47
151 Dergisi Hediyesi... MAYIS 2013 Fiyatı: 8 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ İslâm Hukukuna Göre Borsa ve Hisse Senedi 41 18 Bir Serhat Şehri Edirne

151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

  • Upload
    others

  • View
    40

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

MA

YIS 2013

151

151

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

İslâm Hukukuna GöreBorsa ve Hisse Senedi4118 Bir Serhat Şehri

Edirne

Page 2: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

AVRUPAYA AÇILAN KAPIMIZ: EDİRNE

The city, named in different names in the early Ottoman Period, went by the name Edrene in Aşıkpaşazade History written in 1476. In the early 16th century, the city named as Edirne. It was conquered by Murat I and until the conquest of Istanbul, it became the capital of Ottoman Empire for 88 years (1365-1453). Edirne is a gorgeous border city and the first welcomer to the visiters with its mosques, bazaars, bridges, historical houses and especially with its magnificent Selimiye Mosque. It is a fabulous cultural land with its those aspects. Selimiye Mosque Külliye ( an islamic ottoman social complex), for which the Chief Ottoman Architect Koca Sinan said, “my masterpiece” and which was accepted as UNESCO World Cultural Heritage, is like the crown on the head of Edirne. Historical Kırkpınar Oil Wrestling, which has taken place in Edirne since 1361 and takes place in the first week of July every year, is a traditional sport organization and besides, it is a promotional project which has been involved multidimensionally in the world cultural heritage of our tradition.

OUR GATEWAY TO EUROPE: EDIRNE

Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde

Edrene olarak geçer. XVI. yy başlarında şehrin Edirne olarak adlandırıldığı görülür. Edirne 1361 yılın-

da I. Murat tarafından fethedilmiş ve İstanbul’un alınışına kadar 88 yıl (1365-1453) boyunca Osmanlı

Devleti’nin başkenti olmuştur. Tarihinde çeşitli unvanları hak etmiş olan Edirne, mutluluk dönemlerinde

“Der-i Saadet” (Mutluluk Kapısı) bir “Şenlikler Şehri”dir. II. Murad’dan IV. Mehmet’e kadar zafer kutlama-

ları, sünnet şenlikleri, II. Mehmet’in evlilik törenleri “İstanbul’u kıskandıracak kadar” güzel olaylara sah-

ne olmuştur. Bu “Serhat Şehri” tarihinde birçok kez felaketle de tanışmıştır. Şenlikleriyle “Mutluluk Kapı-

sı” olarak hatırlanan Edirne’nin yanına “Bağrı yanık olan Edirne”yi de koymak gerekir. Edirne her zaman

kültür olaylarının yoğun yaşandığı bir merkez olmuştur. Mimarî yenilikler bu kentin yapılarıyla gelmiş; hat

ve süsleme sanatının en güzel örnekleri burada verilmiş, çok sayıda medresesi yoğun tartışmalara tanık ol-

muş, tıp tarihine geçen ilk uygulamalar burada başlamıştır.

Kimliğini asıl Osmanlı döneminde bulan ve imparatorluğun ikinci kenti olan Edirne, kültürel mirası-

mızın en yoğun hissedildiği bir şehrimizdir. Edirne, camileri, çarşıları, köprüleri, tarihî evleriyle ve özellik-

le de Muhteşem Selimiye ile ülkemize gelenleri ilk karşılayan ve bir sınır kenti olma özelliğini en iyi yansı-

tan kültür diyarıdır. Büyük Osmanlı Mimarı Koca Sinan’ın “Ustalık Eserim” dediği ve Unesco Dünya Kültür

Mirası kabul edilen Selimiye Camii Külliyesi Edirne’nin başındaki tâcıdır.

Caminin kapısındaki kitabeye göre yapımına 1568 (Hicri 976) yılında başlanmıştır. Caminin 27 Kasım

1574 Cuma günü açılması planlanmışsa da ancak II. Selim’in ölümünün ardından 14 Mart 1575’te ibadete

açılmıştır. Caminin dört köşesinde bulunan her biri üç şerefeli 380 santimetre çapındaki minareler 70,89

metre yüksekliğindedir. Minarelerin alem dahil yükseklikleri bazı kaynaklara göre 84 bazılarına göreyse

85 metredir. Cümle kapısının iki yakınındaki minarelerin şerefelerine üç ayrı yoldan çıkılır. Diğer iki mina-

re tek merdivenlidir. Öndeki iki minarenin taş oymaları çukur, ortadaki minarelerin oymaları ise kabarık-

tır. Minarelerin kubbeye yakın olması, camiyi göğe doğru uzanıyormuş gibi gösterir. Bu caminin en büyük

özelliği Edirne’nin her tarafından görülmesidir.

Tarihî Kırkpınar Yağlı Güreşleri, 1361 yılından beri Edirne’de devam eden geleneksel bir spor organi-

zasyonudur. Her yıl Temmuz ayının ilk haftasında düzenlenen Kırkpınar Yağlı Güreşleri geleneğimizin çok

boyutlu olarak dünya kültür mirası içine dâhil edilen bir tanıtım projesidir. Avrupa’ya açılan kapımız olan

Edirne; bütün güzellikleriyle, tarihî özellikleriyle gezilmesi görülmesi, tanınması gereken bir ilimizdir. Bu

vesileyle bütün gönül dostlarımızı ve siz değerli okuyucularımızı kalbî muhabbetlerimizle salamlarız…

Page 3: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

3

26

60 72 78

GÖÇMEDEN ÖNCE GÖÇEGEL - Hüseyin ALPSOY (10)

EL-MÜBDİ’ VE’L-MUÎD - Ramazan ALTINTAŞ (14)

AŞKIN YOLU - Mürsel GÜNDOĞDU (17)

VERA DUYGUSU İLE DİNÎ HASSASİYET - Kadir ÖZKÖSE (22)

GÖNÜLDEN KARDEŞLİK - Musa TEKTAŞ (32)

ALLAH İÇİN YAŞAMAK - Enbiya YILDIRIM (38)

İSLÂM HUKUKUNA GÖRE HİSSE SENEDİ VE BORSA - Abdullah KAHRAMAN (42)

BİLAL B. HÂRİS (R.A) - Bünyamin ERUL (45)

KUR’AN VE SÜNNET’TE İNSAN ONURU - Mustafa ÖNDER (46)

VAHŞİ’DEN HZ. VAHŞİ’YE: AŞK’A ATILAN MIZRAK - Muhammed B. TOPRAK (50)

MEHMET ÂKİF’İN GENÇLİK MODELİ - Mustafa ÖZÇELİK (52)

BANA KÂFİDİR - Aşık Şeref TAŞLIOVA (55)

MUSTAFA HÂKÎ EFENDİ (K.S)’DEN MENKIBELER - H. İbrahim ŞİMŞEK (56)

KALPLERİ FETHEDEN OSMANLI - İsmail ÇOLAK (62)

SEN ANNESİN YETMEZ Mİ ANNE! - Mehmet SERTPOL AT (65)

AYNÜ’L-A’YÂN (GÖZDELERİN GÖZÜ) FÂTİHA TEFSİRİ - Muharrem AKIN (66)

ÇOCUKLARA OLUMLU DAVRANIŞ - Mehmet KÖR (68)

DOST ÇAĞIRIR - Rıfat ARAZ (71)

EDİRNE VELÎLERİ - Yusuf HALICI (76)

BİR NEFES SIHHAT - Vedat Ali TOK (80)

BİR GÖNÜLE GİRMEK - Bekir OĞUZBAŞARAN (83)

DİŞ GICIRTISI UYKUNUZU KAÇIRMASIN! - Akın DİNDAR (84)

KİRAZ - Şifalı Bitkiler (86)

PATATES OTURTMASI - Mesude SARI (87)

KÂİNATTA HER ŞEY İNSAN İÇİN

BABA GİBİ YAR OLMAZ

BİZİM EVİN KIBLESİ

HEYECANI YENEREK BAŞARI

BİR SERHAT ŞEHRİ EDİRNE

KUTLU YOLCULUK

06Ey insan! Melekler, cinler bile senin hizmetine sunulmuşken, senin onları sana sunan Rabbine şükretmen, O’na yaraşır kul olman gerekmez mi? O’na kullukla, gerçek özgürlüğe kavuşanlara müjdeler olsun!

Başarılı anne-çocuk ilişkisinin ardında, doğrudan veya dolaylı olarak baba desteği görülür. Baba doğumdan itibaren çocuğun sorumluluğunu paylaşırsa, annenin yükü hafifler, kendini daha rahat hissederse çocuklarına karşı da daha verici olabilir.

Sadece kıble taş duvarı kalmıştı ayakta. O viranenin yıkıntıları arasında dolaştım. Sanki otuz yıl önce, unutmuşlardı beni ocak başında. Destanlar anlatan ebemin sesini duydum.

Eğitim ve öğretim hayatı sınavlardan oluşur. Üniversiteye, Anadolu liselerine giriş sınavlarına birçok genç hummalı bir şekilde çalışıyor,

Edirne vatanın en uç sınırı, en ötesi ve duygu bakımından en yakını aslında. Edirne gâh 2. Murat Han, gâh Yıldırım Bayezıd Han, gâh Fatih Sultan Mehmet Han’dır ruh coğrafyamızda.

16 Mart 2013 tarihinde Kutlu Yolculuk başlamıştı. İlk durağımız Medine-i Münevvere olacak buradan Mekke-i Mükerreme’ye geçilecekti. Uçağımız havalandığında tüm gönüllerde ayrı bir mutluluk vardı.

18Ali AKPINAR

Rukiye KARAKÖSE Sefa SAYGILI

Meryem Aybike SİNANResul KESENCELİ

ADANA 0 505 272 06 34AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 530 322 23 74BOLU 0 535 554 39 89BURSA 0 532 766 92 56DENİZLİ 05324209206ELAZIĞ 05324721282ELBİSTAN 05422753233ERZURUM 04423290310ESKİPAZAR 05559964015GAZİANTEP 05333487121GEREDE 0 532 704 15 44HATAY 0 505 921 18 06İSTANBUL 02164720892İZMİR 05356169593K.MARAŞ 05355184723KARABÜK 0 542 240 67 63

KARAMAN 0 543 965 40 30KARAPINAR 05364088592KAYSERİ 05379417035KOCAELİ 05363068844KONYA 0 507 240 49 29KONYAEREĞLİ 05325150277MALATYA 0 542 472 43 11MANİSA 05308225844MERSİN 05356157166NİĞDE 05319949359OSMANİYE 05327746076SAKARYA 0 533 369 20 21SAMSUN 0 362 431 44 55SİNOP 05426583584SİVAS 05378669481ŞANLIURFA 05324338564TOKAT 0 505 925 87 34TURHAL 0 530 435 39 44 ZONGULDAK 05436235326

İmdat AVŞAR

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 19 Sayı: 151 Mayıs 2013Basım Tarihi: 01 Mayıs 2013

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA

Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR

Musa TEKTAŞ

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

YapımARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU

Sanat YönetmeniAli GÜRSOY

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.

Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70

Kurum Abone : 140

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 54’ü arayınız.

/SomuncuBabaDergisi

Page 4: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

55Mayıs 20134

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Yedinci Hutbe

Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden

Hutbeler

Muhterem Cemâat!

Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri imanı

bir ağaca benzetiyorlar. Ağacın dalları budakla-

rı olduğu gibi îmânın da dalları budakları var-

dır. Ağacın dallarının bazıları aşağıda, bazıları

da yukarıda olduğu gibi, îmânın da bazı dalla-

rı ve sıfatları yukarıdadır. Bazıları da bunlara

nispetle aşağıdadır. Ağacın, dikiminde bulunan

dalları yüksekte bulunan dallara yetişmediği

gibi, îmânın da aşağı derecede olan dalları ve

sıfatları yukarı derecedeki dallarına yetişmez.

Bunların aralarında derece farkları vardır. Bu-

nunla beraber, bir dal ne kadar aşağıda olsa da

ağaçtan sayıldığı gibi, îmânın en aşağı derecede

bulunan şubeleri yine îmândan sayılır.

Bu hadîs-i şerîften anlaşıldığı veçhile îmân

ağacının, yetişmiş bu kadar dalı ve kolu var

imiş ki, bu dalların ve kolların en yükseği “Lâ

ilahe illa’ilâh” kelime-i şerîfesi imiş. O kelime-i

şerîfenin ma’nâsı; “Yoktur tapacak Tanrı’dan

(başka) ancak”tır.

Îmânın en yüksek noktası ve en esaslı kökü,

bu mübarek kelimeyi dilimizle söylemek ve içi-

mizin en derin noktasıyla tasdîk eylemektir. Bu

mübarek kelime, bu hadîs-i şerîfte bildirildi-

ği veçhile, gerek Peygamberimiz ve gerek Pey-

gamberimizden önce gelip geçen peygamberle-

rin mübarek ağızlarından çıkmış olan sözlerin

en güzeli ve en efdalidir.

Bu kelime-i mübâreke insanı bir nefeste ce-

hennemden cennete, karanlıktan aydınlığa çı-

karır. Cennetin anahtarı bu mübarek kelimedir.

Bu mübarek kelime mü’mine safa, kalbe cila ve-

rir.

Bir gün sahâbe-i kiramdan Muâz, Peygam-

berimizin binmiş olduğu hayvana beraber bin-

miş ve Peygamberimiz kendisini terkisine almış

gidiyorlardı. Peygamberimiz “Yâ Muâz bin Ce-

beli” diye arkalarında bulunan bu zâta nida et-

tiler. Muâz, “Lebbeyk Yâ Rasulallâh” (Buyur,

Yâ Resûlallâh) dedi. Peygamberimiz yine “Yâ

Muâz bin Cebel!” deyip bu zâta nida ettiler. Bu

zât yine “Lebbeyk Ya Rasulallâh” dedi. Üçüncü

defa yine Peygamberimiz “Yâ Muâz bin Cebel”

deyip bu zât da “Lebbeyk Ya Rasulallâh” de-

dikten sonra, Peygamberimiz, “Allah’tan baş-

ka tapacak tanrı olmadığına ve Muhammed’in

Allah’ın Resulü bulunduğuna candan ve gönül-

den tanıklık getiren hiçbir kimseyi cehennem

ateşinde yakmayacağını” müjdelemişlerdir.

Bu mübarek kelime, kelime-i tevhîd ve kelime-i

îmân, ihlâstır. Bununla dâima îmân tazelenir ve

yarın mîzânımızda günahımız ne kadar çok da

olsa gönlümüzden koparak “Lâ ilahe illa’llâh!”

diye söylediğimiz bu mübarek kelimenin ağırlı-

ğı bütün günahlarımızın ağırlığından ziyâde ge-

lecek ve mîzânımızın hayır ve sevâb tarafı, şer

ve günah tarafına yalnız bu mübarek kelimesiy-

le râcih ve faik olacaktır.

Aziz Mü’minler

Bu hadîs-i şerîfte îmân ağacının dallarının

en aşağıda bulunanı dahi, yollarda gelen geçen-

lere zahmet veren ve her ne suretle olursa olsun

ezâ veren her şeyi yollardan kaldırmak ve gider-

mek olduğu bildirilmektedir.

Demek ki îmân, yalnız insanın kendi nefsine

faydası olan ve faydası başka kimselere tecâvüz

etmeyen sıfat ve hikmetlerden ibaret olmayıp,

böyle fayda ve menfaati başka kimselere de do-

kunan içtimaî ve ma’serî sıfat ve hasletleri de

câmi’dir. Din âlimlerinin bildirdikleri veçhi-

le îmânın yetmiş bu kadar şubelerinden biri de

ilm öğretmek ve öğrendikten sonra, ilmi neşret-

mektir ki, ilmin içtimaî ve ma’serî bir sıfat ve

haslet olduğu meydândadır.

Başka kimselerin mallarına el uzatmamak

dahi îmânın şubelerinden bir şubedir ki, bun-

da haksız yere bir kimsenin malını yememek ve

alış verişte terazi ile tartarken ve kile ile ölçer-

ken kimsenin velev bir dirhem, bir habbe malı-

nı yememek dahi dâhildir.

Page 5: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

7Mayıs 20136 7

İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

İNSAN İÇİNKÂİNATTA HER ŞEY

Yüce Yaratıcı, her

şeyi en güzel bi-

çimde insan için

yaratmış ve onun emrine ver-

miştir. Kâinatta her şey insan

içindir, insan da Rabbi içindir.

İnsanın yaratılış gayesi Rabbini

tanımak ve O’na ibadet/kulluk

etmektir. Bu gayeyi gerçekleş-

tirmek için de insanın, kendi-

si için yaratılan bütün her şeyi,

bir emanet ve imtihan vesile-

si görmek ve onların hepsini

Yüce Yaratıcının emir ve ölçü-

leri doğrultusunda kullanmak-

tır.

İnsanın dünya ve âhiret ha-

yatını düzenlemek ve onu iki

dünyada mutlu kılmak için

gönderilen din, insanı koruyan

ilkeler manzûmesidir. Din, in-

sanı hem dünyada korur, hem

âhirette. Dünyada sağlığını bo-

zulmaktan korur. Onun hem

beden sağlığını ve hem de ruh

sağlığını korumak için tedbirler

koyar. Dinin koyduğu bütün öl-

çüler insanın ruh ve beden sağ-

lığını temin içindir. Dinin em-

rettiği her şey insanın hayrına

ve yararınadır; onun yasakla-

dığı her şey de onun aleyhine

ve zararınadır. Sonuçta insan,

bu ölçüler sayesinde dünyada

stres ve buhranlardan korunur.

Din, âhirette de insanı azap

ve gazaptan korur. Dinin te-

mel gayesi, insanın bu dünyada

Yüce Yaratıcının ölçüleri doğ-

rultusunda huzur içerisinde ya-

şayarak öteki âlemde ebedî hu-

zuru kazanmasıdır.

Bütün varlıklar insana ema-

net edilmiş onun hizmetine su-

nulmuştur. Cansız varlıklar in-

sanın emrine verilmiştir. Bitki

ve hayvanlar onun emrine ama-

de kılınmıştır. Cinler ve melek-

ler bile insana hizmet ederler.

Şöyle ki:

Yüce Allah, ilk insanı yarat-

mış hemen ardından melekleri

ona secde ettirmiştir. Melekle-

rin Hz. Âdem’e secde etmeleri,

ona ve onun şahsında insanlı-

ğa saygı içindir. Melekler Yüce

Allah’ın emri ile bu secdeyi iti-

razsız yerine getirerek bir taraf-

tan ilahî emre uymuşlar, diğer

taraftan insanın saygınlığını

tescil etmişlerdir.

Meleklerin insanın emrine

verildiğini söylemek de abar-

tı olmaz. Şöyle ki, melekler in-

sanlık için güzellik örnekleri-

dir. İnsan, günahsız, sürekli

ibadetler içinde olan melekler

gibi olmalı, onları kendine ör-

nek almalıdır.

Melekler insanlığın hizme-

tinde çok önemli işler görmüş-

ler ve hâlâ da görmektedir-

ler. Sözgelimi meleklerin şâhı

Cibrîl vahiy meleğidir. Yüce

Allah’tan aldığı vahiyleri insan-

lık tarihi boyunca peygamber-

lere getirmiştir. Peygamberler

vasıtasıyla insana ulaşan va-

hiy ise insanın dünya ve âhiret

mutluluğu içindir.

Diğer büyük meleklerden

Mikâil, tabiat olaylarını tanzim

eder ki bunlar da öncelikle in-

san içindir. İsrâfîl, Sûr’a üfür-

me görevini yerine getirmekle

insanların diriliş olayını, ar-

dından mahşerde toplanış ve

hesaba çekiliş olayını başlata-

caktır.

“Ey insan! Melekler, cinler bile senin hizmetine

sunulmuşken, senin onları sana sunan Rabbine

şükretmen, O’na yaraşır kul olman

gerekmez mi? O’na kullukla, gerçek özgürlüğe

kavuşanlara müjdeler olsun!”

Page 6: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

9Mayıs 20138

havuzlar kadar geniş leğenler,

sabit kazanlar yaparlardı. Ey

Dâvud ailesi, şükredin! Kulla-

rımdan şükreden azdır.”8

Bu âyetlerde Kur’ân bizle-

re, Hz. Süleyman Peygamberin

rüzgârın yanı sıra cinleri de em-

rinde ve hizmetinde kullandığı-

nı hatırlatırken, aslında cinlerin

de insanlığa hizmet edebile-

ceklerini söylemek istemekte-

dir. Tabi ki bu konuda Hz. Sü-

leyman Peygamber gibi, tevhîd

adamı olmak gerekir. Nitekim

bir hadislerinde Peygamberi-

miz, “Her insanın şeytanı var-

dır, benim için de vardır, ancak

benimki bana boyun eğmiş-

tir.”9 buyurmuştur. Elbette cin-

lerden istifade etmekten kas-

tımız cincilik yapmak değildir.

Ancak insan, cinlerin zaman ve

mekân mefhumlarını çok daha

hızlı aşan varlıklar olduğundan

yola çıkarak kısa zamanda uzun

mesafeleri kat edebilecek vasıta-

lar geliştirebilir. Cinlerin dua ve

mânevî desteğini alabilir. Onlar-

dan kötülerinin şerrinden koru-

nabilir. Bugün saatte şu kadar

hızlı giden kara, deniz ve hava

araçları, insansız araçlar ge-

liştirilebiliyorsa bunların hep-

si, Yüce Allah’ın insana sundu-

ğu akıl başta olmak üzere diğer

örnekler ve nimetler sayesinde

gerçekleştirilebilmektedir.

O’na Kullukla Gerçek Özgürlük

Sonuç olarak diyoruz ki:

Yüce Yaratıcı insana değer ver-

miş, onu sevmiş, ona sayısız lü-

tuflarda bulunmuş, evrendeki

her şeyi onun emrine sunmuş-

tur. Bu konuda insana düşen,

sevildiğini bilmesi ve bu sevgi-

ye layık olmaya çalışmasıdır. Bu

ise, insanın yaratılış gayesine

uygun hareket etmesi ile müm-

kün olacaktır. Kendini bilen, ni-

çin yaratıldığının farkında olan

insan Rabbini bilecek, O’na ve

bütün varlıklara karşı sorum-

luluklarını yerine getirecek, so-

nuçta hem kendi huzur bulup

rahat edecek, hem de çevresine

huzur verecektir. İnsanın bu bi-

linçte olması, kendisi için konu-

lan İlahî yasalara uygun hareket

etmesi, hem ruh sağlığını, hem

beden sağlığını koruyacak, dün-

ya ve ahrette daha sağlıklı, daha

huzurlu bir hayat yaşamasına

vesile olacaktır.

Kendini bilenlere, sevildiğini

bilenlere, bu sevgiye layık olma

gayretinde olanlara ne mutlu!

Ey insan! Melekler, cinler

bile senin hizmetine sunulmuş-

ken, senin onları sana sunan

Rabbine şükretmen, O’na ya-

raşır kul olman gerekmez mi?

O’na kullukla, gerçek özgürlüğe

kavuşanlara müjdeler olsun!

1 31/Lokmân, 20.2 31/Lokmân, 29, 35/Fâtır, 13, 39/Zümer, 5.3 67/Mülk, 15.4 45/Câsiye, 12-13.5 36/Yâsîn, 71-73.6 21/Enbiyâ, 79.7 27Neml 17.8 34/Sebe’, 12-13.9 Tirmizî, Rada 17; Müsned, III. 309

*Prof. Dr.

Dipnot

Ölüm Meleği Azrâil, insanla-

ra emanet olarak verilen ruhları

kabzetmekle yine insanlığa hiz-

met etmektedir. Zira ölüm, hem

onu tadan için, hem başkaları

için aslında bir nimettir. Ölüm

olmasaydı, dünya yaşanılmaz

hale gelir, insan âhiret beklen-

tilerinden mahrum kalırdı. İyi

kötü herkesin yaptığı yanına ka-

lır, iyiler ve kötüler yaptıkları-

nın karşılığını alamazlardı.

Dört büyük meleğin dışın-

da da yine insanların hesapla-

rını tutmakla görevli Kiramen

Kâtibîn/Şerefli yazıcı melek-

leri, kabir sınavını gerçekleşti-

recek olan Münker-Nekîr/Sor-

gu melekleri, insanları pek çok

zarardan koruyan Hafaza/Ko-

ruyucu melekleri, cihâd mey-

danlarında mü’minlere yardım

eden yardım melekleri; insanın

gönül ve zihin dünyasına iyi-

likleri aşılayan iyilik melekleri

gibi daha pek çok melek vardır.

Hepsi insanların hizmetini gö-

rürler.

Âhirette cennet ve cehen-

nem bekçisi olan Rıdvân-Mâlik

isimli melekler, hatta kötüle-

re azap edecek olan cehennem

zebanîleri bile insanlığın hizme-

tini görecek meleklerdir. Nasıl

ki dünyada insanların emniyet-

lerini sağlayan, onların kötüle-

rini cezalandıran güvenlik güç-

leri ve hapishane gardiyanları

insanlığa hizmet ediyorlarsa,

onlar da sonuçta insanlığa hiz-

met edeceklerdir.

Pek çok Kur’ân âyeti evren-

deki her şeyin insanın hizmetine

sunulduğunu hatırlatır bizlere:

“Görmediniz mi Allah, gök-

lerde ve yerde bulunan şey-

leri size boyun eğdirdi ve size

zâhir ve bâtın (görülen, görül-

meyen; bildiğiniz ve bilmediği-

niz) nimetlerini bol bol verdi?”1

“Görmedin mi Allah, gece-

yi gündüzün içine sokuyor;

gündüzü gecenin içine soku-

yor. Güneşi ve ayı, emrine bo-

yun eğdirmiştir. Her biri bel-

li bir süreye kadar akıp gider.

Ve Allah yaptıklarınızı haber

almaktadır.”2

“O size yeri boyun eğer yap-

tı. Haydi, onun omuzlarında

yürüyün ve Allah’ın rızkından

yiyin. Dönüş O’nadır (size ver-

diği nimetlere karşı şükredip

etmediğinizi sizden soracak,

sizi hesaba çekecektir).”3

Düşünen Bir Toplum İçin İbretler Vardır

“Allah’tır ki denizi size bo-

yun eğdirdi, ta ki gemiler buy-

ruğuyla denizin içinde akıp

gitsin de, siz bu sayede O’nun

lütfundan payınızı arayası-

nız ve şükredesiniz. Göklerde

ve yerde bulunan şeyleri ken-

disinden bir lütuf olarak size

boyun eğdirdi. Elbette bunda,

düşünen bir toplum için ibret-

ler vardır.”4

“Görmediler mi ellerimi-

zin yaptıklarından kendileri-

ne nice hayvanlar yarattık da

kendileri onlara sahip olmak-

tadırlar? Onları kendilerine

boyun eğdirdik, onlardan ba-

zıları binekleridir ve onlardan

bazılarını da yerler. Kendile-

ri için onlarda daha birçok ya-

rarlar ve içecekler var. Hâlâ

şükretmiyorlar mı?”5

“Dâvud’a dağları ve kuşla-

rı boyun eğdirdik, onunla be-

raber tesbîh ediyorlardı. Biz

(bunları) yaparız.”6

Kâinattaki bütün bu varlık-

ların insana boyun eğdirilme-

si, onun hizmetine sunulması

insana verilen değeri gösterir.

Evet, onlar insanlığın varlıkla-

rını sürdürebilmeleri için on-

lara sunulmuş nimetlerdir. İn-

sanlar onlardan her bakımdan

istifade ederler. Onların varlığı

insanın yaşadığı çevreyi güzel-

leştirir, canlandırır ve renklen-

dirir. İnsan, onları gıda olarak

kullanır. Onların duruşu, şek-

li, çalışması insan için en temel

ve en güzel örneklerdir. İnsan

kendisine sunulan bu nimet-

leri örnek alarak, onları geliş-

tirerek, daha yeni daha fayda-

lı nimetler, hizmet araçları elde

eder.

“Süleyman’a cinlerden in-

sanlardan ve kuşlardan ordu-

ları toplandı, hepsi bir arada

düzenli olarak sevk ediliyor-

du.”7

“Süleyman’a da, sabah gi-

dişi bir aylık mesafe, akşam

dönüşü bir aylık mesafe olan

rüzgârı boyun eğdirdik ve

onun için katran/petrol kay-

nağını da akıttık. Rabbinin iz-

niyle cinlerin bir kısmı, onun

önünde çalışırdı. Onlardan kim

buyruğumuzdan sapsa, ona

alevli azabı taddırırdık. Ona

dilediği gibi kaleler, heykeller,

“Âhirette cennet ve

cehennem bekçisi olan

Rıdvân-Mâlik isimli

melekler, hatta kötülere

azap edecek olan

cehennem zebanîleri

bile insanlığın hizmetini

görecek meleklerdir.”

Page 7: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

11Mayıs 201310 11

Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY

Göçmeden Önce

Göçegel

Görünüşte yazması kolay, fakat anlam

derinliği ve söyleyişteki duruluğu dola-

yısıyla kaleme almanın oldukça zor ol-

duğu şiirlere sehl-i mümteni denir. Es-Seyyid Os-

man Hulûsi Efendi (k.s.)’nin yazımıza konu olan

gazelini de bir sehl-i mümteni örneği olarak nite-

leyebiliriz. Çünkü ilk okunduğunda yüzeysel an-

lamı ve söyleyişindeki duruluk bizde bu izleni-

mi oluşturur. Fakat şiiri anlamak için sembol ve

kavramları incelediğinizde kendinizi iç içe girmiş

anlamların derinliğinde bulursunuz. Yazımızın

mevzusu olan gazelin bu özelliklere sahip oldu-

ğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Bunun yanı sıra

Hulûsi Efendi’nin seçmiş olduğu redifin de gazele

şekil olarak farklı bir boyut kazandırdığı söylene-

bilir. Hem tekrar eden sesler hem de eski Anado-

lu Türkçesinde kullanılan “–gel”

ekinin sağladığı ses bütünlüğü ve

akıcılığı dikkat çekicidir. Ayrıca “–

gel” ekinin anlama kattığı sürekli-

lik ve kesinlik anlam-şekil örtüş-

mesine katkı sağlamaktadır.

Yazımızda ele alacağımız gazel

genel olarak Allah yoluna kendi-

ni adamış olan dervişin geçeceği

yolu çizmektedir. Gazelde sırasıy-

la, ilk beyitde dervişin aşk yolunda

yegâne yardımcısı şeyhin elinden şarap içerek aşk

yoluna girmesi, daha sonra tecrîde girip râbıta-i

mevt yaparak kendini bu yola adaması, üçüncü

olarak bu fânî âlemden bâkî âleme geçecek bir yol

bulması ve aşk yolunda ilerlemesi, nitekim sonun-

da gerçek yâri bularak masivâdan sıyrılıp varlığı-

nı onun yoluna sarfetmesiyle, ‘Bekâbillah’a ulaş-

ması anlatılmıştır. Tasavvuf yolunu seçen mürid,

bir mürşidin gözetim ve denetimi altında, kabili-

yetine göre değişen süreler içinde çeşitli riyâzet ve

mücahedelerle nefsini terbiye eder. Bu terbiye ve

tezkiye sonucunda ulaşılan noktaya fenâ ve bekâ

adı verilir. Beyitlerde kullanılan sembolleri daha

ayrıntılı incelediğimizde bu yolculuğun ince sır-

larla dolu çetin bir yolculuk olduğunu keşfetmiş

oluruz.

Dest-i sâkîden alıp sâfî şarâbı içegel

Sûret-i hâle nazar eyleme sûfî içegel

“(Ey) Sûfî! Hâlin görünüşüne bakma, sâkînin

elinden şarabı alıp iç.”

Şarap, tasavvufta İlâhî aşkı ve bu aşkın coş-

kunluğunu simgelemektedir. Şairler, coşkunluk

ve neşe veren, sarhoş eden şarapla, insanı ken-

dinden geçiren ve aklını, mantığını, şuurunu kul-

lanmasına engel olan İlâhî aşk arasında ilgi kur-

muşlardır. Ve kendilerini bu semboller üzerinden

ifade etmişlerdir. Beyitte ‘sâfî’ ifadesiyle şarabın

cinsi belirtilmiştir. Bu ifade; halis, temiz, katık-

sız şarap anlamına gelen şarab-ı nâb/mey-i nâb/

bâde-i nâb şeklinde değişik kullanımlarıyla da

karşımıza çıkmaktadır. Şarab-ı nâb, tasavvufta

mecâzen mâsivâ kayıtlarından arınmış, saf İlâhî

aşkı sembolize eder.

“Tasavvufî anlayışta dünyanın terk edilmesi esastır.

Bu anlayış kendini farklı ifade şekilleriyle dile

getirmiştir. Hulûsi Efendi, “Mûtû kable en-temûtû”,

yani “Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i şerifini veciz

bir şekilde ifade etmiştir.”

Page 8: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Mayıs 201312 13

Şiirlerde “mey-i sâf” veya “mey-i sâfi” şeklin-

de geçen saf şarap, genelde sûfi kelimesi ile birlik-

te kullanılır. Hakk’a vâsıl olan kişiye, “sûfî”; yolda

sülûka devam edene de, “mutasavvıf” denir; sûfî,

vusûl; mutasavvıf usûl ehlidir. Sûfî kendi nefsinde

fânî olmuştur, ancak Allah ile bâkîdir. Sûfî, nef-

sin alışkanlıklarından kurtulmuş, hakîkatlerin

hakîkatine ulaşmıştır. Bu nedenle Hulûsi Efen-

di ilk şart olarak kişinin, sâkî ifadesiyle sembolize

edilen, şeyhin elinden saf aşk şarabını içmesini ve

aşk yoluna girmesini ister. Hakk’ın sırlarını anla-

manın ilk şartıdır aşkın şarabını içmek.

Hal Ehli Gerçeği Bulanlar

Beyit içerisinde dikkat edilmesi gereken bir

diğer sembol ise sâkîdir. Tasavvuf edebiyatında

sâkî; mürşid, mürşid-i kâmil, şeyh, pîr-i kâmil,

pîr-i tarîkat, insân-ı kâmil gibi tasavvuf büyükleri-

ni temsil etmektedir. Sâkî insanı nasıl maddî aşka

götürürse, mürşid-i kâmil de tasavvufa intisâb

eden kişiye İlâhî aşk yolunda yol gösterir. Ayrı-

ca Hulûsi Efendi, beyitin içeriğinde sûfîye ‘sûret-i

hâle nazar etme’ diyerek aşk yolunun ilk kuralı-

nı hatırlatmış olur. Hâl ehli; gerçeği bulanlar, ma-

rifete erenler, bu şekilde birliği yaşayanlardır.

Sûfînin, aşk yolunda henüz hâl ehli olmadığı için,

bu makamda olanların hâline nazar etmesi doğru

olmaz. Çünkü bilmediği bir makamda yaşananları

dikkate alması onu bu yoldan alıkoyabilir. Eskiler

bu isteklerini, “Erenler, kâlimizi, hâle tebdîl eyle.”

şeklinde ifade etmişlerdir.

Seni bu hâl-i harâbdan götürürler bir gün

Ölmeden öndin ölüp göçmeden öndin göçegel

“Bir gün seni bu harâb dünyadan götürürler,

ölmeden önce öl göçmeden önce göç.”

Dervişin gözünde dünya kısa süre kalınacak

bir misafirhânedir. Dünya bir han insanlar ise bu-

rada konaklayan yolculardır. Misafirhâne her gün

gelip gidenlerle dolup boşalır. Kimse burada son-

suza kadar kalıcı değildir. Dünya fani ve geçicidir,

bekâsı yoktur. İnsan geçici olan bir şeye bakma-

malı ve gönül bağlamamalıdır. Onu sevmemeli ve

terk etmelidir. Kur’an-ı Kerim bu hakîkati Hadîd

Sûresi 20. âyetinde çarpıcı bir şekilde ifade et-

tikten sonra dünyâ hakîkatini şöyle ifade eder:

“Dünyâ hayâtı aldanış olan bir metâdan başka

bir şey değildir. ”

Tasavvufî anlayışta dünyanın terk edilme-

si esastır. Bu anlayış kendini farklı ifade şekille-

riyle dile getirmiştir. Hulûsi Efendi, “Mûtû kable

en-temûtû”, yani “Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i

şerifini veciz bir şekilde ifade etmiştir. Yani tec-

rit hırkasını giyen sûfînin yapması gereken ikin-

ci görevidir “ölmek”. Çünkü ancak ölümünü dü-

şününce insan dünyadan elini eteğini çekebilir

ve mâsivâdan kurtulabilir. Bu nedenle tasavvufta

râbıta-i mevt çok önemli bir meseledir. Sûfîler bu

düşünceyi kıyâfetlerine ve yaşantılarına da yan-

sıtmışlardır. Mutasavvıflar genellikle bu düşün-

ceyi, “Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk

edesin.” şeklinde ifade etmişlerdir. Gerçek dost ve

sevgili olamayan vefâsız dünyayı terk ederek in-

san ona gâlib gelmeli.

Hâl-i encâmını fikr eyle bu fânî evinin

Geçmeden fırsat o bâkî eve bir yol açagel

“Bu fânî evin son hâlini düşün, fırsat geçmeden

bâkî eve bir yol aç.”

Hulûsî Efendi gazelinde sırayla işlediği aşk yol-

culuğunda bir diğer makam olan bekâ yolundan

bahsetmektedir. Zira sûfî artık aşk şarabını içmiş,

râbıta-i mevti tamamlamış ve hırka-i tecrîde gir-

miştir. Şimdi yapması gereken bu yolda derinleş-

mek ve bekâbillah arzusu ile bütünleşecek bir yol

bulmaktır. O artık terketmeyi âdet haline getir-

meli ve bu fenâ mülkünü fırsat eldeyken terket-

meli.

Kişi Bütün Varlığı Terk Etmeli

Terk-i dünyadan maksat, bütün dünya nimet-

lerinden vazgeçmektir; yani insan olarak ihtiyacı-

mızı karşılamak için gerekli olanla yetinip dünya

nimetlerinin esiri olmamak. Dünya, mâhiyeti ge-

reği fânî ve ölü gibi olduğundan terk edilmelidir.

‘Terk’ kavramının tasavvufi düşüncede önemli bir

yeri vardır. Mutasavvıflara göre aşk yolunda insan

dört terki başarabilmelidir. Öncelikle terk-i dün-

ya (dünyayı terk), ki zaten bir önceki beyitte bunu

ifade etmiştik. İkinci olarak, terk-i ukbâ (ahireti

terk), yani bu yapılan, edilen her şeyin karşısın-

da bir cennet ve ahiret beklentisi içinde olmamak;

sadece Allah rızâsını gâye edinmek. Meselenin

Yunusca ifadesiyle sûfî sadece “İsteyene ver an-

ları/Bana seni gerek seni” demelidir. Üçüncüsü

terk-i hestî (varlığı terk), kendi varlığını unutacak

ve artık fenâfillâha ulaşacak sûfînin kendini orta-

dan kaldırması gereklidir. Son olarak terk-i terk

(terki terk), bu ise ihlâsı işaret eden en önemli

düsturdur. Yani bütün bu terk edişleri de terket-

mek gerekli. Eğer kişi bunun farkında ve fahrinde

olursa işin ihlası bozulacağı için diğer terkler an-

lamsız duruma düşecektir. Yani kişi bütün varlığı

terk etmeli ve bu terki dahi terk etmeli.

Sana vuslat yolunun rehberi aşkın yârın

Ana yâr ol da ko ağyârını yârdan seçegel

“Ağyarı/başkalarını bırak, sana vuslat yolunda

rehberlik edecek yâri seç ona yâr ol.”

Varlıktan geçip nefsini terk eden sûfî artık ger-

çek sevgilinin makamına fenâ yurduna ermeli-

dir. Vuslat sözlüklerde kavuşma, ulaşma, erişme

demektir. Tasavvufta gâib olan Hakk’a kavuşma

anlamında kullanılır. Mânevî bir hal olan vus-

lat, rûhen Hak‘la bir olmayı ve kendinden geçme-

yi de ifade eder. Vuslat artık hakîkî sevgiliye ka-

vuşma anıdır. Bu ise ancak Allah’tan gayrı her şey

anlamına gelen mâsivâdan geçmekle olur. Beyit-

te ‘ağyar’ ifadesi mâsivâyı temsil etmektedir. Yani

gerçek sevgilinin gayrısında olan her şeydir. Dün-

yaya ait bütün güzellikler ve nefsin bütün istekle-

ri ağyârdan sayılır. Âşıklar, ağyârı aradan çıkarıp

gönüllerini Hakk’ın aşkıyla doldurdukları zaman

vuslata erebilirler.

Ey Hulûsî ne ki var nakd-i hayâtın varın

O güneş yüzlü nigârın ayağına saçagel

“Ey Hulûsi hayattan kazandığın neyin varsa o

güneş yüzlü sevgilinin ayağına saç.”

Sûfî artık en yüce makama ermiş ve her şeyin-

den vazgeçmiştir. Hulûsi Efendi beyitte tecrîd-i

hitâbî sanatına başvurarak kendine seslenmiş-

tir. Dünyadan elde ettiği neyin var neyin yoksa

onu güneş yüzlü sevgilinin ayağına saç. Ki böy-

lece gerçek varlığa erebilesin. Güneş sevgilinin

bizzâtihi kendisidir. Sûfî fenâ makamına erdiği-

ne göre artık onun için hiçbir şeyin anlamı kal-

mamıştır. Beyitdeki ayağına saçmak deyimi an-

lam pekiştirmesi bakımından önemlidir. Bizler

bu deyimi her şeyimizi yoluna fedâ edecek kadar

sevdiğimiz kişiler için kullanırız ve sevgide son

durak olarak ifade ederiz. İşte sûfî için artık bü-

tün varlığı tüketmenin vakti, yani aşk ile varlık

âlemini ortadan kaldırıp vuslata erişme vakti gel-

miştir.

Page 9: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

15

İlk yaratan ve tekrar yaratma gücüne sahİp olan:

EL-MÜBDİ’VE’L-MUÎD

“Allah gökten su indirerek baharın gelişiyle birlikte ölü olan tabiatı canlandırır.

Toprak, titreşir, kabarır, şişer ve her güzel çiftten bitirir.”

Mayıs 201314

Mü b d i ’ ,

“ m û c i d ”

mânâsınadır.

Îcâd, kendisinden önce bir ben-

zeri bulunmadığı zaman ibdâ’;

kendisinden önce bir benze-

ri bulunduğu zaman iâde adı-

nı alır. Mûcid ise, hem ilk ya-

ratan ve hem de tekrar yaratan

anlamlarına gelir. Çünkü varlığı

ilk yaratan ve tekrar yaratacak

ve diriltecek olan Yüce Allah’tır.1

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah’ın

ilk defa ve tekrar yaratma gü-

cüyle ilgili şöyle buyrulur: “İn-

san, bizim kendisini az bir su-

dan (meniden) yarattığımızı

görmedi mi ki, kalkmış apaçık

bir düşman kesilmiştir. Bir de

kendi yaratılışını unutarak bize

bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çü-

rümüşlerken kemikleri kim di-

riltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa

var eden diriltecektir. O her ya-

ratılmışı hakkıyla bilendir.”2 Bu

âyette de görüldüğü gibi Allah’ın

en güzel isimleri arasında el-

Mübdi’ ve el-Muîd isimleri yer

alır.

Cenâb-ı Hâk, vâcibu’l-

vücûddur. Varlığı kendi zâtının

zorunlu bir gereğidir, başkasın-

dan değildir. Allah’ın dışında-

ki varlıklar ise, “mümkün” var-

lıklar olup, var da olabilirler yok

da olabilirler. Onlar varlıklarını

bir başkasına borçludurlar. Al-

lah var olmakta bir başkasına

muhtaç değildir. O’nun dışında-

ki varlıklar ise, var olmada O’na

muhtaçtırlar. Bir başkasına

muhtaç olan kimse ise mümkün

varlıktır. Mümkün olan varlıklar

için bir müreccih (tercih edici)

gereklidir. O da Yüce Allah’tır.

Bu bağlamda bütün mahlûkâtı

yaratmak anlamında yegâne

mübdi’ ve mûcid Allah’tır. Na-

sıl ki O, insanı hiç yoktan var

etmişse, aynı şekilde ölümden

sonra da yeniden diriltecektir.

Bütün mahlûkat O’ndan gelmiş-

tir ve yine O’na dönecektir, dön-

dürülecektir.

Tabiat, Ölüm ve Dirim İçin Bir Misâldir

Tabiat ölüm ötesi hayat için

bir misâl olması nedeniyle, ölüm

ve dirilişin sürekli yaşandığı

ve tekrarlandığı bir mekândır.

Kur’an-ı Kerim’de bu hususa

şöyle işaret edilir:

“Allah rüzgârları gönderen-

dir. Onlar da bulutları hareket

ettirir. Biz de bulutları ölü bir

toprağa sürer ve onunla ölü-

münden sonra yeryüzünü diril-

tiriz. İşte ölümden sonra diriliş

de böyledir.”3

“Gökten de bereketli bir su

indirip onunla kullar için rızık

olarak bahçeler ve biçilecek ta-

neler (ekinler) birbirine girmiş

kat kat tomurcukları olan yük-

sek hurma ağaçları bitirdik ve

böylece onunla ölü bir beldeye

hayat verdik. İşte (dirilip ka-

birlerden ) çıkış da böyledir.”4

Allah gökten su indirerek ba-

harın gelişiyle birlikte ölü olan

tabiatı canlandırır. Toprak, tit-

reşir, kabarır, şişer ve her gü-

zel çiftten bitirir. Nemli bir top-

rağa konan tohumun kokuşması

gerekirken, bakanlara güzellik-

ler saçan bitkiler filizlenip yeşe-

rir. Sonbaharın gelişiyle birlik-

te tabiatta bir ölüm hali yaşanır.

Şüphesiz bu olup-bitenlerde

Allah’ın kelâmını işiten ve an-

lamını kavrayıp düşünenler için

ölüm ve dirimi yaratan Allah’ın

kudretine işaretler vardır.5

İnsanoğlu, yaratılış üzerin-

de düşünmelidir. Yaratılış üze-

rinde düşünmek insanı Yüce

Yaratıcı’ya götürür. Yaratan ola-

rak Allah’ı kabul eden bir kimse,

öldükten sonra tekrar yaratan

olarak O’nu tanır. Kur’an’a göre

yaratılışın aslında birlik düşün-

cesi vardır. Bakmasını bilenler

için her şeyde tevhîdin tecellîsi

görülebilir. Bu konuda şu âyet

oldukça açıklayıcıdır:

“O, gökten su indirendir. İşte

biz her çeşit bitkiyi onunla bi-

tirdik. O bitkiden de kendisin-

de üst üste binmiş taneler bitire-

ceğimiz bir yeşillik; hurmanın

tomurcuğundan sarkan sal-

kımlar; üzüm bağları; bir kıs-

mı birbirine benzeyen zeytin ve

nar bahçeleri meydana getir-

dik. Meyve verirken ve olgun-

laştığı zaman birbirinin mey-

vesine bakın! Kuşkusuz bütün

bunlarda inanan bir toplum

için ibretler vardır.” 6

Tek başına bu âyet bile,

tevhîdî hakikatleri olanca güzel-

liğiyle tabiattan çok farklı örnek-

ler vererek açıklamaktadır ki, o

da yaratılışın orijinalinde kay-

nağın bir olma ilkesidir. Çeşitli-

lik bundan sonra başlamaktadır.

Yani, çoklukta vahdet anlayışı...

Tek bir nefisten renklerin ve dil-

lerin; tek bir sudan türlü tatta ve

Page 10: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

17Mayıs 201316

şekillerde bitkilerin yaratılması

bunun en güzel misâllerini oluş-

turmaktadır. Kur’an’ın dil siste-

minde vâhid ve ehad kelimeleri

anlam bakımından birbirinden

farklıdır. Vâhidiyyetin anlamı,

bütün mevcûdat birinindir, bi-

rine bakar ve birinin îcâdıdır.

Ehadiyyetin mânâsı ise, her bir

şeyde Allah’ın isimleri tecellî

ediyor, demektir. Bu yönüyle

eşya, Allah’ın ehadiyyet isminin

mazharıdır. Meselâ, bir mey-

ve bir ağaçtan parça olmakla, o

ağacın tamamı hükmünde olup,

bu yönüyle vâhidiyyete işaret

eder. Yine her bir meyve, ağacın

bir parçası olduğu gibi, ağacın

bütün özelliklerini, yani gene-

tik şifresini içinde saklaması yö-

nüyle, onun tamamı hükmünde

olup, bu yönüyle de ehadiyye-

te işaret eder. Biz vâhidiyyet ve

ehadiyyetin yansımalarını bü-

tün canlılarda ve hâssaten her

bir insanda görebiliriz.

Her Bir Varlık Ehadiyyetin

Damgasını Taşır

İnsanın, Allah’ın misâl ola-

rak anlattığı bu bitki türlerinden

ibret alması, onda Allah’ı takdîr

hislerini doğurmalıdır. Evrende

bulunan bitkilerin rolleri fark-

lı farklıdır. Bunlardan bir kıs-

mı canlılara rızık vesilesi olma-

sı, diğerleri yapı itibariyle farklı

olmakla birlikte, her birinin ayrı

bir şekli ve estetiğinin olma-

sı, bir başka açıdan binlerce çe-

şit bilgi olmasına rağmen bun-

ların hepsinin ya birbirinin aynı

ya da az farklı olan çekirdekler-

den meydana gelmesidir. Her

kışta toprağa düşen çekirdek-

ler, havaların ısınması, baharın

gelmesiyle birlikte birbirine ka-

rışmayarak, düzenli, dengeli ve

ziynetli bir şekilde yeniden ha-

yat bulmaktadır, canlanmakta-

dır, dirilmektedir. Bütün bun-

lar çekirdeği kudretiyle yaratan,

ona hayat veren Allah’ın yüce

kudret eserleridir. Bu sebep-

le güzellik, akîdenin temelin-

de önemli bir unsurdur. İnanca

hizmet eder. Âlem organik bir

bütün olduğundan dolayı, ora-

da her şey, birbiriyle muazzam

bir ilişki ağı oluşturmuştur. Al-

lah bu güzellik fenomenini, bü-

tünlüğün her bir unsuruna yer-

leştirmiştir.

Biz, Yüce Allah’ın mübdi’ ve

muîd oluşunu sadece tabiatta

değil, aynı zamanda insanın ya-

ratılışında da görmekteyiz. İn-

sanı ana rahminde dilediği gibi

şekillendiren Yüce Allah7, anne-

lerinin karnında üç merhaleden

geçirerek yarattığını şöyle anla-

tır: “Sonra nutfeyi alaka (aşı-

lanmış yumurta) yaptık. Pe-

şinden, alakayı, bir parçacık et

haline soktuk; bu bir parçacık

eti kemiklere (iskelete) çevirdik;

bu kemikleri etle kapladık. Son-

ra onu başka bir yaratılışla in-

san haline getirdik. Yapıp-ya-

ratanların en güzeli olan Allah

pek yücedir.”8 Bir başka âyette

de, “Sizi annelerinizin karınla-

rında üç karanlık içinde yarat-

madan yaratmaya: (nutfeden

alakaya, alakadan et giydiril-

miş kemiklere) geçirerek yarat-

maktadır. İşte Rabbimiz Allah

budur. Mülk O’nundur. O’ndan

başka tanrı yoktur. Nasıl (O’na

kullukta şirke) çevriliyorsu-

nuz?”9 şeklinde yaratılış aşama-

ları anlatılır ki, son aşama suret

vermedir. İnsanlar bu suret-

le genel hatlarıyla birbirlerine

benzer ve diğerlerinden ferdi bir

suretle ayrılır. Yani insan diğer

insanlara hem benzer ve hem de

benzemez. Bu da insana Allah’ın

verdiği şekillendirme farkıdır

ve O’nun bir yaratma mucizesi-

dir ki, gerçek sanat burada açığa

çıkmaktadır. Zira her bir bireyin

genetik kodu farklıdır.

Netice-i kelâm, insan, Yüce

Allah’ın ilk defa yarattığına

inandığı gibi, tekrar yaratma-

ya kâdir olduğuna da inanmalı-

dır. Çünkü Evvel olan da Âhir

olan da Allah’tır. Hiçbir şey yok

iken O vardı. İlk defa varlığı O

yarattı ve tekrar bütün varlıklar

O’na dönecektir, döndürülecek-

tir. İlk defa yaratan Allah, ikin-

ci defa yaratmaya haydi haydi

güç yetirir. Âfâk ve enfüsü oku-

masını bilenler, bu varlık ala-

nında ölüm ve dirilişin nasıl

tekrarlandığını âyân-beyân gö-

receklerdir. İnancımıza göre,

İsrâfil (a.s.) adlı meleğin ikin-

ci defa sûr’a üflemesiyle birlik-

te ikinci yaratılış tekrarlanacak-

tır. Herkes hesap vermek üzere

Yüce Allah’ın huzurunda topla-

nacaktır. Önemli olan bu dünya

hayatımızı, âhirette hesap vere-

bilecek bir anlayış üzerine kur-

mak ve yaşamaktır.

1 Beydâvî, Şerhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ, Beyrut, 2011, s. 292.

2 36/Yâsîn, 77-79.3 35/Fâtır, 9.4 50/Kâf, 9-11.5 Bk. 16/Nahl, 65.6 6/En’âm, 997 3/Âl-i İmrân, 68 23/Mü’minûn, 149 39/Zümer, 36

*Prof. Dr.

Dipnot

Aşkın Yolu

Haramdır aşığa aşktan gayrısı İkrar kılıp yola girdikten sonra. Helal haram hepsi bir olur Bir’den Bu aşkın sırrına erdikten sonra. Can sen ahu gözlüm can ahu gözlüm Dön sen ahu gözlüm dön ahu gözlüm Aşkın sevdasıyla aşkın narıyla Yan sen ahu gözlüm yan ahu gözlüm

Düşünce gönlüne can bakışlı yarDağın doruğunda sert eser rüzgârYüreksiz olanlar yola çıkmazmışMenzilden öteye yeni hedef var.

Can sen ahu gözlüm can ahu gözlüm Dön sen ahu gözlüm dön ahu gözlüm Aşkın sevdasıyla aşkın narıyla Yan sen ahu gözlüm yan ahu gözlüm

Aşkın yolu sarptır menzili ırak Hakk’a gider isen gayrıyı bırak. Gündoğdu olma sen nefsine esir Terk et benliğini özüne dön bak.

Can sen ahu gözlüm can ahu gözlüm Dön sen ahu gözlüm dön ahu gözlüm Aşkın sevdasıyla aşkın narıyla Yan sen ahu gözlüm yan ahu gözlüm

Mürsel GÜnDoĞDu

Page 11: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

19Mayıs 201318 19

BİR SERHAT ŞEHRİ

EDİRNE

Edirne bir uç beyi, bir serhat şehridir!

İstanbul’a tam doksan iki yıl başkentlik yap-

mış ve Osmanlıya uğur getirmiş bir tarihi şehir

Edirne. Nice Akıncı Beylerine yol ve yoldaş ol-

muştur. Bir vefa âbidesi ve irfan kalesi bir şehir

olmuştur tarih boyunca.

Edirne vatanın en uç sınırı, en ötesi ve duy-

gu bakımından en yakını aslında. Edirne gâh 2.

Murat Han, gâh Yıldırım Bayezıd Han, gâh Fatih

Sultan Mehmet Han’dır ruh coğrafyamızda.

Meriç nehriyle sırt sırta vermiş maziye gö-

türmektir her dem. Meriç öfkelenince azgın,

sükûnette durgun bir göl misali kendine akı-

yor her an! Sükûneti bilgece ve dervişanedir

Edirne’nin. Asırların ağırlığı ve payitaht olmanın

ince düşüncesinin işgali altındadır hala. Edirne

vakurdur, değergamdır.

Selimiye Sinan, Sinan Selimiye’dir görene!

Kanuni Sultan Süleyman’ın yaz uğrağı, şehza-

delerin zamanı bildikleri ve zamanın ruhuna yas-

landıkları şehirdir Edirne! Fatih Sultan Mehmet

Han’ın Konstantin’i İstanbul yapma hayaline

maya çalındığı ruh, Sultan Mehmed’i olgunlaştı-

ran iklim ve Türk’ün bahtının açıldığı, yıldızının

yükseldiği coğrafyadır.

Edirne Bir Fetih Nişanesidir!

Edirne ovasında bir anda ayçiçeği tarlaların-

da bir sarı rüyaya dalarsınız. Uzak yıllar, uzak

hatıralar ve uzak yaşamlar uzanır yanı başınızda.

Şehir GüzellemesiMeryem Aybike SİNAN

Page 12: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Mayıs 201320 21

Cedlerimizin mağfiret iklimine mimlenen bakışı-

mızdır. Hüznümüz, sevincimiz, ayrılığımız, neşe-

miz ve acımızdır Edirne!

Edirne ovası bir baştan bir başa türkümüzdür

her dem söylediğimiz;

Edirne’nin ardı bağlar

Meriç akar, sular çağlar

Eşinden ayrılan ağlar

Ay oldu mu duyuldu mu?

Hacıoğlu, mestan gibi vuruldu mu?

Trakya acısını yüreğinde kıstırmıştır. Rume-

li diyarından gelen bütün ağıtlar önce Edirne’de

duyulur, ağıtlar önce burada yakılır kardeş tür-

küleri adına. Elveda Rumeli diyerek yollara dü-

şünler önce burada sıla-ı rahim ederler. Evlad-ı

Fatihan diyarları önce Edirne’ye selam gönderir,

Edirne’yi sıla sayar!

Edirne bizim sonsuzluk türkümüzdür! Edirne

Mimar Sinan’ın ustalığının şahidi olan kenttir.

Osmanlı mimarisi bu şehirde altın devrini ya-

şamış ve bu şehrin bağrına sayısız eser bergü-

zar bırakılmıştır. Selimiye Arastası, Bedesten, Ali

Paşa gibi kapalı çarşılarla Edirne bir çarşılar zen-

ginidir. Üç Şerefeli Camii, Eski Camii, Darü’l Ha-

dis Camii, Selimiye Caminin kardeşleri gibi Edir-

ne toprağının manevî bekçiliğini yapar gibidirler.

Beyazıt ve Selimiye Külliyesi hala dimdik ayakta

geçmişi yâd etmektedir. Edirne Sarayından geri-

ye bugün sadece Adalet Kasrı kalmıştır ne yazık

ki!

Edirne Bir Köprüler Şehridir Sanki

Sık sık seferlere revan olan Osmanlı Meriç’in

üzerine ne de çok köprü yapmış, ne çok köp-

rücükler inşa etmiştir şaşılası. Meriç Köprü-

sü, Tunca Köprüsü, Uzun Köprü, Fatih Köp-

rüsü, Saraçhane Köprüsü gibi irili ufaklı atalar

yadigârı köprüler hala dimdik ayakta ve Meriç’in

azgın sularına meydan okumaktadır sanki.

Ata sporu Edirne Kırkpınar Güreşleri yüz-

yıllardır bu şehrin bağrında güreşçilerini ağır-

lamaya devam etmektedir. Edirnekari “Edirne

işi” denilen el sanatkârlığı bu şehirde atalar ru-

huna ait estetik unsurları icra edip eski hatıra-

ları ayaklandırmaktadır adeta.

Edirne insanı sımsıcak bir semaver gibi ge-

leni geçeni misafirperverliğin en incesiyle kar-

şılamakta ve konuğunu şehre özgü seçkin mut-

fağıyla ağırlamaktadır. Edirne mutfağında

geçmişten günümüze çok farklı lezzetler bu-

har buhar tütmektedir! Badem Ezmesi, Gaziler

Helvası, Ciğer Tava, Mamzana, Elbasan Tava,

Satır Köftesi, Rumeli Beğendisi, Hardaliye, Bel-

muş, Edirne Peyniri, Deva-i Misk, Alçakatık,

Kaçamak sizi her dem buyur eder gibidir.

Edirne coğrafya olarak da binbir güzelliği

saklayan ve her dem konuklarını ağırlamaya

hazır bekleyen bir beldedir. Bülbül Adası, Ka-

raağaç, Sarayiçi, Söğütlük, Büyükevren, Saz-

lıdere, Erikli, Mecidiye, Yayla, Gökçetepe gibi

koy, körfez, yayla ve mesire yerleriyle alabildi-

ğine güzel ve önemli bir zenginliğin adresidir

Edirne.

Edirne bugün hala bütün canlılığını muhafa-

za etmekte, üniversitesiyle, özellikle mimarisiy-

le, ilgi odağı olma halini devam ettirmektedir.

Dünün ihtişamını, bugünün modernizmiyle bu-

luşturan çehresiyle ve maddî ve manevî zengin-

liğiyle bütün dünyaya gülümsemektedir. Edir-

ne kendine emindir, kendisine emin olunandır!

Page 13: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

23Mayıs 201322

DUYGUSU İLE DİNÎ HASSASİYET

VERA

Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

V era’, “el çekmek,

uzak durmak, za-

yıf olmak, korkak

olmak, küçük olmak, Allah’tan

korkmak, günahlardan ve şüp-

heli şeylerden uzaklaşıp sakın-

mak, mubah ve helâllere bile ti-

tizlikle yaklaşmak” demektir.1

Vera’; haram ve mekruh olan

şeyleri terk etmekle birlikte,

şüpheli olan hususlarla helâl ve

mubahların ihtiyaçtan fazlası-

nı bırakmak, zerre kadar da olsa

kimsenin hakkını üzerine geçir-

memektir.2

Hz. Ömer, takvâ ve vera’ sa-

hibi kişilerin servet sahipleri-

ne ve dünyevî makamlara te-

nezzül edip boyun bükmesini

acınacak durum olarak gör-

mektedir.3 Buna göre vera’ eh-

linin ağzından çıkacak sözlere,

atacağı adımlara, tavır ve tu-

tumlara dikkat etmesi, her ha-

linde Allah ve Rasûlü’nün rı-

zasına uygun davranmasına

dikkat etmesi gerekmektedir.

Konunun ehemmiyetine dik-

kat çeken Sehl b. Abdullah et-

Tüsterî, vera’ın kalbleri tasfiye,

lisanı muhâfaza, bütün işlerde

mâlâyânîyi terk olduğunu be-

lirtmiştir.4

Takvâ ve vera’ hassâsiyeti ile

mü’minin nefsini mağlup etme-

si, kör iştah ve arzularına gem

vurması, onları ilâhî iradenin

hükmüne râm olmaya zorlama-

sı hedeflenmektedir. İçgüdüleri-

ne egemen olanlar sonunda ih-

tiraslarının kurbanı olmaktan

kurtulacaklardır.

Yahyâ b. Muâz (ö. 258/871)

vera’ın zâhir ve bâtın olmak üze-

re iki kısma ayrıldığını, bun-

lardan zâhirin, dilin her zaman

Hakk’ı zikretmesi, bâtının ise,

kalbe mâsivânın girmemesi ol-

duğunu söylemiştir.5 Yine ta-

savvuf ehli vera’ı, dört kısım-

da mütalaa etmişlerdir. Bunlar

da fetvâ ehlinin dinî hükümlere

riâyet etmesi anlamında vera’-ı

adal, haram ihtimali olan şeyler-

den çekinmek anlamına vera’-ı

sülekâ, helâlde şüpheli olan-

lardan uzaklaşmak anlamın-

da vera’-ı müttakıyân ve Hakk’a

ibadette kuvvet kazanmak için

kifâf-ı nefs etmek anlamında

vera’-ı sıddîkîndir.6 Bir diğer

tasnîfe göre, vera’ın en aşağı de-

recesi yasaklardan çekinmek, en

yüksek derecesi ise Allah’ı zikir-

den alıkoyacak olan şeylerden

kaçınmaktır. 7

Şüpheli Olan Şeylerden Kaçınmak

Vera’ konusuna avâm, havâs

ve havâssü’l-havâs açısından

yaklaşan tasavvuf büyükleri ha-

ram ve şüpheli olan şeylerden

kaçınmayı avâmmın vera’ı, hevâ

ve nefsin bütün tesirlerini orta-

dan kaldırmayı havâssın vera’ı,

Hakk’ın iradesi karşısında ku-

lun kendi iradesini terk etmesi

ve Müsebbib’i görüp sebeplere

takılmamayı havâssü’l-havâssın

vera’ı olarak nitelemişlerdir. Di-

ğer bir ifadeyle dünyalık beklen-

tisini terk bilincini avâmın vera’

hâli; âhiret kaygısını terk bilin-

cini havâssın vera’ hali, Hak’tan

başka hiçbir şeyi görmemeyi ise

havâssü’l-havâssın vera’ı olarak

görmüşlerdir.8

Hasan-ı Basrî, Mekke’ye var-

dığı zaman, Ehl-i Beyt’ten bir

zâtın, sırtını duvara dayayarak

halka vaaz ettiğini görür. Huzu-

runa gelerek, ondan dinin teme-

linin ne olduğunu sorar. Vaiz,

“Vera” cevabını verir. “Dinin

âfeti nedir?” sorusuna ise “Ta-

mah” cevabını verir. Bu cevap

karşısında son derece mem-

nun kalan Hasan-ı Basrî; “Ha-

lis vera’ın bir zerresi, bin miskâl

nâfile oruç ve nâfile namazdan

daha hayırlıdır.” diye mırılda-

nır.9 Benzer bir tesbiti Bişr-i

Hafî yapar ve der ki: “Nefse en

“Vera’ duygusu azalan isimlerin heybeti kaybolmakta,

vera’ duygusunu göz ardı eden toplumların değer

yargıları ters yüz olmaktadır. Din anlayışındaki salâbet,

dinî hizmetlerdeki yerindelik, dinî duygulardaki derinlik

yaşanan vera’ makamı ile doğru orantılıdır.”

Page 14: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

25Mayıs 201324

ağır gelen üç amel vardır. Bun-

lar da yoksullukta cömertlik,

yalnızken ve kimse görmüyor-

ken vera’ sahibi olmak, kendi-

sinden korkulan veya menfaat

beklenilen kişilerin yanında hak

sözü söylemektir.” 10

Vera’ duygusu azalan isimle-

rin heybeti kaybolmakta, vera’

duygusunu göz ardı eden top-

lumların değer yargıları ters

yüz olmaktadır. Din anlayışın-

daki salâbet, dinî hizmetlerde-

ki yerindelik, dinî duygulardaki

derinlik yaşanan vera’ makamı

ile doğru orantılıdır. Hâris el-

Muhâsibî elini şüpheli bir yeme-

ğe uzattığında parmağının ba-

şında bir damar atar ve onunla

o yemeğin helâl olmadığını an-

lardı. Benzer bir durumu Bişr-i

Hafî’de görmekteyiz: Kendisi bir

davete çağrılır. Önüne yemek

getirilir. Elini uzatmak istedi-

ğinde eli uzanmaz. Bu durumu

üç defa yapar. Onun bu duru-

munu bilen biri şu cevabı verir :

“Onun eli şüpheli yemeğe uzan-

maz. Bu davet sahibi bu pîri ça-

ğırmasaydı olmaz mıydı?”11 Do-

layısıyla vera’ ehlinde haramlara

karşı bir tavır, günahlara karşı

bir soğukluk oluşmaktadır.

Ruveym b. Ahmed el-Bağdâdî

(ö.330/941)’ye göre başkaları-

na dinî hükümleri telkin eder-

ken kolaylığı esas alması, dinin

hükümlerini yerine getirirken

kendisinin sıkı davranması hik-

met ehli velîlerin bâriz vasfıdır.

Çünkü Müslümanlara kolaylık

ve genişlik göstermek, ilme tâbi

olmak, kendi nefsimizi baskı al-

tında tutmak vera’ hükmüne

riâyet etmek, demektir. 12

Yakîn Nuruna Sahip Olabilmek

Vera’ sahibi olmak özellikle

ilim ehlinin vazifesidir. Seriyyu’s-

Sakatî’nin de dediği gibi marifet

nûrunun vera’ nûrunu söndür-

memesi gerekmektedir. Bilgelik

demek, duyarlılığın artması de-

mektir. İlmî birikimin fazlalaş-

ması kulluğun derinleşmesine

katkı sağlamalıdır. İlme amelin

eşlik etmemesi felâketin adıdır.

Amelden yoksun ilim, sahibine

yüktür. Âlimin haram ve şüpheli

şeylerden rahatsızlık duymaması

ilmine ihânettir. Dolayısıyla vera’

hâlinin temâyüz edeceği yegâne

adres ilim erbabı olmalıdır.13

İlim, hikmet, edep ve ahlâk sa-

hibi bir mü’minin en bâriz vasfı

olan vera’; dini daha derin bir an-

layışla yaşama sanatı ve dinde has-

saslıktır. Vera’da, ruhsattan kaçış

ve azimetle amel ediş söz konusu-

dur. Haramlardan uzaklaşmadan

ve nefsin arzularına engel olma-

dan takvâ ehli olmak söz konusu

değildir. Çünkü nefsânî arzuları-

mızdan uzaklaştıkça yakîn nuru-

na sahip olabiliriz. Günah batak-

lığına saplananlar takvâ gemisini

terk edenlerdir. Muttakî bir kulun

gözünden, kulağından, dilinden

ve diğer uzuvlarından ilâhî gazabı

celbedecek davranışlar sâdır ola-

maz. Takvâ ehli günlük yaşantı-

larında, yeme içmelerinde, giyim

kuşamlarında oldukça titiz ve has-

sas davranırlar.

Yegâne Ölçümüz Takvâdır

Müslüman olarak hayat tar-

zımız ve insana bakış açımız

noktasında yegâne ölçümüz

takvâdır.14 Takvâ mertebesine

erişmemiz gayretimize bağlı-

dır. Talâk Suresinin ikinci âyet-i

kerîmesinde bu gerçek şu şekil-

de ifade edilmektedir: “…Kim

Allah’a karşı takvâ sâhibi olur-

sa, Allâhu Teâlâ ona bir çıkış

yolu ihsân eder.”

Peygamber Efendimiz Muâz

b. Cebel’i Yemen’e vali olarak

gönderdiği zaman Medîne’nin

dışına kadar uğurlar. Muâz b.

Cebel binek üzerindedir, Pey-

gamber Efendimiz ise yürümek-

tedir. Onu uğurlarken kendisine

bazı tavsiyelerde bulunduktan

sonra;

“Ey Muâz! Belki bu senem-

den sonra beni bir daha göre-

mezsin! İhtimal ki, şu mescidi-

me ve kabrime uğrarsın!” der.

Muâz b. Cebel bu sözleri du-

yunca, Allah Rasûlü’nden ay-

rılmanın verdiği hüzünle ağ-

lamaya başlar. Peygamber

Efendimiz;

“Ağlama ey Muâz!…” der ve

yüzünü Medîne’ye doğru çevi-

rerek;

“İnsanlardan bana en yakın

olanlar, kim ve nerede olursa

olsun Allah’a karşı takvâ sahi-

bi olan müttakîlerdir.” müjde-

sinde bulunur.15

Bir diğer hadîs-i şerîflerinde

Peygamber Efendimiz şöyle bu-

yurmaktadır:

“Şüphesiz helâl bellidir. Ha-

ram da bellidir. Fakat bu iki-

si arasında (helâl veya haram

olduğu açıkça belli olmayan)

birtakım şüpheli şeyler vardır

ki, pek çok kimse onları bile-

mez. Şüpheli şeylerden kaçınan

bir kimse, dinini ve haysiyetini

korumuş olur. Şüpheli şeyler-

den sakınmayan bir kimse ise,

zamanla harama düşer.”16

“Şüphesiz benim dostlarım

müttakîlerdir.”17 diyen Peygam-

ber Efendimizin her daim dilin-

den düşürmediği dua, takvâ ta-

lebine dönüktür. Şöyle ki:

“Allah’ım! Nefsime takvâsını

ver ve onu tezkiye et! Sen onu

en iyi tezkiye edensin. Sen onun

velîsi ve Mevlâ’sısın.”18

“Allah’ım! Senden hidâyet,

takvâ, iffet ve gönül zenginliği

isterim”19

Allahu Teâlâ gücümüz yetti-

ğince kendisine karşı takvâ sa-

hibi olmamızı emrederken,20

Peygamber Efendimiz de hakîkî

takvâyı elde edebilmenin yolunu

şu şekilde takdîm etmektedir:

“Kul, mahzurlu şeylere düş-

me endişesiyle sakıncası ol-

mayan bazı şeyleri de terk et-

medikçe gerçek muttakîlerin

derecesine ulaşamaz.”21

Özetle takvâ ve vera’ ehli ol-

manın yolu; nefsânî arzula-

rı köreltmek, rûhânî istîdâdları

inkişâf ettirmek, Kur’ân ve sün-

neti hayatın her safhasına intikâl

ettirebilmek, dinin hükümleri-

ni muhabbet, gayret, fedakârlık

ve vecd içinde ifa edebilmek,

iç âlemi terbiye edip ibadet ve

muâmelâtın zevkine varabil-

mek, Rabbimizle kalben buluşa-

bilmek, şefkat ve merhamet gibi

ilâhî sıfatların kalbimizde tecellî

etmesine imkân hazırlamak,

Rabbimize karşı samîmî olabil-

mek, günahtan nefret etmek, af-

fedebilmeyi aslî tabiat haline ge-

tirebilmek, affede affede ilâhî

affa lâyık hâle gelebilmektir.

1 Er-Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, s. 740; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.III, s.388-9; el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 170.

2 Serrâc, el-Lüma’, s. 42-43.3 Sühreverdî, Avârifü’l -Maârif, vr.158a.4 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 172.5 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 172.6 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 173.7 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 173.8 Gürer, Abdülkâdir Geylânî, s. 221.9 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 173.10 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 417.11 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 418. 12 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 390-391. 13 Kuşeyrî, er-Risâle, s.417-419. 14 49/Hucurât, 13.15 İbn-i Hanbel, V, 235; Heysemî, IX, 22.16 Buhârî, Îmân, 39.17 Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242.18 Müslim, Zikir, 73.19 Müslim, Zikir, 72.20 64/Teğâbün, 16.21 Tirmizî, Kıyâme, 19/2451; İbn-i Mâce, Zühd, 24

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 15: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

27Mayıs 201326

16 Mart 2013 tarihinde Kutlu Yol-

culuk başlamıştı. İlk durağımız

Medine-i Münevvere olacak bu-

radan Mekke-i Mükerreme’ye geçilecekti. Cumar-

tesi günü saat 15.00’te uçağımız havalandığında

tüm gönüllerde ayrı bir mutluluk vardı. Vakıf Baş-

kanımız Hamid Hamidettin Ateş Efendi ”Zaman

çok önemlidir, gittiğimiz kutsal yerlerde zama-

nınızı çok iyi değerlendirin ibadet ve taat’a önem

verin, şimdi Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ya-

şadığı, bulunduğu mekânlara doğru gidiyoruz.”

buyurdu. Bu sözler tüm kafileyi ayrı bir heyeca-

na boğmuştu. 410 kişiden oluşan kafilemiz güzel

bir yolculuğun başlangıcında sayfalar halinde ço-

ğaltılmış, Kur’an-ı Kerim’i okuyarak gökyüzünde

3 hatim inmişti. Medine-i Münevvere’ye geldiği-

mizde heyecan doruktaydı, yatsı namazına mü-

teakip Allah’ın Rasûlü (s.a.v.)’nü topluca ziyaret

edecektik. Sıddık kapısından Mescid-i Nebevî’ye

girdik. Yatsı namazlarımızı eda ettikten sonra Va-

kıf Başkanımızın önderliğinde ziyarete başladık.

Salavat-ı şerifeler okunurken duygu yüklü anlar-

da başlamıştı. Vakıf Başkanımızın yaşadığı duygu

yoğunluğu bütün arkadaşlarımızı derinden etkile-

mişti. Gönüller aynı mekânda, aynı huzurda, aynı

istikamette bulunuyordu. Ziyareti tamamladığı-

mızda ise ayrı bir huşû ve huzur bulunuyordu ka-

filede… Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz.

Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)’ın ziyaretleri-

ni tamamlamıştık.

17 Mart 2013’te sabah namazında kafilemiz

Mescid-i Nebevi’de sabah namazını kılmış sonra

da Cennetü’l Bâkî mezarlığını ziyarette bulunmuş-

tu. Medine-i Münevvere namaz demekti. Çünkü

her şeyimizi, zamanımızı, çalışmalarımızı, hiz-

metlerimizi namaza göre ayarlıyorduk. Medine-i

Münevvere huzur demekti, huşu demekti, güven

demekti, teslimiyet demekti, selâmet demekti.

Sohbetler ise bir farklı oluyor gönüllere işliyordu.

Vakıf Başkanımız, “Sohbetler niçin bu kadar gü-

zel oluyor biliyor musunuz?” dedikten sonra şöy-

le buyurdu “İhvanlar dünyalık ve dünyaya dair

işlerini buraya getirmedikleri için gönülleri olum-

suz düşüncelerden uzakta temiz ve saf olduğu,,

birbirlerine olan muhabbetleri gönülden olduğu

için sohbetler bu kadar güzel oluyor.” buyurdu. 18

Mart Pazartesi günü sabah namazından sonra zi-

yaret programımız başladı. Öncelikle Uhud’a gi-

dildi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ”Uhud beni

sever, bende Uhud’u severim.”’ buyurarak Uhud

Dağı’nın canlı bir özellikte olduğunu vurguluyor-

du. Ayrıca Okçular Tepesi’ni hep birlikte görü-

yor ve duygulanıyorduk. Burada Uhud Savaşı an-

latılırken söz dinlemenin, söz tutmanın ne kadar

önemli olduğunu bir kez daha hatırladık.

Uhud Şehitliği’nin önüne geldiğimizde çok

duygulandık. Her şeyini Allah yolunda feda eden

şehitlerimizi anarken Hz. Hamza, Mus’ab bin

Umeyr, Osman Bin Şemmas, Abdullah İbni Cahş

(r. anhüm)… Ve nicelerini hatırladık, dualar ettik.

Yolculuğumuz sürüyordu; Kıbleteyn Mescidi’ne,

Hendek Savaşı’nın olduğu yere Yedi Mescitler’e

Kuba Mescidi’ne ziyaretlerimizi gerçekleştirdik.

Sabah kahvaltısını hurma bahçesinde yaptıktan

sonra çok güzel bir sohbet oldu. Burada hurmanın

özellikleri konuşulurken Acve (Peygamber Hur-

ması) hakkında şu hatıra anlatıldı: İmana gelme-

yen bir Yahudi bir hurma çekirdeğinin filizlenecek

kısmını yakmış Peygamber Efendimize getirerek

çekirdeğin hurma vermesini istemişti. Rasûlü

Zişan Efendimiz Besmele çekerek toprağa dik-

miş, filiz biraz gecikince mahzunlaşmış ve ellerini

Cenab-ı Allah’a dua için kaldırmıştı. Böylece Filiz-

lenen hurma hemen meyve vermişti. Bunun için-

de Acve’nin İslâm dünyasında ayrı bir yeri ve öne-

mi bulunmaktadır.

KültürResul KESENCELİ

BELDE-İ HAMSE-İ MUTAHHARA’DAN HAREMEYN-İ ŞEREFEYN’E

YOLCULUKKUTLU

Page 16: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

29Mayıs 201328

Vakıf Başkanımızın Medine-i Münevvere’de

değişik ülkelerden gelen ziyaretçilerle görüşmesi

ve Müslümanlar için dualar etmesi bizleri duygu-

landırırken Hulûsi Efendi Hazretlerinin şu beyit-

lerini hatırlatıyordu:

Medine şehrinin hâk ü toprağı

Ravza-i Habîb’in gül ü yaprağı

Hakîkat şehrinde kurmuş otağı

Seyyidim sultânım Karîbu’llâh’ım

Mürşidim mu’înim refî’u’llâhım

20 Mart 2013 günü Mescidi Nebevi’de kıldı-

ğımız yatsı namazına müteakip sohbet için yine

hurma bahçesine geçildi. Burada hac ve umre ha-

tıraları anlatılırken ayrı bir huzur, neşe ve mut-

luluk vardı. Anlatılan hatıralardan bir örnek şu

şekildeydi: “Hulûsi Efendi Hazretleri dönemin-

de Hacı Muhittin Amca (Ya Şeyh) bir rüya gö-

rür. Rüyasında bir otağı hümayun kurulmuş

içeresinde Rasûlü Zişan Efendimiz ve ehl-i bey-

ti bulunmaktadır, kendisi girmek ister ama ota-

ğa sokulmaz. Hulûsi Efendi Hazretleri ise otağa

girer Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek

ellerinden öper. Allah’ın Rasûlü ise; “Evladım

Hulûsi geç ve ecdadının yanına otur” diyerek Hz.

Hüseyin Efendimizi işaret eder. Muhittin Amca

heyecanla kalkar abdestini alır, doğruca Somun-

cu Baba Camii’ne gider. Vakit gece yarısını biraz

geçmiştir. Hulûsi Efendi Hazretleri mihrapta

oturmaktadır. Muhittin Amca ya hitaben “Gös-

terilmese de inanacağınız yoktu değil mi?” der ve

murakabe haline devam eder. Hurma Bahçesin-

de çok güzel sohbet oldu. Hazretle görüşme baş-

ladığı sırada:

Ey hûblar şâhı sen eylesen fermân

Cânımı yoluna eylesem kurbân

Gönlüm ârzûsu bu dildeki efgân

Dağları aşasım geldi sevdiğim

Sana kavuşasım geldi sevdiğim

ilahisi okunurken öyle bir an yaşandı ki gözyaşları

sel oldu. Bunların yazıyla, sözle anlatılması müm-

kün değildir. Bunlar ancak yaşanabilir. Anlamak

için yaşamak gerekir.

İhramla Mekke’ye

25 Mart 2013 Pazartesi günü Medine

Münevvere’den ayrılma zamanı gelmişti, Peygam-

ber Efendimiz (s.a.v)’e veda ziyaretleri başlamış-

tı. Gözler yaşlı, gönüller buruktu. İhramlı olarak

Mescid-i Nebevi’de öğle namazını kıldıktan son-

ra araçlarımıza binerek Mikad mahalline, Zül-

Huleyfe Camii’ne gelindi. Arkadaşlar trafikten do-

layı biraz gecikince Vakıf Başkanımız, bir müddet

oturalım diye buyurdu. Bu arada Pir Efendimiz

de Medine-i Münevvere’den buraya geldiğinden

bahsedildi, hatıra anlatıldı. O zaman da okunan

ilahinin aynısı tekrar okundu. O manevî duygular

tekrar yaşandı.

Karanfiller tütsün dursun

Çiçeklerin başı güldür

Bülbülleri ötsün dursun

Gözlerimin yaşı güldür

ilahisi okunurken Vakıf Başkanımız ve tüm ih-

van duygulandı. Niyet yapılarak 2 rekât namaz

kılındı ve Mekke-i Mükerreme’ye doğru yolculu-

ğumuz devam etti. Yatsıyı müteakiben Mekke-i

Mükerreme’ye varılmıştı. Hazırlıklarımızı ta-

mamladıktan sonra Vakıf Başkanımızla birlikte

Kâbe-i Şerif’e geçildi. Burada Rüknü Yemânî cihe-

tinde toplanıldı ve niyet yapıldıktan sonra Umre

başladı. Tavaf yapılıyor, dualar okunuyor, göz-

yaşları içerisinde tavafımız devam ediyordu. Va-

kıf Başkanımızla birlikte umrenin güzelliği bir kez

daha yaşanıyordu. Vakıf Başkanımız arkadaşla-

ra birkaç kez “Kimseyi incitmeyin, yavaş hareket

edelim burada insanları incitmek uygun değildir,

aradan geçenlere de yol verin.” diye bizleri uyarı-

yordu. Böylece bu güzellikler içerisinde tavaf ta-

mamlanıyordu. İki rekât kılınan tavaf namazının

ardından zemzemler içiliyor ve sa’y yapmak için

Safa ve Merve arasına geçiliyordu. Burada ise aynı

güzellikle ibadetimiz devam ediyordu. Bu ibadet-

teki hervele anları ise insana çok farklı duygular

yüklüyordu. Geride kalan bir arkadaşımızı gören

Vakıf Başkanımız, “Bu arkadaşımızı da aramı-

za alın.” diye buyuruyor, her an ve her zamanda

olduğu gibi sahipleniyor, kimsenin geride kal-

masına gönlü razı olmuyordu. Umremiz tamam-

landığında ise vakit çok ilerlemişti, ama herkesin

gözünden mutluluğu okunuyordu. Tıraşlarımızı

olduktan sonra umre ibadetimiz tamamlanmıştı.

Kutlu Seferde Muhteşem Bir Gezi

28 Mart 2013’te Vakıf Başkanımızla birlikte bir

gezi programı yapıldı. Muhteşem bir geziydi bu.

Önce Huneyn Vadisi ziyaret edildi, burası Pey-

gamber Efendimiz (s.a.v.)’in Mekke’nin fethin-

den sonra Müşriklerin pusu kurarak, Peygamber

Efendimizi ve ashab-ı kiramı yok etmek istedik-

leri vadiydi. Ama burada Peygamber Efendimiz

(s.a.v.)’in muhteşem stratejisi ile savaşı Müslü-

manlar kazanmıştı. Huneyn Zaferi Mekke’nin fet-

hini tamamlar özellikteydi. Bu zaferden sonra ci-

var beldelerin hemen hemen tamamı Müslüman

olmuştu. Yolculuğumuz devam ediyordu, bura-

dan Taif’e geçildi. Taif, 1600 rakımlı çok güzel

bir yerdi. Taif’te Vadi-i Neml ziyaret edildi, bu-

rası Hz. Süleyman (a.s.)’ın karıncalarla karşılaş-

tığı yerdi. Neml Suresinin 18 ve 19. ayetlerinde bu

olay şöyle anlatılmaktadır:

“Nihayet Karınca Vadisi’ne geldikleri zaman,

bir karınca: ’Ey karıncalar! Meskenlerinize (ev-

lerinize) girin; Süleyman ve orduları bilinçsiz-

ce sizi kırıp geçirmesin!’ dedi. Sonra da o, (Sü-

leyman) dişi karıncanın sözünden (kararından)

dolayı, gülerek tebessüm etti. Ve ’Rabbim, bana,

anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmeme,

Semih KAÇAR

Page 17: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

31Mayıs 201330

hoşnut olacağın sâlihi işlememi gönlüme getir ve

rahmetinle beni sâlih kullarının içine kat.’ dedi.”

Buradan hareketle Beni Sa’d Yurdun’a gidildi,

burası Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sütannesi

Halime Validemizin yaşadığı yerdi. Bu mekânlar

gezilirken Vakıf Başkanımız çok duygulandı “Ba-

kınız ne kadar huzurlu bir yer, çünkü Peygam-

ber Efendimiz (s.a.v.) çocukluğunun geçtiği yerler

bu yerler, hep onun ayak izleri var. O’nun çoban-

lık yaptığı arkadaşları ile oyunlar oynadığı yer-

ler burası. Meşhur Şakk-ı Sadr olayının geçti-

ği mekânda burada bulunuyor.” buyurdu. Sonra

Şakk-ı Sadr olayının yaşandığı yer ziyaret edildi.

Bu sırada o mekânda bulunan ağacın üzerine 8-10

kadar bülbül geldi. Bülbüllerin çok güzel bir şekil-

de ötmesiyle ayrı bir hal yaşandı, çünkü bülbülün

metfunu olduğu güldü. Gül ile bülbülün buluşma-

sını yaşadık…

Şakk-ı Sadr Hadisesi

Kâinatın Efendisi (s.a.v.), sütkardeşleri ve

Sa’doğulları’nın çocuklarıyla birlikte oynuyor; ku-

zuların yanına gidip onları otlatıyordu. Yine böy-

le bir gün, evin arka taraflarında kuzularla birlik-

te oynarlarken sütkardeşi Abdullah, nefes nefese

koşarak annesi Halime’nin yanına geldi. Heye-

canla: “Şu Kureyşli kardeşim var ya, O’nu beyaz

elbiseli iki adam aldı ve yere yatırarak karnını yar-

dı; sonra da üst üste koyarak kapattılar.” dedi. As-

lında gelenlerden, biri Cibril diğerleri iki melekti

ve mesajı bütün insanlığı kucaklayacak olan Al-

lah Rasûl’ünün kalbini açarak onu zemzemle yı-

kayacak ve içinde hikmet çağlayanlarının feyezan

edip coşacağı bir ameliye gerçekleştirecekler-

di. Anne-babayı ciddi bir endişe kaplamıştı. Koşa-

rak tarif edilen yere geldiler. Gerçekten de Hazreti

Muhammed (s.a.v.), yüzünün rengi solmuş bir va-

ziyette ayakta bekliyordu. Yüreği ağzına gelmişti

Halime ve Haris’in. Önce anne Halime, ardından

da Haris kucaklayıp sinesine sardı ve:

- Sana ne oldu ey oğulcuğum, dediler.

- Beyaz elbiseli iki adam geldi. Birisinin elinde al-

tından bir tas vardı. Sonra beni alıp yere yatırdı-

lar. Göğsümü açarak kalbimi çıkarıp ikiye ayırdılar.

İçinden siyah bir nesneyi çıkarıp attılar ve kalbim

tertemiz oluncaya kadar karnımı yıkadılar. Sonra

onlardan birisi diğerine:

- Bunu, ümmetinden on kişiyle tart, diyordu. On ki-

şiyle beni tarttılar ve ben ağır geldim. Ardından:

- Yüz kişiyle tart, diye tekrarladı. Yüz kişiyle tartıl-

dım ve yine ağır geldim. Bu sefer de:

- O’nu ümmetinden bin kişiyle tart, dedi. Bin kişiy-

le de tartıldım ve yine ağır geldim. Bunu da görün-

ce adam;

- O’nu kendi haline bırak! Allah’a yemin olsun ki,

şayet O’nu bütün ümmetiyle tartsan, yine O hepsi-

ne üstün gelir, dedi.’

Rasûl-i Zişan Efendimize (peygamberlik gö-

revinin verilmesinin ardından) vahiyler geliyor-

du. Şakk-ı Sadr olayını anlatan İnşirah Suresi

Mekke’de nazil olmuştur. “İnşirâh” açılmak, ge-

nişlemek, sevinmek manalarına gelir. Bu sure

de Peygamberimizin, çocukluğunda Risâlet’e ha-

zırlamak üzere kalbinin açılıp arıtılmasından söz

edilmektedir. Sekiz ayetten oluşmaktadır. Ayet

mealleri şu şekildedir:

1. Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? 2.

Yükünü senden alıp atmadık mı? 3. O senin belini

büken yükü. 4. Senin şanını ve ününü yüceltme-

dik mi? 5. Elbette zorluğun yanında bir kolaylık

vardır. 6. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolay-

lık daha vardır. 7. Boş kaldın mı hemen (başka)

işe koyul. 8. Yalnız Rabbine yönel.

Çoraklıktan Yeşilliğe

Beni Sa’d Yurdu’ndan hareketle tekrar Taif’e

gelindi. Burada Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in

taşlandığı yer ziyaret edildi. Vakıf Başkanımız çok

hüzünlendi ve duygulandı. Buradan ise sığındığı

Addas’ın bahçesine geçildi. Taşlandığı yer kurak

ve çorak olmasına rağmen sığındığı yer ise yeşil-

lik, meyve bahçeleri ve çiçeklerle dolu bir yerdi,

hâlâ Allah’ın Rasûlü’nün izleri bulunuyordu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Risâlet görevi-

nin ilk zamanlarında hakikati tebliğ etmek üze-

re Taif’e gitmişti. Taif halkına elinden geldiğin-

ce gerçekleri göstermek için gayret sarf etti. Ama

onlardan aldığı cevap sadece hakaret oldu. Hat-

ta bu kadarla da kalmayıp çoluk çocuk Efendimi-

ze eziyet etmeye kalkıp, taş yağmuruna tuttular.

Atılan taşlardan mübarek ayakları kanlar içinde

kalmıştı. Nihayet yakında bulunan bir bağa ula-

şarak, bu son derece insafsız saldırıdan kurtula-

bildiler. Gayri ihtiyari mübarek gözlerinden yaş-

lar dökülmeye başladı. İşte o zaman Allah’ın emri

ile Cebrail (a.s.) Rasûl-i Ekrem’e gelerek Rabbi-

nin kendisini taşlayan Taif’li zalimler güruhuna

karşı Allah’ın gazap ve azabını isteyip istememe

hususunda muhayyer bıraktığını söyledi. O şanlı

Nebî, “Ben rahmet peygamberiyim.” sözünü söy-

ledikten sonra. “Ben onların helâk olmalarını is-

temem. Bilakis, Allah’ın onların soylarından yal-

nız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak

koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.” diye

dua yaptı.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) sığındığı o bağda bi-

raz dinlenip sükûn bulduktan sonra, yarasını

temizleyip abdest almış, ardından da iki rekât

namaz kılmıştır. Garip bir tevafuk olarak sığın-

dıkları bağ Kureyş’ten iki kardeşe aitti. İki hız-

lı İslâm düşmanına… Rebi’nın oğulları Utbe

ve Şeybe’ye. Onlar da Hazreti Muhammed’e ve

Zeyd’e yapılanları bağlarında, uzaktan izlerler.

Bağlarında çalıştırdıkları köle Addas’ı bir tabak

üzümle Hz. Muhammed’e ve Zeyd’e gönderir-

ler. O, elini üzüme uzatırken: “Bismillah” der.

Addas, şaşırır: “Ben bu sözü buralar da hiç duy-

madım” der. Hz. Muhammed (s.a.v.), ona nere-

li olduğunu sorar. Addas: “Ninova” deyince de

O: “Demek sen salih insan Meta oğlu Yunus’un

halkındansın.” diye cevap verir. Addas bunun

üzerine heyecanlanır. Ona Metta oğlu Yunus’u

nereden bildiğini sorar. Çünkü o bölgeler-

de Hazreti Yunus’u bilen yoktur. Hz. Muham-

med (s.a.v.) “Çünkü ben Allah’ın elçisiyim ve o

da Allah’ın elçisiydi. Bunu bana Allah bildir-

di.” buyurur. Sonra da kendisine Hazreti Yunus

ile ilgili vahyedilen ayetleri okur. Dikkat ve say-

gı ile dinleyen Addas, okuma bitince ellerine ka-

panır ve Müslüman olur. Böylece daha sonrala-

rı Peygamberimizin “Hayatımın en kara günü”

diyeceği Taif yolculuğunun hikmeti de kendini

göstermiş olur.

Mekke-i Mükerreme’de günlerimiz tavaf, iba-

det ve zikir ile geçiyordu. Sohbetlerin ise ayrı bir

güzelliği vardı. Bu anlar ve zamanların bir daha

yakalanması gerçekten zordu. Dönüş yolculu-

ğumuz başlamıştı. Havaalanında Vakıf Başkanı-

mız kendisine hediye olarak verilen Kâbe örtü-

sünü bazı arkadaşlarımıza göstererek bakın ne

güzel kokuyor diyerek onlara uzattı. Arkadaşla-

rımız kokladılar. Güzel kokuların membaı birdir.

Darende-i Şerif’te Somuncu Baba Hazretlerinin

manevî kokusu da Evlad-ı Rasûlün kokusu da bu

kaynaktan neş’et eder.. Bir kez daha duygu yüklü

anlar yaşandı ve tüm gözler nemlendi…

Page 18: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

33Mayıs 201332

gönülden

kardeşlİk İnsanlık âleminin sütunları kabul

edilen Allah dostları, gönülleri imar

edip, kardeşlik duyularını geliştirir-

ken, güzellikleri etrafına yaymakta ve halleriyle

tavırlarıyla örnek olmaktadırlar. İşte örnek şahsi-

yetlerden birisi de Altın Silsile’nin 17. altın halka-

sı olan Alâeddîn-i Attâr Hazretleridir.

Alâeddîn-i Attâr (k.s.)’ın tam adı Muhammed

b. Muhammed el-Buhârî el-Harezmî el-Attâr’dır.1

Nesebinin 8 H. (14 M.) yüzyıl başlarında vefat

eden Harezmli Yesevî şeyhi Seyyid Ata vasıtasıy-

la Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ulaştığı nakledilmek-

tedir. Sürekli güzel koku kullandığı ya da sohbeti-

ne katılanlar o sohbette mânevî koku aldıkları için

Attâr lakabı ile meşhur olur.

Bazen insanların aynı anne

ve babadan doğan kardeşle-

ri hayatın akışı içinde kendine

zorluklar çıkarırken, aynı inan-

cı, aynı davayı, aynı sevdayı

paylaştığı mânevî kardeşleri gö-

nül muhabbetiyle öz kardeşin-

den bile yakın olabilmektedir.

Alâeddîn-i Attâr Hazretlerinin

hayatından bir menkabeyle bu

gerçeğe bir nazar edelim:

Alâeddîn-i Attâr, zengin bir tüccar olan baba-

sı Hâce Muhammed’in vefâtından sonra mîrâstan

hiçbir şey kabul etmez. Kalan mîrâsı ağabeyi

Hâce Şihâbeddin ile kardeşi Hâce Mübarek’e bı-

raktıktan sonra dünyalıktan soyutlanarak med-

resede ilim tahsili ile meşgul olur.2 Bu dönem-

de Buhârâ’daki birçok medrese talebesi gibi o da

Şâh-ı Nakşbend’e intisap eder.3 Genç yaşında der-

viş olur. Aileden gelen zenginlik gururunu kırmak

için Şâh-ı Nakşbend Hazretleri, ona elma satma-

sını emreder. Önce kenar mahallelerde, tanınma-

yacağı yerlerde satar. Şâh-ı Nakşbend (k.s.), ona

kardeşlerinin dükkânlarının önünde satmasını

emreder. Attâr kardeşlerinin bu işi garip görecek-

lerini anlayıp biraz ağırdan alır. Üstadı ısrar edin-

ce Attâr, elma tablasını alıp kardeşlerinin Attârlar

çarşısına gider. Onun bir tekne içinde elma sat-

tığını gören ağabeyi Hâce Şihâbeddin ve kardeşi

Hâce Mübarek, bu durumu nefsânî onurlarına ve

zenginliklerine yediremeyerek Alâeddîn’e ağır ko-

nuşurlar. Elma tablasını elinden alır, dayak atar-

lar. Bunun üzerine Alâeddîn; “Benim efendim

bana elma sat dedi, ben de satacağım! Hem ne-

rede derse orada satacağım! Dükkânınızın önün-

de bağıra bağıra satacağım! Ne yaparsanız yapın,

ben onun emrini yerine getireceğim.” der. Sonra

dergâha gelir. Onun nefsini kırdığını gören Şâh-ı

Nakşbend; “Oğlum Alâeddîn! Artık elma sat-

ma işi tamam. Kardeşlerinin nefsinin kabardığı-

nı, senin nefsinin ise ezildiğini gördüm. Bundan

böyle sohbetlere de devam et. İlmini, fazlını ta-

mamla. Cenâb-ı Hak yardımcımızdır.” der. Derviş

Alâeddîn bir yandan medreseye diğer yandan da

sohbetlere devam eder. Hâl ve hareketleri ile hız-

la kemâl kesbeder.4

“Alâeddîn-i Attâr (k.s.), gaybet ve huzur hallerini

tasavvufun esası sayar. Bu hallerin de aşk ve muhabbet

nisbetinde gerçekleşeceğini ifade eder. Cehrî zikri kabul

etmekle birlikte daha çok hafî zikir üzerinde durur. Nefy

ve isbât usûlünden çok murâkabe esasına ağırlık verir.”

EdebiyatMusa TEKTAŞ

Sule

jman

Mu

rad

ovi

ç

Page 19: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

35Mayıs 201334

Nefsin terbiyesi hususunda H. Hamîdettin

Ateş Efendi şöyle buyurmaktadır:

“İnsanın ruhunu olgunlaştırması ancak ne-

fis terbiyesiyle mümkündür. Nefsinin arzularına

dur diyebilenler elbette kendileri için en güzel ter-

cihte bulunabilenlerdir. Mutlaka “Kınayanın kı-

namasından korkmayarak”5 nefsi terbiye eden,

mürşid-i kâmilin emrine itaat; insanı kemâle ulaş-

tırır. Engelleri aşmak, zulmet perdelerini yırtmak,

nefse ağır gelen şeyi hakkında hayır kabul etmek-

le mümkündür. Hulûsi Efendi Hazretleri bir bey-

tinde şöyle buyurur:

Ne derlerse desinler ağyâr ta’nın almaz kâle

Benim her vech ile ey sevgili meylim sana ancak

(Benim hakkımda başkaları ileri gere ne konu-

şursa konuşsun, asla onu hesaba almam. Ben gön-

lümü sana vermişim, bu sevgi için yapmayacağım

şey yoktur. Yönümü sana çevirdiğim için kınayan-

lar ne derlerse desinler kale almam.)

Şâh-ı Nakşbend (k.s.), Alâeddîn-i Attâr’ı terbi-

ye ocağında eğitir. Onu üstün mertebelere ulaştı-

rır. Cenâb-ı Hakk’a yakınlık makamına getirir.

Dervişlik günlerinin nasıl verimli geçtiğini

Alâeddîn-i Attâr’ın bizzat kendisi sohbetlerinde

şu şekilde dile getirmektedir:

“Şâh-ı Nakşbend (k.s.) bir gün bana; ‘Bu yola

girince kendi gücünle çalışıp çaba göstermen çok

önemlidir. Çalışmazsan bir şey elde edemezsin.’

dedi. Ben de onun bu sözlerine itibar ettim Çok

çalıştım. Onun sohbet meclislerini asla terk etme-

dim. Diyebilirim ki, onun sohbetlerine sürekli de-

vam eden üç beş kişiden biri ben oldum. Nihayet

Allah (c.c.) beni tasavvuf yolunda muvaffak etti.”6

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) bir be-

yitlerinde şöyle buyurmaktadır:

Çalış tefeyyüz eyle yücel temeyyüz eyle

Fazilette sehâda örnek insan ol örnek

Peygamber Efendimiz çeşitli vesilelerle Müs-

lümanları çalışmaya teşvik etmiştir. Hatta onlara

peygamberler tarihinden misaller vermiştir. Ça-

lışmak ve elinin emeği ile alın teri ile kazanç te-

min ederek yemek İslâmiyet’te mühim bir yer iş-

gal eder.

Çalışmamak, gücü yettiği

halde tembel tembel oturmak,

başkalarından bir şeyler bekle-

mek günah sayılmıştır. Peygam-

ber Efendimiz sosyal ve ekono-

mik önemi çok mühim olan bir

hadisinde: “Hiç bir kimse kendi

elinin emeğinden daha hayırlı

bir rızık yememiştir. Zirâ Allah

elçisi Davut (a.s) da elinin ka-

zancını yerdi.” buyurmuştur.7

Beyitte geçen çalışma ise, aynı

zamanda mânevî yönden gay-

ret etmeye işarettir ki bunun da temelinde çalış-

ma vardır. İnsan ruhî melekelerini yüceltmek için

feyiz alacağı bir mürşidin talimi üzerine çalışmalı

ve tefeyyüz etmelidir. Gönlün olgunluğu, kardeş-

lik duygularının pekişmesi için de çalışmak, sevgi

ile çalışmak gerekmektedir.

Hulûsi Efendi Hazretleri Mektûbât’ında yine ça-

lışma hususunda şu hatırlatmada bulunmaktadır:

“İrfan ile mücâhede ile nefsi fena hasletlerin

zulmetlerinden kurtarıp, fazilet nurlarıyla tezyîn

etmekle kâbil olabilir. Artık böyle bir kanaatte bu-

lunan bir Müslüman, ahlâkî vazifelerini bir aşk ile

rûhânî bir neşve ile îfâya çalışıp durmaz mı?”8

Alâeddîn-i Attâr Hazretleri, Şâh-ı Nakşbend’in

vefâtından sonra müridlerin yetiştirilmesi hiz-

metini yürütür, çeşitli seyahatlerde bulunur,

mânevî vazifeyi ikmal eder. 20 Recep 802/17

Mart 1400 tarihinde vefât eder. Kabri, Dih-i

Nev Çağâniyân’dadır. Bu şehrin ismi zaman için-

de önce Dihnev, sonra Denov şekline dönüşmüş

olup Özbekistan’ın Surhanderya bölgesindedir.

Dervişlik günlerine dair hatıralarından bahse-

derken Alâeddîn-i Attâr (k.s.), şeyhi Şâh-ı Nakş-

bend Hazretleri ile yaşamış olduğu bir mânevî

tecrübeden şu şekilde bahsetmektedir:

“Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’e bağlandığım ilk gün-

lerdi. Şeyh Muhammed isminde biri Râmiten’de

bana; ‘Sence gönül nedir?’ diye sordu. Ben;

‘Gönlün keyfiyetini bilmiyorum.’ dedim. Şeyh

Muhammed; ‘Bence gönül üç günlük ay gibi-

dir.’ diyerek kendi sorusunu kendisi cevapla-

dı. Sonra ben onun gönülle ilgili bu tarif ve ben-

zetmesini Şâh-ı Nakşbend’e arzettim. ‘O derviş

kendi hâlini açıklamış!’ dedi. Bu sözü söyler-

ken Şâh-ı Nakşbend ayakta idi. Mübarek ayağı-

nı benim ayağımın üzerine bastı. Bende büyük

bir hâl oluştu. Bu hâl sırasında bütün mevcuda-

tı kendimde müşahede ettim. O hâlden sıyrılıp

kendime geldiğimde bana, ‘Nisbet, yani gönlün

tarifi yoktur, o dervişin dediği değil… Öyleyse

sen gönlün hâlini nasıl idrak edebilirsin? Gön-

lün yüceliği açıklanamaz! Bir kudsi hadiste şöy-

le buyrulmuştur: ‘Yere göğe sığmadım, mü’min

kulumun kalbine sığdım.’ Bu hadisteki mânâ in-

celiğine göre, gönlü bilen maksudu bilir, gönlü

bulan maksudu bulur.”9

H. Hamîdettin Ateş Efendi bir sohbetlerin-

de şöyle buyurmuşlardır: “Gönül; aşkın membaı,

mânevî ilham ve duyguların zuhur ettiği yerdir.

Hakk’ın sırlarının tecelli ettiği aynadır. Samimi

gönül; sahibini Allah’ı her an kalpte zikretme-

ye ve ona tam bir imanla yönelmeye sevkeder.

Mânevî kuvvet ve destek verir. Bunların hep-

sinden murad, ancak can ve gönülden Cenâb-ı

Hakk’ın huzuruna sâfiyâne varmaktır.”10

Alâeddîn-i Attâr (k.s.), gaybet ve huzur halle-

rini tasavvufun esası sayar. Bu hallerin de aşk ve

muhabbet nisbetinde gerçekleşeceğini ifade eder.

Cehrî zikri kabul etmekle birlikte daha çok hafî

zikir üzerinde durur. Nefy ve isbât usûlünden çok

murâkabe esasına ağırlık verir.11

“İnsanın ruhunu olgunlaştırması ancak nefis terbiyesiyle mümkündür. Nefsinin arzularına dur diyebilenler elbette kendileri için en güzel tercihte bulunabilenlerdir. Mutlaka “Kınayanın kınamasından korkmayarak” nefsi terbiye eden, mürşid-i kâmilin emrine itaat; insanı kemâle ulaştırır.”

Page 20: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

37Mayıs 201336

Alâeddîn-i Attâr (k.s.), müridin gönlüne ilâhî

feyizlerin akmasını, mürşidinin istekleri doğrul-

tusunda hareket etmesine ve mürşidinin sevgisiy-

le dolu hâle gelmesine bağlar. Çünkü mürşide du-

yulan muhabbetle, müridin kalbi Allah (c.c.)’tan

gelen ilâhî feyizleri alabilmeye yetenekli hâle ge-

lir. Alâeddîn-i Attâr’ın ifadesiyle ilâhî feyizlerin

insanlara ulaşmasında bir kusur yoktur. Asıl ku-

sur müridin, gelecek ilâhî feyizlere engel olması-

dır. Mürid aradaki engelleri kaldırırsa, mürşidinin

himmetiyle öyle bir hâle gelir ki, onları anlamak-

tan bile âciz kalır. Bu durumda Alâeddîn-i Attâr,

müridin, bütün dertlerini mürşidine söylemesini

şart koşar. Zira Allah (c.c.)’a ulaşmak onun sev-

gisi ve gönül hoşnutluğu ile elde edilir. Bu yüzden

mürşidin gönül rızası ve sevgisini kazanmaya ça-

lışmak, müridin en önemli görevidir. Mürid bütün

çıkış yollarının kapandığı bir anda, kendisine sa-

dece bir kapı aralandığını düşünmeli. O da mürşi-

dine giden yolu gösteren kurtuluş kapısıdır. Bu ise

Allah (c.c.)’ın ikrâmıdır.12

Sohbetlerinde müridin kazanması gere-

ken edepleri bu şekilde sıralamaya devam eden

Alâeddîn-i Attâr, diğer yandan mürşid-i kâmilin

özelliklerine de dikkat çekmektedir. Kâmil mür-

şid, müridinin yeteneğine göre onu dünya ve

âhiret işlerine yönlendirir. Kâmil mürşid, mü-

ridinin yeteneklerini bilir. Onun geliştirilebile-

cek bütün yeteneklerini ortaya çıkarır. Mürid her

işinde mürşidine tâbî olsun diye kâmil mürşid,

müridini dünya ve âhirete yönelik çeşitli işlerle

yoklar.

Şeyh Hamîd-i Velî Camii’nin restorasyonu sı-

rasında gizli kâbiliyetlerin ortaya çıkarılması husu-

sunda Remzi Demir isimli usta arkadaşımız şöyle

naklediyor: Caminin duvarları örülüp bitince, taş-

ların tarak işi için usta araştırılır, kimse buluna-

maz. Bu iş için gelen ustalar da tarak işini isteni-

len şekilde yapamazlar. H. Hamîdettin Ateş Efendi

beni çağırdı, “Bu kapı öyle bir büyük kapıdır ki, in-

sanları mânen yetiştirdiği gibi, sanat ve estetik açı-

sıdan da yetiştirir. Himmet alabilenler her şeyi bu

kapıdan öğrenirler.” buyurdu. Eline tarağı aldı,

“Şunu şu şekilde yaparsan olur.” dedi. Ben de ta-

rif ettikleri şekilde himmetleriyle, en güzel bir bi-

çimde tarak işini yapmaya çalıştım. Zaman zaman

üniversitelerden gelen güzel sanatlar hocaları bile,

”Seni kim yetiştirdi, bu sanatı nereden öğrendin?”

diye soruyorlar. Ben de, “Efendi Hazretleri tarif

etti, himmet etti, öyle öğrendim.” diyorum.13

Alâeddîn-i Attâr, Allah (c.c.)’ın kuluna dünya-

yı ve melekût âlemini unutturmasını fenâ, ona bu

fenâsını da unutturmasını fenâdan da fenâ olarak

tanımlamaktadır.

Onun sözlerinden bazılarını şu şekilde sırala-

yabiliriz:

Bu yola giremeyenlerin yo-

lunu kesenler yine kendileridir.

Kendilerindeki benlikleridir. İn-

sanların küllî ilme ulaşamayışla-

rı, kendi cüz’î ilimlerinden geçe-

meyişlerindendir.

İradesini Hakk’ın iradesin-

de, kudretini Hakk’ın kudretin-

de yok edemeyen Hakk’a vara-

maz. Bunun için yol; şerîat sahibinin emirlerini

yerine getirip Hakk’ın muradını nefsin muradın-

dan önce tutmaktır.14

Hastalıkları sırasında Alâeddîn-i Attâr Hazret-

lerinin dostlarına son vasiyeti şudur:

“Din hususunda gelenek ve görenekleri

terk ediniz. Halkın âdet edindiği şeylerin ter-

sini yapınız. Birbirinizden râzı olunuz. Pey-

gamber Efendimizin gelişi beşeriyetin çirkin

âdetlerini kaldırmak içindir. Birbirinize des-

tek olunuz. Kendinizi öne çıkarmayıp kar-

deşinizi nefsinize tercih ediniz. Her işte azi-

met yolunu takip ediniz ve mümkün oldukça

o yoldan ayrılmayınız.”15 H. Hamîdettin Ateş

Efendi’nin bir hutbelerindeki öğütleriyle yazı-

mızı taçlandıralım:

“Kardeşlik için, mü’min gönülleri birbirine

bağlayan iman bağı yeterlidir. Peygamber şeh-

ri Medine’de, Evs ve Hazreç kabîleleri arasın-

daki tarihî mücâdeleyi sona erdirerek onları

kaynaştıran bu kardeşliktir. Yine Medine’de,

Enes b. Malik’in evinde, Peygamberimizin

Ensâr ile Muhâcirler arasında gerçekleştirdi-

ği kardeşlik uygulaması, tarihte eşi ve benzeri

bulunmayan, bütün çağlara damgasını vuran

örnek bir uygulamadır.

Kardeşlik her şeyden önce bir hukuk ve

ahlâktır.

On dört asır önce birbirlerine düşmanlıklarıy-

la ün salmış Evs ve Hazreç kabilelerini, Ensâr ile

Muhâcirleri birbirine kardeş kılan İslâm’ın yüce

değerleri, bugün de aynı şekilde bütün Müslü-

manları hatta bütün insanlığı birbirine kardeş

kılmaya yetecektir. Bir Allah dostu bizlere şöyle

öğütte bulunuyor:

Hepsi gardaşlarındır yolda yoldaşlarındır

Halde haldaşlarındır bir can incitmeyesin

(Can taşıyan her insan, seninle aynı imanı pay-

laşan her kardeşinin haliyle hâllen. İnsanları,

mü’min kardeşlerini incitmediğin gibi hiçbir can-

lıyı da incitme.)16

1 Hânî, Abdülmecid, Hadâikü’l-verdiyye Nakşibendîlerin Gül Bahçeleri, çev.: Mehmet Emin Fidan, Yasin Yayınevi, İstanbul 2007; Hani, Abdulmecid, el-Hadâiku’l-verdiyye, çev.: Abdul-kadir Akçiçek, Rehber Yay., İstanbul 1986, s. 537.

2 Kufralı, Kâsım, Nakşbendîliğin Ku-ruluş ve Yayılışı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul 1949, s. 59.

3 Câmî, Molla Abdurrahman, Nefahâtü’l-üns -Evliya Menkıbeleri-, çev.: ve şerh. Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara, Marifet Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1998, s. 127.

4 Özköse Kadir-Şimşek H. İbrahim, Altın Silsileden Altın Halkalar, s., 258, Nasihat Yay., Ankara 2009.

5 5/Mâide, 54.6 Nakşbendî, Necmeddin b. Muham-

med, Altın Silsile (Hulâsatü’l-Mevâhib, haz.: İbrahim Tozlu), Semerkand, 4. Baskı, İstanbul 200, s. 194.

7 Musa Tektaş, Muhabbet Gülleri, Örnek İnsan, Nasihat yay., Ankara 2006, s. 67.

8 Ateş Osman Hulûsi, Mektûbat-ı Hulûsî-i Darendevî, s.

9 Safî, Ali b. Hüseyin Vâiz el-Kâşifî, Reşahâtu ayni’l-hayât, çev.: Mehmed Rauf Efendi, İstanbul 1291 (taş bas-kı), s. 119-120.

10 H. Hamidettin Ateş, Gönüller Sultanı Takdim yazısından, s. X

11 Algar, “Alâeddîn Attâr”, DİA, c. II, s. 318.

12 Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 123; Nakşbendî, Hulâsatü’l-Mevâhib, s. 194-195.

13 Remzi Demir ile yapılan röportaj-dan.

14 Hânî, Muhammed b. Abdullah, Âdâb (el-Behcetü’s-seniyye), çev.: Ali Hüs-revoğlu, Erkam Yayınları, İstanbul 2008, s. 79.

15 Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 146.16 H. Hamidettin Ateş Efendi, Hutbe

Arşivi, 06.04.2012

Dipnot

“Kardeşlik için, mü’min gönülleri birbirine bağlayan

iman bağı yeterlidir. Peygamber şehri Medine’de, Evs

ve Hazreç kabîleleri arasındaki tarihî mücâdeleyi sona

erdirerek onları kaynaştıran bu kardeşliktir.””Seni kim yetiştirdi, bu sanatı nereden öğrendin?” diye soruyorlar. Ben de, ‘Efendi Hazretleri tarif etti, himmet etti, öyle öğrendim.’ diyorum.”

ayha

n iŞ

CaN

Page 21: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

39Mayıs 201338

Allah İçİn

Yaşamak

KültürEnbiya YILDIRIM*

Mü’min Allah’a Kulluğunu Üç Temel

Gerekçeyle Yerine Getirir

1- Her şeyden önce bu Rab-

bin bir emridir. Müslümana ge-

rekli olan bu emre mutlak şe-

kilde boyun eğip itaat etmek ve

gereğini yerine getirmektir. Do-

layısıyla söz konusu emir ifa

edilirken onun hikmet boyutu

ön planda değildir. Rabbimiz

emretmiş ve her şey bitmiştir.

Sıra bu emrin yerine getirilme-

sindedir. Bunun mânâsı “Hik-

met boyutu araştırılmasın” de-

ğildir elbette. Emrin ardındaki

hikmetler araştırılıp insanla-

ra yararlarından söz edilebilir,

lâkin biz ibadeti hikmetleri ol-

duğu için yapmıyoruz. Sadece ve

sadece Rabbimiz emrettiği için

yapıyoruz. Ayrıca hikmet adına

bir şey bulamasak bile biz yine

de o emri yerine getiririz. Çünkü

emir en yukarıdan gelmektedir.

2- Mü’minler Rabbânî buy-

rukları ifa ettiklerinde bunların

dünyadaki yaşantılarını istika-

met üzerine tuttuğunu görür-

ler. Çünkü Allah’ın murad et-

tiği şekilde yaşayabilmenin bu

emir ve yasaklara tutunmaktan

geçtiğinin farkındadırlar. İslâm

hırsızlıktan, gıybetten, yalan

konuşmaktan velhasıl bütün kö-

tülüklerden sakındırırken bun-

ların hayatın bir yönünü tanzim

ettiğinin bilincindedirler. İba-

detleri yerine getirirken, güzel

sözlü olurken, insanların yar-

dımına koşarken ve benzeri gü-

zel hasletlerle bezenirken de

hayatının diğer yarısının güzel-

leştiğini ve böylece bütün haya-

tın kemâle doğru yüceldiğini mü-

şahede ederler. Bu yolla bütün

emir ve yasakların onun dünya

hayatını istikamet üzere tuttuğu-

nu bizâtihî tecrübe ederler. Bunu

gördüklerinden dolayı da emir ve

yasakların hayatları için ne ka-

dar önemli olduğunu kendi ger-

çeklikleri kadar bilirler.

3- Bir mü’min dünya hayatı-

nı âhiret yurduna geçişin “kabul

salonu” olarak görür. Bu yüzden

hayatını âhiret odaklı yaşar. Ora-

daki ebedî hayat için sermaye bi-

riktirmeye ve çıkınındaki erza-

kın olabildiğince fazla olmasına

çabalar. Bu nedenle de Allah ve

Rasûlü’nün emir ve yasaklarını,

âhirette kendisine yararlı olması

için her şeyin üstünde tutar; elin-

den geldiğince bunları yerine ge-

tirmeye gayret eder.

Her Şeyin Merkezinde Öncelikle Allah’ın

Rızâsı

Bu üç gerekçeye baktığımız-

da, her şeyin merkezinde önce-

likle Allah’ın rızâsının yattığını

görürüz. Kul ibadeti yerine ge-

tirirken de dünyadaki yaşantısı-

nı düzeltirken de âhireti hedef-

lerken de hep Allah’ın rızâsını

kazanmayı hedefler. Meselâ, bir

ibadeti yerine getirmesi veya bir

insanla konuşurken tatlı ve kı-

rıcı olmayan ifadeler kullanma-

sının altında öncelikle insanlar-

la iyi geçinmek ve etrafındakiler

tarafından makbul biri olarak

algılanmak düşüncesi yoktur.

Onun öncelikli isteği Allah’ı râzı

etmektir. Bu yüzden de bütün

yapıp ettiklerinde Rabbini hoş-

nut etmeyi önceler. Kulların on-

dan memnun olmaları, sevme-

leri, güvenmeleri gibi şeylerin

hepsi Allah’ın hoşnutluğundan

sonra gelir.

Bu durum bize açıkça gös-

teriyor ki, mü’minin hayatının

merkezinde Allah vardır. Bü-

tün oluş ve bitişler hep o mer-

keze göredir. Ona uyuyorsa baş

üstüne, uymuyorsa kim kızar-

sa kızsın değeri yoktur. Çünkü

mü’minin tek hedefi vardır. O

da Allah’ın rızâsıdır.

Mü’minin sahip olması gere-

ken bu bakış açısı esasında pek

“Mü’minin sahip olması gereken bu bakış açısı esasında

pek çok sorumluluğu da beraberinde getirmektedir.

İnananların önemli bir kısmının buraya kadar yazdığımız

hususlarda başarılı olduğunu söylemek zordur.”

Page 22: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

41Mayıs 201340

çok sorumluluğu da beraberin-

de getirmektedir. İnananların

önemli bir kısmının buraya ka-

dar yazdığımız hususlarda başa-

rılı olduğunu söylemek zordur.

Emir ve yasakların yerine geti-

rilmesinde gösterilen gevşeklik-

ler bir yana, bunları yerine ge-

tirirken sadece Allah’ın rızâsını

gözetmemek de ayrı bir sorun-

dur. Bu da bize şunu gösteriyor:

Emri yapmak veya yasak-

tan kaçınmak elbette önemli-

dir. Çünkü kul buna dikkat edi-

yorsa Allah’ın rızâsını gözetiyor

demektir. Böyle olmazsa za-

ten farklı davranırdı, ancak işin

bir de kalp boyutu vardır. Ya-

pıp ederken veya yasaktan kaçı-

nırken kalbin tam bir huzur ve

huşû ile bedenin yaptığına eş-

lik etmesi gerekir. Bu yapılırken

de Allah’ın rızâsı merkeze alın-

malı, kulların ne diyecekleri ku-

lak ardı edilmelidir. “Mü’min

Allah’ı râzı etmeye çalışandır.”

Önemli olan da budur. Çoğu za-

man Allah’ı memnun ederken

kullar da memnun olur, ancak

bu her zaman söz konusu olma-

yabilir. Meselâ sizin güzel bir li-

sana sahip olmanızdan herkes

mesut olur, ancak her zaman

doğruyu konuşmanızdan her-

kes tarafından memnuniyet du-

yulmayabilir. Çünkü söyledikle-

rinizi ne kadar tatlı bir üslupla

ifade ederseniz edin, birilerinin

menfaatine çomak sokuyor ola-

bilirsiniz. Bunun gibi, güzel bir

üslupla içkiden sakındırmaya

çalışmanız birilerini kızdırabi-

lir. Demek ki, Kur’an ve sünnete

göre dört dörtlük bir hayat yaşa-

sanız bile yaşantınız her zaman

etrafınızdaki insanları memnun

etmeyebilir. O yüzden merkez-

de Allah rızâsı olmalıdır diyo-

ruz. Çünkü çoğu kez dindar hat-

ta Müslüman olmanız bile size

husumet beslenmesine ve kin

güdülmesine yetebilir. Günü-

müzde sadece Allah’ın dinine

samimi bir şekilde hizmet edil-

mesinden, İslâm’ın yıldızının

daha güçlü parlamasından ve bu

çerçevedeki gelişmelerden ürke-

rek Müslümanlara kin besleyen

ve dişlerini gıcırdatan insanla-

rın sayısının oldukça fazla olma-

sı başka neyle izah edilebilir ki?

Bu gerçek bizlere Allah rızâsını

asla ıskalamamayı öğretmekte-

dir.

Hayatın Mihenk Taşı

Unutmamak gerekir ki: Al-

lah rızâsını hayatın mihenk taşı

yapmak, insanın dünyanın geçi-

ci nimetlerine aldanarak Allah’ı

unutmasının önüne geçer. Böy-

lece kul bütün yapıp ettiklerinde

Allah’ın hoşnutluğunu gözetir.

Gerek ibadetlerinde ve gerekse

insanlarla olan ilişkilerinde kul-

ları memnun etmeyi değil, yara-

tıcısını memnun etmeyi öne alır.

Çünkü gerek Kur’an ve gerek-

se hadislerde Allahu Teâlâ’nın

şirkten son derece sakındırması

bu gerçeğin ifadesidir. Arabistan

yarımadasında putlar kırıldık-

tan sonra bile hâlâ şirk üzerin-

de durulmaya devam edilmesi

ve mü’minlerin bundan sakındı-

rılması, putlara tapınmanın öte-

sinde yeni bir hüviyet kazanmış

ve bugün de aynıyla devam eden

yeni şirk türüne karşı güçlü bir

uyarıdır. Yani Allah rızâsının ya-

nına başka bir ortaklık koymak-

tan sakınılması ve kulun yapıp

ettiklerini sadece Allah için yap-

maması gibi yanlışlardan sakın-

dırmak.

Hak dinin en çok üzerinde

durduğu hususlardan birisi bu-

dur. Günümüzde riya, gösteriş,

ikiyüzlülük, mürâîlik gibi isim-

lerle adlandırılan ve putlara ta-

pınmaya göre Allah’a ortak koş-

manın daha modern şekli olan

bu yaşam tarzı İslâm’ın asla tas-

vip etmeyeceği bir hayattır. Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in bu hu-

sus üzerinde fazlasıyla durması,

Müslümanların söz konusu illet-

ten muzdarip olacak olmaların-

dandır. Çünkü kişi görünürde

kulluk yapmakta veya insanlar-

la iyi geçim sürmekte ancak kal-

binde çok farklı rüzgârlar es-

mektedir. İç ve dış aynı değildir.

Her şey görünürdedir, ihlas ve

huşu yoktur.

Dinimiz bu hususa çok ciddî

bir şekilde önem vermekte-

dir. Nitekim Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in konuyla ilgili birkaç

hadisinde şöyle geçmektedir:

“Yüce Allah ‘Ben şirkten o

kadar uzakta ve yüceyim ki,

işlerine, benimle birlikte baş-

kasını karıştıranı şirkiyle baş

başa bırakırım’ buyurmuştur.”

(Muslim, 7475) “Her kim ame-

lini işittirirse; Allah onu rüsvây

eder. Ve her kim riyâ yapar-

sa, Allah onun iç yüzünü mey-

dana çıkarır.” (Muslim, 7476).

“Kıyâmet gününde hakkında ilk

hüküm verilecek olan kişi şehid

edilen bir adamdır. Bu adam

huzûra getirilecek, Allah nimet-

lerini ona sayacak, o da bunları

ikrar edecektir. Ona, ‘Bu nimet-

lere karşılık ne yaptın?’ diye so-

racak, o da ‘Senin uğrunda çar-

pıştım. Nihayet şehid edildim.’

diyecektir. Hak Teâlâ ona, ‘Ya-

lan söyledin! Lakin sen, cesur

denilmek için çarpıştın. Ger-

çekten böyle denildi de!’ buyu-

racak. Sonra onun hakkında

emir verilecek ye yüz üstü sü-

rüklenerek cehenneme atıla-

caktır. Hakkında ilk olarak hü-

küm verilecek ikinci kişi de ilmi

öğrenip-öğreten ve (cemaat-

lerin önünde) Kur’an okuyan

bir adamdır. Bu da huzûra ge-

tirilecek, Allah nimetlerini ona

sayacak, o da bunları ikrar

edecektir. Ona, ‘Bu nimetlere

karşılık ne yaptın?’ diye sora-

cak, o da ‘İlmi öğrendim ve öğ-

rettim. Senin rızân için Kur›an

okudum.’ diyecek. Allahu Teâlâ

ona da, ‘Yalan söyledin! Lakin

sen, ilmi âlim denilsin diye öğ-

rendin. Kur’an’ı da o iyi oku-

yucudur denilsin diye okudun.

Gerçekten böyle denildi de!’ bu-

yuracak. Sonra onun hakkında

emir verilecek ve o da yüz üstü

sürüklenerek cehenneme atıla-

caktır. Bir diğer kişi de Allah’ın

imkânlarını genişlettiği ve ken-

disine malın her çeşidinden ver-

diği adamdır. Bu da huzura ge-

tirilecek, Allah nimetlerini ona

da sayacak, o da bunları ik-

rar edecektir. Ona, ‘Bu nimetle-

re karşılık ne yaptın?’ diye so-

racak, o da, ‘Uğrunda mal sarf

edilmesini dilediğin hiç bir yol

bırakmadım, senin rızân için

hepsine sarfettim.’ diyecek. Al-

lahu Teâlâ ona da, ‘Yalan söy-

ledin! Lakin sen, o cömerttir de-

sinler diye yaptın. Gerçekten

böyle denildi de!’ buyuracak.

Sonra onun hakkında da emir

verilecek ve yüz üstü sürükle-

nerek cehenneme atılacaktır.”

(Muslim, 4923).

Burada anlatılmak istenen

o niyetlerle çarpışan, ilim öğre-

nen ve harcama yapanların akı-

betlerini ne olacağını belirtmek-

tir; elbette Allah yolunda ihlasla

çarpışıp şehîd olanlar, ilmi Allah

rızası için elde edip yine O’nun

rızası için onu kullananlar, ma-

lını ihlâsla Allah rızası için har-

cayanlar bunun mükâfatını gö-

receklerdir. Bu çerçeveye göre

insanlar kendilerine şunları ve

benzeri soruları sormalıdırlar:

Cemaate imam olan kişi nama-

zı Allah’a mı cemaate mi beğen-

dirmeye çalışıyor? Zekâtı aleni

olarak veren, başkalarını teşvik

için mi böyle yapıyor, yoksa şa-

nım ve şöhretim yürüsün diye

mi göstere göstere veriyor? Ha-

ramdan kendisini çok koruduğu

söylenen kimse yalnız kaldığın-

da da böyle mi, yoksa durum de-

ğişiyor mu? Dışarıdakilere kar-

şı çok tatlı bir üslûpla dostluk

kuran zât hane halkına karşı da

aynı mı, yoksa ceberrût mu ke-

siliyor?

Soruları çoğaltmak elbet-

te mümkün. Ancak herkes ken-

di nasibine bir hisse çıkarabilir.

Bütün bu soruların merkezinde

ise sadece tek soru yatmaktadır.

O da şudur: “Ben hayatımı kim

için yaşıyorum?”

Page 23: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

43

İSLÂM HUKUKUNA GÖRE

VE HİSSE SENEDİBORSA

Mayıs 201342

İslâm, Kur’ân’ın

nüzûl sürecinde

M ü s l ü m a n

insanların emeği ile

geçinmelerini, helâlinden yi-

yip içmelerini ve haram kazanca

bulaşmamalarını öncelikli me-

saj ve hedefleri arasında saymış-

tır.1 Onun oluşturduğu zihniye-

te göre;

Helâl haram ver Allah’ım/

Senin kulun yer Allah’ım, anla-

yışı sakattır. Bunun yerine;

Helâlinden ver Allah’ım/

Helâlse bu kulun yer Allah’ım

Az olsun helâl olsun/Haram-

sa boğazıma dursun Allah’ım,

anlayış ve ideali hâkimdir.

İslâm, helâl kazanç peşinde

olduğu için, kapitalizmin aksi-

ne, “ekonomik insan” modeline

sıcak bakmaz. Çünkü bu insan

açgözlü olup çıkar ve menfaa-

tinden başka bir şey düşünmez.

Onun için mutlak anlamda ka-

zanmak ve servet biriktirmek

esastır ve hedeftir. Bu hedefe

varmak için kullanılan yöntem-

ler önemli değildir. Âdetâ he-

defe kilitlenilmiştir. Doymak ve

pes etmek de olmadığı için kapi-

talist insan sürekli kazanç peşin-

dedir. Bir zamandan sonra ka-

zanmak ve tüketmek onun için

hayat tarzı haline gelir. Hâlbuki

İslâm insanı için kazanmak, ye-

mek, tüketmek sadece bir araç-

tır. Bununla insan esasen ken-

di zarûrî ve temel ihtiyaçlarını,

kimseye muhtaç olmadan, el

avuç açmadan karşılar. Arta-

nı da bu durumda olmayanla-

ra tasadduk eder. Biriktirmesini

de üstün bir ideal uğruna yapar.

Böylece, “O da çalışıp kazan-

saydı, bana ne.” anlayışı yerine,

Müslüman, “Komşusu açken tok

yatan gerçek mü’min olamaz.”2

prensibine göre hareket eder.

O, mutlak anlamda kazanmayı

değil, helâlinden kazanmayı he-

defler. Nefsinin doymazlığını,

dünya işlerinde kendinden daha

aşağıda olanlara bakarak, “ka-

naat” ile dizginler.

İslâm’da para kazanmak ka-

dar kazanç yöntemleri de önem-

lidir. Bunun için sözleşmelere

mutlaka bağlı kalınmasını em-

reden Yüce Allah, haksız ka-

zanca bulaşmayı da şiddetle ya-

saklar. Hz. Peygamber (s.a.v.),

sözleşmelerin bilinmezlik, gizli-

lik, haksız kazanç ve taraflardan

sadece birine menfaat sağlama-

sını yasaklar. Tarafların kazanç-

ları arasında olabildiğinde denk-

lik bulunmasını temin etmek

isteyen Hz. Peygamber (s.a.v.),

karşı tarafın bilgisizliğinden, za-

yıflığından, tecrübesizliğinden

yararlanarak onu aldatmayı da

kesin olarak yasaklar. Hatta o,

“Bizi aldatan bizden değildir.”3

esasını bir alış-veriş tezgâhında

gördüğü hilekârlığı bertaraf et-

mek için getirmiştir. Buna göre

alış-veriş yapan taraflar, ne al-

dıklarını, ne kadar aldıklarını,

hangi kaliteyi aldıklarını bilmek

zorundadırlar ve bunu soruştur-

ma hakkına sahiptirler.

Borsanın Taşıdığı Bazı Sakıncalar

Batı kökenli bir kavram olan

borsa, aslında devlet kontrolün-

de ticarî değere sahip malların

alınıp satıldığı devamlı pazarları

ifade eder. Önceleri, ticaret bor-

saları, sanayi borsaları, tarım

ürünleri borsaları ve altın bor-

sası gibi borsalar şeklinde do-

ğup gelişmişti. Ancak günümüz-

de, hisse senetleri gibi menkul

kıymetlerin alınıp satıldığı bor-

sa öne çıkmış ve diğerlerini göl-

gede bırakmıştır.

Menkul kıymetlerin alınıp

satıldığı yere “menkul kıymetler

borsası” denilmektedir. Menkul

kıymet ifadesi içine, tamamen

faizli olan tahviller ve hazine bo-

noları girmektedir. Menkul kıy-

metler kapsamına girenlerden

birisi de “hisse senetleri”dir. Ha-

zine bonosu ve tahvilin İslâm’a

göre haram olan fâizi kapsadık-

larından dolayı alınıp satılma-

ları câiz değildir. Hisse senetle-

rinin durumu ise, helâl kazanç

sağlama yönteminde de kulla-

nılmaları mümkün olduğu için

tartışmalıdır.

Günümüzde borsa olarak

tanımlanan şey, aslında men-

kul kıymetlerin ve hisse se-

netlerinin alınıp satıldığı pa-

zarın adıdır. Borsaya hisse

senedi sürme hakkı, Ticaret

Kanunu’nun ilgili maddesine

göre, anonim şirketlere tanın-

mıştır. Anonim şirket, unva-

nı olan, esas sermayesi belirli

ve hisselere bölünmüş bir şir-

kettir. Bu şirket bir tüzel kişi-

lik olup gerçek kişiler gibi, hak

ve sorumluluk sahibidir. Tü-

zel kişilik olan bu şirket, mülk

edinebilir, sözleşme yapabilir

ve sorumluluk altına girebilir.

Borçlarından yalnız mal varlığı

ile sorumludur. Ortakların so-

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

Page 24: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Mayıs 201344

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Adı : Bilal b. Hâris

Künyesi : Ebû Abdirrahmân

Doğum yılı : M. 602.

Doğum yeri : Eş’âr

Baba adı : Haris b. Usm b. Saîd el-

Müzenî

Anne adı : Tespit edilemedi

Eş(ler)i : Tespit edilemedi

Akrabaları : Tespit edilemedi

Oğulları : Hâris, Abdurrahman, Yahya,

Kızları : Tespit edilemedi

Kabilesi : Müzeyne

İslâm’a girişi : H. 5. senesi

Sohbet süresi : 5 yıl

Rivayeti : 3-4

Yaşadığı yer : Eş’âr, Medine, Basra

Mesleği : Koruculuk

Hicreti : Medine

Savaşları : Dûmetülcendel, Mekke’nin

Fethi, Kadisiye ve İfrikıyye

Görevleri : Habercilik, sancaktarlık,

Fizikî yapı : Tespit edilemedi

Mizacı : Hareketli ve cevval idi.

Ayrıcalığı : İyi bir biniciydi. Bir yarış-

mada Hz. Peygamber (s.a.v.)’in devesiyle

yarıştı ve kazandı.

Ömrü : 80 yaşlarında

Ölüm yılı : H. 60.

Ölüm yeri : Basra

Ölüm sebebi : Yaşlılık

Hakkında : Hz. Peygamber (s.a.v.)

ona Medine’deki Akîk bölgesini vermişti.

Hadisleri : “Müslüman, elinden ve

dilinden Müslümanların güvende oldu-

ğu kimsedir.” “Kişi Allah’ın hoşnut olaca-

ğı öyle bir söz söyler ki, kendisiyle karşı-

laşacağı güne dek Allah’ın ne kadar büyük

bir hoşnutluk yazdığını tahmin bile ede-

mez. Yine kişi Allah’ın öfkeleneceği öyle bir

söz söyler ki, kendisiyle karşılaşacağı güne

dek Allah’ın ne kadar büyük bir gazap yaz-

dığını tahmin bile edemez.”

Kaynaklar: İstîâb, I. 55; İsâbe, I. 326; Üsd, I.

128-129; DİA, VI. 153; Müsned, III, 469; İbn Sa’d,

Tabakât, I. 272, 291, 339.

*Prof. Dr.

BİLAL B. HÂRİS (r.a)

45

rumluluğu ise, sermaye payla-

rı oranındadır.

Borsa, modern toplum ve

ekonomilerde bir yatırım ve

para kazanma aracıdır. Kapita-

list zihniyet ve onun hâkim ol-

duğu ülkeler, uzun zamandan

beri yaptıkları planlarla borsayı

insanlığın gündemine taşıdılar

ve kolay yoldan para kazanma

yolu olarak reklam ettiler. Ser-

mayesi olan insanlar için de bir

alternatif gibi gösterdiler. An-

cak anonim şirketlerin ve bor-

sanın işleyişinin taşıdığı bazı

belirsizlikler ve haksız uygula-

malar İslâm âlimlerini bu ko-

nuda temkinli hareket etmeye

sevketti. Çünkü borsaya hisse

senedi süren anonim şirketle-

rin, İslâm’ın akitlerde olması-

nı istemediği fâiz başta olmak

üzere, “bozucu şartlar”a aldı-

rış etmediği malumdur. Bunun

yanında bu şirketlerde yönetim

kurullarının ve genel kurulla-

rın mutlak hâkimiyetleri var-

dır. Bunlar, isterlerse kârdan

pay (temettü) dağıtmayabilir,

küçük ortakların haklarına el

koyar, onun payını düşürebi-

lir, şirketin mal varlığını zim-

metlerine geçirebilir, küçük

pay sahiplerinin şikâyet hakkı-

nı devre dışı bırakabilir. Bütün

bu olumsuzluklar borsada ya-

şanan ve şikâyet konusu yapı-

lan hususlardır. Aynı zamanda

bunlar, İslâm’a, İslâm huku-

kuna ve İslâm iktisadına göre

haksızlık sayılan ve helâl ka-

zancı olumsuz yönde etkileyen

hususlardır. Bu sebeple borsa-

ya cevaz veren İslâm âlimleri

yanında cevaz vermeyenler de

vardır.

Cevaz vermeyenlerin temel

gerekçesi, şudur: “Borsa yapı

olarak Müslümanların helâl ka-

zanç yollarına tam olarak uyma-

makta ve belirsizlikler taşıdığı

için haram kazanca yol açmak-

tadır.” Câiz olduğunu söyleyen-

ler ise görüşlerini şöyle gerek-

çelendirmişlerdir: “Şayet şirket

sermayesini belli hisselere ayı-

rır, helâl olan işler yapar ve pay

sahiplerini kâr ve zarara ortak

ederse câiz olur.”

Temkinli Hareket Etmek

O halde İslâm’a göre prensip

olarak hisse senedi almak ve bu

yolla ticaret ve yatırım yapmak

câizdir. Ancak bu durum mut-

lak olmayıp hisse senedinin şek-

line ve onu piyasaya süren şir-

ketin ne alıp sattığına bağlıdır.

Buna göre hisse senedi çıkaran

şirket, fâiz, içki imali ve ticare-

ti, karaborsacılık, hile, yalan ve

aldatma gibi dinen câiz olmayan

ve haram sayılan yollarla kazanç

sağlıyorsa onun hisse senedi-

ni almak câiz değildir. Nitekim

İslâm Fıkıh Akademisi, yaptı-

ğı toplantılarda şu sonuca var-

mıştır: “Kâr ve zarara endeksli

olarak çıkarılan hisse senetleri-

ni almak câizdir. Ancak burada

helâllik, senedi çıkaran şirketin

ticarî işlem ve amaçlarının meş-

ru olmasına bağlıdır.”

Aslında dinen alınıp satılma-

sı helâl olan işlerle meşgul olan

bir şirketin kârına haram bir şey

karışmışsa, bu şirketin hisse se-

nedini elinde bulunduranlar ha-

ram karışan miktarı yaklaşık

olarak hesaplayıp –sevap bekle-

meden- ihtiyaç sahiplerine ver-

melidirler.

Hisse senetlerinin çeşitleri

vardır. Bunları kısaca şöyle ifa-

de edebiliriz:

Tahvil ve hazine bonoları, bi-

rer faizli borç senedi olup alınıp

satılmaları câiz değildir. Kambi-

yo senetleri olan poliçe, bono ve

çekler, parayı veya borcu tem-

sil eder. Üzerlerinde yazılı olan

değerden daha düşük değerle

alınıp satıldıkları için bu yolla

elde edilen kâr ve gelir fâizdir ve

helâl değildir.

Kâr ve zarar ortaklığı belge-

si, burada önceden şart koşu-

lan bir fâiz olmadığından alınıp

satılması câizdir. Gelir endeks-

li senet (Ges), devlete ait köp-

rü, baraj ve oto yol gelirlerine ait

senetlerdir. Bunları bir anlamda

kâr ve zarara ortaklık senedi gibi

değerlendirip helâl ve câiz sayan

İslâm âlimleri vardır.

Sonuç olarak, gerçek mal

yerine kâğıtlara bir değer biçip

onları piyasaya sürerek para

kazanma esasına dayanan bor-

sa ve hisse senedi gibi işlem-

ler konusunda Müslümanların

temkinli hareket etmeleri daha

doğru bir yaklaşımdır. Bunlar

içerisinde ittifakla câiz olanla-

rı alıp satmak caiz iken, şüphe-

li olanlardan kaçınmak takvâya

daha uygundur.

1 4/Nisâ, 29; 53/Necm, 39.2 Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167.3 Müslim, Îmân 164, Fiten 16.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 25: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

47

KUR’AN VE SÜNNET’TE

İNSAN ONURUMayıs 201346

Kur’an-ı Kerime göre insan, can-

lılar içerisinde en güzel biçimde

yaratılmış,1 en değerli,2 Allah’ın

kendi ruhundan üfleyip, bahşettiği üstün vasıf-

lar nedeniyle yücelttiği,3 kendisine halife yaptığı,4

akıl, irade ve vicdan sahibi seçkin bir varlıktır.5 İn-

sanın düşünebilme, aklını ve iradesini kullanabil-

me, algıladığı şeylerden bilgi edinerek duyguları-

nı ifade edebilme özellikleri başka hiçbir canlıya

verilmemiştir. Çoğu canlıda göz, dil, kalp, kulak,

ağız, beyin gibi insanla ortak organlar bulunma-

sına rağmen hiçbirisi bu organlardan insan gibi

faydalanamaz, bilgi üretemez ve düşünemez. Bu

özellikleri ile insan mükemmel ve mükerrem ya-

ratılmıştır. Yeryüzünde bu özellikleri ile ahlaka

dayalı bir sosyal düzen kurma görevi insana ve-

rilmiştir. Kur’an bu görevi emanet olarak tasvir

etmektedir ve görevinin ciddi olduğunu vurgula-

maktadır.6 Bütün ilâhî dinlerin amacı insana şe-

ref, haysiyet ve onur kazandıran bu vasıfları koru-

mak ve sonraki nesillere aktarmaktır.

Dinlerin ortak amacı şu beş şeyin kıymetini

bilmek ve korumaktır: Hayat (can), akıl, din, ne-

sil ve mal. Canı veren Allah’tır, onu alma yetkisi

de Allah’a ait bir haktır. Her kim ki bu hakkı ken-

disi kullanmak isterse büyük günah işlemiş ve ca-

nın sahibine karşı haddi aşmış olur. İnsan canı

kıymetlidir, ona karşı işlenecek her suç cezâyı ge-

rektirir ve korunması Allah’ın emridir.7 İnsan ha-

yatına anlam katan şey akıldır. Öyle ki, akıl sahibi

olmayanlar dinen mükellef bile sayılmamaktadır.8

Çünkü akıl, iman etmenin, Allah’ı bilmenin, iyi-

yi kötüden ayırmanın, bilgi üreterek, araştırarak

faydalı şeyler yapmanın yegâne yoludur. Bu ne-

denle Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla akletmenin, dü-

şünmenin insanın en önemli vasfı olduğundan

bahsedilir.9 Sadece aklı kullanmamak değil, onu

kullanmayı engelleyen her türlü kötü yol ve iş de

kınanır.10

Peygamberlerin asıl vazifesi, insanın fıtratın-

daki özellikleri daha açık ve tatminkâr şekilde çö-

züp anlayabilmesi için, vicdanını uyandırmaktır.11

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in insanlarla olan

münâsebetlerinde davranışlarının temel karak-

terini şu hususların oluşturduğunu görüyoruz:

1- İnancı ne olursa olsun muhatabın insan ola-

rak kabul edilmesi. 2- İnsanın temel hak ve hür-

riyetlerine saygı gösterilmesi. 3- Daima insan

haysiyet ve onurunun gözetilmesi. 4- Kimsenin

kusurunu yüzüne vurmayarak haysiyetinin ren-

cide edilmemesi. 5- İnsanı kazanmayı esas al-

ması ve insanı eğitmede sevgi, tedrîcîlik ve sabır

göstermesi olarak özetlenebilir.12 Peygamberi-

miz insanların yaratılıştan getirdiği duyguları sa-

hiplerine keşfettirmeyi, geliştirmeyi ve her türlü

aşırılıktan korumayı esas almıştır.13 Bütün bun-

ları yaparken Kur’an kaynaklı bazı yöntemleri

kullanmıştır. Şimdi sırasıyla bu yöntem ve me-

totlara göz atalım.

İnsana Değer Vermiştir

Peygamberimiz öncelikle insana değer veri-

yordu. İnancı, rengi, kabilesi ne olursa olsun in-

san onun için değerliydi. Câbir b. Abdullah’tan

rivâyet edilen şu olay bunun örneklerinden birisi-

dir: “Bir defasında yanımızdan bir cenâze geçti.

Rasûlullah ayağa kalktı. Biz de kendisine uyarak

ayağa kalktık ve ‘Ya Rasûlallah! Bu bir Yahudi

cenâzesidir.’ dedik. Peygamberimiz: ‘Bir cenâze

gördüğünüzde (Müslim olsun, kâfir olsun) kıyâm

ediniz. Çünkü ölüm korkunç bir şeydir.”14 buyur-

dular.

Benzer bir rivâyette Abdullah İbn-i Amr İbn-i

As şöyle nakletmektedir: “Bir kimse Peygamberi-

mize bir şeyler sordu ve dedi ki: ‘Ya Rasûlallah!

Yanımızdan kâfir cenâzesi geçiyor. Buna da aya-

KültürMustafa ÖNDER*

Page 26: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Mayıs 201348 49

ğa kalkacak mıyız?’ ‘Evet kafir cenâzesine de kal-

kınız. Çünkü siz hakikatte o cenâzeye değil, bel-

ki nüfus-ı beşeri kabzeden Zat-ı Ecell ü A’lâ’ya

ta’zim için kalkıyorsunuz.”15 buyurdu. Kays b.

Sa’d’in (r.a.) rivâyetinde İbn Ebû Leylâ şöy-

le nakletmiştir: “Kays b. Sa’d ile Sehl b. Hu-

neyf, Kâdisiyye’de bulunurlarken yanlarından

bir cenâze geçti. Bunlar ayağa kalktılar. Ken-

dilerine; bu cenâze, bu yer halkından (yani

zımmîlerden) dir, denildiğinde Kays ile Sehl

de: ‘Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanından bir cenâze

geçmişti. Allah Rasûlü, ayağa kalktı. Bunun bir

Yahudi cenâzesi olduğu kendisine bildirildiğin-

de: ‘Bu da bir insan değil mi?’ buyurdu.”16

Savaşlarda dahi kadınlara, çocuklara, yaş-

lılara dokunulmamasını; insanların yüzlerine

karşı kılıç, ok ve mızrak kullanılmamasını, in-

san yüzünün feyz-i ilâhiyye’nin yansıması ol-

duğunu söylemiştir. Bedir Savaşı kazanıldıktan

sonra müşrikler ölülerini ortada bırakarak kaç-

mışlardı. Peygamberimiz yanındakilere müşrik

ölülerinin gömülmesini emrederek müthiş bir

insanlık dersi vermişti. Harp esirlerine iyi dav-

ranılmasını emretmişti. Esirler arasında iyi bir

hatip olan, Peygamberimiz (s.a.v.)’in aleyhin-

de nutuklar atan Süheyl b. Amr da bulunuyor-

du. Hz. Ömer bir daha aleyhte nutuk atmama-

sı için önden birkaç dişinin sökülmesini tavsiye

etmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Ben

bir adamı sû-i teşekküle uğratacak olursam,

Allah da beni Peygamber olduğum halde, aynı

şeye uğratır.”17 şeklinde cevap vermiştir.

Bir gün, Ma’rûr isminde bir kişi Peygambe-

rimizin arkadaşlarından Ebû Zer’e rastlamıştı.

Ebû Zer’in yanında bulunan kölesi gayet gü-

zel ve temiz bir şekilde giyinmişti. Bunu gören

Ma’rûr, Ebû Zer’e, “Ey Ebâ Zer! Bu adamın üs-

tündeki giysiyi alıp başka bir şey giydirsene.”

dedi. Ebû Zer, Ma’rûr’a şunu anlattı: “Bu gör-

düğün köleyle benim aramda senin bilmedi-

ğin bir olay yaşanmıştır. Ben, bir gün bu ada-

ma sövmüş ve annesinin siyahî oluşundan

dolayı ona hakâret etmiştim. Peygamberimiz

bunu duyanca, ‘Sende hâlâ Câhiliye dönemi-

nin izleri var. Bu insanlar sizin kardeşleriniz-

dir. Yediklerinizden onlara da yedirin, giydik-

lerinizden onlara da giydirin.’ diyerek beni

azarlamıştı.”18

Onurlu ve Karakterli İnsanlarla Yakın İlişki İçindedir

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in en önemli özelliği

onurlu bir hayat yaşaması ve her davranışta bu-

nun en güzel örneklerini muhataplarına göster-

mesidir. Düşmanlarını dahi etkileyen bu yaşam

tarzı dost-düşman herkesi etkilemiştir. Amr b.

Hişam’a Ebû Cehil ismini Peygamberimize ve ina-

nanlara karşı çıktığı için Müslümanlar vermişler-

dir. O Mekke’de Kureyş kabilesi içinde saygın biri

idi ve kendisine Ebû’l Hakem (hikmetin babası)

denilirdi.19 Mekke’yi yöneten şehir konseyine yaşı

kırkı geçen kişiler girebilir ve alınan kararlara ka-

tılabilirdi. Ebû Cehil görüşlerindeki isabetinden

dolayı otuz yaşını müteakiben bu konseye kabul

edilmişti. Hac ziyareti için gelenlere, özellikle kıt-

lık yıllarında yiyecek ikramında bulunan cömert

birisiydi. 20 Beni Mahzum kabilesinin reisi idi. Bu

yüzden Peygamberimiz bir duasında: “Allah’ım!

İslâm’ı, Ebû Cehil b. Hişâm veya Ömer b. Hattâb

ile kuvvetlendir.”21 buyurmuşlar ve ertesi gün Hz.

Ömer Müslüman olmuştur. Konu ile ilgili diğer

bir rivâyet şöyledir: “Rasûlullah şöyle dua etmiş-

ti: ‘Allah’ım, İslâm’ı şu iki şahıstan sana en sevgi-

li olanla aziz kıl: Ebû Cehil ile veya Ömer İbnu›l-

Hattâb ile. Bunlardan Allah’a daha sevgili olanı

Ömer’di.” 22

Burada Peygamberimizin İslâm’ın güçlenme-

si için Hz. Ömer veya Ebû Cehil’e talip olması bo-

şuna değildir. Her ikisi de bulundukları ortamda

veya cemiyette güven veren, davalarını savunan

karakterde kişilerdi. Burada ‘Dinî inanç olmadan

ahlaklı olunabilir mi?’ sorusu aklımıza gelebilir.

Konumuzun dışında olmakla beraber; sevgili Pey-

gamberimizin “Ben güzel ahlakı tamamlamak

üzere gönderildim.”23 hadîs-i şerîfi üzerinde ye-

niden düşünmeliyiz. Bir şeyin tamamlanması;

yeniden oluşturulması, kurulması anlamına gel-

mez. Olan bir şey, yarım kalmış bir şey tamamla-

nır. Yani Peygamberimizden önce de sayıları az da

olsa ahlak sahibi insanlar vardı.

Tayy kabilesinin reisi Adiy b. Hatem İslâm’a

karşı çıkıyordu. Babası Hatem cömertliği ile tanın-

mıştı. Hz. Ali komutasında bir birlik onlara gön-

derildi. Adiy b. Hatem Hıristiyan olduğu için Suri-

ye taraflarına kaçtı. Hz. Ali onların putunu kırarak

birçok esirle birlikte Medine’ye döndü. Hatem’in

kızı Sofane (Seffane) de esirler arasındaydı. Pey-

gamberimizle görüşmek istedi ve kendisine şunla-

rı söyledi: “Ya Rasûlallah! Babam öldü, kardeşim

kaçtı. Kurtuluş fidyesi verecek gücüm yok. Kur-

tuluşum için sana sığınıyorum. Babam cömert

ve kabilesinin ulusu idi. Esirleri kurtarır, kadın-

ların ırzını korur, fukarayı doyurur, felakete uğ-

rayanlara yardım eder, çıplağı giydirir, konuğu

ağırlar, karşılaştıklarına selam verir, hiçbir iste-

ği reddetmezdi. Ben onun kızıyım.” Bunun üzeri-

ne Peygamberimiz, “Senin baban İslâm’ın telkin

ettiği faziletle süslü bir adamdı.” dedikten sonra;

“Hatem’in kızı serbesttir, babası insanlık sever

bir adamdı, Allah merhametli olanları sever ve

mükâfatlandırır.” buyurdu. Diğer bir rivâyette:

“Ne diyorsun, bu saydıkların mü’minlerin özel-

likleridir. Bu kadını serbest bırakın. Çünkü bu-

nun babası güzel ahlakı seviyordu. Allahu Teâlâ

da güzel ahlakı sever.” buyurdu. Bunun üzerine

orada bulunan Ebû Burde b. Yenâr ayağa kalka-

rak, “Ey Allah’ın Rasûlü, Allahu Teâlâ güzel ahlakı

seviyor mu, dedi. Peygamberimiz: “Nefsimi kud-

ret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir kim-

se cennete ancak güzel ahlakı sebebiyle girer.”

buyurdu.24 Sofane’ye elbise ve yol harçlığı vere-

rek onu Suriye’ye kardeşinin yanına gön-

derdi.25 Sofane, olup biteni anlatınca kar-

deşi de gelip Müslüman oldu. Bu olayda da

görüyoruz ki, Peygamberimiz ayırım yap-

madan her inançtaki onurlu ve ahlak sahi-

bi insanlara sahip çıkmış, onları övmüştür.

Hz. Peygamber (s.a.v.) gençlik yılların-

da da hep onurlu ve ahlaklı kişiler ile ar-

kadaşlık yapmıştır. Onun Risâlet’ten ön-

ceki dönemde en yakın arkadaşları Kureyş

içerisinde saygınlığı olan, herkesin dürüst-

lüklerinde ittifak ettiği, Ebû Bekir, Osman,

Hâkim b. Hizam (Hz. Hatice’nin yeğeni),

Dımad b. Sa’lebe ve Kays b. Saib gibi ki-

şilerdi.26 Cahiliye döneminde Araplar ara-

sında aklı başında, zeki ve putlara tapma-

yı reddeden kişiler (Hanif) vardı. Varaka b.

Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Huveyris ve

Zeyd b. Amr bunlardandı. Peygamberimiz bu ki-

şilerle yakın ilişki kurmuş, ilk vahyin gelmesi aşa-

masında Varaka b. Nevfel’in görüş ve tavsiyeleri-

ne itibar etmiştir.27

1 95/Tîn, 4.2 17/İsrâ, 70.3 32/Secde, 9; 15/Hicr, 29.4 2/Bakara, 30-33; Fazlurrahman, Ana

Konularıyla Kur’an, Ter: Alparslan Açıkgenç, Fecr Yayınları, Ankara 1993, s.67.

5 M.Zeki Duman, Nüzulünden Günü-müze Kur’an ve Müslümanlar, Fecr Yayınları, Ankara 1996, s.123.

6 33/Ahzab, 72; 23/Mü’minun, 69; Fazlurrahman, a.g.e, s.68.

7 5/Mâide, 32; 17/İsrâ, 33; 4/Nisâ, 92; 2/Bakara, 178.

8 Bkz: Buhârî 8/21.9 10/Yûnus, 100; 47/Muhammed, 24;

4/Nisâ, 82; 2/Bakara, 164; 6/En’âm, 126.

10 5/Mâide, 90-91.11 Fazlurrahman, a.g.e, s.79.12 Ali Akyüz, Yaşayan Kur’an Hz. Pey-

gamber, Ensar Neşriyat, İstanbul 2005, s.449.

13 Ferhat Koca, Kur’an-ı Kerim’e Göre Hz. Peygamberin Örnek Hayatı, TDV Yayınları, Ankara 2009, s.34.

14 Tecrid-i Sarih, C.4, s.446,447; Müs-lim, Cenaiz/78; Buhari, Cenaiz/50.

15 Tecrid-i Sarih, C.4, s.448.16 Müslim, Cenaiz/78, H.No: 1596.17 Berki-Keskioğlu, a.g.e, s.257,258.

18 Buhârî, İman I/13.19 A.Himmet Berki-Osman Keskioğ-

lu, Hz.Muhammed ve Hayatı, DİB Yayınları, Ankara 2010, s.79.

20 İsmail Yakıt, Hz. Peygamberi Anla-mak, Ötüken Yayınları, İstanbul 2003, s.161,162.

21 Tirmizi, Menakıb/18, H.No: 3681; İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, DİB Yayınları, Ankara 2011, s.99; Berki-Keskioğ-lu, a.g.e, s. 100; M.Ali Kapar, “Ebu Cehil”, TDVİA, C.10, s. 117,118.

22 Tirmizî, Menâkıb/18, 3681.23 Muvatta’, Hüsnü-l hulk/8.24 İbn-i Kesir, El Bidaye ve’n-Nihaye,

XI, s. 213; Lütfi Şentürk, Örnek Va-azlar, DİB Yayınları, Ankara 2004, C.II, s.174.

25 Berki-Keskioğlu, a.g.e, s.398,399.26 Sarıçam, a.g.e, s.79; Ahmet Ön-

kal, “Asr-ı Saadet’te İslam’a Davet Metodu”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm, Ed: Vecdi Akyüz, Beyan Yayınları, İstanbul 1994, C.II, s.77.

27 Berki-Keskioğlu, a.g.e, s.24, 56, 63; Sarıçam, a.g.e, s. 84; M.Asım Kök-sal, İslâm Tarihi (Mekke Dönemi), Şamil yayınevi, İstanbul 1981, s.135.

*Yrd. Doc. Dr.

Dipnot

Page 27: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

51

Vahşİ’den Hz. Vahşİ’ye:

Aşk’a Atılan

Mızrak

Mayıs 201350

Kendi Ham-

za’sının Vah-

şi’sidir in-

san en çok. Mızrağın ucunda

Hz. Hamza’nın kalbi. Mızrak

Vahşi’nin elinde. Mızrağın çıktı-

ğı yer küfür, varacağı yer iman;

getireceği makam “şehitlerin

efendiliği”. Mızrak aşk yolun-

da; rüzgârında ıstırap. Mızra-

ğın başı Vahşi’ye özgürlük vaa-

di; sonu aşkın en acı hâli.

Yolculuk vahşilikle başladı.

Bakın insanın kalbindeki savaş

alanına. Kendi içindeki Ham-

za’lara mızrak atan yine ken-

disi oldu hep. İçinde var olan

Vahşi, imana, Hakk’a, adale-

te ve merhamete mızrak atıp

durdu, açacağı yaraları kestire-

meden. Girin, insanın kalbin-

de yatan Bedir’lere Uhud’lara.

Bakın insanın içinde yaşattığı

Ebu Bekir’e, Ömer’e, Osman’a,

Ali’ye, Mus’ab’a. Ve yine kendi

eliyle kendi Ömer’lerine sapla-

dığı mızraklara.

Sahip olduğu edeple içinde

bir Osman yaşatır insan, Kur’an

besler onu; hayâsızlık ise zehir-

ler. İşte şu Hz. Osman’ın tam

kalbine sapladığı mızrak; hara-

ma değen nazarların dövdüğü

demirden değil mi?

Göz yumduğu her adaletsiz-

likle, içinde yaşattığı Hz. Ömer’i-

ni hançerlemiyor mu insan?

Sadakat yolundan ayrıldığın-

da, mızrağı içinde yaşattığı Hz.

Ebu Bekir’in boğazına saplamı-

yor mu kendi elleriyle? Ya şu

Hz. Ali’ye doğru süzülen mızrak!

Ehl-i Beyt sevgisinden uzakla-

şıldıkça biraz daha yaklaşmıyor

mu o mübarek gövdeye?

İlim ve sünnet yolundan

uzaklaşılan her adım, bir mızrak

olarak saplanmıyor mu insanın

kalbinde yaşattığı Hz. Mus’ab’a?

Kendi Hamza’sının Vahşi’si-

dir insan en çok. Efendiler Efen-

disi (s.a.v.), Vahşi’ye, Hazre-

ti Vahşi olma kapısını -Allah’ın

izni ile- aralarken, inen ayet-

ler Vahşi’nin kalbine yumuşak-

lık veriyor, tevbesinin kabulüne

ümit oluyordu.

Peygamber (s.a.v.), kurtulu-

şu sunarken Hz. Vahşi’ye, “aşk”ı

da kendi elleriyle sunuyordu;

hem de en derin ve en ıstırap-

lısını. Aşk, Hz. Vahşi’den son-

ra bu kadar yakıcı oldu belki de.

Özündeki hasreti O’ndan aldı ve

O’ndan sonraki aşklar hep biraz

eksik kaldı. Onun Peygamber

hasreti hiç kimseninkine benze-

medi ve benzemeyecekti. Sesle-

rin en güzelini duymanın verdiği

şeref ile o sese karşı konuşama-

manın verdiği elemi nasıl kaldır-

dı omuzları kim bilir. Sustuğu

kelimeler her defasında mızrak-

lamış mıdır Hz. Vahşi’nin boğa-

zını? Uzaktan uzağa Peygamber

(s.a.v.) seyretmenin verdiği has-

reti, yüreği nasıl taşıdı kim bilir.

Gül Kokusu geldiğinde her ne-

feste kaç defa öldü kim bilir.

Aşk, dilsizliğini de Hz.

Vahşi’den aldı belki. O’ndan

(s.a.v.) sonra yaşanan her aşk

Vahşi’ninkini andırdı. Hz.

Vahşi’nin aşkını. Onunki kadar

olmadı asla ve olmayacak; ama

ona benzedi ve benzeyecek. İn-

sanın kendi eliyle gelen kötü-

lük; arkasından kalbe inen Yüce

Kelam’ın serinlik esintileri, son-

ra pişmanlıklar ve uykuları bo-

ğazlayan Peygamber hasreti.

Yüz yıllar sonra saadetli

asırdan, dünyada benzer hisler

yaşanmaya devam ediyor. En

çok kendine zulmeden insan,

mızrakları acımadan saplıyor

ameline. Ama merhametin ve

affın da Yaratıcısı (c.c.), şefkat

güllerini ayetleriyle dağıtıyor

kararmaya yüz tutan kalplere.

En sevgili (s.a.v.)’nin şefkati

ve müjdelediği kurtuluş ümidi

bütün ümmeti heyecanlandırı-

yor; ilk günkü gibi. Ve aşk, Hz.

Vahşi’ninki gibi mızraklarını

saplamasa da yüreklere, ateşi-

ni eksik etmiyor kalplerin üze-

rinden. Efendimiz (s.a.v.)’in

nefes almıyor olduğu dünya-

da her nefes O’nun özlemiy-

le en derinden çekiliyor. Gülle-

rin kokusunu aldığı o kokudan

asırlar sonra, her sabah –bir

ümit- rüzgârı kokluyor âşıklar;

sevgiliden bir esinti kalmıştır

belki diye. Uykuya değil rüya-

ya yatıyor hasret dolu beden-

ler, rüyaya teşrif buyurur Sul-

tan (s.a.v.) belki diye. Ve Hz.

Vahşi’ye gelen müjdeye ortak

olmak için ibadetlerinde göz-

yaşları döküyor bütün ümmet;

Allah’ın Aslanı Hz. Hamza ile

kol kola cennete girmek nasip

olur belki diye.

Hz. Vahşi gibi şerefleneme-

dik Rasûlullah’la; ama duaları-

mız sonsuz âlemde Sevdiğimiz

(s.a.v.) ile beraber olmak. Rü-

yada, sünnette ve sonsuz saa-

dette…

DenemeMuhammed B. TOPRAK

Page 28: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

53

MEHMET ÂKİF’İN

GENÇLİK MODELİMayıs 201352

Her millet genç-

lik meselesi-

ne çok özel bir

önem verir. Çünkü bir milletin

geleceği gençlerle şekillenir. Bu

yüzden gençler ve gençlik me-

selesi, bir milletin varlık-yok-

luk meselelerinin en başında ge-

lir. Toplumu için güzel ve hayırlı

gelişmelerin olmasını arzu eden

yazarlar-şairler de eserlerin-

de mutlaka bu meseleye temas

ederler. Bu tür yazar-şairlerden

biri de Mehmet Âkif Ersoy’dur.

Âkif, şiirlerini topladığı Safahat

külliyatının altıncı cildini işte

böyle bir meseleye, gençlik me-

selesine, ayırır ve bu bölümün

adını Âsım koyar.

Şiirde Âkif’in babasının tale-

belerinden Köse İmam’ın oğlu

olarak tasvir edilen Âsım, aslın-

da gerçek bir şahsiyet değildir.

Hayal edilen gençliğin sembol

ismidir. Başka bir ifadeyle Âsım,

ideal Müslüman-Türk genci-

dir. Memleketi, içinde bulundu-

ğu zor durumdan kurtaracak ve

onu geleceğe taşıyacak bir neslin

örneğidir.

Âsım’ın yazıldığı yıllarda ül-

kemiz, çok zor durumdadır.

Balkan Savaşı sürecindeki ay-

rılıkçı hareketlerle büyük yara

alan Osmanlı Devleti, ardın-

dan Ortadoğu bölgesinde ben-

zer ayrılıkçı hareketlerle karşı-

laşır. Doğusunda ve Batısında

bu tür felaketlerle yüz yüze ge-

len ülke işgal edilmeye başlanır.

Saldırılar, artık devletin kalbine

İstanbul’a ve Anadolu’ya yönel-

miştir.

İlk bakışta ortada gerçekten

de karamsar bir tablo vardır. Ar-

dından Millî Mücadele’nin baş-

laması Âkif’i yeniden ümitlen-

dirir. Şiirlerindeki karamsar

havanın yerini umutlu bir hava

alır. İşte Âsım, böyle bir dönem-

de yazılır. Ona göre Âsım, Millî

Mücadeleyle ümitlerin yeni-

den yeşerdiği böyle bir dönem-

de Osmanlı’yı dolayısıyla İslâm

âlemini kurtaracak ideal neslin,

hayal edilen gençliğin adıdır.

“Mektepli Gençler…”

Âkif’e, Âsım’ı düşündüren

ve yazdıran mesele ise 1. Dün-

ya Savaşı sırasındaki gelişmeler

bilhassa Çanakkale Savaşı’nda

gösterilen kahramanlıklar ol-

muştur. Çünkü bu savaşlar-

da düşmanla çarpışan ve onları

geri püskürten askerlerin büyük

bir bölümü 2. Abdülhamid’in

açtığı yeni okullarda tahsil gö-

ren gençlerdir. Kaynaklara göre

şehit olan gençlerden on binden

fazlası yüksek tahsilli ve yetmiş

bin kadarının lise tahsilli olduğu

düşünülecek olursa savaşa katı-

lanların çoğunun mektepli genç-

ler olduğu sonucu ortaya çıkar.

Bunlar, vatanları tehlike-

ye girdiğinde okullarını bırakıp

cepheye koşmuşlar, her türlü

zorluğa ve fedakârlığa katlana-

rak ülkeleri ve kutsal bildikle-

ri değerler uğruna savaşmışlar-

dır. Âkif, bu neslin Çanakkale’de

gösterdiği fedakârlığı Çanakka-

le şehitleri şiirinde takdirle an-

latır.

Âsım’ın nesli... diyordum ya...

nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu,

çiğnetmeyecek.

“Âsım’ın Özellikleri…”

İşte burada Âsım’ın özellikle-

ri ortaya çıkmaya başlar. Âkif’e

göre Âsım, memleketi tehlike-

ye girdiğinde canını vermek-

ten çekinmeyecek yüksek bir

fedakârlık anıtıdır. Vatansever-

dir. Bağımsızlık şuuruna sahip-

tir. Kendi şahsî geleceğini de-

EğitimMustafa ÖZÇELİK

“Âkif’e göre Âsım, memleketi tehlikeye girdiğinde canını

vermekten çekinmeyecek yüksek bir fedakârlık anıtıdır.

Vatanseverdir. Bağımsızlık şuuruna sahiptir. Kendi şahsî

geleceğini değil ülkesini düşünen insandır.”

Page 29: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Mayıs 201354 55

ğil ülkesini düşünen insandır.

“Ben” değil “biz” fikrine sahiptir

ve öyle hareket eder.

Âkif’e göre Âsım’ın özellikleri

sadece bunlardan ibaret değildir.

Âsım ve arkadaşlarının asıl vazi-

fesi savaştan sonra başlayacak-

tır. Cephede saldırgan düşmana

karşı verilen mücadele bu defa

içerdeki meselelerle ilgili olarak

verilecektir. Gençlerin içerde bo-

ğuşmak zorunda oldukları me-

seleler ise bilgisizlik, tembellik,

ahlaksızlık, içki, fuhuş, yönetim-

deki bozukluklar, millet fertleri

arasındaki nifak gibi meseleler-

dir. Bu tür problemler, savaş yıl-

larının olağanüstü şartlarında ne

yazık ki fazlalaşmakta ve milletin

geleceğini tehdit eder hale gel-

mektedir.

Savaş sonrasında Âsım ve ar-

kadaşlarını işte bu meseleler-

le mücadele ederken görürüz.

Biraz da savaş şartlarından he-

nüz çıkmış olmanın da etkisiy-

le bu gençler, problemleri kaba

kuvvetle çözmeye uğraşırlar ön-

celikle. Mesela vurguncuları dö-

verler, meyhaneleri basarlar.

Toplum için zararlı gördükleri

kişileri cezalandırırlar. İşte Âkif,

bu noktadan itibaren Âsım’ın

nesli dediği gençliğin ideal va-

sıflarını, onda olması gereken

olumlu özellikleri ve olmama-

sı gereken olumsuz özellikle-

ri daha detaylı olarak anlatma-

ya başlar.

Âkif’e göre Âsım, bu tür ha-

reketlerinde aslında haklıdır.

Zira savaştan çıkmış bir toplum-

da bu tür kötü hareketler top-

lumu içten içe çürütmektedir.

Âkif, Âsım’a bu tepkisel davra-

nışında hak verir ama kullanı-

lan yöntemi tenkit eder. Çünkü

problemler, ferdî tepkilerle çö-

zülmez. Ortada devlet veya hü-

kümet adı verilen sosyal bir or-

ganizasyon ve onun kurumları

vardır. Suç varsa bunu cezalan-

dırması gereken adalet kurumu-

dur. Eğitimsizlik söz konusuy-

sa bu işle vazifeli olması gereken

eğitim kurumudur.

“Bilgili, Erdemli, Çalışkan Gençlik…”

Bu durumda ne yapılacaktır?

Âkif, şunu iyi bilmektedir. Ku-

rumları yönetecek, bir toplum-

da adaleti, eğitimi, refahı sağ-

layacak olan insanlardır, daha

doğrusu gençlerdir. Öyleyse asıl

mesele ideal vasıflarla donanmış

gençlerin yetişmeleridir. Bunun

yolu da o dönemin şartları içe-

risinde ilim ve fen öğrenmek-

ten geçmektedir. Çağdaş ilim

ve fennin öğrenilebileceği yer-

ler ise Avrupa’dadır. Bu durum-

da Âsım ve arkadaşları Batı’ya

gidecek orada ciddiyetle ilim ve

fen öğrenecek, sonra memleke-

tine dönüp milletinin ve devle-

tinin kalkınması için mücadele

edeceklerdir.

Bütün bu hayali gerçekleşti-

recek olanlar ise Âsım ve arka-

daşlarıdır. Yani gençlerdir. On-

lar hem bedenen, hem ruhen

sağlıklı, bilgili, yüksek ahlâkî

değerlerle donanmış kişilerdir.

Bu nitelikler, onların beden

sağlıklarını korumak için spor

yapmalarından, içki, uyuştu-

rucu vb. beden ve akıl sağlığını

tehdit eden her türlü kötü alış-

kanlıklardan uzak durmaları-

na bağlıdır. Mesele bunlarla da

sınırlı değildir elbette… Çünkü

kötü alışkanlıklar sadece bun-

lar değildir. Kendi toplumunun

değerlerinden, inancından, ta-

rihinden uzaklaşmak hatta ona

düşman olmak da gençlik için

zararlı davranışlardan sayılma-

lıdır.

İşte Âkif’in vurguladığı bu

son mesele çok önemlidir. Kötü

alışkanlık yahut davranış de-

nilince akla sadece içki, kumar

vs. gelmemelidir. Beden sağlığı

kadar ruh sağlığının korunma-

sı da önemlidir. Bunun için de

gençlere inanç değerlerinin be-

nimsetilmesi, ahlâkî özellikle-

rin kazandırılması, onların bil-

gili insanlar haline getirilmeleri

daha önemli bir meseledir.

Bizim, Âkif’in Âsım’ına ba-

karken bugün için alacağımız

asıl mesaj bu ikincisi olmalı-

dır. Çünkü ne ve nasıl olma-

sı gerektiğini öğretemediğimiz

birine ne ve nasıl olmaması

gerektiğini asla öğretemeyiz.

Önce müspetler öğretilmelidir

gençliğe. Bu sağlandığında on-

lar, hangi tür alışkanlıklardan

davranışlardan uzak kalmala-

rı gerektiğini zaten anlayacak-

lardır.

Gençlik meselesi, bu günün

de önemli bir meselesidir. Biz

de Âkif gibi, inandığımız de-

ğerler, yaşadığımız ülke adına

bir gelecek tasavvuru içerisin-

deysek Âsım’ı yeniden okumak

yeni neslin nasıl yetiştirilme-

si gerektiği konusunda eminim

büyük faydalar sağlayacaktır.

BAnA kâfİDİr

Derdimi yâdlara açsam duyulur, Benim öz sırdaşım bana kâfidir. El için ağlayan gözler oyulur, Kendi akan yaşım bana kâfidir.

Büyüğün sözleri kulağa küpe, Denizin kumlan sarılmaz ipe, Elden oğul olmaz, külden de tepe, Kendi can kardeşim bana kâfidir.

Erken kalkan tohum atar tarlaya, Yaz yatanın, kışın işi zorlaya, Çalışanlar altın gibi parlaya, Öz toprağım taşım bana kâfidir.

Ağacın dalına taş eklenir mi? Ondan kesip ona baş eklenir mi? Büyük olmak için yaş eklenir mi? Bulunduğum yaşım bana kâfidir.

Gelir ile giderimin hesabı, Eğer bir birine değilse tabi, Neme lazım elin kuzu kebabı! Kendi ayran aşım bana kâfidir.

Zannetmem asıllı yolundan caysın, Kendini kürrede bir ocak saysın, Elin kıvılcımı başına değsin, Alevim, ateşim bana kâfidir.

Bu dünyada ey insana sözüm yok, Kötülere yalvaracak yüzüm yok, Şeref, elin sofrasında gözüm yok, Pilavım, bozbaşım bana kâfidir.

Aşık şeref TAşlıovA

Page 30: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

57Mayıs 201356

İstanbul’da babamın

hâllerini ve ilmî de-

rinliğini bilenler et-

rafına toplanmaya başlamıştır.

Birçok âlim ve şeyh onu ziyâret

edip ilmî konuları konuşur ve son

sözü onun söylemesini isterler-

di. O da meseleyi âyet ve hadis-

lerle öyle anlatırdı ki bu durum

karşısında herkes hayret ederdi.

Hâlbuki babam vaktinin sadece

bir kısmını ilmî mütalaaya ayırır,

çoğunu ise ibadet, murâkabe ve

sâliklerle sohbetle geçirirdi. Bir-

çok hoca “Onun ilmine tahsille

erişilmez, o bir okyanustur.” der-

di. Bu konuda ona ilahî yardım

çok açıktı.

Kendisinde celâl ve cemâl sı-

fatlarının her ikisi de zaman za-

man zuhûr ederdi. Celâl anında

büyük bir heybet hâline bürünür

ve yanında ister âlim, ister şeyh

olsun hiç kimse söz söyleyemezdi.

Cemâl anında ise bir çocuk bile

soru sorsa, herkesin anlayış se-

viyesine inerek onlara muâmele

ederdi. Fakat mâlâyani konuşma-

yıp dinî hayatı kuvvetlendirecek

veya bâtını nurlandıracak sözler

söyleyip anlattığı şeyleri herkesin

anlayacağı şekilde açıklardı. Her

hâli sünnet-i şerîfeye uygun ol-

masının yanı sıra şekil bakımın-

dan da Hz. Muhammed(s.a.v.)’in

şemâil-i şerîfesine benzeyen yön-

leri olduğundan herkes kendisi-

ne meftun olmuştu. Muhammedî

nurlar kalbinden yüzüne yan-

sıdığı için birçok kişi onun

Efendimiz(s.a.v.)’in kâmil vârisi

olduğunu anlamıştı. Onun meş-

rebi Nakşbendî olduğu için güzel

ve temiz giyinir, helâlinden bul-

duğunu yer ve davetlere icâbet

ederdi. Allah’ın nimetinin eseri-

ni kendinde gösterirdi. Buna de-

lil şu hadis-i şerîftir: “Bir gün

Efendimiz(s.a.v.) zengin bir kişiyi

fakir kisvesiyle görünce buyurdu

ki: Allah Teâlâ kuluna verdiği ni-

metin eserini kulu üzerinde gör-

meyi sever.”

Bu âciz küçüklüğümden

beri pederimden birçok dinî ve

mânevî sualler sorup cevapları-

nı yeterince ve hakîkat üzere aldı-

ğımdan büyük faydalar gördüm.

Birçok kitabı mütalaa etsem bile

ondan aldığım esasları doğru bir

şekilde anlayamazdım. Bu konu-

da Allah’a çok şükreder ve baba-

ma minnettar olduğumu arz ede-

rim. Zira o, zâhirî ve bâtınî açıdan

benim hidâyet sebebim olmuş-

tur. Daha sonra muteber kitapla-

rı mütalaa ettikçe onun sözlerinin

ne kadar büyük ve doğru olduğu-

nu görmüşümdür.

Âkıl ve bâliğ olduktan sonra

acayip rüyalar görüp kendisi-

ne anlattığım zaman şaşırırlar-

dı. O sırada bende bâtınî cezbe

ve derunî aşk zuhûr etmişti. Sık

sık rüyalarımda babamın be-

reketiyle Resûlullah(s.a.v.)’la

müşerref olup bazı işaret ve

iltifâtlarına mazhar oluyordum.

Pederime de muhabbetim ar-

tınca kendisinden tarikat dersi

talep ettim.

Zâhir derslerime engel olur

diye bir müddet bana tarikat der-

si vermedi. Ancak bende karar-

sızlık daha da artıyordu. Sonunda

yine kendisinden ders vermesi-

ni talep ettim, sessiz kaldı. O gece

rüyamda babamı gördüm. Saba-

ha kadar beni acayip âlemlerde

gezdirdi. Sabah sofrasında bir

araya geldiğimizde: “Bu gece ne

gördün?” diye sordu ve ben de

gördüklerimi anlattım, o sessizce

dinledi. Üçüncü gece yine babamı

gördüm. Beni alıp bazı âlemlerde

gezdirdikten sonra birçok türbe

ve kabir bulunan bir yere götür-

dü. Türbelerden kiminin kapısı

açık kiminin kapalıydı. İçlerinde

birer zât görünüyor, kimisi otu-

ruyor kimisi yatıyordu. Bunları

temâşâdan sonra bir türbeye gi-

dip içeri girdik. Birkaç kişi oturu-

yordu. Babama saygı gösterdiler.

O sırada içeri Buhârâ kisvesinde

nurlu bir zât girdi. Babam onun-

la musâfaha edip beni göstere-

rek “Oğlumdur, dua buyurunuz.”

dedi. Ben de onun elini öptüm.

Bana gülümseyip iltifât ve dua

etti. Babama buyurdu ki:

“Acele işim var, fazla görü-

şemeyeceğiz.” O zât misafirlerle

bir iki kelime konuşup çıkıp git-

ti. Biz de çıktık ve böylece uyan-

dım. Sabahleyin yine babam

bana ne gördüğümü sordu, ben

de gördüklerimi anlattım. Buyur-

KültürH. İbrahim ŞİMŞEK*

MUSTAFA HÂKÎ EFENDİ(K.S)’DEN

MENKIBELER“Mustafa Hâkî Tokadî Hazretlerinin oğlu Mehmet Bahattin Efendi (1902–1964)’nin

“Tasavvuf ve Menâkıb” adlı yazma eserinin orijinal nüshası evlatları tarafından,

H. Hamidettin Ateş Efendi’ye takdim edilerek, Darende H. Hulûsi Ateş Şeyhzadoğlu

Özel Kitaplığının yazmalar bölümüne konulmuştur. Bu çalışma o eserin ilgili kısmından

sadeleştirilerek yayına hazırlanmıştır.”

Page 31: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

59Mayıs 201358

du ki: “Son gördüğün zât Şâh-ı

Nakşbend’dir.” Ertesi gece bu şe-

kilde rüya görmedim. Sabahleyin

babam bir şey sormadı. Bunun

üzerine bana tarikat dersi tarif

etti ve çalışmaya başladım. Zi-

kir kalbimde o kadar kuvvetlendi

ki, vücudumu sarmaya başladı ve

durumu kendisine haber verdim.

Buyurdu ki:

“Bu iyi değildir. Sonra silkin-

mek ve sıçramak, nihâyetinde ba-

ğırmak hâlleri gelir.” Ertesi gün

bu hâl geçti. Fakat dalgınlık mey-

dana gelip birkaç gün içinde arta-

rak tesbih elimden düşüp yıkıla-

cak hâle geldim. Günlük dersimi

tam olarak çekemez oldum. Bu

durumu kendisine arz ettim. Bu-

yurdu ki: “Bu da iyi değildir. Pe-

rişanlığa sebep olur.” Ertesi gün

o hâl de geçti ve itidâl meydana

geldi. Onu da haber verdim. Bu-

yurdu ki: “İşte bu iyidir. Böyle de-

vam et. İnşallah daha sonra sana

süluk ve murâkabe dersleri kolay-

lıkla açılır.”

İhvândan Ispartalı Emin Hoca

dedi ki: “Benim Isparta’da bir

şeyhim vardı ve ben İstanbul’day-

dım. Bir gün dersimle meşgul-

ken ihvândan bazılarının bana

râbıta yaptıklarını müşâhede et-

tim. O esnada bana bir kuvvetsiz-

lik hâli gelerek hareketsiz kaldım.

Daha sonra başka bir vakitte ye-

mek esnasında yine ihvândan ba-

zılarının bana teveccüh ettikleri-

ni görürdüm ve hemen kuvvetten

kesilirdim. Bu sebeple kaşık elim-

den düşerdi. Anladım ki, şeyhim

vefat emiş ve ihvân beni şeyhleri

yapmış. Zira ihvân içinde şeyhi-

min nazarı en çok banaydı. Ancak

ben o yükü kaldıramayacak hâle

geldim. Daha fazla perişan ola-

cağımı anladım. Bu hâlden kur-

tulmak için bir mürşid-i kâmile

muhtaçtım. Tokatlı Şeyhefendi’yi

Fatih Camii’nde görür ve muhab-

bet ederdim. Ona râbıta ettim ve

bu hâl benden gitti.

Kendisine haber vermemiş-

tim. O sırada bir gün Şeyhefendi

odama geldi. Oturunca buyurdu

ki: “Emin Efendi! Ne yapıyorsun,

bana râbıta mı ediyorsun?” Ben

de: “Evet, Efendim!” dedim. Bu-

yurdu ki: “Niçin bana haber ver-

medin? Dersini şu şekilde çe-

kersin.” diyerek bana ders tarif

etti. Bu Emin Efendi bize der-

di ki: “Şeyhefendi çok büyük bir

zâttır. Bende önceden mahviyet

meydana gelmemişti. Hâlbuki

şimdi onun nazarıyla mahvi-

yet buluyorum ve tarîkat sefası-

nı tadıyorum.” Daha sonra Emin

Efendi Isparta’ya gidip orada ve-

fat etti.

İhvân, babamı senelerden beri

Anadolu’ya davet ediyorlardı,

ama o gitmiyordu. Onlar mektup-

larında “Yetim kaldık, boynumuz

bükük kaldı.” diye yazarlardı.

Yine icabet etmezlerdi. Bu tutu-

munun sebebi ise Arabistan’a hic-

ret etmek istemesiydi. Ya Şam’a

veya Medîne-i Münevvere’ye ni-

yet ederdi. Ancak seferberlik

buna engel oldu. Seferberlik bi-

tip anlaşma olunca dâr-ı bekâya

irtihâl etti. Onun himmetiyle bu

hicret daha sonra bize nasip oldu.

Babam son vakitlerinde âhiret

âlemine iştiyâkını beyân eder-

di. O sırada bu âciz acayip rüya-

lar görmeye başladım. Babamın

göğe doğru çıktığı, Fatih civarın-

daki kabristana gidip bir süslü

yatak içinde yattığını ve kendisini

daha başka hâller de görürdüm.

Bunları kendisine anlattım, ses-

siz kaldı. Yine o sıralarda bize va-

siyet edip “Ben olmazsam şöyle

şöyle yaparsınız.” derdi. Biz de bu

sözlerini Hicaz’a gideceğine ham-

lederdik. Nihayet Hicrî 1338 yılı-

nın kışında Cemâdi’l-ulâ ayında

(Ocak/Şubat 1920) zatürre has-

talığına yakalandı. Birkaç gün

içinde hastalık şiddetlendi. Na-

maz vakitlerinde doğrulur nama-

zını kılar ve sonra tekrar durumu

ağırlaşırdı. 17 gün sonra Perşem-

be gününün gecesi yatsıdan son-

ra murâkabeyle meşgul olduğu

anlaşıldı. O esnada üç defa derin

nefes alarak ruhunu teslim etti.

O anda büyük bir ruhaniyet eseri

duyuldu. Perşembe günü akşam

vakti gözyaşları arasında Fatih

kabristanındaki mezarına def-

nedildi. Kalpler derin bir hüzün-

le dolarak dönüldü. Cuma gecesi

kabrinde bulunmuş oldu. Babam

Hâkî Efendi vefat ettiğinde 56 ya-

şındaydı.

Fatih hocalarından pederi-

mizin seveni olan bir zât Fatih

Camii’ne gelip arkadaşlarıyla

veda etmiş ve demiş ki: “Rü-

yamda Tokatlı Şeyh Hacı Mus-

tafa Efendiyi gördüm. Buyurdu

ki: Ben ashâb-ı kiram mecli-

sindeyim sen de bizim yanımı-

za gel!” Gerçekten o hoca birkaç

gün sonra vefat etmiştir. Baba-

mın seveni Medineli âlimlerden

biri olan Zeynelâbidin Efen-

di ihvândan Hafız Mustafa

Efendi ile babamın kabrini zi-

yarete gitmişler. Hafız Mus-

tafa Efendi uzakta oturup göz-

lerini yumarak Yasin-i şerif

okuyorken Zeynelâbidin Efendi

kabrin yanındaymış. Biraz son-

ra Zeynelâbidin Efendi bağıra-

rak Hafız Mustafa Efendinin

yanına gelip “Çıkalım.” demiş.

Dışarı çıkınca Hafız Mustafa

Efendi neden böyle davrandığı-

nı sorunca: “Şeyhefendi’nin ru-

haniyeti kabrinden çıktı ve beni

kucaklamak istedi. Bu sebep-

le bağırıp kaçtım.” Hafız Efen-

di demiş ki: “İyi ya, niçin kaçtın?

Sen onun müştakı idin. Keşke

ben göreydim.” Zeynelâbidin

Efendi demiş ki: “Senin bildiğin

gibi değildi. Öyle büyük ve hey-

betliydi ki, görmeye tahammül

edemedim.” Zeynelâbidin Efen-

di Kadirî tarikatından olup âlim

bir zattı. Daha sonra Medine-i

Münevvere’de vefat etti.

Bir gün hocamız Allâme Da-

ğıstanlı Cemâleddin Efendi bir

işi sebebiyle acele bir şekilde

Fatih Camii yolundan gidiyor-

muş. Yürümekle zorlanmaya

başladığını farketmiş ve nihayet

ayakları zincirlenmiş gibi kımıl-

datamamış. Dikkatlice babamın

kabri hizasında hemen teveccüh

edince ayakları açılmış. Ziyaret-

ten sonra eskisi gibi yoluna de-

vam edip gitmiş.

Bu âciz bir gün İstanbul’da

Ramazan günlerinden birinde

sahur yemeğini yemiş yatağa

uzanmıştım. Odada kimse yok-

tu. Bir de baktım ki, merhum

babam kapıda gayet iri vücut-

lu ve heybetli olarak dikilip hid-

detle bana nazar ediyor. Korkup

ayaklarımı toplayarak kalktım

ki, ortada kimse yoktur. Abdest

alıp namaz kıldım. Ondan sonra

bir daha sahur yemeğinden son-

ra yatmadım.

Buraya kadar yazılanlar ba-

bamın gerek hayatında ve gerek

vefatından sonra hâl, keramet ve

tasarruflarından az bir parçadır.

Babamı rüyalarımda gayet yük-

sek makamlarda ve gayet süslü

elbiselerle görürüm. Zor zaman-

larda tasarruflarını hissederim.

Sürekli feyizlerini ve ruhaniyeti-

nin tesirini duyarım. *Doc. Dr.

“Babam son vakitlerinde âhiret âlemine iştiyâkını

beyân ederdi. O sırada bu âciz acayip rüyalar görmeye

başladım. Babamın göğe doğru çıktığı, Fatih civarındaki

kabristana gidip bir süslü yatak içinde yattığını ve

kendisini daha başka hâller de görürdüm. ”

Page 32: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

61Mayıs 201360

Başarılı anne-

çocuk ilişkisi-

nin ardında,

doğrudan veya dolaylı olarak

baba desteği görülür. Baba do-

ğumdan itibaren çocuğun so-

rumluluğunu paylaşırsa, anne-

nin yükü hafifler, kendini daha

rahat hissederse çocuklarına

karşı da daha verici olabilir.

Gelişme süreci içinde ba-

şarılı sosyal etkileşim, yeter-

li özgüven ve kendi kendini

disipline etme gibi özellikle-

rin kazanılmasında başarılı bir

“baba” modeliyle kurulan özde-

şim çok önemlidir.

Araştırmalara göre babay-

la ilişkisi iyi olan çocuklarda

okul başarısı yüksektir. Yine

baba, disiplini sağlayan, ge-

leceği planlayan, dış dünyay-

la etkileşimde bulunan bir bi-

rey olarak model olur (Anne ise

kişiler arası ilişkileri düzenler).

Baba “özdeşim” modeli ola-

rak çocukların kişilik gelişimi

için çok büyük önem taşımak-

tadır. Erkek çocuk babayla öz-

deşim kurarak ilerde nasıl bir

erkek olacağına ilişkin model-

leme yapar.

Babanın yokluğu, pasifliği

ya da ilgisizliği, çocuğun kişilik

yapısını, ruh sağlığını etkiler

ve davranış bozukluğuna se-

bep olabilir. Unutulmamalıdır

ki babanın yokluğu bir şekilde

(dayı-amca ile ) telafi edilebilir,

ama baba varken yokluğu tela-

fi edilemez.

Babalar! Çocuklarınıza iyi-

lik etmek istiyorsanız anneleri-

ni çok sevin! Baba, çocuğun zi-

hinsel, psiko-seksüel ve kişilik

gelişimini etkiler. “Babanın ço-

cuk eğitimindeki etkisi, direkt

ve dolaylı olur.” Babanın çocu-

ğuna dokunması, konuşması,

oynaması ve çocukla ilgili çeşit-

li kararlara katılımı çocuğu “di-

rekt” etkiler. Dolaylı etkisi ise

eşiyle olan ilişkisinden çocuk-

lara yansır. Eşine karşı davra-

nışı ve eşiyle arasındaki iliş-

ki biçimi sağlıklı değilse, anne

duygusal olarak çocuğa yükle-

nir. Bütün duygusal yatırımı-

nı ona yapar. Beklentisi de çok

artar. Bu da çocuğun bağım-

sız gelişimini engeller. Çünkü

annenin babadan göremediği

duygusal desteği ondan bekle-

mesi küçük çocuk için çok ağır

bir yüktür.

Bir Çocuk Şarkısından Alın-

tı: “Baba İşe Gitme! Paracıdan

Para Al!”

Bugün maalesef babalar ço-

ğunlukla eğitim sorumluluğu-

nu anneye bırakmış ve adeta

“para makinesi”ne dönüşmüş-

tür. Evin ihtiyaçlarını karşıla-

makla görevinin bittiğini düşü-

nür.

Bu yüzden eve gittiğinde

sessizlik ister. (Çocuktan ayrı

bir odada kalmayı bile iste-

yebilir). Baba ya çok çalıştığı

için, ya da yorgun olduğu için

çocuğuyla ilgilenecek enerjisi

kalmaz. Cezalandırıcı ve engel-

leyici kararların uygulanması

da bu yüzden babaya bırakılır,

“Akşam baban gelsin görür-

sün.” Anne akşam, gün boyu

yapılan yaramazlıkları sıralar,

babanın çocuğu cezalandır-

ması beklenir. Otoriteyi tem-

sil eden baba polise dönüşür.

Böylece babanın çocuğa ayır-

dığı kısacık süre sevgisiz hale

gelir.

Babalığın eleştirilen duru-

ma düşmesinin sebebi, çocuk

bakımıyla çocuk eğitimini aynı

şey sayan zihniyettir. Biyolo-

jik, duygusal ve kültürel faktör-

ler sebebiyle belki bakımda ön-

celik annenindir, ama eğitimde

anne-baba ortak sorumluluğa

sahiptir.

- Baba eşi ve çocukları için

güven kaynağıdır.

- Çocuklar onu, daha güçlü,

daha çok bilen, daha çok saygı

uyandıran kişi olarak bilirler.

- Babası “otoriter” ve az ilgi-

lenen çocuklarda utangaçlık ve

çekingenlik görülür

- Gevşek, fazla müsamaha-

lı ve disiplinsizse, davranış bo-

zukluğu görülür.

- Babası ilgilenen ve sevgi

gösteren çocuğun, arkadaşlık

ilişkileri daha iyidir, lider özel-

likli ve uyumlu olur.

- Çocuğun sağlıklı ruhsal ge-

lişimi için iki önemli hediye:

Sevgi göstermek ve zaman ayır-

maktır. Ebeveynler olarak so-

rumluluğumuz çok büyük! O

halde bu görevi iyi yapabilmek

için bilgi ve tecrübeye ihtiyacı-

mız var, bunu edinmeye çalış-

malıyız. Çocuklarımıza bunu

borçluyuz.

BABA GİBİ

YAR OLMAZ

Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE

Page 33: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

63Mayıs 201362

Osmanlı Devleti,

sahip olduğu uç-

suz bucaksız top-

raklarda mucizevî bir düzeni

fevkalâde maharet ve hassasi-

yetle tesis ederek asırlar boyun-

ca ayakta kaldı. Bu harikulade

düzenin temelinde, İslâm’ın ci-

hanşümul hoşgörü ve adaletin-

den alan, karşılıklı güven ve gö-

nül rızasına dayanan, gerçek

insan haklarının müesses oldu-

ğu âdil, insanî ve hoşgörülü bir

sistem yatmaktaydı.

Devlet-i Âli, kanatları altın-

da yaşayan farklı dine, mezhebe,

ırka ve kültüre mensup toplu-

lukları, ülkesinin dört bir köşe-

sinde açan ve korunması gere-

ken narin bir çiçek olarak kabul

ediyordu. Hiçbir ayrıma maruz

tutmadan kendisine itaat ve sa-

dakat gösteren bütün tebaasına

“vedi’atullâh” (Allah’ın emaneti)

yaklaşımını sergilemişti. Bu sa-

yededir ki, İslâmiyet’in vaat etti-

ği ideal barış ve istikrarı, gölgesi-

nin uzandığı bütün coğrafyalara

teneffüs ettirmeyi başardı. Tüm

zamanların en ideal “birlikte ya-

şama modeli”ni kurmaya mu-

vaffak oldu. Osmanlı’nın ilk ve

son dönemlerinden seçtiğimiz

şu misaller bunun en çarpıcı

göstergelerindendir:

Keşke Bize Daha Önce Bey Olaydınız!

Orhan Gazi, Bursa’nın fet-

hinde Rumlara şehri niçin tes-

lim ettiklerini sorduğunda şu

cevabı almıştı: “Sizin devleti-

nizin günden güne yükseldiği-

ni ve bizim devrimizin geçtiği-

ni anladık. Babanızın idaresine

geçen köylülerin memnun kalıp

bir daha aramadıklarını gördük

ve biz de bu rahatlığa heves et-

tik.” Orhan Gazi’nin oğlu Süley-

man Paşa yöre Hıristiyanlarına

çok adaletli davrandığında ise,

yerli ahali ona şükranlarını şöy-

le sunmuştu: “Ne olaydı bunlar

bize daha önce bey olaydı!”

Osmanlı Nasıl ‘Helal Devlet’ Oldu?

Sultan II. Murad zamanı-

na kadar Osmanlıların, fetihler-

den elde edilen ganimetler, bağ-

lı devlet ve beyliklerden alınan

vergiler ve madenlerden elde

edilen kazançlar dışında baş-

ka bir geliri yoktu. Durum böyle

olunca da, devlet zaman zaman

parasız kalabiliyor, seferlere çık-

mak bile güçleşebiliyordu.

Bir gün Fazlullah Paşa, Sul-

tan II. Murad’ın Çandarlı Halil

Paşa’dan borç para istediğini

gördü. Padişahın bu davranı-

şı karşısında biraz da üzülen

Fazlullah Paşa, padişaha şöy-

le dedi: “Sultanım! Padişahın

vezirlerden ya da şundan bun-

dan para istemesi yerinde ol-

maz. İzin verirseniz bir hazine

oluşturulsun ve oradan size ve

saraya ödenek ayrılsın.” Faz-

lullah Paşa’yı dinleyen Sultan

Murad’ın cevabı gecikmedi:

“Bu parayı nereden ve kim-

den toplayacaksın?” Fazlullah

Paşa’nın cevabı hazırdı. Pek de

ince elenip sık dokunmadan

düşünülmüş bir teklif sundu

padişaha: “Sultanım bu mem-

lekette çok zengin var. Bir fer-

manla bazılarından bir miktar

mal toplamak mümkündür.”

Sultan Murad, vezirinin bu

teklifi karşısında dehşete düş-

tü. Çok kızdığı ve dile getirilen

fikri kesinlikle beğenmediği her

halinden belliydi. Teklifi hemen

şiddetle reddetti. İşaret parma-

ğını Fazlullah Paşa’ya yönelte-

rek, Osmanlı’nın diğer devlet-

lerden farkını ortaya koyan şu

sözleri söyledi: “Sen ne teklif et-

tiğinin farkında mısın Fazlul-

lah Paşa? Bize ve bizim askeri-

mize helal lokma lazım. Bizim

askerimizin boğazına helal lok-

ma gitmez de, onun bunun hak-

kı girerse bu askerle, Allah yo-

lunda cihat meydanında nasıl

harp eder, nasıl zafer kazanırız?

Haram üzerine kurulan devle-

tin ayakta durma imkânı var mı-

dır?”

Gönüllere Taht Kuran Osmanlı

Bir gün Sultan II. Murad’a,

günümüzde Yunanistan sınır-

larında olan Yanya’dan bir he-

yet geldiği bildirildi. Yanya, o

zaman İtalyanların elindeydi.

Halk büyük bir kargaşa içeri-

sindeydi ve İtalyan yönetimin-

den hiç memnun değildi. Çareyi,

adaletiyle meşhur olduğunu bil-

dikleri Osmanlı’ya başvurmakta

buldular. Heyet bunun için gel-

mişti. Sultan Murad’dan yardım

isteyecekti. Padişah, heyeti hu-

zuruna kabul etti ve ne istedik-

lerini sordu:

“Yardımınızı rica ediyoruz.

Beylerimiz bizi eziyor. Köle gibi

kullanıyorlar. Müslüman deği-

liz; ama Müslümanların adale-

tini duyarız. Kimseyi incitmez

imişsiniz. Herkese eşit davranır,

KALPLERİ FETHEDEN

OSMANLI

Tarihİsmail ÇOLAK

Page 34: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

SEn AnnESİn YETMEZ Mİ AnnE!

Ressamların tuvallerine tek işleyemediği,Kelimelerde kifayetsiz kaldığı şairlerin,Feminist romanın sokağa afişleyemediği,Meryem’ce bir sırsın sen çözemediği mahirlerin?

Sen ekmek-su kadar aziz, bereketli toprak kadar,Sen düşünceye ufuk en ulvi duygulara esin,Aciz, ne kadar sıfat varsa seninle alakadar,Melekler ki doğurmaz, sen peygamberlere annesin!

Ey yüceler yücesi ruh, cisim olduğumuz cisim!Kim demiş ki ayrıyız, biz sendeniz sen bize anne!Ne şan, ne şöhret, sana yetmez mi bu muazzez isim?Ey müstesna dinin kutsadığı en güzel anane!

Mehmet SErTPolAT

Mayıs 201364 65

haklıya hakkını verir imişsiniz.

Bunları, memleketinize gelip ge-

zenlerden öğrendik. Şimdi ada-

let kanatlarınızı üstümüze gerin.

Bizi zalim beylerin elinden kur-

tarın!”

Yanyalılar, şehirlerinin al-

tın anahtarını padişaha teslim

ederek, onu resmen kendileri-

ni kurtarmaya davet ettiler. Sul-

tan Murad, 1431’de bir miktar

birlik göndererek Yanya’yı fet-

hetti. Yanyalılar rahat ve huzu-

ra kavuştular. Yanyalılar gibi

daha nice mazlum ve zayıf dev-

letler, milletler ve topluluklara

Osmanlı, barış ve huzur getirdi.

Osmanlı, aranan, özlenen ve yolu

beklenen kurtarıcı bir devletti.

İnsanlığın, barış ve adaletin tek

adresi, güvencesi ve sığınağıydı.

Düşmanına Bile İnsanlık Gösterdi

Hakikaten de Osmanlı din ve

ırk ayrımı gözetmeksizin kapı-

sı çalındığında, masum, mağdur

ve darda kalmışların imdadına

koştu. Hâkimiyeti altında kaldı-

ğı müddet içerisinde, başını en

çok ağrıtan milletlerden olması-

na rağmen Osmanlı, yeri geldi-

ğinde Sırpların bile imdadına ye-

tişti. Adeta gözü gibi koruyarak

bütün hak, hürriyet ve güvence-

leri cömertçe sundu.

Fatih Sultan Mehmet, Rume-

li’deki fetihleri genişleterek Sır-

bistan sınırlarına geldiği zaman

iki ateş arasında kalan Orto-

doks Sırplar, Katolik Macaristan

ile Müslüman Osmanlı arasın-

da tercih yapmak zorunda kal-

mışlardı. Sırbistan Kralı George

Brankoviç, hem Macar Kralı Jan

Hunyad’a hem de Sultan Fatih’e

heyetler gönderdikten sonra;

Osmanlı’yı daha müsamahalı bu-

larak kendileri ile aynı dine men-

sup Hıristiyan Macarlara karşı-

lık Müslüman Osmanlı’ya itaat

etmişti. Çünkü Macar Kralı’nın

“Sırbistan’ın her tarafında Kato-

lik kiliseleri tesis edeceğim; Or-

todoks kiliselerini yıkacağım!”

sözüne, Fatih, “Her caminin ya-

nında bir kilise inşa edilecek!”

şeklinde karşılık vermişti.

Osmanlı’ya Dönebilmeyi Niyaz

Ediyoruz!

1829’da Ruslara karşı ağır bir

yenilgi alan Osmanlı Devleti, an-

laşma masasından savaşta kay-

bettiği toprakların bir kısmını

olsun geri alarak kalkmıştı. Rus

ordusu çekildikçe, yakılmış, yı-

kılmış ve yağmalanmış kasabala-

rın hazin manzarası gün yüzüne

çıkmıştı. Geri çekilirken Bulgar

ve Rum reayadan bir kısmını da

beraberlerinde götürmüşlerdi.

Osmanlı yöneticileri tarafın-

dan hemen evler, bahçeler ve

tarlalar tespit edilerek boş kal-

maması için kiraya verilmiş ve

gelirler bir sandıkta toplanmış-

tı. Kimsenin bu paraya el sür-

memesi için tedbirler alınarak,

suistimal edenler şiddetle ceza-

landırılmıştı. Paralar sandıkta

birikirken bir yandan da giden

halkın arkasından haberler uçu-

ruluyor; dönerlerse kendilerine

“Niye gittin?” diye sorulmayaca-

ğı, hatta 5 yıl bütün vergilerden

muaf tutulacakları söyleniyordu.

Ayrıca sandıkta biriken kira pa-

ralarının aynen kendilerine öde-

neceği, isterlerse tarlalarını süre-

bilmeleri için öküz ve ekebilmek

için tohum yardımı yapılacağı da

sıralanan vaatler arasındaydı.

Nitekim Osmanlı Devleti,

1828-1829 Osmanlı-Rus Sava-

şı sonrasında Ruslar tarafından

kandırılıp göç ettirilen binler-

ce reayayı tekrar eski toprakları-

na getirmeyi başarmıştı. Giden-

ler, Rus yönetiminin cenderesi

altında iflahları kesilmiş bir hal-

de dönmüşlerdi. Vaatlerin bü-

yük bir devlete yakışan ciddiyet-

le yerine getirildiğini gördükçe

de geride kalanlara haber ulaş-

tırmışlardı. İşte bu akıllara ziyan

uygulama sayesinde 15 yıl içe-

risinde (1830-1844) gidenlerin

önemli bir kısmı geri dönmüş,

devlet ve padişah için dualar et-

mişlerdi.

Rusya’ya göç eden bazı Bul-

garlar, tekrar Bulgaristan’a

dönebilmek arzusuyla, 30

Ocak 1862 tarihinde Osmanlı

Devleti’ne yaptıkları müracaat-

ta ise, Osmanlı’nın sadık bir te-

baası iken, bazı fesatçıların kötü

emellerine âlet olarak kandırıl-

dıklarını pişmanlık dolu şu ifa-

delerle dile getirmişlerdi: “Ecda-

dımız, Osmanlı idaresinde rahat

ve her türlü nimet ve adalet ile

dolu bir hayat sürmüşken, biz-

ler Rusya’ya gitmekle, ne yazık

ki bir tuzağa düşmüş olduk. Gece

gündüz pişmanlık gözyaşları dö-

küyoruz. Bu yerden kurtulmamız

için, bizler gibi kandırılan diğer

Bulgar hemşehrilerimizle bir-

likte affedilerek, tekrar Osmanlı

topraklarına dönebilmemiz hu-

susunu niyaz ederiz!”

Page 35: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

67

KİTAPLIK

Elini Ver Öğretmenim

Ali Özkanlı

Mola Kitap

Tel: 0332 352 62 63

Esma İle Yakarış

Meryem Aybike Sinan

Nesil Yayınları

Tel: 0212 551 32 25

Menzioğlu Ahmet

Efendi’nin Sure Tefsirleri

Durmuş Aslan

Yasin Yayınevi

Tel: 0212 534 04 34

Genciz Biz

Orhan Gümüşel

Timaş Yayınları

Tel: 0212 511 24 24

Bahr-i Sevda

Nûri Kahraman

Karanfil Yayınları

Tel: 0216 446 08 08

AYNÜ’L-A’YÂN (GÖZDELERİN GÖZÜ)

FÂTİHA TEFSİRİ

Mayıs 201366

Molla Fenarî

Hazretleri

tarafından

keleme alınan Fâtiha Sûresi Tef-

siri, Gaziantep Üniversitesi İla-

hiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr.

Ali Akpınar’ın gayretleriyle özet-

lenmiş ve günümüz Türkçesine

aktarılmıştır. Eser Nasihat Ya-

yınları tarafından neşredildi.

Eserin takdim kısmında şu

bilgilere yer veriliyor: “Fâtiha

Sûresi, Kur’ân’daki ilahî hazi-

nelerin anahtarıdır. Yedi ayet-

ten oluşur, her ayetini okuyana

cehennemin yedi kapısı sıray-

la kapanır. Bir günde beş vakit

namazda kırk defa okunmakta-

dır… Somuncu Baba da Fâtiha

Sûresinin tefsirinde manaları

manevî açıdan açıklamıştır. Öyle

ki, Somuncu Baba ledün ilmi-

nin bazı sırlarını Bursa halkına

açıklarken namazın nasıl kılın-

ması gerektiğini, namazda oku-

nan Fâtiha Sûresinin önemini

ve içeriğini açıklamıştır. Yani in-

sanlara yaratıcıya yapılacak olan

ibadetin gerçek boyutunu gös-

termiştir.” Kitapta Fenârî’nin

hayatı ve eserleri geniş bir şe-

kilde ele alınıyor. Fenârî’nin

Aynü’l-Â’yân Tefsiru Sûreti’l-

Fâtiha’sı hakkında Prof. Dr. Ak-

pınar şunları söylüyor:

“Bizim çalışmamızda esas al-

dığımız nüsha 1325’te Der-seâdet

Rifat Bey Matbaasında birin-

ci baskı olarak basılan eser olup

376 sayfadır. Eser iki bölümden

oluşur: Birinci bölüm, tefsir ilmi,

tanımı, tefsire duyulan ihtiyaç,

tefsirin konusu, Kur’ân’ın tanı-

mı, hükümleri, tesbiti, isimleri,

sûreleri, âyetleri ve harfleri gibi

konulardan oluşur. İkinci bölüm

ise Fâtiha Sûresi tefsirine ay-

rılmıştır. Eser çok yönlü ve do-

nanımlı bir âlimin kaleminden

çıkmakla çok yönlü ve kapsam-

lı bir eserdir. Müellif, bu eserin-

de adeta bütün birikimini orta-

ya koymaya çalışmıştır. Fenârî,

bu kıymetli eserini Karaman’da

Karamanoğlu Alaaddin Bey oğlu

Mehmet Bey’e ithafen kaleme al-

mıştır. Müellif, eserini 63 yaşına

ayak bastığı sırada, bir yıl gibi

kısa bir sürede kaleme almıştır…

Arapça olarak kaleme alınan

eser güzel, akıcı, yer yer de zorlu

bir üsluba sahiptir. Onun Fâtiha

Sûresi tefsirini yazmayı düşün-

düğü sıralarda Bursa’da yaşa-

dığı şu olay, tefsirin özellik ve

güzellikleri hakkında bilgi ver-

KitapMuharrem AKIN

mektedir: Molla Fenarî Bursa kadısıdır. Dönem

Yıldırım Beyazıt’ın sultan olduğu devirdir. Sul-

tan Niğbolu Zaferi’nden (799/1396) sonra Bur-

sa Ulu Camiini inşa ettirmiş ve açılısında Cuma

hutbesini Somuncu Baba namıyla meşhur Şeyh

Hamid-i Veli okumuştur. Fenârî’nin de hoca-

sı olan Somuncu Baba, hutbede Fâtiha Sûresini

tefsir etmiştir. Onu dinleyen cemaatin arasında

Fenârî de vardır. Fenârî izlenimlerini söyle an-

latır: “Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki,

herkes hayran kaldı. Fâtiha Sûresi ile ilgili bizim

de bir kısım müşküllerimizi halletti. Sûrenin yedi

türlü tefsirini yaptı. Birinci tefsirini bütün cemaat

anladı, ikinci tefsirini cemaatin bir kısmı anladı,

üçüncü tefsirini ise anlayanlar pek az kimselerdi.

Dördüncü ve sonraki yorumlarını ise pek anlayan

yok gibiydi!” Eserin Mukaddime kısmından bir

bölümü okuyucuların istifadesine sunmak isteriz:

“Rabbimiz! Biz Senin indirdiğin her şeye iman

ettik ve Peygamberine tabi olduk. Bizleri şahit-

lerle beraber yaz. Allah’ım! Biz Sen’den nebilerin

anlayışını, resullerin ezberleyişini, gözde melek-

lerinin ilhamını ve salih kullarının tevfîkini is-

tiyoruz. Allah’ım! Bizi, zoru kolaylaştırmak için

ilim ve amelle tefsire rağbet edenlerden eyle. Yok-

sa kendini beğenmişlerden olmak yahut lüzum-

suz tartışmalara dalmak için tefsir yapanlardan

eyleme! Bizi amellerin meyvelerini devşirip yüce-

lere erenlerden, kemal seviyesinin izlerini süren-

lerden eyle. Tûl-i emel pırıltılarında yananlardan,

tembellik ve ihmalkârlık tiryakisi olanlardan ey-

leme.”

Kitabın belkemiğini oluşturan Fatiha Sûresi

ile ilgili kitaptan bir bölümü nakledelim:

“Fâtihatü’l-Kitâb: Kitap onunla açıldığı, eğitim

onunla başladığı ve hamd her sözün başı olduğu

için “Kitabin açıcısı” anlamına bu isim verilmiş-

tir. Ona, ilk inen sûre yahut Levh-i Mahfuz’a ilk

yazılan sûre olduğu için veya dünya ve ahret kapı-

larını açan sûre olduğu için bu ismin verildiği de

söylenmiştir. Fetih, yardım ve zafer anlamlarına

gelir. Bu sûreyi okuyan da yardım ve zafere nail

olur. Aynı zamanda sûre, tüm hakikatlerin kapısı-

nı aralayan sûre olduğu için bu isimle isimlendi-

rilmiştir.” Nasihat Yayınları: 0422 615 15 54

Page 36: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

69

Çocuklara

olumlu davranış Mayıs 201368

İnsan doğuştan iyidir ve değerlidir.

Carl Rogers

“Çocuğumla baş edemez hale geldim, beni hiç

dinlemiyor, ders çalışmıyor, sorumluluk almıyor,

çok dağınık! Her şeyi denedim, ama etkili olmadı.

Ne yapacağımı şaşırdım!”

Yukarıdaki yakınmaları dinlediğim görüşme-

lerin sayısını hatırlamıyorum bile.

Çocuklarda davranış değiştirme, olumsuz

davranışları azaltma ya da

ortadan kaldırma ve olumlu

davranış kazandırma

konusunda birçok ebeveyn

ve öğretmenin problem

yaşadığı aşikârdır.

Aracınız çamura sapla-

nıp patinaj yapmaya başla-

dığında gaza basmaya devam ederseniz saplandı-

ğınız yerden çıkmanız daha da zorlaşacaktır. Bu

durumda; ya aracı çektireceksiniz ya da zemini te-

kerin tutunmasını sağlayacak şekilde dolduracak-

sınız. Bu duruma maruz kaldığında böyle bir çö-

zümü üretemeyecek bir insanı düşünemiyorum.

Gelin bu problemi ve beraberinde ifade ettiğim

çözüm önerisini çocuklara olumlu davranış ka-

zandırma ve olumsuz davranışları ortadan kaldır-

ma konusu ile ilişkilendirelim.

“Ders çalış, odanı topla, sorumluluklarını yeri-

ne getir, sözümü dinle, terbiyeli ol, ödevlerini bi-

tir, beni çıldırtıyorsun, başıma bela oldun…” gibi

her gün sıralanan ifadeler yüzünden bozulmuş,

yıpranmış, saygısızlaşmış, değerini yitirmiş, kok-

muş ve ulaşılamaz hale gelmiş ilişkilerinizi önce-

likle düzeltmeniz gerekiyor.

Çocuğunuzda gördüğünüz hoşunuza

gitmeyen her şeyi çöpe atın. Tüm olumsuzlukları

hafızanızdan silin. Bırakın dersi falan! Kim, ders

çalışmamakta ısrar eden bir çocuğa” Ders çalış!”

demekle bu davranışı kazandırmıştır ki? Bence

hiç kimse!

Yeterince çamura saplanmışsınız. Ders çalışma

isteği kaybolmuş bir çocuğa “Ders çalış” demek şu

an içinde bulunduğunuz bataklıkta çırpınmak-

tan başka bir şey değildir. Çırpındıkça batarsınız.

Söyledikçe ilişkiniz bozulur, size olan saygısı aza-

lır. Saldırganlık, şiddet, nefret gibi olumsuz tepki-

lerde artış olur. Çocuğunuzu kaybetme noktasına

gelebilirsiniz.

Şimdi arkanıza yaslanın ve düşünmeye başlayın.

Şu ana kadar çocuğunuza bakarken kullandığınız

renkli gözlükleri çıkarın gözünüzden. Takın

saydam gözlüğünüzü. Elinize kâğıt kalem alın ve

başlayın yazmaya. Samanlıkta iğne arar gibi, ço-

cuğunuzun sahip olduğu olumlu özellikleri araş-

tırın. Küçük büyük demeden gözlediğiniz her şeyi

kaydedin. Ardından bu özelliklerin farkında oldu-

ğunuzu belirterek onu takdir edin ve memnuni-

yetinizi ifade edin. Bu mutluluğu ve memnuniyeti

EğitimMehmet KÖR

“Her işi başarıya ulaştıran bir püf noktası vardır. Bu davranış

değiştirme yönteminde de püf noktaları ve sonucu etkileyen

birçok değişken vardır. Ayrıntılar önemlidir.”

Page 37: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Mayıs 201370 71

kendi içinizde yaşamayın. İletin bu sevinci çocu-

ğunuza. Böylece devam etsin günlerce. Evet, gün-

lerce… Derslerden geri kalacak, okuyamayacak,

yetiştiremeyecek, telafisini yapmak daha da zor

olacak, bırakırsam mahvolur, bir daha hiç topar-

layamaz.” diye düşünüyorsanız yazının bundan

sonraki kısmını okumanız size bir fayda sağlama-

yacaktır. Okumayı burada kesebilirsiniz.

Klasikleşmiş bir örneğe birlikte bakalım: Çocu-

ğunuzun paylaşmak istemediği notlarını öğrendi-

niz.

Dersler 1. Yazılı Notları

Türkçe 38

Matematik 23

Fen 21

Sosyal 35

Tek. ve Tasarım 85

Tablo size göre berbat değil mi? Şimdi ne

yapmalıyız sorusunun cevabını verelim: “Tek-

noloji ve Tasarım dersine karşı ilgili olduğunu

görüyorum.1.yazılıdan 85 almışsın. Tebrik ede-

rim. Derslerinle ilgili herhangi bir yardıma ihti-

yaç duyarsan her zaman yanındayım/yanında-

yız.” Bitti!

Bağrınıza taş basarken ders başarısı dışın-

da olumlu özellikleri bulma avcılığınız ısrarla

devam edecek. Böylece şimdiye kadar yıprat-

tığınız ve yıprandığınız zemini terk ettiniz. Hiç

bir olumsuz ifade ve eleştiri olmaksızın, sade-

ce olumlu özelliklerden ve davranışlardan do-

layı çocuğa karşı ortaya koyduğunuz yaklaşım

çocuğu şaşırtır. Çocuk farklı düşünmeye baş-

lar: “Annem- babam beni eskisi gibi incitmiyor,

bana baskı yapmıyor, olumsuz eleştiride bulun-

muyor, başardığım küçücük şeyleri bile fark edi-

yor, takdirle karşılıyor, beni seviyor, bana eski-

sinden daha fala değer veriyor.” diye düşünmesi

muhtemeldir.

Beraberinde; “Sadece bir dersten aldığım iyi

nottan dolayı böyle övgü alıyorsam diğer ders-

lerim de iyi olduğunda bu övgüyü düşünemiyo-

rum.” diyecektir.

Bu düşünceler çocuğa ne sağlar? Öncelikle

yaptığını devam ettirir. Sonrasında birçok çocuk-

ta gözlendiği gibi başarı düzeyindeki artış diğer

derslere de yansır. Çocuğu, başka olumlu davra-

nışları sergilemeye motive eder. Beğenilme ve ba-

şarı hazzını yaşayan çocuk, daha fazlasını elde et-

mek için kendisinde güç bulur.

Her işi başarıya ulaştıran bir püf noktası var-

dır. Bu davranış değiştirme yönteminde de püf

noktaları ve sonucu etkileyen birçok değişken

vardır. Ayrıntılar önemlidir. Nasıl uygulandığı, ne

söylendiği değil nasıl söylendiği; ses tonu, zaman-

lama, yüz ifadesi, vücut diliniz… Ve en önemlisi

sabır, sabır, sabır… Ayrıntılarda gizli mükemmel-

liği yakalayacağınızı ümit ediyorum.

DoST ÇAĞırır…

Gel kulak ver, her bir sese;Dağlar, taşlar Dost çağırır!..Ömür yükle her nefese;Yazlar, kışlar Dost çağırır!..

Kul sebep mi bu âleme?Devrân, döner bir Adem’e!..Dört tepeden İbrahim’e, Uçan kuşlar, Dost çağırır!..

Bir hikmet mi; güçlü, zayıf,Zengin, fakir, âlim, ârif?..Kalp gözümden elif elif,Yağan yaşlar Dost çağırır!..

Ma’nâ özdür, her maddeye;Arş yüklenir bir gövdeye!..Mir’âc kokan bu secdeye;İnen başlar Dost çağırır!..

Seyrimde mi Hızır-İlyas?Her esrâra oldum esas!..Yûsuf’tan mı bunca heves?Derin düşler Dost çağırır!..

Gönül, sende nûr madeni;Oku, anla, duy evreni!..Tefekkür et bir düzeni,Cümle işler Dost çağırır!..

rıfat ArAZ

Page 38: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

73

BİZİM EVİN

KIBLESİ

Mayıs 201372

Hikâyeİmdat AVŞAR

Sadece kıble taş du-

varı kalmıştı ayak-

ta. O viranenin yı-

kıntıları arasında dolaştım.

Sanki otuz yıl önce, unutmuş-

lardı beni ocak başında. Destan-

lar anlatan ebemin sesini duy-

dum. Karlar savruldu birden, bir

kurt gibi uludu rüzgâr. Kapının

önünden geçen çileli kadınlar

yürüdü. Kollarında ağır hel-

kelerle yüreğime basarak…

Gündoğdu’ya açılırdı ka-

pısı. Kıble duvarı taş, üç yanı

kerpiç. Dört odadan ibaret-

ti… Berdi yastıkları, halı min-

derleri ve dokuma kilimle-

riyle; sekili büyük oda. Her

zaman kilitliydi gömme dola-

bı. Kapısı ise yasaktı çocukla-

ra. Misafir geldiğinde lamba-

sı titrer, bacası tüter ve yüzü

aydınlanırdı. İki pencere-

si vardı küçük odanın. Poy-

raz yanı kör pencere… Kışın

hiçbir yer görünmezdi. Gün-

batımı güneş düşen pencereden

bakardık köye… Kat kat yorgan

ve döşeklerin bulunduğu yük-

lük, evlikteydi. Evliğin astarın-

da hevenk hevenk yaz mevsimi

olurdu. Üzümler, soğanlar, mı-

sırlar…

Bir ocak vardı mabeynin du-

varında. İçinde ölgün tezek ate-

şi, önünde deşilmiş külleri olan.

Yel ters estiğinde evi duma-

na boğan ocak. Anam, perişan

kınalı saçlarıyla, dumanların

içinde tütsü yakan bir büyücü

gibi dururdu ocağın kenarın-

da. Ocak alevlendiğinde sisler

içinde parlardı yüzü. Alev ren-

gindeydi kınalı saçları. Saçla-

rı tutuştu sanırdım. Ocak de-

mirlerinin üstündeki ise batmış

tencerede hep bir şeyler kay-

nardı. Ocağın iki yanında, iki-

şer kermeden oluşan tabure-

ler olurdu. Hüseyin’i Kerbela’da

ölürken, Arzu’yu suya inerken,

Köroğlu’nu yol keserken,

Kerem’i yanarken gördüm.

O kutsal ocağın başında gör-

düm.

Bozkır ayazının, buzdan

bir bıçak olup kestiği sabah-

larda ve kan donduran ak-

şamlarda hep suya inerdi ka-

dınlar… Ulu yol üstünde bir

han gibiydi bizim mabeyin.

Kışın, suya gelen kadınların

ellerini ısıttığı bir han… Gü-

zün, evin önündeki bahçe bo-

zulduğunda, çeşmeye giden

kadınlar nerdeyse bizim evin

içinden geçerlerdi. Helkeleri-

ni bizim basamaklara koyar,

çardaktan mabeyne açılan ka-

pıyı, kendi kapıları gibi açarlar-

dı. Güneş, Ağbayır’dan burnunu

gösterdiğinde ya da kol harman-

“Acık soluklanayım gurban oluyum, dondum.” “Kollarım koptu anam,

elerim buydu.” “Aman anaaam! Bu nasıl soğuk, dışarıda kalanın

döğüm canına…” diye, dişlerini zangırdatarak gelirlerdi. Zennibe

Teyze, Emine Bacı, Sevgi Bacı, Ümüş Bibi, Sabır Yenge, Vahide Ebe

her biri çile kiliminde birer gül nakışıydı. Dayanıklı, güçlü, yiğit, cesur,

er tabiatlı, hatun analar.”

Page 39: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Mayıs 201374 75

dan sallanıp batarken suya inen

kadınlar; bizim ocağın başın-

da, üşüyen ellerini ısıtır, yorgun

kollarını dinlendirirdi.

“Acık soluklanayım gur-

ban oluyum, dondum.” “Kolla-

rım koptu anam, elerim buydu.”

“Aman anaaam! Bu nasıl soğuk,

dışarıda kalanın döğüm canı-

na…” diye, dişlerini zangırda-

tarak gelirlerdi. Zennibe Teyze,

Emine Bacı, Sevgi Bacı, Ümüş

Bibi, Sabır Yenge, Vahide Ebe

her biri çile kiliminde birer gül

nakışıydı. Dayanıklı, güçlü, yi-

ğit, cesur, er tabiatlı, hatun ana-

lar.

O, yüzü yel çalgını kadersiz-

ler, kışın suya inince bir serçe

gibi üşür, ocağın başına davet-

siz üşüşürlerdi. Bozkırın ayazı,

en çok onları vurur, en çok on-

ların başına savrulurdu kar. Sert

eserdi feleğin rüzgârı, onların

tepesinde. Köyün en yüksek te-

pesi, Ağbayır gibi dikti başları.

Zemheri sabahlarında horoz-

lar öterken düşerlerdi yollara.

Ya kollarında asılı ağır helkeler,

ya ellerinde komşu ocaklardan

aldıkları ateşle... Kibritsiz kö-

yün, ateş taşıyanlarıydı onlar.

Bir yangın yeri olan yürekleri-

ni ocağa koyup üfleseler, tezek-

ler tutuşurdu. Bundan haberleri

bile yoktu. Her sabah duman çı-

kan bacaları gözetler, ocaklarını

tutuşturmak için ellerinde ateş

taşırlardı.

Suya geldiklerinde, ocağın

başında, ya anamla ya da ebem-

le, iki çift laf edip ısınır giderler-

di. Bazen iki çift söz, tadına do-

yulmaz bir sohbete dönüşürdü.

Ocağın başında baş başa veren

iki yoldaş lafın belini kırıp, ar-

kayı unuturlardı. Laf ayak par-

maklarından başlar, diz kapa-

ğa kadar çıkardı. Bazen onların

ibikleşmeleri akşamüstü başlar,

gün gedikten aşana kadar de-

vam ederdi. Ocak başı sohbet-

leri koyulaştı mı dışarıda hel-

kelerin yüzü buz tutana kadar

devam ederdi. Dar akşam, kar-

da anasının izini süren çocuklar,

bizim kapının önündeki helkele-

ri tanır, analarının ocak başında

olduğunu bilerek dalarlardı içe-

riye. Çoğu zaman babalarından

bir ferman getirip okurlardı.

Eve gelip babalarının fermanı-

nı okuyan çocuklar, analarından

bir karşı ferman alıp izleri üstü

dönerlerdi. Çocuktan elçiler ak-

şamüstleri analarından aldı-

ğı fermanı babalarına, babala-

rından aldıklarını da analarına

okurlardı.

- Anaa, babam dedi ki, “Ağzı-

nı ayırmasın çabuk eve gelsin...”

- Baba, anam dedi ki, “Baba-

yın boynu altında kalsın, çatladı

mı geliyom işte…”

- Anaa, babam dedi ki, “Un-

suz evin iti gibi kapı kapı dolaş-

masın, tez gelsin…”

- Baba, anam dedi ki, “Ba-

bansız kalaydım ilahi, İki eşe-

ğe bir arpayı bölemez, eme seme

yaramadık…”

- Anaa, babam… “Tez gelsin,

beni yanına eletmesin…”diyor.

- Baba anam… “Daşını dikey-

dim babayın...” diyor.

“Anaa, ocaktaki süt taştı.

Anaa, babam kazanı küllüğe attı.

Gelirsem… Anaa, yalancı me-

meyi lokuma batırıp verdik, be-

bek gene susmuyor. Babam…”

diye fermanlar gelir; “Baban-

sız kalaydım… Babanı emzire-

cek miyim…? Eli yanına döşen-

sin babayın… Şapkasını önüne

mi yıktım? O kazanı, başına di-

kerim inşallah.” diye karşı fer-

manlar giderdi.

Ben o, gül yüzlülerden en çok

Vahide Ebeyi severdim. Ebemin

ahiretlik yoldaşıydı o. İkisi de

genç yaşta dul kalmış, saçlarını

sürüyerek büyütmüşlerdi çocuk-

larını. Onların yüzü suyu hür-

metine vardık biz. Ocak başında

konuşmaya başladılar mı, dört

cephede harp ederler, Sarıka-

mış’ ta donar, Yemen’de yanar,

Çanakkale’de toprağa düşerler-

di. Bir saatte üç kıtayı dolaşır ge-

lirlerdi. Yokluğu, yoksulluğu aç-

lığı, sefaleti konuşurlardı. Sonra

şükrederlerdi perişan hallerine.

Seferberliğin sunasıydı onlar.

Ebem gibi giyinirdi Vahide

Ebe. Başında tülbendi, fistanı-

nın üzerinde bir önlüğü vardı.

Dalında solmuş bir yelek. Ayak-

larında mesti ve üzerine giydiği

lastik ayakkabıları vardı. Ana-

mın yaptığı çörekleri, kömbele-

ri pek severdi. Dişi yoktu ağzın-

da. Taze pişmiş kömbeleri sever,

doyuncaya kadar yerdi. Fırsat

buldukça iki büklüm gelirdi ebe-

min yanına. Yazmasının kena-

rından porsumuş saçları dışarı

fırlardı. Dipleri beyaz, üstleri kı-

nalı saçları... Aklına geleni söy-

lerdi birden. Saf, temiz, cefakâr

bir kadındı.

Çeşmeye geleceğinden, su

götüreceğinden değildi. Ebem

ile biraz sohbet etmek, varsa

taze kömbelerden yemek için

eline iki cingil alır düşerdi yol-

lara.

Bir gün elinde iki cingil ile

geldi. Kondu bizim kapıya. Çar-

dakta dikiliyordum.

- Eben evde mi gurban oldu-

ğum, dedi.

- Evde, evde gel, dedim.

Zorlanarak çıktı merdiven-

lerden, çardağa çıktığında belini

doğrulttu. Bir of çekti derinden.

Yazmasından taşan saçlarını yü-

züne doğru savuruyordu rüzgâr.

İçeri geçti. Ebem ile mabeyin-

deki ocağın başında bir sohbete

daldılar. Yarım asır öncesine git-

tiler bir müddet sonra. Hava ka-

rarıyordu. Köyün imamının sesi

rüzgârda dağılıyor, kesik kesik

gelen ezan sesi bizim eve kadar

zor ulaşıyordu. Akşam ezanını

duyan vahide Ebe:

- Zeliha, yoldaşım, bir na-

mazlık ver de akşamı kılıp gide-

yim, dedi.

Ebem evlikten bir namazlık

getirdi, Vahide Ebe’ye verdi.

- Sen namazını kıl, ben de

ahıra gidip geline yardım ede-

yim, dedi.

Vahide Ebe ile mabeyinde

yalnızdık. Bizim evin bir yanı

taş duvardı. Kıble duvar der-

lerdi. Namaza duranlar, yüzü-

nü taş duvara dönerlerdi. Vahi-

de Ebe, namazlığı ocağa doğru

serdi. Ocak kuzeye bakardı. Va-

hide Ebe “Allahu ekber” deyip

namaza başladı. Bir telaş bas-

tı beni. Vahide Ebe namaza ters

durmuştu. Dayanamadım, ba-

ğırdım.

- Ebeee! Ebe! Ters duruyor-

sun. Kıble şu taraf, dedim.

Daha namaza yeni durmuş-

tu. Feryadımı işitince sağa sola

selam verip bana doğru döndü.

Kendinden emindi:

- Yanlışın var gadasını aldı-

ğım, bizim evin gıblesi ocağa ba-

kar.

Page 40: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

77Mayıs 201376

Âşık Efendi

Büyük veli İbrahim Gülşenî Hazretlerinin ha-

lifesi olan Âşık Efendi’nin asıl ismi Musa veya

Mehmed olup o Âşık Efendi adıyla meşhur oldu.

Âşık Efendi, bir müddet devam ettiği tahsil ha-

yatından sonra Yavuz Sultan Selim Han ile bir-

likte Mısır seferine katıldı. Mısır’da bulunduğu

sıralarda devamlı şekilde İbrahim Gülşenî Haz-

retlerinin sohbet meclisinde bulundu. Bir soh-

bet sırasında arkadaşı Şeyh Kerîm ile konuşur-

larken, İbrahim Gülşenî Âşık Efendi’nin kulağına

bir kere “Hû” deyip ona teveccüh eyleyince, kalbi-

ni tamamen ona bağladı. O nefesin tesiriyle, kal-

bine aşk ateşi, Allah sevgisi düştü. Bu hal üzere o

bir süre kendinden geçmiş bir hâlde Mısır’da ge-

zinip durdu.

Edirneli hacıların hac dönüşü Mısır’a uğra-

yıp İbrahim Gülşenî Hazretlerini ziyaretlerinden

sonra Hazret’ten kendileriyle birlikte Edirne’ye

halkı irşat edecek, onları doğru yola iletecek biri-

ni göndermelerini rica etmeleri üzerine İbrahim

Gülşenî Hazretleri; “Hemşehriniz Âşık Efendi’yi

gönderelim.” der ve hemen Âşık Efendi’yi ça-

ğırtır. Âşık Efendi, İbrahim Gülşenî Hazretleri-

nin daha hayatta iken irşat amacıyla başka şe-

hirlere gönderdiği iki halifesinden biridir. Diğeri

de Diyarbakır’a gönderdiği Sarı Saltuk’tur. Âşık

Efendi şeyhinin teveccühüyle yüksek manevî ma-

kamlara kavuşup hilafet için icazet aldıktan son-

ra hacılarla Edirne’ye geldi.

Âşık Efendi, Edirne’de Küçükpazar yakınında

Şah Melik Zaviyesine şimdiki ismiyle Hasan Sezâi

dergâhına yerleşti ve talebe yetiştirmeye başladı.

Edirne’de çok kimsenin doğru yola girip salih bir

mü’min olarak hayat sürmelerine vesile olan Âşık

Efendi civar şehir ve köylere de talebelerini gön-

dererek insanların doğru yola girmelerini sağladı.

İlim ve irfan sahibi, dinî ilimleri iyi bilen, Hak

âşığı bir kimse olan Âşık Efendi 1567 yılında ve-

fat etti ve talebe yetiştirdiği zaviyesinin yakınına

defnedildi. Yerine de talebelerinden Abdülkerim

Efendi halife oldu.

Cerrahzâde

Osmanlı’nın yetiştirdiği büyük âlim ve veli-

lerindendir. Cerrahzâde diye meşhur olmasına

rağmen asıl ismi Muslihiddîn bin Alâeddin’dir.

1495’de Edirne’de doğup Edirne’de büyüyen

Cerrahzâde dönemin âlimlerinden aldığı fen ve

dini ilim tahsilinin ardından bir müddet Câmi’ul-

Atik Medresesi’nde müderrislik yaptı. Müderris-

liği sırasında Molla Lütfullah’tan ilim tahsiline

devam edip Kitap-ül Miftah adlı eseri ondan oku-

du.

Tasavvuf ehli kâmil bir zât olan babasının ken-

disinin tasavvuf yolunda olgunlaşıp yetişmesi ar-

zusundan dolayı tasavvufa yöneldi. Önceleri baba-

sının bu isteğini kabul etmeyen Cerrahzâde daha

sonra babasının huzurunda zikir ve mücâhedeyle

uğraştı. Kalbinin temizlenip, nefsinin ıslahına ça-

Örnek Hayat Yusuf HALICI lışıp, bu yolda ol-

gunlaştı. Ardından

Hacı Çelebi diye bili-

nen büyük veli Abdürra-

him el-Müeyyedî’nin sohbet-

lerine katılıp ondan feyz aldı. 12

sene kadar bu büyük velinin hizme-

tinde bulunan Cerrahzâze burada kema-

le erip olgunlaştıktan sonra hocası tarafında

Allahu Teâlâ’nın yüce dinini ve Sevgili Peygam-

berimizin güzel ahlâkını anlatmakla, babasının

yerine Edirne’deki Şeyh Şücâeddîn Dergâhında

vazifelendirildi. Burada birçok talebe yetiştirdi,

çevresindeki insanları feyzleriyle aydınlattı. Bir

ara İstanbul’da Şeyh Muhyiddin Dergâhında gö-

rev yapan Cerrahzâde sonra yine Edirne’ye dö-

nüp irşad, insanlara doğru yolu anlatma vazife-

sine devam etti.

Cerrahzâde, âlim, fazilet sahibi bir zat olup ta-

lebelerinin kalbine hitap ve tesir etmede büyük

bir tasarruf sahibi idi. Sohbetinde bulunanlar

kısa zamanda yükselirdi. Devamlı olarak insan-

lara hayrı tavsiye eder, vaaz ve nasihatte bulunur

çok ibadet ederdi.

1575 yılında Edirne’de vefat eden

Cerrahzâde’nin kabri, Edirne’de Şeyh Şücâeddîn

Dergâhı bahçesindedir.

Kabûlî Mustafa Efendi

Edirne’de Rufâî tarikatının büyüklerinden-

dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. İlk tahsi-

li ve gençliğiyle ilgili bilgi bulunmamaktaysa da

iyi bir tahsil ve terbiye gördüğü anlaşılmaktadır.

Edirne’de mahkeme başkâtibi olarak görev yap-

maktaydı. Kendi halinde devamlı velilerin hayat-

larını ve menkıbelerini okur hep onlar gibi olma-

ya gayret ederdi. Kalbinde derin bir Allah sevgisi

ile yanar gece-gündüz yaptığı ibadetlerinin ar-

kasından; “Ya Rabbi! Beni evliyadan eyle, Senin

veli kullarından olayım.” diye dua ve niyazda bu-

lunurdu. Mustafa Efendi namazlarını mümkün

olduğu ölçüde, Edirne’nin Müslümanların eli-

ne geçtikten sonra ilk

mabet olarak yapılan

ve bu itibarla halkın na-

zarında özel bir yeri bulu-

nan ve Eski Cami adı ile anılan

yerde kılmaya gayret ederdi. Bir

gün öğle namazı için yine Eski Ca-

miye gelince caminin hınca hınç dolu

olduğunu gördü ve içeri girip arka sıra-

larda bir yere güçlükle oturdu. Vaaz eden

zat o güne kadar hiç görmediği bir kimse idi.

Tam bu sırada vaiz efendi konuyu değiştirerek;

“Allahu Teâlâ’nın veli bir kulu olmayı arzu eden

bazı insanlar vardır. Böyleleri, ne zaman her hal

ve hareketinde Allahu Teâlâ’yı razı ederlerse o za-

man velilerden olurlar.” dedi ve tekrar konusuna

devam etti. Bu sözlerden çok etkilenen Mustafa

Efendi hemen başkâtiplik görevinden istifa ede-

rek kendisini ilim öğrenmeye ve mahlûkata hiz-

met etmeye verdi.

Nerede bir yoksul görse maddî-manevi yar-

dımına koştu. Yaralı ve sakat hayvanlara bakıp,

yaralarını sardı. Kimsesizlerin işlerini görmele-

rine yardım etti ve yaptığı işlere karşılık ücret al-

madı. Hatta insanların faydasına yabani ağaçları

aşılardı. Her ânını Allah’ın rızasına uygun olarak

geçirdi. Onun bu davranışlarına hayran olup et-

rafında toplananlara veya kendisinden nasihat

isteyenlere; “Kim olursa olsun, eliniz, ayağınız

tutarken, gücünüzle hayra hizmet edin. Gücünüz

yoksa güler yüz ve tatlı dille gönül alıcı olun. Onu

da yapamazsanız kalbinizden iyilik dileyin. Rab-

bin sevdiklerine hizmet, Allah’a ibadettir.” diye

buyurdu. Yine; “Nefsinizin arzularını terk edin,

üzüntünüz, derdiniz dağılsın.” “Edepli yürü,

hayâlı konuş, sendeki şeref, seni yaratanındır.”

“Gördüğün kişi, şayet onu görür görmez sana Al-

lahu Teâlâ’yı hatırlatıyorsa, bilesin ki o, Allah’ın

velisidir.”

Kabûlî Mustafa Efendi, 1712 yılında vefat etti

ve ismiyle anılan dergâha defnolundu. Kenzü’l-

Esrâr, Musiletü’l-Hidâye, Müşkilküşâ gibi eser-

lerle mürettep bir Dîvân’ı vardır.

VELÎLERİEDİRNE

Page 41: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

79

HEYECANI YENEREK

BAŞARIMayıs 201378

Eğitim ve öğretim

hayatı sınavlardan

oluşur. Üniversi-

teye, Anadolu liselerine giriş sı-

navlarına birçok genç hummalı

bir şekilde çalışıyor, hazırlanı-

yorlar. Ancak bazı gençlerin aşı-

rı heyecanlı oluşu performansla-

rını düşürmekte ve hak ettikleri

başarıyı sağlamalarını engelle-

mektedir.

Sınav, öğrencinin belli bir

konudaki başarısının ölçülme-

si amacıyla yapılan bir değerlen-

dirmedir. Başarının ölçüsünü

verdiği için sınav önemlidir ve

önemli olduğu oranda da öğren-

ciyi heyecana sürükler. Heye-

can arttığında başarılı olma şan-

sı zorlaşacaktır. Bu yüzden sınav

esnasında gerginlikten uzak, sa-

kin ve rahat olmak gerekir.

Nelere Dikkat Edilmeli?

Sınav başarısını düşüren he-

yecanı yenmek için şu hususlara

dikkat edilmelidir:

* Sınava çalışmayı uzun bir

zamana yaymalı, son günlere bı-

rakmamalıdır. Sınavdan hemen

önce öğrenilmiş konular topluca

ve genel hatlarıyla tekrarlanır.

Bu şekilde bilinenler pekiştirilir.

* Daha önceki sınavlarda çı-

kan sorular incelenmelidir.

Özellikle seçme amacına yönelik

sınavlarda (üniversiteye, kolej-

lere giriş imtihanları böyledir)

önce sınav sorularının bulu-

nup incelenmesi; yapılacak sı-

navın özelliği, soru tipleri, soru-

ların güçlük derecesi, ne kadar

zamanda cevaplanabildiği, han-

gi tür konulara ağırlık verildiği,

ne tür ayrıntıların önem taşıdığı

vb. noktalar, sınav için genel bir

düşünce kazandırır. Sınav soru-

ları aynı veya benzer nitelikte

ekipçe hazırlandığından bu hu-

sus çok önelidir.

* Sınav için bol bol deneme-

den geçmelidir. Öğrencinin ken-

disini asıl sınavda imiş gibi farz

ederek denemeler yapması, sı-

nav şartlarına hazırlanmasını

sağlayacaktır.

Soruları kendisine sınav-

da çıkanlar gibi ve sınavdaymış

gibi, üstelik saat tutarak cevap-

landırmalıdır. Zamanı dikkatli

kullanıp kullanmadığını, hangi

sorularda takıldığını daha sonra

gözden geçirerek kendini eleş-

tirmelidir. Yapmadıklarını ve

eksik olduğu konuları daha çok

çalışarak öğrenmelidir. Deneme

sınavı, tecrübeli öğretmenlerle

yapılırsa daha güzel olur.

* Sınav hakkında ön bilgi sa-

hibi olmalıdır. Kaç soru sorula-

cak, ne kadar zaman verilecek

ve hangi tip (testse kaç seçenek-

li, ayrıca yanlış doğruyu götürü-

yor mu?), öğrenilmelidir.

* Sınavda sorular dikkatle

okunmalı ve ne istenildiği tam

olarak bilinmelidir. Unutma-

malıdır ki, sorunun anlaşılması

problemin yarı yarıya çözülme-

si anlamına gelir. * Öğrenci açı-

sından, niteliği ne olursa olsun,

her sınav önemlidir. Öğrencinin

sınava girerken kendisine gü-

venmemesi ve sınavı gözünde

büyütmesi başarısını ne kadar

olumsuz etkilerse; katıldığı sı-

navını küçümsemesi de aynı şe-

kilde olumsuz etki yapar.

* Test talimatnamesi dik-

katle okunmalıdır. * Sınavı bir

ölüm – kalım mücadelesi haline

getirmemelidir. Sınav sonucun-

da başarısız olunabileceği dü-

şüncesi, kişiyi fert olarak değer-

siz, hiçbir işe yaramayan, akılsız

biriymiş fikrine saptırmamalı-

dır. “Kazanmazsam mahvolu-

rum”, “Hapı yutarım” şeklindeki

düşüncelerin, problemi çözme-

ye yararı olmaz.

“Hayırlısı neyse o olsun” de-

meli, çok çalışarak başarıyı

Yaradan’dan beklemelidir. Aile-

nin de bu konuda baskı yapma-

ması gerekir. “Sen elinden geleni

yap, sonuç ne olursa olsun fark

etmez” mesajı verilmelidir. * Sı-

navın “bilgilerin ölçülmesi” ol-

duğu, “kişiliğinizin değerlendi-

rilmesi” olmadığı bilinmelidir.

* Sınavda başarılı olunmadı-

ğı takdirde yönelebilecek ikin-

ci bir amaç bulunmalıdır. “Ol-

mazsa şunu yaparım, işte kursa

giderim veya işe girerim” gibi. *

Sınav öncesi uykusuz kalmama-

lıdır. Sessiz ve karanlık bir oda-

da uyumalı, iyice dinlenmelidir.

Özellikle 24 saat önceden ders

çalışmayı da keserek zihnini isti-

rahate çekmelidir. * Sabah hafif

bir kahvaltı yapmalı, kan şeke-

ri düşeceğinden sınava aç giril-

memelidir. Bir bardak çay veya

kahve içilmesinde de fayda var-

dır. * Sınav odasına girmeden

önce tuvalete gitmeli, uzun süre

kalınacağı göz önüne alınarak

bir sıkışıklığa meydan verilme-

melidir. * Prof. Dr.

PsikolojiSefa SAYGILI*

Page 42: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

81

Bİr nefes

sıhhat

Mayıs 201380

Osmanlı sultanlarının tahta geçme-

den önce, daha şehzade iken çok iyi

bir eğitim aldıklarını, çağlarının ge-

rektirdiği maddî ve mânevî ilimlerin birçoğuna

vâkıf olduklarını biliyoruz ve hemen bütün sul-

tanların güzel sanatların en az birinde mâhir ol-

duklarını özellikle de şiir sanatıyla yakından il-

gilendiklerine şahit oluyoruz. Birçok sultan bir

dîvân oluşturacak kadar şairdir; fakat bunların

içinde biri var ki sultanlığı ihtişamında şiirleri ile

de meşhur olmuştur: Muhibbî…

Tarihe “Kanunî Sultan Süleyman” namıyla

geçmiş, Avrupalılar tarafın-

dan “Muhteşem Süleyman”

sıfatıyla nitelendirilmiş, Os-

manlı Devleti’ni her bakım-

dan zirveye tırmandırmış bir

padişah… Askerî ve siyasî

dehâsı yalnız Türkler arasın-

da kalmamış; dünyaca şöh-

ret bulmuştur. Cihana böy-

le nam salmış bir sultanın

sanata düşkünlüğü, bilhassa

şiir ve şair sever olması, hat-

ta şiir vadisinde benim diyen

şairlerle neredeyse atbaşı yarış hâlinde görülme-

si herhalde başka hiçbir sultanda, padişahta, hü-

kümdarda, kralda görülen bir meziyet değildir.

Kanunî “Muhibbî” mahlasıyla birçok şair-

den daha fazla şiir yazmış bir sultandır. Üste-

lik şiiri sadece bir heves ya da geçici bir uğraş

gibi görmemiş; şiirin âhengi, felsefesi, tekniği,

estetiği üzerine kafa yormuş, fikirler serdetmiş

bir şairdir.

Şi’r bünyâdına el urdun ise muhkem kıl

Sonradan deme kim za’f üzre imiş bu temelim

(Eğer şiir binasını yapmak gibi bir yola koyul-

dun ise temelini sağlam tut; başarılı olamazsan

sonradan, temelim zayıfmış deyip hayıflanma.)

Bu ifadeler daha önceki bir yazımızda Fuzûlî ile

ilgili bir beyiti açıklarken Fuzûlî’den iktibas ettiği-

miz “İlimsiz şiir esası (temeli) yok duvar gibi olur

ve esassız duvar gayette bî-itibar olur.” görüşüne

ne kadar da benzemektedir. Demek ki Muhibbî de

şiiri dikkate alan, şiirin kaygısını taşıyan bir şair-

dir. Zaten 46 yıllık sultanlığı döneminde şairle-

re iltifat etmesi, onlara kol kanat olması da bunun

göstergesi değil midir? Hâsılı Muhibbî, çağının iyi

hükümdarı olması yanında iyi de bir şairidir. Di-

vanında çok sayıda berceste mısralara, hikmetli

beyitlere rastlamak mümkündür.

Yukarıya aldığımız beyit, Türk milletince bir

atasözü gibi kabul görmüş; yüzyıllardır kulak-

tan kulağa dolaşmıştır; çünkü Muhibbî bu beyit-

te çağına göre sade, fakat hikmetli, sehl-i müm-

teni denecek şekilde bir başarı göstermiştir. Eski

edebiyat kitaplarında insanları kendine hayran

bırakacak bu türde söyleyişler için icaz terimini

kullanıyorlar ki bize göre bu söyleyiş de bir icaz

kabul edilebilir.

EdebiyatVedat Ali TOK

“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi

Muhibbî (Kanunî Sultan Süleyman)(Halk arasında devlet kadar itibarlı bir nesne yoktur,

ama aslında dünyada bir nefeslik sıhhat gibi saadet ve zenginlik olmaz.)”

Kanu

nî S

ulta

n Sü

leym

an T

ürbe

si

Page 43: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Bİr GÖnÜlE GİrMEk

Püf noktası bu işin, bir gönüle girmektirSevme ve sevilmenin safâsını sürmektir

Ehl-i dil der; kalp kırmak, Kâbe yıkmaktan beterYoktur onun ustası, ilim buna ermektir

Sana senden yakının nazar kıldığı yerdirMarifet, içindeki o gizliyi görmektir

Aşkın ilk adımını soranlara derim ki;İradeyi mâşûka seve seve vermektir

Oğuz, hikmet, hakikat, izlediğin yol olsunYürümekten maksat ne, bir menzile varmaktır…

Bekir oĞuZBAşArAn

Mayıs 201382 83

Peki, ne diyor Muhibbî bu mısralarında? “Hal-

kın arasında devlet sahibi olmak kadar itibarlı bir

şey daha yoktur; hâlbuki gerçekte dünyada sıh-

hatli yaşamak kadar büyük devlet yoktur.”

Beyitte devlet kelimesi iki defa geçiyor; bu ke-

lime birinci mısrada makam, mevki, zenginlik;

ikinci mısrada talih, baht, mutluluk, saadet an-

lamlarındadır.

Hastalık da, sağlık da Allah vergisidir. Ve her

ikisi de insan için imtihan vesilesidir. Sağlığa şü-

kür, hastalığa sabır gerekir; fakat çoğumuz buna

riayet etmeyiz. Şairin de şikâyet ettiği budur.

Muhibbî, sağlığınız varsa buna şükredin, zira en

büyük mutluluk da zenginlik de sıhhatli olmak-

tır diyor. Gerçekten de insan için sağlıklı olmak

kadar büyük bir nimet yoktur. Bu nimeti çoğu-

muz ancak kaybedince anlayabiliyoruz. Değil mi

ki birçok şeyin değeri kaybedince anlaşılıyor. İn-

sanların hayırlısı ve en iyi bileni/bildirileni Pey-

gamberimiz (s.a.v.) ne güzel buyurur: “Beş şeyin

kadrini, beş şeyden önce bil: Yaşlanmadan önce

gençliğinin; hastalanmadan önce sağlığının; fa-

kirleşmeden önce mâlî imkânlarının; meşgalele-

re müptelâ olmadan eli boşluğunun ve ölmeden

önce hayatının.”

Kanunî Sultan Süleyman gibi bir padişahın

-yaşadığı müddetçe makam, mevki bakımından

en yüksek merhalede bulunan bir insanın- ikti-

darda olmanın, saltanatın, zenginliğin aslında

kısa bir zaman da olsa sağlıklı yaşamaktan daha

üstün olamayacağını söylemesi aslında maddî

imkânlardan yoksun fakat sağlığı olan insanla-

ra büyük bir ibret, güzel bir nasihattir. Genellik-

le fakir insanın gözünde saadet, maddî anlamda

zenginlikten ibarettir; fakat bunun gerçekle ilgi-

si olmadığını birçok örnekle zaten görüyoruz, ama

bunlardan ders alamıyoruz çoğu zaman. Etrafımı-

za dikkatle baktığımızda birçok zengin insanın en

azından ruhsal anlamda sıkıntı çektiğine şahit

oluruz. Üstelik iyi düşünülürse maddî zenginliğin

iki dünya için de pek kolay bir imtihan olmadığı-

nı anlarız.

Bir hikâye: Zenginin biri ölümden ve kabir-

deki yalnızlıktan çok korktuğu için şöyle bir vasi-

yette bulunmuş; kabre konulduğumun ilk gecesi

kabre girerek sabaha kadar kim beni beklerse ser-

vetimin yarısı ona verile... Gün gelip zengin adam

vefat edince vasiyet gereği kabre girecek bir diri

aramışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal,

benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim

yok; sabaha kadar durursam zengin de olurum,

diye düşünerek vazifeyi üstlenmiş. Hamalı vefat

eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual

melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir

canlı var. Hikâye bu ya, “Nasıl olsa bu ölü elimiz-

de... Biz şu canlı olandan başlayalım” demişler ve

hamalı sorgulamaya almışlar.

-O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl

aldın? Nerelerde kullandın?... Sabaha kadar sor-

gu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş.

Sabahleyin kabirden çıkmış.

- Tamam, servetin yarısı senin, demişler.

- Aman, demiş hamal, istemem, kalsın. Ben,

sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O

kadar servetin hesabını nasıl veririm? Demek

ki dünyada âfiyet ve huzurdan daha üstün bir

zenginlik aramamak gerekiyor. Sağlıcakla efen-

dim…

Page 44: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

85Mayıs 201384

Uykunuzu Kaçırmasın!

Dİş Gıcırtısı

SağlıkAkın DİNDAR

Uykuda diş gıcır-

datma nedir?

Neden dişlerimi-

zi sıkarız? Bu sorun nasıl tedavi

edilir? İşte yanıtlar... Diş gıcır-

datma, daha çok psikolojik ne-

denlerden (sinir, stres) dolayı

ortaya çıkan; hiç de hafife alın-

maması gereken bir hastalık…

Diş Hekimi Çağdaş Kışlaoğlu,

özellikle uyku esnasında artan

diş gıcırdatmasının, günlük ha-

yatı ve yaşam kalitesini olumsuz

etkilememesi için tedavi olun-

ması gerektiğini belirtiyor.

Diş Gıcırdatma Nedir?

Tıpta “Bruksizm”, olarak ad-

landırılan bu rahatsızlık uyku

sırasında dişleri sıkmak, gıcır-

datmak ve çeneyi kenetlemek-

tir. Halk arasında diş gıcırdat-

ma olarak adlandırılır. Normal

olmayan bir durumdur. Genel

olarak uyurken ortaya çıkabilen

bu durum bazı kişilerde yaşadı-

ğı olaylara bağlı olarak gündüz-

de ortaya çıkabilir. Çoğu kişi ya-

şadığı bu rahatsızlığın farkında

değildir. Birçok birey bu rahat-

sızlığı yakınlarının onlara söy-

lemesinden sonra fark eder. Diş

gıcırdatma tehlikeli bir durum-

dur ve bireyin dişlerinden ol-

dukça rahatsız edici bir ses çı-

kar. Normal zamanda bu sesi

çıkartması mümkün değildir.

En Büyük Sebebi Stres

Diş gıcırdatma, dişler ara-

sındaki kapanış ilişkisinin bo-

zulmasından kaynaklanabilir.

Fakat bu durum çok sık kar-

şılaşılan bir durum değildir.

Genel olarak bu rahatsızlığa

sebep olarak günlük hayatta

yaşanılan maddî ve manevî so-

runların kişi üzerinde yarattı-

ğı psikolojik baskı neden olur.

Çünkü birçok birey istediği ya

da arzuladığı yaşam şartları-

na ulaşamadığı için bu olayı

kendi içerisinde farklı boyutla-

ra taşır. Böylelikle uyku esna-

sında da diş gıcırdatma olarak

ortaya çıkar. Bruksizm hasta-

lığına stres dışında bireyin ki-

şisel özellikleri de neden olur.

Aşırı sinirli, hassas ve titiz bir

yapıya sahip olmakta bu tarz

rahatsızlıkların ortaya çıkma-

sında etken rol oynar.

Diş Gıcırdatmanın Dişlere Verdiği

Zararlar

• Dişlerin çiğneyici yüzeyin-

de aşınmalar olur. • Diş mine-

lerinde oluşan rahatsızlık diş

boylarının kısalmasına sebep

olur.

• Dişlerde kamaşma olarak

bilinen, soğuğa karşı hassasi-

yet belirir.

• Ani diş sızlamaları gerçek-

leşir.

• Diş ve çene arasındaki bağ-

larda gevşemeler oluşarak diş

sallanmaları ya da dökülmele-

ri görülür. • Dişlerde kırılma ve

diş eti çekilmeleri ortaya çıkar.

• Aynı zamanda ağız yarala-

rı, baş ağrısı, çene ağrısı şakak

ve yanak bölgelerinde de kas

ağrılarına neden olur.

• Bu belirtiler diş gıcırdat-

masının başlangıcından itiba-

ren görülmeyebilir daha ileriki

zamanlarda kişinin karşılaşa-

bileceği problemlerdir.

Tedavi Yöntemleri

Diş gıcırdatmanın yol açtı-

ğı rahatsızlıkları ve kişinin diş

gıcırdatmasına devam etme-

mesi adına “gece koruyucula-

rı” olarak adlandırılan silikon

içerikli diş plakları kullanıla-

bilir. Genel anlamda faydalı

olan bu plaklar bazı kişilerde

tedavi sürecinde yeterli olma-

dığı saptanmıştır. Bu sebeple

kişinin rahatsızlığının seviye-

sine göre ek olarak kas gevşe-

ticiler, psikolojik terapi yönte-

mi, eksik dişlerin yerine protez

tedavisi uygulanabilir aynı za-

manda hatalı yapılmış dolgu

ve kaplama varsa bunlarda ye-

nilenebilir.

Page 45: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Mayıs 201386 87

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Bekir SARI

KirazKiraz, doğal olarak özellikle ül-

kemizde fazlaca bulunan bir meyve. A,B,C vitaminlerince, kalsiyum, demir ve potasyum gibi minerallerce zen-gin olan kiraz, yüksek ölçülerde lif de içeriyor. Sindirim gücünü artıran ve idrar söktürücü özelliği ile böbrek dostu olan kiraz, taş ve kum oluşu-munu da önlüyor, safra kesesi taşı-nın dökülmesine katkıda bulunuyor. Kirazla zenginleştirilmiş diyetle bes-lenenlerde karın bölgesi yağlanma-ları etkisini daha az gösteriyor. Ki-raz, uzun vadede kişide diyabet görülme riskini de azaltıyor. A vita-mini kaynağı karoten içeren kiraz, aynı zamanda gözlerin de dostu!

Yapısında bolca fosfor bulunduran bu meyve, sinirlerin kuvvetlenmesi-ni dolayısıyla sakinleşmenizi de sağ-lar. Vücuttaki ağrıların dindirilmesi-ne yardımcı olan antosiyanin içeriği, kalp ve damar hastalıkları riskini de azaltıyor.

Kiraz, iyi bir antioksidan kaynağı aynı zamanda. İçeriğindeki antioksi-dan ve antiinflamatuar özellik, ade-ta bir iltihap karşıtı ilaç gibi davran-masını sağlıyor, egzersiz ve spordan kaynaklanan kas ağrı ve problemle-rini engellemeye yardım ediyor. Ek-lem iltihabı olanlar için de faydalı olabiliyor. Hoş tadı ve susuzluk gi-

derici özelliği olan kiraz suyunun cil-de iyi geldiği, kırışıklıkları azalttığı da söylenmektedir. Varisler için de su-yundan faydalanılabiliyor. Kiraz içe-riğindeki beta karotenin doku ve or-gan yapısında olumlu etkileri olduğu, kanserin önlenmesinde önemli bir rol üstlendiği bilinmekte. Kiraz, beyin fonksiyonlarını geliştirip Alzheimer hastalı-ğına yakalanma riskini de azaltıyor... Uykusuzluk problemi olanlar için de vazgeçilmez bir meyve olmaya aday olan kiraz, içeriğindeki yüksek dozda melatoninden dolayı düzen-li tüketildiğinde uykuya dalmayı ko-laylaştırıyor ve uyku saatlerini dü-zenliyor.

Şifalı Bitkiler

Patates Oturtması (6 kişilik)

Melzemeler

6 adet orta boy patates2 adet yeşil sivribiber1 adet soğan1 adet domates1 adet yumurta250 gram kıyma1 kaşık tereyağı1 tatlı kaşığı salça1 su bardağı su1 tutam ince kıyılmış maydanozKızartmalık yağ (patatesler için)Tuz ve karabiber

Hazırlanışı

Yıkayıp soyduğumuz patatesleri ikiye bölüp ortasını kaşık-la oyuyoruz. Sıvı yağda pembeleşene kadar kızartıp borca-ma diziyoruz.

İnce kıydığımız soğanı ve kıymayı tereyağı ile kavurduktan sonra içine salça, domatesleri, biberleri ve suyu ilave edip 10 dakika kaynatıp süzüyoruz. İçerisine bir yumurta kırıp, maydanozu ilave edip karıştırıyoruz. Patateslerimizin içleri-ni kıymalı harç ile dolduruyoruz. Borcama dizip, kıymadan süzdüğümüz sosu kenarlarına ve yeşilbiberleri de üzerleri-ne koyup 10 dakika fırında pişiriyoruz. Afiyet olsun.

Page 46: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

Mayıs 201388

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

2013 Yılı Çocuk ekiyle birlikte

yıllık abone bedeli

85

2013 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Page 47: 151 - Somuncu Baba Dergisi€¦ · Osmanlı dönemi başlarında farklı isimlerle anılan şehrimiz, 1476’da yazılan Aşıkpaşazade Tarihi’nde Edrene olarak geçer. XVI. yy

TÜM HALKIMIZ DAVETLİDİR

25 MAYIS 2013BOLU

18 MAYIS 2013BOSNA

10 MAYIS 2013TOKAT

12 MAYIS 2013SAMSUN

26 MAYIS 2013GEREDE

11 MAYIS 2013AMASYA

Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.com

ÇIKTIÇIKTI

ÇIKTIÇIKTI

NASİHAT YAYINLARI’NDAN

YENİ ESERLER

ÇIKTI