46
143 Dergisi Hediyesi... EYLÜL 2012 Fiyatı: 8 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Osmanlı’da Aile ve Dayanışma Ruhu 66 22 Bozkırın Bereketli Havzası Kayseri

143 - Somuncu Baba Dergisi · Tarih ve kültürün eski bir Anadolu kilimi desenleri gibi nakış nakış işlendiği diyâr… Şemsettin Musa Efendi’nin evladı Hamid-i Veli’yi

  • Upload
    others

  • View
    23

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

EYLÜ

L 2012

143

143

Dergisi Hediyesi...

E Y L Ü L 2 0 1 2Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Osmanlı’da Aile ve Dayanışma Ruhu6622 Bozkırın Bereketli

Havzası Kayseri

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

AKÇAKAYA’YA AKÇA ŞEHİR: KAYSERİ

Kayseri… The blessed city where Somuncu Baba was born… The village Akçakaya, a whtish village, a whitish city in Kayseri… A place where the history and culture were embroidered like an ancient Anatolian rug’s ornaments. It is an education place where Şemsettin Musa Efendi educated his son Hamid-i Wali in his childhood…

After Kayseri, where he was born, he went to Şam, Tebriz, Erdebil…

In Bursa he grew mature with the fire of divinely love and made the hearts mature, as well. He went to Makkah and Madinah from Aksaray…And eventually he dwelled in Darende forever. Because of this, Kayseri and Darende are like sister cities.

A WHITISH CITY TO AKÇAKAYA: KAYSERI

Kayseri… Somuncu Baba Hazretlerinin dünyaya teşrif ettiği bereketli şehir… Akçakaya Köyü, akça

bir köy, Kayseri de akça bir şehir… Tarih ve kültürün eski bir Anadolu kilimi desenleri gibi nakış nakış

işlendiği diyâr… Şemsettin Musa Efendi’nin evladı Hamid-i Veli’yi çocukluk yıllarında eğittiği ilim yur-

du… Doğduğu şehir Kayseri’den sonra, Şam, Tebriz, Erdebil’e yolu düşmüş… Bursa’da gönül fırınında

aşk ateşiyle pişmiş, gönülleri olgunlaştırmış… Yolu Aksaray üzerinden Mekke’ye Medine’ye uzanmış…

Ve sonunda Darende’yi ebedî mekân tutmuş… Onun için Kayseri ile Darende; Somuncu Baba Hazret-

leri vesilesiyle, kardeş şehirlerdir âdeta.

Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H. Hamidettin Ateş Efendi, yıllar öncesinden, Somuncu Baba

Hazretlerinin doğduğu Akçakaya Köyüne yaptığı ziyaretlerle o yörenin de kalkınması, tanınması, eski

eserleri yenileme projeleriyle imar ve ihya edilmesi için gayretler göstermiştir. 2000’li yıllarındaki bir

ziyaretinde yaşlı bir teyze Şeyh Hamid-i Veli Mescidine yakın olan evine davet etmişti bizleri. Orada

söz açılınca; “Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerini burada üzdükleri için beddua ettiğini, o sebeple bu köyün

viran olduğunu, köyden çıkanların Sabancı ailesi gibi zengin olduklarını, köyde yaşayanların ise pek

onmadığından bahsetmişti. Vakıf Başkanımız da; “İnşallah evladından bir hal ehli de dua eder, gayret

eder de imar olur, gelişir, güzelleşir” demişti.

Bu muhabbetten sonra teknik ekiplerimiz gerekli incelemelerde bulunup, Talas Belediyesi ve Kay-

seri Büyükşehir Belediyesi ile ortaklaşa yeni bir restorasyon projesinin temellerini atmışlardı. Bu çalış-

malarla birlikte, Akçakaya Köyünün ve mescidin bulunduğu civarın altında bir yer altı şehrinin mey-

dana çıkmış olması aslında köye olan ilgiyi daha artırdı. Ancak yeraltı şehriyle ilgili çalışmalar, yer

üstündeki eserlerin restorasyonunun başlanmasına bir vesileyle engel olmuş oldu.

Artık Akçakaya Köyünün tanınması, tanıtılması zamanı geldi de geçiyor… Bir edibimizin Somun-

cu Baba Sempozyumundaki şu hitabı bize Darende-Kayseri birlikteliğine işaret ediyor: “Bu toplantı-

ya Kayseri’den katılıyorum. Somuncu Baba, biliyorsunuz Kayserilidir. Kayseri’nin Akçakaya Köyünde

doğmuş, oradan buralara taşınmıştır. Onu doğal olarak doğduğu şehir Kayseri sahiplenir. Hizmet ver-

diği ve Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı caminin açılışında onunla birlikte bulunduğu Bursa da sahiple-

nir. Onu, Aksaray da sahiplenir. Onun gerçek sahibi ve ruhaniyetini yarınlara taşıyan, kabrinin oldu-

ğu yer, Darende’dir. Darende, 19 yıldan buyana onun adına bir dergi çıkarmaktadır, Türkiye’de birçok

ilimizin kalitesine ulaşamadığı bir dergi: “Somuncu Baba”. Bugün burada bu derginin gölgesi altında

toplanıyoruz.” Somuncu Baba Dergisinin bu sayısı ile bir adım daha atıp, Kayseri’ye ve bütün okuyu-

cularımıza selam ediyoruz…

3

26

42 70 78

KUR’ÂN’IN SUÇ VE CEZA SİYASETİ - Ali AKPINAR (6)

GÜL İLE HASBİHAL - Mustafa AKGÜN (10)

İYİLİK VE FAZİLETLERLE ÖVÜLEN: EL-KUDDÛS - Ramazan ALTINTAŞ (18)

FARS ŞİİRİNİN GÜÇLÜ SESİ HAFIZ-I ŞİRAZİ - Mustafa ÖZÇELİK (32)

OKUL HAZIRLIĞI - Rukiye KARAKÖSE (36)

GÜZEL BAKABİLMEK - Enbiya YILDIRIM (38)

ŞEHRİ VARLIKLARIYLA TAÇLANDIRANLAR - Muhsin İlyas SUBAŞI (46)

AMELLERİ İBADETE ÇEVİREN İKSİR: NİYET - Mehmet SOYSALDI (50)

SAHABE ALBÜMÜ - Bünyamin ERUL (53)

KUR’ÂN’IN BİR TAVSİYESİ OLARAK BORÇ VERME - Abdullah KAHRAMAN (54)

MUHÂSİBÎ’YE GÖRE FITRAT VE YÖNELİMLERİ - M. Doğan KARACOŞKUN (58)

300 SORUDA TASAVVUFÎ HAYAT - Muharrem AKIN (60)

HIZIR GİBİ - Sırrı ER (62)

KAYSERİ GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (65)

OSMANLIDA AİLE VE DAYANIŞMA RUHU - Aydın TALAY (66)

ACILAR İNSAN DOĞURUR - Selim TUNÇBİLEK (74)

BEN KAYSERİYİM - Bekir OĞUZBAŞARAN (77)

GÜL’E BÖYLE!... - Rıfat ARAZ (81)

KAYSERİ VELÎLERİ - Yusuf HALICI (82)

BEL AĞRISI İÇİN ALTIN KURALLAR - Akın DİNDAR (84)

FINDIK - Şifalı Bitkiler (86)

GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)

ŞÜKÜR MAKAMI

BİR İSLÂM KAHRAMANI SEYYİD BATTAL GAZİ

ADALET PEYGAMBERİ (S.A.V.)

AŞKIN İĞNESİ

BOZKIRIN BEREKETLİ HAVZASI

KAYSERİ

TASAVVUFTA ONBİR PRENSİP

14Şükür, mecaz yolu ile Allah hakkında da kullanılır. Allah’ın şekûr olması, kullarının az ameline çok sevap vermesidir.10 Bu nedenle Araplar, verilen otun azlığına rağmen semizliğini fazla gösteren hayvana, “şekûr hayvan” tabirini kullanırlar.

Battalname’de Battal Gazi’nin Anadolu’da Hıristiyanlarla yaptığı savaşlar konu edilmektedir. Bu savaşlarda merkez saha genellikle Malatya yöresidir. Savaşlar İslâmiyet-Hıristiyanlık mücadelesi şeklinde dinî bir hüviyet taşır

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin uyması gereken esaslardan bahsedilirken, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma...

19. asır şairi Seyrânî’yi Halk şairi olarak telâkki etmekle birlikte Dîvân Edebiyatı sahasında da at koşturmuş bir mütefekkir saymak mübalağa olmaz.

Tekir Yaylasında bir düne bir bugüne teslim olur, Erciyes kandiliniz olur hiç sönmeyesi! Bu yaylada rüzgâr söyler, rüzgâr konuşur söyleyeceklerinizi, siz susar...

İslâm tasavvufunda insanı ham vasıflardan kurtarıp, kâmil insan seviyesine ulaştırmayı hedefleyen çok derin, çok faydalı ve çok hikmetli prensipler vardır

22Kadir ÖZKÖSE

Resul KESENCELİ Vedat Ali TOK

Mürsel GÜNDOĞDUMusa TEKTAŞ

ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892

İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474

Mehmet DERE

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 19 Sayı: 143 Eylül 2012Basım Tarihi: 01 Eylül 2012

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA

Reklam MüdürüYusuf YILMAZ

Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR

Musa TEKTAŞ

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

YapımARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU

Sanat YönetmeniAli GÜRSOY

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.

Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70

Kurum Abone : 140

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 137 dahiliyi arayınız.

55Eylül 20124

Ey gözümün ışığı olan Sevgili Canım

Ben senin ayrılığının derdi, tasasıyla güçsüz, kuvvetsizim.

Derdinin tesellisine -yatıştırıcılığına- sadık dostum olmasaydı

Gönlüm ve canım senin özleminle deli olurdu.

Ey Gözümün Nuru,

Her gecem ve gündüzüm senin derdinle döner (geçer).

deyip ayrılığın üzüntüsüne teselli (avuntu) verip günüm, bazen hayalinizin

ve bazen ayrılığınızın ateşle kavrulan göğsümle hayran, çaresiz, güçsüz geçi-

yor; Medet edilen (Yardım umulan, çare görülen) ve beğenilen mektubunuzu

alınca bu tarz ve bu üslupla cevaba dahi başlamaya gücüm olmasa da yine de

dert ve gönül tanışıklıklarının –birlikteliğinin- tanışıklığını (âşinalığını) bir se-

bep, bir vesile sayarak size cevap yazdım. Bu aşinalıktandır cüretim.

Âcizane güçsüzlüğümle başlayıp size diyorum ki:

Yine de yurdum sandığım şu dünyada imtihan yerindeyim. Fakat bu geçi-

ci dünyada kararsız olduğum yârin yeri yok. Gerçi ben sizinle gurbetteydim fa-

kat cana yakın bir dost olan yalnızlığımla dosttum. O sevgili benim derin der-

dime, görünen sırrıma vakıf, onu bilecek kadar içli dışlı ve yakın; ben de ona.

Bir tek onunla ağlayan, derdine ortak bir dosttum. Hulûsi Efendi de endişeden

uzak köşesinde dert ve elemle ayrılıktan perişan olmuş, içine kapanmış, örtün-

müş bir yar olup diyor ki:

Allah’a minnettarım ki ruhumun gönlü ile beraber sevgilinin derdi oldu

Gezsem de otursam da dursam da her anım sevgiliyle beraber.

*Bu mektup ağabeyi Ahmet Efendi’ye yazılmıştır.Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Ellinci Mektup

Mektûbât-ıHulûsî-i Dârendevî

7Eylül 20126 7

İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

SUÇ VE CEZA SİYASETİKUR’ÂN’IN

“İnsanın dünya ve âhiret mutluluğu için insana gelmiş olan Kur’ân, insanı günah

ve günahkârların ağına düşürmemek için tedbirler alır, bu ağa düşenleri de orada

bırakmaz, onları da kurtuluşa/tevbeye çağırır.”

Hayat düsturumuz Kur’ân, insanın gü-

nahlara bulaşmadan yaşamasını,

özüne uygun olarak fıtrat üzere kal-

masını, özündeki iyilik ve güzellikleri artırıp ge-

liştirerek erdem insanı olmasını hedefler. Bunun

için Kur’ân âyetleri öncelikle insanın iç dünyası-

na seslenir, vicdanları harekete geçirir ve gönül

dünyasını inşa eder. Ardından insanın düşün-

ce dünyasına seslenir, onun aklını vardırır ve be-

yin dünyasını inşa eder. Bütün bunları yaparken

Kur’ân’ın hedefi, salih insan yetiştirmektir. Bir

Kur’ân adamı olan salih insan, Yüce Yaratıcının

hakları ile yaratılmışların haklarına riâyet eden;

hem kendisine hem de başkalarına yararı olan in-

sandır. Sâlih insan, günahlara düşmemek için her

türlü gayreti gösteren, beşer olması hasebiyle gü-

nahlara düştüğünde hemen vazgeçip tevbeye sı-

ğınan, işlediği günahlara karşın iyilikleri artıran

kimsedir.

Kur’ân, insanı günahlardan uzak tutma-

yı baş hedefine koyar, bunun için günahları be-

lirler, onların dünya ve âhiret kayıplarını açıklar

muhâtabına. Günahlardan vazgeçirmek için, gü-

naha niyetlenmiş insanı ondan caydırmak için ya-

pılması gerekeni yapar. Geçmiş toplumlar içeri-

sinde günahları işleyenlerin başlarına gelenleri

anlatır. Sözgelimi Kur’ân’da, günahları yapma-

yın ifadesinden çok günahlara yaklaşmayın ifa-

desi tekrarlanır. Bunun anlamı açıktır: Günahları

düşünmeyin, aklınızın ucundan bile geçirmeyin,

kendinizi günah kurgularına kaptırmayın, günah

ortamlarından olabildiğince uzak durun. Aksi tak-

dirde günahlara düşüverirsiniz.

Bu konuda şu âyetleri okuyabiliriz:

“Gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın.”1

“Sakın zinaya yaklaşmayın.”2

“Yetimin malına yaklaşmayın.”3

Sağlıkta, hastalanmamak ve bunun için yapıl-

ması gereken ne varsa yapmak demek olan koru-

yucu hekimlik ne kadar önemliyse, Kur’ân’a göre

günahlara hiç düşmeyip tertemiz kalmak da o

kadar önemlidir. Bu yüzden Kur’ân, muhatapla-

rını günaha düşürmemek için yapılması gereken

her şeyi yapar, tüm tedbirleri alır.

Günahkârların Elinden Tutmak

Öte yandan Kur’ân, şu veya bu sebeple, şeyta-

na ve nefsine uyarak günaha düşen insanları da,

”Ne haliniz varsa görün, kendi düşen ağlamaz,

yaptıklarınızın sonuçlarına katlanın.” diyerek

kendi haline bırakmaz. Onları, önce günahlardan

kurtarmayı, ardından işledikleri günahlardan

arındırmayı hedefler.

Bunun için Kur’ân önce insanın günaha düşme

sebeplerini tahlil eder. İnsanın câhillikle günah

işlediğini tespit ederek bu câhilliği aşmasının

gereğine dikkat çeker.

“Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen

tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine

almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul eder.

Allah Bilen’dir, Hâkim olandır.”4

Evet, insan günahın günah olduğunu bilmez

onu işler. Bunun için Kur’ân, günahları belirler ve

onların sınırlarını çizer.

Yahut insan, günah sebebiyle kaybedeceği

dünya ve âhiret kazanımlarını bilmez. Kur’ân, on-

ları sürekli hatırlatır insana.

Veya insan, günah sebebiyle dünya ve âhirette

dûçâr olacağı cezaları bilmez, onları unutur ve

günah işler. Buna karşılık Kur’ân, sürekli olarak

günahkârların dûçâr olacakları dünyevî ve uhrevî

cezaları hatırlatır.

Yine insan, günahı ve kaybını bildiği halde, bir

an için unutur ve günaha düşüverir. Buna karşın

Kur’ân, insana sürekli Allah’ı, âhireti ve güzellik-

leri hatırlatarak bu duruma düşmemesini sağlar.

Eylül 20128 9

“Allah ve peygamberiyle savaşanların ve yer-

yüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öl-

dürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el

ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürül-

mektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onla-

ra âhirette büyük azap vardır.”15

“Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kı-

sas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve

kadın ile kadın… Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin

için hayat vardır. Artık, Allah›a karşı gelmekten

sakınırsınız.”16

“Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından

ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza ola-

rak, ellerini kesin. Allah Güçlü’dür, Hâkim’dir.”17

“Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer

değnek vurun. Allah’a ve âhiret gününe inanı-

yorsanız, Allah’ın dini konuşunda o ikisine acı-

mayın. Onların ceza görmesine, inananlardan

bir topluluk da şâhit olsun.”18

Yaşasın Zalimler İçin Cehennem

Bunca açıklama, ağır ceza, uyarı ve müjdelere

rağmen günahlara düşen ve onlardan vazgeçme-

yen kimseleri Kur’ân, mücrim olarak isimlendirir

ve onları cehennemde korkunç azapların bekledi-

ğini haber verir.

Kur’ân’da yer alan korkunç cehennem tasvir-

leri, aslında günahkârlara yönelik son uyarılardır.

Zira Kur’ân, ölümün eşiğine gelmemiş herkesi, ne

kadar günaha batmış olursa olsun kurtarmak is-

ter. Ancak günahta direnen ve günahlara batmış

olarak ölenlerin âhiretteki acıklı hallerini anla-

tarak diğer insanlara mesajlar verir. Öte yandan

günahkârların zulmettikleri, haklarını gasp ettik-

leri mazlum ve mağdur insanları tesellî eder. Bu

konudaki pek çok örnekten bir kaçı şöyledir:

“Fâiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarp-

tığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.”19

“Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf

etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar

cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, bö-

ğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, ‘Bu, ken-

diniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi ta-

dın’ denecek.”20

“Onlar Kur’ân’dan alıkorlar ve ondan uzak-

laşırlar. Böylece yalnız kendilerini mahvederler

de farkına varamazlar. Onların, ateşin kenarı-

na getirilip durdurulduklarında, ‘Keşke dünyaya

tekrar döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini

yalanlamasaydık ve inananlardan olsaydık’ de-

diklerini bir görsen!”21

“Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisi-

ne geldiği zaman; ‘Şimdi tevbe ettim’ diyenler ile

kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir.

İşte onlara elem verici azap hazırlamışızdır.”22

Devam Edenler İçin ise Cehennem Kaçınılmaz

Son Duraktır

Özetleyecek olursak, insanın dünya ve âhiret

mutluluğu için insana gelmiş olan Kur’ân, insanı

günah ve günahkârların ağına düşürmemek için

tedbirler alır, bu ağa düşenleri de orada bırakmaz,

onları da kurtuluşa/tevbeye çağırır. Yine Kur’ân

suç ve ceza konusunda belirlediği ölçülerle, suç-

lu başta olmak üzere, mağdur ve kamu vicdanını

rahatlatır.

Sonuçta Kur’ân, insanların doğru yolda ka-

lıp cennetlik olmalarını ister, onların cehenneme

düşmelerine Kur’ân’ın gönlü razı olmaz. Yeter ki

insan Kur’ân’ın bu çağrısını duysun ve ona uysun.

Ancak, yanlış yolda kalmaya devam edenler için

ise cehennem kaçınılmaz son duraktır.

Yanı sıra Kur’ân, insanı günaha düşüren nefis

ve şeytana dikkat çekerek, onların oyununa gel-

memesini ister.

“…Heveslere uymayın.”5

“Daha önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğ-

ru yoldan ayrılan bir toplumun heveslerine uy-

mayın.”6

“Dosdoğru olan bu yoluma uyun. Sizi Allah

yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah

size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.”7

“Rabbinizden size indirilen Kitaba uyun,

O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.

Pek az öğüt dinliyorsunuz.”8

“Ey İnananlar! Şeytanın adımlarına ve

adamlarına uymayın. Kim şeytanın ardına ta-

kılırsa, bilsin ki, o, hayâsızlığı ve fenâlığı emre-

der.”9

Kur’ân’ın Tevbe Çağrısı

İnsan, ne kadar günahkâr olursa olsun Kur’ân,

insanı bırakmaz, onun tevbe edip tekrar fıtrata

dönmesini ister. Bunun için Kur’ân’da tevbeye ça-

ğıran yüzlerce âyet yer alır. Kur’ân’ın tevbe kapısı,

her çeşit günahkâra açıktır. Yeter ki insanlar, bu

çağrıyı duysunlar, şartlarına uygun bir şekilde sa-

mimi tevbelerle, tevbeleri çokça kabul eden Yüce

Rabbe dönsünler:

“Ancak tevbe edenler, ıslah olanlar ve gerçeği

ortaya koyanlar müstesna; işte onların tevbesini

kabul ederim. Ben, tevbeleri daima kabul ve mer-

hamet edenim.”10

“Ancak bunun ardından tevbe edip düzelenler

müstesnadır. Doğrusu Allah bağışlar ve merha-

met eder.”11

“Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen

tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine

almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul eder.

Allah Bilendir, Hâkim olandır.”12

“Allah size açıklamak ve sizden öncekilerin

yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek is-

ter. Allah Bilendir, Hâkim’dir.”13

“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağış-

lamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar.”14

Suçlulara Caydırıcı Dünyevî Cezalar

Kur’ân, terör, adam öldürme, zinâ, hırsızlık

gibi suçlara dünyevî cezalar önerir. Kur’ân’ın bu

cezaları, ağır olmakla caydırıcı ve öncelikle suçlu-

lara yöneliktir. Kur’ân, günümüzdeki bazı ceza ya-

saları gibi suçlularla beraber, suçlu yakınlarını da

cezalandırmaz. Yine Kur’ân’ın cezaları, suçları or-

tadan kaldırmaya yöneliktir. Kur’ân’ın cezalarını

bilen kimse, kendisini suç işlemekten uzak tutar.

Aynı zamanda Kur’ân’ın cezaları, suça uygun ol-

makla, suçlu, mağdur ve kamu vicdanını rahatla-

tır özelliktedir. Kur’ân’ın dünyevî cezaları, uhrevî

cezalarla iç içe olmakla muhatapları kuşatıcı ve et-

kileyicidir. Kur’ân âyetlerini okuyan bir suçlu, şu

veya bu sebeple dünya cezalarından kurtulsa bile

âhirette kurtuluşun olmadığını düşünür ve suç iş-

lemekten uzak durur, suç işlemişse cezasını çek-

mek için yetkili mercilere başvurur. Nitekim Saa-

det Çağında pek çok suçlu, itiraf ederek cezalarını

çekmişlerdir.

1 6/En’âm, 151.2 17/İsrâ, 32.3 17/İsrâ, 34.4 4/Nisâ, 17.5 4/Nisâ, 135.6 5/Mâide, 77.7 6/En’âm, 153.8 7/A’râf, 3.9 24/Nûr, 21.10 2/Bakara, 160.11 3/Âlu İmrân, 89.

12 4/Nisâ, 17.13 4/Nisâ, 26.14 4/Nisâ, 48.15 5/Mâide, 33.16 2/Bakara, 178-179.17 5/Mâide, 38.18 24/Nûr, 2.19 2/Bakara, 275.20 9/Tevbe, 34-35.21 6/En’âm, 26-27.22 4/Nisâ, 18.

*Prof. Dr.

Dipnot

11Eylül 201210 11

Hulûsi Kalb’denMustafa AKGÜN

GÜL İLE

HASBİHAL

Bazı gönül erbabı gülle hasbihal

yapmışlardır. Güle sorular sor-

muşlar, lisan-ı hal ile cevaplarını

almışlardır.

“Sevgili gül!... Güzellik deyince hemen akla gelen

sensin. Neden bu kadar güzelsin?”

“Dünyadaki her güzellik cennetteki güzellikler-

den bir nişandır. Ben de cennetteki güzelliklerden

bir nişanım da onun için.”

“Neden çiçekler içinde en güzel çiçek diye par-

makla gösterilirsin?”

“Her zümrenin gıpta edileni, önde geleni, par-

makla gösterileni vardır. Nebatlar içinde çiçekler,

çiçekler içinde güller önde gelenleridir. Allah öyle

yaratmış. Nitekim insanlar içinde peygamberler,

peygamberler içinde Hz. Muhammed (s.a.v.) öyle-

dir.”

“En çok kırmızı rengin olmakla beraber sarı, be-

yaz, pembe renkte çiçeklerin de var. Bu renklerin bir

mânâsı var mıdır?”

“Sarı renkte olanlar, aşka düşüp, sevdâlananlardan

kinâyedir. Aşk derdiyle sararmışlardır.

Beyaz renkte olanlar, sevgiliden bir tebessüm gö-

renlerden kinâyedir. O tebessüm, onları bembeyaz

etmiş, ışıl ışıl etmiştir.

Pembe renkte olanlar, yâre kavuşmanın umudu-

nu içlerinde taşıyanlardan kinâyedir.”

“Peki kırmızı renginin bir mânâsı yok mu?”

“Kırmızı renk aşkın lâfla olmayacağına, aşk uğ-

runa can vermek gerektiğine işarettir. Sevgili yoluna

âşığın, kanını dökmesi gerekmektedir. Ve o kan, kır-

mızıdır. Her yaratılan gibi ben de yaratıcımı tesbih

ederim, zikrederim. Öyle ki, aşka düşerim ve o aşk-

tan gönlüm kıpkırmızı bir kan gölü olur.”

Sensiz dünyayı, ukbâyı,

Gülüm nidem, nidem, nidem?

Hûri, Cennetü’l-a’lâyı,

Gülüm nidem, nidem, nidem?

(Ey Sevgili Peygamberim (s.a.v.) Sensiz (bu)

dünyayı, (ve) öbür dünyâyı, Gülüm nideyim,

nideyim, nideyim?!... Hûri’yi, Cennetü’l-a’layı;

Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...

İlâhî aşka kapılmışların gözünde, gönlünde

ne bu dünya ne de öbür dünya yoktur. Onların

gönlüne Peygamber sevgisi öylesine yerleşmiş-

tir ki, O’nun dışında hiçbir şeye itibar etmemek-

tedirler. Hattâ Hûrilere, cennete bile itibar et-

memektedirler. Allah’a ermiş, Allah’ta fenâ

bulmuş kimseler yaratılmış hiçbir şeye itibar et-

mezler. Bunlar Allah’tan başka şeyi nidecekler-

dir?

Tasavvufçuların bazılarının kullandığı bu ifa-

deler zaman zaman münakaşalara sebep olmuş-

tur.

Meselâ Yûnus Emre’nin meşhûr beyiti şöyle-

dir:

Cennet cennet dedikleri, bir kaç köşkle birkaç hûri

İsteyene ver Sen anı, bana Seni gerek Seni

Burada Yûnus’un kastettiği, hûri ve cennetten

ilerisidir. Allah cenneti, hûrileri yaratandır. Allah

onları Kur’an’da methetmektedir. Hiçbir mümin

Allah’ın methettiği bir şeye hüsn-i kabul göster-

mezlik etmez. Bu itikadı zedeleyebilir. Ama bun-

lar yani hûri, cennet yaratılmıştır. Asıl olan ise

onları yaratana Allah’a rağbet etmek, O’na âşık ol-

maktır.

Bazı tasavvufî eserlerde şunlar yazılıdır:

Cenab-ı Hakk Cüneyd’e ‘Cennete girer misin?’

diye ilham etmiş. Cüneyd şöyle yakarmış: ‘Yâ

Rabbî… Ben Seni güçlükle buldum. Beni karşına

koy. Hayranın olayım durayım.’

Râbiatü’l Adevîye’nin de buna benzer bir sözü

vardır. Çok hasta olduğu bir zaman ona sormuş-

lar: ‘Bu ne hal?’

Eylül 201212 13

Verdiği cevap şudur: ‘Cennete baktım. Rabbim

beni edepledi.’

Muhammed Parsa’nın şu sözü bu husûsu çok gü-

zel açıklamaktadır:

“Dünyanın bütün sıkıntıları cehennem azabının

yanında hiçtir. Cehennem azabının en korkunç de-

recesi Allah’ı görmekten mahrum kalmanın yanın-

da hiçtir. Dünyanın bütün nimetleri cennet nimet-

leri yanında hiçtir. Cennetin bütün nimetleri Allah’ı

bir defa görmenin yanında hiçtir. Yalnız bunlar her-

kese göre değil, Allah’ı bilenlere göredir.”

Sinem onulmaz yaralı,

Onmaya değmez yâr eli,

Senden özge yâr-i velî,

Gülüm nidem, nidem, nidem?

(Gülüm…) Sinem (gönlüm) onulmaz yaralıdır.

Yârimin eli onu tedavi etmemektedir. Senden başka

dost bir yâri: Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...

Gönlümde onulmaz bir yara vardır. Bunun ilâcı an-

cak Sevgilimde, Peygamberimdedir. Ama nedendir

bilinmez yârimin eli gönlümdeki yarayı tedavi etme-

mektedir. Gönlüm O’ndan başka yâr tutmamakta-

dır. En içten, en derûnî sevgilim odur. O’ndan baş-

ka yâri nideyim?

‘Mâ zâ gal basar’dır gözün,

Kelâm-ı cân-fezâ sözün,

Manzarım olmazsa yüzün,

Gülüm nidem, nidem, nidem?

(Ey Peygamberim....) Senin gözün ‘Mâ zâ gal

basar’dır. Sözlerin cân artıran (câna tazelik veren)

sözlerdir. Baktığım, (nazar ettiğim yer) yüzün ol-

mazsa… Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...

‘Mâ zâ gal basar’ Necim Sûresinde geçmektedir.

Mutasavvıflar bunun hakkında çok şeyler yazmak-

tadırlar. Bilindiği gibi Peygamberimiz Miraç Gecesi

Allah’tan ümmetinin, yani bizlerin affını istemiştir.

Yunus Emre’miz bunu ne güzel nazm etmiş:

Çıkıp yücelerden cevlân eyleyen

Kürsînin üstünde seyran eyleyen

Miraç’ta da ümmetini dileyen

Adı güzel, kendi güzel Muhammed

Sözlerin insana tazelik, mânevî neşve vermekte-

dir. Baktığım yer Sen olmadıkça, gözümün önünde

hep sen olmadıkça, Gülüm nideyim?

‘Ve’l-leyli’ zülfü zer-târın,

‘Ve’ş-şemsi’ nûr-i didârın.

Olmazsa dilde ezkârın,

Gülüm nidem, nidem, nidem?

‘Ve’l-leyli’ güneş ışığı (yayan) zülfündür. ‘Ve’ş-

şemsi’ nûr-i didârının nûrudur. Dilde zikrin olmaz-

sa; Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...Zülüflerin

‘Ve’l-leyli’ anlatmaktadır. Didârının nûru güneş gi-

bidir. Hattâ daha da ileridir. ‘Mevlid’inde Süleyman

Çelebi,‘Bir acep nûr kim güneş pervânesi’ demek-

tedir. Bu dil Seni zikretmezse, Seni anmazsa, Sana

salât ü selâm getirmezse. Gülüm nideyim?

Aklın yolunun bir olduğu gibi salim gönüllerin

yolu da birdir. Nitekim büyük mutsavvıflardan Mol-

la Câmi’nin şu mealde bir beyiti bulunmaktadır:

Bahçe tarafına gitmişim, bütün gülleri açılmış gördüm.

Gülistan cânibinden bana Muhammed’in kokusu geldi.

‘Ve-ş Şems’ onun yüzünü ‘Ve-l Leyl’ onun saçlarını vasfeder.

Bütün Kur’an Sûrelerinden bana Muhammed’in kokusu geldi...

Servi kaddine tûbâyı,

Vermezem iki dünyayı.

Gönülde gayri sevdâyı,

Gülüm nidem, nidem, nidem?

Servi boyunu tûbâya (değişmem). İki dünyayı

feda ederim. Gönülde Senin gayrının sevdâsını;

Gülüm nideyim, nideyim, nideyim?!...Senin ser-

viler gibi salınan boyunu o güzelim cennet ağa-

cı Tûbaya değişmem. Senin o boyuna, duruşuna

iki dünya fedâ olsun. Senin gayrının sevdâsını ta-

şıyan gönlü; Gülüm nideyim? Gönülde Allah ve

Peygamber sevgisinden başka sevgiye yer olma-

malıdır.

Sana yok âlemde sâni,

Âlemin cânı cânânı,

Aşkınla dolmayan cânı,

Gülüm nidem, nidem, nidem?

Senin âlemde bir benzerin (bir ikincin) yoktur.

(Sen) âlemin cânının cânânısısn. Bir cân senin aş-

kınla dolmuyorsa. Gülüm nideyim, nideyim, ni-

deyim?!...Sen eşi benzeri olmayan güzellikte-

sin. O şekilde yaratılmışsın. Senin gibi bir ikinci,

bir başka güzel yoktur. Bütün âlemlerin cânının

cânânısın. Bir cân Senin aşkınla dolu değilse,

virândır, perişandır. Gülüm nideyim? Gönül gözü

açık olanlar, O’nun aşkıyla dirilmişlerdir. O’nun

diyarına gitmek için can atmaktadır.

Sen olasın dilin sözü,

Yâdında gice gündüzü.

Senden gayre bakan gözü,

Gülüm nidem, nidem, nidem?

Bir dilin sözü Sen olmalısın. Gece gündüz Seni yâd

etmelidir. Senden başkasına bakan gözü. Gülüm ni-

deyim, nideyim, nideyim?!...Eğer bir dil yaratılışına

uygun iş yapacaksa sözü Sen olmalısın. Hep Seni zikr

etmeli, salâvatlarla, selâmlarla seni anıp durmalıdır.

Seni sayıklamalıdır.

Gece gündüz Seni yâd etmeli, hatırından çıkarma-

malıdır. Bütün duygularının temeli Senin aşkın olma-

lıdır. Bir göz de ancak Sana bakmalıdır. Senden baş-

kasına bakan göz neye yarar? Gülüm böyle bir gözü

nideyim?

Tarikattaki Fenâ fi’r-Rasûl derecesinden son-

ra Peygambere iman hissi dervişi yakmaya başlar.

Aklını başından alan bir aşk, bir sevdâ olur. Ya-

kıp kavuran bir kara sevdâ olur. Etrafındaki her

şey ona Peygamberimizi hatırlatır. Meselâ ağaçla-

rın yapraklarının hışırdaması, pınarların suyunun

şırıltısı dervişe Peygamberimizi hatırlatır. Hakk

bunca âlemi Habibinin sevgisinden ötürü yarat-

mıştı. Nice varlıklar onu seviyordu. Burada mev-

zumuzun zenginliğini ve güzelliğini arttırıcı bir in-

celiğe temas etmek yerinde olacaktır.

Mevlânâ bir beytinde , “Gülü yaprak yaprak ko-

parsan da gülmeyi bırakmaz.” diyor. Zâhirî olarak

açılmış bir has gül ele alınsa… Yaprakları bir bir ko-

parılmaya başlansa… İlk yaprağından son yaprağına

kadar koparılsa… Gül gülmeyi ve güzel koku verme-

yi bırakmaz. Neden? Gülün tabiatında gülmek var-

dır da onun için. Gülün tabiatında güzel koku vermek

vardır da onun için.

“Gülü yaprak yaprak koparsan da gülmeyi bı-

rakmaz” beytinin batınî mânâsı ilâhî aşka kapılan-

ların aşklarından zerre kadar taviz vermediklerini

ifade etmektedir. Derler ki, Hallac ilâhî aşka düş-

tü. Gönlüne düşen bazı sırları dışarı taşırdı. Onun

bazı sözlerini küfre hamlettiler. Gerçek âşıklar onun

halini anlıyordu ama zâhire göre hükmolundu ve

Hallac-ı Mansûr idam edildi. Hallac’ın tavrında fü-

tur yoktu. Öldükten sonra bile vücudunu her zerresi

‘Allah’ çağırıyordu.

Yûnus, Hallac’a bir nevi gıpta etmekte ve şunları

söylemektedir:

Eğer beni öldüreler, külüm göğe savuralar,

Toprağım anda çağıra, bana Seni gerek Seni

Acep nice olur hali?

Sana varmaz ise yolu.

Hulûsî gibi bir kulu,

Gülüm nidem, nidem, nidem?

(Bir kulun) hali acaba nasıl olur? (Eğer) yolu sana

varmaz ise. Hulûsî gibi bir kulu. Gülüm nideyim, ni-

deyim, nideyim?!...

O’nun yani Peygamberin getirdiği dine inanıp ya-

şamayan, O’nun aşkıyla yanıp tutuşmayanın hali nice

olur. Yolu sana varmayan bir insan kelimenin tam

mânâsıyla iflâstadır. Karun kadar malı bile olsa yine

iflastadır. Çünkü malın öldükten sonra insana fayda-

sı olmamaktadır. Kabirde iman, aşk ve amel zenginli-

ği geçmektedir. O’nun aşkına bürünmeyen, sevdâsına

kapılmayanlar korkunç bir kayıptadırlar. Süleyman

Çelebi öyle demiyor mu?

Bu gelen aşkına devreyler felek

Adına müştakdürür ins ü melek

Hulûsî gibi bir kulu nidelim gülüm? Onu gözeti-

ver gülüm….

15Eylül 201214

MAKAMIŞÜKÜR

Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

Şükür, yapılan iyiliği

anarak makbule geç-

tiğini dile getirmek,

bu iyiliği yapanı övmek, nankör

olmamak, sahip olunan nimetle-

rin kıymetini bilmek, nimet ve-

reni itiraf, Hakk’ın rubûbiyyetini

ikrâr ve senâ anlamlarına gel-

mektedir.1 İrfan ehli nazarında

şükrün hakikati, nimetin onu ve-

ren tarafından geldiğini tevâzu ile

itiraf etmek, onun tarafından gel-

diği gerçeğini alçak gönüllülük-

le kabul etmektir. Gerçek şükür,

Hakk’ın insanlara bahşetmiş ol-

duğu nimetlerin cinsinden, baş-

kalarını da faydalandırmaktır.�

Hak’tan gelen nimetler, bâtinî

ve zâhirî şeklinde ikiye ayrılabi-

lir. Mun’im’i bilip ikrâr etmek, bu

nimetlerin zevâlini/yok olup git-

melerini de önler. Aksi durumda

zâhirî nimet kıtlığa, bâtinî nimet

olarak nitelendirilen rahmet ise

zahmete dönüşecektir. Bu tarz-

da yerine getirilmesi gereken şü-

kür, herkes tarafından yapılama-

dığı için Cenâb-ı Hak Kur’an-ı

Kerim’inde; “Kullarım içinde

hakkıyla şükreden azdır.”4 bu-

yurmuştur.

Kur’an ve Sünnette Şükür

Kur’ân, insanlara Allah tara-

fından bahşedilen nimetlerin sa-

dece bir lütuf değil, aynı zaman-

da bir sınama aracı olduğunu da

belirtir. Bu yüzden insanlara yö-

nelik müjde ve uyarılar, onların

ahlâkî davranışlarıyla bağlantılı

verilerdir. Bunlarda, cezanın ter-

biye edici, mükâfatın da teşvik

edici rolü vardır. Kur’ân, “âfetli

bahçe”5 örneği ile Allah’ın verdi-

ği nimetlere nankörlük eden in-

sanların, bir gün o nimetlerden

nasıl mahrum kalabilecekleri-

ni açıklamaktadır. Kur’ân, nan-

kör ve azgın kimseyi, haksız ve

ahlâksız davranışların odak ismi

olarak gösterir.5 Nankör insanın

yapısındaki temel öğeler, “Allah’ı

hesaba katmadan hareket etmek,

haktan sapmak, haddi aşmak ve

başkalarına tepeden bakmaktır.”

Bu davranışların ardında, Yaratı-

cıyı hiçe sayma veya O’nu hiç ta-

nımama tavrı vardır.

Yaşamak, insana Allah tarafın-

dan bahşedilmiş bir haktır. Haya-

tın acı ve tatlı yanları, bolluk ve

darlık anları vardır, ama onun ye-

rilecek tarafı yoktur. İnsanın gö-

revi elinden geldiği kadar hayatı

doğru yaşamak, onu daha ahlâklı

ve anlamlı hale getirmektir.

Allah’ın nankörce davranan-

ları musibete uğratmasının hik-

meti, bilmeye ve anlamaya yatkın

olan insanları dünyada uyarmak,

âhirette de daha büyük tehlike-

lerden korumaktır. Günlük ha-

yatımızda mânevî ve sosyal hu-

“Şükür, mecaz yolu ile Allah hakkında da kullanılır. Allah’ın şekûr olması, kullarının

az ameline çok sevap vermesidir. Bu nedenle Araplar, verilen otun azlığına rağmen

semizliğini fazla gösteren hayvana, “şekûr hayvan” tabirini kullanırlar.”

Eylül 201216 17

zursuzluğun hastalık derecesine

ulaşmasının temel nedeni, iman

ve bilgiden doğan sorumluluk-

larımızı unutmamızdır. Şâyet

toplum hayatında huzuru sağla-

yan değerlerle çatışmaya girilir-

se, kişi ve toplum hayatına kaos

hâkim olur ve hayatın düzeni

bozulur.6 Hayatı doğru anlama-

yı sağlayan değerler ilim, idrak,

iman ve ahlâktır. Onu doğru ya-

şamanın ilk şartı da Kur’ân me-

sajına kulak vermektir.7

Kur’an’ın tebliğcisi olan Hz.

Peygamber (s.a.v.) bunun en gü-

zel örneğidir. Bir gün Atâ b. (Ebi)

Rabah, Ubeyd b. Âmir ile bir-

likte Hz. Âişe (r.anhâ)’ın yanı-

na gittiklerini, kendilerine Pey-

gamberden (s.a.v.) gördüğü en

şaşılacak şeyi nakletmesini is-

tediklerini rivâyet eder. Bu soru

karşısında Hz. Âişe vâlidemiz

şu cevabı verir: “Hangi hâli

yok ki şaşırılmasın. Meselâ bir

gece benimle yatağa girdi... Bir

müddet sonra:

- Ey Ebubekr'in kızı! Bana

izin ver de Rabbime ibadet ede-

yim, dedi. Ben de:

- Senin Hakk'a yakın olma-

nı severim, dedim. Abdest aldı,

sonra namaza başladı. Ayakta,

ağlarken yaşları göğsüne dö-

külüyor, rükû ve secdede de hep

ağlıyordu. Bu hâl, Bilal sabah

ezanını okuyuncaya kadar de-

vam etti. Kendisine:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Allah

Teâlâ senin geçmiş ve gelecek

günahlarını bağışladığı hal-

de, seni ağlatan nedir, diye sor-

dum. O da:

- Ben nasıl, Allah’ın şükre-

den bir kulu olmayayım ve niçin

ağlamayayım; göklerin ve ye-

rin yaradılışını düşünmeyeyim

ki, Cenâb-ı Hak ‘Şüphesiz gökle-

rin ve yerin yaradılışında, gece

ile gündüzün birbiri ardınca ge-

lişinde, insanlara yarar şeyleri

denize akıtıp taşıyan o gemilerde

Allah’ın yukarıdan indirip onun-

la yeryüzünü ölümünden sonra

dirilttiği suda, deprenen her hay-

vanı orada üretip yaymasında,

gökle yer arasında Hakk’ın em-

rine boyun eğmiş olan rüzgârları

ve bulutlan evirip çevirmesinde,

akıl ve düşünen bir kavim için

nice âyetler (Allah’ın varlığı-

na, birliğine ve kudretinin son-

suzluğuna delâlet eden birçok

alâmetler) vardır’8 âyetini bana

indirdi, buyurdu.9

Allah’ın Kendisini eş-Şekûr İsmiyle

Vasfetmesi

Şükür, mecaz yolu ile Allah

hakkında da kullanılır. Allah’ın

şekûr olması, kullarının az ame-

line çok sevap vermesidir.10 Bu

nedenle Araplar, verilen otun az-

lığına rağmen semizliğini fazla

gösteren hayvana, “şekûr hayvan”

tabirini kullanırlar.11

Allah şükrün karşılığını yine

şükür olarak isimlendirmiştir.

Tıpkı “kötülüğe karşılık aynı kö-

tülük vardır” âyetinde kötülüğün

kötülükle karşılık bulması gibi.

Nimet aslında Hakk’ın bir ihsanı-

dır, ihsanda bulunan, bu fiilinden

dolayı övülmeye lâyıktır, övülme-

yi hak etmiştir, işte kulun ken-

disine ihsanda bulunan Rabbini

övmesi şükür ifadesidir. Hakk’ın

şükrü ise ihsanı dolayısıyla ken-

disini öven kulunu bu davranı-

şından dolayı övmesidir. Kulun

ihsanı Allah’a itaat göstermesi,

Hakk’ın ihsanı ise nimetlerini ku-

luna bahşetmesidir. Esasta kulun

şükretmesi Rabbinin nimetlerini

dil ile söylemek ve kalp ile ikrâr

etmektir.12

Şükrün Mertebeleri

Câhidî Ahmet Efendi

(ö.1070/1660), şükrü üç mertebe-

de incelemektedir:

Birinci mertebe, kişinin hoş/

faydalı olan her şeyi kabul etme-

sidir. Bu noktada Allah’a inanan

ile inanmayan arasında hiçbir fark

yoktur. Allah, halka verdiği nimet-

lerini ihsanından saymıştır.

İkinci mertebe, nefsimizin hoş-

lanmadığı şeylere şükretmektir.

Kişinin nefsine ağır gelen şeyleri

ve başına gelen belâları gizlemesi,

bunlara râzı olması ve şikâyetini

kimseye söylemeyerek şükür ma-

kamına kavuşabilmesidir.

Üçüncü mertebe, nimeti vere-

ni bilmek, O’nu tanıyarak nimet-

lerini itiraf etmektir. Bu durumda

kişi, her bir nimete kavuştuğu an,

nimet sahibini müşâhede eder.13

Câhidî Ahmet Efendi, öncelik-

le Allah’ın her nimetini herkes için

bir şükür vesilesi sayması ve in-

sanlar arasında ayırım yapmadan,

sadece nimetin farkında olmanın

da şükür sayıldığını söylemesi, Al-

lah ile kul arasındaki yakınlığa işa-

ret bakımından önemlidir. Yine,

nefsin hoşlanmadığı şeylere kat-

lanmanın da şükür olduğunu ifade

etmesi dikkat çekicidir. Câhidî’nin

şükür konusundaki değerlendir-

melerini esasen üç başlık altında

özetlemek mümkündür: Biricisi

“ihsana şükür”, ikincisi “belâlara

şükür” ve üçüncüsü “bütün bun-

ları veren Allah’a şükür”. Şü-

kür kulun varlık âleminde yaratı-

cı karşısında boyun eğerek, O’nun

büyüklüğünü ve cömertliğini bü-

tün benliği ile idrak etmektedir.14

Buna göre şükür üç dereceye

ayrılır: Allah’ın verdiği nimete şü-

kür, vermediği nimete şükür, şük-

redebilmeye şükür. Sıradan bir

kişinin, bir nimeti aldığında şük-

rettiği zaman takdire şayan gö-

rülmesine karşın, sûfi, dileği ger-

çekleşmediğinde veya umudu

kırıldığında da şükretmelidir.

Şakîk-ı Belhî (ö.194/809)

hac esnasında İbrahim b. Edhem

(ö.161/777) ile karşılaşır, kendisi-

ne, geçimini nasıl temin ettiğini

sorar. İbrahim b. Edhem;

“Elime bir şey geçince şükredi-

yor, geçmezse sabrediyorum.” de-

yince Şakîk-ı Belhî,

“Belh köpeklerinin de yaptığı

budur. Buldukları vakit riâyetkâr

olur, bulamadıkları zaman sabre-

derler.” der. Bunun üzerine aynı

şeyi İbrahim b. Edhem, Şakîk’e

sorar Şakîk,

“Bulduğumuzda dağıtırız bula-

madığımızda şükrederiz.” cevabı-

nı verir.15

Bu menkabe, her şeyden mah-

rum olduklarında bile şükreden-

lerin yüksek mertebesini açıkça

göstermektedir. Bu, İslam düşün-

cesinde sabrın sembolü kabul edi-

len Eyyüb (a.s.)’ın duasını hatır-

latmaktadır: “Rab verdi, Rab aldı;

hamd olsun Rabbe.”16 Çünkü sa-

dece dikenlerine rağmen gül için

şükretmek yetmez; ortada gül ol-

madığında da şükretmek lazım.17

Şâkir ile Şekûr Arasındaki Fark

Nimete şükreden kişi tasavvuf

geleneğinde durumuna göre şâkir

ve şekûr isimlerinden birini alır.

Şâkir mevcut olana, şekûr mefkûd

(kaybedilmiş) olana şükredendir;

Şâkir menfaat gördüğü şeye,

şekûr men edildiği şeye şükreden-

dir.

Şâkir atâ ve ihsâna şükreder,

şekûr belâya şükreder.

Şâkir kendisine bol bol harcan-

dığında, şekûr nimetin gelmesi-

nin uzayıp bir türlü gelmemesinde

şükredendir.

Dolayısıyla insanlar içinde

şâkir olanlar çoktur. Ama şekûr

olanlar azdır. “Kullarımdan şekûr

olanlar azdır.” âyeti bunu ifade

etmektedir.18

Özetle, Müslümanın hayatın-

da şükür ve kulluk Allah içindir.

Akıllı olan hem yer hem de bağış-

lar. Aklı başında olan insan, dünya

işlerinden, ne kazandığına sevinir

ne de yitirdiğine üzülür.19 Şükür

nimeti artırır, şükürsüzlük onu el-

den çıkarır. Şükürle nimet sonsuz-

laşır, nimet zeval bulmaz.20

1 Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi De-kanı.

2 Herevî, Menâzilü’s-sâirîn, s. 231; Cürcânî, Kitâbü’t-Ta’rifât, s. 128.

3 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 168.4 34/Sebe’, 13,5 68/Kalem, 17-33.6 Bkz. 96/Alak, 6-7.7 30/Rûm, 41.8 Yıldız, Hayatı Doğru Yaşamak, s. 101-103.9 2/Bakara, 164.10 El-Fârisî, el-İhsân fî takrîbi Sahihi İbn Hibbân, c. II, s.

9; el-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 173.11 Komisyon, el-Mu’cemu’l-vasît, s. 490.12 El-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s.128; Yazır, Hak Dini

Kur’an Dili, c. VI, s. 3953.13 Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 214.14 Câhidî, Kitâbü’n-Nasîha, vr. 103a-103b.15 Kızıler, Câhidî Ahmed Efendi, s. 216-217.16 İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A’yân c. I, s. 32; Attâr,

Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 266; Molla Câmî, Nefahât, s. 173-174.

17 Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, s. 131-132.18 Özelsel, Kalbe Yolculuk, s.140.19 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 175.20 Sadî, Bostan, s. 79.21 Sadî, Bostan, s. 65.

*Prof. Dr.

Dipnot

19

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

İyİlİk ve fazİletlerle övülen:

EL-KUDDÛS“El-Kuddûs isminden nasibini alan bir Müslüman, Allah’tan

başka kimseye bel bağlamaz, minnet etmez. Mutlak sevginin de,

mutlak ta’zimin de O’na ait olduğunu bilir.”

Eylül 201218

El-Kuddûs, “temiz,

pak ve yaratılmış

niteliklerden so-

yutlanmış olan” mânâsındaki

kuds kökünden türemiş müba-

lağa bildiren bir sıfat olup “ter-

temiz, her türlü kusurdan arın-

mış” demektir.1 Yüce Allah’ın şu

sözünde zikredilen ilâhî temiz-

leme bu anlamdadır: “Allah siz-

den günah kirini gidermek ve

sizi tertemiz yapmak istiyor.”2

Bu âyette sözü edilen temizlik,

maddî temizliğin ötesinde bu-

lunan mânevî arınma anlamına

gelmektedir. El-Kuddûs, selbî

sıfatlardandır. “Selb” Allah’ta

bulunmaması gereken nitelik-

lerin O’ndan soyutlanması ve

uzaklaştırılması için kullanı-

lan bir sözcüktür. Allah’ın ne ol-

madığını anlatan selbi sıfatlar,

Allah’ın kendisinden soyutla-

dığı ölüm, uyku, cehalet, unut-

mak, acz, gaflet ve yorgunluk

gibi tüm noksan sıfatlardır. İn-

sana düşen görev, Allah’ın ken-

disinden nefyettiği bu sıfatları,

O’ndan nefyetmektir.

Yüce Allah’ın en güzel isim-

lerinden birisi olan el-Kuddûs,

Kur’an-ı Kerim’de iki âyette

geçmektedir:

“O, kendisinden başka hiç-

bir ilah bulunmayan Allah’tır.

O, el-Melikü’l-Kuddûsü’s-

Selâm’dır.”3

“Göklerdeki ve yerdeki her

şey el-Melikü’l-Kuddûsü’l-Azîz

olan Allah’ı tesbîh eder.”4

Görüldüğü gibi Yüce Allah’ın

el-Kuddûs ismi, diğer güzel

isimler arasında yer alır. Terte-

miz, yüce ve her türlü eksiklik-

ten soyutlanmış anlamına gelen

el-Kuddûs isminde; “tathîr”,

“tenzîh” ve “mübârek” anlamla-

rı vardır:

“Tathîr” Yüce Allah’ı, her

türlü ayıp, kusur ve noksanlık-

lardan temiz kılma anlamına

gelir. Burada, maddî anlamda

değil, mânevî anlamdaki te-

mizlik kastedilmiştir. Bu bağ-

lamda Cenâb-ı Hak, her tür-

lü şirk unsurundan berîdir.

Kur’an-ı Kerim’de dört büyük

melek arasında yer alan ve va-

hiy getirmekle sorumlu tutu-

lan Cebrâil (a.s.), “rûhu’l-kuds”

olarak isimlendirilmiştir.5 Çün-

kü o, insanları arıtan şeyleri ge-

tiren ruhtur. Bundan dolayı,

Cebrâil, maddî ve günah kirle-

rinden uzak, tertemiz bir fıtrat-

ta yaratılmıştır. Âdetâ o, temiz-

liğin özü, kendisidir. İlâhî nüzûl

açısından vahiy, pak ve terte-

miz olan Yüce Allah’tan, ter-

temiz olan Cebrâil’e, o da, gö-

nülleri temizleyen, hikmetle

dolduran ilâhî vahyi, bütün gü-

nahlardan arındırılmış olan Hz.

Muhammed (s.a.v.)’a indirmiş-

tir. Amaç, Kur’an’ın kendileri-

ne indiği insanları ve indirildi-

ği mekânları her türlü çirkinlik,

pislik ve haksızlıklardan temiz-

leyip, yeryüzünde iyiyi ve adale-

ti yeniden tesis etmektir.

Hiç kuşkusuz zaman ve

mekânlar, Allah’ın yarattıkla-

rındandır. Bunlar değerlerini,

kendilerinden değil, taallukat-

larından alırlar. Bundan dolayı

“şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” de-

nilmiştir. Mekânın değeri, ora-

da bulunanların üstünlüğünden

gelir. Bunun en açık örneğini;

Mescid-i Haram, Kâbe-i Muaz-

zama, Mescid-i Nebî, Mescid-i

Aksa, Ravza-i Mutahhara gibi

bir kısım mekânlarda görebi-

liriz. Bütün bu mekânlar, ta-

şıdığı hatıralar ve gördüğü va-

zifeler açısından değerlidir.

Aynı zamanda burada sayı-

“Takdîs, tenzih anlamına da gelir. “Tenzîh”, Yüce Allah’ı

tüm zıtlardan, ortaklıklardan, eş ve çocuğu olmaktan ve

her türlü yaratılmışlık özelliklerinden soyutlamak demektir.

Bu mânâda takdîs, tevhîdin özüdür. Tevhîd, Yüce Allah’ın,

sonradan yaratılan varlıklardan ontolojik anlamda ayrı

olmasının bir ifade biçimidir.”

21Eylül 201220

lan mekânların her birisi ve

bu mekânlarda yapılan ibadet-

ler, İslâm’ın şiarlarındandır.

Mekânların mukaddes oluşu-

na dair bir başka örnek de Hz.

Musa (a.s.)’ya vahyin vâki ol-

duğu mekânla ilgilidir: “Şüp-

he yok ki, ben senin rabbinim.

Hemen ayakkabılarını çıkar.

Çünkü sen mukaddes vadi

Tuvâ’dasın.”6 “Ayakkabıları çı-

kar” emri, o yerin temiz tutul-

ması ve Allah’a karşı saygılı olu-

şun bir anlatım biçimidir. Yine

Kur’an’da, Hz. Musa’nın İs-

railoğullarını teşvik ettiği bel-

denin sıfatı “mukaddes” ola-

rak belirtilmiştir.7 Bu âyetlerde

geçen “mukaddes mekân” ve

“mukaddes”, tertemiz, kirler-

den, mânevî pisliklerden arın-

mış topraklar mânâsına gelir.

El-Kuddûs; Fazilet ve Güzelliklerle Övülmüş Olan

Kur’an-ı Kerim’de melekle-

rin Allah’ı ta’zim etmeleri takdîs

fiili ile belirtilir: “Hani rabbin

meleklere, ‘Ben yeryüzünde

bir halife yaratacağım’ demiş-

ti. Onlar, ‘Orada bozguncu-

luk yapacak, kan dökecek biri-

ni mi yaratacaksın? Oysa biz

sana hamdederek daima seni

tesbîh ve takdîs ediyoruz’ de-

mişler. Allah da ‘Ben sizin bil-

mediğinizi bilirim’ demişti.”8

Bu âyette geçen takdîs de, tathîr

mânâsınadır. Allah’ı takdîs et-

mek, O’nu övmek, yüceltmek,

saygılı olmak ve O’nun şanına

yakışmayan bütün isim ve sı-

fatlardan uzak durmaktır. Bü-

tün temizlik, bütün övgüye layık

kemaller, fazilet ve güzellikler

Allah’a mahsustur. Hiçbir şey

O’nun kutsal sahasına yetişe-

mez. O, hiçbir sınıra ve tasav-

vura sığmaz, hiçbir şirk kabul

etmez, mülküne kimseyi ortak

kılmaz, haksızlık yapmaz ve le-

keli şeyler O’na yanaşamaz.

Gerçek anlamda el-

Kuddûs’ün mânâsı, fazilet ve

güzelliklerle övülmüş demektir.

Açık tesbîh, takdîsi; açık takdîs

de tesbîhi içine alır. Çünkü ye-

rilmiş sıfatların ortadan kaldı-

rılması övgüleri isbat mânâsını

ifade etmektedir. Bu sebeple,

yer, gök ve ikisinin arasında bu-

lunan şeylerin hepsi Allah’a ait-

tir. O’nun bizden istediği, bütün

bir yeryüzünü, görünen ve gö-

rünmeyen, gizli ve açık günah

kirlerinden temizlemektir.

Takdîs, tenzih anlamına da

gelir. “Tenzîh”, Yüce Allah’ı tüm

zıtlardan, ortaklıklardan, eş ve

çocuğu olmaktan ve her türlü

yaratılmışlık özelliklerinden so-

yutlamak demektir. Bu mânâda

takdîs, tevhîdin özüdür. Tevhîd,

Yüce Allah’ın, sonradan yara-

tılan varlıklardan ontolojik an-

lamda ayrı olmasının bir ifade

biçimidir. Bundan dolayı, tev-

hidin sağlam olması için, O’nu

her türlü beşeri/yaratılmışlık

özelliklerinden tenzih etmek ge-

rekir. Allah’ı yaratılmışlık özel-

liklerinden tenzih etmek anlam-

larını ihtiva eden: “Sübbûhun

Kuddûsün ve Rabbu’l-melâiketi

ve’r-rûh/Ruh ve meleklerin

Rabbi –kuddûstür, subbûhtur-

çok temiz, mukaddes ve nok-

sanlıklardan uzaktır” duâsı,

genel mânâda meleklerin

tesbîhidir 9 Kur’an-ı Kerim, yer-

de ve gökte bulunan her şe-

yin Allah’ı tesbîh ettiğini ha-

ber vermekte,10 meleklerin de

Arş’ın etrafını çevirmiş olarak

hamdü senâ ile Cenâb-ı Hakk’ı

tesbîh ettiklerini anlatmaktadır11 Tesbîh, İlâhî Zat’ı, söz ve amel

bakımından şanına lâyık olma-

yan her türlü kusurdan yüce tu-

tarak tenzih etmektir. Bir başka

ifade ile tesbîh, layık olmaya-

nı reddetmek; takdîs ise, layık

olanı isbat etmektir. Dolayı-

sıyla tenzîh anlamını da ihtivâ

eden takdîs, O’nun noksan sı-

fatlardan uzaklığını, şirkten

tenzihini ve varlığın bütünüy-

le O’na ait olduğunu dile getir-

mektir. Zifiri karanlık bir gece-

de, uçsuz bucaksız bir denizde,

köpürüp duran dalgalar ara-

sında ve sebeplerin bütün bü-

tün tesirsiz kaldığı bir anda, Hz.

Yûnus (a.s.), “Ya Rabbî! Sen-

den başka ilah yoktur, ulûhiyet

tahtının yegâne sultanı Sen-

sin Sübhânsın, bütün noksan-

lardan münezzehsin, yücesin

Doğrusu kendime zulmettim,

yazık ettim Affını bekliyorum

Rabbim!”12 derken “Sübhan” is-

mine sığınmıştır Yüce Allah,

isim ve sıfatlarında kemal sahi-

bidir. O’nun zatını ve sıfatlarını

noksanlıklardan tenzih etmek

ve kemal sıfatlarıyla muttasıf

olduğunu ortaya koymak, mu-

vahhid bir Müslüman olmanın

gereğidir. Allah’ı tenzih etmek

demek, sadece O’nu methetmek

değil, kemal sıfatlarını isbat ve

bu sıfatların zıtlarını nefyetme-

yi de içerir. Salt tenzîh, sadece

medih değil, kemal sıfatlarını

da kapsar.

El-Kuddûs; Bereketin Yegâne Kaynağıdır

Öte yandan takdîs, bereket

mânâsına da gelir. Bu mânâda

“Beytü’l-makdîs” bereket evi

demektir. El-Kuddûs, aynı za-

manda bereketin kaynağıdır.

Kullarına ve mekânlara bere-

keti O ihsan eder. Bereket, bir

şeyde ilâhî hayrın devamlı ve

kararlı olması demektir. “Su-

yun havuzda birikip yüksele-

rek durması” anlamından alın-

mıştır. İlâhî hayrın bulunduğu

şeye “mübarek” denilir. İlâhî

hayır, dar bir kalıba sokulup

sayılamayacak ve hislerle bili-

nemeyecek bir şekilde meyda-

na geldiğinden, kendisinde beş

duyu ile bilinemeyen bir ziyade-

lik tesbit edilen şeye de “müba-

rek” denilir. O halde, Yüce Al-

lah, “mübârek”tir, gökyüzünde

ve semada umumi bereketlerini

bütün vakitlerde kullarına sü-

rekli yayar. Bu bereketten isti-

fade etmenin ilk adımı; sağlam

bir tevhîd inancına sahip olmak

ve Allah’ı, O’na yakışmayan ya-

ratılmışlık niteliklerinden so-

yutlamaktır.

Şu halde, el-Kuddûs ismin-

den nasibini alan bir Müslü-

man, Allah’tan başka kimse-

ye bel bağlamaz, minnet etmez.

Mutlak sevginin de, mutlak

ta’zimin de O’na ait olduğunu

bilir. Yüce Allah’ı, noksan sıfat-

lardan tenzih eder ve O’nun ke-

mal sıfatlarıyla muttasıf oldu-

ğuna inanır. Her türlü şirk ve

zulümden nefsini temizlemek

suretiyle, içini ve davranışları-

nı tevhidin nuruyla aydınlatır.

Bütün bir yeryüzünü maddî ve

mânevî anlamda temiz tutma-

nın mücadelesini verir. Çünkü

Yüce Allah temizdir, temizle-

nenleri sever.

1 İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, Beyrut, ts., VI, 168.2 33/Ahzâb, 33. 3 59/Haşr, 23.4 62/Cumua, 1. 5 2/Bakara, 87, 253; 5/Mâide, 110; 16/Nahl, 102.6 20/Tâhâ, 12.7 5/Mâide, 21.8 2/Bakara, 30.9 Müslim, Salât 223.10 57/Hadîd, 1. 11 39/Zümer, 75. 12 21/Enbiyâ, 87.

*Prof. Dr.

Dipnot

23Eylül 201222 23

BOZKIRIN BEREKETLİ HAVZASI

KAYSERİ“Tekir Yaylasında bir düne bir bugüne teslim olur, Erciyes kandiliniz olur hiç

sönmeyesi! Bu yaylada rüzgâr söyler, rüzgâr konuşur söyleyeceklerinizi, siz susar,

kendinizi bir bilgenin yolunu adımlarken bulursunuz!”

Orta Anadolu’nun serin yaylalarını,

bereket havzasını ve pınarlarını arı-

yorsanız yolunuz Kayseri’ye düş-

meli önce! Kayseri’de aramalısınız düşlerinizi

ve kaderinizi. Kayseri engin göklerin fevkine na-

dir ulaşan erdemli ve faziletli şehirlerimizden-

dir. Erciyes Dağı’nın eteklerinde her dem gök-

lere bir şeyler fısıldarken bulursunuz bu kadim

şehri. Bir serin ezgi düşer gönlünüze, bir türkü

ses verir bağrınızda, bir dua düşer dilinizde ve

kendinizi efil efil esen Kayseri rüzgârlarına tes-

lim edersiniz.

Tekir Yaylasında bir düne bir bugüne teslim

olur, Erciyes kandiliniz olur hiç sönmeyesi! Bu

yaylada rüzgâr söyler, rüzgâr konuşur söyleye-

ceklerinizi, siz susar, kendinizi bir bilgenin yolu-

nu adımlarken bulursunuz!

Şehir cadde ve sokaklarıyla size her dem ner-

de kalmıştık der gibidir. Tarihin uzun, upuzun

koridorunda yürürken ne dar geçitler, ne patika-

lar ne dolambaçlı yollara saparsınız. Kayseri ta-

rihin altın kızı, göğsünde beşi birliği parıldayan,

ipekten şalları başında bir denizin kabaran dal-

gası gibi renkten renge atlayıp duran bir gökku-

şağı gibidir.

“Halil İbrahim Bereketi”

Kayseri kehribar sarısı düzlüklerinde tahı-

lın ve hububatın zenginlerinden biridir. Ak alnı-

nı ticaretin göğsüne dayamış, seherin muştusuy-

la kapılarının eşiğine “Halil İbrahim Bereketi”

oturmuştur. Selçuklu Ahileri hâlâ şehri terk et-

memiş, hâlâ şehrin bereketine dua ve yakarışları

bir yağmur serinliği katmaktadır. Kayseri bedes-

tanları geçmişin dizlerinde sabır dokumaktadır!

Ahi Evran şehri hiç terk etmemiş, “Bacıyan-ı

Rûm” hâlâ Kayseri’de gönül terkisine şükür halı-

sını dokumakta ve bereketin duasına çağırmak-

tadır bütün Kayseri esnafını ve dahi eşrafını.

Kayseri Müslümanın göz ve gönül aydınlığıdır

bahtı hiç kararmayası! Bir sönmez meşaledir hiç

sönmeyesi, bir ulu derviştir hiç gitmeyesi!

Kayseri Geçmiş Zamanların En Has Şehridir Eskimeyesi!

Gesi Bağlarında yârini yitiren sevdakârın

iniltilerini hâlâ duyarsınız gittiğinizde. Kayse-

ri bağlarının öteki adıdır Gesi Bağları. Bu se-

rin bahçelerde ve bağlarda bir meyve geçidi ya-

kalar gözlerinizi. Gâh üzümdür elinize düşen,

Şehir Güzellemesi Mürsel GÜNDOĞDU

Eylül 201224

gâh kayısıdır gözlerinizi alan, gâh elmadır aklı-

nızı alan! Bu küçük bağ evlerinde kaybedilen ve

şehrin geniş caddeleri üzerinde yitirilen huzur ve

güvenin yeni yüzünü bulursunuz, hislenir, geri-

ye doğru kayar gider düşünceleriniz, düşleriniz!

Kayseri’de rüyalar yenilenir her dem puslanma-

yası…

Tanrı Misafiri Niyetine Ağırlama

Kayseri, mutfağında kadının zamanın koza-

sını örmeye vaktinin yetmediğidir. Telaşın ek-

sik olmadığı, heyecanın her dem dorukta oldu-

ğu zamanlar yaşanır bıkılmayası! Yarın yaranın

eksik olmadığı Kayseri evlerinde gelenin yediril-

meden, içirilmeden yola koyulduğu görülmemiş-

tir! Her gelen önce tanrı misafiri niyetine ağırla-

nır, hoşnut kılınır ve geldiğine çokça sevindirilir!

Sucuk, pastırma, kavurma, mantı, kabak çiçe-

ği dolması, içli köfteler, katmerler ile bir zengin

mutfağın hanım ağası gibidir. Serin yaylarında

beslenen hayvanların etleri efil efil çiçek ve kekik

kokmakta ve yiyene şifa dağıtmaktadır.

Kayseri mantısı küçülüp küçülüp kaşığa dol-

makta bir farklı lezzetin pınarı olmaktadır yiye-

ne! Etli ekmeğine, böreğine, tatlısına, çöreğine

mutfaklar doymakta, her dem pencerelerden, ba-

calardan misafir gözlenmektedir Kayseri mutfak-

ları!

Misafir gelmeyen yerin bereketinden kuşku

duyulur! Misafir Kayseri’de bir velinimettir hane

malikine!

Kayseri ilçelerinin sevdasına yanar her dem!

Gâh Pınarbaşı tutar elinden, gâh Sarız! Pınarba-

şı adıyla müsemmadır serin pınarlarıyla tutuşan

gönülleri ve alınları serinlettikçe oralarda kal-

mak diler ayrılmazsınız suların çağıltısından, ay-

rılamazsınız! Bünyan’da Türkiye’m halıları do-

kunur yerin elinden!

Yahyalı ilçesinde Kapuzbaşı Şelalelerinde ayrı

bir dünyaya tutunur hayalleriniz, geçip gidersi-

niz kendi ikliminize, bütün arzularınız susar, su-

ların zerreleri derdest eder ruhunuzu ellerinizi,

çaresiz kalırsınız! Sultan Sazlığı sizi rengârenk

ve çeşit çeşit kuşların dünyasına çeker ve ora-

dan bilmediğiniz ülkelere, masmavi engin gökle-

re uzanır, kuşların cıvıltılarına revan olursunuz!

Hayallerinizin ülkesine bu kuşlarla seyrüse-

fere çıkarsınız! Kayseri dünü olduğu gibi bugü-

nü de en ihtişamıyla yaşayan köklü şehirleri-

mizin başkentidir biline! Melikşah’ın atını şaha

kaldırdığı şehirdir Kayseri, Sultan Alparslan’ın

Bizans’a darbeyi vurduğu durak, Battalgazi’nin

Malatya’ya gelen akınlara set çektiği bir uç beyi-

dir Kayseri!

Dünü Kayseri’den Çıkarırsanız Bugünü Anlayamazsınız!

Koca Sinan, büyük Sinan bu topraklardan yedi

düvele meydan okudu! Mimarlığın başkenti olan

bu şehirde İslâm ve Türk mimarisinin altın eser-

lerini bulur uzun yıllar öncesine kalbinizi yaslar,

bir derin düşüncenin mihmandarı olursunuz. Gi-

dersiniz tarihin dar koridorları arasından geçmişe

doğru. Bütün ulu camiler, kervansaraylar, bedes-

tenler, hanlar, hamamlar, kümbetler, kubbeler,

kaleler, sizi bekler ağuşunu açarak!

Nesibe Hatun şifahanesinde zaman ağrılarını

dindirmektedir sanki.

Şehir kalesinde askerler hala bir savaşın düşü-

nü kurmakta, bedenlerini ve dahi akıllarını siper

etmekte gibidirler. İç Kalede I. Alâeddin Keyku-

bat bütün askerleriyle kale kapısında içli bir dua-

nın sağlamasında uyuyup kalmış gibidir.

Kayseri Surlarında uzun bir tarih uyumakta-

dır. Bizans İmparatoru Jüstinyen hâlâ mağlubiye-

tinin ahını ve yasını tutmakta akıncı beylerinin sel

gibi hücumlarına kulağını kapatmaktadır! Surla-

rın her bir kapısından bir akıncı beyi hâlâ nöbet

tutmakta Jüstinyen’in korkulu rüyası olmaktadır-

lar.

Kayseri büyük bir tarihin altın sayfası, altın

anahtarı ve süregelen halkasıdır. Kayseri şehir-

lerin en hası ve en yiğidir. Anadolu coğrafyasının

Alperence bir tasviri gibidir, bir erendir Gesi Ba-

ğında ve bir Alptır Tekir Yaylasında! Kayseri iç

Anadolu’nun en hakiki yurdudur her dem varıla-

sı. Kayseri Anadolu’nun en mert delikanlısıdır her

dem sorulası…

Türk İslâm düşüncesi bu topraklarda maya tut-

muş, bu topraklarda filiz vermiş ve bu topraklarda

şaha kalkmıştır!

Kayseri’de tarihin her dem koynunda olursu-

nuz zaten düşünmeyi bilirseniz! Kanaviçe nakışlı

bir güzel örtüdür Anadolu’nun tam ortasında, kal-

dırırsanız altında binlerce yıllık bir mazi, bir büyük

tarih medeniyet size tevazuuyla gülümser ve ora-

cıkta hemhal olursunuz.

Kayseri bir medeniyet başkentidir hiç geçme-

yesi! Kayseri kültürden irfana, hikmetten rahma-

na gidilen bir tefekkürün adresidir gitmeyi bilene…

25

27Eylül 201226

EdebiyatMusa TEKTAŞ

İslâm tasavvufunda in-

sanı ham vasıflardan

kurtarıp, kâmil insan

seviyesine ulaştırmayı hedef-

leyen çok derin, çok faydalı ve

çok hikmetli prensipler vardır.

Nakşibendî tarikatında on bir

esası olarak bilinen bu pren-

sipler Hâcegân/Nakşi tarikatı-

nın büyüklerinden Abdulhâlik

Gucdevânî Hazretleri tarafın-

dan tespit edilmiştir.

Hâcegân tarikatının ku-

rucusu olan Abdulhâlik

Gucdevânî Hazretleri,

Buhara’ya yaklaşık 40 km.

uzaklıktaki Gucdevân kasaba-

sında dünyaya gelir. Babası,

İmam Malik neslinden, zâhirî

ve batinî ilimlere vakıf bir âlim

olan Malatyalı Abdülcemil

İmam’dır.

Yirmi iki yaşına geldiğinde,

Hızır Aleyhisselam’ın tavsiyesi

ile Yûsuf Hemedânî’ye intisap

eder. Bu yüzden Hızır (a.s.),

Gucdevânî’nin pîr-i sebakı/zi-

kir telkin eden pîri ve pîr-i ira-

deti/sülûka başlatan pîri, Yu-

suf Hemedânî Hazretleri ise

sohbet pîri olarak kabil edilir.

Hemedânî Hazretleri’nin

bıraktığı halifelerden üçün-

cüsü olan Ahmed Yesevî,

Türkistan’da İslâmiyet’i yay-

mak ve halkı irşad etmek için

Buhara’dan ayrılırken bura-

daki müridlerini Gucdevânî’ye

havale eder. Buhara ve civarın-

daki müridlerin başına geçen

Abdulhâlik Gucdevânî (k.s.),

Buhara’nın önde gelen âlimi

ve idarecilerinden de müridler

edinir.

Genelde Gucdevân kasa-

basında ikâmet eden ve ora-

da vefat eden Abdulhâlik

Gucdevânî’nin yaklaşık olarak

vefat tarihi 616/1219 olarak ve-

rilmektedir.

Ahmed Yesevî ile aynı

şeyhten feyz alarak daha son-

ra kurulacak Nakşbendîliğin

ilk temel esaslarını kuran,

Mâverâünnehir, Buhara, Ha-

rezm ve Horasan bölgesinde

PRENSİPTASAVVUFTA ONBİR

Eylül 201228

tasavvuf ve tarikat hizmetini sür-

düren Abdulhâlik-ı Gucdevânî,

uzun boylu, büyükçe başlı, beyaz

tenli, güzel yüzlü, gür ve çatık

kaşlı idi. Göğsü enli, omuzları ge-

nişti. İri vücutlu ve mehabetliy-

di. Basiretli ve gönlü mâneviyata

açıktı. Gucdevânî, hâlini insan-

lardan gizli tutar, nefsinin istek-

lerine uymaz, nefsinin isteme-

diği şeyleri yapmakta kendisini

pek ağır imtihanlara tâbî tutar,

fakat hiç kimseye bir şey sez-

dirmezdi. (Kadir Özköse-H. İb-

rahim Şimşek, Altın Silsileden

Altın Halkalar, Nasihat Yay., An-

kara, 2009, s. 151 vd.)

Abdulhâlik Gucdevânî

Hazretleri’nin prensipleri Şah-ı

Nakşibend Hazretleri tarafından

da geliştirmiştir. Manevi terbi-

yede, bu prensiplere riayet eşsiz

bir ehemmiyete sahiptir.

Şimdi bu on bir temel prensi-

bi kısa kısa inceleyelim:

1. Her Alınıp Verilen Nefeste Manen Uyanık Bulunmak / Hûş Der

Dem

Her nefeste uyanık olmak,

gerek zikir esnasında gerekse

diğer zamanlarda Allah’tan gay-

rı olmamak. Nefesleri gafletten

korumak kalbe huzur bahşeder.

Bir insanın kalbi Allah ile bera-

berliğin huzur ve şuuruna eri-

şince hal ve hareketlerinde de

düzelme meydana gelir.

H. Hamidettin Ateş Efendi

bu hususta şöyle buyurmakta-

dır:

“Kişi, Allah (c.c.)’tan başka

her şeyi unutarak O’nun ismi-

ni anarak, sürekli tekrar ede-

rek, manevî lezzet bulur, kal-

ben mutmain olur. İlahî sevgi

böylece insanın iç âleminde bir

muhabbet yoğunluğuyla dolar

taşar, taştıkça coşar. İçinde bu-

lunduğunuz nimetin kıymeti-

ni iyi biliniz. Bu saadet tacı her-

kesin başına konmaz. Bu ulvi

yola bağlananlar, zikrini, fikrini

amelini, muamelesini büyükle-

rin yolunu takip ederek, en gü-

zel şekilde yapmalıdır.”

2. Gözün Ayakucuna Bakması / Nazar Ber

Kadem

İnsan, gözünü ve ona bağlı

olarak da gönlünün etrafa faz-

laca takılıp kalmaması için yol-

da ayaklarının ucuna bakarak

yürümelidir. Çünkü lüzumun-

dan fazla dış alakalar kalbin

huzurunu değiştirir. Hak ile

araya perde girmesine sebep

olur. Burada tevazu, edep, had-

dini bilmek, gözünü haramdan

korumak ve sünnete bağlılık

vardır.

H. Hamidettin Ateş Efendi,

tevazu konusunda şöyle buyur-

maktadır:

“Tevazu sahibi olan hakkıyla

Allah›tan korkar büyüklük tas-

lamaz. Bu korku dünya ve ahi-

ret mutluluğunun rehberi ve ve-

silesidir. İnsanın tevazu sahibi

olması, kendisine ikramlar ya-

pılmasına sebep olur. Alçak gö-

nüllülük, insan için en büyük

rütbedir. Tevazu göstereni Al-

lah yüceltir.”

3. Her Adımda Hakk’a Yürümek / Sefer Der

Vatan

Tasavvufî eğitimin erdiri-

ci yollarından biri de seyahattir.

Vatanda yolculuk anlamına ge-

len bu terime yüklenen bir mana

şöyledir:

Bir mürşid-i kâmile ulaşa-

bilmek kastıyla çıkılan yolcu-

luğu ifade etmesinin yanı sıra,

insanın kötü ahlâktan, günahla-

rın yoğunluğundan arınıp güzel

ahlâk ve latif duygulara yönel-

mesini ifade eder. İnsanın kendi

iç âleminde Allah’a yürümesidir.

H. Hamidettin Ateş Efendi

manevi arayış ve yolculuk hak-

kında şöyle buyurmaktadır:

“Tasavvuf yolunda doğru bir

izde yürümek isteyen kimse,

kâmil bir mürşidin ona kılavuz-

luk etmesiyle maksuduna erebi-

lir. Hizmet ve gayret himmeti ge-

tirir. Âdâbına uygun bir şekilde

zikrin nasıl yapılacağı, mürşid-i

kâmilin müsaadesiyle, telkiniy-

le ve himmetiyle olur. Böyle ha-

reket edenler de manevî hazzı ve

istikameti bulur. İlahî rızayı ta-

lep eden, maksuduna vasıl olur.”

4. Halk İçindeyken Bile Hak İle Olmak / Halvet Der Encümen

Zâhirde halk ile esasta Hak

ile bulunmak. Toplum içinde

yalnızlık anlamına gelen bu te-

rim sûfînin bir köşeye çekilme-

yip halk arasına karışmasını, an-

cak bedenen halk arasında iken

kalben onlardan ayrı, yalnız ve

Allah (c.c.) ile birlikte olmasını

ifade etmektedir.

Mürit zahiren insanlarla be-

raber gündelik işleriyle meşgul

iken bile gönlüyle Hak ile bera-

ber olma özelliğine erişmelidir.

Nitekim “El kârda, gönül yârda”

bu hali pek güzel ifade eder.

Nakşilikte sohbet ve sosyalleşme

esastır. Kalabalık içinde bulun-

sa bile Hak Teâlâ ile halvet hali-

ni sürdürmek esastır.

H. Hamidettin Ateş Efendi

Hazretleri Silsile-i sadatın insan

yetiştirme metodunda dikkat et-

tiği halk arasında hakka hizmet

etmeyi şöyle özetler:

“Nakşbendiyye silsilesini

oluşturan halkalardan her biri

manevî kişilikleri, tasavvufî söy-

lemleri, ilmî kimlikleri ve sosyal

konumlarıyla halk içinde Hak

ile beraber olmayı yeğlemişler-

dir. Onlar elleri kârda gönülleri

Yâr’da olarak manevî olgunlaş-

mayı öğütlerler. Müntesipleri-

nin olgunlaşmalarını sağladıkla-

rı kadar, farklı coğrafyalardaki

toplumsal sorunların üstesinden

gelmeyi kendilerine şiar edin-

dikleri görülmektedir.”

5. Daima Allah’ı Hatırlamak /

Yâd Kerd

Kalbin zâkir hale gelmesidir.

Kalpteki tüm masiva kirleri zikir

yoluyla temizleyip, yegâne mak-

sudun Allah olduğunun kalbe

sabitlenmesidir. Kalbin zikirle

uyandırılıp hak ve hakikati anlar

hale getirilmesi tasavvufun en

önemli prensibidir. Çünkü mer-

hamet sabır, sahavet, affedebil-

me gibi güzel ahlâk hasletleri an-

cak bundan sonra kazanılır.

H. Hamidettin Ateş Efendi

bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Zikir, dünya ve ahiret saade-

tinin anahtarıdır. Allah’ı zikre-

denlerin vakti de ömrü de bere-

ketlenir. Zikir kulun yaratıcı ile

irtibatını sağlar, bezm-i elestte

verdiğimiz söze sadık kalmamı-

zı temin eder. Böylece gönülde

sevgi tohumları yeşerir meyve-

ye durur. Tasavvuf, zikrin bel-

li esas ve kurallarla yapılmasını

tesis eden gönül birliğinin mer-

kezidir.”

6. Matlub ve Maksudun Ancak

Allah Rızası Olması / Bâz Geşt

“İlâhî ente maksudî ve rızake

matlubî” sözüyle “Allah’ım mak-

sudum ancak Sen’sin, matlubum

ancak Sen’in rızandır” denilerek

yapılan zikrin tefekküründe de-

Abulhalik Gucdevani Hazretlerinin KabriBekir AYDOĞAN

Eylül 201230 31

rinleşmektir. Bu suretle yapılan

zikrin manası, şuura iyice yerle-

şip hayata aksedince de artık gö-

rünen ve görünmeyen takıntılar

gözden düşüp her şeyde ilahî te-

celliler müşahede edilmeye çalı-

şılır.

7. Şeytanî ve Nefsanî Düşüncelerden

Korunmak / Nigâh Daşt

Gözü uygunsuz şeylere bak-

maktan, aklı kötü düşüncele-

re dalmaktan muhafaza etmek,

kalbi daima kontrol altında tu-

tarak masivanın kalbe yerleş-

mesine mani olmaktır. Bunu

başaran mürit tasavvufun ger-

çek semeresini elde etmiş olur.

8. Kendini Daima Allah’ın Huzurunda Bilmek / Yâd Daşt

Hatırında tutma, anma an-

lamına gelen bu terim, daha

önce zikredilen üç terimin ga-

yesi olup Allah (c.c.)’ı hatırla-

ma hâlinin daimi olmasını ifa-

de eder. Kulun daima Cenab-ı

Hakk’ın huzurunda bulunduğu-

nun bilincinde olması ve bu şu-

urla hareketlerine dikkat etme-

sidir. Bu duygu günahlara karşı

sağlam bir zırh gibidir.

H. Hamidettin Ateş Efendi

bu birbirine yakın anlamlar içe-

ren altıncı yedinci ve sekizinci

kurallar hususunda da genel iti-

barla şöyle buyurmaktadır:

“Yolumuzun büyükleri şöy-

le buyururlar: ’Kul için asıl

amaç ve bütün ibadetlerin gaye-

si, Hakk Teâlâ’yı hatırlamaktır,

yani zikirdir. Bu dünyadan kal-

bi Allahu Teâlâ’nın dostluğu ve

muhabbetiyle dolu olduğu hal-

de giden kişi, büyük bir saade-

te ermiş olur. Bir insanda Hakk

Teâlâ’nın zikri olmadan O’nun

muhabbet ve ünsiyeti de olmaz.”

Samimi bir mü’min bütün

ibadetlerini yerine getirdiği gibi,

zikrin lezzetiyle yaptığı ibaretle-

rinden manevi haz duyar, gönül

rahatlığına kavuşur. Zikir gö-

nül gözünü açar, bütün eşyanın

Allah’ı zikrettiği hakikatini bü-

tün nuruyla gözler önüne serer.

İnsanın her zaman Cenab-ı

Allah’ın ve büyüklerin manevi

olarak kendisiyle olduğunu ha-

tırlayarak hareket etmesi, ima-

nın kemale ermesi için en güzel

düşünce şeklidir. Böyle hareket

eden insanın hayatını yanlışlar

değil, hakikatler nakışlar. Gön-

lünde ilahî feyzden, himmetten,

bir anlık nazardan, rahmetten

ve iyilikten inci-mercan misa-

li hazineleri çoğalır. Yoksa sada-

katinde eksiklik olan, inancın-

da noksanlık olan, şahsiyetinde

bozukluk olanlar da iki cihanda

mahcup olurlar. Bu mahcubiyet

elbette hepimizi üzer.

Büyüklerin huzurunda ve ya-

rın Allah’ın huzurunda mah-

cup olmamak için elinizden ge-

len gayretle çalışmanızı, verilen

vazifeleri azami derecede yerine

getirmenizi ve iki cihan saade-

tine kavuşmanızı temenni ede-

rim.”

9. Her An Kendini Yoklamak ve Zamanı İyi Değerlendirmek /

Vukuf-i Zamanî

Her geçirilen saati huzur ve

gaflet noktasında muhasebeye

tabi tutmak, zamanı iyi değer-

lendirmektir. İçinde bulunulan

vaktin kıymetini iyi bilmeli lü-

zumsuz şeyleri terk edip zama-

nını iyi harcamalıdır. Zamanı

değerlendirme konusunda nef-

sini sık sık hesaba çekmelidir.

Mürit her gece ve gündüz işle-

diği amellerinin muhasebesini

yapmalı varsa günahları için tev-

be edip Allah’a yönelmelidir.

H. Hamidettin Ateş

Efendi’nin bu husustaki tavsiye-

leri şu şekildedir:

“İnsan onuruna yakışır bir

şekilde geçirmek zorunda oldu-

ğumuz hayatımız ve bu hayatın

içindeki boş vakitlerimizi, de-

ğerini bilenlere sormak lazım.

Bu anı, bu zamanı, bu günü, bu

fırsatı değerlendirmeyi bizlere

öğütleyen Hulûsi Efendi (k.s.)

şöyle buyuruyor:

Ömrünün ser-mâyesin ver-

me yele

Geçdi fırsat bir dahi girmez

ele

Ey gönül gel Hakk’ı zikr et

aşk ile

Dem bu demdir dem bu dem-

dir dem bu dem

(Ömür sermayesini yele ver-

meden, fırsatı kaçırmadan, gö-

nülden inanıp, ibadet edip,

Allah’ı zikretmeli. Gün bugün

saat bu saattir.)

İnsan zaman içerisinde çalı-

şarak, didinerek çok şey kazana-

bilir; ancak o kazandığı şeylerle

kaybettiği zamanı asla kazana-

maz.

10. Zikir Sayısına Dikkat ve Riayet

Etmek / Vukuf-i Adedî

Salikin manevi haline göre

belli sayıda zikir verilir. Zikir-

de sayıya riayet, esas olarak sayı

saymak değil sayı çerçevesi için-

de ‘Kalbî zikri’ derinleştirmektir.

Aklı dağınıklıktan koruyup zikir

esnasında dikkati zikrin mana-

sı üzerine yoğunlaştırmakla be-

raber zikrin adedine riayet et-

mek gerekir. H. Hamidettin Ateş

Efendi bir sohbet esnasında bir

arkadaşa şu tavsiyede bulun-

muştur: “Size verilen ders adedi-

ne dikkat edeniz. Fazla ve noksan

çekmeyiniz. Her adedin letaiflere

tesiri vardır. Bunu bilerek hare-

ket edenler gönlünü boş meşgu-

liyetlerden korumuş olurlar.”

11. Kalbin Devamlı Zikirle Meşgul

Olması, Zikirde Kalbe Yönelmek / Vukuf-i

Kalbî

Kalbin devamlı zikr-i ilahî ile

meşgul olmasıdır. Mürit her za-

man kalbini yoklamalı onun ne

halde olduğuna bakmalıdır.

Zikrin gerçek muhtevasını

tadabilmek için, bütün varlığın

ve özellikle kalbin Allah’a yönel-

tilmesi gerekir. Ayet-i kerimede,

“Rabbinin ismini zikret ve bü-

tün varlığınla O’na yönel.” buy-

rulmaktadır.

Son olarak bu maddeyle ilgi-

li H. Hamidettin Ateş Efendi’nin

şu kelamına dikkat kesilelim:

“Samimi bir mü’min bütün

ibadetlerini yerine getirdiği gibi,

zikrin lezzetiyle yaptığı ibadet-

lerden manevî haz duyar, gönül

rahatlığına kavuşur.

Zikir gönül gözünü açar, bü-

tün eşyanın Allah’ı zikrettiği ha-

kikatine vâkıf olur.”

Şah-ı Nanşibend Hazretlerinin Kabir Taşı Fikret TAŞCI

33Eylül 201232

Fars şİİrİnİn güçlü sesİ

HAFIZ-I ŞİRAZİ İran şiirinin en güçlü üç şairinden

biri olarak kabul edilen Hafız, (di-

ğerleri Sâdî ve Firdevsî) yüksek şiir

gücüyle Türk edebiyatında da sevilerek okunan ve

çok tanınan bir şairdir. Fakat Cumhuriyet nesille-

ri onu daha çok Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölü-

mü” şiiriyle tanırlar. Denilebilir ki, Hafız, ne ka-

dar önemli bir şairse Yahya Kemal’in bu şiiri de

o kadar önemlidir. Çünkü Hafız’ın Cumhuriyet

devrinde tanınması daha çok bu şiirle olmuştur.

Bu yüzden sözü bu şiirle başlatalım:

Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle,

Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış

Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhardan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

Bu şiir, ilk bakış-

ta Hafız’ın kabrini anlat-

maktadır. Fakat şiiri biraz

daha dikkatli bir bakış-

la okuduğumuzda önü-

müze daha zengin bir

anlam dünyası çıkmakta-

dır. Buna göre “Rindlerin

Ölümü” şiiri bize aynı za-

manda Hafız’ın müntesibi

olduğu sufi dünyanın telakkilerini de vermekte-

dir. Sufi telakki, evrensel insanî duyarlıklara hi-

tap ettiği için bu yolda şiir yazan bir şair de her

kültürde benimsenmekte ve kalıcı/büyük şair ol-

manın sırrını yakalamaktadır. İşte Hafız da bu ni-

telikte büyük bir şairdir. Bu özelliğinden dolayı

da günümüzde de yaşamaya, şiir dünyasını etki-

lemeye devam etmektedir.

Nedir Hafız’ın şiirini böylesine önemli ve güç-

EdebiyatMustafa ÖZÇELİK

35Eylül 201234

lü kılan? Buna geçmeden önce Hafız’ın hayatına

bir bakalım:

Hayatı ve Şiiri

Aslında onun hayatı hakkında çok da fazla bil-

giye sahip değiliz. Bilinenler ise kısaca şunlardır:

On dördüncü yüzyılda yaşadı. Asıl adı Şemseddin

Muhammed’dir. Şiraz’da doğdu. Kur’an-ı Kerim’i

ezberlediği için “Hafız”, memleketinden dolayı da

“Şirazî” olarak anılır. Şiirlerinden ve onlarla ilgi-

li incelemelerden hareket-

le onun iyi bir medrese eği-

timinden geçtiği ve bilhassa

tasavvuf kültürüne çok aşina

olduğu anlaşılmaktadır.

Hafız’ın hayatıyla ilgili bi-

linenler çok sınırlı ama şii-

ri hakkında bilinenler, söyle-

nenler öyle değil. Denilebilir

ki Hafız, gerek kendi ülke-

sinin gerekse dünya edebi-

yatında hakkında çok sayı-

da inceleme yapılan şairlerin

başında gelir. Bunlardan çı-

kan sonuca göre Hafız’ın bu

konuda söylenecek ilk özel-

liği onun İran şiirinde gazel

türüne getirdiği yenilik ve bu

türü çok gelişmiş bir tür haline getirmesidir.

Hafız’ın asıl ilgilendiği tür gazel olunca onun

şiirinde ağırlıklı temanın “sevgi ve mutluluk” ol-

duğu görülür. Fakat bu sevgi hiç de ferdî ve ha-

yali bir hususiyet taşımaz. Onda sevgi, soyut bir

kavram olmaktan çıkar, hayata, insanlara ve diğer

bütün varlıklara yönelik somut bir hale dönüşür.

Dahası gerçekçidir. İnsan, hayat içinde hangi hal-

leri yaşıyorsa onun şiirlerinde de bu hallerin anla-

tımı görülür.

Sevginin onda ağırlıklı tema olması elbette ta-

savvufla olan münasebetiyle ilgilidir. Tasavvuf,

onun hem şahsının hem de şiirinin besleyici en

önemli damarıdır. O, hayata da insana da sufi id-

rakin penceresinden bakar. Onun mutluluk tema-

sını işlemesi de aynı şekilde izah edilebilir. Hafıza

göre mutluluk, hayattaki temel amacımız olmalı-

dır. Bunun için de kişi, tutkularının esiri olmamalı

ve dünyevî olanlara karşı aşırı ilgi göstermemeli-

dir. Ona göre dünyadaki barış da böyle sağlanabi-

lir. Tasavvufun bir hayat felsefesi, teorik ve prati-

ği de ortaya koyan bir anlayış olduğu düşünülecek

olursa tasavvufî anlayışın Hafız’da hem şiir hem

de hayat anlayışını temellendiren en güçlü düşün-

ce olduğu görülecektir.

Biliyoruz ki, Hafız’ın ken-

dinden sonra gelen “şair”ler

tarafından taklit edilmiş, şi-

irleri çok çeşitli şerhlere

konu olmuştur. Dahası sade-

ce İran’da değil, bütün dün-

yada şöhret bulmuştur. İşte

onu bu ölçüde şöhret ya-

pan ondaki bu tasavvufî du-

yarlılıktır. O, bu anlayışıy-

la hemen bütün kültürlerde

insanî değerlerin ortak söz-

cüsü olarak benimsenmiştir.

Burada, bu zenginliği meta-

fizik bir yorumla onun Hz.

Ali’yle olan manevî irtiba-

tından da söz etmeliyiz. De-

nilir ki; Hafız, gönül dilini

Hz. Ali’den almış, dili onun-

la açılmıştır. Hatta bu konuda şöyle de bir kıssa

anlatılır:

Gayb Âleminin Dili

Hafız, bir Kadir Gecesinde, “Baba Kûhî” diye

anılan Abdullah İbni Hafif’in merkadinde ibadet-

le meşgulken yorgun düşer ve uyuyakalır. Yakaza

halinde Hz. Ali’yi görür. Hz. Ali ona himmetinden

Cennet nimetleri sunar. Uyandığında, Hafız artık

bu himmet altında başka bir kişiliktir ve dili çö-

zülmüştür.

Bu durum, Divan’ında da şu mısralarla yer alır:

Dün gece seher vakti, beni gamdan kurtardılar

O gece karanlığında bana can suyunu içirdiler

Ne mübarek seherdi o seher; ne kutlu geceydi o gece

Ki bana bu yepyeni beratı ihsan ettiler

Artık yüzümü, sevgilinin güzellik aynasından ayırmam;

Çünkü o aynada bana sevgilinin zat cilvesi göründü.

Bu, öylesine özel bir durumdur ki; tıpkı bi-

zim Yunus Emre’de olduğu gibi “Hafız Divanı” da

“Lisanü’l-Gayb (Gayb Âleminin Dili)” olarak bi-

linmektedir.

Hangi Türlerde Yazdı?

Hafız, sadece Fars edebiyatının değil hemen

bütün Doğu edebiyatının en lirik şairlerinden bi-

ridir. Durum böyle olunca onun en çok gazel yaz-

dığını belirtelim. Ama o, aynı zamanda gaze-

lin “Aşk, şarap” gibi dar çerçevesine “Tasavvuf”

ve “Hikmet” gibi bilgelikler; yeni renk ve boyut-

lar katmıştır. Şu beyti, bu hikmetli tavrın güzel bir

örneğidir:

Senin kapın haricinde çalacağım başka kapı yoktur.

Ve bu mekân dışında baş eğebileceğim başka

mekân yoktur.

Hafız, gazelde ünlenmiştir ama yazdıkları sa-

dece bu türle sınırlı değildir. Mesnevi, kıt’a, rubai,

kaside, müfred, muamma, muhammes ve terkip

tarzında da şiirler yazmıştır. Onlar da gazelleri ka-

dar önemli ürünlerdir.

Şairlik Tavrı

Hafız; gerek kendi ülkesinde gerek Farsça ko-

nuşulan coğrafyalarda gerekse dünyanın diğer pek

çok yerinde tanınıp sevilen bir isimdir. Bu sevgi

ve ilgi, ondaki evrensel duyuştur. Her okur, onda

kendisinden bir şeyler bulabilmektedir. Onun in-

sanlığın ortak diline ve vicdanına hitap etmesi, bi-

raz önce de belirttiğimiz gibi sufiliği bir hayat gö-

rüşü olarak benimsemiş olmasındandır. Durum

böyle olunca Hafız, her kesimin kendini bulduğu

bir şairidir. Zahir ehli de tasavvuf ehli de onu baş

tacı ederler.

Hafız’ın şairlik yönü olarak bir başka özelli-

ği ise sanatını özgürce ifa etmesi, maddî beklen-

tilerden uzak durmasıdır. Doğu şiirinde örnekleri

sıkça görülen medhiyecilik ve bunun karşılığında

çıkar elde etme anlayışı onda görülmez. Yazdıkla-

rında da samimi bir tavır görünür. Yani hem övü-

len kişi bu şiiri hak etmektedir hem de şair, onu

samimiyetle sevmektedir.

Etkileri

Hafız, gerek kendi dil coğrafyasını gerekse

Türk ve dünya edebiyatını çok etkilemiş bir şai-

ridir. Bu etkinin görüldüğü en tipik örnek ise Al-

manların büyük şairi Goethe’dir. Hafız’a özenerek

gazeller yazmış ve bunları “Divan-ı Şarki (Doğu

Divanı)” adı altında kitaplaştırmıştır. Hafız’ın

Divan’ı sadece Almancaya değil Fransızca, İngiliz-

ce gibi başka birçok Batı diline de çevrilmiş, Fars-

ça üzerinde çalışan dil bilginlerinin, şairlerin-ya-

zarların inceleme konusu olmuştur.

Hafız, bizim edebiyatımızı da çok etkileyen bir

isimdir. Kendisinden sonra gelen Şeyhî, Fuzulî,

Bakî, Nef’î, Nesimî, Nedim ve Şeyh Galib’i çok et-

kilemiştir. Son dönemde ondan çok etkilenen şai-

rimiz ise Yahya Kemal olmuştur. Onun yazımızın

başına aldığımız “Rindlerin Ölümü” isimli şiiri bu

sevginin en bariz örneğidir. Yine şairlerimiz ta-

rafından Hafız’ın şiirlerine çok sayıda nazire ya-

zılmıştır. Yine on altıncı yüzyıldan itibaren Hafız

Divanı’na Türkçe şerhler de yazıldığını görmek-

teyiz. Bunların arasında Surûrî, Şem’î, Mehmed

Vehbî ve Bosnalı Sûdî’nin adını belirtmek gerekir.

Hafız, bilhassa Osmanlı döneminin eğitimin-

de de çok önemli görülen bir isimdir. Hafız Diva-

nı adeta bir ders kitabı niteliğinde kabul edilmiş,

Mesnevi ve Gülistan’dan sonra en çok okutulan

Farsça eser olmuştur.

Sözü yine onun hem hikmetli hem de lirik bir

gazelinden aldığımız iki beyitle bitirelim:

Konak yeri tehlikeli, varış yeri çok mu uzak

Sonu gelmeyecek bir yol yoktur. Üzülme.

Yitirme umudunu aman! Bilmiyorsun gayb

sırlarını

Perde arkasında ne gizli oyunlar döner! Üzülme

37Eylül 201236

Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE

Çocuğun hayatında son

derece önemli sayı-

lan yetişme yıllarında

en yoğun ve devamlı tesir aile-

den gelir. Bununla beraber, ço-

cuğun kişiliğini meydana getiren

tek sosyal kurum aile değildir.

Ailenin yanında çocukların oyun

grubu, aile çevresi (akraba, kom-

şu ve dostlar) ve her şeyden önce

“okul” önemli rol oynar. Başka

bir ifadeyle ailenin eğitim ve sos-

yalleştirme görevi, çocuk okula

başlayıncaya kadar büyük önem

taşımakla birlikte, daha son-

ra ailenin eğitim görevine okul

da katılır. Okula gitmek çocuk

için önemli bir aşamadır. Bir ço-

cuk için okul, daha önce hemen

hemen hiçbirini tanımadığı çok

sayıda çocukla karşılaşma zo-

runluluğuyla, uyulması gereken

kurallarıyla ve başarılması ge-

reken öğrenim görevleriyle dolu

yepyeni bir sosyal çevredir.

Çocuğu Okula Hazırlamak

Ailenin önemli görevlerinden

birisi de çocuğu okula hazırla-

maktır. Bir çocuğun okula hazır-

lanması demek, zihinsel, beden-

sel, duygusal ve sosyal açıdan

belli bir olgunluğa erişmesi de-

mektir. Anne ve babanın okul ku-

rumuna verdiği önem, değer ve

buna bağlı olarak geliştirdiği tu-

tum kadar, çocuğa sunduğu fır-

satlar da büyük önem taşır. Okul

öncesi evrede çocuğun okul önce-

si eğitim kurumuna gönderilmiş

olması, erken gelişim yıllarından

itibaren kendisine kitap okunma-

sı, sosyal ve sanatsal etkinliklere

götürülerek bunlar hakkında ço-

cukla konuşulması, okula hazır-

lık adına çocuğa sunulan önemli

imkânlardır.

Okula başlama, çocuk yönün-

den belli bir duygusal olgunluğa

ulaşmış olmayı gerektirir. Zihin-

sel yetenekleri bakımından, ço-

cuğun yaşına uygun bir öğren-

me ve kavrayıp düzeyine varması

ilk koşuldur. Çocuk 6 yaşını bi-

tirdiği halde, öğrenim için yeter-

li zekâ düzeyine varmamış olabi-

lir. Zekâsı yeterli olan bir çocuk

da duygusal bakımdan evden ko-

pabilme olgunluğunu gösterme-

yebilir. Böyle çocuklar için okula

gidiş öyle mutlu bir olay değildir.

Özellikle oyun ve arkadaşlıktan

uzak tutulmuş, dışarı çıkarılma-

mış çocuklar için evden ayrılış ür-

kütücüdür. Okulların açıldığı ilk

günlerde her sınıfta birkaç anne-

yi, sıralarda çocuklarıyla birlik-

te otururken görmek olağandır.

Kimi çocuk ise sabahları başlayan

karın ağrıları, baş ağrıları ile do-

laylı yoldan okula gitme isteksiz-

liğini açığa vurur. Okula korkuy-

la giden ve hep evi düşünen bir

çocuğun kendini okuma ve öğ-

renmeye vermesi kolay olmaz.

Ayrıca yaşıtları içine karış-

ması, birlikte oynaması

ve arkadaşlık kurma-

sı güç olur.

Okul, bir bakıma evde kaza-

nılan eğitimin sınandığı yerdir.

Çocuğun okula uyumu ve başa-

rısı ana-babanın yetiştirmedeki

başarısının bir ölçüsüdür. Ancak

okula başlamakla ana-babanın

eğitici görevini tümden öğretme-

ne aktardığını düşünmek de yan-

lış olur. Eğitim, evde ve okulda

ortaklaşa yürütülmelidir. Genel-

likle aile eğitici, okul ise öğretici

bir karaktere sahiptir. Öğretim-

de gösterilen başarı, bir derece-

ye kadar da ailenin eğitici etki-

sine bağlıdır. İyi bir aile eğitimi

ve eğitim tecrübesi, vasat kabi-

liyette dünyaya gelmiş bir çocu-

ğun okulda üstün bir başarı elde

etmesine yardım etmektedir. Ai-

lede iyi eğitilen bir çocuk okul-

da daha kolay eğitilirken, kötü

bir aile çevresinden gelen ve iyi

eğitilmeyen bir çocuk zor olmak-

la birlikte okulda iyi bir öğretim

ve rehberlik yapan öğretmenler

tarafından eğitilebilir. Elbette,

okula eğiticilik fonksiyonu bakı-

mından çok fazla iş düşmemesi

için, aile eğitiminin çocuğun ge-

lişim kademelerine uygun olma-

sı gerekir. Aile ve okulun eğitim

konusunda farklı yaklaşım ve de-

ğerlerden hareket etmeleri çocu-

ğun gelişimini olumsuz yönde et-

kilemektedir. Bunu önlemenin

en emin yollarından biri, çeşit-

li rehberlik faaliyetleri yanında,

okul-aile işbirliğini sağlamaktır.

HAZIRLIĞIOKUL

39Eylül 201238

GÜZEL

BAKABİLMEK

KültürEnbiya YILDIRIM*

İnsanın ahlakını

güzelleştiren un-

surlar çok fazla-

dır. Hepsi bir araya geldiğinde

ortaya güzel ahlak çıkar.

Başkaları için fedâkâr

olmak, ağızdan her za-

man güzel kelam çık-

ması, güvenilir olmak,

etrafında bulunanla-

rın hayrını istemek gibi

saymakla bitmeyecek

özellik insanın güzel

ahlakını tamamlar. Bu

özellikler ne kadar fazla

olursa insanın ahlakı da

o derece güzel olur. Esa-

sında bu özellikler birbirlerin-

den bağımsız da değildir. Hep-

si birbiriyle bağlantılıdır. Yani

bir insan başkaları için her za-

man iyilik istiyorsa ahlakının

diğer yönleri de üç aşağı beş yu-

karı aynıdır. Bununla birlikte

bazı ahlâkî özellikleri diğerle-

rine göre daha baskın olabilir.

Nitekim kötü kelimeler kullan-

maya çok alışmış ama bunun

yanında her zaman başkalarının

iyiliğine koşan pek çok insan ta-

nırız. İslâm’ın istediği ise her bir

ahlâkî yönün kemâlâtta olması-

dır. Bunu tam anlamıyla yapabi-

len kişi sayısı sınırlı olduğu gibi

insanlar bazı

a h l â k î

m e -

ziyetler yönünden de birbirle-

rinden üstün olabilirler. Biri in-

fak yönünden daha meziyetli

olabilirken bir başkası cimri ol-

masına rağmen karşısındakile-

rin kalbini hiç kırmayabilir. Bu

yüzden ne kadar insan varsa o

kadar farklı ahlâkî davranış var-

dır, denilebilir.

Hayat Sınavında

Rabbimizin bizleri bir sına-

maya tabi tuttuğu ve bütünle-

mesi olmayacak olan hayat sına-

vımızda dört dörtlük mükemmel

bir insan olmak çoğumuz için

uzak bir hayal. Zaaflarımız ne-

deniyle bunu başaramıyoruz.

Bu durumda hepimize düşen,

zaaflarımızı tedâvî etmek, daha

güzel bir insan olabilmek için

çabalamaktır. Bir yerlerden baş-

lamaktır. Bunda ne kadar ba-

şarılı olabilirsek Rabbimizin

gufrânıyla geri kalan kusurla-

rımızı affedeceğini ümit edebi-

liriz. Yeter ki çabamızı ve ümi-

dimizi kaybetmeyelim. Çünkü

“Allah çok affedici, çok bağışla-

yıcıdır.”1

Yaşantımızla ve ibadet dün-

yamızla ilgili olarak düzeltme-

miz gereken elbette pek çok hu-

sus var. Aynı şekilde çevremizle

ilgili olarak da çeki düzen ver-

memiz icap eden pek çok yanlış

veya eksik davranışlarımız var.

Örneğin başkalarına bakışımız-

daki kusurumuz, hatalar gale-

rimizin en önemli köşelerinden

biridir. Acaba kaç tanemiz, bir

başkasını süzdüğünde veya de-

ğerlendirdiğinde, onu anlatma-

ya iyiliklerinden söz ederek baş-

lar? Belki de pek çoğumuz biri

bize sorulduğunda her zaman

için eksiklerini ön plana çıka-

rarak kelâma başlarız. Böylece

onu değersizleştirmeyi hedefle-

riz. Bunu da bir mârifet sayarız.

Devlet dairelerinde veya bir-

likte çalışılan iş ortamlarında

“Ahlakımızın bu derece bozulmasında dinin hayatımızdan çekil-

mesinin elbette çok etkisi var. Âhiret ve hesap verme duygusu

içimizden neredeyse sıyrılmış durumda. Allah korkusunun sadece

adı içimizde kalmış. Oysa sonuçta yaptığımızın gıybet veya iftira

olması kuvvetle muhtemeldir.”

Eylül 201240 41

mesai harcayanlar şu yazdıkla-

rımı çok daha iyi anlayacaklar-

dır. Birlikte çalışanlar arasında

rekâbet her zaman vardır; bu ta-

biidir. Ancak aynı ortamı payla-

şanların birbirleri hakkında ko-

nuşurken ilk önce iyi cümleler

kurarak takdir ettikleri neredey-

se görülmeyen bir durumdur.

Herkes birbirinin kusurunu, ne

kadar beceriksiz ve yeteneksiz

olduğunu dile getirir. Daha son-

ra eleştirenle eleştirilen bir araya

geldiğinde, hiç bir şey olmamış

gibi bu sefer bir üçüncü kişi ben-

zer şekilde eleştirilir. Dolayısıy-

la dedikodunun ve hasedin sar-

maladığı bir mesai akşama kadar

herkesi çarkına alır.

İyi Niyetli, Suçlamayan Bir Bakış

Esasında her bir insan kendisi

dışındaki kimselere nasıl baktı-

ğını, başka bir ifadeyle ‘iyi niyet-

li, suçlamayan bir bakış’a sahip

olup olmadığını test edebilir.

Kendisine nasıl biri olduğu soru-

lan bir başkası hakkında hemen

kötülüklerinden bahsederek söze

başlıyorsa, bakışında kesinlikle

bir sorun var demektir.

Bu bakış açısının kökenin-

de bağnazlık ve haset büyük yer

tutar. İnsan kendisinin olma-

yan bir şeyin başkasının olma-

sını veya kendisinin yapama-

dığını bir diğerinin yapmasını

nedense istemez. Hatta kendi-

sinin bulunmadığı bir makam-

da çok yakınındaki bir insanın

durmasına da tahammül ede-

mez. Onun orada bulunmasının

kendisine bazı faydaları olsa bile

yine de bunu istemez. O oradan

alındığında yerine kendisinin

atanmayacağını veya daha kötü

birinin geleceğini bilmesine rağ-

men yine de tanıdığı kimsenin o

makamda kalmasını içine sin-

diremez. Çünkü hayata bakı-

şı hasetlik üzere inşa edilmiştir.

Rabbimiz bu tip insanların şer-

rinden kendisine sığınmamızı

emretmektedir: “Ve kıskandığı

vakit kıskanç kişinin şerrinden

sabahın rabbine sığınırım!”2

Niye böyle oluyor denecek

olursa: O kadar dünyevîleştik ve

o kadar menfaatlerimiz ön pla-

na çıktı ki, etrafımızda olan bi-

ten her şey ile bir şeyler yapan

herkese kendi menfaat dünya-

mızdan bakar olduk. Eğer bi-

zim çıkar dünyamız ile uyumlu

bir şeyler oluyorsa buna müs-

bet, tersi bir durum seziyor-

sak, yapılanlar ne olursa olsun

olumsuz bakıyoruz. Parti tutma-

nın bir üst versiyonudur bu ba-

kış açısı. Nasıl ki, siyaset arena-

sında muhalefet partilerinin ve

mensuplarının iktidarların yap-

tıkları güzel işlere iyi demele-

ri ne kadar zor ise, hayata kendi

kabulleri ve menfaatleri doğrul-

tusunda bakanların da dış dün-

yadaki tüm olan biteni değerlen-

dirme ölçüleri aynıdır.

Ahlakımızın bu derece bo-

zulmasında dinin hayatımızdan

çekilmesinin elbette çok etkisi

var. Âhiret ve hesap verme duy-

gusu içimizden neredeyse sıy-

rılmış durumda. Allah korkusu-

nun sadece adı içimizde kalmış.

Oysa sonuçta yaptığımızın gıy-

bet veya iftira olması kuvvet-

le muhtemeldir. Bunun yanın-

da, siyasetin olumsuz etkisi de

unutulmamalıdır. Keza televiz-

yonlarda seyrettiğimiz prog-

ramların temelinin dedikodu ve

başkalarının yaptıklarını eleş-

tirmek üzerine kurulu olması da

hayata bakışımızın şekillenme-

sinde tesiri olmaktadır. Ekran-

larda birilerinin yaptıklarını tas-

vip eden bir yoruma rastlamak

neredeyse mümkün olmamak-

tadır. Herkesin kendisine ait bir

şablonu vardır, buna uyuyorsa

takdir alır, uymuyorsa eleştiri-

lir.

Oysa ömürlerini başkaları-

nın eksiklerini arayarak ve eleş-

tirerek geçirenlerin yaşamaktan

aldıkları lezzet sınırlıdır. Yetin-

me duyguları körelmiştir. Doy-

1 4/Nisâ, 992 113/Felak, 53 Ebû Dâvûd, 42574 Nesâî, 30585 4/Nisâ, 32

*Prof. Dr.

Dipnot

maz bir iştiha ile etrafındakile-

rin sahip olduklarına da sahip

olmak isterler. Yapılanlara sü-

rekli burun bükerler ve kendi-

lerinin içinde olmadığı her bir

işi küçümseyip anlamsızlaştı-

rırlar. Gözleri yapılan iyi işle-

ri asla görmez. Ayrıca sürek-

li eleştiren bakış açısının kişiyi

sevimsiz yaptığını ve insanlar-

da güvensizliğe neden olduğu-

nu hatırlatmak isteriz. Çünkü

kusur arayan kendi kusurla-

rıyla baş başa kalır. Bu yüzden

devamlı eleştirerek hayatımı-

zı başkalarına endeksli hale ge-

tirmenin bir anlamı yok. Ken-

dimize dönmek ve yaşadığımız

hayatı yaşamak durumundayız.

Hayata Bakışımız

Hayata bakışımızı negatiften

(karamsarlıktan) pozitife (iyim-

serliğe) çevirmemiz gerekmek-

tedir. Eskiden beri duyduğumuz

üzere, önce bardağın boş tarafı-

na değil dolu tarafına odaklan-

malıyız. Sürekli eleştirmekten

ve kusur aramaktan bir parça

uzaklaşıp var olan güzellikleri

de görmeye çalışmalıyız. Çünkü

hayata güzel bakan güzel görür

ve gördüklerinden lezzet alır.

Unutmamak gerekir ki, etrafı-

na sürekli negatif enerji veren

ve hayatı hep eleştirmekle geçen

insanlar esasında yaşadıkları

sürece pek bir şey başaramamış

olanlardır. Üretememiş asalak-

lardır. Ayrıca bir yerde eleştiri-

lecek bir şeyler varsa, orada iyi

şeylerin de yapılıyor olduğunu

unutmamamız icap eder. Karşı-

mızdaki bir şeyler yapmaya ça-

lışıyor ki eleştirecek eksiklerini

buluyoruz. Peki, hiç yapmaması

veya gayret göstermemesi, ha-

yata artı bir değer katmaya ça-

balamaması daha mı iyidir? Ni-

tekim hiç bir risk almayan ve

“Aman bana bir zarar gelmesin”

diyerek katı kurallarla kendile-

rini sâbitleyenlerin, başkaları-

nın eleştirebilecekleri bir eksik-

leri belki olmaz ama çalıştıkları

kuruma artı bir değer katama-

dan orayı terk ederler.

Bütün bu söylediklerimizden

hayatın gerçeklerine gözlerimi-

zi yummamız ve yapılan yan-

lışlara müdâhale etmememiz,

eleştirmememiz sonucu elbet-

te çıkmaz. Yeri geldiğinde tenkit

etmek, doğruyu göstermek ve

katkı yapmak gibisi yoktur. An-

cak kötü niyetle ve yıkıcı bir üs-

lupla eleştirmekle yapıcı ve icra

edilenin daha iyi olmasına kat-

kı sağlayıcı bir tenkit arasında

büyük fark vardır. Biri işi rayı-

na koymaya yardımcı olur diğe-

ri raydan çıkma ihtimali olanı

aşağı yuvarlar. İşin kötüsü, iyi

niyetle yapıldığında sevap alı-

nacak eleştiri kin ve hasetle ya-

pıldığında insanın âhiret serma-

yesinin azalmasına neden olur.

Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

buyurduğu üzere: “Ateşin odu-

nu yakıp bitirdiği gibi haset de

iyilikleri yer bitirir.”3 “Bir ku-

lun kalbinde imanla haset bir

arada bulunmaz.”4

Kendimize bir soralım: “Baş-

kalarına bakışımız olumlu mu

olumsuz mu?” Vereceğimiz ce-

vap hayata bakış gözlüğümü-

zü değiştirmemizin vaktinin ge-

lip gelmediğini gösterecektir. Şu

âyet her zaman zihnimizde olur-

sa bazı şeyler düzelmeye başla-

yabilir: “Allah’ın sizi birbirinize

üstün kılmasına haset etmeyi-

niz.”5

“Hayata bakışımızı karamsarlıktan iyimserliğe

çevirmemiz gerekmektedir. Eskiden beri duyduğumuz

üzere, önce bardağın boş tarafına değil dolu tarafına

odaklanmalıyız. Sürekli eleştirmekten ve kusur

aramaktan bir parça uzaklaşıp var olan güzellikleri de

görmeye çalışmalıyız.”

43

BİR İSLÂM KAHRAMANI SEYYİD

BATTAL GAZİ

Eylül 201242

TarihResul KESENCELİ

Battal Gazi, yaklaşık olarak miladî

680 yıllarında Malatya’da doğ-

du. Babası Malatya Serdarı Hü-

seyin Gazi, annesi Saide Hatun’dur. Babası Hüse-

yin Gazi, Bizans topraklarına yapılan bir akında

şehit düştü. Anadolu’da Seyyid Battal Gazi, Seyyid

Battal ve Battal Gazi isimleri ile maruftur. Asıl adı-

nın Abdullah ya da Cafer olduğu ileri sürülmekte-

dir. Kendisi Hazreti Peygamber (s.a.v.)’in neslin-

dendir. Nesebi İmam Cafer, İmam Zeynel Abidin

yoluyla İmam Hüseyin’e ve Hz. Ali'ye ulaşır ve

nesl-i paki olarak seyyiddir. Battal adının yiğitli-

ğinin, cesaretinin ifadesi olduğu, güç ve kuvvetin

sembolü olduğu gazilik unvanının da gazalarda

gösterdiği kahramanlıktan dolayı verildiği bilin-

mektedir. Battal Gazi 8. yüzyılda Emeviler devrin-

de yaşamıştır. Nitekim Battal Gazi’den bahseden

Bizans ve Süryani kaynaklar da bunu teyit etmek-

tedir. Battal Gazi’nin tarihî şahsiyetiyle menkıbevî

şahsiyeti kaynaklarda ve hafızalarda birbirine ka-

rışmıştır. Battal Gazi’den bahseden Yakubi ve

Taberî’den başlayarak Evliya Çelebi’ye gelinceye

kadar pek çok kaynakta tarih ve menkıbe iç içedir.

Battal Gazi'nin yaşadığı dönem, Anadolu'da

Türk veya Arap olgusunun olmadığı bir zamandır.

Hakkındaki kaynaklara, yani destanlar, mesnevi-

ler, menkıbeler ve halk hikâyelerine bakıldığın-

da, kendisinin; Bizans’ın zulmünden bıkan halkın

hakkını savunmak için halktan bir ordu topladığı

ve Bizans ile savaştığı görülmektedir. Battal Gazi,

çalışkanlığı, cesareti ve kahramanlığı sayesinde

komutanlığa, hatta Misis şehri valiliğine kadar

yükselmiştir. Battal Gazi, sadece Bizans zindan-

larına düşen Kılıçtaş’ı alperenleri değil, o zama-

nın heterodoks Hıristiyan’ı, bugünün Müslüman’ı

Boşnakları da Bizans zulmünden kurtarmak için

çaba harcamış, mücadeleler yapmıştır.

Battal Gazi bilhassa 717-740 yılları arasın-

da, Emeviler’in Bizans’a karşı yürüttükleri mü-

cadelelerde rol almış ve hem Müslüman hem de

Hristiyan kaynaklara yansıyan efsanevi şöhreti-

ni bu sırada kazanmıştır. Taberî’de nakledilene

göre Battal Gazi, 717 yılında Meseleme bin Abdül-

melik komutasındaki İslâm ordularıyla birlik-

te İstanbul'un hem deniz hem karadan kuşatıldı-

ğı sefere katılmış, İmparator Leon’un direnmesi

karşısında bu kuşatma 718 yılında sona erdiril-

miştir. Anadolu’da menkıbevî şahsiyet olan Battal

Gazi’nin adı etrafında, daha ilk kaynaklardan baş-

layarak, bir destanlar halesi meydana gelmiştir.

Onun Rum seferlerindeki maceraları, Taberî’den

başlayarak, Arap tarihçilerinde ve Bizans krono-

lojilerinde, ya birbirinden nakledilmek suretiyle

yahut da birbirini tamamlayacak şekilde anlatıl-

mıştır. Battal Gazi’nin muharebelerini anlatan söz

konusu kaynakların zikrettikleri bölge, şehir ve

kasaba isimlerine bakıldığında onun başta Malat-

Hüsamettin ATEŞ

45Eylül 201244

ya, Kayseri, Afyon ve Eskişehir yöresi olmak üze-

re, el-Cezire ve Suriye bölgelerinde akınlarda bu-

lunduğu görülür. Hiç şüphesiz bu coğrafya gerçek

muharebelerin vuku bulduğu coğrafyadır.720 yı-

lında Battal Gazi ve Melik Gazi 20 bin kişilik bir

kuvvetle, Akroenes Savaşlarında Leon ve Kons-

tantin komutasındaki Bizans ordusu ile çarpış-

makta olan İslâm ordusunun yardımına gelirler.

Savaş çok şiddetli geçer ve her iki taraftan da çok

sayıda insan ölür. Bugünkü Afyonkarahisar yakın-

larından bulunan eski ''Akroinon'' mevkiinde vu-

kua gelen büyük savaşta Battal Gazi şehit olur ve

İslâm ordusu Şuhut’a çekilir. Akrenion'a yaklaşık

100 km. uzaklıktaki Seyitgazi’ye de defnedilir.

Battalname’de Battal Gazi’nin Anadolu’da Hı-

ristiyanlarla yaptığı savaşlar konu edilmektedir.

Bu savaşlarda merkez saha genellikle Malatya yö-

residir. Savaşlar İslâmiyet-Hıristiyanlık mücade-

lesi şeklinde dinî bir hüviyet taşır. Cihad ve gaza

ruhu kendini kuvvetli bir biçimde hissettirir. Bat-

tal Gazi bu savaşlarda bir “evliya” karakteri ser-

giler. Düşmanlarla savaşır; okuduğu dualarla bü-

yüleri bozar; ateşte yanmaz; göz açıp kapayıncaya

kadar uzun mesafeler aşar; Hızır’la yoldaştır, sı-

kışık zamanlarda ondan yardım görür. Kâfirleri

İslâm’a davet eder, İslâmiyet’in yayılmasını sağ-

lar. Her savaşın sonunda elde ettiği malı mülkü

din uğruna savaşan yiğitlere dağıtır. Türk gazi ti-

pinin mükemmel bir örneğini aksettiren Battal

Gazi, gerek kahramanlığı, gerekse evliya karakte-

riyle Anadolu insanı üzerinde son derece etkili ol-

muştur. Bu yüzden de Battalname Anadolu halkı

arasında asırlarca sözlü olarak yaşamıştır. Ay-

rıca Anadolu dışında yaşayan Türk toplulukları

arasında da sevilmiş, yazılıp okunmuştur. Tama-

men Müslüman Türk geleneklerine göre meyda-

na getirilmiş olan Battalname’nin yazıya geçiri-

liş tarihi henüz kesin olarak tayin edilememekle

birlikte, eserin 11-12. yüzyıllarda Danişmendli-

ler zamanında söylendiği ve Danişmendnâme’nin

yazılış tarihi olan H.643’ten (M.1245-1246) önce

yazıldığı tahmin edilmektedir. Battalname’nin

bugün bilinen nüshaları arasında yazıldığı döne-

me ait olanı yoktur. Eldeki nüshalar daha sonra-

ki dönemde yazılmışlardır. Bilinen en eski nüsha

H.840 (M.1436-1437) tarihini taşımaktadır (Ar-

keoloji Kitap, nr. 1455). Battalname, Darendeli

şair Bakai (ö. 1785) tarafından H.1183/M.1769 de

manzum olarak da yazılmıştır.

Seyyid Battal Gazi Külliyesi

Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinde Üçler Tepe-

si’ndedir. 1207-1208 yıllarında Anadolu Selçuklu

Sultanı 1. Alâeddin Keykubat’ın annesi Ümmühan

Hatun tarafından yaptırılmıştır. Rivayete göre

Battal Gazi Ümmühan Hatun’un rüyasına girmiş

ve: “Ey Hatun! Ben o kişiyim ki Diyar-ı Rûm’u al-

dım, kâh karada, kâh denizde doksan yıl gazilik

ettim. Sonunda şehit oldum. Gel beni ziyaret et,

Üzerime bir türbe yap!” demiştir. Ümmühan Ha-

tun da mezarı bularak türbe ve adına bir külliye

yaptırmıştır. Külliye hakkında şu bilgileri aktara-

lım:

Ana kısım, orta avlunun güneyine düşen bö-

lümde olup, Seyyid Battal Gazi Türbesi, mescit

(cami) ve bağlantılarından meydana gelen bu bi-

rim, külliyenin çekirdeğini oluşturur. Camiin gi-

rişinde, üçüncü Semahanede bir taş levha üzerin-

de şu kitabe vardır: “Bu mescit ve bu yapılar Kılıç

Arslan’ın oğlu Keyhüsrev zamanında yapılmış-

tır. Tarih 1207’dir. ”Seyitgazi’nin türbesi tepenin

yamacından yükselerek kasabaya hâkim bir ko-

numdadır. Burada minareli bir cami, bir tekke ve

İslâmî dönemlere aittir; bu binanın önceden bir

Bizans manastırı olması muhtemeldir. Daha son-

ra Selçuklular buna bir okul ve Konya’nın Mev-

levileri de bir tekke eklemişlerdir. Seyit Gazi’nin

mezarı, bir türbenin ortasındadır. Yüksek kubbe-

li türbede Seyyid Battal Gazi’nin 8.50 m. boyun-

daki sandukası ile yanında Ele Nora’ ya ait olduğu

söylenen küçük bir mezar dikkat çeker. Yapılışı-

nı takiben çeşitli onarımlar görmüş olan türbenin

asıl restorasyonu II. Bayezid (1481-1512)’ın padi-

şahlığı döneminde Mihaloğlu Ahmed ve Mehmet

Beyler eliyle gerçekleştirilmiş olup o bakımla bu-

günlere ulaşabilmiştir. Suzan Albek de türbe ve

caminin tekkenin ünlü şeyhi Güzelce lakaplı Sey-

yid Muhittin’in dileğiyle Sultan Beyazıt Han za-

manında yenilendiğini belirtmektedir.

Türbenin dış görünüşü zarif ve huzurludur.

Dolgular, yan yüzeyleri derinleştirmekte ve bu şe-

kilde köşelerin ve kenarların görünüşünü daha

da kuvvetlendirmektedir. Yapıya güzellik, hafif-

lik, aynı zamanda da istikrarlı görünüş kazandı-

ran bir unsur da budur. Zayıf bir saçaklığın üstüne

16’genlik bir tambur, yüksek bir kubbeyi taşımak-

tadır. Selçuklularda mermer işçiliği büyük bir

özenle ve çok temiz olarak yapılmaktadır. Bu özel-

likleri burada da görüyoruz. Üstelik türbenin se-

kizgeni oluşturan yanlarının uzunlukları bir san-

timden daha az bir farkla tamamen aynıdır. Ama

türbenin içerisinde yeni yapıldığı belli olan bir sı-

valama ve kireçleme (badana) sanat ve estetik açı-

dan eseri olumsuz etkilemiş, görünümünü boz-

muştur.

Seyyid Hasan Gazi

Anadolu topraklarında, Darende’de ken-

di adıyla anılan bir tepenin başında bir şehit ve

seyyid mezarı vardır. Bu mübarek kabir; Battal

Gazi’nin amcası ve kayınpederi olan Seyyid Ha-

san Gazi Hazretlerinindir. Darende’nin Zengibar

Kalesinin güneydoğusunda Hasan Gazi Tepesinde

şehit düştüğü yerde metfundur. 1888 (h. 1306) ta-

rihli Sivas Vilayet Salnamesinde; “Ğazzat-ı Kiram-

dan Hasan Gazi” cümlesiyle başlayan ibarede Sey-

yid Hasan Gazi Hazretlerininkabrinin Darende’de

olduğu belirtilmektedir. Kabir taşında “Fahri’l-

Ulema Eş-Şehid Hasan Gazi” ayak taşında ise “Ta-

rih Sene 830 Rahmetullahi Aleyh” yazılıdır. Ancak

bu taşın ve yazıların daha sonraki dönemlerde ek-

lendiği tahmin edilmektedir. Battal Gazi’nin Hic-

ri 122 yılında vefat ettiği birçok kaynakta zikredil-

mektedir. (Bu tarih miladi 740 senesidir.)

Darende çok büyük manevî değerlere sahiptir.

Bu manevî şahsiyetler asırlardır bu beldeye hu-

zur, bereket ve feyiz saçmışlardır. Memleketin sa-

hibi olan büyük şahsiyetler, manevî değerlere hür-

meten hizmet etmeyi görev telakki ederek, “Hasan

Gazi Tepesi’nin” imarı ve ihyası için harekete geç-

tiler. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Müte-

velli Heyet Başkanı Hamit Hamidettin Ateş Efen-

di, çok büyük kadirşinaslık göstererek büyük bir

projeyi hayata geçirmiştir. Burası günümüzde tüm

insanların ziyaretgâhı haline gelmiş olup yoğun

ilgi görmektedir.

1 Taberi, Tarih-i Taberi, c.3, sa.496-498 (M/839-923). 2 İbnü’l-Esir El-Kamil, c.5, sa.206-207 (M.1160-1234).3 Hanifi Hoca, Darende Tarihi. 4 Battal name, Bilinen en eski nüsha 840 (1436-37), (Arkeoloji Ktp.,nr. 1455).5 Bakai, Battal name, 1183 (1769) manzum olarak yazılmıştır.6 Sivas Vilayet Salnâmesi (H.1306 / M.1888).7 İlyas Küçükcan, Seyyid Battal Gazi ve Külliyesi.8 Büyük İslam Ansiklopedisi.9 Battal Gazi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.

Kaynakça

Sulejman MURATOVİC

47

ŞEHRİ VARLIKLARIYLA

TAÇLANDIRANLAR“Şeyh Hamid-i Velî: Ali Dağının dibinde, Akçakaya Köyünde doğup kendini

yetiştiren bir büyük gönül sultanı. Ekmek pişirerek geçimini sağladığı için halk

arasında “Somuncu Baba” diye tanınıyor.”

Eylül 201246

Şehir ve İnsanMuhsin İlyas SUBAŞI

Hani dedik ya ‘Kayseri ilim adam-

ların tercih ettiği bir şehirdir’,

diye. Bir şehir bu adı alır da, bu-

nun için gelip burada kalan âlim bulunmaz mı, bu-

nun numunesi olmaz mı? Elbette vardır. Bir gün

evimin yakınında bulunan Seyyid Burhaneddin’in

türbesi önünde durdum, saatlerce kendi kendi-

me hep bu isim muhasebesi içinde yorulup kal-

dım: Bu mübarek zat, 8 bin km. öteden ne diye

kalkıp Kayseri’ye gelmiş? Mesele Mevlâna'yı ye-

tiştirmeyle sınırlı olsaydı, Konya'da kalırdı, oraya

yerleşir orada ölmeyi isterdi. Hayır, öyle yapma-

mış, Mevlâna'ya dersini ve ders sonrası ödevini

vermiş dönüp bu şehre gelmiş. Keza, Zeynel Abi-

din de öyle değil mi? Kimine göre, Hz. Ali'nin to-

runu kimine göre, Kadı Burhaneddin'in taht va-

risi. Öyle ya da böyle, bugün şehrin merkezinde

bir türbe var ve burada bu adla bir mübarek insan

yatmaktadır. Medine'den gelmiş olabilir, Sivas'ta

doğup Kayseri'yi ilim beldesi olduğu için tercih et-

miş olabilir her halükârda bu şehrin itibarına ken-

di şahsiyetinden bir şeyler katan bir büyük insan.

Şeyh Camii dediğimiz o küçücük caminin hemen

bitişiğindeki türbede yatan İbrahim Tennurî Haz-

retleri sıradan bir isim midir? Sivas'ta sarraflık ya-

pan bir babanın zenginliğini bir kenara bırakarak,

gelip Kayseri'de ilim ve edep dersi veriyor. Fatih'in

hocası Akşemsedin'in halifesi olup Bayramiye Ta-

rikatını Kayseri'de halkın irfan meclisine kazandı-

ran bir isim oluyor. Üstelik Akşemseddin'le birlik-

te İstanbul'un fethine katılan ve yazdığı “Gülzar-ı

Manevi”yi Fatih Sultan Mehmed’e armağan eden

bir şairdir.1

Sanatçının İdrak ve İrade Gücü

Tefekkür kapısını bu büyük isimlere doğ-

ru açtınız mı, kabirleri burada olmasa da daha

nice isimler geliyor aklınıza: Mesela, Davud-ı

Kayserî'yi nasıl unutabilirsiniz, bu mümkün mü?

Bu şehirde doğmuş, eğitimi tamamlamak için

Mısır'a gitmiş, kendini yetiştirdikten sonra, ka-

riyerinin farkına varan Osmanlı Sultanı Orhan

Gazi, onu İznik'e çağırarak, kendi devletinin eği-

tim sistemini onun mübarek elleriyle şekillendir-

mek için emaneti ona bırakmış. Bir Kayserili, bir

cihan imparatorluğunun ilim müesseselerine şe-

kil ve muhteva veriyor. Kayseri için küçük bir me-

sele mi bu? Kayseri'de doğmuş, burada yetişmiş,

çocukluğunda hacca oradan Mısır'a gidip eğitimi

tamamlayan ve 19 yaşında gelip şehrine kadı olan,

daha sonra kendi adına devlet kuran Kadı Bur-

haneddin Ahmed'i düşünmemek mümkün mü?

O kadı ki, Osmanlı'nın edebiyatta ilk Divan'ını

oluşturma şerefine eren bir büyük şair. Yine aynı

şekilde Sinan!.. O da, imparatorluğun sanatta-

ki seviyesini belirleyen bir büyük deha... Bir köy

çocuğu, köyünden saraya devşirme yoluyla gidi-

yor. Orada, “Ser Mimaran-ı Hassa (Osmanlı’nın

Başmimarı)”lık gibi bir koltuğa oturmayı başarı-

yor. Sonra da, Hıristiyan bir aileden gelmiş olma-

sına rağmen, Müslümanlaşmasının şuuru ve dik-

Hulusi YAYLA

Eylül 201248 49

katiyle hatta iddiasıyla Selimiye’yi inşa sebebini

açıklarken; “Kefer-i fecerenin mimar geçinenle-

ri, Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük kubbe-

yi, Müslüman sanatçılar inşa edemezler, sözü be-

nim yüreğime dert oldu. Onun için Selimiye'nin

kubbesini altı zira daha yüksek, dört zira daha de-

rin yaptım.»2 diyerek Hıristiyanlara Müslüman

sanatçının idrak ve irade gücünün tarihî dersini

en güzel bir şekilde verebiliyor! Yine aynı şekil-

de Şeyh Hamid-i Velî: Ali Dağının dibinde, Akça-

kaya Köyünde doğup kendini yetiştiren bir büyük

gönül sultanı. Ekmek pişirerek geçimini sağladığı

için halk arasında «Somuncu Baba» diye tanını-

yor. Yıldırım Bayezid’in Niğbolu zaferinden son-

ra bu zaferin şükranesi olarak Bursa'ya yaptır-

dığı Ulu Cami'nin açılışında ilk hutbeyi okuyor.

Kayseri'ye dönüyor ve irşat görevine başlıyor. Bu

sırada, Ankara'da Numan adında bir müderris'in

ünü sarmıştır Anadolu'yu. Ancak, Somuncu Baba

ondan önde bir büyüktür. Numan'ı Kayseri'ye ça-

ğırıyor, davet üzerine, Kayseri'ye Somuncu Baba'yı

ziyarete geliyor. Burada bir süre birlikte irşat gö-

revini sürdürüyorlar. Sonra birlikte Şam'a ve ora-

dan hacca gidiyorlar. Hacı Bayram Velî'nin asıl

adı Numan'dır. Kayseri'ye geldiklerinde bayram

günüdür. Bu buluşmayı da bayram sevinciyle kar-

şılarlar ve burada Numan'ın adı Bayram'a dönü-

şür. Ders görevinden Somuncu Baba'nın işaretiyle

irşat görevine geçerek Bayramiye tarikatını kuru-

yor. Ankara'nın manevî fatihi olarak orada yaşıyor

ve ölüyor. Somuncu Baba da Kayseri'ye bağlanıp

kalmıyor. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde irşadı-

nı sürdürüyor ve sonunda Darende'de vefat edi-

yor ve orada defnediliyor. Bugün Somuncu Baba

dendiği zaman akla gelen şehir Kayseri'dir... Çün-

kü ilim ve irfan bereketini burada almış ve bura-

dan Anadolu'ya yaymıştır.3

Sadece bunlar mı? Elbette ki değil: Son devir

Mevlevî Şeyhi Ahmet Remzi Dede'yi ihmal eder-

seniz, Mevleviliğe vefanızı terk etmiş olursunuz.

Yıllarca Osmanlı İmparatorluğunda Mevlevî şeyhi

olarak Genç Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün

özel ilgisiyle kütüphaneci olarak hizmet vermiş,

yaşlanıp Rabbine kavuşacağını anlayınca mem-

leketine gelmiş, ruhunu sahibine teslim ederken

bedenini de Seyyid Burhaneddin türbesinin giri-

şine bırakmış. Ahmet Remzi Dede'nin müridi ve

yakın dostu, Yanan Dede. Bir Hıristiyan ailenin

çocuğu olarak doğup 13 yaşında Mevlânâ'ya bağ-

lanan tam 40 yıl Müslümanlığını gizleyerek yaşa-

yıp sonra ifşa edilince evinden atılan Mehmet Ab-

dülkadir Keçeoğlu’nu (Yanan Dede) ihmal etmek,

Allah ve Peygamber aşkıyla gözyaşı döken bir

iman abidesine vefasızlık olmaz mı? “Gönül hûn

oldu şevkinden, boyandım Yâ Rasûlallah” diye-

rek Türkçe’nin en muhteşem Nât’ını yazan, bu

mübarek insan Kayseri’den kopmadan yaşamış ve

İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Onun

ibretlerle dolu hayatı, inanmış insanların neleri

göğüslemesi gereken bir ev ödevi gibidir bize...

İnşa Edici ve Yüceltici Şahsiyetler

Dikkat ettiniz mi bilmem; Osmanlı'nın ilim-

de Davud-ı Kayseri, edebiyatta Kadı Burhaned-

din, sanatta Mimar Sinan ve tasavvufta Somuncu

Baba belirleyici, inşa edici ve yüceltici ilk hareketi

veren isimleri olarak çıkıyor ortaya...

Bugün itibarlı şehirlerin hemen tamamı, kendi

toprağından çıkan böyle burç isimlerin itibar kre-

dilerini kullanarak kendilerine referans imtiyazı

sağlarlar. Sanırım, bu fazilet pınarlarından besle-

nen Kayseri'nin eski yaşlıları, bugünkü gibi dün-

yaya dört elle sarılmamışlar ve hatta yaşları 63’ün

üzerine çıktığında, kendilerinden yaşını soranla-

ra, cevap vermemeye özen göstermişlerdir. Bunu,

Ahmet Yesevî Hazretlerinin, bu yaştan sonra ken-

disine yaşanacak yer olarak mezar şeklinde toprak

altında bir mekân hazırlamasının uyarıcı işareti-

ne bağlarlar. Bu mübarek insan, “Allah’ın Sevgili

Kulu, Peygamber’i, Hz. Muhammed (s.a.v.) dünya

hayatını 63 yıl tasarruf etmiştir. Bu yaştan sonraki

ömür bizim için lüks olur.» diyerek sade bir ha-

yat yaşamıştır. Bir gün bir yaşlı zata bunu sordum:

«Oğlum, yaşım önemli değil. Allah insana şükre-

decek kadar ömür versin. Buna dua edin.» diyerek

bana gerçek bir hayat öğüdünde bulunmuş ve aynı

zamanda bir neslin hayat felsefesini ifşa etmişti.

Kayseri'den beslenenler, Kayseri'yi besleyen-

ler... Bu şehrin kalite hamuruna kendi itibarları-

nı maya yapanlar burada yatıyor olabilirler, ya da

buradan göçüp ama Kayserililik imtiyazıyla baş-

ka yerlerde yatıyor olabilirler. Önemli olan onla-

rın gönül pınarından beslenmeyi talep edenler bu

şehirde dün olduğu gibi bugün de var mı? Bu şeh-

rin havasını teneffüs edenler, bu şehirden nema-

lananlar bunun bir vicdan borcu olarak düşünür-

lerse, Kayseri’nin dikkate alınmayan o saklı yüzü

hayatımıza şekil verecek bir yol haritası açabilir...

Bunu şehrin değil, bu şehirde yaşayanların ihtiya-

cı vardır diye düşünüyorum...

1 Ali Rıza Karabulut, Meşhur Muta-savvıflar, s. 216. Seyyid Burhaned-din Vakfı Yayını, Kayseri l994.

2 Muhsin İlyas Subaşı, Taşla Ko-nuşan Deha, s. 22 Nesil Yayınları,

İstanbul 2004.3 Ali Rıza Karabulut, Meşhur Muta-

savvıflar, s. lll. Seyyid Burhaneddin Vakfı ayını, Kayseri 1994.

Dipnot

Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin Akçakaya Köyündeki MescidiSulejman MURATOVİC

51Eylül 201250

Amellerİ İbadete Çevİren İksİr:

NİYETİlim ve Hayat Mehmet SOYSALDI*

İnsan hayatında en

önemli değer iman-

dır. “İmandan sonra en

önemli şey nedir?” sorusuna ce-

vaben “niyet” desek herhâlde

yanlış söylemiş olmayız. Sahih

bir iman, kişiyi faaliyete geçi-

rir ve salih amel yapmasına vesi-

le olur. Amel bir bakıma imanın

şekle bürünmüş hâlidir ve her

amel bir niyetin neticesidir. İşte

bu noktada iman, amel ile amel

de niyetle değer kazanır ve kema-

le erer. Çünkü ameller niyetlere

göredir.

Sözlükte “yönelmek, ciddi-

yet ve kararlılık göstermek” gibi

anlamlara gelen niyet genellik-

le “Allah’ın rızâsını kazanmak ar-

zusuyla ve O’nun hükmüne tabi

olmak üzere fiile yönelen irade”

şeklinde tarif edilmiştir.2

İslâm dininin en önemli hu-

suslarından biri niyettir. Kişinin

yaptığı işler niyete göre değer ka-

zanır. Aynı işi yapan iki kişi niyet-

lerindeki farklılık sebebiyle birbi-

rine zıt karşılık görebilirler. Bu

sebepten gerek Kur’an’da gerekse

hadislerde niyetin önemini belir-

ten beyanlar gelmiştir. Nitekim

Yüce Allah; “Kesilen kurbanla-

rın ne etleri ne de kanları Allah’a

ulaşır; fakat ona sadece sizin

takvânız ulaşır.”3 buyurmakta-

dır. Bu âyet, genel olarak bütün

ibadetlerde iyi niyet ve ihlâsın

gerekliliğini ortaya koymakta-

dır. Anlaşılıyor ki, ibadetlerimiz-

de bizi Allah rızâsına ulaştıracak

olan temel unsur, kalplerimizin

takvâsı, yani bu ibadetleri, göste-

rişten uzak olarak sırf Allah rızâsı

için yapma çabasıdır.

Niyetin Halis Olması

Buhârî ve Müslim’in Hz.

Ömer (r.a.)’den rivâyet etmiş ol-

dukları ve “niyet hadisi” diye

meşhur olmuş olan hadis-i şerif-

te Allah Rasûlü şöyle buyurmak-

tadır: “Ameller niyetlere göredir.

Herkese niyet ettiği şey vardır.

Öyleyse kimin hicreti Allah’a ve

Rasûlüne ise, onun hicreti Allah

ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de

elde edeceği bir dünyalığa veya

nikâhlayacağı bir kadına ise,

onun hicreti de o hicret ettiği şe-

yedir.”4

Nasıl Kur’an âyetlerinin ini-

şine sebep olan, “sebeb-i nüzul”

dediğimiz birtakım olaylar ve

sorular varsa, hadislerin de bir

“sebeb-i vurûdu” vardır.

İbn Hacer, “Fethu’l-Bârî”de

bu hadisin sebeb-i vürûdu

ile ilgili şöyle bir olay anla-

tır: Rasûlullah’ın Medine’ye

hicret etmesi üzerine, Müslü-

manlar Mekke’yi terk ederler.

Muhâcirlerden bir hanım sahâbî

olan Ümmü Kays da, Medine’ye

hicret etmek ister. Bu arada bir

sahâbî Ümmü Kays’a evlenmek

üzere talip olmuş, kadın da, “Be-

nimle Medine’ye hicret edersen

seninle orada evlenirim.” demiş-

tir. Bu sahâbî Medine’ye hicret et-

meye gönlü olmadığı hâlde sırf o

kadınla evlenmek için Medine’ye

hicret etmiş ve sonra da orada ev-

lenmişlerdir. Sırf Ümmü Kays’la

evlenmek için hicret eden bu

şahsın niyeti sahâbe arasında bi-

lindiği için bu kişiye; “Muhaci-

ru Ümmi Kays” (Ümmü Kays’ın

muhaciri) lakabı takılmıştır.5 Du-

rum Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ula-

şınca Hz. Peygamber (s.a.v.) bu

hadisi söylemiştir.

Demek ki hicret için niyetin

halis olması gerekir. Hem evlen-

mek gibi dünyevî bir maksat hem

de hicret gibi bir niyet beraber

olabilir. Ancak birinci ve esas ni-

yetin ne olduğu önemlidir. Örne-

ğin oruç tutup bununla hem iba-

det ve hem de perhiz niyet edenin

hâli de böyledir. Sırf perhiz için

tutulan orucun sevabı yoksa da,

her ikisine niyet edene ise, niye-

tinin derecesine göre bir sevap

vardır. Eğer perhiz niyeti galebe

çalarsa, Gazalî’ye göre bunun se-

vabı yoktur.6 İşte bütün ameller

böyledir, niyetimizde Allah rızâsı

galip olursa sevap alırız, değilse

hiçbir sevap alamayız.

Niyet, Dinin Üçte Biridir

Niyet, dinin üçte biridir.

İslâm’ın amel boyutunun üçte bi-

ridir. Nitekim bazı âlimler niyet

hadisinin, İslâm’ın üçte birini,

bazıları da dörtte birini teşkil et-

tiğini söylemişlerdir.

Beyhakî, niyet hadisinin, il-

min üçte birini teşkil ettiğini

söyledikten sonra şu açıklama-

yı yapmaktadır: “Kulun kesbi,

ya kalbiyle ya diliyle ya da uzuv-

larıyladır. İşte niyet bu üç kısım-

dan biri ve en üstünüdür. Çünkü

niyet bazen müstakil bir ibadet

olduğu hâlde, diğerleri ibadet

boyutu kazanabilmek için ona

muhtaçtır. İşte bu sebepten do-

layı Allah Rasûlü “Mü’minin ni-

yeti amelinden hayırlıdır.” bu-

yurmuştur.”7 Bazen niyet amelin

önüne geçebilir. Çeşitli sebepler-

le işlenemeyen amel, niyet sebe-

biyle sanki işlenmiş gibi sevap

kazandırır.

Ahmed b. Hanbel ise, niye-

tin ilmin üçte biri olduğunu söy-

lerken, niyetin ahkâmın çıkarıl-

dığı üç temelden biri olduğunu

kastetmiştir.8 Bu temelleri ifa-

de eden üç hadis vardır: Bunlar,

niyet hadisi, bid’at hadisi ve hü-

küm hadisidir. Bu hadislerden

niyet hadisi, “Ameller niyetlere

göredir.”; bid’at hadisi, “Bizim

emrimize uymadan yapılan bir

amel merduttur.”9; üçüncü ha-

53

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Adı : Ayyâş

Künyesi : Ebû Abdillâh

Lakabı : Zü’r-Ramheyn

Doğum yılı : Tespit edilemedi

Doğum yeri : Mekke

Baba adı : Amr b. el-Muğîre el-Kureşî el-

Mahzûmî

Anne adı : Esmâ bint Mahreme et-

Temîmiyye (Ümmü’l-Cellâs)

Eş(ler)i : Esmâ bint Seleme

Akrabaları : Hâlid b. Velîd ve Ebû Cehil’in

amcaza desi ve ana bir kardeşi

Oğulları : Abdullah, Hars, Abdurrahman

Kızları : Ümmü’l-Hâris,

Kabilesi : Kureyş’in Mahzum boyundan

İslam’a girişi : İslam’ın ilk günlerinde

Sohbet süresi : 20 yıla yakın (Mekke’de birkaç

yıl tutuklu kaldı)

Rivayeti : 2-3

Yaşadığı yer : Mekke, Habeşistan, Medine,

Şam

Mesleği : Ticaret

Hicreti : Habeşistan, Medine

Savaşları : Mekke’de hapis edildiği için Be-

dir, Uhud ve Hendek savaşlarına bu yüzden katı-

lamadı.

Görevleri : Hz. Peygamber onu bazı bölge-

lere elçi olarak göndermiştir.

Fiziki yapı : Tespit edilemedi

Mizacı : Tespit edilemedi

Ayrıcalığı : İslam’a ilk girip işkence gören-

lerden; hem Habeşistan’a, hem de Medine’ye hic-

ret edenlerden.

Ömrü : 60-70 civarında

Ölüm yılı : H. 15.

Ölüm yeri : Şam, Mekke, Yermük veya

Yemâme’de öldüğü kayd edilmektedir.

Ölüm sebebi : Yermük veya Yemâme’de şehit

düştüğü nakledilir.

Hakkında : Müşrikler onu kandırarak

Medine’den Mekke’ye götürüp birkaç sene hapis

etmişler ve yeniden hicret etmesini engellemiş-

lerdi. Bu durumuna çok üzülen Hz. Peygam ber

uzunca bir müddet sabah, öğle ve yatsı namazla-

rında, “Allahım! Ayyaş b. Ebû Rebîa’yı ve Mek-

ke’deki di ğer güçsüzleri kâfirlerin elinden kur-

tar” diye dua etmişti.

Hadisleri : “Bu ümmet bu (Kabe’ye) tazim ve

hürmet gösterdikleri sürece hayır üzeredirler. Ama

bunu terk edip zayi ettiklerinde helak olurlar.”

Kaynaklar: İstîâb, I. 381-382; İsâbe, IV. 750;

Üsd, I. 884; DİA, IV. 296-7; Müsned, III, 420;

IV, 347; Müslim, Mesâcid, 294-295; İbn Sa’d,

Tabakât, IV. 129.

*Prof. Dr.

AYYÂŞ B. EBÎ RABÎA (r.a)

53Eylül 201252

1 *Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. [email protected]

2 Dönmez, İ.Kâfi, “Niyet”, D.İ.V. İslâm Ans, XXXIII, 169.3 Hac, 22/37.4 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1, Eymân, 23; Müslim, İmâret, 155;

Ebû Dâvûd, Talak, 11; Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd, 16.5 el-Askalânî, İbn Hacer, Fethu’l-Barî, Kahire, 1986, I, 24.6 el-Askalânî, İbn Hacer, Fethu’l-Barî, I, 25.7 Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, I, 61, 109; Taberânî, VI, 185;

Canan, İbrahim, Kütübü Sitte, XVI, 8.8 Canan, Kütübü Sitte, XVI, 8.9 Buhârî, İ’tisâm, 20, Buyû’, 60; Müslim, Akdıye, 17, 18; İbn

Mâce, Mukaddime, 2; Ahmet b.Hanbel, el-Müsned, VI, 146, 180.

10 Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107.11 Buhârî, Rikâk, 31: Müslim, Îmân, 206-207.

*Prof. Dr.

Dipnot

dis olan hüküm hadisi ise, “Helal

de haram da açıklanmıştır. Ara-

da şüpheli şeyler vardır. Şüphe-

li şeylerden kaçının. Bir Müslü-

man şüpheli şeylerden sakınırsa

dinini ve ırzını korumuş olur.”10

şeklindedir.

Ameller niyetlere göredir.

Yani bir Müslümanın niyeti se-

limse ameli de selim olur, ame-

li selim olanın akıbeti de selim

olur. Ameller başlangıçtaki niye-

te bağlı olarak neticelerine göre

değerlendirilir. Mesela bir in-

san, bir iyilik yapmaya niyet etse

de onu yapmasa bile yine bir se-

vap alır. Eğer onu yaparsa, duru-

muna ve ihlâsına göre bazen on,

bazen yüz, bazen de daha fazla

sevap kazanabilir. Hâlbuki kötü-

lükler, niyette kalsa günah yazıl-

maz, yapıldığı zaman da sadece

bir günah yazılır.11

Yaptığımız amelleri birer sı-

fır olarak kabul edelim ve amel

defterimizi yaptığımız ameller-

le yani sıfırlarla doldurmuş ola-

lım. Eğer biz bu sıfırların başına

bir getirirsek o sıfırın belirli bir

mânâsı ve kıymeti olur. Eğer bir

sıfırımız varsa başına bir koydu-

ğunuz zaman 10, iki sıfırımız var-

sa başına bir koyduğunuz zaman

100, üç sıfırımız varsa başına bir

koyduğunuz zaman 1000 olur.

İşte bu temsilde sıfırların başına

konulan bir rakamı, niyeti tem-

sil eder. Bir rakamı olmazsa nasıl

o sıfırların hiçbir değeri yoksa iyi

niyet yani Allah rızâsı için yapma

amacı yoksa yapılan amellerin de

hiçbir değeri yoktur.

İnsanın, yaptığı amellerde ni-

yetinin ne olduğuna çok dikkat

etmesi, niyet muhasebesi yap-

ması gerekir. Bu muhasebeyi bu

dünyada yapan hatalarını ve ku-

surlarını görerek onları telafi

edebilir. Ama niyet muhasebesi-

ni yapmayan ise, âhirette kaybe-

den ve hüsrana uğrayanlardan

olacaktır.

Niyet Muhasebesi

Niyet muhasebesi yapılırken

şu beş temel ilkeye dikkat edil-

mesi gerekir:

1. Niyet, ne yaptığını bilmek

olduğu gibi kimin için ve ne için

yaptığını da bilmek demektir.

Namaz kılıyoruz, kimin için kılı-

yoruz? Farz namazlara riya gir-

mez. Ama nafile namazlara riya

girer, dolayısıyla nafile namaz-

larımızı evde kimsenin görmedi-

ği yerde kılmalıyız. Amellerimize

bakıp neyi, kimin için yaptığımı-

za çok dikkat etmeliyiz. Yaptı-

ğımız amelleri bilinçli ve şuurlu

yapmalıyız. Bilinçli ve şuurlu ya-

şayan insana Allah iki şey verir:

Bunlardan ilki ferâset ve ikincisi

de basîrettir.

2. Niyette, yüzün sadece

Allah’a ve âhirete dönük olması

gerekir. Eğer böyle yaşarsak Al-

lah yâr ve cennet diyar olur. Eğer

böyle yaşamazsak şeytan yâr, ce-

hennem diyar olur. Allah muha-

faza etsin.

3. Mü’minin niyeti amelin-

den hayırlıdır. Niyeti yüce olan,

o ameli işlemeye güç yetireme-

se bile niyetinin karşılığını ala-

caktır. Mesela, her sabah evinden

çıkan bir kişi, “Ben bugün Allah

yolunda cihat edeceğim.” diye ni-

yet ederek çıksa, akşam evine bu

amacına kavuşamadan dönse bile

yine o gün Allah yolunda cihat et-

miş gibi sevap alarak evine döne-

cektir. Her sabah dükkânının ka-

pısını selim bir niyetle açan bir

kişi dükkânında yaptığı alışveriş

sonunda sevap kazanarak evine

döner.

4. İnsan, niyet okumalıdır.

Ama okuyacağı niyet sadece ve

sadece kendi niyeti olmalıdır.

Başkalarının niyetini okumaya

kalkışmak doğru değildir. Çünkü

başkalarının niyetini ancak Allah

bilir. Başkalarının niyetini oku-

maya kalkan kişi, Allah’ın alanı-

na müdahale etmiş, Allah’ın işine

soyunmuş demektir.

5. Niyetin selimiyeti gayretul-

lahı harekete geçiren en önemli

vesiledir. Eğer niyet selimse Al-

lah az amele çok sevap verir ve

o işe rahmet, bereket katar. Eğer

niyet selim değilse çok amel ya-

pılsa dahi hiçbir karşılık alına-

maz.

Allah niyetlerimize selimiyet

versin. Niyetlerimizde var olan

hastalıkları gidersin. Bizleri ken-

di rızâsına uygun yaşayanlardan

eylesin, âmin.

55Eylül 201254

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

Başkasına borç vermek Kur’ân’da

“karz” kelimesiyle ifadesini bul-

maktadır. Kur’ân’da bu kelime, esa-

sen Allah yolunda infak etmek, malıyla ve canıy-

la fedakârlıklarda bulunmak için kullanılmıştır.

Aynı zamanda bu kelime, Allah rızasını kazanmak

amacıyla, ihtiyaç sahiplerine karşılıksız ödünç

vermek anlamına da

gelmektedir. Bunun

için şu âyetleri dikkat-

le okumamız yeterlidir:

“Allah’ın kat kat

fazlasıyla (kendisine)

geri ödeyeceği güzel

bir borcu O’na (O’nun

adına faizsiz ödünç is-

teyen kuluna) verecek

olan kimdir? Darlık ve-

ren de bolluk veren de

Allah’tır. Hepiniz so-

nunda O’na döndürüleceksiniz.”1

“Andolsun ki Allah, İsrailoğullarından söz

almıştı. (Kefil olarak) içlerinden on iki de başkan

göndermiştik. Allah onlara şöyle demişti: Ben

sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar,

zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları

desteklerseniz ve Allah’a güzel borç verirseniz

(ihtiyacı olanlara Allah rızası için faizsiz borç

verirseniz) andolsun ki sizin günahlarınızı örte-

rim ve sizi, zemininden ırmaklar akan cennetlere

sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr yolunu

tutarsa doğru yoldan sapmış olur.”2

“Kim Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa,

Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca

onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.”3

“İmana sâdık kalmanın bedelini ödeyen er-

keklere, kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç ve-

renlere, verdiklerinin karşılığı kat kat ödenir ve

onlara tarifsiz güzellikte (değerli) bir mükâfat da

vardır.”4

“…O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni oku-

yun. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a gönül

hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden

(dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah ka-

tında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve

mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allah’tan

mağfiret dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı,

çok esirgeyicidir.”5

Karşılıksız ve Faizsiz Borç Verebilmek

Bu âyetlerde esasen mü’minin malını ve canını

Allah yolunda feda ederek bunları Allah’a ödünç

vermesinden bahsedilmektedir. Ancak aynı za-

manda bu Allah için mü’min kardeşine verilen

karşılıksız ve faizsiz borcu da kapsamaktadır. Al-

lah için mü’mine karşılıksız borç vermenin Allah’a

Kur’ân’ın Bİr Tavsİyesİ Olarak

BORÇ VERME

“Ödünç vermenin faziletli bir davranış olduğunu bildiren dinimiz,

bunun için temel bir prensip de ortaya koymuştur. Buna göre,

ödünç öncelikle Allah için verilmeli, bir şeye karşılık tutulmamalı

ve verirken bir menfaat şart koşulmamalıdır. Şayet ödünç veren

bunun karşılığında bir menfaat elde etmeyi, karşı tarafın verilen

borca karşılık bir şey vermesini şart koşarsa bu fâiz olur.”

Eylül 201256 57

borç verme şeklinde kabul edilmesi dikkat çekici-

dir. Çünkü bu şekilde borç vermede dünyevî bir

menfaat beklenemeyeceği için geriye en ulvî mak-

sat olarak Allah’ın hoşnutluğu kalmaktadır. Böy-

le temiz bir niyetle verilen güzel bir borcun kar-

şılığını da ancak Yüce Allah verebilir. Allah için

vermek, aslında vermek değil almaktır. Allah için

verilen borcun “güzel borç” yani “karz-ı hasen”

olarak nitelendirilmesi de çok anlamlıdır. Verilen

borçların bu nitelikte olması için, verenin verdi-

ğini hissettirmeden tamamen Allah için vermesi,

bunu mü’minler arası dayanışmanın bir gereği ve

Allah’ın bir tavsiyesi olarak görmesi, başa kakma-

ması ve karşılık beklememesi gerekir.

Faziletli ve Sevap Bir Davranış

İslâm’a göre muhtaç olan bir kişinin borç al-

ması mubah, ihtiyacı olana borç vermek ise men-

duptur. Bu şekilde ihtiyaç sahiplerine borç ver-

mek İslâm ahlakı açısından faziletli ve sevap bir

davranış olarak kabul edilmiştir. Karşılıksız yar-

dım Kur’ân’ın teşvik ettiği güzel bir davranış-

tır. Hatta karşı tarafın şahsiyetini incitmeyeceği

için, borç vermek sadaka vermekten daha fazi-

letli kabul edilmiştir. Bu konuda sevgili Peygam-

berimiz şöyle buyurmuştur: “Mirac Gecesi cen-

netin kapısı üzerinde, ‘Sadaka on misli sevapla,

borç ise on sekiz misli sevap ile karşılanır’ yazı-

lı olduğunu gördüm. Cebrail’e ödünç vermenin

neden sadakadan üstün olduğunu sordum; o da

şu cevabı verdi: ‘Çünkü dilenci, yanında olduğu

halde dilenir. Hâlbuki borç isteyen kimse ancak

muhtaç olduğu için borçlanır.”6

İslâm âlimleri, ilgili âyet ve hadislerden ha-

reketle, borç verme, borçluya ödemede kolay-

lık tanıma, duruma göre borcun bir kısmını veya

tamamını bağışlama yönünde tavsiyelerde bulun-

muşlardır. Konuyla ilgili bir hadiste ifade edildiği-

ne göre, kim zor durumda bulunan bir Müslüma-

na borç verirse, verdiğini alıncaya kadar ona her

gün sevap yazılır. Vade dolduğu halde borçlusu-

nu sıkıştırmazsa, ona her gün alacaklı olduğu para

veya bunun iki katı kadar sadaka sevabı yazılır.7

Çünkü bu şekilde borç alan bir mü’min ihtiyacını

meşru yoldan karşılayarak faiz batağına ve tefeci-

lerin tuzağına düşmemiş olur. Onu bu felaketten

kurtaran mü’min de buna karşılık sevap alır.

Bir Menfaat Şart Koşulmamalı

Ödünç vermenin

faziletli bir davranış

olduğunu bildiren

dinimiz, bunun için

temel bir prensip de

ortaya koymuştur.

Buna göre, ödünç

öncelikle Allah için

verilmeli, bir şeye

karşılık tutulmamalı

ve verirken bir menfaat

şart koşulmamalıdır.

Şayet ödünç veren

bunun karşılığında bir

menfaat elde etmeyi, karşı tarafın verilen borca

karşılık bir şey vermesini şart koşarsa bu fâiz

olur. Fâiz alıp vermek ise haramdır. Dolayısıyla

ödüncüne menfaat karıştıran ondan sevap

alamadığı gibi bir de günah kazanır. Ancak borç

verirken herhangi bir şart koşulmadan borçlu,

aldığının daha iyisini verir veya aldığını verirken

yanında bir de gönlünden kopan bir hediye

verirse bunda dinen bir sakınca olmaz. Bu, iyiliğe

karşı iyilikte bulunma anlamı taşır. Nitekim Hz.

Peygamber (s.a.v.) bunu tavsiye etmiş ve bu konu-

da şöyle buyurmuştur: “En hayırlınız borcunu en

güzel şekilde ödeyeninizdir.”8 Câbir b. Abdullah

(r.a.) da bu konuda şu bilgiyi vermektedir: “Mes-

citte kuşluk namazı kıldığı sırada Hz. Peygamber

(s.a.v.)’e vardım. Bana: “İki rekât namaz kıl.” bu-

yurdu. Benim kendisinde alacağım vardı. Alacağı-

mı ödedi ayrıca biraz da fazla verdi.”9

Günümüzde Müslümanlar arasında borç ver-

me konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Ar-

tık kimse eskisi gibi birbirine borç vermemek-

tedir. Böylece Allah’ın Kur’ân’da teşvik ettiği,

Müslüman dayanışmasının ve yardımlaşmasının

bir parçası olan karz-ı hasen kurumu çökmek-

tedir. Bunun yerini de fâizli krediler almaktadır.

Müslüman toplumlar açısından olumsuz olan bu

sonucun başlıca sebepleri arasında şunlar zikre-

dilebilir:

- Karşılıklı güvenin zedelenmesi,

- Borç alanların borçlarını zamanında ve tam

olarak ödememesi,

- Bu kurumu istismar etmeleri,

Bu sebepler yanında fâizli bankaların kredile-

ri cazip hale getirmesi de önemli bir etken olarak

zikredilmelidir.

Müslümanlar olarak bu karz-ı hasen

müessesesini yaşatmak için bazı tedbirler

almak zorundayız. Aksi halde, Allah korusun,

böyle giderse fâizi kanıksayacak ve normal

görmeye başlayacağız. Sonuçta fâize bulaşmama

konusundaki hassasiyetimiz ve direncimiz

kırılacaktır. Alacağımız tedbirleri iki noktada

özetleyebiliriz:

Borcu zamanında ödemek: Alınan borcun

zamanında ödenmesi gerekir. Borcu zamanında

ödemeyenleri zâlim olarak nitelendiren Hz. Pey-

gamber (s.a.v.): “İmkânı olduğu halde borcunu

ödemeyen zalimdir.”10 buyurmuştur. Bu kimse

hem borcunu zamanında ödememekle, hem iyi

niyeti kötüye kullanmakla ve hem de Müslüman

kardeşinin güvenini yıkmakla zulüm yapmış olur.

Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.), ödeme niyeti taşı-

madan borç alan kimsenin hırsızdan farkı olmadı-

ğını da ifade etmiştir.11

Borcu tam ödeyip karşı tarafı zarara uğ-ratmamak: Aldığımız borcu tam ödeyerek, bize

borç verip iyilik yapan kardeşimizi zarara uğrat-

mamalıyız. Bunun için de enflasyon bulunan ül-

kelerde para değerinin alım gücünde meydana

gelen azalmalar telafi edilmelidir. Buna enflasyon

farkı denilmektedir. Enflasyon sebebiyle meyda-

na gelen değer kaybının telafi edilmesi faiz de-

ğildir. Bu, borcun güzel bir şekilde ödenmesi an-

lamına gelmektedir. Buna göre, bir sene önce

aldığımız 1000 TL’yi bir sene sonra 1000 TL ola-

rak ödediğimiz zaman karşı tarafı zarara uğratmış

olacaksak buna sebebiyet vermemek ve hakta kal-

mamak için borç aldığımız gün, alınan miktarı al-

tın, döviz veya değer istikrarını koruyan mallar-

dan birine endekslemeliyiz.

1 2/Bakara, 245.2 5/Mâide, 12.3 57/Hadid, 11.4 57/Hadid, 18.5 73/Müzzemmil, 20.6 İbn Mâce, Sadakât, 19.

7 İbn Mâce, Sadakât, 14.8 Buharî, Vekâlet, 5; Müslim, Müsâkât, 22.9 Buharî, İstikrâz, 7.10 Buharî, İstikraz, 12; Ebû Davud,

Büyû, 10.11 İbn Mâce, Sadakât, 11.

*Prof. Dr.

Dipnot

“İslâm âlimleri, ilgili âyet ve hadislerden hareketle, borç verme,

borçluya ödemede kolaylık tanıma, duruma göre borcun bir

kısmını veya tamamını bağışlama yönünde tavsiyelerde bulun-

muşlardır. Konuyla ilgili bir hadiste ifade edildiğine göre, kim zor

durumda bulunan bir Müslümana borç verirse, verdiğini alıncaya

kadar ona her gün sevap yazılır.”

59Eylül 201258

PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN* Muhâsibî, özellikle dilimize “Kalp

Hayatı” ismiyle çevrilen “er-

Riâye” adlı eserinde, insanın ya-

ratılış amacını Allah’ın gerekli gördüğü görevle-

ri yerine getirme olarak açıklar. Ona göre bu, her

kulun riâyet etmesi gereken bir hak ve ödevdir.

Haddizâtında bu hak ve ödeve riâyet etmek, dünya

ve âhiret mutluluğunun kaynağı olması hasebiyle

kulun da yararınadır. Çünkü Allah, yarattığı varlık-

ları ve onlara en yararlı olan şeyleri bilendir. Böy-

le olduğu içindir ki, Allah’ın insan fıtratına uyan

işleri sevecek, uymayanları ise sevmeyecek bir ya-

pıda yaratması ve bunların insanlar tarafından bi-

linmesi varoluşsal bir durumdur. Yani insanın var

oluşu veya yaratılışında böyle bir kodlama söz ko-

nusudur. Allah insan doğasını böyle yaratmıştır.

O halde bu yapıyı zorlamak, düzeneğini bozmak,

ödevini yerine getirmemek, tembellik etmek veya

haddini aşarak başka yollara sapmak insanı iki

dünyada da huzur ve mutluluğa ulaştıramaz.

Farklı Yönelimlere Açık

Gerçekte insanda farklı yönelimlere de açık bir

doğayı yaratan Yüce Allah, kuluna gönderdiği me-

saj olan vahiy ve model insan olan Allah Rasûlü va-

sıtasıyla, doğru yolu göstermiş ve bu tercihin fıt-

ratın hakikatine uygun olduğunu belirtmiştir. Bu

nedenle insanın eğilim ve yönelimleri arasında var

olan bazı olumsuz davranışlara yönelme yanlış bir

tercih olup insanın aleyhine olacaktır. Çünkü Yüce

Rabbimiz, insanın şehevî istek ve arzularının ola-

cağını, bunların insanı dürtüleyeceğini bilmekle ve

bildirmekle kalmayıp, insan nefsinin bunlarla mü-

cadele edebilecek şekilde yaratıldığını da bizlere

ifade etmektedir.

Muhâsibî, Allah’ın kullarını cezâ ile uyarması-

nı da, psikolojik ve eğitsel bir gereklilik olarak gö-

rür. Ona göre “Ömrünü şehevî duyguların tatmini

için harcayan kimse, acı veren ağır bir cezâ konu-

lup onunla tehdit edilmeden, bu yaptıklarından

vazgeçmez”. Bu yaklaşım, modern eğitim sistem-

lerinde bile içeriği değişmekle birlikte uygulama-

sından vazgeçme imkânı olmayan cezânın gerek-

liliğini asırlar öncesinden bizlere göstermektedir.

Aynı şekilde iyilik yapan ve Allah’ın gerekli kıldı-

ğı sorumluluk ve görevleri yerine getiren kimse-

lerin ödüllendirilmeleri de, insanı yönlendirmede

etkili olur. Nitekim bu gün modern eğitimin özel-

likle ödül merkezli öğretme ve eğitme yaklaşımı,

Muhâsibî’nin yaklaşımıyla benzerlik göstermek-

tedir. Muhâsibî’ye göre, insanın doğasını bizzat

yaratıcısı olarak en iyi bilen Allah, insan fıtratına

uygun olduğu için, hem ödül, hem cezâyı öngör-

müştür.

Nefsi Tanımak

Nefsin arzuları ve Muhâsibî’ye göre gerçekte

düşmanları durumunda olan bazı karakter oluşu-

muna dönük eğilimler bilinmeli ve insan doğasın-

da var olan mücadele etme yöntemleriyle işlevsiz

hale getirilmelidir. Bunun için önce nefsi tanımak

gerekir. Çünkü nefs tanınınca, ondan sakınmak

daha kolay olur. Aksi halde insan aldanabilir.

Muhâsibî’ye göre nefsin istek ve arzularına iti-

raz edilmedikçe, bu istek ve arzular insanı hüsrâna

götürür. Psikolojik açıdan bakıldığında, insan nef-

sine itiraz etmedikçe, yaptıklarını sorgulama yete-

neğini de kaybeder. Her kötülüğün kaynağı nefs

olduğu halde kişi, bunu ortaya çıkarabilecek bir

noktadan yani, nefsi tanıyıp tavır geliştirmekten

uzaklaşmış olur. Nefs, onu esir eder ve bütün süs-

lerini kişinin önüne koyarak, onu helak olmaya ka-

dar sürükler.

Sonuç olarak; Muhâsibî düşüncesi bağlamında

insana düşen, nefsin, yaratılışından gelen bir insan

özelliği olduğunu, istekleri ve arzuları olabileceği-

ni, ama Allah’ın insan fıtratına yüklediği mücâdele

gücüyle bunun aşılabileceğidir. Bunun için de fıt-

rata uygun olarak, Allah’ın kullarına yüklediği gö-

revleri yerine getirmek, iyiliklerle meşgul olmak ve

Allah’ı gönülden çıkarmamak gerekir. * Doç. Dr.

VE YÖNELİMLERİ

fıtratMUHÂSİBÎ’YE GÖRE

61Eylül 201260

“Hayatı güzel yönleriyle kucaklama, olumlu yönleriyle ele alma konusunda okuyucu

düşünmeye sevk etmektedir. Engellere karşı savaş açma, sevgi, kardeşlik,

başarı, vefa, dünyanın tüm insanlığa yetecek büyüklükte oluşu… vb temalar...”

TASAVVUFÎ HAYAT 300 SORUDA

KİTAPLIK

Mahşerin Esrarı

İlhan Akın - Mehmet Nuri

Parmaksız

Akçağ Yayınları

Tel: 0312 432 17 98

Un Sandığı - 5

Mehmet Göçer

Göçer Ofset

Tel: 0344 415 40 40

Gül Şiirleri Antolojisi

Mustafa Miyasoğlu

Tuzla Belediyesi

Tel: 0216 444 09 06

Haccın Kalbine Yolculuk

Esma Sayın

Nesil Yayınları

Tel: 0212 551 32 25

Gölgeler Koridoru

Muhyiddin Şekur

Sufi Kitap

Tel: 0212 511 24 24

6160

KitapMuharrem AKIN

Tasavvuf; İslâmî hayatı rûhânî ve

rabbânî bir biçimde yaşama yolu,

tezkiye ile ihsâna erme san’atıdır.

Tasavvuf, adıyla olmasa bile muhtevâsı ve kav-

ramlarıyla Kur’an’da var olan bir ilim, Allah

Rasûlü’nün hayatında var olan bir hâl ve kurum-

dur. Allah Rasûlü’nün siyasî, ilmî

ve manevî olarak temsil ettiği üç

otoriteden sonuncusunun mü-

essese ve ilim olarak uzantısının

adıdır. Böyle olduğundandır ki

rûhânî ve tasavvufî hayat, her de-

virde ilgi uyandırmıştır.

Prof. Dr. Hasan Kamil

Yılmaz’ın Erkâm yayınları ta-

rafından neşredilen “300 Soru-

da Tasavvufî Hayat” adlı eseri,

tasavvufî hayata dair 300 soru

ve cevabından oluşmaktadır. İlk

olarak 1996 yılında yayınlanan el-Luma’/İslâm

Tasavvufu’nun sonunda yer alan soru ve cevabla-

rın geliştirilip genişletilmiş şeklidir.

Aradan on beş yıla yakın bir zaman geçer. Bu

süre zarfında yazar gerek konferanslarında soru-

lan, gerekse internet yoluyla kendine gelen soru-

ları biriktirip yeniden tasnîf eder. Ortaya toplam

300 soru ve cevabından oluşan yeni bir eser çıkar.

Bu yeni tasnîfte eser, giriş, üç bölüm ve sonuçtan

oluşmaktadır.

Giriş bölümünde tasavvufa dair

genel sorular yer almaktadır. Özel-

likle tasavvufun Kur’an ve sünnet-

te varlığı, lüzumu, sağlam bir ta-

savvuf çizgisinin şartları, İslâmî

ilimler arasındaki yeri, çağdaş birta-

kım tasavvufî problemler ile tasav-

vufun diğer mistik akımlarla irtibâtı

konularına dair yirmi yedi soru ve

cevabından oluşmaktadır.

Birinci bölümde tasavvufî hayata

dair sorular “Seyr u sülûk” ve “Kalbî

hayat” ana başlıkları altında incelenmektedir.

Seyr u sülûk konuları tarîkat, şeyhlik, mürîdlik,

intisâb ve bey’at ile icâzet ve silsileye dair konu-

lardır. Bu bölüm ayrıca seyr u sülûkte uygulanan

zikir, âyin ve semâ, mücâhede ve riyâzat, halvet

ve çile, sohbet ve râbıta ile bu kapsamdaki

tefekkür-i mevt gibi eğitim unsurlarını ihtivâ

eder.

Kalbî hayata dair konular ise teslîmiyet

ve tevekkül, vecd ve cezbe, aşk ve muhabbet,

fenâ-bakâ ve tecellî, temkîn ve telvîn, mûcize

ve kerâmet, tevessül ve istimdâda âid soru ve

cevabları kapsamaktadır.

İkinci bölümde tasavvufî düşünceye dair

vücûd/varlık ile mârifet ve insan-ı kâmil ko-

nularına dair soru ve cevablar bulunmakta-

dır. Vücûd ve varlıkla ilgili olarak vahdet-i

vücûd, vahdet-i şühûd, ricâlü’l-gayb, Hızır ve

Mehdî ile ilgili konular bulunmaktadır.

Mârifet ve tasavvufî bilgiye dair keşf ve

mükâşefe, ilhâm ve rüyâ, zâhir ve bâtın, ilm-i

ledün ile şatahât konuları yer almaktadır.

İnsan ve insan-ı kâmil konularında ise

önce tasavvufta insan konusu ile ilgili soru-

lara yer verilmekte, ardından insan-ı kâmil

konusuna vurgu yapılmaktadır. Ayrıca insa-

nın mânevî yapısı, rûh, nefs ve fonksiyonla-

rı konularına âid soru ve cevablarına yer ve-

rilmektedir.

Üçüncü bölümde kısmen tasavvufî bazı

dînî konulara dair soru ve cevablarına yer ve-

rilmiştir. Özellikle günümüzde halk arasın-

da çok sorulan ve medyada da sıkça günde-

me getirilen bu konulara dair soruların da

bu eserde bulunmasının yararlı olacağını dü-

şünerek yer verdik. Bunlar arsında sihir ve

büyü konusu ile cin ve nazar konusu önem-

li bir yer tutmaktadır.

Sonuç bölümünde ise yazar, üç yüz soru

ve cevabından oluşan bu çalışma neticesi or-

taya çıkan birtakım tesbitlere işaret etmekte-

dir. Çağdaş tasavvufî konulardaki sorular in-

sanımızın ilgi duyduğu bu alana dair bir fikir

vermektedir. Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz,

bu tasavvufi önemli eseri ilim dünyasına ka-

zandırmıştır. Kendisine teşekkür ediyoruz.

63Eylül 201262

HIZIR GİBİ

Ankara’da bir lisede edebiyat öğ-

retmeni ve müdür yardımcısı ola-

rak çalışıyordum. Bir gün odam-

da günlük işlerimi yaparken kapı tıkladı ve içeriye

bir kız öğrenci girdi. Çekingen ve utangaç bir halde

başı öne eğik biçimde karşımda duruyordu. Benim

geliş nedenini sormamdan sonra oldukça yavaş bir

sesle konuştu:

— Karnım çok aç hocam.

Zoraki söyleyebildiği bu kelimelerden sonra sus-

tu ve gözlerini yere indirdi. O anda ne diyeceğimi bi-

lemedim. Odayı kısa bir sessizlik kapladı.

Ben onların sınıfıyla da ilgilenen müdür yardım-

cısıydım. Öğrencilerin ders durumuyla ve kişisel so-

runlarıyla ilgilenmeye çalışırdım. Beni kendisine

yakın hissetmiş olmalı ki çekinerek de olsa odama

gelip derdini söyleyebilmişti.

Ben onu rahatlatmak için birkaç cümle söyledim:

— Kızım senin karnını doyurmak kolay, onu

hemen hallederiz, fakat ben merak ettim,

daha ayrıntılı anlatır mısın?

— Evde bir haftadan beri un çorbası

yapıyor annem. Evde yiyecek başka bir

şey kalmadı hocam.

Kendisini oturtmam ve konuşmam

onu biraz rahatlatmıştı. Önceden de

zayıf ve çelimsiz bir öğrenciydi ama yü-

züne dikkatle bakınca biraz daha zayıf-

ladığını ve solduğunu görmüştüm. Bölük

pörçük konuşuyordu, az buçuk bir şeyler

anlamıştım ama meseleyi tam olarak kavraya-

mamıştım.

Dış görüntüsünden zengin bir ailenin çocuğu ol-

madığı belliydi. Kendi halinde, sessiz sedasız bir

öğrenciydi. Dersine girmediğim için fazla tanımı-

yordum kendisini. İdareye uğrayan öğrencilerden

değildi. Notları orta düzeydeydi, devamsızlığı yok

denecek kadar azdı.

Benim kendisini dikkatle dinlediğimi görünce ke-

sik kesik de olsa konuşmaya devam etti:

— Babam sekiz seneden beri hapishanede yatıyor

hocam. Çok sıkıntı çekiyoruz.

Bunu ilk defa duyuyordum. Veli toplantısına hep

annesi gelirdi. Babasının bir yerde çalıştığını sanı-

yordum. Mesele yavaş yavaş aydınlığa kavuşuyordu.

Yavaş bir sesle sordum kendisine:

Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz kızım?

— Annem komşulara temizliğe gider, örgü örer,

dantel işler, yaptığı el işlerini satar. Son günlerde

pek iş alamadı da…

Kaç kardeşsiniz?

— Üç. Üçümüz de öğrenciyiz. Annem bizim ihti-

yaçlarımızı karşılamak için çok çalışıyor. Eve gelin-

ce o kadar yorgun oluyor ki hastalanacak diye kor-

kuyoruz.

Babasının hapishaneye niçin girdiğini sormadım.

Gerek de yoktu. Zavallı kızı bir de o olayla ilgili üz-

mek istemedim. Anlattığına göre diğer kardeşlerinin

durumu da pek iç açıcı değildi.

— Bildiğiniz bir yerlerde çalışılacak bir iş olursa

annem çalışır hocam. Ben de kendisine yardım ede-

rim.

Teneffüste karnını doyurması için para vererek

sınıfa gönderdim. Onun çıkmasıyla beraber beni bir

düşünce almıştı. Allah bilir ya bana derdini açana

kadar nasıl utanmıştı. Bu fakir aileye en kısa zaman-

da yardım edilmeliydi.

Konuyu hemen okul müdürüne anlattım. Okul

koruma derneğinden yardım alırız diye umutlandık.

Aksilik bu ya, koruma derneği bir hafta sonra genel

kurul toplantısı yapacağı için hesapları bağlamıştı.

Oradan bir ümit ışığı kalmayınca başka yolları dü-

şünmeye başlamıştık.

HatıraSırrı ER

65Eylül 201264

Öğrencinin zayıf ve solgun yüzü gözümün önün-

den gitmiyordu. Bir gün sonra odamda, başım iki eli-

min arasında düşünüyordum. Bir çıkış yolu bulma-

lıydık, ama nasıl? Ben bu duygular içindeyken kapı

tıkladı. İçeriye öğrencimiz Zeynep girdi ve heyecanlı

heyecanlı konuşmaya başladı:

— Hocam, bizim sınıfta oldukça fakir bir arkadaş

var. Söylemiyor ama anladığım kadarıyla durumla-

rı hiç iyi değil. Teyzemin kocası çok zengin. Ulus’ta

oteli falan var. Geçen gün bize oturmaya gelmişler-

di, ben bu arkadaşın durumunu anlatım. Çok acıdı-

lar. Yarın öğleden sonra okula gelip yardım etmek is-

tiyorlar. Fakat önceden size haber vermemi istediler.

Duyduklarıma inanamadım. Bu bir şaka mıydı?

Ben iki günden beri bir çözüm yolu düşünürken Zey-

nep neler söylüyordu bana! “Kul bunalmayınca Hızır

yetişmez” derler ya. Tam da öyle olmuştu bu iş. Biz

bir şey yapmamıştık fakat öğrencimiz Zeynep büyük

bir iş başarmıştı. Ne mutlu ona ki arkadaşlığın gere-

ğini yerine getirmişti.

Bir gün sonra odamda çalışırken içeriye bir ba-

yanla erkek girdiler ve kendilerini tanıttılar. Bunlar

Zeynep’in bahsettiği teyzesiyle eniştesiydi. Gelirken

okulumuza güzel bir çiçek yaptırmışlardı. Tanışma

faslından sonra geliş sebebini söylediler. Fakir öğ-

renci hakkında bütün bildiklerimi anlattım. Teyzesi

üzgün bir sesle, “Zeynep anlatınca çok üzüldük ho-

cam, zavallı yavrular kim bilir neler çekiyorlardır”

dedi.

Yaşadığımız toplumda yardımsever insanlar da

vardı. Duydukları bir haberden hemen etkilenmişler

ve koşa koşa gelmişlerdi; bir derde devâ olmak, ka-

nayan bir yarayı sarmak için.

Teyzesinin kocası ayağa kalkarak bana bir zarf

uzattı:

— Bu zarfta bir miktar para var hocam. Bunu size

takdim edeyim. Siz çocuğun ailesini çağırır verirsi-

niz. Öğrenci ve annesi bizi bilmesin. Bu yardımı okul

idaresi olarak yapıyoruz dersiniz. Önemli olan kimin

verdiği değil, bu paranın bir an önce o eve ulaşması.

Hayır, nerede olsa yerini bulur. Bizi söylemenize ge-

rek yok. Öğrenci bir de bizim yanımızda ezilmesin.

Zarfın içindeki parayı çıkarıp onların yanında

saydım. Bir öğretmenin maaşına yakın bir paraydı

bu. Ne anlayışlı, ne ince düşünceli insanlardı. İşin

doğrusu da bu değil miydi? Hayır nerede olursa yeri-

ni bulurdu. Öğrencinin onları bilmesi önemli değil-

di. Allah’ın bilmesi ve razı olması önemliydi. Bu para

onların çok işine yarayacaktı. Belki de sararmış yüz-

lerine bir canlılık gelecekti.

Gitmek için izin istediler ve kalktılar. Adres ve te-

lefon numarası verdiler ve bu gibi durumlarda hiç

çekinmeden kendilerini aramamı istediler. Gider-

lerken, görevini yerine getiren insanların mutluluğu

ve ışıltısı vardı yüzlerinde. Kendileriyle tanışmaktan

dolayı mutlu olduğumu söyledim ve dış kapıya kadar

uğurladım bu kutlu insanları.

Öğrencinin annesini okula çağırdık. Niçin çağır-

dığımızı bilmediği için telaşlanmıştı. Orta yaşlı biri

olmasına rağmen yaşından daha büyük gösteriyor-

du. Çektiği sıkıntıları yüzündeki çizgilerden okumak

mümkündü.

Müdür bey durumu açıklayıcı birkaç sözden son-

ra, kendilerine okul idaresi olarak yardım edeceği-

mizi söyledi ve bu zamana kadar niye sıkıntınızı okul

idaresine haber vermediniz, dedi. Zavallı kadın hiç-

bir şey konuşmadan sessizce dinliyordu. Onun o

mahcup hâli insanın içini parçalıyordu. Bir suçlu

gibi ezik, başı önde, gözleri yerde…

Okul müdürü zarfın içindeki parayı kadına verdi.

Bundan sonra zaman zaman kendilerine okul idare-

si olarak yardım edeceğimizi söyledi. Onu teselli et-

mek için çeşitli tavsiyelerde bulundu.

Çilekeş kadın gitmek için izin istedi. Teşekkür

ediyor, sebep olanlara dualar ediyordu. Gözlerin-

den süzülen birkaç damla yaş solgun yanaklarını ıs-

latmıştı. Sessizce çıktı. Bir gölge gibi süzüldü ve kısa

sürede gözden kayboldu. Bu paraya ne kadar çok se-

vinmişti kim bilir. Onun kadar olmasa bile bizi de ol-

dukça mutlu etmişti bu yardım işi. Az da olsa katkı-

mız olduğu için muhtaç bir kadının duasını almıştık.

Bu da az şey değildi doğrusu.

KAYSERİ GÜZELLEMESİ

Anadolu’muzun orta yerindeKızılırmak gibi akar Kayseri...O kadim tarihi durur derindeErciyes Dağı’na bakar Kayseri...

Çıkıp yücesine seyran eyledimYoğurdu yayıp da ayran eyledimGönlümü bu şehre hayran eyledimHasretin içimi yakar Kayseri...

Erciyes Dağı’ndan eksilmez dumanSaat Kulesi’nde durmuştur zamanKaplıcalarında var bin bir dermanGeçmişin ihtişam, vakar Kayseri...

Seyyid Burhaneddin manevî mührünMelik Gazi kazır kökünü küfrünMimar Sinan’ınla, Gül’ünle öğünGönülde demlenen efkâr Kayseri...

Mantısı, sucuğu, hoş pastırmasıMâziyi yaşatır kentlerin hasıYazın serin olur Tekir YaylasıMor menekşe, sümbül kokar Kayseri...

Beğendik, Erkilet bağları vardırAladağ, Erciyes dağları vardırTarihte görkemli çağları vardırÇalışır, düzlüğe çıkar Kayseri...

Sular dile gelir Kapuzbaşı’ndaSıla burcu burcu gözün yaşındaHatıralar saklı her bir taşındaÖzlemin bendini yıkar Kayseri...

Cami-i Kebir’de ezan okunurHasret türküleri cana dokunurUzağına düşen dertten yakınırSenden ayrı kalmak sıkar Kayseri...

M. Nihat MALKOÇ

67

AİLE VE DAYANIŞMA RUHU

Osmanlı’dA

Eylül 201266

KültürAydın TALAY

Aile, bir milleti temsil eden ana çe-

kirdek hükmündedir. Onun sağ-

lam ve insicamlı oluşu, her tür-

lü depresyona karşı sarsılmadan ayakta dimdik

duruşu ile ölçülür. Bu kısacık fâni âlemde insan

hayatının en verimli ve âsude günleri orada ge-

çer.Topluma kalıcı eserler veren ve unutulma-

yan nice hayırlı insanlar hep sağlam ailelerden

yetişmiştir. Vücuttaki organların sağlamlığı arı

gibi dinamik hücrelerin korunması ile sağlandığı

gibi bir milletin bekası da güçlü ailelerin varlığına

bağlıdır. Ne yazık ki batılı hayat tarzına odaklan-

dığımız günden beridir bu nadide örnek cevhe-

rimiz günden güne zayıflamaya, ona bağlı sevgi,

dayanışma ve sıla-i rahm halkaları da bir bir ko-

pup dağılmaya başladı. Zira bize dayatılan batılı

seküler hayat tarzı fedakârlık ve feragatin ötesin-

de sadece maddî menfaat, dünyevî rahatlık, heva

ve hevesler üzerine bina edilmiştir.Aile içi birli-

ğin oluşturduğu sağlam yapı tarzı yerini doyum-

suz ve acımasız bir maddî yarışa bırakınca örnek

yer ve yarimiz azaldı. Yaratılmışların en şereflisi

olan insandan anlaşılan mânâ deformasyona uğ-

radı. Modernizmin sahte reçeteleri sonunda koza

misali nefis iletişim zayıflayıp en yakın akrabalar

bile yabancılaşmaya yüz tuttu. Aslen Paris şehir

merkezinden olup aynı sitede komşumuz olan bir

Müslüman kardeşim geçen ay gittiği Fransa’nın

başkentinde sokaklarda yatan 150 kişi ile hiç kim-

senin ilgilenmediğinden acı acı bahsediyordu. Bu

husus bir asır kadar evvel ballandırılarak mede-

niyet merkezi olarak gösterilip evlatlarımızı tahsil

için imrenerek sevk ettiğimiz Avrupa’daki mason-

ittihatçı şom rüzgârı ve ortamını aklıma getirdi.

Hatta ferasetli aile büyükleri izin vermediği için

yük katarlarının arasında Paris’e kaçan Yahya Ke-

mal nedametini anlata anlata bitiremez. Onlar ne

yazık ki hem kendilerini mahvetmiş hem de Os-

manlının sonunu getirmişlerdi. Kâşki Sultan II.

Mahmud döneminde padişaha yazdığı mektupla

bizi uyaran Avusturya-Macaristan Prensi Meter-

nih ve benzerlerinin sözlerini dikkate alarak batı-

nın sadece hikmet mesabesindeki teknolojilerini

itina ile seçip maymunvari taklitçileri olmayıp za-

manında aklımızı başımıza alsaydık ama ne gezer.

Asalet Mertebesine Sahip İnsanlar

Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin bütün şer güç ve

badirelere rağmen altı yüzyıl ayakta kalıp bütün

dünyaya ilim ve muhabbeti yaymasında şüphesiz

ki en müessir rolü sağlam aile yapısı oynamıştır.

Hatta zaman zaman mâhutlar tarafından mey-

dana getirilen önemli çatlaklar dahi bu muhkem

bünyenin lif lif dokuduğu ahlâk ve mânevî terbi-

ye sayesinde çabucak atlatılabilmiştir. Nitekim

Araştırmacı Fransız Henri Mathieu şöyle diyor-

Eylül 201268 69

du: “Türklerde eşsiz bir hazine gibi mevcut olan

namus ve ahlâk anlayışını tasdik etmemek büyük

haksızlık olur. Onlar doğruluğu temel kabul eden

ve verdiği sözü mukaddes bilen kimselerdir.” Fert

ve toplumda tevhidi iman ve Allah’ın Rab sıfatı-

na merbutiyyet ve ahiret inancı ana eksen ve te-

mel taşı olduğundan eğitim ve öğretim aile, çev-

re ve medreselerde birlikte ve tenakuza düşmeden

oturtulmuştur. Kur’an ve sünnete uyarak terbi-

ye ve tekâmülün altın anahtarı verilmiştir. Erkek

ve kadın fiziki kabiliyet ve istidatlarına göre aile-

de görev aldıklarından erkek dıştaki hizmetle ma-

işet temini ve ailenin korunması için didinirken

hanım da aile yuvasını kollamak ve hayırlı nesil

meydana getirmek için seferber olmuştur. İhra-

mın tepesindeki hükümdardan sokaktaki esnafa

kadar baba, ana ve çocukların itaat, hizmet ve va-

zifeleri mükemmelen belirlenip bütünlük içinde

oturtulmuştur. Eş aranırken, yuva kurulurken ve

karşılıklı hak ve vazifeleri yerine getirirken nefsi

istek ve kuru akıl yanılmalarından kurtulmak için

Kuran ve sünnete ittiba esas alınmıştır.

Irk ayırımı yapılmadan bütün kabiliyet ve kud-

retler ölçü alındığı gibi Devşirme Ocağı ve Harem

Mektebinin örnek eğitimi ile de 21 ırktan teşek-

kül eden halk sulh ve selamet içinde yaşamıştır.

Ne yazık ki bu iki önemli ocak batı kaynakları, si-

yonizm ve onların uşakları eli ile hâlâ çarpıtılarak

işlenmektedir. Osmanlıda eğitim emanet bilinci

içinde erdem ve Allah korkusu ile taçlandırılmış

olan bütün ilimlere yer vererek yaygınlaştırdığı

gibi kula kulluğa asla yer vermemiştir. Böylelikle

kabiliyete dayalı makamlara hünerli ve yürekli in-

sanlar gelip sorumluluk arttıkça bütün halk hasbî

hareket ve vakıf anlayışı ile her gittiği yeri mamur

ve müreffeh eserlerle donatmıştır. Hiçbir ayırım

yapılmaksızın bütün insanlık için Allah’ın rıza-

sını umarak hizmet yarışı aile ve akraba ruhunu

canlı tutmakla kalmamış bütün insanlığın umu-

du olmuştur. Hanlarda sadece Müslümanlara de-

ğil hangi inançta olursa olsun bütün yolculara üç

gün bedava izzet ve ikram yapıldığı gibi üç men-

zil mesafeye gidiş emniyeti ve masrafları da hiçbir

şahsî karşılık beklemeksizin asırlarca yerine geti-

rilmiştir. Hatta I5 ve I6. Asırlardan itibaren vakıf

hizmetlerini yürütmek bir bakanlığın yükünü aş-

tığından üç bakanlıkla tedvir edilip seve seve ye-

rine getirilmiştir. İşte bu sebepledir ki I9.Yüzyıl

Fransız araştırmacısı Edmondo De Amicis ger-

çekleri şöyle haykırıyordu: «Bütün Türkler aynı

fikir üzerinde düşünceye dalan filozoflara benzer-

ler. Göz ve ağızlarında kesif bir iç hayatın ifade-

si okunur. Aynı asalet mertebesine sahip insan-

lardır.”

Kin ve İhtirastan Uzak

Osmanlıda aile reisi ve hanımı hangi maddî

seviyede olursa olsun daima şatafattan uzak ola-

rak mütevazı bir hayatı tercih ederek hayırlı ne-

siller yetiştirme ve insanlığa faydalı olmaya odak-

lanmışlardır. Padişah Haremi bütün insanlığa

örnek olacak hayâ, edep ve kanaatkârlık sergile-

miştir. İnsanlar kin ve ihtirastan uzak kaldıkları

içindir ki kaynaşma ve dayanışma ortamını kolay-

lıkla bulabilmişlerdir. Hükmü bütün dünyaya ge-

çen Fatih’in babası II. Sultan Murad Hanın bir ara

ailesi itibariyle maddî sıkıntı içine düştüğünü gö-

rüyoruz. Zengin olan vezirlerinden Çandarlı Kara

Halil Paşa’dan borç almayı Fazlullah Paşa’ya açın-

ca o padişahlara mahsus hususi hazine gerektiğini

ve bunu bir emirle hemen kolaylıkla temin edebi-

leceğinden bahsedince padişah hangi kaynaktan

bunu elde edeceğini sual etmişti. Vilayet halkın-

da çok fazla mal olduğunu ve bunlardan bir kıs-

mında padişahın hakkı bulunduğunu ileri sürün-

ce celâllenen II. Murad:

“Paşa bu nasıl sözdür? Bilmez misin ki bizim

vilayetimizde üç helâl lokma vardır: maden, cizye

ve ganimet. Askerlerimiz gaziler ordusudur. Her

zaman helâl lokma gerektir. Hangi padişah as-

kerine haram lokma yedirirse onu harami kılar.

Haramî ise küçük bir zorluk karşısında kaçar.” di-

yerek onu hemen azledip görevden uzaklaştırır.

Borcu gizlice alıp bir müddet sonra da öder.

Dünya sarhoşluğuna kapılma-

dan şefkat ve merhamet timsali

Efendimizin (s.a.v.) hayatını esas

alarak bir arada yaşama Osmanlı-

yı dinamik ve güçlü kılmıştır. Ata-

erkil aile coşku ve sevgi içinde işle-

re canla başla sarılıp yardımlaştığı

gibi muhabbet ve itaat de kaybol-

mamış at ve eşek üzerinde bıkma-

dan ve yorulmadan insanlar ilim

öğrenmek için veya bir akraba zi-

yareti için seve seve yol kat etmiş-

lerdir. Araştırmacı Dr. A. Brayer

Osmanlının meziyetlerini anlatır-

ken şöyle demektedir: “Osmanlı-

da çocuklar yetişip kemal yaşına

geldikleri zaman ana ve babaları-

nın yanında bulunmaktan iftihar

ederler. Ebeveynleri küçükken

kendilerine nasıl şefkat göster-

dilerse çocuklar da aynı şekilde

mukabele etmekle bahtiyar olur-

lar. Oysa diğer memleketlerde çok

defa çocuklar olgunluk çağına gi-

rer girmez ana ve babalarından

ayrılırlar. Kendileri refah içinde

oldukları halde onları sefalette bı-

rakırlar. Ana babaların onlara ih-

tiyaçları olduğu dönemde bu şekil-

de hareket onları yabancılaştırır.”

Aile Dinamik Yapısı Kaybolunca

Aile dinamik yapısını kaybedince sekinet, hu-

zur ve anlayışın kaynağı olan iletişim de bundan

nasibini aldı. Artık televizyonun ders ve ibretten

uzak yayınlarına meftun, yekdiğerine yabancı se-

lamsız ve sabahsız donuk kişiler insandan ziya-

de mobilyaların mekân tuttuğu otel odası misâli

evlerde dolaşmaya başladı. Ninenin masalları ile

başlayan ve daha sonraki yıllarda tekâmüle ula-

şan sohbetler de çok uzaklarda kaldı. Allah rıza-

sının bahşettiği sekinet içindeki saf ve nezih aile

yuvası yerini; at yarışları gibi baba analarla bir-

likte evlatları kurs ve dershane peşinde koşmaya

mahkûm etti.

Osmanlı aile nizamında ha-

nım evinin sultanı ve aile fertle-

rine neşe salacak bir enerji kay-

nağıdır. Gözü dışarıda, maddî

yarışta, çarşı pazarda olmadı-

ğı için hem kötü örneklerden

etkilenerek onları eve taşımaz

hem de enerjisini evi ve çocuk-

larına sarfederdi. Fransız ya-

zarı Piyer Loti dünyanın hiç-

bir yerinde erkeğin hanımına

Osmanlı erkeğinin davrandığı

gibi davranamayacağının altı-

nı çizerken bunun sırrının evin

Türk kadını tarafından hazır-

lanmasında yattığını kaydeder.

Odaların döşeme usül ve renk-

lerinden, kadının örtüsü ve aya-

ğındaki terliklere kadar her şey

yerli yerince olduğundan âhenk

ve güzellik saçardı. Hanım bü-

tün zekâ ve maharetini ev ve ço-

cuklarının temizlik ve tekâmülü

ile efendisini memnun etmeğe

harcardı. Erkek de akşam olup

da tehâlükle kendisini bir çiçek

kadar saf ve nezih olan evine at-

manın hasretini taşırdı. Aynı

oda derlenip toplanmak sure-

tiyle oturma, yemek ve yatak odası gibi üç vazi-

feyi görürdü ama buram buram sevgi ve muhab-

bet kokardı.

Osmanlıda yapı tarzı da derûnî iç iklimi güzel-

leştirip tamamlayacak tarzda idi. Bir kere mahal-

leler rastgele değil öncelikle cami ve hayır eser-

lerini merkeze almak kaydı ile onun etrafında

halkalanıyordu. Bunun aksi ayrılık ve vefasızlık

getireceğinden kesinlikle fırsat verilmezdi.

71

PEYGAMBERİ (S.A.V.)

ADALET

Eylül 201270

DüşünçeMehmet DERE Kur’an-ı Kerim’de

Hz. Peygamber

(s.a.v.) Efendimi-

zin uyması gereken esaslardan

bahsedilirken, “Emrolunduğun

gibi dosdoğru ol. Onların he-

veslerine uyma ve de ki: Ben

Allah’ın indirdiği kitaba inan-

dım ve aranızda adaleti ger-

çekleştirmekle emrolundum”1

buyrularak Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in adaleti tesis etmekle

görevli olduğu bildirilmektedir.

Allah Rasûlü, mübarek ha-

yatı boyunca, toplumda adale-

ti hâkim kılmak için mücadele

etmiş, gerek Müslümanlar ge-

rekse gayrimüslimler arasın-

daki muamele ve hükümlerde

adaletin en güzel örneklerini

vermiş, adaleti temel hakların

ve özgürlüklerin korunması,

toplumsal huzurun ve barışın

sağlanmasının teminatı olarak

görmüştür.

Adaletle Hükmeden Peygamber

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mü-

barek hayatını incelediğimiz za-

man, onun hem içerde hem de

dışarıda adaleti tesis etmeye ça-

lıştığını görürüz. O, bir taraf-

tan Mekkeli ve Medineli

Müslümanlar arasında

kardeşlik ilan eder-

ken, diğer taraf-

tan da Medine

Sözleşmesi

ile Müs-

l ü -

man, Yahudi ve Müşrikler arasın-

da adaleti sağlamaya çalışıyordu2.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in bu yönüne dikkat çeki-

lerek “Onlar sana gelirlerse ara-

larında adaletle hükmet”3 buy-

rulmuş; Hz Peygamber (s.a.v.)’in

evrensel bir ilke olan adaletten

-gayrimüslimler için bile olsa-

asla taviz vermemesi gerektiği bil-

dirilmiştir.

Allah Rasûlü, hayatın her ala-

nında daima adaleti, adil hüküm

vermeyi esas almış, bizzat ada-

letin en güzel örneklerini sergi-

lemiş; aile hayatında,4 insanlar

arası münasebetlerde,5 hâkim hu-

zurunda, şahitlik esnasında6 ada-

let esasını zihinlere yerleştirmiş-

tir.

Nitekim şu olay, buna

çok iyi bir misal teşkil

eder: Bir gün Mahzumo-

ğulları Kabilesinden Fa-

tıma adında asil bir kadın hırsızlık

yapmıştı. O kadını cezalandırma-

ması için ashabtan Hz. Üsame b.

Zeyd’i Peygamberimize gönderdi-

ler. Bu duruma çok kızan ve üzü-

len Hz. Peygamber (s.a.v.) şöy-

le buyurdu: “Nasıl oluyor da bazı

kimseler, Allah’ın kanunu karşı-

sında aracı olmaya kalkışıyor.

Sizden öncekilerin mahvolması-

nın sebebi şudur: ‘İçlerinden asil,

ileri gelen birisi hırsızlık yapınca,

onu serbest bırakıyor, zayıf ve fa-

kir bir kimse hırsızlık yapınca,

onu cezalandırıyorlardı.’ Allah’a

yemin ederim ki Muhammed’in

kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı,

onun da cezasını verirdim.”7

Görüldüğü üzere, Hz. Pey-

gamber (s.a.v.), adalet konu-

73Eylül 201272

sunda aracı olmak isteyenleri çok

yakını da olsa sert bir şekilde red-

detmiş, suçluya layık olduğu ceza-

sını vermekte en ufak bir tereddüt

göstermemiştir. Zira adalet orta-

dan kalkarsa, insan hayatına değer

verecek bir şey kalmaz. “Allah, in-

sanlar arasında hüküm verdiğiniz

zaman, adaletle hükmetmenizi em-

reder”8 ilâhî emrinin hikmeti gayet

açıktır.

Adaletten Uzak Hükümler Verilirse

Adaletin İslâm toplumunda, yö-

netimde, muhakemelerde ve insan-

lar arası ilişkilerde tam anlamıyla uy-

gulanması zorunludur. Çünkü adalet

mülkün temelidir. Adaletin olmadı-

ğı cemiyetlere zulüm, anarşi ve terör

hâkim olur. Toplumsal isyanlar çı-

kar, mahkemelere, devlete hatta fert-

lerin birbirlerine olan güveni kay-

bolur. İnsanlar, kendilerini koruma

ve haklarını elde etme peşine düşer;

hukukî otorite sarsı-

lır. Bu hususta Pey-

gamberimiz bizleri

uyarmıştır: “Bir kav-

min (devlet, mah-

keme, aile ve fertle-

ri arasında) hak ve

adaletten uzak hü-

kümler verilirse, o

kavimde mutlaka

kan dökümü yaygınlaşır.”9

Hz. Peygamber (s.a.v.), hiçbir göl-

genin bulunmadığı kıyametin yakıcı

sıcağında, arşın ferahlatıcı gölgesin-

den istifade edecek yedi sınıf insan-

dan bahsederken, en başta adalet-

li davranan idarecileri saymış10, adil

devlet başkanlarından ve yöneticile-

rinden övgüyle bahsetmiş11, ailesine

ve emri altındakilere adaletle muame-

le edenlere Allah tarafından kıyamet

gününde büyük mükâfatlar verilece-

ğini bildirmiştir.12

Aşağıdaki örnekte de görüldüğü

gibi Allah Rasûlü, en yakınları bile

olsa hep adaleti esas almış; hükümle-

ri/kanunları herkese eşit olarak uygu-

lamıştır. Bedir Savaşı’nda alınan esir-

ler arasında Peygamberimizin amcası

Hz. Abbas da vardı. Hz. Abbas’ın el-

leri bağlanmıştı. Esirler, fidye karşı-

lığı serbest bırakılmaya başlanmış-

tı. Ensar’dan bazı kişiler Hz. Abbas’ın

Allah Rasûlü’nün amcası olduğunu

öğrenince onun fidyeden affedilme-

sini istediler. Allah Rasûlü: “Hayır,

asla böyle bir şey olamaz! Onun öde-

mek zorunda olduğu fidyenin tek bir

dirhemi dahi bağışlanamaz!”13 bu-

yurdular.

Kul Hakkının Ödenmesi

Huneyn Savaşı’na katılan bir sa-

habi anlatıyor: “Ben devemin üze-

rinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ya-

nında ilerliyordum. Ayağımda sert

pabuç vardı. Devem Peygamber’in

devesini sıkıştırdığında pabucu-

mun kenarı Rasûlullah’ın baldı-

rına dokunarak onu rahatsız edi-

yordu. Bunun üzerine Rasûlullah

ayağıma kamçı ile vurarak, ‘Canı-

mı yakıyorsun, arkamdan yürü!’

dedi. Ben de onun yanından sa-

vuştum. Ertesi gün Rasûlullah

beni yanına çağırttı. Kendi ken-

dime ‘Beni dün ayağını incittiğim

için aramıştır’ dedim. Yanına git-

tim. Peygamberimiz bana ‘Sen

dün benim ayağımı incitmiş, ca-

nımı yakmıştın, ben de senin aya-

ğına kamçı ile vurmuştum. Bu-

nun karşılığını ödemek için seni

çağırdım’ dedi ve bana çeşitli he-

diyeler verdi.”14 Bu örnekte de gö-

rüldüğü gibi Rasûlullah, adale-

tin sağlanmasına ve kul hakkının

ödenmesine çok büyük önem ve-

rir; kendi üzerine geçen kul hak-

kını, her zaman ve her yerde, en

sıkıntılı savaş zamanında bile öde-

mekten geri durmazdı.

Çocuklar Arasında Adaletli Olmak

İki Cihan Önderimizin yine

bizler için güzel bir örnek olacak

tavrını görüyoruz: “Numan b. Be-

şir isimli genç bir sahabîye, baba-

sı malının bir kısmını hibe olarak

vermiş, diğer çocuklarını bu mal-

lardan mahrum etmişti. Çocuk-

ların annesi, bu duruma rıza gös-

termemiş ve meseleyi sormaları

için onları Peygamber Efendimi-

ze göndermişti. Peygamber Efen-

dimiz, malından diğer çocuklarına

da hibe edip etmediğini sormuş,

onlara vermediğini öğrenince de,

‘Allah’tan korkun ve çocuklarını-

zın arasında adaletli olun’15 bu-

yurmuştur.”

Yine bir gün, Peygamberimizin

küçük torunları Hz. Hasan (r.a.)

ve Hz. Hüseyin (r.a.) aynı anda

Peygamberimizden su istediler.

Peygamberimiz önce Hasan’a son-

ra da Hüseyin’e su verdi. Bunun

üzerine Hz. Fatıma (r.anha), “Ba-

bacığım suyu neden önce Hasan’a

verdin. Hasan’ı daha mı çok sevi-

yorsun?” diye sordu. Peygamberi-

miz: “Hayır, ilk önce suyu Hasan

istedi” cevabını verdi. Sevgili Pey-

gamberimiz torunlarını severken

de adaletli seviyor, hak geçirmi-

yordu. “Bağış ve ihsanlarınızda

çocuklarınıza adaletli davranı-

nız. Eğer ben birini üstün tutacak

olsaydım, kızları üstün tutardım” 16 buyurmuştur.

Sonuç olarak söylemek gere-

kirse, Allah Rasûlü, hayatın her

alanında daima adaleti, adil hü-

küm vermeyi esas almış, en yakın-

ları bile olsa hükümleri/kanunları

herkese eşit olarak uygulamıştır.

Allah Rasûlü, mübarek hayatı

boyunca, toplumda adaleti hâkim

kılmak için mücadele etmiş, ge-

rek Müslümanlar gerekse gayri-

müslimler arasındaki muamele

ve hükümlerde adaletin en güzel

örneklerini vermiş, adaleti temel

hakların ve özgürlüklerin korun-

ması, toplumsal huzurun ve barı-

şın sağlanmasının teminatı olarak

görmüştür.

*Prof. Dr.

1 42/Şûrâ, 152 Muhammed Hamidullah,

İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, c.1, İrfan Yayıncılık, 5. basım, İstanbul 1990, s.202-210.

3 5/Mâide, 424 4/Nisâ, 35 6/En’âm, 1526 4/Nisâ, 1357 Buhârî, Enbiyâ, 54; Megâzî,

53; Hudûd, 11-12; Müslim, Hudûd 8-9; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudûd, 6; Nesâî, Sârik, 6; İbni Mâce, Hudûd, 6.

8 4/Nisâ, 589 İmam Mâlik, Muvatta, Cihad,

26.10 Buhârî, Ezân, 36; Zekât, 16;

Rikâk, 24; Hudûd, 19; Müs-lim, Zekât, 91; Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât, 2.

11 Buhârî, Edep, 36; Müslim, İmâre, 5, 18; Cennet, 63.

12 Müslim, İmâre, 5, 18; Nesâî, Kudât, 1.

13 Buhârî, Megâzî, 53.14 Taberî, Tarih-i Taberî, c.3,

Çev. M. Faruk Gürtuna, Sağlam Yay., İstanbul 2007, s.106.

15 Müslim, Vesaya 13.16 Ahmet bin Hanbel, Müsned,

I/101.

Dipnot

75

İNSAN DOĞURUR

ACILAREylül 201274

HikâyeSelim TUNÇBİLEK

“Bunu ancak yaşayan-

lar bilebilir.” Delikanlı-

nın anne ve babası böy-

le düşünmekte haklıydılar. Bu ailenin yaşadıklarını

size tam olarak anlatabilme şansım var mı bilemi-

yorum. Biliyorum ki; Hiçbir acı yaşanmadan biline-

mez. Başkalarının yaşayıp bize naklettikleri acılıla-

rı ne denli yürekten duyumsarsak duyumsayalım o,

gerçeğinden çok farklı bir şeydir. Sadece aynı acı-

yı yaşayanlar birbirlerini anlama şansına sahiptir-

ler. Yeryüzünde tek bir acı vardır. O da insanın tek

başına yaşadığıdır. O sebeple her insan farklı acıla-

rı yaşar aynı acıyı yaşama şansı yoktur.

‘Siz benim ne çekti-

ğimi bilemezsiniz.’ dedi

delikanlı başını umut-

suz bir biçimde iki yana

sallayarak. Benim ne

çektiğimi bilmeniz için

çektiklerimi çekmeniz

gerekli. Hatta aynı dert-

lere sahip olmanız yet-

mez, aynı anne ve baba-

ya, aynı şartlarda sahip

olmanız gerekir. Dertle-

rinizle uğraşmak anne

ve babanızla uğraşmak kadar yorucu olmayabilir.

Şöyle ki; dertleriniz zaten vardır ve olduğu sürece

siz onun varlığını bilirsiniz. Anneniz ve babanızla

birlikte dertleriniz de varsa her gün sabah ve akşam

o derdin ayrı ayrı keşfedilmiş yeni yönlerini konuş-

mak da zorundasınız. Unutmasanız bile sabit bir

biçimde size verebileceği zarar ve acıları belli olan

derdinize yeni ve hiç hesapta olmayan taze sıkıntı-

lar ekleme beceriniz tek başınıza mümkün olmaya-

bilir. Ama anneniz ve babanız her gün akşama ka-

dar yeni acılar keşfederler sizin için. Akşamdan da

sabaha kadar göremedikleri sıkıntıları gece bulur-

lar. Sabah kalktığınızda da yeni keşfedilmiş acıları-

nız vardır sofrada. Bunu kendi başınıza da yaşama

şansı vermezler size. Konu komşu ve yakın akraba

ile paylaştıkça onlar için azalan dertlerin sizin için

çoğalacağının farkında değillerdir. Böylesine geniş-

leyen bir girdap içerisinde sizi hayata bağlayan ne-

ler varsa tek tek kopmaya başlar. Her kopan şey si-

zin içinizde derin yaralar açarak gider.’

Derin bir şekilde of çekti. Sonra devam etti:

“İnsanın anne ve babasından rahatsızlık duy-

ması diye bir şey olabilir mi? Oluyor, sakın yanlış

anlamayın; sizin hayatınızda böyle bir ıstırabı ya-

şamanızı istemem. Ama insanlar istemediği şeyleri

bazen hayatta yaşayabiliyor.”

Delikanlının söylediği bu son cümlesi benim du-

rumumu ne güzel özetliyordu. Evet, bu doğruydu.

Ben hiç istemediğim halde şu anda burada bu ad-

liye binasındaydım. Burada olmak bu gün için is-

teyebileceğim en son istek bile olmaması gerekir-

ken, Allah belasını versin, bilmediğim bir sebepten

ötürü işte buradaydım. Nasıl bir kusurdan dolayı

burada olduğum korkusu yüreğimin derinliklerin-

den fırlayıp beynime kazındı ki; bu sevimli delikan-

lının sözlerini daha fazla dinleyemeden özür dile-

yerek kaygılarımı ve korkularımı da yanıma alarak

dar bir alanda olta atmaya başladım.

Demek insanlar istemediği hayatı bazen yaşa-

yabiliyorlar. Bu şimdi bana karşı söylenmesi gerek-

li olan bir söz değildi. Delikanlının benim yaramı

deşmek amacı taşımayan sadece kendi durumunu

ifade etme gücünü taşıyan bu cümle beni zavallı ve

darmadağınık bir duruma sokuyordu.

Ah annem dedim. Ta ruhumun derinliklerinden

“Siz benim ne çektiğimi bilemezsiniz.’ dedi delikanlı başını

umutsuz bir biçimde iki yana sallayarak. Benim ne çektiğimi

bilmeniz için çektiklerimi çekmeniz gerekli. Hatta aynı dert-

lere sahip olmanız yetmez, aynı anne ve babaya, aynı şart-

larda sahip olmanız gerekir.”

Eylül 201276

BEN KAYSERİYİM

TARİH VE DOĞA KIZIGesi bağında cânân, Erkilet’te Hasan’ımSakarya’da gönüllü, liseli kahramanımMiralay Şehit Nâzım, bayrağa düşen kanımKerem ile Aslı’da belki de ilk romanımPınarbaşı, Yahyalı, nakış nakış Bünyan’ımMakarr-ı Ulemâ’yım, mektep, medrese, han’ım Kızılırmak, Zamantı, Yamula’da limanımFetihler Kapısı’yım, Afşin’im, Alparslan’ım‘‘Tüm dünyâ senin’’ dedi, Yüce Oğuz Kağan’ımYabanlu Pazarı’nda ipek yüklü kervanımKültepe, Kaniş, Karum, Roma’da bezirgânımGevher Nesîbe afîf, aşk şehîdi sultânımMahperi Hunat Hâtun, külliyeler kuranımHem taşı konuşturan, hem taşla konuşanımMakarr-ı Şuarâ’yım; şâir, âşık, ozanımMevlevî Remzi Dede, naatlarda Yaman’ımBuram buram Selçuklu, Eretna ve Osman’ımKitaplara sığar mı binlerce hüsn ü ânım?

GÖNÜLLERDEKİ SIZISavaşta Battal Gâzî, sulhta Ahî Evran’ımBâzen bir Yûnus Emre, bâzen Karac’oğlan’ımKapuzbaşı diyorlar, Toros’ta çağlayanımBütün felâketlerde, en fazla ağlayanımYoksula merhamette yüreği dağlayanımZâlime karşı koyan, Hakk’a el bağlayanımKubbe kubbe mühürlü, kemer, kümbet her yanımÇeşmeyim gürül gürül, câmide şadırvanımErciyes’te yılkı at, Gediris’te hozanımToprağıma bağlıyım, yurduma bahçıvanım…

Bekir OĞUZBAŞARAN

77

gelen bir sesle. Onu şimdi daha iyi anlıyordum.

Evimize yani babamın evine ne zaman isim ve kim-

likleri belirgin olmayan, polis kaygısı uyandıracak

iki insan gelse annemin o endişelerle dolu korkuyla

ürperen sesini duyardım.

Oğlum evimize kravatlı iki kişi geldi seni sor-

dular. Adres ve telefon istediler. Ben de okumuşlu-

ğum yok oğlum bilmem ki deyip gönderdim. Oğ-

lum! Niye soruyorlar seni?

Bu kelimelerin içine gizlenmiş yılların korkusu-

nu ve acısını size nasıl anlatabilirim ki? Bu sesi si-

zin kulaklarınızın da mutlaka duyması gerekir. Yok-

sa başka türlü size anlatamam. Hem de annemden

duymalısınız. Her harfi iğne gibi kalbinize ve bey-

ninize saplanan söylenişiyle “oğlum niye soruyor-

lar seni?” cümlesini duymak, içinizde nasıl da dep-

remler yaratır bilemezsiniz. Bu korkuyu gidermek

ne denli güçtür.

Kendi çocuğu için korku ve acı çeken bir anne-

den daha çaresiz ne vardır yeryüzünde. Belki de ol-

taya takılmış bir balık o anneye benzeyebilir.

Benzeyebilir mi acaba?

Bence tam olarak benzemez. Ancak o balık tam

olarak sudan çıkarılmış bile olsa benzemez. Ama

sudan çıkarılmış fakat oltayı tutanın da elleri balı-

ğı sıkı sıkıya kavramışsa o vakit belki. Balık oltaya

sadece ağzından yakalanmıştır oysa bir anne böyle

bir durumda sanki binlerce oltalarla ta ciğerlerin-

den insafsızca çekiliyordur. Dünyada hiçbir fotoğ-

raf, hiçbir resim, hiçbir sinema filmi ve hiçbir ede-

biyatçı bu acıyı tam olarak anlatamaz. Çünkü hiç

kimse bir başkasının acısını tam olarak anlayamaz.

Hele yasalar… Kanunların bir acıyı anlama biçimi

tamamen daha farklı.

Mahkeme salonundan önce çocuklar ardından

anneleri gözlerindeki yaşları dökerek çıktılar. Ço-

cuklardan en küçüğü sessiz bir şekilde içine acıları

akıtmayı beceremiyordu. Küçük dudakları titriyor,

yüzü değişik bir şekilde gerilirken, burun delikle-

rinden istemeden derin nefesler alıyordu. Aldığı

bu nefes vücudunun bilinmez bir yerinde sanki dü-

ğümlenip kalıyor, nefes alması daha da güçleşerek

sık sık soluma gereği duyuyordu. Bakışları ve bütün

hareketleri anlamsız bir biçimde adeta sudan yeni

çıkmış bir balık gibi ama sessizce çırpınıyordu.

Anneler ve çocukların içlerinde birbirlerine ak-

tardıkları çaresizliğin her devredişlerinde içlerinde

nasıl korkunç uçurumlar açtığını gözbebeklerinde

görebiliyordunuz. Bir annenin çocuğuyla, bir çocu-

ğun annesiyle çaresizliği paylaşmasından daha bü-

yük bir elem var mıdır yeryüzünde?

Anne sanki kurtulma ümidini kaybetmiş suda

son nefesini veren bir insan gibiydi. Her şey onu bo-

ğuyordu. Çocuklarına karşı sesiz bir ümit akıp gidi-

yordu. Belki bu ümit onun yaşamasını sağlayan tek

gerçekti. Çocukların elleri o ümitten kendine sarkı-

tılmış bir ip gibi sıkıca onu da tutuyordu. Bütün bu

durum gece karanlığında çekilmiş bir resim gibiydi.

Görünen bunlar mıydı sadece? İki çocuk ve anne-

nin içinde kopan derin çığlığı kimseler fark etmedi.

Ben bile bu çığlığın yükselişini daha fazla duyma-

mak için midir nedir, bakışlarımı bir süre tavana di-

kerek gözlerimdeki nemi sakladım.

Ağlamanın ne denli onurlu bir davranış olduğu-

nu o anda fark ettim. Hele sessizce ağlamak.

Bu çocuklar bizim de çaresizliklerimizi alıp gö-

türdüler koridorlardan. Bu yalnızca onların ça-

resizlikleri değildi. Toplum olarak kendi çare-

sizliklerimizden bir bölümdü. Şimdi o çocuklar

gözükmedikleri için problemler de yok kabul eden

toplumsal mantığımız var. Oysa o çocuklar sıkıntı-

lara daha içten sahiplenerek terk ettiler bu koridor-

ları. Onlar için dışarıdaki mevsim bahar mıydı ki?

Sanmıyorum. Ağaçların taze çiçekler açmasını top-

rağın uyanan kokusunu duymaları onlar için müm-

kün değildi. Onların kendi içlerinde açılan uçu-

rumlara yuvarlanmaktan başka çareleri de yoktu.

Dışarının bahar olması kuşların cıvıltıları onlara o

denli uzaktı ki. Cenneti getirip avuçlarına koysanız

fark edeceklerini sanmıyorum. Onlara şimdiki acı-

larından daha ulvi bir erdem sunulabileceğini bil-

miyorum. Sunsanız bile onlar dünyanın hiçbir şeyi

ile bu ıstırapları takas etmezlerdi.Onları aile yapan

bu acılardı. Kimse bunun farkında değildi.

79Eylül 201278

AŞKIN İĞNESİ

19. asır şairi Seyrânî’yi Halk şai-

ri olarak telâkki etmekle birlik-

te Dîvân Edebiyatı sahasında

da at koşturmuş bir mütefekkir saymak müba-

lağa olmaz. Hece ölçüsü yanında Dîvân şiirinin

mutlak ölçüsü olan aruz vezniyle de çok sayıda

şiiri vardır. Dîvân şiirinin sadece ölçüsünü değil

mazmunlarını da başarıyla kullanan Seyrânî’nin

en azından Dîvân kültürüne vâkıf bir şair oldu-

ğu muhakkak görülüyor. Fakat edebiyatımızda

19. asır artık Divan ve halk şiirinin keskin çizgi-

leri neredeyse silinmeye başlamıştır. Onun için

Seyrânî de mesela na’t türü şiirlerinde hem halk

hem de Dîvân kültürünün izlerini gösterir. Bir

na’tında:

Bende bir ateş var yanmadan tüter

Tütünsüz âteşe yandığım yeter

Lûtfuna muhtacım iş sende biter

Sensin cümle derde dermân olan yâr

derken Halk şiirinin hem ölçüsünü hem de kültü-

rünü, ifade ve hitap tarzını, olduğu gibi yansıtır.

Diğer taraftan başka bir na’tında:

Ahmed-i Muhtâr’dır sermâye-i feyz-i vücûd

Eylemiştir hilkatin esrârın izhâr ibtidâ

gibi Dîvân şairlerine has kâfiye ve redif ve tabii ki

aruz vezni ile Dîvân edebiyatının gazellerini ha-

tırlatır.

Edebiyatımızda daha çok toplumun itici tip-

lerine, rüşvet yiyenlere, adaletsiz davrananlara

karşı söylediği taşlamalarla tanınmıştır.

Ormanda büyüyen adam azgını

Çarşıda pazarda seyran beğenmez

Medrese kaçkını softa bozgunu

Selâm vermek için insan beğenmez

dörtlüğü ile başlayan şiiri onun en tanınmış

eserlerinden biridir. Ya da çok ince bir ironi ile

EdebiyatVedat Ali TOK

GÜL’E BÖYLE!...

Bahtın açık, vefân derin; Edep sinmiş hâle böyle!..Secdegâhın, ruy-i zemin;Kim hat vurmuş ile böyle?..

Tesbih sükûn verir kalbe;Vuslât bağlı hoş sebebe!.. Kul sınanır gâh nesebe,Gâhi cana, mala böyle!..

Gönül, ömre ağladın mı?Nefs özünü dağladın mı?..Gül’e hasret çağladın mı?Sel oldun mu çöle böyle?..

Halil’de mi kaldı izin?Dost gülüne döndü közün!..Eyyûb’dan mı gelir sözün?Gam elenmiş dile böyle!..

Takdir yolu derin, duru;Tedbiri al doğru yürü!. Bu hicrette yaş ve kuru,Şerh olunmuş, Gül’e böyle!..

Arş’ı tutmuş bu kul hakkı;Ma’rifetle döner arkı;Mevlâ’m güzel kurmuş çarkı; Güne, aya, yıla böyle!..

Rıfat ARAZ

81Eylül 201280

rüşvet yiyen devlet adamlarını iğnelediği

Selefin rüşvetle hüccet yazması

Halefin anlayıp hüküm bozması

Yıkılan binanın birden tozması

Asıl sermayenin topraklığından

şiiri meşhurdur.

Hak yoluna gidenlerin

Asa olsam ellerine

Er, pîr vasfin edenlerin

Kurban olsam dillerine

Bildim hakikati kalktım uykudan

Hu ismi zatından zat ismi hudan

Sorsunlar Seyranî içtiğim sudan

Ben lisan-ı Hakkın sözünden içtim

gibi söyleyişleri ile Seyrânî, edebiyatımızdaki yeri-

ni çoktan almış bir şairdir.

Seyrânî’nin babası bir mahalle camii ima-

mı olan Hoca Cafer Efendi’dir. Kaynaklarda, ai-

lesinin fakir olmasına rağmen babası tarafından

medrese eğitimi görmesi için İstanbul’a gönderil-

diği zikredilir. Develili Seyrânî bir şiirinde bu bil-

gileri teyit eder:

Yedi yıl eğlendi, kaldı Seyrânî

Bütün tahsil etti ilmi irfanı

Sendeyken her türlü mürüvvet kânı

Bulmadın derdime çare İstanbul

Yukarıya birtakım şiirlerinden örnekler aldı-

ğımız Seyrânî’nin çok yönlü ve etrafıyla, sosyal ve

siyasal olaylarla da yakından ilgili bir şair oldu-

ğunu müşahede ediyoruz. Fakat hemen her şair

gibi Seyrânî de bir şair kalbi taşımaktadır. Şair

kalbi incedir, rakiktir. Nitekim sözbaşı yaptığı-

mız mısralarda son derece orijinal ve duygusal

bir söyleyişle karşılaşıyoruz.

Aşk, basit ve sıradan bir duygu değildir ve aşk

ile yapılan her iş, mutlaka etkili bir sonuca ulaşır.

Peygamber Efendimizin, İslâm’ı yayarken

karşılaştığı zorluklardan, işkencelerden yılma-

dan yoluna devam etmesi ve insanların hidayeti-

ne vesile olması aşk iledir… Muhasarası mümkün

görünmeyen Konstantinapolis’in şartların zor-

lanması ile fethedilerek bir Türk İslâm şehri olan

İstanbul haline gelmesi aşk iledir… Bir benzerinin

daha yapılamayacağı iddia edilen Ayasofya’nın

karşısına Koca Sinan’ın

Ayasofya’dan daha

haşmetli ve heybetli

Süleymaniye’yi dikme-

si aşk iledir… Aşk iledir

Fuzûlî’nin, Efendimi-

ze karşı duyduğu hissi

en yanık mısralarla Su

Kasidesi hâline getir-

mesi… Türk milletinin

“hasta adam” denilerek

tarih sahnesinden si-

linmek istenmesi karşısında istiklâl harbini ver-

mek suretiyle düşmanlarının heveslerini kursak-

larında bırakması aşk iledir…

Aşk, deyince akla ilk gelen insanî aşklar da

böyledir. Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Hüsn

ile Aşk... Anlık heves yahut birtakım maddî çıkar-

lar için evlenen insanların birliktelikleri en fazla

üç-beş sene sürerken, yaşları kemale ermelerine

rağmen birbirlerine sevgi, saygı ve merhametle

bakan eşlerin bir yastıkta kocamaları aşk iledir.

Aşk, sevginin, tutkunun en şiddetli hâlidir. Al-

lah aşkı, insan aşkı, sanat aşkı, tabiat aşkı… bun-

ların hepsi alâka duyulana sonsuz bir şekilde

bağlanışı ifade eder. Şair diyor ki ne yapıyor, ney-

le iştigal ediyorsanız edin; ona kuvvetli bir şekil-

de sarıldığınız takdirde, hem sonsuzluğa erebilir

hem de hedefinize ulaşabilirsiniz.

“Hece ölçüsü yanında Dîvân şiirinin mutlak ölçüsü olan aruz

vezniyle de çok sayıda şiiri vardır. Dîvân şiirinin sadece ölçüsünü

değil mazmunlarını da başarıyla kullanan Seyrânî’nin en azından

Dîvân kültürüne vâkıf bir şair olduğu muhakkak görülüyor.”

83Eylül 201282

Behâeddinzâde

Osmanlı döneminde yetişen büyük velilerden

olup aynı zamanda tefsir, hadis ve Hanefî mezhebi fı-

kıh âlimidir. İsmi, Muhammed bin Behâeddin, lakabı

Muhyiddîn’dir. Behâeddinzâde ve Behâî diye tanınır.

Küçüklüğünden itibaren tam bir edep ve terbi-

ye ile yetiştirilen Behâeddinzâde ilk tahsil hayatı-

na zamanının âlimlerinden olan babası Behâeddîn

bin Lütfullah’tan aldığı derslerle başladı. Ayrıca; dev-

rin meşhur âlimlerinden olan Mevlânâ Hatîbzâde,

Müslihuddîn Kastalanî ve Sultan II. Bâyezîd Hanında

hocası olan Mârûfzâde’den de dersler aldı. Böylesi mü-

barek zatların bereketli ders halkalarında bulunmakla,

kısa zamanda yetişip ilim ve fazilette kendini gösterdi.

Zahirî ilimlerin tahsilinden sonra, tasavvufa yöne-

len Behâeddinzâde büyük âlim ve evliya Şeyh Muham-

med İskilibî Hazretlerine hizmet etmeye başladı. İhlâs,

samimi ve gayretli çalışmalarının yanında hocasının

bereketli nazarlarıyla manevî kemalâta kavuşarak etra-

fı aydınlatmaya, feyz ve nur saçmaya başladı.

Talebe yetiştirmek üzere hocasından aldığı icazet

sonrasında Balıkesir’e yerleşti ve insanlara doğru yolu

göstermekle meşgul oldu. Behâeddinzâde, hocasının

manevî işareti üzerine vefatından sonra İstanbul’a gel-

di. Hocasının zaviyesine yerleşerek ders vermeye baş-

ladı.

Behaeddînzâde Hazretlerinin sohbetleri gayet tatlı

idi. Dinleyenlerin gönlünü çeker, bağlananların kalple-

rini manevî kirlerden temizlerdi. Dili hep hakkı söyler-

di. Her sözü hikmet dolu idi. İslâmî emir ve yasakla-

rı gözetmekte gayet titiz ve gayretli idi. Bunun için çok

çalışırdı. Ayrıca tasavvuf yolunun inceliklerine, edep-

lerine de çok riayet ederdi. Hakkı, doğruyu söylemek-

ten çekinmezdi. Hakkı ve bâtılı ayırmakta keskin kılıç

gibi idi. Kimseden korkmazdı. Bu hususta başkalarının

ayıplamalarından çekinmezdi. Şüpheli olmak korku-

su ile mübah ve izin verilen şeylerin çoğundan sakınır,

dünyadan, dünyalık şeylerden uzak dururdu.

Büyük Osmanlı âlimlerinden Müftü Zenbilli Ali

Cemâlî Efendi, ömrünün sonlarına doğru hastalanıp

güç ve kuvvetten kesilmesi nedeniylefetva yazmakta

zorluk çekiyordu. Padişahın kendisine bu işte yardım-

cı olacak birini seçmesini istemesi üzerine o da verâ ve

takvası, dinî emir ve yasaklarda gerekli titizliği gözet-

mesi nedeniyle bu işe Behaeddînzâde’yi münasip gör-

dü. Behaeddînzâde Hazretleri, Zenbilli Ali Efendinin

1526 yılında vefatına kadar bu görevi yerine getirdi.

Behaeddînzâde Muhammed Muhyiddîn Efendi 1544 yı-

lında hacca gitti. Ertesi sene dönüşünde Kayseri’de ve-

fat edip, hocasının hocası olan İbrahim Kayserî Hazret-

lerinin yanına defnolundu.

Tasavvufa dair birçok risâle de yazan

Behaeddînzâde’nin eserleri arasında Şerhu-Esmâi’l-

Hüsnâ, Şerhu Fıkh-ı Ekber li Ebî Hanîfe veTefsîru’l-

Kur’ân’ı sayabiliriz.

Göncüzâde Kasım Efendi

Göncüzâde Kasım Efendi 1761 yılında Kayseri’de

doğdu. İlk tahsilini tamamlamasının ardından bir

süre Ankaralı Sarı Abdullah Efendi ile Akşehirli Os-

Örnek Hayat Yusuf HALICI man Efendinin

derslerine devam

etti. Daha sonra da bü-

yük âlim Ebü’s-Saîd Mehmed

Hâdimizâde Mehmed Emin Efen-

dinin sohbetlerine katıldı. Uzun yıllar

onun derslerine ve hizmetine devam ede-

rek icazet aldı.

Tahsilini tamamladıktan sonra hocasının isteği üze-

rine Kayseri’de ilim öğretmeye başlayan Kasım Efendi-

nin ders halkası kısa sürede talebelerle doldu. Şöhreti

Kayseri dışına taştı. Âlimler arasında “Kasım Allâme”

unvanıyla şöhret buldu. Kendisine verilen Şeyh İbra-

him Tennûrî Camisinin şeyhlik kürsüsü ile hatiplik va-

zifesinin ardından Kasım Efendi bütün vakitlerini kâh

câmide, kâh caminin hemen karşısında bulunan evinde

İslâmiyet’i anlatmak, ilim öğretmek, vaaz ü nasihat et-

mekle geçirdi. Kırk altı yıl emek verdiği bu hizmet neti-

cesinde içlerinde Hacı Torun Efendi gibi tefsir ilminde

söz sahibi olan pek çok âlimin yetişmesine vesile oldu.

Halim selim, alçak gönüllü bir zât olan Göncüzâde Ka-

sım Efendi dünyaya hiç değer vermez haramlara düş-

me korkusu ile şüphelilerden bile çok sakınırdı. İbadet

ve zikre çok düşkündü. Göncüzâde Kasım Efendi 1842

yılında Kayseri’de vefat etti ve Hunad Câmii içerisinde-

ki hususi kabrine defnedildi.

Vefatından kısa bir zaman önceki vaazında şunla-

rı anlattı: “Sahihayn ismi verilen, dîn-i İslâm’ın iki te-

mel kitabında (Buhârî ve Müslim) Câbir bin Abdul-

lah (r.a.)’ın bildirdiği bir hadis-i şerifte, Rasûlullah

(s.a.v.),‘Birinin evi önünde bir nehir olsa ve o kimse her

gün beş kere bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?’

diye sordular. Biz, hayır, Yâ Rasûlallah, dedik. Bunun

üzerine Allah Rasûlü; ‘İşte, beş vakit namazı kılanla-

rın da, böyle küçük günahları afv olunur’ buyurdular.

Bazı cahiller, bu hadis-i şerifi işitince, o hâlde, hem na-

maz kılarım, hem de istediğim gibi, keyif sürerim. Nasıl

olsa günahları mafv olur, diyor. Böyle düşünmek doğ-

ru değildir. Çünkü şartları ile edebleri ile kılınıp, kabul

olan bir namaz, günahları döker. Sonra, küçük günah-

ları afv olsa bile, işlemeye devam etmek, ısrar etmek,

büyük günah olur. Büyük günah işlemeye ısrar etmek

de, küfre sebep olur.”

Hacı Torun Efendi

Kayseri’nin büyük velilerin-

den olan Hacı Torun Efendi 1799

yılında Kayseri’de doğdu. Asıl adı

Muhammed Salih’tir. Küçük yaşta ba-

basını kaybetmesi üzerine âlim ve zahit

bir zât olan dedesi Hacılarlı Musa Efendinin

himâyesinde büyüdü. İlk tahsilini de yine dedesi

Musa Efendiden aldı.

Hacı Torun Efendi Musa Efendinin vefatından son-

ra Kayseri’ye gelerek zaruret dolayısıyla dokumacılık

sanatını öğrendi ve bir süre bu işle meşgul oldu. An-

cak bu sıralarda gördüğü bir rüyayı manevî bir işaret

olarak değerlendirdi ve dokumacılığı bıraktı. Rüya-

sı; Peygamber Efendimizin eline Kur’an-ı Kerim vere-

rek “İkrâ” (Oku) hitabını emir buyurmaları şeklindey-

di. O günden itibaren içinde büyük bir ilim ve okuma

aşkı oluşan Hacı Torun Efendi önce Mürekkepçi İs-

mail Efendinin derslerine devam etti. Yanıkoğlu Ca-

mii İmamı Hacı Derviş Efendiden Kıraat ilmi okudu.

Aynı zamanda Göncüzâde Kasım Efendinin dersle-

rine de katılarak icazet aldı. Ayrıca Yine devrin meş-

hur âlimlerinden Ankaralı Sarı Abdullahzâde Mehmed

Efendi ile Hacı Vahdî Salih Efendi gibi devrin meşhur

âlimlerin sohbet ve derslerine katıldı.

İlim tahsilinin ardından Kayseri’deki Cami-i Kebi-

rin dersiamı Hocazâde Mehmed Efendinin ölümü üze-

rine Torun Efendi burada müderrislik vazifesine geti-

rildi. İlmî derecesi yüksekliği sebebiyle kısa zamanda

ders halkasında yüzlerce talebe katıldı. Dahası çevre il-

lerden Hazretin ilmini ve faziletini duyanlarda onun

ders ve sohbet halkasına katılmak için koştu.

Otuz yıldan fazla Cami-i Kebirde ders veren halka

vaz ve nasihatlerde bulunan Hacı Torun Efendi son za-

manlarında pek müzmin, tedavisi mümkün olmayan

hastalıklara yakalandı. Hastalıklarının en şiddetli an-

larında dahi hiç bir zaman hastalığından şikâyet ede-

cek ve tahammülsüzlüğünü gösterecek bir kelime sarf

etmedi. Nihayetinde 1885 yılında vefat etti ve Hunat

Camiindeki Hunat Hâtun türbesi yanına defnedildi.

VELÎLERİKAYSERİ

85Eylül 201284

İÇİN ALTIN KURALLARBEL AĞRISI

SağlıkAkın DİNDAR Uzmanların bel sağlığı için uyulması-

nı istediği altın değerindeki tavsiye-

leri şöyledir:

1- Herhangi bir ağırlık taşımanız gerekirse,

yükü vücudunuza asimetrik olarak paylaştırdıktan

sonra taşıyın. Cisimleri bir yerden başka bir yere

taşırken, belinizin dik pozisyonda olmasına dikkat

edin.

2- Ağır bir yükü kaldırmayı denemeyin. Kaldır-

mak zorundaysanız başkalarından yardım isteyin.

3- Hafif bile olsa bir yerden cismi alırken diz-

lerinizi kırın ve çömelerek alın, belden eğilmeyin.

Yükü belinizle değil, bacaklarınızla kaldırın. Eşyayı

taşırken, gövdenize yakın tutun.

4- Yatağınız sert olsun. Yattığınız zaman

vücudunuz yatağa gömülmesin. Vücudu de-

ğişik şekillere sokan, stabil olmayan, yumu-

şak veya çöküntülü yataklar sağlıklı değildir.

Altında sunta ile tahta olan yatakları ve üze-

rine yatıldığında omurganın fizyolojik kıv-

rımlarına uyum gösterebilen ortopedik ya-

takları tercih edin.

5- İki kişiyseniz ve bir eşyayı iki ucun-

dan tutarak taşımanız gerekiyorsa, birbirinize ha-

ber vermeksizin eşyanın ucunu sakın bırakmayın.

6- Ağır bir yükü belinizden daha yükseğe kaldır-

mayın. Hele bu yükü başınızdan yukarı kaldırmayı

denemeniz tam bir felaket olabilir.

7- Ayaktayken belinizi sağa veya sola doğru ro-

tasyon yaptırıp eğilerek yerden bir şey almayın.

8- Yük elinizdeyken dönmeniz gerekiyorsa, be-

linizle değil ayaklarınızın yerini değiştirerek dö-

nün.

9- Ağır bir cismi bir yerden bir yere çekerek

veya iterek tek başınıza götürmeyin.

10- Sandalye ve ya koltukta otururken dik po-

zisyonda olmaya gayret edin ve bunu alışkanlık ha-

line getirin. Bu esnada diz eklemlerinizin kalça ek-

lemlerinden daha yüksekte bulunmasında, ayak

tabanlarının yere temas ederken düz konumda ol-

masında ve yere rahatça basmasında yarar var.

11- Yumuşak, alçak ve derin koltuklarda otur-

mayın. Stabil olmayan bozuk koltukların ve yumu-

şak iskemlelerin belinizi tehdit ettiğini unutmayın.

12- Sandalyede otururken ayaklarınızın altına

bir basamak çekerseniz daha rahat ederseniz.

13- Abdest alırken, dişlerinizi fırçalarken ya da

elinizi, yüzünüzü yıkarken lavaboya doğru eğilme-

yin.

14- Her gün en az 15 dakika yürüyün. Yürüme

mesafesini giderek arttırın.

15- Bir defa bel rahatsızlığı geçirmiş ve iyileş-

mişseniz, uzman doktorunuzun önerdiği egzersiz-

leri aksatmadan yapın, çünkü düzenli egzersiz ya-

panlarda ağrının tekrarlaması daha seyrek görülür.

16- Sağlıklı olsanız bile her gün kaslarınızı güç-

lendirici egzersizler yapın.

17- Egzersizleri altında sunta veya tahta bulu-

nan halı ya da battaniye gibi sert bir zemin üzerin-

de yapın.

18- Spor veya egzersiz yaparken ani ve zorlayı-

cı hareketlerden kaçının. Spora başlamadan önce

mutlaka ısınma hareketleri yapın.

19- Günlük yaşamınızda ani hareketlerden sa-

kının.

20- Her gün beyaz peynir ya da bir kâse yoğurt

yemeyi veya bir bardak az yağlı süt içmeyi alışkan-

lık haline getirin. Güneş ışınlarından yararlanın.

21- Vücut ağırlığınızı sürekli kontrol altında tu-

tun. Alınan her fazla kilonun vücudunuz ve beliniz için ilave bir yük olduğunu unutmayın.

Eylül 201286 87

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Bekir SARI

FındıkÜlkemizde Karadeniz Böl-

gesi’nde yetişen ve meyvesi sert

kabuk içinde olan ağaçtır. De-

mir, kalsiyum, potasyum, mag-

nezyum ve çinko gibi mineral-

ler, protein, E ve B vitamini

açısından oldukça zengin bir be-

sin olan fındık, kalp ve damar

sağlığı için çok önemli olan doy-

mamış yağ açısından da zengin-

dir. Ayrıca, B grubu vitaminler

bakımından da zengindir. Çok

iyi bir enerji kaynağıdır. Vücuda

güç ve enerji verir. Beden ve zi-

hin yorgunluğunu giderir. Kan-

sızlığa iyi gelir. Vücut ve kemik

gelişimini destekler.Fındık, kalp

ve damar sağlığı açısından çok

faydalıdır. Kolesterolü düşürür.

Kalp ritmini ayarlamaya yar-

dımcı olur. Düzenli olarak her

gün fındık yemek kalp krizi ge-

çirme riskini azaltmakta çok et-

kilidir.

Fındık, soğuk algınlığı ve ak-

ciğer hastalıklarına da fayda-

lıdır. Varislere iyi gelen fındık

cildi güzelleştirir. Hamilelerin

hem kendileri için hem de do-

ğacak çocuk için fındık yemele-

ri çok faydalıdır. Fındık yaş ve

kuru olarak tüketilebilir. Fındı-

ğın yağı da tüketilir.

Yaş fındık fazla yenirse ishal

yapar. Fındık yağı böbrek taşla-

rını ve kumunu düşürmeye yar-

dımcı olur. Böbrek ağrılarına iyi

gelir. Ayrıca, bağırsak kurtla-

rını düşürür. Bununla birlikte,

yüksek tansiyon ve midesinden

şikâyeti olanların fazla kullan-

mamaları tavsiye edilir. Fındı-

ğın kolesterolü düşürdüğünü ve

kalp krizi riskini azalttığını, içer-

diği yüksek kalsiyumdan ötürü

kemikleri ve dişleri güçlendir-

diğini, cinsiyet hormonlarını ge-

liştirdiğini ve inanılmaz biçimde

insana günlük yaşamda enerji

verdiğini ortaya koyuyor

Şifalı Bitkiler

Sulu Köfte (6 Kişilik)

Melzemeler400 gram kıyma - Yarım kahve fincanı pirinç 1 adet soğan - Yeterince maydanoz2’şer adet havuç ve patates2 çorba kaşığı tereyağı - 2 çorba kaşığı un6 su bardağı sıcak su - Yeterince tuz ve karabiberYarım limon -1 diş dövülmüş sarımsak

HazırlanışıKıymayı yoğurma kabına alıyoruz. Üzerine rendelenmiş so-ğan, yıkanıp süzülmüş pirinç, maydanoz, tuz ve karabiberi ekleyip yoğuruyoruz. Köftelerin dağılmaması için iyice yoğu-ruyoruz. Harçtan fındıktan biraz büyük parçalar koparı-yoruz. Avucumuzla yuvarlayıp küçük köfteler yapıyor ve kenara alıyoruz. Sulu köfte pişerken pirinçlerin şişeceğini

unutmayalım. Havuç ve patatesleri temizleyip, çok iri ol-mayacak şekilde doğruyoruz. Tereyağını bir tencereye alıp, üzerine havucu ilave ediyoruz. Biraz yumuşadığında pata-tesi ilave ediyoruz. Birkaç dakika kavurup, unu ekliyoruz. Un kokusu gidene kadar da kavuruyoruz. Azar azar ve ka-rıştırarak suyu tencereye ekliyoruz.

Kaynamaya başlayınca köfteleri ilave ediyoruz. Tuzunu ayarlayıp, havuçlar yumuşayıncaya kadar pişiriyoruz. Kalan maydanozu kıyıp tencereye ekliyoruz. Limon suyu ve dövül-müş sarımsağı da ilave ederek, iki taşım kaynatıp ocaktan alıyoruz. Sıcak olarak servis yapıyoruz. Arzu ederseniz ek-şisini ve sarımsağını artırılabilirsiniz. Ayrıca pul biberli tere-yağını da üzerine gezdirebilirsiniz.Afiyet olsun…

Eylül 201288

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte

yıllık abone bedeli

85

2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz