriyle, gönülleriyle, nefesle-
riyle bize taşıyan âlimlerimizin
hayatında böyle bir boşluk gö-
rebiliyor muyuz? Hiç böyle bir
boşluk olsaydı en büyük imam,
İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, “En
büyük musibet vakti boşa har-
camaktır.” der miydi? Şayet
vakti boşlamak caiz olsaydı, bu
âlimler kısacık ömürlerine bu
kadar büyük eserler sığdırabi-
lirler miydi?
Daha iyi işler yapmak için
dinlenmekle vakti boşa har-
camayı birbirine karıştırma-
mak gerekir. Dinimizin bize
yakıştırmadığı vakti boşlamak-
tır. Dinlenmek, istirahat etmek
her şeyden önce vücudumu-
zun bizim üzerimizdeki hak-
larından biridir. Aynı zaman-
da vücudu dinlendirmek bizzat
Peygamberimizin tavsiyesidir.
Bizim kültürümüzde istirahat,
Kur’ân’ımızda seyahat vardır ve
teşvik edilmiştir. Bu seyahatin
temel hedefi kâinâta ibret na-
zarıyla bakmak, Allah’ın yarat-
tığı şeyler hakkında tefekkür
etmek, iyi ve kötü akıbetlilerin
durumunu hatırlamak, böylece
Allah’ın güç ve kudretine olan
imanının nurunu artırmaktır.
Şu âyetlere bir daha bakalım:
“Sizden önce nice hayat
tarzları gelip geçti. Öyleyse,
yeryüzünde dolaşın ve hakika-
ti yalanlayanların sonunun ne
olduğunu görün.2”
“De ki: Yeryüzünde dolaşın,
sonra (peygamberleri) yalan-
layanların sonunun nasıl oldu-
ğuna bakın!”3
“Biz her millete bir peygam-
ber gönderdik. O da ‘Allah’a
ibadet edin, tâğuttan uzak du-
run!’ dedi. Sonra o (milletler)
den bir kısmına Allah hidâyet
nasib etti, bir kısmı hakkında
da sapacaklarına dair hüküm
kesinleşti. İşte gezin dolaşın
dünyayı da peygamberleri ya-
lancı sayanların akıbetlerinin
ne olduğunu görün!”4
“De ki: “Hele bir yeryüzün-
de gezin de, günahkârların
sonu nice oldu, bir bakın!”5
“De ki: “Yeryüzünü dolaşın
ve Allah’ın (insanı) nasıl (hari-
kulade bir şekilde) yoktan var
ettiğini görün! Allah işte bu şe-
kilde ikinci hayatınızı da var
edecektir; çünkü Allah her şeye
kâdirdir!”6
“De ki: “Yeryüzünü dolaşın
ve (sizden) önce yaşamış olan
(günahkâr)ların sonlarının ne
olduğunu görün: onların çoğu
Allah’tan başka varlıklara
veya güçlere ilâhî sıfatlar ya-
kıştırmışlardı.”7
Bizim kültürümüzde içi boş,
sırf vakit geçirmek veya bize
bir fırsat olarak verilmiş vak-
ti boş ve hiçbir değer yükleme-
den geçirmek anlamında bir ta-
til yoktur. Daha doğrusu böyle
bir boşluk zihniyeti yoktur. Ak-
sine vakit fırsatını ganimet bilip
en iyi şekilde değerlendirmek
vardır. Çünkü Müslümanın her
hali ya ibadettir, ya ibadete ha-
zırlıktır. Ya şükürdür, ya zikir-
dir ya da fikirdir veya bunla-
ra hazırlıktır. Bir başka deyişle
namazımız, orucumuz, haccı-
mız, kurbanımız Allah için ol-
duğu gibi, seyahatimiz de Al-
lah için olmalıdır. Yolculuğa
çıkanlarımızı uğurlarken “İn-
şallah sâlimen ve gânimen ge-
lirsin.” deriz. Bunun anlamı ne-
dir? Gânim olarak geri dönmek
seyahatten madden ve mânen
kazançlı çıkarak, gittiğine ve gi-
deceğine pişman olmadan dön-
mektir. Amel-i sâlih adına, din
ve dünyamıza yararı dokuna-
cak bir takım güzel işler yapa-
rak dönmektir.
Biz başkalarının bize bellet-
tiği anlamda tatil yapamayız.
Bir kere “tatil” kelime olarak
olumlu bir anlam içermemek-
tedir. İşlevsiz, geçersiz ve fonk-
siyonsuz kılmak gibi anlamlara
gelen bu kelimenin bizim olum-
lu anlamlar taşıyan seyahatimi-
zin yerine neden kullanıldığı-
nı, dilimize neden sokulduğunu
bilmiyorum. Hem “seyahat”
hem “ta’tîl” Arapça kelime-
lerdir. Ancak birincisi olumlu
ikincisi olumsuz anlam içerir.
Nasıl olmuşsa bize bu kelime-
nin olumsuzu öğretilmiş. Ta-
til, boşa çıkmak/çıkarmak, iş-
levsiz kalmak/kılmak anlamına
gelince, sanki bu bizim zihnimi-
zi örmüş, seyahatimizin olmaz-
sa olmaz şartı haline getirilmiş.
Bunun için de biz tatil deyince
hep çalışmamayı, boş durmayı
35
ve kabiliyetlerimizi kullanma-
mayı anlar hale gelmişiz. Bizim
tatil ve seyahatlerimiz de hep
ulvî gayeler için olur ve olmalı-
dır. Mesela, sıla-i rahim, bildiği
doğruları başkalarıyla ve fark-
lı kimselerle paylaşmak, yeni
tecrübeler edinmek, farklı şey-
ler öğrenmek, çok amaçlı göz-
lem yapmak, yeryüzü parçası-
nın farklı alanlarında da ibadet
ederek şahitlerimizin sayısını
artırmak, tanımadığımız ve hiç-
bir çıkarımızın bulunmadığı in-
sanlara sırf Allah için iyilikte ve
yardımda bulunmak tatili vakit
israfından ayıran bazı iyi niyet
unsurları olabilir.
Hz. Ömer ne güzel söyle-
miş: “Bu gün Allah için ne yap-
tın?” Bu soruyu her gün, tatil-
de de seyahatte de kendimize
sorabilmeliyiz. Sadece sormak-
la kalmayıp buna uygun cevap
veya cevaplarımız da olmalı.
Bu soruyu sorabilmek sorum-
lu bir zihniyete sahip olmanın
en önemli göstergelerindendir.
Aynı zamanda bu soru, gelişi
güzel, başıboş, gayesiz ve rast-
gele yaşamaya engeldir.
Bizler tatille yani istirahat
ve seyahatle vakit israfını asla
yan yana koyamayız. Tatilimi-
zin vakti boşa harcamak şek-
linde geçmesine gönlümüz razı
olamaz ve olmamalıdır. Çün-
kü vakit bizim için nakitten bile
önemlidir ve bize çok lazımdır.
Müslümanlar olarak insanlık
için yapmamız gerekenin kaç-
ta kaçını yapabildik ki? İyi ta-
raflarımızdan, başarılarımız-
dan kaç kişiyi yararlandırdık?
Kaç iyi insana bakarak kötülük-
lerimizden vazgeçtik? Bize ve-
rilen kabiliyetlerin ne kadarı-
nı insanlık yararına kullandık?
Hani bizim sevgili Peygambe-
rimiz: “Sizin en hayırlınız in-
sanlara en fazla yararı doku-
nandır.”8 buyuruyordu. Onun
için seyahatlerimizi, tatille va-
kit israfını birbirine karıştırma-
dan, tatili başka güzelliklere fır-
sat bilerek ve istirahat ile vakit
israfı arasında olması gereken
dengeyi kurarak yapmaya çalış-
malıyız.
Hikmeti içselleştirmiş olan
büyükler ne güzel söylemiş:
Tatili tahsil olanın tahsili ta-
til olur
Tahsili tatil olanın tatili tah-
sil olur.
* Prof. Dr.
1 Buhârî, Kitâbü’r-Rikâk 1; Ahmed b. Hanbel, I. 344.
2 3/Âl-i İmrân, 1373 6/En’âm, 114 16/Nahl, 365 27/Neml, 696 29/Ankebût, 207 30/Rûm, 428 Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI. 117; Taberânî, el-
Mu’cemu’l-Evsat, VI. 58.
Dipnot
“Biz başkalarının bize bellettiği anlamda tatil yapamayız. Bir kere
“tatil” kelime olarak olumlu bir anlam içermemektedir.”
Ağustos 201036
DüşünceMetin ÖZDEMİR*
HaYıR VE ŞER
allaH’TanHaYıR VE ŞER
allaH’Tan
Ahm
ed G
ENCA
L
37
Her mü’min,
imanını ik-
rar ederken,
“Hayrın ve şerrin Allah’tan ol-
duğuna da iman ederim.” ifa-
desini dile getirir. Aslında bu
ifade, Kadere imanın daha ay-
rıntılı bir şekilde beyan edilme-
sinden ibarettir. Çünkü hayır
ya da şer olarak nitelenebilen
her şey sonuçta kaderin bi-
rer cüzüdür. Genel olarak her
mü’min, kadere iman etmekle
mükelleftir. Kadere iman, çoğu
kez Allah’ın değişmez yazgısı-
na iman olarak anlaşılır. Bu bir
yönüyle doğru olmakla birlikte
kader anlayışının tam bir ifade-
si olarak görülemez. Bu konuda
en çok dikkatlerden kaçan hu-
sus, kaderin insana dönük yö-
nüyle ilâhî ilimle ilişkili boyu-
tunun farklı olduğudur. Çoğu
kimse bu farkı dikkate alma-
dan, kaderi yalnızca tek bir şey
olarak yani Allah’ın yazgısı şek-
linde telakki eder.
Her şey Allah’ın kuşatıcı bil-
gisi içerisinde cereyan ettiğin-
den, yazgı bu bilgiye göre ger-
çekleşir. Bu, kaderin Allah’ın
ezeli bilgisiyle ilişkili olan bo-
yutudur. Bu boyutta zaman
ve tarih, geçmiş, an ve gelece-
ğe bölünmesi mümkün olma-
yan tek bir anın bütün açıklı-
ğıyla yansımasından ibarettir.
Pek çok teolog ve felsefeci, bu
tek bir anı, “daimi bir şimdi”
yani geçmişi ve geleceği söz ko-
nusu olmayan “an” olarak ifa-
de eder. Her şeyi sürekli olarak
geçmiş, an ve gelecek zaman
kategorilerinden birisi içerisin-
de anlama ve değerlendirme
alışkanlığından dolayı zihnin
bu “daimi şimdi”yi kavrama-
sı güçtür. Ancak Allah’ın bilgi-
si söz konusu olduğunda, me-
seleyi başka türlü ifade etmek
de mümkün gözükmemektedir.
Bütün varlığın kaynağı ve yara-
tıcısı olan ezelî bir varlığı, ta-
rihsel bir varlık gibi algılamak,
yani O’nu, geçmiş, an ve gele-
cek gibi zaman kategorileri içe-
risine hapsetmek imkânsızdır.
Bu imkânsızlık ontolojik bir zo-
runluluktan kaynaklanmakta-
dır. Ontolojik açıdan baktığı-
mızda, geçmiş, an ve gelecek
gibi tüm zaman dilimlerinin sa-
hibi olan bir varlığın, yarattığı
varlıkların alanı içerisinde hap-
solduğunu düşünmek, mantık-
sal olarak en küçükten en büyü-
ğe doğru sıralanan bir halkalar
zincirinde, en küçük halkanın
en büyük halkaya kadar tüm
halkaları içine alabileceğini
düşünmeye benzer. Bu itibar-
la Allah, yaşanmış, yaşanan ve
yaşanacak olan tüm tarihi, ob-
jektifin sayısız parçalardan olu-
şan bir fotoğraf karesini yakala-
ması gibi bilir.
Bu bilmenin imkânı ve öz-
gürlük düşüncesine bir kısıtla-
ma getirmediği meselesi, insan
aklını zorlasa da bu böyledir.
Dolayısıyla zamana mahkûm
bir varlığın zaman üstü bir var-
lığı anlamaya çalışırken, ön-
celikle kendi konumunu ve
sınırlarını iyi tespit etmesi ge-
rekmektedir. O, bu sınırı iyi tes-
pit ettiğinde, ötesinin yalnızca
bir iman konusu olduğunu an-
layacak ve böylece kendisini so-
rumluluk alanının ötesine geç-
meye zorlamayacaktır.
Şimdi bu noktayı nazar-ı
dikkate alarak öncelikle, kade-
rin ne anlama geldiğini kısa-
ca belirtelim. Kaderin bir yaz-
gı oluşunu dile getirirken, her
şeyden önce konunun insanî
boyutunu göz önünde bulun-
durmamız gerekmektedir. İn-
sanın sorumluluk alanı içeri-
Ağustos 201038
sinde olan hadiseler söz konusu
olduğunda yazgı, tıpkı bir fotoğ-
raf makinesinin objektifine ta-
kılan nesnelerin görüntülerinin
aynen olduğu gibi kaydedilme-
sine benzer. Bunu güncel bir ör-
nekle şöyle ifade edebiliriz: Bir
grizu patlamasında, eğer patla-
ma, büyük ölçüde bir ihmaller
zincirinin sonucunda gerçekleş-
miş ise, yazgı, bu ihmallerin bo-
yutuna bağlı olarak patlama şu
şiddette gerçekleşecek ve sonuç
da şu ölçüde kötü olacaktır, şek-
lindedir.
Dolayısıyla böyle bir olayda,
yazgının olayı belirlediğini söy-
lemek, fotoğraf makinesinin,
çektiği fotoğrafın içeriğini ken-
disinin belirlediğini söyleme-
ye benzer. Bu açıdan Allah, söz
konusu olayda ihmali bulunan
herkesi, kıyamet gününde hesa-
ba çekebilir ve sorumluluğu öl-
çüsünde cezalandırabilir. Bura-
da herkesin aklına gelebilecek
soru şudur: “Nasıl olur da Allah,
henüz gerçekleşmemiş bir olayı,
gerçekleşmiş gibi yazmakta ya
da takdir etmektedir?” Bu soru-
nun cevabı, yukarıda yaptığımız
analizin içerisindedir.
Bu soruyu soran, geçmiş,
an ve gelecek zaman katego-
rileri içerisine hapsolmuştur.
Hâlbuki yazgı ve takdirde bu-
lunan, zaman üstü, daha doğ-
rusu bütün zamanların sahibi
olan Ezelî ve Ebedî Varlık’tır.
Bizim için henüz gerçekleşme-
miş olan, O’nun için nasıl ger-
çekleşecek ise, öylece gerçekleş-
miş gibidir. Zira her şey O’nun
ilminde, nasıl gerçekleşmiş ya
da gerçekleşecek ise öylece bu-
lunmaktadır. Örneğin O, bü-
yük ölçüde insan iradesine bağlı
olarak hür bir şekilde gerçekle-
şecek bir olayı, ne ise o olarak
yani mahiyetine uygun bir şe-
kilde yazmakta ve kaydetmek-
tedir. Bu yüzden hiç kimse, so-
rumluluğunun faturasını ilâhî
yazgıya ve takdire çıkarma hak-
kına sahip değildir.
Bu açıdan baktığımız-
da, “hayır ve şerrin Allah’tan
olması”nın anlamı, hayır ve şer
bütün varlıkların yaratıcısının
O olması anlamındadır. Daha
doğrusu, hayır ve şerrin varlığı-
nın O’nun varlığına bağlı olma-
sıdır. Çünkü ister hayır ister şer
olsun, hiçbir şey O’na rağmen;
O’nun izni olmadan gerçekle-
şemez. Bunların hiçbirisi ken-
diliğinden var olma imkânına
sahip değillerdir. Diğer bir de-
yişle onlar, bütünüyle ilahi ira-
de ve kudretten bağımsız olarak
var olamazlar. Ancak bu hiç-
bir zaman, insanın sorumluluk
alanında gerçekleşen herhangi
bir şerrin, ona ilişkin ilâhî ira-
de ve kudretten dolayı zorun-
lu olarak gerçekleştiği, dolayı-
sıyla sorumluluğun ilâhî irade
ve kudrete ait olduğu anlamı-
na gelmez. Zira Allah, insan fiil-
leri söz konusu olduğunda, her
şeyi onun iradesine uygun ola-
rak yaratır. Bu itibarla ilâhî ira-
denin, insan fiillerinde belirle-
yici ve zorlayıcı bir rolü olduğu
söylenemez.
Elbette yaratmanın kanun-
ları ve yaratılışın bu kanunlara
uygun olarak gerçekleşmesi bü-
tünüyle Allah’a aittir. O’nun şu
buyruğu bu konuya açıklık ge-
tirmektedir: “Onlara bir iyilik
gelirse: ‘Bu Allah’tandır’ der-
ler, bir kötülüğe uğrarlarsa
‘Bu, senin tarafındandır’ der-
ler. De ki: ‘Hepsi Allah’tandır.”
(4/Nisâ, 78.) Buna karşın, söz
konusu yaratılış kanunları çer-
çevesinde gerçekleşen hür bir
insanî fiilin sorumluluğu ise ta-
mamen insana aittir. Bu bakım-
dan, Allah, söz konusu âyetin
hemen ardından şöyle buyur-
maktadır: “Sana ne iyilik gelir-
se Allah’tandır, sana ne kötülük
dokunursa kendindendir”.
Bu âyetlerin bize gösterdiği
açık sonuç şudur: Allah’ın bü-
tün fiilleri salt hayırdır. Yarat-
ma ve var etme bütünüyle hayır
olan fiillerdir. Hayır ve şer, bu
yaratma sayesinde varlık alanı-
na çıkma fırsatı bulmuş, böyle-
ce iyinin ve hayrın şerre nisbetle
kıymeti anlaşılabilir olmuştur.
İnsan fiilleri söz konusu oldu-
ğunda iyilik ve kötülük, Allah’ın
yaratmasına bağlı olarak de-
ğil, doğrudan insanın niyetine
ve iradesine bağlı olarak orta-
ya çıkar. Bu nedenle aynı tarzda
gerçekleşen iki fiilden birisi iyi,
diğeri ise kötü olabilir. Örne-
ğin vatan savunması esnasında,
düşmanı öldürmek iyi, herhan-
gi bir kimseyi malını gasp et-
mek için öldürmek ise kötüdür.
Elbette her iki fiil de Allah’ın ya-
ratılış kanunlarına bağlı olarak
gerçekleşmiştir. Fiillerin bu bo-
yutlarıyla Allah’a ait oluşu ta-
mamen hayırdır. Ancak onlar,
insanî iradeye bağlı olarak ger-
çekleşmiş olmaları yönüyle ba-
zen iyi bazen de kötü olabilirler.
* Prof. Dr.
39
GİZEMLİ GÜZEL
Sağır kulağımı beter çınlattın,Yoksa İsrafil’in “sur”u musun sen?Duymadığım şeyi bana anlattın,Mânâ âleminin pîri misin sen? Gölgen üzerimde dolaşır niçin?Tartıda darası olmaz ki hiçin!Gözüme bir şekil gözükmek için,Eşiğimde gezen peri misin sen? Beklediğim vardı, fakat ırakta,Görünce şaşırdım karşı durakta.Sır güzelim koyma beni merakta,De hele gönlümün yâri misin sen?
Alışık değilim böyle döneme,Her zaman yoklama her an deneme.Keskin bakışların batar sineme,Sabrımı sınayan biri misin sen?
Medenî duruşun ve hâlin başka,Kibar davranışın, kemâlin başka,Endamın başkadır, cemâlin başka,Hasıl-ı gerçekten huri misin sen?
Ahmet Süreyya DURNA
Ağustos 201040
Hazret-i Peygamber (s.a.v.),
Hazret-i Âişe (r.a.nhâ.)’ye ait
odala rında vefat etmiş
ve aynı yere defnedilmişti. Daha sonra
Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ve Hazret-i Ömer
(r.a.) da bura ya defnedildiler. Hazret-i
Hasan (r.a.) Medine’de vefat ettiği zaman
vasiyeti üzere kardeşi Hazret-i Hüseyin
(r.a.) tara fından ilk önce Hücre-i Saâdet’e
götürül dü. Hazret-i Hasan (r.a.)’ın buraya
defnedi leceğini sanan bazı kimseler itiraz
ettiler. Büyüyen tartışmalar, araya giren-
ler tara fından yatıştırıldı ve cenaze Bakî
Kabristanı’na götürüldü. Bir daha böy-
le hadiseler yaşanmaması için de Hücre-i
Saâdet’in kapısı örülerek tamamen kapa-
tıldı. Ömer bin Abdülaziz tarafından bu
oda nın etrafına Kâbe’ye benzememesi için
beşgen şeklinde bir oda daha yapıldı ve
ona da kapı yeri bırakılmadı. Daha sonra ki
asırlarda perde ile örtülen bu odanın dışı
parmaklık ile çevrildi. Ziyaretçiler Kabr-i
Saâdet’i parmaklık dışından ziyaret etmek-
te, parmaklığın içine ise yalnızca hademe-
leri girebilmekteydiler. Kabr-i Saâdet’in
olduğu asıl Hücre-i Saâdet’e gir mek ise
HaZRET-İ PEYGamBER (s.a.v.)’İn
KaBİR TOPRaĞı
HaZRET-İ mUHammED (s.a.V.)’DEn GÜnÜmÜZE mUKaDDEs EmanETlER:
KültürResul KESENCELİ
41
“Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’in kab rinden tamir
sırasında dökülen toprak lara “Gubâr-ı Şerîf”
denmektedir. İstanbul’da Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i
Saâdet Dairesi’de 17 cm. yüksekliğindeki beyaz cam
sürahi içerisinde bulunmaktadır.”
mümkün değildir. Fakat Hazret-i Hasan’ın vefa-
tından beri birkaç kez ta mir için Hücre-i Saâdet’e
girilmek mecbu riyetinde kalınmış, tamirattan
sonra du varlar tekrar örülmüştür. Hatıratlarda
Hücre-i Saâdet içindeki kabirlerin kırmızı renk-
li kum ile kaplandığı belirtilmektedir. Yakut ve
zümrütle süslenmiş altın mah fazadaki küçük şi-
şeler içinde korunan iri taneli bir miktar kırmı-
zı kum, tamirler sıra sında Kabr-i Saâdet’ten alın-
mıştır.
Gubâr-ı Şerîf
Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’in kab rinden ta-
mir sırasında dökülen toprak lara “Gubâr-ı Şerîf”
denmektedir. İstanbul’da Topkapı Sarayı Müzesi
Hırka-i Saâdet Dairesi’de 17 cm. yüksekliğinde-
ki beyaz cam sürahi içerisinde bulunmaktadır.
Yanında bulunan vesikada ise buraya ge liş
hikâyesi şöyle anlatılmaktadır:
“Harem-i Melâikhıdem-i Hazret-i
Nebevî derûnunda Hücre-i Muattarâ
zemîninin döşeme mermerlerini ta-
mir ve icabına göre bazı larının tecdîdi
husûsuna nezâret olunması abd-i
âcizlerine ihâle ve ta’mîre bed’ olun-
duğunun üçüncü günü Kisve-i Şerîfe
çamurdan mugayyir olmamak içün
bir mikdar zeminden ref’i esnâsında
Kisve-i Saâdet derûnunda mermer-
den masnû’ cidâr-ı şerîfin kıyâmında
iki aded seng-i şerîf mahallinden oy-
namış olduğundan kezâlik ta’mî-
ri savb-ı dâiyâneme ihâle ve bu ah-
karları kemâl-i ta’zîm ü tekrîm ile
ol seng-i mübâreki kal’ ve taslîh
icün arkasında mevcûd hâk-i ıtır-
nâk-i mübârekin bir mikdârını
tuhûr idüp mea’t-ta’zîm ü tebcîl
ahz ve ta’tîr ve tebhîr ile hıfz ve
ahcâr-ı mübârekenin çamuru-
nu gülyağı ve gül suyu ve sâir
Ağustos 201042
revâyıh-ı tayyibe ile ba’de’l i’mâl mahalline muh-
kem vaz idüp vâcibü’t-ta’zîm olan türâb-ı serîf-i
mezkûr dahi Hırka-i Saâdet nezdinde hıfz buy-
rulmak üzere Der-saâdet’e götürülmüş ol duğu...
Medîne-i Münevvere’de Tarîkat-i Aliyye-i Mısriy-
ye Meşâyihinden Mehmed Emin Efendi”
Bundan başka Mukaddes Emânet ler arasın-
da müteaddit defalarda ge tirilmiş Kabr-i Şerîfe
ait pek çok tozlar vardır ki, Cevher-i Saâdet
ismiyle anı lırlar. Cevher-i Saâdet’ler
Peygamber Efendimizin kabri-
ni çevreleyen odanın dışına ası-
lı perdenin değiştirilmesi sıra-
sında toplanırdı. Çoğu zaman
otuz-kırk yılda bir değiştirilen
perdelerin yenilenmesi sıra-
sında Harem-i Şerîf hademele-
rinden en yaşlı ve sâlih olan-
lar görev alırdı. Perde ile duvar
arasında biriken ve yıl larca
Hazret-i Rasûlullah (s.a.v.)’a
komşuluk yapan tozlar, Peygamber
âşıkları naza rında çok kıymetliydi.
Hizmetkârları tarafından muay-
yen zamanlarda Hücre-i Saâdet’e
girilerek süpürülen tozlar da
zâyi edilmezdi.
Has Oda’daki Cevher-i
Saâdet’lerden bir
mikdârının üzerin-
de şu yazı bulunmak-
tadır: “Hazret-i Fahr-i
Âlem Sallallahü Teâlâ
Aleyhi ve Sellem Efendi-
miz Hazretleri nin Kabr-i
Şerîfinin üzerinden bin
ikiyüz elli beş târîhi cülûs-ı
hümâyûnda Efendimiz Sal-
lallahü Aleyhi ve Sellem Haz-
retlerinin izn-i şerîfleriyle bir zât
girüp ahz eylediği Cevher-i Saâdet’tir.
Elli yedi senesinde Ravza-i Mutahhare’de
fakîre hediyye eylemişdir. Ahz eyleyen zat, ‘he-
man işbu Cevher-i Saâdet kimsede yokdur, kad-
rini bilüp hıfz oluna’ (dedi). Rabbim şefaatleriyle
cümlemizi mesrur buyursun. Âmîn, bi-hurmet-i
Tâhâ ve Yâsîn. el-Fakîr eş-Şeyh Muhammed Nûrî,
Türbedâr-ı Yahyâ Efendi Kuddise Sırruhü’l-Azîz”
Büyükçe bir şişe üzerindeki kayıtta da, “Rasûl-i
Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hazretleri’nin
merkad-i şerîfleri gaslolunan su bulunmakta-
dır. İçinde olan suyu mahvolup tûtiyâ-yı dîde-i
ümmet-i rûsiyahkârân olan Gubârı bâkî kalmış-
dır. Pek hıfz ideler. Esb etmeyeler.” denilerek
Kabr-i Saâdet’in yıkandığı su olduğu, za-
manla döküldüğü için yüzü kara üm-
metin gözlerine sürme olan tozları-
nın kaldığı belirtilmektedir.
Osmanlı döneminde Hücre-i
Saâdet Rabîulevvel ayının do-
kuzunda, Receb’in yir mi birin-
de ve Zilkade’nin on
sekizinde olmak üze-
re yılda üç kere yıka-
nırdı. Bu te mizlik sıra-
sında Hücre-i Saâdet’in
Bâb-ı Şâmî isimli ka-
pısı açılır, vazifeli ağa-
lar üç bö lüğe ayrılır, bir
bölüğü bıçak şeklinde
demirlerle kazırlar, bir bölü-
ğü hurma dalından süpürge-
ler ve su ile yıkarlar, bir bö-
lüğü de büyük süngerler ile
silerlerdi. Her bölük birbiri
ardınca bu işleri sırayla ya-
parken bir ağızdan ve yük-
sek sesle “Lâ ilahe illallah,
Muhammedü’r-Rasûlullah”
diye zikrederlerdi. Dışarıda
bulunan ziyaretçiler de bu sı-
rada salât ü selâm ile meşgul
olurlardı. Bu manzara caminin
içinde öyle bir hal meydana geti-
rirdi ki herkesin vücûduna titreme
gelir gözyaşları sel gibi akardı. Hazret-i
Peygamber Efendimizin Kabr-i Şerîflerinden
hâsıl olan suyu dışarıda bekleşen âşıklar şerbet
gibi içerler, bu su ayrıca ağalar tarafından ha-
tırlı kimselere hediye edilirdi.
4343
Hırka-i Saâdet Dairesi’nde hurma dalından
pek basit tarzda yapılmış küçük süpürgeler de
bulunmaktadır ki, üzerinde kayıt olmamasına
rağmen Hücre-i Saâdet’in yahut Kâbe’nin temiz-
liğinden kaldıkları düşünülebilir.
Medine’nin Şifalı Toprağı
Ashâbdan Sâbit ibni Kays ibni Şemmâs (r.a.)
hastalandığı zaman Rasulullah (s.a.v.) dua etmiş,
Medine’deki Buthan vâdîsinden toprak getirtip
üzerine su döke rek nefes etmiş, suyu hastanın
üzerine serpmişti. Hazret-i Âişe (r.a.)’den ge len
bir rivayete göre de yara veya çıban gibi rahat-
sızlıklardan muzdarip olan kişi ler için Rasulul-
lah (s.a.v.), tükürüğünü sürdüğü şehâdet parma-
ğını toprağa bular ve “Allah’ın ismiyle. Arzımızın
toprağı, bazımızın tükürüğü, Rabbimizin izniy-
le şifa ola caktır.” diyerek yaraya sürerdi. Tıbb-ı
Nebevî üzerinde çalışan bir kısım âlimler, bu ha-
dislerden yola çıkarak, Medine gibi sıcak iklim-
lerde güneşin harâretiyle dezen fekte olmuş temiz
toprağın yaraları kurutup iyileştirmekteki tesi-
ri üzerinde dur muşlar; bir kısım âlimler de bazı-
mızın tükürüğü ile Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in
tü kürüğünün, arzımızın toprağı ile Medine top-
rağının kastedildiğini, Rasûlullah (s.a.v.)’ın bun-
ları vesile ederek Allah’ın ismiyle şifa taleb ettiği-
ni belirtmişlerdir.
Rasûlullah (s.a.v.)’ın şifa için dua ederek kul-
landığı vadinin toprağından Mukad des Emânetler
Dairesi’nde de bir miktar muhafaza edilmekte-
dir. Kalıplarla tablet şekline getirilen toprakla-
rın üzerinde, “Allah’ın ismiyle; Arzımızın toprağı,
bazımızın
tükürüğü, Rab-
bimizin izniyle şifa
olacaktır.” duası yazılıdır.
(Bkz: Hilmi AYDIN¸ Hırka-i Saadet Dairesi ve Mu-
kaddes Emanetler¸ İstanbul¸ 2004.)
Ağustos 201044
BİR aĞaCın DallaRıBİR aĞaCın DallaRı
aKRaBalaRaKRaBalaR
EğitimMehmet Zeki AYDIN*
4545
İslâm’a göre, insa-
nın dünyada iki
temel sorumlu-
luğu vardır. Birincisi, onu ya-
ratan, rızıklandıran ve çeşitli
nimetlerle donatan Allah’ı bil-
mek, tanımak, O’na inanmak ve
bildirdiği şekilde kulluk etmek-
tir. İkincisi de beraber olduğu,
hayatın çeşitli alanlarını bir-
likte paylaştığı insanlara kar-
şı olan görev ve sorumluluğu-
nu yerine getirmekdir. Kur’an,
hepimizin hak ve sorumluluk-
larını belirtmiştir. Bunlardan
biri de insanın ailesine, akra-
balarına ve ilişkide olduğu çev-
resine karşı olan görev ve yü-
kümlülükleridir. Çünkü insan
dünyada tek başına olmadığı
gibi, başıboş da bırakılmamış-
tır; her zaman ilişki içinde ol-
duğu anne, baba, eş, evlat, ak-
raba gibi yakınlarıyla karşılıklı
ilişki içinde olması istenmiştir.
Allah, insanları yaratmış, ar-
dından da nesep ve evlilik yo-
luyla aralarında akrabalıklar
oluşturmuştur. İnsana kendi
cinsinden eşler yaratmış, onlar-
dan evlat ve torunlar var ede-
rek birer aile hâline getirmiş-
tir. Birbirleriyle kaynaşıp huzur
ve sükûn bulmaları için de on-
lara sevgi, şefkat ve merhamet
duyguları bahşetmiştir. Sev-
gi, merhamet ve yardımlaşma,
aile bireylerini ve ailenin çevre-
sini meydana getiren akrabala-
rı birbirine bağlayan en önemli
bağ olduğu gibi, aynı zamanda
milletleri var eden ve ayakta tu-
tan en temel değerdir. Toplum-
ların huzurlu ve mutlu olmala-
rının temeli tek tek bireylerin
ve ailelerin mutluluğuna bağlı-
dır. Onun için de İslâm, akraba-
lar arasındaki bağın korunma-
sına çok önem vermiştir.
Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı
Kerim’de kendisine iman ve
ibadetten hemen sonra, ana ba-
baya iyi davranmayı emredip
arkasından da akrabaya karşı
iyilikte bulunarak haklarını îfâ
etmeyi istemesi konunun öne-
mini göstermektedir. Kur’an-ı
Kerim, 4/Nisâ suresi 1. âyette
Yüce Mevlâ’mız şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefis-
ten yaratan ve ondan da eşini
yaratan; ikisinden birçok erkek
ve kadın (meydana getirip) ya-
yan Rabbinize karşı gelmekten
sakının. Kendisi adına birbiri-
nizden dilekte bulunduğunuz
Allah’a karşı gelmekten ve ak-
rabalık bağlarını koparmaktan
sakının. Şüphesiz Allah üzeri-
nizde bir gözetleyicidir.”
Akrabalar arasındaki ilişki-
ye dinî bir terim olarak sıla-i
rahim denir. Sıla-i rahim, akra-
ba ve yakınları ziyaret etme, hâl
hatır sorma ve yardımda bulun-
ma, akrabayı, yani ana, baba,
dede, çocuklar ve torunları; süt
ve evlilik yoluyla olan yakınları
ziyaret etmek, gözetmek ve on-
lara yardım etmek gibi anlam-
lar ifade eder.
İslâm, akrabaları bir ağaca,
akrabalık bağlarını da o ağacın
köklerine benzetmiştir. Ağaç
dalıyla, budağıyla, yaprağıy-
la gür ve güzel görünür; fayda-
lı olur. Dalı yaprağı olmayan bir
ağaç, ağaçlıktan çıkar. Kupkuru
bir odun olarak kalır. Bu ağacın
dalını, budağını, yaprağını ve
meyvesini besleyen, geliştiren
ve onu faydalı bir ağaç hâline
getiren ise o ağacın kökleri-
dir. Ağacın kökleri bakım yapı-
larak korundukça ağaç olarak
“Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de kendisine
iman ve ibadetten hemen sonra, ana babaya iyi
davranmayı emredip arkasından da akrabaya
karşı iyilikte bulunarak haklarını îfâ etmeyi istemesi
konunun önemini göstermektedir.”
Ağustos 201046
kalır. İşte insanlar da bir ağacı
meydana getiren dallar, budak-
lar ve yapraklar gibidir. Herkes
birbirlerine bağlı, birbirleriyle
ilişkili ve birbirine destek veren
birer daldır. Bu birliği, beraber-
liği ve dirliği ayakta tutmak için
akrabalık bağlarını sıkı tutmak
ve geliştirmek önemlidir. Allah
Rasulü bu hususu şöyle belirt-
miştir: “Rahim/akrabalık, sık
ağaçların birbirine girmiş kök-
leri gibidir. Rahmân isminden
alınmıştır. Bu nedenle Allah,
‘Kim sana ilgiyi sürdürürse
ben de onunla ilgiyi sürdürü-
rüm. Kim seninle ilgiyi keserse
ben de onunla ilgiyi keserim.’
buyurdu.”1
İslâm dininde, aile, akraba,
komşu ve İslâm kardeşliğinin
gerektirdiği bağları korumak
anlamına gelen sıla-i rahimin
önemini anlamak için şu ha-
dise bakmak yeterlidir: “Ak-
raba ile ilişkiyi kesen cennete
giremez.”2 Bu bakımdan akra-
ba ile bağları ve münasebetle-
ri kesmek haram kabul edilmiş-
tir. İslâm, akrabalığı yalnız kan
bağıyla sınırlamamış, evlilik ve
süt emzirmeyi de birtakım dinî
ve hukukî sonuçlar doğuracak
şekilde akrabalık bağını oluş-
turan unsurlar olarak kabul et-
miştir.
Sıla-i rahim kişinin sade-
ce akrabalarına iyi davranması,
onların acılarını ve mutlulukla-
rını paylaşması ve onlara bel-
li sınırlar içinde yardım etmesi
anlamına gelmez; aynı zaman-
da kişi servetini de imkânları
dâhilinde ve akrabalarının ih-
tiyaçlarına göre onlarla pay-
laşmalıdır. Şu âyette adaletten
sonra ihsanla birlikte akraba-
ya vermeyi zikretmesi bunun
bir ifadesidir. Kur’an’da şöy-
le buyrulur: “Şüphesiz Allah,
adaleti, iyilik yapmayı, yakın-
lara yardım etmeyi emreder;
hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı
da yasaklar. O, düşünüp tutası-
nız diye size öğüt veriyor.”3
İslâm, yakınların ihtiyaçları-
nın karşılanmasını akrabalığın
bir gereği saymaktadır. 17/İsrâ
suresi 26. âyetteki, “Akrabaya,
yoksula ve yolda kalmış yolcu-
ya haklarını ver, fakat saçıp
savurma.” emri, akrabaya ihti-
yaç anında her türlü maddî yar-
dımın ve destekte bulunmanın
sıla-i rahmin gereği olduğunu
ortaya koyar. Aynı şekilde, 2/
Bakara suresi 215. âyet konuyu
daha da açıklar: “Sana Allah yo-
lunda ne harcayacaklarını soru-
yorlar. De ki: ‘Hayır olarak ne
harcarsanız o, ana baba, akra-
ba, yetimler, fakirler ve yolda
kalmışlar içindir. Hayır olarak
ne yaparsanız, gerçekten Allah
onu hakkıyla bilir.”
İnfak yaparken, akrabayı
mahcup etmeyecek ve ihtiyacı-
47
nı karşılayacak bir şekilde kişi-
nin kendi için ayırdığı, sevdiği
malından verilmesi istenmiş-
tir: “Sevdiğiniz şeylerden Al-
lah yolunda harcamadıkça iyi-
liğe asla erişemezsiniz. Her ne
harcarsanız Allah onu bilir.”4
Bu âyet nazil olunca zengin
sahâbîlerden biri olan Ebû Tal-
ha, Allah’ın Rasulü (s.a.v)’ne
şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasu-
lü! Allahu Teâlâ, “Sevdiğiniz
şeylerden Allah yolunda har-
camadıkça iyiliğe erişemezsi-
niz.” buyuruyor. Benim en se-
vimli şeyim hurma bahçesidir.
O Allah için sadakadır ve onun-
la iyiliğe erişmek ve onun Al-
lah katında bana azık olmasını
istiyorum. Ey Allah’ın Rasu-
lü! Onu, Allah’ın sana göster-
diği yere harca.” Efendimiz bu-
nun üzerine; “Çok güzel, bu
çok kârlı bir mal oldu, bu çok
kârlı bir mal oldu. Söyledikle-
rini duydum ve ben bunu akra-
baların arasında dağıtmanı uy-
gun görüyorum.” buyurdu. Ebû
Talha da: “Ey Allah’ın Rasulü,
söylediğin gibi yaparım.” dedi.
Sonra Ebû Talha o bahçeyi ak-
rabaları ve amcaoğullarına bö-
lüştürdü.5
İslâm akrabaya iyiliği ve ak-
rabalıktan doğan sorumluluk-
ların yerine getirilmesini em-
rederken, câhiliyenin ırkçılık
anlayışını ise kesinlikle reddet-
miştir. Çünkü câhiliyye Arap-
ları akrabalık, nesep ve soy üs-
tünlüğüne dayalı kavmiyetçi
bir anlayışa sahiptir. Câhiliye
Araplarında kabilenin menfaa-
ti söz konusu olduğunda, hiçbir
ilke ve hakkın fazla bir önemi
yoktu. İşte İslâm, câhiliyedeki
bu tarz akrabalık anlayışını ta-
mamıyla reddederek, onun ye-
rine dine dayalı kardeşlik ve
takvâda üstünlük fikrini yerleş-
tirmiştir. Çünkü Kur’an’a göre
bütün insanlar bir ana baba-
dan yaratılmıştır; hiç kimse-
nin diğerinden takvâdan başka
bir üstünlüğü yoktur. Bu konu
şöyle ifade edilmektedir: “Ey
insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi
bir erkek ve bir dişiden yarat-
tık ve birbirinizi tanımanız için
sizi boylara ve kabilelere ayır-
dık. Allah katında en değerli
olanınız, O’na karşı gelmekten
en çok sakınanınızdır. Şüp-
hesiz Allah hakkıyla bilendir,
hakkıyla haberdar olandır.”6
Yüce Rabbimiz, bizi sıla-i ra-
him sevabından mahrum etme-
sin, bize dünya ve âhirette iyi-
likler versin.
* Prof. Dr.
1 Buharî, Edep; Abdullah Feyzi Kocaer, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, İstanbul 2004, Hadis nu:2007, c.2, s.725.
2 Buharî, Edep; Abdullah Feyzi Kocaer, a.g.e., Hadis nu:2006, c.2, s.724.
3 (16/Nahl, 90)4 (3/Âl-i İmrân, 92)5 Buharî, Zekât; Abdullah Feyzi Kocaer, a.g.e.,
İstanbul 2004, Hadis nu: 740, c.1, s.259–260.6 (49/Hucurât, 13)Ali Abdulhamid Baltacı, Daru’l-
Hayr, Beyrut 1993, s. 412–413. 9 el-Kuşeyrî, er-Risale, s. 420–421. 10 el-Kuşeyrî, er-Risale, s. 439–440. 11 el-Kuşeyrî, er-Risale, s.378.12 el-Kuşeyrî, er-Risale, s. 439.
Dipnot
Ağustos 201048
Somalili ev arkada-
şım Uveys Ali Nur,
New York’tan al-
mış olduğu aracını Minnesota’da
yaşayan en küçük kardeşine ver-
mek ve aracı onun üzerine yap-
mak için Minnesota’ya kadar bir
yolculuk yapmak istediğini ve
bana kendisiyle gelip gelemeye-
ceğimi sordu. Ben de memnu-
niyetle ona eşlik edebileceğimi
söyledim.
Bir sabah Uveys Ali Nur’un
eski model Toyota marka ara-
cıyla New York’tan yola çıktık.
Pensilvanya hudutları içerisin-
de sık sık yol kenarlarında ge-
yik ölülerinin yer aldığı geniş
otoban yolda uzun süre yolcu-
luk ettikten sonra ilk durağımız
olan Columbus şehrine ulaş-
tık. Burada arkadaşımın bir ak-
rabasının bir motelde ayırdı-
ğı odada ilk gecemizi geçirdik.
Arkadaşım Uveys Ali’nin ne-
redeyse Somali’de hiç akrabası
kalmadığını burada anlamış ol-
duğumu belirtmek isterim. Zira
önümüzdeki birkaç gün boyun-
ca beni tanıştırdığı bütün So-
malililer onun akrabasıydılar.
Ertesi günü kahvaltımızı bir
Somali lokantasında yaptık.
Kahvaltımızda Somali mutfa-
ğından muhtelif yemekler var-
mİnnEsOTa sOmalİ DİasPORasıYla
GeziFatih ERKOÇOĞLU*
49
dı. İri kıyılmış ve soğanla karış-
tırılmış tavuk ve sığır etiyle dolu
iki ayrı tabak yemeği, bizdeki
gözlemeye benzeyen ve Somali-
lilerin Capati dedikleri ekmekle
afiyetle yedik. Uveys Ali bir muzu
yemeğin üzerine kıydı. Ne söyle-
yeyim denemenizi âcizane tavsi-
ye ederim, gayet güzeldi. Lokan-
ta ve çevresindeki birçok dükkân
Somalililere aitti. Birkaç kişi ile
hatıra fotoğrafı çektirdikten son-
ra burada bulunan, Somalililere
ait bir alışveriş merkezine gittik.
Amerikalıların “mall” dedikleri
devasa alışveriş merkezlerine hiç
benzemiyordu. Burası kafeterya,
mescit, kütüphane, anaokulu gibi
bir mekân ve muhtelif eşyaların
satıldığı irili ufaklı dükkânlardan
oluşan, iki kattan ibaret mütevazı
bir yapı idi. Yine de burası Soma-
lili kadın ve erkekler için bir çalış-
ma ve eğitim ortamı sunuyordu.
Arkadaşım burada çok sayıda
arkadaşıyla, akrabasıyla görüş-
tü ve hasret giderdi. Müteakiben
aracımızla Columbus’un merke-
zine doğru hareket ettik. Dışarıda
hafiften yağmur yağmaya başla-
mıştı. Arkadaşım yavaş yavaş yol-
da seyrederken ben de yolculuk
öncesinde almış olduğum Nikon
D60 fotoğraf makinemle vakit-
ten tasarruf ederek aracın pen-
ceresinden fotoğraflar çekiyor-
dum. Columbus Sanat Müzesi ve
yol boyu birkaç kilisenin fotoğra-
fını çektikten sonra, bir yerde in-
dim ve eski bazı yapıların fotoğ-
rafını aldım. Bu esnada Emniyet
Müdürlüğü binası olduğunu zan-
nettiğim ve o an gözüme hoş gö-
rünen yapının fotoğrafını da al-
dıktan sonra hızla diğer taraftaki
başka bir binaya yöneldim. Bu
binayı da fotoğrafladıktan son-
ra aracıma dönerken bir Colum-
buslu ne yaptığımı sordu. Ben de
yabancı olduğumu, hoşuma gitti-
ği için bu binalardan sadece bir
iki fotoğraf aldığımı belirttim ve
hızla arabaya yöneldim. Zira ha-
fif yağmur artık sağanağa dön-
müştü. Hemen arabaya bindim.
Az önceki bey arabamıza yanaş-
tı ve camı açmamızı söyledi. Polis
kimliğini gösterdi. Düşünün ara-
bada her ne kadar Amerikan va-
tandaşı olsa da bir Somalili ile
bir Türk vardı. Arabanın içi çan-
ta ve eşyalarımızla doluydu. Po-
lis memuru hemen bir devriyeye
haber verdi. Filmlerdeki sahne
cereyan etmek üzere idi.
Ağustos 201050
Devriye geldi, aracın için-
deki iki polisten birisi benim
kapıma yöneldi, arkadaşımın
kimliğini ve benim pasapor-
tumu aldı. Kendi aracına dön-
dü. Biz bir müddet bekledik.
Adam tekrar döndü ve bana
bir şeyler sordu. İlginç sorular-
dı. Amerika’da ne yapıp ne et-
tiğimi sorduktan sonra kilomu
ve boyumun ölçüsünü de öğ-
renmek istemişti. Müteakiben
elimdeki makineden az önce
çekmiş olduğum fotoğrafla-
ra önce baktı ve daha sonra da
Columbus’ta çekmiş olduğum
birkaç fotoğrafı sildirdi. Nere-
deyse beş aydır New York’ta ya-
şıyordum. Bol bol siren sesleri-
ni duyuyor ve polis arabalarını
görüyordum. Özellikle Grand
Central denilen ana metro du-
rağında bazen kaskları ve M16
silahları ile özel tim olduğu-
nu sandığım askerlere rastlı-
yordum. Ama şimdiye kadar ne
metroda ne de başka bir yerde
herhangi bir polis beni durdu-
rup sorguya çekmişti.
Columbus’taki bu durum
benim oldukça garibime git-
ti. Zira New York’ta hemen her
yerde fotoğraf çekebiliyordum
ve polis görse bile müdahale et-
miyordu. Pasaportum ve arka-
daşımın kimliği üzerinde ince-
leme sürerken biz de sağanak
yağmurun altında aracımızın
içindeydik. Takriben bir saa-
te yakın bekledik. Bu arada ar-
kadaşım Columbus’tan bir ak-
rabasını aradı ve ondan yine
onun tanıdığı ve burada polis
memuru olan bir arkadaşı ile
bağlantı kurdu. Polisler de yağ-
mur nedeniyle kendi araçların-
daydılar. Arkadaşım beklemek-
ten rahatsız olmuştu ve bir an
arabadan çıkmak için hareke-
te geçti. Polis hemen arkamız-
dan çıkmamamızı belirtti. Ben
dikkatle polise bakıyordum.
Polis tabancasının kılıfını ara-
ladı ve hemen çıkartabileceği
pozisyonu aldıktan sonra yanı-
mıza geldi. Arkadaşım elindeki
telefonu yanımızdaki polis me-
muruna uzattı. Konuşma son-
rasında gidebileceğimizi söyle-
diler. Müteakiben yola çıktık.
Artık hava iyice kararmak üze-
re idi. Neredeyse bir saatten
fazla bir süre orada beklemiş-
tik ve Columbus’ta görebilece-
ğimiz başka yerleri görme fır-
satını kaçırmıştık. Sağlık olsun
diyerek Minnesota yoluna ko-
yulduk. Ben iki de bir “Bu da
Amerika’nın öteki yüzü.” diyor-
dum. Arkadaşımın hoşuna git-
miş olacak ki olay sonrasında
kendisini arayanlara -polis me-
muru tanıdığı da dâhil olmak
üzere- bu sözümü aktardı.
Yol boyu hava hem yağmur-
lu hem de fırtınalı idi. Rüzgâr
estikçe yolda seyreden aracımız
neredeyse yoldan çıkacak gibi
oluyordu. Birden aklıma haber
51
programlarındaki hortumlarda
havaya uçan araçlar geldi. Ger-
çekten de rüzgâr oldukça sert
esiyordu.
Saatler sonrasında gece geç
vakit ulaştığımız Illinois eya-
letinin üçüncü büyük şeh-
ri Chicago’nun banliyölerinde
bir motele yerleştik. Bu yoldaki
ikinci gecemiz idi. Yol boyunca
yer alan bu moteller genellikle
iki kattan oluşuyordu ve bazı-
larında kahvaltı da ücrete tabi
idi. İstisnasız hemen her oda-
da başucunuzdaki komodinin
çekmecelerinin birinde bir İn-
cil vardı.
Motelden sabah erkenden
Chicago merkezine doğru yol
alırken o kadar çok üst geçit
gördüm ki hayretler içinde kal-
dım. Amerikalı şehrini adam
akıllı planlamış anlayacağınız.
Belki de birkaç kilometre bo-
yunca onlarca üst geçit vardı
ve bunlardan vızır vızır araç-
lar geçmekte idi. Şehir merke-
zine oldukça yakın bir yerde
arkadaşımın küçük kardeşle-
rinden birisinin de bulunduğu
yine Somalililere ait bir mekâna
ulaştık. Çok sayıda Somalili
vardı burada. Somali yemekle-
rinin yenildiği bir lokanta, mes-
cit ve muhtelif ek binalar. Kah-
valtımızı yaptıktan sonra şehir
merkezine gitmek üzere ara-
cımızla yola çıktık. Şehri gez-
mek için akşama kadar vakti-
miz vardı.
Michigan Gölü kıyısın-
da bulunan Chicago, filmler-
den tanıdığımız eski gangster
Al Capone’nin şehriydi. Chi-
cago Nehri’nin etrafında bu-
lunan gökdelenlerin manza-
rası Manhattan’ı aratmayacak
tarzda idi. Şehir merkezi bo-
yunca uzanan kent panorama-
sını görebilmek için gölün dol-
durulmasıyla oluşturulduğunu
zannettiğimiz Adler Rasatha-
ne’sinin bulunduğu yere gittik.
Hava biraz soğuktu ve ortalıkta
bizim gibi ziyarete gelen üç beş
kişi vardı. Buradan şehir harika
görünüyordu. Sol tarafta John
G. Shedd Akvaryumu, Field Ta-
biat Tarihi Müzesi ve 1994 Fifa
Dünya Kupasında kullanılan
Soldier Stadı yer almaktaydı.
Tabii olarak vakit darlığından
bu mekânların birini bile gez-
me imkânı bulamadık. Panora-
mik bakış sonrasında arabamı-
zı uygun bir yere park ettik ve
Michigan Bulvarı’na yürüyerek
gittik. Chicago Sanat Enstitü-
sü Okulunun hemen yanındaki
Millenium adındaki parka gir-
dik. Önce hayli ilginç yapısıyla
Jay Pritzker Konser Salonu’nu
gördük ardından da 2006 yı-
lında bitirilen ve “Bulut Kapı-
sı” denilen eserin yanına gittik.
Devâsâ bir fasulye görünümün-
deki bu sanat eserinin 33 m.
yüksekliği 42 m. Genişliği, 66
m. uzunluğu vardı ve eser 110
ton ağırlığında olup 168 adet
çok parlak ve paslanmaz çelik
levhadan yapılmıştı. Yapının
karşısına geçtiğinizde görüntü-
nüz farklılaşıyordu. Bu yapının
hemen yanı başında ise kış ay-
ları geldiğinde hemen her yer-
de kurulduğu gibi bir buz pate-
ni pisti açılmıştı. Hemen arkası
ise Michigan Caddesi idi. Cad-
de boyunca biraz turladık, hava
soğuktu ve bir şeyler içmemiz
gerekiyordu. Girdiğimiz kahve-
cide almış olduğumuz kahvele-
rin ilk yudumuyla içimiz ısın-
maya başlamıştı. Gayet temiz
ve nezih bir ortamda kahveleri-
mizi yudumlarken, kulaklarıma
etraftan Türkçe kelimeler geli-
yordu.
Sıcak kahve sonrasında Mic-
higan Gölü kıyısındaki Navy
Pier denilen iskeleyi de hızla zi-
yaret ettik ve ardından da ak-
şama doğru yine Somalilile-
rin merkezine gittik. Bu defa
Ağustos 201052
ilk olarak Arapların meşhur
Humus’u ile başladık yemeğe
ve müteakiben de pilav, makar-
na, tavuk (ve sığır) eti ile sala-
tanın bir arada olduğu Somali
mutfağından başka bir yemek
daha yedik. Yemek sonrasın-
da ise Minnesota’ya doğru yola
koyulduk. Milwaukee üzerin-
den Madison’a geçtik, oradan
da sabaha kadar arkadaşım gö-
zünü kırpmadı ve saat dört gibi
Uveys Ali’nin küçük kardeşinin
Minneapolis’teki bir oda ve sa-
londan oluşan (mutfak da salo-
na dâhil) kutu gibi küçük evine
ulaştık. Biraz istirahat sonrası
gezimize başladık.
Minnesota bizdeki “Göl-
ler gölgesi” gibi bir yer olup
10 binin üzerinde göle ev
sahipliği yapmaktadır.
Gece yolculuğumuzda fark
edememiştik ama dönüşü-
müzde yol boyu onlarca iri-
li ufaklı göl görmüştük. Yeri
gelmişken belirtelim, Ame-
rikan eyalet merkezlerinin ve
şehirlerinin birçoğunun ismi
ortadan kaldırılan Amerikan
yerlilerine ait. Mesela Idaho,
Utah, Kuzey ve Güney Dakota,
Alabama, Kentucky, Massac-
husetts, Nebraska, Missouri,
Tennessee, Wyoming ve Min-
nesota bunlardan sadece birka-
çıdır. Minnesotta “Bulutlu su”,
Minneapolis’ten geçen Missis-
sipi Nehri “Büyük su” anlamla-
rına gelmektedir. Yine az önce
zikrettiğimiz Chicago’daki Mic-
higan Gölü de eski yerli dille-
rinde “Büyük su ya da göl” an-
lamında kullanılmaktadır.
Minnesota eyaletinde kaldı-
ğımız birkaç gün boyunca ikiz
şehirler Minneapolis ile hemen
yakınındaki Snt. Paul şehirleri
arasında gidip geldik. Bir gece
donmuş olan Mississipi Neh-
ri üzerindeki köprüden yürü-
yerek karşıya geçtik. Neredeyse
kulaklarımı donduracak kadar
soğuktu. Kanada sınırında yer
alan bu eyalette kışların olduk-
ça soğuk geçtiğini söyledi ar-
kadaşım. Amerikalılar özellik-
le şehir merkezindeki binaları,
araç geçişlerini aksatmaksızın
yerden yüksek cam tünellerle
birbirine bağlamış ve böylece
soğuklarda caddede gezmeksi-
zin binadan binaya geçişi temin
etmişlerdi.
Minneapolis’te çok sayı-
da Somalili ile tanıştım. Daha
önce belirttiğim gibi tanıştıkla-
rımızın neredeyse hemen hepsi
arkadaşımın akrabaları idi. Ar-
kadaşım Minnesota eyaletinde
binlerce Somalilinin yaşadığını
ifade etti. Allah’ın işi Afrika’nın
en sıcak yerlerinden birisi olan
Somali’den kalkacaksın ve
Amerikalıların bile yaşamak is-
temedikleri kuzey yarım kürede
yer alan buraya yerleşeceksin.
Birkaç gün boyunca Soma-
lililerin kurdukları alış veriş
merkezleri, camileri ve yaşadık-
ları mekânları gezdik. Lokan-
talarında yemek yedik, evleri-
ne misafirliğe gittik. Bu arada
Somalililerin birçoğunun ga-
yet güzel Arapça konuştukla-
rını belirtmem gerekir. Bir ak-
şam arkadaşımın burada evli
olan kız kardeşini ziyaret et-
tik. Çocuklardan birisi rahat-
sızdı, fakat ikisi kız ikisi erkek
diğer çocuklarla biraz sohbet
ettik. Özel okula giden çocuk-
lar gayet güzel İngilizce konu-
şuyorlardı. Aynı zamanda on-
lara okullarında Kur’an eğitimi
de veriliyordu. Karşılıklı olarak
birkaç sure okuduk. Küçük yaş-
larına rağmen çocuklar güzel
Kur’an-ı Kerim okuyorlar-
dı.
Arkadaşımın burada ay-
lık kira ödediği küçük bir
deposu vardı. Kapısında
güvenlik görevlisinin ol-
duğu iki katlı depoda hem
arabanızı hem de naklede-
mediğiniz bazı eşyanızı ko-
yabileceğiniz boy boy depo-
lar bulunuyordu. Amerikalılar
bunu da düşünmüşler anlaya-
cağınız. Arkadaşımın ikinci kat-
ta bulunan neredeyse bir metre
genişliğinde ve iki metre yük-
sekliğindeki deposu çok sayıda
kitap, fotoğraf ve satmak için
bastırdığı Somali haritalarıyla
doluydu. Yıllardır Amerika’da
yaşayan arkadaşımın sağdan
soldan topladığı malzemeler
sadece küçük bir depoya sığ-
mıştı. Biraz anılarını tazeledi.
Deponun loş ışığında ben de
bunlardan birkaçının fotoğrafı-
nı çektim. 11 Eylül saldırılarıyla
birlikte yıkılmadan birkaç gün
önce İkiz Kuleler’den birinde
53
çektirdiği fotoğraf en ilginçle-
rindendi. Somali’den postalan-
mış onlarca mektup, fotoğraf
ve Somali tarihi üzerine kitap-
lar. Bu kitaplardan birisini he-
men oracıkta fotoğrafladım.
Columbus’taki alış veriş mer-
kezinde Somali müzikleri ile il-
gili kaset ve cd’lerin hazırlandı-
ğı küçük bir dükkânda, duvara
asılı olan Somali’nin başken-
ti Mogadişu’nun şehir merkezi
fotoğrafında minaresindeki kü-
lahından Osmanlı eseri olduğu-
nu anladığım bir cami görmüş-
tüm. O zaman bunun bir Türk
Camisi olduğunu arkadaşıma
söylemiştim. Bu kitap ise So-
mali tarihinde Osmanlı Türk-
lerinin bölge üzerindeki faali-
yetlerinden kısaca bahsetmekte
idi. İlginçtir kitap arkadaşımın-
dı, fakat o bu kitabı henüz oku-
mamıştı ve Osmanlıların So-
mali’deki faaliyetlerinden
haberdar değildi. Ben o akşam
o bilgileri hemen bir gözden ge-
çirdim ve arkadaşıma Türkle-
rin Somali’de askerî faaliyet-
lerde bulunduğunu söyledim.
Arkadaşım Uveys Ali hayretler
içinde kalmıştı. Bu bilgiyi arka-
daşım müteakiben Somalili ar-
kadaşlarıyla paylaştı.
Son olarak Minneapolis so-
kaklarında gezerken rastladığı-
mız ilan panolarındaki kırmızı
fesle alakalı bazı hususlara de-
ğinmek istiyorum. Arkadaşım
burada fesi, eğri kılıç ve ay yıl-
dızı amblem olarak kullanan bir
cemaatten bahsetti. Bir akşam
tesadüfen bu cemaatin Zuhrah
Temple (tapınak) isimli bina-
larının önünden geçtik. Ben bi-
nanın caddeye bakan duvarın-
da yer alan yukarıda zikrettiğim
amblemin fotoğraflarını çek-
tim. Arkadaşıma da binaya gir-
mek istediğimi söyledim. Zuh-
rah Temple, 1870 yılında New
York’ta kurulan ve adı Ancient
Arabic Order of the Nobles of
the Mystic Shrine (Mistik Ta-
pınak Soylularının Antik Arap
Tarikatı) olan ve kısaca The
Shriners (Tapınakçılar) deni-
len mason cemaatinin Min-
neapolis şubesi idi. Mabedin
ve Red Fez (Kırmızı Fes) Grill
yazılı olan lokanta tarzı bir eğ-
lence yeri olduğu anlaşılan
mekânın girişinin aynı yerden
olduğunu gösteren bir levha
kapıda asılıydı ve mekânın gi-
rişinden Red Fez’in sıradan
bir lokanta olmadığı hemen
anlaşılıyordu.
Binanın ikinci katında ise
bizi bir sürpriz bekliyordu.
İnanır mısınız tesadüfen So-
malililerin hazırlamış oldukla-
rı bir programa rast gelmiştik.
İçeride kadınlı erkekli yüz-
lerce Somalili bulunuyordu
ve mavi zemin üzerindeki be-
yaz yıldızlı Somali bayrakları
her yere asılmıştı. Kadınların
rengârenk kıyafetleri bir gül
bahçesini hatırlatıyordu. Ar-
kadaşım benim merakım sa-
yesinde kendi ülkesinden bir-
çok arkadaşı ve akrabalarıyla
böylece görüşme fırsatı bul-
muş oldu.
New York’tan Kanada sını-
rındaki Minnesota eyaletine
yapmış olduğumuz yolculuk
boyunca gezip gördüklerimizi
kısaca aktarmaya çalıştığımız
bu notlarımızı bitirirken, bir
sonraki sayıda Amerika notla-
rımızın sonuncusu olan Was-
hington notlarına yer verece-
ğimizi hatırlatmak isterim.
*.Dr.
Ağustos 201054
PsikolojiSefa SAYGILI*
mUTlUlUK
aRanıR mı?“İnsanın mutlaka bir amacı olmalıdır, ama bu yüce bir dava olmalıdır. İnsan,
insanları gözeten, menfaatperestlikten uzak bir dava uğruna yaşamalıdır. Dava,
sıradan ve dünyevî bir amaç gütmemelidir.”
55
Çoğu insan, bulundu-
ğu hâl içinde mut-
lu olmaya bakaca-
ğı yerde, önüne bir hedef koyar
ve “Şöyle bir duruma gelirsem
veya şunu alırsam mutlu olu-
rum.” şeklinde mutluluğunu er-
teler.
Bazı kişiler için en büyük
hedef, kazançlarındaki artıştır.
“Gelirim şu kadar artsa derdim
kalmaz, o zaman tamam.” der-
ler. Kimileri ise konut almak
için para biriktirir ve “Kendi
evime taşındığımda artık be-
nim için mutluluk yolu açıla-
caktır.” kanaatini taşırlar.
Zihinleri istek listeleriyle
dolu bu kişilerin doyumsuzluk-
ları onları aksine mutsuz ede-
cek, ne kadar çok şeyleri olsa da
imrenecekleri bir şeyler her za-
man olacaktır. Evi olan, bu se-
fer içini döşemeyi düşünecek;
onu da yapacak, fakat bekledi-
ği mutluluk yine gelmeyecektir.
Sebep basittir: Kişinin zihin
yapısı, düşünüş şekli değişme-
miştir. Çünkü mutluluk aran-
maz, yaşanır. Mutluluk yaşa-
nan ve hissedilen bir şeydir,
düşünülen veya tarif edilen bir
şey değildir.
J. Webster, “Mutluluk, kar-
şımıza çıkmasını beklemek-
le değil, karşısına çıkmayı bil-
mekle elde edilir.” derken bu
gerçeğe işaret etmiştir. Biz için-
de bulunduğumuz şu an mut-
lu olabiliriz. Şartlar kötü dahi
olsa, onları mutluluk lehine yo-
rumlayabilir ve çevirebiliriz.
William S. Burroughs, “Ben-
ce mutluluk, yaşananın, amacın
ve zorlukların yan ürünüdür.
Mutluluğu sırf mutluluk olarak
arayanlar, mücadelesiz bir za-
fer istemektedir.” diyerek aynı
gerçeği göstermiştir.
Mutluluk Arayan Adam
Zengin birinin demecini
okumuştum. Mutluluğu nasıl
bilgide, seyahatte, zenginlik-
te aradığını ve sonuçta elinde
sadece hayal kırıklığı kaldığı-
nı anlatıyordu. Bir gün otobüse
binerken hızla geçen bir sahne-
ye tanık olur: Bir kadın ufacık
bir arabada kollarında uyu-
yan bir bebekle oturmaktadır.
Bir adam otobüsten iner, ara-
baya yürür, önce incelikle ka-
dını, sonra uyandırmaktan ka-
çınırcasına bebeği hafifçe öper.
Daha sonra araba uzaklaşırken,
zengin adam bu aileye bakar ve
“Demek ki hayatın tüm normal
faaliyetleri, içinde tad barın-
dırmaktadır. Yeter ki mutluluk
duymasını bilelim.” der.
Evet, aslında mutlu olacak o
kadar çok şeyimiz var ki. Mut-
lu olmaya hemen şimdi baş-
layabiliriz. Önce derin bir ne-
fes alalım, gözlerimizi masmavi
semaya dikelim, beyaz bulut-
ları inceleyelim. Bir gün önce
ölen ülkenin en zengin insa-
nının bile bugün keyfine vara-
mayacağı havayı içimize çeke-
lim. Cenab-ı Hakk’a bize yeni
bir gün bahşettiği için şükrede-
lim ve bugünü yaşayalım. Kaş-
larımızı mümkünse hiç çatma-
yalım, yüzümüzden gülümseme
eksik olmasın.
Bernard Shaw, “Mutsuz ol-
manın en emin yolu, mutlu
olup olmadığımızı düşünebile-
cek kadar bol miktarda vakti-
mizin olmasıdır.” demektedir.
Mutluluğun peşinde koşarken
genellikle mutluluğu yakala-
yamayız. Çoğunlukla kendimi-
zi başka şeylere vermişken bizi
bulan bir taddır, bir hissediştir
mutluluk. Amerikan başkanla-
rından Lincoln’un dediği gibi,
“İnsan ne kadar mutlu olmak
isterse o kadar mutludur.”
Asuman Hanımı, koca-
sı mutsuz ve karamsar olduğu
için muayenehaneme getirmiş-
ti. “Bir probleminiz, derdiniz
var mı?” diye sorduğumda “Ol-
maz mı?” demişti. “12 yıllık ev-
liyim, hâlâ bulaşık makinem
yok. Bütün hanımlar bulaşı-
ğı makineyle yıkadıkları halde
Ağustos 201056
ben elimle yıkıyorum. Bundan
büyük dert olur mu? Bıktım ar-
tık. Makinem olsa mutlu olu-
rum herhalde.” diye eklemişti.
Anlatırken ağlamaklıydı.
Aradan birkaç yıl geçti. Yine
Asuman Hanım gelmişti. Yine
mutsuzdu, karamsardı. Ken-
disine takılmadan edemedim.
“Daha bulaşık makinesi al-
madınız mı yoksa?” Derin bir
iç geçirdi ve “Herkes aldıktan
sonra kıymeti yok. Evet, var;
ama şimdi de bir arabam olsa,
arada canım sıkıldıkça gezsem,
sahile insem diyorum. Herhal-
de o zaman rahatlar, kendimi
daha mutlu hissederim.”
Tabii, Asuman Hanımın
arabası olsa da mutlu olamaya-
cağı açıktır. Bu sefer arabanın
modelini veya başka bir şeyi he-
defleyecek, yine tatminsizlik çe-
kecekti. Mutlu olmak için, dün-
yaya bakış açısını değiştirmesi,
olmayanlarla dünyayı kendine
zindan etmek değil, elindeki ni-
metlerle mutlu olmayı bilmesi
gerekiyordu.
Ünlü yazar Dale Carnegie:
“İçinde bulunduğunuz durum
ve kendiniz için üzgün olmak
sadece bir enerji kaybı değil,
aynı zamanda sahip olabilece-
ğiniz en kötü alışkanlıktır.” de-
mektedir.
Yüce Bir Amaç İçin Çalışmak
İnsanın mutlaka bir ama-
cı olmalıdır, ama bu yüce bir
dava olmalıdır. İnsan, insan-
ları gözeten, menfaatperestlik-
ten uzak bir dava uğruna ya-
şamalıdır. Dava, sıradan ve
dünyevî bir amaç gütmemeli-
dir. Bu amaç, gerçekleşir veya
gerçekleşmez. Ama yüce hede-
fe giden yolda olmak bile mut-
luluktur. Meşhur hikâyedir;
karınca hacca gitmeye niyet et-
miş ve yola çıkmış. Vazgeçir-
meye çalışmışlar, “Bu gidişle
varamadan ölürsün.” demişler.
Karınca ise “Varamasam da
hac yolunda ölmüş olurum.”
cevabını vermiş.
Bernard Shaw’ın deyişiy-
le: “Kendiniz tarafından belir-
lenmiş yüce bir amaç için ça-
lışmak, bu hayatta gerçek bir
hazdır. Sürekli kendi çıkarını
düşünüp hep şikâyet eden biri
olarak, neden dünya beni daha
mutlu etmiyor demek yerine,
tabiatın bir gücü olarak fonksi-
yon görmek gerçek bir mutlu-
luktur.”
Başkalarına iyilik etmek, ki-
şinin kendisine de fayda verir.
Hellen Voller, “Yaşamak heye-
can verici bir iştir.” diyor. “Ve
en çok da başkaları için yaşan-
dığında heyecan verici olur.”
diye ekliyor.
Geçmişte trenle bir yolculu-
ğa çıkmıştım. Yanımda oturan
kişi, “Yolumuz epey uzun sü-
recek. Ne sıkıcı bir yolculuk!”
şeklinde karamsar yorumda
Muhammed GÜLSEREN
57
bulundu. İşin kötüsü, bu söy-
lediğine inanıyordu da.
Bir Türk masalında, iki köy-
lü karşılaşırlar. Birlikte gider-
lerken önlerine, gidecekleri
köye doğru, uzadıkça uzayan
bir yokuş çıkar. Biri diğerine,
“Bizim köye diyecek yok, ama
ille bu yokuş belimizi bükü-
yor.” der.
Diğeri başını sallar: “Yokuş
olmasına yokuş, ama yarı yere
kadar ben seni taşırım, yarısın-
dan sonra da sen beni taşırsın,
olur biter.” diyerek, karşılıklı
sohbetle yol yorgunluğu
duymadan yokuşu çıka-
rız, demek ister.
Yolculuğumuzda da,
yol arkadaşım, eğer olay-
lara başka bir gözle bak-
mış olsaydı, yapılan
yolculuk en büyük zevk-
lerden biri olarak görü-
lebilirdi. Anadolu’nun
göz alabildiğince uzanan
bozkırları, her tondaki
yeşiliyle ormanları, sarp
ve heybetli dağları seyrine do-
yum olmaz bir güzelliktedir.
Üstelik bu seyir ücretsizdir.
Vadiler, ırmaklar bize zevk ve-
rir. Yeter ki bu zevki çıkarma-
yı bilelim.
Bu uzun yolculukta hem bu
zevki tattım, hem de güzel bir
kitabı bitirdim.
Bir de, emeklilik onları san-
ki mutluluğa boğacakmış gibi
emekliliği bekleyenler var. Soh-
bet sırasında “Beş yılım kaldı.”
veya “Altıbuçuk yıl sonra emek-
liyim.” derler. Aslında hayatla-
rının son dönemine giriyorlar
ve emekli olduklarında yaşa-
yacakları boşluk onlara muh-
temelen mutluluk değil mut-
suzluk verecektir. Gün saymak
yerine, işlerinden zevk almaya,
o günü mutlu ve dolu dolu yaşa-
maya çalışmaları gerekmez mi?
Mutlu olmaya çalışmayı er-
telemek konusunda söylene-
cek bir şey daha var. Okul-
dayken kendimizi okulun
bitmesine şartlandırdık. Okul
bitti, bu defa “İş bulunca mutlu
olurum.” diye düşündük. İş bu-
lunca bu sefer evlenmeye, evle-
nince çocukların oluşuna, son-
ra ev sahibi olmaya, derken de
çocukların evlenip gitmesine
erteledik mutluluğumuzu. Far-
kına bile varmadan yaşlandık
ve hayat geçip gitti. Birçok kişi
kendine göre hayal ettiği “bü-
yük mutluluğu” ararken hayatı-
nı harcıyor ve “küçük mutluluk-
ları” göremiyor.
Hayattan zevk almaya şim-
diden başlayalım. Geçmişte
veya gelecekte yaşamak yeri-
ne şimdi ve burada yaşamaya
başladığımızda bize zevk ve-
recek pek çok şey keşfederiz.
Bunları aramaya gerek yok,
her yerde bulabiliriz.
Başarıyı yakalamak da
aynı mutluluk gibidir. Üni-
versite yıllarında sosyal çalış-
malara gereğinden fazla vakit
ayırdığımdan olacak dersle-
rim kötü gidiyordu. Üst sınıf-
taki İbrahim Rahat adlı bir
büyüğümün fikrini almıştım.
İbrahim Ağabey, tavsiyeleri-
ni sıralayarak başarılı olmak
için değerli bilgiler vermişti.
“Tamam” dedim, “Bir
iki işim daha var, biti-
rip çalışma programı-
na gireceğim.”
Bunun üzerine tıb-
biyeli büyüğüm, “Bak,
kardeşim” diye söze
başlamış ve şu anlamlı
cevabı vermişti: “Prog-
ramı sonraya erteledin
mi başarı yakalanmaz.
Senin yapacağın iş, he-
men başlamak. Şimdi
gidip kitabın başına oturur-
san ancak halledersin. Ertele-
me ertelemeyi getirir, bu işin
sonu gelmez.”
Evet, “Acı kaçınılmazdır,
mutluluk ise seçime bağlıdır.”
diyen Tim Hansel ne kadar
haklı.
Mutluluk, her zaman ve
her yerde bizimledir, yani bi-
zim içimizdedir. Yeter ki ara-
masını ve yakalamasını bile-
lim.* Prof. Dr.
Ağustos 201058
TasavvufHalil İbrahim ŞİMŞEK*
GÖRÜŞlERİTasaVVUFÎ
İsmaİl HaKKı TOPRaK (K.s.)’ın
59
Elimizdeki verilerden elde ettiğimiz
bilgilere göre İsmail Hakkı Efendi
tasavvufî anlamda ilk dersini Rifaî
şeyhi Abdullah Haşim Efendi’den aldı ve onun
gözetiminde seyr ü sülûkünü bir müddet sürdür-
dü. Daha sonra bazı arkadaşlarının ve bir müride
olan annesinin teşvikiyle Tokat’a giderek bura-
da bulunan Şiranlı Mustafa Efendi’nin (ö. 1989)
halifesi Mustafa Hâkî Efendi’yle (1856–1920) ta-
nışıp ona intisap etti. Mustafa Hâkî Efendi, İs-
mail Hakkı Efendi’nin seyr ü süluküne rehberlik
ederek onu yetiştirdi. Onun üstadı Mustafa Hâkî
Efendi’ye muhabbeti ve saygısı oldukça fazlaydı.
O, her hâlinde ve tavrında üstadını örnek alıyor-
du. Katre başlıklı şiirinde bu durumu şöyle dile
getirmektedir:
Künhünü bilmek istersen sırr-ı Hâkî’dir özüm
Anın etvârıncadır dâimâ özüm sözüm
Her neye baksa basar-ı Hâkî’dir bakan bu gözüm
Zîrâ evvelden anınla tek ü tenhâ olmuşuz.
Burada tasavvufî anlamda bir teslimiyetin ifa-
desini görmekteyiz. Aynı zamanda İsmail Hakkı
Efendi bu ifadeleriyle şeyhe yapılan râbıtanın en
üst düzeyi olan fenâ fî’ş-şeyh, yani şeyhinde ken-
dini yok etmeyi tecrübe etmektedir. Dolayısıyla o,
kendi benliğinden kurtularak her hâliyle şeyhinin
iradesine teslim olduğunu ifade etmektedir. Çün-
kü sûfînin mürşidiyle her hâlinde bütünlük için-
de olması gerekir. Mürid, mürşidinin telkin etti-
ği zikir ve evrâda tam bir şekilde riayet ettiği gibi
onun öğrettiği ve uyguladığı âdâb ve erkâna da
uymalıdır.
İsmail Hakkı Efendi’, Mustafa Tâkî Efendi’nin
vefatından (1925) sonra irşad vazifesini üstlendi
ve ölümüne (1969) kadar bu görevini sürdürdü.
Komisyonculuk yapmak üzere 1941’de Sivas’ta-
ki Çitilin Hanı’nda kiraladığı dükkânı dergâh
(vekâle) gibi kullanarak kendisini ziyarete gelen-
leri irşad etti. Yaz mevsimlerinde ise âdeti oldu-
ğu üzere genellikle mesire yerlerinde sohbet etti.
Semaver çayı sohbet ortamından eksik olmazdı.
Onun bu âdeti müritleri vâsıtasıyla bugün de de-
vam ettirilmektedir.
Bilindiği gibi tasavvufî eğitim, kemâl ma-
kamlarını tecrübe ederek geçip irşada ehil gö-
rülerek tam hilafet icazeti alan kâmil bir mür-
şid gözetiminde alınmaktadır. Bu mürşid-i kâmil
ü mükemmilin silsilesi sahih bir şekilde Hz.
Peygamber(s.a.v)’e kadar ulaşmalıdır. Tasavvufî
tecrübe ancak sözü edilen gerçek mürşidler
vâsıtasıyla mümkündür. İsmail Hakkı Efendi de
sözü edilen bu gerçeğe dikkat çekerek tasavvuf
terbiyesinin mürşidsiz alınamayacağını ifade et-
mektedir.
Ağustos 201060
İsmail Hakkı Efendi’nin tasavvuf anlayışında
istikamet esastır. O, zâhirî haller, rüya ve kevnî
kerâmete gereğinden fazla itibar etmezdi. Ona
göre önemli olan İslâm’ın ahkâmına uygun bir
dinî hayat yaşamaktı. Ayrıca o, tasavvufun ahlâkî
boyutuna çok önem veren bir zâttı. Ona göre gü-
zel ahlâk insanı geçimli kılar. Kulların razı oldu-
ğu böyle bir mü’min insanı Allah(c.c) da sever. Bu
sebeple sûfî olduğunu söyleyen insanlar ahlâkî
özelliklerini güzelleştirmelidir. Çünkü büyükleri
sık sık, “Tasavvuf güzel ahlâktan ibarettir.” denil-
mektedir. O, her işin ya melekî ilham veya şeytanî
vesveselerle ilişkili olduğunu ifade eder. Müridle-
rinden bazısına hitaben yazdığı mektubunda bu
görüşünü şöyle açıklar:
“Her işte melâike de şeytan da müessir-
dir. Adamına göre bazı kimse melâikeden il-
ham ve bazı şahıs şeytandan vesvese alır. Biz ise
muvâzene ile yola gideriz. Her kim melâikeye
mukârin olursa işlerinde ilham, şeytana yaklaşır-
sa vesveseden istilzâm alır…”1
Sûfilerin mücâhedelerinde sabırlı ve azimli ol-
maları gerektiğini söyleyen İsmail Hakkı Efendi,
bazen mânevî hayatları sarsacak olaylarla ve hü-
cumlarla karşılaşsalar da müritlerin bu tür taar-
ruzları kabz ve bast hâliyle yorumlamalarını tav-
siye ederdi. Kabz, yani manevî darlık hâlinde
meydana gelen sıkıntılara sabredilmeli ki, bast/
rahatlık hâline ulaşılabilsin. Dolayısıyla seyr ü
sülûk esnasında sıkıntılarla muhatap olunduğu
zaman ümitsizliğe düşülmemelidir.2
Namazların cemaatla kılınmasına önem veren
İsmail Hakkı Efendi, genellikle sabahları dâhil
her vakitte camiye gitmeyi tercih ederdi.
İsmail Hakkı Efendi’nin kişinin diline sahip
olmasını öğütlediği mısraları şöyledir:
Bu tarîkat âleminden olmak istersen sûd-mend
Sen de bu hâlde olup halktan lisânın eyle bend
İşte budur âcizânem hubb-ı fî’llâh sana pend
Hayr-hahân-ı cihân sîmurg u ankâ olmuşuz.
İsmail Hakkı Efendi, yaratılışın özündeki
hakîkatı keşfetmek için zâhirden kurtulup bâtına
yönelmek gerektiğini belirtmektedir. Böyle bir
hâli elde eden insan Allah’ın yarattıklarındaki ce-
mal nurunu görür. O bir şiirinde şöyle der:
Katremizden hisse al bî-ka’r-ı deryâ olmuşuz
Cümle halka bir bakışla çeşm-i bînâ olmuşuz
Gerçi zâhirde lisân-ı nâs ile güftârımız
Ma’nâ yüzünden soyunup hep mu’arrâ olmuşuz.
Özellikle ilk iki mısrada insanın Rabbine karşı
fakrını/muhtaçlığını anlaması ve O’nun yarattık-
larına Hakk’ın nazarıyla bakarak ayrılıklara takıl-
maması gerektiğine dikkat çekilmektedir. “Gerçi
zâhir lisân-ı nâs ile güftârımız/Ma’nâ yüzün-
den soyunup hep muarrâ olmuşuz” mısraların-
da sûfînin zâhirde halkla bâtında Hak’la bir olma
anlayışı vurgulanmaktadır. İlk dönem mutasav-
vıflarından Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 261/874) özü-
nün Allah’la birlikteliğini şöyle ifade eder: “Otuz
seneden beri Hak’la sohbet etmekteyim. Fakat
halk benim kendileriyle sohbet ettiğimi zannedi-
yorlar.”3 İsmail Hakkı Efendi, diğer bir dörtlü-
ğünde halk içinde Hak’la beraberliğe şöyle işaret
etmektedir:
Çünkü Kıtmîr olalıdan bu kapıda bu hakîr
Her işi sırr-ı ezelden bildim ve takdîr-i Kadîr
Ol sebepten işimiz cümleye ta’zîm ü tekrîmdir
Böylelikle halk içinde Hakk’ı ra’nâ bulmuşuz.
Yaratılışın özünde hakîkat-ı Muhammediy-
ye vardır. Ruhlar âleminde Allah(c.c) bu bağlı-
lık için özümüzden söz aldı. Bu sebeple insanda
her zaman ruhlar âleminde verilen o söze sadâkat
özlemi vardır. İçinde bulunduğumuz âlemin
alâkalarından kurtulmak sûretiyle özdeki hakîkat
keşfedilmelidir. İsmail Hakkı Efendi bu durumu
şu dörtlüğünde ifade etmektedir:
Tâ ezelden intisâbım âlemin seyyidine
Düştüm aşkına gelelden bu anâsır bendine
Çok aradım yağladım yüz tutup Hakk’ın kendine
Âlem-i devrân içinde hubb-i Mevlâ bulmuşuz.
Mevlâna yaratılıştaki bu sırrı neyin dilinden
şöyle anlatır: “Dinle neyden nasıl şikâyet ediyor,
61
ayrılıkları (nasıl) anlatıyor. Özlem derdini anlata-
bilmem için ayrılıktan dilim dilim olmuş bir yürek
isterim. Kendi aslından uzak kalan herkes, yine
kavuşma zamanını arar.”4 Yani her şey aslına öz-
lem duyduğu gibi insan da özüne dönmek için has-
ret çeker.
Kişinin bu âleme inişinden sonra aslına duy-
duğu özlemini ancak zikir ile tatmin edebileceği-
ne işaretle İsmail Hakkı Efendi şöyle der:
Bilmediler zevkimi cümle ins ü cinn ü melek
Derdine düştüm bana neler çektirdi felek
Hâl-i Hakkı bulmaya zikrin beyim dâim gerek
Zikr-i Hak seyr ü sebakla ders-i yektâ bulmuşuz.
Zikrin kalplerdeki öze dönüş özlemini gidere-
rek huzura erdireceğine işaretle âyet-i kerimede
şöyle buyrulmaktadır: “Kalpler ancak Allah’ın zik-
riyle tatmin olur/huzur bulur.”5 Her an Allah’ın
huzurunda olduğunu hissederek hâl ve davranışı-
nı muhafaza etmek zikrin insana sağladığı bir has-
lettir.
İsmail Hakkı Efendi amellerin ihlâs ile yapıl-
masına çok önem verirdi. Dostlarına da böyle ha-
reket etmelerini tavsiye ederek bu uygulamaları-
nı âdet haline getirmelerini öğütlerdi. Bu anlamda
bir dörtlüğünde şöyle der:
Herkesin mikdâr-ı ihlâsınca fi’li eder zuhûr
Sen çalış ol muhlisândan çıkmasın senden kusûr
Gayrıda görsen hatâyı setredip ondan al huzûr
Bunu âdet edinip bir dürr-i yektâ bulmuşuz.
İhlâsın sûfîlerin mânevî seyirlerindeki aşama-
lara göre dereceleri vardır. Ebû İsmail Abdullah
el-Herevî (ö.481/1088) ihlâsı, “Ameli bütün karı-
şımlardan arındırmaktır.” şeklinde tanımlayarak
bunun üç derecesi olduğunu ifade eder. Birinci-
si, amelden ameli beğenmeyi ve arzuyu çıkarmak-
tır. İkincisi, bütün gücünü kullanarak amelini
müşâhededen kaçınmak ve amelini başarılı gör-
mekten kurtulmaktır. Üçüncüsü, Allah’ın kulun
basîretini nurlandırdığı tevfik nuruna sığınmak-
tır. Bu nurun aydınlığında amelin Allah’ın cömert-
liğinden meydana geldiği görülür.6
İsmail Hakkı Efendi’nin bugün çok tartışılan
bir tasavvufî mesele olan râbıta için yaptığı özlü
ve veciz tarifi vererek konumu sonlandırmak isti-
yorum: “Râbıta, mürşidin eliyle müridin kalbin-
den geçirilip dergâh-ı izzete bağlanan haberleş-
me ipidir.” Bu tarif pek çok şeyi açıklamaktadır.
Mürşid-i kâmile yapılan râbıta ile onun boyasına
girip (insibâğ) onun vâsıtasıyla Hakk’ın tecellile-
rine mazhar olunur.
İsmail Hakkı Efendi’ye Allah’tan rahmet dili-
yor, kıymetli okuyucularımıza da hürmetlerimi
arz ediyorum.
* Doc. Dr.
Not: 4 Ekim 2009 tarihinde Sivas Belediyesi tarafından düzenlenen “İsmail Hakkı To-prak Sempozyumu”nda sunulan tebliğ metinin özetidir.
1 Lütfi Alıcı, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi: Hayatı Şahsiyeti ve Eserleri, Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2001, s. 51.
2 Alıcı, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, s. 62 (29. Mektup).3 Necmüddin Kübrâ, “Usulü Aşere, Şerh-i Usul-i Aşere”, Tasavvufî Hayat, haz.:
Mustafa Kara, Dergah Yay., İstanbul 1980, s. 52. 4 Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevî, çev.: Derya Örs, Hicabi Kırlangıç, Konya
Büyükşehir Belediyesi Yay., Konya 2008, s. 19.5 13/Ra’d, 286 Ebu İsmail Abdullah el-Herevî, Menâzilü’s-sâirîn, Mısır 1908, ss. 16-17.
Dipnot
Ağustos 201062
KâBE’nİn ETRaFı
KültürEnbiya YILDIRIM*
İslâm’da ibadetin şekilden
öte bir boyutu vardır. Ku-
lun ibadetini îfâ etmesi is-
tenirken bunun bedenin hareketleriyle
sınırlı kalmaması arzulanır. Zira şeklî ha-
reketler son derece önemli olmakla bir-
likte mânevî ve ruhî boyutun bedene eşlik
etmesi gerekir. Hiç şüphesiz, ibadetler-
de aslolan, insanın kalbini terbiye etmek
ve onu istikamet üzere bulundurmaktır.
Rabbiyle olan bağlantıyı diri tutmaktır.
Bu yüzdendir ki, hangi ibadet olursa ol-
sun, kendini vermeden yerine getirildi-
ğinde sevabı fazla olmayacaktır.
İbadet esnasında dünya ile bağlan-
tıyı kesmek asıl olduğundan, nama-
za duran insanın ellerini tekbir için kal-
dırdığında dünyayı ardında bırakması
beklenir. Mâsivâ ile bağlantısını kesme-
si için duvara yakın durması ve gözleri-
ni secde mahallinin ilerisine taşırma-
ması tavsiye edilir. Hatta başkalarının
önünden geçmesinin muhtemel olduğu
mekânlarda da, Allah Rasûlü’nün tavsiye-
sine uyarak, sütre edinmesi istenir. Böy-
lece hem önünden geçme durumu olan
kişilere bir sınır çizilmiş hem de namaz
kılan kendisine bir alan belirlemiş olur ve
63
Ağustos 201064
bu alanın dışına odaklanmaz.
Huşu ile kastedilen de budur.
İnsanın sadece ibadete kilitlen-
mesidir. Bunu başarabilmesi
için de kendisini namazda meş-
gul edecek her şeyden kopma-
sı icap eder. Meselâ edâ sıra-
sında günümüzün vazgeçilmez
aletlerinden olan cep telefonla-
rının kapatılmasının gerekmesi
de bundandır.
Huşu çok mühim ve ku-
lun rabbi ile olan bağını güç-
lendirmesine yardımcı oldu-
ğundan dolayıdır ki, teheccüd
namazının nâfile ibadetler ara-
sında çok farklı bir yeri var-
dır. Zira gece uykusunu böle-
rek, nefsine rağmen namaza
kalkan insan herkesin uyuduğu
ve riyâ karıştırmanın neredey-
se imkânsız olduğu bir zaman
ve mekânda yaratanının huzu-
runa yönelir. Bu nedenle tehec-
cüd gözyaşının en rahat akıtıl-
dığı namazdır. Bu namazı öven
kutlu elçi şöyle buyurmakta-
dır: “Gece namazına devam
ediniz. Zira bu sizden önce-
ki sâlihlerin ibadetidir. Çünkü
gece ibadeti, Allah’a yakınlık
ve günahlara kefâret vesîlesi
olup insanı bedenî hastalık-
lardan korur ve günahlardan
uzaklaştırır.”(Tirmizi, 3549)
Camilerin ibadetin mânevî
hazzına zarar vermeyecek sade-
likte tezyîn edilmesi ve var olan
süslerin kula sadece Allah’ı ve
kulluğu hatırlatacak bir çerçe-
vede işlenmiş olması huşûyu
muhafaza etmek içindir. İstan-
bul’daki selâtîn camilerin tezyi-
natlarına bakan insanın mânevî
bir haz alması ve camilerdeki
süslemelerin dünyaya sürükle-
mek yerine Allah’a yöneltme-
si bundandır. Levhalara bakıl-
dığında da, tamamen Allah’ın
azametini ve caminin mânevî
havasını yansıtan âyet ve ha-
dislerden veya güzel sözlerden
derlenmiş hatlar oldukları gö-
rülür. Sultanahmed Camii’ni
gezen hiçbir kimse, cami içeri-
sini süsleyen çinilerin kendisi-
ni Allah’tan koparıp dünyaya
yönelttiğini söyleyemez. Tam
tersine, caminin bu güzel süs-
lemeleri bile mü’mini Allah’a
yöneltecek incelikte bir işçilikle
yapılmışlardır. Selçuklu döne-
mi camilerinde ise camiler daha
sadedir ve insan bu mekânlara
adımını atar atmaz dünyayı ge-
risinde bırakır.
Ecdadımız bazı camilerde,
insana kulluğunu daha camiye
girerken hatırlatmak ve edebi-
ni takınmasını sağlamak ama-
cıyla, çok ince bir düşüncenin
sonucu olarak cami girişlerinin
yüksekliğini kısa tutmuş, cami-
ye giren eğilmek zorunda bıra-
kılmıştır. Böylece camiye daha
girişte ilk adımını atan kimse,
Allah karşısındaki küçüklüğü-
nü hatırlayarak kendisini to-
parlar ve içeride edâ edecek ol-
duğu namaz için kendisini hazır
hale getirir.
Osmanlı döneminde hem
Kâbe’ye olan saygıdan hem de
kulun ibadet dışında başka bir
şeyle meşgul olmaması ama-
cıyla, Allah’ın evinin etrafı son
derece sâde bir işçilikle inşâ
edilmişti. Kâbe’nin bulundu-
ğu alana giren bir insanı dünya
ile meşgul edecek ve dikkatini
dağıtacak bir şey bulunmuyor-
du. Altınoluklar bile ortam-
la son derece uyumluydu, in-
sanı ibadetten koparmıyordu.
Mü’minler bakışlarını Kâbe’nin
ötesine uzattıklarında gökyü-
zünden başka bir şey görmez-
lerdi. Zira Kâbe’nin çevresin-
de ondan daha yüksek bir binâ
inşâ edilmemişti. Bunun anla-
mı ise tavaf yapan mü’minlerin
65
kendilerini ibadete daha fazla
verebilmeleriydi.
Bugün Kâbe’nin etrafında
sözünü ettiğimiz o mânevî at-
mosferin korunduğunu söyle-
memiz zordur. İnsanların gö-
nüllerinin ibadetten başka
şeylere kayması için her tür-
lü imkân hazırlanmış durum-
dadır. Öncelikli olarak Kâbe’yi
muhasara altına almış olan
yüksek binalar ortamı kas-
mıştır. Koca koca binalarla
Kâbe’nin nefes alması engel-
lenmiştir. Küçük birikimleriyle
ömürlerinde belki bir kez bura-
lara gelme imkânına sahip olan
mü’minler, Kâbe’ye dönüp göz-
yaşlarını tam dökecekleri anda
gözlerinin önüne kocaman bi-
nalar dikilir ve kalp huzuru da-
ğılıp gider. Hacıların cepleri-
nin boşaltılması için kurulmuş
tezgâhlar da bu bağlamda zik-
redilebilir. Hacı adayı hacca mı
ticarete veya alış-verişe mi git-
tiğini neredeyse unutur bura-
lardan geçtiğinde.
Sözünü ettiğimiz bu olum-
suz tabloda, hac ve umre
ibadetine bir turizm gibi
bakmanın ve bunu ranta dö-
nüştürme hesaplarının yapıl-
masının çok büyük etkisi var-
dır. Hâlâ medenîleşememiş bir
coğrafyanın “mânevî huzur”un
ne kadar önemli olduğunu he-
sap edemeyecek kadar olayın
maddî boyutuna odaklanmasını
anlamak esasında zor olmamak-
tadır. Zira devre-mülk esasına
göre Kâbe’nin etrafına turizm
yatırımları yapmak başka bir
şeyle izah edilemez. Tüm bun-
lar hac ve umrenin mü’minlerin
gönlündeki büyüsünü zedele-
mekte, ilk kez kutsal beldeye gi-
denler gördükleri manzara kar-
şısında yıkılmaktadırlar.
Ancak, parayı önceleyen, hac
ve umreyi neredeyse sadece bir
turizm olayı olarak gören ve bu
insanların buraya gelme zorun-
luluğunu iyi değerlendiren, iba-
dette asıl olanın ortamın dünyevî
gâilelerden temizlenmesi olduğu
gerçeğini öteleyen bu bakış açı-
sını şöyle bir tehlikenin bekle-
diğine inanıyorm: O da, hac ve
umreyi turizm olarak gören yak-
laşımın aynı bakış açısıyla kar-
şılık bulmasıdır. Şöyle ki; şu an
belki yönetimin zorlamasıyla te-
settür noktasında bir sorun ya-
şanmamaktadır. Ancak bu du-
rumun ilerleyen dönemde nasıl
bir dönüşüm geçireceğini yaşar-
sak hep beraber göreceğiz. Ülke-
mizde zaman zaman cenaze na-
mazlarında görmeye neredeyse
alıştırıldığımız, tesettüre uygun
olmayan giyim tarzıyla namaz
kılınmasına benzer bir duru-
mun Kâbe’nin etrafında yaşan-
mayacağını kim söyleyebilir?
İklimin sıcak olmasının da etki-
siyle birlikte Mekke’nin denizi
olmayan bir turizm beldesi ha-
line gelmeyeceğini kim garanti
edebilir? İnsana hafakanlar bas-
tıran bu muhtemel tablo, ibade-
tin ruhundan uzaklaşan bir zih-
niyetin sonunda varacağı yerdir.
Bu gerçekleştiğinde ise ne gerçek
anlamda bir hac ibadetinden ne
de umreden söz etmek mümkün
olacaktır.
Böyle olunca da buradaki iba-
detler sadece şekilde kalan ve
rutin olarak yerine getirilen tu-
ristik birer gezi haline gelecek-
tir. Bu manzaranın bir eksiği ise
Harem’in etrafında kafelerin ve
diğer eğlence alanlarının açılma-
sı olacaktır. Bunlar da tamam-
landığında tablo tamamlanmış
olacaktır. Ondan sonra ibadeti
Allah’ın istediği gibi yapabilecek-
lere rabbimizin vereceği hac ve
umre sevabı her halde birkaç kat
olacaktır. Umarım bu tahminim-
de yanılırım, ben Müslümanla-
rın bu noktaya gelinmesine izin
vermeyeklerine inanıyorum.*. Prof. Dr.
Ağustos 201066
EdebiyatMelike GÜNYÜZ
TaRİH - EDEBİYaT
İlİŞKİsİ
67
Tarihle edebiyat
arasındaki ilişki
iki türlüdür. Bi-
rincisi geçmişte yazılmış edebi-
yat metinlerinin bugün yorum-
lanmayı bekleyen birer tarihî
belge olmaları durumu. İkincisi
ise geçmişi konu alan edebiyat
metinlerinin bugünün insanı
tarafından kaleme alınmasıdır.
Her iki durumda da bu edebiyat
metinlerini hangi bakış açısı ile
değerlendirirsek değerlendire-
lim bütün görüşlerin öznellik-
ten sıyrılması mümkün değil-
dir.
Örneklendirecek olursak
Osmanlı dönemi kültür haya-
tını, sanat anlayışını, tarih bi-
lincini, toplumsal katmanlarını
hatta o dönemin bilim anlayışı-
nı kavrayabilmemiz için Divan
Edebiyatı başlı başına bir kay-
naktır. Biz bugünün bilim tas-
nifi ile kendi ontolojimizi bir
kenara bırakmadan bu metin-
leri çözümlemeye kalktığımız-
da ve bu arada o toplumun sos-
yolojisinden habersiz olarak
sözlüklerle bu metinlere yak-
laştığımızda büyük bir kolaycı-
lıkla Divan şiirinin toplumdan
kopuk elit bir şiir olduğu saf-
satasına inanmak zorunda ka-
lırız. Oysa tarihî metinlere yak-
laşabilmek için derin bir bakış
açısı, engin bir bilgi birikimi ve
sağlam bir eleştirel zemine ihti-
yaç vardır.
Öte yandan geçmişi kitap-
lara konu etme nedenimizi,
toplumsal dönüşüm yaşarken
kültürel mirasımızı yeniden de-
ğerlendirme ihtiyacı ile açıkla-
yabiliriz. Tarihi bilmek ihtiyacı
–ki bunu kültürel belleğin akta-
rılması olarak da ifadelendire-
biliriz- kabaca toplumsal olarak
yapabildiklerimizi ve yapabi-
leceklerimizi bize ve yeni nesle
aktarmaya çalışmanın bir sonu-
cudur. Benlik ve kimlik sorunu
ile gelenek öğretimi arasında-
ki sıkı ilişkinin tarih aracılığıyla
sağlandığı ileri sürülebilir. Bu
süreçte edebiyat mükemmel bir
araç konumundadır. Fakat kar-
şımızda duran bir problem var:
21. yüzyılın eşiğinde modern
Türkiye’de benimsenen/daya-
tılan/kabul edilen/var olan bir
tarih ve eğitim anlayışı içinde
geçmişi ve geçmişteki olayla-
rı hangi gözlük ile değerlendi-
receğiz? Bu gözlüğün sunduğu
manzara kime göre sağlıklı bir
bakış açısıdır? Bu defa da geç-
mişin bugüne göre ötekileştiril-
mesi sorunuyla karşılaşıyoruz.
Geçmiş bizim için, çocukları-
mıza vermeye çalıştığımız de-
ğer yargılarımızla kendimizi
yorumlamaya ve tanımlamaya
müsait bir zemindir.
Karşımıza çıkan paradoks
çok trajiktir: Kültürel benliği-
mizi tanımlamak için geçmişten
gelen gelenekleri ve değerler
sistemini bilme ve yorumlama
ihtiyacı içindeyiz, fakat bu bil-
giyi ve aktarımı ise şimdinin ta-
nımları, değerleri ve bakış açısı
ile yapıyoruz.
Edebiyatın kabaca işlevini
göz önüne aldığımızda yazarın
muhayyilesi, betimlemesi, kur-
guladığı dünya açısından sınır-
sız bir özgürlüğe sahip olduğun-
dan hiç şüphemiz yok. Peki, o
zaman geçmişi bir şekilde ken-
dine konu edindiğinde yazarın
özgürlük alanında bir daralma
olacak mıdır? Yazar geçmişte
yaşayanları ve yaşananları dile-
diği gibi kullanabilecek ise oku-
yucunun konumu ne olacaktır?
Tarihi konu edinen bir edebi-
yat metnini okurken oyucunun
beklentisi ne olmalıdır? Bizim
ülkemizde en azından tarihî ro-
man kaleme alındığında kurgu-
lanan öykünün tarihî olaylarla
ne kadar örtüşüp örtüşmedi-
ği tartışma konusu yapılır. Yeni
nesilde bir tarih bilinci uyandır-
mak için dört elle sarıldığımız
tarihî romanlar eğer güdümlü
bir okuma için düşünülüyorsa
çoğu zaman hayal kırıklığı ya-
şanır ve yazarı tarihe sadakat-
sizlikle suçlanır.
Bu durumda belki konuyu
şöyle irdelemek gerekir: Tarihi
konu edinen edebiyat metni iki-
ye ayrılır:
1. Gençlerde tarih şuuru
uyandıracak, kendilerini bilme-
lerine katkıda bulunacak, ken-
dilerinin kişisel olarak farklı-
lıklarını değil aynı zamanda
kendi doğalarını tanımalarına
yardımcı olacak, böylece genç-
lere bir yön ve hedef tayin ede-
cek metinler.
2. Yazarın/şairin tarihten ve
tarihî kahramanlardan esinle-
nerek kaleme aldığı, tür sınırla-
masına girmeksizin (bilim kur-
gu, fantastik vb. türler de dâhil
olmak üzere) kurgulanmış me-
tinler. Bu ikinci tür metinleri
incelerken ve eleştirirken bence
kullanılması gereken tek bir öl-
çüt vardır: Edebîlik.
Ağustos 201068
Darende’de Okunan Üç mevlİd-İ Şerîf
ÜÇ BÜlBÜlDEn
GÜllERİnEFEnDİsİnE
KitapVedat Ali TOK
Arapçada doğuş, doğum gibi
anlamlara gelen mevlid ke-
limesi, dilimizde Peygamber
Efendimizin (s.a.v.) doğumunu ifade eden özel
bir terim hâlini almıştır. Peygamber Efendimi-
zin (s.a.v.) doğum yıldö-
nümlerini özellikle Türk
milleti büyük bir manevî
hava içinde idrak etmekte-
dir. Hatta son zamanlarda
Onun doğumuna tekabül
eden hafta “Kutlu Doğum
Haftası” adıyla bütün ül-
kede çeşitli etkinliklerle
kutlanmaktadır.
Hz. Muhammed’in
(s.a.v.) doğumunu, pey-
gamberliğini, miracını,
mucizelerini en güzel şe-
kilde dile geti-
ren edebî eseri-
miz Süleyman
Çelebi’nin yaz-
dığı Vesiletü’n-
Necat isimli ese-
ridir, fakat bu
eserin halk ara-
sındaki meşhur olan adı
sadece Mevlid’dir. Bu mevlid Türk milletinin o
kadar çok hoşuna gitmiştir ki düğününden ce-
nazesine kadar her önemli ve kendisini etkileyen
hadisede makamla okunur/okutulur hâle gelmiş;
böylece bir bakıma mevlide dinî bir rol de biçmiş-
tir.
Süleyman Çelebi’nin manzume ile Peygamber
Efendimizi (s.a.v.) anlattı-
ğı eserinin çok sevilmesi-
nin ardından çeşitli şairler
tarafından çok sayıda mev-
lid yazılmıştır. Hatta bun-
ların bir kısmının söyleye-
ni farklı olmasına rağmen
Süleyman Çelebi’ye atfedil-
miştir.
Mevlidlerle ilgili geç-
mişte olduğu gibi günü-
müzde de çeşitli araş-
tırmalar yapılmaktadır.
Günümüzdeki önemli ça-
lışmalardan biri Doç. Dr.
M. Fatih Köksal tarafından
yapılmıştır. (Mevlid-Nâme,
Türk Edebiyatında Mev-
lid Türü ve Yeni Mevlid
Metinleri, 906 s.,Kırşehir,
2010) Köksal, bu eserinde
şimdiye kadar tespit edile-
memiş birçok mevlid met-
nini de gün yüzüne çıkarıyor.
Mevlid metinleri üzerinde çalışma yapan
69
“Hz. Muhammed(s.a.v.)’in doğumunu,
peygamberliğini, miracını, mucizelerini en güzel
şekilde dile getiren edebî eserimiz Süleyman
Çelebi’nin yazdığı Vesiletü’n-Necat isimli eseridir,
fakat bu eserin halk arasındaki meşhur olan adı
sadece Mevlid’dir. ”
Ağustos 201070
akademisyenlerimizden biri de Doç. Dr. Alim
Yıldız’dır. Yıldız, eskiden Darende’de okunan üç
mevlid şairini ve eserleri-
ni incelediği çalışmasını “Üç
Bülbülden Güllerin Efen-
disine” adıyla kitaplaştırdı.
Eser, Nasihat Yayınları ara-
sında yayınlandı. (2010)
Doç. Dr. Alim Yıldız, ki-
tabında üç mevlid şairi-
ni inceliyor. Bunlar Şemsî,
Nihânî ve İhramcızâde’dir.
Kitabın başında H. Hami-
dettin ATEŞ’in sunuş kısmı
bulunmaktadır. Ateş, sunu-
şunda mevlid geleneğinden
bahisle özellikle günümüz-
de kutlu doğumla ilgili ya-
pılan etkinlikleri olumsuz
karşılayanlara karşı zama-
nımızın âlimlerinden Es-Seyyid Muhammed ibni
Alevî el-Malikî el-Hasenî’nin mevlid konusunda
yazdığı eserindeki görüşlerini
hatırlatıyor ve şu alıntıyı ya-
pıyor: “Biz mevlid okunması-
nı, Rasûlullah aleyhissalâtü
vessalâmın hayat tarzını öğ-
renmek ve O’nun övgüleri-
ni dinlemek için toplanma-
yı, bu münasebetle yemek
yedirmeyi ve ümmeti sevin-
dirmeyi, caiz görüyoruz. Biz,
bu işlerin yalnız Rasûlullah
aleyhissalâtü vesselâmın
doğduğu gece değil, bütün
sene içinde yapılmasının da
doğru olduğuna inanıyoruz.
Çünkü Peygamberimizi an-
mak, Onunla his ve fikir bağ-
lantısı kurmak ve Onun sev-
gisini yaşamak her zaman
“Kitabın kapağı, adı
ve muhtevasına uygun
bir şekilde hazırlanmış.
Edebiyatımızda gül
ile idealize edilen
Peygamber Efendimizi
temsilen bir gül
figürü çizilmiş. Arka
planda ise yine
Efendimizin mescidi
bulunmaktadır.”
71
Kitaplık
Battal Gâzi
Ziya Şakir
Kaknüs Yayıncılık
Tel: 0 216 341 08 65
Koruyucu Psikoloji
Kemal Sayar - Feyza Bağlan
Timaş Yayınları
Tel: 0212 511 24 24
Ladikli Âşık Ahmet Hüdai
Ahmet Elma
Ladikli Ahmet Ağa Derneği Yayınları
Tel: 0 332 627 96 00
Gülşehri’nin
Mantıku’t-Tayr’ı
(Gülşen-nâme)
Prof. Dr. Kemal Yavuz
Kırşehir Valiliği Yayınları
Tel: 0386 213 11 25
Mevlid-i Nebî
İhramcızâde İsmâil Hakkı
Toprak
Asitan Yayıncılık
Tel: 0 346 225 03 41
için gereklidir. Mevlid toplantıları; mü-
minleri Allah’a davet etmek, din mevzu-
unda aydınlatmak, şer ve bid’atlere kar-
şı uyarmak, onlara Rasûlullah (s.a.v.)’ın
üstün ahlâkını, üstün edeplerini, üstün
hâl, muamele ve ibadetlerini öğretmek
ve hatırlatmak için önemli fırsatlardır…”
Doç. Dr. Alim Yıldız 205 sayfalık ki-
tabında genel olarak mevlidlerden ve
mevlid geleneğinden bahsediyor. Ele al-
dığı üç mevlidi niçin araştırma konusu
yaptığını ise şöyle izah ediyor: “Edebi-
yatımızda tespit edilen yüz küsur mev-
lidden bu üçünü seçişimizdeki neden
ise her üçünün de Darende’de okun-
muş olmasıdır. Osmanlı döneminde
ve Cumhuriyet’ten sonra da bir süre
Sivas’a bağlı olan Darende, Somuncu
Baba’nın da etkisiyle geçmişten bu güne
dinî ve ilmî faaliyetlerin yoğun olarak
yaşandığı bir ilçe olagelmiştir. İlçeden
çok sayıda ilim adamı, şair, mutasav-
vıf ve devlet adamı yetişmiş, Somuncu
Baba ve ahfadının maneviyatından na-
siptar olmuşlardır.”
Üç Bülbülden Güllerin Efendisi-
ne isimli kitapta Alim Yıldız, üç bül-
bülden biri olarak gördüğü Şemseddin
Sivâsî (k.s)’yi tanıtıyor, diğer şiirlerin-
den örnekler veriyor ve sonra da onun
mevlid metnini sunuyor. Bu usül di-
ğer iki mevlid şairi Salih Nihânî (k.s) ve
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s)
için de uygulanıyor. Kitabın sonunda
yazar faydalandığı eserlere dair bir bib-
liyografya koyduktan sonra incelediği
mevlidlerle ilgili fotoğraflarla nüsha ör-
nekleri koymayı da ihmal etmemiş.
Kitabın kapağı, adı ve muhtevasına
uygun bir şekilde hazırlanmış. Edebiya-
tımızda gül ile idealize edilen Peygam-
ber Efendimizi temsilen bir gül figürü çi-
zilmiş. Arka planda ise yine Efendimizin
mescidi bulunmaktadır.
Ağustos 201072
Adı : Âmir
Künyesi : Ebû Şehr (Ebu’l-Kenûd)
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Hemdân (Yemen)
Baba adı : Şehr el-Hemdânî
Anne adı : Tespit edilemedi
Eş(ler)i : Tespit edilemedi
Akrabaları : Tespit edilemedi
Oğulları : Tespit edilemedi
Kızları : Tespit edilemedi
Kabilesi : Yemen’in Hemdân kabilesi Bekîl
kolundan.
İslâm’a girişi : Kabilesi Âmir’i Peygamber ile
görüşmek üzere Medine’ye göndermiş, bu görüş-
mede İslâm’ı seçen Âmir’in kabilesine dönmesiy-
le birlikte kabilesi de Müslüman olmuşlardır.
Sohbet süresi: Çok kısa
Rivayeti : 3
Yaşadığı yer : Medine, Hemdân, Kûfe
Mesleği : Yöneticilik, askerlik.
Hicreti : Yok
Savaşları : H. 10. yıldan sonra Ye men’de
ortaya çıkan sahte peygamber Esved el-Ansî’ye
karşı bölgesini savundu ve onun ortadan kaldı-
rılmasında önemli rol oynadı. Daha son raları Hz.
Ali’nin saflarında savaşlara katıldı.
Görevleri : Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafın-
dan Hemdân’a yönetici tayin etti.
Fiziki yapı : Tespit edilemedi
Mizacı : Yöneticiliği seven, cesur, neşeli,
kabilesi için de sevilip sayılan biri.
Ayrıcalığı : Esved el-Ansî’ye ilk karşı çıkan
odur. Krallarla samimi ilişkiler içindeymiş.
Ömrü : Tespit edilemedi
Ölüm yılı : Tespit edilemedi
Ölüm yeri : Kufe
Ölüm sebebi : Muhtemelen yaşlılık veya
hastalık
Hakkında : Arkadaşı olan Necaşi’ye uğradı-
ğında, oğlu İncil okuyormuş. Âmir gülmüş, bu-
nun üzerine “Yüce Allah’ın kelamına mı gülüyor-
sun?!” demiş.
Hadisleri : “Kureyş’in sözünü dinleyin ama
yaptıklarını yapmayın!”
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
âmİr b. ŞEHR
Kaynaklar: İstîâb, s. 516, no: 1844; İsâbe, II. 251; Üsd, III. 126; DİA, III. 67; Müsned, III. 428; IV. 260; İbn Sa’d, Tabakât, VI. 28.
73
Kırk HadisOtuzikinci
Hadis
Yorum
“Zulmetmekten kaçınınız. Zira zulüm ahiret günü karanlıklarıdır. Cimrilikten de kaçınınız. Çünkü bu sizden öncekileri helak etmiş, onları birbirlerinin kanlarını dökmeye, haram olan şeyleri helal
görmeye sürüklemiştir.”
(Muslim, Birr, 15)
Türkçe Açıklaması
Tezhib: Şehnaz Özcan
(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)
“Aleyhisselam doğru yolda meşru haddi aşmaktan sakındırmıştır. Haddi aşan, Müslüman kardeşine veya kendisine bu çalışma
yurdunda zulmeden kişi, ceza yurdunda karanlıklara düşer. Hz. Peygamber, ukbâda kahır ateşiyle helak olmamak için, dünyada fesada sürükleyen cimrilikten de sakındırmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Nefsinin hırsından ve cimriliğinden
korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.”
(Haşr 59, 9)
Şeyh Hâmid-i Veli / Somuncu Baba (k.s)
Ağustos 201074
Öğrenmeyİ
ÖğrenebİlmekÖğrenmeyİ
Öğrenebİlmek
EğitimM. Emin KARABACAK
75
İki işçi ormanda
kesecekleri her
ağaç başına üc-
ret alma koşuluyla bir firmay-
la anlaşarak çalışmaya başlar-
lar. Biri ormana sabah erken
gider, akşam geç dönerdi. Öbür
adam da sabah geç gider, uygun
zamanda dinlenir ve akşam da
evine öbür adamdan erken dö-
nerdi.
Bir hafta sonra kesilen ağaç-
lara bakıldığı zaman ormana
kahvaltısını yapıp, yeri geldi-
ği zaman dinlenen, akşam da
evine erken gelen adamın diğer
adamdan çok daha fazla ağaç
kestiği görüldü. Bunu gören
öbür adam dayanamayarak:
“Nasıl olur, ben senden or-
mana çok erken gidiyorum, hiç
dinlenmeden sürekli ağaç kesi-
yorum ve senden sonra eve dö-
nüyorum yine de sen benden
çok fazla ağaç kesiyorsun” der.
Diğer adam da gayet soğuk-
kanlı bir şekilde:
“Evet, ben senden ormana
geç gidiyorum ve eve senden er-
ken dönüyorum. Sen dinlenme-
den sürekli ağaç keserken ben
oturup dinlenme aralarında
oturup baltamı biliyordum. Bi-
liyorsun keskin baltayla, daha
az çabayla daha çok ağaç kesi-
lir.” der.
Bizi Avrupa ülkelerinden
geri bırakan, muasır medeni-
yetler seviyesine çıkarmayan
sebebin öğrenmeyi öğreneme-
mekten kaynaklandığını düşü-
nüyorum. Bizler Batı devletle-
rinden daha çalışkan ve gayretli
olduğumuz halde onların geri-
sindeyiz. Çünkü zekâmızı plan-
lı ve mantıklı bir şekilde kul-
lanmak yerine kara düzen
dediğimiz babadan görme şek-
liyle devam ettirdiğimizden, za-
man ve enerji kaybediyoruz.
Alvin Tofler: “Yirmi birinci
yüzyılın cahilleri okuma yazma
bilmeyenler değil, öğrenmeyi
öğrenemeyenler olacaktır.” de-
mektedir.
Her öğrenci ders çalışır, ama
teşekkür takdir alamaz. İmkânı
olan herkes esnaf olabilir; ama
satışı artıracak püf noktaları bi-
lemez.
Herkes ziraatçı da olabilir;
ama herkes bağ bahçeden iste-
nilen şekilde ürün kaldıramaz.
Sonuçta herkes her şey olabi-
lir; ama herkes işin ehli olamaz.
İşin ehli olmak için de öğren-
meyi öğrenmek gerekir.
Her işin kendine göre kura-
lı vardır. Onun için her kuralı
her şeye uygulamak zaman ve
enerji kaybına sebep olacaktır.
Amaç yapılacak işte en kısa za-
manda en fazla nasıl verim ala-
bilirim olmalıdır.
Her işin kendine göre kura-
lı vardır. Kuralı bilinmeden ya-
pılacak işte deneme ve yanılma
yöntemi uygulanacağı için bu
da emek ve zaman kaybına se-
bep olacaktır. Deneme yanılma
yöntemi yerine öğrenmeyi öğ-
renmekle yapılmalıdır.
Nedir Bu Öğrenmeyi Öğren-
mek?
“Hikmet ve ilim müminin
yitik malıdır, onu nerede bu-
lursa alır.” (Tirmizî, İlm, 19)
buyurur Sevgili Peygamberi-
miz (s.a.v.).
“Nasıl çalışması gerektiğini
bilmek, öğrenmeyi öğrenmek-
tir. Bence bu, bir insanın ken-
di kendine verebileceği en gü-
zel hediyedir.” der Ron Fry.
“Metotlu çalışma” der
A.Fuat Başgil hocamız öğren-
meyi öğrenmeğe.
Konfüçyüs’ün: “Yoksul bir
gence gerçekten yardım etmek
istiyorsanız ona balık tutup
vermeyin, balık tutmasını öğ-
retin. Balık vererek bir öğün,
balık tutmasını öğreterek bir
ömür boyu karnını doyurabi-
lirsiniz.” demiştir.
Konfüçyüs’ün dediği gibi
başta kendimiz olmak üze-
re amacımız; çocuklarımı-
zın, emrimizde çalışan işçi-
lerimizin, yanımızda çalışan
memurların karnını doyur-
mak olmamalıdır. Amacımız
Konfüçyüs’ün balık tutması-
nı öğretmek dediği, sizin işin
püf noktası dediğiniz ve bizim
de öğrenmeyi öğretmek olma-
lıdır.
Sonuç olarak öğrenmeyi
öğrenerek yapılacak her işte
bir plan dâhilinde nerede, ne
zaman ve nasıl yapılacağını
bilmektir.
Ağustos 201076
Kuşkusuz mekânlara an-
lam kazandıran en önem-
li unsurlardan bir tanesi de o
mekânlarda yaşayan şahsiyetlerdir. Bu mekânlar
ki mesela; Konya Mevlânâ, Ankara Hacı Bayram-ı
Velî, Erzurum İbrahim Hakkı Erzurumî, Kasta-
monu Şaban-ı Velî gibi şahsiyetleri yetiştirmiş ol-
manın şerefiyle anılırlar.
Yüzölçümü itibariyle Türkiye’nin ikinci bü-
yük ili olan Sivas, doğudan batıya, kuzeyden gü-
neye uzanan istikametlerin güzergâhında bulun-
masından ve üzerinde tarih boyu birçok hadise ve
faaliyetlerin yer almasından dolayı Allah dostla-
rının varlıklarıyla en çok şereflenen tarihî illeri-
mizden biridir.
Soğuk Sivas’ta, hangi mevsim yaşanırsa ya-
şansın, her zaman “ilâhî aşk” ve “sükûnet” iklimi
yaşanır. Yürekleri titreten bu yoğun sevgi titre-
şimleri hâle hâle, membaı olan Allah dostlarının
maneviyatından fışkırarak bütün Sivas’ı, Sivaslı-
yı kucaklar.
Abdülvahhab Gazi
Anadolu topraklarının İslâm dini ile tanışma-
sı, Müslümanlaşması ve huzurlu bir hayata ka-
vuşması için Hz. Peygamber (s.a.v.)’in işareti ile
başlayan fetih hareketleri her geçen dönemde
daha da hızlanarak devam etmiş, O’nun (s.a.v.)
gösterdiği hedeflere ulaşabilmek için bu toprak-
lara hizmet amacıyla birçok gönül elçisi gelmiş-
tir. Bu vesile ile nice maneviyat önderleri, tıpkı
İstanbul surlarının önünde şehit düşen Eyyûb el-
Ensarî (r.a.) gibi çeşitli şehirlerin surları önünde
bu uğurda şehadet şerbetini içmiştir.
Bu gönüllü fetih hareketine katılan sayı-
sız isimlerden biri de mücadeleleri neticesinde
Sivas’ta şehadet şerbetini içerek vuslata eren Ab-
dülvehhab Gazidir.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle bir-
likte kendisi hakkında tarihî kaynaklarda, Eme-
vi ordusunda büyük kahramanlıklar gösteren Ab-
dullah el-Battal’la silah arkadaşı olduğu hatta
onun da bulunduğu Bizans ile yapılan bir savaş-
ta M. 731 yılında Sivas’ta şehit düştüğü ifade edi-
lir. Şehit düştüğü yerde bedeni yıllarca bir suyun
içerisinde kaldığı, vefatından yıllar sonra salih bir
kulun rüyası üzerine bedeni, içerisinde bulundu-
ğu suların içinden çıkarılarak bugün medfun bu-
lunduğu yere defnedildiği de kaynaklarda zikre-
dilir.
Abdülvehhab Gazi sahabe değil tabiindendir.
Onun halk arasında her ne kadar sahabeden biri-
si olduğu, Hz. Peygamber’in onu ordu komutan-
lığına tayin ettiği, ağzına tükürdüğü ve bu tükü-
Örnek Hayat Yusuf HALICI
sİVasVElİlERİ
77
rüğün ağzından
çıktığı yerde şehit
düşeceği şeklinde ken-
disi hakkında menkıbeler
anlatılsa da onun gerçekte Hz.
Peygamber (s.a.v.)’i dünya gözü
ile görmediği tarihî veriler ile sabit ol-
muş bir hakikattir.
Şemseddin Sivasî
Şemseddin Sivasî 1519 ‘da Tokat’ın Zile ilçe-
sinde doğdu. Biraz esmer oluşu dolayısı ile Kara
Şems olarak şöhret bulmuştur. Zile’de doğması-
na rağmen, hayatı Tokat’ta ve bilhassa Sivas’ta
geçmiştir.
Başta babası olmak üzere, çevresi maneviyat
ehli insanlarla kuşatılmış olan Şemseddin Sivasî
tahsilini Zile ve Tokat’ta
tamamladıktan son-
ra İstanbul’a gidip, za-
manın gözde medrese-
lerinden Sahn-ı Semân
medreselerinden birin-
de müderrislik yapmaya
başladı.
Gittiği bir kazasker zi-
yaretinde makam, mevki
isteyen müderris ve ka-
dıların küçülmelerini gö-
rerek üzüldü ve bundan
rahatsız olarak müder-
risliği bıraktı. Zile’ye dö-
nerek talebe yetiştirme-
ye, halka vaaz ü nasihat
etmeye başladı.
Yapmaya çalıştığı bu
hizmetleri yanında kalbinde yanan ilâhî aşk onu
tasavvufa yönlendirdi ve Amasya’ya giderek Mus-
lihuddin Efendi’ye biat etti. Hocasının vefatından
sonra da Abdülmecid Şirvanî Hazretleri’ne inti-
sap etti ve onun yanında kısa zamanda kemâle
erip icazet aldıktan
sonra Zile’ye döndü.
Devrin Sivas Valisi Ha-
san Paşa’nın kendisini daveti
üzerine Sivas’a gelip yerleşti. Bir
tekke inşa edip, camide vaaz ü nasi-
hat, tekkede ibadet ve riyazet ile meş-
gul oldu.
Güzel ahlâklı, iyi huylu, fakirlere ve misafir-
lere ikramı seven, sehâ ve ihsan sahibi, özü sözü
doğru, olduğu gibi görünen, mütevazı bir şahsi-
yete sahip olan Şemseddin Sivasî, hayatını insan-
lara hizmete adamış, günün her vaktinde onlara
bir şeyler vermek için uğraşmış, diğer zamanla-
rını da tekkesinde zikir ve tefekkürle geçirmiştir.
Şemseddin Sivâsî Hazretleri, 1597 tarihinde
Sivas’ta vefat etti.
Arap Şeyhi
İsmi Seyyid Ab-
dullah Haşimî el-
Mekki olan Arap
Şeyhi 1829 senesin-
de Mekke’de dün-
yaya geldi. Seyr-i
sülûkünü babasında
tamamlayıp icazeti-
ni aldı. Daha sonra
Medine’ye gidip bu
bölgede Rufâiyye’nin
yayılması için bü-
yük hizmetlerde bu-
lundu. Hicaz’dan
Afganistan’a giden ve
orada 20 sene kalan
Arap Şeyhi daha son-
ra İstanbul’a geldi. Burada Sultan İkinci Abdül-
hamid Han’ın pek çok iltifatlarına mazhar oldu.
Arap Şeyhi Anadolu’nun pek çok yerinde de ir-
şad faaliyetlerinde bulundu. Bu arada İç Anadolu
Ağustos 201078
Bölgesindeki bü-
tün Seyyid’lerin ba-
şına “Nakibü’l-Eşraf”
olarak atandı.
1876’da Sivas’a gelip yerleşe-
rek dergâhını açtı. Siyasî hayatı çok
canlı geçmesine, Sivas’ın idarî amirleriy-
le ve özellikle dönemin Sivas valisi ile iyi mü-
nasebetler içerisinde olmasına rağmen İttihat ve
Terakki Hükümetinin zulmünden kurtulamaya-
rak Mekke’ye sürgüne gönderildi.
Mekke’den dönüş tarihi tam olarak bilinme-
mekle beraber rivayetlerden, Mekke’de yedi sene
kaldığı ve 1. Dünya Savaşı sonlarına doğru Sivas’a
döndüğü anlaşılmaktadır.
Millî Mücadele döneminde ise, Sivas’ta yapı-
lan Sivas Kongresine Sivas temsilcisi olarak ka-
tılan Arap Şeyhi 1922 yılında 92 yaşında olduğu
halde Hakk’a yürüdü.
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak
Yaşadığı devre maneviyatın mührünü vuran,
kurutulmaya hatta yok edilmeye mahkûm edil-
miş maneviyat ve inanç bağlarını yeşerten ve ha-
yat veren okyanus… Din-i mübîni İslâm’ı gerçek
mahiyetinde yaşayan ve mensuplarını bu yolda
tevazu ve yokluk mektebinde yetiştiren, insanlı-
ğa imanın sevgiden geçtiği gerçeğini öğreten zat-ı
Kâmil... Mükemmelliği ezeliyetten olması hase-
biyle yaşantısında ve öğretisinde örnek bir amil…
İsmail Hakkı Efendi de gönüllerde yaşayan
maneviyat sultanlarındandır. Onun memleke-
te olan hizmetleri, etrafındaki insanlara nasi-
hatleri, sözleri, şiirleri dillerden dillere anlatıl-
makta ve yaşatılmaktadır. 1880 yılında Sivas’ta
dünyaya gelen İsmail Hakkı Efendi, ecdadının
Kâbe’nin örtüsü ile ilgili görevler yerine getirdik-
leri için “İhramcızâde” sıfatı ile anılmıştır. Rüş-
tiye Mektebinde, Sivas Çifte Minare ile Şifahiye
Medreselerinde eğitim gören İsmail Efendi, To-
katlı Mustafa Hâki
Efendi’ye intisaplıdır.
Mustafa Hâki Efendi’nin
vefatından sonra kısa bir
süre Sivas’lı Mustafa Tâki
Efendi’ye biat etmiştir. Tâki
Efendimizin vefatından sonra ir-
şad vazifesini kendisi yürütmüş-
tür. Ağustos 1969 yılında vefat eden
İhramcızâde, 89 yıllık ömrünü insanla-
ra ve insanlığa vakfetmiştir. İnsanların se-
vip saydığı ve hürmet duyduğu ender şahsiyet-
ler yetiştirmiştir. İhramcızâde Altun Silsile’yi
devam ettirecek olan halefi Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi’ye her sohbette vazifeyi bıraka-
cağına dair birçok söz söylemiş işaretlerde bu-
lunmuştur.
Hulûsi Efendi Hazretleri de, İhramcızâde’nin
manevî vârisi olmuş, ondan devraldığı irşad ve
hizmet vazifesini en güzel şekliyle yerine ge-
tirmiş ve ehil bir ele teslim etmiştir. İhram-
cı Efendimizin teberrükat eşyalarının bazıları
vefatından sonra Hulusi Efendi’ye teslim edil-
miştir. İsmail Hakkı Efendi’nin evlatlarından
Necati Bey, İhramcızâde’nin ahirete irtihalin-
den sonra Hulusi Efendi’ye yazdığı bir mektu-
bunda, “Efendim, Hazretten sonra birine inti-
sab etmemiz gerekiyorsa mutlaka o sizsiniz.”
diye yazmıştır.
Sivas’ta bulunan diğer türbe ve ziyaret yerle-
rinden bazıları da şunlardır:
Ahmet Turan Gazi: Soğuk Çermik’in tepe-
sindedir.
Şeyh Çoban: Şeyh Çoban Mahallesindedir.
Karakaş Baba: Gülyurt Mahallesindedir.
Nur Baba: Selçuk İlköğretim Okulu bahçe-
sindedir.
Aziz Baba: Halifelik Mezarlığındadır.
79
SIR BENİM...
Can özüme baht okları atılır; Aşk derdiyle güle dönmüş nâr benim! .. Söz gevherim, diyâr diyâr satılır; İnci, mercan, elmas, yakût, dür benim! .. Sel misâli coştum, taştım, duruldum; Kırk menzilde kör nefsimle soruldum! .. Çilem doldu aşk elinden vuruldum; Dört kapıda yanıp tüten kor benim! .. Çektim zaman perdesini edeple; Her ibreti, hikmet bildim sebeple! .. Takvâ gülüm seçilir mi neseple? .. Yazan yazmış hayır benim, şer benim! .. Mâ’rifette bir can eler eleğim; Kara kışta gonca tutar yüreğim! .. Kaç kez doldu bu aşk denen peteğim? .. Ayet ayet bu okunan nûr benim! .. Gam bulutum, rahmet olur dökülür; Can evimden benlik taşım sökülür! .. Vuslât diye can bedenden çekilir; Nefis bende kolay benim, zor benim! .. Sevgi bende, sevda bende, aşk bende; Bir can için ten öğüten çark bende! .. Var içinde bir ilâhî fark bende; Tâ Elest’ten çözülmeyen sır benim! ..
Rıfat ARAZ
Ağustos 201080
HikayeRaziye SAĞLAM
“Muhtarın odasına girerken duyduğu yufka ekmek kokusuyla birden kendine
geldi. Muhtar taze ekmek, peynir, karpuz yiyordu. Arif çok acıkmıştı, ama
önce telefon etmeliydi. Ona müjdeyi verecek olan telefonu.”
hayal
81
Arif, belini
tutarak doğ-
ruldu. Her
tarafı tutulmuştu. Boynunda-
ki tülbentle alnında biriken teri
sildi.
- Bu ne sıcak ya, yandım val-
la.
Selim de güçlükle doğruldu:
- Gelmeden önce demiştim
değil mi, Çukurova’nın sıcağına
dayanamazsın diye.
- Annemler de söylediler ya
sen de biliyorsun başka çarem
var mıydı? Sonuçları beraber
kontrol ettik, İstanbul’da iste-
diğim bölüme girebiliyorum,
ama hiçbirimizde para yok. Yol
parasını ayarlayabilsem, burs
için başvuru yapacağım.
- Cumhurbaşkanına yazdı-
ğın mektuptan hâlâ bir cevap
yok değil mi?
Arif dudak bükerek;
- Oğlum gökten yağsa bize
düşmez ya benimki de bir umut
işte. Boş bir umut…
Selim içi acıyarak baktı ar-
kadaşına. “Ne vardı sanki üni-
versite sevdasına düşecek.
Bizim gibilerin ne işi var, İstan-
bullarda. Parası olsa hadi ney-
se… Keşke onun için elimden
bir şey gelse.”
Geleli on beş gün olmuş-
tu, ama Arif bu sıcağa hâlâ alı-
şamamıştı. Okuldayken Or-
han Kemal’in “Eskici ve
Oğulları”nda okumuştu pa-
muk toplamanın zorluğunu,
Çukurova’nın sıcağını; ama ba-
şına gelmeyince anlamıyordu
insan işte.
….
- Heyyy! Duymuyon mu ye-
ğen? Sana diyom.
Arif elini güneşe doğru siper
ederek ilerden bağıran adama
döndü:
- Bana mı diyon dayı?
- He ya sana diyom. Koş
aşağı köydeki muhtardan si-
zin köyü ara. Büyük bir yerden
mektup mu gelmiş ne. Çiftliği
aradı muhtar.
Arif heyecandan bir an nefe-
sinin kesildiğini hissetti. Adam
büyük yerden gelen mektuptan
bahsediyordu. Selim’in sesiyle
kendine geldi.
- Haydi oğlum ne duruyon.
Koş! Aşağı köye git bir an önce.
……
Öğle sıcağında bir saatten
fazladır yürüyen Arif, aslında
sıcağın pek de farkında değildi.
Gözünün önüne devamlı İstan-
bul ve üniversitenin büyük taş
kapısı geliyordu.
Arif sanki aşağı köye değil
de o kapıya doğru yürüyordu.
Muhtarın odasına girer-
ken duyduğu yufka ekmek ko-
kusuyla birden kendine gel-
di. Muhtar taze ekmek, peynir,
karpuz yiyordu. Arif çok acık-
mıştı, ama önce telefon etme-
liydi. Ona müjdeyi verecek olan
telefonu.
…..
Bir süre çaldıktan sonra ba-
basının heyecanlı sesini duydu
Arif. Heyecanı bir kat daha art-
tı.
- Oğlum! Reisi cumhur ce-
“Arif heyecandan bir an nefesinin kesildiğini
hissetti. Adam büyük yerden gelen
mektuptan bahsediyordu. Selim’in sesiyle
kendine geldi.”
Ağustos 201082
vap yazmış. Lakin ilçedeki pos-
tanedeymiş. Zarf normal mek-
tup zarfı olmadığı için kafa
kâğıdı ile gidip kendin almalıy-
mışsın.
Babasını dinlerken boğa-
zı kuruyan Arif sadece “Peki
baba.”diyebildi ve telefonu ka-
pattı. Duvara sürtünerek ol-
duğu yere çömeldi. Heyecan,
sıcak ve açlıktan bitkindi. Muh-
tar omzundan tutarak kaldır-
dı ve “Gel yeğen, otur şuraya da
soluklan. Bir iki lokma bir şey
ye.»
…
Arif karnı tok ve biraz da
dinlenmiş olarak muhtarın ya-
nından ayrıldığında, heye-
candan hâlâ hafif hafif ürpe-
riyordu. Allah’tan kafakâğıdı
yanındaydı. Elini cebine sok-
tu. Sekiz buçuk lirası vardı. Beş
lira buradan ilçeye gidiş, kalan
üç buçuk lira ile de köye dönüş.
Artık pamuk toplamasına da
gerek yoktu.
Yola çıktı. İlçeye giden ara-
balardan birine bindi. Önünde
üç saat yol vardı. Yolda herhan-
gi bir şey olmazsa postane ka-
panmadan yetişebilirdi. Yaşlı
bir adamın yanına oturdu. Bir
süre gittikten sonra gözlerini
kapattı. Yine İstanbul ve oku-
lun büyük kapısı geldi gözleri-
nin önüne. Siyasalda okuyacak-
tı inşallah. Eskilerin deyimiyle
“Mülkiyeli” olacaktı. Farkında
olmadan kendi kendine gülüm-
sedi. Öyle dalmıştı ki, yanın-
daki adamın dürtmesiyle bir-
den neye uğradığını anlamdı.
Adam deliye bakar gibi;
- Bir şey mi oldu evlat. Kendi
kendine gülüyon da...
Oturduğu yerde toparlanan
Arif kekeleyerek:
- Yok dayı, ama inşallah iyi
bir şeyler olacak.
Arif o anda lise yıllarından
bugüne kadar her şeyi anlat-
mak istedi, ama hemen vazgeç-
ti. Mektuptan bahsederse san-
ki büyüsü bozulacakmış gibi
geldi. “Yok yok.” dedi kendi
kendine.”Yok şimdi bir şey an-
latmanın gereği yok.”
Bu arada yaklaşık iki saat sü-
recek olan bozuk taşlı yola gir-
diler. Eski minibüs o kadar çok
sarsılıyordu ki, sanki birazdan
bütün parçaları ayrılacaktı. Bir
süre daha böyle gittikten son-
ra birden durdu. Şoförle mua-
vin hiçbir açıklama yapmadan
indiler. Aradan on dakika geçti.
Ne onlardan bir açıklama geldi
ne yolcularda bir merak uyandı.
Yolcuların çoğu sıcağın etkisiy-
le gevşemiş uyuklamaya başla-
mışlardı. Bu tepkisiz bekleyişe
sinirlenen Arif arabadan indi.
Şoförle muavin kaputu aç-
mış, sanki bakarak tamir ola-
cakmış gibi öylece içine bakı-
yorlardı. Arif yanlarına yaklaştı,
- Abi arıza neymiş anlayabil-
diniz mi?
Şoför yağlı elleriyle kafasını
kaşıyarak,
- Valla motor kapağı oksit-
lenmiş gibi duruyor. Zaten kar-
büratör su kaynattı. Bujilerin
de durumu iyi değil.
Arif postaneye yetişemeye-
cek olmanın telaşıyla,
- Çok sürer mi tamiri?
Şoför çok acayip bir şey duy-
muş gibi bakarak;
- Valla artık bu zor adam
olur.
- Yani ilçeye gidemeyecek
miyiz?
- Of arkadaş ya kasap et der-
dinde koyun can derdinde.
Biraz sonra Arif tek başına
“Yola çıktı. İlçeye giden arabalardan birine bindi. Önünde
üç saat yol vardı. Yolda herhangi bir şey olmazsa postane
kapanmadan yetişebilirdi. Yaşlı bir adamın yanına oturdu.
Bir süre gittikten sonra gözlerini kapattı. Yine İstanbul ve
okulun büyük kapısı geldi gözlerinin önüne.”
83
ilçe yolundaydı. Bir iki araba-
ya el etti, ama kimse durmadı.
Kendine şöyle bir baktı ve “Kir-
li şalvarın, eski solmuş gömle-
ğinle kim seni arabaya alır ki…”
Arif kestirme olsun diye bah-
çelerin içinden geçerek koşma-
ya başladı. Üç saat kadar kâh
yürüyerek, kâh koşarak ilçeye
vardı. Postanenin kapanması-
na on beş dakika vardı. Kimli-
ğini eline alıp hızlı adım-
larla girdi. Görevli sarı
zarfı vermeden önce,
bir zarfın üzerindeki
yazıya baktı bir Arif’e.
Sonra kafasını salla-
yarak zarfı uzattı. Arif,
zarfı aldığı gibi kapı-
nın önüne çıktı ve he-
men yanındaki tahta
sıraya oturdu. Yavaş-
ça açtı. Sanki bu anı
uzatmak ister gibi
kâğıdı çıkarıp bir süre
elinde tuttu. Son-
ra ağır ağır okumaya
başladı.
“ ….tarihli öğre-
nim için yardım ta-
lebi içeren dilekçeniz
elimize geçmiş bulunmaktadır.
Cumhurbaşkanlığına bu konu-
da birçok başvuru olmakta an-
cak geri ödemeli ya da karşı-
lıksız olmak üzere bu konuda
gerekli ödeneğin olmaması se-
bebiyle bu tür yardım talepleri
karşılanamamaktadır.
Bilginize”
Onu dışarıdan izleyen biri
bir anda omuzlarının çöktüğünü
görebilirdi.
Arif o anda elini cebine sok-
tu. Üç buçuk lirayı avucunun
içinde çevirdi. Bu an umutla-
rının bittiği an olmalıydı. Bu
para köye dönüş parasıydı.
Belki de köye dönecek
ve bir daha oradan
çıkmayacaktı.
Aynı babası, dedesi ve
onun babası gibi. Elini cebin-
den çıkardı, avucundaki pa-
ralara baktı ve sonra hepsini
yere saçtı.
Başını avuçlarının arasına
alarak iki büklüm oldu ve yere
dağılan bozukluklara baktı.
Bunlar bir araya gelerek köye
dönüş parasını oluşturacak-
tı. İstanbul, görkemli kapısıy-
la üniversite hepsi hayaldi ve
hayal olarak mı kalacaktı?
Sonra bir karar verdi.
Oturduğu yerden ağır ağır
kalktı, aynı ağırlıkla paraları
topladı ve biraz ilerdeki ağa-
cın dibine koydu.
Sonra da ilçenin toptancı
haline doğru yürümeye
başladı. Değil mi ki
sınava girmişti
ve istediği
b ö -
lümü kazanıyordu, öyleyse
artık bu hayal olmaktan çık-
mıştı. Geriye kalan sadece
ona ulaşacak yolu açmaktı.
Allah’ın izniyle bundan son-
ra gücü sadece kendine yete-
cekti.
O, karar vermenin rahat-
lığı içinde kendinden emin
yürürken, ağacın dibine top-
lanan çocuklar parayı pay-
laşma kavgasına girmişlerdi
bile.
Ağustos 201084
SağlıkAkın DİNDAR
BEsİn ZEHİRlEnmEsİ
nEDİR?
85
Son 72 saat içinde,
bir mikroorganiz-
ma veya toksini ile
bulaşmış bir besinin tüketiminin
ardından ishal, bulantı, kusma,
karın ağrıları, karında kramplar
gibi sindirim sistemini ilgilendi-
ren bulguların ortaya çıktığı bir
hastalık tablosudur.
Besin zehirlenmeleri tüm
dünyada yaygın, önemli bir halk
sağlığı sorunudur. Çoğunlukla
hafif seyirli ve kendini sınırlayan
hastalıklardır. Ancak besin ze-
hirlenmesine yol açan etken ve
konakla ilişkili faktörler hastalı-
ğın zaman zaman daha ağır se-
yirli ve hatta ölümcül seyretme-
sine yol açabilmektedir. Besin
zehirlenmeleri çoğunlukla bir-
den fazla kişiyi ilgilendirir. Ba-
zen tek tek olgular, bazen yerel
salgınlar (işyerleri, hastaneler,
lokantalar), bazen de daha bü-
yük çaplı salgınlar şeklinde gö-
rülebilir.
Besin zehirlenmeleri neden, nasıl olur?
Bir gıdaya, besin zehirlenme-
sine yol açan etken 3 yoldan ula-
şır. Birincisi gıdanın kendisi bu
etkeni içerir. Özellikle hayvan
kaynaklı gıdalar, bunlar arasın-
da da özellikle kümes hayvanla-
rı (hayvanların kendileri bu et-
kenlerle hasta olabildikleri için)
bu tür bulaşta rol oynar. İkinci-
sinde işlenmemiş gıdaya katılan
maddeler nedeniyle bulaş olabi-
lir. Üçüncüsünde ise gıdayı ha-
zırlayan kişi veya gıdanın hazır-
landığı çevreden bulaş olabilir.
Bu nedenle ishalli kişiler, özel-
likle ellerinde veya vücutlarının
başka bölümlerinde yara olan
kişiler iyileşene kadar gıda ha-
zırlamamalıdırlar. Çevreden bu-
laşın önlenmesinde ise gıdanın
hazırlandığı ortamın temizliği,
ısıtılmamış yiyeceklerle ısıtılmış
yiyeceklerin aynı ortamda hazır-
lanıp sunulmaması, gıda hazır-
layan kişinin ellerini sıklıkla yı-
kaması önemlidir.
Yukarıda tanımlandığı gibi
asidite, düşük nem gibi gıdaya
ilişkin bazı özellikler de o gıda-
da etkenin var olup olmayacağı-
nı belirler.
Hangi besinlerde dikkatli olunmalı ?
Besin zehirlenmelerinden
özellikle yüksek proteinli gıdalar
(hamburger, kümes hayvanları,
yumurta, kremalı gıdalar vb…),
kirli kullanma suyu veya insan
dışkısının gübre olarak kulla-
nıldığı koşullarda yeterince pi-
şirilmeden tüketilen meyve ve
sebzeler, özellikle fast food res-
toranlarda sunulan ızgara türü
yiyecekler, hazırlanması sırasın-
da çok işlem gerektiren yiyecek-
ler (köfte vb.), pastörize edilme-
miş süt ve bu sütten hazırlanan
süt ürünleri, iki saatten fazla
oda ısısında bekletilmiş ve tü-
ketilmeden önce tekrar ısıtılma-
yan gıdalar ( zeytinyağlı yiyecek-
ler, soğuk sandviçler, salatalar
vb..), özellikle midye gibi kabuk-
lular olmak üzere kirli denizler-
den çıkarılan deniz hayvanla-
rı sorumlu tutulmaktadır. Eğer
kümes hayvanı hasta ise, etken
yumurtlama sırasında özellik-
le yumurtanın dış yüzeyine bu-
laştığından, kabuğu çatlak, kırık
olan yumurtaların ve bunlardan
hazırlanan salata, mayonez türü
gıdaların da riskli olduğunu bir
kez daha anımsatmak gerekir.
Zehirlenen kişi nasıl beslenmeli ?
Besin zehirlenmesi tablo-
su olan kişilerde, ishal sırasında
barsakların dinlenmeye gerek-
sinimi olduğu ve gıda alımının
olayı kötüleştirebileceği tarzın-
daki yanlış inanca bağlı olarak
beslenmenin durdurulması doğ-
ru bir yaklaşım değildir. Tam
tersine harap olan barsak hüc-
relerinin çabuk toparlanması ve
hastalık nedeniyle kaybedilen
enerji açığının kapatılması için
uygun gıdalarla beslenmeye de-
vam etmek gereklidir. İshal sü-
resince süt ve sütte bulunan lak-
tozu içeren diğer gıdaların ve
kafeinli içeceklerin tüketilme-
mesi önerilmektedir. Tuzlu kra-
kerler, çorbalar, yoğurt, kola
türü içecekler, pirinç ve patetes
tarzı besinler, çorbalar ve Oral
Rehidratasyon Sıvısı (ORS) is-
hal sırasında tüketimi önerilen
gıdalardır.
ORS paketleri sağlık ocakla-
rı veya eczanelerden sağlanabi-
lir. ORS, paketlerin üzerindeki
önerilere uygun olarak hazırlan-
malıdır.
Ayrıca ishal için barsak ha-
reketlerini durdurucu ilaçlar
kullanmak genellikle bir yarar
sağlamadığı gibi özellikle ateş,
şiddetli karın ağrıları, karında
kramplar, kanlı ishal gibi bulgu-
ların varlığında tehlikeli bile ola-
bileceği unutulmamalıdır.
Ağustos 201086
KayısıA, B, C ve P vitamini açısından zengin bir
meyve olan kayısı aynı zamanda bol miktar-
da demir içerir. Ayrıca magnezyum, kalsi-
yum, fosfor, kükürt, bakır, krom ve manga-
nez mineralleri açısından da zengindir.
Kayısının Faydaları
Kayısı besleyici ve iştah açıcıdır. Bol mik-
tarda demir içerdiğinden kansızlığa iyi gelir.
Vücuttaki zararlı maddelerin uzaklaştırılma-
sına yardımcı olur. Başta akciğer ve cilt kan-
seri olmak üzere kansere karşı koruyucudur.
Vücuda kuvvet verir. Bedensel ve zihinsel
yorgunluğu giderir. Özellikle gelişme çağın-
daki çocuklara faydalıdır. Raşitizm gibi ge-
lişme bozukluklarını önler. Hastaların iyileş-
mesini hızlandırır. Sinirleri sakinleştirir ve
uyku verir. Migrene karşı da iyi gelir. Ayrıca
cildi besler, nemlendirir ve yumuşatır. Kom-
postosu idrar söktürür ve kabızlığı giderir.
Kayısı kuru ya da taze olarak yenebilece-
ği gibi reçeli ve kompostosu da yapılabilir.
Ayrıca, çekirdeği yağ elde etmek için kul-
lanılır. Kayısının yaprakları da kullanılır.
Kuru kayısı A, B ve C vitaminleri ve potas-
yum minerali açısında oldukça zengindir.
Kayısının yemeklerden sonra yenmesi haz-
mı kolaylaştırmasını sağlar. Bunların dışın-
da, kayısı cilt bakımı için maske yapılarak
yüze sürülebilir.
Şifalı Bitkiler
87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Piliç SarmaMalzemeler (5 kişilik):5 adet tavukgöğsü2 çorba kaşığı sıvıyağ1 tatlı kaşığı dolmalık fıstık1 tatlı kaşığı kuşüzümü1 çorba kaşığı kıyılmış taze nane1 çorba kaşığı kıyılmış dereotu1 su bardağı baldo pirinç1 su bardağı sıcak su1 adet küçük boy soğan1’er tutam tarçın ve yenibaharTuz, karabiber
Üzeri için:5 çorba kaşığı sıvıyağ2 çay kaşığı toz kırmızıbiberTuz, karabiber
Hazırlanışı:Sıvıyağı bir tencereye alıp dolmalık fıstığı ekleyin ve kavu-run. Üzerine ince kıyılmış soğanı ilave edin. Soğanın rengi dönünce, yıkanmış pirinci ekleyin. Pirinç beyazlaşınca kuşü-zümü, tarçın, yenibahar, karabiber ve tuzu ekleyin. Suyunu ilave edip tencerenin kapağını kapatın ve ağır ateşte 20-25 dakika pişirin. 10 dakika dinlendirdikten sonra dereotu ve naneyi pilava ekleyip karıştırın. Tavuk etlerini döverek in-celtin ve üzeri için hazırladığımız sıvıyağ, toz kırmızıbiber, karabiber ve tuz karışımı sosu bir fırça yardımı ile tavuk et-lerine arkalı önlü sürün ve ılınan pilavı etlerin içine koyarak rulo haline getirin. Artan sosu da tavukların üzerine sürün. Önceden ısıtılmış 180 derece fırında 50-60 dakika pişirin. Kızarmış patates ve haşlanmış sebze veya salata eşliğinde servis yapın. Afiyet olsun!
Bekir SARI
Ağustos 201088
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Gerçek Kalp
Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin
Tasavvufî Görüşleri
116
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 0
Fiyatı: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Posta Çeki Hesap No: 1361068Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001 Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli
70 TL
2010 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.