Upload
phunghuong
View
252
Download
11
Embed Size (px)
Citation preview
DERLEYEN
Herausgeber
Prof. Dr. Kemal ŞENOCAK, LL.M. Prof. Dr. Mathias ROHE, M.A.
Dr. Ali YARAYAN
Av. Başar AY
Türk-Alman
Marka Hukukunda Güncel Gelişmeler
ve
Türk-Alman
Şirketler Topluluğu Hukuku
Uluslararası Sempozyumları
15 – 16 Mayıs 2014
1515
Internationale Symposien zu
aktuellen Entwicklungen
im türkischen und deutschen
Markenrecht
und zum
türkischen und deutschen
Konzernrecht
15.-16. Mai 2014
II
İLETİŞİM ADRESİ:
İnönü Üniversitesi, Elazığ Yolu 15. km, 44280-Malatya-Türkiye
Tel: +90 422 377 46 80 Fax : +90 422 377 46 81
http://inonu.edu.tr/hukuk
e-posta : [email protected]
III
SUNUŞ
İnönü Üniversitesi ile İstanbul Ticaret Üniversitesi ve Friedrich-
Alexander-Universitat Erlangen-Nürnberg Türk Hukuku Araştırma Merkezi
tarafından Türkiye Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası’nın katkılarıyla
gerçekleştirilen “Türk-Alman Marka Hukukunda Güncel Gelişmeler
Sempozyumu” ve “Türk-Alman Şirketler Topluluğu Hukuku Uluslararası
Sempozyumu”, 15-16 Mayıs 2014 tarihleri arasında İstanbul’da yapıldı.
Sempozyumumuza katılan birbirinden değerli Yargıtay üyeleri, yerli ve yabancı
akademisyenler, iki gün boyunca Türk ve Alman marka hukuku ile şirketler
topluluğu hukuku konularını derinlemesine ele aldı.
Günümüzde globalleşen dünya ticareti, teknoloji çağı, küreselleşen firma
ve marka gibi olgular, fikri mülkiyet haklarının ekonomideki payını ve önemini
artırmaktadır. Toplumlarda üretim ve ticaret yöntemleri de bir ihtiyaç olarak şekil
değiştirmiş, büyük ölçüde fiziksel güç yerine beyin gücü öne çıkmaya başlamıştır.
Fikri ve sınai mülkiyet hakları ülkelerin sadece ulusal ekonomik
çıkarlarını korumaya yönelik hukuki düzenlemeler gibi görünse de son
dönemdeki teknolojik gelişmelerin dünya ekonomisini dönüştürmesi ile
uluslararası bir nitelik kazanmıştır. İktisadi açıdan fikri mülkiyet hakları özellikle
gelişmekte olan ülkeler için dış ticaret ve kalkınma sorunlarının çözümünde
önemli bir paya sahip olmuştur. Uluslararası firmaların varlıkları arasında fikri
mülkiyet hakları önemli bir yer tutmaktadır hatta bazı firmaların da en büyük
sermayesi haline gelmiştir.
Bugün bir ülke ekonomisinin uluslararası pazarda rekabet edebilmesinin
temel unsurlarından birisi hiç şüphesiz iyi işleyen bir fikri mülkiyet sistemidir.
Sanayiciler olarak bu konuda efektif korumaya ve geliştirilmeye ihtiyaç
duymaktayız.
Sempozyumumuzda bir araya gelerek her iki ülkenin uygulamalarını
bizlerle paylaşan hukukçularımız, akademisyenlerimiz ve değerli yargı
mensuplarımızın sunumlarından oluşan “Türk-Alman Marka Hukukunda Güncel
Gelişmeler ve Türk-Alman Şirketler Topluluğu Hukuku Uluslararası
Sempozyumları” adıyla hazırladığımız ve işletmelerin başvurabileceği bir bilgi
kaynağı oluşturacağına inandığımız bu kitabı, sizlerin beğenisine sunmaktan
mutluluk duyuyoruz.
Saygılarımızla,
Muharrem Hilmi KAYHAN
Türkiye Tekstil Sanayii İşletmeleri Sendikası
Yönetim Kurulu Başkanı
IV
V
İçindekiler / Inhaltsverzeichnis
Açılış Konuşmaları
Eröffnungsreden VII
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
1-52
53-130
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse - Europäische Reformüberlegungen
und deutscher Status quo von
Grup Yararına İşletme Yöneticisi Eylemi Avrupa Reform Hususları ve Alman Statükosu
131-146
147-158
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
Die referierende Markenbenutzung in der Rechtsprechung des EuGH
Avrupa Adalet Divanı Hükümlerinde Referans Marka Kullanımı
159-172
173-184
Prof. Dr. Peter O. Mülbert – Alexander Wilhelm
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung Einwirkungen auf
die Gesellschaft -
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti – Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için
Hissedar Mesuliyeti
185-216
217-238
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
Türk Ticaret Kanunu’nda Şirketler Topluluğu Hukukunun Ana Hatları
239-256
Dr. Ingo Theusinger
Das deutsche Konzernrecht - Grundlagen und aktuelle praktische Fragestellungen - Alman Şirketler Topluluğu Hukuku – İlkeler ve Güncel Pratik Sorular –
257-272
273-286
Dr. Ali Yarayan
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
287-308
309-330
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
Registrierte Marken, Benutzungsmarken und Namensrechte in der Rechtsprechung
zum Deutschen MarkenG und zum Europäischen Markenrecht nach der GMV
Alman Marka Yasasına (MarkenG) Gereği ve Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV)
Gereği Avrupa Marka Hukukuna Dayanılarak Verilen Yargı Kararlarında Tescilli
Markalar, Kullanım Markaları ve İsim Hakları
331-344
345-360
Fethi Merdivan
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu
Bulunduğu Savunması ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
361-380
Levent Yavuz
Marka Hukukuna İlişkin Yargıtay Kararları
381-396
Türkay Alıca
Fikri ve Sınai Haklarda İhtiyati Tedbirler
397-404
Uğur Çolak
Tanınmış Markalar Yönünden Sulandırmaya Karşı Koruma
405-414
VI
VII
Açılış
Konuşmaları
Eröffnungsreden
VIII
IX
MUHARREM KAYHAN
TÜRKİYE TEKSTİL SANAYİİ İŞVERENLERİ SENDİKASI
YÖNETİM KURULU BAŞKANI
Değerli akademisyenlerimiz, Almanya’dan gelen konuklarımız,
saygıdeğer katılımcılar, sizlere kurumum ve şahsım adına ‘hoşgeldiniz’
diyorum.
Ben de konuşmama başlarken önce Soma’daki facia nedeni ile
bütün Türkiye’ye ve sevdiklerini kaybedenlere başsağlığı diliyorum.
Günümüzde globalleşen dünya ticareti ve teknoloji çağında,
küreselleşen firma ve marka gibi olgular ile fikri mülkiyet hakları,
ekonomideki payını ve önemini artıran bir gerçek haline geldi.
Toplumlarda üretim ve ticaret yöntemleri de bir ihtiyaç olarak şekil
değiştirdi. Büyük ölçüde fiziksel güç yerine, beyin gücü öne çıkmaya
başladı. Bu globalleşmenin içerisinde aslında fiziki malların dünya içinde
yer değiştirmesinin pratik ve doğal kaynaklar yönünden sınırları var,
bilginin ve fikrin yer değiştirmesinde ise hiçbir sınır yok. Onun sürati
eksponansiyel olarak artmaya devam edecek. Ama mal ticaretinin birçok
yönden ciddi sınırları var. Globalleşmenin bundan sonraki evresinde
aslında fikir, bilgi ve elle tutulamayan değerlerin mal ticaretine göre çok
daha önem kazandığını göreceğiz diye düşünüyorum.
Ülkelerin fikri ve sınai mülkiyet hakları, sadece ulusal ekonomik
çıkarlarını korumaya yönelik olarak görülse bile aslında uluslararası bir
niteliği de böylelikle kazanmış oluyor. Fikri mülkiyet hakları bazı
firmaların da en büyük sermayesi haline gelmiş durumda.
Bir işveren sendikası, tekstil alanındaki sektörel bir işveren
sendikası konuyla, neden bu kadar ilgilensin? Tekstil için bu çok daha
manalı. Türkiye’mizde bugün tekstil sektörü, en büyük dış ticaret fazlası
veren sektör hatta tek anlamlı sektördür, diyebilirim. Türkiye gibi büyük
ölçüde ticaret açığı veren, döviz açığı, cari açık veren bir ülkede tekstil ve
hazır giyim sektörü tek başına 16 milyar dolar döviz fazlası ve katma
değer yaratıyor.
İsterseniz bunu bir de matematikten giderek anlatalım. Türkiye, bu
tekstil ürününü pamuk olarak sattığında kilosu 1.5-2 dolar. Bez olarak
X
sattığında kilosu 8-10 dolar. Giyim olarak sattığında kilosu 20 dolar.
Markalı bir giyim ürünü olarak sattığında kilosu 200-300 dolar. Bu tabi
kaynakları zorlamayan değerin içinde marka var, bununla ilgili yapılan
yatırımlar var, görülmeyen elle tutulamayan, fakat kıymeti kendinden
menkul yani bu paralara alınıp satılan da bir ürün var. Dolayısıyla bu
konularla ve firmaların bu konuya yapacağı yatırımlarla bağlantılı olarak
sanayinin fikri mülkiyet hakları ile ilgilenmesi fevkalade doğal ve hatta
Türkiye merkezinde düşünürseniz gecikmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Marka yapmak sadece bir isim verip, bir dükkân açmak değil.
Bunun arkasında stratejisi olacak, odaklanması olacak. Sadece bir tüketici
markası olarak da düşünmeyin. Bugün ürününü gidip çarşıdan
alamayacağınız dünya markaları var. Intel gibi… Bir mikroçip, dünyada
herkes adını biliyor, markalı olarak satılıyor, jenerik diyebileceğimiz bir
ürün. Fakat kendisi çok ciddi bir bilinç yaratmış ve içinde bulunduğu
ürüne de kendisinden bir şeyler katıyor.
Marka sadece İngilizce deyimiyle bir ‘hype’ yani balon değil.
Arkasında muhakkak buna giden bir araştırma var, geliştirme var,
teknolojik bilgi var. Markaya, patente, tasarıma yatırım yapacak olan
firmalarımız için bu, kumaşları, bezleri üretecek makinelere yapacakları
yatırımlar kadar önemli. Doğal kaynaklar tarafından baktığımız zaman
fikri mülkiyet haklarının Türkiye açısından daha anlamlı olduğuna
inanıyoruz. Dünya ticaretinde üretim de gerektiğinde lokalize olabiliyor.
Fakat bununla beraber markalar dünya çapında da olsalar gene kendi
ülkelerine bu katma değeri bırakıyorlar. Biz bununla ilgiliyiz ve ilgili
olmaya da devam edeceğiz.
Tabii ayrıca sektörümüzün ve konunun teknolojik bir yönünden de
bahsedeyim. Biraz önce karşılaştırmalı verdiğim hammaddeden mamule
geçişteki mal değerindeki artışa bir de son senelerde, teknik tekstiller
konusu eklendi. Bizim sanayimizde gelişmeye çok müsait bir konu.
Türkiye’nin ihracatında da teknik tekstillerin yüzdesi diğerlerine göre
daha hızlı artıyor. Bunlar aslında tekstil sanayi tarafından üretilen fakat
tarım, inşaat gibi değişik sanayilerde kullanılan tekstil ürünleri ve
içlerinde çok ciddi teknolojik katkı var. Bir tüketici ürünü olmamasına
rağmen bunların da kilosu 200-300 dolarlara geliyor. Hem bir marka var
hem içinde korunması gereken patentler var hem de Ar-Ge var.
XI
Dolayısıyla fikri ve sınai mülkiyet hakları önümüzdeki yıllarda bizim
sanayimizin en önemli konusu olmaya adaydır. Hatta içinde
bulunduğumuz dönem de önemini korumaktadır.
Kendi tecrübelerime istinaden birkaç konudan bahsetmek
istiyorum. Öncelikle Türk Patent Enstitüsü tarafından verilen, tanınan bir
markanın yasal koruma yönünden yetersiz kalması sanayiyi rahatsız eden
bir konu. Bununla ilgili olarak karşımıza çıkabilecek davalar yönünden
tamamen savunmasız durumdayız. Bir firmanın, kendisine verilmiş bir
markayla işletme ve pazarlama yatırımlarını yapıp, 4-5 yıl sonra bir başka
markanın kendisiyle ilgili aleyhte bir davasıyla karşılaştığı ve kaybedeceği
şeylerin çok daha fazla olduğu bir ortam söz konusu. Bu konuyla ilgili
olarak kendim de çektim ama bu konuda muzdarip olan çok sayıda insan
da var.
Türk Patent Enstitüsü tarafından verilen bir markanın, kendi içinde
değerli bir koruma sağlamasının gerekliliğine kişisel olarak inanıyorum.
Bununla ilgili muhakkak önlemler konusunda çalışılacak, fikir teatisi
yapılacak. Bizim uzman mahkemelerin hem ihlalleri önlediği hem de
korumayı efektif olarak sağladığı bir ortama ihtiyacımız var. Kısacası
sanayinin bu konuda başka bir talebi olamaz.
Türkiye’nin uluslararası ticaretinin ve kendi sınai yatırımlarının
gelişmesi için temel unsurlarından biri iyi işleyen bir fikri mülkiyet
sistemidir. Bu salonda bulunan herkes konunun çeşitli unsurları ile
karşılaşıyor. Bence bu sempozyumun hep beraber, konuyu bir arada
çözmek, bunu önemli bir teşvik unsuru ilan edip, altını çizmek yönünde
bir görevi var. Biz de Türkiye Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası olarak
bu konuda gerekli yerlere sesinizi duyurmak için yapılacak çalışmalara
destek vermeye hazırız.
Bizim sanayi olarak bu konuyla ilgili hem korumaya hem de
geliştirilmeye ihtiyacımız var.
Ben bu vesile ile bu konuları tartışacak Türk ve Alman
misafirlerimize, hukukçularımıza, yüksek yargıçlarımıza tekrar teşekkür
ediyorum. Değerli katılımcılara başarılar diliyor, sorunun çözümü
noktasında bu sempozyumun yararlı olacağını umut ediyorum.
XII
XIII
Grußwort des Präsidenten der FAU anl. des Symposiums
Markenrecht/Konzernrecht
Prof. Dr. Karl-Dieter Grüske
Sehr geehrter Herr Kollege Ekren,
meine sehr verehrten Damen und Herren,
ich freue mich, Sie als Präsident der FAU im Namen der Universitätsleitung der
FAU zu diesem deutsch-türkischen Symposium hier in Istanbul begrüßen zu
dürfen. Ich bedanke mich sehr herzlich, dass Sie mich hierher eingeladen haben.
Es ist mir eine besondere Freude, wenn renommierte Wissenschaftlerinnen und
Wissenschaftler aus dem In- und Ausland Ihre Kenntnisse und Erfahrungen
austauschen, den Blick auch über den nationalen Tellerrand hinaus heben. Das
passt hervorragend zum Motto des deutsch-türkischen Wissenschaftsjahres, oder -
wie es auch heißt- des Deutsch-Türkischen Jahres der Forschung, Bildung und
Innovation 2014“: "Wissenschaft verbindet Nationen – Science Bridging
Nations". Gemeinsam mit ihrem türkischen Amtskollegen, Herrn Fikri Işık,
Minister für Wissenschaft, Industrie und Technologie der Republik Türkei, und
mehr als 600 Gästen eröffnete Frau Prof. Dr. Wanka im Januar das
Wissenschaftsjahr. Im feierlichen Rahmen der Auftaktveranstaltung
unterzeichneten Bundesministerin Wanka und Minister Isik eine Vereinbarung
zum Ausbau der seit 1951 bestehenden bilateralen Kooperation. Weitere
Kooperationsvereinbarungen schlossen die Deutsche Forschungsgemeinschaft
(DFG) und ihr türkisches Pendant TÜBITAK sowie der Deutsche Akademische
Austauschdienst (DAAD) und der Türkische Hochschulrat (YÖK). Derzeit gibt es
mehr als 900 deutsch-türkische Hochschulkooperationen.
Ich freue mich, dass ich heute bei der Ernte der ersten Früchte der deutsch-
türkischen Kooperation im Rahmen der Forschungsstelle für türkisches Recht an
der Friedrich-Alexander-Universität Erlangen-Nürnberg, dabei sein kann. Das
Spektrum dieser Forschungsstelle ist breit gefächert – Fragestellungen des
Familienrechts, Erbrechts und Internationalen Privatrechts werden ebenso
wissenschaftlich behandelt wie des Handels- und Gesellschaftsrechts beider
Länder. An der Forschungsstelle sollen entsprechende Lösungen erarbeitet
werden, die sich häufig der Rechtsvergleichung zum deutschen und ggf.
europäischen Recht widmen. Insofern ist auch die Rechtswissenschaft längst
keine rein nationale Angelegenheit mehr.
Mein Dank geht an Prof. Dr. Rohe, der die Forschungsstelle als deren Direktor
gestern ja schon eingehender vorgestellt hat, sowie an den Geschäftsführer Dr.
XIV
Ali Yarayan, Fachanwalt für Handels- und Gesellschaftsrecht, und nicht zuletzt
und besonders herzlich an Prof. Dr. Kemal Şenocak, der u.a. als Gastprofessor an
der Forschungsstelle für türkisches Recht an der FAU wirkt.
Auch wenn einige von Ihnen schon selbst bei uns waren, möchte ich meine
Universität kurz vorstellen. „Friedrich-Alexander-Universität Erlangen-
Nürnberg“ – das ist wohl einer der längsten Universitätsnamen Deutschlands; wir
kürzen ihn deshalb auch gerne mit „FAU“ ab. Der Name ist aber nicht ohne
Grund so lang, denn er erinnert sowohl an Markgraf Friedrich von Brandenburg-
Bayreuth, der die Universität 1743 gegründet hat, als auch an Markgraf
Alexander von Brandenburg-Ansbach, einen ihrer entscheidenden frühen
Förderer, der damit gleichsam als zweiter Gründer gelten darf. Sein Name wurde
deshalb 1769 zum Universitätsnamen hinzugefügt. Fast 200 Jahre später änderte
sich der Name ein weiteres Mal: als 1961 die Nürnberger Hochschule für
Wirtschafts- und Sozialwissenschaften in die FAU integriert wurde. Mit gutem
Grund nennen wir seither beide Städte – also Erlangen und Nürnberg – in
unserem Universitätsnamen, denn unsere Fakultäten sind mit ihren Einrichtungen
an beiden Standorten präsent.
Mit ihren rund 38.000 Studierenden, 660 Professorinnen und Professoren sowie
rund 13.000 Mitarbeiterinnen und Mitarbeitern gehört die FAU zu den großen
und forschungsstarken Universitäten Deutschlands. Sie ist aufgeteilt in fünf
Fakultäten: die Philosophische Fakultät und Fachbereich Theologie, die Rechts-
und Wirtschaftswissenschaftliche, die Medizinische, die Naturwissenschaftliche
und die Technische Fakultät. Somit bietet die Universität ein außerordentlich
vielfältiges Fächerspektrum mit national und international ausgewiesenen
Forscherpersönlichkeiten.
Das zur Universitätsgründung vorherrschende Zeitalter der „Aufklärung“ schrieb
die kritische Vernunft als Maßstab des Denkens, Diskutierens und Handelns für
die gesamte Neuzeit fest. Das damalige Selbstverständnis der Lehre lässt sich
durch den Satz “cogito ergo sum“ beschreiben und markiert damit auch die
Maßstäbe heutiger Forschung und Lehre. Ergänzt wird dies durch die
grundgesetzlich garantierte Freiheit von Forschung und Lehre, nicht zuletzt durch
die unabhängige Stellung der Professorinnen und Professoren, sowie durch eine
weitgehende Autonomie der Universitäten und Hochschulen, die miteinander
national und international im Wettbewerb stehen. Dadurch haben wir alle eine
besondere Verantwortung, sowohl die Universitätsleitung als auch die Akteure in
der Wissenschaft, die sich durch ihre Leistungen auszeichnen.
Lassen Sie mich ganz kurz ein paar Highlights unserer Forschungsstärke
herausgreifen:
Medical Valley - „Exzellenzzentrum für Medizintechnik“, nationaler
Spitzencluster
Energy Valley – Energieforschung, Energie Campus Nürnberg, Nuremberg
Campus of Technology, Helmholtz-Institut für Erneuerbare Energien Erlangen-
Nürnberg
XV
Materialforschung und Optik – Exzellenz-Cluster Engineering of Advanced
Materials, Exzellenz-Graduate School of Advanced Optical Technologies, Max-
Planck-Institut für die Physik des Lichts
Audioforschung – Fraunhofer-Institute (Erlangen ist die Wiege von mp3!)
BMBF-Projekt Käte Hamburger Kolleg=Internationales Kolleg für
Geisteswissenschaftliche Forschung "Schicksal, Freiheit und Prognose.
Bewältigungsstrategien in Ostasien und Europa"
Zentrum für Islamische Studien – finanziert vom BMBF 1 von 4 sog. Zentren für
Islamische Studien ist somit an der FAU, wo wir eine lange Tradition an
Islamwissenschaft haben (Rückert, Bobzin).
Auch Kollege Rohe ist in diesem Bereich aktiv.
Und damit leite ich über zur Rechtswissenschaft bei uns. In Erlangen wird
Rechtswissenschaft seit der Gründung der Universität im Jahre 1743 gelehrt.
Bedeutende Juristen sind aus der Universität hervorgegangen, haben dort gelehrt
und geforscht. Diese große Tradition wirkt fort: Modern und zukunftsorientiert
präsentiert sich heute der Fachbereich Rechtswissenschaft.
Mit der Universität in Erlangen entstand die erste Aufklärungsuniversität im
süddeutschen Raum. Wie andere Universitäten im 18. Jahrhundert diente die
Erlanger Universität in erster Linie den Erfordernissen des Staates, indem sie die
Ausbildung von Verwaltungsfachkräften sicherstellte und die fürstliche
Reputation erhöhte. Hier haben wir uns in den letzten Jahrhunderten doch
deutlich weiterentwickelt. Am Fachbereich Rechtswissenschaft der Friedrich-
Alexander-Universität haben herausragende Rechtswissenschaftler gearbeitet.
Wie schaut es heute aus? Es studieren gegenwärtig etwa 2000 junge Menschen
Rechtswissenschaft in unterschiedlicher Ausprägung bei uns, davon übrigens 60
% weibliche Studierende. Wir bilden diese zu hervorragenden Juristen aus, die in
der Lage sind, eigenständig und kritisch zu denken. Unseren Studierenden bieten
wir dazu u.a. die Möglichkeit, auch ausländische Rechtssysteme kennenzulernen,
um ihren Horizont zu erweitern. Neben dem verbreiteten Englisch, Französisch,
Italienisch und Spanisch wird Türkisch als fachspezifische Fremdsprache bei uns
als einer von wenigen Standorten in Deutschland angeboten. Die Studierenden
konnten sich erst kürzlich mit Kommilitoninnen und Kommilitonen der Dokuz-
Eylül-Universität Izmir austauschen, die bei uns zu Gast waren. Auch der
türkische Generalkonsul in Nürnberg war zu diesem Anlass anwesend. Unsere
Studierenden haben – zuletzt im April in Wien – renommierte Preise bei
internationalen Wettbewerben wie dem William Vis-Moot zum Internationalen
Kauf- und Schiedsverfahrensrecht gewonnen.
Wirtschaftsrelevante Themen bilden einen Schwerpunkt der juristischen
Forschung an der FAU. In diesem Zusammenhang sei beispielsweise auf die
Forschungsstellen für Bank- und Kapitalmarktrecht in Nordbayern, für Deutsches
und Internationales Sportrecht und für Wirtschafts- und Medizinstrafrecht
hingewiesen. Zudem bestehen enge Kooperationen mit bedeutenden
Unternehmen, wie etwa der Rechtsabteilung des Siemens-Konzerns in Erlangen.
Einen wertvollen Beitrag zur akademischen Sichtbarkeit der FAU leistet die
schon oben erwähnte Forschungsstelle für türkisches Recht, die ebenfalls in
XVI
Anwesenheit des Generalkonsuls sowie hochrangiger Vertreter deutsch-türkischer
Wirtschaftsinteressen eröffnet wurde.
5000 Firmen sind mit deutschem Kapital in der Türkei tätig. Drei Millionen
türkischstämmige Menschen leben in Deutschland, fünf Millionen deutsche
Touristen besuchen das Land am Bosporus jedes Jahr. Da ist es nur
selbstverständlich, auch die Wissenschaftsbeziehungen beider Länder zu
vertiefen. Zum Beispiel durch den Studierendenaustausch: so studieren 30.645
Türkinnen und Türken in Deutschland, davon fast 7000 Bildungsausländer. An
der FAU haben wir 350 türkische Studierende, das ist die zweitgrößte Gruppe
nach China, davon 105 im Fachbereich Rechtswissenschaft. Mit 15 türkischen
Universitäten pflegt die FAU Partnerschaften im Rahmen des Erasmus-
Programms.
Durch die Eröffnung der Türkisch-Deutschen Universität dieser Tage wurde der
Internationalisierungsstrategie für die Hochschulen, die Wissenschaft und die
Forschung ein weiterer wichtiger Baustein hinzugefügt. Die DAAD-
Generalsekretärin Rüland meinte dabei, dass diese neu gegründete Universität
eine Lücke in der türkisch-deutschen Wissenschaftslandschaft schließe. Dem
kann ich auch in meiner Eigenschaft als Vizepräsident der
Hochschulrektorenkonferenz für Forschung und Wissenschaftlicher Nachwuchs
aber auch als Kuratoriumsmitglied des DAAD nur zustimmen.
Ein weiteres Beispiel sind Symposien wie das heutige zum Konzernrecht. Wenn
man ein Grußwort vorzubereiten hat, meine Damen und Herren, dann greift man
als ersten Einstieg gern zum Lexikon – bzw. heutzutage zum Laptop. Bei
Wikipedia steht unter der Erläuterung des Begriffs Konzernrecht: Das
Konzernrecht befasst sich mit den rechtlichen Grundlagen von Konzernen. Klingt
irgendwie einleuchtend. Das zentrale Wesensmerkmal des Konzerns aus dem
engl. concern „Firma, Unternehmen; Interesse”, das letztlich auf lat. concernere
„(ver-)mischen” zurückgeht ist die Zusammenfassung rechtlich selbständiger
Unternehmen unter einheitlicher Leitung, so heißt es weiter. Und da scheint es
offensichtlich eine Fülle von rechtlichen Fragestellungen zu geben, die zum Teil
Gegenstand des heutigen Symposiums sind.
Unter dem Titel „Internationales Symposium zum türkischen und deutschen
Konzernrecht“ haben Sie, allesamt ausgewiesene Expertinnen und Experten aus
Deutschland und der Türkei, sich heute versammelt, um nicht nur diese Fragen zu
beantworten, sondern um dabei auch gemeinsam eine Brücke über Ländergrenzen
und auch Denkgrenzen zu schlagen. Als Volkswirt steht es mir nicht an und liegt
es auch jenseits meiner fachlichen Expertise, auf die inhaltliche Thematik Ihres
Symposiums eingehen zu wollen. Das überlasse ich lieber den nachfolgenden
Rednern. Ich darf aber anmerken, dass die Titel der Vorträge auch für mich als
rechtswissenschaftlich Interessierten äußerst vielversprechend und interessant
klingen.
Jura und Volkswirtschaftslehre haben enge Bezüge, wie das Beispiel von Ernst
Eduard Hirsch zeigt, der beides studierte und im Oktober 1933 – aufgrund der
schändlichen Umstände in Deutschland – einem Ruf der Universität Istanbul auf
den Lehrstuhl für Handelsrecht folgte. Was für ihn oder andere Juristen zunächst
XVII
Zuflucht war, beeinflusst bis heute den Austausch beider Rechtssysteme. Das
Denken des Römischen Rechts findet sich z.B. im Privat-, Straf-, und
Verfassungsrecht der Türkei wieder. In den fast zwei Jahrzehnten der
akademischen Tätigkeit von Hirsch in der Türkei sind sein konzeptionelles
Wirken und seine gesetzgeberischen Arbeiten hervorzuheben; er lieferte
Gesetzentwürfe und Konzepte zum türkischen Handelsgesetzbuch, Aktiengesetz,
Universitätengesetz und zur Urheber- und Erfinderrechtsgesetzgebung. 1952
nahm er dann noch einen Ruf an die Freie Universität Berlin als Ordinarius für
Handelsrecht und Rechtssoziologie an. Zwischen 1953 und 1955 war Hirsch
gewählter Rektor und Prorektor der Freien Universität Berlin – eine der heutigen
Kooperationspartner der Türkisch-Deutschen Universität, die ja wie oben schon
angesprochen, unter starker Medienbegleitung vor wenigen Wochen hier in
Istanbul offiziell eröffnet wurde. Wie schrieb 1958 eine türkische Tagesszeitung:
„Professor Hirsch ist nach den zwanzig Jahren, die er in der Türkei verbracht hat,
völlig einer der unseren geworden. Er mag ein sehr guter Deutscher sein, aber
zweifellos ist er im gleichen Grad ein guter Türke.“
Und so hoffe ich, dass auch zukünftig der Wille und die Fähigkeit zur
freundschaftlichen Zusammenarbeit nicht nur in der Wissenschaft vorhanden sein
werden.
Abschließend spreche ich meinen ganz besonders herzlichen Dank für die
hervorragende Organisation dieses Symposiums aus. Dass hier ein
rechtsvergleichender Austausch zu Fragen des Marken- und Konzernrechts
stattfinden kann, ist nicht zuletzt dem Arbeitgeberverband der Textilindustrie in
der Türkei (Türkiye Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası) zu verdanken. Für die
großzügige Drittmittelgewährung zur Unterstützung der Wissenschaft bedanke
ich mich stellvertretend bei dessen Vorstandsvorsitzenden, Herrn Muharrem
Kayhan, sehr herzlich.
Solche Veranstaltungen eignen sich ausgezeichnet, um neue wissenschaftliche
Impulse zu erhalten und sich mit Kolleginnen und Kollegen aus dem In- und
Ausland fachlich auszutauschen. Ich hoffe, dieser wissenschaftliche Austausch
entwickelt sich zu einer Tradition und ich kann zumindest den einen oder anderen
unter Ihnen auch einmal bei uns an der FAU begrüßen.
Meine Damen und Herren, ich wünsche Ihnen eine anregende und spannende Zeit
hier in Istanbul sowie zahlreiche interessante Gespräche.
Herzlichen Dank für Ihre Aufmerksamkeit.
XVIII
XIX
“MARKA HUKUKU / ŞİRKETLER TOPLULUĞU HUKUKU
SEMPOZYUMLARI AÇILIŞ KONUŞMASI”
Prof. Dr. Karl-Dieter Grüske
Sayın Bayanlar ve Baylar,
Burada İstanbul’da, başkanı olduğum FAU üniversite yönetimi adına
sizlere Alman, Türk sempozyumuna hoş geldiniz deme fırsatına sahip olduğum
için çok mutluyum.
Aynı zamanda, beni buraya davet ettiğiniz için teşekkür ederim.
Yurtiçinden ve yurtdışından tanınmış bilim insanlarının bilgi ve
deneyimlerini birbirleri ile paylaşmaları ve ufuklarını kendi milli sınırlarının
dışına genişletmeleri benim için ayrıca özel bir mutluluktur.
Bu durum “Alman, Türk Bilim Yılı”, diğer adıyla “Alman, Türk
Araştırma, Eğitim ve İnovasyon Yılı 2014” için seçilmiş olan slogana da
muhteşem bir şekilde uyuyor: “Bilim Ulusları Birleştirir - Science Bridging
Nations”
Sayın Prof. Dr. Wanka Ocak ayında Türk mevkidaşı, Türkiye Cumhuriyeti
Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Fikri Işık ve 600’den fazla davetli ile
birlikte bilim yılını başlattı.
Başlangıç etkinliğinin törensel çerçevesinde Federal Bakan Wanka ve
Bakan Fikri Işık 1951 yılından beri mevcut olan ikili işbirliğinin genişletilmesine
ilişkin bir sözleşme imzaladılar. Bu sözleşmede bir yönetim grubunun işbaşına
getirilmesi öngörülmektedir.
Ayrıca Alman Araştırma Birliği (DFG) ile Türkiye’de aynı görevleri
yerine getiren TÜBİTAK arasında ve Alman Akademik Değişim Servisi (DAAD)
ile Yükseköğretim Kurulu (YÖK) arasında da işbirliği sözleşmeleri imzalandı.
Şu anda 900’den fazla “Alman, Türk Yüksek Okul İşbirliği” mevcuttur.
Bugün, Erlangen Nürnberg Friedrich Alexander Üniversitesi bünyesindeki
Türk Hukuku Araştırma Bölümü çerçevesinde, Alman, Türk işbirliğinin ilk
meyvelerinin hasadına katılabildiğim için çok mutluyum.
Bu araştırma bölümünün yelpazesi çok geniş: Aile hukuku, miras hukuku
ve uluslararası özel hukuk hakkında sorular ve her iki ülkenin ticaret ve şirketler
hukuku aynı derecede bilimsel açıdan ele alınmaktadır.
Sıkça Alman ile Avrupa hukuku arasında karşılaştırmalı hukuk çalışmaları
yapan araştırma bölümünde, uygun çözümlerin üretilmesi hedeflenmektedir.
XX
Böylece artık hukuk bilimi de çoktan sadece ulusal bir konu olmaktan
çıktı.
Araştırma merkezinin müdürü olarak dün merkez hakkında ayrıntılı bilgi
veren Prof. Dr. Rohe, ticaret ve şirketler hukuku uzman avukat ve genel müdür
Dr. Ali Yarayan, ve özellikle de FAU’da Türk Hukuku Araştırma Bölümünde
misafir profesör sıfatıyla ders veren Prof. Dr. Kemal Şenocak hocalarımıza da
buradan içtenlikle teşekkür etmek istiyorum.
Bazılarınız bizi bizzat ziyaret etmiş olsanız da, sizlere üniversitemi kısaca
tanıtmak istiyorum.
“Erlangen Nürnberg Friedrich Alexander Üniversitesi” bu isim herhalde
Almanya Üniversiteleri arasında en uzun isimlerden bir tanesidir. Bu sebepten
dolayı biz de ismimizi “FAU” olarak kısaltmayı severiz.
İsminin bu kadar uzun olmasının bir nedeni var. Bize hem 1743 yılında
üniversiteyi kuran Markgraf Friedrich von Brandenburg-Bayreuth hem de ilk
başlarda üniversiteye büyük destek sağlayan ve böylece ikinci kurucusu
sayılabilecek Markgraf Alexander von Brandenburg-Ansbach isimli asilzadeleri
hatırlatıyor.
Bu sebepten dolayı onun da ismi 1769 yılında üniversitenin adına
eklenmiştir.
1961 yılında, yani neredeyse 200 sene sonra, Nürnberg İktisat ve Sosyal
Bilimler Yüksek Okulu FAU bünyesine eklendiğinde üniversitenin ismi bir kere
daha değişti.
O zamandan beri üniversitemizin isminde her iki şehrin ismi, yani
Erlangen ve Nürnberg, anılmaktadır çünkü fakültelerimiz bölümleriyle her iki
şehirde de bulunmaktadır.
38.000 talebesi, 660 profesörü ve takriben 13.000 çalışanı ile FAU
Almanya’nın en büyük ve araştırma alanında en güçlü 10 üniversitesinin arasında
bulunmaktadır.
Üniversitemiz beş fakülteden oluşmaktadır: Teoloji dalını içeren felsefe
fakültesi, hukuk ve iktisat bilimleri fakültesi, tıp fakültesi, fen bilimleri fakültesi
ve teknik fakültesi.
Bu sayede üniversitemiz ulusal ve uluslararası tanınmış değerli
araştırmacılarla birlikte olağanüstü geniş bir ders yelpazesi sunuyor.
Üniversitenin kurulduğu çağa “Aydınlanma” çağı diyoruz ve bu çağda
eleştirisel anlayış, tüm yeniçağ için düşünmenin, tartışmanın ve davranışın ölçüsü
olarak belirlendi.
XXI
Öğretinin o zamanki kendisini kavrayış şekli “cogito ergo sum”
(Düşünüyorum, öyleyse varım) cümlesi ile tarif edilebilir ve böylece bugünkü
araştırma ve öğretinin ölçüleri de belirlendi.
Tüm bunlar, profesörlerin bağımsız konumları, kendi aralarında hem
ulusal hem de uluslararası alanda rekabet halinde olan üniversitelerin ve
yüksekokulların büyük ölçüde otonom olmaları sayesinde temel prensip olarak
araştırmanın ve öğretinin bağımsız olmasının garanti edilmesiyle
tamamlanmaktadır.
Bu sebepten dolayı hepimizin, yani hem üniversite yönetiminin hem de
performansları ile parlayan bilim aktörlerinin çok özel sorumluluğumuz vardır.
Araştırmada güçlü olduğumuz alanlardan bazı flaş konuları takdim
etmeme izin verin:
Medical Valley – Ulusal Öncü Sanayi Kümelenmesinin “Tıp Teknolojisi
İçin Mükemmeliyet Merkezi”
Energy Valley – Enerji araştırması, Nürnberg Enerji Kampüsü, Nuernberg
Campus of Technology, Yenilenebilir Enerjiler Helmholtz Enstitüsü
Malzeme araştırması ve Optik – Engineering of Advanced Materials,
Graduate School of Advanced Optical Technologies ve Işığın Fiziği Max Planck
Enstitüsü
Ses araştırma – Fraunhofer Enstitüleri (mp3!)
BMBF Projesi Käte Hamburger Kolleg = Beşeri Bilimler Araştırmaları
İçin Uluslararası Çalışma Grubu “Kader, hürriyet ve öngörü. Doğu Asya ve
Avrupa’da başa çıkma stratejileri”
İslam Araştırmaları Merkezi – BMBF tarafından finanse ediliyor ve
böylece 4 İslam Araştırma Merkezlerinden 1 tanesi FAU bünyesinde bulunuyor.
İslam Bilimi konusunda üniversitemiz köklü bir geçmişe sahiptir (Rückert,
Bobzin).
Sayın Rohe hocamız da bu alanda çalışmaktadır.
Ve böylece bünyemizdeki Hukuk Bilim Dalına geçiyorum.
Erlangen’de Hukuk Bilim Dalı kürsüsü üniversitenin kurulduğu 1743
yılından beri mevcuttur.
Bu üniversiteden çok değerli hukukçular mezun olmuş, burada ders vermiş
ve araştırma yapmışlardır.
Bu büyük gelenek devam ediyor: Günümüzün Hukuk Bilim Dalı,
kendisini modern ve geleceğe yönelik olarak sunmaktadır.
Erlangen’de kurulan üniversite ile Güney Almanya bölgesinin ilk
Aydınlanma Üniversitesi oluştu.
XXII
18. yüzyılın diğer üniversiteleri gibi Erlangen Üniversitesi de idari
kadronun eğitimini garanti altına alarak ve kraliyetin şan, şöhret ve itibarını
arttırarak, esas amaç olarak devletin ihtiyaçlarına hizmet ediyordu.
Geride bıraktığımız yüzyıllarda bu konumdan çok daha ileriye doğru
geliştik.
Friedrich Alexander Üniversitesi Hukuk Bilim Dalında öne çıkan birçok
hukuk bilim insanı çalıştı. Bunlardan sadece bazılarını anmak gerekirse: Bachof,
Zippelius, Gadendam, Puchta isimlerini saymak yeterli olur.
Günümüzde durum nasıl? Takriben 2000 genç hukuk biliminin çeşitli
dallarında eğitim alıyor ve bunların %60 oranını kızlar oluşturuyor.
Biz bu talebeleri eğitip, bağımsız ve eleştirisel düşünebilen birer parlak
hukukçu olmalarını sağlıyoruz.
Talebelerimize ufuklarını genişletmeleri amacıyla diğer şeylerin yanı sıra
yabancı hukuk sistemlerini de tanıma olanağı sunuyoruz.
Yaygın olan İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolcanın yanı sıra
üniversitemizde ihtisas özellikli yabancı lisan olarak Türkçe sunulmaktadır ve bu
olanak Almanya’da bizim dışımızda çok az üniversitede bulunmaktadır.
Talebelerimiz daha geçtiğimiz günlerde İzmir Dokuz Eylül
Üniversitesinde okuyan ve bizi ziyaret eden talebelerle fikir alışverişinde
bulunma şansı elde etti. Bu vesileyle T.C. Nürnberg Başkonsolosu da
üniversitemizi ziyaret etti.
Talebelerimiz uluslararası yarışmalarda, en son Nisan ayında Viyana’da
“Uluslararası Satın Alma ve Hakem Mahkemesi Hukuku” konusunda William
Vis-Moot ödülü gibi birçok saygın ödül kazandılar.
FAU’da gerçekleştirilen hukuki araştırmaların ağırlık noktasını iktisadi
açıdan önemli olan konular teşkil etmektedir.
Bu bağlamda Kuzey Bavyera’da bulunan “Bankalar ve Sermaye Piyasası
Hukuku, Alman ve Uluslararası Spor Hukuku (önemli bir ticari faktör) ve İktisadi
ve Tıbbi Ceza Hukuku Araştırma Bölümlerine” dikkatinizi çekmek isterim.
Bunun haricinde önemli şirketlerle, örneğin Siemens Şirketler Grubunun
Erlangen Hukuk Bölümüyle sıkı bir işbirliği yürütülmektedir.
FAU’nun akademik görülebilirliğine önemli bir katkı da yukarıda
bahsettiğim ve açılışına hem başkonsolosun hem de Alman, Türk ticari
çevrelerinden önemli isimlerin katıldığı Türk Hukukunu Araştırma Bölümünden
gelmektedir.
XXIII
Alman sermayeli 5000 şirket Türkiye’de faaliyet göstermektedir.
Almanya’da üç milyon Türk kökenli insan yaşamaktadır ve her sene beş milyon
Alman turist Türkiye’ye gelmektedir.
Bu durumda her iki ülke arasındaki bilimsel ilişkileri de derinleştirmek
çok doğaldır.
Örneğin talebe değişimi vasıtasıyla: Almanya’da 30.645 Türk talebe
üniversitelerde eğitim alıyor ve bunların neredeyse 7000’i üniversiteye girme
hakkını yurtdışında elde etmiş talebe. (HRK (Yüksek Okul Rektörler Konferansı)
tarafından bildirilen sayılara göre 23.979 talebe üniversiteye girme hakkını
Almanya’da elde etmiş).
Türk, Alman Üniversitesinin bugünlerde yapılan açılışı sayesinde
yüksekokullara, bilime ve araştırmaya ilişkin enternasyonalleştirme stratejisine
önemli bir katkı daha eklenmiş oldu.
DAAD genel sekreteri Sayın Rüland, yeni kurulan bu üniversitenin Türk,
Alman bilim dünyasında bir boşluğu dolduracağına inandığını belirtti.
Bu fikre ben de hem “Araştırma ve Bilim İnsanı Yetiştirme Yüksek Okul
Rektörler Konferansı Başkan Yardımcısı” hem de “DAAD Yönetim Kurulu
Üyesi” sıfatımla içtenlikle katılıyorum.
Diğer örnekler ise, bugünkü “Tröst hukuku“ konulu sempozyum gibi farklı
sempozyumlardır.
Sayın misafirler, bir hoş geldiniz konuşması hazırlamak durumunda
kaldığınızda, giriş bölümü açısından, önce bir ansiklopediye veya artık
günümüzde Laptopunuza bakıyorsunuz.
Wikipedia’ya baktığımda “Şirketler Toplumluluğu Hukuku“ teriminin
açıklaması olarak şöyle yazıyor:
“Şirketler Topluluğu Hukuku, Şirketler Topluluğu Şirketlerinin hukuki
temelleri ile ilgilidir.”
Kulağa mantıklı geliyor.
Açıklama şöyle devam ediyor: “Adları İngilizce concern’den gelen ve
anlamı “firma, şirket, ilgi” olan ve daha da geriye gidersek Latince concernere
“karıştırmak” kelimesine dayanan konsernlerin merkezi özellikleri, hukuken
bağımsız olan şirketlerin tek bir yönetim altında bir araya getirilmesidir.”
Öyle görünüyor ki, bu konuda çok sayıda hukuki sorular var ve bu sorular
kısmen bugünkü sempozyumun konusunu teşkil ediyor.
Sizler hepiniz bu konunun uzmanları olarak Almanya’dan ve Türkiye’den
gelip bugün “Türk ve Alman Konsern Hukuku konusunda Uluslararası
Sempozyum” başlığı altında ve sadece bu soruları cevaplamakla kalmayıp, bu
XXIV
esnada hep birlikte ülkelerin sınırlarını ve aynı zamanda düşünce sınırlarını da
aşan bir köprü kurmak için burada toplandınız.
Benim bir ekonomist olarak sempozyumunuzun konusal içeriklerine
değinmem hem yakışmaz hem de zaten ihtisas alanımın dışında kalır.
Bunu benden sonraki konuşmacılara bırakıyorum.
Fakat konuşma başlıklarının, hukuk bilimine karşı merak duyan birisi
olarak, bana da çok ilginç geldiğini belirtmek isterim.
Her iki dalda üniversite eğitimi almış olan ve 1933 yılının Ekim ayında
Almanya’da o günkü utanılacak durumlardan dolayı İstanbul Üniversitesinden
gelen daveti kabul edip İktisadi Hukuk kürsüsüne giden Ernst Eduard Hirsch
örneğinde gördüğümüz gibi hukuk ve iktisat bilimleri arasında sıkı bağlar var.
Onun ve diğer hukukçular için başlangıçta bir sığınma olan durum,
günümüze kadar her iki hukuk sisteminin alışverişini etkilemeye devam ediyor.
Örneğin Roma Hukukunun düşünce tarzı, Türkiye’nin Medeni, Ceza ve
Anayasal Hukukunda görülmektedir.
Hirsch’in Türkiye’de neredeyse 20 yıl süren akademik çalışmaları
esnasında yarattığı konsepsiyonel etki ve yasama çalışmaları öne çıkarılmalıdır.
Türk Ticaret Kanunu, Hisse Senetleri Kanunu, Üniversiteler Kanunu ve Patent /
Telif Hakkı için yasa tasarıları hazırladı. 1952 yılında Berlin Hür
Üniversitesinden Ticaret Hukuku ve Hukuk Sosyolojisi kürsüsü için yapılan
Ordinaryüs Profesörlük davetini kabul etti.
1953 ile 1955 yılları arasında Berlin Hür Üniversitesinde rektör
yardımcılığı yaptı ve sonra rektör seçildi. Berlin Hür Üniversitesi, yukarıda da
bahsettiğimiz gibi birkaç hafta önce burada İstanbul’da yoğun bir medya ilgisiyle
resmi açılışı yapılan Türk, Alman Üniversitesinin işbirliği partnerlerinden
birisidir.
1958 yılında bir Türk gazetesi şöyle yazıyordu:
“Profesör Hirsch Türkiye’de geçirdiği yirmi seneden sonra tamamen
bizden birisi olmuştur. O, çok iyi bir Alman olabilir ama kuşkusuz aynı derecede
iyi bir Türk’tür.”
Gelecekte de, olumsuz şartlar olsa bile, dostça işbirliği yapma isteğinin ve
becerisinin sadece bilim alanında değil, her alanda olacağını umuyorum.
Son olarak bu sempozyumun harika organizasyonu için de özellikle ve
tüm kalbimle teşekkür etmek istiyorum.
Bugün burada Marka ve Konsern Hukuku soruları hakkında kıyaslayıcı bir
fikir alış verişinin yapılabiliyor olmasında Türkiye Tekstil Sanayii İşverenleri
Sendikası’nın büyük katkısı vardır.
XXV
Bilime destek olma amacıyla yapmış olduğu bonkör yardımlarından dolayı
Türkiye Tekstil Sanayii İşverenleri Sendikası’nı temsilen Yönetim Kurulu
Başkanı Sayın Muharrem Kayhan’a gönülden teşekkür ederim.
Bu tür etkinlikler, yeni bilimsel fikirler edinmek ve hem yurtiçi hem de
yurtdışından meslektaşlarla konu hakkında bilgi alışverişi yapmak için harika
olanaklar sunuyor.
Bu bilimsel alışverişin bir geleneğe dönüşmesini ve sizlerden en azından
birkaç kişiyi bizim orada FAU’da misafir edebilmeyi umuyorum.
Sayın misafirler, sizlere burada İstanbul’da ilham ve heyecan verici bir
etkinlik geçirmenizi ve ilginç görüşmeler yapmanızı diliyorum.
Teşekkür ederim.
Grußwort zur Eröffnung des Internationalen Symposiums zu aktuellen
Entwicklungen im türkischen und deutschen Markenrecht
Prof. Dr. Mathias Rohe
Meine Herren Präsidenten, sehr geehrte Damen und Herrn, liebe Kolleginnen und
Kollegen,
es ist mir eine Ehre und Freude, anlässlich unseres heutigen Symposiums ein
Grußwort im meiner Eigenschaft als Mitgründer der Forschungsstelle für
Türkisches Recht am Fachbereich Rechtswissenschaften der Friedrich-Alexander-
Universität Erlangen-Nürnberg an Sie zu richten. Leider bin ich nicht in der Lage,
das auf Türkisch zu tun, eine Sprache, die ich als Jurist wegen ihrer
außerordentlich logischen Struktur sehr schätze, von der ich aber leider nur ein
paar Worte verstehe. Umso dankbarer bin ich für die Übersetzung und dem
Umstand, dass einige türkische Kollegen perfekt Deutsch sprechen.
Ich bin dem Präsidenten unserer Universität, Herrn Prof. Grüske, sehr dankbar
dafür, dass er unserer Veranstaltung die Ehre gibt. Er zeigt damit die
Verbundenheit der Gesamtuniversität mit ihrer rechtswissenschaftlichen
Forschung und Lehre. Das hat eine gewisse Tradition: Die Gründungsrede
unserer Universität am 4. November 1743 hielt Andreas Elias Rossmann, der
damalige Dekan der juristischen Fakultät als einer der vier Gründungsfakultäten.
Da unser Präsident morgen noch selbst beim folgenden Symposium zum
Konzernrecht ein Grußwort sprechen wird, wäre es unangemessen, wenn ich hier
an seiner Stelle über unsere Gesamtuniversität sprechen würde.
Zunächst möchte ich mich besonders herzlich bei den Kollegen Prof. Kemal
Şenocak und Dr. Ali Yarayan bedanken. Ohne ihren engagierten Einsatz wäre es
nicht zur Gründung unserer neuen Forschungsstelle für türkisches Recht im
vergangenen Jahr gekommen, welche dieses Symposium mit veranstaltet. Bitte
gestatten Sie mir, bei dieser ersten großen Veranstaltung einige wenige Worte zu
den Hintergründen dieser Forschungsstelle an Sie zu richten.
Wie Sie wissen, lebt in Deutschland seit nun fast 50 Jahren eine große Zahl von
Türken und türkischstämmigen Deutschen in Deutschland. Mit annähernd drei
Millionen Menschen stellen sie die größte Gruppe (ehemaliger) Zuwanderer und
Professor an der Universität Erlangen-Nürnberg
II
heutiger Mitbürgerinnen und Mitbürger. Als fleißige Leute, sogenannte
„Gastarbeiter“ sind sie gekommen und haben mit schwerer Arbeit viel zum
wirtschaftlichen Erfolg Deutschlands beigetragen. Viele von ihnen hatten nur eine
geringe Schul- und Berufsbildung. Viele von ihnen aber haben sich ebenso darum
bemüht, dass ihre Kinder und Enkel durch intensive Bildungsanstrengungen gute
berufliche Perspektiven erlangten; über die Jahre sind weitere Verbindungen
durch viele deutsch-türkische Eheschließungen entstanden.
In der dritten und vierten Generation haben wir nun eine erfreulich wachsende
Zahl türkischstämmiger Mitbürgerinnen und Mitbürger, die sich zum
Universitätsstudium qualifizieren und Rechtswissenschaften als Studiengang
wählen. Mit ihrer Kenntnis der deutschen als auch der türkischen Sprache und
Kultur sind sie ganz besonders gut geeignet, die historisch gewachsenen, engen
Kontakte zwischen unseren Ländern fortzuentwickeln.
Da zur modernen Juristenausbildung in Deutschland mittlerweile auch
fachspezifische Fremdsprachenkenntnisse zählen, hat sich unsere Universität
entschlossen, neben Englisch, Französisch, Italienisch, Spanisch und Russisch
auch Türkisch als solche Sprache zu etablieren. Es ist uns gelungen, mit dem
Kollegen Dr. Ali Yarayan einen hochqualifizierten Dozenten zu gewinnen, der als
Frucht seiner Arbeit nun auch das erste einschlägige Lehrbuch in Deutschland
(Türk Medenî Hukuku Temel Bilgiler – Türkçe-Almanca Hukuk Terimleri
Sözlüğü Ekli Olarak, Ankara 2013) vorgelegt hat. Seine Arbeit an unserer
Universität und seine Freundschaft mit dem geschätzten Kollegen Kemal
Şenocak, einem vorzüglichen Kenner auch der deutschen Sprache und
Rechtskultur, war und ist die Grundlage für die Einrichtung unserer
Forschungsstelle, eine der wenigen ihrer Art in Deutschland. Was wollen wir mit
ihr bewirken?
Bereits seit längerer Zeit bieten wir Lehrveranstaltungen zum türkischen Recht,
auch rechtsvergleichend, an, ergänzt durch Kooperationsveranstaltungen mit
anderen juristischen Lehrstühlen. Zudem werden Rechtsgutachten zum türkischen
Recht erstellt, beispielsweise für deutsche Gerichte. Wir haben eine beträchtliche
Menge an türkischer juristischer Fachliteratur angeschafft und pflegen dies in
unserer Bibliothek weiter, damit künftig auch weitere rechtsvergleichende
wissenschaftliche Arbeiten an unserer Universität erstellt werden können.
Für die Zukunft planen wir Tagungen für Wissenschaftler und Praktiker, zum
Beispiel zur Fortbildung der Anwaltschaft im Gesellschaftsrecht, Arbeitsrecht
oder Wettbewerbsrecht, gerne in Kooperation mit einschlägig interessierten
türkischen Vereinigungen. Mittelfristig könnte sich aus alledem auch ein
Kompetenzzentrum für EU-Programme im Zusammenhang mit der Entwicklung
III
des türkischen Rechts herausbilden, um nur eine mögliche Perspektive zu
benennen. Zunächst aber freue ich mich sehr über diese erste große
Auftaktveranstaltung. Die heute und morgen stattfindenden Symposien sehen wir
als wichtigen Teil unserer Arbeit an. Schon im Juni werden weitere Tagungen
zum Aktienrecht und Versicherungsrecht in Kayseri stattfinden, wiederum dank
der unermüdlichen und bewundernswerten Bemühungen des Kollegen Kemal
Şenocak.
Ich bin erfreut und stolz darauf, dass es uns gelungen ist, höchstkarätige türkische
und deutsche Referenten aus Wissenschaft und Praxis für dieses Symposium zu
gewinnen. Ich bedaure es allerdings, dass mein Freund Christian Wichard,
Vizepräsident der World Intellectual Property Organisation, entgegen seinen
festen Absichten nun doch noch kurzfristig seine Teilnahme absagen musste.
Ausgerechnet in diesen Tagen wird ein neuer Präsident für die Organisation
bestimmt, und als dessen Stellvertreter ist seine Anwesenheit in Genf
selbstverständlich unverzichtbar. Er hat mich gebeten, sein tiefes Bedauern über
die notwendige Absage und herzlichste Grüße für eine gelingende Tagung zu
übermitteln.
Ich freue mich nicht zuletzt auch ganz besonders darüber, dass dieses Symposium
in einem so festlichen Rahmen – herzlichen Dank den großzügigen Sponsoren -
in einer Stadt stattfindet, die für mich die schönste Stadt der Welt ist (die
geschätzten Kollegen aus Ankara mögen mir diese Parteinahme verzeihen). Als
kleiner Junge von 8 Jahren war ich 1968 zum ersten Mal hier, fasziniert vom
schmiedeeisernen Aufzug im Hotel Pera Palas, den ich soweit möglich den
ganzen Tag hinauf- und hinuntergefahren bin. Damals endete die Stadt noch bei
Edirnekapı, der Flughafen hieß Yeşilköy, und der Flug von Deutschland hierher
kostete 3000 Mark – das ist zum Glück nun billiger geworden. Dass die Stadt
mich nicht losgelassen hat, können Sie dem Umstand entnehmen, dass ich nun
zum vierzehnten Mal angereist bin.
Heute ist Istanbul eine führende Weltmetropole in einem aufstrebenden Land mit
jünger Bevölkerung und sich stark entwickelnder Wirtschaft. Einige der
Wirtschaftsdaten liegen erheblich über denen mancher Mitgliedstaaten der EU.
Die Handelsverflechtungen zwischen der Türkei und Deutschland sind
beträchtlich und expandieren; deutsche Exporte von mehr als 2 Milliarden Dollar,
türkische Exporte in Höhe von mehr als einer Milliarde Dollar im vergangenen
Jahr unterstreichen dies. Wichtige Firmen unterhalten Niederlassungen oder joint
ventures im jeweils anderen Land. Das gilt nicht nur für Weltkonzerne wie
Siemens, das wichtigste Unternehmen in unserer Stadt Erlangen, sondern auch für
ein weltweit agierendes mittelständisches Kommunikationsunternehmen aus
IV
Erlangen, das hier in Istanbul eine große Niederlassung unterhält und von hier aus
zum Beispiel die Kommunikation zwischen US-amerikanischen Kunden
abwickelt. In der Metropolregion Nürnberg, in der unsere Universität angesiedelt
ist, hat sich unter anderem ein Deutsch-Türkischer Unternehmerverein (Avrupa
Metropol Bölgesi Nürnberg İşadamları Derneği) gegründet, der zuletzt im
November 2013 einen erfolgreichen deutsch-türkischen Wirtschaftstag
veranstaltet hat. Unter seinen Mitgliedern finden sich acht türkischstämmige
ortsansässige Rechtsanwälte. Einige unter ihnen haben bei uns studiert und haben
es besonders begrüßt, dass wir nun insbesondere für den türkischstämmigen
Nachwuchs gezielte Spezialisierungsmöglichkeiten bieten, die ihnen den
Brückenbau zwischen unseren Ländern ermöglichen.
Um beim Thema Brückenbau noch einmal persönlich zu werden: Als Junge bin
ich in Ihr schönes Land gekommen, weil mein Vater als Diplomingenieur die
Verantwortung für eines der ersten Bauprojekte im Rahmen des Güneydoğu
Anadolu Projesi in der Gegend von Elazığ, bekannt unter dem Namen Keban
Barajı, hatte. Die Brücke über den Murat, die er gebaut hat, steht noch. Ich selbst
habe kein Talent für Ingenieursleistungen, aber ich freue mich, in der Nachfolge
meines Vaters auf meine Weise als Jurist ein wenig zum Brückenbau zwischen
unseren Ländern beitragen zu können. Gerade in der wirtschaftlichen und
rechtlichen Kooperation kann es gelingen, zu dauerhaft fruchtbarem Austausch zu
gelangen. Wir entdecken dabei eine Fülle gemeinsamer Anliegen und Interessen.
In der täglichen Zusammenarbeit werden manche bestehenden Ängste abgebaut,
gegenseitiges Vertrauen kann entstehen. Ich wünsche und erhoffe mir, dass
solche Zusammenarbeit künftig immer stärker wird. Dafür benötigen wir auch
effiziente und verlässliche Rahmenbedingungen.
Ich hoffe in diesem Zusammenhang sehr, dass Deutschland nun endlich den
unwürdigen Zustand der Visabeantragung für türkische Geschäftsreisende
beendet. Es ist absurd, dass manche nun offenbar Visa für Italien beantragen
müssen, um damit rechtzeitig nach Deutschland einreisen zu können. In wenigen
Tagen werde ich bei einer Tagung erneut mit der Staatsministerin für
Integrationsfragen im Bundeskanzleramt zusammentreffen und sie auf dieses
Anliegen ansprechen. Ich bin mir sicher, dass ich damit bei Frau Ministerin
Aydan Özoğuz ein offenes Ohr finden werde, und sie hoffentlich ebenso in der
Regierung.
Zu den wichtigen Rahmenbedingungen für dauerhafte erfolgreiche Kooperation
gehören aber vor allem auch stabile politische und rechtliche
Rahmenbedingungen. Investitionsschutz, der Schutz geistigen Eigentums und
V
auch von Marken zählen maßgeblich dazu. Wir müssen verstehen lernen, wie
diese Dinge in unseren Ländern geregelt sind und umgesetzt werden, um daraus
verlässliche Grundlagen für wirtschaftliche Tätigkeit entwickeln zu können. In
diesem Sinne freue ich mich auf interessante Referate, angeregte Diskussionen
und Austausch im Rahmen dieser Veranstaltung. Sie kann einen wichtigen
Beitrag zu unseren gemeinsamen Interessen leisten und mehr als nur einen
Tropfen zu einem großen See hinzufügen im Sinne des schönen türkischen
Sprichworts „damlaya damlaya göl olur“.
Vielen Dank!
VI
VII
GÜNCEL TÜRK VE ALMAN MARKA HUKUKU
ULUSLARARASI SEMPOZYUMU AÇILIŞ KONUŞMASI
Prof. Dr. Mathias Rohe
Erlangen, 6 Mayıs 2014
Sayın Başkanlarım, Bayanlar ve Baylar, Sevgili Meslektaşlarım,
Bugünkü sempozyumumuz çerçevesinde, Erlangen Friedrich-Alexander-
Üniversitesi hukuk bilimleri bölümünde araştırma kurumunun kurucularında biri
olarak burada sizlere yönelik bir konuşma yapabiliyor olmak, benim için büyük
bir onur ve sevinç kaynağıdır. Türk Diline hukukçu biri olarak sıra dışı mantık
yapısı nedeniyle çok değer vermeme rağmen, maalesef bu konuşmayı Türkçe
yapacak durumda değilim, çünkü sadece birkaç kelime biliyorum. Ancak buna
karşılık çeviri için ve bazı meslektaşların mükemmel Almanca konuşmasından
dolayı minnettarım.
Üniversitemizin başkanı bay Prof. Grüske’ye organizasyonumuza katılma
şerefini göstermesinden dolayı müteşekkirim. Böylece hukuki bilimsel araştırma
ve eğitimi ile birlikte toplu üniversiteye bağlılığını gösteriyor. Bunun belli bir
geleneği vardır: Üniversitemizin 4 Kasım 1743 tarihli kuruluş konuşmasını, o
tarihteki dört kurucu fakültelerinden biri olan hukuk fakültesi dekanı Bay
Andreas Elias Rossmann yapmıştı. Başkanımızın kendiside yarınki sempozyumda
konzern hukuku hakkında konuşma yapacağı için, şimdi burada toplu
üniversitemiz hakkında bilgi vermem doğru olmaz.
Öncelikle meslektaşlarım Prof. Kemal Şenocak ve Dr. Ali Yarayan’a
teşekkür etmek istiyorum. Onların katılımı olmadan, bu sempozyumu da
beraberinde düzenleyen geçen yılki Türk hukuku ile ilgili yeni araştırma
kurumunun kuruluşu mümkün olmazdı. Lütfen burada araştırma kurumunun
kuruluş nedenlerine yönelik art alan bilgileriyle ilgili birkaç cümle kurmama
müsaade edin.
Sizinde bildiğiniz üzere, yaklaşım 50 yıldır Almanya’da büyük sayıda
Türk ve Türk kökenli Almanlar yaşamaktadır. Yaklaşık üç milyonluk kişi
sayılarıyla, bir zamanların göçmenlerini ve günümüzün vatandaşları arasında en
büyük grubu temsil ediyorlar. Çalışkan insanlar olarak, “misafir işçi” tabiriyle
geldiler ve ağır işlerde çalışarak Almanya ekonomisinin başarısı için büyük
VIII
katkılar sağladılar. Birçoğunun sadece çok az okul ve meslek eğitimleri vardı.
Ancak çoğu da çocuk ve torunlarının yoğun bir eğitim sayesinde iyi bir mesleki
bakış açısı yakalamaları için büyük çaba göstermişlerdir; geçen her yılla birlikte
Alman-Türk evlilikleri nedeniyle yeni bağlantılar kuruldu.
Üçüncü ve dördüncü jenerasyonda, üniversite eğitimi almaya kalifiye olan
ve bölüm olarak hukuki bilimleri seven Türk kökenli vatandaşların sayısında
sevindirici bir yükselme var. Almanca ve Türkçe dil ve kültür bilgileri sayesinde,
tarihsel açıdan ülkelerimiz arasında gelişmiş olan yakın teması geliştirmeye
devam etmeye son derece uygunlar.
Almanya’da modern hukukçu yetiştirme için uzman yabancı dil bilgisi de
gerekli olduğundan, üniversitemiz İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve
Rusçanın yanı sıra Türkçeye de yer vermeye karar vermiştir. Meslektaşımız Dr.
Ali Yarayanla yüksek kalifikasyona sahip bir doçent kazanma şansına nail olduk
ve şimdi çalışmalarının meyvesi olarak Almanya’da ilk önemli eğitim kitabı
(Türk Medenî Hukuku Temel Bilgiler – Türkçe-Almanca Hukuk Terimleri
Sözlüğü Ekli Olarak, Ankara 2013) yayımlanmıştır. Üniversitemizdeki
çalışmaları, değerli meslektaşımız Kemal Şenocak ile olan arkadaşlığı, Alman
dilinin ve hukuk kültürüne mükemmel hakimiyeti ile araştırma kurumumuzun
kuruluş temeli, Almanya’da türü çok az bulunanlardandır. Onunla ne yapmak
istiyoruz?
Uzun zamandan beri Türk hukuk dalına ait kayda değer sayıda yayınlar
temin ettik ve kütüphanemizde saklamaya devam ediyoruz ki, gelecekte de
üniversitemizde karşılaştırılabilir bilimsel çalışmalar yapılabilmeye devam etsin.
Gelecek için bilim adamları ve stajyerler için, ilgili Türk dernekleriyle
işbirliği çerçevesinde kongreler düzenlemeyi planlıyoruz, örneğin toplum
hukukunda, iş hukuku ya da rekabet hukukunda avukatlığı geliştirmek. Orta
vadede tüm bu olan bitenden Türk hukukunun gelişmesi çerçevesinde, bir olası
perspektif belirtebilmek adına AB-programları için bir sorumluluk merkezi
oluşabilir. Fakat öncelikle ilk büyük açılış organizasyonuna seviniyorum. Bugün
ve yarın gerçekleştirilecek olan sempozyumu, işimizin önemli bir parçası olarak
görüyorum. Haziran ayında hisse senedi hukuku ve sigorta hukuku konusunda
Kayseri’de yeni organizasyonlar gerçekleştirilecek olup, yorulmak bilmeyen
taktire değer çabalarından dolayı meslektaşım Kemal Şenocak’a teşekkür etmek
istiyorum.
Bu sempozyum için, bilim ve uygulama alanından yüksek karatlı Türk ve
Alman konuşmacalar sağlayabildiğimiz için çok memnun ve gururluyum. Ancak
World Intellectual Property Organizasyonun asbaşkanı arkadaşım Christian
Wichard’ın gelmek konusunda kararlı olmasına rağmen son anda katılımını iptal
IX
etmek zorunda kalmış olması nedeniyle çok üzgünüm. Sadece şu günlerde
organizasyon için yeni başkan seçimi yaptıkları için, asbaşkan olarak
Cenevre’deki katılımı elbette vazgeçilmez olurdu. Sizlere gerekli olan iptal
konusundaki üzüntüsünü ve başarılı bir konferans için saygılarını iletmemi rica
etti.
Ayrıca bu sempozyumun böyle eğlenceli bir çerçevede – bonkör
sponsorlara teşekkürler – benim için dünyanın en güzel şehri olan İstanbul’da
düzenleniyor olması (Ankaralı meslektaşlarım bu taraflı tutumumu affetmelerini
rica ediyorum) ayrı bir anlam taşıyor. 8 yaşında küçük bir çocukken, 1968 yılında
ilk kez buraya gelmiştim ve Pera Palas otelinin dövme demir asansörüne hayran
kalmıştım ve bütün gün inip çıkmıştım. O tarihlerde şehir daha Edirnekapı’da son
buluyordu, hava alanının adı Yeşilköy ve Almanya’dan buraya uçuşun fiyatı 3000
Alman Markıydı – neyse ki uçuşlar artık çok daha ucuz. Bu şehrin bende
bağımlılık yapmış olduğunu, buraya on dördüncü kez gelmiş olmamdan
anlayabilirsiniz.
Günümüzde İstanbul gelişmekte olan bir ülkede, oldukça genç bir nüfusa
sahip ve güçlü bir şekilde gelişen ekonomiye sahip lider bir dünya metropolüdür.
Bazı ekonomi değerleri kimi AB üyesi devletlerininkinden çok daha yüksektir.
Türkiye ve Almanya arasındaki ticaret ağı kayda değer ve genişlemektedir; geçen
yıl 2 milyar Dolar Alman ihracatı ve 1 milyar Dolar Türk ihracatı bunun kanıtıdır.
Önemli firmalar ilgili ülkelerde şube ya da joint venture’lar kuruyorlar. Bu
sadece, Erlangen şehrinin en önemli firması Siemens gibi dünya holdingleri için
değil, aynı zamanda İstanbul’da büyük bir şubesi bulunana ve buradan örneğin
Amerikalı müşterileri arasındaki iletişimi sağlayan Erlangenli orta ölçekli iletişim
firması içinde geçerlidir. Üniversitemizin bulunduğu metropol bölge Nürnberg’te
ayrıca bir Türk-Alman işletme derneği (Avrupa Metropol Bölgesi Nürnberg
İşadamları Derneği) kurulmuş olup, en son Kasım 2013 tarihinde başarılı bir
Türk-Alman ekonomi konferansı düzenlemiştir. Üyeleri arasında Türk kökenli
yerel sekiz avukat bulunmaktadır. Bazıları bizde eğitim aldı ve özellikle Türk
kökenli nesil için hedef odaklı uzmanlaşma imkânlarının gelişmesiyle,
ülkelerimiz arasında köprü kurulumuna fırsat tanınması bizi ayrıca memnun
ediyor.
Köprü inşası konusunda kalarak tekrar özel bir konuya değinmek
istiyorum: küçük çocukken ülkenize geldim, çünkü babam yüksek mühendis
olarak Güneydoğu Anadolu Projesi çerçevesinde gerçekleştirilen ilk inşaat
projelerinden birinden sorumluydu, Elazığ yakınlarındaki Keban Barajı. Murat
nehri üzerine kurmuş olduğu köprü hala duruyor. Şahsen kendimde mühendislik
performansları konusunda bir yeteneğim yok, ancak hukukçu kimliğimle babamın
X
halefi olarak iki ülke arasında köprü inşasına kendimce katkı sağlayabilmekten
son derece memnunum. Özellikle ekonomik ve hukuki işbirliğinde, uzun vadeli
değiş tokuş imkanı sağlanabilir. Bu sırada aynı olan bir dizi ortak istek ve ilgi
alanları keşfediyoruz. Düzenli işbirliğinde bazı mevcut korkular azalıyor,
karşılıklı güven oluşuyor. Böyle bir işbirliğinin gelecekte daha da yoğunlaşmasını
ümit ediyorum. Bunun için daha verimli ve güvenilir genel şartlara gereksinim
vardır.
Bu bağlamda Almanya’nın Türk işadamlarından yakışıksız vize talebine
bir son vermesini diliyorum. Almanya’ya zamanında giriş yapabilmek için,
başvurularını İtalya üzerinden yapmak zorunda kalmaları anlamsız bir durumdur.
Birkaç gün sonra federal başbakanlıktaki bir konferans sırasında tekrar
entegrasyondan sorumlu devlet bakanı ile bir araya geleceğim ve bu konudaki
isteği ileteceğim. Bayan bakan Aydan Özoğuz’un bu konuya ilgi göstereceğinden
eminim ve umarım hükümette gereken ilgiyi gösterir.
Sürdürülebilir başarılı işbirliğinde önemli genel şartlar arasında sabit
politik ve hukuki genel şartlarında olması gereklidir. Yatırım güvencesi, zihinsel
mülkiyet güvencesi ve marka güvencesi bunların arasında yer alır. Buradan
ekonomik çalışmalar için güvenilir temeller geliştirebilmemiz için, bu işlerin
ülkelerimizde nasıl düzenlendiğini ve uygulandığını anlamayı öğrenmemiz
gerekiyor. Bu bağlamda organizasyon çerçevesindeki enteresan sunumları,
heyecanlı tartışmalar ve değiş tokuşları heyecanla bekliyorum. Ortak ilgi
alanlarımız için önemli bir katkı sağlayabilir ve büyük göle bir damladan fazlasını
ekleyebilir, tıpkı Türk atasözü gibi “damlaya damlaya göl olur“.
Son olarak bu konferansı sıra dışı bir şekilde cömertçe desteklediği
için - tekstil çalışanlar derneğine çok teşekkür etmek istiyorum. Bu durum
dünya çapında bilinen Türk misafirperverliği için büyük bir artı puan
anlamına gelmektedir. Bize özel hoş bir atmosfer içerisinde verimli bir bilgi
ve fikir alışverişi yapmamıza olanak sağlıyor ve bu sırada ülkenizin seçkin
kültürünü yakından tanıma şansı sunuyor.
Çok teşekkürler!
XI
Konuşmacıların
Bildiri Metinleri
Vorträge der Redner
XII
1
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen
nach deutschem Recht
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
I
Einleitung
Unter dem Kennzeichenrecht versteht das deutsche Markengesetz das
Recht der Marken, der geschäftlichen Bezeichnungen sowie der geografi-
schen Herkunftsangaben. Dabei schließt nach § 3 MarkenG das MarkenG
die Heranziehung anderer als markengesetzlicher Vorschriften zum Kenn-
zeichenschutz nicht aus.
Während das deutsche Kennzeichenrecht, jedenfalls was die Registermar-
ke angeht, harmonisiertes europäisches Recht darstellt, unterliegen kenn-
zeichenrechtliche Auseinandersetzungen in Deutschland weiterhin dem
nationalen Recht. Allerdings sind auch für die markenrechtlichen Konflik-
te zunehmend europäische Einflüsse unverkennbar. Zu verweisen ist hier
z.B. auf die Enforcement-Richtlinie und natürlich die Rechtsprechung des
EuGH.
Verstöße gegen die im MarkenG als Teil des Deliktsrechts geregelten
Kennzeichenrechte lösen üblicherweise u.a. Unterlassungsansprüche,
Beseitigungsansprüche, Auskunftsansprüche oder Schadenersatzansprü-
che aus. In der Praxis liegt der Schwerpunkt der Konflikte allerdings eher
im Bereich der Unterlassungsansprüche. Das liegt zum einen daran, dass
Ansprüche auf Ersatz des durch eine Zeichenverletzung ausgelösten
Schadens häufig schwer quantifizierbar sind. Auch ist die Durchsetzung
des Schadenersatzanspruchs nach jahrelangen gerichtlichen Verfahren
Rechtsanwalt
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
2
gerade auch im Bereich der Produktpiraterie und der damit verwandten
Sachverhalte häufig unmöglich.
Zum anderen liegt das Überwiegen von Unterlassungsansprüchen in
kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen in dem Umstand begrün-
det, dass sie im Wege der vorgerichtlichen Abmahnung des des einstwei-
ligen Rechtschutzes in der Praxis häufig schnell und effektiv durchgesetzt
werden können.
Die deutsche Rechtspraxis entwickelte für die kennzeichenrechtliche Ab-
mahnung und die kennzeichenrechtliche einstweilige Verfügung Beson-
derheiten, die Gegenstand meines Beitrages sind (vgl. auch meine Kom-
mentierung zu § 14 MarkenG Rn 378 ff in Ekey, Bender, Fuchs-
Wissemann, Heidelberger Kommentar zum Markenrecht Band 1, 3. Aufl.,
Heidelberg 2014, die diesen Ausführungen zugrunde liegen).
II
Abmahnung
§ 12 Abs. 1 UWG (Gesetz gegen den unlauteren Wettbewerb) enthält für
das Recht des unlauteren Wettbewerbs die Obliegenheit des Gläubigers,
seinen Schuldner vor Einleitung eines gerichtlichen Verfahrens abzumah-
nen, um ihm die Möglichkeit zu geben, den Streit durch Abgabe einer
strafbewerten Unterlassungserklärung beizulegen.
Als Abmahnung kann eine außergerichtliche Mitteilung des von einer
wirklichen oder vermeintlichen Verletzungshandlung Betroffenen an ei-
nen mutmaßlichen Verletzer verstanden werden, wonach dieser sich
rechtswidrig verhalten hat, verbunden mit der Aufforderung, das Verhal-
ten zukünftig zu unterlassen und innerhalb einer zu bestimmenden Frist
eine strafbewerte Unterlassungserklärung abzugeben.
Die Abmahnung soll einem Verletzer den Weg eröffnen, z.B. den marken-
rechtlich Verletzten klaglos zu stellen (Ekey in Ekey/Bender/Fuchs-
Wissemann, HK MarkenG, § 14 Rn 426 ff, 3. Aufl.).
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
3
1. Entsprechende Anwendung von § 12 Abs 1 S. 1 UWG
Gemäß einer starken, in der InstanzRspr und Literatur vertretenen Auffas-
sung ist § 12 Abs 1 S. 1 UWG auch im Markenverfahrensrecht analog
anzuwenden (Hacker in Ströbele/Hacker, MarkenG, § 14 Rn 426, 10.
Aufl., Fn 1083 jew. mN d. zT widersprüchlichen Rspr der Instanzgerichte;
Ingerl/Rohnke Vor §§ 14-19 Rn 94, 2. Aufl; Fezer § 14 Rn 1081 ff, 4.
Aufl.).
Teplitzky ua nehmen keine im Markenrecht für eine Analogie unerlässli-
che Rechtslücke an, weil im Markenrecht weiterhin die gefestigten Regeln
über die Geschäftsführung ohne Auftrag greifen würden (s. auch BGH
WRP 2008, S. 1449 f – Clone-CD; BGH WRP 2007, 325 ff – „Abmah-
nung außerhalb des Wettbewerbsrechts“; OLG München MarkenR 2006,
236 f – Erstattung von Abmahnkosten; Teplitzky, Wettbewerbsrechtliche
Ansprüche und Verfahren, Kap 41 Rn 1, 10. Aufl.; Ditmer in Bü-
scher/Dittmer/Schiwy, Gewerblicher Rechtsschutz pp., Vor § 12 UWG Rn
92, 2. Aufl.; Ingerl/Rohnke, Vor §§ 14-19 d Rn 295; Hirsch in Fezer,
Handbuch der Markenpraxis, Markenverletzungsverfahren I 4 Rn 77, 2.
Auf.). Aus diesem Grund scheide eine Analogie grds aus.
Hiergegen spricht aber die Verschränkung der durch das Markengesetz
sowie das UWG geregelten Rechtsgebiete. Sowohl zB der Schutz der
geografischen Herkunftsbezeichnungen in § 5 Abs 1 Nr 1 UWG „geogra-
fische oder betriebliche Herkunft“ als auch in §§ 126 ff beziehen sich auf
gleichlaufende Sachverhalte. Auch nach § 2 soll der Schutz nach dem
MarkenG die Anwendung anderer Vorschriften also auch von § 12 I
UWG nicht einschließen. Hinzu kommt, dass der Schutz geschäftlicher
Kennzeichen in §§ 5, 15 zuvor in § 16 aF geregelt war und durch die Ein-
fügung von § 12 I UWG keine Änderung der Rechtslage eintreten sollte.
Diese Gefahr bestünde jedoch, wenn nunmehr der Schutz nach §§ 5, 15
nach anderen Regeln als den in § 12 Abs. 1 UWG normierten zu erfolgen
hätte. Im Ergebnis praktiziert die Rspr ohnehin faktisch die entsprechende
Anwendung von § 12 Abs UWG auf markenrechtliche Streitigkeiten (vgl
nur Runkel, Anwaltsformulare Gewerblicher Rechtschutz, 5. Auf S. 394 f
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
4
mN). Um auch einen weiteren Gleichklang insbesondere der Rspr mit
Ansprüchen aus dem UWG und dem dieses Gesetzes bei ihrer Durchset-
zung zu gewährleisten, ist die hier empfohlene Analogie geboten.
2. Notwendigkeit der Abmahnung
Nach § 93 ZPO hat der Kläger die Verfahrenskosten zu tragen, wenn der
Beklagte nicht durch sein Verhalten zur Einl gerichtlicher Maßnahmen
Veranlassung gegeben hat und er den Anspruch des Klägers sofort aner-
kennt.
Vor der gerichtlichen Geltendmachung markenrechtlicher Ansprüche hat
zwar nicht als Zulässigkeitsvoraussetzung, aber zur Vermeidung der Kos-
tenlast nach § 93 ZPO die vorherige wirksame Abmahnung des Verletzers
zu erfolgen (statt aller BGH NJW 1990, 1905 f – Antwortpflicht des Ab-
gemahnten; OLG Hamburg NJW-RR 2002, 215 f lässt zur Änderung der
Kostenentscheidung bei ergangener einstweiliger Verfügung ohne vorhe-
rige Abmahnung das Rechtsmittel des Widerspruches zu; OLG Schleswig
MMR 2001, 176 ff; OLG Frankfurt GRUR-RR 2001, 72 – einstweilige
Verfügung vor Abmahnung; OLG Köln NJW-RR 1989, 58; 1987, NJW-
RR 1448; OLG Hamm NJW-RR 1987, 428; OLG Bremen NJW 1970,
867; Fezer § 14 Rn 542; Teplitzky Kap 41 Rn 2). Dies gilt selbst bei bes
zeitgebundenen Verstößen, zB während einer Messe, bei der auch münd-
liche Abmahnungen möglich und erforderlich sein können (OLG Köln
NJW-RR 1987, 36; zw OLG Köln WRP 1974, 563 f). Eine Abmahnung
kann dann entbehrlich sein, wenn der Störer erklärt, einer gerichtlichen
Auseinandersetzung gelassen entgegenzusehen (LG Hagen WRP 2002,
360 ff).
In § 12 Abs 1 UWG und nunmehr auch in § 97 a Abs. 1 S. 2, Abs. 2 UrhG
hat der Gesetzgeber die Pflicht des zum Unterlassungsverlangen berech-
tigten Gläubigers normiert, vor Einleitung von gerichtlichen Schritten den
Schuldner abzumahnen und ihm Gelegenheit zu geben, durch Abgabe
einer mit einer angemessenen Vertragsstrafe bewehrten Unterlassungsver-
pflichtung die Auseinandersetzung beizulegen (vgl Ekey in HK-WettbR
§ 12 Rn 2 ff). Hierin kommt ein allgemeiner Grundsatz zum Ausdruck
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
5
(vgl auch Köhler FS für F Erdmann, München 2002, 845 ff, der eine ge-
wohnheitsrechtliche Anspruchsgrundlage annimmt), der auch ohne die
teilweise abgelehnte Analogie von § 12 Abs. 1 UWG im Markenrecht gilt.
3. Ausnahme von der Notwendigkeit einer vorherigen Abmahnung
Von dem Grundsatz, vor Einl gerichtlicher Schritte zur Vermeidung von
Kostennachteilen den Schuldner zunächst abzumahnen, sind im MarkenR
für bestimmte Fallgruppen Ausnahmen zuzulassen. Entbehrlich ist eine
vorherige Abmahnung (ausnahmsweise) nur dann, wenn dem Gläubiger
des Anspruchs eine Abmahnung nach den Umständen des Einzelfalles
objektiv unzumutbar ist (Hirsch in Fezer, Handbuch der Markenpraxis, I 4
Markenverletzungsverfahren, Rn 30). Dies wird dann angenommen, wenn
eine Abmahnung die Durchsetzung der berechtigten Ansprüche des Gläu-
bigers vereiteln würde oder dies aus seiner Sicht zumindest zu befürchten
steht (zur Entbehrlichkeit der Abmahnung bei einem wettbewerbsrechtli-
chen Sequestrationsanspruch: OLG Düsseldorf NJW- WettbR 1998, 234 f;
allg OLG Köln OLG-Report 2001, 12 f; OLG Düsseldorf WRP 1997,
471 – Ohrstecker; OLG Nürnberg WRP 1995, 427; KG WRP 1984, 325 f;
OLG Hamburg GRUR 1984, 758; OLG Frankfurt GRUR 1983, 753 ff –
Pengo; Hoene in Hoene Runkel, Anwaltsformulare Gewerblicher Recht-
schutz , S. 17 f, 5. Aufl mN; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 16).
Bei einer einstweiligen Verfügung zur Sicherstellung von Produktpirate-
riewaren zur Sicherung des Vernichtungsanspruchs gem § 18 soll eine
vorherige Abmahnung nicht notwendig sein (OLG Frankfurt GRUR 2006,
264 – Abmahnerfordernis; OLG Stuttgart NJW-RR 2001, 257 f – Porsche
Spider 550; Fezer § 18 Rn 34; aA OLG Braunschweig GRUR-RR 2005,
103 f – Flüchtige Ware; OLG Köln WRP 1983, 453).
Einer Abmahnung bedarf es dann nicht, wenn der Verletzte bei objektiver
Würdigung der Umstände des Einzelfalls zu dem Erg gelangen kann, er
werde sein berechtigtes Begehren nicht ohne gerichtliche Hilfe durchset-
zen können, weil die Erfolglosigkeit der Abmahnung von vornherein vo-
rauszusehen ist oder weil es aus anderen Gründen unzumutbar ist, den
Verletzer vor Beschreitung des Gerichtsweges zur Unterlassung aufzufor-
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
6
dern (OLG Schleswig MMR 2001, 176 f; OLG Köln OLG-Report 2001,
12 f).
Entspr den zum UWG entwickelten Kriterien ist bei Vorliegen eines
schweren Markenrechtsverstoßes oder eines vorsätzlichen Handelns des
Schuldners nach richtiger Auffassung eine Abmahnung ebenfalls entbehr-
lich (OLG Stuttgart NJW-RR 2001, 257 f – Porsche Spider 550; OLG
Köln OLG-Report 2001, 12 f; WRP 1984, 349; WRP 1977, 276; NJW
1969, 935; OLG Düsseldorf GRUR 1979, 191; OLG Frankfurt GRUR
1985, 240; WRP 1982, 589; KG WRP 1984, 326 f; OLG Schleswig
GRUR 1973, 103 f; OLG Hamburg WRP 1972, 262, 388; Baum-
bach/Hefermehl UWG Einl Rn 543; Stein/Jonas/Borg, ZPO § 93 Rn 18;
Steininger WRP 1999, 1195 ff; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 13; aA, die
an Bedeutung gewinnt, KG WRP 2003, 101 f – Entbehrliche Abmahnung
mN; OLG München WRP 1983, 45; OLG Hamburg NJW-WettbR 1996,
93 f; Melullis Rn 770 f; Teplitzky Kap 41 Rn 22, 25; Sosnitza in
Piper/Ohly/Sosnitza UWG, § 12 Rn 7, 5. Aufl. jeweils mN). Wenn ein
Verletzer sich vorsätzlich oder grob fahrlässig mittels eines schweren
Verstoßes über markenrechtliche Normen hinwegsetzt, ist dieser Fall
gleich dem zu bewerten, in dem der Verletzer gegen ein tituliertes Verbot
verstößt. Dann darf es dem Verletzten nicht zugemutet werden, mit der
sofortigen Einl gerichtlicher Schritte abzuwarten und gar noch mit dem
Rechtsverletzer zu kommunizieren (Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 14; aA
zB Teplitzky Kap 41, Rn 25 mN, der lediglich ausnahmsweise und meist
nur iVm anderen Umständen aus der Vorsätzlichkeit der Verletzungs-
handlung den Schluss ziehen will, dass eine Abmahnung zwecklos sei; so
auch OLG Schleswig MMR 2001, 176 f mN).
Um das Kostenrisiko des Verletzten zu reduzieren, sollte die Beurteilung,
ob eine Abmahnung entbehrlich erschien, aus der Sicht des Verletzten
erfolgen (Grüber in Walter/Grüber, Anwaltshandbuch, S 5; Ekey in HK-
WettbR § 12 Rn 15). IÜ ist in Zweifelsfällen der Gläubiger eines marken-
rechtlichen Anspruchs gut beraten, seinen Schuldner vor der Einl gericht-
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
7
licher Schritte abzumahnen, wenn nicht die zur Unzumutbarkeit einer
Abmahnung führenden Gesichtspunkte offensichtlich vorliegen.
4. Einzelheiten der Abmahnung
a) Form
Für eine Abmahnung ist keine Form vorgeschrieben. Sie kann schriftlich,
mündlich, fernmündlich, durch Telefax, durch Telebrief oder durch E-
Mail erfolgen (vgl zB OLG Köln OLG-Report 2001, 12 f; Teplitzky Kap.
41 Rn 12). Wie sonst auch im Rechtsverkehr empfiehlt es sich, eine Form
für die Vornahme der Abmahnung zu wählen, bei der nicht nur die Tatsa-
che der Abmahnung, sondern auch die des Zugangs bewiesen werden
kann (OLG München NJW-WettbR 1998, 65; Hirsch in Fezer, Handbuch
der Markenpraxis I 4 Markenverletzungsverfahren, Rn 33, 2. Aufl.; Ekey
in HK-WettbR § 12 Rn 19).
Sofern die Abmahnung keine einseitige Willenserklärung nach § 174
BGB darstellt, bedarf es nach richtiger Meinung auch nicht der Beifügung
einer Vollmacht eines etwaigen Vertreters (BGH GRUR 2010, 1120 ff –
Vollmachtsnachweis: „Wenn die Abmahnung mit einem Angebot zum
Abschluss eines Unterwerfungsvertrages verbunden ist“; OLG Karlsruhe
NJW-RR 1990, 1323; KG GRUR 1988, 79; OLG Hamburg WRP 1986,
106; OLG Köln WRP 1985, 360; OLG Hamm WRP 1982, 592; eingehend
zum Ganzen Teplitzky Kap 41 Rn 6 a) mN; Pfister WRP 2002, 799 ff;
Gloy § 60 Rn 30; Baumbach/Hefermehl UWG Einl Rn 530 ff, 22. Aufl;
Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 19; aA OLG Düsseldorf WRP 2001, 52 f –
Abmahnvollmacht; OLG Nürnberg GRUR 1991, 387; OLG Dresden
NJW-WettbR 1999, 140, 142; Sosnitza in Piper/Ohly/Sosnitza, § 12 Rn 3.;
Melullis Rn 396, wonach der Verletzer nach einer Abmahnung den
Nachweis einer Vollmacht verlangen kann).
Bei einer bloßen Abmachung, die kein Angebot zum Abschluss eines
Unterwerfungsvertrages enthält, soll wegen ihres Charakters als einseitige
Erklärung § 174 BGB entsprechend anzuwenden sein, weil die Analogie
bei allen geschäftsähnlichen Handlungen geboten sei (Bornkamm in Köh-
ler/Bornkamm UWG § 12 Rn 1.27 mN). Hiergegen spricht, dass für die
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
8
Annahme einer entsprechenden Anwendung von § 174 BGB auf Abmah-
nungen im gewerblichen Rechtsschutz aus Gründen der auch von der hM
aufgeführten Gesichtspunkte (Praktikabilität usw, s. auch Bornkamm aaO
Rn 1.25) es an einer Regelungslücke mangelt.
b) Inhalt
Die Abmahnung enthält zunächst die Aufforderung an den markenrechtli-
chen Störer, eine Unterlassungserklärung für den Fall einer erstmaligen
oder erneuten markenrechtlichen Verletzungshandlung abzugeben, die mit
dem Versprechen verbunden ist, im Falle der Zuwiderhandlung eine an-
gemessene Vertragsstrafe zu zahlen. Der Abmahnung kommt eine Streit-
vermeidungs-, Warn- und Kostenvermeidungsfunktion zu (statt aller Sos-
nitza, aaO, Rn 2).
Der Abgemahnte muss erkennen können, aufgrund welcher Marke er ab-
gemahnt wird. Bei einer Registermarke genügt die Angabe der Register-
nummer; im Falle der Abmahnung wegen einer Benutzermarke sollte
jedenfalls die Benutzung und die etwaige Verkehrsgeltung nach § 4 Nr 2
behauptet werden. Nicht erforderlich ist, dass der Abmahnende nähere
Ausführungen zum Erwerb und Bestand seines Schutzrechtes macht. Er-
folgen solche dennoch, so dürfen sie weder unrichtig noch missverständ-
lich oder irreführend sein (BGH NJW-RR 1995, 810 – Abnehmerwar-
nung; OLG Hamburg GRUR-RR 2002, 145 ff – Cat Stevens II). Sofern
die Anmeldung eines Zeichens als Marke, die vorrangige Rechte verletzen
würde, eine Begehungsgefahr schafft, vermag bereits die Rücknahme der
Anmeldung oder die Beschränkung des Waren- und Dienstleistungsver-
zeichnisses die Erstbegehungsgefahr auszuräumen, ohne dass es der Ab-
gabe einer strafbewehrten Unterlassungserklärung bedarf (Dittmer, Bü-
scher/Dittmer/Schiwy, Vor § 12 UWG Rn 22).
Während die durch einen Markenrechtsverstoß begründete Wiederho-
lungsgefahr nur durch eine strafbewehrte Unterlassungserklärung ausge-
räumt werden kann, genügt zur Eliminierung der Erstbegehungsgefahr die
vorbehaltlose und eindeutige Erklärung, dass die zu beanstandende Hand-
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
9
lung in der Zukunft nicht vorgenommen wird (BGH GRUR 2001, 1174 ff
– Berühmungsaufgabe; Dittmer aaO, Rn 21).
IdR bedarf die geforderte Unterwerfungserkl. auch entspr § 12 I UWG der
Absicherung durch ein Vertragsstrafeversprechen, weil nur dieses, ähnlich
wie ein gerichtlicher Titel, vor weiteren Verstößen sichert. Die Vertrags-
strafe wird durch jeden schuldhaften Verstoß gem § 339 BGB verwirkt;
aus diesem Grund bestehen gegen die Praxis, die Vertragsstrafe lediglich
für den Fall eines schuldhaften Verstoßes zu versprechen, keine Beden-
ken, denn eine Haftung aus dem Vertragsstrafeversprechen setzt regelmä-
ßig Verschulden voraus (BGH NJW 1972, 1883, 1885; Hacker in Ströbe-
le/Hacker, § 14 Rn 389). Die Haftung für Erfüllungsgehilfen darf aller-
dings nicht ausgeschlossen werden. Des Weiteren muss sich die strafbe-
wehrte Unterlassungserklärung auf jeden einzelnen Fall der Zuwiderhand-
lung beziehen (Dittmer aaO, Rn 64).
Damit soll jedoch nicht zum Ausdruck gebracht werden, der Schuldner
müsse auf die Einrede des Fortsetzungszusammenhangs verzichten (BGH
WRP 1993, 240 f – Fortsetzungszusammenhang). IF vorsätzlichen
Rechtsverstoßes des Schuldners soll der Gläubiger dagegen den Aus-
schluss des Fortsetzungszusammenhangs fordern dürfen (BGH WRP
1993, 240 f – Fortsetzungszusammenhang). IÜ steht auch die Geltendma-
chung von hohen Vertragsstrafen unter dem Vorbehalt von §§ 343, 242
BGB (vgl statt aller Einl Bornkamm in Hefermehl/Köhler/Bornkamm
UWG, § 12 Rn 1.145 aE).
Der ordnungsgemäß Abmahnende, der das beanstandete Verhalten mög-
lichst genau darzulegen hat, so dass der Abgemahnte erkennen kann, was
ihm vorgeworfen wird, wodurch er in die Lage versetzt wird, die Richtig-
keit des Vorwurfs zu überprüfen (Dittmer aaO, Rn 20), muss das Unter-
lassungsversprechen selbst nicht vorformulieren. Es obliegt dem Schuld-
ner, die Erstbegehungs- oder Wiederholungsgefahr durch eine entspr Er-
klärung auszuräumen. Weiterhin sollte in der Abmahnung eine Frist ge-
setzt werden, innerhalb derer der Schuldner sich idR strafbewehrt zu un-
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
10
terwerfen hat unter Androhung der Einl gerichtlicher Schritte, wenn diese
Frist fruchtlos verstreicht (statt aller Teplitzky Kap 41 Rn 14 mN).
Enthält die Abmahnung keine Fristsetzung oder eine zu gering bemessene
Frist, so wird durch ihren Zugang eine angemessene Frist in Lauf gesetzt.
Ein abgemahnter Störer ist nämlich aufgrund der durch seinen Marken-
rechtsverstoß entstandenen und durch die Abmahnung konkretisierten
Sonderbeziehung nach Treu und Glauben verpflichtet, auf die Abmah-
nung fristgerecht durch Abgabe einer ausreichend strafbewehrten Unter-
lassungserklärung zu antworten oder die Abgabe abzulehnen (BGH NJW
1990, 1905 f – Antwortpflicht des Abgemahnten; OLG Hamburg WRP
1999, 969, 971). Diese Pflicht besteht nicht bei unberechtigten Abmah-
nungen (BGH NJW 1995, 715, 717 – Kosten bei unberechtigter Abmah-
nung).
Wann eine Frist angemessen ist, kann nicht generell beantwortet werden,
sondern obliegt der Einzelfallprüfung. Üblicherweise benötigt ein mut-
maßlicher Schuldner mindestens eine Woche Zeit, um die gegen ihn erho-
benen Vorwürfe unter Einschaltung sachverständigen Rates zu überprüfen
(OLG Stuttgart WRP 2004, 1395 LS; Sosnitza aaO, Rn 17). Bei sehr eili-
gen Angelegenheiten kann dagegen die Frist sogar lediglich nur nach
Stunden oder Minuten zu bemessen sein (OLG München WRP 1988,
62 f).
Wenn die dem Schuldner eingeräumte Antwortfrist sich als zu kurz be-
messen herausstellt, etwa weil sie erst am Tage des Fristablaufes zuge-
gangen ist, sollte der Gläubiger um eine entspr Fristverlängerung gebeten
werden. Geschieht dies nicht, ist es dem Schuldner ggf verwehrt, sich auf
seine fehlende Veranlassung der Einl gerichtlicher Schritte zu berufen
(Melullis Rn 391 mN; Teplitzky Kap 41 Rn 16; Ekey in HK-WettbR § 12
Rn 35; aA OLG Hamburg WRP 1995, 1043). Allerdings tritt an die Stelle
der zu kurzen eine angemessene Frist (BGH GRUR 1990, 381 f – Ant-
wortpflicht des Abgemahnten).
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
11
c) Vertragsstrafe
Die vom Schuldner zu versprechende Vertragsstrafe muss hoch genug
sein, damit es für ihn aus der Sicht des Gläubigers unwirtschaftlich sein
würde, gegen das Verbot zuwider zu handeln (BGH NJW 1983, 941 ff).
Die Höhe des Strafversprechens bestimmt sich nach Branche, Bedeutung,
Umsatz und Gewinn des Unternehmens, Art und Umfang der Verlet-
zungshandlung unter bes Berücksichtigung ihrer Gefährlichkeit sowie
dem Umstand, dass der Vertragsstrafe auch eine Sanktionswirkung zu-
kommt (OLG Oldenburg GRUR-RR 2010, 252 f – Pkw-Laufleistung; AG
Frankfurt WRP 2002, 856 ff).
Die der Sicherung dienende Vertragsstrafevereinbarung kann auch nach
§ 315 BGB in der Form getroffen werden, dass für den Fall einer zukünf-
tigen Zuwiderhandlung gegen die Unterlassungspflicht dem Gläubiger
oder nach § 317 BGB einem Dritten die Bestimmung der Vertragsstrafe-
höhe nach seinem billigen Ermessen überlassen bleibt (BGH NJW 1994,
45 f – Vertragsstrafebemessung mN).
Wenn der Gläubiger in seiner Abmahnung für den Fall der Nichtabgabe
der geforderten Unterwerfungserklärungen die Einl eines Hauptsache- und
eines einstweiligen Verfügungsverfahrens angedroht und der Schuldner
hierauf nicht reagiert hat, kann der Abgemahnte sich nicht auf die Ver-
günstigung des § 93 ZPO berufen, sofern er erst nach Ablauf einer in
Gang gekommenen angemessenen Frist die inzwischen ebenfalls bean-
tragte und erlassene Beschlussverfügung als endgültige Regelung aner-
kennt (OLG Köln NJW-WettbR 1999, 92 ff – Konzernsalve; aA OLG
Dresden NJW-WettbR 1996, 138 mit der unzutreffenden Begr, einstweili-
ge Verfügung und Hauptsacheklage seien auf dasselbe Rechtsschutzziel
gerichtet).
Zu beachten ist in diesem Zusammenhang allerdings die stRspr, dass,
wenn mehrere durch denselben RA vertretene Konzernunternehmen we-
gen eines Wettbewerbsverstoßes in der Weise vorgehen, dass sie den Be-
klagten gleichzeitig in jeweils getrennten Anwaltsschreiben abmahnen,
darin eine missbräuchliche Geltendmachung des Unterlassungsanspruchs
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
12
liegen kann, wenn keine vernünftigen Gründe für dieses Vorgehen ersicht-
lich sind (BGH WRP 2002, 320 ff – Missbräuchliche Mehrfachverfol-
gung; BGHZ 144, 165, 170 ff – Missbräuchliche Mehrfachverfolgung;
BGH GRUR 2001, 82 – Neu in Bielefeld I; GRUR 2001, 84 – Neu in
Bielefeld II; GRUR 2001, 78 – Falsche Herstellerpreisempfehlung). Den
Konzernunternehmen ist es in einem solchen Fall zuzumuten, ihr Vorge-
hen in der Weise zu koordinieren, dass die Abmahnung entweder nur von
einem Konzernunternehmen oder gemeinsam ausgesprochen wird.
Schließlich soll auch die Androhung gerichtlicher Schritte für den Fall der
Nichtabgabe der geforderten strafbewehrten Unterlassungserklärung eine
Wirksamkeitsvoraussetzung der Abmahnung sein (OLG Bremen NJW-RR
1988, 625). Etwas anderes gilt jedoch, wenn dem Schuldner bewusst sein
muss, dass es zu einer gerichtlichen Geltendmachung kommen wird, wenn
er keine genügende Unterwerfungserkl abgibt.
d) Zugang
Nach der hM in Rspr und Lit ist es dem Verletzten nicht zuzumuten, den
Zugang der Abmahnung nachzuweisen. Es soll danach vielmehr genügen,
dass der Absender einer Abmahnung deren postalischen Abgang, nicht
jedoch auch den Zugang beim Abmahnungsempfänger beweist, weil das
Risiko einer ernstlich gewollten, aber fehlgeschlagenen Abmahnung dem
markenrechtlichen Störer, also dem Verursacher der Abmahnung, aufzu-
erlegen ist (OLG Jena NJW-RR 2007, 255 zum Wettbewerbsrecht; vgldN
bei Marx WRP 2004, 970 f zur nunmehrigen Auffassung des OLG Dres-
den, wie hier; OLG Zweibrücken OLG-Report 1997, 23 f; OLG Stuttgart
NJW-WettbR 1996, 163 f; OLG Karlsruhe WRP 1993, 42; KG MDVSW
1993, 735 f; OLG Saarbrücken WRP 1990, 373 f; OLG Frankfurt
MDVSW 1988, 693 f; GRUR 1985, 240; OLG Hamm WRP 1984, 220 f;
OLG Köln GRUR 1984, 142 f; OLG Koblenz WRP 1982, 437; Burchert
WRP 1985, 478, 480; Teplitzky § 41 Rn 6b; Bornkamm in Baum-
bach/Hefermehl UWG Einl Rn 536, 22. Aufl; Ekey in HK-WettbR § 12
Rn 44; aA LG Stuttgart NJW-WettbR 1996, 91 f, durch OLG Stuttgart
NJW-WettbR 1996, 163 f aufgehoben; OLG Dresden WRP 1997, 1201,
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
13
1203; KG WRP 1982, 467 f; OLG Zweibrücken OLG-Report 1997, 23 f;
KG WRP 1994, 39 f; WRP 1992, 67 f; WRP 1982, 467 f; Sosnitza aaO
UWG § 12 Rn 12 f mN; Bornkamm in Baumbach/Hefermehl § 12
Rn 1.31, 25. Aufl; Kreft in Jakobs/Lindacher/Teplitzky, UWG, Vor § 13
Rn 71–83).
Der BGH vertritt eine vermittelnde Position, die im Ergebnis den von der
hM in Rspr und Literatur formulierten Bedürfnissen des Gläubigers von
Ansprüchen im gewerblichen Rechtschutz weitgehend entspricht. Danach
trifft den Beklagten, der auf die Klageerhebung hin eine strafbewerte Un-
terlassungserklärung abgegeben hat und geltend macht, ihm sei die Ab-
mahnung des Klägers nicht zugegangen, grds die Darlegungs- und Be-
weislast für die Voraussetzungen einer dem Kläger die Prozesskosten
auflegenden Entscheidung nach § 93 ZPO. Im Rahmen der sekundären
Darlegungslast soll der Kläger lediglich gehalten sein, substantiiert darzu-
legen, dass das Abmahnschreiben abgesandt worden ist. Kann nicht fest-
gestellt werden, ob das Abmahnschreiben dem Beklagten zugegangen ist
oder nicht, kommt eine Kostenentscheidung nach § 93 ZPO nicht in Be-
tracht (BGH WRP 2007, 781 ff – Zugang des Abmahnschreibens u. Born-
kamm in Baumbach/Hefermehl § 12 Rn 1.33 f, jew mN des Streitstandes).
Allerdings dürfte aber ein erneuter Zustellungsversuch notwendig sein,
wenn der Verletzte positive Kenntnis davon erhält, dass seine Abmahnung
nicht zugegangen ist und ein erneutes Tätigwerden nach den Umständen
des Falles zumutbar ist (KG WRP 2013, 1061 f). In diesem Zusammen-
hang kann der markenrechtliche Störer sich nicht darauf berufen, die Ab-
mahnung sei etwa nur einer Filiale zugegangen und nicht in die Hände der
Geschäftsleitung gelangt, jedenfalls wenn die Filiale in der Werbung an-
gegeben war (OLG Naumburg NJW-WettbR 1999, 241 mN).
Wurde die Abmahnung jedoch durch Einschreiben/Rückschein oder mit
einem anderen Empfangsbekenntnis verbunden versandt und verweigert
der Abzumahnende die Annahme oder Abholung der Abmahnung, wird
der Zugang der Abmahnung als fingiert anzusehen sein (Hirsch in Fezer
Handbuch der Markenpraxis 4 Rn 46 mN).
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
14
Weiterhin sollte der Gläubiger des markenrechtlichen Anspruchs sich
vorsorglich zB durch Telefonanrufe beim Verletzer vergewissern, ob die-
ser die Abmahnung auch erhalten hat, um ggf durch Zeugen die Abmah-
nung nachzuweisen (vgl auch OLG Karlsruhe NJW-WettbR 1997, 128).
Wenn der Abmahnende das Abmahnschreiben nicht ordnungsgemäß
adressierte und frankierte, trifft ihn das Risiko des Zugangs (OLG Düssel-
dorf WRP 1996, 1111; OLG Stuttgart OLG-Report 1998, 5 f).
5. Erstattung der Abmahnkosten
Zunächst enthält § 140 Abs 3 die Regelung, dass die durch die Mitwir-
kung eines Patentanwalts in einer Kennzeichenstreitsache entstehenden
Kosten nach § 13 RVG einschließlich der notwendigen Auslagen des Pa-
tentanwalts zu erstatten sind. Diese Vorschrift ist auch auf die Kosten
einer vorprozessualen Abmahnung durch den PatAnw anzuwenden (Fezer
§ 14 Rn 535 mN; § 140 Rn 15; vgl auch die Komm bei § 140 Rn 15 ff).
§ 140 Abs 3 ist weit auszulegen. Wenn der Gläubiger zwar im Wesentli-
chen wettbewerbsrechtliche Ansprüche geltend macht, der Sachverhalt
aber auch unter kennzeichenrechtliche Anspruchsnormen zu subsumieren
ist (OLG Frankfurt Mitt 1992, 188; OLG Köln Mitt 1980, 138) oder die
Beantwortung kennzeichenrechtlicher Fragen jedenfalls von Bedeutung
ist, gilt ebenfalls die Kostenerstattung nach § 140 Abs 3 (KG GRUR 1968,
454; OLG Frankfurt Mitt 1975, 140; Mitt 1988, 37; Mitt 1991, 173; OLG
Düsseldorf Mitt 1972, 43; Fezer § 140 Rn 14).
Steht fest, dass ein markenrechtlicher Störer kein Abmahnschreiben erhal-
ten hat und liegt auch keine missbräuchliche Zugangsvereitelung der Ab-
mahnung vor, scheidet eine Erstattung entstandener Abmahnkosten wegen
einer versuchten Abmahnung aus (KG WRP 2013, 1061 f).
War die Abmahnung einem gerichtlichen Verfahren vorgeschaltet, stellt
sich die Frage, ob die Kosten, die für eine Abmahnung entstanden sind, zu
den Kosten des Rechtsstreit iSd § 91 ZPO zählen und im Kostenfestset-
zungsverfahren festgesetzt werden können (vgl nur Ekey in HK-WettbR
§ 12 Rn 53 mN). Nach der Rspr des BGH zählt die für die Abmahnung
entstehende Geschäftsgebühr nicht zu den Kosten des Rechtsstreits iSd
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
15
§ 91 ZPO (BGH WRP 2006, 237 f – Geltendmachung der Abmahnkosten
mN). Sie sind somit auch nicht im Kostenfestsetzungsverfahren festset-
zungsfähig. Zwar sollen auch nach Auffassung des BGH zu den Prozess-
kosten nicht nur die durch die Einleitung und Führung eines Prozesses
ausgelösten Kosten, sondern auch diejenigen Kosten zählen, die der Vor-
bereitung eines konkret bevorstehenden Rechtsstreits dienen. Die Kosten
einer Abmahnung gehören aber nicht zu den einen Rechtsstreit unmittel-
bar vorbereitenden Kosten. Dies folgt nach Auffassung des BGH aus der
doppelten Funktion der Abmahnung, nämlich der Streitbeilegung ohne
Inanspruchnahme der Gerichte und es dem Schuldner zu verwehren, den
gerichtlich geltend gemachten Anspruch mit der Kostenfolge des § 93
ZPO anzuerkennen. Beiden Zwecken kommt nicht die Funktion zu, die
Klage vorzubereiten (BGH WRP 2006, 237 f – Geltendmachung der Ab-
mahnkosten m umf N).
Folgt der Abmahnung kein gerichtliches Verfahren, etwa weil der Schuld-
ner des markenrechtlichen Anspruchs sich strafbewehrt unterworfen hat,
kann dem abmahnenden Gläubiger nach ganz hM in der Rspr ein An-
spruch auf Ersatz der Abmahnkosten aus dem Gesichtspunkt der Ge-
schäftsführung ohne Auftrag gem §§ 683 S 1, 677, 670 BGB oder § 12
Abs 1 S. 2 UWG zustehen (BGH WRP 1994, 177, 179 – Finanzkaufpreis
„ohne Mehrkosten“; NJW 1992, 429, 431 – Abmahnkostenverjährung;
NJW 1991, 1229 – Zaunlasur; WRP 1984, 134 – Shop-In-The-Shop I;
NJW 1970, 243 – Fotowettbewerb; OLG Düsseldorf GRUR-RR 2007,
102 f – Peugeot-Tuning; OLG Karlsruhe NJW-RR 1996, 748; LG Berlin
WRP 1999, 1307 – SOAP; Fezer § 14 Rn 546; Ingerl/Rohnke Vor §§ 14–
19 Rn 150; Teplitzky Kap 41 Rn 84; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 54 f,
jeweils mN; aA Palandt/Sprau aaO § 683 Rn 6 unter Hinweis auf Bären-
fänger GRUR 2012, 461 ff, der zum Einen § 12 UWG verkennt und zum
Anderen, dass es sich hier um ein Einschreiten des Verletzten zugunsten
des Verletzers handelt, damit diesem ein kostspieliger Prozess erspart
wird).
§ 12 Abs 1 S. 2 UWG regelt dabei nur den Ersatz für die Kosten vorge-
richtlicher Abmahnungen. Die Vorschrift bietet keine Anspruchsgrundla-
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
16
ge für Abmahnkosten, die erst nach Erlass einer entsprechenden einstwei-
ligen Verfügung anfallen etwa bei Abmahnungen nach Erlass einer sog
Schubladenverfügung (OLG Köln WRP 2007, 379 f – Abmahnung bei
Schubladenverfügung).
Erfolgt der Markenrechtsverstoß schuldhaft, kann der Gläubiger die Er-
stattung der Abmahnkosten auch aus dem Gesichtspunkt des Schadenser-
satzes verlangen (BGHZ 52, 393, 396 – Fotowettbewerb; BGH GRUR
1992, 176 f – Abmahnkostenverjährung; OLG Karlsruhe NJW-RR 1996,
748).
Für alle Anspruchsgrundlagen ist aber Voraussetzung, dass die vorpro-
zessuale Einschaltung des Rechts- oder Patentanwalts zum Zwecke der
Abmahnung erforderlich war. Im Bereich des Markenrechts ist dies zwar
die Regel; von Erforderlichkeit kann aber dann nicht mehr gesprochen
werden, wenn es in einer Routineangelegenheit um Serienabmahnungen
einer Vielzahl von Verletzern wegen gleichartiger Verstöße geht (OLG
Düsseldorf NJW-RR 2002, 122 ff – Rechtsanwaltsabmahnungen in Rou-
tinesachen). Ein derartiges Massengeschäft erfordert auch im MarkenR
nicht die Einschaltung eines Rechtsanwalts.
Abgesehen von der Begrenzung der Höhe der Abmahnkosten in § 140
Abs 3 sind strenge Maßstäbe an die Ermittlung der Höhe des Kostener-
stattungsanspruchs zu stellen. Der Gläubiger kann nur diejenigen Kosten
erstattet verlangen, die unbedingt notwendig waren, wobei auch auf die
Verhältnisse in der Sphäre des Abmahnenden abzustellen ist (OLG Karls-
ruhe NJW-RR 1996, 748 billigt dem Gläubiger einen Anspruch auf Erstat-
tung der Rechtsanwaltskosten der Abmahnung gegen den Gläubiger rich-
tigerweise auch für den Fall zu, dass der Gläubiger über eine eigene
Rechtsabteilung mit einem Volljuristen verfügt).
Einem Abmahnenden, der mit seiner Abmahnung die Löschung einer
Marke bei Löschungsreife wegen Nichtbenutzung der Marke erreichen
will, steht dagegen kein Erstattungsanspruch der Abmahnkosten zu, weil
es an einer rechtswidrigen Verletzungshandlung des Abgemahnten man-
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
17
gelt (BGH GRUR 1980, 1074 – Aufwendungsersatz; OLG Stuttgart Mitt
1980, 178 f – Kostenerstattung I; Fezer § 14 Rn 543, 547 mN).
Wer einen anderen aus einem vor seiner Eintragung von Amts wegen auf
Schutzfähigkeit zu prüfenden Schutzrecht verwarnt, kann grds auch nicht
wegen schuldhaften Eingriffs in den eingerichteten und ausgeübten Ge-
werbebetrieb des Verwarnten schadensersatzpflichtig gemacht werden,
selbst wenn sich die Verwarnung wegen späterer Vernichtung des Schutz-
rechts nachträglich als unrichtig erweist (OLG Düsseldorf GRUR-RR
2002, 213 ff – Auslaufendstücke für Sanitärarmaturen).
Die zu erstattenden Rechtsanwaltskosten sind in ihrer Höhe durch das
RVG begrenzt und betragen regelmäßig eine 1,5 Geschäftsgebühr (OLG
Düsseldorf GRUR-RR 2007, 102 f – Peugeot-Tuning). Gemäß § 140
Abs 3 sind die Gebühren nach §§ 2, 13 RVG iVm dem Vergütungsver-
zeichnis einschließlich der notwendigen Auslagen des Patentanwalts zu
erstatten (vgl die Komm dort).
6. Die Pflicht des Abgemahnten gegenüber einer berechtigten Ab-
mahnung: Abgabe einer strafbewehrten Unterlassungserklärung
Den Schuldner einer berechtigten Abmahnung trifft zunächst eine Aufklä-
rungspflicht. Durch das rechtswidrige Verhalten des Schuldners entsteht
zwischen diesem und dem Gläubiger ein gesetzliches Schuldverhältnis,
welches durch die Abmahnung geprägt und gem § 242 BGB (Gesichts-
punkt von Treu und Glauben) bestimmt wird. Hieraus rührt die Pflicht,
den abmahnenden Gläubiger in angemessener Zeit und Form über den
relevanten Sachverhalt aufzuklären und ihn damit von der Einl sinnloser
Rechtsstreitigkeiten zu bewahren (Sosnitza in Piper/Ohly/Sosnitza UWG
§ 12 Rn 20 mN).
Erklärt der Schuldner, sich bei Versprechen einer angemessenen Vertrags-
strafe für jeden Fall des erstmaligen oder erneuten Verstoßes gegen die
Unterlassungsverpflichtung zu unterwerfen, kommt ein schuldrechtliches
Verhältnis zwischen Gläubiger und Schuldner gem § 241 Abs 2 BGB
zustande. Der Unterwerfungsvertrag begründet für den Schuldner die
Hauptpflicht, die in der Vereinbarung formulierte Handlung zukünftig zu
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
18
unterlassen, wobei die Vertragsschließenden sich bei der Formulierung
der Unterlassungspflicht nicht an die konkrete Verletzungsform anlehnen
müssen, sondern auch weitergehende Unterlassungsansprüche statuieren
können (BGH WRP 1999, 544, 547 – Datenbankabgleich; GRUR 1992,
61, 62 f – Preisvergleichsliste; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 69 mN).
Die Abgabe einer strafbewehrten Unterlassungserklärung lässt die Wie-
derholungsgefahr für eine erneute Markenrechtsverletzung entfallen. Die
Unterlassungserklärung wird im Zweifel nicht eng auszulegen sein, weil
sie sich auf den Unterlassungsanspruch bezieht, der im Kern gleichartige
Verletzungshandlungen umfasst (BGH GRUR 2010, 167 ff Rn 22 mN).
An den Wegfall der Wiederholungsgefahr werden mit Recht strenge An-
forderungen gestellt. Eine durch ein angemessenes Vertragsstrafeverspre-
chen abgegebene Unterlassungserklärung muss, um die aufgrund einer
konkreten Verletzungshandlung zu vermutende Wiederholungsgefahr
auszuräumen, eindeutig und hinreichend bestimmt sein und den ernstli-
chen Willen des Schuldners erkennen lassen, die fragliche Handlung nicht
mehr zu begehen. Sie muss daher grds den bestehenden gesetzlichen Un-
terlassungsanspruch nach Inhalt und Umfang voll abdecken und dement-
sprechend uneingeschränkt, unwiderruflich, unbedingt und grds auch ohne
die Angabe eines Endtermins erfolgen (stRspr BGH NJW-RR 2002,
608 ff – Weit-vor-Winter-Schluss-Verkauf mN). Einschränkungen der
Unterlassungspflicht können im Einzelfall zulässig sein, dürfen aber die
Gefahr der Wiederholung der markenrechtswidrigen Handlung nicht be-
seitigen (BGH NJW-RR 2002, 608 ff – Weit-vor-Winter-Schluss-
Verkauf). Setzt der Verletzer nach Abgabe der strafbewehrten Unterlas-
sungserklärung die Schutzrechtsverletzungen fort, begründet er eine neue
Wiederholungsgefahr (BGH NJW-RR 1998, 1198 ff – GS Zeichen; OLG
Schleswig WRP 2002, 859 f).
Ein Unterwerfungsvertrag kommt nicht wirksam zustande, wenn die Ge-
schäftsgrundlage des Schuldners der Unterlassungserklärung entfallen ist
und dies für den Gläubiger beim Zugang der Erklärung auch ohne weite-
res erkennbar war (OLG Köln OLG-Report 2002, 153 f). Geschäftsgrund-
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
19
lage des Unterwerfungsvertrages ist nämlich die Vorstellung respektive
die Erwartung insb des Schuldners, mit Abgabe der Unterlassungserklä-
rung werde die wettbewerbsrechtliche Auseinandersetzung beendet. Be-
treibt der Gläubiger indes parallel ein Verfahren auf Erlass einer einstwei-
ligen Verfügung, realisiert sich diese Vorstellung des Schuldners nicht.
Dessen Vertragserklärung ist daher der eingetretenen Situation entspr
anzupassen (OLG Köln OLG-Report 2002, 153 f).
Zwar dürfte die Abgabe der Unterlassungsverpflichtungserklärung nach
§ 780 BGB der Schriftform bedürfen, wenn sie nicht auf der Seite des
Schuldners ein Handelsgeschäfts ist (§ 350 HGB); sie soll aber gleichwohl
auch per Telefax, Fernschreiben oder E-Mail wirksam sein, wobei der
Gläubiger einen Anspruch besitzt, dass der Schuldner ihm diese noch
schriftlich bestätigt, weil es sonst an der Unterwerfungsbereitschaft man-
geln würde (BGH NJW 1990, 3147 f – Unterwerfung durch Fernschrei-
ben). Nach § 126 Abs 3 BGB dürfte die „elektronische Form“ als Ersatz
für die Schriftform jedenfalls unter Kaufleuten Anerkennung finden (hier-
zu Rossnagel NJW 2001, 1817, 1825 f; Müglich MMR 2000, 7, 10, 13).
Ein Unterwerfungsvertrag kommt auch dann zustande, wenn der Unterlas-
sungsschuldner eine ihm mit der Abmahnung übermittelte vorbereitete
Unterwerfungserklärung abändert, im Begleitschreiben ausführt, sie gehe
zu weit, er – der Schuldner – gehe davon aus, dass mit der Abänderung
die Abmahnung als erledigt angesehen werden könne – andernfalls würde
um Rückruf gebeten – und der Abmahnende die geänderte Fassung weder
zurückweist noch anderweitig zum Ausdruck bringt, dass sie ihm nicht
ausreiche (OLG Köln WRP 2000, 226 ff – Neuheiten der Créateurs).
Verstößt der Unterlassungsschuldner trotz Abschluss des Unterwerfungs-
vertrages mit dem Gläubiger gegen die Unterlassungspflicht, hat er die
Vertragsstrafe verwirkt. Darüber hinaus kann der Gläubiger dann von dem
Schuldner eine neue Unterlassungserklärung mit einem deutlichen höhe-
ren Vertragsstrafenversprechen fordern, um die erneut entstandene Wie-
derholungsgefahr auszuräumen (BGH NJW-RR 1990, 561 – Abruf-
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
20
Coupon). Weiterhin stehen dem Gläubiger alle rechtlichen Möglichkeiten
offen, wenn er sich nicht auf eine erneute Abmahnung einlassen will.
Weigert sich der Gläubiger des markenrechtlichen Anspruches ohne
Grund, die mit einer Vertragsstrafe verbundene Unterlassungsverpflich-
tungserklärung des Schuldners anzunehmen, so ist die für eine begründete
Unterlassungsklage notwendige Wiederholungsgefahr entfallen (BGH
WRP 1983, 264 – wiederholte Unterwerfung I).
7. Die unberechtigte Abmahnung
Eine Abmahnung soll immer dann unbeachtlich sein, wenn dem Abmah-
nenden kein durchsetzbarer Unterlassungsanspruch zusteht (Deutsch WRP
1999, 25).
Sie ist auch dann unwirksam, wenn sie die an eine Abmahnung zu stellen-
den Mindestanforderungen nicht erfüllt. So muss in ihr deutlich zum Aus-
druck gebracht werden, welches konkrete Verhalten beanstandet wird
(OLG Stuttgart NJW-WettbR 1996, 281 f – Zahnärztliches Abrechnungs-
büro mN).
Der Inhaber einer eingetragenen Marke kann bei einer Verwarnung aus
diesem Schutzrecht grds davon ausgehen, dass dem Bestand des Rechts
keine absoluten Eintragungshindernisse entgegenstehen, wie sie das Deut-
sche Patent- und Markenamt vor der Eintragung zu prüfen hat. Deshalb
mangelt es in diesem Fall an einer Grundlage für die Erstattung von Ab-
mahnkosten, selbst wenn später die Klagemarken wegen Nichtigkeit nach
§§ 50 Abs 1, 8 Abs 2 Nr 1 gelöscht worden sind (BGH WRP 2006, 468 ff
– Verwarnung aus Kennzeichenrecht II), es sei denn, den Markenrechts-
inhaber trifft ein Verstoß gegen Treu und Glauben (§ 242 BGB).
Unberechtigte Abmahnungen können uU eine vorsätzliche sittenwidrige
Schädigung nach § 826 BGB, einen Eingriff in den eingerichteten und
ausgeübten Gewerbebetrieb nach § 823 Abs 1 BGB (BGH GRUR 2011,
152 ff Rn 67 – Kinderhochstühle im Internet; GRUR 2005, 882 ff – Unbe-
rechtigte Schutzrechtsverwarnung) und einen Verstoß gegen § 3 UWG
verwirklichen und dadurch entspr Unterlassungsansprüche sowie Scha-
densersatzansprüche, die auch auf die Erstattung der außergerichtlichen
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
21
Kosten des zu Unrecht Abgemahnten gerichtet sind, auslösen (str statt
aller Büscher in Fezer UWG, § 12 Rn 42 mN).
Die Anwendung von § 3 UWG oder der allg deliktsrechtlichen An-
spruchsnormen setzt aber regelmäßig voraus, dass in der Person des zu
Unrecht Abmahnenden auch die jeweiligen subjektiven Tatbestands-
merkmale erfüllt sind (OLG Hamburg NJW-RR 1999, 1060, 1063 – Bild
Dir keine Meinung). Aus diesem Grund stößt die Annahme einer Haftung
des Abmahnenden gegenüber dem zu Unrecht Abgemahnten auf enge
Grenzen, da idR der zu Unrecht Abmahnende von der Richtigkeit seines
Tuns überzeugt sein dürfte (BGH GRUR 2011, 152 ff Rn 62 – Kinder-
hochstühle im Internet; Teplitzky Kap 41 Rn 76 aE; Ekey in HK-WettbR
§ 12 Rn 87; aA Kunoth WRP 2000, 1074, 1077, jeweils mN).
Bes Bedeutung kommt einem speziellen Fall der unberechtigten Schutz-
rechtsverwarnung zu. Dabei geht es darum, dass der unzulässigerweise
Verwarnte angesichts des Schadens, der ihm bei einer vermuteten Schutz-
rechtsverletzung drohen würde, zeitweise die an ihn gerichtete Unterlas-
sungsaufforderung beachtet und deshalb Umsatz- und Gewinneinbußen
hinnehmen muss. Der BGH stellt hierbei den Grundsatz auf, dass bei einer
auf ein ungeprüftes Schutzrecht gestützten Verwarnung von dem Verwar-
ner ein höheres Maß an Nachprüfung bzgl dessen Rechtsbeständigkeit
verlangt werden müsse als bei einem Vorgehen aus geprüften Schutzrech-
ten (BGH NJW-RR 1998, 331 ff – Chinaerde; einschränkend OLG Ham-
burg GRUR-RR 2002, 145 ff – Cat Stevens II, danach soll der Abmah-
nende bei ungeprüften Schutzrechten nicht verpflichtet sein, den Bestand
seines Rechtes vor der Abmahnung zunächst gerichtlich überprüfen zu
lassen, selbst wenn ein diesbezüglicher Rechtstreit anhängig ist). Unbe-
rechtigte Schutzrechtsverwarnungen können den Tatbestand eines Ein-
griffs in den Gewerbebetrieb erfüllen (BGH NJW-RR 1998, 331 ff – Chi-
naerde; NJW 1963, 531 – Kindernähmaschinen; OLG Düsseldorf GRUR-
RR 2002, 213 ff – Auslaufendstücke für Sanitärarmaturen).
Ein Anspruch des zu Unrecht Abgemahnten auf Erstattung seiner Kosten
aus dem Gesichtspunkt der GoA kommt dagegen nicht in Betracht, weil
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
22
der Abgemahnte bei der Wahrung seiner Rechte ausschließlich eigene
Interessen realisiert (OLG Hamburg GRUR 1983, 200).
Dem zu Unrecht Abgemahnten steht offen, sich im Wege der Gegenab-
mahnung und wenn diese fruchtlos bleibt einer negativen Feststellungs-
klage gegen den rechtswidrig Abmahnenden zu verteidigen.
Dabei kann der zu Unrecht Abgemahnte sogar ohne vorher gegebene Ge-
genabmahnung bei dem Gericht, das für die Leistungsklage zuständig
wäre, negative Feststellungsklage ohne vorherige Abmahnung des Angrei-
fers zur Abwendung des Kostennachteils gem § 93 ZPO erheben (BGH
NJW 1995, 715 f – Kosten bei unberechtigter Abmahnung; Deutsch WRP
1999, 25, 27; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 91).
Etwas anderes kommt nur in Betracht, wenn der Abmahnende offensicht-
lich von falschen Voraussetzungen ausgeht und damit zu rechnen ist, dass
er seinen vermeintlichen Anspruch nicht mehr verfolgen wird, wenn er
hierüber aufgeklärt wird oder wenn seit der Abmahnung ein längerer
Zeitraum verstrichen ist und der Abmahnende in diesem entgegen seiner
Androhung keine gerichtlichen Schritte eingeleitet hat (BGH WRP 2004,
1032 ff – Gegenabmahnung).
Schließlich kommt noch für den Fall, dass der zu Unrecht Abmahnende
wusste, dass er seine Wettbewerber zu Unrecht mit einer Abmahnung
überzogen hat, die Verteidigung unter Berufung auf § 4 Nr 10 UWG unter
dem Gesichtspunkt der Wettbewerbsbehinderung in Betracht (OLG Dres-
den NJW-WettbR 1999, 49 f – erzgebirgische Volkskunst I mN).
III
Die sogenannte Berechtigungsanfrage
Ist der Markenrechtsinhaber sich seines Rechtes nicht sicher oder verfügt
er nicht über genügend Informationen darüber, ob der Benutzer seines
Zeichens eigene, stärkere Rechte an diesem als er selbst besitzt, etwa weil
die Voraussetzungen einer prioritätsälteren Benutzungsmarke vorliegen
könnten, kommt die Erhebung einer sog Berechtigungsanfrage in Be-
tracht. Danach wendet sich der Markenrechtsinhaber an den mutmaßli-
chen Markenrechtsverletzer und fordert ihn auf, die Voraussetzungen
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
23
seines Rechts darzulegen. Damit geht der Markenrechtsinhaber nicht das
Risiko einer möglichen unberechtigten Schutzrechtsverwarnung ein.
Ein Schreiben, in dem lediglich eine Anfrage enthalten ist, inwieweit der
Adressat sich für berechtigt hält, ein Schutzrecht ohne Erlaubnis zu benut-
zen, stellt selbst dann noch eine Berechtigungsanfrage dar, wenn am Ende
des Schreibens um Stellungnahme innerhalb einer kurzen Frist gebeten
wird und im Falle einer fehlenden Reaktion und keiner fristgerechten Stel-
lungnahme erklärt wird, man behalte sich gerichtliche Schritte vor. Ent-
scheidend soll hierbei für die Unterscheidung zu einer Abmahnung sein,
dass nicht dargelegt wird, welcher Art diese Schritte seien und worauf bei
Gericht ein eventueller Antrag gerichtet werden soll (OLG Düsseldorf,
Urteil v. 29.3.2012, I-2 U 1/12 – juris).
Auf diese Berechtigungsanfrage hin darf der wegen einer Markenverlet-
zung in Anspruch Genommene eine gegenteilige Rechts- oder Tatsachen-
auffassung äußern. Erst in diesem Fall hat der Markenrechtsinhaber den
Markenrechtsverletzer förmlich abzumahnen (OLG Hamm, Urteil v.
30.8.2012 – 4 U 59/12, I-4 U 59/12, juris). Unterlässt er die Abmahnung,
bleibt dem daraufhin gerichtlich in Anspruch Genommenen das Recht
gem § 93 ZPO, den Anspruch anzuerkennen. Denn der Austausch von
unterschiedlichen Rechtsansichten macht eine vorherige Abmahnung
nicht schon wegen einer möglichen Erfolglosigkeit entbehrlich (OLG
Hamburg MarkenR 2006, 117 f).
Auch die Übersendung der Kopie einer Berechtigungsanfrage an ein Part-
nerunternehmen des Wettbewerbers stellt keine Abmahnung des Drittun-
ternehmens dar. Wenn nämlich ein Schreiben lediglich eine Berechti-
gungsanfrage und keine Abmahnung ist, ändert sich durch die Versendung
einer Kopie an ein Partnerunternehmen hieran nichts (OLG Düsseldorf,
Urteil v. 29.3.2012, I-2 U 1/12 – juris). Eine an einen Abnehmer eines
Konkurrenten gerichtete Berechtigungsanfrage kann eine irreführende
Werbung nach § 5 UWG sein, wenn sie jedenfalls zum Teil unrichtige
oder unvollständige Angaben enthält (OLG Karlsruhe, GRUR-RR 2008,
197 f – irreführende Berechtigungsanfrage)
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
24
IV
Die markenrechtliche einstweilige Verfügung
1. Bedeutung der einstweiligen Verfügung im Markenrecht
Ähnlich wie im Wettbewerbsrecht ist das Institut der einstweiligen Verfü-
gung auch im MarkenR als Mittel des vorläufigen Rechtsschutzes von
überragender Bedeutung (Hacker in Ströbele/Hacker, § 14 Rn 425 f; vgl
zur wettbewerbsrechtlichen einstweiligen Verfügung die Komm von § 12
UWG Köhler in Hefermehl/Köhler, UWG, § 12 Rn 3.1 ff,; Büscher in
Fezer, UWG, § 12 Rn 1 ff; Brüning in Harte-Bavendamm/Henning Bo-
dewig, UWG, Vor § 12 Rn 1 ff; Ekey in HK-WettbR Vor § 12 Rn 1 ff
sowie Teplitzky Wettbewerbsrechtliche Ansprüche und Verfahren, jew.
mN). Einstweilige Verfügungen nach §§ 935, 940 ZPO dienen zunächst
der Sicherung von markenrechtlichen Unterlassungsansprüchen.
Nach § 19 Abs 3 kann der Richter weiterhin in Fällen offensichtlicher
Rechtsverletzung die Verpflichtung zur Erteilung der Auskunft im Wege
der einstweiligen Verfügung gem den Vorschriften der ZPO anordnen
(vgl die Komm § 19 Rn 43 ff).
§ 19a Abs 3 gibt dem markenrechtlichen Gläubiger die Möglichkeit, die in
§ 19a Abs 1 enthaltene Verpflichtung zur Vorlage einer Urkunde oder zur
Duldung der Besichtigung einer Sache auch im Wege der einstweiligen
Verfügung durchzusetzen.
§ 19b Abs 1 regelt die Voraussetzungen, unter denen auch zur Sicherung
von Schadensersatzansprüchen der Verletzer auf Vorlage von Bank-, Fi-
nanz- oder Handelsunterlagen oder einem geeigneten Zugang zu den ent-
sprechenden Unterlagen in Anspruch genommen werden kann. Nach
§ 19b Abs 3 kann diese Verpflichtung ebenfalls im Wege der einstweili-
gen Verfügung durchgesetzt werden.
Darüber hinaus kommt das Institut der einstweiligen Verfügung zur Si-
cherung des Vernichtungsanspruchs gem § 18, des Übertragungsanspru-
ches gegen Agenten oder Vertreter gem § 17 und bei der Durchsetzung
von Unterlassungsansprüchen in Betracht.
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
25
Aus § 18 Abs 3 folgt, dass der Beseitigungsanspruch auch als vorläufige
Maßnahme im Wege der einstweiligen Verfügung geltend gemacht wer-
den kann, wenn die Interessen im Einzelfall das Schutzbedürfnis des
Gläubigers vorrangig erscheinen lässt (für den wettbewerbsrechtlichen
Beseitigungsanspruch OLG Hamburg NJW-RR 1996, 1449, 1451 – Pati-
enteninformation; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 101).
Es ist grds dem Antragsteller überlassen, welchen prozessualen Weg er
einschlägt. Deshalb wird auch der Antrag auf Erlass einer einstweiligen
Verfügung nicht dadurch unbegründet, dass der Antragsteller zeitgleich
oder schon zuvor eine Klage einreicht oder eingereicht hat (BGH WRP
1968, 15 ff – Jägermeister; aA OLG Karlsruhe WRP 2001, 425 f – Mo-
dulgeneratoren, es sei denn, es lägen neue Umstände vor, die eine alsbal-
dige Regelung bis zum Abschluss des Hauptsacheverfahrens dringend
erforderlich machen).
Der Antragsteller muss über das notwendige Rechtsschutzbedürfnis ver-
fügen, dh, ein berechtigtes Interesse daran haben, zur Erreichung des be-
gehrten Rechtsschutzes gerichtliche Hilfe in Anspruch zu nehmen (BGH
NJW-RR 1989, 263; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 108). Daran soll es
mangeln, wenn der Antragsteller bereits im Besitz eines nicht rechtskräf-
tigen aber endgültigen Titels ist (OLG Karlsruhe NJW-RR 1996, 960; aA
OLG Hamm NJW-RR 1990, 1536 jeweils mN).
Dagegen liegt das Rechtsschutzbedürfnis für eine weitere einstweilige
Verfügung vor, wenn aus Sicht des Gläubigers die ernsthafte Befürchtung
besteht, die bereits titulierte Unterlassungsverpflichtung erfasse nicht das
angegriffene Verhalten des Schuldners (OLG Frankfurt NJW-WettbR
1997, 59).
Das Institut der einstweiligen Verfügung, wie es sich im Markenrecht
entwickelt hat, entspricht den in Art 9 DurchsetzungsRL und Art 50
TRIPS-Übereinkunft normierten Vorgaben (Hacker in Ströbele/Hacker,
§ 14 Rn 425).
Die markenrechtliche einstweilige Verfügung birgt allerdings auch für
beide Parteien nicht unerhebliche Risiken: Für den Antragsgegner die
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
26
Gefahr, im Eilverfahren mit einem Verbot überzogen zu werden, welches
im Einzelfall sogar existenzgefährdende Auswirkungen mit sich bringen
kann, und für den Antragsteller die Gefahr, zunächst dem Antragsgegner
das beanstandete Verhalten verboten zu haben, später aber nach § 945
ZPO diesem zum Schadensersatz verpflichtet zu sein, wenn sich nach
erfolgreichen Rechtsmitteln des Antragsgegners herausgestellt hat, dass
die beantragte einstweilige Verfügung nicht hätte ergehen dürfen.
Weitere Probleme bereitet die uneinheitliche Rspr der OLG, da es wegen
der Nichtzulassung der Revision gegen die Berufungsentscheidungen in
einstweiligen Verfügungssachen nach § 545 Abs 2 S 1 ZPO keine
BGHRspr gibt.
2. Verfügungsanspruch
Neben dem Verfügungsgrund bedarf der Antragsteller, der den Erlass
einer einstweiligen Verfügung begehrt, eines Verfügungsanspruchs.
Damit er überhaupt im Wege der einstweiligen Verfügung gesichert wer-
den kann, muss er geeignet sein, eine vorläufige Regelung oder Befriedi-
gung zu erfahren.
Streitgegenstand des Verfügungsverfahrens ist die vorläufige Anspruchs-
sicherung und nicht der Anspruch selbst.
IÜ müssen die auch für die Erhebung einer Klage notwendigen Voraus-
setzungen eines markenrechtlichen Anspruchs im Verfahren auf Erlass
einer einstweiligen Verfügung vorgetragen und glaubhaft gemacht wer-
den.
Das erkennende Gericht bestimmt nach freiem Ermessen gem § 938 Abs 1
ZPO, welche Anordnungen zur Erreichung des von dem Antragsteller
verfolgten Zweckes erforderlich sind. Dies führt dazu, dass die Anforde-
rungen, die an die Formulierung des Antrages zu stellen sind, nicht so
hoch sind wie im Hauptsacheverfahren (Köhler in Bornkamm/Köhler
UWG § 12 Rn 3.30 mN).
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
27
Der Richter darf sich allerdings nur innerhalb des Rahmens des vom An-
tragsteller formulierten Antrages halten (Vollkommer in Zöller ZPO, § 938
Rn 1, 30. Aufl).
Gem. §§ 936, 920, 78 Abs 3 ZPO darf der Antrag auf Erlass einer einst-
weiligen Verfügung auch durch den Antragsteller selbst ohne Anwalt
gestellt werden. Er kann noch nach mündlicher Verhandlung ohne Zu-
stimmung des Antragsgegners zurückgenommen werden. Eine bereits
erlassene einstweilige Verfügung entfaltet im Falle der Antragsrücknahme
keine Wirkung mehr. Nach § 269 Abs 3 S 2 ZPO ist der Antragsteller in
diesem Fall verpflichtet, die Kosten des Rechtsstreits zu tragen, soweit
nicht bereits rechtskräftig über sie erkannt ist oder sie dem Antragsgegner
aus anderen Gründen aufzuerlegen sind.
Der Verfügungsanspruch kann sich nicht nur auf ein Unterlassungsgebot
sondern auch auf eine Sequestration nach § 938 Abs 2 ZPO beziehen.
Wie auch im Hauptsacheverfahren gehört zur Begründetheit eines Antra-
ges auf Erlass einer einstweiligen Verfügung als Teil des Verfügungsan-
spruchs, dass dem Gläubiger die erstmalige oder wiederholte Rechtsver-
letzung droht.
3. Verfügungsgrund
a) Anwendung von § 12 Abs 2 UWG auch auf markenrechtliche
Unterlassungsansprüche
Nach §§ 935, 940 ZPO bedarf es als Voraussetzung für den Erlass einer
einstweiligen Verfügung der Dringlichkeit, dass der Anspruch im Wege
der einstweiligen Verfügung gesichert wird.
§ 12 Abs 2 UWG erlaubt zur Sicherung der im UWG bezeichneten An-
sprüche auf Unterlassung einstweilige Verfügungen selbst dann, wenn die
in den §§ 935, 940 ZPO bezeichneten Voraussetzungen nicht zutreffen, es
also insb an der Dringlichkeit mangelt.
Nach der früher herrschenden und heute noch stark vertretenen Meinung
in Rspr und Lit soll § 12 Abs 2 UWG direkt oder analog auch auf marken-
rechtliche Unterlassungsansprüche Anwendung finden (OLG Hamburg
GRUR-RR 2002, 226 ff – berlin location; OLG Nürnberg WRP 2002,
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
28
345 ff – NIKE-Transit; OLG Köln NJW-WettbR 2000, 115 ff – Blitzge-
richte; OLG Dresden NJW-WettbR 1999, 133 ff – cyberspace.de; OLG
Stuttgart WRP 1997, 118 ff – Basics; KG MarkenR 2008, 219; NJW-
WettbR 1999, 293; OLG Hamburg GRUR 2002, 450 ff – QuickNick;
WRP 1997, 106 ff – Gucci; OLG Rostock NJWE-WettbR 2000, 161 f –
mueritz-online; OLG Frankfurt WRP 2002, 1457 – Dringlichkeit im Mar-
kenrechtstreit; OLG Hamm, K&R 2000, 90; Fezer § 14 Rn 550; In-
gerl/Rohnke Vor §§ 14–19 Rn 94; Hacker in Ströbele/Hacker, § 14
Rn 246; Köhler in Hefermehl/Köhler/Bornkamm, § 12 Rn 3.14; Büscher
in Fezer, § 12 Rn 56; Traub in Pastor/Ahrens, § 49 Rn 44; Sosnitza in
Piper/Ohly/Sosnitza UWG § 12 Rn 113; Ekey in HK-WettbR § 12
Rn 106; Schweyer in v Schultz, § 14 Rn 286; aA OLG Hamburg WRP
2010, 953; OLG München GRUR 2007, 174 –Wettenvermittlung; OLG
Düsseldorf GRUR-RR 2002, 212 ff – Top Ticket; OLG Frankfurt WRP
2002, 1457; Köhler in Bornkamm/Köhler UWG § 12 Rn 3.14; Teplitzky
54. Kap Rn 20 ff; ders WRP 2005, 654 ff; FS für Tilmann, S 913, 919;
mit erheblichen Argumenten; differenzierend ders WRP 2000, 1046 ff,
jeweils mit umfangreichen Nachweisen; offen gelassen OLG Köln Mar-
kenR 2003, 158 – Weinbrandpraline; OLG Köln WRP 2003, 1008 f; Ret-
zer in Harte-Bavendamm/Henning-Bodewig, UWG, § 12 Rn 336 f). Die
gegen die hM vorgebrachten Argumente vermögen, soweit sie sich auf
das Verbot einer Analogie beziehen, weil der Gesetzgeber in Kenntnis
von vorher bestehenden Meinungsstreitigkeiten keine § 12 UWG glei-
chende Vorschrift ins MarkenG übernommen habe und eine Regelungslü-
cke fehle, nicht zu überzeugen. Denn die Argumentation mit der Entste-
hungsgeschichte eines Gesetzes ist vor allem für die Ermittlung des Ge-
setzeszweckes von Bedeutung (BGHZ 62, 340 ff), wohingegen die sich
am Gesetzeszweck orientierende und hier maßgebliche teleologische Aus-
legung mit Recht zu der Auffassung gelangt, die Durchsetzung von Unter-
lassungsansprüchen im MarkenR, denen auch ein wettbewerbsrechtliches
Gepräge nicht abgesprochen werden kann, erfordere die Annahme einer
vermuteten aber widerlegbaren Eilbedürftigkeit (auch Traub WRP 2000,
1046 weist auf diesen Gesichtspunkt hin).
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
29
Teplitzky und den anderen Gegnern der von ihnen so bezeichneten (noch)
hM ist zwar zuzugeben, dass dort, wo der Gesetzgeber einer Rechtsnorm
einen nur begrenzten Anwendungsbereich zugebilligt hat, sich die Erwei-
terung des begrenzten Anwendungsbereiches im Wege analoger Anwen-
dung verbietet. Somit kann als Kontrollfrage formuliert werden, ob der
Gesetzgeber im Bewusstsein einer Lücke im Gesetz eine erweiterte For-
mulierung von § 12 Abs 2 UWG vorgenommen hätte.
Der Gesetzgeber wollte ersichtlich durch die Schaffung des Markengeset-
zes in Bezug auf den einstweiligen Rechtsschutz keine Veränderung der
seinerzeitigen Rechtslage. Insoweit sollte es bei der Praxis der Rspr blei-
ben, Ansprüche aus § 16 UWG aF und dem WZG als nunmehr im Mar-
kenG kodifizierte Rechte durch einstweilige Verfügungen – jedenfalls was
die Unterlassungsansprüche angeht – zu sichern (vgl zur Anwendung für
warenzeichenrechtliche Unterlassungsansprüche nur Schultz-Süchting in
Jakobs/Lindscher/Teplitzky UWG, § 25 aF Rn 347, 1993, und Spätgens in
Gloy/Loschelder, Handbuch des Wettbewerbsrechts, § 94 Rn 4, 2. Aufl).
Wenn die Rspr § 12 Abs 2 UWG nicht mehr analog anwenden würde und
auch – was im Ergebnis auf das gleiche hinauslaufen dürfte – im Einzel-
fall eine besondere Dringlichkeit nach den §§ 935 und 940 ZPO verneinen
würde, wäre aufgrund der Neufassung des MarkenG und der damit ver-
bundenen Änderung des UWG – Wegfall des § 16 UWG aF – eine vom
Gesetzgeber nicht gewünschte Veränderung der Rechtslage, weil Ver-
schlechterung der Position des markenrechtlichen Gläubigers eingetreten.
Der Gesetzgeber ging offensichtlich davon aus, dass § 25 UWG aF und
§ 12 Abs 2 UWG in traditioneller Weise entsprechend auf markenrechtli-
che Unterlassungsansprüche anzuwenden sind (Spätgens ebenda). Auch
Retzer weist zutreffend darauf hin, dass es, von den Ausführungen im
Zusammenhang mit der Einführung der Regelungen zur Drittauskunft
abgesehen, keine greifbaren Anhaltspunkte dafür gibt, im Rahmen der
Neuregelungen zum Kennzeichenrecht habe sich der Gesetzgeber gewollt
gegen die entspr Anwendung der Dringlichkeitsvermutung auf bis 1995 in
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
30
§ 16 UWG aF geregelten Sachverhalte aussprechen wollen (Retzer in
Harte-Bavendamm/Henning-Bodewig, UWG, § 12 Rn 337).
Weiterhin bedarf es für die Annahme einer Analogie, dass der Regelungs-
gehalt von § 12 Abs 2 UWG auch für den hier zu beurteilenden Fall nach
Sinn und Zweck des Gesetzes eine adäquate Lösung anbietet. Hieraus
erfolgt das Erfordernis der Sachgerechtheit. Die analoge Anwendung darf
also nur erfolgen, wenn das Regelungsziel von § 12 Abs 2 UWG auch die
Berücksichtigung der dann durch eine analoge Anwendung einbezogenen
Sachverhalte der markenrechtlichen Unterlassungsansprüche legitimiert
(vgl allg zum Problem der Analogie von Gesetzen nur Larenz Methoden-
lehre der Rechtswissenschaft, 5. Aufl 1983, S 354 ff, und beispielsweise
zum Problem der analogen Anwendung von § 179 Abs 2 BGB Ekey DStR
2007, 87 f).
Die analoge Anwendung von § 12 Abs 2 UWG ist auf markenrechtliche
Unterlassungsansprüche auch sachgerecht. Aufgrund der von jeder Mar-
kenverletzung ausgehenden Gefährdung für die geschützte Marke muss
nämlich ein berechtigtes Interesse des Markeninhabers, weitere Verlet-
zungshandlungen im Wege des einstweiligen Rechtsschutzes alsbald zu
unterbinden, regelmäßig bejaht werden (so zB OLG Frankfurt WRP 2002,
1457 – Dringlichkeit im Markenrechtstreit, und OLG München GRUR
2007, 174 – Wettenvermittlung, obwohl diese Gerichte § 25 UWG im
Markenrechtstreit analog gerade nicht anwenden wollen, und letztlich
auch Teplitzky, wonach „meist“ auch bei markenrechtlichen Unterlas-
sungsansprüchen keine hohen Anforderungen an die Glaubhaftmachung
der Dringlichkeit zu stellen seien (Teplitzky Kap 54 Rn 20 f mN).
b) Widerlegung der Eilbedürftigkeit
Die nach § 12 UWG nur zu vermutende Dringlichkeit kann durch den
Antragsteller selbst oder durch den Antragsgegner widerlegt werden
(Teplitzky Kap 54 Rn 18).
Der Antragsteller kann das für jeden Einzelfall von Amts wegen zu prü-
fende Tatbestandsmerkmal der Dringlichkeit selbst widerlegen, wenn er
etwa zuviel Zeit zwischen Kenntnis des Wettbewerbsverstoßes und der
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
31
Antragseinreichung verstreichen lässt (OLG Hamburg GRUR 2002, 277;
OLG Stuttgart WRP 1976, 54).
Nur als unbefriedigend kann die Uneinheitlichkeit der Rspr der Oberlan-
desgerichte bei der Beantwortung der Frage bezeichnet werden, in wel-
chen Fällen der Antragsteller seine Dringlichkeit selbst widerlegt hat.
Zwar soll jeweils auf die Verhältnisse des Einzelfalls abzustellen sein und
deshalb eine schematische Beurteilung ausscheiden (OLG Köln GRUR
1993, 567 ff). Andererseits geht die Rspr in den einzelnen OLG-Bezirken
gleichwohl häufig schematisch von bestimmten Zeiträumen zwischen
Kenntniserlangung des Wettbewerbsverstoßes und Einreichung des An-
trages auf Erlass einer einstweiligen Verfügung durch den Antragsteller
aus, nach deren Verstreichenlassen durch den Antragsteller dann die
Selbstwiderlegung der Dringlichkeit bejaht wird (Ekey in HK-WettbR
§ 12 Rn 125).
Als kritische Obergrenze wird ein Zeitraum zwischen einem und sechs
Monaten des Abwartens gesehen (ein Abwarten von fünf Monaten OLG
Stuttgart WRP 1981, 668 ff; von zwei bis drei Monaten OLG Koblenz
GRUR 1978, 718 ff; OLG Hamm WRP 1981, 224 f; ein Abwarten von
sechs Wochen OLG Frankfurt WRP 2007, 675 LS; OLG Köln WRP
1978, 556 f; von fünf Wochen OLG München GRUR 1976, 150 f; WRP
1971, 533 und von etwas mehr als vier Wochen oder einem Monat OLG
München WM 1990, 2055; WRP 1983, 643; 1981, 49 f; vgl auch die
Nachweise bei Retzer in Harte-Bavendamm/Henning-Bodewig, UWG
Anh 2 zu § 12, u Köhler in Hefermehl/Köhler/Bornkamm, UWG § 12
Rn 3.15).
Ein Zuwarten von mehr als einem Monat ohne triftige Gründe, wie zB bes
Schwierigkeit bei Beschaffung von notwendigen Mitteln zur Glaubhaft-
machung und dergleichen dürfte ebenso wie im Wettbewerbsrecht auch
im MarkenR idR die Dringlichkeit nach § 12 UWG widerlegen (ähnlich
Spätgens in Gloy/Loschelder Handbuch des Wettbewerbsrechts, § 96
Rn 40 f, 2. Aufl; aA Köhler in Hefermehl/Köhler/Bornkamm, UWG § 12
Rn 3.15, der eine Regelfrist nur von deutlich unter 6 Monaten [Verjäh-
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
32
rungsfrist nach § 11 UWG] fordert, u Teplitzky Kap 54 Rn 25 ff, krit
überhaupt ggü Regelfristen m umfangreichen N).
Der Antragsteller eines Eilantrages, der die Beschwerde gegen die Zu-
rückweisung seines Antrages auf Erlass einer einstweiligen Verfügung
nach Anhörung des Gegners vor dem Berufungsgericht wegen befürchte-
ter Aussichtslosigkeit zurücknimmt, verliert den Verfügungsgrund für die
erneute Verfolgung desselben Antrages vor einem anderen Gericht (OLG
Frankfurt WRP 2001, 716 f). Abgesehen davon, dass es in diesem Fall
dem Antragsgegner nicht zuzumuten ist, erneut vor einem anderen Gericht
gegen den Erlass einer Eilentscheidung zu kämpfen, führt die hier vertre-
tene Auffassung, wonach das Verstreichenlassen einer Frist von einem
Monat idR die Dringlichkeit selbst widerlegt, zu einer höheren Rechtssi-
cherheit,weil idR diese Frist bereits abgelaufen sein wird.
Dagegen steht die erneute Einreichung eines Eilantrages nach Rücknahme
eines ersten Antrages bei einem anderen Gericht nicht gegen die nach § 12
UWG zu vermutende Dringlichkeit, wenn sich innerhalb des Zeitkorridors
von einem Monat bewegt wird, das erste Gericht zu Unrecht den Antrag
ablehnte und der Schuldner nicht unzumutbar durch das Vorgehen des
Gläubigers beeinträchtigt wird (OLG Hamburg GRUR-RR 2002, 226 ff –
berlin location).
Der Verfügungsgrund für den Erlass einer einstweiligen Verfügung fehlt
regelmäßig, wenn der Antragsteller durch sein Prozessverhalten die Ver-
mutung der Dringlichkeit widerlegt. So wenn der Antragsteller vor Erlass
einer einstweiligen Verfügung wegen eines Versehens seiner Prozessbe-
vollmächtigten Versäumnisurteil gegen sich ergehen ließ (OLG Hamm
GRUR 2007, 173 f – interoptik.de).
Eine allgemeine Beobachtungspflicht des Marktes auf Markenverletzun-
gen kann dem Gesetz nicht entnommen werden. Andererseits kommt
durchaus eine gewisse Beobachtungslast, gegen die verfügungsgrund-
schädlich verstoßen werden kann, in Betracht (vgl. hierzu nur Teplitzky
Kap 54 Rn 29 mN).
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
33
Immer müssen die Besonderheiten des Einzelfalls berücksichtigt werden
(OLG Düsseldorf NJW-WettbR 1997, 21 ff; Teplitzky Kap 54 Rn 29;
Traub GRUR 1996, 707 ff). Die Ausschöpfung von Rechtsmittelfristen,
die Stellung eines Hilfsantrages in der mündlichen Verhandlung, der nach
Auffassung des erkennenden Gerichts eine Vertagung von zwei Wochen
erforderlich macht, oder intensive Bemühungen des Gläubigers, iRv
fünfmonatigen Vergleichsverhandlungen mit dem ihm wirtschaftlich über-
legen scheinenden Schuldner eine vergleichsweise Regelung zu erzielen,
wobei der Schuldner den Gläubiger hierzu ermutigt hatte (OLG Bremen
NJW-RR 1991, 44), führen nicht zu einer Selbstwiderlegung der Eilbe-
dürftigkeit (vgl hierzu auch Spätgens in Gloy/Loschelder Handbuch des
Wettbewerbsrechts, § 96 Rn 41; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 127–136
mN).
Für den Antragsgegner bietet es sich in diesem Zusammenhang an, im
Einzelnen vorzutragen, wie viel Zeit der Antragsteller zwischen Kennt-
niserlangung der ersten behaupteten Markenrechtsverletzung und dem
Einreichen des Antrages auf Erlass einer einstweiligen Verfügung hat
verstreichen lassen, um daraus auf eine Selbstwiderlegung der Dringlich-
keit zu schließen.
In einem Unternehmen, bei dem die Auswertung überregionaler Zeitun-
gen und Zeitschriften einer hierfür eigens eingerichteten Stelle zugeordnet
ist, soll es für die Frage des Zeitpunkts der Kenntniserlangung darauf an-
kommen, wann der zuständige Mitarbeiter hierauf gestoßen ist (OLG
Köln NJW-RR 1999, 694 ff).
Bei einer massiven werblichen Gestaltung auf der Titelseite einer Zeit-
schrift, die es dem Betrachter letztlich unmöglich macht, seinen Blick der
streitgegenständlichen Bewerbung zu entziehen, kann der Rechtschutz in
Anspruch Nehmende im Einzelfall nicht mit dem Argument gehört wer-
den, ihm sei diese Werbung nicht bei dem Erwerb des Heftes zur Kenntnis
gelangt (OLG Hamburg WRP 2007, 675 ff; dringlichkeitsschädliche
Kenntnis von einer Werbung).
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
34
Haben der Antragsgegner oder der Antragsteller die Dringlichkeit gem
§ 12 Abs 2 UWG analog widerlegt, ist es Sache des Antragstellers, glaub-
haft zu machen, warum, etwa wegen neuer Tatsachen, die Sache gleich-
wohl dringlich ist (OLG Köln WRP 1978, 556 f; GRUR 1977, 220 ff –
Charlie).
4. Glaubhaftmachung der anspruchsbegründenden Tatsachen
Zunächst gelten die allg prozessrechtlichen Regeln: Danach hat der An-
tragsteller alle anspruchsbegründenden Tatsachen für den Markenrechts-
verstoß darzulegen und glaubhaft zu machen, einschließlich der Erstbege-
hungs- und/ oder Wiederholungsgefahr. Der Umfang der Darlegungs- und
Glaubhaftmachungslast richtet sich nach den allg Beweisregeln, wonach
der Anspruchsteller die ihm günstigen Tatsachen glaubhaft machen muss
(KG WRP 1978, 819; Ulrich GRUR 1985, 201 ff).
Soweit ausländischem Recht für die Entsch über den Verfügungsantrag
Relevanz zukommt, bedarf es ebenso wie im Hauptsacheverfahren zu-
nächst der Feststellung des Rechts. Dabei obliegt es dem Antragsteller, die
Geltung und Reichweite des ausländischen Rechts glaubhaft zu machen
(Heinze in Münchener Kommentar ZPO § 920 Rn 18, 4. Aufl).
Fraglich ist, ob der Antragsteller das Fehlen von Einwendungen des An-
tragsgegners vortragen und glaubhaft machen muss. Diese Frage ist jeden-
falls für den Fall zu bejahen, dass im Eilverfahren ohne mündliche Ver-
handlung entschieden wird. Das Gericht kann dann nämlich die möglichen
Einwendungen des Antragsgegners nicht kennen, weshalb es angemessen
erscheint, dass der Antragsteller glaubhaft macht, dass keine Einwendun-
gen des Antragsgegners seinem Antrag im Eilverfahren entgegen stehen
(OLG Karlsruhe GRUR 1987, 845, 847; Teplitzky Kap 54 Rn 45; ders
WRP 1980, 373 f; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 153; Stein/Jonas/Grunsky
§ 920 Rn 11; zu weitgehend Hirtz NJW 1986, 110, 113, der selbst bei
einer mündlichen Verhandlung dem Antragsteller die Glaubhaftma-
chungslast für das Fehlen von Einwendungen des Antragsgegners aufbür-
den will, obwohl der Antragsgegner in der mündlichen Verhandlung diese
selbst vortragen und glaubhaft machen könnte; vgl auch Heinze in Mün-
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
35
chener Kommentar ZPO § 921 Rn 21, der dem Antragsteller die Darle-
gung der Einrede- und Einwendungsfreiheit seines Anspruchs nur für den
Fall aufbürdet, dass sich aus dem Vortrag des Antragstellers Hinweise auf
mögliche Einwendungen und Einreden des Antragsgegners ergeben). 3
Hält eine Partei schuldhaft Angriffs- und Verteidigungsmittel bis zuletzt
zurück, kann dieser der Einwand des Rechtsmissbrauchs entgegengehalten
werden, obwohl die Parteien ansonsten bis zum Schluss der mündlichen
Verhandlung neue Tatsachen und Vortrag glaubhaft machen können
(OLG Koblenz GRUR 1987, 319; Köhler/Piper UWG aF, § 25 Rn 25;
Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 167).
Gelingt dem Antragsteller die Glaubhaftmachung der Einrede- und Ein-
wendungsfreiheit seines Anspruchs nicht, führt dieser Umstand aber nicht
zur Zurückweisung des Antrages auf Erlass einer einstweiligen Verfü-
gung, sondern lediglich zur Anhörung des Antragsgegners und der Anbe-
raumung einer mündlichen Verhandlung (Vollkommer in Zöller ZPO Vor
§ 916 Rn 6a; Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 154; ähnlich Teplizky Kap 54
Rn 45 jeweils mN). Dann gilt für die Glaubhaftmachungslast die allge-
meine die Parteien treffende Beweislastregel (Teplitzky Kap 54 Rn 45, u
die N Fn 251).
Den Parteien eines einstweiligen Verfügungsverfahrens stehen alle Be-
weismittel gem § 294 Abs 1 ZPO einschließlich der Versicherung an Ei-
des Statt zu. Entgegen der häufig anzutreffenden Praxis kann eine eides-
stattliche Versicherung ohne eigene Sachdarstellung, die sich lediglich
pauschal auf einen Rechtsanwaltsschriftsatz bezieht, als Mittel zur Glaub-
haftmachung nicht genügen (BGH NJW 1988, 2045).
Einer eidesstattlichen Versicherung gem § 294 ZPO ist die anwaltliche
Versicherung über beruflich wahrgenommene Vorgänge gleichzustellen
(OLG Köln GRUR 1986, 196; Greger in Zöller, ZPO, § 294 Rn 5, 30.
Aufl, wonach der RA in seiner Eigenschaft selbst wahrgenommen hat und
unter Berufung auf seine Standespflichten „anwaltlich versichern darf“
mwN).
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
36
Einerseits ist es dem Antragsteller verwehrt, sich auf Auskünfte von Be-
hörden zu berufen; er hat diese selbst zu beschaffen und dem Gericht vor-
zulegen (BGH NJW 1958, 712); dies soll jedoch nicht gelten, wenn das
Gericht zuvor nach § 273 Abs 2 Nr 2 ZPO Behörden oder Träger eines
öffentlichen Amtes um Mitteilung von Urkunden oder um Erteilung amtl
Auskünfte ersuchte. Andererseits kann im Verfahren des einstweiligen
Rechtsschutzes für die Glaubhaftmachung auch auf die Akten des Haupt-
sacheverfahrens verwiesen werden.
5. Erlass der einstweiligen Verfügung
a) Inhalt der einstweiligen Verfügung
Das angerufene Gericht bestimmt gem § 938 Abs 1 ZPO nach freiem Er-
messen, welche Anordnungen zur Erreichung des mit dem Antrag auf
Erlass einer einstweiligen Verfügung verfolgten Zwecks erforderlich sind.
Die einstweilige Verfügung darf nicht über das im Antrag formulierte
Begehren des Antragstellers hinausgehen (Ekey in HK-WettbR § 12
Rn 169 mN). Allerdings darf das Gericht den Antrag klarstellen, umfor-
mulieren oder auch ausdeuten und im Rahmen von § 139 ZPO auf die
Antragsformulierung Einfluss nehmen (statt aller Teplitzky Kap 54 Rn 38
mN).
Der Antragsteller sollte einen Unterlassungsantrag mit der Androhung von
Ordnungsmitteln verbinden, um die Vollziehung der einstweiligen Verfü-
gung nicht zu gefährden. Denn sonst hätte er wegen § 890 Abs 2 ZPO vor
der notwendigen Vollziehung des Titels zunächst noch den Antrag auf
Erlass eines bes. Androhungsbeschlusses zu stellen. Die durch das zweite
Verfahren eingetretene Zeitverzögerung würde in vielen Fällen zur Über-
schreitung der Frist von einem Monat zwischen Erlass der Unterlassungs-
verfügung und Vollziehung führen.
Wenn der Antragsteller erfolgreich ggf auch die markenrechtlichen Be-
sonderheiten, wie die rechtserhaltende Benutzung einer Marke, ihre priori-
tätsältere Benutzung, den Nachweis der Verkehrsgeltung oder etwa der
Bekanntheit, dargelegt hat, wird das Gericht jedenfalls die Rechtsfragen
bereits im Verfahren des einstweiligen Rechtsschutzes umfassend beant-
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
37
worten. Insoweit dürfte kein Unterschied zum Hauptsacheverfahren be-
stehen.
Inhaltliche Grenzen der vom Gericht zu treffenden Regelungen ergeben
sich allerdings aus den Besonderheiten des Eilverfahrens. Die Verteidi-
gungsmöglichkeiten des Antragsgegners sind zunächst beschränkt und es
wird ggf ein Vollstreckungstitel gegen ihn in die Welt gesetzt, ohne dass
ihm rechtliches Gehör gewährt wird. Deshalb darf nicht mehr als zur Si-
cherung des Antragstellers unbedingt erforderlich angeordnet werden
(Schuschke in Schuschke/Walker, § 938 Rn 14).
b) Die Sequestration
Neben der Beschlagnahme von widerrechtlich gekennzeichneten Waren
bei der Ein- und Ausfuhr nach §§ 146 ff kommt als weiterer Rechtsbehelf
der Erlass einer einstweiligen Verfügung mit dem Inhalt in Betracht, dass
die Sachen sichergestellt und unter Ausschluss des Zugriffsrechts des
Schuldners verwahrt werden, um den Vernichtungsanspruch nach § 18 zu
sichern (OLG Hamburg WRP 1997, 106 ff). Nach hM handelt es sich
hierbei um eine Sequestration gem § 938 Abs 2 ZPO (Schulz-Süchting in
Jakobs/Lindacher/Teplitzky § 25 UWG aF Rn 108; Ekey in HK-WettbR
§ 12 Rn 172; Pastor/Ahrens/Jestaedt S 1001; Schuschke unterscheidet
zwischen Sicherstellung und Verwahrung einerseits und Sequestration
andererseits: um Sequestration handele es sich nur dann, wenn der sicher-
zustellende Gegenstand über seine Verwahrung hinaus verwaltet werden
müsse, Schuschke in Schuschke/Walker, § 938 Rn 20).
c) Der Auskunftsanspruch nach § 19 Abs 3
§ 19 Abs 3 gewährt in Fällen offensichtlicher Rechtsverletzung einen
Anspruch auf Erteilung der Auskunft über die Herkunft und den Ver-
triebsweg von widerrechtlich gekennzeichneten Gegenständen gem § 19
Abs 2 hat der zur Auskunft Verpflichtete Angaben zu machen über Na-
men und Anschrift des Herstellers, des Lieferanten und andere Vorbesit-
zer, des gewerblichen Abnehmers oder des Auftraggebers sowie über die
Menge der hergestellten, ausgelieferten, erhaltenen oder bestellten Gegen-
stände.
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
38
Nach der hier vertretenen Auffassung erstreckt sich die Dringlichkeits-
vermutung nach § 12 UWG auch auf den Anspruch nach § 19 Abs 3 (aA
Fezer § 19 Rn 18).
d) Die Beschlussverfügung
Ohne mündliche Verhandlung ergeht eine einstweilige Verfügung durch
Beschl. Das Gericht hat nach pflichtgemäßem Ermessen zu entscheiden,
ob eine mündliche Verhandlung notwendig ist (Deutsch WRP 1999,
27 ff).
Aus dem verfassungsrechtlich verankerten Anspruch auf rechtliches Ge-
hör folgt, dass das Gericht, wenn es schon keine mündliche Verhandlung
anberaumt, vor einer stattgebenden Entsch. und falls es die Zeit noch er-
laubt, dem Antragsgegner die Antragsschrift zur Stellungnahme übersen-
det (Schulz-Süchting in Jakobs/Lindacher/Teplitzky UWG § 25 Rn 93;
Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 163), es sei denn, der Antragsgegner soll
nicht vor dem bevorstehenden Erlass der beantragten einstweiligen Verfü-
gung gewarnt werden, etwa in Produktpirateriefällen (Retzer in Harte-
Bavenkamm/Henning-Bodewig, UWG § 12 Rn 378).
Die vollumfänglich stattgebende Beschlussverfügung bedarf keiner Begr
und ist nach §§ 36, 929 Abs 2, 929 Abs 3 S 2 ZPO dem Antragsteller zu-
zustellen.
Lehnt der Richter den Antrag auf Erlass einer einstweiligen Verfügung
ohne mündliche Verhandlung durch Beschl ab, ist der dann ergehende
Beschl gem §§ 936, 922 Abs 3 dem Antragsgegner nicht mitzuteilen. Der
Antragsteller erhält gem § 329 Abs 2 S 1 ZPO hierüber eine formlose
Mitteilung.
e) Die Urteilsverfügung
Die aufgrund einer mündlichen Verhandlung erlassene einstweilige Ver-
fügung ergeht durch Endurteil, welches unmittelbar mit seiner Verkün-
dung seine Wirksamkeit entfaltet. Das Gericht hat die Zustellung des Urt.
nach § 317 Abs 1 S 1 ZPO an die Parteien zu veranlassen. Diese Amtszu-
stellung berührt regelmäßig die vom Antragsteller durchzuführende Voll-
ziehung im Parteibetrieb nicht.
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
39
f) Das Problem einer Vorlagepflicht an den EuGH nach Art 234
EGV
Gem Art 234 (ex-Art 177 EGV) entscheidet der EuGH im Wege der Vor-
abentscheidung, wenn ein Gericht ihm eine für den zu entscheidenden
Streit maßgebliche Vorfrage aus dem Gemeinschaftsrecht vorlegt. Es
besteht für die Gerichte der Vertragsstaaten eine Vorlagepflicht.
Wenn neben dem Verfahren im einstweiligen Rechtsschutz noch die Mög-
lichkeit eines Hauptsacheverfahrens besteht und in diesem Rahmen eine
Vorlage an den EuGH möglich ist, scheidet eine Vorlage an den EuGH
nach § 234 EGV grds aus (EuGH NJW 1983, 2751 – Morsun; NJW 1977,
1585 – Hoffmann-La Roche/Centrafarm; KG NJW-RR 1994, 1463, 1465;
OLG Frankfurt NJW 1985, 2901 ff – kostenlose EG-Butter; Ekey in HK-
WettbR § 12 Rn 177, jew mN).
g) Die Vollziehung der einstweiligen Verfügung
aa) Allgemeine Grundsätze
Ebenso wie der Arrest bedarf die einstweilige Verfügung der Vollziehung.
Erst dadurch erlangt der Gläubiger die von ihm erstrebte vorläufige Siche-
rung seines Anspruchs (Sosnitza in Piper/Ohly/Sosnitza UWG § 12 Rn
164).
Nach den §§ 936, 929 Abs 2 ZPO ist die Vollziehung einer einstweiligen
Verfügung unstatthaft, wenn seit dem Tag, an dem die einstweilige Ver-
fügung verkündet oder der Partei, auf deren Gesuch sie erging, zugestellt
ist, ein Monat verstrichen ist.
Wird die Wahrung der Vollziehungsfrist versäumt, hat das Gericht auf
Antrag des Schuldners eine Beschlussverfügung im Widerspruchsverfah-
ren und jede einstweilige Verfügung gem §§ 926, 927 ZPO aufzuheben.
Überdies steht dem Schuldner die weitere Möglichkeit offen, im Beru-
fungsverfahren mit der fehlenden fristgerechten Vollziehung der einstwei-
ligen Verfügung die Berufung erfolgreich zu begründen.
Sinn und Zweck der in der Praxis für den Antragsteller oder Verfügungs-
kläger häufig zu Schwierigkeiten führenden Erfüllung der zeitlichen und
förmlichen Anforderungen der Vollziehung liegen in dem Umstand, dass
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
40
der Schuldner nicht über längere Zeit im Ungewissen gehalten werden
darf, ob er aus dem Titel noch in Anspruch genommen wird. Die Vor-
schrift des § 929 Abs 2 ZPO hat schuldnerschützende Funktion und be-
gegnet keinen verfassungsrechtlichen Bedenken, jedenfalls solange der
Gläubiger dadurch nicht unzumutbar belastet wird (BVerfG NJW 1988,
3141).
Die Beschlussverfügung hat der Antragsteller dem Antragsgegner inner-
halb der Monatsfrist als Wirksamkeitsvoraussetzung der einstweiligen
Verfügung gem §§ 936, 922 Abs 2 ZPO zuzustellen. Die Zustellung stellt
des Weiteren die gem § 750 Abs 1 ZPO für die Vollstreckung eines Ord-
nungsmittels erforderliche Maßnahme dar.
Die aufgrund einer mündlichen Verhandlung durch Urt. erlassene einst-
weilige Verfügung wird mit ihrer Verkündung wirksam. Ihre Zustellung
erfolgt gem § 317 Abs 1 S 1 ZPO an die Parteien und im Falle eines ver-
kündeten Versäumnisurteils nur an die unterliegende Partei von Amts
wegen. Die Voraussetzungen für die Festsetzung eines Ordnungsmittels
im Falle der Zuwiderhandlung sind nach § 750 Abs 1 ZPO mit der Ver-
kündung erfüllt.
Davon unabhängig bleibt es jedoch bei der Pflicht, innerhalb der Monats-
frist nach §§ 935, 929 Abs 2 ZPO das Urt im Parteibetrieb zuzustellen
(BGH NJW 1993, 1077; WRP 1989, 514, 517; OLG Hamburg WRP
1997, 53 f; OLG München NJW-RR 1989, 180; OLG Düsseldorf NJW-
RR 1987, 763; OLG Hamm MDR 1991, 454; OLG Celle OLGZ 1992,
345; OLG Schleswig NJW-RR 1995, 896; Vollkommer in Zöller § 929
Rn 12; vgl iÜ dN bei Teplitzky Kap 55 Rn 38 mN; aA zB OLG Stuttgart
NJW-WettbR 1997, 43 f – Vital Shop; OLG Celle NJW-RR 1990, 1088).
Von dieser Regel wurden mit Recht in Einzelfällen Ausnahmen zugelas-
sen. So liegt in dem Stellen eines Antrages auf Festsetzung eines Ord-
nungsmittels die Mitteilung an den Schuldner, dass der Gläubiger auf der
Befolgung des Gebots der einstweiligen Verfügung besteht. Auch die nur
von Amts wegen erfolgte Zustellung mit Strafandrohung kann die Voll-
ziehungsvoraussetzungen erfüllen, wenn eine zusätzliche Zustellung im
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
41
Parteibetrieb als eine reine Förmelei anzusehen wäre, weil der Schuldner
keine Zweifel hegen durfte, dass der Gläubiger aus der einstweiligen Ver-
fügung vorzugehen beabsichtigt (vgl nur Vollkommer in Zöller ZPO § 929
Rn 12). So ließ der BGH neben der bereits von Amts wegen vorgenom-
menen Zustellung die mündliche Leistungsaufforderung des Antragstel-
lers unter Bezugnahme auf den vorläufigen Titel ausreichen (BGH NJW
1993, 1076 ff).
bb) Einzelheiten der Parteizustellung
Die Vollziehung der Unterlassungsverfügung erfolgt durch die Zustellung
der einstweiligen Verfügung im Parteibetrieb. Sie hat an den Schuldner
persönlich zu erfolgen. Hat sich für den Rechtszug ein Prozessbevoll-
mächtigter bestellt, kann wegen § 176 ZPO die Zustellung ausschließlich
an diesen erfolgen (OLG Köln GRUR 2001, 456). Allerdings muss der
Zustellende wissen, dass sich ein Prozessbevollmächtigter überhaupt be-
stellt hat (OLG Stuttgart NJW-WettbR 1996, 281; OLG Frankfurt NJW-
RR 1996, 587; OLG Hamburg NJW-RR 1995, 445; KG WRP 1998, 411).
Trotz der in § 174 Abs 2 und Abs 3 ZPO vorgesehenen Möglichkeit,
Schriftstücke durch Telekopie oder elektronische Mittel zuzustellen, soll
der bloße Zugang der Beschlussverfügung lediglich per Telefax beim
Verfahrensbevollmächtigten des Schuldners nicht ausreichen, vielmehr
bedarf es eines Empfangsbekenntnisses, auf dessen Datum abzustellen ist
(OLG Köln WRP 2007, 345 f).
Im Einzelfall kann es fraglich sein, ob sich ein Rechtsanwalt für den
Rechtszug bestellt hat und aus diesem Grund die Zustellung nur an ihn
erfolgen kann. Hat ein Prozessbevollmächtigter bereits außergerichtlich
seine Vertretung angezeigt, so wird die Zustellung einer dann erwirkten
einstweiligen Verfügung nur an ihn wirksam stattfinden können, wenn
jedenfalls mindestens ein schlüssiger Hinweis auf die ihm von dem
Schuldner erteilte Vollmacht erfolgte (OLG Stuttgart NJW-WettbR 1996,
281 mN).
Gleiches gilt, wenn sich in einer Schutzschrift ein Prozessbevollmächtig-
ter vorsorglich bereits bestellt hatte (OLG Köln GRUR-RR 2001, 71;
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
42
Teplitzky Kap 55 Rn 43 mN). In diesem Fall ist die einstweilige Verfü-
gung nur dann wirksam vollzogen, wenn sie an diesen „Schutzschriftan-
walt“ des Antragsgegners zugestellt worden ist.
Eine wirksame Zustellung der einstweiligen Verfügung setzt die Übergabe
einer Ausfertigung des Titels oder einer beglaubigten Abschrift der Aus-
fertigung, also eine Abschrift des Titels, die auch den gerichtlichen Aus-
fertigungsvermerk enthält, voraus. Unschädlich soll es dabei sein, wenn
bei der Wiedergabe des Ausfertigungsvermerks auf dem zugestellten
Schriftstück ein Hinweis auf das in der Originalausfertigung vorhandene
Dienstsiegel fehlt. Denn da gem § 170 ZPO für die Ausstellung einer Aus-
fertigung die Übergabe einer beglaubigten Abschrift genügt, also eines
Exemplars, auf dem zB nur die auf dem Original befindlichen Worte wie-
dergegeben werden, brauchen dort vorhandene Abbildungen und derglei-
chen, wie zB ein Siegel, nicht erwähnt zu werden (BGH NJW 1965, 104 f;
OLG Stuttgart NJW-WettbR 1997, 21 ff; Ekey in HK-WettbR § 12
Rn 191). Ist ein Ordnungsmittelbeschluss später erlassen worden, setzt die
wirksame Vollziehung der einstweiligen Verfügung auch die Zustellung
dieses Beschl voraus; dies soll selbst dann gelten, wenn das erkennende
Gericht einen derartigen ergänzenden Beschl nicht hätte erlassen dürfen
(OLG Köln GRUR-RR 2001, 71).
Erlässt das Berufungsgericht durch Urt eine einstweilige Verfügung,
nachdem das erstinstanzliche Gericht die zunächst ergangene Beschluss-
verfügung im Widerspruchsverfahren aufgehoben hatte, so ist die Urteils-
verfügung im Parteiwege zuzustellen, auch wenn nach dem Tenor des
Berufungsurteils die Beschlussverfügung bestätigt wurde (OLG Frankfurt
WRP 2002, 334 – Wiederholte Parteizustellung mwN; aA OLG Celle
WRP 1986, 612; OLG Düsseldorf NJW 1950, 113).
Str diskutiert wird die Frage, ob es für die Wahrung der Vollziehungsfrist
des § 929 Abs 2 ZPO genüge, wenn der Gläubiger den Antrag auf Zustel-
lung der einstweiligen Verfügung rechtzeitig bei der Gerichtvollzieherver-
teilerstelle einreicht, oder ob der Akt der Zustellung, der dem Schuldner
von dem Vollziehungswillen Kenntnis gibt, innerhalb der Monatsfrist
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
43
erfolgen muss. IE verdient die Ansicht den Vorzug, wonach es – nicht nur
in einigen bestimmten Ausnahmefällen (zB wenn der Schuldner die frist-
gerechte Zustellung bewusst vereitelt hat, Schuschke/Walker § 929 Rn 31,
oder die einstweilige Verfügung im Ausland zugestellt werden muss, Pas-
tor/Ahrens/Wedemeyer S 1022; OLG Köln NJW-WettbR 1999, 232,
234) – für die Einhaltung der Vollziehungsfrist genügt, wenn der Antrag
auf Zustellung im Parteibetrieb innerhalb der Monatsfrist bei der Ge-
richtsvollzieherverteilerstelle eingereicht worden ist und die Zustellung
demnächst erfolgt (OLG Düsseldorf GRUR-RR 2001, 94 f; OLG Frank-
furt NJW-RR 2000, 1236; OLG Celle InVo 1997, 23; OLG Hamm Fa-
mRZ 1994, 1540; Knieper WRP 1997, 815 f).
Fraglich erscheint, ob eine mangelhafte Zustellung nach §§ 187 S 1 aF,
189 nF ZPO geheilt werden kann. Nach dem ZustRG (BGBl 2001 I 1206,
1209 gilt seit dem 1.7.2002 an Stelle des § 187 ZPO aF die neue Vor-
schrift des § 189 ZPO.
Während nach der bis zum 1.7.2002 geltenden Rechtslage eine Heilung
von Zustellungsmängeln gem § 187 S 1 ZPO aF bei einstweiligen Verfü-
gungen, die ohne mündliche Verhandlung durch Beschl ergehen, grds
ausschied (OLG Zweibrücken GRUR-RR 2001, 288; vgl auch die Nach-
weise bei Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 193), folgt aus der Entsch des Ge-
setzgebers, § 187 S 2 ZPO aF nicht in den neu gefassten § 189 ZPO zu
übernehmen, dass nunmehr die vormals umstr Frage, ob einer Heilung der
Zustellung selbst bei Verletzung zwingender Zustellungsvorschriften auch
iRd sog Wirksamkeitszustellung angenommen werden kann, zu bejahen
ist (OLG Dresden, NJW-RR 2003, 1721 f; Vollkommer in Zöller § 929
Rn 14, 30. Aufl und nunmehr auch Teplitzky Kap 55 Rn 47a, jew mN).
Für die im Beschlusswege erlassene, auf die Erteilung einer markenrecht-
lichen Auskunft gerichtete einstweilige Verfügung genügt zur Annahme
einer Vollziehung die Zustellung des Beschlusses im Parteibetrieb. Der
Stellung eines Vollstreckungsantrages nach § 888 ZPO innerhalb der Mo-
natsfrist des § 929 Abs 2 ZPO bedarf es für die rechtzeitige Vollziehung
nicht (OLG Frankfurt NJW-RR 1998, 1007 f mit überzeugenden Argu-
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
44
menten; Gloy/Spätgens § 84 Rn 6; aA OLG Hamburg NJW-WettbR 1997,
91; Schuschke in Schuschke/Walker, § 929 Rn 25; Vollkommer in Zöller
ZPO § 929 Rn 18 aE, 30. Aufl).
Dies soll erst recht gelten, wenn die Auskunftsverfügung mit einer Unter-
lassungsverfügung, die eine Ordnungsmittelandrohung gem § 890 ZPO
enthält, verbunden ist. Denn in diesem Fall strahlt der von der Androhung
ausgehende Vollstreckungsdruck auch auf die Auskunftsverpflichtung
aus, da der Schuldner nicht davon ausgehen kann, auf Seiten des Gläubi-
gers sei ein geteilter, nämlich auf das bloße Unterlassungsverlangen be-
schränkter Vollstreckungswille vorhanden (OLG Frankfurt NJW-RR
1998, 1007 f).
cc) Notwendigkeit der erneuten Zustellung
Die Abänderung oder Neufassung einer einstweiligen Verfügung auf-
grund eines Widerspruchs des Schuldners oder im Berufungsverfahren
begründet die Notwendigkeit der erneuten Zustellung der einstweiligen
Verfügung (OLG Hamm NJW-WettbR 1999, 631 – Pizza Direkt/Direct).
Gleiches gilt für den Fall, dass die Beschlussverfügung auf einen Wider-
spruch hin aufgehoben, in der Berufungsinstanz aber bestätigt und damit
neu erlassen wurde (OLG Düsseldorf NJW-RR 2000, 68; OLG Hamburg
WRP 1997, 53 f; Vollkommer in Zöller § 929 Rn 15 30. Aufl; Ekey in
HK-WettbR § 12 Rn 196; aA OLG Celle NJW-RR 1987, 64).
Keiner erneuten Zustellung bedarf es, wenn eine Beschlussverfügung im
Widerspruchsverfahren durch Urteil ohne Abänderung bestätigt oder le-
diglich ohne relevante Abänderung neu gefasst oder mit einer anderen
Begründung versehen worden ist (str vgl nur Teplitzky Kap 55 Rn 48
mN).
h) Die allgemeinen Rechtsbehelfe gegen eine markenrechtliche
einstweilige Verfügung
Dem Schuldner steht gem §§ 936, 924 Abs 1 ZPO gegen die ohne münd-
liche Verhandlung erlassene Beschlussverfügung das Rechtsmittel des
Widerspruchs zu. Dieses ist an keine Frist gebunden, unterliegt aber dem
Verwirkungseinwand gem § 242 BGB, der bei einem Verstreichenlassen
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
45
von über zwei Jahren bis zum Einlegen eines Rechtsmittels gegen eine
Beschlussverfügung von der Rspr angenommen wurde (KG GRUR 1985,
237).
Der Widerspruch kann auch auf einen sog Kostenwiderspruch beschränkt
werden (Sosnitza in Piper/Ohly/Sosnitza UWG § 12 Rn 148, 5. Aufl mN).
Zwischen den Parteien wird dann nur noch über die Kosten des Verfah-
rens gestritten, einer Sachentscheidung im Verfügungsverfahren bedarf es
dann nicht mehr (Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 200). Nach der Rspr des
OLG Hamburg soll für den Fall, dass ohne vorherige Abmahnung eine
einstweilige Verfügung erwirkt wurde, anstelle des Kostenwiderspruchs
der Widerspruch zusammen mit der Abgabe einer Unterwerfungserklä-
rung zur Änderung der Kostenentscheidung zulässig sein (OLG Hamburg
NJW-RR 2002, 215 f).
Die Zwangsvollstreckung aus der Beschlussverfügung wird durch den
Widerspruch nach § 924 Abs 3 S 1 ZPO nicht gehemmt. Das Gericht kann
aber eine einstweilige Anordnung nach § 707 ZPO gem § 924 Abs 3 S 2
ZPO zur einstweiligen Einstellung der Zwangsvollstreckung erlassen.
Weiterhin kann der Schuldner gegen alle Entscheidungen des Vorderrich-
ters bei Vorliegen der allgemeinen Voraussetzungen Berufung einlegen.
Sie kann auch darauf gestützt werden, die einstweilige Verfügung sei
nicht fristgerecht vollzogen oder der Anspruch sei verjährt.
Die Gewährung vorläufigen Vollstreckungsschutzes kommt gem § 924
Abs 3 S 2 ZPO in Betracht (BGH NJW-RR 1997, 1155 f mN). Wegen der
sich aus der Natur des Verfahrens der einstweiligen Verfügung ergeben-
den Besonderheiten kann eine Einstellung der Zwangsvollstreckung aber
nur erfolgen, wenn feststeht, dass die einstweilige Verfügung aufgehoben
wird (BGH NJW-RR 1997, 1155 f mN; OLG Frankfurt WRP 1992, 120;
OLG Koblenz WRP 1985, 657).
Dem Schuldner steht als weiterer Rechtsbehelf der Antrag nach §§ 936,
926 Abs 1 ZPO zur Verfügung, das Gericht möge ohne mündliche Ver-
handlung anordnen, dass der Gläubiger binnen einer zu bestimmenden
Frist Klage zu erheben hat. Wird dieser Anordnung nicht Folge geleistet,
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
46
so ist auf Antrag des Schuldners die Aufhebung der einstweiligen Verfü-
gung durch Endurt auszusprechen.
Weiterhin steht dem Schuldner nach §§ 936, 925, 927 Abs 1 ZPO das
Recht zu, wegen veränderter Umstände, insb wegen der Erledigung des
Verfügungsgrundes oder aufgrund des Erbietens zur Sicherheitsleistung
die Aufhebung der einstweiligen Verfügung zu beantragen.
V
Abschlussschreiben und Abschlusserklärung
1. Abschlussschreiben
Eine einstweilige Verfügung sichert den Gläubiger des markenrechtlichen
Anspruchs lediglich vorläufig.
Die in der ZPO vorgesehenen Rechtsbehelfe der §§ 924, 926, 927 ZPO,
Berufung und die Einrede der Verjährung, kann der Verfügungsschuldner
weiterhin geltend machen.
Nach bisherigem Recht waren Anträge des einstweiligen Rechtsschutzes
ohne Einfluss auf den Lauf der Verjährungsfrist (BGH NJW 1979, 217).
Allein soweit sie als Vollstreckungsmaßnahmen qualifiziert werden konn-
ten (Heinrichs in Palandt § 209 Rn 21) haben sie nach § 209 Abs 2 Nr 5
BGB aF die Verjährung unterbrochen.
§ 204 Abs 1 Nr 9 BGB regelt nun allg die Hemmung infolge eines An-
trags auf Erlass eines Arrestes, einer einstweiligen Verfügung oder einer
einstweiligen Anordnung (ausf hierzu Baronikians WRP 2001, 121 ff;
Zimmermann/Leenen ua, JZ 2001, 684 ff; Mansel NJW 2002, 89 ff). Nicht
eindeutig normiert ist, welche Ansprüche der Hemmungstatbestand des
§ 204 Abs 1 Nr 9 BGB nF regelt. Richtigerweise sind der durch den An-
trag des einstweiligen Rechtsschutzes zu sichernde Anspruch, aber auch
der im Wege der ausnahmsweise zulässigen Leistungsverfügung zu erfül-
lende Anspruch von der Hemmung erfasst. Dies erscheint sachgerecht,
denn die Grenzen zwischen Sicherungsverfügung und Leistungsverfügung
sind nicht selten fließend.
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
47
In der Praxis markenrechtlicher Auseinandersetzungen hat es sich ebenso
wie im Wettbewerbsrecht eingebürgert, den Schuldner unter Setzung einer
angemessenen Frist aufzufordern, durch Abgabe einer Abschlusserklärung
die Auseinandersetzung zwischen den Parteien zu beenden (Ekey in HK-
WettbR Vor §§ 12 ff Rn 45).
Zur Vermeidung der Kostenfolge gem § 93 ZPO hat der Gläubiger dem
Schuldner idR nach Beendigung des Verfahrens auf Erlass einer einstwei-
ligen Verfügung durch eine erneute Abmahnung Gelegenheit zu geben,
sich zu unterwerfen. Dabei stellt das Abschlussschreiben allerdings keine
Voraussetzung für die Erhebung einer Klage dar (Herget in Zöller § 91
Rn 13, 30. Aufl mN).
Für den Zugang des Abschlussschreibens und die in diesem zu setzende
Frist für den Schuldner, die gewünschte Abschlusserklärung abzugeben,
gelten dieselben Grundsätze wie bei der Bestimmung der Angemessenheit
einer Frist im Abmahnschreiben und den Zugang des Abmahnschreibens.
Das Abschlussschreiben stellt sich lediglich als eine Vorbereitungshand-
lung für die Erhebung der Hauptsacheklage dar, weshalb die Kosten des
Abschlussschreibens im Verfügungsverfahren nicht festsetzungsfähig gem
§ 91 ZPO sind (BGH GRUR 1973, 384 f – goldene Armbänder).
Kommt es nach Zugang des Abschlussschreibens, etwa weil der Schuld-
ner die gewünschte Abschlusserklärung nicht abgibt, zum Hauptsachever-
fahren, ist die sonst außergerichtlich zu erstattende Geschäftsgebühr gem
Nr 2400 VV RVG nach Vorb. 3 Abs 4 VV RVG auf die ohnehin vom
Schuldner für den Fall seines Unterliegens zu tragende Prozessgebühr
anzurechnen (LG Köln GRUR 1987, 655; LG Hamburg WRP 1982, 44).
2. Abschlusserklärung
Gibt der Schuldner die verlangte Abschlusserklärung ab, entfällt regelmä-
ßig das Rechtsschutzbedürfnis für die Hauptsacheklage (BGH NJW-RR
1991, 22 f – Abschlusserklärung; Pastor/Ahrens S 1041).
Durch die Abschlusserklärung, die der Schuldner, um die Kostentra-
gungspflicht gegenüber dem Gläubiger zu vermeiden, von sich aus mög-
lichst bald nach der Zustellung der einstweiligen Verfügung abgeben soll-
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
48
te, wird die einstweilige Verfügung in den Rang einer Hauptsacheent-
scheidung gehoben, weshalb in der Abschlusserklärung auf die Rechte
nach §§ 924, 926, 927 ZPO, ggf auf die Einrede der Verjährung und das
Rechtsmittel der Berufung verzichtet werden muss (Ekey in HK-WettbR
Vor §§ 12 ff Rn 265).
Der Schuldner hat die Abschlusserklärung unzweifelhaft (KG WRP 1986,
87), unbedingt und vorbehaltlos abzugeben (BGH NJW-RR 1991, 297 f –
Abschlusserklärung). Es obliegt dem Schuldner, die Abschlusserklärung
in der für die Beweiszwecke des Gläubigers erforderlichen Form zu über-
senden. Die Übermittlung kann zunächst fernschriftlich und nach der hier
vertretenen Auffassung auch per E-Mail erfolgen, wenn auf Verlangen des
Gläubigers diese Erklärung schriftlich bestätigt wird (BGH NJW 1990,
3147 f – Unterwerfung durch Fernschreiben).
Einer Annahme der Abschlusserklärung durch den Gläubiger bedarf es
nicht.
3. Kosten des anwaltlichen Abschlussschreibens
Das Abschlussschreiben eines Rechtsanwalts, mit dem er nach Abschluss
des einstweiligen Verfügungsverfahrens den Antragsgegner auffordert,
den Verfügungsanspruch anzuerkennen und auf Widerspruch sowie die
Stellung eines Antrages nach § 926 ZPO zu verzichten, gehört nicht mehr
zum Verfügungsverfahren sondern bereits zur Hauptsache (BGH Beck
RS 2008, 05989; Besprechung v Schneider in NJW-Spezial, Heft 10/2008,
315).
Die beim Gläubiger durch die Übersendung des Abschlussschreibens ent-
stehenden Kosten sind im Falle der Abgabe einer wirksamen Abschluss-
erklärung nach den Gesichtspunkten der Geschäftsführung ohne Auftrag
zu erstatten, wenn der Verletzer zu dem Abschlussschreiben Veranlassung
gegeben hat und es notwendig war (Ekey in HK-WettbR § 12 Rn 258).
Um unnötige Kosten zu vermeiden, muss dem Schuldner zunächst die
Gelegenheit eingeräumt werden, innerhalb einer üblichen Frist von ca.
14 Tagen ab Zustellung der einstweiligen Verfügung von sich aus die
Abschlusserklärung abzugeben (OLG Köln WRP 1987, 188; Theson WRP
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
49
1978, 670; nach aA ist auf die Dauer der Rechtsmittelfrist von 1 Monat
abzustellen, Sosnitza in Piper/Ohly/Sosnitza, UWG § 12 Rn 183 mN;
OLG Frankfurt WRP 2003, 1002 – danach ist ein längeres Abwarten als
2 Wochen dann zumutbar, wenn der Schuldner die Bereitschaft zum Ein-
lenken bereits signalisiert hat).
Wurde der Rechtsanwalt nach Abschluss des einstweiligen Verfügungs-
verfahrens hinsichtlich der Hauptsache zunächst mit einer außergerichtli-
chen Vertretung beauftragt, entsteht für das von ihm gefertigte Abschluss-
schreiben eine Geschäftsgebühr nach Nr 2300 VV RVG (Vorb 2.3. Abs 3
VV RVG). Es dürfte dabei von der sog Schwellengebühr (Anm zu
Nr 2300 VV RVG) auszugehen sein, weil ein Abschlussschreiben im
Zweifel sich weder als besonders umfangreich noch schwierig darstellt.
Für das einstweilige Verfügungsverfahren entstand die 1,3 Verfahrensge-
bühr und für das nachfolgende Abschlussschreiben ebenfalls eine 1,3 Ge-
schäftsgebühr nach Nr 2300 VV RVG.
Reagiert der Schuldner nicht und muss Hauptsacheklage erhoben werden,
entsteht für das gem Klageverfahren die 1,3 Verfahrensgebühr nach
Nr 3100 VV RVG (auf die die vorangegangene Geschäftsgebühr für das
Abschlussschreiben gem Vorb 3 Abs 4 VV RVG hälftig – höchstens mit
0,75 – anzurechnen ist.
Wenn der Rechtsanwalt nach Abschluss des einstweiligen Verfügungsver-
fahrens von seinem Mandanten nicht mehr damit beauftragt wurde, noch
einmal außergerichtlich tätig zu werden, sondern ihm sofort Klageauftrag
zur Hauptsache erteilt wurde, er aber im Rahmen des Klageauftrages den
Schuldner erneut anschreibt, um ihm Gelegenheit zu geben, die Klage
durch Abgabe der Abschlusserklärung abzuwenden, erhält der Rechtsan-
walt eine Verfahrensgebühr nach Nr 3100 VV RVG (Vorb 3 Abs 2 VV
RVG). In diesem Stadium bemisst sich die Verfahrensgebühr gem
Nr 3101 Nr 1 VV RVG allerdings nur auf 0,8 (Schneider in Besprechung
BGH Beck RS 2008, 05989, in NJW-Spezial, Heft 10/2008, 315 f mit
weiteren Einzelheiten; aA OLG Hamm WRP 2008, 135, wonach für ein
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
50
Abschlussschreiben regelmäßig eine durchschnittliche Geschäftsgebühr
anzusetzen ist).
VI
Zusammenfassende Erwägungen
1.
Die kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen in Deutschland dürften
zu gut 50 % durch außergerichtlich ausgesprochene Abmahnungen ihre
Erledigung finden. Hiervon dürften insb die Sachverhalte mit einer wirt-
schaftlich geringeren Bedeutung betroffen sein. Über die Frage, wer die
Abmahnkosten des Abmahnenden tragen muss, werden allerdings dann
doch noch relativ häufig die Markengerichte bemüht. Hierbei handelt es
sich allerdings nur noch um sog Nachhutsgefechte der durch die Abgabe
der strafbewerten Unterlassungserklärung erledigten Fälle.
2.
Die andere Hälfte der Sachverhalte wird ebenfalls zu ungefähr 50 % durch
einstweilige Verfügungen erledigt. Entweder die Markengerichte lehnen
den Erlass einer einstweiligen Verfügung häufig schon telefonisch ab und
der Antragsteller nimmt seinen Antrag zurück, oder die einstweilige Ver-
fügung wird ohne mündliche Verhandlung erlassen und der Antragsgeg-
ner akzeptiert diese oder akzeptiert die einstweilige Verfügung nach Ein-
legung des Widerspruchs, wenn das Markengericht bei seiner Auffassung
bleibt.
Nur relativ wenige Streitigkeiten erreichen die zweite Instanz.
3.
Vor allem das Institut der einstweiligen Verfügung ist von einem Koope-
rationsverhältnis zwischen den Markengerichten und den Prozessvertre-
tern der Parteien geprägt.
Einerseits folgt dies aus § 139 ZPO. Danach hat das Gericht darauf hin-
zuwirken, dass die Parteien die sachdienlichen Anträge stellen. In den
häufigen Fällen, in denen das Gericht ohne mündliche Verhandlung ent-
scheidet, liegt also die Gerichtspraxis nahe, dass der Vorsitzende Richter
den Prozessbevollmächtigten des Antragstellers telefonisch darüber auf-
Besonderheiten von kennzeichenrechtlichen Auseinandersetzungen nach deutschem Recht
51
klärt, wie nach Auffassung der Kammer diese entscheiden würde und
anregt, gegebenenfalls die angekündigten Anträge umzustellen oder neu
zu formulieren. Die Bedenken, die gegen diese Rechtspraxis geäußert
werden, gehen fehl.
Denn zum einen wird das Gericht die Telefongespräche mit einer Pro-
zesspartei als Protokoll in der Gerichtsakte festhalten. Zum anderen bleibt
es der Gegenpartei unbenommen, im Wege einer Schutzschrift ihre Ar-
gumente nach erfolgter Abmahnung vorzubringen.
Wenn der Antragsteller nach entsprechender Belehrung des Gerichts sei-
nen Antrag auf Erlass einer einstweiligen Verfügung zurückzieht, erleidet
der Antragsgegner ohnehin keine Rechtsnachteile.
Sollte ein dann erneut angerufenes Gericht entscheiden, gilt wieder die
Regelung von § 139 ZPO.
IÜ ist auf die Praxis der Gerichte hinzuweisen, dass sie erwarten, dass
dem Antrag auf Erlass einer einstweiligen Verfügung die Abmahnung
beigefügt und die Antwort des Abgemahnten ebenfalls übersandt wird.
Insoweit dient das kennzeichenrechtliche Verfahrensrecht der Herbeifüh-
rung gesetzmäßiger und auch unter diesem Blickpunkt richtiger, darüber
hinaus aber auch im Rahmen dieser Richtigkeit gerechter Entscheidungen
(vgl. nur BVerfG E 42, 73).
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
52
53
ALMAN HUKUKUNA GÖRE MARKA HAKLARIYLA İLİŞKİLİ
İHTİLAFLARIN HUSUSİYETLERİ
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
I. Giriş
Alman Marka Yasası marka hukuku kavramından marka, ticari
unvanlar ve coğrafi köken bilgileri ile ilişkili bir hukuku anlamaktadır. Bu
bağlamda Alman Marka Yasası (MarkenG) aynı yasasın 3. maddesi gereği
marka korumasıyla ilişkili marka hukukuna dayalı kuralların dışındaki
kuralların devreye sokulmasını dışlamaz.
Her durumda tescilli marka ile ilişkili Alman marka hukuku
uyumlulaştırılmış bir Avrupa hukukunu teslim ederken, marka hukuku
alanındaki ihtilaflar Almanya'da ayrıca ulusal hukuku da tabidir.
Kuşkusuz Avrupa hukukunun gittikçe artan etkileri marka hukuku
alanındaki ihtilaflar için de söz konusudur. Bu konuda örneğin
Enforcement (= İnfaz) -Talimatnamesine ve doğal olarak Avrupa Adalet
Divanı (EuGH) içtihadına gönderme yapılması gerekir.
Alman Marka Yasası (MarkenG) içinde haksız fiil hukukunun bir
parçası olarak düzenlenmiş marka hakkı ihlalleri yaygın olarak bilhassa
müdahalenin meni davaları, tecavüzün ref’i davaları veya zarar tazminatı
davalarını tetiklemektedir. Uygulamada kuşkusuz ihtilafların ağırlık
noktası daha ziyade müdahaleyi men talepleri alanındadır. Bu durum bir
yandan, marka ihlali nedeniyle yol açılmış zararın tazmini taleplerinin
sıklıkla zor bir şekilde nicelleştirilebilir olmasına dayanmaktadır. Zarar
Avukat
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
54
tazminatı talebinin yaptırım gücü uzun yıllar süren mahkeme
işlemlerinden sonra bilhassa ürün korsanlığı alanı ve buna yakın hukuki
durumlarda da sıklıkla mümkün olmamaktadır.
Öte yandan marka hukuku tartışmalarında müdahalenin men'i
taleplerinin ağırlığı, bunların geçici hukuki koruma önleminin yargılama
öncesi ikaz yoluyla uygulamada sıklıkla hızlı ve etkin bir şekilde yaptırım
gücüne kavuşturulabilmeleriyle gerekçesine dayanmaktadır.
Alman hukuk uygulaması marka hukukuna dayalı ihtar ve marka
hukukuna dayalı olarak yapılan geçici tedbir için konuşmamın konusu
olan hususiyetler geliştirmiştir.
II. İhtar
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 1 Fıkra 1, haksız rekabet
hukuku bakımından alacaklıya, bir mahkeme işlemi başlatmadan önce
borçlusunu ihtar etmesi yükümlülüğünü getirmektedir. Bunda ki amaç,
ona (borçluya) ihtilafı ceza tehdidi içeren bir ihlalden kaçınma/ ihlale son
verme beyanın verilmesi yoluyla çözülmesi fırsatı vermektir.
İhtar olarak gerçek veya varsayılan ihlal eyleminden mağdur olanın
muhtemelen ihlali yapana mahkeme devreye sokulmaksızın
gerçekleştirilen bir bildirimi olarak anlaşılabilir. Buna göre ihlali yapana
hukuka aykırı davranmış olduğu ihtar edilir ve buna bağlı olarak ondan bu
davranışını bundan böyle durdurması ve tespit edilecek bir süre içinde bir
ihlalden kaçınma/ ihlale son verme beyanı vermesi talep edilir.
İhtar ihlali yapan kişiye örneğin marka hukuk açısından hakkına
tecavüz edilmiş kişiyi tazmin suretiyle davadan vazgeçirme yolunu
açmalıdır.
1. Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 1 Cümle 1
'in yerinde uygulanması
Yaygın olarak birinci merci mahkemelerin içtihatında ve literatürde
kabul edilen görüşe göre Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra
1 Cümle 1 marka davaları hukukunda da kıyaslama yapılarak
kullanılabilir (Hacker, Ströbele/Hacker Madde 14 Sayfa Kenar No 426,
Fn 1083 mN, kısmen birinci merci mahkemelerin çelişkili içtihadı
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
55
Ingerl/Rohnke Madde 14-19, Sayfa Kenar No. 94, 2. Baskı; Fezer
Madde14 Sayfa Kenar No. 1081 ve takip eden numaralar ).
Teplitzky özellikle marka hukukunda bir analoji için vazgeçilemez
hukuki boşlukları kabul etmemektedir, çünkü ona göre marka hukukunda
tespit edilmiş kurallar vekaletsiz iş görmeye kapsayabilir ( aynı zamanda
bakınız: Federal Yargıtay (BGH) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi
(WRP) 2008, Sayfa 1449 ve takip eden sayfa- Clone-CD; Federal
Yargıtay (BGH) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2007,
325 ve takip eden sayfalar -" Rekabet Hukuku Dışında İhtar" Münih
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Marka Hukuku 2006, 236 ve takip den
sayfa- İhtar Masraflarının Tazmini - Teplitzky Bölüm 41 Sayfa Kenar No.
1; Ditmer , Büscher/Dittmer/Schiwy Haksız Rekabet Yasası (UWG)
Madde 12 Sayfa Kenar No. 92 Ingerl/Rohnke, Madde 14 ila 19 Sayfa
Kenar No. 295; Hirsch Fezer, Marka Uygulaması El Kitabı, Marka İhlal
Davaları I 4 Sayfa Kenar No. 77). Bu nedenle bir analojiyi prensip olarak
ayırmaktadır.
Fakat buna karşın marka hukuku ile ve yine Haksız Rekabet Yasası
(UWG) ile düzenlenmiş hukuki alanların çaprazlığını ifade etmektedir.
Örneğin hem Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 5 Fıkra 1 Bent 1 "
Coğrafi veya İşletmesel Köken" başlığı altında bahsi geçen coğrafi köken
tanımlamalarının korunması hem de Madde 126 ve takip eden maddeler
aynı hukuki durumlarla ilişkilidir. Madde 2 'ye göre de Alman Marka
Yasası (MarkenG) gereği sağlanan hukuki koruma, diğer kuralların
uygulanmasını, başka bir deyişle Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde
12 I 'de yer alan kuralların uygulanmasını içermemelidir. Ayrıca buna
ilave olarak hukukçuya göre (Teplitzky) Madde 5, ve 15'de - eski sürüm
Madde 16 - ticari markaların korunmuş olması ve Haksız Rekabet Yasası
(UWG) Madde 12 I 'in eklenmesi ile hukuki durumda bir değişiklik
meydana gelmeyecektir. Fakat bu tehlike, eğer Madde 5, 15 ve yine
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 1 'de normlaştırılmış
kurallardan daha farklı kurallara göre bir hukuki korumanın
gerçekleştirilmesinin gerekiyor ise vardır. Sonuçta içtihat her halükarda
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
56
fiilen Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 1 'in yerinde
kullanılması marka hukukuna dayalı ihtilaflara uygulamaktadır (bakınız :
Runkel, Avukat Formları (=Form şeklinde yazılar) Sınai Hakların
Korunması, 5. Baskı, S. 394 ve takip eden sayfa, Deliller ile). Özellikle
Haksız Rekabet Yasası (UWG) 'na dayalı davalarla ilişkili içtihadın
yaptırımı bakımından uyumluluğunun sağlanması için burada tavsiye
edilen analoji önerilmiştir.
2. İhtarın gerekliliği
Alman Hukuku Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 93
gereği davacı, eğer davalı davranışı ile mahkeme kanalıyla
gerçekleştirilecek tedbirlerin alınmasına vesile oluşturmuyor ise ve
davacının talebini hemen kabul ediyor ise, dava giderlerini karşılamak
zorundadır.
Marka hukukuna dayalı taleplerin mahkeme yoluyla yapılmasından
önce kabul edilebilir koşulu olarak değil, fakat Alman Hukuku
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 93 gereği gider külfetinden
kaçınmak için ihlali yapanın önceden ve etkili bir şekilde ihtarının
gerçekleştirilmesi gerekmektedir ( Federal Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW) 1990, 1905 f - İhtar Edilenin Cevap verme
Yükümlülüğü; Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW) 2002, 215 ve takip eden sayfa, önceden yapılmış bir
ihtar olmaksızın alınan geçici tedbir kararında dava masrafları
hususundaki kararın değiştirilmesine izin vermektedir; Schleswig Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Multi Medya ve Hukuk Dergisi (MMR) 2001,
176 ve takip eden sayfalar; Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2001, 72 -
İhtar Öncesi Geçici Tedbir; Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 1989, 58; 1987, Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW) 1448; Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) eni
Yargı Dergisi (NJW)-RR 1987, 428; Bremen Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1970, 867; Fezer Madde 14
Sayfa Kenar No. 542; Teplitzky Bölüm 41 Sayfa Kenar No. 2) Bu durum
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
57
bizzat zamana bağlı hak ihlallerinde de, örneğin bir fuar etkinliği
esnasında aynı zamanda sözlü olarak yapılması mümkün ve gerekli
olabilecek ihtarlarda da geçerlidir. Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) -RR 1987; kuşkulu olarak
Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Dergisi (WRP) 1974, 563 ve takip eden sayfa). Eğer hak tecavüzünde
bulunan kişi mahkeme kanalıyla görülecek bir hukuki ihtilafı beklediğini
beyan eder ise, bir ihtar fuzuli olabilir (Hagen Eyalet Mahkemesi (LG)
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2002, 360 ve takip eden
sayfalar).
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 1'de ve bundan
böyle Telif Hakkı Yasası (UrhG) Madde 97a Fıkra 1 Cümle 2, Fıkra 2 'de
de yasa koyucu müdahalenin men'i talebinde bulunmaya yetkili
alacaklının yükümlülüğünü, mahkeme kanalıyla atılacak adımların
atılmasından önce borçluyu ihtar etmeyi ve ona makul bir anlaşma cezası
ile donatılmış bir müdahaleden kaçınma yükümlülüğü beyanının
verilmesiyle ihtilafın uzlaştırılması fırsatının verilmesini
normlaştırmaktadır (bakınız: Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde
12 Sayfa Kenar No. 2 ve takip eden numaralar). Bu noktada Haksız
Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 1 kısmen reddedilmiş analojisi
olmaksızın da marka hukukunda geçerli olan genel bir ilke gündeme
gelmektedir (aynı zamanda bakınız: Köhler F. Erdmann Armağan Yayını,
Münih 2002, 845 ve katip eden sayfalar; yazar dava için örf hukuku
zeminini kabul etmektedir).
3. Bir önceki ihtarın gerekliliğinden istisna
Masraflardan kaçınmak için mahkeme kanalıyla atılacak adımların
atılmasından önce borçluyu önce ihtar etmek ilkesinde bazı istisnalara
Alman Marka Hukukunda (MarkenR) belirli durumlar için izin
verilmiştir. Eğer alacaklı için münferit durumun koşullarına göre bir
ihtarın yapılması objektif olarak uygunsuz ise, önceden ihbarın yapılması
(istisnai olarak) gereksizdir. (Hirsch / Fezer, Marka Uygulaması El Kitabı,
I 4 Marka İhlal Davaları, Sayfa Kenar No. 30) Eğer bir ihtar alacaklının
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
58
haklı taleplerinin yaptırımını boşa çıkartıyor veya onun bakış açısından
en azından onun için yaptırımın boşa çıkması bakımından endişe yaratıyor
ise, bu durum (=ihtarın yapılmasının fuzuli olması durumu) kabul
edilmektedir (rekabet hukukuna dayalı bir cebri idare davasında ihtarın
gereksizliği: Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW)- Rekabet Hukuku (WettbR) 1998, 234 takip eden
sayfa; Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) OLG-Report 2001, 12 ve
takip eden sayfa; Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk
ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1997, 471 - Ohrstecker;
Nürnberg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 1995, 427; Eyalet Yüksek Mahkemesi (KG)
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP)
1984, 325 ve takip eden sayfa ; Hamburg Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 1984, 758; Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1983, 753
takip eden sayfalar - Pengo; Hoene / Hoene Runkel, Avukat Formları
(=Form şeklinde yazılar) Sınai Hakların Korunması, S. 17 ve takip eden
sayfa, 5. Baskı, Deliller ile); Ekey / HK- Rekabet Hukuku (WettbR)
Madde 12 Sayfa Kenar No.16).
Madde 18 gereği bozma davasının güvenlik altına alınması için
ürün korsanlığı mallarının haczedilmesine yönelik bir ihtiyati tedbirde
önceden bir ihtarın yapılması gerekli olmayabilir(Frankfurt Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2006, 264 - İhtar Gerekliliği; Stuttgart Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Yeni Hukuk Dergisi (NJW)-RR 2001, 257 ve takip
eden sayfa - Porsche Spider 550; Fezer Madde 18 Sayfa Kenar No. 34;
Diğer Görüş Braunschweig Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai
Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2005, 103 f-
Kaçak Mallar; Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1983, 453).
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
59
Eğer hakkına tecavüz edilen kişi münferit vakanın koşullarının
objektif olarak değerlendirmesinde, haklı talebinin mahkeme yardımı
olmaksızın yaptırım kazanamayacağı sonuca varıyor ise bir ihtara gerek
duyulmaz. Çünkü faklı nedenlerden ötürü mahkeme devreye sokulmadan
önce ihlali yapandan müdahaleden kaçınmasını talep etmek beklenir bir
durum değildir. (Schleswig Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Multi
Medya ve Hukuk Dergisi (MMR) 2001, 176 ve takip eden sayfa; Köln
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) OLG-Report 2001, 12 ve takip eden
sayfa).
Haksız Rekabet Yasası (UWG) ile geliştirilmiş kriterlere uygun
olarak ağır bir marka hakkı ihlalinin veya borçlunun kasıtlı fiilinin ortaya
çıkması durumunda doğru anlayışa göre bir ihtar gereksizdir (Stuttgart
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-
RR 2001, 257 ve takip eden sayfa - Porsche Spider 550; Köln Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) OLG-Report 2001, 12 ve takip eden sayfa;
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1984, 349; Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1977, 276; Haftalık Yeni Yargı
Dergisi (NJW) 1969, 935; Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1979, 191;
Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve
Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1985, 240; Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Dergisi (WRP) 1982, 589; Eyalet Yüksek Mahkemesi Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1984, 326 ve takip eden sayfa;
Schleswig Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması
ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1973, 103 ve takip eden sayfa; Hukuk
ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP)1972, 262, 388;
Baumbach/Hefermehl Haksız Rekabet Yasası (UWG) Dava Açılması
Sayfa Kenar No. 543; Stein/Jonas/Borg Madde 93 Sayfa Kenar No. 18;
Steininger Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1999, 1195 ve
takip eden sayfalar; Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa
Kenar No. 13; Önem kazanan diğer görüş, Eyalet Yüksek Mahkemesi
(KG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2003, 101 ve takip
eden sayfa- Gereksiz İhtar, Deliller ile; Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
60
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1983, 45; Hamburg
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet
Hukuku (WettbR) 1996, 93 ve takip eden sayfa; Melullis Sayfa Kenar no.
770 ve takip eden no.; Teplitzky Bölüm 41 Sayfa Kenar No. 22, 25;
Sosnitza / Piper/Ohly/Sosnitza Haksız Rekabet Yasası (UWG) , Madde 12
Sayfa Kenar No. 7, her bir delil ile ). Eğer hak ihlalinde bulunan kasıtlı
olarak veya ağır ihmal sonucu ağır bir hak ihlali ile marka hukukuna
dayalı normların dışına çıkar ise, o zaman bu durum hak ihlalinde
bulunanın içinde adı konmuş bir yasağı ihlal ettiği durum ile eş değer
değerlendirilmelidir. Böylece hakkına tecavüz edilen kişi için, mahkeme
devreye sokularak derhal atılması gereken adımları atmak için beklemesi
ve yine hak ihlali yapan ile iletişime geçmesi beklenemez (Ekey / HK-
Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No.14; diğer görüş
örneğin: Teplitzky Bölüm 41, Sayfa Kenar No. 25 delillerle birlikte; Yazar
yalnızca istisnai olarak ve çoğunlukla yalnızca hak ihlali eyleminin
kasıtlılığından kaynaklanan başkaca koşullar ile bağlantılı olarak, bir
ihtarın boşuna olduğu sonucunu çıkarmaktadır; aynı şekilde Schleswig
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Multi Medya ve Hukuk Dergisi
(MMR) 2001, 176 ve takip eden sayfa, Delillerle birlikte).
Hakkına tecavüz edilen kişinin masraf riskinin azaltılması için, bir
ihtarın gereksiz olup olmadığı hakkına tecavüz edilen kişinin bakış açısına
göre yapılmalıdır (Grüber / Walter/Grüber, Avukat El Kitabı, S. 5; Ekey,
HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No.15) Ayrıca
eğer bir ihtarın gereksizliği sonucuna vardıracak açıkça ortaya çıkmamış
ise, tereddütlü durumlarda marka hukukuna dayalı bir alacağın alacaklısı,
borçlusunu mahkeme kanalıyla atılacak adımların atılmasından önce ihtar
etme konusunda iyi bir şekilde yönlendirilmelidir.
4. İhtarın ayrıntıları
a) Biçim
Bir ihtar için herhangi bir biçim öngörülmemiştir. İhtar yazılı,
sözlü, telefon ile, faks yoluyla, tele mektup veya elektronik posta yoluyla
gerçekleştirilebilir ( bakınız örneğin: Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
61
(OLG) OLG-Report 2001, 12 ve takip eden sayfa; Teplitzky Bölüm 41
Sayfa Kenar No.12). Hukuki yazışmada yalnızca ihtarının yapılmış
olduğunun değil, aynı zamanda da ihtarın karşı tarafa erişmiş olduğunu
kanıtlayabilecek bir ihtar biçinin seçilmesi tavsiye edilir. (Münih Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku
(WettbR) 1998, 65; Hirsch /Fezer, Marka Uygulaması El Kitabı, I 4
Marka İhlal Davaları, Sayfa Kenar No 33, 2. Baskı,; Ekey /HK- Rekabet
Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No.19).
İhtar Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 174 gereği tek taraflı bir
irade beyanını açıklamadığı sürece, doğru görüşe göre muhtemel bir
temsilcinin vekil tayin edildiğini gösteren bir vekaletnamenin ihtara
eklenmesine ihtiyaç yoktur ( Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2010, 1120 ve takip eden
sayfalar - Vekaletnamenin ispatlanması: "Eğer ihtar teslimiyet
anlaşmasının yapılmasına dair bir teklif ile bağlantılı ise"; Karlsruhe
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-
RR 1990, 1323;Eyalet Yüksek Mahkemesi (KG) Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1988, 79; Hamburg Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi
(WRP)1986, 106; Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1985, 360; Hamm Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1982,
592; bütüne girerek Teplitzky Bölüm 41 Sayfa Kenar No. 6 a) Deliller ile;
Pfister Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2002, 799 ve takip
eden sayfalar; Gloy Madde 60 Sayha Kenar No.30; Baumbach/Hefermehl
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Dava Açma, Sayfa Kenar No. 530 ve
takip eden numaralar , 22. Baskı; Ekey / HK- Rekabet Hukuku (WettbR)
Madde 12 Sayfa Kenar No.19; farklı görüş Düsseldorf Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 52 ve
takip eden sayfa- İhtar Vekaleti; Nürnberg Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1991,
387; Dresden Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı
Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1999, 140, 142; Sosnitza in
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
62
Piper/Ohly/Sosnitza, Madde 12 Sayfa Kenar No. 3.; Melullis Sayfa Kenar
No. 396, yazarın görüşüne göre hak ihlali yapan ihtar sonrası bir
vekaletname talep edebilir).
Teslimiyet anlaşmasının yapılmasına dair bir teklif içermeksizin
yapılan yalın ihtarda ihtarın karakteri gereği bu ihtar Alman Medeni
Yasası (BGB) Madde 174 'e uygun olarak tek taraflı beyan
uygulanmalıdır, çünkü tüm işlem benzeri eylemlerde analoji
öngörülmüştür (Bornkamm in Köhler/Bornkamm Haksız Rekabet Yasası
(UWG) Madde 12 Sayfa Kenar No.1.27 Delillerle birlikte Hakim görüş
tarafından belirtilen bakış açılarına bağlı nedenlerden ötürü endüstriyel
hakların hukuki koruma altına alınması bağlamındaki ihtarlarda Medeni
Yasa Madde 174'ün yerinde uygulandığına dair kabul için bir düzenleme
boşluğunun olmadığı karşıt görüş belirtmektedir (Uygulanabilirlik vs.,
aynı zamanda bakınız Bornkamm belirtilen kaynaktaki yer, Sayfa Kenar
No. 1.25)
b) İçerik
İhtar öncelikle marka hukuku bakımından hak ihlali yapandan, ilk
defa veya yeniden gerçekleşen marka hakkına tecavüz eylemi durumu için
bir ihlalden kaçınma/ ihlale son verme beyanının verilmesine yönelik bir
talebi içerir. Bu beyan ihlal durumunda uygun bir anlaşma cezasının
ödeneceğine dair bir vaat ile bağlantılıdır. İhtara ilave olarak bir ihtilaftan
kaçınma-, uyarı- ve giderlerden kaçınma fonksiyonu ilave olarak gelir (
Sosnitza 'nın tüm görüşlerinin yerine belirtilen kaynaktaki yer, Sayfa
Kenar No 2).
İhtar edilen hangi marka ile ilişkili ihtar edildiğini bilebilmelidir.
Bir tescilli markada tescil numarası bilgisi yeterlidir; bir kullanıcı markası
nedeniyle yapılan ihtar durumunda her durumda kullanım ve Madde 4
Fıkra 2 gereği muhtemel bir alıcı çevresi bakımından markanın geçerliliği
iddia edilmelidir. İhtar edenin kendisine ait hukuki korunma hakkını
edinişi ve kapsamı hakkında detaylı açıklamalar yapması gerekli değildir.
Buna rağmen bu türden açıklamalar yapılıyor ise, bunlar ne gerçek dışı ne
de yanıltıcı olmamalıdır ( Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
63
Dergisi (NJW)-RR 1995, 810 - Alıcının Uyarılması; Hamburg Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR)-RR 2002, Sayfa 145 ve takip eden sayfalar, Cat Stevens
II). Öncelikli haklara tecavüz eden bir marka olarak bir sembolün
bildirimi bir irtikap tehlikesi oluşturuyor ise, bildirimin geri alınması veya
mal ve hizmet listesinin sınırlandırılması,ceza tehdidi içeren bir ihlalden
kaçınma/ ihlale son verme beyanı verilmesine ihtiyaç kalmaksızın birinci
irtikap tehlikesini ortadan kaldırmayı sağlayabilir (Dittmer,
Büscher/Dittmer/Schiwy, Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12
Sayfa Kenar No. 22).
Bir marka hukuku ihlali ile gerekçelendirilmiş tekrarlama tehlikesi
yalnızca ceza tehdidi içeren bir ihlalden kaçınma/ ihlale son verme
beyanı ile ortadan kaldırılabildiği sürece, birinci irtikap tehlikesinin
ortadan kaldırılması için sakıncalı bulunan eylemin gelecekte
yapılmayacağına dair kayıtsız şartsız ve açık bir beyan yeterlidir (Federal
Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2001, 1174 ve takip eden sayfalar - İddiada Bulunma
Görevi ; Dittmer belirtilen kaynaktaki yer, Sayfa Kenar No.21).
Prensip olarak talep edilen teslimiyet beyanı Haksız Rekabet
Yasası (UWG) Madde 12 I gereği de bir anlaşma cezası ödeme vaadiyle
gerçekleştirilen güvenceye ihtiyaç duymaktadır. Çünkü bu vaat, tıpkı bir
mahkeme ilamı gibi diğer ihlallere karşı bir güvenlik sağlamaktadır.
Anlaşma cezası Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 339 gereği her tür
kusurlu ihlal ile etkisini yitirir. Bu nedenden dolayı yalnızca kusurlu ihlal
durumu için anlaşma cezası vaadinde bulunmak uygulamaya aykırı olarak
sakıncalar oluşturmaz, çünkü anlaşma cezası vaadinden doğan bir
sorumluluk olağan olarak kusur şartını getirir (Federal Yargıtay (BGH)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1972, 1883, 1885; Hacker /
Ströbele/Hacker, Madde 14 Sayfa Kenar No. 389) İfaya yardımcı olan
kişilerin sorumluluğu kuşkusuz konu harici tutulamaz. Ayrıca ceza
tehdidi içeren bir ihlalden kaçınma/ ihlale son verme beyanı ihlal fiilinin
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
64
her bir münferit durumuyla ilgili olmak zorundadır (Dittmer Belirtilen
kaynaktaki yer Sayfa Kenar No. 64).
Fakat bu söylenenler ile borçlunun devamlılık ilişkisine karşı
yaptığı itirazdan vazgeçmek zorunda oluşu ifade edilmemiştir ( Federal
Yargıtay (BGH) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1993,
240 ve takip eden sayfa - Devamlılık İlişkisi ). Borçlunun kasıtlı hukuk
ihlali yaptığı durumda alacaklı buna karşı devamlılık ilişkisinin konu
harici bırakılmasını talep edebilmelidir (Federal Yargıtay (BGH) Hukuk
ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1993, 240 ve takip eden sayfa -
Devamlılık İlişkisi ). Ayrıca yüksek anlaşma cezalarının iddia edilmesi de
Alman Medeni Yasası Madde 343, Madde 242 'de açıklanan şarta bağlıdır
(bakınız: Bornkamm / Hefermehl/Köhler/Bornkamm Haksız Rekabet
Yasası (UWG) Madde 12 Sayfa Kenar No1.145 sonunda).
Kusurlu bulunan davranışı, ihtar edilenin kendisine yönetilen isnadı
anlayabileceği ve yapılan isnadın doğrulunu kontrol edebileceği bir
konuma sevk edilebileceği biçimde mümkün olduğu kadar açık şekilde
ortaya koyan ve kuralına uygun olarak ihtarda bulunan kişi, müdahaleden
kaçınma vaadini bizzat önceden formüle etmek zorunda değildir. Birinci
irtikap tehlikesi veya tekrarlama tehlikesinin uygun bir beyan ile ortadan
kaldırılması borçlunun yükümlülüğüdür. Ayrıca ihtarda bir süre tespit
edilmelidir. Bu sure içinde borçlu prensip olarak cezaya çarptırılma
tehdidiyle boyunduruk altına alınmalıdır. Başka bir deyişle eğer tespit
edilmiş bu süre sonuçsuz geçirilmiş ise mahkeme kanalıyla adımların
atılacağı tehdidiyle bağımlı kılınmalıdır (Teplitzky Bölüm 41 Sayfa Kenar
No.14 Delillerle birlikte).
Eğer ihtar süre içermiyor ise ya da çok kısa tespit edilmiş bir süre
içeriyor ise, o zaman ihtarın ulaşması ile makul bir süre devreye sokulur.
Hak ihlali yapması nedeniyle ihtar edilen kişi marka hukukunu ihlali
nedeniyle oluşan ve ihtar ile somutlaşan özel ilişki temelinde dürüstçe,
ceza tehdidi içeren ihlalden kaçınma/ ihlale son verme beyanını vermek
suretiyle süreye uygun olarak ihtara yanıt vermekle ya da bu beyanı
vermeyi reddettiğini belirtmekle yükümlüdür (Federal Yargıtay (BGH)
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
65
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1990,1905 ve takip eden sayfa —
İhtar edilenin yanıt verme yükümlülüğü - Hamburg Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1999,
969, 971). Haksız ihtarlarda bu yükümlülük bulunmamaktadır (Federal
Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1995, 715, 717™
Haksız ihtarda masraflar).
Bir sürenin ne zaman makul olduğuna genel bir yanıt verilemez,
tam tersine bu durum münferit durumun incelenmesi tabidir. Yaygın
olarak muhtemel bir borçlunun, kendisine yöneltilen isnatları bir bilirkişi
komisyonunu devreye sokarak kontrol etmesi için minimum bir haftaya
ihtiyacı vardır (Stuttgart Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2004, 1395 Kural; Sosnitza
Belirtilen kaynaktaki yer Sayfa Kenar No. 17). Buna karşın çok acele
konularda süre saatler veya dakikalar olarak da tespit edilmiş olabilir
(Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Dergisi (WRP) 1988, 62 ve takip eden sayfa).
Eğer borçluya tanınan yanıt süresinin çok kısa tespit edildiği sabit
ise, aşağı yukarı süre tanınan sürenin bittiği tarihe çok yakın ise o zaman
alacaklıdan sürenin uygun bir şekilde uzatılması için ricada
bulunulmalıdır. Eğer bu gerçekleşmez ise,mahkeme devreye sokularak
atılmış adımların kusurlu olduğuna dair borçlunun itirazı engellenmiş olur
( Melullis Sayfa Kenar No. 391 Delillerle birlikte; Teplitzky Bölüm 41
Sayfa Kenar No.16; Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12
Sayfa Kenar No. 35;diğer görüş Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1995, 1043).
Kuşkusuz çok kısa tespit edilmiş süre makul bir süre ile ikame edilir (
Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 990, 381 ve takip eden sayfa - İhtar edilenin yanıt verme
yükümlülüğü).
c) Anlaşma cezası
Borçlu tarafından ödenmesi vaat edilecek anlaşma cezası,
alacaklının bakış açısından yasağı ihlal etmenin borçlu için ekonomik
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
66
olmayacağı biçimde yeterince yüksek olmalıdır ( Federal Yargıtay (BGH)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1983, 941 ve takip eden sayfalar).
Ceza ödeme vaadinin yüksekliği iş koluna, öneme, şirketin cirosuna ve
kazancına, hak ihlali fiilinin türüne ve kapsamına
Hak ihlali tehlikesinin ve yine anlaşma cezasının bir yaptırım
etkisinin bulunması durumuna göre belirlenir (Oldenburg Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR)-RR 2010, 252 ve takip eden sayfa- Binek taşıt aracı
performansı; Frankfurt Yerel Mahkemesi Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Dergisi (WRP) 856 ve takip eden sayfalar).
Teminat amaçlı anlaşma cezası mutabakatı, Alman Medeni Yasası
(BGB) Madde 315 gereği, müdahaleden kaçınma yükümlülüğüne karşı
yapılacak gelecekteki bir ihlal durumu için alacaklıya ya da Alman
Medeni Yasası (BGB) Madde 317 gereği bir üçüncü kişiye anlaşma
cezasının tutarını kendi takdirine göre belirleme hakkını verecek biçimde
de yapılabilir (Federal Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi
(NJW) 1994, 45 ve takip eden sayfa - Anlaşma cezasının takdiri, Deliller
ile).
Eğer alacaklı ihtarında talep edilmiş teslimiyet beyanlarının
verilmemesi durumunda esas dava konusunu mahkeme götürmek ve bir
geçici tedbir davası açmak konusunda borçluyu tehdit etmiş ve borçlu
buna tepki vermemiş ise, ihtar edilen Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
(ZPO) Madde 93 gereği tanınan imtiyaza itiraz edemez. Bunun için koşul,
borçlunun devreye sokulmuş makul bir sürenin dolmasından sonra aynı
şekilde davası açılmış ve ilan edilmiş ve ara karar ile hükme bağlanan
tedbiri düzenleme olarak kabul etmesidir. (Köln Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku
(WettbR) 1999, 92 ve takip eden sayfalar™ Şirketler topluluğunun ihtar
salvosu; diğer görüş Dresden Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık
Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1996, 138, İhtiyati tedbir
ve esastan görülen davanın aynı hukuki koruma hedefine yönelik olduğu
biçimindeki isabetsiz gerekçelendirme ile ).
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
67
Bu bağlamda kuşkusuz, eğer aynı avukat ile temsil edilen birden
fazla holdinge bağlı şirketin haksız rekabet kuralının ihlali nedeniyle,
davalıyı eş zamanlı olarak birbirinden ayrı avukat yazılarıyla ihtar etmek
yoluna gittiğinde, böyle bir yolun izlenmesi için mantıklı nedenlerin
bulunmadığının sabit olması koşuluyla, burada müdahalenin men'i
talebinin bir suistimal edilerek yapıldığı sonucunu çıkartan içtihat dikkate
alınmalıdır ( Federal Yargıtay (BGH) Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Dergisi (WRP) 2002, 320 ve takip eden sayfalar - Suistimal biçiminde
birden fazla takip işlemi; Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2001, 82 Yeni , Bielefeld I;
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2001, 84 -
Yeni Bielefeld II; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2001, 78 - Sahte üretici fiyatı tavsiyesi). Holding
şirketlerinden böylesi bir durumda, ihtarın ya yalnızca tek bir holding
şirketi tarafından ya da müşterek olarak verilmesi hususunda eylemlerini
koordine etmeleri beklenmelidir.
Sonuç olarak talep edilen ceza tehdidi içeren bir ihlalden kaçınma/
ihlale son verme beyanı beyanının verilmemesi durumunda mahkeme
kanalıyla adımların atılacağı tehdidi ihtarın bir etkinlik şartı olmalıdır (
Bremen Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi
(NJW)-RR 1988, 625). Fakat eğer borçlunun yeterli bir teslimiyet beyanı
vermediğinde mahkemede dava açılacağının bilincine varması gerekiyorsa
farklı bir durum geçerlidir.
d) İhtarın ulaşması
İçtihatta ve hukuki literatürdeki yaygın görüşe göre ihtarın
ulaştığının hak ihlaline maruz kalan kişi tarafından kanıtlanması
beklenmemelidir. Bu nedenle ihtarı gönderen bir kişinin ihtarın alıcıya
ulaştığını değil de daha ziyade ihtarın posta çıkış tarihini ispatlaması
yeterlidir, çünkü
Ciddi olarak arzulanan, fakat başarısız olmuş bir ihtar riski marka
hukukunu ihlal eden kişinin, başka bir deyişle ihtara yol açan kişiye
yüklenmelidir ( Jena Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
68
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2007, 255 Rekabet
hukuku; bakınız Marx , Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP)
2004, 970 ve takip eden sayfa, Dresden Eyalet Yüksek Mahkemesi 'nin
(OLG) birden fazla görüşü, burada olduğu gibi; Zweibrücken Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Raporu
1997, 23 ve takip eden sayfa; Stuttgart Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1996, 163 ve
takip eden sayfa; Karlsruhe Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1993, 42; Berlin Eyalet Yüksek
Mahkemesi (KG) MDVSW 1993, 735 ve takip eden sayfa; Saarbrücken
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Dergisi (WRP) 1990, 373 ve takip eden sayfa; Frankfurt Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) MDVSW 1988, 693 ve takip eden sayfa; Sınai
Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi (GRUR) 1985, 240; Hamm
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Dergisi (WRP) 1984, 220 ve takip eden sayfa; Köln Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi
(GRUR) 1984, 142 ve takip eden sayfa; Koblenz yalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1982,
437; Burchert Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1985, 478,
480; Teplitzky Madde 41 Sayfa Kenar No. 6b; Bornkamm /
Baumbach/Hefermehl Haksız Rekabet Yasası (UWG) Dava açma Sayfa
Kenar No. 536, 22. Baskı; Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde
12 Sayfa Kenar No. 44; diğer görüş Stuttgart Eyalet Mahkemesi Haftalık
Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1996, 91 ve takip eden
sayfa; Stuttgart Eyalet Yüksek Mahkemesi Haftalık Yeni Yargı Dergisi-
Rekabet Hukuku (WettbR) 1996, 163 ve takip eden sayfa kararı ile
kaldırılmıştır; Dresden Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP)1997, 1201, 1203; Berlin Eyalet
Yüksek Mahkemesi (KG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP)
1982, 467 ve takip eden sayfa; Zweibrücken Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)-Raporu 1997, 23 ve takip eden
sayfa; Berlin Eyalet Yüksek Mahkemesi (KG) Hukuk ve Uygulamada
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
69
Rekabet Dergisi (WRP) 1994, 39 ve takip eden sayfa; Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 992, 67 ve takip eden sayfa; Hukuk
ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1982, 467 ve takip eden sayfa;
Sosnitza diğer görüş Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Sayfa
Kenar No.1.31, 25. Baskı; Kreft Ja- kobs/Lindacher/Teplitzky Madde 13
Sayfa Kenar No. 71-83).
Federal Yargıtay, sonuçta alacaklının içtihattaki ve literatürdeki
yaygın görüşe göre formüle edilmiş ihtiyaçlarına endüstriyel endüstriyel
hakların hukuki koruma altına alınması konusunda kapsamlı olarak uygun
düşen bir ara bulucu konumunu temsil etmektedir. Buna göre Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 93 gereği dava masraflarının
davacı üzerinde bırakılmasına yönelik bir kararın koşullarının ortaya
konması ve ispat yükümlülüğü, dava açma yönünde, ceza tehdidi içeren
bir ihlalden kaçınma/ ihlale son verme beyanı beyanı vermiş ve kendisine
davacının ihtarının ulaşmadığını iddia eden bir davalı ile ilgilidir. İkincil
derecedeki ispat yükümlülüğü çerçevesinde davacı, ihtarnamenin
gönderilmiş olduğunu nedenlerini açıklayarak ortaya koymak zorundadır.
İhtarnamenin davalıya erişmiş olup olmadığı tespit edilemiyor ise, Alman
Hukuk Muhakemesi Usulü Yasası (ZPO) Madde 93 gereği giderler
hakkında bir karar vermek söz konusu değildir (Federal Yargıtay (BGH)
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2007, 781 ve takip eden
sayfalar - İhtarnamenin ulaşması ve Bornkamm / Baumbach/Hefermehl
Madde 12 Sayfa Kenar No. 1.33 ve takip eden numara, İhtilaf durumuyla
ilişkili delillerle birlikte). Fakat kuşkusuz eğer hak ihlaline uğrayan kişi,
ihtarının ihtarının ulaşmadığı ve durum koşullarına göre yeniden eylemde
bulunmanın beklenebilir olduğuna dair olumlu bir bilgi almış ise, yeniden
yapılacak bir tebligat denemesi gerekli olabilir (Berlin Eyalet Yüksek
Mahkemesi (KG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2013,
1061 ve takip eden sayfa). Bu bağlamda marka hukukunu ihlal eden kişi,
şirket şubesi ilanda belirtilmiş olasa da, ihtarın yalnızca bir şirket şubesine
ulaştığı ve şirket yönetiminin eline geçmediği şeklinde bir itirazda
bulunamaz (Naumburg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni
Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1999, 241 Delillerle birlikte).
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
70
Fakat eğer ihtar iadeli /taahhütlü posta ile veya bir başka alındı teyit
yazısı şartına bağlanarak gönderilmiş ve ihtar edilmesi gereken kişi ihtarı
kabul ettiğini veya aldığını teyit etmeyi reddediyor ise, ihtarın erişmesi
uydurma olarak görülecektir (Hirsch / Fezer Marka Uygulaması El Kitabı
4 Sayfa Kenar No. 46 Delillerle birlikte).
Ayrıca marka hukukuna dayalı iddianın alacaklısı tebdir amaçlı
olarak örneğin hak ihlali yapan ile yaptığı telefon görüşmeleriyle, lüzumu
halinde tanıklar yardımıyla ihtarı ispat etmek için ihlali yapanın ihtarı alıp
almadığından emin olmak zorundadır (aynı zamanda bakınız Karlsruhe
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet
Hukuku (WettbR) 1997, 128).
Eğer ihtarda bulunan ihtarnamede kurallara uygun olarak adresi
belirtmez ve pulunu yapıştırmaz ise, ihtarın ulaşmama riski ile karşı
karşıyadır (Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1996, 1111; Stuttgart Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)- Raporu, 5 ve takip
eden sayfa).
5. İhtar giderlerinin tazmini
Madde 140 Fıkra 3 öncelikle, marka ihtilafı konusunda bir patent
avukatının devreye sokulmasıyla Avukatlık Ücreti Yasası (RVG) Madde
13 gereği ortaya çıkan masrafları patent avukatı tarafından yapılan gerekli
masraflar dahil olmak üzere tazmin edilmesini öngören bir düzenleme
içermektedir. Bu kural aynı zamanda patent avukatı tarafından dava
öncesi yapılan bir ihtar giderleri için de uygulanmalıdır (FezerMadde 14
Sayfa Kenar No. 535 Delillerle birlikte; Madde 140 Sayfa Kenar No.15;
aynı zamanda bakınız Yorum Madde 140 Sayfa Kenar No 15 ve takip
eden numaralar).
Madde 140 Fıkra 3 geniş kapsamlı yorumlanmalıdır. Eğer alacaklı
esasen rekabet hukukuna dayalı taleplerde bulunuyor ise, fakat hukuki
durumun marka hukukuna dayalı normlar altında da toplanması gerekiyor
(Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Alman Patent Avukatları
İlanları Dergisi (Mitt) 1992, 188; Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
71
Alman Patent Avukatları İlanları Dergisi (Mitt)1980, 138) veya marka
hukukuna dayalı soruların cevaplandırılması her durumda önemli ise,
Madde 140 Fıkra 3 gereği bir gider tazmini aynı şekilde geçerlidir (Berlin
Eyalet Yüksek Mahkemesi (KG) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR) 1968, 545; Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Alman Patent Avukatları İlanları Dergisi (Mitt)1975, 140; Alman
Patent Avukatları İlanları Dergisi (Mitt) 1991, 173; Düsseldorf Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Alman Patent Avukatları İlanları Dergisi
(Mitt) 1972, 43; Fezer Madde140 Sayfa Kenar No.14).
Eğer marka hukukunu ihlal eden kişinin ihtar yazısını almadığı ve
suistimal anlamında ihtar yazısının ulaşmasının boşa çıkartılmasının söz
konusu olmadığının sabit ise, ihtar teşebbüs nedeniyle ortaya çıkan ihtar
işlemi giderlerinin tazmini söz konusu değildir (Berlin Eyalet Yüksek
Mahkemesi (KG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2013,
1061 ve takip eden sayfa).
Eğer ihtar mahkemede görülecek bir davadan önce devreye
sokulmuş ise, o zaman ihtar nedeniyle ortaya çıkan giderlerin Alman
Hukuku Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 91 gereği hukuki
ihtilaf giderleri olarak sayılıp sayılmayacağı gerektiği ve masraf tespit
davası kapsamında tespit edilip edilemeyeceği sorusu ortaya çıkmaktadır (
bakınız yalnızca Ekey, HK-Rekabet Hukuku (WettbR) Madde12 Sayfa
Kenar No. 53 Delillerle birlikte). Federal Yargıtayın (BGH) içtihadına
göre ihtar nedeniyle ortaya çıkan işlem harcı Hukuk Muhakemeleri Usulü
Yasası (ZPO) Madde 91 gereği hukuki ihtilaf giderleri olarak sayılmaz
(Federal Yargıtay (BGH) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP)
2006, 237 ve takip eden sayfa - İhtar giderlerinin talep edilmesi, Delillerle
birlikte). Böylece giderler aynı zamanda masraf tespit davası kapsamında
da tespit edilemez. Federal Yargıtayın (BGH) görüşüne göre de yalnızca
bir davanın açılması ve takibi nedeniyle oluşan masraflar değil, aynı
zamanda somut olarak arifesinde bulunulan bir hukuki ihtilafın hazırlığı
amacına hizmet eden giderler de dava giderleri olarak sayılmamalıdırlar.
Fakat bir ihtar işleminin giderleri bir hukuki ihtilafın doğrudan
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
72
hazırlığıyla ilişkili giderlere ait değildir. Federal Yargıtayın (BGH)
görüşüne göre bu durum ihtarın ikili işlevinin bir sonucudur. Başka bir
deyişle bu iki işlev, mahkemeler kullanılmaksızın ihtilafın çözümü ve
borçlunun Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 93 gereği
ortaya çıkan masraf ile birlikte mahkeme yoluyla talep edilen alacağı
tanımasına engel olmaktır. Dava hazırlık işlevi her iki amaca da uygun
düşmemektedir (Federal Yargıtay (BGH) Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Dergisi (WRP) 2006, 237 ve takip eden sayfa- İhtar giderlerinin talep
edilmesi, m umf N).
Eğer marka hukukuna dayalı alacağın borçlusu cezalandırılma
tehdidi ile tabi kılındığı için ihtarı mahkemede görülecek bir dava
izlemiyor ise, o zaman ihtarı yapan alacaklının içtihatta tamamen yaygın
görüşe göre Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 683 Cümle 1, Madde
677, Madde 670 ya da Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 1
Cümle 2 gereği vekaletsiz iş görme bakış açısına göre ortaya çıkmış olan
ihtar giderlerinin tazmini talep hakkı bulunmaktadır ( Federal Yargıtay
(BGH) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 994, 177, 179-
Finansman alım fiyatı "fazlalık giderler" olmaksızın; Haftalık Yeni Yargı
Dergisi (NJW) 1992, 429, 431 - İhtar giderlerinin zaman aşımı; Haftalık
Yeni Yargı Dergisi (NJW) 991, 1229- Çit cilası; Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 1984, 134- Shop-In-The-Shop I; Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW) 1970, 243- Fotoğraf rekabeti; Düsseldorf Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) RR 2007, 102 ve takip eden sayfa Peugeot-Tuning;
Karlsruhe Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve
Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 1996, 748; Berlin Eyalet Mahkemesi
(LG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP)1999, 1307- SOAP;
Fezer Madde 14 Sayfa Kenar No. 546; Ingerl/Rohnke Madde 14 ila 19
Sayfa Kenar No. 150; Teplitzky Bölüm 41 Sayfa Kenar No 84; Ekey HK-
Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 54 ve takip eden
sayfa, Delillerle birlikte; diğer görüş Palandt/Sprau Belirtilen kaynaktaki
yer Madde 683 Sayfa Kenar No. 6 Bärenfänger uyarısı ile, GRVR 2012,
461 ve takip eden sayfalar - bir yandan Haksız Rekabet Yasası (UWG)
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
73
Madde 12 'yi yanlık yorumlamakta , diğer yandan da burada hak ihlaline
uğrayan kişinin masraflı bir dava işleminden tasarruf etmek için hak ihlali
yapan kişinin avantajına olmak üzere önlem alması söz konusudur).
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 1 Cümle 2 bu bağlamda
yalnızca mahkeme öncesi yapılan ihtar işlemlerinin masraflarının tazmini
düzenlemektedir. Yasal kural, uygun bir geçici tedbir kararının
verilmesinden sonra, muhtemelen ihtarlarda "çekmece tedbir" (=" yedek
tedbir") olarak adlandırılan bir tedbir kararın verilmesinden sonra ortaya
çıkan ihtar giderleri bakımından gider tazmini talebi için bir zemin
sunmamaktadır (Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2007, 379 ve takip eden sayfa- ihtar
çekmeden ihtiyati tedbir talebi).
Eğer marka hukuku ihlali kusurlu gerçekleşiyor ise, o zaman
alacaklı zarar tazminatı bakış açısından da ihtar giderlerinin tazmininde
başarılı olabilir(Federal Yargıtay Hukuk Davaları (BGHZ) 52, 393, 396-
Fotoğraf rekabeti; Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve
Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1992, 176 ve takip eden sayfa - İhtar
giderlerinin zaman aşımı; Karlsruhe Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 1996,748).
Tüm talepler için koşul, dava öncesinde hukuk veya patent
avukatının ihtar amacıyla devreye sokulmasının gerekli olmasıdır. Marka
hukuku alanında bu bir kuraldır; eğer benzer hak ihlallerinden dolayı hak
ihlali yapan çok sayıdaki kişinin bir rutin konu kapsamında seri olarak
ihtar edilmeleri söz konusu ise, artık bir gereklilikten söz edilemez
(Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı
Dergisi (NJW)-RR 2002, 122 ve takip eden sayfalar - Rutin konularda
hukuk avukatlarının ihtarları). Bu türden kapsamı geniş bir işlem marka
hukukunda da bir hukuk avukatının devreye sokulmasını gerektirmektedir.
Madde 140 Fıkra 3'de açıklanan ihtar giderlerinin tutarlarındaki
sınırlama sarfı nazar edilirse, gider tazmini talebinin tutarının tespitinde
katı ölçütlerin konması gerekmektedir Alacaklı yalnızca kesinlikle gerekli
olan masraflarının tazmin edilmesi talep edebilir. Bu bağlamda ikaz
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
74
edenin koşullarının dikkate alınması gerekmektedir (Karlsruhe Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 1996,
748/ Mahkeme alacaklının yargıç veya avukat olma hakkını kazanmış
hukukçulardan oluşan bir hukuk işleri bölümü olan alacaklıya, alacaklı
aleyhine yapılan ihtar işlemindeki avukat giderlerinin tazmin edilmesi
talebine doğru bir şekilde onay vermiştir).
Buna karşın markanın kullanılmaması nedeniyle iptal edilme
olgunluğuna erişmiş bir markanın yapacağı ihtar ile iptal edilmesini
amaçlayan ve bu yönde ihtar yapan kişinin
Yaptığı ihtarın giderlerinin tazmini talep hakkı yoktur, çünkü ihtar
edilenin hukuka aykırı bir ihlal fiili bulunmamaktadır (Federal Yargıtay
(BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 980,
1074 - Masrafın tazmini; Stuttgart Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Alman Patent Avukatları İlanları Dergisi (Mitt) 1980, 178 ve takip eden
sayfa- Gider tazmini I; Fezer Madde 14 Sayfa Kenar No. 543, 547
Delillerle birlikte).
Bir başkasını tescili öncesi resmi daire yoluyla hukuki korunmaya
uygunluğu bakımından incelenmesi gereken hukuki koruma hakkı ile
ilişkili olarak ihtar eden kişi, hukuki korunma hakkının ileride ortadan
kalkacağı gerekçesiyle yapılan ihtarın sonradan doğru olmadığı ortaya
çıkmış olsa da, prensip olarak ihtar edilenin kurulmuş ve faaliyete
geçirilmiş ticari işletmesine yaptığı kusurlu müdahale nedeniyle de
tazminat ödemeye yükümlü hale getirilemez ( Düsseldorf Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR)-RR 2002, 213 ve takip eden sayfalar - Sıhhi tesisat
armatürlerinin tahliye amaçlı uç parçaları).
Tazmin edilmesi gereken avukat giderleri tutarları bakımından
Avukatlık Ücreti Yasası (RVG) ile sınırlanmıştır ve prensip olarak 1,5
oranında bir işlem ücreti tutarındadır (Düsseldorf Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR)-RR 2007, 102 ve takip eden sayfa - Peugeot-Tuning).
Ücret listesi ile bağlantılı olarak Avukatlık Ücreti Yasası (RVG) Madde 2
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
75
ve 13 gereği öngörülen ücretler Madde 140 Fıkra 3 gereği patent
avukatının gerekli masrafları dahil olmak üzere tazmin edilmelidir
(bakınız bu konudaki Yorum ).
6. Haklı ihtar karşısında ihtar edilenin yükümlüğü: Bir ceza
tehdidi içeren ihlalden kaçınma/ ihlale son verme
beyanının verilmesi
Bir haklı ihtarın muhatabı olan borçlunun öncelikle bir açıklamada
bulunma yükümlülüğü bulunmaktadır. Borçlunun hukuka aykırı fiili
nedeniyle borçlu ile alacaklı arasında ihtar ile şekil kazanmış ve Alman
Medeni Yasası (BGB) Madde 242 gereği belirlenen (dürüstlük bakış açısı)
bir hukuki borç ilişkisi ortaya çıkmaktadır. İhtar eden alacaklıya makul
süre ve biçimde önemli hukuki durum hakkında açıklama yapma ve
böylelikle onu anlamsız hukuki ihtilafları başlatmaktan koruma
yükümlülüğü buradan kaynaklanmaktadır (Sosnitza Piper/Ohly/Sosnitza
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Sayfa Kenar No. 20 Delillerle
birlikte).
Eğer borçlu müdahaleden kaçınma yükümlülüğünün bir defalık
veya yinelenerek gerçekleşen her bir ihlal durumu için makul bir anlaşma
cezası vaadi ile tabi olduğunu (=anlaşma cezası ödemeyi kabul ettiğini)
beyan ediyor ise, o zaman alacaklı ile borçlu arasında Alman Medeni
Yasası (BGB) Madde 241 Fıkra 2 gereği borç hukukuna dayalı bir ilişki
ortaya çıkar. Tabi olma anlaşması borçlu için, anlaşma çerçevesinde
formüle edilmiş eylemi gelecekte yapmama şeklindeki ana yükümlülüğü
temellendirmektedir. Bu bağlamda anlaşmayı yapanlar müdahaleden
kaçınma yükümlülüğünü formülasyonunda somut ihlal şekline
dayandırmak zorunda değildirler, tam tersine kapsamlı müdahaleden
kaçınma taleplerini de belirleyebilirler (Federal Yargıtay (BGH) Hukuk
ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1999, 544, 547- Veri bankası
eşitleme; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)
1992, 61, 62 ve takip eden sayfa - Sayfa Kenar No. 69 Delillerle birlikte).
Ceza tehdidi içeren bir ihlalden kaçınma/ ihlale son verme
beyanının verilmesi yeni bir marka hukuku ihlalinin tekrarlanması
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
76
tehlikesini ortadan kaldırmaktadır. ihlalden kaçınma/ ihlale son verme
beyanının tereddüt durumunda dar kapsamda yorumlanmaması gerekir,
çünkü beyan özde türdeş ihlal fiilleri kapsayan ihlalden kaçınma/ ihlale
son verme talebiyle ilgilidir
(Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR) 2010, 167 ve takip eden sayfalar Sayfa Kenar No.
22 Delillerle birlikte). Tekrarlama tehlikesini ortadan kaldırmak için haklı
olarak sıkı kurallar getirilmektedir. Somut bir ihlal eylemi nedeniyle
beklenen bir tekrarlama tehlikesini ortadan kaldırmak için makul bir
anlaşma cezası vaadiyle verilen bir ihlalden kaçınma/ ihlale son verme
beyanı açıkça anlaşılır ve yeterince belirli olmalıdır ve beyandan
borçlunun ilgili eylemi bir daha yapmayacağına dair ciddi bir istek
gösterdiği anlaşılmalıdır. Beyan bu nedenle prensip olarak içerik ve
kapsam bakımından mevcut yasal ihlalden kaçınma/ ihlale son verme
talebiyle tam olarak örtüşmelidir ve buna uygun olarak sınırlamasız, gayri
kabili rücu, şartsız ve prensip olarak bir nihai tarih bilgisi içermeksizin
gerçekleştirilmelidir (Süreklilik arz eden içtihat: Federal Yargıtay(BGH)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 2002, 608 ve takip eden sayfalar -
Kış sezonu kapanışı indirimli satışları, Delillerle birlikte). İhlalden
kaçınma/ ihlale son verme yükümlülüğüne getirilen sınırlandırmalara
münferit durumda izin verilebilir. Fakat bu sınırlandırmalar marka
hukukuna aykırı fiilin tekrarlanması tehlikesini ortadan kaldıramaz
(Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 2002,
608 ve takip eden sayfalar - Kış sezonu kapanışı indirimli satışları). Eğer
ihlali yapan kişi ceza tehdidi içeren bir ihlalden kaçınma/ ihlale son verme
beyanının verilmesinden sonra hukuki korunma hakkına tecavüzlerine
devam ediyorsa, (mağdur) yeni bir tekrarlanma tehlikesini gerekçelendirir
(Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 1998,
1198 ve takip eden sayfalar- GS Sembolü; Schleswig Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2002,
859 ve takip eden sayfa). eğer borçlunun işlem temeli ihlalden kaçınma/
ihlale son verme beyanında bulunmuyor ise ve bu durum alacaklı için
beyanın ulaştığı tarihte kolaylıkla anlaşılabilir bir durum ise, bir tabi kılma
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
77
anlaşması etkin olarak ortaya çıkmaz.( Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Raporu 2002, 153 ve takip eden
sayfa). Yani tabi kılma anlaşmasının işlem temeli, özellikle borçlunun,
ihlalden kaçınma/ ihlale son verme beyanını vermekle rekabet hukukuna
dayalı ihtilafı sonlandıracağı tasavvuru, başka bir deyişle beklentisidir.
Ancak alacaklı paralel olarak bir geçici tedbir kararsın verilmesi için bir
dava açıyor ise, borçlunun bu beklentisi gerçekleşmez. Bu nedenle
borçlunun anlaşmaya dayalı beyanının ortaya çıkmış duruma uygun olarak
uyarlanması gerekmektedir (Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Raporu 2002, 153 ve takip eden sayfa).
Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 780 gereği ihlalden kaçınma/
ihlale son verme taahhütnamesinin verilmesi, eğer taahhütname borçlu
tarafında gerçekleştirilmiş bir ticari işlem değil ise, yazılı olarak
yapılabilir (Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 350). Fakat bununla
beraber taahhütname faks, teleprinter ya da elektronik posta marifetiyle de
verildiğinde de geçerlidir.Bu bağlamda alacaklı, borçlunun ona bunu
yazılı olarak teyit etmesine yönelik talepte bulunma hakkına sahiptir,
çünkü bu aşamada tabi olmaya hazırlık (=borçlunun koşullara tabi olmaya
hazır oluşu) söz konusu değildir ( Federal Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW) 1990, 3147 ve takip eden sayfa- Teleprinter yoluyla
gönderilen yazıyla tabi kılma) . Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 126
Fıkra 3 gereği "elektronik biçim" yazılı biçimin ikamesi olarak her
durumda ticaret insanları arasında kabul görmektedir (bunun için bakınız
Rossnagel Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 2001, 1817, 1825 ve takip
eden sayfa; Müglich Multi Medya ve Hukuk Dergisi (MMR) 2000, 7, 10,
13).
Şayet ihlalden kaçınma /ihlale son verme yükümlülüğü taşıyan kişi
kendisine ihtarname ile iletilen ve önceden hazırlanmış bir tabi olma
beyanını değiştiriyor ise, yazı ekinde belirtildiği şekliyle, - her durumda
bir telefon ile geri dönüş rica ederek -borçlu (yaptığı) değişiklik ile ihtarın
halledilmiş olarak görülebileceği düşüncesindeyse ve fakat ihtar eden
değiştirilmiş sürüme ne itiraz ediyor ne de başka yollardan bu beyan
sürümünün kendisi için yeterli olmadığını dile getirmiyor ise, bir tabi
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
78
kılma anlaşması ortaya çıkabilir (Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2000, 226 ve takip eden
sayfalar - Créateur Yenilikleri).
Eğer ihlalden kaçınma /ihlale son verme borçlusu alacaklı ile tabi
kılma anlaşması yapılmış olmasına rağmen ihlalden kaçınma /ihlale son
verme yükümlülüğünü ihlal ediyor ise, bir anlaşma cezasına çarptırılır.
Bunun dışında alacaklı, yeniden ortaya çıkmış tekrarlama tehlikesini
ortadan kaldırmak için borçludan, belirgin olarak daha yüksek tutarlı bir
anlaşma cezası ödeme vaadi ile birlikte yeni bir ihlalden kaçınma /ihlale
son verme beyanı talep edebilir (Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW)-RR 1998, RR 1990, 561 - Talep Kuponu). Ayrıca
alacaklı için, şayet yeni bir ihtar çekmek istemiyor ise, tüm hukuki
olanaklar açıktır.
Eğer marka hukukuna dayalı talepte bulunan alacaklı sebep
belirtmeksizin, borçlu tarafından verilen ve bir anlaşma cezasına
bağlanmış ihlalden kaçınma /ihlale son verme beyanını kabul etmeyi
reddediyor ise, o zaman gerekçelendirilmiş bir men'i müdahale davası için
gerekli tekrarlama tehlikesi ortadan kalkmıştır ( Federal Yargıtay (BGH)
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP), 1983, 264 - Tekrar tabi
kılma).
7. Haksız ihtar
Eğer ihtar edenin yaptırımı olan bir men'i müdahale talep hakkı
bulunmuyorsa, bir ihtar her zaman önemsiz kalmak zorundadır (Almanca
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1999, 25).
Eğer ihtar, bir ihtar için getirilmiş asgari standartları karşılamıyor
ise etkisizdir. İhtar içinde hangi somut davranışın kusurlu bulunduğu
açıkça anlaşılır biçimde ifade edilmelidir (Stuttgart Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku
(WettbR) 1996, 281 ve takip eden sayfa - Diş hekimi hesap kesim ofisi,
Deliller ile birlikte).
Tescil edilmiş bir markanın sahibi, bu hukuki koruma hakkından
kaynaklanan bir ihtar durumunda, mutlak tescil engellerinin hakkın
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
79
varlığını sürdürmesine karşı durmadığını; Alman Patent ve Marka
Dairesi'nin tescil öncesi bu engellerin kontrol etmek zorunda olduğu
görüşünü prensip olarak savunabilir. Bu yüzden bu durumda, dava edilen
markalar sonradan Madde 50 Fıkra 1, Madde 8 Fıkra 2 Bent 1 gereği
hükümsüzlük nedeniyle iptal edilmiş olsa bile ihtar masraflarının tazmin
edilmesi için bir zemin eksiktir ( Federal Yargıtay (BGH) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2006, 468 ve takip eden sayfalar -
Marka hukukuna dayalı ihtar II). Dürüstlük ilkesinin ihlali marka hakkı
sahibiyle ilişkilidir (Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 242).
Haksız ihtarlar şartlara bağlı olarak Alman Medeni Yasası (BGB)
Madde 826 ile tanımlanan bir kasıtlı, örflere aykırı zarara uğramaya,
Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 823 Fıkra 1 ile tanımlanan kurulmuş
ve faaliyete geçirilmiş bir ticari işletmeye müdahaleye ( ederal Yargıtay
(BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 152 ve
takip eden sayfalar Sayfa Kenar No. 67 - İnternette yüksek çocuk
(yemek) sandalyeleri; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2005, 882 ve takip eden sayfalar - Hukuki korumayla
ilişkili haksız ihtarlar) ve Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 3 'ün
ihlaline neden olabilirler ve buna bağlı olarak da , men'i müdahale ve
haksız yere ihtar edilen kişinin mahkeme dışı işlemlerde yaptığı
masraflarının tazminine yönelik zarar tazminatı taleplerini
tektikliyebilirler ( Büscher / Fezer Haksız Rekabet Yasası (UWG), Made
12 Sayfa Kenar No.42, Delillerle birlikte).
Fakat Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 3 'ün ya da genel
haksız fiil hukukuna dayalı talepte bulunma kurallarının uygulanması
olağan olarak, haksız olarak ihtarda bulunan kişiliğinde her bir öznel
tipiklik özelliklerinin gerçekleşmiş olması şartını getirmektedir ( Hamburg
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR
1999, 1060, 1063- Fikir edinme). Bu nedenle haksız yere ihtar edilen
karşısında ihtar edenin bir sorumluluğunun olduğunu varsayılması dar
sınırlar içinde gerçekleşmektedir, çünkü prensip olarak haksız yere ihtar
eden yaptığının doğruluğundan emindir ( Federal Yargıtay (BGH) Sınai
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
80
Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2011, 152 ve takip
eden sayfalar Sayfa Kenar No. 62 - İnternette yüksek çocuk (yemek)
sandalyeleri; Teplitzky Bölüm 41 Sayfa Kenar No. 76 sonunda; Ekey
HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 87; diğer
görüş Kunoth Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2000, 1074,
1077, her defasında deliller ile).
Hukuki korunma hakkıyla ilişkili haksız ihtarın özel bir durumu
özellikle önem taşımaktadır. Bu bağlamda haksız olarak ihtar edilen kişi,
hukuki korunma hakkına muhtemel bir tecavüzde tehdit oluşturabilecek
zarar bakımından kendisine yöneltilmiş ihlalden kaçınma/ ihlale son
verme talebine bazen dikkat etmesi ve bu yüzden ciro ve kar yapılarına
tahammül etmesi gerektiği durumu söz konusudur. Bu bağlamda Federal
Yargıtay (BGH), ihtar edenden kontrol edilmemiş bir hukuki korunma
hakkına dayanılarak yapılan bir ihtarda ihtar edenden, kontrol edilmiş
hukuki korunma haklarından yola çıkarak gerçekleştirilen bir hareket
tarzında olduğundan daha yüksek ölçüde hakkın devamlılığıyla ilişkili bir
ardıl kontrolün talep edilmesinin zorunlu olduğu biçiminde bir ilke
getirmektedir (Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi
(NJW)-RR 1998, 331 ve takip eden sayfalar - Çin toprağı; sınırlayıcı
olarak Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2002, 145 ve takip eden
sayfalar - Cat Stevens II, buna göre konuyla ilişkili hukuki ihtilaf henüz
rüyet halinde bulunsa bile, ihtar eden kontrol edilmemiş hukuki korunma
hakları söz konusu olduğunda, hukuki korunma hakkının mevcudiyetini
ihtar öncesi öncelikle mahkeme kanalıyla kontrol ettirmek zorundadır).
Hukuki korunma ile ilişkili haksız yapılan ihtarlar ticari işletmeye bir
müdahale tipikliğini oluşturabilir (Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW)-RR 998, 331 ve takip eden sayfalar- Çin toprağı;
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1963, 531 - Çocuk dikiş makineleri;
Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması
ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2002, 213 ve takip eden sayfalar -
Sıhhi tesisat armatürlerinin tahliye amaçlı uç parçaları).
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
81
Buna karşın görevlendirme olmaksızın gerçekleştirilen bir yönetim
işlemleri (GoA) bakış açısından haksız yere ihtar edilenin masraflarının
tazminine yönelik bir talebi dikkate alınmaz , çünkü ihtar edilen haklarını
korurken yalnızca kendi menfaatlerini gerçekleştirmektedir (Hamburg
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR) 1983, 200).
Haksız yere ihtar edilen kişinin karşı ihtarda bulunma ve bu önlem
neticesiz kaldığında hukuku aykırı olarak ihtarda bulunan aleyhine
açacağı bir menfi tespit davası ile kendisini savunma yolu açıktır.
Bu bağlamda haksız olarak ihtar edilen kişi hatta önceden çekilmiş
bir karşı ihtar olmaksızın eda davası için yetkili olabilecek bir
mahkemede, mütecaviz tarafı önceden ihtar etmeksizin Alman Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası Madde 93 (ZPO) gereği masraf
dezavantajından kurtulmak için menfi tespit davası açabilir ( Federal
Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1995, 715 ve takip
eden sayfa - Haksız ihtarda masraflar; Almanca Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 1999, 25, 27; Ekey HK- Rekabet Hukuku
(WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 91).
Eğer ihtar edenin açıkça anlaşılır biçimde yanlış koşullardan yola
çıktığı ve böylece onun varsaydığı talebini bundan böyle takip etmeyeceği
anlaşılmış ise, ve yine o (ihtar eden) bu konuda açıklama yapmış ise veya
ihtardan bu yana uzun bir süre geçmiş ise ve ihtar eden bu süre içinde
kendisine yapılan tehdide karşı mahkeme kanalıyla adımlarlar atmamış ise
farkı bir durum dikkate alınır ( Federal Yargıtay (BGH) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2004, 1032 ve takip eden sayfalar -
Karşı ihtar).
Sonuç olarak haksız yere ihtarda bulunan, rakiplerini haksız yere
bir ihtar ile taciz ettiğini bilmesi durumunda, rekabet engellenmesi bakış
açısından Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 4 Bent 10gereği bir
temyiz ile savunma söz konusu olur( Dresden Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1999, 49
ve takip eden sayfa - Erzgebirge Halk Sanatı I, Delilleriyle birlikte).
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
82
III. Hak sahipliği hakkında soru sorma
Eğer marka hakkı sahibi hakkından emin değil ise veya öncelik
bakımından daha eski bir kullanım markası koşulları ortaya çıkabileceği
için, markasını kullanan kişinin kendisinden daha fazla marka üzerinde
daha güçlü hakları bulunup bulunmadığı konusunda yeterli bilgilere sahip
değilse, bu türden bir hak sahipliği hakkında soru sorması söz konusu
olur. Buna göre marka hakkı sahibi muhtemel hak ihlali yapan kişiye
yönelir ve ondan sahip olduğu hak sahipliğinin koşullarını açıklamasını
talep eder. Böylelikle marka hakkı sahibi olası haksız bir hukuki korunma
ihtarı riskine girmez.
İçinde yalnızca muhatabın izin almaksızın hangi bakımdan bir
hukuki korunma hakkını kullanmaya kendisini yetkili saydığı sorusunu
içeren bir yazı, yazının sonunda kısa bir süre içinde bu konuda bir
kanaatin bildirilmesinin rica edilmesi şartıyla ve yine yazıya tepki
verilmediğinde ve verilen süreye uygun olarak bir kanaat
bildirilmediğinde mahkeme kanalıyla adım atma hakkının saklı tutulduğu
şekilde bir uyarıyı içermesi şartıyla, bizzat bir hak sahipliği hakkındaki bir
soruyu ortaya koyar. Bu bağlamda mahkeme kanalıyla atılacak adımların
ne türlü olacağı ve mahkemeye nasıl bir muhtemel taleple gidileceği
konusunda açıklama yapılmaması bakımından bu yazı ile bir ihtar
arasında ayrım yapılması önemli olacaktır (Düsseldorf Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG), 29.3.2012 tarihli karar I-2 U 1/12 - juris).
Hak sahipliği hakkındaki bu soruya yanıt olarak bir marka ihlali
nedeniyle kendisinden talepte bulunulan kişi, bir karşı hak ve olgu
anlayışını açıklayabilir Ancak bu durumda marka hakkı sahibi marka
hakkını ihlal edene usulüne uygun ihtarda bulunmak zorundadır (Hamm
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) 30.8.2012 tarihli karar - 4 U 59/12, I-4
U 59/12, juris). Eğer ihtarda bulunmaz ise, o zaman mahkeme kanalıyla
kendisinden talepte bulunulan kişinin Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
(ZPO) Madde 93 gereği yapılan talebi kabul etme hakkı bulunmaktadır.
Çünkü farklı hukuki görüş alış verişi önceden yapılmış ihtarı, olası
başarısızlığından dolayı gereksiz kılmaz (Hamburg Eyalet Yüksek
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
83
Mahkemesi (OLG) Marka Hukuku (MarkenR) 2006, 117 ve takip eden
sayfa).
Bir hak sahipliği sorusuyla ilişkili yazının kopyasının rakibin ortağı
olan bir şirkete gönderilmesi üçüncü kişi niteliğindeki bir şirketin ihtar
edilmesi anlamına gelmez. Eğer yazı yalnızca hak sahipliği konusundaki
bir soru ise ve bir ihtar değil ise, bir kopyanın ortak şirkete gönderilmesi
hiç bir şeyi değiştirmez (Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
29.3.2012 tarihli karar I-2 U 1/12 - juris). Bir rakibin bir alıcısına
yönetilmiş hak sahipliği hakkındaki bir soru, eğer soru her durumda
kısmen doğru olmayan veya eksiz bilgiler içeriyor ise, Haksız Rekabet
Yasası (UWG) Madde 5 gereği yanıltıcı bir reklam olabilir (Karlsruhe
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2008, 197 ve takip eden sayfa - Yanıltıcı hak
talebi).
IV. Marka hukukuna dayalı geçici tedbir
1. Marka hukukunda geçici tedbirin anlamı
Rekabet hukukunda olduğu gibi geçici tedbir kurumu marka
hukukunda da geçici hukuki korunma aracı olarak büyük bir öneme
sahiptir ( Hacker / Ströbele/Hacker, Madde 14 Sayfa Kenar No. 425 ve
takip eden sayfa; rekabet hukukuna dayalı geçici tedbir hakkında bakınız:
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12'nin yorumu Köhler
Hefermehl/Köhler, Haksız Rekabet Yasası (UWG) , Madde 12 Sayfa
Kenar No. 3.1 ve takip eden numaralar; Brüning /Harte-
Bavendamm/Henning Bodewig, Haksız Rekabet Yasası (UWG), Madde
12 Sayfa Kenar No.1 ve takip eden numaralar; Ekey in HK- Rekabet
Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 1 ve takip eden numaralar
ve Teplitzky Rekabet hukukuna dayalı talepler ve davalar, Delillerle
birlikte). Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 935 ve 940
gereği geçici tedbirler öncelikle marka hukukuna dayalı men'i müdahale
taleplerini güvenlik altına alma amacına hizmet ederler.
Madde 19 Fıkra 3 gereği yargıç ayrıca açıkça anlaşılan hak
tecavüzü durumlarında Alman Hukuk Muhakemeleri Usulü kurallarında
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
84
uygun olarak geçici tedbir yoluyla bilgi verme yükümlülüğü getirebilir
(bakınız: Yorum Madde 19 Sayfa Kenar No. 43 ve takip eden numaralar).
Madde 19a Fıkra 3 marka hukuku kapsamındaki alacaklıya, Madde
19a Fıkra 1'de yer alan ve bir belgenin ibrazını veya bir konunun geçici
tedbir yoluyla da yerinde incelenmesi yükümlülüğü kabul ettirmek
olanağını vermektedir.
Madde 19b Fıkra 1, hal ihlaline maruz kalanın zarar tazminatı
taleplerinin garanti altına alınması için de banka-, mali- veya ticari
evrakların ibraz edilmesi veya ilişkili evraklara uygun bir erişim
sağlanması yoluyla kullanılabilecek koşulları düzenlemektedir. Madde
19b Fıkra 3 gereği bu yükümlülüğe aynı şekilde geçici tedbir yoluyla da
yaptırım gücü kazandırılabilir.
Ayrıca Madde 18 gereği tecavüzün ref'ini talep hakkının, Madde 17
gereği ticari mümessil veya temsilciler aleyhine devir taleplerinin
güvenlik altına alınması için ve yine men'i müdahale taleplerinin yaptırım
kazanması için geçici tedbir kurumu dikkate alınır.
Madde 18 Fıkra 3'den, münferit durumda menfaatlerin alacaklının
hukuki korunma ihtiyacını öncelikli olarak öne çıkarması şartıyla,
tecavüzün ref’ini talep hakkının geçici bir tedbir olarak geçici tedbir
yoluyla kullanılabileceği sonucu çıkmaktadır (Rekabet hukukuna dayalı
tecavüzün ref'ini talep için Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı
Dergisi (NJW)-RR 1996, 1449, 1451 - Hastaların bilgilendirilmesi; Ekey
HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 101)
Yargılama ile ilişkili hangi yolu seçeceği prensip olarak davacıya
bırakılmıştır. Bu yüzden bir geçici tedbir kararının verilmesine yönelik
talep, davacının eş zamanlı olarak ya da zaten önceden bir dava açıyor
olması veya açmış olması nedeniyle dayanaksız olmaz ( Federal Yargıtay
(BGH) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1968, 15 ve takip
eden sayfalar - Jägermeister; diğer görüş, Karlsruhe Eyalet Yüksek
Mahkemesi, Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2001, 425 ve
takip eden sayfa - Modüler jeneratörler, esastan görülen davanın
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
85
bitirilmesine kadar acil bir düzenlemeyi gerekli kılan yeni koşulların
ortaya çıkmış olabileceği konu dışıdır).
Davacı gerekli hukuki korunma ihtiyacı üzerinde tasarrufta
bulunmak zorundadır, başka bir deyişle, amaçlanan hukuki korunmaya
erişmek için mahkeme yoluyla sağlanan yardımı kullanmaktan haklı bir
menfaati bulunmalıdır (Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı
Dergisi (NJW)-RR 989, 263; Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde
12 Sayfa Kenar No. 108). Eğer davacı kesinleşmemiş fakat nihai bir ilama
zaten sahip ise bu durumda bir hata ortaya çıkacaktır ( Karlsruhe Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG)Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 1996,
960;diğer görüş Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW)-RR 1990, 1536 , Delillerle birlikte).
Buna karşın eğer alacaklının bakış açısına göre ihlalden kaçınma
/ihlale son verme yükümlüğü borçlunun itiraz edilen davranışını
kapsamadığı şeklinde ciddi bir endişe varsa, o zaman bir başka geçici
tedbir işlemi için hukuki koruma ihtiyacı ortaya çıkar ( Frankfurt Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku
(WettbR) 1997, 59).
Geçici tedbir kurumu, kendisini marka hukukunda geliştirdiği gibi,
Yaptırım Yönetmeliği Madde 9'da ve TRIPS- Mutabakatı Madde 50 'de
normlaştırılmış kurallara uygundur (Hacker / Ströbele/Hacker, Madde 14
Sayfa Kenar No. 425).
Marka hukuku kapsamında geçici tedbir kuşkusuz içinde her iki
taraf için de azımsanmayacak riskleri barındırmaktadır: Davalı için
tehlike, hızlı yargılama kapsamında münferit durum ile ilişkili olarak
şirketin var olmasını tehlikeye atabilecek etkileri olan bir yasağa maruz
kalmasıdır. Davacı için ise tehlike, davalının davaya konu olan davranışı
yasaklandıktan sonra, şayet davalı başarılı hukuki araçları devreye
sokmasıyla davanın hedefi olan geçici tedbirin konulamayacağı sonucu
çıkar ise, Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 945 gereği
davalıya zarar tazminatı ödeme yükümlülüğüdür.
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
86
Eyalet yüksek mahkemelerinin bütünlük teşkil etmeyen içtihatları
başkaca sorunlara yol açmaktadır, çünkü Hukuk Muhakemeleri Usulü
Yasası (ZPO) Madde 545 Fıkra 2 Cümle 1 gereği geçici tedbir
konularında verilen temyiz kararları aleyhine düzeltmeye gidilemeyişi
nedeniyle Federal Yargıtay 'ın(BGH) bir içtihadı bulunmamaktadır.
2. Tedbir talebi
Geçici tedbir kararının verilmesini talep eden davacı, tedbir
konmasına yönelik talebinin nedeninin yanı sıra, tedbir konmasına
yönelik bir talebe de ihtiyaç duyar.
Davacının geçici tedbir yoluyla güvenlik altına alınabilmesi için,
onun geçici bir düzenleme veya tatmin deneyimini yaşamaya uygun
olması gerekmektedir. Tedbir davasında ihtilaf konusu talebin kendisi
değil, tam tersine talebin geçici olarak güvenlik altına alınmasıdır.
Ayrıca marka hukuku kapsamındaki bir talebin dava açmak için
gerekli koşullarının, geçici tedbir kararının verildiği yargılama esnasında
ortaya konması ve ikna edici bir şekilde açıklanması gerekmektedir.
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 938 Fıkra 1
gereği davaya karar veren mahkeme, davacı tarafından izlenen amaca
ulaşmak için hangi düzenlemelerin gerekli olduğunu belirler. Bu durum,
davanın formülasyonu ile ilişkili olarak konulması gereken standartların,
esastan görülen davada olduğu kadar yüksek olmaması sonucunu
doğurmaktadır (Köhler /Bornkamm/Köhler Haksız Rekabet Yasası
(UWG) Madde 12 Sayfa Kenar No. 3.30 Delillerle birlikte).
Kuşkusuz yargıç yalnızca davacı tarafından formüle edilmiş talep
çerçevesinde kalabilir (Vollkommer / Zöller Hukuk Muhakemeleri Usulü
Yasası (ZPO), Madde 938 Sayfa Kenar No. 1, 30. Baskı)
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 936, 920 ve
Madde 78 Fıkra 3 gereği bir geçici tedbir kararının verilmesine yönelik
talep davacı tarafından avukat devreye sokulmadan da yapılabilir. Talep
sözlü duruşma sonrasında davalının onayı olmaksızın geri alınabilir.
Karara bağlanmış bir geçici tedbir işleminin, talebin geri çekilmesi
durumunda artık bir etkisi kalmaz. Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
87
(ZPO) Madde 269 Fıkra 3 Cümle 2 gereği bu durumda davacı, henüz
kesinleşmemiş olarak karar verilmiş olması veya başka nedenlerden ötürü
davalıya yüklenmesinin gerekli olması şartıyla hukuki ihtilafın
masraflarını üstlenmekle yükümlüdür.
Tedbir talebi yalnızca ihlalden kaçınma/ ihlale son verme
yükümlülüğüyle değil, aynı zamanda Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
(ZPO) Madde 938 Fıkra 2 gereği bir cebri idare ile de ilgilidir.
Esastan görülen yargılamada olduğu gibi tedbir talebinin bir parçası
olarak, alacaklının bir defalık veya tekrarlanarak gerçekleşebilecek bir
hak tecavüzü tehlikesi altında bulunduğu iddiası, geçici tedbir kararının
verilmesini amaçlayan bir talebin gerekçelendirilmesi kapsamına girer.
3. Tedbir talebi
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 2'nin marka
hukukuna dayalı men'i müdahale taleplerinde de uygulanması
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 935, 940 gereği
ivedilik nedeniyle geçici tedbir kararının verilmesi için koşul olarak,
talebin geçici tedbir yoluyla güvence altına alınması ihtiyaç vardır.
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 2, Haksız Rekabet
Yasası (UWG) içinde tanımlanmış men'i müdahale taleplerinin güvenlik
altına alınması için geçici tedbir işlemlerine, Hukuk Muhakemeleri Usulü
Yasası (ZPO) Madde 935 ve 940 içinde tanımlanan koşulların geçerli
olmaması, başka bir deyişle özellikle ivedilik konusunun bulunmaması
şartıyla izin vermektedir.
İçtihada ve literatüre geçmişte egemen olan ve günümüzde de hale
yoğun olarak savunulan görüşe göre Haksız Rekabet Yasası (UWG)
Madde 12 Fıkra 2 doğrudan veya benzetim (=analoji) yoluyla marka
hukuku kapsamındaki men'i müdahale taleplerine de uygulanmaktadır (
Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması
ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2002, 226 ve takip eden sayfalar-
berlin location; Nürnberg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2002, 345 ve takip eden sayfalar -
NIKE-Transit;Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
88
Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 2000, 115 ve takip edeb
sayfalar - Hızlı yemekler; Dresden Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1999, 133 ve
takip eden sayfalar - cyberspace.de; Stuttgart Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 997, 118 ff -
Basics; Berlin Eyalet Yüksek Mahkemesi (KG) Marka Hukuku 2008,
219; Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1999, 293;
Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması
ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2002, 450 ve takip eden sayfalar -
QuickNick; Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1997, 106 ve
takip eden sayfalar- Gucci; Rostock Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 2000, 161 ve
takip eden sayfa- mueritz-online; Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi
(WRP) 2002, 1457- Marka hakkı davasında ivedilik; Hamm Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) K&R 2000, 90; Fezer Madde 14 Sayfa Kenar
No. 550; Ingerl/Rohnke Madde 14 ila19 Sayfa Kenar No.94; Hacker /
Ströbele/Hacker, Made 14 Sayfa Kenar No. 246; Köhler /
Hefermehl/Köhler/Bornkamm, Madde 12 Sayfa Kenar No. 3.14; Büscher
/ Fezer, Madde12 Sayfa Kenar No.56; Traub / Pastor/Ahrens, Madde 49
Sayfa Kenar No. 44; Sosnitza / Piper/Ohly/Sosnitza Haksız Rekabet
Yasası (UWG) Madde 12 Sayfa Kenar No. 113; Ekey HK- Rekabet
Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 106; Schweyer / Schultz,
Madde 14 Sayfa Kenar No. 286; diğer görüş Hamburg Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2010,
953; Münih Eyalet Mahkemesi Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR) 2007, 174 -Bahis aracılığı; Düsseldorf Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR)-RR 2002, 212 ve takip eden sayfalar — Top Ticket;
Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 2002, 1457; Köhler Bornkamm/Köhler Haksız
Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Sayfa Kenar No. 3.14; Teplitzky 54.
Bölüm Sayfa Kenar No.20 ve takip eden numaralar; aynı Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2005, 654 ve takip eden sayfalar;
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
89
Tilmann Armağan Yayını S.913, 919; öne sürülen gerekçelerle; farklı
olarak aynı Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2000, 1046 ve
takip eden sayfalar, kapsamlı delillerle; açık bırakılmıştır Köln Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Marka Hukuku (MarkenG) 2003, 158 Likörlü
şekerlemeler; Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2003, 1008 ve takip eden sayfa;
Retzer / Harte- Bavendamm/Henning-Bodewig, Haksız Rekabet Yasası
(UWG), Madde 12 Sayfa Kenar No. 336 ve takip eden numara). Egemen
görüşe aykırı olarak ortaya konan ve yasa koyucu önceden ortaya çıkmış
fikir ayrılıklarını bilerek Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 ile
aynı bir kuralı Alman Marka Yasası'na (MarkenG) almamış olduğu ve bu
nedenle bir düzenleme boşluğunun bulunmadığı şeklindeki gerekçeler, bir
analoji yasağı ile ilişkili oldukları sürece ikna etme gücüne sahip
değildirler. Çünkü bir yasanın ortaya çıkış hikayesine dayanarak yapılan
bir gerekçelendirme her şeyden önce yasanın amacının tespiti için
önemlidir (Federal Yargıtay Hukuk Davaları Külliyatı (BGHZ) 62, 340 ve
takip eden sayfalar). Buna karşın yasanın amacına odaklanan ve bu
bağlamda ölçü olan teleolojik yorum haklı olarak,rekabet hukukunun
etkilerinin inkar edilemeyeceği marka hukuku kapsamındaki men'i
müdahale taleplerinin yaptırımının muhtemel, fakat çürütülebilir (=aksi
ispat edilebilir) bir ivedilik ihtiyacının var sayılmasını gerektirir
şeklindeki bir anlayışa götürmektedir ( aynı zamanda Traub Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2000, 1046, bu bakış açısına dikkat
çekmektedir).
Yasa koyucunun bir hukuk normuna yalnızca sınırlı bir uygulanma
alanı tanıdığı yerde, sınırlanmış uygulanma alanının analojiyi kullanma
yoluyla genişletilmesini yasakladığı şeklindeki görüşü savunan
Teplitzky'e ve (henüz) egemen olan görüşün aksini savunan kişilere
burada hak vermek gerekmektedir. Böylece yasa koyucunun yasadaki bir
boşluğun bilincinde olarak Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12
Fıkra 2'nin kapsamı genişletilmiş bir formülasyonunu yapmış olup
olmadığı konusu kontrol sorusu olarak formüle edilebilir.
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
90
Yasa koyucu açık bir şekilde Marka Yasasını getirerek geçici
hukuki korunma ile ilişkili olarak mevcut hukuki konumunda bir
değişiklik istememiştir. Bu bakımdan içtihat uygulamasında eski şekliyle
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 16 'ya ve eski Marka Yasası'na
(WGZ= Warenzeichengesetz) dayanarak yapılan talepler bundan böyle
Marka Yasası (MarkenG) içinde yasalaştırılmış haklar olarak geçici
tedbirlerle - her durumda men'i müdahale talepleriyle ilişkili olarak -
güvenlik altına alınmalıdır (eski marka hukukuna dayalı men'i müdahale
talepleri için uygulama hakkında bakınız :Schultz - SüchtingJakobs /
Lindscher/ Teplitzky Haksız Rekabet Yasası (UWG), Madde 25 yeni
şekliyle Sayfa Kenar No.347, 1993, 2. Baskı)
Eğer içtihat Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 3'ü
artık analoji yoluyla uygulamayacak ise ve - aynı sonucu verecek -
münferit durumda Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 935
ve 940 gereği özel bir ivediliği yok sayacak ise, Marka Yasası'nın
(MarkenG) yeni şekli ve buna bağlı olarak Haksız Rekabet Yasası'nda
(UWG) yapılan değişiklik gereği - eski sürüm Haksız Rekabet Yasası
(UWG) Madde 16 'nın iptali - marka hukuku kapsamındaki alacaklının
konumunda bir kötüleşme meydana geleceği için, hukuki durumda yasa
koyucunun istemediği bir değişiklik meydana gelmeyebilir. Yasa koyucu
açıkça, eski sürüm Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 25 ve Haksız
Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 2 'nin geleneksel biçimde marka
hukuku kapsamındaki men'i müdahale taleplerinde uygulanması gerektiği
düşüncesinden yola çıkmaktadır ( Spätgens aynı yerde). Retzer de
isabetli olarak, hak ihlali yapan kişiler hakkında bilgilendirme yapmaya
yönelik düzenlemelerin getirilmesi ile ilişkili uygulamalar sarfı nazar
edildiğinde, yasa koyucunun kasten 1995 yılına kadar eski sürüm Haksız
Rekabet Yasası (UWG) Madde 16'da düzenlenmiş durumlarda ivedilik
tahmininin konuyla ilişkili olarak uygulanması aleyhine hüküm kurmak
istediğine dair somut ip uçları bulunmadığına dikkat çekmektedir (Retzer
Harte-Bavendamm/Henning-Bodewig, Haksız Rekabet Yasası (UWG),
Madde 12 Sayfa Kenar No. 337).
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
91
Ayrıca bir analojinin varsayılması için, Haksız Rekabet Yasası
(UWG)Madde 12 Fıkra 2' deki düzenlemenin içeriğinin bu bağlamda
hükme bağlanması gereken durum için de yasanın anlam ve amacına göre
eşdeğer bir çözüm sunmasına ihtiyaç vardır. Buradan nesnel bir uygunluk
gerekliliği sonucu çıkmaktadır. Analoji yardımıyla yapılan uygulama,
Haksız Rekabet Yasası (UWG)Madde 12 Fıkra 2'deki düzenleme
amacının,marka hukuku kapsamındaki men'i müdahale taleplerinin analoji
yardımıyla yapılan uygulama ile dahil edilen hukuki durumların dikkate
alınmasını da meşrulaştırması şartıyla gerçekleştirilebilir ( genel olarak
yasaların analojisi sorunu hakkında bakınız: Larenz Hukuk bilimi yöntem
öğretisi, 5. Baskı 1983, S 354 ve takip eden sayfalar, ve yine örneğin
Alman Medeni Yasası (BGB) Madde179 Fıkra 2 Ekey Alman Vergi
Hukuku Külliyatı (DStR) 2007, 87 ve takip eden sayfa).
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Fıkra 2'nin marka
hukukuna kapsamında men'i müdahale taleplerinde analojiye dayalı olarak
uygulanması aynı zamanda meselenin özüne de uygundur. Koruma
altındaki marka için her bir marka ihlalinden kaynaklanan tehlike
nedeniyle, hakkın geçici olarak güvenlik altına alınması yoluyla başka
ihlal eylemlerinin engellenmesinde marka sahibinin haklı menfaatinin
bulunması durumu kurala uygun olarak onaylanması gerekmektir (örneğin
Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 2002, 1457 - Marka hukuku ihtilafında ivedilik
ve Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve
Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2007, 174- Bahis aracılığı - her ne kadar bu
mahkemeler Haksız Rekabet Yasası Madde 25'i analoji yoluyla
uygulamak istemiyorlarsa da ; son olarak Teplitzky de marka hukuku
kapsamındaki men'i müdahele taleplerinde de "çoğunlukla" ivediliğin ikna
edici hale getirilmesi için yüksek standartların getirilmemesi gerektiğini
düşünmektedir ( Teplitzky Bölüm 54 Sayfa Kenar No. 20 ve takip eden
sayfa, Delillerle birlikte).
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
92
b) İvedilik ihtiyacının aksini ispat
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 gereği iddia edilecek
ivedilik davacı tarafından bizzat veya davalı tarafından cerh edilmelidir
(=çürütülmelidir) (Teplitzky Bölüm 54 Sayfa Kenar No. 18).
Davacının rekabet kuralının ihlal edildiği bilgisinin alınmasıyla
talebin sunulması arasında çok fazla zaman kaybedecek olması şartıyla,
davacı her bir münferit durum için resmi yoldan incelenmesi gereken
ivedilik bakımından tipiklik özelliğinin aksini bizzat ispat edebilir
(Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması
ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2002, 277; Stuttgart Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1976,
54).
Hangi durumlarda davacı ivediliği bizzat cerh edebileceği
sorusunun yanıtlanmasında eyalet yüksek mahkemelerinin içtihatlarındaki
farklılıklar tatmin edici olamayan bir durum olarak değerlendirilebilir.
Öte yandan münferit durumun koşulların hedeflenmesi ve bu nedenle de
şematik bir değerlendirmenin çıkarılması gerekmektedir (Köln Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 1993, 567 ve takip eden sayfalar). Öte yandan münferit
eyalet yüksek mahkemesi yetki bölgelerindeki içtihat bununla beraber
sıklıkla şematik bir şekilde rekabet kuralının ihlal edildiğine dair bilginin
alınması ile davacı tarafından bir geçici tedbir kararının verilmesine
yönelik talebin sunulması arasındaki belirli sürelerden yola çıkmaktadır.
Bu sürelerin davacı tarafından boşa geçirilmesinden sonra ivediliğin
kendiliğinden cerh edilmiş olduğu kabul edilmektedir (Ekey in HK-
Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 125).
Bir ila altı aylık bir bekleme süresi kritik üst sınır olarak
görülmektedir ( beş aylık bir bekleme süresi Stuttgart Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1981,
668 ve takip eden sayfalar; iki ila üç aylık bir bekleme süresi Koblenz
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR) 1978, 718 ve takip eden sayfalar; Hamm Eyalet
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
93
Yüksek Mahkemesi (OLG) 1981, 224 ve takip eden sayfa; altı haftalık bir
bekleme süresi Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2007, 675 LS; Köln Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1978,
556 ve takip eden sayfa; beş haftalık bir bekleme süresi Münih Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 1976, 150 ve takip eden sayfa; Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 1971, 533; dört haftadan biraz fazla veya bir aylık
bekleme süresi Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Ekonomi ve
Banka Hukuku Dergisi (WM) 1990, 2055; Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 1983, 643; 1981, 49 ve takip eden sayfa; aynı
zamanda deliller için bakınız Retzer Harte-Bavendamm / Henning-
Bodewig Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12'ye ek ve Köhler
Hefermehl/Köhler/Bornkamm Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12
Sayfa Kenar No. 3.15).
İnandırıcı nedenler olmaksızın örneğin kanıtlama amacına hizmet
eden gerekli araçların temininde zorluk ve benzeri gerekçelerle bir aydan
daha uzun bir bekleme süresi içinde prensip olarak aynı şekilde hem
rekabet hukukunda hem de marka hukukunda Haksız Rekabet Yasası
(UWG) Madde 12 'de açıklanan ivedilik çürütülebilir (aynı şekilde
Spätgens Gloy/Loschelder, Rekabet Hukuku El Kitabı, Madde 96 Sayfa
Kenar. No 40 ve takip eden numara, 2. Baskı; diğer görüş
Hefermehl/Köhler/Bornkamm Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12
Sayfa Kenar No.3.15- belirgin biçimde yalnızca 6 ayın altında bir
kurallaşmış süreyi [Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 11 gereği
zaman aşımı süresi] talep etmektedir - Teplitzky Bölüm 54 Sayfa Kenar
No. 25 ve takip eden numaralar; kurallaşmış süreler ile ilişkili eleştiri,
kapsamlı delillerle).
Hasım tarafın dinlenmesinden sonra bir geçici tedbir kararının
alınmasına yönelik talebinin reddedilmesini istinaf mahkemesine taşıyan
ve başarı şansının bulunmadığından korkarak temyiz talebini geri çeken
acil yargılama bağlamındaki davacı, bir başka mahkeme huzurunda aynı
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
94
davanın görülmesi bakımından tedbir talebinin gerekçesini kaybeder
(Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 2001, 716 ve takip eden sayfa). Bu durumda
davalının yeniden bir başka mahkeme huzurunda acil bir karar
verilmesinin aleyhine mücadele etmesi sarfı nazar edildiğinde, bir aylık
bir sürenin boşa geçirilmiş olmasının prensipte ivedilik talebini
kendiliğinden çürüttüğüne dair bu bağlam temsil edilen görüş daha yüksek
bir hukuki güvenliğe yol açmaktadır, çünkü prensip olarak bu süre zaten
dolmuş olacaktır.
Buna karşın eğer bir aylık bir zaman süreci içinde hareket ediliyor,
birinci mahkeme haksız yere talebi reddetmiş bulunuyor ve borçlu
alacaklının teşebbüsü ile beklendiği gibi zarar görüyor ise, birinci davanın
geri çekilmesinden sonra bir başka mahkemeye yapılan ve acil bir kararın
alınmasını amaçlayan yeni bir davanın açılması, Haksız Rekabet Yasası
(UWG) Madde 12 gereği muhtemel bir ivediliğin aleyhinedir ( Hamburg
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2002, 226 ve takip eden sayfalar - berlin
location).
Geçici bir tedbir kararının çıkarılması için tedbir koyma nedeni,
eğer davacı davadaki tavrıyla ivedilik tahmini çürütüyor ise, normal
olarak ortadan kalkar. Davacı geçici tedbir kararının verilmesinden önce
dava vekilinin yaptığı bir yanlışlık sonucu kendi aleyhine bir gıyabi
kararın çıkartılmasına neden olmuşsa bile tedbir koyma nedeni ortadan
kalkmış olur (Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2007, 173 ve takip eden
sayfa- interoptik.de).
Marka ihlalleri bakımından piyasanın genel olarak gözlemlenmesi
yükümlülüğü yasadan çıkarılamaz. Öte yandan tedbir koyma nedenine
zarar verici bir şekilde ihlal edilebilen belirli bir gözetim yükümlülüğü
kesinlikle söz konusudur ( bu konuda bakınız: Teplitzky Bölüm 54 Sayfa
Kenar No. 29 Delillerle birlikte).
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
95
Her zaman münferit durumun hususiyetleri dikkate alınmalıdır
(Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı
Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1997, 21 ve takip eden sayfalar;
Teplitzky Bölüm 54 Sayfa Kenar No. 29; Traub Sınai Hakların Korunması
ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1996, 707 ve takip eden sayfalar).
Hukuki itiraz yollarının tüketilmesi, sözlü duruşmada davaya bakan
mahkemenin görüşüne göre iki haftalık bir ertelemeyi gerekli kılan bir
yardımcı talebin yapılması ya da borçlunun alacaklıyı cesaretlendirmiş
olması sonucu (Bremen Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni
Yargı Dergisi (NJW)-RR1991, 44) ekonomik bakımdan daha üstün
görünen borçlu ile beş aylık uzlaşma pazarlıkları çerçevesinde görece
bir düzenlemeyi gerçekleştirmek için alacaklının yoğun çabaları, ivedilik
ihtiyacının kendiliğinden ortadan kalkmasına yol açmaz ( bu konuda
bakınız: Spätgens Gloy/Loschelder Rekabet Hukuku El Kitabı, Madde 96
Sayfa Kenar No. 41; Ekey HK-Rekabet Hukuku Madde 12 Sayfa Kenar
No. 127-136 Delillerle birlikte).
Bu bağlamda ivedilik iddiasının kendiliğinden çürütülmesi için
davalıya münferit olarak, iddia edilen birinci marka ihlalinin öğrenilmesi
ile bir geçici tedbir talebi kararı verilmesi için talepte bulunulması (=dava
açılması) arasında davacının ne kadar zaman geçirdiği münferit olarak
açıklama olanağı sunulmaktadır.
Bu amaçla kendi bünyesinde yurt genelinde yayınlanan gazete ve
dergilerin değerlendirilmesi için bir bölüm tahsis eden bir şirkette, marka
ihlali bilgisinin eriştiği tarih sorunu bakımından yetkili çalışanın böylesi
bir ihlale tesadüf ettiği tarih ölçü alınır (Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 1999, 694 ve takip eden
sayfalar).
Sonuçta bir izleyicinin ihtilafın konusu olan reklama bakmaktan
kaçınamayacağı kadar yoğun bir şekilde bir derginin kapak sayfasında
yer alan bir düzenlemenin olması durumunda, hukuki korumadan
faydalanan kişi münferit olarak, bu reklamı dergiyi edindiğinde görmediği
şeklinde bir gerekçe ile duruşmada istima edilemez (Hamburg Eyalet
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
96
Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi
(WRP) 2007, 675 ve takip eden sayfalar; ivedilik niteliğine zarar verecek
biçimde bir reklamdan haberdar olma).
Eğer davalı veya davacı Haksız Rekabet Yasası UWG Madde 12
Fıkra 2 gereği ivedilik niteliğini analoji yoluyla çürütmüş ise, niçin buna
rağmen konunun - yeni olgular nedeniyle - ivedilik taşındığını ispat etmesi
davacının sorunudur ( Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1978, 556 ve takip eden sayfa;
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1977, 220 ve
takip eden sayfalar- Charlie).
4. Talebe gerekçe teşkil eden olguların kanıtlanması
Öncelikle genel dava hukuku kuralları geçerlidir: Buna göre davacı
marka ihlaline dair davaya gerekçe teşkil edecek tüm olguları, birinci ihlal
ve /veya ihlalin tekrarlanması tehlikesiyle birlikte ortaya koymak ve ispat
etmek zorundadır. Ortaya koymak ve ispat yükümlülüğünün kapsamı
genel ispatlama kurallarına göre düzenlenir. Buna göre davacı kendi
avantajına olan olguları ispatlamak zorundadır ( Berlin Eyalet Yüksek
Mahkenesi (KG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1978,
819; Ulrich Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)
1985, 201 ve takip eden sayfalar).
Eğer bir tedbir talebine karar vermek için yabancı hukuk önem
taşıyor ise, esastan görülen davada olduğu gibi öncelikle hukukun
tespitine ihtiyaç vardır. Bu bağlamda yabancı hukukun geçerliliğini ve
kapsamını ispatlamak davacının görevidir ( Heinze Münih Yorumu
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 920 Sayfa Kenar No.
18, 4. Baskı)
Davacının, davalının itirazlarının kusurunu açıklamak ve
ispatlamak zorunda olup olamayışı belirsizdir. Bu soruya her halde ve
karda sözlü duruşma olmaksızın hızlı yargılama kapsamında karar verilen
durum bakımından evet diyerek yanıt verilmelidir. Zira mahkeme,
davacının davalının itirazlarının hızlı yargılama kapsamındaki talebiyle
çelişmediğini ispat etmesinin neden dolayı makul göründüğüne dair
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
97
davalının olası itirazlarına karar veremez ( Karlsruhe Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG ) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 1987, 845, 847; Teplitzky Bölüm 54 Sayfa Kenar No. 45;
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1980, 373 ve takip eden
sayfa; Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No.
153; Stein/Jonas/Grunsky Madde 920 Sayfa Kenar No. 11; kapsamlı
olarak Hirtz Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)1986, 110, 113, bizzat bir
sözlü duruşmada davalının itirazlarının kusurlu olduğunu ispat yükünü,her
ne kadar davalı sözlü duruşmada bunu bizzat açıklayabilecek ve
ispatlayabilecek olmasına rağmen, davacıya yüklemek istemektedir; aynı
zamanda bakınız Heinze Münih Yorumu Hukuk Muhakemeleri Usulü
Yasası ( ZPO) Madde 921 Sayfa Kenar No. 21, davacıya talebinin def'i ve
itiraz özgürlüğünü açıklama yükünü yalnızca, davacının açıklamasından
davalının olası itiraz ve def'i çabalarıyla ilişkili uyarıların ortaya çıkması
durumu için yüklemektedir).
Bir taraf kusurlu bir şekilde saldırı ve savunma araçlarını sonuna
kadar geri çeker ise, bu taraf için hakkın suistimal edildiği iddiasına, her
ne kadar taraflar boş yere sözlü duruşmanın sonuna kadar yeni olguları ve
açıklamaları ispat edebilseler de, karşı çıkılabilir (Koblenz Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 1987, 319; Köhler/Piper, Haksız Rekabet Yasası
(UWG) eski sürüm, Madde 25 Sayfa Kenar No.25; Ekey HK- Rekabet
Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 167).
Eğer davacı iddianın def'i ve itiraz özgürlüğünü ispatlamayı
başaramıyor ise, bu durum geçici tedbir kararının verilmesine yönelik
talebin reddedilmesine değil, tam tersine yalnızca davalının dinlenmesine
ve sözlü duruşmanın tarihinin tespit edilmesine yol açar Vollkommer /
Zöller Alman Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 916
Sayfa Kenar No. 6a; Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12
Sayfa Kenar No. 154; benzer şekilde Teplizky Bölüm 54 Sayfa Kenar No.
45, Delillerle birlikte). Daha sonra ispat yükü için taraflarla ilişkili genel
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
98
ispat yükü kuralı geçerlidir (Teplitzky Bölüm 54 Sayfa Kenar No. 45, ve
deliller Dip Not 251).
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 294 Fıkra 1
gereği yemin yerine kaim teminat dahil olmak üzere tüm kanıtlama
araçları bir geçici tedbir davasının taraflarının hakkıdır. Sıklıkla
karşılaşılan uygulamanın tersine avukat tarafından kaleme alınmış bir
yazıyla yalnızca genel olarak ilişkili olan ve meselenin kendi özüne
yönelik nesnel açıklama içermeyen yemin yerine kaim bir teminat
kanıtlama aracı olarak yeterli olmayabilir (Federal Yargıtay (BGH)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1988, 2045).
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 294 gereği
yemin yerine kaim bir teminat, mesleki olarak değerlendirilmiş olaylar
hakkında avukat tarafından verilen teminat ile eş değer tutulmalıdır (Köln
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR) 1986, 196; Greger / Zöller, Hukuk Muhakemeleri
Usulü Yasası (ZPO), Madde 294 Sayfa Kenar No. 5, 30. Baskı, buna göre:
avukat bizzat avukat sıfatıyla olayları değerlendirmiştir ve kendi
konumunun getirdiği yükümlülüklere dayanarak " avukat sıfatıyla teminat
verebilir", diğer delillerle birlikte).
Bir taraftan davacıya resmi makamların verdiği bilgilere dayanması
engellenmektedir. Davacı bu bilgileri bizzat temin etmeli ve mahkemeye
sunmalıdır (Federal Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)
1958, 712); eğer mahkeme önceden Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
(ZPO) Madde 273 Fıkra 2 Bent 2 gereği resmi makamlardan veya bir
resmi dairenin yönetiminden belgeler hakkında bilgi verilmesi veya konu
hakkında resmi bilgi verilmesi ricasında bulunmuş ise, bu durum geçerli
olmayacaktır. Diğer taraftan geçici hukuki korunma talebi davasında
kanıtlama için esastan görülen dava dosyasına da atıf yapılabilir.
5. Geçici tedbir kararının verilmesi
a) Geçici tedbirin içeriği
Kendisine başvurulan mahkeme Hukuk Muhakemeleri Usulü
Yasası (ZPO) Madde 938 Fıkra 1 gereği kendi takdirine göre, bir geçici
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
99
tedbir kararının verilmesine yönelik taleple izlenen amaca erişilmesi için
hangi düzenlemelerin gerekli olduğunu belirler. Geçici tedbir davacının
talepte belirtilen amacı dışına çıkamaz (Ekey HK- Rekabet Hukuku
(WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 169 Delillerle birlikte). Kuşkusuz
mahkeme talebi açıklığa kavuşturabilir, yeniden formüle edebilir veya
açıklayabilir ve Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 139
çerçevesinde talebin formüle edilmesinde etkili olabilir (Teplitzky Bölüm
54 Sayfa Kenar No. 38 Delillerle birlikte).
Davacı geçici tedbirin icrasını tehlikeye sokmamak için men'i
müdahale talebini inzibati ceza tehdidiyle ilişkilendirmelidir. Çünkü aksi
halde davacının Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 890
Fıkra 2 gereği bir ilamın gerekli icrası öncesinde öncelikli olarak özel bir
düzenleme yapılmasına yönelik bir kararın verilmesini talep etmesi
gerekecektir. İkinci dava nedeniyle ortaya çıkan zamansa gecikme bir çok
durumda men'i müdahale tedbirine kadar verilmesi ile kararın icrası
arasındaki bir aylık sürenin aşılması yol açabilir.
Eğer davacı lüzumu halinde başarılı bir şekilde, bir markanın hak
edinimi sağlayacak biçimde kullanılışı, markanın öncelik bakımının
kullanımı,alıcı çevresi bakımından markanın geçerliliği veya muhtemel
tanınırlığı gibi marka hukuku bakımından hususiyetleri açıklamış ise,
mahkeme her duruma hukuki soruları zaten geçici hukuki korunma davası
içinde kapsamlı olarak yanıtlayacaktır. Bu bakımdan esas bakımından
görülen dava ile bir farklılık oluşamaz.
Mahkeme tarafından getirilen düzenlemelerin içeriksel sınırları
kuşkusuz acil yargılamanın hususiyetlerinden kaynaklanmaktadır.
Davalının savunma olanakları ilk planda sınırlanmıştır ve lüzumu halinde
ona karşı hukuki bakımdan bir istimaya (=dinlemeye) sokulmaksızın bir
icra işlemi uygulanır. Bu yüzden davacının güvenlik altına alınmasından
daha öte bir düzenleme getirilemez (Schuschke / Schuschke/Walker,
Madde 938 Sayfa Kenar No. 14).
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
100
b) Cebr'i idare
Madde 146 ve takip eden maddeler gereği ithalat ve ihracat
işlemleri kapsamında hukuka aykırı olarak işaretlenmiş (=marka taşıyan)
malların müsaderesinin (=el koyma) yanı sıra bir başka hukuki çare
olarak, Madde 18 gereği imha hakkının güvenlik altına alınması için
malların emanete alınması ve borçlunun erişim hakkı olmaksızın
muhafaza edilmesi talebini içeriğinde barındıran bir geçici tedbir kararı
söz konusudur (Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1997, 106 ve takip eden sayfalar).
Eğemen görüşe göre bu bağlam da Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
(ZPO) Madde 938 Fıkra 2 gereği bir cebr'i idare söz konusudur ( Schulz-
Süchting Jakobs/Lindacher/Teplitzky Madde 25 Haksız Rekabet Yasası
(UWG) Eski sürüm Sayfa Kenar No. 108; key in HK- Rekabet Hukuku
(WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 172; Pastor/Ahrens/Jestaedt S
1001; Schuschke güvenlik altına alma ile bir yandan emanete alma
arasında diğer yandan da cebr'i idare arasında bir ayrıma gitmektedir:
güvenlik altına alınması gereken eşyanın emanete alınmasını aşacak bir
şekilde idare edilmesinin gerekmesi şartıyla cebr'i idare söz konusu olur,
Schuschke Schuschke/Walker, Madde 938 Sayfa Kenar No. 20).
c) Madde 19 Fıkra 3 gereği bilgi (=malumat) talebi
Madde 19 Fıkra 3 açıkça hak ihlalinin yapıldığı durumlarda,
hukuka aykırı bir şekilde işaretlenmiş (=marka ile donatılmış) eşyaların
kökeni ve satış yolu hakkında bilgi talep edilmesi hakkını tanımaktadır.
Madde 19 Fıkra 2 gereği bilgi vermekle yükümlü olan kişi, üreticinin,
tedarikçinin ve malın önceki diğer sahiplerinin, ticari alıcısının veya
siparişi verenin adını ve adresini ve yine üretilmiş, sevk edilmiş, edinilmiş
veya sipariş edilmiş malların miktarını bildirmek zorundadır.
Bu bağlamda temsil edilen görüşe göre Haksız Rekabet Yasası
(UWG) Madde 12 gereği ivedilik olasılığı Madde 19 Fıkra 3 gereği
tanınan hakkı da içermektedir (diğer görüş Fezer Madde 19 Sayfa Kenar
No. 18)
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
101
d) Ara karar ile hükme bağlanan tedbir
Sözlü duruşma olmaksızın bir geçici tedbir kararı alınabilir.
Mahkeme zorunlu takdirine göre bir sözlü duruşmanın gerekli olup
olmadığına karar vermek zorundadır (Almanca Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 1999, 27 ve takip eden sayfalar).
Davalının muhtemelen ürün korsanlığı vakalarında dava ile
amaçlanan ve yaklaşmakta olan geçici tedbir kararı konusunda
uyarılmaması gerektiği hususu hariç tutularak (Retzer Harte-
Bavenkamm/Henning-Bodewig, Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde
12 Sayfa Kenar No. 378), temelini anayasa hukukunda bulunan hukuki
istima hakkından hareketle mahkeme, sözlü duruşma için tarih
belirlememiş olması şartıyla, talebe uygun karar öncesinde eğer zaman el
veriyor ise, davalıya görüşünü bildirmesi için talep yazısını (=dava
dilekçisini) gönderir (Schulz-Süchting / Jakobs/Lindacher/Teplitzky
Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 25 Sayfa Kenar No. 93; Ekey HK-
Rekabet Hukuku (WettbR) Madde12 Sayfa Kenar No.163).
Tam kapsamı bakımından talebe uygun ve ara karar ile hükme
bağlanan tedbir gerekçelendirmeye ihtiyaç duymaz ve Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 36, Madde 929 Fıkra 2, Made
929 Fıkra 3 Cümle 2 gereği davacıya tebliğ edilmelidir.
Eğer yargıç sözlü duruşma yapılmaksızın bir geçici tedbir kararının
verilmesine yönelik talebi verdiği bir karar ile reddeder ise, verilen karar
Madde 936 ve Madde 922 Fıkra 3 gereği davalıya bildirilmez. Davacı
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 329 Fıkra 2 Cümle 1
gereği bu konuda şekle bağlı kalmayan bir bildirim alır.
e) Kesin karar ile hükme bağlanan tedbir
Sözlü duruşma yapılarak ilan edilen geçici tedbir, doğrudan ilan
edilmesiyle yürürlüğe giren bir nihai kesinleşmiş kararla hükme bağlanır.
Mahkeme kesinleşmiş kararı Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO)
Madde 317 Fıkra 1 Cümle 1 gereği taraflara tebliğ etmek zorundadır. Bu
resmi tebligat olağan koşullarda davacı tarafından taraf işletme içinde
yapılacak icra işlemiyle ilişkili değildir.
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
102
f) Avrupa Topluluğu Kuruluş Anlaşması (EGV) Madde 234
gereği Avrupa Adalet Divanı 'na (EuGH) ibrazda
bulunma yükümlülüğü sorunu
Madde 234 gereği ( Avrupa Topluluğu Kuruluş Anlaşması (EGV)
eski Madde 177) Avrupa Adalet Divanı (EuGH), bir mahkeme topluluk
hukukuna dayalı olarak ona (=divana) karar verilmesi gereken bir ihtilaf
için ölçü alınacak bir ön sorunu sunması şartıyla, ara karar (=esas
karardan önce verilen karar) yoluyla karar verir. Anlaşmaya imza koyan
devletlere ait mahkemeler için bir ibraz yükümlülüğü bulunmaktadır.
Geçici hukuki korunma kapsamındaki yargılamanın yanı sıra
esastan görülen bir dava olanağı mevcut ise ve bu çerçevede Avrupa
Adalet Divanı 'na (EuGH) bir ibrazda bulunmak mümkünse, o zaman
Avrupa Topluluğu Kuruluş Anlaşması (EGV) Madde 234 gereği Avrupa
Adalet Divanı 'na (EuGH) yapılan bir ibraz prensip olarak farklılık
gösterir (Avrupa Adalet Divanı (EuGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi
(NJW) 1983, 2751 - Morsun; Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 977,
1585- Hoffmann-La Roche/Centrafarm; Berlin Eyalet Yüksek Mahkemesi
(KG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 994, 1463, 1465;Frankfurt
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) 2901 ve takip eden sayfalar - ücretsiz
Aprupa Topluluğu (EG)-tereyağı; Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR)
Madde 12 Sayfa Kenar No. 177, Delillerle birlikte).
g) Geçici tedbir kararının infazı
aa) Genel ilkeler
İhtiyati haciz kararında olduğunda gibi geçici tedbirin icra işlemine
gereksinimi vardır. Ancak bu sayede alacaklı, alacağının amaçladığı gibi
geçici olarak güvenlik altına alınmasını sağlar (Sosnitza
Piper/Ohly/Sosnitza Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Sayfa
Kenar No. 164).
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 936, Madde 929
Fıkra 2 gereği bir geçici tedbirin icrası, eğer geçici tedbirin ilan edildiği
tarihten itibaren veya kararın çıkartılmasını isteyen tarafa tebliğ edildiği
tarihten itibaren bir ay geçmiş ise, uygunsuzdur.
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
103
İcra süresi kaçırılmış ise, mahkeme borçlunun talebi üzerine itiraz
davası kapsamında bir arar karar ile hükme bağlanan tedbiri ve Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 926 ve 927 gereği her bir
geçici tedbiri kaldırmak zorundadır. Bunun dışında borçlu için, temyiz
davası kapsamında geçici tedbirin süreler bakımından kusurlu icrasını öne
sürerek temyizini başarılı bir şekilde gerekçelendirme olanağı açıktır.
İcranın uygulamada davacı veya tasarrufa itiraz eden için sıklıkla
güçlükler çıkaran zamansal ve biçimsel standartlarının karşılanmasının
önemi ve amacı, ilamın uygulamaya sokulup sokulmayacağı konusunda
borçlunun uzun süre belirsizlik içinde tutulamayacağı kuralı söz konusu
olduğu ortaya çıkmaktadır. Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO)
Madde 929 Fıkra 2 'de getirilen kuralın borçluyu koruyan bir işlevi vardır
ve her durumda alacaklı bu şekilde yükümlülük altına sokulduğu sürece
anayasa hukuku açısından bir tereddüt oluşturmaz ( Federal Anayasa
Mahkemesi (BVerfG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1988, 3141).
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 936 ve Madde
922 Fıkra 2 gereği davacı ara karar ile hükme bağlanan tedbiri, geçici
tedbirin yürürlülüğünün ön koşulu olarak bir ay içinde davalıya tebliğ
etmek zorundadır. Tebligat ayrıca Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
(ZPO) Madde 750 Fıkra 1 gereği bir inzibati aracın icrası için gerekli
önlemi de göstermektedir.
Bir sözlü duruşmada kesinleşmiş karar ile işleme konan bir geçici
tedbir, ilan edilmesiyle birlikte yürürlüğe girer. Hukuk Muhakemeleri
Usulü Yasası (ZPO) Madde 317 Fıkra 1 Cümle 1 gereği bu tedbirin tebliği
taraflara yapılır ve bu bağlamda tebligat ilan edilmiş bir gıyabi karar
bulunması durumunda yalnızca tabi kılınan tarafa resmi yoldan
gerçekleştirilir. Aykırı fiil durumda bir inzibati aracın tespiti için koşullar,
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 750 Fıkra 1 gereği ilan
yapılarak karşılanmıştır.
Fakat Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 935 ve
Madde 929 Fıkra 2 gereği aylık süre içinde kesinleşmiş kararı taraf
işletme içinde tebliğ etme yükümlülüğü bundan bağımsızdır (Federal
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
104
Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1993, 1077; Hukuk
ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1989, 514, 517; Hamburg Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi
(WRP) 1997, 53 ve takip eden sayfa;Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) -RR 1989, 180; Düsseldorf
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR
1987, 763; Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Aylık Alman
Hukuku Dergisi (MDR) 1991, 454; Celle Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Hukuk işlerinde (Ceza işlerinde) Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Kararları(OLGZ) 1992, 345; Schleswig Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 1995, 896;
Vollkommer / ZöllerMadde 929 Sayfa Kenar No. 12; ayrıca bakınız
Teplitzky Bölüm 55 Sayfa Kenar No. 38 Delillerle birlikte; diğer görüş
Stuttgart Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi-
Rekabet Hukuku (WettbR) 1997, 43 ve takip eden sayfa-Vital Shop; Celle
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) -
RR 1990, 1088).
Bu kural haklı olarak münferit durumlarda istisnalara izin
vermektedir. Böylece bir inzibati aracın tespiti talebinde, alacaklının
geçici tedbir talebine uyulmasında ısrarlı olduğu şekilde borçluya yapılan
bir bildirim bulunmaktadır. Eğer alacaklının geçici tedbirden yola çıkarak
hareket etmeyi amaçladığından borçlu taraf şüphe etmediği için işletme
içinde ilave bir tebligat sadece bir formalite olarak görülecek ise, yalnızca
resmi yoldan yapılmış ve ceza tehdidi içeren tebligat da icra koşullarını
yerine getirebilir (bakınız Vollkommer /Zöller Hukuk Muhakemeleri
Yasası (ZPO) Madde 929 Sayfa Kenar No. 12). Böylece Federal Yargıtay
(BGH) için zaten resmi yoldan işleme konmuş tebligatın yanı sıra
davacının önceki ilama istinaden sözlü olarak eda talebinde bulunması
yeterli olacaktır (Federal Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi
(NJW) 1993, 1076 ve takip eden sayfa).
bb) Tarafa tebliğin ayrıntıları
Men'i müdahale tedbirinin icrası geçici tedbirin taraf işletmeye
tebliği yoluyla gerçekleştirilir. Tebligat borçluya şahsen yapılmalıdır.
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
105
Eğer bir dava vekili hukuki merci için kendisini atamış ise, Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 176 gereği tebligat yalnızca bu
kişiye yapılabilir (Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2001, 456). Kuşkusuz
tebligatı yapan kişi, bu konuda bir dava vekilinin esasen kendisini atamış
olduğunu bilmek zorundadır ( Stuttgart Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet Hukuku (WettbR) 1996,
281; Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)Haftalık Yeni Yargı
Dergisi (NJW)-RR 1996, 587; Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 1995, 445; Berlin Eyalet
Yüksek Mahkenesi (KG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP)
1998, 411). Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 174 Fıkra 2
ve Fıkra 3'de öngörülmüş olan ve evrakların tele kopya veya elektronik
araçlarla tebliğini mümkün kılan olanağa rağmen ara karar ile alınan
tedbirin yalnızca faks marifetiyle borçlunun dava vekiline tek başına
erişmiş olması yeterli olmayacaktır; daha ziyade üzerinde tarihin
bulunduğu bir alındı bilgisine ihtiyaç vardır (Köln Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2007,
345 ve takip eden sayfa).
Münferit durumda bir avukatın hukuki merci için kendisini atayıp
atamadığı ve bu nedenden dolayı tebligatın yalnızca ona yapılıp
yapılamayacağı konusu belirsiz olabilir. Eğer bir dava vekili zaten
mahkeme dışı işlemler bakımından temsil yetkisini bildirmiş ise, o zaman
temin edilmiş bir geçici tedbirin tebligatı, her durumda borçlu tarafından
verilmiş vekaletnamede bu yetkiye yönelik açıkça anlaşılır bir bilgi
bulunması şartıyla, geçerli olarak yalnızca ona yapılabilir (Stuttgart
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi- Rekabet
Hukuku (WettbR) 1996, 281 Delillerle birlikte).
Eğer bir savunma yazısında bir dava vekili tedbir amaçlı olarak
zaten kendisini (tebligatı almaya) yetkili tayin etmiş ise aynı durum
geçerlidir (Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2001, 71; Teplitzky
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
106
Bölüm 55 Sayfa Kenar No.43 Delillerle birlikte). Bu durumda geçici
tedbir yalnızca, davalının "savunma yazısını yazan avukata" tebliğ edilmiş
olması şartıyla geçerli olarak icra edilmiştir.
Geçici tedbirin geçerli olarak tebliği karar ilamının teslim edilmesi
veya ilamın tasdikli bir suretinin teslim edilmesi, başka bir deyişle
mahkeme tarafından düşülmüş ilam şerhini içeren bir karar nüshasının
teslim edilmesini ön koşul olarak getirmektedir. Eğer tebliğ edilmiş evrak
üzerindeki ilam şerhinin sunumunda orijinal ilamda bulunan resmi mühür
ile ilişkili bir açıklamanın olmayışının bir zararı yoktur. Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 170 gereği bir ilamın
düzenlenmesi için tasdiki bir kopyanın, başka bir deyişle üzerinde örneğin
yalnızca orijinal ilamda bulunan sözcüklerin tekrarlandığı bir nüshanın
teslimi yeterli olduğu için, orada mevcut resimlerin ve benzeri şeylerin,
örneğin bir mührün zikredilmesine ihtiyaç yoktur ( Federal Yargıtay
(BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1965, 104 ve takip eden sayfa;
Stuttgart Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi-
Rekabet Hukuku (WettbR) 1997, 21 ve takip eden sayfalar; Ekey HK-
Rekabet Hukuku (WettbR) Madde12 Sayfa Kenar No. 191). Eğer bir
inzibati araç kararı daha sonradan verilmiş ise, geçici tedbirin etkili bir
şekilde icrası bu kararın tebliğ edilmesi şartını da getirmektedir. Bu şart,
eğer davaya bakan mahkeme bu türden bir karar verememiş ise geçerlidir
(Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve
Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2001,71).
Eğer temyiz (=istinaf) mahkemesi kesinleşmiş karar ile bir geçici
tedbire hükmediyor ise, birinci merci mahkeme önceden vermiş olduğu
tedbir kararını itiraz davasında kaldırdıktan sonra, kesinleşmiş karar ile
hükme bağlanan tedbiri, her ne kadar temyiz kararının hüküm kısmı
gereğince ara karar ile hükme bağlanan tedbir teyit edilmiş olsa bile,
taraflar yoluyla tebliğ edilmelidir (Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2002, 334 - Dava
tarafına tekrarlanan tebligat, Diğer delillerle birlikte; diğer görüş Celle
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
107
Dergisi (WRP) 986, 612; Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1950, 113).
Eğer alacaklı geçici tedbirin tebliğ edilmesine yönelik talebini
adliye icra memurluğu dağıtım şubesine zamanında vermiş ise, Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 929 Fıkra 2 'in icra süresine
uyulmasının yeterli olup olmadığı veya borçluya icra amacı hakkında bilgi
veren tebligat eyleminin aylı süre içinde gerçekleştirilmesinin gerekip
gerekmediği sorusu ihtilaflara yol açacak biçimde tartışmalıdır. Sonuçta
eğer taraf işletmede tebligatın yapılması talebi aylık süre içinde adliye icra
memurluğu dağıtım şubesine verilmiş ise ve tebligat buna göre
gerçekleşiyorsa - yalnızca belirli istisnai durumlarda değil (örneğin borçlu
bilinçli olarak süreye uygun tebligatı boşa çıkarıyorsa Schuschke/Walker
Madde 929 Sayfa Kenar No. 31, ya da geçici tedbirin yurt dışında teblig
edilmesi gerekiyorsa, Pastor/Ahrens/Wedemeyer S 1022; Köln Eyalet
Yüksek Mahkemesi (OLG) ) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)- Rekabet
Hukuku (WettbR) 1999, 232, 234) - bu durumun icra süresine uyulması
bakımından yeterli olduğu görüşü üstünlük kazanmaktadır ( Düsseldorf
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2001, 94 ve takip eden sayfa; Frankfurt
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-
RR 2000, 1236; Celle Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) InVo 1997, 23;
Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Aile Hukuku Dergisi (FamRZ )
1994, 1540; Knieper Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP)
1997, 815 ve takip eden sayfa).
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) yeni sürüm Madde 187
Cümle 1 ve eski dürüm Madde 189 gereği kusurlu yapılan bir tebligatın
iyileştirilip iyileştirilemeyeceği konusu belirsiz görünmektedir. Tebligat
Reformu Yasası (ZustRG) gereği ( Federal Resmi Gazete (BGBl) 2001 I
1206, 1209, 01.07.2002 tarihinden itibaren eski sürüm Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 187 yerine eski sürüm Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 189 geçerlidir.
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
108
01.07.2002 tarihine kadar geçerli hukuki duruma göre eski sürüm
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 187 Cümle 1 gereği,
sözlü duruşma yapılmaksızın karar verilen geçici tedbir işlemlerinde
tebligat kusurlarının iyileştirilmesi prensip olarak ayrıma tabi tutulurken
(Zweibrücken Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)-RR 2001, 288; aynı zamanda
bakınız : Deliller, Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa
Kenar No. 193), yasa koyucunun kararından eski sürüm Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 187 Cümle 2 'nin yeni sürüm
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 189 içine alınmadığı
sonucu çıkmaktadır. Böylelikle bundan böyle cebri olarak zorunlu olan
tebligat kurallarının ihlalinde tebligatta yapılacak bir iyileştirme için
prensip olarak etkililik tebligatı olarak adlandırılan bir tebligatın kabul
edilip edilemeyeceği şeklindeki ihtilafı sorunun evet diyerek
yanıtlanmasını gerektiği şeklindeki bir anlayış yeni sürüm yasaya dahil
edilmemiştir (Dresden Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Yeni Yargı
Dergisi (NJW)-RR 2003, 1721 ve takip eden sayfa; Vollkommer in Zöller
Madde 929 Sayfa Kenar No. 14, 30. Baskı ve bundan aynı zamanda
Teplitzky Bölüm 55 Sayfa Kenar No. 47a, Delillerle birlikte)
Ara karar vermek yoluyla hükme bağlanan ve marka hukuku
kapsamında bilgi verilmesine yönelik geçici tedbir için, işlemin icra
edildiğini kabul bakımından taraf işletmede kararın tebliğ edilmesi
yeterlidir. Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 929 Fıkra 2
gereği aylık süre içinde yine Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO)
Madde 888 gereği bir icra talebinde bulunma işlemi için zamanında
yapılan bir yürütmeye ihtiyaç yoktur (Frankfurt Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 1998, 1007 ve takip
eden sayfa, ikna edici gerekçelerle birlikte; Gloy/Spätgens Madde 84
Sayfa Kenar No. 6; diğer görüş Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)- Rekabet Hukuku (WettbR)
1997, 91; Schuschke / Schuschke /Walker, Madde 929 Sayfa Kenar No.
25; Vollkommer / Zöller Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO)
Madde 929 Sayfa Kenar No.18 Sonunda, 30. Baskı).
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
109
Bu durum ancak bilgi alma tedbirinin, Hukuk Muhakemeleri Usulü
Yasası (ZPO) Madde 890 gereği bir inzibati araç tehdidi içeren bir men'i
müdahale tedbirine bağlanmış olması şartıyla geçerli olacaktır. Çünkü bu
durumda tehditten kaynaklanan icra baskısı aynı zamanda bilgi verme
yükümlülüğünü de yansıyacaktır, çünkü borçlu, alacaklı tarafında
bölünmüş, başka bir deyişle tek başına men'i müdahale talebiyle
sınırlandırılmış bir icra istencinin bulunduğu düşüncesinden hareket
edememektedir ( Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Yeni Yargı
Dergisi (NJW)-RR 1998, 1007 ve takip eden sayfa).
cc) Yinelenmiş tebligatın gerekliliği
Borçlunun itirazı nedeniyle veya temyiz davası kapsamında geçici
tedbirin değiştirilmesi veya yeniden düzenlenmesi geçici tedbirin yeniden
tebliğ edilmesinin gerekliliğini göstermektedir (Hamm Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)- Rekabet Hukuku
(WettbR) 1999, 631 - Pizza Direkt/Direct). Aynı kural, ara karar ile
hükme bağlanan tedbirin itiraz üzerine kaldırılması, fakat temyiz
merciinde onaylanması ve böylece yeniden hükme bağlanması durumu
için de geçerlidir (Düsseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Yeni
Yargı Dergisi (NJW)-RR 2000, 68; Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1997, 53 ve takip
eden sayfa; Vollkommer / Zöller Madde 929 Sayfa Kenar No. 15 30.
Baskı; Ekey / HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar
No.196; diğer görüş Celle Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Yeni Yargı
Dergisi (NJW)-RR 1987, 64).
Eğer ara karar ile hükme bağlanan tedbir temyiz davasında alınan
bir kesin karar ile onaylanmış veya yalnızca önemli değişiklikler
yapılmaksızın yeniden düzenlenmiş ya da farklı bir gerekçelendirmeyle
donatılmış ise yeniden tebligat yapılmasına ihtiyaç yoktur (ihtilaflı olarak
bakınız: Teplitzky Bölüm 55 Sayfa Kenar No. 48, Delilerle birlikte).
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
110
h) Marka hukukuna dayalı geçici tedbir aleyhine genel
hukuki çareler
Borçlu için sözlü duruşma yapılmaksızın hükme bağlanan tedbir
aleyhine Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 936, Madde
924 Fıkra 1 gereği itiraz hakkı bulunmaktadır. Bu itiraz süreye bağlı
değildir; fakat Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 242 gereği, hükme
bağlanan tedbir aleyhine hukuki itiraz yapılıncaya kadar iki yıldan daha
uzun bir sürenin geçirilmesine neden olunduğu durumunun içtihat
tarafından kabul edildiği bir hak kaybı iddiasına tabidir (Berlin Eyalet
Yüksek Mahkemesi (KG) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 1985, 237).
İtiraz giderler itiraz şeklinde de sınırlandırılabilir (Sosnitza /
Piper/Ohly/Sosnitza Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Sayfa
Kenar No.148, 5. Baskı, Delillerle birlikte). Bu aşamadan sonra taraflar
arasında yalnızca dava masrafları ihtilaflı hale gelir; tedbir davası
kapsamında davanın özüne yönelik bir karara artık ihtiyaç duyulmaz
(Ekey / HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 200).
Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi 'nin içtihadına göre önceden ihtar
yapılmaksızın hükme bağlanmış bir geçici tedbir işlemi durumunda, dava
masraflarına itiraz yerine, dava masraflarıyla ilişkili kararın
değiştirilmesine yönelik bir tabi olma beyanının verilmesiyle yapılan
itiraza izin verilmektedir (Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 2002, 215 ve takip eden sayfa).
Ara kararla hükme bağlanan tedbirden kaynaklanan cebr'i icra
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 924 Fıkra 3 Cümle 1
gereği yapılan bir itiraz ile engellenemez. Fakat mahkeme, Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 924 Fıkra 3 Cümle 2 gereği
cebr'i icranın geçici olarak durdurulması için yine Hukuk Muhakemeleri
Usulü Yasası (ZPO) Madde 707 gereği geçici bir düzenlemeye karar
verebilir.
Ayrıca borçlu genel koşulların oluşması durumunda önceki yargıcın
tüm kararları aleyhine temyize gidebilir. Temyiz geçici tedbirin süreye
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
111
uygun olarak icra edilmediği veya hakkın zaman aşımına uğradığı
şeklindeki iddialara da dayandırılabilir.
Hukuk Muhakemeleri Usulü Madde 924 Fıkra 3 Cümle 2 gereği
geçici olarak icradan korunmanın sağlanması söz konusudur (Federal
Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR 997, 1155 ve
takip eden sayfa Delillerle birlikte). Geçici tedbir davasının doğasından
kaynaklanan hususiyetlerden dolayı bir cebr'i icra işleminin durdurulması
yalnızca, geçici tedbirin kaldırıldığının sabit olması şartıyla
gerçekleştirilebilir (Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi
(NJW)-RR 1997, 1155 ve takip eden sayfa Delillerle birlikte; Frankfurt
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet
Dergisi (WRP)1992, 120; Koblenz Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG)
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1985, 657).
Borçluya Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 936,
Madde 926 Fıkra 1 gereği,bir diğer hukuki çare olarak, mahkemenin sözlü
duruşma yapmadan alacaklının tespit edilecek süre içinde dava açması
gerektiği şeklindeki bir düzenleme getirebileceği gerekçesiyle itiraz
talebinde bulunma olanağı da sunulmaktadır. Eğer bu düzenlemeye
uyulmuyor ise, o zaman borçlunun talebi üzerine geçici tedbirin
kaldırılması bir nihai kararla hükme bağlanmalıdır.
Ayrıca Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 936,
925 ve Madde 927 Fıkra 1 gereği borçlunun, değişen koşullara dayanarak
, özellikle de tedbirin sebebinin ortadan kalkmasına veya teminat vermeye
hazır olunduğunun bildirilmesine dayanarak geçici tedbirin kaldırılmasına
yönelik talepte bulunma hakkı vardır.
V. Marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazı ve marka
ihlalini bitirme beyanı
1. Marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazı
Bir geçici tedbir marka hukukuna dayalı bir hakkın alacaklısını
yalnızca geçici olarak güvenlik altına alır.
Tedbir işleminin borçlusu Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
(ZPO) kapsamında öngörülmüş ve yine Hukuk Muhakemeleri Usulü
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
112
Yasası (ZPO) Madde 924, 926, 927 gereği kendisine sunulan hukuki
çareleri kullanabilir.
Şimdiye kadar olan hukuka göre geçici hukuki korunma taleplerinin
zaman aşımı süresinin çalışması üzerinde bir tesiri bulunmamaktaydı
(Federal Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1979, 217).
Tedbir talepleri, yalnızca icra tedbirleri olarak nitelendirilebilmiş olmaları
şartıyla ( Heinrichs / Palandt Madde 209 Sayfa Kenar No. 21) eski sürüm
Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 209 Fıkra 2 Bent 5 gereği zaman
aşımını kesintiye uğratmışlardır.
Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 204 Fıkra 1 Bent 9 zaman
aşımının durdurulmasını artık genel olarak, bir ihtiyati haciz, bir geçici
tedbir veya bir geçici düzenleme kararının verilmesine yönelik bir talep
sonucu düzenlemektedir (bunun için detaylı olarak bakınız: Baronikians
Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2001, 121 ve takip eden
sayfalar; Zimmermann/Leenen vs., JZ 2001, 684 ve takip eden sayfalar;
Mansel Yeni Yargı Dergisi (NJW) 2002, 89 ve takip eden sayfalar). Yeni
sürüm Alman Medeni Yasası (BGB) Madde 204 Fıkra 1 Bent 9 'da
açıklanan engelleme tipikliği hangi hakları düzenlediği açıkça
normlaştırılmamıştır. Geçici hukuki korunma talebiyle güvence altına
alınması gereken bir hak, fakat aynı zamanda istisnai olarak izin verilmiş
eda tedbiri yoluyla yerine getirilmesi gereken hak doğru bir şekilde zaman
aşımının durdurulması ile korunabilmektedir. Bu durum meselenin özüne
uygun görünmektedir, çünkü güvenlik tedbiri ve eda tedbiri arasındaki
sınırlar çoğunlukla belirgin değildir.
Marka hukuku kapsamındaki ihtilaflarla ile ilişkili uygulamada
tıpkı rekabet hukukunda olduğu gibi, borçludan ona makul bir süre
tanıyarak taraflar arasındaki ihtilafları bir marka ihlalinden kaçınma
beyanı vererek sonlandırmasını talep etmek yerleşmiş yöntemdir. (Ekey /
HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 ve takip eden maddeler Sayfa
Kenar no. 45)
Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 93 gereği
giderlerin yol açtığı sonuçtan kaçınmak için alacaklı borçluya prensip
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
113
olarak geçici tedbir kararının verilmesine yönelik davanın bitirilmesinden
sonra yeni bir ihtar ile tabi olma fırsatını vermek zorundadır. Bu
bağlamda marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazı kuşkusuz davanın
açılması için bir ön koşul oluşturmaz (Herget / Zöller Madde 91 Sayfa
Kenar No. 13, 30. Baskı, Delillerle birlikte).
Marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazının ulaşması için ve
yine bu yazı içinde borçlunun istenilen marka ihlalinden kaçınma beyanını
vermesi için ona tanınan süre için ihtarnamedeki sürenin uygunluğunun
tespitinde uygulanan ve ihtarnamenin erişmesi için uygulanan aynı ilkeler
geçerlidir.
Marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazı yalnızca esastan
görülen davanın açılması için bir hazırlık işlevi görmektedir. Bundan
dolayı marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazının masrafı Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 91 gereği tedbir davası
kapsamında tespite uygun değildir (Federal Yargıtay (BGH) Sınai
Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1973, 384 ve takip
eden sayfa - Altın bilezikler).
Eğer ihlalin bitirilmesini amaçlayan yazı ulaşmasından sonra,
borçlu istenilen marka ihlalini bitirme beyanını vermediği için, esastan
görülen dava aşamasına geçiliyor ise, Avukatlık Ücreti Yasası (RVG)
Ücret Listesi (VV) No. 2400 gereği mahkeme dışı işlemlerle ilişkili
olarak tazmin edilmesi gereken ücret, yine Avukatlık Ücreti Yasası
(RVG) Ücret Listesi (VV) Ön Açıklama 3 Fıkra 4 gereği her hal ve karda
borçlu tarafından tabi olması durumu için ödenmesi gereken dava ücretine
ilave edilmelidir ( Köln Eyalet Mahkemesi (LG) Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1987, 655; Hamburg
Mahkemesi (LG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1982,
44).
2. Marka ihlalini bitirme beyanı
Eğer borçlu talep edilen marka ihlalini bitirme beyanını veriyor ise,
normal olarak esastan görülen dava için hukuki korunma ihtiyacı ortadan
kalkar (Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW)-RR
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
114
1991, 22 ve takip eden sayfa- Marka ihlalini bitirme beyanı;
Pastor/Ahrens S 1041).
Borçlu karşısında masrafları üstlenme yükümlülüğünden kaçınmak
için, geçici tedbirin tebliğ edilmesinden sonra mümkün olduğunca hızlı bir
şekilde borçlunun vermek zorunda olduğu marka ihlalini bitirme beyanı
ile, geçici tedbir ihtilafın esasına yönelik karar verme seviyesine yükselir,
bu yüzden marka ihlalini bitirme beyanında Hukuk Muhakemeleri Usulü
Yasası (ZPO) Madde 924, 926 , 927 gereği tanınan haklardan, lüzumu
halinde zaman aşımının def'iden ve temyiz çaresinden feragat etmek
gerekmektedir (Ekey HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 ve takip
eden maddeler Sayfa Kenar No. 265).
Borçlu marka ihlalini bitirme beyanını şüpheye mahal
bırakmayacak biçimde ( Berlin Eyalet Yüksek Mahkemesi (KG) Hukuk
ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1986, 87), kayıtsız ve şartsız
olarak vermelidir (Federal Yargıtay(BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi
(NJW)-RR 1991, 297 ve takip eden sayfa, Marka ihlalini bitirme beyanı).
Marka ihlalini bitirme beyanının alacaklının ispat amaçları bakımından
gerekli olarak biçimde gönderilmesi borçlunun görevidir. Beyanın
ulaştırılması, alacaklının talebi üzerine bu beyan yazılı olarak teyit
edilecek ise, öncelikle teleprinter ile ve bu bağlamda temsil edilen
görüşü göre elektronik posta yoluyla da gerçekleştirilmelidir (Federal
Yargıtay (BGH) Haftalık Yeni Yargı Dergisi (NJW) 1990, 3147 ve takip
eden sayfa - Teleprinter yardımıyla gönderilen yazıyla tabi kılma).
Marka ihlalini bitirme beyanın alacaklı tarafından kabulüne ihtiyaç
yoktur.
3. Avukat tarafından düzenlenen ve marka ihlalinin
bitirilmesini amaçlayan yazının maliyeti
Bir avukatın düzenlediği ve onunla geçici tedbir davasının
bitirilmesinden sonra davalıdan tedbir davasına konu olan hakkı
tanımasını ve Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 926
gereği davaya itiraz ve dava açma hakkından feragat etmesini talep ettiği
marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazı, artık tedbir davasının bir
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
115
konusu değil, tam tersine ana meseleye ait bir konudur (Federal Yargıtay
(BGH) Beck RS 2008, 05989; Schneider mülakatı Haftalık Yeni Yargı
Dergisi (NJW)-Özel sayı, Sayı 10/2008, 315).
Alacaklı için marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazının
gönderilmesi nedeniyle oluşan giderler, etkili bir marka ihlalini bitirme
beyanının verildiği durumda, ihlalde bulunanın ihlali bitirme beyanı ile
gereğini yapmış olması ve bunun gerekli olması şartıyla, vekalet
olmaksızın işlerin görüldüğü bakış açısına göre tazmin edilmelidir (Ekey
/HK- Rekabet Hukuku (WettbR) Madde 12 Sayfa Kenar No. 258).
Gereksiz masraflardan kaçınmak için, borçluya, olağan uygulamaya göre
geçici tedbir işleminin tebliğ edildiği tarihten itibaren yaklaşık 14 günlük
bir süre içinde kendiliğinden marka ihlalini bitirme beyanını vermesi için
fırsat tanınmalıdır (Köln Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1987, 188; Theson Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 1978, 670; diğer görüşe göre: 1
aylık bir itiraz süresi konmalıdır, Sosnitza /Piper/Ohly/Sosnitza, Haksız
Rekabet Yasası (UWG) Madde 12 Sayfa Kenar No. 183 Delillerle
birlikte; Frankfurt Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) Hukuk ve
Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2003, 1002 - buna göre eğer borçlu
yönlendirilme hazır olduğuna dair sinyaller vermiş ise, 2 haftadan daha
uzun bir bekleme süresi kabul edilebilir).
Eğer Avukat geçici tedbir davası bitirildikten sonra esastan görülen
dava bakımından öncelikle mahkeme dışında temsil ile görevlendirilmiş
ise, onun tarafından düzenlenmiş marka ihlalinin bitirilmesine yönelik
yazı için Avukatlık Ücreti Yasası (RVG) Ücret Listesi (VV) No. 2300 Ön
gereği bir işlem ücreti ortaya çıkar (Avukatlık Ücreti Yasası (RVG)
Ücret Listesi (VV) Ön Açıklama 2.3 Fıkra 3). Bu bağlamda eşik ücret
diye adlandırılan bir ücretten yola çıkılmalıdır, çünkü marka ihlalinin
bitirilmesini amaçlayan bir yazı ne kapsam bakımından özelikle zengindir
ne de güçlükler içerir. Avukatlık Ücreti Yasası (RVG) Ücret Listesi
(VV)No. 2300 gereği geçici tedbir davası için 1,3 oranında bir dava ücreti
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
116
ve bunu takip eden marka ihlalini bitirme yazısı için aynı şekilde 1,3
oranında bir işlem ücreti ortaya çıkmıştır.
Eğer borçlu tepki vermez ve esastan görülecek davanın açılması
gerekir ise, o zaman davanın yargılanması için Avukatlık Ücreti Yasası
(RVG) No. 3100 Ücret Listesi (VV) gereği1,3 oranında yargılama harcı
oluşur ( bu harcın üzerine önceki harcın Avukatlık Ücreti Yasası (RVG)
Ücret Listesi (VV) Ön Açıklama 3 Fıkra 4 gereği yarısı oranında -
maksimum 0,75 oranında marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazı
nedeniyle oluşan ücret eklenmelidir).
Eğer avukat geçici tedbir davasının bitirilmesinden sonra müvekkili
tarafından artık mahkeme dışı işlemlerde bulunmak için
görevlendirilmemiş , tam tersine derhal esastan görülecek dava açmak için
görevlendirilmiş ise, fakat o (=avukat) davalıya marka ihlalini bitirme
beyanını vermek suretiyle davadan kendisini korumak için bir fırsat
vermek amacıyla verilen dava açma görevi çerçevesinde yeniden bir yazı
yazıyor ise, avukat Avukatlık Ücreti Yasası (RVG) Ücret Listesi (VV)
No.3100 (Ön açıklama 3 Fıkra 2 Avukatlık Ücreti Yasası (RVG) Ücret
Listesi (VV)) gereği bir dava ücreti alır. Bu aşamada dava ücreti
Avukatlık Ücreti Yasası (RVG) Ücret Listesi (VV) No.3101 No.1 gereği
kuşkusuz yalnızca 0,8 oranında takdir edilir (Schneider müzakeresi,
Federal Yargıtay (BGH) Beck RS 2008, 05989, Haftalık Yeni Yargı
Dergisi (NJW)-Özel Yayın Sayı 10/2008, 315 ve takip eden sayfalar,
Diğer ayrıntılar ile birlikte; diğer görüş Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi
(OLG) Hukuk ve Uygulamada Rekabet Dergisi (WRP) 2008, 135, buna
göre marka ihlalinin bitirilmesini amaçlayan yazı için normal koşullarda
ortalama bir işlem ücreti eklenmelidir).
VI. Özetleyici mülahazalar
1. Almanya'da marka hukuku kapsamındaki ihtilaflar % 50
oranında mahkeme devreye sokulmaksızın düzenlenen ihtarlarla
sonuçlandırılabilmektedir. Bunlar içinde özellikle ekonomik bakımdan
daha az öneme sahip hukuki durumlar olabilir. Marka mahkemeleri, ihtar
edenin ihtar masraflarının kimin karşılaması gerektiği sorusuyla kuşkusuz
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
117
göreceli bir sıklıkla meşgul edilmektedir. Bu bağlamda kuşkusuz
cezalandırma tehdidi içeren ihlalden kaçınma/ihlale son verme beyanının
verilmesiyle halledilen durumlarla ilişkili bir geri çekilerek çarpışma
durumu (=İng. rearguard action) söz konusudur.
2. Hukuki durumların diğer yarısı aynı şekilde yaklaşık % 50
oranında geçici tedbir işlemleriyle halledilmektedir. Marka mahkemeleri
bir yandan sıklıkla bir geçici tedbir kararı verilmesini telefonda
reddederlerken ve bu bağlamda davacı davasını geri çekerken, diğer
yandan da geçici tedbire sözlü duruşma yapılmaksızın karar verilmekte ve
davalı bunu kabul etmekte veya itiraz ettikten sonra marka mahkemesinin
görüşünde ısrar ediyor ise geçici tedbir kabul etmektedir. Görece az
sayıdaki ihtilaflar ikinci merciye ulaşmaktadır.
Kuşkusuz geçici tedbir kurumu marka mahkemeleri ile tarafların
dava vekilleri arasındaki iş birliği ilişkisi sayesinde şekillendirilmektedir.
Bu bir yandan Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde
139 'un bir sonucudur. Buna göre mahkeme tarafların işe yarar taleplerde
bulunması amacına yönelik çalışmak zorundadır. Mahkemenin sözlü
duruşma yapmaksızın karar verdiği bir çok durumda mahkemenin
uygulaması, mahkeme başkanı yargıcın davacının dava vekillerini telefon
ile arayarak ona, dairenin görüşüne göre davaya nasıl karar
verilebileceğini açıklamak ve ona (=dava vekilini) lüzumu halinde
bildirilmiş talepleri değiştirmeyi veya yeniden formüle etmeyi tavsiye
etmek yönündedir. Bu hukuki uygulamanın aleyhine açıklamalar
isabetsizdir.
Çünkü mahkeme bir yandan bir dava tarafıyla yaptığı telefon
görüşmelerini dava dosyasında tutanak olarak kaydetmekte; diğer yandan
da karşı tarafa serbest olarak, gerçekleşmiş ihtar işlemi sonrasında bir
korunma yazısı yolu ile gerekçelerini ifade etme olanağı verilmektedir.
Eğer davacı mahkeme tarafından yapılan uygun bir bilgilendirme
sonrasında geçici tedbir talebini geri çeker ise, davalı her halde ve karda
hukuki dezavantajlara maruz kalmamaktadır.
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
118
Eğer yeniden devreye sokulan mahkeme karar vermek zorundaysa,
o zaman yeniden Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası (ZPO) Madde 139
'daki düzenleme geçerlidir.
Ayrıca mahkemelerin bir geçici tedbir talebine ihtarın eklenmesini
ve aynı şekilde ihtar edilenin yanıtının bu talebe eklenmesini bekledikleri
şeklindeki bir mahkeme uygulamasına dikkat çekmek gerekmektedir. Bu
bakımdan marka hukuku kapsamındaki yargılama(=dava) hukuku,
yasalara uygun ve bu bakış açısından doğru ve ayrıca da bu doğruluk
çerçevesinde adaletli kararların verilmesine hizmet etmektedir (bakınız
Federal Anayasa Mahkemesi (BVerfGE 42, 73).
Kısaltmalar listesi
aA Diğer görüş
aaO Belirtilen kaynaktaki yerde
abged Yayınlanmış
Abh Makale
Abk Mutabakat
abl Menfi
ABI Resmi gazete
Abs Fıkra
Absch Bölüm
abw Aykırı
aE Sonunda
AndG Değiştirilen yasa
aF Eski şekliyle (eski sürüm)
AG Yerel Mahkeme; Anonim Şirket; Die
Aktiengesellschaft (Dergi); İcra Hukuku
AGB Genel İşlem Koşulları
allg Genel
Alt Alternatif
aM Diğer görüş
amtl resmi
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
119
Anh Ek
Anm Not
Türü Madde
Aufl Baskı
ausf Ayrıntılı
ausl Yurt dışına ait
Az Dosya Numarası
BAnz Federal Ticaret Sicil Gazetesi
Bd Cilt
Bearb Düzenleyen; Düzenleme
bearb Düzenlenmiştir
Begr Gerekçe
Beil Ek
Bek İlan
ber Tashih edilmiştir
bes Özellikle
Besch Karar
BeschwGe
r
İtiraz mahkemesi
bestr İhtilaflı
betr İlgili
Betr Mağdur
BGB Medeni Yasa
BGBl Federal Resmi Gazete
BGH Federal Yargıtay
BGHZ(St) Hukuk işlerinde (ceza işlerinde) Federal Yargıtay
kararları için resmi külliyat BK Dahili Piyasa Uyumlulaştırma Dairesi (HABM)
bünyesinde itiraz şubesi BKA Federal Kartel Dairesi
BKartBeh Federal Kartel Makamı
BIPMZ Patent, Numune ve Maka İşleri Resmi Gazetesi
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
120
BMJ Federal Adalet Bakanlığı
BPatG Federal Patent Dairesi
BPatGE Federal Patent Mahkemesi 'nin kararları
BPatGebG Federal Patent Harçları Yasası
BRAGO Federal Avukatlık Hizmeti Ücret Düzenlemesi
BRAK-
Mitt
Federal Baro İlanları
BR-
Drucks
Eyalet Temsilciler Meclisi Matbuatı
BReg Federal Hükümet
BSG Federal Sosyal Mahkeme
BTag Federal Parlamento
BT-s Federal Parlamento Matbuatı
Buchst Bent (Harf olarak)
BVerfG Federal Anayasa Mahkemesi
BVerfGE Federal Anayasa Mahkemesi 'nin (BVerfG) kararları
BVerwG Federal İdari Mahkeme
bzgl İlgi
bzw ya da, daha doğrusu
ca yaklaşık olarak
CuR/CR Computer und Recht (=Bilgisayar ve Hukuk) (Dergi)
DB Der Betrieb (=İşletme) (Dergi)
DENIC Alman İnternet Adresleri Tahsis Dairesi
ders Aynı
dh Bunun anlamı, yani
dies aynı
Diss Doktora tezi
DJ Deutsche Justiz (=Alman Yargısı) (Dergi)
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
121
DJZ Deutsche Juristen-Zeitung (=Alman Hukukçular
Gazetesi)
DNotZ Alman Noterler Dergisi
DPMA Alman Patent ve Marka Dairesi
DRiZ Alman Yargıçlar Dergisi
DRZ Alman Yargı Dergisi
DV Topluluk Markası Yönetmeliği 'nin (GMV) İcrası İçin
Yönetmelik
DVO İcra Yönetmeliği
DZWIR Alman Ekonomi Hukuku ve İflas Hukuku Dergisi
ECRL E-Ticaret-Yönetmeliği
EG İthalat Yasası; Avrupa Toplulukları
EGG Elektronik Ticaret İşlemler Yasası
EGMR Avrupa İnsan Hakları Yüksek Mahkemesi 'nin Kararları
EGV Avrupa Topluluğu Kuruluş Anlaşması
EGVN AB- Nice Anlaşması
Einf Giriş
Einigun
gsV
Uzlaşma Anlaşması
Einl Dava açma ya da hukuki önlemi başlatma
EIPR European Intellectual Property Review (=Avrupa Fikri
Mülkiyet Dergisi) ELR European Law Reporter (=Avrupa Hukuk Dergisi)
Entsch Karar
entspr Gereğince, uygun olarak
EPA Avrupa Patent Dairesi
EPU Avrupa Patent Mutabakatı
Erg Tamamlama; Sonuç
erg Tamamlayıcı olarak
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
122
Erl Açıklama
ErstrG Genişleme Yasası (Çevirenin notu: Eski Almanya
Demokratik Cumhuriyeti ile Almanya Federal
Cumhuriyeti 'ne ait iki patent hukuku arasında
endüstriyel hakların korunmasına yönelik olarak hukuk
birliğinin sağlanması için kapsamı genişletilmiş yasa)
etc vesaire
ETMR European Trade Mark Reports (Avrupa Ticari Marka
Dergisi) AB Avrupa Birliği
EuG 1 Merci Avrupa Topluluğu Mahkemesi
EuGH Avrupa Adalet Divanı (EuGH) Külliyatı
EuGH Avrupa Adalet Divanı
EuGHE Avrupa Adalet Divanı (EuGH) Kararları Külliyatı
EuGVU Hukuk İşleri ve Ticari İşlerde Mahkeme Kararlarının
Tenfiz ve Mahkeme Yetkisi Hakkında Avrupa Mutabakatı EuGW Hukuk İşleri ve Ticari İşlerde Mahkeme Kararlarının
Tanınması ve Tenfizi ve Mahkeme Yetkisi Hakkında Avrupa
Mutabakatı EulnsV İflas Davaları Hakkında Yönetmelik
EuZW Avrupa Ekonomi Hukuku Dergisi
eV Tescil edilmiş dernek
evtl Muhtemel
EWiR Ekonomi Hukuku Konusunda Kararlar
EWS Avrupa Ekonomi ve Vergi Hukuku (Dergi)
f aşağıdaki
ff Takip eden
Fn Dip not
FS Armağan yayını
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
123
G Yasa
GBl Resmi Gazete
GbR Adi Şirket (=birden fazla ortaklı şahıs şirketi )
GebrMG Kullanım Numunesi Yasası
GebV Dahili Piyasa Uyumlulaştırma Dairesi 'ne (HABM)
ödenecek harçlar hakkında yönetmelik GebVerz Harç listesi
gem Gereğince
GemErk Avrupa Topluluğu Komisyonu ve Konseyinin müşterek
beyanları
Geschm
MG
Endüstriyel Tasarım Yasası
GewA Gewerbearchiv (= Mesleki Faaliyet Arşivi) (Dergi)
GG Anayasa
ggf Lüzumu halinde
GGV Topluluk Endüstriyel Tasarım Yönetmeliği
GKG Yargılama Giderleri Yasası
GmbH Sınırlı Sorumlu Şirket (Limitet Şirket)
GMV Topluluk Markası Yönetmeliği
GoA Vekaletsiz iş görme
grdl Esas
grds Prensip olarak
GRUR Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi
GRURA Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi, Yurt
dışı ve Uluslararası Konular Bölümü (1952-1969)
GRURIn
t
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi,
Uluslararası Konular Bölümü (1970'den bu yana) GRUR-
RR
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi, İçtihat
Raporu
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
124
GVBI Yasalar ve Yönetmelikler İçin Resmi Gazete
GVG Yargılama Teşkilatı Yasası
GWB Rekabet Sınırlamaları Aleyhine Yasa
hA Hakim olan görüş
HABM Dahili Piyasa Uyumlulaştırma Dairesi
Hdb El kitabı
HGB Ticaret Yasası
hL Hakim doktrin
HISchG Mikro elektronik yarı iletken ürünlerin topoğrafyalarının
korunmasına yönelik yasa
hM Hakim görüş
HRefG Ticaret Hukuku Rerfomu Yasası
Hrsg Yayımcı
HS Yarı cümle
idF Sürümü
idR Prensip olarak
iE Sonuçta
ieS Dar anlamıyla
İF Vakada
IGH Uluslararası Adalet Divanı
IHK Sanayi ve Ticaret Odası
IIC International Review of Industrial Property of
Copyright Law (=Uluslararası Telif Hukuku ve
Endüstriyel Hak Koruması Dergisi)
insb Özellikle
InsO İflas Düzenlemesi
IPR Uluslararası Özel Hukuk
IPRax Uluslararası Özel Hukuk ve Yöntem Hukuku
Uygulaması
iRd ...çerçevesinde
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
125
iS anlamında
iSd ...anlamında
iSv anlamında
iü Ayrıca
iVm ... ile bağlantılı olarak
iwS Diğer anlamıyla
Jb Yıllık (=almanak)
JR Juristische Rundschau (= Hukuki Panorama)
(Dergi)
Justiz Die Justiz (=Yargı) (Dergi)
JW Juristische Wochenschrift (=Haftalık Hukuk
Dergisi)
JZ Juristenzeitung (=Hukuk Gazetesi)
K&R Kommunikation und Recht (=İletişim ve Hukuk)
(Dergi)
Kap Bölüm
KartGer Kartel Mahkemesi
KG Eyalet Yüksek Mahkemesi (çevirenin notu:
Almanca "Kammergericht" = Almanya'daki olağan
hukuki terminolojiden farklı olarak yalnızca Berlin
eyaletindeki yüksek mahkeme için kullanılır)
Komm Yorum
KostberG Fikri mülkiyet alanındaki masraf
düzenlemelerinin tashihi hakkında yasa
krit Kritik
KUG Güzel sanatlar ve fotoğrafçılık alanda yaratılan
eserler ile ilişkili telif hakları hakkında yasa
LG Eyalet mahkemesi
lit Bent (Harf olarak)
Lit Literatür
LMBG Gıda ve Tüketim Maddeleri Yasası
LS Kural, Prensip
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
126
m ile
MA Der Markenartikel (=Marka Ürün) (Dergi)
MarkenG Markaların ve diğer sembollerin korunmasına
yönelik yasa
MarkenR
AndG
Marka hukukunda değişiklik yapan yasa
MarkenR Zeitschrift für deutsches, europäisches und
internationales Markenrecht (=Alman, Avrupa ve
Uluslaratası Marka Hukuku Dergisi); Marka hukuku
MarkenV Marka Yönetmeliği
Mat Materyaller
maW Başka bir deyişle
MDR Monatsschrift für Deutsches Recht (= Aylık
Alman Hukuku Dergisi)
mE Kanaatime göre
Merkbl Bilgilendirme yazısı
Mitt Mitteilungen der deutschen Patentanwälte (=
Alman Patent Avukatları İlanları) (Dergi)
MMA Madrid Marka Mutabakatı
MMR Multi Media und Recht (= Multi Medya ve
Hukuk) (Dergi)
mN Delillerle
MRL Marka Hukuku Yönetmeliği
MRRG Marka Hukukunda Reform Yasası
MSchG Marka Koruma Yasası
MüKo Münih Yorumu
MuW Markenschutz und Wettbewerb (=Marka
Koruma ve Rekabet) (Dergi)
mwN Diğer delillerle
nF Yeni şekliyle (Yeni sürüm)
NJ Neue Justiz (=Yeni Yargı) (Dergi)
NJW Juristische Wochenschrift (=Haftalık Yeni Yargı
Dergisi)
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
127
NJW-
CoR
NJW-Computerreport (=Bilgisayar Raporu
Dergisi)
NJWE NJW Entscheidungsdienst (=Karar Hizmetleri
Dergisi)
NJW-RR NJW-Rechtsprechungs-Report (=İçtihat Raporu
Dergisi)
NJW-
WettbR
NJW-Wettbewerbsrecht (=Rekabet Hukuku
Dergisi)
Nr Numara
oa yukarıda belirtilen/belirtilenler
oA ya da benzeri /benzerleri
OFD Maliye Yüksek Müdürlüğü
og yukarıda adı geçen/ geçenler
OLG Eyalet Yüksek Mahkemesi
OLGVertr
AndG
Eyalet Yüksek Mahkemesi (OLG) - Temsil
yetkisinde değişiklik yapan yasa
OLGZ(St) Hukuk işlerinde (Ceza işlerinde) Eyalet Yüksek
Mahkemesi (OLG) Kararları
OWiG Yasalara Aykırılıklar Hususunda Yasa
PartG Partiler Yasası
PatAnw Patent Avukatı
PatAnwO Patent Avukatlığı Düzenlemesi
PatG Patent Yasası
PatKostG Patent Giderleri Yasası
PMMA Madrid Marka Mutabakatı Protokolü
PrPG Fikri mülkiyetin korunmasının
güçlendirilmesi ve korsan ürünlerle mücadele yasası
Prot Protokol
PVU Endüstriyel mülkiyetin korunması için Paris
birlik anlaşması
RA Avukat
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
128
RAL Alman Ürün Güvenliği ve Karakterizasyon
Enstitüsü
RegE Hükümet Yasa Taslağı
RevGer İstinaf Mahkemesi
RG İmparatorluk Yüksek Mahkemesi (çevirenin
notu: 1945 yılından sonra kaldırılmıştır.)
RGBl İmparatorluk Resmi Gazetesi
RGRK Medeni Kanun (BGB) Hakkında Yorum,
İmparatorluk Yüksek Mahkemesi konseyleri ve
federal yargıçlar tarafından yayınlanmıştır (hrsg)
RGZ(St) Hukuk işlerinde (ceza işlerinde) İmparatorluk
kararları için resmi külliyat
RL Talimatname (=yönerge)
Rn Sayfa kenar numarası
RPA İmparatorluk Patent Dairesi
Rpfleger Der Deutsche Rechtspfleger (=Alman
Yardımcı Adalet Memuru) (Dergi)
RPflG Yardımcı Adalet Memuru Yasası
Rspr İçtihat, yargı kararları
S, s Sayfa, Cümle (hukuk normlarında), bakınız
SGG Sosyal Mahkemeler Yasası
so Yukarıya bakınız
sog .. diye adlandırılan
SortenSchG Çeşitlerin Korunmasıns Dair Yasa
Sp Sütun
StGB Ceza Yasası
StPO Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası
str İhtilaflı
stRspr Süreklilik arz eden içtihat
SU Aşağıya bakınız
TDG Telekomünikasyon Hizmetleri Yasası
TMG Tele-Medya Yasası
TransPuG Şeffaflık ve Açıklık Yasası
Alman Hukukuna Göre Marka Haklarıyla İlişkili İhtilafların Hususiyetleri
129
TRIPS Fikri mülkiyet haklarının ticaret ile ilişkili
hususları hakkında mutabakat
tw Kısmi olarak
uA ve benzeri /benzerleri
ua bunlar arasında; ve diğerleri
uam ve diğerleri
Uberbl Genel Bakış
Umdr Yeniden basım
umstr İhtilaflı
UN Birleşmiş milletler (United Nations)
unstr İhtilafsız
UrhG Telif Hakları Yasası
UrhR Telif Hukuku
Urt Kesin karar
usw vesaire
uU Şartlara bağlı olarak
UWG Haksız Rekabet Yasası
v ... den, dan, ...'ın ; ... tarihli
Var Varyasyon
Verf Yazar; Anayasa
VerfO Dahili Piyasa Uyumlulaştırma Dairesi (HABM)
bünyesindeki İtiraz Şubesi (BK) huzurunda yargılama
usulü hakkında yönetmelik
VerfOEuG Avrupa Adalet Divanı (EuG) huzurunda yargılama
usulü
VermG Mal Varlığı Yasası
vern Olumsuz
VersR Versicherungsrecht (=Sigorta Hukuku) (Dergi)
vgl Kıyaslayınız
VO Yönetmelik
Vorb Ön açıklama
wiss Bilimsel
Prof. Dr. Friedrich L. Ekey
130
WM Wertpapier-Mitteilungen (=Değerli Kağıt İlanları)
(Dergi)
WRP Wettbewerb in Recht und Praxis (Hukuk ve
Uygulamada Rekabet) (Dergi)
WTO-Abk Dünya Ticaret Örgütü'nün Kurulması Hakkında
Mutabakat
WuW Wirtschaft und Wettbewerb (=Ekonomi ve
Rekabet) (Dergi)
WZG Marka Yasası
zB Örneğin
ZEuP Avrupa Özel Hukuku Dergisi
ZfRV Hukuk Düzenlerini Karşılaştırma Dergisi
zfs Özet olarak
Ziff Bent (rakam olarak)
ZiP Ekonomi Hukuku Dergisi
zit Alıntı
ZKostV Gümrük Giderleri Yönetmeliği
ZPO Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
ZS Hukuk Dairesi
zT Kısmen
ZUM Telif ve Medya Hukuku Dergisi
zust Onaylayarak
ZustRG Tebligat Reformu Yasası
zutr İsabetli
zw Kuşkulu
zz Halen
ZZP Hukuk Yargılaması Dergisi
131
Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse -
Europäische Reformüberlegungen und deutscher Status quo
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
I. Einführung in das Thema
Das Konzernrecht ist bekanntermaßen durch einen Zielkonflikt geprägt:
Auf der einen Seite steht das Interesse der Konzernspitze an einer
möglichst flexiblen und effektiven Steuerung der Unternehmensgruppe
mit dem Ziel, die in der Gruppe zusammengefasste Wirtschaftskraft
möglichst rentabel zu nutzen. Auf der anderen Seite steht das
Schutzinteresse der konzernierten Tochtergesellschaften mit den dahinter
stehenden Interessen der Minderheitsgesellschafter und Gläubiger.
Vor dem Hintergrund dieses Interessenkonfliktes sind die Geschäftsleiter
sowohl der Konzernobergesellschaft als auch der abhängigen
Konzerngesellschaften dazu aufgerufen, das Eigeninteresse ihres
jeweiligen Verbands zu wahren. Vor allem die Geschäftsleiter der
abhängigen Töchter sehen sich jedoch faktisch der Erwartung ausgesetzt,
den Interessen des Gesamtkonzerns bzw. der Konzernspitze
nachzukommen. Rechtlich sind sie jedenfalls im Ausgangspunkt aber den
Interessen ihrer Gesellschaft verpflichtet. Geraten diese verschiedenen
Interessen im konkreten Fall in Konflikt, findet sich der Geschäftsleiter
gleichsam zwischen „Skylla und Charybdis“1 wieder.
LL.M. (NYU), Erlangen
1 S. auch Gündogdu, Das türkische Konzernrecht im Lichte des schweizerischen und deutschen
Rechts, 2014, S. 255 („Paradox“).
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
132
Der schweizerische Gesellschaftsrechtler Peter Forstmoser hält dieses
„Dilemma“ für „theoretisch letztlich unlösbar“.2 Dem Juristen bleibt es
gleichwohl aufgegeben, nach praktischen Lösungen zu suchen. Das tHGB
findet sie etwa in einem Anspruch auf vertragliche Haftungsfreistellung
gegenüber dem herrschenden Unternehmen (s. Art. 202 Abs. 5 tHGB)
oder in einem gesetzlichen Haftungsausschluss (s. Art. 205 tHGB). Auf
europäischer Ebene bemüht man sich derweil um eine „Safe harbour“-
Regelung, welche es den Geschäftsleitern erlauben soll, im Rahmen ihrer
Geschäftsführung das Gruppeninteresse zu berücksichtigen.3
Von diesem aktuellen europäischen Bestreben soll im Folgenden die Rede
sein (II. und III.). Ihm wird im Anschluss der gegenwärtige Status quo des
deutschen Aktien- und GmbH-Konzernrechts gegenübergestellt (IV. und
V.), um abschließend einen erneuten Blick auf den europäischen
Regelungsvorschlag aus deutscher Sicht zu werfen (VI.).
II. Der europäische Impuls
Die Bemühungen um ein europäisches Konzernrecht sind nach anfänglich
hochfliegenden Plänen zunehmend von bescheidenem Pragmatismus
geprägt: Nach dem Scheitern der Neunten Richtlinie hat man eine
umfassende Harmonisierung des Konzernrechts im Sinne einer
systematischen Gesamtregelung nicht mehr ernsthaft ins Auge gefasst.
Mit Blick auf eine nur punktuelle europäische Regelung scheint sich
jedoch das Beharrungsvermögen der Verfechter einer europaweiten
Anerkennung des Gruppeninteresses nunmehr auszuzahlen: Nach
bemerkenswerten Vorarbeiten der international besetzten Arbeitsgruppe
Forum Europaeum Konzernrecht4 Ende der 1990er Jahre hatte bereits die
Winter-Gruppe in ihrem Bericht vom 4.11.2002 eine Regelung zur
Anerkennung des Gruppeninteresses empfohlen. Diese war der
französischen Rozenblum-Doktrin nachgebildet.5 Der Aktionsplan der
2 Forstmoser, in: Baer (Hrsg.), Vom Gesellschaftsrecht zum Konzernrecht, 2000, S. 89, 103.
3 S. dazu näher unter II.
4 S. zu deren Ergebnissen ZGR 1998, 672 ff.
5 Online: http://ec.europa.eu/internal_market/company/docs/modern/report_en.pdf. Dort
Empfehlung V.2: „Member States should be required to provide for a framework rule for
Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse - Europäische Reformüberlegungen und deutscher Status
quo
133
Kommission vom 21.5.2003 machte sich diese Empfehlung zu eigen und
sah mittelfristig den Erlass einer entsprechenden Richtlinie vor.6 Zu dieser
ist es freilich nie gekommen. Die Reflection Group on the Future of
Company Law hat in ihrem Bericht vom 5.4.2011 den Ball jedoch
unverzagt wieder aufgenommen.7 Die Kommission ist dem in ihrem
neuen Aktionsplan vom 12.12.2012 postwendend gefolgt.8
1. Der Vorschlag der Reflection Group vom 5.4.2011
1.1. Der Vorschlag zur Anerkennung des Gruppeninteresses
Die nunmehr in Aussicht genommenen Maßnahmen des aktuellen
Aktionsplans der EU-Kommission beruhen also auf den Vorarbeiten der
Reflection Group. Diese schlägt in ihrem Bericht über die Zukunft des
Europäischen Gesellschaftsrechts vor:
„Die Europäische Kommission sollte – vorbehaltlich ausreichender
Anhaltspunkte für die Vorteilhaftigkeit einer Regelung auf EU-
Ebene – erwägen, eine Empfehlung zur Anerkennung des
Gruppeninteresses zu erlassen.“9
groups that allows those concerned with the management of a group company to adopt and
implement a coordinated group policy, provided that the interest of the company’s creditors
are effectively protected and that there is a fair balance of burdens and advantages over time
for the company’s shareholders. The Commission should review the possibilities to introduce
in Member States rules on procedural and substantive consolidations of bankruptcies of group
companies.“ 6 Online: http://www.ecgi.org/commission/documents/com2003_0284en01.pdf, dort S. 19 und
25. Dazu Gündogdu, Das türkische Konzernrecht im Lichte des schweizerischen und
deutschen Rechts, 2014, S. 139. 7 Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 65, 79,
online:
http://ec.europa.eu/internal_market/company/docs/modern/reflectiongroup_report_en.pdf. 8 Europäische Kommission, Aktionsplan: Europäisches Gesellschaftsrecht und Corporate
Governance – ein moderner Rechtsrahmen für engagierte Aktionäre und besser
überlebensfähige Unternehmen, COM(2012) 740 final v. 12.12.2012, online: http://eur-
lex.europa.eu/legal-content/DE/TXT/PDF/?uri=CELEX:52012DC0740&from=DE (im
Folgenden „Aktionsplan“). 9 Im Original: „The EU Commission should consider, subject to evidence that it would be a
benefit to take action at the EU level, to adopt a recommendation recognizing the interest of
the group.“, s. Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April
2011, S. 65, 79. Ausführlich hierzu Chiappetta/Tombari, ECFR 9 (2012), 261 ff.; aus
deutscher Perspektive auch Habersack, in: Kalss/Fleischer/Vogt (Hrsg.), Gesellschafts- und
Kapitalmarktrecht in Deutschland, Österreich und der Schweiz 2013, 2014, S. 1 ff.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
134
Präzisierend führt die Begründung dieses Vorschlags aus:
„Ähnlich wie im Falle der unabhängigen Gesellschaft, (deren
Direktoren im Gesellschaftsinteresse handeln müssen,) könnte der
Muttergesellschaft das Recht gewährt, aber auch die Pflicht
auferlegt werden, die Gruppe und die sie konstituierenden
Gesellschaften gemäß dem Konzerninteresse zu führen.“10
In Bezug auf die Geschäftsleitung der abhängigen Gesellschaften
(Töchter) heißt es in dem Bericht weiter:
„Den Geschäftsleitern der EU-Tochtergesellschaften würde es
vorbehaltlich gewisser Sicherheitsvorkehrungen erlaubt, hingegen
wohl nicht verpflichtend auferlegt, das Konzerninteresse im
Rahmen ihrer Tätigkeit zu berücksichtigen.“11
Dabei sieht der Vorschlag der Reflection Group keine Beschränkung auf
börsennotierte Gesellschaften vor, sondern erfasst auch nicht notierte und
geschlossene Gesellschaften. Allerdings bestanden über den sinnvollen
Anwendungsbereich der vorgeschlagenen Empfehlung durchaus geteilte
Ansichten: So wollten einige Mitglieder der Gruppe die Anerkennung
eines Gruppeninteresses auf 100-prozentige Töchter beschränken (dies
mag ein wenig an die Regelung in Art. 203 f. HGB erinnern). Andere
sprachen sich gegen eine solche Anerkennung für börsennotierte
Tochtergesellschaften aus.12
Auch was die Pflicht zur Konzernleitung seitens der Obergesellschaft
betrifft, wollten einige Mitglieder der Reflection Group diese von einer
entsprechenden Wahl der Obergesellschaft abhängig machen (opt-in).13
Einigkeit bestand aber dahingehend, dass die Anerkennung des Handelns
im Gruppeninteresse von einem hinreichenden Schutz der Gläubiger und 10
Im englischen Original heißt es: „Similarly to the case of an individual company (whose
directors must promote the company interest), the parent corporation could be vested with a
right but also a duty to manage the group and its constituent companies in accordance with
the overall interest of the group.“, s. Report of the Reflection Group – On the Future of EU
Company Law, 5 April 2011, S. 60. 11
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 60. 12
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 60. 13
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 60.
Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse - Europäische Reformüberlegungen und deutscher Status
quo
135
der ggf. vorhandenden Minderheitsgesellschafter der Tochtergesellschaft
abhängig gemacht werden muss. Dies soll im Wege einer noch näher zu
konkretisierende Abwägung der Vor- und Nachteile von Weisungen des
herrschenden Unternehmens für die abhängige Gesellschaft geschehen.14
1.2. Die Begründung
Die Reflection Group sieht den wesentlichen Gewinn ihres Vorschlags
gegenüber der gegenwärtigen Rechtslage in den EU-Mitgliedstaaten in der
Herstellung von mehr Klarheit für das Handeln der Geschäftsleiter
abhängiger Gesellschaften.15
Aber nicht nur für diese, sondern auch für
die Geschäftsleitung des herrschenden Unternehmens könne eine solche
Anerkennungsregel als „safe harbour“ fungieren, der eine zivil- oder
strafrechtliche Haftung ausschließe. Gerade im grenzüberschreitenden
Kontext könne eine solche Regelung die Steuerung einer Gruppe mit
Töchtern in verschiedenen EU-Mitgliedstaaten erheblich erleichtern.16
Viele Mitgliedstaaten hätten zwar bereits ähnliche Regelungen, etwa
Frankreich die berühmte Rozenblum-Doktrin als „Konzernausnahme“ zum
Straftatbestand des abus de biens sociaux17
. Diese nationalen Regelungen
würden sich jedoch in den Details unterscheiden, was die Koordinierung
grenzüberschreitender Gruppen erschwere.18
Die Umsetzung der
vorgeschlagenen Empfehlung könnte hingegen größere Rechtsänderungen
für das deutsche Konzernrecht und die hiervon inspirierten
Rechtsordnungen bedeuten. Dies sei freilich hinzunehmen und betreffe
ohnehin nur faktische Konzerne und einfache Abhängigkeitsverhältnisse,
also das Regelungsregime der §§ 311 ff. dAktG. Das
Vertragskonzernrecht bleibe hingegen unberührt.19
14
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 61. 15
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 60. 16
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 60. 17
Grundlegend Cass. Crim. 4.2.1985, 84-91.581, dazu knapp etwa Gruyon, ZGR 1991, 218, 224
f.; s. noch näher unter III. 18
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 62. 19
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 63
und f.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
136
2. Maßnahmen des Aktionsplans der Europäischen Kommission
vom 12.12.2012
Der Aktionsplan „Europäisches Gesellschaftsrecht und Corporate
Governance“ der Europäischen Kommission greift diesen Vorschlag der
Reflection Group auf. Dort heißt es:
„2014 wird die Kommission eine Initiative für […] eine bessere
Anerkennung des Begriffs ‘Gruppeninteresse’ vorlegen.“20
Daneben – hierauf soll an dieser Stelle kurz hingewiesen werden – sieht
der Aktionsplan zudem Maßnahmen vor, durch welche die Kontrolle von
Transaktionen mit nahe stehenden Personen verbessert werden soll (sog.
„related party transactions“, Gliederungspunkt 3.2). Soweit es sich bei
diesen nahestehenden Personen um herrschende Unternehmen handelt, ist
das Konzernrecht angesprochen. Der Vorschlag der Kommission vom
9.4.2014 zur Änderung der Aktionärsrechterichtlinie21
sieht hierfür
Regelungen in einem neuen Art. 9c vor, der den Mitgliedstaaten in Abs. 4
das Recht zum Opting-out für solche Transaktionen gewährt, die ein
Unternehmen mit seinen 100-prozentigen Tochtergesellschaften
durchführt. Vom gleichen Tage stammt der Vorschlag der Kommission
für eine Richtlinie über Gesellschaften mit beschränkter Haftung mit
einem einzigen Gesellschafter (Societas Unius Personae, SUP)22
, die im
Aktionsplan zumindest angedeutet wurde (Gliederungspunkt 4.4) und
letztlich auf Vorarbeiten der High Level Group zurückgeht23
. Diese hatte
auch vorgeschlagen, für eine Rechtsharmonisierung dieser insbesondere
als Konzernbaustein gedachten 100-prozentigen Tochtergesellschaften das
Konzept des „Gruppeninteresses“ heranzuziehen.24
Der
Richtlinienvorschlag greift dies jedoch nicht auf, sondern sieht in Art. 18
20
Europäische Kommission, Aktionsplan, S. 17. 21
Europäische Kommission, Vorschlag für eine Richtlinie des Europäischen Parlaments und des
Rates zur Änderung der Richtlinie 2007/36/EG, COM(2014) 213 final. 22
Europäische Kommission, Vorschlag für eine Richtlinie des Europäischen Parlaments und des
Rates über Gesellschaften mit beschränkter Haftung mit einem einzigen Gesellschafter,
COM(2014) 212 final. 23
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 66 f. 24
Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 67.
Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse - Europäische Reformüberlegungen und deutscher Status
quo
137
eine Ausschüttungsregelung vor, die nicht danach differenziert, ob der
Alleingesellschafter noch anderweitige wirtschaftliche
Interessenbindungen aufweist (Unternehmen im konzernrechtlichen
Sinne)25
oder nicht.26
Auch bestimmt Art. 23 nur, dass der
Alleingesellschafter dem Leitungsorgan Weisungen erteilen darf, diese
aber dann nicht bindend sind, wenn „sie gegen die Satzung oder das
anwendbare nationale Recht verstoßen“.27
Mit Blick auf die hier interessierenden Maßnahmen zur verbesserten
Anerkennung eines Gruppeninteresses hat die Kommission bislang
lediglich eine Expertengruppe bestellt, die sich des Themas aber noch
nicht angenommen hat.28
III. Das Vorbild: Die Rozenblum-Doktrin
Dem europäischen Vorstoß stand offensichtlich das französische
Regelungsvorbild, die sog. Rozenblum-Doktrin29
, vor Augen, die dem
Vernehmen nach auch Art. 203 tHGB als Folie gedient hat30
. Dieses
richterrechtlich entwickelte Institut lässt sich in aller Kürze wie folgt
beschreiben31
:
Das herrschende Unternehmen darf einer abhängigen Gesellschaft
ausnahmsweise im „Gruppeninteresse“ Nachteile zufügen, wenn drei
Voraussetzungen erfüllt sind:
25
Vgl. zum Begriff des (herrschenden) Unternehmens im deutschen Konzernrecht nur
Hüffer/Koch, 11. Aufl. 2014, § 15 Rn. 10 m.N. aus der Rspr. 26
S. aber auch Jung, GmbHR 2014, 579, 588, die den in Art. 18 des Richtlinienvorschlags
statuierten Solvenztest als Beleg dafür ansieht, dass der Vorschlag vor allem konzernierte
GmbHs im Blick hat. 27
S. zum Richtlinienvorschlag ferner etwa Beurskens, GmbHR 2014, 738 ff. 28
Vgl. das Diskussionsprotokoll der ersten Sitzung der Gruppe am 24.6.2014, online
http://ec.europa.eu/internal_market/company/docs/expert-group/140626-minutes_en.pdf. 29
Grundlegend Cass. Crim. 4.2.1985, 84-91.581; dazu etwa Cannu/Dondero, Droit des société,
4e éd. 2012, Rn. 1576.
30 Vgl. nur Gündogdu, Das türkische Konzernrecht im Lichte des schweizerischen und
deutschen Konzernrechts, 2014, S. 249 f. 31
S. zum Folgenden die konzise Beschreibung von Cannu/Dondero, Droit des société, 4e éd.
2012, Rn. 1576; sowie ausführlicher Forum Europaeum Konzernrecht, ZGR 1998, 672, 705
ff.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
138
1. Erstens bedarf es einer „strukturellen Verfestigung der Gruppe“.
Das die Nachteilszufügung legitimierende „Gruppeninteresse“
muss auf einer verfestigten Gruppenstruktur ruhen, die auf den
wechselseitigen Ausgleich von Vor- und Nachteilen unter den
Gruppenmitgliedern zielt und diese zu einer sinnvollen
Wirtschaftseinheit zusammenfügt.32
2. Zweitens muss die Gruppe durch eine „kohärente Gruppenpolitik“
geleitet und koordiniert werden. Die konkrete Nachteilszufügung
muss also Teil einer mittel- bis langfristigen Strategie sein.33
3. Drittens fordert die Rozenblum-Doktrin ein ausgewogenes
Verhältnis von Vor- und Nachteilen für die einzelne
Gruppengesellschaft.34
Dabei können die kompensierenden
Vorteile der benachteiligten Gesellschaft durchaus erst Jahre
später zugute kommen.35
IV. Status quo im deutschen Aktienkonzernrecht
Würden die europäischen Vorschläge umgesetzt, so sah die Reflection
Group mit Blick auf das deutsche Konzernrecht vor allem
Änderungsbedarf bei den §§ 311 ff. dAktG.36
Betrachtet man zunächst das
deutsche Aktienkonzernrecht, so lässt sich in der Tat feststellen, dass das
Vertragskonzernrecht die Berücksichtigung des Konzerninteresses bereits
weithin zulässt.
32
Die Cour de Cassation verlangte „une structure juridique, financière et économique
suffisamment precise et apparente pour faire ressortir une veritable entité“. 33
Das Urteil spricht von „une stratégie bien definie au préalable“ bzw. „une politique elaborée
pour l’ensemble de ce groupe“; s. auch Cannu/Dondero, Droit des société, 4e éd. 2012, Rn.
1576: „une politique globale cohérente“; Forum Europaeum Konzernrecht, ZGR 1998, 672,
707: „Kohärente Gruppenpolitik“. 34
In der Entscheidung heißt es: „[L]e concours aporté[…] ne doit ni etre démuni de contrepartie
ou rompre l‘équilibre entre les engagements respectifs des diverses sociétés concernées, ni
excéder les possibilités financières de celle ci qui en supporte la charge“. 35
S. Forum Europaeum Konzernrecht, ZGR 1998, 672, 708. 36
S.o. unter II.1.2.
Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse - Europäische Reformüberlegungen und deutscher Status
quo
139
1. Vertragskonzern (Beherrschungsvertrag)
Für den Vertragskonzern, also nach Abschluss eines
Beherrschungsvertrags, bestimmt nämlich § 308 Abs. 1 S. 2 dAktG, dass
das herrschende Unternehmen auch Weisungen erteilen darf,
„die für die [beherrschte] Gesellschaft nachteilig sind, wenn sie den
Belangen des herrschenden Unternehmens oder der mit ihm und der
Gesellschaft konzernverbundenen Unternehmen dienen.“
In Bezug auf diese Weisungen trifft den Vorstand der beherrschten AG
eine Folgepflicht gem. § 308 Abs. 2 dAktG. Soweit diese Folgepflicht
reicht, hat der Vorstand auch keine Haftung gegenüber „seiner“, also der
beherrschten AG zu fürchten. Dies gilt selbst bei nachteiligen Weisungen,
die nicht im Konzerninteresse sind, solange dies für den Vorstand nicht
offensichtlich ist (vgl. §§ 308 Abs. 2 i.V.m. 310 Abs. 3 dAktG).37
Die in § 308 Abs. 1 S. 2 dAktG benannten Belange werden regelmäßig
unter dem Begriff des „Konzerninteresses“ zusammengefasst.38
Freilich
darf dies nicht missverstanden werden. „Konzerninteresse“ meint hier
nichts anderes als das „Interesse des herrschenden Unternehmens [!] an
einer rentablen Nutzung der im Konzern zusammengefassten
Wirtschaftskraft“39
. Das so verstandene Konzerninteresse deckt sich also
mit dem eigenen Interesse des herrschenden Unternehmens. Dessen
Geschäftsleiter handeln bei Verfolgung dieses Interesses also im Rahmen
ihrer organrechtlichen Pflichtenbindung (§§ 43 dGmbHG, 76, 93 dAktG).
Problemlagen ergeben sich insofern nicht. Dies gilt auch dann, wenn die
in Aussicht genommene Maßnahme unmittelbar allein im Interesse
anderer Konzernunternehmen liegt, aber dem herrschenden Unternehmen
zumindest mittelbar zugute kommt. Fehlt es auch an einem solchen
mittelbaren Vorteil, so führt dies nach weithin vertretener Auffassung
37
S. nur GroßkommAktG/Hirte, 4. Aufl. 2005, § 310 Rn. 13. 38
Vgl. nur Roth/Altmeppen, GmbHG, 7. Aufl. 2012, Anh § 13 Rn. 68. 39
S. nur Hoffmann-Becking, FS Hommelhoff, 2012, S.433, 442 m.w.N. (Herv. nur hier), der
insofern KölnKommAktG/Koppensteiner, 3. Aufl. 2004, § 308 Rn. 37 zitiert; zust. etwa auch
Hüffer/Koch, AktG, 11. Aufl. 2014, § 308 Rn. 16. Vgl. aber auch Roth/Altmeppen, GmbHG,
7. Aufl. 2012, Anh § 13 Rn. 61: „typischerweise“ Deckung des Konzerninteresses mit dem
eigenen Interesse des herrschenden Unternehmens.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
140
dazu, dass eine entsprechende Weisung schon nicht von § 308 Abs. 1 S. 2
dAktG gedeckt ist.40
Das beschriebene Weisungsrecht im so verstandenen „Konzerninteresse“
wird nicht nur durch allgemeine gesetzliche Vorgaben beschränkt (1),
sondern auch durch den Unternehmensgegenstand der abhängigen AG
sowie sonstige anderweitige Satzungsbestimmungen (2), die daher
gegebenenfalls zunächst per Satzungsänderung angepasst werden müssen.
Schließlich darf nach ganz h.M. die Lebensfähigkeit der abhängigen
Gesellschaft nicht gefährdet werden (3).41
Bei Überschreitung dieser
Grenzen haften die Geschäftsleiter des herrschenden Unternehmens für
allfällige Schäden diesem gegenüber aus § 93 dAktG oder § 43 dGmbHG
sowie der abhängigen AG aus § 309 dAktG. Den Vorstand der
beherrschten AG trifft eine Haftung gegenüber seiner Gesellschaft nach
Maßgabe des § 310 dAktG.42
Jenseits einer Weisung besteht für den Vorstand der beherrschten AG
hingegen keine Folgepflicht im Konzerninteresse. Für ihn bleibt es im
„weisungsfreien Raum“ vielmehr beim Gebot der eigenverantwortlichen
Leitung der Gesellschaft gem. § 76 dAktG. Hierbei ist er zunächst einmal
allein dem Interesse seiner Gesellschaft verpflichtet.43
Ergibt sich dabei
allerdings ein Konflikt mit dem „Konzerninteresse“, so wird weithin eine
aus dem Beherrschungsvertrag abgeleitete Pflicht zu konzernfreundlichem
Verhalten angenommen.44
2. Faktischer Konzern und einfache Abhängigkeit
Bei der bloß faktischen Konzernierung bzw. einfachen Abhängigkeitslage
bleibt es hinsichtlich der Geschäftsleiter des herrschenden Unternehmens
40
Klar KölnKommAktG/Koppensteiner, 3. Aufl. 2004, § 308 Rn. 37, 45; Hoffmann-Becking,
FS Hommelhoff, 2012, S. 443. 41
S. zu letzterem nur GroßKommAktG/Hirte, 4. Aufl. 2005, § 308 Rn. 42 mit Beispiel in Rn.
43: vollständiger Liquiditätsabzug im Rahmen eines Cash-Management-Systems, der zur
drohenden Zahlungsunfähigkeit führt. 42
S. nur Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 308 Rn. 55a. 43
S. etwa Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 308 Rn. 54. 44
H.M., s. etwa Schmidt/Lutter/Langenbucher, AktG, 2. Aufl. 2010, § 308 Rn. 42; a.A. etwa
Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 308 Rn. 54 m.w.N.
Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse - Europäische Reformüberlegungen und deutscher Status
quo
141
dabei, dass sie dem Interesse „ihrer“ (herrschenden) Gesellschaft
verpflichtet sind, welches dem „Konzerninteresse“ i.S.d. § 308 Abs. 1 S. 2
dAktG entspricht.
Ein Weisungsrecht zur Durchsetzung dieses „Konzerninteresses“ steht
dem bloß faktisch herrschenden Unternehmen freilich nicht zu. Und dies
gilt – anders als nach Art. 203 tHGB – selbst bei 100-prozentigem
Anteilsbesitz. Eine Einflussnahme zum Nachteil der abhängigen AG ist
vielmehr grundsätzlich verboten. § 311 dAktG, an den sich Art. 202 tHGB
anlehnt, macht hiervon bekanntlich eine wichtige Ausnahme, weshalb der
Regelung auch eine organisationsrechtliche „Privilegierungsfunktion“45
zuerkannt wird: Eine nachteilige Einflussnahme ist danach zulässig, wenn
der Nachteil innerhalb des jeweiligen Geschäftsjahres ausgeglichen wird.
Das System der §§ 311 ff. dAktG ist auf einen Einzelausgleich
ausgerichtet, wie auch die Regelungen über den Abhängigkeitsbericht in
den §§ 312 ff. dAktG erkennen lassen. Der konkrete, quantifizierbare
Nachteil ist durch einen ebenso konkreten Vorteil auszugleichen. Die
Zufügung nicht quantifizierbarer Nachteile ist von den §§ 311 ff. dAktG
hingegen grundsätzlich nicht gedeckt.46
Hieran ändert auch ein Handeln
im „Konzerninteresse“ nichts. Hiervon zu unterscheiden sind aber
diejenigen Fälle, in denen die Einflussnahme selbst per Saldo schon nicht
zu einem Nachteil führt (etwa Austausch von Geschäftschancen).47
Für den Vorstand der abhängigen AG bedeutet dies, dass es bei den
Vorgaben der §§ 76, 93 dAktG bleibt. Er ist insbesondere nicht
verpflichtet, sich auf nachteilige Geschäfte einzulassen. Gem. § 311
dAktG darf er aber unter den dort genannten Voraussetzungen einer
nachteiligen Einflussnahme nachgeben. Hierbei hat er aber nicht nur zu
prüfen, ob (1) der Nachteil ausgleichsfähig ist und (2) von einem späteren
45
Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 311 Rn. 2;
ausführlich Habersack, in: Kalss/Fleischer/Vogt (Hrsg.), Gesellschafts- und
Kapitalmarktrecht in Deutschland, Österreich und der Schweiz 2013, 2014, S. 1, 5 ff. 46
Str., s. zur Ausgleichbarkeit nicht quantifizierbarer Nachteile „unter Umständen“ nur
Hüffer/Koch, AktG, 11. Aufl. 2014, § 311 Rn. 39 m.w.N. 47
S. Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 311 Rn. 64.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
142
Nachteilsausgleich auch tatsächlich ausgegangen werden kann, sondern
auch, ob (3) die Maßnahme im „Konzerninteresse“ i.S.d. § 308 Abs. 1 S.
2 dAktG liegt.48
Denn die organisationsrechtliche Privilegierung des
§ 311 dAktG soll der besseren Koordination und Durchsetzung des
Konzerninteresses, d.h. des Interesses des herrschenden Unternehmens
dienen. Für konzernfremde Erwägungen, insbesondere Interessen Dritter
oder nicht unternehmerische Interessen, fehlt ihr hingegen die
Rechtfertigung.49
V. Status quo im deutschen GmbH-Konzernrecht
In der deutschen Konzernpraxis spielt das GmbH-Konzernrecht eine
ungleich größere Rolle als in vielen anderen Mitgliedstaaten der EU, wo
die Konzerntöchter zumeist Aktiengesellschaften sind. Und auch für die
Türkei liest man, dass „in der Realität des türkischen Wirtschaftslebens“
fast alle Konzerne als Aktienkonzerne ausgestaltet sind.50
Auf dem
Aktienkonzernrecht lag dementsprechend auch der Fokus der Reflection
Group.51
In Deutschland stehen hingegen geschätzten 12.000
konzernverbundenen AGs knapp 500.000 konzernverbundene GmbHs
gegenüber.52
Die Vorteile der GmbH als Konzernbaustein zeigen sich vor
allem bei der faktischen Konzernierung der Ein-Mann-GmbH.
Im Folgenden soll daher allein der faktische GmbH-Konzern in den Blick
genommen werden: Hier haben die Geschäftsleiter des herrschenden
Unternehmens wiederum allein die Interessen ihrer Gesellschaft zu
verfolgen, wozu das Konzerninteresse „an einer rentablen Ausnutzung der
im Konzern zusammengefassten Wirtschaftskraft“53
gehört. Verfolgen sie
48
S. Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 311 Rn. 60, 78;
auch Hüffer/Koch, AktG, 11. Aufl. 2014, § 311 Rn. 48 jew. m.w.N. 49
Klar Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 311 Rn. 60. 50
Gündogdu, Das türkische Konzernrecht im Lichte des schweizerischen und deutschen Rechts,
2014, S. 67. 51
Sie sah dem GmbH-Konzern möglicherweise ausreichend durch den Vorschlag einer
Rechtsangleichung der Ein-Personen-GmbH [s. dazu oben unter II.2] Rechnung getragen. 52
So die Schätzung von Teichmann, AG 2013, 184, 191; aktuelle Zahlen zum Gesamtbestand
an AGs und GmbHs finden sich bei Kornblum, GmbHR 2014, 694 ff. 53
S. N. in Fn. 39.
Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse - Europäische Reformüberlegungen und deutscher Status
quo
143
andere Interessen, droht ihnen die Haftung aus §§ 43 dGmbHG, 93
dAktG.
Über die Gesellschafterversammlung der abhängigen GmbH kann das
herrschende Unternehmen das beschriebene Konzerninteresse qua
Weisungsbeschluss gegenüber den Geschäftsführern durchsetzen (s. § 37
Abs. 1 dGmbHG). Soweit die angewiesenen Geschäftsführer zur
Befolgung verpflichtet sind, trifft sie keine Haftung nach § 43 dGmbHG.54
Allerdings müssen die Geschäftsführer nur rechtmäßige Weisungen
befolgen. Mit Blick auf Geschäfte zwischen dem herrschenden
Unternehmen und der abhängigen GmbH ist für den Weisungsbeschluss
vor allem das Stimmverbot des § 47 Abs. 4 dGmbHG zu beachten.55
Jenseits dieser Fälle ergeben sich für die qua Beschluss anweisenden oder
sonst Einfluss nehmenden Mehrheitsgesellschafter Schranken vor allem
aus der gesellschafterlichen Treuepflicht. Diese werden von der h.M. im
Sinne eines strikten Schädigungsverbots verstanden, das durch keine den
§§ 311 ff. AktG entsprechende Privilegierung abgemildert wird.56
Die Treuepflicht ist freilich aus dem Spiel, wenn (1) sämtliche
Gesellschafter der abhängigen GmbH der nachteiligen Maßnahme
zustimmen oder wenn (2) es sich um eine 100-prozentige Tochter-GmbH
des herrschenden Unternehmens handelt. In diesen Fällen findet die
Zulässigkeit der Nachteilszufügung ihre Grenze im gesetzlichen
Gläubigerschutz nach § 30 dGmbHG: Der Gesellschaft kann also
vorbehaltlich eines existenzvernichtenden Eingriffs beliebig Vermögen
entzogen werden, solange genügend Nettoaktivvermögen verbleibt, um
die Stammkapitalziffer zu decken.57
Den Geschäftsführer trifft ungeachtet
54
S. nur MünchKommGmbHG/Fleischer, 2012, § 43 Rn. 275. 55
Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 318 Anh. Rn. 26. 56
S. ausführlich MünchKommGmbHG/Liebscher, 2010, § 13 Anh. Rn. 315 ff., 344 f., 346 ff.;
Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 318 Anh. Rn 23;
Habersack, in: Kalss/Fleischer/Vogt (Hrsg.), Gesellschafts- und Kapitalmarktrecht in
Deutschland, Österreich und der Schweiz 2013, 2014, S. 1, 3; auch Teichmann, AG 2013,
184, 192. 57
Teichmann, AG 2013, 184, 192.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
144
dieser Stammkapitalgrenze aber noch die Insolvenzverursachungshaftung
nach § 64 S. 3 dGmbHG.
VI. Ein zweiter Blick auf die europäischen Initiative aus deutscher
Sicht
Wirft man nach diesem knappen Abriss des deutschen Konzernrechts
einen erneuten Blick auf die europäische Initiative zur Anerkennung des
Gruppeninteresses – gleichsam durch die „deutsche Brille“ –, so lässt sich
zu dem europäischen Vorstoß abschließend wie folgt Stellung nehmen:
- Gruppeninteresse als Interesse der Konzernspitze: Zunächst
einmal wäre die genaue Bestimmung des Gruppeninteresses zu klären. Ist
hierunter das „Interesse des herrschenden Unternehmens an einer
rentablen Nutzung der im Konzern zusammengefassten Wirtschaftskraft“
zu verstehen oder ein von den einzelnen Rechtsträgern gelöstes
„Gesamtinteresse der Gruppe“ als solcher? Für das deutsche Recht hat
man unlängst darauf hingewiesen, dass es weder für den Schutz der
Interessen der Tochtergesellschaft noch für die „sachgerechte Ausrichtung
der Interessenbindung der Organe der Konzernobergesellschaft“ der
Anerkennung eines solchen „Gesamtinteresses“ bedarf.58
In der Tat geht
es bei der Konzernierung typischerweise um die Bündelung von
Wirtschaftskraft in einer hierarchischen Struktur (Subordinationskonzern).
Die Verbundenheit im (Subordinations-)Konzern ist zunächst einmal nicht
auf ein „Nehmen und Geben“ angelegt. Vielmehr besteht die
Rücksichtnahmepflicht auf die Eigeninteressen der Tochtergesellschaften
um der dort zusammenlaufenden Interessen von
Minderheitsgesellschaftern und Gläubigern willen. Diesen ist durch
zielgenaue Schutzmechanismen Rechnung zu tragen und nicht durch ein
Gesamtgruppeninteresse.
- Rozenblum-Doktrin versus Einzelausgleich nach §§ 311 ff. dAktG:
Aus deutscher Sicht scheint es zudem keineswegs ausgemacht, dass mit
der Ersetzung der §§ 311 ff. dAktG durch eine Rozenblum-ähnliche
Regelung etwas gewonnen wäre. Vielmehr hat der Deutsche Anwaltverein
58
Hoffmann-Becking, FS Hommelhoff, 2012, S. 433, 440.
Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse - Europäische Reformüberlegungen und deutscher Status
quo
145
(DAV) in seiner Stellungnahme bereits abgewunken.59
Offenbar hat sich
das Regime des einzelfallbezogenen Nachteilsausgleichs in der Praxis
ganz gut bewährt. Jedenfalls aber dürfte die Rozenblum-Doktrin wegen
ihrer Unschärfe als „Safe Harbour“ für die Vorstände deutscher Tochter-
AGs eher schlechter geeignet sein als das Regime der §§ 311 ff. dAktG.60
Zu diesem Ergebnis scheint auch das tHGB zu kommen, wenn es sich in
Art. 202 an das deutsche System anlehnt.
- Vernachlässigung des GmbH-Konzernrechts: Aus deutscher Sicht
zeigt sich zudem ein Manko des Vorschlags der Reflection Group – die
fehlende Berücksichtigung des GmbH-Konzerns! Da es im GmbH-Recht
an einer organisationsrechtlichen Privilegierung entsprechend §§ 311 ff.
dAktG fehlt, wird hier – jedenfalls für die mehrgliedrige Tochter-GmbH61
- von deutscher Seite ein größeres Bedürfnis für eine stärkere
Berücksichtigung des Gruppeninteresses ausgemacht.62
Allerdings
begegnet man der Rozenblum-Doktrin mit Zurückhaltung. Stattdessen
wird eine „konzerndimensionale“ Business Judgment Rule propagiert.63
Hierhinein ließe sich möglicherweise die Orientierung an einer konkreten
Konzernpolitik zur Rechtfertigung potentiell nachteiliger Maßnahmen
integrieren.
59
DAV-Handelsrechtsausschuss, Stellungnahme zur Konsultation über die Zukunft des
europäischen Gesellschaftsrechts, Nr. 44/2012, sub X., online:
http://anwaltverein.de/downloads/Stellungnahmen-11/201244-
StellungnahmeNEU.pdf?PHPSESSID=uk3pr4alaqmqqnct4ebejl8r87. 60
S. zum Ganzen auch Teichmann, AG 2013, 184, 190 f.; aus anderen Gründen skeptisch
Habersack, in: Kalss/Fleischer/Vogt (Hrsg.), Gesellschafts- und Kapitalmarktrecht in
Deutschland, Österreich und der Schweiz 2013, 2014, S. 1, 23. Vgl. aus europäischer
Perspektive auch die (Alternativ-)Vorschläge von Chiappetta/Tombari, ECFR 9 (2012), 261,
272 ff. 61
Zur Ein-Mann-GmbH s. Habersack, in: Kalss/Fleischer/Vogt (Hrsg.), Gesellschafts- und
Kapitalmarktrecht in Deutschland, Österreich und der Schweiz 2013, 2014, S. 1, 3: „[I]hre
Eignung als Konzerninstrument steht […] gänzlich außer Frage.“ 62
So namentlich Teichmann, AG 2013, 184, 190 f. Der auf die Reflection Group zurückgehende
Vorschlag der SUP-Richtlinie [dazu oben unter II.2] betrifft zum einen nur die 100-prozentige
GmbH-Tochter und äußert sich zum anderen auch nicht zur Anerkennung eines
Gruppeninteresses. Das „Ob“ und „Wie“ der Umsetzung des Richtlinienvorschlags ist derzeit
unsicher, vgl. die kritische Stellungnahme des deutschen Bundesrats, BR-Drs. 164/14(2) vom
11.7.2014. 63
Teichmann, AG 2013, 184, 196 ff.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
146
147
GRUP YARARINA İŞLETME YÖNETİCİSİ EYLEMİ
AVRUPA REFORM HUSUSLARI VE ALMAN STATÜKOSU
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
I. Konuya giriş
Konsern hukuku bilindiği üzere hedef çatışmalarıyla belirgindir: Bir
yanda, grup içerisinde birleştirilmiş olan ekonomi gücünü mümkün
olduğunca rantabl kullanma hedefi doğrultusunda, konsernin
başındakilerinin şirket grubunu en esnek ve efektif şekilde yönetme
menfaati. Diğer yanda ise konsernleştirilmiş olan yan kuruluşların
korunma menfaatleri ve onların ardında bulunan azınlık hissedarların ve
alacaklıların menfaatleri yer almaktadır.
Bu menfaat çatışmasının ardında, hem konsern ana şirketi hem de
bağımsız konsern şirketlerinin işletme yöneticileri kendi ilgili
derneklerinin menfaatini korumakla yükümlüdürler. Özellikle bağımlı yan
kuruluşların işletme yöneticileri, fiilen tüm konsernin ya da konsern
başındakilerinin menfaatlerini gözetmek durumundadırlar. Yasal olarak
ise çıkış noktaları, işletmelerinin menfaatlerine karşı sorumludurlar. Bu
farklı menfaatler somut durumda çelişir ise, işletme yöneticisi kendisini
“Skylla ve Charybdis“1 arasında tekrar bulurlar.
İsviçreli şirket avukatı Peter Forstmoser bu “ikilemi” “teorik
açıdan çözülemez”2 olarak görüyor. Hukukçulara pratik çözümler bulmak
kalır. tHGB bunu kontrol şirkette yönelik akdi sorumluluk muafiyet
talebinde (bak. Madde 202 Fıkra 5 tHGB) ya da yasal sorumsuzlukta
LL.M. (NYU), Erlangen
1 S. auch Gündogdu, Das türkische Konsernrecht im Lichte des schweizerischen und
deutschen Rechts, 2014, S. 255 („Paradox“)
2 Forstmoser, in: Baer (Hrsg.), Vom Gesellschaftsrecht zum Konzernrecht, 2000, S. 89,
103.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
148
(bak. Madde 205 tHGB) bulmaktadır. Avrupa düzleminde şu an da “Safe
harbour”-düzenlemesi için çalışılmakta olup, işletme yönetimleri
çerçevesinde işletme yöneticilerine grup menfaatlerini göz önünde
bulundurma olanağı sağlayacaktır.
Bu güncel Avrupa amaç, yazının devamında konu edilecektir (II. ve
III.). Akabinde Alman hisse ve GmbH-konsern hukukunun bugünkü
statükosunu karşısına getireceğim (IV. ve V.), böylece Avrupa düzenleme
önerisine Alman perspektifinden bir bakış sağlayacağım (VI.).
II. Avrupalı İmpuls
Avrupalı bir konsern hukuku sağlama çabası, başlangıçta iddialı
planlar nedeniyle, giderek mütevazi pragmatizm tarafından şekillenmiştir:
Dokuzuncu yönergesinde başarısız olmasından sonra, sistematik genel
düzenleme mantığında konsern hukukunu kapsamlı bir uyumluluk haline
dönüştürmeye artık ciddi bir gözle bakılmamaya başladı. Sadece noktasal
bir Avrupa düzenlemesine bakışla, savunucuların grup menfaatinin
Avrupa genelinde kabul görmesi için göstermiş oldukları atalet gücü
kendini göstermeye başlamış gibi görünüyor: uluslararası çalışma grubu
Forum Europaeum Konsern hukukunun3 1990’lı yılların sonundaki
takdire değer ön çalışmalarından sonra, daha kış grubu 04.11.2002 tarihli
raporlarında grup menfaatinin kabulü ile ilgi bir düzenleme önerdiler. Bu,
Fransız Rozenblum-Doktrin’ine4 göre yapılmıştı. Komisyonun
21.05.2003 tarihli aktivite planı bu öneriye kulak verdi ve orta vadede
uygun bir yönergenin onaylanmasını ön gördü5. Ancak bu durum elbette
3 S. zu deren Ergebnissen ZGR 1998, 672 ff.
4 Online: http://ec.europa.eu/internal_market/company/docs/modern/report_en.pdf. Dort
Empfehlung V.2: Member States should be required to provide for a framework rule for
groups that allows those concerned with the management of a group company to adopt
and implement a co-ordinated group policy, provided that the interest of the company’s
creditors are effectively protected and that there is a fair balance of burdens and
advantages over time for the company’s shareholders. The Commission should review
the possibilities to introduce in Member States rules on procedural and substantive
consolidations of bankruptcies of group companies.
5 http://www.ecgi.org/commission/documents/com2003_0284en01.pdf, dort S. 19 und 25.
Dazu Gündogdu, Das türkische Konsernrecht im Lichte des schweizerischen und
deutschen Rechts, 2014, S. 139.
Grup Yararına İşletme Yöneticisi Eylemi Avrupa Reform Hususları ve Alman Statükosu
149
hiç gerçekleşmedi. Reflection Group on the Future of Company Law
grubu 05.04.2011 tarihli raporunda topu tekrar devraldı. Komisyon ise
12.12.2012 tarihli yeni aktivite planına uyum gösterdi.
1. Reflection Group’un 5.4.2011 tarihli önerisi
1.1. Grup menfaatinin kabul edilmesine yönelik öneri
Buna göre AB-komisyonun güncel aktivite planının önlemleri,
Reflection Group’un ön çalışmalarına dayanmaktadır. Bu, Avrupa işletme
hukukunun geleceği hakkında öneride bulunuyor:
„Avrupa komisyonu – AB-düzleminde bir düzenlemenin
avantajı konusunda yeterli ipucu çerçevesinde – grup
menfaatinin kabul görmesiyle ilgili bir öneriyi kabul etmeyi
düşünmelidir.”6
Raporda bağımlı işletmelerin (yan kuruluşların) işletme
yönetimleriyle ilgili şöyle devam ediliyor:
“AB-yan kuruluşu işletme yöneticilerine, belli başlı güvenlik
tertibatlarını sağlayarak, görevleri çerçevesinde konsern
menfaatini gözetmelerine izin verilir, ancak bundan sorumlu
tutulmazlar.“7
Oysaki grup menfaati içerisinde ticaret yapılmasının kabulü
konusunda, alacaklıların yeterli korunması ve gerekirse yan kuruluşların
mevcut azınlık hissedarlarını bağımlı hale getirilmesi çerçevesinde bir
birlik söz konusuydu. Bu durum, bağımsız işletmelere yönelik iktidardaki
işletmenin yol göstermelerinin avantaj ve dezavantajlarını daha
somutlaştırarak tartması şeklinde yapılmalıdır8.
6 Im Original: “The EU Commission should consider, subject to evidence that it would be
a benefit to take action at the EU level, to adopt a recommendation recognizing the
interest of the group.”, s. Report of the Reflection Group – On the Future of EU
Company Law, 5 April 2011, S. 65, 79.
7 Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S.
60.
8 Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 61.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
150
1.2. Gerekçelendirme
Reflection Group verdiği önerinin önemli kazancını, mevcut yasal
durum karşılığında AB-üye ülkelerinde bağımlı işletmelerin işletme
yöneticilerinin ticaretinde daha fazla netlik yaratma konusunda görüyor9.
Ancak sadece bunun için değil, böyle bir kabul edilme kuralı iktidardaki
işletmenin işletme yönetminede “safe harbour” olarak hizmet edebilir,
şayet sivil ya da cezai mesuliyeti hariç kılıyorsa.10
Özellikle sınırı geçen
bağlamda böyle bir düzenleme, yan kuruluşları olan bir grubun yönetimini
çeşitli AB-üye ülkelerinde oldukça kolaylaştırabilir.
Birçok üye ülkenin zaten benzer düzenlemeleri var, örneğin
Fransa’nın abus de biens sociaux’e yönelik suç unsuru için “konsern
istisnası” olarak ünlü Rozenblum-Doktrin’i. Ancak bu ulusal düzenlemeler
detaylarında farklılık gösterdiğinden, sınırı geçen grupların
koordinasyonunu zorlaştırır11
. Sunulan öneri buna karşılık Alman konsern
hukuku için daha büyük hukuki değişiklikler ve buradan ilham alan yasal
düzenleme anlamına gelebilir. Bu elbette beklenen bir durum ve zaten
sadece fiili konsern ve basit bağımlılık ilişkisini kapsamakta, yani §§ 311
ff. dAktG’nin düzenleme rejimini. Akdi konsern hukuku ise buna karşılık
etkilenmemiş olarak kalır12
.
2. Avrupa komisyonun 12.12.2012 tarihli aktivite planının
önlemleri
Avrupa komisyonunun “Avrupa şirketler hukuku ve Corporate
Governance” aktivite planı Reflection Group’un bu önerisini devralıyor.
Burada şöyle belirtiliyor:
“2014’te komisyon bir teşebbüse dönüşerek […] için “grup
menfaati” kavramının daha iyi kabul görmesini sağlayacaktır.”
Bunun yanı sıra – burada kısaca değinilecektir – bu aktivite planı,
yakın duran kişilerle transaksiyonların kontrolünü düzeltemeye yönelik
9 Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 60.
10 Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 60.
11 Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 62.
12 Report of the Reflection Group – On the Future of EU Company Law, 5 April 2011, S. 63
und f.
Grup Yararına İşletme Yöneticisi Eylemi Avrupa Reform Hususları ve Alman Statükosu
151
önlemler ön görmektedir („related party transactions“ deyimi gibi).
Burada söz konusu yakın olan kişiler iktidar işletmeleri olduğu sürece,
konsern hukukundan söz edilmektedir.
Burada grup menfaatinin iyileştirilmiş kabul görüşüne yönelik
enteresan önlemlerine bakış ile komisyon şimdiye kadar uzmanlardan
oluşan bir grubun oluşturulmasının ilanını yaptı. Bunun için başvuru
süresi Nisan başı itibari ile geçmiştir13
.
III. Örnek: Rozenblum-Doktrini
Avrupa girişiminin önünde muhtemelen Rozenblum-Doktrini denen
Fransız düzenleme örneği vardı ve alınan habere göre tHGB’nin
203.maddesi için folyo olarak hizmet etti. Mahkeme kayıtlarına dayanan
hukuka göre gelişmiş olan bu enstitü aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
İktidarda olan bir şirket ancak aşağıdaki üç şart yerine getirildiğinde
bağımlı işletmeye “grup menfaati” dâhilinde dezavantajlar ekleyebilir:
(1) Birincisi “Grubun yapısal olarak sağlamlaşması” gerekiyor.
Dezavantaj sağlayacak olan “grup menfaati”, sağlamlaşmış
bir grup yapısına dayanarak, grup üyeleri arasında avantaj
ve dezavantaj dengesini hedeflemeli ve bunu yararlı bir
ekonomi birimi haline getirmelidir14
.
(2) İkincisi grup “ilişkili bir grup politikası” tarafından
yönetilmeli ve koordine edilmelidir. Buna göre somut
dezavantaj eklemek, orta ve uzun vadeli bir stratejinin
parçası olmalıdır.
(3) Üçüncüsü ise Rozenblum-Doktrini, münferit grup şirketi
için avantaj ve yüklerin dengeli bir ilişki içerisinde
olmalarını talep ediyor. Bu arada mağdur olan şirketlerin
kompanse edilen avantajları ancak yıllar sonra ortaya
çıkabilir.
13Online: http://ec.europa.eu/dgs/internal_market/docs/calls/2014/call-for-applications-
company-law_en.pdf.
14 Forum Europaeum Konsernrecht, ZGR 1998, 706 mit weiteren Einzelheiten.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
152
IV. Alman sermaye şirketi kanunu statükosu
Avrupalı öneriler uygulanmış olsa, Reflection Group Alman
konsern hukukuna bakarak özellikle §§ 311 ff. dAktG’te değişiklik
ihtiyacı görürdü15
. Alman sermaye şirketi kanunu incelendiğinde akdi
konsern hukukunun konsern menfaatini büyük bir ölçüde gözettiği tespit
edilebilir.
1. Akdi konsern (Hakimiyet anlaşması)
Akdi konsern için, yani hâkimiyet anlaşması yapıldıktan sonra, §
308 Paragraf 1 S. 2 dAktG iktidardaki şirketinde talimatlar vermesine
karar verir,
„iktidardaki şirketin taleplerini ya da onunla ve şirketle konsern
bağlantılı şirkete hizmet etmeleri halinde [hâkimiyet] altındaki
şirket için dezavantaj oluşturur ise.”
Bu talimatlar dikkate alınarak iktidardaki sermaye şirketini § 308
Abs. 2 dAktG gereğince bir zorunlu uygulama bekliyor. Bu zorunlu
uygulama yettiği kadarıyla, kurulun hâkimiyet altında olan sermaye şirketi
karşısında bir mesuliyet yoktur. Bu durum, kurul için açık olmadığı sürece
(karşılaştırın §§ 308 Paragraf 2 i.V.m. 310 Paragraf 3 dAktG) konsern
menfaati olmayan dezavantajlı talimatlar için dahi geçerlidir16
.
AktG’nin § 308 Paragraf 1 S. 2’de belirtilen hususlar “konsern
menfaati” başlığı altında düzenli olarak özetlenmektedir17
. Bu elbetteki
yanlış anlaşılmamalıdır. “Konsern menfaatinin” buradaki anlamı,
“iktidardaki şirketin [!]konsern dahilinde özetlenmiş olan ekonomik
gücün rantabl kullanımından” başka bir şey değildir18
. Bu şekilde
anlaşılan konsern menfaati, iktidardaki şirketin menfaati ile karşılık
bulmaktadır. Bunların şirket yöneticileri, bu menfaati takip ettiklerinde
15 S.o. unter ===.
16 S. nur GroßkommAktG/Hirte, 4. Aufl. 2005, § 310 Rn. 13.
17 Vgl. nur Roth/Altmeppen, GmbHG, 7. Aufl. 2012, Anh § 13 Rn. 68.
18 S. nur Hoffmann-Becking, FS Hommelhoff, 2012, S.433, 442 m.w.N., der insofern
Koppensteiner zitiert. Vgl. aber auch (enschränkend?) Roth/Altmeppen, GmbHG, 7.
Aufl. 2012, Anh § 13 Rn. 61 „typischerweise“ Deckung des Konserninteresses mit dem
eigenen Interesse des herrschenden Unternehmens.
Grup Yararına İşletme Yöneticisi Eylemi Avrupa Reform Hususları ve Alman Statükosu
153
yasal bir organın bağlayıcı sorumluluğu çerçevesinde hareket etmektedir
(§§ 43 GmbHG, 76, 93 AktG). Bugüne kadar sorunlar çıkmamıştır. Bu
durum, ele alınan önlemin sadece başka konsern şirketlerin menfaati
doğrultusunda olup, ancak iktidardaki şirketin en azından dolaylı olarak
fayda sağlaması halinde de geçerlidir. Böyle bir dolaylı fayda da eksik
olduğunda, temsil edilen görüşte AktG’nin § 308 Paragraf 1 S. 2
kapsamında uygun bir yönergenin olmamasına neden olacaktır19
.
Yönergenin öte yanında ise yönetilen anonim şirketinin kurulunun
konsern menfaati karşısında herhangi bir zorunlu uygulaması
bulunmamaktadır. Onun için, AktG’nin 76.Maddesi gereğince
“yönergesiz alanda” kendi sorumluluğunda şirketin yönetilmesi emri
geçerlidir. Burada öncelikle kendi şirket menfaati konusunda
sorumludur20
. Ancak bu sırada konsern menfaati ile ilgili bir kargaşa söz
konusu olduğunda, hâkimiyet sözleşmesinden ayrı olarak gelişmiş olan
konsern dostu davranış sorumluluğu kabul edilmektedir21
.
2. Fiili Konsern ya da Basit Bağımlılık
Salt fiili birlik kurulmasında ya da basit bağımlılık durumunda,
iktidardaki şirketin yöneticisi açısından, “birlik menfaatine” i.S.d. § 308
Abs. 1 S. 2 dAktG gereğince uygun olarak, “kendi” (iktidardaki)
şirketlerinin menfaatlerine karşı sorumludurlar.
İktidardaki şirket bu “konsern menfaatini” uygulamaya yönelik
yönerge hakkına elbette sahip değildir. Ve bu durum – tHGB’nin 203.
Maddesinden farklı olarak - %100’lük hisse sahipliği durumunda dahi
geçerlidir. Bağımlı anonim şirketinin dezavantajına yönelik etkileme
kesinlikle yasaktır. tHGB’nin 202.maddesine dayanan dAktG’nin
311.maddesi, bilindiği üzere burada önemli bir istisna yapmakta ve buna
göre düzenlemeye yasal organizasyon açısından “ayrıcalık fonksiyonu” 22
19 Klar KK-Koppensteiner, § 308 Rn. 37, 45; Hoffmann-Becking, FS Hommelhoff, 2012,
S. 443; vgl. auch Hüffer, § 308 Rn. 19..
20 S. etwa Emmerich/Habersack, 7 Aufl. 2013, § 308 Rn. 54.
21 H.M., s. etwa Schmidt/Lutter/Langenbucher, AktG, § 308 Rn. 42; a.A. etwa
Emmerich/Habersack, § 308 Rn. 54 m.w.N.
22 Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konsernrecht, 7. Aufl. 2013, § 311 Rn. 2.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
154
kazandırmaktadır: Dezavantaj sağlayan etkileme buna göre geçerlidir,
şayet bu dezavantaj ilgili şirket yılı içerisinde dengelenir ise.
dAKTG’nin 312.maddesindeki bağımlılık raporundaki
düzenlemelerin kuşatılmasından da anlaşılacağı gibi, AktG §§ 311 ff.’nin
sistemi olması gerektiği gibi münferit dengeleme üzerine kuruludur.
Somut, niceleştirilebilen dezavantaj aynı şekilde somut bir avantaj
tarafından dengelenebilir. Niceleştirilemeyen dezavantajların eklenmesi
ise, AktG’nin 311. Maddesi tarafından korunmamaktadır. “Konsern
menfaatinde” bir eylemde burada herhangi bir değişiklik yaratmaz. Ancak
burada ayırt edilmesi gereken durumlar ise, etkilemenin kendi başına
dezavantaja neden olmadığı durumlardır (örneğin şirket şanslarının değiş
tokuşu gibi).
Bağımlı anonim şirketin kurulu için bunun anlamı, dAktG §§ 76,
93’nin direktiflerinin geçerli olduğudur. Özellikle dezavantajlı işlere
girmek gibi yükümlülüğü yoktur. Ancak dAktG’nin 311.maddesi
gereğince burada belirtilen şartlar çerçevesinde dezavantajlı bir
etkilenmeye boyun eğebilir. Ancak bu durumda, (1) dezavantaj
dengelenebilir mi ve (2) iktidardaki şirket dengelemeye hazır olup
olmadığı ve imkana sahip olup olmadığının yanı sıra (3) önlemin i.S.d. §
308 Paragraf 1 S. 2 AktG kapsamında “konsern menfaatinde” bulunup
bulunmadığını kontrol etmelidir23
. Çünkü dAktG’nin 311.maddesi
gereğince yasal organizasyon ayrıcalıkları, konsern menfaatinin daha iyi
koordinasyonunu ve uygulanmasını sağlamalı yani iktidardaki şirketin
menfaati. Konsern’e yabancı gerekçeler için, özellikle üçüncü şahısların
menfaati veya şirketsel olmayan menfaatlerin burada gerekçelendirmesi
eksiktir.
V. Alman GmbH- Konsern Hukukundaki Statüko
Şimdi, Alman konsern uygulamasında diğer çoğu AB üye
devletlerinde olduğundan daha eşit olmayan büyüklükte bir role sahip
olan ve çoğu anonim şirketin konsern yan kuruluşu oldukları Alman
23 S. Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konsernrecht, 7. Aufl. 2013, § 311 Rn.
60, 78.
Grup Yararına İşletme Yöneticisi Eylemi Avrupa Reform Hususları ve Alman Statükosu
155
GmbH-konsern hukukuna dönelim. Ve Türkiye’de de “gerçek Türk
ekonomi hayatında” neredeyse tüm konsernler anonim birlikler olarak
düzenlenmiştir. Buna göre Reflection Group’un odak noktasında da
anonim şirket hukuku bulunuyordu. Almanya’da ise, 12.000 konserne
bağlı anonim şirketlerinin karşısında yaklaşık 500.000 konserne bağlı
GmbH bulunmaktadır.24
GmbH’nın konsern yapı taşı olarak avantajları,
tek-adam-GmbH’nın fiili birlik oluşturmasında görülmektedir.
Bu nedenle devamında fiili GmbH-konsernine yoğunlaşalım:
Burada iktidardaki şirketlerin şirket yöneticileri yine sadece
şirketlerinin menfaatlerini – “buradaki konsern menfaati, konsern
dahilinde özetlenmiş olan ekonomik gücün rantabl bir şekilde
kullanılmasına dayanır” – özetmek durumundalar. Farklı menfaatler
peşindeyseler, GmbHG’nin 43.maddesi, AktG’nin 93.maddesindeki
mükellefiyet tehlikeleri söz konusudur.
Bağımlı GmbH’ların ortaklar toplantısı üzerinden, iktidardaki şirket
tarif edilmiş olan konsern menfaatini direktif kararıyla, şirket
yöneticilerine karşılık uygulamaya koyabilir (bkz. § 37 Abs. 1 dGmbHG).
Yönlendirilmiş olan şirket yöneticileri direktife uymakla yükümlü
oldukları sürece, kendilerine dGmbHG’nin 43.maddesi gereğince
herhangi bir mükellefiyet düşmemektedir25
.
Şirket yöneticileri elbette sadece düzenli direktiflere uymalılar.
İktidardaki şirket ve bağımlı GmbH arasındaki işlere bakılarak, direktifler
kararı için özellikle GmbHG’nin 47.maddesi 4. Fıkrasındaki oylama
yasağı dikkate alınmalıdır26
.
Bu durumların haricinde karar verici ya da genelde etkileyen
çoğunluk hissedarlar için, toplumsal bağlılık görevinden bariyerler ortaya
çıkar. Bu durum h.M. tarafından, AktG’nin 311.maddesine uyumlu
olmayan hiçbir ayrıcalık tarafından yumuşatılmayan bir kati zarar yasağı
kapsamında algılanmaktadır.
24 Zahlen nach Teichmann, AG 2013, 184, 191.
25 S. nur MünchKommGmbHG/Fleischer, § 43 Rn. 275.
26 Emmerich/Habersack, 7. Aufl. § 318 Anh., Rn. 26.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
156
Bağlılık görevi, (1) bağımlı GmbH’nın birçok hissedarı dezavantajlı
önleme onay verdiklerinde ya da (2) %100 olarak iktidardaki şirkete bağlı
bir yan kuruluş-GmbH’sı söz konusu olduğunda, devre dışı kalır. Bu
durumlarda dezavantaj eklemenin geçerliliği, sınırını GmbHG’nin
30.maddesi gereğince yasal alacaklılar güvencesinde bulmakta: Buna göre
şirketten, ana sermaye rakamını kapatmak için geriye yeterince net aktif
varlık kaldığı sürece, yıkıcı müdahale koşuluyla keyfi olarak varlık
çekilebilir27
. Şirket yöneticisi ana sermaye sınırının yanı sıra
dGmbHG’nin 64.maddesi 3.satırı gereğince iflasa sebep olma
mükellefiyeti ile karşı karşıya kalır.
VI. Avrupa inisiyatifine Alman bakış açısından ikinci bir
bakış
Alman konsern hukukunun bu kısa kesitinden sonra, tekrar grup
menfaatinin kabulü ile ilgli Avrupa inisiyatifine - aynı anda “Alman
gözlüğünden” bakarak – bakalım ve birçok soru olduğunu görelim:
- Grup menfaati aynı anda konsern zirvesinin de mi menfaatidir?
Grup menfaatinin tanımlanması ilk etapta böyledir. Burada “iktidardaki
şirketin konsern içerisinde özetlenmiş olan ekonomik gücün rantabl olarak
kullanılma menfaati” mi anlaşılmalı yoksa münferit hukuki kişiler
tarafından başlatılmış olan bir “grubun genel menfaati olarak algılanmalı?
Alman hukuku için yakın zamanda, ne yan kuruluşlara ait menfaatin
korunması için ne de “grubun ana şirketlerinin organlarında uygun
menfaat bağının yönlendirilmesine” gerek olmadığı dikkat çekilmiştir28
.
Gerçekten de birlik oluşturmada konu, ekonomik güçleri hiyerarşik bir
yapılandırma içerisinde birleştirmektir. Konsern’deki bağlılık ilk etapta
“almak ve vermek” üzerine kurulu değildir. Başkalarını düşünme
sorumluluğu daha çok yan kuruluşların şahsi menfaatleri doğrultusunda
olup, azınlık hissedarların ve alacaklıların burada bir araya gelen
27 Teichmann, AG 2013, 184, 192.
28 Hoffmann-Becking, FS Hommelhoff, 2012, S.433, 440.
Grup Yararına İşletme Yöneticisi Eylemi Avrupa Reform Hususları ve Alman Statükosu
157
menfaatlerini kapsamaktadır. Bunlara toplu grup menfaatleriyle değilde,
hedef odaklı koruma mekanizmalar hesabıyla karşılanmalıdır.
- Rozenblum-Doktrini versus §§ 311 ff. dAktG gereğince münferit
dengeleme: Alman bakış açısına göre, §§ 311 ff. dAktG’nin Rozenblum-
benzeri bir düzenleme ile bir şey kazanılacağı konusunda, kesinlikle
anlaşma sağlanmamıştır gibi görünüyor. Aksine, Alman avukatlar barosu
(DAV) zaten kendi görüşünde işaretlemiştir. Görünüşe göre münferit
duruma bağlı dezavantaj dengelemesi rejimi, kendini uygulamada
kanıtlamış29
. Ancak buna rağmen Rozenblum-Doktrini bulanıklığı
nedeniyle “Safe Harbour” olarak §§ 311 ff. dAktG’nin rejimine karşılık,
Alman yan kuruluş anonim şirketleri kurulları için pek uygun gibi
görünmüyor. Bu sonuca tHGB’de 202.madde ile alman sistemine
dayandığında varıyor gibi görünüyor.
- “Kör nokta” olarak GmbH-konsern hukuku: Alman bakış
açısından ayrıca Reflection Group-raporunda “kör bir nokta” görünüyor:
GmbH-konsern’i! GmbH-hukukunda §§ 311 ff. dAktG gereğince yasal
organizasyon ayrıcalığı eksik olduğundan, burada – özellikle çok kollu
yan kuruluş – GmbH’lar için – Alman tarafından grup menfaatinin daha
güçlü bir şekilde göz önünde bulundurulması için daha büyük bir ihtiyaç
mevcut30
. Ayrıca Rozenblum-Doktrini’ne çekimser yaklaşılıyor. Buna
karşılık bir “konsern boyutlu” Business Judgment Rule propagandası
yapılmaktadır31
. Burada muhtemelen somut konsern politikası
gerekçelendirmesi için potansiyel dezavantajlı önlemler entegre edilebilir.
Alman bakış açısından geçici bu izlenimlerin arka planında, Türk
bakış açısıyla tanışmak heyecanlı olabilir. Sonuçta yeni tHGB Alman ve
Fransız etkilerini 202.maddede birleştiriyor.
29 S. zum Ganzen auch Teichmann, AG 2013, 184, 190 f.
30 S. Teichmann, AG 2013, 184, 190 f.
31 Teichmann, AG 2013, 184, 196 ff.
Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmolke
158
159
Die referierende Markenbenutzung in der
Rechtsprechung des EuGH
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
I. Einleitung
In meinem Vortrag soll es um die referierende Markenbenutzung in der
Rechtsprechung des Europäischen Gerichtshofs gehen. Es soll gezeigt
werden, dass der Gerichtshof von einem sehr weiten Verständnis der
markenmäßigen Benutzung ausgeht und dass dies für bestimmte
Fallkonstellationen nicht nur zu einem bedenklich weiten Markenschutz,
sondern auch zu erheblichen Abgrenzungsschwierigkeiten führt.
Nach einem kurzen Blick auf die einschlägigen Verletzungstatbestände
werden zunächst die klassischen Verletzungshandlungen den
problematischen Fällen der sogenannten referierenden Benutzung
gegenübergestellt. Daran anschließend ist auf die neuere Funktionenlehre
des EuGH einzugehen, bevor dann die Kritik und mögliche alternative
Lösungsansätze diskutiert werden sollen.
II. Die Verletzungstatbestände
Das europäische wie auch das deutsche Markenrecht unterscheidet bei der
Verletzung von Marken grundsätzlich drei verschiedene
Verletzungstatbestände, nämlich den sogenannten Identitätsbereich, den
Ähnlichkeitsbereich sowie den Bekanntheitsbereich.
Ordinarius für Bürgerliches Recht, Handelsrecht, Gewerblichen Rechtsschutz und
Urheberrecht an der Julius-Maximilians-Universität Würzburg und Richter am
Oberlandesgericht Nürnberg a.D. Der vorliegende Beitrag ist die Schriftfassung des
gleichnamigen Vortrags, den der Verfasser auf dem “Internationalen Symposium zu
aktuellen Entwicklungen im türkischen und deutschen Markenrecht" am 15. Mai 2014
in Istanbul gehalten hat.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
160
1. Identitätsbereich
Der Schutz im Identitätsbereich bedeutet, dass der Inhaber einer
Marke es jedem Dritten verbieten kann, ohne seine Zustimmung
im geschäftlichen Verkehr ein mit der Marke identisches
Zeichen für Waren oder Dienstleistungen zu benutzen, die mit
denjenigen identisch sind, für die sie eingetragen ist, Art. 5 Abs.
1 lit. a MRRL, Art. 9 Abs. 1 lit. a GMVO, § 14 Abs. 2 Nr. 1
MarkenG. Hier ist also erforderlich, dass sowohl bezüglich der
sich gegenüberstehenden Zeichen als auch bezüglich der sich
gegenüberstehenden Waren oder Dienstleistungen Identität
besteht.
2. Ähnlichkeitsbereich
Im sogenannten Ähnlichkeitsbereich besteht Schutz vor
Verwechslungsgefahr. Der Schutz vor Verwechslungsgefahr
bedeutet, dass der Inhaber einer Marke es Dritten verbieten
kann, ohne seine Zustimmung im geschäftlichen Verkehr ein
Zeichen zu benutzen, wenn wegen der Identität oder der
Ähnlichkeit des Zeichens mit der Marke und der Identität oder
Ähnlichkeit der durch die Marke und das Zeichen erfassten
Waren oder Dienstleistungen für das Publikum die Gefahr von
Verwechslungen besteht, einschließlich der Gefahr, dass das
Zeichen mit der Marke gedanklich in Verbindung gebracht wird,
Art. 5 Abs. 1 lit. b MRRL, Art. 9 Abs. 1 lit. b GMVO, § 14 Abs.
2 Nr. 2 MarkenG. Hier reicht also schon die bloße Ähnlichkeit
der sich gegenüberstehenden Zeichen und Waren bzw.
Dienstleistungen aus, solange zusätzlich Verwechslungsgefahr
besteht.
3. Bekanntheitsbereich
Schließlich kommt bekannten Marken ein erweiterter
Schutzbereich nach Art. 5 Abs. 2 MRRL, Art. 9 Abs. 1 lit. c
GMVO, § 14 Abs. 2 Nr. 3 MarkenG zu. Danach kann der
Inhaber einer Marke es Dritten verbieten, ohne seine
Die referierende Markenbenutzung in der Rechtsprechung des EuGH
161
Zustimmung im geschäftlichen Verkehr ein mit der Marke
identisches oder ihr ähnliches Zeichen für Waren oder
Dienstleistungen zu benutzen, die nicht denen ähnlich sind, für
die die Marke eingetragen ist, wenn diese bekannt ist und die
Benutzung des Zeichens die Unterscheidungskraft oder die
Wertschätzung der Marke ohne rechtfertigenden Grund in
unlauterer Weise ausnutzt oder beeinträchtigt.
Dieser Bekanntheitsschutz ist im Gegensatz zur
Gemeinschaftsmarkenverordnung in der Markenrechtsrichtlinie
optional ausgestaltet, jedoch haben die meisten Mitgliedstaaten
der Europäischen Union, und unter ihnen auch Deutschland, von
dieser Möglichkeit Gebrauch gemacht.
III. Der Identitätsbereich nach Art. 5 Abs. 1 lit. a MRRL, Art. 9
Abs. 1 lit. a GMVO, § 14 Abs. 2 Nr. 1 MarkenG
Für die nachfolgenden Überlegungen wollen wir uns ganz auf den
Identitätsbereich nach Art. 5 Abs. 1 lit. a MRRL, Art. 9 Abs. 1 lit. a
GMVO, § 14 Abs. 2 Nr. 1 MarkenG konzentrieren.
In der Vergangenheit waren die klassischen Fallgestaltungen, die unter
den Identitätsbereich einzuordnen sind, eher überschaubar.
Typischerweise handelte es sich dabei um Fälle der Produktpiraterie,
wenn also ein unautorisierter Dritter exakt die betroffene Ware mit dem
Original-Zeichen versieht, obwohl er von dem Markeninhaber dazu
überhaupt nicht berechtigt ist und auch nicht in das Vertriebssystem
integriert ist. Typische Fälle wären hier etwa gefälschte Turnschuhe von
Adidas oder Handtaschen von Louis Vuitton.
Eine andere typische Fallgruppe sind Parallelimporte, bei denen es sich
zwar um Originalware des Markeninhabers handelt, die betreffenden
Produkte jedoch außerhalb der Europäischen Union in den Verkehr
gebracht wurden und dann durch nicht autorisierte Dritte ohne
Zustimmung des Markeninhabers in den europäischen Binnenmarkt
verbracht und dort verkauft worden sind.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
162
Diese Fallgestaltungen im Identitätsbereich waren in der Vergangenheit
eher die Ausnahme als die Regel. Gewissermaßen die Erweckung aus dem
Dornröschenschlaf hat der Tatbestand des Identitätsbereichs allerdings
dadurch erfahren, dass der Europäische Gerichtshof relativ früh von der
Doktrin ausgegangen ist, dass eine einschlägige markenmäßige Benutzung
nicht nur dann vorliegt, wenn das Zeichen für die Verwendung der
eigenen Waren des Verwenders eingesetzt wird, sondern auch dann, wenn
sich die Verwendung des Zeichens auf Produkte dritter Personen bezieht.
Im Ausgangspunkt nachvollziehbar war dies noch in dem Fall
„BMW/Deenik“, in dem ein Händler für Gebrauchtfahrzeuge, der zugleich
eine Reparaturwerkstätte betrieb, ohne zum offiziellen Händlernetz des
Original-Markeninhabers zu gehören, unter Verwendung der geschützten
Marke darauf hinwies, dass er nicht nur gebrauchte Fahrzeuge der Marke
handele, sondern zugleich auch die betreffenden Fahrzeuge der Marke
repariere.1
Der EuGH sah eine Benutzung eines identischen Zeichens für identische
Waren allerdings dann in der Folge auch in denjenigen Fallgestaltungen
als gegeben an, in denen schlicht ein Fall der vergleichenden Werbung
vorlag, d.h. wenn der vergleichende Unternehmer die in Bezug
genommene Marke eines Dritten nur seinem eigenen Warenangebot
gegenüberstellt. So hatte etwa im Falle O2 der Wettbewerber Hutchison in
einem Werbefilm den Namen des Konkurrenten „O2“ und die für diesen
als Bildmarke registrierten Wasserblasen vor blauem Hintergrund gezeigt,
bevor dann dargelegt wurde, dass die eigenen Mobilfunkdienstleistungen
preiswerter seien.2 Ein anderes Beispiel betrifft die Parfümbranche, in der
es üblich ist, dass Wettbewerber in Vergleichslisten die eigenen Produkte
unter Verwendung der geschützten Wortmarke ihrer Konkurrenten
gegenüberstellen.3 In beiden Fällen hielt der Europäische Gerichtshof
ausdrücklich fest, dass eine derartige Verwendung des Zeichens des
1 EuGH, GRUR Int. 1999, 438 – BMW/Deenik. 2 EuGH, GRUR 2008, 698 – O2 und O2 (UK)/H3G. 3 EuGH, GRUR 2009, 756 – L’Oréal/Bellure.
Die referierende Markenbenutzung in der Rechtsprechung des EuGH
163
Konkurrenten in den Anwendungsbereich von Art. 5 Abs. 1 lit. a MRRL,
also in den Identitätsbereich fällt.4
Eine weitere Fallgruppe sind die Konstellationen des sogenannten
Keyword Advertising. Hier wird typischerweise bei Google durch
irgendwelche dritten Vermarkter ein Markenzeichen „gebucht“, was zur
Folge hat, dass bei Eingabe der Marke durch den Suchmaschinennutzer
getrennt von dem eigentlichen Suchergebnis auf der linken Seite rechts
davon als Werbung gekennzeichnete Angebote des Buchenden
erscheinen, die auf dessen Angebot verweisen, ohne dass dort zwingend
die geschützte Marke des Dritten im Text erscheinen muss. Auch hier geht
der Europäische Gerichtshof von einer markenmäßigen Benutzung aus,
sodass der Identitätsbereich eröffnet sei, da das identische Zeichen für
identische Waren bzw. Dienstleistungen eingesetzt werde.
Durch diese Fallgestaltungen wird deutlich, dass der Europäische
Gerichtshof offensichtlich ein wesentlich weiteres Verständnis der
kennzeichenmäßigen Verwendung eines Zeichens im Hinblick auf die
Hauptfunktion als Herkunftsfunktion hat, als dies dem traditionellen
Verständnis entspricht. Es geht nicht nur darum, dass ich typischerweise
„meine“ Ware mit „meinem“ Zeichen versehe, sondern es reicht auch aus,
dass irgendein Zeichen eines Dritten als Kennzeichnung der Herkunft von
genau diesem Dritten eingesetzt wird.5
Dem Wortlaut der einschlägigen Vorschriften widerspricht eine solche
Interpretation zwar nicht von vornherein. Allerdings hat dies die fatale
Konsequenz, dass nicht nur die typischen Fälle der Fehlvorstellung über
die klassische Herkunft der so gekennzeichneten Waren oder
Dienstleistungen erfasst wird, sondern auch die Fälle der sogenannten
„referierenden Benutzung“. Damit ist genau die Fallgestaltung gemeint,
dass durch die betreffende Aussage oder Benutzung nur irgendwie ein
Bezug zu dem Originalzeichen und der Originalware hergestellt wird,
4 EuGH, GRUR 2008, 698 Tz. 36 f. – O2 und O2 (UK)/H3G; GRUR 2009, 756 Tz. 53,
56 – L’Oréal/Bellure. 5 Dem EuGH folgend BGH, GRUR 2013, 1239 Rn. 20 –
VOLKSWAGEN/Volks.Inspektion; GRUR 2005, 423 (425) – Staubsaugerfiltertüten.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
164
ohne dass bei den Adressaten eine Fehlvorstellung über die betriebliche
Herkunft genau dieser Ware bzw. Dienstleistung vom Markeninhaber
hervorgerufen wird.
Da der Verletzungstatbestand des Identitätsbereichs jedoch außer der
Identität der sich gegenüberstehenden Zeichen und der Identität der sich
gegenüberstehenden Waren bzw. Dienstleistungen keine weiteren
Voraussetzungen enthält, führt diese im Ausgangspunkt sehr weite
Interpretation durch den Europäischen Gerichtshof zu der eigenartigen
Konsequenz, dass dann der Markeninhaber grundsätzlich
Benutzungshandlungen untersagen kann, die der Sache nach jedoch völlig
gerechtfertigt sein können. Dies betrifft etwa Fälle der vergleichenden
Werbung, der Produktkritik, der Produktparodie oder eben auch des
Keyword Advertisings, soweit darin lediglich das Aufzeigen einer
Bezugsalternative zu sehen ist. Diese Fallgestaltungen lassen sich im
Gegensatz zur typischen Beeinträchtigung der Herkunftsfunktion als
sogenannte „referierende“ Benutzung bezeichnen.
IV. Die Funktionenlehre des EuGH als Korrektiv
Traditionell – und insoweit völlig unbestritten – bildet die
Herkunftsfunktion der Marke ihre Hauptfunktion. Der Europäische
Gerichtshof formuliert dies in ständiger Rechtsprechung in der Weise,
dass die Herkunftsfunktion die Aufgabe habe, den Verbraucher oder
Endabnehmer die Ursprungsidentität der durch die Marke
gekennzeichneten Ware oder Dienstleistung zu garantieren, indem sie ihm
ermöglicht, diese Ware oder Dienstleistung ohne Verwechslungsgefahr
von Waren oder Dienstleistungen anderer Herkunft zu unterscheiden.6
Seit fünf Jahren hat der Gerichtshof allerdings seine Rechtsprechung
erweitert und den Kanon der durch die Marke gewährleisteten Funktionen
weiter aufgefächert. Seitdem formuliert er in ständiger Rechtsprechung,
dass der Markeninhaber sein ausschließliches Recht nach Art. 5 Abs. 1
lit. a MRRL, Art. 9 Abs. 1 lit. a GMVO bzw. § 14 Abs. 2 Nr. 1 MarkenG
(nur) geltend machen kann, wenn eine der Funktionen der Marke, sei es
6 EuGH, GRUR 2003, 55 Tz. 48 – Arsenal FC.
Die referierende Markenbenutzung in der Rechtsprechung des EuGH
165
ihre Hauptfunktion, die Herkunftsfunktion, oder eine ihrer anderen
Funktionen, wie die Gewährleistung der Qualität oder die
Kommunikations-, Investitions- oder Werbefunktionen beeinträchtigt
wird.7
Der Europäische Gerichtshof geht damit davon aus, dass eine Verletzung
des Doppeltatbestandes nur noch in Betracht kommt, wenn eine der
genannten Markenfunktionen beeinträchtigt wird. Daraus ergibt sich, dass
diese Auffächerung der Markenfunktionen letztlich nur als Korrektiv zur
Eingrenzung des zuvor unnötig weit ausgedehnten Anwendungsbereichs
des Tatbestandes durch die Erstreckung auch auf die referierende
Benutzung dient.
V. Kritik
Diese Auslegung durch den EuGH wird vielfach in der Literatur als
Fehlentwicklung bezeichnet, und zwar im Wesentlichen aus drei Gründen.
Erstens differenziert der Gerichtshof nicht hinreichend zwischen den
durchaus in vielfältiger Weise in den Wirtschaftswissenschaften
diskutierten Funktionen einerseits und der davon zu trennenden Frage,
inwieweit derartige Funktionen normativ geschützt sind.8 Zweitens führt
dieser Weg der weiten Interpretation des Identitätsschutzes dazu, dass
auch völlig legitime Fälle der referierenden Benutzung, wie etwa die
vergleichende Werbung, die Produktkritik und die Markenparodie erfasst
werden, ohne dass dies hinreichend durch das Schrankensystem
freigestellt würde.9 Und schließlich leistet der Ansatz des Gerichtshofs in
bedenklicher Weise der Rechtsunsicherheit Vorschub, da im Grunde über
7 St. Rspr., EuGH, GRUR 2014, 280 Tz. 30 – De Vries/Red Bull; GRUR 2013, 1140 Tz.
58 – Martin Y Paz/Gauquie; GRUR 2012, 519 Tz. 71 – Budvar/Anheuser-Busch;
GRUR 2011, 1124 Tz. 38 – Interflora; GRUR 2010, 841 Tz. 30 –
Portakabin/Primakabin; GRUR 2010, 641 Tz. 20 – Bananabay; GRUR 2010, 451 Tz.
29, 31 – BergSpechte; GRUR 2010, 445 Tz. 76 f. – Google und Google France;
GRUR 2009, 756 Tz. 58 – L’Oréal/Bellure). 8 Vgl. Ohly, in: FS für Loschelder, 2010, S. 265 (273); Sosnitza, GRUR-Beilage 1/2014
(zu Heft 4/2014), 93 (95); ders., Deutsches und europäisches Markenrecht, 2010, § 3
Rn. 4 ff. 9 Ohly, in: FS für Loschelder (Fn. 8), S. 265 (274 f.); Sosnitza, GRUR-Beilage 1/2014
(zu Heft 4/2014), 93 (95).
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
166
die Auffächerung der Funktionen die Rechtfertigung in den
Verletzungstatbestand hineininterpretiert wird und zudem völlig unklar
ist, wo im Einzelnen die Grenzen der Verletzung der jeweiligen
Markenfunktionen verlaufen.10
VI. Alternative Lösungsansätze
1. Beschränkung des Identitätsbereichs auf die Herkunftsfunktion
Um die so skizzierte Problemlage einer sachgerechten Lösung
zuzuführen, sind grundsätzlich verschiedene Wege denkbar, die hier
allerdings nicht im Einzelnen ausgebreitet werden können.11
Am
sinnvollsten erscheint es, zumal mit dem geringsten Aufwand verbunden,
den Tatbestand der Doppelidentität wieder auf die Herkunftsfunktion
zurückzuführen und dabei zugleich auch die Fälle der referierenden
Benutzung wieder auszuklammern.12
In die gleiche Richtung geht ein Vorschlag der Europäischen Kommission
zur Ergänzung des Tatbestandes der Doppelidentität. Die Kommission hat
im gegenwärtig diskutierten Prozess der Reform des europäischen
Markenrechts im März 2013 Vorschläge auch zur Überarbeitung der
Markenrechtsrichtlinie unterbreitet.13
Nach diesem Vorschlag soll der
Tatbestand des Identitätsschutzes um die Formulierung ergänzt werden,
dass die Benutzung des Zeichens die Funktion der Marke, den
Verbrauchern gegenüber die Herkunft der Waren oder Dienstleistungen zu
gewährleisten, beeinträchtigt oder zu beeinträchtigen droht.14
10 Ohly, in: FS für Loschelder (Fn. 8), S. 265 (276); Sosnitza, GRUR-Beilage 1/2014 (zu
Heft 4/2014), 93 (95). 11 Vgl. dazu näher E. Paulus, Markenfunktionen und referierende Benutzung, 2013, S.
218 ff.; Sosnitza, GRUR-Beilage 1/2014 (zu Heft 4/2014), 93 (95 f.). 12 Keil, MarkenR 2010, 195 (199); Ohly, IIC 2010, 879 (888 f.); Sosnitza, MarkenR
2012, 436 (439); ders., GRUR-Beilage 1/2014 (zu Heft 4/2014), 93 (95 f.). 13 Vorschlag für eine Richtlinie des Euroäischen Parlaments und des Rates zur
Angleichung der Rechtsvorschriften der Mitgliedstaaten über die Marken
(Neufassung) vom 27.3.2013, COM (2013) 162 final. 14 Art. 10 Abs. 2 lit. a des Kommissionsvorschlags (oben Fn. 13), S. 19 f.
Die referierende Markenbenutzung in der Rechtsprechung des EuGH
167
Gegen diesen Vorschlag der Begrenzung auf die Herkunftsfunktion sind
zwei zentrale Einwände erhoben worden.15
Zum einen wird vorgebracht,
dass durch diese Änderung die Fälle der vergleichenden Werbung dem
Markenrecht von vornherein entzogen würden, im Widerspruch dazu
allerdings der Kommissionsvorschlag zugleich vorsieht, dass nach Art. 10
Abs. 3 lit. f Markenrechtsrichtlinie n.F. der Markeninhaber auch das Recht
haben solle, es zu unterbinden, das Zeichen in der vergleichenden
Werbung in einer der Richtlinie 2006/114/EG zuwiderlaufenden Weise zu
benutzen. Zum anderen wird zu bedenken gegeben, dass auch der Vertrieb
von Waren, die im EU-Ausland unter der Kontrolle des Markeninhabers
gekennzeichnet und in Verkehr gesetzt wurden, nicht mehr erfasst werden
könnte, womit die Schrankenregelung der Art. 7 MRRL, Art. 13 GMVO
bzw. § 24 MarkenG leerliefe, sodass wohl unbeabsichtigt zum Prinzip der
internationalen Erschöpfung zurückgekehrt würde.
2. Einführung einer Schranke der referenziellen Benutzung
Zur Vorbereitung der bereits erwähnten Reformvorschläge der
Europäischen Kommission hatte das Max-Planck-Institut für
Immaterialgüter- und Wettbewerbsrecht im Februar 2011 eine umfassende
Studie mit Reformvorschlägen vorgestellt.16
Eine der zentralen
Vorschläge dieser Studie war die Einführung einer weiteren
Schutzschranke zur Freistellung der Fälle des referenziellen Gebrauchs.
Diese neue Schranke, die in der Studie als „honest referential use“, also
etwa als redlicher Referenzgebrauch, bezeichnet wird, soll sich u.a. auf
Kommentare und Kritik, einschließlich Parodien, erstrecken und mit
einem Lauterkeitsvorbehalt versehen werden.17
Ein ergänzender Absatz
15 Vgl. Glöckner/Kur, GRUR-Beilage 1/2014 (zu Heft 4/2014), 29 (34 ff.); Sack, GRUR
2013, 657 (658 f.); GRUR-Stellungnahme zum Vorschlag der EU-Kommission für
eine Neufassung der Markenrechtsrichtlinie, GRUR 2013, 800 (803 f.). 16 „Study on the Overall Functioning of the European Trademark System”, abrufbar unter
www.ip.mpg.de. 17 Studie (oben Fn. 16), S. 122, Ziff. 2.262.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
168
soll in Anlehnung an die Gillette-Rechtsprechung des EuGH18
beispielhaft
klarstellen, wann die Benutzung unlauter ist.19
Ausformuliert soll eine solche Schutzschranke gemäß Art. 15 MarkenRL-
E und Art. 12 GMVO-E folgendermaßen lauten:
1. The trade mark shall not entitle the proprietor to prohibit a third
party from using, in the course of trade:
…
(c) the trade mark for the purpose of identifying or referring to goods
or services as those of the proprietor of the trade mark, without
prejudice to Article 16, in particular where the use of the trade
mark
…
(ii) is made for purposes of criticism or comment, including parodies
provided he uses them in accordance with honest practices in
industrial or commercial matters.
2. Use under paragraph 1 will in particular not be in accordance with
honest practices
(a) if it gives the impression that there is a commercial connection
between the third party and the trade mark proprietor;
(b) if it affects the reputation or distinctive character of the trade mark
without due cause; or
(c) if it entails the discrediting or denigration of that trade mark.20
18 EuGH, MarkenR 2005, 179 – Gillette. 19 Studie (oben Fn. 16), S. 123, Ziff. 2.265; Knaak/Kur/v. Mühlendahl, GRUR Int. 2012,
197, 202; Sosnitza, MarkenR 2012, 436 (438 f.). 20 „Die Marke gewährt ihrem Inhaber nicht das Recht, einem Dritten zu verbieten, … die
Marke als Hinweis oder Bezugnahme auf die Waren oder Dienstleistungen des
Markeninhabers, zum Beispiel im Rahmen von Kommentaren oder Kritik,
einschließlich Parodien, im geschäftlichen Verkehr zu benutzen, sofern die Benutzung
den anständigen Gepflogenheiten in Gewerbe oder Handel entspricht. Die Benutzung
der Marke entspricht den anständigen Gepflogenheiten in Gewerbe oder Handel
insbesondere dann nicht, wenn
- sie in einer Weise erfolgt, die glauben machen kann, dass eine Handelsbeziehung
zwischen dem Dritten und dem Markeninhaber besteht,
Die referierende Markenbenutzung in der Rechtsprechung des EuGH
169
Die Kommission hat in ihren Vorschlägen vom März 2013 die Anregung
des MPI aufgegriffen. Danach soll es zukünftig in Art. 14 MRRL-E
heißen:
„Die Marke gewährt ihrem Inhaber nicht das Recht, einem Dritten zu
verbieten,
…
c) die Marke zu Zwecken der Identifizierung oder zum Verweis
auf Waren oder Dienstleistungen als die des Inhabers der
Marke, … zu benutzen.“
Damit übernimmt die Europäische Kommission im Wesentlichen, wenn
auch nicht vollständig, die Idee einer zusätzlichen Schutzschranke des
referenziellen Gebrauchs, wenn auch ohne ausdrückliche Erwähnung des
Zwecks der Kritik oder des Kommentars, einschließlich der Parodien.
VII. Bewertung
Aus meiner Sicht erscheint es am sinnvollsten, zumal mit dem geringsten
Aufwand verbunden, den Tatbestand der Doppelidentität wieder auf die
Herkunftsfunktion zurückzuführen und dabei zugleich auch die Fälle der
referierenden Benutzung wieder auszuklammern.
Was zunächst den Aspekt der vergleichenden Werbung betrifft, so muss
gesehen werden, dass die meisten Fälle ohnehin bekannte Marken in
Bezug nehmen, sodass der Bekanntheitsschutz nach § 14 Abs. 2 Nr. 3
MarkenG, Art. 5 Abs. 2 MRRL, Art. 9 Abs. 1 lit. c GMVO eingreift.
Soweit es sich nicht um bekannte Marken handelt, verbleibt dem Inhaber
der in Bezug genommenen, nicht bekannten Marke immer noch die
Möglichkeit, über das vollharmonisierte Recht der vergleichenden
Werbung nach der Richtlinie 2006/114/EG gegen diese Form der
Werbung vorzugehen. Eine Verkürzung des Rechtsschutzes ist damit
nicht gegeben. Zuzugeben ist allerdings, dass bei dieser Sichtweise die
- sie den Wert der Marke dadurch beeinträchtigt, dass sie deren
Unterscheidungskraft oder deren Wertschätzung in unlauterer Weise ausnutzt, oder
- durch sie diese Marke herabgesetzt oder schlechtgemacht wird“.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
170
zusätzlich vorgesehene Klarstellung in Bezug auf die Befugnis des
Markeninhabers, die Benutzung des Zeichens bei unzulässiger
vergleichender Werbung zu untersagen, keine eigenständige Bedeutung
hat. Die betreffende Klarstellung lässt sich allerdings entweder im
vorgenannten Sinne einschränkend interpretieren oder man könnte auf
diese Klarstellung auch ersatzlos verzichten.
Auch der Aspekt der Parallelimporte aus dem EU-Ausland ist kein
durchschlagendes Argument gegen die Zurückschneidung des
Identitätsschutzes auf den Gedanken der Herkunftsfunktion. Dass nicht
gewollt ist auf den Zustand der internationalen Erschöpfung
zurückzukehren und daher der Verletzungstatbestand nach wie vor diese
Fälle erfassen soll, wird niemand ernsthaft in Frage stellen – wenn man
nicht ohnehin für die internationale Erschöpfung plädiert, wie sie z.B.
nach deutschem Recht bis 1995 galt.21
Auch bisher war völlig unstreitig,
dass diese Fälle des Parallelimports dem Tatbestand des Identitätsschutzes
unterfallen, auch wenn die Herkunftsfunktion bei strenger Betrachtung
nicht berührt ist, da die Ware letztlich aus dem Unternehmen des
Markeninhabers herrührt. Ein solches Verständnis ließe sich auch bei
ausdrücklicher Aufnahme der Herkunftsfunktion in den Tatbestand durch
entsprechende Auslegung sicherstellen. Einzuräumen ist, dass es auch
eine Alternative sein kann, statt die Herkunftsfunktion im Wortlaut des
Identitätsschutztatbestands festzuschreiben, in den Erwägungsgründen der
Richtlinie klarzustellen, dass für diesen Tatbestand alleine auf die
Herkunftsfunktion abgestellt werden soll.22
Sollte die Kommission
allerdings an ihrem bisherigen Vorschlag festhalten, wäre dies gleichwohl
ein deutlicher Fortschritt gegenüber der bisherigen Rechtslage, der zu
begrüßen ist.
21 Vgl. dazu Sosnitza, WRP 1998, 951 ff. 22 In diesem Sinne etwa die GRUR-Stellungnahme, GRUR 2013, 800 (803).
Die referierende Markenbenutzung in der Rechtsprechung des EuGH
171
VIII. Ergebnis
Der Europäische Gerichtshof hat mit der Öffnung des Tatbestandes der
Doppelidentität nach Art. 5 Abs. 1 lit. a MRRL, Art. 9 Abs. 1 lit. a
GMVO, § 14 Abs. 2 Nr. 1 MarkenG für die Fälle der referierenden
Markenbenutzung einen bedenklichen Weg eingeschlagen, der mit vielen
Schwierigkeiten und Unsicherheiten behaftet ist. Nach der Öffnung dieser
Büchse der Pandora war die Auffächerung der Markenfunktionen durch
den Gerichtshof erkennbar als ein Mittel zur Begrenzung des Schutzes des
Markeninhabers gedacht. Die dadurch zusätzlich etablierten Funktionen,
wie die Gewährleistung der Qualität oder die Kommunikations-,
Investitions- oder Werbefunktionen bleiben jedoch in ihrem normativen
Gehalt unklar und werfen nur weitere Fragen auf, statt das eigentliche
Problem zu lösen.
Die Europäische Kommission hat im Rahmen des Reformprozesses mit
ihrem Vorschlag der Begrenzung des Identitätsbereichs auf die
Herkunftsfunktion den richtigen Weg gewiesen. Es wird spannend sein,
den weiteren Reformprozess zu beobachten und abzuwarten, ob sich
dieser Vorschlag, nicht zuletzt auch im Interesse der Mitbewerber und der
Allgemeinheit an einem nicht zu sehr ausufernden Markenschutz,
durchsetzen wird.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
172
173
AVRUPA ADALET DİVANI HÜKÜMLERİNDE
REFERANS MARKA KULLANIMI
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
I. Giriş
Konuşmamın konusu “referans marka kullanımının” Avrupa Adalet
Divanı hükümlerinde nasıl ele alındığıdır. Adalet Divanının “markaya
göre kullanım” anlayışını çok geniş tuttuğunu ve bu durumun bazı
vakalarda sadece tehlikeli derecede geniş bir marka korumasına değil,
aynı zamanda sınırlama konusunda da çok büyük problemlere yol açtığını
göstermek istiyorum.
İlgili marka hakkına tecavüz fiillerine kısaca baktıktan sonra, klasik
tecavüz fiilleri ile “referans kullanım” olarak adlandırılan problemli
vakaları karşılaştıracağız. Akabinde, eleştirme ve olası alternatif çözüm
yaklaşımlarını tartışmadan önce, Avrupa Adalet Divanının daha yeni olan
fonksiyon öğretisini ele almak gerekir.
II. Tecavüz fiilleri
Hem Avrupa hem de Alman Marka Hukuku, marka hakkına
tecavüz fiillerinde prensip olarak üç farklı tecavüz fiilinden yola çıkar:
kimlik alanı, benzerlik alanı ve tanınmışlık alanı.
1. Kimlik alanı
Kimlik alanındaki korumanın anlamı, bir markanın sahibinin kendi
izni olmadan aynı mal veya hizmetlerle ilgili olarak, tescilli marka
Medeni Kanun, Ticaret Hukuku, Fikri Mülkiyet Hukuku ve Telif Hakları dallarında
Würzburg Julius Maximilians Üniversitesinde ordinaryüs profesör ve Nürnberg Yüksek
Eyalet Mahkemesi emekli hakimi. Bu makale, yazarın 15 Mayıs 2014 tarihinde
İstanbul’da “Türk ve Alman Marka Hukukunda güncel gelişmelere ilişkin uluslararası
sempozyumda” aynı başlık altında yaptığı konuşmasının yazılı metnidir.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
174
ile aynı olan herhangi bir işaretin ticari alanda kullanılmasını
üçüncü şahıslara yasaklayabilmesidir; lit. a Marka Hakkı Yönergesi
madde 5 fıkra 1, Topluluk Marka Yönetmeliği madde 9 fıkra 1,
Marka Yasası madde 14 fıkra 2 bent 1. Yani burada şart koşulan,
hem karşılıklı işaretlerin hem de mal veya hizmetlerin aynı
olmasıdır.
2. Benzerlik alanı
Benzerlik alanı olarak adlandırılan alanda karıştırılma ihtimaline
karşı bir koruma vardır. Karıştırılma ihtimaline karşı korumanın
anlamı, bir markanın sahibinin kendi izni olmadan tescilli marka ile
aynı veya benzer olan ve tescilli markanın kapsadığı mal veya
hizmetlerin aynı veya benzeri mal veya hizmetleri kapsayan ve bu
nedenle halk tarafından, işaret ile tescilli marka arasında
ilişkilendirilme ihtimali de dâhil, karıştırılma ihtimali bulunan
herhangi bir işaretin ticari alanda kullanılmasını üçüncü şahıslara
yasaklayabilmesidir; lit. b Marka Hakkı Yönergesi madde 5 fıkra 1,
Topluluk Marka Yönetmeliği madde 9 fıkra 1, Marka Yasası madde
14 fıkra 2 bent 2. Yani burada, karşı karşıya gelen işaretlerin ve mal
veya hizmetlerin, karıştırılma ihtimali bulunduğu müddetçe, sadece
benzer olması yeterlidir.
3. Tanınmışlık alanı
Son olarak tanınmış markalar için lit. c Marka Hakkı Yönergesi
madde 5 fıkra 2, Topluluk Marka Yönetmeliği madde 9 fıkra 1,
Marka Yasası madde 14 fıkra 2 bent 3 uyarınca genişletilmiş bir
koruma alanı verilmektedir. Buna göre bir markanın sahibi kendi
izni olmadan, tescilli marka ile aynı veya benzer olan ve tescilli
markanın kapsamına giren mal veya hizmetlerle benzer olmayan,
ancak markanın ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle, kullanılması
tescilli markanın itibarından dolayı haksız bir yarar elde edecek
veya tescilli markanın itibarına zarar verecek veya tescilli markanın
ayırt edici karakterini zedeleyecek nitelikteki herhangi bir işaretin,
Avrupa Adalet Divanı Hükümlerinde Referans Marka Kullanımı
175
geçerli bir nedeni olmadan ticari alanda kullanılmasını üçüncü
şahıslara yasaklayabilir.
Bu tanınmışlık koruması, Topluluk Marka Yönetmeliğine karşın,
Marka Hakkı Yönergesinde seçmeli olarak düzenlenmiştir fakat
Avrupa Birliğinin birçok üye ülkesi ve bunların arasında Almanya
da bulunuyor, bu olanağı kullanma yolunu seçmişlerdir.
III. Marka Hakkı Yönergesi madde 5 fıkra 1, lit. a Topluluk
Marka Yönetmeliği madde 9 fıkra 1, lit. a Marka Yasası
madde 14 fıkra 2 bent 1 uyarınca eşitlik alanı
Bundan sonraki düşüncelerimiz için tamamen lit. a Marka Hakkı
Yönergesi madde 5 fıkra 1, lit. a Topluluk Marka Yönetmeliği madde 9
fıkra 1, lit. a Marka Yasası madde 14 fıkra 2 bent 1 uyarınca kimlik alanı
üzerine yoğunlaşalım.
Geçmişte kimlik alanına dâhil edilmesi gereken klasik vakalar, daha
netti. Tipik olarak bunlar ürün korsanlığı vakalarıydı. Yani, yetkisiz
üçüncü bir şahsın söz konusu ürüne, bunun için markanın sahibinden
hiçbir şekilde izin almadan ve dağıtım sistemine de dâhil edilmiş
olmadan, orijinal işareti takmasıydı. Buna tipik örnekler sahte Adidas spor
ayakkabıları veya Louis Vuitton el çantalarıydı.
Diğer tipik vaka grubu ise, paralel ithalatlar. Bu durumda ürünler
marka sahibinin orijinal ürünleridir fakat söz konusu ürünler Avrupa
Birliğinin dışındaki pazarlara sürülmüş ve yetkisiz üçüncü şahıslar
tarafından, bunun için markanın sahibinden hiçbir şekilde izin alınmadan
Avrupa Birliği iç pazarına geri getirilerek satılmış olan ürünlerdir.
Kimlik alanında meydana gelen bu vakalar, geçmişte yaygın
olmayan, bilakis nadiren görülen vakalardı. Bununla beraber, Avrupa
Adalet Divanı nispeten erkenden, sadece işaretin uygulayanın kendi
ürünlerinde kullanması durumunda değil, aynı zamanda işaretin
kullanımının üçüncü şahısların ürününe ilişkin olduğu zamanlarda da
markanın kullanılmış olmasının gerçekleştiği doktrinini benimsemiş
olması, kimlik alanında meydana gelen marka hakkına tecavüz fiillerinin
gündeme gelmesini sağladı.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
176
“BMW/Deenik” vakasında çıkış noktası olarak, bunun
anlaşılabilirliği halen ortadaydı. Bu vakada, ikinci el taşıt ticareti yapan ve
aynı zamanda bir tamirhane işleten bir şahıs, orijinal markanın sahibinin
resmi yetkili bayisi olmadan korunan markayı kullanarak, bu markanın
sadece ikinci araçlarını satmayıp, aynı zamanda bu markanın araçların
tamiratını da yaptığına dikkat çekmiştir1.
Avrupa Adalet Divanı bunun neticesinde basit bir kıyaslama
reklamının söz konusu olduğu diğer vakalarda da, yani kıyaslayan şirket
üçüncü bir şirketin ilişkilendirdiği markasını sadece kendi ürün yelpazesi
ile karşılaştırması durumunda da aynı işareti aynı mal için kullanma
fiilinin gerçekleştiği görüşünü benimsemiştir. O2 vakasında rakip
Hutchison bir reklam filminde diğer rakip olan “O2“nin adını ve O2 için
resim markası olarak tescillenmiş mavi arka plan önünde su kabarcıklarını
göstermişti. Bundan sonra da kendisinin sunduğu cep telefonu
hizmetlerinin daha ucuz olduğu belirtiliyordu2. Diğer bir örnek ise parfüm
sektörünü ilgilendiriyor. Bu sektörde birbirine rakip şirketlerin kıyaslama
listelerinde kendi ürünlerini rakip şirketlerin korunan markalarını da
belirterek onların ürünleriyle karşılaştırmaları normal sayılmaktadır3
.
Avrupa Adalet Divanı her iki vakada da rakibin işaretinin bu şekilde
kullanılmasının lit. a Marka Hakkı Yönergesi madde 5 fıkra 1’e, yani
kimlik alanına girdiğini kesin bir şekilde belirtmiştir4.
Diğer bir vaka grubu “Keyword Advertising” olarak adlandırılan
durumlardır. Bu durumlara tipik örnek olarak Google’da herhangi bir
üçüncü pazarlamacı tarafından bir marka işaretine “rezervasyon” yapılır.
Bunun neticesinde arama motorunu kullanan kişi tarafından bu marka
girildiğinde, ekranın sol tarafında çıkan aramanın asıl sonucundan
bağımsız olarak, ekranın sağında, rezervasyonu yapan kişinin reklam
olarak tanımlanan teklifleri görüntülenmektedir. Bu teklifler üçüncü
1 EuGH, GRUR Int. 1999, 438 – BMW/Deenik. 2 EuGH, GRUR 2008, 698 – O2 und O2 (UK)/H3G. 3 EuGH, GRUR 2009, 756 – L’Oréal/Bellure. 4 EuGH, GRUR 2008, 698 Tz. 36 f. – O2 und O2 (UK)/H3G; GRUR 2009, 756 Tz. 53, 56
– L’Oréal/Bellure.
Avrupa Adalet Divanı Hükümlerinde Referans Marka Kullanımı
177
şirketin korunan markasının adı reklam metinlerde görünmeden de
rezervasyonu yapan kişinin tekliflerine dikkat çekmektedir. Avrupa
Adalet Divanı bu durumda da “markaya göre kullanım” olduğundan ve
aynı işaretin aynı mal veya hizmet için kullanıldığından dolayı, vakanın
kimlik alanına girdiğinden yola çıkmaktadır.
Vakaların bu şekilde şekillendirilmesinden anlaşılıyor ki, Avrupa
Adalet Divanı geleneksel bakış açısının haricinde, bir işaretin
işaretlendirme amaçlı kullanımı hakkında, köken fonksiyonu olarak esas
fonksiyon açısından çok daha geniş bir anlayış içersinde bulunuyor. Konu
sadece benim tipik bir şekilde “bana ait” olan malı “bana ait” olan işaretle
donatmam değil, üçüncü bir şahsa ait olan herhangi bir işaretin tam da bu
üçüncü şahsın kökenini işaretlemek için kullanılıyor olması yeterlidir5.
Bu tür bir yorumlama aslında ilgili kuralların metnine daha
başından bir zıtlık teşkil etmiyor. Bununla beraber, bu durum sadece bu
şekilde işaretlenmiş malların veya hizmetlerin klasik kökenleri hakkında
yanlış varsayımların oluşturduğu tipik vakaların değil, aynı zamanda
“referans kullanım” olarak adlandırılan vakaların da kapsama alınması
gibi vahim bir neticeye yol açmaktadır. Referans kullanım ile söz konusu
ifade veya kullanım vasıtasıyla orijinal işaret veya orijinal ürün ile
herhangi bir şekilde sadece bir ilgi kurulması fakat tam da bu malın veya
hizmetin şirketsel kökeni hakkında markanın sahibine ilişkin yanlış bir
izlenimin uyandırılmaması kastedilmektedir.
Kimlik alanına ilişkin tecavüz fiilinin oluşmuş olması için karşı
karşıya duran işaretlerin kimliği ve karşı karşıya duran malların veya
hizmetlerin kimliği haricinde başka bir şart aranmadığından dolayı,
Avrupa Adalet Divanının başlangıç noktasında bu geniş yorumu, marka
sahibinin buna göre, esas itibariyle tamamen haklı olabilecek kullanımları
da prensip olarak yasaklayabileceği gibi garip bir sonuca götürmektedir.
Bu sonuç, eğer sadece bir ilişki alternatifinin gösterilmesi yeterli olarak
5 Avrupa Adalet Divanı’nı takiben Almanya Federal Adalet Mahkemesi, GRUR 2013,
1239 Rn. 20 – VOLKSWAGEN/Volks.Inspektion; GRUR 2005, 423 (425) – Elektrikli
süpürge torbaları.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
178
görülecekse, kıyaslayan reklam, ürün eleştirisi, ürün parodisi veya
“Keyword Advertising” gibi durumları da ilgilendirmektedir. Bu vaka
şekillendirmeleri, köken fonksiyonunun tipik olumsuz etkilenmesine
karşın, “referans kullanım” olarak adlandırılabilir.
IV. Avrupa Adalet Divanının tashih anlamında fonksiyon
öğretisi
Markanın köken fonksiyonu, geleneksel ve bu yüzden hiç
tartışmasız olarak, esas fonksiyonunu oluşturmaktadır. Avrupa Adalet
Divanı bu durumu sürekli olarak verdiği kararlarda şu şekilde formüle
etmektedir: Markanın köken fonksiyonunun görevi, tüketiciye veya son
kullanıcıya marka ile işaretlenmiş olan malın veya hizmetin kaynak
kimliğini garanti etmektir. Bu görevini bu malı veya hizmeti farklı kökenli
başka mallar veya hizmetlerle karıştırma tehlikesi olmadan fark
edebilmesine olanak tanıyarak yerine getirir6.
Avrupa Adalet Divanı bununla beraber beş yıldan beri hükümlerini
genişletti ve marka tarafından garanti edilen fonksiyonların yelpazesini
daha da ayrıntılandırdı. O zamandan beri sürekli olarak verdiği kararlarda
marka sahibinin lit. a Marka Hakkı Yönergesi madde 5 fıkra 1, lit. a
Topluluk Marka Yönetmeliği madde 9 fıkra 1, Marka Yasası madde 14
fıkra 2 bent 1 uyarınca münhasırlık hakkını (ancak) markanın
fonksiyonlarından bir tanesinin, ki bu esas fonksiyonu, köken fonksiyonu
veya kalitenin garanti edilmesi veya iletişim, yatırım ve reklam
fonksiyonları gibi diğer fonksiyonlarından birisi olabilir, olumsuz
etkilendiği takdirde kullanabileceğini formüle etmektedir7.
Buna göre Avrupa Adalet Divanı çift ihlal fiilinin, ancak belirtilen
marka fonksiyonlarından bir tanesinin olumsuz etkilendiği takdirde söz
6 EuGH, GRUR 2003, 55 Tz. 48 – Arsenal FC. 7 St. Rspr., EuGH, GRUR 2014, 280 Tz. 30 – De Vries/Red Bull; GRUR 2013, 1140 Tz.
58 – Martin Y Paz/Gauquie; GRUR 2012, 519 Tz. 71 – Budvar/Anheuser-Busch; GRUR
2011, 1124 Tz. 38 – Interflora; GRUR 2010, 841 Tz. 30 – Portakabin/Primakabin;
GRUR 2010, 641 Tz. 20 – Bananabay; GRUR 2010, 451 Tz. 29, 31 – BergSpechte;
GRUR 2010, 445 Tz. 76 f. – Google und Google France; GRUR 2009, 756 Tz. 58 –
L’Oréal/Bellure).
Avrupa Adalet Divanı Hükümlerinde Referans Marka Kullanımı
179
konusu olabileceğinden yola çıkmaktadır. Bundan, marka fonksiyonunun
bu şekilde ayrıntılandırılmasının netice itibariyle sadece, fiilin daha önce
referans kullanımı da kapsayacak şekilde gereksiz yere çok fazla
genişletilmiş uygulama alanının sınırlandırılması için düzeltme amacıyla
yapıldığı anlamı çıkmaktadır.
V. Eleştiri
Avrupa Adalet Divanının bu yorumu literatürde çoğu kez yanlış bir
gelişme olarak nitelendirilmektedir. Bunun için temelde üç sebep
gösterilmektedir. Birincisi, Adalet Divanı, bir tarafta iktisadi bilimlerde
çok yönlü olarak tartışılan fonksiyonlar ile diğer tarafta bundan ayrı
tutulması gereken bir soru olan bu tür fonksiyonların kuralsal olarak ne
kadar koruma altında olduğu sorusu arasında yeterince bir ayrım
yapmıyor8. İkincisi, kimlik korumasının bu şekilde geniş yorumlanması
yöntemi, bariyer sistemi tarafından yeterince serbest kılınmadan, örneğin
kıyaslayan reklam, ürün eleştirisi ve ürün parodisi gibi referans
kullanımının tamamen yasal durumlarının da kapsama dâhil edilmesi
neticesini doğurmaktadır9
. Ve sonuç itibariyle Adalet Divanının bu
yaklaşımı düşündürücü bir şekilde hukuki bir belirsizliğe sebep
olmaktadır çünkü fonksiyonların ayrıntılandırılması vasıtasıyla aslında
gerekçe, ihlal fiilinin içine yerleştirilmektedir ve ayrıca her bir marka
fonksiyonunun ihlal edilmesinin sınırlarının nerede olduğu da tamamen
belirsizdir10
.
VI. Alternatif çözüm yaklaşımları
1. Kimlik alanının köken fonksiyonu ile sınırlanması
Bu şekilde tarif edilen problem için konuya uygun bir çözüm
bulabilmek açısından, prensip olarak farklı yollar düşünülebilir fakat
8 Kıyaslayınız Ohly: Loschelder için FS, 2010, S. 265 (273); Sosnitza, GRUR Eki 1/2014
(Dergi No: 4/2014), 93 (95); ders., Alman ve Avrupa Marka Hukuku, 2010, § 3 Rn. 4 ff. 9 Ohly, in: Loschelder için FS (Fn. …), S. 265 (274 f.); Sosnitza, GRUR Eki 1/2014 (Dergi
No 4/2014), 93 (95). 10 Ohly, in: Loschelder için FS (Fn. …), S. 265 (276); Sosnitza, GRUR Eki 1/2014 (Dergi
No 4/2014), 93 (95).
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
180
bunları tek tek burada incelememiz mümkün değil11
. En az zahmetle
yapılabilir olması nedeniyle de, en mantıklı çözüm, çift kimlik durumunu
tekrar köken fonksiyonuna geri götürmek ve bu esnada referans kullanımı
vakalarını tekrar kapsam dışı bırakmaktır12
.
Avrupa Komisyonu tarafından yapılan çift kimlik durumunu
tamamlayıcı bir öneri de aynı istikamete gitmektedir. Komisyon
günümüzde tartışılan Avrupa Marka Hukukunun reformu sürecinde 2013
yılının mart ayında Marka Hakkı Yönergesinin yeniden düzenlenmesi
konusunda önerilerde bulundu13
. Bu öneriye göre kimlik koruma
hususuna, işaret kullanılmasının, markanın tüketicilere karşı malın veya
hizmetin kökenini garanti etme fonksiyonunu olumsuz yönde etkiliyor
veya etkileyebilir olması formülü eklenmelidir14
.
Köken fonksiyonu ile sınırlama yönünde yapılan bu öneriye karşı
iki temel itiraz yapıldı15
. Birincisi bu değişiklik sayesinde kıyaslayan
reklam vakalarının daha başından marka hakkının dışında bırakılmış
olacağı öne sürülmektedir. Fakat komisyon önerisinde aynı zamanda buna
zıt olarak, lit. f Marka Hakkı Yönergesi madde 10 fıkra 3 uyarınca, marka
sahibinin, işaretin 2006/114/AT Yönergesine aykırı olacak bir şekilde
kullanılmasını engelleme hakkına sahip olması gerektiği öngörülmektedir.
İkinci itiraz olarak, marka sahibinin kontrolü altında AB sınırları dışında
işaretlenen ve piyasaya sürülen malların dağıtımının tespit edilemeyeceği
ve böylece Marka Hakkı Yönergesi madde 7, Topluluk Marka
Yönetmeliği madde 13 veya Marka Yasası madde 24 uyarınca yapılan
11 Kıyaslayınız E. Paulus, Marka fonksiyonları ve referans kullanım, 2013, S. 218 ff.;
Sosnitza, GRUR Eki 1/2014 (Dergi No 4/2014), 93 (95 f.). 12 Keil, Marka H. 2010, 195 (199); Ohly, IIC 2010, 879 (888 f.); Sosnitza, Marka H. 2012,
436 (439); ders., GRUR Eki 1/2014 (Dergi No 4/2014), 93 (95 f.). 13 Avrupa Parlamentosunun ve Heyetinin üye ülkelerin markalara ilişkin hukuki
kurallarının eşitlendirilmesi için bir yönergeye ilişkin 27.3.2013 tarihli önerisi (Yeni
versiyonu), COM (2013) 162 final. 14 Komisyon önerisi madde 10 fıkra 2 lit. a (oben Fn. ...), S. 19 f. 15 Kıyaslayınız Glöckner/Kur, GRUR Eki 1/2014 (Dergi No 4/2014), 29 (…); Sack,
GRUR 2013, 657 (658 f.); AB Komisyonunun Marka Yönergesinin yeniden
düzenlenmesi önerisine ilişkin GRUR görüş bildirisi, GRUR 2013, 800 (803 f.).
Avrupa Adalet Divanı Hükümlerinde Referans Marka Kullanımı
181
bariyer düzenlemesinin boşa çıkacağı ve bu sebepten dolayı istenmeden
tekrar uluslararası sona ermeye geri dönüldüğü öne sürülmektedir.
2. Referans kullanım için bir bariyer düzenlemesinin
getirilmesi
Avrupa Komisyonu tarafından yapılan bu reform önerilerinin
hazırlığını yapmak için Fikri Mülkiyet ve Rekabet Hukuku Max Planck
Enstitüsü 2011 yılının şubat ayında reform önerileri içeren geniş kapsamlı
bir çalışma sunmuştu16
. Bu çalışmanın merkezi önerilerinden bir tanesi
referans kullanımı vakalarını serbest kılmak için ilave bir koruma
bariyerinin eklenmesiydi. Bu yeni bariyer çalışmada “honest referential
use” olarak anılmaktadır ve bunun anlamı “yasal referans kullanımı”
demektir. Bu bariyer, diğer şeylerin yanı sıra, yorumları, eleştirileri ve
parodileri kapsayacak ve bir de dürüstlük şerhi içerecek17
ek bir paragraf,
Avrupa Adalet Divanının Gillette hükmüne18
isnat ederek, kullanımın ne
zaman yasaya aykırı olduğunu örnekle netleştirecek19
AB Marka
Yönergesi madde 15 ve AB Topluluk Marka Yönetmeliği madde 12
uyarınca böyle bir koruma bariyerin metni tam hazır olduğunda şu şekilde
olacak:
1. The trade mark shall not entitle the proprietor to prohibit a third
party from using, in the course of trade:
…
(c) the trade mark for the purpose of identifying or referring
to goods or services as those of the proprietor of the trade mark, without
prejudice to Article 16, in particular where the use of the trade mark
…
(ii) is made for purposes of criticism or comment, including
parodies
16 „Study on the Overall Functioning of the European Trademark System”, abrufbar unter
www.ip.mpg.de. 17 Araştırma (oben Fn. …), S. 122, Ziff. 2.262. 18 AAD, Marka Hukuku 2005, 179 – Gillette. 19 Araştırma (oben Fn. …), S. 123, Ziff. 2.265; Knaak/Kur/v. Mühlendahl, GRUR Int.
2012, 197, 202; Sosnitza, Marka Hukuku 2012, 436 (438 f.).
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
182
provided he uses them in accordance with honest practices in
industrial or commercial matters.
2.Use under paragraph 1 will in particular not be in accordance with
honest practices
(a) if it gives the impression that there is a commercial
connection between the third party and the trade mark proprietor;
(b) if it affects the reputation or distinctive character of the
trade mark without due cause; or
(c) if it entails the discrediting or denigration of that trade
mark20
Komisyon 2013 yılının mart ayında yaptığı önerilerinde Max
Planck Enstitüsünün fikirlerini kullandı. Buna göre bundan sonra AB
Marka Hakkı Yönergesi madde 14’ün metni şöyle olacak:
“Marka, sahibine aşağıdaki durumlarda üçüncü şahıslara yasak
koyma hakkını vermez:
…
c) Markayı, teşhis amaçlı veya markanın sahibinin mallarına veya
hizmetlerine dikkat çekmek veya isnat etmek için kullanmayı,”
Avrupa Komisyonu böylece, tamamıyla olmasa da, büyük ölçüde
referans kullanımı, her ne kadar, parodiler de dâhil olarak, eleştiri veya
yorumun amacını özel olarak belirtmiyorsa da, ek bir koruma bariyeri
olarak kullanma fikrini devralıyor.
20 “Marka, sahibine aşağıdaki durumlarda üçüncü şahıslara yasak koyma hakkını vermez:
… markayı, kullanımın sektörün ve ticaretin ahlaki kurallarına ve geleneklerine uygun
olması şartıyla, marka sahibinin mallarına veya hizmetlerine dikkat çekmek veya isnat
etmek için, örneğin parodiler de dahil olarak, eleştiri veya yorum çerçevesinde ticari
alanda kullanmayı…..
Eğer markanın kullanımı,
- üçüncü şahıs ile markanın sahibi arasında ticari bir ilişki olduğuna inanılmasını
sağlayacak bir şekilde yapılırsa veya
- tescilli markanın itibarını veya ayırt edici karakterini haksız yere kullanarak
markanın değerine zarar verecek şekilde veya tescilli markanın itibarından dolayı haksız
bir yarar elde edecek şekilde olursa veya
- tescilli marka bu sayede aşağılanıyor veya kötüleniyorsa, sektörün ve ticaretin
ahlaki kurallarına ve geleneklerine uygun değildir.”
Avrupa Adalet Divanı Hükümlerinde Referans Marka Kullanımı
183
VII. Değerlendirme
Bence, en az zahmetle yapılabilir olması nedeniyle de, en mantıklı
çözüm, çift kimlik durumunu tekrar köken fonksiyonuna geri götürmek ve
bu esnada referans kullanımı vakalarını tekrar kapsam dışı bırakmaktır.
Öncelikle kıyaslayan reklam hususu ile ilgili olarak görmemiz
gerekir ki, çoğu vakalar zaten bilinen markalara isnat etmektedir ve bu
yüzden Marka Yasası madde 14 fıkra 2 bent 3, Marka Hakkı Yönergesi
madde 5 fıkra 2, lit c. Topluluk Marka Yönetmeliği madde 9, fıkra 1
uyarınca tanınmışlık koruması bunu kapsamaktadır. Eğer söz konusu
marka tanınmış bir marka değilse, isnat edilen fakat tanınmış olmayan
markanın sahibinin hâlâ 2006/114/AT Yönergesi uyarınca kıyaslayan
reklama ilişkin tam uyumlaştırılmış hukuk vasıtasıyla, reklamın bu şekilde
yapılmasına karşı adımlar atma hakkı bulunmaktadır. Hukuki korumanın
kısaltılması söz konusu değildir fakat şunu da kabul etmek gerekir ki, bu
bakış açısına göre, işaretin yasal olmayan bir şekilde kıyaslayan reklamda
kullanılması durumunda, marka sahibinin bunu yasaklama yetkisi
açısından ek olarak öngörülen netleştirmenin, kendi başına bir anlamı
yoktur. Söz konusu netleştirme ya daha önce belirtilen anlamda kısıtlayıcı
olarak yorumlanabilir veya böyle bir netleştirmeden, yerine başka bir şey
ikame etmeden, tamamen feragat edilebilir.
AB harici ülkelerden yapılan paralel ithalatlar konusu da, kimlik
korumasının köken fonksiyonu fikrine indirgenmesine karşı etkili bir
gerekçe değildir. Eğer Alman hukukuna göre 1995 yılına kadar geçerli
olan uluslararası sona erme şeklini savunmuyorsanız, o konuma geri
dönülmek istenmediği ve bu yüzden marka hakkına tecavüz fiilinin
eskiden de olduğu gibi bu vakaları kapsamasının istendiğini hiç kimse
ciddi olarak sorgulamayacaktır21
. Şimdiye kadar bu paralel ithalat
vakalarının, katı bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, köken
fonksiyonuna değinilmemesine rağmen, kimlik koruma maddesi
kapsamına girdiği hiç tartışmasızdı çünkü mal, netice itibariyle marka
sahibinin şirketinde üretiliyor. Bu tür bir anlayış, köken fonksiyonunun
21 Kıyaslayınız Sosnitza, WRP 1998, 951 vd.
Prof. Dr. Olaf Sosnitza
184
kesin bir şekilde fiilin içine alınması durumunda da uygun bir yorumla
güvence altına alınabilir. Kimlik koruma durumunu tanımlarken köken
fonksiyonunu sabitlemek yerine, fıkralarda bu fiil için sadece köken
fonksiyonunun temel alınması gerektiğinin netleştirilmesinin de bir
alternatif olabileceğini kabul etmek gerek22
Komisyonun şu anki teklifini
sürdürürse, bu durum bile şimdiki hukuki duruma göre bir ilerleme sayılır
ve buna ancak destek verilir.
VIII. Netice
Avrupa Adalet Divanı lit. a Marka Hakkı Yönergesi madde 5 fıkra
1, lit. a Topluluk Marka Yönetmeliği madde 9 fıkra 1, Marka Yasası
madde 14 fıkra 2 bent 1 uyarınca çifte kimlik fiilini referans marka
kullanımı vakaları için açarak, birçok zorluklar ve belirsizlik içeren
düşündürücü bir yola girdi. Pandora’nın kutusunu açtıktan sonra, Adalet
Divanı tarafından marka fonksiyonlarının ayrıntılandırılmasının marka
sahibinin korunmasını sınırlandırmak için bir araç olarak düşünüldüğü çok
bariz. Bu sayede ek olarak yerleştirilen kalitenin sağlanması veya iletişim,
yatırım ve reklam fonksiyonları gibi fonksiyonlar, normatif içerikleri
açısından belirsiz kalıyor ve asıl problemi çözmek yerine sadece daha çok
soru doğuruyor.
Avrupa Komisyonu reform süreci çerçevesinde kimlik alanını
köken fonksiyonu ile sınırlama önerisiyle doğru yolu gösterdi. Bundan
sonraki reform sürecini gözlemlemek ve bu önerinin kabul edilip
edilmeyeceğini beklemek heyecanlı olacak. Bu öneri kabul edilirse, hem
rakiplerin hem de tüm toplumun menfaati açısından aşırı şişirilmemiş bir
marka koruması olacak.
Çok teşekkür ederim!
22 Bu anlamda GRUR görüş bildirimi, GRUR 2013, 800 (803).
185
Existenzvernichtungshaftung
- Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende
Einwirkungen auf die Gesellschaft -
Prof. Dr. Peter O. Mülbert
Alexander Wilhelm
I. Einführung
Das Thema „Existenzvernichtungshaftung der Gesellschafter“ wird im
deutschen Kapitalgesellschaftsrecht seit vielen Jahren intensiv diskutiert.
Dabei geht es im Kern stets um zwei auf das Engste miteinander
verknüpfte Fragenkreise:
- Erstens: Ist ein Gesellschafter haftungsrechtlich verantwortlich, wenn er
„seine“ Gesellschaft schädigt, indem er Einfluss auf die Geschäftsführung
nimmt?
- Zweitens: Haftet der Gesellschafter nur im Innenverhältnis gegenüber
der Gesellschaft oder auch im Außenverhältnis unmittelbar gegenüber den
Gläubigern?
Das große Interesse an diesem Thema erklärt sich nicht zuletzt daraus,
dass das geschriebene GmbH- und Aktienrecht ein deutliches
Regelungsdefizit aufweist, soweit es um den Schutz des
Gesellschaftsvermögens gegen den Zugriff der Gesellschafter geht:
Lediglich in der gesetzestypischen Gesellschaft mit mehreren
Gesellschaftern ist ein effektiver Schutz des im Gläubigerinteresse
gebundenen Gesellschaftsvermögens gewährleistet. Demgegenüber ist vor
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
186
allem bei der faktisch konzernierten GmbH ein Totalversagen sämtlicher
Schutzmechanismen denkbar.
Versuche, zumindest die Schutzlücken des GmbH-Rechts zu schließen,
hat der Bundesgerichtshof (BGH) in den letzten drei Dekaden wiederholt
und mit jeweils ganz unterschiedlichen Ansätzen unternommen. Den
vorläufigen Schlusspunkt bildet die „Trihotel“-Entscheidung aus dem Jahr
2007.1 Nach diesem Urteil beruht die Haftung eines Gesellschafters
gegenüber „seiner“ GmbH für existenzvernichtende, d.h. zur Insolvenz
der Gesellschaft führende vorsätzliche Eingriffe auf § 826 BGB, also der
Generalklausel des bürgerlich-rechtlichen Deliktsrechts.
In zeitlicher Parallele zur „Trihotel“-Entscheidung wurde auch der
Gesetzgeber erstmals aktiv. Das Gesetz zur Modernisierung des GmbH-
Rechts und zur Bekämpfung von Missbräuchen2 – allgemein unter dem
Kürzel MoMiG bekannt – brachte eine verschuldensabhängige Ergänzung
der Geschäftsführerhaftung gegenüber der GmbH „für Zahlungen an
Gesellschafter, soweit diese zur Zahlungsunfähigkeit der Gesellschaft
führen müssten“ (§ 64 Satz 3 GmbHG n.F.). Nach der
Gesetzesbegründung erfasst die Bestimmung „einen Teilbereich der
Haftung, die unter dem Stichwort „existenzvernichtender Eingriff“
bekannt geworden ist.3
Im Folgenden sind zunächst die Regelungsdefizite herauszuarbeiten,
welche die Entwicklung einer speziellen Existenzvernichtungshaftung vor
allem im GmbH-Recht veranlasst haben (II.). Sodann ist darzustellen, wie
die Haftung von GmbH-Gesellschaftern wegen Existenzvernichtung nach
dem „Modell Trihotel“ im Einzelnen aussieht (III.) und ob sich dieses
Haftungsmodell auch auf andere Gesellschaftsformen übertragen lässt
(IV.). Es folgen Überlegungen zu den Grundsatzfragen einer
Existenzvernichtungshaftung (V.) und, darauf aufbauend, einige
1 BGHZ 173, 246 = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 2 BGBl. I S. 2026. 3 Gesetzesbegründung zum MoMiG, BT-Drucks. 16/6140 vom 25.07.2007, S. 46.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
187
abschließende Bemerkungen auch mit Blick auf das türkische
Konzernrecht (VI.).
II. Notwendigkeit einer speziellen Existenzvernichtungshaftung
Der Schutz des Gesellschaftsvermögens gegen Eingriffe der
Gesellschafter resultiert bei der gesetzestypischen GmbH und AG mit
mehreren Gesellschaftern im Wesentlichen daraus, dass die Vorschriften
zum Schutze einer Gesellschafterminderheit reflexhaft zugleich die
Gesellschaft schützen; dies wird im Folgenden klar zu Tage treten. Soweit
diese Schutzmechanismen versagen, was bei der Einpersonen-
Gesellschaft mit einem einzigen Gesellschafter und beim einstimmigen
Handeln aller Gesellschafter einer mehrgliedrigen Gesellschaft der Fall
sein kann, bedarf es indes gesetzlicher Regeln, die die Gläubiger
unmittelbar schützen. Bei diesem unmittelbaren Gläubigerschutz geht das
Aktienrecht deutlich weiter als das GmbH-Recht. Im Einzelnen:
1. Schutz des Gesellschaftsvermögens bei der gesetzestypischen
Kapitalgesellschaft
a) GmbH-Recht
Das GmbHG beschränkt Zugriffe der Gesellschafter auf das
Gesellschaftsvermögen zunächst durch die Kapitalerhaltungsregeln der
§§ 30, 31 GmbHG. Danach darf das zur Erhaltung des Stammkapitals
erforderliche Vermögen nicht an die Gesellschafter ausgezahlt werden.
Ausschüttungsfähig ist nur, was die Bilanz als freies Vermögen ausweist,4
und verbotswidrig erbrachte Leistungen hat der Gesellschafter gemäß § 31
GmbHG der Gesellschaft zu erstatten.
Flankiert wird diese Kapitalbindung durch das Eigenkapitalersatzrecht der
Insolvenzordnung. Hiernach darf die Rückzahlung eines
Gesellschafterdarlehens in der Insolvenz nur nachrangig geltend gemacht
werden (§ 39 Abs. 1 Nr. 5 InsO) und Tilgungsleistungen der Gesellschaft
4 Fastrich in: Baumbach/Hueck, GmbHG, 20. Aufl. 2013, § 30 Rn. 6; Altmeppen in:
Roth/Altmeppen, GmbHG, 7. Aufl. 2012, § 30 Rn. 9; aus der Rechtsprechung etwa
BGHZ 95, 330, 340 = NJW 1986, 188 = WM 1985, 1263 – Autokran.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
188
unterliegen der Insolvenzanfechtung, sofern sie binnen eines Jahres vor
dem Insolvenzantrag erfolgt sind (§ 135 InsO).5
Hinzu kommen ungeschriebener Verhaltenspflichten. Sie finden
ihre Grundlage in der mitgliedschaftlichen Treuepflicht des
Gesellschafters, die sowohl im Verhältnis zur GmbH als auch zu den
Mitgesellschaftern besteht.6 Gesellschafter, die sich unter Verletzung ihrer
gesellschaftsbezogenen Treuepflicht vorsätzlich oder fahrlässig7 an
„ihrer“ GmbH bereichern, können auf Unterlassung8 und gemäß § 280
Abs. 1 BGB auf Schadensersatz9 in Anspruch genommen werden. Der
Ersatzanspruch umfasst auch die sogenannten Kollateralschäden – das
sind die vom Rückzahlungsanspruch nach § 31 GmbHG nicht umfassten10
Folgeschäden einer gegen § 30 GmbHG verstoßenden Auszahlung, etwa
entgangene Zinsen, entgangene Nutzungen und Aufwendungen für die
5 Die rechtsformneutrale Überführung des zuvor in den §§ 32a, 32b GmbHG geregelten
Eigenkapitalersatzrechts in die InsO erfolgte ebenfalls im Zuge des MoMiG. Näher zum
Ganzen Mülbert WM 2006, 1977 ff.; Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), Anh. § 30 Rn. 3
ff.; Ehricke in: Münchener Kommentar zur InsO, Band 1, 3. Aufl. 2013, § 39 Rn. 36 ff.;
Braun/Bäuerle, InsO, 6. Aufl. 2014, § 39 Rn. 18. – Flankiert wird der
Anfechtungstatbestand nach § 135 InsO überdies durch § 6 des Anfechtungsgesetzes
(AnfG). Hiernach ist eine Anfechtung von z.B. Tilgungsleistungen der Gesellschaft auf
ein Gesellschafterdarlehen auch außerhalb der Insolvenz möglich, sofern die Leistung in
den letzten zehn Jahren vor Erlangung eines vollstreckbaren Schuldtitels gegen die
Gesellschaft oder danach erbracht wurde. 6 BGHZ 65, 17, 18 f. = NJW 1976, 191 = WM 1975, 1152; Bayer in: Lutter/Hommelhoff,
GmbHG, 18. Aufl. 2012, § 14 Rn. 21; Raiser in: Ulmer/Habersack/Löbbe, GmbHG,
Band I, 2. Aufl. 2013, § 14 Rn. 81; Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 20;
Michalski/Funke in: Michalski, GmbHG, Band 1, 2. Aufl. 2010, § 13 Rn. 136;
Wicke/Wicke, GmbHG, 2. Aufl. 2011, § 13 Rn. 19. 7 Michalski/Michalski/Funke (Fn. 6), § 13 Rn. 183; Seibt in: Scholz, GmbHG, Band I, 11.
Aufl. 2012, § 14 Rn. 62. 8 Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 23; Verse in: Henssler/Strohn,
Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 14 GmbHG, Rn. 117; Verse, Der
Gleichbehandlungsgrundsatz im Recht der Kapitalgesellschaften, 2006, S. 412 ff. 9 BGHZ 65, 15, 21 = NJW 1976, 191 = WM 1975, 1152; Lutter/Hommelhoff/Bayer (Fn.
6), § 14 Rn. 31; Ulmer/Habersack/Löbbe/Raiser (Fn. 6), § 14 Rn. 101;
Michalski/Michalski/Funke (Fn. 6), § 13 Rn. 196 ff.; Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4),
§ 13 Rn. 30 m. w. Nachw. 10 Henssler/Strohn/Verse (Fn. 8), § 13 GmbHG Rn. 66; vgl. auch Leuschner NJW 2011,
3275.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
189
Geltendmachung des Anspruchs, etwa Anwaltskosten –, sofern ein
Kausalzusammenhang mit der Pflichtverletzung besteht. Entsprechendes
gilt für Verstöße gegen das Wettbewerbsverbot11
, welches bei einem
Vermögensabzug ebenfalls berührt sein kann.
Im Übrigen kann ein Gesellschafterbeschluss, der den gesetzlichen
Verhaltensregeln zuwiderläuft, anfechtbar oder sogar nichtig sein.12
Eine
darauf gestützte Weisung der Gesellschafter darf die Geschäftsführung,
die in der GmbH grundsätzlich weisungsgebunden ist,13
ausnahmsweise
nicht umsetzen.14
In gravierenden Fällen kommt sogar ein Ausschluss
pflichtvergessener Gesellschafter aus der GmbH in Betracht.15
b) Aktienrecht
Im Aktienrecht ist die Vermögensbindung sogar noch stärker ausgeprägt:
Die Kapitalerhaltung nach den §§ 57, 62 AktG erfasst das gesamte
Vermögen der Gesellschaft, nicht nur wie bei der GmbH das statuarische
Grundkapital. Ausschüttungen sind nur aufgrund eines
Gewinnverwendungsbeschlusses der Hauptversammlung nach § 174
AktG möglich. Im Übrigen unterliegen Aktionäre zwar keinem
11 Grundlegend BGHZ 89, 162, 165 ff. = NJW 1984, 1351 – Heumann/Ogilvy;
Michalski/Michalski/Funke (Fn. 6), § 13 Rn. 188 ff. (speziell zu den Rechtsfolgen Rn.
265 ff.); Roth/Altmeppen/Altmeppen (Fn. 4), § 13 Rn. 45 ff.;
Ulmer/Habersack/Löbbe/Raiser (Fn. 6), § 14 Rn. 104 ff. 12 Beispielsweise ist ein Beschluss analog § 241 Nr. 3 Alt. 2 AktG nichtig, sofern er einen
Verstoß gegen die Kapitalerhaltungsregeln (§§ 30 f. GmbHG) bezweckt; Römermann in:
Michalski, GmbHG, Band 2, 2. Aufl. 2010, Anh. § 47 Rn. 22 ff.; Henssler/Strohn/Verse
(Fn. 8), § 14 GmbHG Rn. 116. 13 Lenz in: Michalski, GmbHG, Band 2, 2. Aufl. 2010, § 37 Rn. 16 ff.; Stephan/Tieves in:
Münchener Kommentar zum GmbHG, Band 2, 2012, § 37 Rn. 115 ff.; OLG Düsseldorf
ZIP 1984, 1476, 1477 f. 14 Michalski/Lenz (Fn. 13), § 37 Rn. 19 ff.; MünchKommGmbHG/Stephan/Tieves (Fn. 13),
§ 37 Rn. 118 ff. 15 BGHZ 9, 157, 163; 16, 317, 322 = WM 1955, 437; BGH GmbHR 1987, 302, 303; OLG
Frankfurt/Main GmbHR 1993, 659, 659 f.; Lutter/Hommelhoff/Bayer (Fn. 6), § 14 Rn.
31; Michalski/Michalski/Funke (Fn. 6), § 13 Rn. 184 ff.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
190
allgemeinen Wettbewerbsverbot,16
wohl aber mitgliedschaftlichen
Treuepflichtbindungen gegenüber der Gesellschaft und den
Mitaktionären17
. Verstöße können neben der Anfechtbarkeit von
Gesellschafterbeschlüssen18
wiederum Unterlassungs- und
Schadensersatzansprüche der Gesellschaft nach sich ziehen.19
Allerdings
gilt es hierbei die besondere Haftungsvorschrift des § 117 AktG und deren
Wertungen zu beachten,20
woraus insbesondere eine Haftungsbegrenzung
auf Vorsatz folgt.21
In der abhängigen, also der von einem Unternehmer-Aktionär (§ 15 AktG)
beherrschten AG sind zudem die §§ 311 -318 AktG als Sonderrecht des
faktischen Aktienkonzerns zu beachten. Diese Vorschriften finden
16 Koch in: Hüffer AktG, 11. Aufl. 2014, § 311 Rn. 52; Altmeppen in: Münchener
Kommentar zum AktG, Band 5, 3. Aufl. 2010, Vor § 311, Rn. 50 f.; s. auch Henze/Notz
in: Großkommentar zum AktG, Band 2, 4. Aufl. 2008, Anh. § 53a Rn. 78:
Wettbewerbsverbot allenfalls als Ausfluss der mitgliedschaftlichen Treuepflicht. 17 GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. 16), Anh. § 53a Rn. 62 ff.; Hölters/Laubert, AktG, 2.
Aufl. 2014, § 53a Rn. 17; Bungeroth in: Münchener Kommentar zum AktG, Band 1, 3.
Aufl. 2008, Vor § 53a, Rn. 25 ff. Im Verhältnis der Gesellschafter untereinander hat der
BGH sowohl eine Treuepflicht der Aktionärsmehrheit gegenüber der -minderheit als
auch umgekehrt anerkannt, s. nur BGHZ 103, 184, 194 ff. = NJW 1988, 1579 = WM
1988, 325 – Linotype und BGHZ 129, 136, 143 ff. = NJW 1995, 1739 = WM 1995, 882
– Girmes. 18 Würthwein in: Spindler/Stilz, AktG, Band 2, 2. Aufl. 2010, § 243 Rn. 158 ff.; Hüffer in:
Münchener Kommentar zum AktG, Band 4, 3. Aufl. 2011, § 243 Rn. 44 ff.; Hüffer/Koch
AktG (Fn. 16), § 243 Rn. 24 ff. m. w. Nachw. Dies entspricht im Ergebnis auch der
Rechtsprechung, die freilich die Bedeutung der mitgliedschaftlichen Treuepflicht für die
Kontrolle von Hauptversammlungsbeschlüssen bislang kaum betont, s. etwa BGHZ 71,
40, 43 ff. = NJW 1978, 1316 = WM 1978, 401 – Kali + Salz; BGHZ 83, 319, 321 =
NJW 1982, 2444 = WM 1982, 660; BGHZ 120, 141, 145 f. = NJW 1993, 400 = WM
1992, 2098. 19 S. nur GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. 16), Anh. § 53a Rn. 142 ff.;
Henssler/Strohn/Verse (Fn. 8), § 14 GmbHG Rn. 117. 20 Spindler in: Münchener Kommentar zum AktG, Band 2, 4. Aufl. 2014, § 117 Rn. 71;
GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. 16), Anh. § 53a Rn. 146. 21 So jedenfalls für eine Haftung wegen treuwidriger Stimmrechtsausübung BGHZ 129,
136, 162 = NJW 1995, 1739 = WM 1995, 882 – Girmes; allgemeiner
GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. 16), Anh. § 53a Rn. 149;
MünchKommAktG/Bungeroth (Fn. 17), Vor § 53a, Rn. 44 m. w. Nachw.; a.A. Guntz,
Treubindungen von Minderheitsaktionären, 1997, S. 144 ff.; Wastl NZG 2005, 17, 21.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
191
Anwendung, soweit der herrschende Aktionär – was in der Realität den
Regelfall darstellt – noch durch anderweitige wirtschaftliche Interessen
gebunden und somit (herrschendes) Unternehmen i.S. des § 15 AktG ist22
.
In der Sache gestatten die §§ 311, 317 AktG dem Unternehmer-Aktionär
eine nachteilige Einflussnahme auf „seine“ AG, etwa den Abzug von
Liquidität, wenn er den Nachteil bis zum Ende des Geschäftsjahres
ausgleicht oder der AG einen Rechtsanspruch auf einen zum Ausgleich
bestimmten Vorteil gewährt.
Hält der Aktionär diesen Privilegierungsrahmen ein, indem er jeden
einzelnen Nachteil rechtzeitig und vollständig ausgleicht, sind die
allgemeinen Vermögensschutzregeln suspendiert.23
Versäumt er hingegen
die Ausgleichsgewährung, schuldet er der AG Schadensersatz (§ 317
AktG). Der Anspruch kann nach § 317 Abs. 4 und § 309 Abs. 4 AktG
auch von den Mitaktionären und mitunter sogar von den
Gesellschaftsgläubigern für Rechnung der AG geltend gemacht werden.
2. Grenzen des Schutzsystems
Die geschilderten Regeln zum Schutze des Gesellschaftsvermögens
leisten keinen umfassenden Schutz gegen Zugriffe der Gesellschafter. Die
verbleibenden Lücken und Defizite betreffen im Wesentlichen die
folgenden Punkte.
a) GmbH-Recht
In der GmbH besteht ein Schutzdefizit insbesondere dann, wenn kein
widersprechender Minderheitsgesellschafter vorhanden ist. Dies betrifft
22 Zu diesem für den Unternehmensbegriff nach den §§ 15 ff. AktG maßgeblichen
Kriterium statt vieler Hüffer/Koch AktG (Fn. 16), § 15 Rn. 10; aus der Rechtsprechung
BGHZ 69, 334, 336 ff = NJW 1978, 104 = WM 1977, 1346; BGHZ 74, 359, 364 f =
NJW 1979, 2401 = WM 1979, 910; BGHZ 80, 69, 72 = NJW 1981, 1512 = WM 1981,
357; BGHZ 95, 330, 337 = NJW 1986, 188 = WM 1985, 1263; BGHZ 135, 107, 113 =
NJW 1997, 1855 = WM 1997, 967; BGH NJW 2001, 2973, 2974 = WM 2001, 1461. 23 BGHZ 179, 71, 76 f. (Rn. 11) = NJW 2009, 850 = WM 2009, 78 – MPS;
Mülbert/Leuschner NZG 2009, 281, 286 f.; Hüffer/Koch AktG (Fn. 16), § 311 Rn. 49; A.
Wilhelm NZG 2012, 1287, 1288; a.A. nur Altmeppen ZIP 1996, 693, 695 ff.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
192
vor allem die Einpersonen-Gesellschaft mit einem einzigen Gesellschafter
sowie den Fall, dass sämtliche Mitgesellschafter einvernehmlich agieren.
In solchen Fällen versagen die mitgliedschaftlichen
Treuepflichtbindungen gegenüber der Gesellschaft und auch das
Wettbewerbsverbot. Diese Verhaltensbindungen stehen in der GmbH
nämlich zur Disposition der Gesellschafter und können von diesen durch
einstimmige Gesellschafterentscheidung punktuell abbedungen werden.24
Die Kapitalerhaltungsregeln bleiben zwar im Interesse der Gläubiger
sowohl für die Gesellschafter (§ 241 Nr. 3 Alt. 2 AktG analog25
) als auch
für die Geschäftsführung verbindlich. In der Sache bieten sie jedoch nur
eingeschränkt Schutz: Wie bereits erwähnt, verpflichten sie den
Gesellschafter zum einen lediglich zur Erstattung entnommener Beträge
und erfassen nicht auch weitergehenden Kollateralschäden, etwa
entgangene Zinsen. Zum anderen sind sie nicht anwendbar, soweit ein
Abzug von Gesellschaftsvermögen überhaupt nicht erfolgt, sondern die
Insolvenz auf andere, bilanziell nicht messbare Weise verursacht wird –
etwa durch konzernintegrative Maßnahmen oder einen bilanzneutralen
Austausch von Vermögenswerten der Gesellschaft, z.B. im Falle der
Darlehensgewährung.26
b) Aktienrecht
Was die Grenzen des Vermögensschutzes gegen Aktionärszugriffe
anbelangt, gilt Entsprechendes wie im GmbH-Recht. Der Alleinaktionär
unterliegt keiner mitgliedschaftlichen Treuebindung gegenüber der
Gesellschaft27
und bei kapitalerhaltungswidrigen Auszahlungen ist der
Aktionär lediglich zur Rückgewähr erhaltener Beträge verpflichtet.
24 Habersack ZGR 2008, 533, 537; speziell zum Wettbewerbsverbot vgl. BGH WM 2008,
302 (Rn. 15) = ZIP 2008, 308; speziell zur Treuepflicht Liebscher in: Münchener
Kommentar zum GmbHG, Band 1, 2. Aufl. 2015, Anh. § 13 Rn. 398;
Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 20; GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. 16),
Anh. § 53a Rn. 43; Roth/Altmeppen/Altmeppen (Fn. 4), § 13 Rn. 57 ff. m. w. Nachw. 25 Näher dazu unten III. 2. c) in Fn. 57. 26 Habersack ZGR 2008, 533, 537. 27 Insbesondere besteht nach ganz h.M. keine Treuepflicht des Alleinaktionärs gegenüber
der AG, s. MünchKommAktG/Bungeroth (Fn. 17), Vor § 53a, Rn. 24;
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
193
Allerdings finden auch bei der Einpersonen-AG die Schädigungsverbote
der §§ 311, 317 AktG und des § 117 AktG Anwendung.28
Dabei ist
unerheblich, ob der Aktionär die AG durch Vermögensentzug oder auf
bilanzneutrale Weise schädigt; er ist für jede Nachteilszufügung
verantwortlich.29
Führt die Einflussnahme zur Insolvenz, kann der
Aktionär auch zum Ersatz von „Kollateralschäden“ verpflichtet sein.30
Gleichwohl ist auch das strenge Schutzsystem der §§ 311 ff. AktG nicht
lückenlos.31
Zwei Fallgestaltungen, in denen es versagt, sind von
besonderem Interesse:32
- Bei der ersten Konstellation geht es um die sogenannte qualifizierte
Nachteilszufügung. Diese liegt vor, wenn die Gesellschaft durch eine
bestimmte nachteilige Maßnahme eine massive Beeinträchtigung ihrer
Entfaltungsmöglichkeiten erfährt, die in ihren nachteiligen Auswirkungen
überhaupt nicht – noch nicht einmal durch richterliche Schätzung gemäß
§ 287 ZPO – abzusehen ist und also auch durch Vermögensausgleich im
Sinne der §§ 311, 317 AktG nicht mehr behoben werden kann. 33
Dies
GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. 16), Anh. § 53a Rn. 42 ff.; Wiesner in: Münchener
Handbuch des Gesellschaftsrechts, Band 4, AG, 3. Aufl. 2007, § 17 Rn. 16. 28 Habersack in: Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013,
Anh. § 317, Rn. 5; Habersack ZGR 2008, 533, 551; Bachmann NZG 2001, 961, 970; A.
Wilhelm NZG 2012, 1287, 1291; a.A. Götz AG 2000, 498 ff. 29 Hüffer/Koch AktG (Fn. 16), § 311 Rn. 24; Koppensteiner in: Kölner Kommentar zum
AktG, Band 6, 3. Aufl. 2004, § 311 Rn. 51; A. Wilhelm NZG 2012, 1287, 1291. 30 S. zu Kollateralschäden bereits oben II. 1. a); für die Bestimmung des Umfangs des
ersatzfähigen Schadens sind die allgemeinen Regeln (§§ 249 ff. BGB) maßgeblich. Der
Schaden ist gegebenenfalls nach § 287 ZPO zu schätzen. 31 Zumindest aus praktischer Sicht a.A. MünchKommAktG/Altmeppen (Fn. 16), Anh.
§ 317 Rn. 14: Es sei „nicht ein einziger Fall bekannt geworden, in welchem §§ 311 ff.
zum Schutz der abhängigen AG nicht ausgereicht hätten.“ Zur vergleichsweise geringen
praktischen Bedeutung des Problems zuletzt Schall in: Festschrift Stilz, 2014, S. 537 m.
w. Nachw. 32 Prägnante Darstellung der Fallgruppen bei Emmerich/Habersack, Konzernrecht, 10.
Aufl. 2013, § 28 Rn. 6. 33 Emmerich/Habersack/Habersack (Fn. 28), Anh. § 317 Rn. 20; Bödeker in:
Henssler/Strohn, Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 311 Rn. 34.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
194
kommt z.B. in Betracht, wenn die Gesellschaft in Vollzug einer
strategischen Grundentscheidung nachhaltig umgestaltet wird, etwa zu
einer reinen Vertriebsgesellschaft für die Produkte des herrschenden
Unternehmens.34
- Die zweite Konstellation ist als qualifiziert faktischer Konzern bekannt:
Der Aktionär wirkt derart häufig und intensiv auf den Vorstand der AG
ein, dass sich einzelne schädigende Einflussnahmen als
Anknüpfungspunkt für den Nachteilsausgleich und für eine
Schadensersatzhaftung gar nicht mehr isolieren lassen.35
Dies ist
jedenfalls dann der Fall, wenn die konzernierte Gesellschaft einen
vollständigen Autonomieverlust erleidet und de facto wie eine
unselbständige Betriebsabteilung des herrschenden Unternehmens geführt
wird.36
III. Existenzvernichtungshaftung im GmbH-Recht
Gelegenheit, die Lücken im System des gesetzlich normierten
Gläubigerschutzes zu schließen, hatte der BGH bislang nur für die GmbH,
nicht aber für die AG. Der Grund hierfür liegt nicht allein in der
strengeren Finanzverfassung der AG, sondern auch darin, dass die AG im
Unterschied zur GmbH über einen grundsätzlich keinen Weisungen der
Hauptversammlung unterliegenden Vorstand37
und über einen
obligatorischen Aufsichtsrat38
als Kontrollinstanz verfügt. Dies sorgt
34 Beispiel nach Mülbert, Aktiengesellschaft, Unternehmensgruppe und Kapitalmarkt, 2.
Aufl. 1996, S. 484. 35 H.F. Müller in: Spindler/Stilz, AktG, Band 2, 2. Aufl. 2010, Vor § 311 Rn. 25 und § 317
Rn. 9; MünchKommGmbHG/Liebscher (Fn. 24), Anh. § 13 Rn. 520;
Emmerich/Habersack/Habersack (Fn. 28), Anh. § 317 Rn. 17; Henssler/Strohn/Bödeker
(Fn. 33), § 311 Rn. 34; Hölters/Leuering/Goertz, AktG, 2. Aufl. 2014, § 311 Rn. 97 f. 36 So die präzisierende Umschreibung bei Ulmer NJW 1986, 1579, 1584; K. Schmidt,
Gesellschaftsrecht, 4. Aufl. 2002, § 39 III 3 c) aa), S. 1230 f.; K. Schmidt ZIP 1986, 146,
147; K. Schmidt ZIP 1989, 545, 550. 37 Zur Weisungsfreiheit des Vorstands s. die §§ 76 Abs. 1, 119 Abs. 1, 2 AktG und als
Ausnahme hiervon § 83 AktG. 38 S. die §§ 95 ff. AktG.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
195
schon in organisatorischer Hinsicht für eine gewisse Eingriffs- und
Insolvenzprophylaxe.39
1. Sukzessive Erprobung von vier Haftungsmodellen in der
Rechtsprechung
Mit diesen Strukturunterschieden zwischen GmbH und AG steht zugleich
fest, dass eine Haftung von GmbH-Gesellschaftern wegen Schädigungen
„ihrer“ GmbH in entsprechender Anwendung der §§ 311 ff. AktG nicht in
Betracht kommt. Die GmbH hat eben nicht notwendig einen Aufsichtsrat,
wogegen das System der §§ 311 ff. AktG eine Nachteilszufügung gerade
deshalb zulässt, weil die abhängige Gesellschaft in einem
Abhängigkeitsbericht alle nachteiligen Geschäfte und den von ihr jeweils
erhaltenen Ausgleich aufführen muss (§ 312 AktG), den der Aufsichtsrat
zu prüfen hat (§ 314 AktG).40
Im Übrigen hat sich der für das Gesellschaftsrecht zuständige II.
Zivilsenat des BGH mit der Schließung der Haftungslücke schwer getan
und insgesamt nicht weniger als vier sehr unterschiedliche Modelle zur
Haftung von GmbH-Gesellschaftern eingeführt, ausdifferenziert und, was
die ersten beiden angeht, wieder verworfen.
Das ursprüngliche konzernrechtliche Haftungsmodell der sogenannten
„Autokran“-Entscheidung41
sah vor, dass Gesellschafter, die den
konzernrechtlichen Unternehmensbegriff des § 15 AktG42
erfüllen und die
mit besonderer Breite und Dichte auf „ihre“ GmbH einwirken, gegenüber
den Gläubigern für deren Verluste haften. Zur Begründung dieser
Ausfallhaftung bei qualifiziert faktischer Konzernierung knüpfte der BGH
daran an, dass eine derart intensive Geschäftsleitung den Verhältnissen
des Vertragskonzerns im Sinne der §§ 291 ff. AktG entspreche und dass
39 Habersack ZGR 2008, 533, 549. 40 Ganz h.M., wie hier Baumbach/Hueck/Zöllner/Beurskens, GmbHG, 20. Aufl. 2013,
SchlAnhKonzernR Rn. 127 m. w. Nachw.; a.A. Roth/Altmeppen/Altmeppen (Fn. 4),
Anh. § 13 Rn. 154 ff. 41 BGHZ 95, 330 = NJW 1986, 188 – Autokran. 42 S. oben II. 1. b).
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
196
daher die für den Vertragskonzern geltenden Haftungsvorschrift des § 303
AktG analoge Anwendung finden könnten. 43
Eine Haftung des
Gesellschafters für Jahresfehlbeträge der GmbH analog § 302 AktG
(Verlustausgleichshaftung) thematisierte der Senat ebenfalls, beschränkte
sie jedoch letztlich auf die mehrgliedrige Gesellschaft.44
Nach teilweise scharfer Kritik des Schrifttums45
wechselte der BGH in der
„TBB“-Entscheidung46
zum Modell einer konzernrechtlichen Haftung
wegen schädigender Einflussnahme. Das kommt im ersten Leitsatz der
„TBB“-Entscheidung zum Ausdruck: „Der eine GmbH beherrschende
Unternehmensgesellschafter haftet entsprechend den §§ 302, 303 AktG
[d.h. gegenüber der Gesellschaft auf Verlustausgleich und gegenüber den
Gläubigern in Höhe ihrer Forderungen], wenn er die
Konzernleitungsmacht in einer Weise ausübt, die keine angemessene
Rücksicht auf die eigenen Belange der Gesellschaft nimmt, ohne daß sich
der ihr insgesamt zugefügte Nachteil durch Einzelausgleichsmaßnahmen
kompensieren ließe“.
Wenige Jahre später kam es zu einem neuerlichen Systemwechsel. Unter
dem Einfluss des damaligen Vorsitzenden des II. Zivilsenats – Volker
Röhricht47
– bekannte sich das Gericht nunmehr zum Modell einer
Durchgriffshaftung wegen schädigender Einflussnahme. Auf die
Unternehmenseigenschaft des Gesellschafters sollte es nicht mehr
ankommen und eine verschuldensabhängige Direkt- bzw.
Durchgriffshaftung gegenüber den Gläubigern trat an die Stelle des
bisherigen zweispurigen Haftungsmodells, das für den Fall mehrgliedriger
Gesellschaften eine verschuldensunabhängige Verlustausgleichshaftung
gegenüber der Gesellschaft (§ 302 AktG analog) und stets eine
43 BGHZ 95, 330, 342 f. = NJW 1986, 188 – Autokran; dazu etwa
Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 57. 44 BGHZ 95, 330, 345 f. = NJW 1986, 188 – Autokran. 45 Statt vieler Röhricht in: Festschrift 50 Jahre BGH, 2000, S. 83, 85; K. Schmidt NJW
2001, 3577, 3578. 46 BGHZ 122, 123 = NJW 1993, 1200 = WM 1993, 687 – TBB. 47 Zuvor bereits Röhricht in: Festschrift 50 Jahre BGH, 2000, S. 83 ff.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
197
verschuldensunabhängige Ausfallhaftung gegenüber den Gläubigern
(§ 303 AktG analog) vorsah.48
Den vorläufigen Abschluss dieser wechselhaften Entwicklung bildet die
„Trihotel“-Entscheidung.49
Darin kam das Gericht nach einer
ausführlichen Schwachstellenanalyse des „Röhricht-Modells“ zum
Ergebnis, dass eine Existenzvernichtungshaftung am besten in Form einer
rein deliktischen Haftung gegenüber der Gesellschaft selbst
auszugestalten sei.
2. Das aktuelle Haftungsmodell der Trihotel-Entscheidung
a) Haftungstatbestand und Rechtsfolge
Als Anspruchsgrundlage der Existenzvernichtungshaftung stellt der BGH
in „Trihotel“50
auf § 826 BGB ab. Diese mit „sittenwidrige vorsätzliche
Schädigung“ überschriebene Generalklausel lautet kurz und bündig: „Wer
in einer gegen die guten Sitten verstoßenden Weise einem anderen
vorsätzlich Schaden zufügt, ist dem anderen zum Ersatz des Schadens
verpflichtet“. Welche Anforderungen gelten, wenn man die
Existenzvernichtungshaftung als besondere Fallgruppe dieser Norm
einordnet, hat der BGH wie folgt dargelegt:
(1) Als Schädiger im Sinne des § 826 BGB kommt an sich jedermann in
Betracht. Der BGH will den Kreis der Verpflichteten aber wohl nach
gesellschaftsrechtlichen Maßstäben eingrenzen. Neben dem Gesellschafter
könne auch derjenige haften, der seinerseits an einem Gesellschafter der
GmbH beteiligt ist; dies gelte jedenfalls dann, wenn der mittelbar
Beteiligte – ein sogenannter Gesellschafter-Gesellschafter –
beherrschenden Einfluss auf die geschädigte Gesellschaft ausüben kann
(Rn. 44).
48 In diesem Sinne schon BGHZ 149, 10 = NJW 2001, 3622 = WM 2001, 2062 – Bremer
Vulkan; präzisierend dann BGHZ 151, 181 = NJW 2002, 3024 = WM 2002, 1804 –
KVB; BGH NJW 2004, 1107 = WM 2004, 2254 = NZG 2004, 1107 – Rheumaklinik.
Zum Ganzen auch Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 57. 49 BGHZ 173, 246 = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 50 BGHZ 173, 246 = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
198
(2) Geschädigter und damit Inhaber des Ersatzanspruchs ist nach dem
Binnenhaftungskonzept der „Trihotel“-Entscheidung die geschädigte
Gesellschaft selbst.
(3) Den objektiven Tatbestand der Sittenwidrigkeit sieht der Senat als
gegeben an, wenn erstens ein „qualifizierter“ Eingriff des Gesellschafters
in das Gesellschaftsvermögen erfolgt und zweitens der Gesellschafter mit
diesem Eingriff gegen seine Pflicht verstößt, „die Zweckbindung des
Gesellschaftsvermögens zur vorrangigen Befriedigung der
Gesellschaftsgläubiger während der Lebensdauer der GmbH“ zu
respektieren (Rn. 25). Im Einzelnen:
- Ein „qualifizierter“ Eingriff liegt vor, wenn der Eingriff gezielt zu
betriebsfremden Zwecken erfolgt (Rn. 31) und nicht oder nicht in vollem
Umfang durch die §§ 30, 31 GmbHG ausgeglichen werden kann, etwa im
Falle der Kollateralschäden. Funktional gesehen wird mit dem Merkmal
des „qualifizierten Eingriffs“ also eine gegenüber den §§ 30, 31 GmbHG
intensivierte „Entnahmesperre“ (Rn. 28) errichtet.
- Die Pflicht, die Zweckbindung des Gesellschaftsvermögens zur
vorrangigen Befriedigung der Gesellschaftsgläubiger zu respektieren,
wird verletzt, wenn der „qualifizierte“ Eingriff die Solvenz der
Gesellschaft beseitigt (Rn. 30) und damit die Insolvenz der Gesellschaft
herbeiführt oder diese noch vertieft (Rn. 16). Diese zweite Voraussetzung
für ein objektiv sittenwidriges Verhalten hat zur Folge, dass ein
Gesellschaft nur dann nach § 826 BGB haftet, wenn die Gesellschaft in
die Insolvenz gerät; ist dies nicht der Fall, bleibt sein „qualifizierter“
Eingriff ohne eine Sanktion.
(4) Für den subjektiven Tatbestand des zumindest bedingten Vorsatzes
lässt es der Senat ausreichen, wenn der handelnde Gesellschafter billigend
in Kauf nimmt (Eventualvorsatz), dass durch von ihm selbst oder mit
seiner Zustimmung veranlasste Maßnahmen das Gesellschaftsvermögen
„qualifiziert“ geschädigt wird; ein Bewusstsein der Sittenwidrigkeit ist
nicht erforderlich (Rn. 30).
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
199
(5) Der ersatzfähige Schaden der Gesellschaft besteht, auch wenn der
BGH dies nicht ausdrücklich sagt, in der Differenz zwischen dem
Gesamtbetrag der Gläubigerforderungen und den bei der Gesellschaft
noch vorhandenen Vermögenswerten. Nicht geschuldet ist eine
Wiederauffüllung des Stammkapitals; die Existenzvernichtungshaftung
besteht nur im Gläubigerinteresse und nicht (auch) im Interesse der
Gesellschaft selbst.
(6) Auf der Konkurrenzebene ist die Existenzvernichtungshaftung nach
§ 826 BGB im Gegensatz zu früheren Haftungsmodellen nicht subsidiär
gegenüber anderen Ansprüchen, insbesondere auch nicht zu einem
Anspruch aus § 31 GmbHG. Vielmehr stehen die möglichen
Anspruchsgrundlagen selbständig nebeneinander (Rn. 38 ff.).
b) Begründung des BGH
Zur Begründung seiner neuerlichen Rechtsprechungsänderung verweist
der BGH zunächst darauf, dass der Schutz des Gesellschaftsvermögens
durch die §§ 30, 31 GmbHG gewisse Lücken aufweise und dass der
Gesellschafter daher „unzweifelhaft“ einer Haftungssanktion zu
unterwerfen sei, um das „zur Befriedigung der Gesellschaftsgläubiger
erforderliche Gesellschaftsvermögen gegen existenzvernichtende, d.h. zur
Insolvenz der Gesellschaft führende oder eine solche vertiefende Eingriffe
des Gesellschafter“ zu schützen (Rn. 19).
Sodann stellt das Gericht selbstkritisch fest, dass sein bisheriges
Haftungsmodell auf der Rechtsfolgenebene von einer gewissen
Inhomogenität und dogmatischen Unschärfe gekennzeichnet war (Rn. 18
ff.). Insbesondere sei bislang neben der genuin gesellschaftsrechtlichen
Existenzvernichtungshaftung stets eine konkurrierende Haftung der
Gesellschafter aus § 826 BGB gegenüber den Gläubigern angenommen
worden.
Diese Unstimmigkeiten löst das Gericht durch richterlichen
Gestaltungsakt dahin auf, dass sich die Existenzvernichtungshaftung
nunmehr auf eine einzige Haftungsbeziehung beschränkt: die Haftung des
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
200
Gesellschafters gegenüber der GmbH als besondere Fallgruppe im
Rahmen der allgemeinen deliktischen Anspruchsnorm des § 826 BGB
(Rn. 23).
Für dieses Haftungskonzept führt das Gericht zudem eine Reihe von
Vorzügen an:
- erstens ginge eine uneingeschränkte verschuldensunabhängige
Durchgriffshaftung in einer Vielzahl von Fällen zu weit und drohe der
Rechtsform GmbH den Boden zu entziehen (Rn. 27);
- zweitens erfordere der objektive Tatbestand der
Existenzvernichtungshaftung einen gezielten betriebsfremden Entzug von
Vermögenswerten und hierzu passe das Erfordernis eines Handelns mit
zumindest Eventualvorsatz des § 826 BGB (Rn. 31);
- drittens erlaube eine Innenhaftung gegenüber der Gesellschaft die
Integration der §§ 30, 31 GmbHG in ein umfassendes
Innenhaftungskonzept (Rn. 32); und
- viertens liege den §§ 30, 31 GmbHG das Konzept einer
„Haftungskanalisierung“ auf die Gesellschaft zugrunde, also einer
Abwicklung aller Ansprüche über das Gesellschaftsvermögen, und dies
sei bei einem ergänzenden Haftungsmodell zu respektieren (Rn. 33).
c) Kritik im Schrifttum
Im Schrifttum wird das Erfordernis eines die §§ 30, 31 GmbHG
flankierenden Haftungstatbestands nicht bestritten, wohl aber das
Haftungskonzept der „Trihotel“-Entscheidung vielfach kritisiert.51
Zwei der häufigsten Kritikpunkte sind dabei miteinander verknüpft. Zum
einen wird bemängelt, dass der BGH für eine Innenhaftung gegenüber der
Gesellschaft auf § 826 BGB zurückgegriffen habe, statt eine
Schadensersatzpflicht wegen Verletzung der mitgliedschaftlichen
51 Kritisch etwa Henssler/Strohn/Verse (Fn. 8), § 13 GmbHG Rn. 50; Staudinger/Oechsler,
BGB, 2014, § 826 Rn. 324b f.; Wagner in: Münchener Kommentar zum BGB, Band 5,
6. Aufl. 2013, § 826 Rn. 136 f.; Dauner-Lieb ZGR 2008, 34, 41 ff.; Osterloh-Konrad
ZHR 172 (2008), 274, 290 ff.; Vetter BB 2007, 1965, 1965 f.; Weller ZIP 2007, 1681,
1682 f.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
201
Treuepflicht gegenüber der GmbH anzunehmen.52
Zum anderen wird das
Vorsatzerfordernis des § 826 BGB als zu streng angesehen und eine
Fahrlässigkeitshaftung befürwortet.53
Was zunächst den Rückgriff des Gerichts auf § 826 BGB anbelangt,
vermag in der Tat kaum einzuleuchten, weshalb ausgerechnet das
allgemeine Deliktsrecht eine indisponible Zweckbindung des
Gesellschaftsvermögens zur vorrangigen Gläubigerbefriedigung festlegen
soll. Rechtssystematisch sehr viel näher hätte es gelegen, diese
gesellschaftsrechtliche Wertung im Rahmen des Gesellschaftsrechts zu
verankern. Zu denken wäre insbesondere an eine Haftung gegenüber der
Gesellschaft wegen der Verletzung mitgliedschaftlicher Treuepflichten
(§ 280 Abs. 1 BGB), die auch im Gläubigerinteresse bestehen und von der
sich der Gesellschafter analog § 241 Nr. 3 Alt. 2 AktG nicht befreien
kann.54
Allerdings genügt für die Haftung wegen Treuepflichtverletzung
nach § 280 Abs. 1 BGB im GmbH-Recht nach allgemeinen Grundsätzen
schon leichte Fahrlässigkeit.55
Jedoch hätte das Gericht die gewollte
Begrenzung der Gesellschafterhaftung auf vorsätzliches Handeln z.B. mit
einer analogen Anwendung des § 117 AktG begründen können.
Andererseits ist die Kritik des Schrifttums an der Einschränkung des
Haftungsmaßstabs auf vorsätzliches Handeln unter systematisch-
52 Für eine Lösung über die mitgliedschaftliche Treuepflicht etwa
MünchKommGmbHG/Liebscher (Fn. 24), Anh. § 13, Rn. 615; wohl auch Pentz in:
Rowedder/Schmidt-Leithoff, GmbHG, 5. Aufl. 2013, § 13 Rn. 126; bereits vor
„Trihotel“ zudem K. Schmidt NJW 2001, 3577, 3580; Ulmer ZIP 2001, 2021, 2025 ff.;
Ihrig DStR 2007, 1170 ff.; Vetter ZIP 2003, 601, 602; noch anders Lutter/Bayer in:
Lutter/Hommelhoff, GmbHG, 18. Aufl. 2012, § 13 Rn. 46: Durchgriffshaftung nach
Vorbild der „Bremer Vulkan“-Entscheidung. 53 Habersack ZGR 2008, 553, 558; Schwab ZIP 2008, 341, 348 ff.; schon vor „Trihotel“
für eine Fahrlässigkeitshaftung etwa Zöllner in: Festschrift Konzen, 2006, S. 999, 1013
ff.; insoweit positiver die Rezeption bei Staudinger/Oechsler (Fn. 61), § 826 Rn. 325d. 54 So oder ähnlich Grigoleit/Grigoleit, AktG, 2013, § 1 Rn. 124;
Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 59; K. Schmidt ZGR 2011, 108, 119 f.; s.
auch schon Mülbert DStR 2001, 1937, 1941 ff. 55 S. bereits oben II. 1. a).
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
202
wertenden Aspekten nicht ganz unbegründet. Der Geschäftsführer einer
GmbH haftet nämlich, wie eingangs erwähnt,56
nach dem neu
eingeführten § 64 Satz 3 GmbHG schon bei leichter Fahrlässigkeit für
Auszahlungen an Gesellschafter, soweit diese zur Zahlungsunfähigkeit der
Gesellschaft führen mussten. Es bedeutet einen gewissen
Wertungswiderspruch, dass der Gesellschafter als Veranlasser einer
solchen Maßnahme nur unter den strengen Voraussetzungen des § 826
BGB haftet, wogegen der Geschäftsführer nach § 64 Satz 3 GmbHG
schon bei leichter Fahrlässigkeit haftet.57
Nach den Wertungen des
Deliktsrechts ist der Geschäftsführer nämlich Teilnehmer an der Haupttat
des Gesellschafters und haftet daher deliktsrechtlich ebenfalls nur bei
Vorsatz (§ 830 BGB). Diese Zurückhaltung des Deliktsrechts nützt ihm
aber nichts, weil er nach § 64 Satz 3 GmbHG eben schon für leicht
fahrlässige Auszahlungen haftet. Als Rechtfertigung für diese Diskrepanz
beim Haftungsmaßstab bleibt nur, dass der Geschäftsführer sich aufgrund
seiner Stellung dem existenzbedrohenden Auszahlungsverlangen eines
56 Oben I. 57 Nach dem „Trihotel“-Konzept des BGH stellt der existenzvernichtende Eingriff eines
Alleingesellschafters keinen Verstoß gegen die mitgliedschaftliche Treuepflicht dar.
Nach allgemeinen Regeln ist der zugrunde liegende Gesellschafterbeschluss folglich
wirksam und befreit den Gesellschafter von dem in der GmbH grundsätzlich
bestehenden Schädigungsverbot, s. dazu bereits oben II. 1. a) und II. 2. a). Nach
allgemeinen Regeln haftet auch die Geschäftsführung nicht, wenn sie einen wirksamen
Gesellschafterbeschluss samt der darauf gründenden Weisung umsetzt; dies folgt im
Umkehrschluss aus § 43 Abs. 3 Satz 3 GmbHG. Vor diesem Hintergrund vermag prima
facie nicht einzuleuchten, weshalb die Geschäftsführung, nicht aber der Gesellschafter
für eine existenzvernichtende Maßnahme einstandspflichtig sein soll, sofern beiden
Seiten lediglich Fahrlässigkeit zur Last fällt und § 826 BGB folglich nicht anwendbar ist.
Einen Erklärungsansatz hat Leuschner entwickelt: Der Gesellschafterbeschluss weise
hier einen doppelten Regelungsgehalt auf, nämlich zum einen die an die
Geschäftsführung gerichtete Weisung, die existenzvernichtende Maßnahme umzusetzen,
und zum anderen den konkludent erteilten Dispens des Gesellschafters vom
Schädigungsverbot. Analog § 241 Nr. 3 Alt. 2 AktG soll freilich nur die Weisung an die
Geschäftsleitung, nicht aber der Dispens vom Schädigungsverbot unwirksam sein. Näher
Leuschner, Das Konzernrecht des Vereins, 2011, S. 311 ff.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
203
Gesellschafters zu widersetzen habe, und das erscheint einigen Stimmen
nicht hinreichend.58
Aus praktischer Sicht wird schließlich darauf hingewiesen, dass das
Konzept einer ausnahmslosen Innenhaftung für den Regelfall der GmbH-
Insolvenz, nämlich den Fall der masselosen Insolvenz, nicht überzeuge.59
Wird mangels vorhandener Vermögenswerte der GmbH kein
Insolvenzverwalter bestellt, würden Ansprüche der GmbH aus
Existenzvernichtungshaftung auch nicht durchgesetzt. Dass der BGH die
Gläubiger auf die Möglichkeit verweise, diese Ansprüche zu pfänden und
sich hieraus zu befriedigen,60
sei allenfalls theoretisch. Für den Regelfall
der masselosen Insolvenz müsse daher ausnahmsweise ein direkter Zugriff
der Gläubiger auf den Gesellschafter zugelassen werden.61
3. Fallgruppen eines betriebsfremden Eingriffs
Das „Trihotel“-Urteil differenziert nicht danach, auf welche Weise der
„betriebsfremde Eingriff“ in das Gesellschaftsvermögen erfolgt. Es muss
lediglich ein „Entzug von Vermögenswerten“62
vorliegen, wobei der BGH
ersichtlich einen weiten Vermögensbegriff zugrunde legt. In einem
späteren Urteil ließ er es etwa genügen, dass der Alleingesellschafter die
Geltendmachung eines Anspruchs gegen sich vereitelte, indem er im
Prozess bewirkte, dass ein Versäumnisurteil gegen die klagende GmbH
erging.63
58 Vor allem Habersack ZGR 2008, 533, 558. 59 Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 57; Habersack ZGR 2008, 533, 548;
Lutter/Hommelhoff/Lutter/Bayer (Fn. 52), § 13 Rn. 46. 60 BGHZ 173, 246, 261 f. (Rn. 36) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 61 Altmeppen NJW 2007, 2657, 2660; Habersack ZGR 2008, 533, 548;
Baumbach/Hueck/Zöllner/Beurskens (Fn. 40), SchlAnhKonzernR Rn. 126; auch noch
Liebscher in: Münchener Kommentar zum GmbHG, Band 1, 1. Aufl. 2010, Anh. § 13
Rn. 535. 62 BGHZ 173, 246, 259 (Rn. 31) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 63 BGHZ 179, 344, 350 = NJW 2009, 2127 = WM 2009, 800 – Sanitary.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
204
Infolgedessen wird man einen Eingriff nicht nur beim Entzug von
Geschäftschancen (corporate opportunities),64
sondern etwa auch beim
Abzug von Führungspersonal oder Know-How annehmen dürfen.65
Nach
Teilen des Schrifttums sollen sogar typische konzernintegrative
Maßnahmen, etwa der Anschluss an ein konzernweites Cash-Pooling oder
ein Vertriebssystem, erfasst sein.66
Dies erscheint freilich zweifelhaft,
denn bei solchen Vorgängen lässt sich von einem Entzug von
Vermögenswerten selbst bei einem weiten Vermögensbegriff kaum mehr
sprechen.
Sieht man die Funktion der Haftung darin, die Gläubiger gegen eine
nachträgliche Erhöhung des Ausfallrisikos zu schützen, wird man
andererseits sogar die Eingehung von Geschäften mit stark spekulativem
Charakter einzubeziehen haben.67
Aus Sicht der Gläubiger spielt es für die
nachträgliche Risikoerhöhung nämlich keine Rolle, ob dieser Effekt aus
der Auskehr von Vermögenswerten oder dem Eingehen riskanterer
Geschäfte resultiert.
Unvereinbar mit dem Konzept der beschränkten Gesellschafterhaftung
wäre es allerdings, könnte ein betriebsfremder Eingriff statt durch ein
„aktives Tun“ auch durch ein Unterlassen erfolgen. Würde die
unterlassene Zuführung von verloren gegangenem Haftkapital einen
betriebsfremden Eingriff darstellen, würde in der Sache das
Haftungsprivileg der GmbH-Gesellschafter abgeschafft.
4. Anderweitige Haftungskonstellationen
Folgerichtig liegt im Falle einer materiellen Unterkapitalisierung – der
Gesellschafter greift nicht auf Vermögen der GmbH zu, sondern unterlässt
64 Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 72. 65 Servatius in: Michalski, GmbHG, Band 1, Syst. Darstellung 4, Konzernrecht, Rn. 377
mit vielen weiteren Beispielen. 66 Michalski/Servatius (Fn. 65), Syst. Darstellung 4, Konzernrecht, Rn. 377;
Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 72. 67 MünchKommGmbHG/Liebscher (Fn. 24), Anh. § 13 Rn. 556; Decher in: Münchener
Handbuch des Gesellschaftsrechts, Band 3, GmbH, 4. Aufl. 2012, § 69 Rn. 9; Drygala
GmbHR 2003, 729, 735; Vetter ZIP 2003, 601.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
205
von vornherein deren Ausstattung mit betriebsnotwendigen Kapital –
ebenfalls kein existenzvernichtender betriebsfremder Eingriff vor, wie der
BGH in der „Gamma“-Entscheidung zutreffend ausgesprochen hat:68
Der
Haftungstatbestand nach „Trihotel“ soll die Gläubiger lediglich vor
opportunistischem Verhalten der Gesellschafter schützen, also gegen eine
erhebliche nachträgliche Erhöhung des bei Begründung der
Gläubigerbeziehung gegebenen Ausfallrisikos (ex post-Opportunismus).
Mit dem Bild einer „Selbstbedienung“ durch den Gesellschafter, welches
der Senat schon im „Trihotel“-Urteil zur Illustration des
Haftungstatbestands gebrauchte,69
hat eine Unterkapitalisierung nichts
gemein.
Ebenfalls nicht anwendbar sind die „Trihotel“-Grundsätze bei einer
„Sphären-“ oder „Vermögensvermischung“: Führen die Gesellschafter ihr
Unternehmen nicht getrennt von ihrem sonstigen Vermögen, so dass sich
der den Gläubigern zur Verfügung stehende Haftungsfonds nicht mehr
isolieren lässt, liegt darin kein betriebsfremder Eingriff.70
Allerdings
riskieren die Gesellschafter nach einer anderen Rechtsprechungslinie des
BGH sogar den völligen Verlust ihres Haftungsprivilegs im Wege der
Durchgriffshaftung.71
Gerade in der Insolvenz kann dies zu einer
drastischen Haftungsfalle werden.
68 BGHZ 176, 204 = NJW 2008, 2437 = WM 2008, 1220 – Gamma; ebenso
Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 64; Michalski/Servatius (Fn. 65), Syst.
Darstellung 4, Konzernrecht, Rn. 377; a.A. noch die Vorinstanz OLG Düsseldorf NZG
2007, 388 = ZIP 2007, 227; Casper in: Ulmer/Habersack/Winter, GmbHG, Band 3, 1.
Aufl. 2008, Anh. § 77 Rn. 128 ff. – Nach Teilen des Schrifttums soll in diesen Fällen
allerdings ungeachtet der „Trihotel“-Grundsätze eine Haftung nach § 826 BGB wegen
vorsätzlich sittenwidriger Schädigung unmittelbar der Gläubiger in Betracht kommen, s.
nur Lutter/Hommelhoff/Lutter/Bayer (Fn. 52), § 13 Rn. 22 m. w. Nachw. 69 BGHZ 173, 246, 257 f. (Rn. 28) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 70 BGHZ 173, 246, 257 (Rn. 27) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 71 S. zuletzt BGH NZG 2008, 187, 188 (Rn. 16) = NJW-RR 2008, 629 = WM 2008, 302;
zuvor bereits BGHZ 125, 366, 368 = NJW 1994, 1801 = WM 1994, 896; BGHZ 95, 330,
333 f. = NJW 1986, 188 = WM 1985, 1263 – Autokran; BGH NJW 1985, 740 f. = WM
1985, 54; OLG Celle GmbHR 2001, 1042; OLG Jena GmbHR 2002, 112, 114; dazu
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
206
IV. Übertragung auf sonstige Gesellschaftsformen
1. Aktiengesellschaft
Für die AG hatte der BGH bislang keine Gelegenheit, sich zur
Übertragung des Innenhaftungskonzepts zu äußern. Das Schrifttum spricht
sich vielfach dafür aus,72
auch wenn dem kaum praktische Bedeutung
zukommt. Denn das aktienrechtliche Schutzniveau der §§ 117, 311 ff.
AktG geht im Regelfall über die „Trihotel“-Standards noch hinaus, indem
es auch schon im Vorfeld einer Insolvenz Anwendung findet und daher
nicht nur Existenzschutz, sondern sogar Bestandsschutz gewährt.73
Die Diskussion konzentriert sich für das Aktienrecht daher auf die Frage,
ob die wenigen verbleibenden Schutzlücken durch weitergehende
Haftungsmodelle zu schließen sind. Konkret betrifft dies die bereits
erwähnten Fälle einer qualifizierten Nachteilszufügung und der
qualifiziert faktischen Konzernierung.74
Das Meinungsbild in der Literatur ist recht unübersichtlich. Der Sache
nach geht es letztlich darum, ob für die AG eines der früheren
konzernrechtlichen Haftungsmodelle – „Autokran“ oder „TBB“ – oder ein
ebenfalls Bestandsschutz bezweckendes anderes Alternativmodell
(weiterhin) zur Anwendung kommen soll. Während einige Stimmen
beides kategorisch ablehnen,75
ist sich ein Großteil des Schrifttums
jedenfalls darin einig, dass bestimmte Formen der Konzernleitung eine
globale Verlustausgleichspflicht – nach überwiegender Lesart samt
Michalski/Michalski/Funke (Fn. 6), § 13 Rn. 358 ff.; Roth/Altmeppen/Altmeppen (Fn.
4), § 13 Rn. 133 ff.; Lutter/Hommelhoff/Lutter/Bayer (Fn. 52), § 13 Rn. 19, 24;
Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. 4), § 13 Rn. 45. 72 Grigoleit/Grigoleit (Fn. 54), § 1 Rn. 126; Emmerich/Habersack/Habersack (Fn. 28),
Anh. § 317 Rn. 5a; Habersack ZGR 2008, 533, 550 f. m. w. Nachw.; vgl. auch
Hüffer/Koch AktG (Fn. 16), § 1 Rn. 25 ff. (§ 17 AktG als Pendant zu § 826 BGB); aus
der instanzgerichtlichen Rechtsprechung OLG Köln ZIP 2007, 28, 30; a.A. Schall,
Kapitalgesellschaftsrechtlicher Gläubigerschutz, 2009, S. 238 f.; Schall in: Festschrift
Stilz, 2014, S. 537, 547 f. 73 Dazu auch noch V. 1. 74 Oben II. 2. b). 75 Hüffer/Koch AktG (Fn. 16), § 1 Rn. 29; MünchKommAktG/Altmeppen (Fn. 16), Anh.
§ 317 Rn. 14 ff.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
207
Ausfallhaftung – des herrschenden Unternehmens nach sich ziehen
müssen. Sehr unterschiedlich wird indes beurteilt, auf welche
Rechtsgrundlage eine solche Haftung zu stützen ist und welche
Tatbestandsvoraussetzungen zu verlangen sind.76
Einige Stimmen befürworten eine Verlustausgleichs- und Ausfallhaftung
analog §§ 302, 303 AktG nach dem Vorbild des „TBB“-Urteils und lassen
hierfür die Ausübung intensiver (umfassender und dauerhafter)
Leitungsmacht genügen. Damit sind die oben77
beschriebenen Fälle
qualifiziert-faktischer Konzernierung gemeint, und zwar unabhängig
davon, ob die Gesellschaft im Ergebnis zu Schaden kommt oder floriert.78
Hinter dieser als „Strukturhaftung“ bzw. „Zustandshaftung“ bekannt
gewordenen Konzeption steht die Erwägung, der Aktionär müsse sich so
behandeln lassen, als bestünde ein Beherrschungsvertrag, weil eine
„umfassende und dauerhafte“ Konzernleitung eben nur bei Bestehen eines
Beherrschungsvertrags rechtmäßig sei.79
Nach dem Alternativmodell („Verhaltenshaftung“)80
soll die Ausübung
intensiver Leitungsmacht für sich genommen nicht genügen, um eine
Haftung analog den §§ 302, 303 AktG auszulösen. Hinzukommen müsse
vielmehr eine nachhaltige und regelmäßige oder doch zumindest
mehrfache Verletzung der Vermögensinteressen der abhängigen AG, die
nicht nach den §§ 311 ff. AktG kompensiert werden kann. Auf dieser
Basis wollen Einzelne die Verlustausgleichspflicht sogar unmittelbar aus
76 Ausführliche Darstellung der Positionen mit zahlreichen Nachweisen bereits bei
Mülbert, Aktiengesellschaft (Fn. 34), S. 477 ff. 77 Oben II. 2. b). 78 K. Schmidt, Gesellschaftsrecht (Fn. 36), § 39 III 3, S. 1224 ff.; Wiedemann ZGR 1986,
656, 664; Ulmer NJW 1986, 1579, 1584; wohl auch Spindler/Stilz/H.F. Müller (Fn. 35),
§ 317 Rn. 9 und Vor § 311 Rn. 25 ff. 79 Zu diesem Gesichtspunkt etwa Habersack ZGR 2008, 533, 553; Spindler/Stilz/H.F.
Müller (Fn. 35), Vor § 311 Rn. 25. 80 Lutter ZGR 1982, 244, 266 f.; Lutter ZIP 1985, 1425, 1429; Timm NJW 1987, 977, 982;
für Verhaltenshaftung auch J. Vetter in: K. Schmidt/Lutter, AktG, Band 2, 2. Aufl. 2010,
§ 317 Rn. 60.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
208
§ 317 AktG herleiten, indem sie den Jahresfehlbetrag der abhängigen AG
als „normativen Mindestschaden“ anerkennen81
oder eine „punktuellen
Erweiterung“ der Rechtsfolge des § 317 AktG befürworten82
. In der
Konsequenz sei nicht nur die Analogie zu § 302 AktG, sondern auch eine
Ausfallhaftung analog § 303 AktG entbehrlich, da die Gläubiger nach
§ 317 Abs. 4 AktG gegen den Gesellschafter vorgehen könnten.83
Nach einer dritten, ebenfalls auf die §§ 302, 303 AktG analog
abstellenden Auffassung ist es unerheblich, ob das herrschende
Unternehmen umfassend und dauerhaft oder nur einmalig zum Nachteil
der AG auf diese eingewirkt hat. Entscheidend sei lediglich, ob die
Einwirkung das Ausgleichssystem der §§ 311, 317 AktG außer Kraft
setze.84
Mit dieser Maßgabe begründet neben der qualifiziert-faktischen
Konzernierung auch eine (einmalige) qualifizierte Nachteilszufügung85
die Verlustausgleichspflicht samt Ausfallhaftung.86
U.E. ist nur die Statuierung einer pauschalen Verlustausgleichspflicht des
herrschenden Unternehmens angezeigt, und zwar immer dann, wenn
dieses die Funktionsfähigkeit der §§ 311, 317 AktG im Verhältnis zur AG
für die Zukunft außer Kraft setzt.87
Es kann nicht angehen, dass der
Aktionär ohne jede Sanktion wesentliche Schutzinstrumente des
Konzernrechts beseitigt, um sodann unkontrolliert auf die Gesellschaft
einwirken zu können.88
Dies muss unabhängig davon gelten, ob die
81 KK/Koppensteiner (Fn. 29), § 317 Rn. 22 f. m. w. Nachw. 82 K. Schmidt/Lutter/J. Vetter (Fn. 80), § 317 Rn. 53 ff. 83 K. Schmidt/Lutter/J. Vetter (Fn. 80), § 317 Rn. 64. 84 Statt vieler Raiser/Veil, Recht der Kapitalgesellschaften, 5. Aufl. 2010, § 53 Rn. 57;
Emmerich/Habersack/Habersack (Fn. 28), Anh. § 317 Rn. 16; Schall in: Festschrift
Stilz, 2014, S. 537, 552. 85 Oben II. 2. b). 86 Statt vieler Emmerich/Habersack/Habersack (Fn. 28), Anh. § 317 Rn. 16, 20; Krieger
in: Münchener Handbuch des Gesellschaftsrechts, Band 4, AG, 3. Aufl. 2007, § 69 Rn.
133 ff. 87 Näher Mülbert, Aktiengesellschaft (Fn. 34), S. 487 ff.; Mülbert in: Münchener
Kommentar zum HGB, Band 3, 3. Aufl. 2012, KonzernR, Rn. 182; für die GmbH auch
schon Mülbert DStR 2001, 1937, 1946 f. 88 S. bereits Mülbert, Aktiengesellschaft (Fn. 34), S. 488.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
209
Funktionsstörung der §§ 311 ff. AktG auf einer Vielzahl umfassender und
dauerhafter Leitungsmaßnahmen beruht oder auf einer einzelnen
Handlung. Indes vermag weder die Analogie zu § 302 AktG noch eine
punktuelle Rechtsfolgenerweiterung des § 317 AktG zu überzeugen: Zur
Sanktionierung unzulässiger Konzernleitungsmaßnahmen bietet sich
vielmehr ein Rückgriff auf die mitgliedschaftliche Treuepflicht an. Aus
dieser folgt unmittelbar – also nicht erst im Wege des Schadensersatzes
nach § 280 Abs. 1 BGB – eine Verlustausgleichspflicht, wenn und
solange das herrschende Unternehmen die §§ 311 ff. AktG eigenmächtig
außer Kraft setzt.89
Da es sich hierbei um einen funktionalen Ersatz des
§ 311 AktG handelt, sind jedoch solche nachträglich eintretenden Verluste
auszunehmen, die auch bei hypothetischer Durchführung eines
Einzelausgleichs mangels Vorhersehbarkeit nicht auszugleichen wären.90
Außerdem lässt sich nach diesem Konzept keine Ausfallhaftung des
Gesellschafters gegenüber den Gläubigern begründen, da sich
Außenstehende nicht auf die mitgliedschaftliche Treuepflicht berufen
können.91
Indes steht einstweilen nicht zu erwarten, dass sich diese Sichtweise in der
Praxis durchsetzt. Erste instanzgerichtliche Entscheidungen interpretieren
das „Trihotel“-Urteil als kategorische Absage an die Rechtsfigur des
„qualifiziert-faktischen Konzerns“, und zwar nicht nur für die GmbH,
sondern auch für die AG.92
89 Mülbert, Aktiengesellschaft (Fn. 34), S. 488. 90 Mülbert, Aktiengesellschaft (Fn. 34), S. 488. 91 Gesellschaftsgläubigern steht freilich nach allgemeinen Regeln offen, zunächst die
Gesellschaft wegen ihrer z.B. vertraglichen Forderungen zu verklagen und anschließend
im Wege der Zwangsvollstreckung, namentlich per Erwirkung eines Pfändungs- und
Überweisungsbeschlusses nach den §§ 829, 835 ZPO, auf die Treuepflicht-basierten
Ansprüche der Gesellschaft gegen den (Allein-)Gesellschafter zuzugreifen. 92 OLG Stuttgart AG 2007, 633, 636; OLG Stuttgart AG 2007, 873, 875; aus dem
Schrifttum zustimmend MünchKommAktG/Altmeppen (Fn. 16), Anh. § 317 Rn. 13 ff.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
210
2. Sonstige Gesellschaftsformen deutschen Rechts
Für andere Gesellschaften deutschen Rechts, z.B. den eingetragenen
Idealverein oder die Genossenschaft, aber auch die für
Personengesellschaften ohne natürliche Person als Vollhafter, z.B. die
GmbH & Co. KG, ist die Anwendbarkeit der „Trihotel“-Grundsätze
bislang nur unvollständig geklärt. Teilweise wird angenommen, das
Existenzvernichtungsverbot sei als rechtsformübergreifendes
Grundinstitut des Gläubigerschutzes konzipiert, das als Korrelat der
Haftungsbeschränkung für alle Gesellschaftsformen mit
Haftungsbeschränkung Geltung beanspruche.93
Dies erscheint indes
zweifelhaft: Jedenfalls für den Idealverein hat der BGH eine Übertragung
wegen der „grundlegenden strukturellen Unterschiede“ zur GmbH
ausdrücklich abgelehnt,94
und für die Kapitalgesellschaft & Co. KG muss
sie u.E. ebenfalls ausscheiden95
.
3. Scheinauslandsgesellschaften
Umstritten ist schließlich die Übertragbarkeit des Innenhaftungskonzepts
auf die in Deutschland tätigen „Scheinauslandsgesellschaften“. Hierbei
handelt es sich vor allem um Gesellschaften in der Rechtsform der
englischen Ltd., die zwar in Großbritannien gegründet, aber fast
ausschließlich in Deutschland tätig werden. Die Anwendung deutschen
Gesellschaftsrechts auf diese Gesellschaften verstößt gegen die
unionsrechtliche Niederlassungsfreiheit,96
so jedenfalls die in den
Einzelheiten freilich umstrittene Entscheidungspraxis des Europäischen
Gerichtshofs in den Urteilen „Centros“97
, „Überseering“98
und „Inspire
93 Leuschner, Konzernrecht des Vereins (Fn. 57), S. 357 ff. 94 BGHZ 175, 12 = WM 2008, 358 = NZG 2008, 670 – Kolpingwerk. 95 MünchKommHGB/Mülbert (Fn. 87), KonzernR Rn. 179f f.; a.A. Staub/C. Schäfer,
HGB, Band 3, 5. Aufl. 2009, § 105 Rn. 35 m. w. Nachw. 96 Art. 49-55 AEUV. 97 EuGH, Rs. 212/97, Slg. 1999, I-1459-1498 = NJW 1999, 2027 = WM 1999, 956 –
Centros. 98 EuGH, Rs. 208/00, Slg. 2002, I-9919-9976 = NJW 2002, 3614 = WM 2002, 2372 –
Überseering.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
211
Art“99
. Vor diesem Hintergrund werten Teile des Schrifttums die
„Trihotel“-Entscheidung als Versuch des BGH, mit dem Rückgriff auf
§ 826 BGB auch für die englische Ltd. ein Rechtsinstitut zur Sanktion
existenzvernichtender Eingriffe zur Verfügung zu haben, das den
Maßstäben der unionsrechtlichen Niederlassungsfreiheit genügt.100
Andere
bezweifeln dies,101
ohne freilich den vom BGH statuierten, durchaus
strengen Voraussetzungen der Existenzvernichtungshaftung angemessen
Rechnung zu tragen.
V. Grundsatzfragen eines Existenzvernichtungshaftungsregimes
Als Grundsatzfragen eines Haftungsregimes für existenzvernichtende
Eingriffe, die auch aus Sicht anderer Rechtsordnungen von Interesse sein
könnten, lassen sich im Wesentlichen drei Problemkreise ausmachen.
1. Bestandsschutz oder bloßer Existenzschutz?
Die Alternative „Bestandsschutz oder bloßer Existenzschutz?“ markiert
den Ausgangspunkt jeder Diskussion um eine
Existenzvernichtungshaftung. Will sich das Recht damit begnügen, die
Gesellschaft bei solchen Gesellschaftereingriffen zu schützen, die zu ihrer
Insolvenz führen, oder soll die Gesellschaft in ihrem jeweiligen Bestand
99 EuGH, Rs. 167/01, Slg. 2003, I-10155-10238 = NJW 2003, 3331 = WM 2003, 2041 –
Inspire Art. 100 Gehrlein WM 2008, 761, 769; Buchalik/Rinker in: Buth/Hermanns (Hrsg.),
Restrukturierung, Sanierung, Insolvenz, 3. Aufl. 2009, § 4 Rn. 36 ff.; für eine
Anwendung auf (Schein-)Auslandsgesellschaften Gottwald/Kolmann in: Gottwald,
Insolvenzrechts-Handbuch, 4. Aufl. 2010, § 132 Rn. 99; Roth/Altmeppen/Altmeppen
(Fn. 4), § 13 Rn. 116 f.; Altmeppen/Ego in: Münchener Kommentar zum AktG, Band 7,
3. Aufl. 2012, Europäische Niederlassungsfreiheit Rn. 429 ff.; Burg/Müller-Seils ZInsO
2007, 929, 931; Paefgen DB 2007, 1907, 1912; Vetter BB 2007, 1965, 1969 f; Weller
ZIP 2007, 1681, 1688 f.; zweifelnd Strohn ZInsO 2008, 706, 711;
MünchKommGmbHG/Liebscher (Fn. 24), Anh. § 13 Rn. 624 ff.; differenzierend
Gruelich/Rau NZG 2008, 565, 568 f. 101 Gegen eine Anwendbarkeit der Existenzvernichtungshaftung auf
Scheinauslandsgesellschaften etwa Michalski/Michalski/Funke (Fn. 6), § 13 Rn. 444 ff.;
wohl auch Schanze NZG 2007, 681, 685 f.; schon vor der „Trihotel“ Entscheidung
ausführlich Schlichte DB 2006, 2672 ff.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
212
geschützt und damit ein höheres Maß an Insolvenzprophylaxe
gewährleistet werden?
Das deutsche Aktienrecht verfolgt seit jeher das zweite Konzept, indem es
– wie bereits erläutert102
– sogar den Alleingesellschafter einer Haftung
nach § 117 AktG und den Regeln des faktischen Konzerns unterwirft, und
zwar unabhängig davon, ob sein Eingriff zur Insolvenz der AG führt. Im
GmbH-Recht geht es hingegen seit der Abkehr von den „TBB“-
Grundsätzen nur noch um das erste Konzept: Sowohl nach dem
„Röhricht-Modell“ als auch nach der „Trihotel“-Entscheidung muss
jedenfalls der Alleingesellschafter nur dann Schadenersatz für
kompensationslose Nachteilszufügungen leisten, wenn es zu einer
Existenzvernichtung kommt.103
Die Entscheidung zugunsten des einen oder anderen Konzepts dürfte
letztlich eine rechtspolitische sein, die jede Rechtsordnung für sich selbst
zu treffen hat. Sie hängt weder davon ab, ob die Rechtsordnung ein
Mindestkapital vorsieht oder nicht, noch davon, ob wie bei § 30 GmbHG
lediglich das Stammkapital oder wie bei § 57 AktG das gesamte
Vermögen der Gesellschaft gegen Zugriffe der Gesellschafter gesichert
wird. Auch ein Bestandsschutzkonzept nach Art der §§ 311 ff. und 117
AktG schützt das Gesellschaftsvermögen in seinem jeweiligen Bestand,
ungeachtet seiner jeweils aktuellen Höhe.
2. Innenhaftung oder Durchgriffshaftung?
Ob die Existenzvernichtungshaftung als Rechtsfolge eine
Schadensersatzhaftung gegenüber der Gesellschaft oder aber eine
Durchgriffs- oder Außenhaftung gegenüber den Gläubigern vorsieht, ist
wohl ebenfalls für jede Rechtsordnung gesondert zu beantworten.
Eine Außenhaftung liegt umso näher, je mehr eine Rechtsordnung bei der
Geltendmachung von Ansprüchen auch bei insolventen Gesellschaften auf
die Gläubigerinitiative und nicht auf einen Insolvenzverwalter etc. setzt.
Ist keine Person vorhanden, die die Ansprüche der insolventen
102 Oben II. 2. b). 103 Wie hier Habersack ZGR 2008, 533, 552.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
213
Gesellschaft (auch) gegenüber den Gesellschaftern kollektiv geltend
macht – im deutschen Recht etwa fehlt es im Falle der masselosen
Insolvenz an einer solchen Person104
–, sollte den Gläubigern zumindest
die Befugnis zukommen, diese Ansprüche in Namen der Gesellschaft
geltend zu machen. Der vom BGH gewiesene Weg, dass die Gläubiger die
Ansprüche der Gesellschaft gegen die Gesellschafter pfänden und sich
dann befriedigen, erscheint dann viel zu restriktiv.
3. Verschuldensmaßstab?
Was den Verschuldensmaßstab angeht, lässt sich u.E. mit größerer
Gewissheit nur sagen, dass eine Existenzvernichtungshaftung ein
Verschuldenselement vorsehen sollte. Ob mit dem BGH Vorsatz zu
fordern ist oder, ganz im Gegenteil, es bei einfacher Fahrlässigkeit
bewenden sollte, ist weit weniger eindeutig zu beantworten. Die
Rechtslage im GmbH-Recht, die aus der Einfügung des neuen § 64 Satz 3
GmbHG durch das MoMiG resultiert, legt immerhin eine
Minimalanforderung nahe: der Haftungsmaßstab sollte sich in den
jeweiligen systematischen Gesamtzusammenhang der Gesellschafter- und
Geschäftsführerhaftung einer Rechtsordnung wertungsstimmig einfügen.
VI. Schlussbemerkungen
Die Diskussion um den Schutz von Kapitalgesellschaften vor
schädigenden Eingriffen ihrer Gesellschafter wird im deutschen Recht
häufig unter der Überschrift „Existenzvernichtungshaftung“ geführt. Die
mit diesem Begriff implizierte Fokussierung auf Maßnahmen, welche im
Ergebnis zur Insolvenz der Gesellschaft führen, erscheint freilich viel zu
eng, wenn man nach Maßgabe der vorstehenden
rechtsformübergreifenden Ausführungen sozusagen das „große Ganze“ in
den Blick nimmt. Für die Qualität des körperschaftlichen Haftungsgefüges
viel entscheidender ist die vorgelagerte Frage, ob die jeweilige
Rechtsordnung die Gesellschaft in ihrem jeweiligen Bestand oder
104 § 26 InsO.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
214
lediglich deren Existenz schützen will. Im ersten Fall ist eine gesonderte
„Existenzvernichtungshaftung“ entbehrlich.
Die Antwort des deutschen Rechts fällt differenziert aus: bloßer
Existenzschutz für die GmbH, Bestandsschutz für die AG. Freilich
bestehen keine zwingenden Sachgründe, die diese Differenzierung
erforderlich machen würden. Vielmehr sind auch Einheitslösungen
möglich, etwa indem ein Bestandsschutzsystem nach dem Vorbild der
§§ 311 ff. AktG unterschiedslos für alle Handelsgesellschaftstypen
vorgesehen wird. Diesen Weg ist wohl das türkische Recht mit den neuen
Konzernvorschriften der Artikel 195 ff. des türkischen
Handelsgesetzbuches gegangen.
Wenn und soweit sich eine Rechtsordnung für Bestandsschutz
entscheidet, ist jedenfalls eine Absicherung dieses Schutzmodells gegen
Umgehungsversuche angezeigt. Es sollte den Gesellschaftern nicht
möglich sein, die einschlägigen Regeln durch besonders „grobe“ Eingriffe
in die (Struktur der) Gesellschaft außer Kraft zu setzen. Dabei hängt die
Dringlichkeit eines Umgehungsschutzes auch davon ab, wie effizient die
flankierenden organisatorischer Kautelen funktionieren, etwa was die
Erstellung, Veröffentlichung und Kontrolle eines Abhängigkeitsberichts
anbelangt. In Deutschland hat sich die Kontrolle des
Abhängigkeitsberichts durch den Aufsichtsrat105
als Instrument zur
Aufdeckung von Unregelmäßigkeiten durchaus bewährt.
Im Übrigen stellt sich bei der Sanktionierung von Umgehungsversuchen
immer die Frage nach dem konkreten Haftungsmodell. Kennt das
nationale Recht ähnliche Regeln wie die im Vertragskonzern geltenden §§
302, 303 AktG, mag man die dortigen Haftungsregeln analog heranziehen.
Andernfalls bleibt vor vornherein nur der Rückgriff auf
mitgliedschaftliche Treuepflichten oder, wenn das nicht möglich ist, eine
Fundierung im allgemeinen Deliktsrecht. Die denkbare Alternativlösung,
außenstehenden Gesellschaftern bei besonders gravierender
105 Oben III. 1.
Existenzvernichtungshaftung - Gesellschafterhaftung für gläubigerschädigende Einwirkungen auf die
Gesellschaft -
215
Nachteilszufügung ein Austrittsrecht aus der Gesellschaft gegen Zahlung
einer angemessen Abfindung zu gewähren, dürfte für sich genommen zu
kurz greifen, da sie die (ebenfalls) schutzwürdigen Interessen der
Gesellschaftsgläubiger außer Acht lässt und bei der Einpersonen-
Gesellschaft von vornherein ausscheidet. Den Gesellschaftsgläubigern ist
nur mit einer effektiv durchsetzbaren Ausgleichs- bzw.
Schadensersatzpflicht des herrschenden Unternehmens geholfen.
Ob ein Schadensersatzanspruch dann auch in einer dauerhaften oder
vorübergehenden Verlustausgleichspflicht bestehen kann, etwa unter dem
Aspekt des „normativen Mindestschadens“, dürfte letztlich von den
Regeln des allgemeinen Schadensrechts abhängen. Für das deutsche Recht
wird eine solche Lösung nur ganz vereinzelt vertreten.106
Rechtsordnungen, die wie das türkische Konzernrecht keine den §§ 302,
303 AktG funktional vergleichbare Vorschriften kennen, mögen in der
Frage „Verlustausgleich als Mindestschadensersatz“ jedoch anders
entscheiden.
106 Oben IV. 1.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
216
217
VARLIĞI YOK ETME MÜKELLEFİYETİ
- KURULUŞA ALACAKLIYA ZARAR VERİCİ ETKİLERİ İÇİN
HİSSEDAR MESULİYETİ -
Prof. Dr. Peter O. Mülbert
Alexander Wilhelm
I. Giriş
“Hissedarların varlığı yok etme mükellefiyeti” konusu, uzun yıllar-
dır Alman sermaye şirketi hukukunda yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.
Oysaki konun merkezinde, birbiriyle yakından bağlantılı olan iki soru
çemberi bulunmakta:
- Birincisi: Eğer hissedar şirket yönetimine etki ederek “kendi” ku-
ruluşuna zarar verir ise, sorumluluk hukuku açısından sorumlu mudur?
-İkincisi: Hissedar, kuruluşuna karşı sadece iç ilişki dahilinde mi
sorumludur yoksa bunun yanı sıra dış ilişki bağlamında alacaklılara karşı
da mı sorumludur?
Bu konuya duyulan büyük ilgi, yazılmış olan GmbH ve sermaye
hukukunun hissedarların kuruluş varlığına müdahale etmelerine karşı
koruma konusunda göstermiş olduğu açık düzenleme açığından dolayıdır:
tipik yasal, birden fazla hissedarın olduğu kuruluşlarda, alacaklı menfaati
doğrultusundaki kuruluş varlığı konusunda etkili koruma garanti edilmiş-
tir. Buna karşılık fiili olarak birleşmiş GmbH’larda tüm koruma meka-
nizmalarının devre dışı kalması düşünülebilir.
GmbH-hukukundaki en azından koruyucu boşlukları kapatma de-
nemeleri, federal Yargıtay (BGH) son üç on yılda tekrarlandı ve her sefe-
rinde farklı yaklaşımlarla. Şimdilik son noktayı 2007 yılında yapılmış
olan “Trihotel”-kararı oluşturmaktadır.1 Bu karara göre, hissedarın “ken-
di” GmbH’sının varlığı yok edici yani kuruluşun iflasına neden olacak
1 BGHZ 173, 246 = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
218
müdahalelerde bulunması sorumluluğu, BGB’nin 826.maddesine dayan-
makta, yani genel haksız fiil hukukunun genel hükmüne.
Zamansal açıdan “Trihotel”-kararına paralel olarak, kanun koyucu-
da aktif oldu. GmbH-hukukunu modernleştirme yasası ve suistismallerle
mücadele2 – genel olarak MomiG kısaltmasıyla bilinir – GmbH’ya karşı
“hissedarlara ödemeler konusunda, şayet bunlar kuruluşu ödeme yapama-
yacak duruma getirmesi halinde” (§ 64 Satz 3 GmbHG n.F.) şirket yöneti-
cisi mesuliyetinde borçlanmaya bağlı tamamlama getirmiştir. Kanun
gerekçelendirmesinden sonra yönerge “varlığı yok edici müdahale” başlı-
ğı altında ünlenmiş olan mükellefiyetin bir kısmını kapsar,3 ancak burada
BGB’nin 826.maddesindeki mükellefiyet ölçüsüne yönelik çelişkisine
değinilmez.
Devamında öncelikle, özellikle GmbH-hukukunda özel bir varlığı
yok edici mükellefiyetin geliştirilmesine neden olan düzenleme açıkları
ortaya çıkarılmalıdır (II.). Ardından GmbH-hissedarlarının varlığı yok
edici mükellefiyetleri “Tirhotel modeline” göre münferit olarak nasıl gö-
ründüğü ele alınmalı (III.) ve bu mükellefiyet modelinin başka kuruluş
şekillerine aktarılıp aktarılmadığına bakılmalıdır(IV.). Kapanışı, varlığı
yok edici mükellefiyetle ilgili esas sorulara yönelik görüşlerle yapmak
istiyorum.
II. Özel bir varlığı yok etme mükellefiyetine duyulan gerekli-
lik
1. Tipik yasal olan sermaye kuruluşunda şirket varlığının
korunması
Kuruluş varlığının hissedarların müdahalelerine karşı korunması
sonucunda, bu durum aşağıdaki düşüncelerle özet olarak tutulabilir, tipik
yasal birden fazla hissedarın olduğu GmbH ve sermaye kuruluşlarında,
azınlık hissedarların korunmasına yönelik kuralların aynı anda refleks
gibi kuruluşu da korumaktadır. Alacaklı menfaatinin korunmasında ise,
2 BGBl. I S. 2026. 3 Gesetzesbegründung zum MoMiG, BT-Drucks. 16/6140 vom 25.07.2007, S. 46.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
219
sermaye hukuku, GmbH-hukukuna nazaran çok daha ileri gidiyor. Ayrın-
tılı olarak:
a) GmbH-Hukuku
GmbH-hukuku hissedarların kuruluş varlığına olan müdahalelerini
öncelikle GmbHG’nin 30.maddesindeki sermayeyi devam ettirme kuralla-
rı ile sınırlıyor. Ardından ana sermayeyi devam ettirmek için gerekli olan
varlık, hissedarlara ödenmemesi gerekiyor. Dağıtılabilir olansa, bilanço-
nun serbest varlık olarak gösterdiği4 ve und anayasaya aykırı olan hizmet-
ler ise hissedarlar GmbHG’nin 31.maddesi gereğince raporlaması gerek-
mektedir.
Sermayenin bağlaması, aciz kanununun esas sermaye tazminat hak-
kı ile desteklenmektedir. Buna göre iflas durumda, bir hissedar kredisinin
geri ödemesi sadece ikinci dereceden geçerli sayılabilir (InsO’nin
39.maddesi Paragraf 1 No. 5) ve şayet bir yıl içerisinde bir iflas başvurusu
tarafından gerçekleşmiş ise, kuruluşun ödeme hizmetleri itiraza tabidir
(InsO’nin 135.maddesi).5
Buna ilave olarak yazılı olmayan davranış görevleri eklenmektedir.
Temelleri, hissedarların üyeliklerine bağlı sadakat görevine dayanmakta-
dır. Bu durum hem GmbH ilişkisinde hem de diğer kuruluş ilişkilerinde
geçerlidir.6 Kasten ya da ihmal
7 sonucu kuruluşlarına yönelik sadakat
4 Baumbach/Hueck/Fastrich, GmbHG, 20. Aufl. 2013, § 30 Rz. 6; Altmeppen in:
Roth/Altmeppen, GmbHG, 7. Aufl. 2012, § 30 Rz. 9; aus der Rechtsprechung etwa BGHZ 95, 330, 340 = NJW 1986, 188 = WM 1985, 1263 – Autokran.
5 Die rechtsformneutrale Überführung des zuvor in den §§ 32a, 32b GmbHG geregelten Eigenkapitalersatzrechts in die InsO erfolgte ebenfalls im Zuge des MoMiG. Näher zum Ganzen Mülbert WM 2006, 1977 ff.; Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), Anh. § 30 Rz. 3 ff.; Ehricke in: Münchener Kommentar zur InsO, Band 1, 3. Aufl. 2013, § 39 Rz. 36 ff.; Braun/Bäuerle, InsO, 5. Aufl. 2012, § 39 Rz. 15. – Flankiert wird der Anfechtungs-
tatbestand nach § 135 InsO überdies durch § 6 des Anfechtungsgesetzes (AnfG). Hier-nach ist eine Anfechtung von z.B. Tilgungsleistungen der Gesellschaft auf ein Gesell-schafterdarlehen auch außerhalb der Insolvenz möglich, sofern die Leistung in den letz-ten zehn Jahren vor Erlangung eines vollstreckbaren Schuldtitels gegen die Gesellschaft oder danach erbracht wurde.
6 BGHZ 65, 17, 18 f. = NJW 1976, 191 = WM 1975, 1152; Bayer in: Lutter/Hommelhoff, GmbHG, 18. Aufl. 2012, § 14 Rz. 21; Raiser in: Ulmer/Habersack/Winter, GmbHG, Band I, 2005, § 14 Rz. 72; Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 20; Mi-
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
220
görevlerini zedeleyerek “GmbH”larından yararlanan hissedarlardan, men
etme8 ve BGB’nin 280.maddesi 1.Paragrafı gereğince tazminat ile ceza-
landırılabilirler. Tazminat talebi, kollateral hasarları da kapsamaktadır –
bunlar GmbHG’nin 31.maddesi gereğince geri ödeme talebi tarafından
kapsanmamış9, GmbHG’nin 30.maddesini ihlal eden ödeme sonucunun
dolaylı zararı, bir nevi atlanmış olan faizlerdir – şayet görev ihlali ile ilgili
bir ilişsonuç ilişkisi yok ise. Benzeri durum, varlık kesintisi sırasında
dokunulmuş olabilen rekabet yasağının ihlali durumunda da geçerlidir.
Yasal davranış kurallarının aksine, ortakların kararı bozulabilir hat-
ta geçersiz olabilir.10
Hissedarların bunun üzerine destekli, GmbH’da esas
olarak talimata11
bağlı olan bir talimatı istisnai olarak şirket yönetimi
tarafından uygulanamaz. 12
Şiddetli durumlarda GmbH’da görevini unut-
muş olan hissedarların ihracatı dahi söz konusu olabilir.13
b) Şirket hukuku
Şirket hukukunda varlığın bağlanması çok daha belirgindir:
AktG’nin 57 ve 62.maddelerindeki sermaye artırımı gereğince, tüm varlık
GmbH’da olduğu gibi sadece heykelsi temel sermayeyi kapsamaz. Bu
chalski/Funke in: Michalski, GmbHG, Band 1, 2. Aufl. 2010, § 13 Rz. 136; Wi-cke/Wicke, GmbHG, 2. Aufl. 2011, § 13 Rz. 19.
7 Michalski/Michalski/Funke (Fn. ==), § 13 Rz. 183; Winter/Seibt in: Scholz, GmbHG, Band I, 10. Aufl. 2006, § 14 Rz. 62.
8 Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 23; Verse in: Henssler/Strohn, Gesell-schaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 14 GmbHG, Rz. 117; Verse, Der Gleichbehandlungsgrund-satz im Recht der Kapitalgesellschaften, 2006, S. 412 ff.
9 Henssler/Strohn/Verse (Fn. ==), § 13 GmbHG Rz. 66; vgl. auch Leuschner NJW 2011, 3275.
10 Beispielsweise ist ein Beschluss analog § 241 Nr. 3 Alt. 2 AktG nichtig, sofern er einen Verstoß gegen die Kapitalerhaltungsregeln (§§ 30 f. GmbHG) bezweckt; Mi-chalski/Römermann, GmbHG, Band 2, 2. Aufl. 2010, Anh. § 47 Rz. 22 ff.; Henss-ler/Strohn/Verse (Fn. ==), § 14 GmbHG Rz. 116.
11 Lenz in: Michalski, GmbHG, Band 2, 2. Aufl. 2010, § 37 Rz. 16 ff.; Stephan/Tieves in: Münchener Kommentar zum GmbHG, Band 2, 2012, § 37 Rz. 115 ff.; OLG Düsseldorf ZIP 1984, 1476, 1477 f.
12 Michalski/Lenz (Fn. ==), § 37 Rz. 19 ff.; MünchKommGmbHG/Stephan/Tieves (Fn. ==), § 37 Rz. 118 ff.
13 BGHZ 9, 157, 163; 16, 317, 322 = WM 1955, 437; BGH GmbHR 1987, 302, 303; OLG Frankfurt/Main GmbHR 1993, 659, 659 f.; Lutter/Hommelhoff/Bayer (Fn. ==), § 14 Rz. 31; Michalski/Michalski/Funke (Fn. ==), § 13 Rz. 184 ff.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
221
nedenle kar payı dağıtımı sadece genel kurulun AktG’nin
174.maddesindeki kar kullanım kararı gereğince mümkündür. Ayrıca
aksiyonerler hiçbir genel rekabet yasağına tabi olmamakla birlikte,14
kuru-
luşun ve diğer aksiyonerlere karşı üyelik ve sadakat bağIarı mevcuttur.15
İhlaller ortaklar kararlarının bozulabilirliğinin yanı sıra16
, kuruluşun ihti-
yati tedbir ve tazminat taleplerini beraberinde getirebilir.17
Ancak burada
özellikle AktG’nin 117.maddesindeki sorumluluk kuralını ve onun değe-
rinin dikkate alınması gerekiyor olup,18
sonucunda özellikle amaca daya-
nan sorumluluk sınırlandırması ortaya çıkar.19
Bağımlı, yani şirket aksiyoneri tarafından hükmedilen bir sermaye
şirketinde, ayrıca AktG’nin 311. Maddesi fiili sermaye konserninin özel
hukuku olarak dikkate alınmalıdır. Bay Theusinger tarafından aktarıldığı
gibi – hükmeden aksiyoner – pratik düzenleme durumunda olduğu gibi –
14 Hüffer AktG, 10. Aufl. 2012, § 311 Rz. 2; Altmeppen in: Münchener Kommentar zum
AktG, Band 5, 3. Aufl. 2010, Vor § 311, Rz. 50 f.; s. auch Henze/Notz in: Großkommen-tar zum AktG, Band 2, 4. Aufl. 2008, Anh. § 53a Rz. 78: Wettbewerbsverbot allenfalls als Ausfluss der mitgliedschaftlichen Treuepflicht.
15 GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. ==), Anh. § 53a Rz. 62 ff.; Hölters/Laubert, AktG, 2. Aufl. 2014, § 53a Rz. 17; Bungeroth in: Münchener Kommentar zum AktG, Band 1, 3. Aufl. 2008, Vor § 53a, Rz. 25 ff. Im Verhältnis der Gesellschafter untereinander hat der BGH sowohl eine Treuepflicht der Aktionärsmehrheit gegenüber der -minderheit als auch umgekehrt anerkannt, s. nur BGHZ 103, 184, 194 ff. = NJW 1988, 1579 = WM 1988, 325 – Linotype und BGHZ 129, 136, 143 ff. = NJW 1995, 1739 = WM 1995, 882 – Girmes.
16 Würthwein in: Spindler/Stilz, AktG, Band 2, 2. Aufl. 2010, § 243 Rz. 158 ff.; Hüffer in: Münchener Kommentar zum AktG, Band 4, 3. Aufl. 2011, § 243 Rz. 44 ff.; Hüffer AktG (Fn. ==), § 243 Rz. 24 ff. m. w. Nachw. Dies entspricht im Ergebnis auch der Rechtspre-chung, die freilich die Bedeutung der mitgliedschaftlichen Treuepflicht für die Kontrolle von Hauptversammlungsbeschlüssen bislang kaum betont, s. etwa BGHZ 71, 40, 43 ff. = NJW 1978, 1316 = WM 1978, 401 – Kali + Salz; BGHZ 83, 319, 321 = NJW 1982, 2444 = WM 1982, 660; BGHZ 120, 141, 145 f. = NJW 1993, 400 = WM 1992, 2098.
17 S. nur GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. ==), Anh. § 53a Rz. 142 ff.; Henss-
ler/Strohn/Verse (Fn. ==), § 14 GmbHG Rz. 117. 18 Spindler in: Münchener Kommentar zum AktG, Band 2, 3. Aufl. 2008, § 117 Rz. 71;
GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. ==), Anh. § 53a Rz. 146. 19 So jedenfalls für eine Haftung wegen treuwidriger Stimmrechtsausübung BGHZ 129,
136, 162 = NJW 1995, 1739 = WM 1995, 882 – Girmes; allgemeiner Großkomm-AktG/Henze/Notz (Fn. ==), Anh. § 53a Rz. 149; MünchKommAktG/Bungeroth (Fn. ==), Vor § 53a, Rz. 44 m. w. Nachw.; a.A. Guntz, Treubindungen von Minderheitsaktionä-ren, 1997, S. 144 ff.; Wastl NZG 2005, 17, 21.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
222
başka ekonomik menfaatlere bağlı ve böylece AktG’nin 15.maddesi gere-
ğince “hükmeden şirket” durumundaysa – uygulanırlar20
. Bu konuda
AktG’nin 311 ve 317.maddeleri girişimci-aksiyoner “kendi” sermaye
şirketi üzerinde dezavantajlı etkilemeye izin vermekte, örneğin şirket
yılının sonuna kadar eğer dezavantajı dengelerse likiditenin çekilmesi ya
da sermaye şirketine dengeleme için belirlenmiş olan avantaj garanti etme
konusunda yasal hak sunarsa.
Aksiyoner bu ayrıcalıklı çerçeveye, her bir münferit dezavantajı
zamanında ve eksiksiz olarak dengeleyerek uyum sağlar ise, genel varlık
koruma kuralları ertelenmiştir.21
şayet dengeleme garantisini kaçırır ise,
sermaye şirketine tazminat talebi ile borçlanır (§ 317 AktG). Bu talepler
AktG’nin 317.maddesi 4.Paragrafı ve 309.Maddesi 4.Paragrafı gereğince,
diğer aksiyonler ve hatta kuruluş alacaklıları tarafından, sermaye şirketi-
nin faturaları için kullanılabilirler.
2. Koruma sisteminin sınırları
Kuruluş varlığının korumasına yönelik aktarılmış olan kurallar, his-
sedarların müdahalelerine karşı kapsamlı bir koruma sağlamamaktadır.
Kalan boşluk ve eksiklikler önemli oranda aşağıdaki konuları ilgilendir-
mektedir.
a) GmbH-Recht
GmbH’da bir koruma açığı özellikle, karşı çıkan bir azınlık hisse-
darının olmaması halinde söz konusudur. Bu durum özellikle tek bir his-
sedarı olan tek kişilik – kuruluşlar veya birçok diğer hissedarlarla birlikte
hareket edilmesin kapsıyor. Böyle durumlarda kuruluşa ve rekabet yasa-
ğına karşı üyelikli sadakat bağları başarısız oluyor. Enstitüler, tasarıma
20 Zu diesem für den Unternehmensbegriff nach den §§ 15 ff. AktG maßgeblichen Kriteri-
um statt vieler Hüffer AktG (Fn. ==), § 15 Rz. 8; aus der Rechtsprechung BGHZ 69, 334, 336 ff = NJW 1978, 104 = WM 1977, 1346; BGHZ 74, 359, 364 f = NJW 1979, 2401 = WM 1979, 910; BGHZ 80, 69, 72 = NJW 1981, 1512 = WM 1981, 357; BGHZ 95, 330, 337 = NJW 1986, 188 = WM 1985, 1263; BGHZ 135, 107, 113 = NJW 1997, 1855 = WM 1997, 967; BGH NJW 2001, 2973, 2974 = WM 2001, 1461.
21 BGHZ 179, 71, 76 f. (Rz. 11) = NJW 2009, 850 = WM 2009, 78 – MPS; Mül-bert/Leuschner NZG 2009, 281, 286 f.; Hüffer AktG (Fn. ==), § 311 Rz. 49; A. Wilhelm NZG 2012, 1287, 1288; a.A. nur Altmeppen ZIP 1996, 693, 695 ff.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
223
açık GmbH’larda çünkü hissedarların düzenlemelerine kalıyor ve hemfi-
kirlik durumunda koşullandırılabilirler.22
Sermaye tutma kuralları gerçi alacaklıların ilgi alanında kalarak
hem hissedarları hem de şirket yönetimi için bağlayıcı kalır.23
Ancak bu
konuda sadece sınırlı koruma sağlıyor: daha önce de belirtildiği gibi bir
açıdan hissedarı aldıkları miktarları iade etmekle yükümlü tutar ve başka,
örneğin kaçan faizler gibi herhangi bir kollateral hasarı kapsamazlar. Di-
ğer yandan ise kuruluş varlığından herhangi bir kesinti gerçekleşmez ise
uygulanamazlar, aksine iflasın diğer bilanço açısından ölçülemeyecek
şekilde neden olur – tıpkı konsern bütünleştirici önlemler ya da bilanço
dışı aktif değiş tokuş gibi.24
b) Şirket hukuku
Aksiyoner müdahalelerine karşı varlık korumasındaki sınırlar ise,
GmbH-hukukundakiler geçerlidir. Münferit aksiyoner kuruluşa karşı hiç-
bir üyelikli sadakat bağına tabi değildir25
ve sermaye korumaya ters öde-
meler durumunda, aksiyoner alınan tutarları iade etmekle yükümlüdür.
Fakat tek kişilik sermaye şirketlerinde de AktG’nin 311, 317 ve
117.maddelerinin hasar yasakları uygulanır.26
Burada aksiyonerin serma-
ye şirketine zararı varlık çekerek mi yoksa bilanço dışı bir şekilde verdiği
önemli değil; neden olduğu her dezavantajdan sorumludur.27
Sergilenen
22 Habersack ZGR 2008, 533, 537; speziell zum Wettbewerbsverbot vgl. BGH WM 2008,
302 (Rz. 15) = ZIP 2008, 308; speziell zur Treuepflicht Liebscher in: Münchener Kom-mentar zum GmbHG, Band 1, Anh. § 13 Rz. 344; Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 20; GroßkommAktG/Henze/Notz (Fn. ==), Anh. § 53a Rz. 43; Roth/Altmeppen/Altmeppen (Fn. ==), § 13 Rz. 57 ff. m. w. Nachw.
23 Verbotswidrige Weisungen darf die Geschäftsleitung nicht befolgen und die zugrunde liegenden Gesellschafterbeschlüsse sind analog § 241 Nr. 3 AktG unwirksam.
24 Habersack ZGR 2008, 533, 537. 25 Insbesondere besteht nach ganz h.M. keine Treuepflicht des Alleinaktionärs gegenüber
der AG, s. MünchKommAktG/Bungeroth (Fn. ==), Vor § 53a, Rz. 24; Großkomm-AktG/Henze/Notz (Fn. ==), Anh. § 53a Rz. 42 ff.; Wiesner in: Münchener Handbuch des Gesellschaftsrechts, Band 4, AG, 3. Aufl. 2007, § 17 Rz. 16.
26 Habersack in: Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, Anh. § 317, Rz. 5; Habersack ZGR 2008, 533, 551; Bachmann NZG 2001, 961, 970; A. Wilhelm NZG 2012, 1287, 1291; a.A. Götz AG 2000, 498 ff.
27 Hüffer AktG (Fn. ==), § 311 Rz. 25; Koppensteiner in: Kölner Kommentar zum AktG, Band 6, 3. Aufl. 2004, § 311 Rz. 51; A. Wilhelm NZG 2012, 1287, 1291.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
224
etki iflasa neden olur ise, aksiyoner “kolateral hasarların” giderilmesinden
de sorumlu tutulabilir.28
AktG’nin 311.maddesindeki sıkı koruma sistemi de boşluksuz gibi
görünmüyor.29
Burada özellikle ilgi çekici iki olay sergilenebilir:
- İlk konstelasyonda söz konusu olan, kalifiye dezavantaja neden
olmaktır. Böyle bir olay, münferit dezavantajlı önlemin sonuçları belirsiz
ve hesaplanamazdır ki, ne dengeleyici dezavantaj ne de hasar kapsamı
belirlenebilir.30
- İkinci konstelasyon kalifiye fiili konsern olarak tanınır: Aksiyoner
o kadar sık ve yoğun olarak sermaye şirketinin kuruluna etki etmiştir ki,
münferit hasar verici etkilemeler artık dezavantaj dengelemesi ve hasar
tazminatına yönelik bağlantı noktası olarak izole edilemez hale gelir.31
III. GmbH-Hukukunda varlığı yok etme mükellefiyeti
BGH, yasal olarak normlaştırılmış olan alacaklı korumasının siste-
mindeki boşlukları doldurma fırsatına ancak GmbH’da nail olmuş ancak
sermaye şirketinde bu fırsatı bulamamıştır. Bunun nedeni sadece sermaye
şirketinin daha sıkı bir mali anayasaya sahip olmasına bağlı değil, aynı
zamanda sermaye şirketinin GmbH’ya karşılık kontrol merkezi olarak
daha az talimatları olan bir kurula32
ve zorunlu bir denetleyiciye33
sahip
olmasına bağlıdır. Bu durum organizasyon açısından dahi belirli oranda
müdahale ve iflasa karşı koruma sağlamaktadır.34
28 S. bereits oben II. 1. a); für die Bestimmung des Umfangs des ersatzfähigen Schadens
sind die allgemeinen Regeln (§§ 249 ff. BGB) maßgeblich. Der Schaden ist gegebenen-falls nach § 287 ZPO zu schätzen.
29 Zumindest aus praktischer Sicht a.A. MünchKommAktG/Altmeppen (Fn. ==), Anh. § 317 Rz. 14: Es sei „nicht ein einziger Fall bekannt geworden, in welchem §§ 311 ff. zum Schutz der abhängigen AG nicht ausgereicht hätten.“
30 Beispiele nach Emmerich/Habersack, Konzernrecht, 9. Aufl. 2008, § 28 Rz. 6. 31 H.F. Müller in: Spindler/Stilz, AktG, Band 2, 2. Aufl. 2010, Vor § 311 Rz. 25 und §
317 Rz. 9; MünchKommGmbHG/Liebscher (Fn. ==), Anh. § 13 Rz. 472; Em-merich/Habersack/Habersack (Fn. ==), Anh. § 317 Rz. 5 ff.; Bödeker in: Henss-ler/Strohn, Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 311 Rz. 34; Hölters/Leuering/Goertz, AktG, 2. Aufl. 2014, § 311 Rz. 97 f.
32 § 76 Abs. 1 AktG. 33 S. die §§ 95 ff. AktG. 34 Habersack ZGR 2008, 533, 549.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
225
1. Yargıda ortaklaşa olmayan gelişme
GmbH ve sermaye şirketi arasındaki bu yapı farklılıklarıyla aynı
zamanda, GmbH-hissedarlarının “kendi” GmbH’larına zararlarından do-
layı AktG’nin 311.maddesinin ilgili uygulamasıyla herhangi bir sorumlu-
luklarının olmadığı, baştan bellidir. Çünkü GmbH dahilinde, bağımlı ku-
ruluş bir bağımlılık raporunda tüm dezavantajlı işleri ve bunlardan elde
edilmiş olan dengelemeleri belirtme zorunluluğu olmadığı gibi (AktG’nin
312.maddesi), bu rapor denetleyiciler tarafından kontrol edilmesi gerek-
memektedir (AktG’nin 314.maddesi).35
Bunun haricinde BGH’nin şirketler hukukundan sorumlu olan II.
Sivil senatosu sorumluluk boşluğunu kapatma konusunda zorlanmış ve
GmbH-hissedarlarının sorumluluğu için toplamda en az dört, birbirinden
çok farklı model oluşturmuş, farklılaştırmış ve ikisine bakıldığında, tekrar
iptal etmiştir.
“Araç vinçi”-kararı36
olarak tabir edilen ilk yasal konsern sorumlu-
luk modeli, AktG’nin 15.maddesininin37
yasal konsern şirket terimini
yerine getiren ve özel bir genişlik ve yoğunlukta “kendi” GmbH’larını
etkileyen hissedarların, alacaklıların kayıplarına karşı da sorumlu olmala-
rını bekliyordu. Böyle bir yetersizlik sorumluluğunun, kalifiye fiili birlik
oluşturma halindeki gerekçelendirmesi için, BGH böyle yoğun bir şirket
yönetiminin AktG’nin 291.maddesi kapsamında sözleşme konserninin
ilişkileriyle uyumlu olmasına ve buna göre sözleşme konserni için geçerli
olan sorumluluk kurallarına38
analog uygulamaların bulunması için çalış-
tı.39
35 Ganz h.M., wie hier Baumbach/Hueck/Zöllner/Beurskens, GmbHG, 20. Aufl. 2013,
SchlAnhKonzernR Rz. 127 m. w. Nachw.; a.A. Roth/Altmeppen/Altmeppen (Fn. ==), Anh. § 13 Rz. 154 ff.
36 BGHZ 95, 330 = NJW 1986, 188 – Autokran. 37 S. oben II. 1. b). 38 §§ 302 f. AktG. 39 BGHZ 95, 330, 342 f. = NJW 1986, 188 – Autokran; dazu etwa Baum-
bach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 57.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
226
Literatürüne yapılan kısmen keskin eleştirinin sonucunda40
, BGH
“TBB “ kararında41
zarar verici etkileme nedeniyle yasal konsern sorum-
luluğu olan modele geçiş yapt. Bu durum “TBB”-kararın ilk prensibinde
ifade edilmektedir: “GmbH hâkimiyetine sahip olan bir şirket hissedarı,
kendi kuruluşunun çıkarlarını dikkate almadan, neden olunan dezavanta-
jın münferit dengeleme önlemleriye kompanze edilemeyecek şekilde kon-
sern idare gücünü uygular ise, AktG’nin 302 ve 303.maddeleri gereğince
sorumlu olur.”
Birkaç yıl sonra yeni bir sistem değişikliğine gidildi. O dönemde
II.Sivil senatosunun başkanı olan – Volker Röhricht’in etkisiyle42
– mah-
keme zarar verici etkileme nedeniyle ortağın şahsi sorumluluğu olduğu
modele geçiş yaptı. Hissedarın şirket özelliği artık önemli değildi ve ala-
caklılara karşı borçlanmaya bağlı direkt ya da ortaın şahsi sorumluluğu,
kuruluşa karşı sorumluluğun yerine geçti.43
Değişken olan bu gelişmenin en son kapanışını “Trihotel”-kararı
oluşturuyor. “Röhricht-modelindeki” ayrıntılı zayıf nokta analizinden
sonra mahkeme, varlığı yok etme sorumluğunun, en iyisi kuruluşa karşı
haksız uygulama sorumluluğu şeklinde tasarlanmasının doğru olacağı
sonucuna vardı.
2. Trihotel-kararı
a) Mükellefiyet unsuru ve hukuki sonuç
BGH, “Trihotel”de varlığı yok etme sorumluluğunda talep temeli
olarak BGB’nin 826.maddesini göstermektedir. “Ahlak dışı ve kasıtlı
zarar” ile başlık atılmış olan genel hüküm kısa ve öz olarak şöyledir:
„Kim diğerine ahlak dışı yoldan kasıtlı olarak zarar verirse, diğerinin
zararını karşılamakla yükümlüdür.” Varlığı yok etme sorumluluğunu bu
40 Statt vieler Röhricht in: Festschrift 50 Jahre BGH, 2000, S. 83, 85; K. Schmidt NJW
2001, 3577, 3578. 41 BGHZ 122, 123 = NJW 1993, 1200 = WM 1993, 687 – TBB. 42 Zuvor bereits Röhricht in: Festschrift 50 Jahre BGH, 2000, S. 83 ff. 43 In diesem Sinne schon BGHZ 149, 10 = NJW 2001, 3622 = WM 2001, 2062 – Bremer
Vulkan; präzisierend dann BGHZ 151, 181 = NJW 2002, 3024 = WM 2002, 1804 – KVB; BGH NJW 2004, 1107 = WM 2004, 2254 = NZG 2004, 1107 – Rheumaklinik. Zum Ganzen auch Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 57.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
227
norma özel olay grubu olarak sınıflandırıldığında hangi taleplerin geçerli
olduğunu, BGH aşağıdaki şekilde ifade etmiştir:
(1) BGB’nin 826.maddesi kapsamında herkes zarar veren ola-
rak göz önündedir. Fakat BGH sorumlu olanların halkasını
şirketler hukuku ölçütlerine göre sınırlandırmak istiyor.
Hissedarın yanı sıra, GmbH’da hissedar olan biri de sorum-
lu olabilir; ancak bu durum ilgili katılımcı – yani hissedar-
hissedar – zarar gören kuruluş üzerine hakimiyet derece-
sinde etki edebiliyor ise geçerlidir.44
(2) Zarar gören ve buna göre tazminat talebinin sahibi, “Triho-
tel”- kararının sorumluluk kavramı içerisinde, zarar görmüş
olan kuruluşun kendisidir.
(3) Senato ahlaka aykırılığın objektif unsurunu, birincisi hisse-
darın kuruluş varlığına yapmış olduğu “kalifiye” müdahale
sonucu ve ikincisi hissedarın bu müdahale ile görevini
“GmbH süresince, kuruluş alacaklısını tatmin etmek ama-
cıyla kuruluş varlığının işlevsel olarak bağlanması” ihlal et-
tiğinde mevcut görür:45
- Öncelikle “kalifiye” müdahaleye değinecek olursak,
böyle bir şey söz konusu olduğunda, müdahale hedef odaklı
olarak işletmeye yabancı amaçlar için yapıldığında46
ve
GmbHG’nin 30 ve 31.maddeleri tarafından hiç ya da tam
olarak dengelenemediğinde, örneğin kolateral hasar şekli-
de. Fonksiyonel olarak bakıldığında, “kalifiye müdaha-
le”nin özelliği ile, yani GmbHG’nin 30 ve 31.maddelerine
karşı yoğunlaştırılmış bir “alım yasağı” 47
oluşturulmakta-
dır.
- Göreve değinecek olursak, kuruluş alacaklısını tatmin
etmek amacıyla kuruluş varlığının işlevsel olarak bağlan-
44 BGHZ 173, 246, 263 f. (Rz. 44) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 45 BGHZ 173, 246, 256 f. (Rz. 25) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 46 BGHZ 173, 246, 259 (Rz. 31) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 47 BGHZ 173, 246, 257 f. (Rz. 28) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
228
masına saygı duymak; “kalifiye” müdahale kuruluşun öde-
me gücünü ortadan kaldırdığında48
ve böylece kuruluşun
iflasına neden olduğunda ya da bunu daha da derinleştirdi-
ğinde bu görev alacaklı isteklerini dikkate almak için ihlal
edilmiştir.49
(4) Senato sübjektif unsur olarak ise, ticaret yapan hissedarın
kendisi tarafından ya da onayı ile alınmış olan önlemin, ku-
ruluş varlığını “kalifiye” bir şekilde zarar vermesini gör-
mekte; ahlaka aykırılık bilincinin olması gerekmiyor. 50
(5) Kuruluşun tazminat almaya hak ettiği zarar, BGH bunu
söylemese de, alacaklı taleplerinin toplam tutarı ile kuru-
luşta halen mevcut olan varlık değerleri arasındaki farkta
bulunuyor. Ana sermayenin tekrar doldurulması haline
borçlanma yoktur; varlığı yok etme sorumluluğu sadece
alacaklı menfaati doğrultusunda var olup, kuruluşun kendi-
sini ilgilendirmez.
(6) Rekabet düzleminde, BGB’nin 826.maddesi gereğince var-
lığı yok etme sorumluluğu, daha önceki sorumluluk model-
lerine karşılık diğer taleplere karşı destekleyici değildir,
özellikle GmbHG’nin 31.maddesinden gelen bir talebe kar-
şı. Olası talep esasları münferit olarak yan yana durmakta-
dır.51
b) BGH’nın gerekçelendirilmesi
BGH, yeni adalet değişikliğinin gerekçelendirmesi için öncelikle
dikkati, kuruluş varlığının korunması GmbHG’nin 30 ve 31.maddeleri
nedeniyle bazı boşluklar yarattığına ve ve hissedarın “kesin” olarak bir
sorumluluk aktivitesine tabi tutulması gerektiğine ve böylece “kuruluş
alacaklısının tatmin etmek için gerekli kuruluş varlığını, varlık yok eden,
48 BGHZ 173, 246, 258 f. (Rz. 30) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 49 BGHZ 173, 246, 252 (Rz. 16) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 50 BGHZ 173, 246, 258 f. (Rz. 30) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 51 BGHZ 173, 246, 262 f. (Rz. 38 ff.) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
229
yani kuruluşu iflasa götüren ya da hissedarın buna benzer derin müdahale-
lerine” karşı korunması gerektiğine çekecektir.52
Mahkeme daha sonra kendini eleştirel bakış açısıyla, şimdiye ka-
darki sorumluluk modelinin hukuki sonuç düzleminde belli bir homojen-
sizlik ve dogmatik belirginsizlik tarafından işaretlenmiş olduğunu fark
eder.53
Özellikle şimdiye kadar gerekten kurumsal varlığı yok etme so-
rumluluğunun yanı sıra, alacaklıklara karşı BGB’nin 826.maddesinden
doğan hissedarların eşzamanlı sorumluluklarda her zaman kabul edilmiş-
tir.
Mahkeme bu uyumsuzlukları adli inşai muamele ile çözerek, varlığı
yok edici sorumluluğun sadece bir sorumluluk ilişkisi ile sınırlanmasını
sağlar: hissedarın GmbH’ya karşı, BGB’nin 826.maddesinin genel kusur-
lu talep normu çerçevesinde, özel bir olay grubu olarak sorumlu olması.54
Bu sorumluluk konsepti için mahkeme bir dizi ayrıcalıklar sunuyor:
- Birincisi; birçok olayda sınırsız borçlanmaya bağlı ortağın şahsi
sorumluluğu çok ileri gider ve GmbH’nın yasal şekline zarar verme tehli-
kesiyle karşı karşıya bırakır;55
- İkincisi; varlığı yok edici sorumluluğun objektif unsuru, hedef
odaklı işletme dışı el koyma gerektirir ve buraya BGB’nin
826.maddesinin olası kasıt ile yapılan eylemi uymaktadır;56
- Üçüncüsü; kuruluşa karşı olan bir iç sorumluluk, GmbHG’nin 30
ve 31.maddelerinin kapsamlı iç sorumluluk konseptine entegrasyona izin
verir;57
- Dördüncüsü; GmbHG’nin 30 ve 31.maddeleri gereğince kurulu-
şun üzerinde “sorumluluk kanalizasyonu” konsepti yer alır; yani tüm ta-
52 BGHZ 173, 246, 253 (Rz. 19) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 53 BGHZ 173, 246, 252 ff. (Rz. 18 ff.) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 54 BGHZ 173, 246, 255 f. (Rz. 23) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 55 BGHZ 173, 246, 257 (Rz. 27), 259 (Rz. 31) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 –
Trihotel. 56 BGHZ 173, 246, 259 (Rz. 31) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 57 BGHZ 173, 246, 260 (Rz. 32) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
230
leplerin kuruluş varlığı üzerinden çözümlenmesi ve bu tamamlayıcı bir
sorumluluk modelinde kabul edilmelidir.58
c) Literatürde kritik
Literatürde GmbHG’nin 30 ve 31.maddeleri gereğince yan sorum-
luluk unsurunun gerekliliği inkâr edilmez, ancak “Trihotel”-kararının
sorumluluk konsepti büyük oranda eleştirilir.59
En sık eleştiri noktaları birbiriyle bağlantılır. Bir yandan, BGH ku-
ruluşa karşı iç sorumluluk için BGB’nin 826.maddesine yönelmesi nede-
niyle eleştirilir; oysa GmbH’ya karşı üyelikli sadakat görevinin ihlal
edilmesinden dolayı oluşan zarar tazminat yükümlülüğünü kabul edebilir-
di.60
Diğer yandan BGB’nin 826.maddesine ait kasıt gerekliliği aşırı sıkı
olarak görülür ve ihmal sorumluluğu desteklenir.61
Mahkemenin öncelikle BGB’nin 826.maddesine geri dönmesine
değinecek olursak, neden özellikle haksız fiil hukukunun alacaklı tatmini
için kuruluş varlığının elde olmayan fonkisyonel bağlantısına başvurul-
ması, gerçekten anlaşılır bir durum değildir. Bu yasal kuruluş değerlen-
dirmesini şirketler hukuku çerçevesinde yapması daha sistematik olurdu.
Düşünülmesi gereken, alacaklılarında menfaatine olan ve hissedarların
analog AktG’nin 241.maddesi No.3 Alt. 2 olarak kendilerini kurtarama-
dıkları, kuruluşa karşı üyelikli sadakat görevinin ihlal edilmesidir
58 BGHZ 173, 246, 260 f. (Rz. 33) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 59 Kritisch etwa Henssler/Strohn/Verse (Fn. ==), § 13 GmbHG Rz. 50; Staudin-
ger/Oechsler, BGB, 2014, § 826 Rz. 324b f.; Wagner in: Münchener Kommentar zum BGB, Band 5, 6. Aufl. 2013, § 826 Rz. 136 f.; Dauner-Lieb ZGR 2008, 34, 41 ff.; Oster-loh-Konrad ZHR 172 (2008), 274, 290 ff.; Vetter BB 2007, 1965, 1965 f.; Weller ZIP 2007, 1681, 1682 f.
60 Für eine Lösung über die mitgliedschaftliche Treuepflicht etwa MünchKomm-
GmbHG/Liebscher (Fn. ==), Anh. § 13, Rz. 534; bereits vor „Trihotel“ zudem K. Schmidt NJW 2001, 3577, 3580; Ulmer ZIP 2001, 2021, 2025 ff.; Ihrig DStR 2007, 1170 ff.; Vetter ZIP 2003, 601, 602. A.A. (für eine Durchgriffshaftung nach Vorbild der „Bremer Vulkan“-Entscheidung) Lutter/Bayer in: Lutter/Hommelhoff, GmbHG, 18. Aufl. 2012, § 13 Rz. 46.
61 Habersack ZGR 2008, 553, 558; Schwab ZIP 2008, 341, 348 ff.; schon vor „Trihotel“ für eine Fahrlässigkeitshaftung etwa Zöllner in: Festschrift Konzen, 2006, S. 999, 1013 ff.; insoweit positiver die Rezeption bei Staudinger/Oechsler (Fn. ==), § 826 Rz. 325d.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
231
(BGB’nin 280.maddesi 1.Fıkrası).62
Ancak GmbH-hukukunda BGB’nin
280.maddesi 1.Fıkrası gereğince sadakat görevinin ihlaline yönelik so-
rumluluk için hafif ihmal yeterlidir.63
Fakat mahkeme hissedar sorumlu-
luğunun kasıtlı eylemi nedeniyle istenen sınırlamasını, örneğin AktG’nin
117.maddesini analog uygulaması ile gerekçelendirebilirdi.
Diğer yandan literatürün eleştirisinin sorumluluk ölçütünün bu sı-
nırlandırılmasında, sistematik-değerlendiren yaklaşımlar açısından pekte
gerekçesiz değildir.
Çünkü daha öncede belirtilmiş olduğu gibi, 64
GmbH’nın yöneticisi
yeni devreye giren GmbHG’nin 64.maddesi 3.cümlesi gereğince en ufak
ihmal halinde hissedarlara ödeme konusunda sorumludur, şayet bu durum
kuruluşu ödeme yapamaz hale getirmiş ise. Burada bir oranda değerlen-
dirme zıtlığı söz konusu, çünkü böyle bir önlemi başlatan kişi olarak his-
sedar sadece BGB’nin 826.maddesinin sıkı şartları altında sorumlu tutu-
lurken, şirket yöneticisi GmbHG’nin 64.maddesi 3.cümlesi gereğince en
ufak bir ihmal durumunda sorumlu hale gelmektedir.65
Çünkü haksız fiil
62 So oder ähnlich Grigoleit/Grigoleit, AktG, 2013, § 1 Rz. 124; Baum-
bach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 59; K. Schmidt ZGR 2011, 108, 119 f.; s. auch schon Mülbert DStR 2001, 1937, 1941 ff.
63 S. bereits oben II. 1. a). 64 Oben I. 65 Nach dem „Trihotel“-Konzept des BGH stellt der existenzvernichtende Eingriff eines
Alleingesellschafters keinen Verstoß gegen die mitgliedschaftliche Treuepflicht dar. Nach allgemeinen Regeln ist der zugrunde liegende Gesellschafterbeschluss folglich wirksam und befreit den Gesellschafter von dem in der GmbH grundsätzlich bestehen-den Schädigungsverbot, s. dazu bereits oben II. 1. a) und II. 2. b). Nach allgemeinen Re-geln haftet auch die Geschäftsführung nicht, wenn sie einen wirksamen Gesellschafter-beschluss samt der darauf gründenden Weisung umsetzt; dies folgt im Umkehrschluss aus § 43 Abs. 3 Satz 3 GmbHG. Vor diesem Hintergrund vermag prima facie nicht ein-
zuleuchten, weshalb die Geschäftsführung, nicht aber der Gesellschafter für eine exis-tenzvernichtende Maßnahme einstandspflichtig sein soll, sofern beiden Seiten lediglich Fahrlässigkeit zur Last fällt und § 826 BGB folglich nicht anwendbar ist. Einen Erklä-rungsansatz hat Leuschner entwickelt: Der Gesellschafterbeschluss weise hier einen doppelten Regelungsgehalt auf, nämlich zum einen die an die Geschäftsführung gerich-tete Weisung, die existenzvernichtende Maßnahme umzusetzen, und zum anderen den konkludent erteilten Dispens des Gesellschafters vom Schädigungsverbot. Analog § 241 Nr. 3 Alt. 2 AktG soll freilich nur die Weisung an die Geschäftsleitung, nicht aber der
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
232
hukukunun perspektifinden bakıldığında, şirket yöneticisi sadece hisseda-
rın asıl suçunun katılımcısı durumunda olup sadece kasıt halinde sorum-
ludur (BGB’nin 830.maddesi); ancak bu pek işine yaramıyor, çünkü
GmbHG’nin 64.maddesi 3.cümlesi gereğince en küçük ihmal ödemelerin-
den sorumlu tutuluyor. Bu çelişkinin açıklaması için sadece şu ifade kalı-
yor, şirket yöneticisi bulunduğu konumu gereğince, varlığı tehdit eden
ödeme arzusu olan hissedara karşı koymaktır, ancak bu açıklama bazı
yazarlara yeterli gelmiyor gibi görünüyor.66
Pratik açıdan bakıldığında ise, GmbH-iflasının düzenleme durumu-
na göre olan istisnasız iç sorumluluk konseptinin, yani kültesiz iflasın,
ikna edici olmadığına dikkat çekiliyor.67
GmbH’nın mevcut varlık değer-
lerinin eksik olmasından dolayı iflas yöneticisi tayin edilmese, GmbH’nın
varlığı yok etme sorumluluğundan doğan talepler gerçekleştirilemez.
Ancak BGH’nın alacaklıları bu taleplere haciz koyma ve buradan kendile-
rini tatmin etme olasılığına yönlendirmeye çalışması, 68
sadece bir teori-
dir. Kütlesiz iflasın kuralı gereğince, bu nedenle alacaklının istisnai du-
rum o,larak hissedara müdahale etmesine izin verilmelidir.69
3. GmbH-hukukunda diğer olay gruplar
“Trihotel”-kararı, kuruluş varlığına “işletme dışı müdahalenin”
hangi şekilde yapıldığını farklılaştırmaz. “Varlık değerinden bir alım”
olması yeterli, ancak BGH burada geniş bir varlık terimine yer veriyor:
daha sonraki bir kararda, münferit ortağın bir talebi kendisine karşı geçer-
li hale getirmesini engellemek için, duruşma sırasında davacı GmbH hak-
kında gıyabi hüküm vermiştir.70
Dispens vom Schädigungsverbot unwirksam sein. Näher Leuschner, Das Konzernrecht des Vereins, 2011, S. 311 ff.
66 S. vor allem Habersack ZGR 2008, 533, 558. 67 Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 57; Habersack ZGR 2008, 533, 548;
Lutter/Hommelhoff/Lutter/Bayer (Fn. ==), § 13 Rz. 46. 68 BGHZ 173, 246, 261 f. (Rz. 36) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 69 MünchokmmGmbHG/Liebscher (Fn. ==), Anh. § 13 Rz. 535; Altmeppen NJW 2007,
2657, 2660; Habersack ZGR 2008, 533, 548; Baumbach/Hueck/Zöllner/Beurskens (Fn. ==), SchlAnhKonzernR Rz. 126.
70 BGHZ 179, 344, 350 = NJW 2009, 2127 = WM 2009, 800 – Sanitary.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
233
Bunun sonucunda müdahale sadece iş fırsatlarının çekilmesinde
(corporate opportunities) değil, 71
idari personel yada Know-How çekil-
mesinde de görüleceği tahmin edilebilir.72
Literatürün bölümlerine göre
tipik konsern bütünleştirici önlemler, örneğin konsern çapında bir cash-
pooling’e ya da dağıtım sistemine katılım kapsanabilir.73
Ancak bu şüphe-
li görünüyor, çünkü bu tarz uygulamalarda varlık değerlerinin çekilmesi,
geniş varlık terimlerinde bile artık neredeyse hiç değinilmemektedir.
Sorumluluğun fonksiyonunu alacaklıyı açık verme riskinin sonra-
dan yükselmesine karşı korumak olarak görülüyorsa, işleri bırakmak bile
yoğun spekülatif karekter ile karşılanacaktır.74
Çünkü alacaklının ilave
risk yükselmesine karşı olan bakış açısına göre, bu etkinin varlık değerle-
rinden çıkma ya da riskli işlere girme sonucunda oluşmasının hiçbir öne-
mi yoktur.
Buna göre işletme dışı müdahale “aktif eylem” gerektiyor mu yoksa
kaçınarak gerçekleşebilir mi sorgulanabilir. Hissedarın varlığa değilde,
GmbH’ya başından itibaren işletme için gerekli olan sermayeyi verme-
mek, adı özellikle kötüye çıkmış olan olaylardır. “Gamma”-kararında
BGH bu olay grubunu doğru bir şekilde iptal etmiştir:75
“Trihotel”in so-
rumluluk unsuru, alacaklıları sadece hissedarların fırsatçı davranışlarına
korumalı, yani alacaklı ilişkisinin gerekçelendirilmesinde belirtilen açık
71 Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 72. 72 Servatius in: Michalski, GmbHG, Band 1, Syst. Darstellung 4, Konzernrecht, Rz. 377
mit vielen weiteren Beispielen. 73 Michalski/Servatius (Fn. ==), Syst. Darstellung 4, Konzernrecht, Rz. 377; Baum-
bach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 72. 74 MünchKommGmbHG/Liebscher (Fn. ==), Anh. § 13 Rz. 553; Decher in: Münchener
Handbuch des Gesellschaftsrechts, Band 3, GmbH, 4. Aufl. 2012, § 69 Rz. 9; Drygala GmbHR 2003, 729, 735; Vetter ZIP 2003, 601.
75 BGHZ 176, 204 = NJW 2008, 2437 = WM 2008, 1220 – Gamma; ebenso Baum-bach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 64; Michalski/Servatius (Fn. ==), Syst. Darstel-lung 4, Konzernrecht, Rz. 377; a.A. noch die Vorinstanz OLG Düsseldorf NZG 2007, 388 = ZIP 2007, 227; Ulmer/Habersack/Winter/Casper, GmbHG, Band 3, 2008, Anh. § 77 Rz. 128 ff. – Nach Teilen des Schrifttums soll in diesen Fällen allerdings ungeach-tet der „Trihotel“-Grundsätze eine Haftung nach § 826 BGB wegen vorsätzlich sitten-widriger Schädigung unmittelbar der Gläubiger in Betracht kommen, s. nur Lut-ter/Hommelhoff/Lutter/Bayer (Fn. ==), § 13 Rz. 22 m. w. Nachw.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
234
verme riskinin ilaveten yükseltilmesine karşı (ex post-fırsatçılık). Senato-
nun daha “Trihotel”-kararı sırasında sorumluluk unsurunu ilüstrasyonu
için kullandığı76
“self servis” görüntüsüyle sermaye azlığının hiçbir ortak
yanı yoktur.
“Trihotel”-esasları ayrıca “alan” ya da “varlık kombinasyonunda”
uygulanabilir değildir: Hissedarlar, alacaklıların kullanıma sunulan so-
rumluluk fonları izole edilemeyecek şekilde şirketlerini diğer varlıkların-
dan ayrı olarak yürütmezlerse, o halde burada işletme dışı müdahale yok-
tur.77
Ancak hissedarlar BGH’nin diğer bir hüküm çizgisine göre, ortağın
şahsi sorumluluğu yolunda sorumluluk ayrıcalıklarını tamamen kaybede-
bilirler.78
Özellikle iflas halinde bu durum çok etkili bir sorumluluk tuza-
ğına dönüşebilir.
IV. Anonim şirket ve diğer sermaye şirketlerine geçiş
BGH’nın anonim şirketi için iç sorumluluk konseptinin aktarımı
konusunda açıklama yapma fırsatı yoktu. Literatür bunun için yeterince
açıklama yapıyor,79
pratik olarak neredeyse hiç anlamı olmasa dahi. Çün-
kü AktG’nin 117 ve 311.maddeleri gereğince sermaye hukukunun koruma
düzeyi, varlık korumasının yanı sıra devamlılık koruması da garanti ettiği
için, “Trihotel”-standartlarını genelde aşar.80
Tartışma bu nedenle, şirket hukukunda kalan az sayıda koruma boş-
luklarının başka bir şekilde kapatılıp kapatılamayacağı sorusu üzerine
76 BGHZ 173, 246, 257 f. (Rz. 28) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 77 BGHZ 173, 246, 257 (Rz. 27) = NJW 2007, 2689 = WM 2007, 1572 – Trihotel. 78 S. zuletzt BGH NZG 2008, 187, 188 (Rz. 16) = NJW-RR 2008, 629 = WM 2008, 302;
zuvor bereits BGHZ 125, 366, 368 = NJW 1994, 1801 = WM 1994, 896; BGHZ 95, 330, 333 f. = NJW 1986, 188 = WM 1985, 1263 – Autokran; BGH NJW 1985, 740 f. = WM 1985, 54; OLG Celle GmbHR 2001, 1042; OLG Jena GmbHR 2002, 112, 114; da-zu Michalski/Michalski/Funke (Fn. ==), § 13 Rz. 358 ff.; Roth/Altmeppen/Altmeppen
(Fn. ==), § 13 Rz. 133 ff.; Lutter/Hommelhoff/Lutter/Bayer (Fn. ==), § 13 Rz. 19, 24; Baumbach/Hueck/Fastrich (Fn. ==), § 13 Rz. 45.
79 Grigoleit/Grigoleit (Fn. ==), § 1 Rz. 126; Emmerich/Habersack/Habersack (Fn. ==), Anh. § 317 Rz. 5a; Habersack ZGR 2008, 533, 550 f. m. w. Nachw.; vgl. auch Hüffer AktG (Fn. ==), § 1 Rz. 25 ff. (§ 17 AktG als Pendant zu § 826 BGB); aus der instanzge-richtlichen Rechtsprechung OLG Köln ZIP 2007, 28, 30; a.A. Schall, Kapitalgesell-schaftsrechtlicher Gläubigerschutz, 2009, S. 238 f.
80 Oben IV. 1.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
235
yoğunlaşmaktadır. Somut olarak bu durum, AktG’nin 311.maddesinin
düzenleme sistemi münferit dezavantajlarının eksik izole edilebilirliği
nedeniyle başarısız olan “kalifiye fiili konsernleşmeyi” ilgilendirmekte-
dir.81
Literatürün bölümleri burada AktG’nin 302.maddesine karşı analog
olarak aksiyonerin açık verme sorumluluğunu “TBB”-kararı örneğine
göre desteklemektedir.82
Onun ardında, aksiyonerin bir hakimiyet sözleş-
mesi varmış gibi davranması gerekiyor düşüncesi yatıyor, çünkü münferit
dengelemeye kapalı olan dezavantaj ilavesi ancak bu şartlar altında yasal-
dır.83
Bu durum sonuçta ikna ediyor, ancak dogmatik gerekçelendirmede
ikna etmiyor: açık verme sorumluluğunu, üyelikli sadakat görevinin ku-
surlu ihlalinden türetmek tercihe layık olacaktır. Çünkü burada, aksiyoner
kalifiye konsern yürütme davranışıyla AktG’nin 311 ve 317.maddelerinin
işlevselliğini anonim şirkete zarar vermek için geleceğe yönelik devre dışı
bırakır.84
Ancak bu bakış açısının pratikte uygulanması beklenemez. Birinci
derece yasal kararlar “Trihotel”-kararını “kalifiye-fiili konsern” hukuki
kişine kategorik ret olarak sunuyorlar – hem de sadece GmbH için değil
aynı zamanda anonim şirket içinde.85
Alman hukukunda diğer sermaye kuruluşları için, örneğin kayıtlı
ideal birlikler yada kooperatifler, ancak tam sorumlu gerçek kişisi olma-
yan şahıs şirketleri, örneğin GmbH & Co. Sermaye şirketi gibi, içinde
“Trihotel”-esasları uygulanabilirliği şimdiye kadar kısmen çözümlenmiş-
tir. Varlığı yok etme yasağı, kısmen alacaklı korumasının yasal şekli aşan
temel enstitü olarak tasarlandığını ve sorumluluk sınırlamasının korelatı
81 Oben II. 2. b). 82 Emmerich/Habersack/Habersack (Fn. ==), Anh. § 317 Rz. 5a, 7 ff.; Habersack ZGR
2008, 533, 551 ff.; Spindler/Stilz/H.F. Müller (Fn. ==), Vor § 311 Rz. 25 ff.; a.A. Hüffer
AktG, 10. Aufl. 2012, § 1 Rz. 26; Hüffer in: Festschrift Goette, 2011, S. 192, 200 ff.; MünchKommAktG/Altmeppen (Fn. ==), Anh. § 317 Rz. 11 ff.
83 Habersack ZGR 2008, 533, 553; Spindler/Stilz/H.F. Müller (Fn. ==), Vor § 311 Rz. 25. 84 Näher Mülbert, Aktiengesellschaft, Unternehmensgruppe und Kapitalmarkt, 2. Aufl.
1996, S. 487 ff.; Mülbert in: Münchener Kommentar zum HGB, Band 3, 3. Aufl. 2012, KonzernR, Rz. 182; für die GmbH auch schon Mülbert DStR 2001, 1937, 1946 f.
85 OLG Stuttgart AG 2007, 633, 636; OLG Stuttgart AG 2007, 873, 875; aus dem Schrift-tum zustimmend MünchKommAktG/Altmeppen (Fn. ==), Anh. § 317 Rz. 13 ff.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
236
olarak sorumluluk sınırlaması olan tüm kuruluş şekilleri için geçerlilik
talebinde bulunduğu kabul edilmektedir.86
Bu durum şüpheli görünüyor:
Ancak BGH ideal birlik için GmbH’ya geçişin “esas yapısal farklılıklar”
gerekçesiyle kati iptalini belirtmiştir87
ve sermaye kuruluşu & Co. KG
içinde aynı şekilde diskalifiye olması gerekiyor88
.
İç sorumluluk konseptinin Almanya’da faal olan “hayali yurtdışı
kuruluşlarına” aktarılıp aktarılamayacağı konusu tartışmalıdır. Burada
özellikle söz konusu olan İngiliz Ltd. yasal şeklidir. Büyük Britanya’da
kurulmuş olmasına rağmen neredeyse sadece Almanya’da faaldir. Alman
şirket hukukun bu kuruluşlar için uygulanması, birlik hukukunun yerleş-
me özgürlüğüne aykırıdır,89
bu durum Avrupa mahkemesinin “Centros” 90
,
“Überseering” 91
ve “Inspire Art” 92
kararlarında belirtilmektedir. Bu arka
planda, literatür bölümleri “Trihotel”-kararının BGH’nin bir denemesi
olduğunu düşünüyor. BGH burada, birlik hukukunun yerleşme özgürlü-
ğün ölçütlerine yeterli olan BGB’nin 826.maddesine başvurarak İngiliz
Ltd. içinde yok edici müdahalelerin onaylanması için bir hukuk enstitüsü-
nü elinin altına bulundurmak istiyor.93
Başkaları bundan şüphe duyuyor,94
86 Leuschner, Konzernrecht des Vereins (Fn. ==), S. 357 ff. 87 BGHZ 175, 12 = WM 2008, 358 = NZG 2008, 670 – Kolpingwerk. 88 MünchKommHGB/Mülbert (Fn. ==), KonzernR Rz. 179f f.; a.A. Staub/C. Schäfer,
HGB, Band 3, 5. Aufl. 2009, § 105 Rz. 35 m. w. Nachw. 89 Art. 49-55 AEUV. 90 EuGH, Rs. 212/97, Slg. 1999, I-1459-1498 = NJW 1999, 2027 = WM 1999, 956 –
Centros. 91 EuGH, Rs. 208/00, Slg. 2002, I-9919-9976 = NJW 2002, 3614 = WM 2002, 2372 –
Überseering. 92 EuGH, Rs. 167/01, Slg. 2003, I-10155-10238 = NJW 2003, 3331 = WM 2003, 2041 –
Inspire Art. 93 Gehrlein WM 2008, 761, 769; Buchalik/Rinker in: Buth/Hermanns (Hrsg.), Restruktu-
rierung, Sanierung, Insolvenz, 3. Aufl. 2009, § 4 Rz. 36 ff.; für eine Anwendung auf
(Schein-)Auslandsgesellschaften auch Casper in: Ulmer/Habersack/Winter, GmbHG, Ergänzungsband MoMiG, 2010, § 64 Rz. 35; Gottwald/Kolmann in: Gottwald, Insol-venzrechts-Handbuch, 4. Aufl. 2010, § 132 Rz. 99; Roth/Altmeppen/Altmeppen (Fn. ==), § 13 Rz. 116 f.; Altmeppen/Ego in: Münchener Kommentar zum AktG, Band 7, Eu-ropäische Niederlassungsfreiheit Rz. 429 ff.; Burg/Müller-Seils ZInsO 2007, 929, 931; Paefgen DB 2007, 1907, 1912; Vetter BB 2007, 1965, 1969 f; Weller ZIP 2007, 1681, 1688 f.; zweifelnd Strohn ZInsO 2008, 706, 711; differenzierend Gruelich/Rau NZG 2008, 565, 568 f.
Varlığı Yok Etme Mükellefiyeti - Kuruluşa Alacaklıya Zarar Verici Etkileri için Hissedar Mesuliyeti -
237
elbet teki BGH tarafından varlığı yok edici sorumluluk için belirlenmiş,
oldukça katı şartlarını göz önünde bulundurmadan.
V. Varlığı yok etme mükellefiyeti olan rejimde esas sorular
Son olarak, başka hukuki düzenlerin ilgisini çekebilecek, varlığı
yok edici müdahalelere yönelik bir sorumluluk rejiminin birkaç temel
sorularına değinelim.
1. Mevcudiyetin korunması mı yoksa salt varlığın korun-
ması mı?
Mevcudiyet korunması mı yoksa salt varlığın korunması alternatifi
mi? Varlığı yok edici sorumlulukla ilgili her türlü tartışmanın çıkış nokta-
sını oluşturuyor. Hukuk, bu şekilde iflasa götüren kuruluşları böyle kuru-
luş müdahalelerine karşı korumakla mı yetinmek istiyor yoksa kuruluş
ilgili mevcudiyeti içerisinde korunmalı ve böylece iflas önlemi konusunda
daha yüksek bir ölçüt mü garanti edilmeli?
Alman şirket hukuku ezelden beri ikinci konsepti takip ediyor ve
bunu – daha önce de belirtildiği gibi 95
- şahsi şirketleri dahi 117.madde
gereğince bir sorumluluğa ve fiili konsernin kurallarına tabi tutarak yapı-
yor, hem de müdahalenin sermaye şirketini iflasa götürüp götürmeyeceği-
ni dikkate almadan. GmbH-hukukunda ise, “TBB”-esasları terk edildiğin-
den bu yana sadece ilk konsept ile ilgilenilmekte: Hem “Röhricht-
modelinde” hem de “Trihotel”-kararında şahsi şirket kompanze edileme-
yen dezavantajlar için tazminat ödemekle mükellef, şayet durum varlığı
yok etmeye gelmiş ise.96
Hangi konsepte karar verileceği ise, her hukuki düzenin kendine
göre karar verecği bir konudur. Ne hukuki düzenin asgari sermaye isteyip
istemediğinle alakası var ne de GmbHG’nin 30.maddesinde olduğu gibi
ana sermaye ya da AktG’nin 57.maddesindeki gibi kuruluşun tüm varlığı-
94 Gegen eine Anwendbarkeit der Existenzvernichtungshaftung auf Scheinauslandsgesell-
schaften etwa Michalski/Michalski/Funke (Fn. ==), § 13 Rz. 444 ff.; wohl auch Schanze NZG 2007, 681, 685 f.; schon vor der „Trihotel“ Entscheidung ausführlich Schlichte DB 2006, 2672 ff.
95 Oben II. 2. b). 96 Wie hier Habersack ZGR 2008, 533, 552.
Prof. Dr. Peter O. Mülbert - Alexander Wilhelm
238
nı hissedarlardan gelecek müdahalelere karşı koruma garantisinin verilmiş
olmasına bağlı değildir. Mevcudiyeti koruma konsepti, kuruluş varlığını
AktG’nin 311 ve 117.maddeleri gereğince ilgili mevcudiyeti içinde koru-
yarak, güncel tutarını dikkate almaz.
2. İç sorumluluk mu yoksa ortağın şahsi sorumluluğu mu?
Varlığı yok edici sorumluluk hukuki sonuç olarak bir kuruluşa karşı
bir tazminat sorumluluğu olduğu ya da alacaklılara karşı ortağın şahsi
sorumluluğu veya dış sorumluluğu olarak mı gördüğü, her hukuki düzen
için özel olarak cevaplanması gerekmektedir. Bir hukuki düzen, taleplerin
geçerli hale getirilmesinde, aynı şekilde iflaslı kuruluşlarda da iflas yöne-
ticisi yerine alacaklı inisiyatiflerine ne kadar başvurursa, o kadar çok dış
sorumluluğa yaklaşmış olur. İflaslı kuruluşların taleplerini hissedarlara
karşı kolektif olarak geçerli hale getirebilecek kişi mevcut olmadığında –
Alman hukukunda kütlesiz iflas durumlarında böyle kişiler eksiktir - bu
talepleri kuruluş adına geçerli hale getirmek için alacaklılara en azında
yetkilendirme verilmelidir.
3. Borçlanma ölçeği?
Borçlanma ölçeğinde ise, bir varlığı yok edici sorumluluk bir borç-
lanma elementi belirlemelidir. BGH-kararı ile talep mi edilmeli yoksa tam
aksine, en ufak ihmal durumunda mı kullanılacağı, açık olarak cevapla-
namaz. MoMiG üzerinden sonuçlanan, yeni devreye konan GmbHG’nin
64.maddesi 3.cümlesi ile GmbH-hukukundaki yasal durum, devamlı mi-
nimal talepte bulunur: sorumluluk ölçütü, hukuki düzenin hissedar ve
şirket yöneticisi sorumluluklarının ilgili sistematik toplam bağlantıya
değeriyle doğru orantılı olarak eklenmelidir.
239
Türk Ticaret Kanunu’nda
Şirketler Topluluğu Hukukunun Anahatları
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
I. Giriş
6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu, şirketler topluluğu ile ilgili yeni
bir bir düzenleme kabul etmiştir. Kanunun 195 ilâ 209. maddeleri arasında
yer alan bu bölüm, bugüne kadar ticaret hukukunda özel bir düzenlemeye
tabi tutulmayan şirket topluluklarını, özellikle hakim ve bağlı şirketler
arasındaki yönetimsel ilişki ve sorumluluk bakımından ele almaktadır1.
Şirketler topluluğunun ayrı bir başlık altında düzenlenmesindeki neden,
bir topluluğa bağlı bulunan şirketlerin yönetiminin, bağımsız şirketlere
nazaran özellik göstermesidir. Şöyle ki, bağlı konumdaki şirketlerin
yöneticileri, yönetsel kararları alırken şirketler topluluğuna ait üst strateji
ve politikalara uymak durumunda olmaları nedeniyle bağımsız bir
şirketten farklı kararlar alabilmektedir. Özellikle ilgili şirketin menfaati ile
topluluğun menfaatinin örtüşmemesi durumunda, topluluğun çıkarları
üstün tutularak, bağlı şirket menfaatinin feda edilebilmesi riski
İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ticaret Hukuku Anabilim Dalı Öğretim
Üyesi 1 Konuyla ilgili genel bilgi için bkz. Ünal Tekinalp, Sermaye Ortaklıklarının Yeni Hukuku,
3. Bası İstanbul 2013, s. 531vd; Hasan Pulaşlı, Şirketler Hukuku Şerhi Cilt I, Ankara
2011, s. 269vd; Gül Okutan Nilsson, Türk Ticaret Kanunu Tasarısı’na Göre Şirketler
Topluluğu Hukuku, İstanbul 2009 (aşağıda sadece yazar soyadıyla anılmıştır); Asuman
Yılmaz, Türk, İsviçre ve Alman Hukuklarında Şirketler Topluluğuna Güvenden Doğan
Sorumluk, İstanbul 2010, Murat Gürel, Türk Ticaret Kanunu Tasarısı’nda Şirketler
Topluluğunda Hakimiyetin Hukuka Aykırı Kullanılmasından Doğan Sorumluluk,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), 2009; Gökmen Gündoğdu, Das türkische
Konzernrecht im Lichte des schweizerischen und deutschen Rechts, 2013,
(Yayımlanmamış Doktora Tezi); Cafer Eminoğlu, Konzern/Gesellschaften Gruppe,
İstanbul 2013.
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
240
doğmaktadır. İşte şirketler topluluğuna ilişkin yeni TTK hükümleri, bu
menfaat çatışması riskinin doğurabileceği olumsuz sonuçları ortadan
kaldırmaya yönelik mekanizmalar getirmektedir. Anılan mekanizmalar,
topluluk şirketlerinin yönetimine bazı esneklikler de tanımaktadır.
Şirketler topluluğuna ilişkin düzenlemeler 6102 sayılı TTK ile
ticaret hukukuna yeni gelmiş olsa da, hukukumuzda daha önce Sermaye
Piyasası Kanunu m. 15/son hükmünde yer alan “örtülü kazanç aktarımı”
yasağı ile vergi düzenlemelerinde yer alan “transfer fiyatlandırması”
yasağı da, aynı menfaat çatışması riskini, farklı açılardan ele almaktadır.
Her iki düzenleme de, şirketlerin karının örtülü yollardan ilişkili kişilere
aktarılmasını engellemeye çalışmaktadır. Şirketler topluluğuna ilişkin
TTK düzenlemesi de bu amaca yönelik hükümler içermektedir. Ancak
TTK, örtülü kazanç aktarımına ek olarak başka yönetim sorunlarını da
ilgilendiren, daha geniş kapsamlı bir düzenleme getirmektedir.
II. Şirketler Topluluğuna İlişkin Düzenlemelerin Genel
Sistematiği
Şirketler topluluğuna ilişkin düzenleme, TTK m. 195-209 arasında
yer almaktadır. Bu bölümde, hâkimiyet, sorumluluk, bildirim
yükümlülükleri, bilgi alma ve özel denetime ilişkin hükümler
bulunmaktadır.
Bir şirketler topluluğunun varlığını tespit edebilmek için ilk
araştırılması gereken husus, “hakimiyet”in var olup olmadığıdır. TTK m.
195, bir ticaret şirketi üzerindeki hakimiyetin başlıca hangi yöntemlerle
elde edilebileceğini ortaya koymaktadır.
Hakim ve bağlı şirketler, şirketler topluluğunun yapıtaşlarını
oluşturmaktadır2. Ancak, şirketler topluluğunun hakiminin her zaman bir
ticaret şirketi olmayabileceği göz önünde bulundurularak, bir de
2 Konu hakkında farklı görüşler bulunmakla birlikte, Ticaret Sicil Yönetmeliğinin 105.
maddesine göre, bir şirketler topluluğunun varlığından bahsedebilmek için en az bir
hakim ve iki bağlı şirketin, veya bir teşebbüse bağlı en az üç şirketin bulunması
gerekmektedir.
Türk Ticaret Kanunu’nda Şirketler Topluluğu Hukukunun Anahatları
241
“teşebbüs” kavramına yer verilmiş ve topluluğun hakimi olan teşebbüsler
de aynı hükümlere tabi kılınmıştır (TTK m. 195/5).
Kanun, hakim ve bağlı şirketler arasındaki ilişkiyi, hakim şirketin
bağlı şirket yönetimine etkileri bakımından düzenlemiştir. Bu bağlamda
öncelikle hakim şirketin, bağlı şirketleri yönetirken dikkat etmesi gereken
kurallar ortaya konulmuş ve bu kurallara uyulmaması, diğer bir deyişle
“hakimiyetin hukuka aykırı kullanılması” durumu için yaptırımlar
öngörülmüştür (TTK m. 202).
Kanun, hakim şirket ile bağlı şirket arasındaki yönetsel ilişkileri iki
açıdan ele almıştır: Bunlardan biri hakim şirketin, bağlı şirketin yönetim
kurulu üzerindeki etkisi ve bunun sonuçları (TTK m. 202/1), diğeri de,
hakim şirketin, genel kurulda alınan kararlar üzerindeki etkisi ve bunun
sonuçlarıdır (TTK m. 202/2).
İlk olarak, bir bağlı şirket üzerinde hâkimiyet sahibi olanların, bağlı
şirketin yönetimine etki edebileceği ve bazı yönlendirmeler yapabileceği
düşünülerek, bu yönlendirmelerin nasıl olması gerektiğine ilişkin kurallar
konulmuştur. Şöyle ki; kural olarak hakim şirketin, bağlı şirketi
yönetirken, onun aleyhine olabilecek ve onu kayba uğratabilecek
yönlendirmelerde bulunmaması gerektiği düzenlenmiştir. Ancak eğer
böyle bir yönetim gerekli görülüyorsa, o takdirde bunun doğurduğu
kayıpların belli bir süre içinde denkleştirilmesi kaydıyla buna izin
verilmiştir. Denkleştirmenin gereği gibi gerçekleştirilmemesi durumunda
ise hakim şirketin ve hakim şirket yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğu
söz konusu olabilecektir. (TTK m. 202/1). Ayrıca yönetimsel ilişki
açısından tam hakimiyet hallerinin özellik gösterdiği düşünülerek, tam
hakimiyet halinde hakim şirketin, bağlı şirket üzerindeki talimat ve
yönetim yetkileri genişletilmiştir. (TTK m. 203 vd.) Ayrıca tam
hakimiyete ulaşma imkanı veren bir “satın alma hakkı” da hakim şirket
lehine öngörülmüştür. (TTK m. 208).
Hakim şirketin genel kurulda alınan kararlar üzerindeki etkisi ise,
hakimiyet yoluyla alınan ve bağlı şirket bakımından haklı sebebe
dayanmayan bazı kararlar bakımından, karara muhalif paysahiplerine
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
242
tazminat davası açma hakkı verilmesi şeklinde düzenlenmiştir. (TTK m.
202/2).
Şirketler topluluğunun iç yönetimi konusundaki bu düzenlemelerin
yanı sıra, şirketler topluluğunun ve özellikle hakim şirketin üçüncü kişiler
nezdindeki itibarının kullanılması yoluyla üçüncü kişilerde
uyandırılabilecek güvenin boşa çıkartılmasından ötürü doğabilecek
sorumluluk da ayrıca düzenlenmiştir. (TTK m. 209)3.
Bu bölümde öngörülen çözüm ve yaptırımların işlemesi, bazı
bildirim ve raporlama yükümlülüklerinin yerine getirilmesi ve bilgi alma
ve özel denetim haklarına işlerlik kazandırılmasına bağlıdır. Bu nedenle,
şirketler topluluğuna ilişkin olarak bazı bilgi alma ve raporlama
yükümlülükleri ile özel denetime ilişkin haklara da kanunda yer
verilmiştir (TTK m. 198-200, 207).
Bu çalışmada anılan başlıklar ana hatlarıyla tanıtılacaktır. Bunların
dışında TTK’nın şirketler topluluğuna ilişkin hükümlerinde, karşılıklı
iştirak kavramı da ele alınmış olup, bu çalışmanın kapsamını aşacağından,
karşılıklı iştirak konusu burada incelenmemiştir4.
III. Hâkimiyet Kavramı
Kanun, “hâkimiyet” kavramını tanımlamamış, sadece hangi
hallerde hâkimiyetin var olacağını 195. maddede koyduğu kriterlerle
belirlemiştir.
1. Hâkimiyet kriterleri
TTK m. 195’e göre, hakimiyetin üç farklı yoldan elde edilmesi
mümkündür: Birincisi, oyların çoğunluğuna hükmetme veya yönetim
organındaki temsilcilerin çoğunluğunu atayabilme gibi paysahipliğinin
kazandırdığı haklar yoluyla hakimiyetin doğması, ikincisi hakimiyeti
3 TTK m. 209’da düzenlenen güven sorumluluğu, bu sempozyumda Doç. Dr. Asuman
Yılmaz tarafından ele alınacağı için bu çalışmanın kapsamına dahil edilmemiştir. 4 Şirketler topluluğunda karşılıklı iştirak ile ilgili olarak bkz. Gül Okutan Nilsson,
“Şirketler Topluluğunda Karşılıklı İştirak”, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Hukuk Araştırmaları Dergisi Özel Sayı, “Türk Ticaret Kanununu Beklerken”, C. 18, S. 2,
2012.
Türk Ticaret Kanunu’nda Şirketler Topluluğu Hukukunun Anahatları
243
kazandıran bir sözleşme yoluyla hakim konuma gelme, üçüncüsü ise diğer
yollardır.
Paysahipliğine bağlı olarak hâkimiyet, (i) oy haklarının
çoğunluğuna sahip olmak (TTK m. 195/1/a/1), (ii) oy sözleşmesi5 gibi bir
sözleşmeye dayalı olarak kendi oy haklarının yanında tek başına veya
diğer paysahipleriyle birlikte oy haklarının çoğunluğunu oluşturmak (TTK
m. 195/1/a/3) veya (iii) şirket sözleşmesinde tanınan imtiyazlar yoluyla
yönetim organında karar alabilecek çoğunluğu oluşturan sayıda üyenin
seçimini sağlayabilmek hakkını haiz olmak (TTK m. 195/1/a/2) suretiyle
elde edilir. Bu hallerden biri mevcut ise, hakimiyet var sayılır6. Buna
karşılık, bir şirketin sermayesinin çoğunluğuna sahip olmak, ancak
hakimiyetin varlığına “karine” sayılmıştır (TTK m. 195/2). Sermayenin
çoğunluğuna sahip olan, hakim konumdadır. Ancak örneğin oy haklarında
veya yönetim kuruluna aday gösterme konusunda başkası lehine imtiyaz
tanınması nedeniyle sermaye çoğunluğuna sahip olan kişinin hakimiyetini
yitirmesi mümkündür. Bu gibi hallerde, anılan hakimiyet karinesinin aksi
ispat edilebilir. Hakimiyetin varlığına karine olan bir diğer hal, şirketi
yönetebilecek kararları alabilecek miktarda paylara sahip bulunmaktır
(TTK m. 195/2). Örneğin genel kurula katılımın düşük olduğu şirketlerde,
mutlak çoğunluğu oluşturmamakla birlikte, genel kurulda hazır bulunan
oyların çoğunluğunu oluşturanlar da hakim konuma gelebilirler.
Hakimiyeti kazanmanın bir diğer yolu, hakim ve bağlı şirket
arasında “hakimiyet sözleşmesi” adı verilen bir sözleşmenin
akdedilmesidir (TTK m. 195/1/b, m. 198). Hakimiyet sözleşmesi, Ticaret
Sicil Yönetmeliğinin 106. maddesinde şöyle tanımlanmıştır: “Hâkimiyet
sözleşmesi, aralarında doğrudan veya dolaylı iştirak ilişkisi bulunmayan,
bulunsa bile bu ilişkiden bağımsız ve soyutlanmış bir şekilde taraflardan
birinin, sermaye şirketi olan diğerinin yönetim organına hiçbir şarta bağlı
olmadan talimat verme yetkisini içeren sözleşmedir.” Tanıma göre, bir
sözleşmenin hakimiyet sözleşmesi sayılabilmesi için asgari unsur,
5 Bkz. TTK m. 195/1’in gerekçesi. 6 Bu hallerin “faraziye” olarak düzenlendiğine ilişkin bkz. TTK m. 195/1’in gerekçesi.
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
244
hakimiyet altına girecek olan şirketin yönetim organına talimat verme
yetkisinin sözleşmede düzenlenmesidir. Diğer bir deyişle, bu sözleşme ile
birlikte, iki şirket arasında “dikey” bir ilişki kurulmakta, biri diğerininin
yönetim organına talimat verme yetkisini sözleşmeyle kazanarak onun
hakimi konumuna geçmektedir. Böylece sözleşmenin tarafları, hakim ve
bağlı şirket olmaktadır. Kanun, aleniyet açısından hakimiyet
sözleşmesinin tescilini şart koşmuştur (TTK m. 198). Ayrıca Ticaret Sicil
Yönetmeliğine göre, böyle bir sözleşmenin geçerli olabilmesi için bağlı
şirketin genel kurulunca onaylanması da şarttır. (Tic. Sic. Yön. m. 106/2)
Son olarak, kanun, bir şirketin, yukarıda sayılanlar dışında “başka
bir yolla” hakimiyet altında tutulabileceğini (TTK m. 195/1/b) de
mümkün görerek, hakimiyet hallerini sınırlandırmamıştır. Örneğin
uygulamada, gizli ortaklıklar gibi yollarla hakimiyetin tesis edilmesi söz
konusu olabilir.
2. Doğrudan / Dolaylı Hakimiyet
Hakimiyet, bir şirketin diğerinde paylara sahip olması yoluyla
“doğrudan” elde edilebileceği gibi, dolaylı da edinilebilir. TTK m. 195/3
hükmüne göre, “Bir hâkim şirketin, bir veya birkaç bağlı şirket
aracılığıyla bir diğer şirkete hâkim olması, dolaylı hâkimiyettir.”
Örneğin A şirketinin, B şirketinin %70 payına ve oy haklarına sahip
olması, B’nin de C şirketinin %70 payına ve oy haklarına sahip olması
durumunda (ve hakimiyeti etkileyen başkaca unsurların bulunmadığı
varsayımında), A şirketi, B aracılığıyla C şirketinin dolaylı hakimi
konumuna gelmiş olur.
3. Tek başına / Birlikte Hakimiyet ve Tam Hakimiyet
Hakimiyet kriterlerinden birini tek başına sağlayan kişi, tek başına
hakim konumuna girer. Yukarıdaki örnekte, B şirketinin pay ve oy
haklarının %70’ini elinde bulunduran A şirketi, B’nin tek başına
hakimidir. Şirkette başka paysahipleri de olmasına rağmen, onlar şirketin
yönetimine etki edecek güce sahip olmadıklarından, A tek başına
hakimiyeti kullanabilmektedir.
Türk Ticaret Kanunu’nda Şirketler Topluluğu Hukukunun Anahatları
245
Buna karşılık hiç bir paysahibinin hakimiyeti sağlayacak oranda
paylara veya oy haklarına ya da yönetim kuruluna aday gösterme
imtiyazına tek başına sahip olmadığı ve fakat, TTK m. 195/1/a/3
düzenlemesinde olduğu gibi, diğer paysahipleriyle yaptığı bir sözleşme
uyarınca oluşan güçbirliği sayesinde birden fazla paysahibinin hakimiyet
araçlarını ele geçirmesi durumunda, anılan paysahiplerinin birlikte
hakimiyeti söz konusu olur7.
Tam hakimiyet ise, tek başına hakimiyetin özel bir halidir. TTK m.
203/1 hükmüne göre, “Bir ticaret şirketi bir sermaye şirketinin paylarının
ve oy haklarının doğrudan veya dolaylı olarak yüzde yüzüne sahipse” o
şirketin “tam hakimi”dir. Tam hakimiyet durumunda, hakim hissedardan
başka hiç bir hissedar bulunmamakta, böylece korunması gereken bir
azınlık menfaati kalmamaktadır. Bu nedenle kanun tam hakimiyet altında
bulundurulan şirketlerin yönetimine daha fazla esneklik tanımıştır (TTK
m. 203 vd.).
4. Teşebbüs
Başta da belirtildiği gibi, hakim ve bağlı şirketler, şirketler
topluluğunun yapıtaşlarını oluşturmaktadır. Bununla birlikte, şirketler
topluluğunun hakiminin her zaman bir ticaret şirketi olmayabileceği göz
önünde bulundurularak, “teşebbüs” kavramına yer verilmiş ve topluluğun
hakimi olan teşebbüsler de, hakim şirketlerle aynı hükümlere tabi
kılınmıştır (TTK m. 195/5). Ancak kanun, “teşebbüs” kavramını
tanımlamamıştır8.
Şirketler topluluğu bağlamında teşebbüs, ilk olarak, ticaret şirketleri
dışındaki kişileri hedeflemektedir. Şirketler topluluğu düzenlemelerinde
yer alan “hakim şirket” terimi zaten tüm ticaret şirketlerini kapsamaktadır.
Dolayısıyla “teşebbüs”ün, ticaret şirketleri dışında kalan kişileri
7 Okutan Nilsson, s. 149; Tekinalp, s. 551, N. 23-31; Gündoğdu, s. 136 N. 296; Eminoğlu,
s. 169-170. 8 Teşebbüs kavramı hakkında farklı yorumlar için bkz. Halit Aker, Türk Ticaret Kanunu
Madde 14 Hakkında Bazı Düşünceler - Yeni Bir Tacir Türü “Hâkim Teşebbüs”,
BATİDER, C. XXV Sa. 2, Ankara 2009; Gürel, s. 26; Fatih Aydoğan, Tek Kişi Ortaklığı,
İstanbul 2012, s. 214 vd, 219.
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
246
hedeflediği söylenebilir. Vakıf, dernek gibi özel hukuk tüzel kişileri,
belediye gibi kamu hukuku tüzel kişileri ve gerçek kişiler, teşebbüs
konumuna girebilirler9.
Öte yandan, TTK m. 195/5 hükmü, “Hakim teşebbüs tacir sayılır.”
şeklinde bir düzenleme içermektedir. Buradan anlaşılan, teşebbüsün
bizatihi tacir olması gerekmediğidir. TTK m. 12 hükmüne göre kısmen de
olsa kendi adına ticari işletme işleten bir gerçek kişi, veya TTK m. 16/1
uyarınca ticari işletme işleten dernek veya vakıf, zaten tacir sıfatını
taşımaktadır. Oysa Kanun, “teşebbüs”ün tacir olmayabileceği
düşüncesiyle teşebbüse tacir sıfatı atfettiğine göre, teşebbüs konumuna
girmek için ticari işletme işletmek veya tacir olmak da şart değildir10
.
Son olarak teşebbüs, bağımsız karar alabilme iktidarına sahip
olmalıdır. Zira kanun, şirketler topluluğunun hakimi sıfatıyla onu
yönetebilecek konumda olan kişileri teşebbüs olarak görmektedir.
IV. Hâkimiyetin Hukuka Aykırı Kullanılması ve
Sorumluluk
Şirketler topluluğuna ilişkin düzenlemelerin en önemli noktası,
hakimiyetin hukuka aykırı kullanılması durumunda doğabilecek
sorumluluğa ilişkindir. Öncelikle belirtilmesi gereken husus, hakimiyetin
bizatihi sorumluluk doğurmadığı, sorumluluğun doğması için, hukuka
aykırı bir davranışın varlığının gerekli olduğudur.
Güvenden doğan sorumluluk dışarıda bırakıldığında, sorumluluk
sebepleri iki başlık altında incelenebilir: Bağlı şirketin yönetimine
müdahelelerden doğan sorumluluk ve genel kurulda alınan kararlara
ilişkin sorumluluk.
9 Aynı görüşte Tekinalp, s. 545, N. 23-19 vd.; Aker, s. 286; Gündoğdu, s. 112, N. 251 vd. 10 Bununla birlikte, şirketler topluluğuna ilişkin düzenlemelerin çözmeyi hedeflediği
menfaat çatışması riski açısından bakıldığında, “teşebbüs”ün, topluluk şirketlerinin
menfaatiyle yarışabilecek bir iktisadi menfaat gütmesinin aranıp aranmayacağı konusu
tartışmalıdır. Farklı görüşler için bkz. Okutan Nilsson, s. 77vd; Gündoğdu, s. 255, Aker,
s. 283vd; Gürel s. 26vd.
Türk Ticaret Kanunu’nda Şirketler Topluluğu Hukukunun Anahatları
247
1. Bağlı şirketin yönetimine müdahalelerden doğan
sorumluluk (TTK m. 202/1)
a) Bağlı şirketi kayba uğratmama yükümü
Ticaret Kanunu ilk kez hakim şirketlerin, bağlı şirketlerin
yönetimini nasıl yürütmeleri gerektiğine ilişkin bir düzenleme getirmekte
ve buna aykırı davranışı hakimiyetin hukuka aykırı kullanılmasının bir
şekli olarak değerlendirmektedir.
Şöyle ki, kanun, şirketler topluluğunda, topluluğun hakimi olan
şirketin, topluluk içerisindeki şirketleri kontrol edebildiğini, onların
yönetsel kararlarına müdahale edebildiğini kabul etmekte11
ve bu
yönetimin nasıl olması gerektiğine ilişkin bir kural koymaktadır. Kural,
hakim şirketin, bağlı şirketi yönetirken, onun kaybına sebebiyet
verebilecek iş ve işlemler yaptırmamasıdır. Kanun bu kuralı şu şekilde
ifade etmiştir: “Hakim şirket, hakimiyetini bağlı şirketi kayba uğratacak
şekilde kullanamaz.” (TTK m. 202/1) Burada kayıp, “bağlı şirketin
malvarlığını veya karlılığını azaltan veya riske sokan iş veya işlemler”
olarak tarif edilebilir12
. Kanunun 202. maddesinin birinci fıkrasında kayba
sebebiyet verici iş ve işlemlere örnek olarak “bağlı şirketi, iş, varlık, fon,
personel, alacak ve borç devri gibi hukuki işlemler yapmaya; kârını
azaltmaya ya da aktarmaya; malvarlığını ayni veya kişisel nitelikte
haklarla sınırlandırmaya; kefalet, garanti ve aval vermek gibi
sorumluluklar yüklenmeye; ödemelerde bulunmaya; haklı bir sebep
olmaksızın tesislerini yenilememek, yatırımlarını kısıtlamak, durdurmak
gibi verimliliğini ya da faaliyetini olumsuz etkileyen kararlar veya
önlemler almaya yahut gelişmesini sağlayacak önlemleri almaktan
kaçınmaya yöneltmek” gösterilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki, burada
örnek olarak sayılan iş ve işlemler bizatihi hukuka aykırı değildir. Bu
işlemlerin bağlı şirket açısından kayıp doğurucu, olumsuz sonuçları dahi
olabilir. Nihayetinde ticari hayatta risk her zaman bulunmakta ve tüm
11 Bkz. 195. Maddenin gerekçesi, “195 ilâ 209. Maddelere ilişkin Genel Açıklamalar”. 12 Ayrıntılı açıklamalar ve Alman hukukuna göndermeler için bkz. Okutan Nilsson, s.
230vd. Daha geniş bir kayıp tarifi ve örnekleri için bkz. Tekinalp, s. 572 vd. N. 23-92.
Ayrıca bkz. Gündoğdu, s. 227vd.
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
248
öngörülü, tedbirli ve özenli yönetim faaliyetine rağmen kayıplar
oluşabilmektedir. Kanun, bağlı şirketin iş ve işlemlerinin tüm olumsuz
sonuçlarını hakim şirkete yüklemek amacında değildir. Hakim şirketin
sorumluluğuna neden olabilecek kayıp, sadece, yönetim kurulunun özen
ve sadakat yükümünü ihlal eden iş ve işlemlerden doğan kayıplardır. Bu
husus, TTK m. 202/1/d bendinden anlaşılmaktadır. Anılan hükme göre,
“Kayba sebebiyet veren işlemin, aynı veya benzer koşullar altında, şirket
menfaatlerini dürüstlük kuralına uygun olarak gözeten ve tedbirli bir
yöneticinin özeniyle hareket eden, bağımsız bir şirketin yönetim kurulu
üyeleri tarafından da yapılabileceği veya yapılmasından
kaçınılabileceğinin ispatı hâlinde tazminata hükmedilemez.” Bu hükümde
esas alınan “şirket menfaatlerini dürüstlük kuralına uygun olarak gözetme
ve tedbirli bir yöneticinin özeniyle hareket etme” şeklindeki kıstas, TTK
m. 369 hükmünde, anonim şirket yönetim kurulu için öngörülmüş olan
özen ve bağlılık yükümünün aynısıdır. Öyleyse kanun, hakim şirketi,
adeta anonim şirketin yöneticisi gibi görmekte ve hakim şirketin, bağlı
şirket üzerindeki hakimiyetini kullanırken, bağlı şirket yönetim kuruluna
uygulanacak özen ve bağlılık yükümü standartlarına uygun hareket
etmesini istemektedir. Hakim şirketin yönlendirmesi nedeniyle bağlı
şirketin gerçekleştirdiği kayıp doğurucu iş veya işlemler, ancak yönetim
kurulunun özen ve bağlılık yükümüne aykırı düştüğü takdirde hakimiyetin
hukuka aykırı kullanılması anlamına gelecektir. Buna karşılık söz konusu
iş ve işlemin, aynı veya benzer koşullar altında, bağımsız bir şirketin,
şirket menfaatlerini dürüstlük kuralına uygun olarak gözeten ve tedbirli
bir yöneticinin özeniyle hareket eden yöneticileri tarafından da
yapılabileceği ortaya konulabilirse, hakimiyet hukuka aykırı kullanılmış
olmayacaktır. Zira bu durumda, oluşan kayıp ticari gerekçelerle
açıklanabilen bir kayıptır.
Sonuç olarak hakim şirketin yönlendirmesiyle bağlı şirket
tarafından yapılan ve kayıp doğuran işlemler, yönetim kurulunun özen ve
bağlılık yükümüne aykırı kabul edildiği takdirde, hakimiyet hukuka aykırı
kullanılmış olur.
Türk Ticaret Kanunu’nda Şirketler Topluluğu Hukukunun Anahatları
249
b) Denkleştirme
Ancak kanun, böyle bir yönetim biçimine dahi bir şartla izin
vermiştir. Hakim şirket, kaybı, kanunda öngörülen süre içinde giderirse,
hakimiyetin kullanılmasındaki hukuka aykırılık ortadan kalkmaktadır. Bu
giderime kanun “denkleştirme” adını vermektedir (TTK 202/1).
Denkleştirmeye tabi olan kayıp, yönetim kurulunun özen ve bağlılık
yükümüne aykırı görülen iş veya işlemlerin olumsuz sonuçlarıdır.
Burada kayıp ile zarar kavramlarının farklılığına da dikkat
çekilmelidir. Zarar, malvarlığında bir azalmayı veya yoksun kalınan karı
ifade eder13
. Oysa kayıp, daha geniş bir kavramdır14
. Zira, henüz somut bir
zarar oluşmuş olmasa da, malvarlığını riske sokan işlemler de kayıp
kavramına dahildir. Örneğin, TTK m. 202/1’de, kefalet veya garanti
vermenin kayıp doğurucu işlem olabileceği belirtilmiştir. Gerçekten de,
hakim şirketin talebi üzerine, bağlı şirket, bir başka grup şirketi lehine
kefalet, garanti veya aval vermiş olabilir. Henüz bu teminatın paraya
çevrilmemiş olması, işlemin kayıp doğurmadığı anlamına gelmeyecektir.
Böyle bir işlemin hakimiyetin hukuka aykırı kullanılmasını oluşturan bir
kayıp doğurup doğurmayacağı, ancak yukarıda bahsedilen, TTK m.
202/1/d bendindeki kıstasa göre belirlenebilir. Diğer bir deyişle, eğer
böyle bir garanti veya kefalet talebi, aynı veya benzer koşullarda,
bağımsız bir şirketin, özen ve bağlılık yükümüne uygun hareket eden
yönetim kurulunun önüne gelseydi reddedilirdi denilebiliyorsa, ortada
kayıp vardır. Zira bağlı şirketin malvarlığı, ticari gerekçelerle
açıklanamayacak bir mali yükün ve riskin altına sokulmuş olmaktadır.
Maddenin gerekçesinde, şirketin girebileceği bir ihaleye girmekten
kaçınması gibi başka hallerin de kayıp doğurucu olabileceği belirtilmiştir.
Dolayısıyla henüz malvarlığında somut bir eksilme veya somut bir kay
kaybı yaratmamış bazı iş veya işlemler de kayıp kavramına dahildir.
13 Oğuzman/Öz, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 8. Bası, İstanbul 2010, s. 338, 343. 14 Bkz. TTK m. 202 f.1’in gerekçesi.
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
250
Kayıp doğurucu işlemin niteliği ve doğurduğu olumsuz sonuçlar,
kaybın nasıl denkleştirilebileceğini de ortaya koyacaktır. Örneğin bağlı
şirketin bir grup şirketi lehine kefalet vermesi isteniyorsa, bunun karşı bir
kefaletle güvenceye alınması denkleştirmeyi sağlayacaktır15
. Kaybın
kapsamı, ilgili iş veya işlemin yapıldığı tarih itibariyle doğacağı
öngörülebilen sonuçlar bakımından tespit edilir16
. Bu anlamda kaybın
tespiti, işlemin yapıldığı tarihten hareketle, geleceğe dönük bir bakışla
yapılır.
Denkleştirmenin muhatabı, ilgili bağlı şirkettir. Kaybın, aynı
faaliyet yılı içinde fiilen denkleştirilmesi mümkün olduğu gibi, kaybın
nasıl ve ne zaman denkleştirileceği belirtilmek suretiyle bağlı şirkete bir
istem hakkı tanınması yoluyla denkleştirmenin sonraki faaliyet yıllarına
ötelenmesi de mümkündür. (TTK m. 202/1). Denkleştirmenin ne kadar
süreyle ertelenebileceği konusunda kanunda bir açıklık olmadığından,
ertelemenin amaca ve menfaatler dengesine uygunluğunun somut olayda
takdir edilmesi gerekecektir.
Denkleştirme imkanının getirilmesi, şirketler topluluğunun
yönetiminde hakim şirketlere esneklik sağlamaktadır. Zira kanuna uygun
bir denkleştirme yapıldığı sürece, hakimiyet hukuka uygun kullanılmış
olmakta ve herhangi bir sorumluluk doğmamaktadır.
c) Sorumluluk
Kayıp doğurucu bir işlem için gereken denkleştirmenin
yapılmaması durumunda, hakimiyetin hukuka aykırı kullanılması ve
sorumluluk söz konusu olur. Sorumluluğun doğması için, hakim şirketin
yönlendirmesiyle, bağlı şirketin kaybına sebep olan ve yönetim kurulunun
özen ve bağlılık yükümüne aykırı düşen bir iş veya işlem bağlı şirket
tarafından yapılmış olmalı, bu işlemin doğurduğu kayıplar kanuna uygun
şekilde denkleştirilmemiş olmalı ve bundan ötürü bir zarar doğmalıdır.
Burada artık zarar, malvarlığında oluşan eksilmeyi veya yoksun kalınan
karı ifade etmektedir. Zarar, tazminata hükmedildiği andan, ilgili iş veya
15 Örnek için bkz. TTK m. 202 f.1’in gerekçesi. 16 Okutan Nilsson, s. 233, Gündoğdu, s. 225vd.
Türk Ticaret Kanunu’nda Şirketler Topluluğu Hukukunun Anahatları
251
işlemin yapıldığı (veya pasif bir davranışla zarar verildiyse, yapılmaktan
kaçınıldığı) ana kadar ortaya çıkan ve ilgili iş veya işlemle arasında illiyet
bağı kurulabilen tüm gelişmeleri hesaba katarak yapılacak değerlendirme
ile belirlenir. Diğer bir deyişle zarar belirlenirken, geçmişe dönük bir
bakış açısı benimsenir17
. Bahsedilen zarar, münferit paysahiplerinin veya
alacaklıların değil, bağlı şirketin uğradığı zarardır ve tazminatın şirkete
ödenmesi gerekir. Şirketin zararı giderildiğinde, dolaylı yoldan paysahibi
ve alacaklıların zararı da giderilmiş olacaktır.
TTK m. 202/1/b hükmünde, hakimin istem üzerine veya resen
somut olayda hakkaniyete uygun düşecekse, tazminat yerine
paysahiplerinin paylarının hakim şirket tarafından satın alınmasına veya
duruma uygun düşen ve kabul edilebilir başka bir çözüme karar
verebileceği düzenlenmiştir. Örneğin zararın tespitinin çok güç olduğu
durumlarda hakkaniyet gereği tazminat yerine payların satın alınması
şeklinde bir yaptırım uygulanabilir.
Hakimiyetin bu anlamda hukuka aykırı kullanılmasından doğan
sorumluluk, hakim şirkete ve onun kayba sebep olan yönetim kurulu
üyelerine yüklenmiştir. Sorumluluğun yukarıda sayılan şartları dışındaki
diğer koşulları konusunda, TTK m. 202/1/e bendinde, TTK m. 553, 555
ila 557, 560 ve 561. maddelere atıf yapılarak, paysahiplerinin ve
alacaklıların açacağı davaya kıyas yoluyla anılan hükümlerin
uygulanacağı belirtilmiştir.
Kanunun yaklaşımı genel olarak özetlenmek gerekirse, hakim şirket,
adeta bağlı şirketin yöneticisi gibi görülmekte ve yönetim kurulunun özen
ve bağlılık yükümüne tabi tutulmaktadır.
2. Bağlı şirkette alınan genel kurul kararlarından doğan
sorumluluk (TTK m. 202/2)
Hakim şirkete yüklenen bir diğer sorumluluk, bağlı şirket genel
kurullarında alınan bazı kararların, bağlı şirketin menfaaetine uygun
olmamasından kaynaklanan sorumluluktur. TTK m. 202/2 hükmü
17 Ayrıntılar için bkz. Okutan Nilsson, s. 233.
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
252
uyarınca, “Hâkimiyetin uygulanması ile gerçekleştirilen ve bağlı şirket
bakımından açıkça anlaşılabilir haklı bir sebebi bulunmayan, birleşme,
bölünme, tür değiştirme, fesih, menkul kıymet çıkarılması ve önemli esas
sözleşme değişikliği gibi işlemlerde, genel kurul kararına red oyu verip
tutanağa geçirten veya yönetim kurulunun bu ve benzeri konulardaki
kararlarına yazılı olarak itiraz eden” paysahiplerine bir talep hakkı
tanınmıştır. Anılan koşulların gerçekleşmesi halinde, karara olumsuz oy
veren paysahipleri, hakim teşebbüsten zararlarının tazminini veya
paylarının satın alınmasını talep edebilecektir. Hükümde geçen “yönetim
kurulunun bu ve benzeri kararları”ndan kasıt, kural olarak genel kurulun
yetki alanına giren, ancak genel kurulun yönetim kuruluna yetki verdiği
menkul kıymet çıkarma (TTK m. 505), kayıtlı sermayeli şirketlerde
sermaye artırımı gibi kararlardır.
Payların satın alınması durumunda, payların değerinin tespiti
bakımından kanun, “varsa en az borsa değeriyle, böyle bir değer
bulunmuyorsa veya borsa değeri hakkaniyete uygun düşmüyorsa gerçek
değerle veya genel kabul gören bir yönteme göre belirlenecek bir
değer”in uygulanmasını öngörmektedir (TTK 202/2). Değerin hangi
tarihteki değer olması gerektiği sorusunu ise, “Değer belirlenirken
mahkeme kararına en yakın tarihteki veriler esas alınır” şeklinde
cevaplamaktadır. Ancak kanaatimizce, mahkeme kararına en yakın
tarihteki verilerin pay değerine esas alınması, çoğu kez hakkaniyete aykırı
sonuç verecektir. Örneğin bağlı şirket için hiçbir haklı sebebi olmayan bir
birleşmenin, sırf hakim şirketin yönettiği oylarla karara bağlanarak
gerçekleştirilmesi neticesinde bağlı şirketin paylarının değeri düşmüş
olabilir. Bu durumda bu kararın olumsuz sonuçları nedeniyle dava açan
paysahiplerinin paylarının davanın bitmesine yakın tarihteki değerle satın
alınması, onları mağduriyetten kurtarmayacak, zira bağlı şirket açısından
olumsuz olan birleşmenin sonucunda pay değeri düşmüş olacaktır.
Maddenin amacı, paysahibini, hakimiyetin hukuka aykırı kullanılması
yoluyla alınan kararın olumsuz sonuçlarından kurtarmak olduğuna göre,
payın değeri, örnekte, birleşme öncesi değer olarak hesaplanmalıdır.
Nitekim hüküm, “hakkaniyete uygun” değerin hesaplanmasını da
Türk Ticaret Kanunu’nda Şirketler Topluluğu Hukukunun Anahatları
253
öngörmektedir. TTK m. 202/2’de yer alan pay değerinin tespiti ile ilgili
düzenleme, TTK m. 202/1’deki yönetime müdahaleden doğan sorumluluk
açısından da uygulanacağından, oradaki sorumluluk halleri bakımından da
aynı durum geçerlidir. Örneğin bağlı şirketin, hakim şirketin hukuka
aykırı müdahaleleri nedeniyle kötü yönetimi nedeniyle malvarlığı
eksildiyse veya anılan kötü yönetim olmasaydı elde edilebilecek kar elde
edilmediyse, payların satın alınması çözümüne gidildiği takdirde anılan
kötü yönetim olmasaydı pay değeri nerede olacak idiyse o şekilde değer
hesabı yapılmalıdır.
V. Satın Alma Hakkı
Bir şirket içerisinde paysahipleri arasında çatışmaların yaşanması,
şirketin iç barışını bozarak yöneticilerin zaman ve enerjilerini çatışmaların
çözümüne harcamalarını gerektirebilir ve şirketin amacına ulaşmasını
engelleyebilir. Bu düşünceyle18
kanun, bir sermaye şirketinin paylarının
ve oy haklarının en az yüzde doksanına sahip olan hakim şirketlere, bazı
sebeplerin varlığında, kalan azlığın paylarını satın alma hakkı vermiştir
(TTK m. 208). Bu hakkın kullanılabilmesi için, azlığın şirketin
çalışmasını engelleyici, dürüstlük kuralına aykırı veya fark edilir sıkıntı
yaratan veya şirket menfaatlerini tehlikeye düşürecek nitelikte pervasızca
hareketlerde bulunması gerekir. Satın alma hakkı dava yoluyla
kullanılabilen bir haktır. Maddede sayılan koşulların gerçekleşmiş olduğu,
diğer bir deyişle payların ve oy haklarının doğrudan veya dolaylı
olarak %90’ının hakim şirkete aidiyeti ve haklı sebebin varlığı, davacı
tarafından mahkemede ortaya konulmalıdır.
VI. Bildirim Yükümlülükleri
Paysahipliğine bağlı hakimiyet ilişkilerinin belirlenebilmesi için,
TTK m. 198 ile sermaye şirketlerinde pay sahibi olanların, sahip oldukları
pay oranlarını açıklamalarına yönelik bir düzenleme getirilmiştir. Bildirim
yükümlülükleri, belirli pay eşiklerinin aşılması veya bunların altına
inilmesi durumunda ortaya çıkmaktadır. Bildirimin yapılacağı yerler ilgili
şirket, SPK, BDDK gibi kurum ve kuruluşlar ve ticaret sicilidir. Bildirim
18 Bkz. TTK m. 208’in gerekçesi.
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
254
yükümlülüğünün yerine getirilmemesi, ilgili paylara ait oy hakkı dâhil
paysahipliği haklarının donması yaptırımına bağlanmıştır.
Bildirim yükümlülüğünün ne şekilde yerine getirileceğine ilişkin
ayrıntılı düzenleme, Ticaret Sicil Yönetmeliğinin 107. maddesinde yer
almaktadır. Anılan maddenin birinci fıkrası, TTK m. 198’in ilgili
hükmünü tekrar ederek, bildirim gerektiren eşikleri ortaya koymaktadır.
Buna göre, bir sermaye şirketinin sermayesinin, doğrudan veya dolaylı
olarak yüzde beşini, onunu, yirmisini, yirmibeşini, otuzüçünü, ellisini,
altmışyedisini veya yüzde yüzünü temsil eden miktarda paylarına sahip
olan veya payları bu yüzdelerin altına düşen teşebbüs veya şirketler,
bildirimde bulunmak yükümlülüğü altındadır. Görüldüğü üzere, sadece
doğrudan değil dolaylı iştiraklerin de bildirilmesi gerekmektedir. Örneğin
B şirketinin C şirketinde %60 oranında pay iktisap etmesi durumunda, B
şirketinin %90’ına sahip olan A şirketi de C’de otomatik olarak %54
oranında dolaylı iştirake sahip olmakta ve her iki şirket de bu iktisapla C
şirketinde doğrudan ve dolaylı olarak %50 eşiğini aşmaktadır. Bu
durumda hem A hem B şirketlerinin bildirim yükümlülüğü doğacaktır.
Sicil Yönetmeliğinin 107. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, “Dolaylı
iştiraklerin bildiriminin söz konusu olması durumunda, dolaylı yoldan
eşikleri aşan veya eşiklerin altına düşen tüm teşebbüs veya ticaret
şirketleri için bildirim, bunlardan herhangi biri tarafından tümü için
yapılabilir.” Bildirimin yapılması konusunda getirilen bu kolaylık
sayesinde, örnekte hem A hem B için, A ya da B tarafından tek bildirim
yapılabilecektir.
Sicil Yönetmeliği’nin 107. maddesinin 5. fıkrasına göre bildirimler,
bildirime konu işlemin tamamlanmasını müteakip on gün içinde ilgili
sermaye şirketine (yukarıdaki örnekte C şirketine) yazılı şekilde yapılır.
Bildirimleri alan sermaye şirketleri bunları kayıtlı bulundukları ticaret
sicil müdürlüğüne, bildirimin alındığı tarihten itibaren on gün içinde tescil
ve ilan ettireceklerdir.
Türk Ticaret Kanunu’nda Şirketler Topluluğu Hukukunun Anahatları
255
Sicil Yönetmeliği’nin 107. maddesinin 2. fıkrası, bildirim
yükümlülüğünü, ancak payları iktisap eden veya elden çıkaran teşebbüs ya
da ticaret şirketinin bir şirketler topluluğuna dahil olması durumu ile
sınırlamıştır.
VII. Bilgi Alma ve Özel Denetim Talep Etme Hakları
TTK’nun 199 ve 200. maddeleri, bağlı şirket ile hakim şirket dahil,
topluluğa mensup diğer şirketler arasındaki ilişkiler hakkında raporlama
yükümlülükleri ve bilgi alma haklarını düzenlemektedir. Özellikle
yukarıda açıklanan dava haklarının kullanılabilmesi, paysahiplerinin
şirketler topluluğundaki ilişkiler hakkında bilgi sahibi olmasını gerektirir.
Bu nedenle paysahiplerine bir yandan düzenli olarak yıllık faaliyeti raporu
içerisinde bilgi alma, diğer yandan da özel olarak bilgi talep etme hakkı
tanınmıştır. Bunun yanı sıra, hakim şirketin paysahiplerinin ve yönetim
kurulu üyelerinin de bilgi talep etme hakları bulunmaktadır.
İlk olarak, TTK m. 199 uyarınca, bağlı şirketin yönetim kurulu,
faaliyet yılının ilk üç ayı içinde, şirketin hakim ve bağlı şirketlerle
ilişkileri hakkında bir rapor düzenlemek yükümü altındadır. Gerekçe’de
“bağlılık raporu” olarak adlandırılan bu raporun amacı, bağlı şirketin
topluluk şirketleri ile ilişkilerinin değerlendirilmesi ve 202. maddede
öngörülen denkleştirme yükümü ile hakim şirketin sorumluluğuna ilişkin
hükümlerin uygulanmasını gerektirecek bir durum olup olmadığı
konusunda paysahiplerine bilgi verilmesidir. Ancak, şirket açısından ticari
sır niteliğinde bilgiler içerebileceği düşünülerek, raporun tamamının
paysahiplerine açıklanması aranmamıştır. Bunun yerine yönetim kurulu,
raporda konu ettiği iş veya işlemlerin yapıldığı veya yapılmasından
kaçınıldığı anda kendilerince bilinen hal ve şartlara göre şirketi kayba
uğratıp uğratmadığı, eğer uğrattıysa kaybın denkleştirilip
denkleştirilmediği konusundaki değerlendirmesini raporun sonuç
kısmında açıklayacaktır. Sonuç kısmında açıklanan bu değerlendirme,
yönetim kurulunun yıllık faaliyet raporuna alınarak olağan genel kurula
sunulur. (TTK m. 199/3) Böylece, yıllık faaliyet raporunda, hakim şirketin
yönlendirmesiyle yapılan iş ve işlemlerden doğan bir kayıp olduğu ve
Doç. Dr. Gül Okutan Nilsson
256
bunun denkleştirilmediği yönünde bir açıklama yer alırsa, paysahipleri bu
bilgiye dayanarak dava açma imkanını kullanabilirler.
Ayrıca, hakim şirket paysahiplerinin genel kurulda, hakim şirket
yönetim kurulu üyelerinin de yönetim kurulu toplantılarında, bağlı
şirketlerin finansal ve malvarlığıyla ilgili durumları ile hesap sonuçları,
hâkim şirketin bağlı şirketlerle, bağlı şirketlerin birbirleriyle, hâkim ve
bağlı şirketlerin pay sahipleri ve bunların yakınlarıyla ilişkileri; yaptıkları
işlemler ve bunların sonuç ve etkileri hakkında, özenli, gerçeği aynen ve
dürüstçe yansıtan hesap verme ilkelerine uygun bilgi verilmesini isteme
hakları bulunmaktadır. (TTK m. 1994/4, 200)
Bilgi alma haklarının yeterince etkili olmaması durumunda,
paysahiplerine belli bir konunun açıklığa kavuşturulması amacıyla özel
denetçi atanmasını talep etme imkânı da tanınmıştır. Özel denetçi
atanması talebi, ilgili maddelerde düzenlenen koşulların varlığı halinde,
pay oranı ne olursa olsun bağlı şirketin her bir paysahibine tanınmış olan
ve şirket merkezinin bulunduğu yerdeki asliye ticaret mahkemesine
başvurmak suretiyle kullanılan bir haktır. (TTK m. 207, 406).
257
Das deutsche Konzernrecht
– Grundlagen und aktuelle praktische Fragestellungen –
Dr. Ingo Theusinger
Anfang des Jahrtausends hat Prof. Dr. Karsten Schmidt, einer der
führenden deutschen Rechtsgelehrten, sich in einem Beitrag für eine
Festschrift mit den folgenden Fragen auseinandergesetzt: Was ist,
was will und was kann das deutsche Konzernrecht?1 Einige dieser
Punkte werden im Folgenden im Überblick behandelt. 2
Dieser Beitrag geht zunächst auf die Grundlagen des deutschen
Konzernrechts ein und befasst sich dabei eingangs mit der Frage,
wann ein Zusammenschluss von Gesellschaften zu einem Konzern
wird und welche Ausprägungen der Konzern in der Praxis erfährt
(dazu unter A.). Daran an schließt sich ein Überblick über die
wesentlichen Regelungen des deutschen Konzernrechts (dazu unter B
und C.). Der Beitrag endet mit einer Darstellung aktueller
konzernrechtliche Fragestellungen (dazu unter D.) und einer kurzen
Schlussbemerkung (dazu unter E.).
Dr. Ingo Theusinger ist Rechtsanwalt und Partner im Düsseldorf Büro der
international tätigen Sozietät Noerr LLP. Der Beitrag basiert auf einem Vortrag
im Rahmen des internationalen Symposiums zum türkischen und deutschen
Konzernrecht am 16.05.2014 in Istanbul, an dem u.a. Prof. Dr. Peter O. Mülbert
zum Thema „Haftung für Existenzvernichtung einer Gesellschaft durch ihre
Gesellschafter“ und Prof. Dr. Klaus Ulrich Schmo lke zum Thema
„Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse – Europäische Reformüberlegungen
und deutscher Status quo“ referierten. Die Vortragsform wurde weitgehend
beibehalten. 1 Was ist, was will und was kann das Konzernrecht des Aktiengesetzes? in:
Festschrift für Druey, 2002, S. 551-568.
Dr. Ingo Theusinger
258
A. Einleitung
I. Begriffsbestimmung
Der Begriff "Konzern" wird wie selbstverständlich in der
Öffentlichkeit verwandt. Wie aber versteht das deutsche Aktienrecht
diesen Begriff? Eine Legaldefinition findet sich in § 18 Abs. 1 AktG:
"Sind ein Unternehmen oder ein oder mehrere abhängige
Unternehmen unter der einheitlichen Leitung des herrschenden
Unternehmens zusammengefasst, so bilden sie einen Konzern;
Unternehmen, zwischen denen einen Beherrschungsvertrag (§ 291
AktG) besteht oder von denen das eine in das andere eingegliedert ist
(§ 319 AktG), sind als unter einheitlicher Leitung zusammengefasst
anzusehen.
Von einem abhängigen Unternehmen wird vermutet, dass es mit dem
herrschenden Unternehmen einen Konzern bildet."
Wie das türkische Recht knüpft das deutsche Recht also an die
Eigenschaft des Gesellschafters als "Unternehmen" an. Nur dann,
wenn ein Gesellschafter "Unternehmen" in diesem Sinne ist, findet
das deutsche Konzernrecht Anwendung. Diese Beschränkung hat es
erfordert, Kriterien zu entwickeln, die eine Unterscheidung zwischen
"normalem Gesellschafter" und "Unternehmen" ermöglichen. Nach
der Rechtsprechung des BGH2 liegt die "Unternehmereigenschaft"
vor, wenn sich der Gesellschafter außerhalb der Gesellschaft
wirtschaftlich betätigt und die daraus resultierenden
Interessenbindungen so stark sind, dass sie die ernste Besorgnis
begründen, der Gesellschafter könnte deshalb seinen Einfluss zum
Nachteil der Gesellschaft geltend machen.
Einzelheiten sind umstritten – so kann es zum Beispiel in
Einzelfällen schwierig sein zu ermitteln, wie stark das wirtschaftliche
Interesse außerhalb der Gesellschaft sein muss, um einen
Gesellschafter als Unternehmen zu qualifizieren.3 Für die hier
2 BGH, Urt. v. 18.06.2001 - II ZR 212/99, NJW 2001, 2973, 2974; Beschl. v.
08.05.1979 - KVR 1/78 - NJW 1979, 2401, 2402; Urt. v. 13.10.1977 - II ZR
123/76, NJW 1978, 104, 105; 3 Siehe zu Einzelheiten und Streitfragen beispielsweise Emmerich in
Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 15, Rn.
6 ff.; Fett in Bürgers/Körber, AktG, 3. Aufl. 2014, § 15, Rn. 9ff.
Das deutsche Konzernrecht - Grundlagen und aktuelle praktische Fragestellungen -
259
behandelten Zwecke lässt sich jedoch festhalten, dass ein Konzern
vorliegt, wenn
ein Unternehmen im konzernrechtlichen Sinne die Mehrheit an
einem anderen Unternehmen besitzt, denn dann wird gem. § 17
Abs. 2 AktG zumindest vermutet, dass es vom herrschenden
Unternehmen abhängig ist, sprechen wir von einem "faktischen
Konzern", und wenn
zwei Unternehmen einen Beherrschungs- und/oder
Gewinnabführungsvertrag geschlossen haben, sprechen wir von
einem "Vertragskonzern".
In jedem Fall – und auch das ist bedeutsam – bilden alle
Gesellschaften jeweils rechtlich selbständige Einheiten, auch wenn
sie Bestandteil eines Konzerns sind.4
Der Konzern als solcher ist also keine rechtliche Einheit, daher gibt
es aus rechtlicher Sicht auch keinen "Konzern-Vorstand" oder einen
"Konzern-Aufsichtsrat", sondern immer nur ein Geschäftsleitungs-
und Aufsichtsorgan der jeweiligen Gesellschaft. Dass deren
Aufgaben auch konzernbezogen sind, ist ein anderes Thema.5
Wichtig im Umgang mit dem Begriff "Konzern" ist auch, dass er in
anderen Rechtsgebieten vom Aktienrecht teilweise abweichend
behandelt wird, auch und vor allem wegen der teilweise anderen
Zielsetzungen der jeweils anwendbaren Norm. Dies gilt
beispielsweise für das Arbeitsrecht.6
II. Regelungsaufgaben
Bevor auf die Einzelheiten verschiedener Konzerntypen eingehen,
werfen wir einen Blick auf den Schutzzweck des Konzernrechts und
die Organisation von Konzernen in der Praxis geworfen werden.
4 Bayer in: Münchener Kommentar zum AktG, 3. Aufl. 2008, § 15 Rn. 49; Fett in:
Bürgers/Körber, AktG, 3. Aufl. 2014, § 15, Rn. 23; Koch in: Hüffer, AktG, 11.
Aufl. 2014, § 15, Rn. 20. 5 Vergleiche hierzu auch den Beitrag von Prof. Schmolke zum Thema
„Geschäftsleiterhandeln im Gruppeninteresse – Europäische Reformüberlegungen
und deutscher Status quo“ in dieser Schrift. 6 So ausdrücklich BayObLG, Beschl. v. 24.03.1998 - 3Z BR 236/96, NZG 1998,
509 f; vgl. auch Engels/Schmidt/Trebinger/Linsenmaier in: Fitting, BetrVG,
27.Aufl. 2014, § 54, Rn. 8.
Dr. Ingo Theusinger
260
Das deutsche Konzernrecht ist Organisationsrecht und insbesondere
Schutzrecht7: Als Organisationsrecht stellt es "Spielregeln" auf, die
Konzerne steuerbar machen, als Schutzrecht wahrt es die Interessen
der Beteiligten: der abhängigen Gesellschaften, der
Minderheitsgesellschafter und auch der Gläubiger der abhängigen
Gesellschaften.
An Hand der Struktur des Volkswagen-Konzerns lässt sich die
Funktion des Konzernrechts als Organisations- und Schutzrecht
illustrieren: Die Volkswagen AG ("VW AG") steht an der Spitze
eines aus einer Vielzahl von Gesellschaften bestehenden Automobil -
Konzerns. Sie vereinigt allein 12 Gesellschaften , die führende
Automarken verantworten, unter ihrem Dach. Diese Gesellschaften
stehen zum Teil auch in einem produktbezogenen
Konkurrenzverhältnis. Nicht alle Tochtergesellschaften gehören VW
jedoch zu 100%. So sind beispielsweise an der börsennotierten AUDI
AG noch außenstehende Aktionäre beteiligt. Die AUDI AG, ihre
außenstehenden Aktionäre und Gläubiger werden durch das
Konzernrecht geschützt, gleichzeitig bietet es der VW AG aber auch
Möglichkeiten der Einflussnahme.
III. Anwendungsbereich
Da das deutsche Konzernrecht ausdrücklich nur im Aktiengesetz
verankert ist, erfasst es unmittelbar lediglich die AG, die KGaA (eine
Sonderform) und die SE. Die GmbH als am weitesten verbreitete
Gesellschaftsform verfügt – man muss sagen: noch immer – über kein
eigenes Konzernrecht. Die Regeln des Vertragskonzerns, auf die wir
gleich genauer eingehen, geltend teilweise entsprechend, die des
faktischen Konzerns hingegen nicht.8 Allerdings gibt es zahlreiche
Unsicherheiten, die aus Sicht der Praxis eine gesetzliche Regelung
wünschenswert erscheinen lassen.
7 Koch in: Hüffer, AktG, 11. Aufl. 2014, § 15, Rn. 3ff.; Paschos in:
Henssler/Strohn, Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 291 AktG, Rn. 2. 8 Henssler/Strohn in: Henssler/Strohn, Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, Anh § 13
GmbHG, Rn. 6 f.; Zöllner/Beurskens in: Baumbach/Hueck, GmbHG, 20. Aufl.
2013, Schlussanhang, Rn. 5.
Das deutsche Konzernrecht - Grundlagen und aktuelle praktische Fragestellungen -
261
Erst in jüngerer Zeit entwickelt sich auch ein Konzernrecht von
Personengesellschaften.9 Hierauf kann hier jedoch nicht weiter
eingegangen werden.
IV. Erscheinungsformen
Ungeachtet der rechtlichen Grundlagen der jeweiligen Leitungsmacht
bleiben unterschiedliche Optionen für den Aufbau der
Organisationsstrukturen im Konzern bestehen. In der Praxis lassen
sich vier "Organisationstypen" ausmachen, wenn man auf die
Intensität der Führung durch das herrschende Unternehmen abstell t:10
An den jeweiligen Enden des Spektrums sind die reine Finanz- oder
Vermögensholding einerseits und der Stammhauskonzern
andererseits angesiedelt. Der Stammhauskonzern ist durch das
eigenunternehmerische Auftreten des Stammhauses am Markt und
seine zentrale Leitungsstruktur gekennzeichnet. Alle wichtigen
Funktionen im Konzern werden zentral durch das Stammhaus
wahrgenommen, die Tochtergesellschaften eng geführt.
Ganz entgegengesetzt ist demgegenüber ein Konzern strukturiert, an
dessen Spitze eine reine Finanzholding steht. Sie hält und verwaltet
lediglich Beteiligungen, ohne aber leitenden Einfluss auszuüben.
Dazwischen ist die strategische Holding positioniert. Ihr obliegt die
Führung eines dezentralisierten Konzerns, in dem das operative
Geschäft ganz bei den Tochtergesellschaften liegt. Die
Leitungsaufgaben der Holding konzentrieren sich typischerweise auf
die strategische Ausrichtung des Konzerns und seiner Gesellschaften,
die Koordinierung der Konzernaktivitäten und die Besetzung der
wichtigsten Führungspositionen.
Der vierte Organisationstypus, die sog. Mischholding, lässt sich als
spezifische Ausformung der strategischen Holding begreifen. Neben
den Aufgaben, die auch die strategische Holding ausführt, betreibt sie
auch eigenes operatives Geschäft. Vom Stammhauskonzern
unterscheidet sie sich dadurch, dass ihren eigenen Aktivitäten keine
übergeordnete Bedeutung zukommt.
9 Hopt in: Baumbach/Hopt, HGB, 36. Aufl. 2014, § 105, Rn. 100 ff.; Mülbert in:
MüKo, HGB, 3. Aufl. 2012, Anhang: Konzernrecht der Personengesellschaften
Rn. 1 ff.. 10 Instruktiv zu diesen Organisationsformen Kleindiek, in: Hommelhoff/Hopt/von
Werder, Handbuch Corporate Governance, 787 ff.
Dr. Ingo Theusinger
262
Soviel zu den terminologischen und praktischen Grundlagen von
Konzernen in Deutschland. Nun gehen wir auf die rechtlichen
Strukturen im Überblick ein: Den "Faktischen Konzern" und den
"Vertragskonzern". Dabei stellen wir zunächst die jeweiligen
konzeptionellen Grundlagen sowie die zentralen Vorschriften im
Überblick vor. Zudem gehen wir auf die Haftungsrisiken der
herrschenden Gesellschaft und ihrer Geschäftsleiter ein.
B. Faktischer Konzern
I. Grundlagen
Der faktische Konzern basiert auf einer rein tatsächlichen
Abhängigkeit einer Aktiengesellschaft von einer anderen
Gesellschaft. Die Corporate Governance der abhängigen Gesellschaft
bleibt unberührt, weil das Gesetz keine ausdrücklichen
Weisungsrechte der herrschenden Gesellschaft festlegt. Allerdings
wird die herrschende Gesellschaft privilegiert, weil ihr im Ergebnis
die Möglichkeit gegeben wird, auch nachteiligen Einfluss auf die
abhängige Gesellschaft auszuüben, wenn sie diesen Nachteil
spätestens am Ende des jeweiligen Geschäftsjahres ausgleicht.11
II. Überblick über zentrale Regelungen
Auf diesen Grundgedanken basieren die wesentlichen Regelungen
des faktischen Konzerns. Auf unterschiedliche Weise dienen sie dem
Ziel, einen nachteiligen Einfluss der herrschenden Gesellschaft nur
zu gestatten, wenn der Nachteil ausgeglichen wird:
Im Zentrum steht § 311 AktG, der es dem Vorstand der abhängigen
Gesellschaft gestattet, nachteilige Veranlassungen umzusetzen, wenn
dieser Nachteil bis zum Geschäftsjahresende ausgeglichen wird.
Diese Norm wird flankiert von Transparenzpflichten: Der Vorstand
der abhängigen Gesellschaft ist gem. § 312 AktG verpflichtet, einen
so genannten Abhängigkeitsbericht zu erstatten, in dem alle
Rechtsgeschäfte, welche die Gesellschaft im vergangenen
Geschäftsjahr mit dem herrschenden Unternehmen oder einem mit ihr
verbundenen Unternehmen oder auf Veranlassung oder im Interesse
des herrschenden Unternehmens vorgenommen hat, aufzuführen sind.
11 Vgl. hierzu Altmeppen in: Münchener Kommentar AktG, 3. Aufl. 2010, § 311
Rn. 38 ff.; Habersack in: Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht,
7. Aufl. 2013, § 311, Rn. 4.
Das deutsche Konzernrecht - Grundlagen und aktuelle praktische Fragestellungen -
263
Genannt werden müssen ferner auch alle anderen Maßnahmen, die
die abhängige Gesellschaft auf Veranlassung oder im Interesse des
herrschenden Unternehmens getroffen oder unterlassen hat. Dieser
Bericht ist gem. § 313 AktG vom Abschlussprüfer und gem. § 314
AktG vom Aufsichtsrat zu prüfen. Durch die umfassende Auflistung
von Rechtsgeschäften und Maßnahmen und die entsprechenden
gesellschaftsinternen und externen Prüfungen soll verhindert werden,
dass der Vorstand aufgrund eigener, im Ergebnis nicht mehr
kontrollierter Einschätzung Geschäfte als nicht nachteilig einordnet.
Werden die Schutzmechanismen nicht eingehalten und entsteht der
abhängigen Gesellschaft dadurch ein Schaden, haften das herrschende
Unternehmen und – persönlich – deren gesetzliche Vertreter.12
III. Im Fokus: Verantwortlichkeit des herrschenden
Unternehmens
Diese Haftung nach § 317 AktG hat in der deutschen Praxis in letzter
Zeit für Aufsehen gesorgt. Im Kern geht es um einen Verstoß gegen §
311 AktG.
Das herrschende Unternehmen haftet, wenn es eine nachteilige
Maßnahme veranlasst und diesen Nachteil nicht bis spätestens zum
Geschäftsjahresende ausgeglichen hat. Ein Verschulden des
herrschenden Unternehmens ist nach überwiegender Meinung nicht
erforderlich.13
Führen nachteilsstiftende Veranlassung und der fehlende Ausgleich
zu einem Nachteil, so ist dieser auszugleichen. Neben dem
herrschenden Unternehmen haften dafür gem. § 317 Abs. 3 AktG
auch die Geschäftsleiter des herrschenden Unternehmens – und zwar
persönlich.14
Zudem besteht unter besonderen Umständen auch ein
Unterlassungsanspruch, insbesondere wenn die herrschende
Gesellschaft nicht zum Nachteilsausgleich bereit ist.15
12 Vgl. § 317 AktG. 13 Fett in: Bürgers/Körber, AktG, § 317, Rn. 7; Habersack in: Emmerich/Habersack,
Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl., 2013, § 311 AktG, Rn. 5 und 7; Koch
in: Hüffer, AktG, 11. Aufl. 2014; § 317, Rn. 5; a.A. etwa Altmeppen, in
Münchener Kommentar AktG, 3. Aufl. 2010, § 317, Rn. 30 f. 14Vgl. hierzu Habersack in: Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-
Konzernrecht, 7. Aufl. 2013, § 317, Rn. 22 f. 15 Altmeppen in Münchener Kommentar AktG, 3. Aufl. 2010, § 317, Rn. 48 ff.
Dr. Ingo Theusinger
264
Anspruchsinhaber sind gem. § 317 AktG die abhängige Gesellschaft
wie auch Aktionäre der abhängigen Gesellschaft.16
Im Falle der
Insolvenz der abhängigen Gesellschaft macht der Insolvenzverwalter
ihre Ansprüche geltend.
Angesichts der Machtverhältnisse im faktischen Konzern werden
Ansprüche aus den §§ 311, 317 AktG regelmäßig nur dann geltend
gemacht, wenn es zu Veränderungen im Konzerngefüge kommt – sei
es durch einen Aktionärswechsel oder im Falle einer Insolvenz.
Die Beweislast im Falle einer gerichtlichen Geltendmachung des
Anspruchs trägt grundsätzlich der Kläger, allerdings gibt es gewisse
prozessuale Erleichterungen, um diesen Anspruch nicht leerlaufen zu
lassen.17
Insbesondere das Tatbestandsmerkmal der "Veranlassung"
wäre für außenstehende Gläubiger ohne entsprechende
Erleichterungen kaum darzulegen und zu beweisen. Einzelheiten
dieser Beweiserleichterungen sind jedoch umstritten und noch
ungeklärt.18
C. Vertragskonzern
Anders als im faktischen Konzern wird die Corporate Governance der
abhängigen Gesellschaft im Vertragskonzern durchbrochen.
Schließlich unterstellt die abhängige Gesellschaft ihre Leitung
ausdrücklich der herrschenden Gesellschaft bzw. verpflichtet sich,
ihren ganzen Gewinn abzuführen, § 291 Abs. 1 AktG.
I. Grundlagen
Die herrschende Gesellschaft kann daher jedenfalls bei Bestehen
eines Beherrschungsvertrages gem. § 308 Abs. 1 S. 1 AktG
unmittelbar aufgrund des Vertrages Weisungen erteilen. Als
"Gegenleistung" für diese umfassende Einflussnahmemöglichkeit
16 Vgl. zum Ganzen Leuering/Goertz in: Hölters, AktG, 2. Aufl. 2014, § 317, Rn.
21, 29 ff.; Bödeker in: Henssler/Strohn , Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 317
AktG, Rn. 8. 17 Altmeppen in Münchener Kommentar AktG, 3. Aufl. 2010, § 317 Rn. 80 f.; Koch
in: Hüffer, AktG, 11. Aufl. 2014, § 311, Rn. 18 ff.; Müller in: Spindler/Stilz,
AktG, 2. Aufl. 2010, § 317, Rn. 14. 18 Siehe zum Ganzen auch Fett in: Bürgers/Körber, AktG, 3. Aufl. 2014, § 317, Rn.
15; Habersack in: Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7.
Aufl. 2013, § 311 AktG, Rn. 40; Koch in: Hüffer, AktG, 11. Aufl. 2014, § 311,
Rn. 18 ff.; Leuering/Goertz in: Hölters, AktG, 2. Aufl. 2014, § 317, Rn. 41 f., §
311, Rn. 77; Müller in: Spindler/Stilz, AktG, 2. Aufl. 2010, § 311, Rn. 25.
Das deutsche Konzernrecht - Grundlagen und aktuelle praktische Fragestellungen -
265
muss die herrschende Gesellschaft gem. § 302 Abs. 1 AktG den
während der Vertragslaufzeit der abhängigen Gesellschaft
entstehenden Verlust ausgleichen.
Minderheitsaktionäre sind sowohl prozessual als auch materiell -
rechtlich geschützt: Prozessual, weil sie die erforderlichen
Beschlüsse (dazu sogleich) gerichtlich überprüfen lassen können und
materiell-rechtlich, weil sie die Möglichkeit erhalten, ihre Aktie zum
vollen wirtschaftlichen Wert an das herrschende Unternehmen zu
verkaufen.19
Sollten sie sich entscheiden, in der Gesellschaft zu
verbleiben, erhalten sie als Ausgleich für den Verlust ihres
Dividendenanspruchs eine jährliche Zahlung, die – vereinfacht gesagt
– den bisherigen durchschnittlichen Dividendenzahlungen
entspricht.20
II. Wesentliche Regelungen
Während der faktische Konzern unmittelbar an die tatsächliche
Beherrschung anknüpft, ist der Eintritt in den "Vertragskonzern"
aufwendiger.
Angesichts der weitreichenden Eingriffsmöglichkeiten und der
damit korrespondierenden Ausgleichspflichten sind die
Gesellschafter des herrschenden und des abhängigen
Unternehmens zu beteiligen: So müssen die jeweiligen
Gesellschafterversammlungen gem. § 293 Abs. 1 und 2 AktG
dem Abschluss eines Beherrschungs- und/oder
Gewinnabführungsvertrags zustimmen.
Zudem muss der Vertrag ins Handelsregister eingetragen
werden, damit er transparent ist und insbesondere die Gläubiger
die Verpflichtungen der beteiligten Gesellschaften erkennen
können.21
Durch die damit verbundene registergerichtliche
Prüfung wird zudem eine Kontrolle der
Wirksamkeitsvoraussetzungen gewährleistet (vgl. §§ 293 ff.
AktG).
19 BVerfG, Beschl. v. 27.04.1999 – 1 BvR 1613/94, NJW 1999, 3769; zur
Reichweite des Schutzes zuletzt auch BGH, Beschl. v. 08.10.2013, II ZB 26/12,
NJW 2014, 146 ff.. 20 Vgl. § 304 AktG, für weitere Einzelheiten Koch in Hüffer, AktG, 11. Aufl. 2014,
§ 304 Rn. 8 ff. 21 Veil in: Spindler/Stilz, AktG, 2. Aufl. 2010, § 294, Rn. 1.
Dr. Ingo Theusinger
266
Ist ein Beherrschungsvertrag wirksam zustande gekommen, knüpfen
sich an ihn u.a. die nachstehend kurz erwähnten Rechtsfolgen:
Korrespondierend zum Weisungsrecht der herrschenden
Gesellschaft hat der Vorstand der abhängigen Gesellschaft die
Pflicht, jedenfalls rechtmäßige Weisungen zu befolgen (vgl. §
308 AktG). Das Weisungsrecht gilt jedoch nicht schrankenlos:
Die Weisungen müssen – dies ergibt sich aus § 308 Abs. 2
AktG – insbesondere im Konzerninteresse liegen.22
Weitere
Schranken können sich aus der Satzung oder allgemeinen
gesetzlichen Verboten ergeben.23
Ferner wird diskutiert, ob
auch solche Weisungen zu befolgen sind, die die
Überlebensfähigkeit der Gesellschaft außerhalb des
Vertragskonzerns gefährden. Dies wird aber wohl
überwiegend24
verneint, weil entsprechende Prognosen kaum
sicher zu treffen sind.
Einschneidend für die abhängige Gesellschaft ist die Pflicht,
ihren gesamten Gewinn an das herrschende Unternehmen
abzuführen (vgl. § 301 AktG).
Schließlich ist auch die Vermögensbindung gelockert.25
Mit
anderen Worten: Der herrschende Gesellschafter kann leichter
auf das Vermögen der abhängigen Gesellschaft zugreifen als
außerhalb eines Vertragskonzerns. Dies ist nur deshalb
gestattet, weil auf der anderen Seite der Schutz durch den
Verlustausgleichsanspruch besteht.26
22 Altmeppen in: MüKo, AktG, 3. Aufl. 2010, § 308 Rn. 101; Koch in: Hüffer,
AktG, 11. Aufl. 2014, § 311, Rn. 16 f. 23Emmerich in: Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-KonzernR, 7. Aufl. 2013,
§ 308, Rn. 56 ff.; Veil in: Spindler/Stilz, AktG, 2. Aufl. 2010, § 308, Rn. 28 ff. 24 Bödeker in: Henssler/Strohn , Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 308, Rn. 13;
Koch in: Hüffer, AktG, 11. Aufl. 2014, § 308, Rn. 19; Leuering/Goertz in:
Hölters, AktG, 2. Aufl. 2014, § 308 Rn. 36; a.A. Koppensteiner in: Kölner
Kommentar AktG, 3. Aufl. 2004; § 308, Rn. 50 ff. 25 Paschos in: Henssler/Strohn, Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 291 AktG, Rn.
23 f. 26 Vgl. Paschos in: Henssler/Strohn, Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 291 AktG,
Rn. 23.
Das deutsche Konzernrecht - Grundlagen und aktuelle praktische Fragestellungen -
267
III. Im Fokus: Verantwortlichkeit der herrschenden Gesellschaft
Auch die Regelungen zum Vertragskonzern sanktionieren
Pflichtverletzungen (vgl. insbesondere § 309 AktG).
Verletzen die gesetzlichen Vertreter der herrschenden Gesellschaft
bei der Erteilung von Weisungen die Sorgfalt eines ordentlichen und
gewissenhaften Geschäftsleiters, machen sie sich gem. § 309 Abs. 2
AktG gegenüber der abhängigen Gesellschaft – persönlich –
schadensersatzpflichtig. Ein etwaiger Anspruch kann von der
abhängigen Gesellschaft oder unter Umständen auch von ihren
Aktionären geltend gemacht werden.27
Ähnlich wie im faktischen
Konzern ist die Beweislast für den Kläger jedoch erleichtert.28
D. Aktuelle praktische Fragestellungen
Nach diesem Überblick über die Grundlagen des faktischen und des
Vertragskonzerns, gehen wir abschließend auf einige praktische
Fragestellungen ein, die in jüngerer Zeit in Deutschland diskutiert
wurden.
I. Faktischer Konzern
1. Verhältnis zwischen § 57 AktG und § 311 AktG
Das deutsche Aktiengesetz schützt das Kapital der Aktiengesellschaft
sehr weitgehend. So kann gem. § 57 AktG im Grundsatz nur der
Bilanzgewinn an die Aktionäre ausgeschüttet werden. Insbesondere
deshalb dürfen auch Austauschgeschäfte mit Aktionären –
vereinfacht gesagt – nur zur Marktbedingungen stattfinden. Diese
strenge Regelung ist im Jahr 2008 reformiert worden und gestattet
nun auch bilanzneutrale oder natürlich auch für die Gesellschaft
vorteilhafte Geschäfte mit einem Aktionär, unabhängig davon, ob
dieser die Gesellschaft beherrscht oder nicht.29
27 Bödeker in: Henssler/Strohn , Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 309, Rn. 5;
Leuering/Goertz in: Hölters, AktG, 2. Aufl. 2014, § 309 Rn. 46 ff.; Veil in:
Spindler/Stilz, AktG, 2. Aufl. 2010, § 309, Rn. 33 ff. 28 Veil in: Spindler/Stilz, AktG, 2. Aufl. 2010, § 309, Rn. 29 f. 29 Koch, in: Hüffer, AktG, 11. Aufl. 2014, § 57, Rn. 22 ff.; Lange in:
Henssler/Strohn , Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. , 2014, § 57, Rn. 12; instruktiv zum
Ganzen auch Westermann, in: Bürgers/Körber, AktG, 3. Aufl. 2014, § 57, Rn. 1
ff.
Dr. Ingo Theusinger
268
In diesem Zusammenhang stellt sich die Frage, inwieweit § 57 AktG
auf die Bestimmung des Nachteils im Sinne des § 311 AktG
ausstrahlt.30
Nach inzwischen wohl überwiegender Meinung kann ein Geschäft,
das nach § 57 AktG außerhalb eines Konzernverhältnisses unter dem
Gesichtspunkt des Kapitalschutzes erlaubt ist, nicht im faktischen
Konzern als Nachteilszufügung angesehen werden.31
Denn die § 311
ff. AktG sollten die Einflussnahme bei Nachteilsausgleich gerade
ermöglichen, nicht jedoch erschweren.
2. Qualifziert faktischer Konzern?
In Deutschland umstritten ist auch die Behandlung von umfassenden
Einflussnahmen der herrschenden Gesellschaft auf die abhängige
Gesellschaft, die einem isolierten Nachteilsausgleich nicht
zugänglich sind. Man denke beispielsweise an grundlegende
Strukturänderungen wie die Verlagerung zentraler
Unternehmensabteilungen beispielsweise zu Schwestergesellschaften,
deren Folgen nicht absehbar sein können. Rechtsprechung und Lehre
haben für solche Konstellationen dem Begriff des "qualifiziert
faktischen Konzerns" geprägt.32
Eine Kompensation der Nachteile der abhängigen Gesellschaft durch
Einzelmaßnahmen ist in solchen Fällen aufgrund der Eingriffsdichte
der herrschenden Gesellschaft regelmäßig nicht mehr möglich – was
dann? In derartigen Konstellationen stößt das deutsche
Aktienkonzernrecht an seine Grenzen.
Denkbar wäre es, das herrschende Unternehmen, das sich so verhält
als ob ein Beherrschungsvertrag abgeschlossen worden wäre, auch
dazu zu verpflichten, die im Vertragskonzernrecht dafür
vorgesehenen Schutzmechanismen einzuräumen, d.h. dem
abhängigen Unternehmen einen pauschalen Verlustausgleich und den
Minderheitsaktionären Ausgleich und Abfindung gewähren.
30 Siehe hierzu insbesondere BGH, Urt. v. 01.12.2008 – II ZR 102/07, NZG 2009,
107 ff. 31 Koch, in: Hüffer, AktG, 11. Aufl. 2014, § 311, Rn. 27 ff. vgl. auch
Kiefner/Theusinger, NZG 2008, 801 ff. 32 Instruktiv zum "qualifiziert faktischen Konzern" Fett, in: Bürgers/Körber, AktG,
3. Aufl. 2014, § 311 Rn. 27 ff.
Das deutsche Konzernrecht - Grundlagen und aktuelle praktische Fragestellungen -
269
Diese Auffassung wird allerdings durch jüngere Literatur33
und
Rechtsprechung34
zum GmbH-Konzern in Zweifel gezogen, die eher
zu einer Anwendung der §§ 311, 317 AktG tendieren.
Höchstrichterlich ist noch nicht geklärt, ob die Figur des qualifiziert
faktischen AG-Konzerns fortbesteht. Daher ist auch offen, wie die
vorstehend skizzierten Fällen zu behandeln sind.
II. Vertragskonzern - "Verdeckte Beherrschungsverträge"
Nun zu einer aktuellen Fragestellung im Zusammenhang mit dem
Vertragskonzern: Unter dem Stichwort "Verdeckte
Beherrschungsverträge" sind in jüngerer Zeit folgende
Konstellationen behandelt worden:35
Im Vorfeld von öffentlichen
Übernahmen schließen das Management der zu übernehmenden
Gesellschaft und des Bieters ein so genanntes "Business Combination
Agreement" ab, das häufig einen Fahrplan zur Integration der zu
übernehmenden Gesellschaft nach erfolgreichem Übernahmeangebot
enthält.
Solche Vereinbarungen werden nicht ins Handelsregister eingetragen
und auch nicht den jeweiligen Hauptversammlungen zur Zustimmung
vorgelegt. Auch enthalten sie jedenfalls regelmäßig nicht d ie
typischen Elemente eines Beherrschungsvertrags, also insbesondere
unterstellt sich die zu übernehmende Gesellschaft nicht der Leitung
der herrschenden Gesellschaft.
Dennoch haben einige kritische Aktionäre diese "Business
Combination Agreements" angegriffen.36
Sie haben argumentiert,
dass es sich dabei der Sache nach um Beherrschungsverträge handele
und versucht, vor Gericht Abfindung und Ausgleich zu erstreiten, wie
dies bei Beherrschungsverträgen der Fall wäre.
33 Altmeppen, in: MüKo, AktG, 3. Aufl. 2010, § 308 Rn. 11 ff.; Koch, in: Hüffer,
AktG, 11. Aufl. 2014, § 302, Rn. 7. 34 OLG Stuttgart, Urt. v. 30.05.2007 - 20 U 12/06, AG 2007, 633; OLG Düsseldorf,
Urt. v. 29. 1. 1999 - 16 U 193/97; NJW-RR 2000, 1132. 35 Emmerich, in: Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl.
2013, § 291 AktG, Rn. 24; Deilmann, in: Hölters, AktG, 2. Aufl. 2014, § 291,
Rn. 32; Paschos, in: Henssler/Strohn, Gesellschaftsrecht, 2. Aufl. 2014, § 291,
Rn. 15; siehe ausführlich zum Ganzen: Decher, in: Festschrift für Hüffer, 2010,
145 ff. 36 OLG München, Beschl. v. 18.07.2012 - 7 AktG 1/12, AG 2012, 802, 803; OLG
Schleswig, Beschl. v. 27.8.2008 - 2 W 160/05, NZG 2008, 868.
Dr. Ingo Theusinger
270
Bislang sind all diese Versuche im Ergebnis gescheitert – und dies
wohl zu Recht. Denn die Parteien streben mit Business Combination
Agreements gerade keine Unterstellung der Leitung an, sondern
regeln Einzelmaßnahmen.37
Ob diese Einzelmaßnahmen jeweils mit
dem Aktienrecht vereinbar sind, ist gesondert zu beurteilen. Dies hat
aber nichts mit der Einordnung des Vertragswerks als "verdeckter
Beherrschungsvertrag" zu tun.
III. Konzerninsolvenzrecht
Abschließend soll noch auf eine aktuelle Entwicklung im
Insolvenzrecht in Deutschland hingewiesen werden, die zwar nicht
unmittelbar das Aktienkonzernrecht, aber den Konzern als solches
berührt.
Das deutsche Insolvenzrecht enthält keine speziellen Regelungen für
die Insolvenz von Konzernen. Bislang sind für jede einzelne
Gesellschaft im Konzern häufig unterschiedliche Insolvenzverwalter
bestellt worden. Diese Insolvenzverwalter haben dann jeweils die
Interessen ihrer Gesellschaft im Blick. Das damit verbundene
Auseinanderfallen des Konzerngebildes erschwerte teilweise eine
bestmögliche Verwertung der Unternehmensgruppe. Der Gesetzgeber
hat sich dieses Themas nun angenommen und wird voraussichtlich
eine Reform der "Konzerninsolvenz" beschließen,38
die insbesondere
eine bessere Koordination der einzelnen Insolvenzverfahren gestattet.
E. Schluss
Kommen wir abschließend auf die eingangs gestellten Fragen zurück:
Was ist das deutsche Konzernrecht?
Ein Instrumentarium, mit dem der Gesetzgeber auf die
Lebenswirklichkeit reagiert hat und das Recht von mit einander
verbundenen Aktiengesellschaften geregelt hat. Dieser
Regelungsansatz bleibt lückenhaft, weil ein geschriebenes
Konzernrecht anderer Gesellschaftsformen insbesondere für die weit
37 Emmerich, in: Emmerich/Habersack, Aktien- und GmbH-Konzernrecht, 7. Aufl.
2013, § 291 AktG, Rn. 24 f. 38 Vgl. den Gesetzentwurf der Bundesregierung zum Entwurf eines Gesetzes zur
Erleichterung der Bewältigung von Konzerninsolvenzen, BT-Drucksache 18/407,
abrufbar unter http://dip21.bundestag.de/dip21/btd/18/004/1800407.pdf (zuletzt
abgerufen am 24.06.2014).
Das deutsche Konzernrecht - Grundlagen und aktuelle praktische Fragestellungen -
271
verbreitete GmbH nicht existiert – dies sorgt in der Praxis bisweilen
für Unsicherheit.
Was will das deutsche Konzernrecht?
Es reagiert auf das Machtgefälle zwischen herrschendem und
abhängigem Unternehmen und basiert auf dem Grundgedanken, dass
Macht immer auch Verantwortung mit sich bringt. Es schützt daher
insbesondere die abhängige Gesellschaft, ihre Gesellschafter und ihre
Gläubiger.
Was kann das Konzernrecht?
Es wird seinen Aufgaben in weiten Teilen gerecht – auch wenn es
natürlich weiterentwickelt werden und – wie in allen Rechtsgebieten
– auf Umgehungsversuche reagieren muss.
Dr. Ingo Theusinger
272
273
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku
- İlkeler ve Güncel Pratik Sorular -
Dr. Ingo Theusinger
Sayın Bayanlar ve Baylar,
Burada sizler huzurunda konuşabilmek benim için büyük bir
onurdur. Davetiniz için çok teşekkür ederim!
Bin yılın başında, Almanya'nın tanışmış hukukçularından biri olan
Prof. Karsten Schmidt, bir armağan yayın kapsamındaki kaleme aldığı
makalesinde aşağıdaki sorularla uğramıştır:
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku
Nedir?
Ne istemektedir?
Neyi yapabilmektedir? Bu noktalardan bir kaçını genel olarak ele
alacağız.
– Bölümleme
İlkelerle başlamak ve bu bağlamda özellikle girişte bir şirketler
topluluğu (=konzern, holding) genel olarak nedir ve uygulamada nasıl bir
etkisi bulunmaktadır şeklindeki soruyu ele almak istiyoruz.
Bu noktada Alman Şirketler Topluluğu Hukukunun önemli
düzenlemeleri hakkında genel bir bilgi vermeyi amaçlıyorum.
Son olarak ise halen Almanya'da tartışılan şirketler topluluğu
hukuku kapsamındaki sorunlara girmek istiyorum
– Şirketler topluluğu kavramının tanımı
"Şirketler topluluğu" kavramı doğal olarak kamuoyuna tanıdık
bir kavramdır.
Fakat hisse senetleri hukuku bu kavramı nasıl anlamaktadır?
Yasal tanım Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 18 Fıkra 1'de
yer almaktadır.
Dr. Ingo Theusinger
274
Eğer bir şirket bir ya da birden fazla bağlı şirketi hakim şirketin
tek düzen (=standart) yönetimi altında topluyor ise, o zaman bu
şirketler bir şirketler topluluğu oluştururlar;
Şirketler arasında yapılmış bir hakimiyet anlaşması bulunması
(Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 291)veya şirketlerden birinin
diğerinin diğerinin bir parçası olması (Hisse Senetleri Yasası
(AktG) Madde 319), tek düzen yönetim altında toplanma durumu
olarak değerlendirilmelidir.
Bağlı şirketin hakim şirket ile bir şirketler topluluğu oluşturması
beklenir bir durumdur."
Alman hukuku Türk hukuku gibi, bir şirketler topluluğundan söz
edebilmek için şirket ortağının "şirket" olma sıfatıyla ilişkili kurmaktadır.
Şirketler topluluğu hukukunun şirket olma sıfatı üzerinde yaptığı bu
sınırlandırma, "normal şirket ortağı" ile "şirket" arasında bir ayrımın
yapılmasını mümkün kılan ölçütlerin geliştirilmesini gerektirmektedir.
Alman Federal Yargıtayı 'nın (BGH) içtihadına göre "müteşebbis sıfatı",
şirket ortağının şirket dışında ekonomik faaliyette bulunması ve bundan
kaynaklanan menfaat bağlarının, bu ekonomik faaliyet yüzünden şirket
ortağının şirketin dezavantajına olacak bir etkide bulanabilecek kadar
güçlü olması şartıyla ortaya çıkar.
Müteşebbis sıfatı ile ilişkili başkaca çok sayıdaki münferit
sorun tartışmaya açıktır- Fakat bizim amacımız için aşağıdaki hususların
saptanması gerekir: Bir şirketler topluluğu, eğer
Bir şirket şirketler topluluğu hukuku anlamında bir başka
şirkette çoğunluk hisseyi elinde bulunduruyor ise ortaya
çıkar. Çünkü Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 17
Fıkra 2 gereği şirketin hakim şirkete bağımlı olduğu
beklenmektedir. Bu durumda bir "fiili şirket
topluluğundan" söz edilmektedir.
Öte yandan bir şirketler topluluğu, eğer iki adet şirket bir
hakimiyet ve/veya kar transfer anlaşması yapmışlar ise
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku – İlkeler ve Güncel Pratik Sorunlar -
275
ortaya çıkar. Bu durumda ise bir "anlaşmalı şirket
topluluğundan" söz edilmektedir.
Her durumda - ki bu durum önemlidir - hukuken bağımsız birimler
söz konusudur.
O halde şirketler topluluğu hukuki bir birim değildir ve bu yüzden
hukuki açıdan bir "şirketler topluluğu yönetim kurulu" ya da bir
"şirketler topluluğu denetim kurulu" yoktur ; tam tersine her zaman
yalnızca her bir şirketin birer şirket yönetim ve denetim organı
bulunmaktadır. Bu birimlerin görevlerinin aynı zamanda şirketler
topluluğuyla da ilişkili olması bir başka sorunun konusudur ve öğlenden
sonra Prof.Schmolke tarafından açıklanmaktadır.
Aşağıdaki açıklamaların merkezinde fiili şirket toplulukları ve
anlaşmalı şirket toplulukları diye adlandırılan şirket toplulukları yer
almaktadır.
– Düzenlemenin amaçları
Şirket topluluklarının türleriyle ilişkili ayrıntılara girmeden önce,
şirketler topluluğu hukukunun koruyuculuk amacına ve uygulamadaki
şirketler topluluğu organizasyon yapısına bakmak istiyoruz.
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku bir organizasyon hukuku ve
özellikle de bir koruma hukukudur.
Organizasyon hukuku olarak, şirket topluluklarını yönetilebilir
kılan "oyun kuralları" düzenlenmektedir. Koruma hukuku olarak da
iştirakçilerin menfaatleri korunmaktadır. Bağlı şirketler, çoğunluk hisseye
sahip şirket ortağı ve aynı zamanda bağlı şirketlerin alacaklıları
– Volkswagen (VW) Şirketler Topluluğu Organizasyon
Şeması
VW-Şirketler Topluluğu 'nun yapısı basitleştirmiş olarak gösteren
bu organizasyon şeması yardımıyla organizasyon hukuku ve koruma
hukuku olarak şirketler topluluğu hukukunun işlevi açıklamaktadır:
Volkswagen AG Anonim Şirketi çok sayıda şirketten oluşan bir
otomobil şirketler topluluğunun tepesinde yer almaktadır. Tek başına
Dr. Ingo Theusinger
276
çatısı altında tanınmış otomobil markalarından sorumlu olarak, 12 şirketi
birleştirmiştir. Bu şirketler aynı zamanda kısmen ürün ile ilişkili rekabet
ilişkisi içindedirler.
Yan şirketlerin tamamı VW'ye % 100 ait değildir. Örneğin AUDI
AG Anonim Şirketi'nde şirket dışından hissedarlar iştirak etmişlerdir.
AUDI AG Anonim Şirketi, şirket dışından hissedarlar ve alacaklılar
şirketler topluluğu hukuku ile korunmaktadır ve aynı zamanda bu hukuk
VW AG Anonim Şirketi 'ne etkide bulunma olanakları sunmaktadır.
– Uygulanma alanı
Uygulanma alanına geldiğimizde:
Alman Şirketler Topluluğu hukuku açıkça görüldüğü üzere yalnızca
Hisse Senetleri Yasası 'na dayandığı için hukuk doğrudan yalnızca
Anonim Şirket (AG), Hisse senetlerine dayalı Komandit Şirket (KGaA),
Avrupa Şirketi (SE) şeklindeki şirket biçimlerini kapsamaktadır.
Sınırlı Sorumlu Şirket (GmbH) en yaygın şirket biçimi olarak -
hala daha böyle olduğunun söylenmesi gerekir- kendisine özgü bir
şirketler topluluğu hukukuna sahiptir. Birazdan daha detaylı olarak ele
alacağımız anlaşmalı şirketler topluluğu kuralları, kısmen uygun olarak
geçerlidir; buna karşın fiili şirket topluluğu kuralları geçerli değildir.
Kuşkusuz uygulama açısında yasal bir düzenlemeyi arzu edilebilir olarak
gösteren çok sayıda emniyetsiz durumlar bulunmaktadır.
Ancak yakın bir tarihte şahıs şirketleri için bir şirketler topluluğu
hukuku geliştirilmiştir. Zaman nedeniyle bu noktada bu konuya daha
fazla girmem mümkün değil.
"Şirketler topluluğu" kavramı kullanılırken, kavramın diğer hukuk
alanlarında hisse senetleri hukuku tarafından kısmen farklı bir şekilde ele
alındığı durumu, aynı zamanda ve her şey den öncede uygulanabilir
hukuki normun kısmen farklı amaçları nedeniyle uygulandığı durumu da
önemlidir. Bu durum örneğin çalışma hukuku için geçerlidir.
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku – İlkeler ve Güncel Pratik Sorunlar -
277
– Grafik Şirketler Topluluğu Yönetimi
Her bir yönetim erkinin hukuki ilkeleri sarfı nazar edildiğinde
şirketler topluluğu içinde organizasyon yapılarının kurulması için farklı
seçenekler varlığını sürdürmektedir.
Hakim şirket tarafından yönetimin yoğunluğu (=şiddeti, yeğinliği)
durdurulduğunda, uygulamada dört adet "organizasyon tipi" ortaya
çıkmaktadır:
Çeşitliliğin bir ucunda salt finansman veya servet amaçlı holding,
diğer ucunda ise merkez şirketler topluluğu yer almaktadır.
Merkez şirketler topluluğu, merkez şirketin öz
müteşebbisliğine dayalı olarak piyasaya çıkmasıyla ve
merkezi yönetim yapısıyla karakterize edilmiştir. Şirketler
topluluğu içindeki tüm önemli işlevler merkezi olarak
merkez tarafından yürütülmekte ve yan şirketler sıkı bir
idare ile idare edilmektedir.
Buna karşın tepesinde salt bir finansman amaçlı holding
bulunan bir şirketler topluluğu tamamıyla buna zıt bir
şekilde yapılandırılmıştır. Bu şirketler topluluğu yönetim
etkisi uygulamaksızın iştirakleri elinde bulundurur ve
yalnızca yönetir.
Bunların arasında stratejik holding konumlandırılmıştır. Bu
yapıya, içinde operasyonel işlemlerin tümüyle yan şirketlerde bulunduğu
desantralize (=yetki paylaşımına dayalı) bir şirketler topluluğunun
yönetim görevi yüklenmiştir. Holdingin yönetim görevleri karakteristik
olarak aşağıda açıklanan hususlarda yoğunlaşmaktadır:
Şirketler topluluğunun ve ona ait şirketlerin stratejik
olarak yönlendirilmesi
Şirketler topluluğunun faaliyetlerinin koordinasyonu
En önemli yönetim pozisyonlarının doldurulması
Karma holding olarak adlandırılan dördüncü organizasyon tipi,
stratejik holdingin spesifik bir formu olarak anlaşılmaktadır. Stratejik
Dr. Ingo Theusinger
278
holding tarafından da ifa edilen görevlerin yanı sıra bu holding tipi kendi
operasyonel işlemlerini de yürütür. Bu holding tipi merkez şirketlerden
topluluğundan, kendi faaliyetlerine üst düzey bir önem atfetmemesiyle
ayrılmaktadır.
Böylece şirketler topluluklarının hukuki ve uygulamaya dönük
temelleri hakkında bir çok bilgi vermiş olduk.
– Fiili şirketler topluluğu - 1. Temel anlayış
Artık "fiili şirketler topluluğunun" ve " anlaşmalı şirketler
topluluğunun" ayrıntılarına geçebiliriz.
Her bir temel anlayışı ve merkezi kuralları açıklamak istiyorum.
Son olarak hakim şirketin ve onun müdürlerinin sorumluluk risklerine
gireceğim.
Önce fiili şirketler topluluğu ve onun temelinde yatan anlayışı
açıklamak istiyorum:
Girişte belirtildiği gibi, fiili şirketler topluluğu bir anonim şirketin
bir başka şirkete olan salt fiili (=gerçek) bağımlılığına dayanır.
Bağlı şirketin Corporate Governance ( işletme yönetimi ) bu
durumdan etkilenmez, çünkü yasa hakim şirketin açıkça anlaşılır bir
şekilde talimat verme yetkilerini tespit etmemektedir.
Kuşkusuz hakim şirkete ayrıcalıklar verilmektedir, çünkü hakim
şirkete sonuçta, en geç her bir mali yılın sonunda telafi etmesi şartıyla
bağlı şirket üzerinde aynı zamanda dezavantaj yaratacak bir tesirde
bulunması olanağı da verilmektedir.
– Fiili şirketler topluluğu - 2. Önemli düzenlemeler
Fiili şirketler topluluğunun önemli düzenlemeleri bu temel fikirler
üzerine oturmaktadır.
Bu şekilde düzenlemeler, yalnızca dezavantajın telafi edilmesi
şartıyla, hakim şirkete dezavantaj yaratacak tesirde bulunmaya izin
verme amacına hizmet etmektedir.
Bağlı şirketin yönetim kuruluna, mali yıl sonuna kadar telafi
edilmesi şartıyla dezavantajlı düzenlemelerin uygulanmasına izin veren
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku – İlkeler ve Güncel Pratik Sorunlar -
279
Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 311 konunun merkezinde
bulunmaktadır.
Bu norm şeffaf olma yükümlülükleriyle desteklenmektedir: Hisse
Senetleri Yasası (AktG) Madde 312 gereği bağlı şirketin yönetim
kurulu, içinde hakim şirketin düzenlemesiyle gerçekleştirilmiş tüm
önlemlerin açıklanmasının gerektiği bir bağımsızlık raporu
düzenlemekle yükümlüdür.
Bu rapor şirketin denetim kurulu tarafından ve bilanço denetçisi
tarafından incelenmek zorundadır.
Tüm önlemlerin sıralanması ve konuyla ilişkili şirket için ve dışı
incelemeler yardımıyla yönetim kurulunun kendi görüşüne göre işlemleri
dezavantaj yaratacak biçimde düzenlemesi engellenmelidir.
Eğer koruyucu mekanizmalara uyulmaz ise ve bu yüzde bağlı şirket
için bir zarar ortaya çıkar ise, hakim şirket ve onun - şahsen sorumlu -
yasal temsilcileri bu durumdan sorumludurlar.
– 3. Hakim şirketin sorumluluğu
Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 317 gereği bu sorumluluk
son dönem Alman hukuk uygulamalarında ilgi uyandırmaktadır.
Meselenin özünde Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 311'in
ihlali yatmaktadır.
Egemen şirket,
Eğer bir dezavantaj yaratan önlemin alınmasına neden
oluyorsa ve
Bu dezavantajı en geç mali yıl sonuna kadar telafi
etmemiş ise sorumludur.
Ağırlıklı görüşe göre hakim şirketin bir kusurunun olması
gerekli değildir.
Yalnızca dezavantaja yol açan düzenleme ve telafinin
yapılmayışı, bir zararın ortaya çıkması şartıyla yeterlidir.
Dr. Ingo Theusinger
280
Bu zararın tazmin edilmesi gerekmektedir; ve hatta bu zararın
kişisel olarak hakim şirketin müdürleri tarafından da tazmin edilmesi
gerekmektedir.
Buna ilave olarak özel durumlarda, özellikle de hakim şirketin
dezavantajı telafi etmeye hazır olmaması şartıyla, bir men'i müdahale
talebi gündeme gelir.
– 3. Hakim şirketin sorumluluğu (devam)
Hak sahipleri özellikle bağlı şirket ve aynı zamanda bağlı (anonim
şirketin) hissedarlarıdır. Bağlı şirketin aciz durumuna düşmesi
durumunda aciz komiseri onun alacaklarını talep eder.
Fiili şirket topluluğu içindeki güç ilişkileri nedeniyle Hisse
Senetleri Yasası (AktG) Madde 311 ve 317 gereği olan alacaklar normal
koşullar altında, şirketler topluğu yapısı içinde değişikliklerin meydana
gelmesi şartıyla - bir hissedar değişikliği veya bir aciz durumu konu
haricidir - talep edilir.
Alacağın mahkeme yoluyla talep edilmesi durumunda ispat yükünü
prensip olarak davacı taşır. Kuşkusuz bu alacağın boşa çıkmaması için
yargılama ile ilişkili kolaylıklar bulunmaktadır. Özellikle şirket dışı
alacaklılar bakımından "düzenlemenin" tipiklik özelliğinin ispatlanması
hemen hiç gerekmeyebilir. Böylece örneğin yönetim kurulu içinde
personel ilişkilerinde düzenleme yapılması olasıdır. Buna ilave olarak
düzenlemenin dezavantaj oluşturmadığının ispat görevi hakim şirkete
düşer.
--------------------------
Fiili şirket topluluğundaki durum budur. Şimdi anlaşmalı şirket
topluluğuna geçebiliriz.
– (Anlaşmalı şirket topluluğu - Temel anlayış)
Fiili şirket topluluğundan farklı olarak bağlı şirketin Corporate
Governance 'nı (=işletme yönetimi ) ikiye bölünmüştür.
Anlaşmalı şirket topluluğunda, başka bir deyişle bir hakimiyet
anlaşmasının bulunması durumunda her iki şirketin hukuki kılıfı var
olmaya devam etmektedir. Fakat bağlı şirket hakim şirketin yönetimine
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku – İlkeler ve Güncel Pratik Sorunlar -
281
tabi olmaktadır. Hakim şirket bu nedenle doğrudan anlaşmaya dayanarak
talimatlar verebilmektedir.
Bu kapsamlı tesirde bulunma olanağı için "karşı edim" olarak
hakim şirket anlaşma süresi boyunca bağlı şirketin zararını telafi etmek
zorundadır.
Azınlık paya sahip anonim şirket hissedarları hem yargılama
bakımından hem de maddi hukuk bakımından koruma altına alınmışlardır:
Yargılama bakımından koruma altındadırlar, çünkü gerekli
şirket kararlarını (hem de derhal) mahkeme kanalıyla
kontrol ettirtebilirler;
Maddi hukuk bakımından koruma altındadırlar, çünkü hisse
senedini tam ekonomik değerinde hakim şirkete satmak
olanağına sahiptirler. Eğer şirkette kalmaya karar
verecekler ise, kar payından olan alacak kaybının telafisi
olarak, - yalın deyişle - şimdiye kadar olan ortalama kar
payı ödemelerine karşışık gelen yıllık bir ödeme alırlar.
– Anlaşmalı şirket topluluğu -Önemli düzenlemeler
Fiili şirketler topluluğu doğrudan fiili hakimiyet ile ilişkiliyken,
"anlaşmaya dayalı şirket topluluğuna" giriş daha zahmetlidir.
Kapsamlı müdahale olanakları ve bununla bağlantılı telefi
yükümlülükleri bakımından hakim ve bağlı şirketin
ortakları sürece iştirak etmek zorundadırlar: Böylece her bir
şirketin ortaklar kurulu bir hakimiyet ve kar transferi
anlaşmasının yapılmasını onaylamak zorundadır.
Buna ilave olarak şeffaf olması ve özellikle de alacaklıların
iştirakçi şirketlerin yükümlülüklerini anlayabilmeleri için,
bu anlaşma ticaret sicil kütüğüne kaydedilmelidir. Buna
bağlı olarak ticaret sicil mahkemesinde yapılan bir kontrol
ile etkinlik koşullarının kontrolü sağlanır (bakınız Hisse
Senetleri Yasası (AktG) Madde 293 ve takip eden
maddeler).
Dr. Ingo Theusinger
282
Eğer geçerli bir hakimiyet ve kar transferi anlaşması söz konusu
ise, özellikle aşağıda kısaca açıklanan hukuki sonuçlar bu anlaşmayla
ilişkilidir:
Hakim şirketin talimat verme hakkı ile ilişkili olarak bağlı
şirketin yönetim kurulu, her durumda hukuka uygun
talimatlara uymakla yükümlüdür (bakınız Hisse Senedi
Kanunu (AktG) Madde 308). Fakat talimat verme hakkı
sınırsız değildir: Talimatların özellikle şirket menfaatine
uygun olması - ki bu durum Hisse Senetleri Yasası (AktG)
Madde 308 Fıkra 1 gereğidir - gerekmektedir. Diğer
kısıtlamalar şirket tüzüğü veya genel yasal kurallara
dayanılarak düzenlenebilir. Ayrıca anlaşmalı şirketler
topluluğu dışındaki bir şirketin ayakta kalmasını tehlikeye
atan talimatlara uyulup uyulmaması gerektiği de tartışmalı
bir konudur. Fakat bu konuda ağırlıklı olarak olumsuz yanıt
verilir, çünkü ilişkili tahminler neredeyse emniyetsiz bir
şekilde yapılır.
Toplam karın hakim şirkete transferi yükümlülüğü bağlı
şirket için etkili sonuçları olan bir yükümlülüktür (bakınız
Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 301).
Sonuçta varlık bağı da gevşemiştir. Başka bir deyişle:
Hakim şirket bağlı şirketin servetine, anlaşmalı şirketler
topluluğu dışındaki bir bağlı şirkette olduğunda daha kolay
el atabilmektedir. Bu duruma yalnızca, diğer taraftan
zararın telafisini istemek hakkı bulunduğu için izin
verilmiştir.
– Anlaşmalı şirket topluluğu -Üzerinde yoğunlaşılan
hususlar: Hakim şirketin sorumluluğu
Anlaşmalı şirket topluluğuyla ilişkili düzenlemeler de yükümlülük
ihlallerine yaptırımlar getirmektedir. (özellikle bakınız: Hisse Senetleri
Yasası (AktG) Madde 309)
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku – İlkeler ve Güncel Pratik Sorunlar -
283
Eğer hakim şirketin yasal temsilcileri talimatları verirken dürüst ve
vicdanlı bir müdürün özen gösterme yükümlülüğünü ihlal ederler ise, o
zaman şirket karşısında - şahsen - tazminat yükümlüsü haline gelirler.
İhmalkar hareket etmek bunun için yeterlidir
– Anlaşmalı şirket topluluğu -Üzerinde yoğunlaşılan
hususlar: Hakim şirketin sorumluluğu (-devam)
Muhtemel bir alacak bağlı şirket tarafından veya koşullara bağlı
olarak şirketin hissedarları tarafından da talep edilebilir. Fakat fiili
şirket topluluklarında olduğu gibi ispat yükü davacı için
kolaylaştırılmıştır.
Güncel pratik sorunlar - I. Fiili şirketler topluluğu
Fiili ve anlaşmalı şirket topluluğunun temelleri hakkında bu genel
bakıştan sonra son olarak yakın zamanda Almanya'da tartışılan bazı pratik
sorunlara girmek istiyorum.
Öncelikle fiili şirket topluluğu ile ilişkili sorunlar:
Alman Hisse Senetleri Yasası anonim şirketin sermayesini çok
kapsamlı bir şekilde korumaktadır. Böylece Hisse Senetleri Yasası
(AktG) Madde 57 prensip olarak yalnızca bilanço karını hissedarlara
dağıtabilir. Özellikle bu yüzden hissedarlarla yapılan değiş tokuş
işlemleri - yalın bir deyişle - yalnızca piyasa koşullarına uygun olarak
yapılabilir. Bu katı düzenleme 2008 yılında reform yapılarak
iyileştirilmiştir ve artık aynı zamanda bir hissedar ile bilanço
bakımından nötr veya doğal olarak şirketin avantajına olan işlemlere, bu
hissedarın şirkete hakim olup olmadığına bakılmaksızın izin vermektedir.
Bu bağlamda Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 57 hangi
bakımdan yine Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 311 'de
açıklanan bir dezavantajın belirlenmesi üzerinde etkili olmaktadır
şeklindeki bir soru ortaya çıkmaktadır.
Aradan geçen süre içinde egemen olan görüşe göre Hisse Senetleri
Yasası (AktG) Madde 57 gereği şirketler topluluğu ilişkisi dışında şirket
sermayesinin korunması bakış açısından yapılmasına izin verilmiş bir
işlem fiili şirket topluğu içinde dezavantaj yaratan bir işlem olarak
Dr. Ingo Theusinger
284
görülemez. Çünkü Hisse Senetleri Yasası (AktG) Madde 311 ve takip
eden maddeler dezavantajın telafisinde tesirde bulunmayı zorlaştırmamalı,
tam tersine mümkün kılmalıdır.
---------
Hakim olan şirketin bağlı şirket üzerinde , izole bir dezavantaj
telafisine geçit vermeyen kapsamlı tesirlerinin işleme alınması da
Almanya'da tartışmalı bir konudur. Örneğin merkezi şirket bölümlerinin
yerinin değiştirilmesi gibi nasıl sonuçlanacağı ön görülemeyecek temel
yapı değişiklikleri düşünülmektedir. İçtihat ve doktrin bu türden
durumlar için " nitelikli fiili şirketler topluluğu" kavramını getirmiştir.
Münferit önlemlerle bağlı şirketin dezavantajlarının telafisi normal
olarak artık mümkün değildir - O halde ne olacak?
Bu türden durumlarda anonim şirketler topluluğu hukuku sınırlarına
dayanmaktadır.
Bir hakimiyet ve kar transferi anlaşması yapılmış gibi hareket eden
hakim şirketin, anlaşmalı şirketler topluluğu hukukunda bunun için
öngörülmüş olan koruyucu mekanizmaları kurmak, başka bir deyişle bağlı
bulunana genel bir zarar telafisi ve azınlık hisse sahiplerine de telafi ve
tazminat sağlamakla yükümlü olduğu düşünülebilir.
Bu anlayış kuşkusuz, daha ziyade Hisse Senetleri Yasası (AktG)
Madde 311, 317 'nin uygulanmasına eğilimli olan ve limitet şirket- şirket
toplulukları ile ilişkili yeni dönem literatürü ve içtihat ile tereddütlü hale
getirilmektedir. Nitelikli fiili anonim şirket- şirket topluluğu biçimini
devam ettirip ettirmeyeceği konusu en yüksek mahkeme tarafından
açıklığa henüz kavuşturulmamıştır. Bu nedenler yukarıda genel hatları
verilen vakaların nasıl ele alınması gerektiği konusu da açıktadır.
– Anlaşmalı şirket topluluğu - "Örtülü hakimiyet
anlaşmaları" ve "Şirketler topluluğu aciz hukuku"
Böylece anlaşmalı şirket topluluğu ile ilişkili olarak güncel bir
soruna varmış oluyoruz:
"Örtülü hakimiyet anlaşmaları" şeklindeki önemli sözcük yakın
zamanda aşağıda açıklanan durumlara kullanılmıştır:
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku – İlkeler ve Güncel Pratik Sorunlar -
285
Kamuoyuna açık şirket devralmaları bağlamında devralan ve
devralınan şirket yönetimleri bir "Business Combination Agreement"
(=İşletme Birleşmeleri Anlaşması) olarak adlandırılan bir anlaşma
yapmaktadırlar. Bu anlaşma sıklıkla başarılı bir devir teklifi sonrası
devralınacak şirketin entegre edilmesi için bir yol haritası içermektedir.
Bu türden anlaşmalar ticaret sicil kütüğüne kaydedilmemekte ve
yine şirket genel kurulunun onayına sunulmamaktadır.
Böylece bu anlaşmalar her durumda normal olarak bir hakimiyet
anlaşmasının tipik elemanlarını içermemektedir; başka bir deyişle
devralınacak şirket hakim şirkete tabi olmamaktadır.
Buna rağmen bazı kritik hissedarlar "Business Combination
Agreement" lere itiraz etmişlerdir. Bu hissedarlar, bu bağlamda nesnel
olarak hakimiyet anlaşmalarının söz konusu olduğu gerekçesini ortaya
koymuşlar ve hakimiyet anlaşmalarında olduğu gibi, mahkeme kanalıyla
tazminat ve telafi edinmeye çalışmışlardır.
Şimdiye kadar bu teşebbüsler sonuçta başarısız olmuştur. Öte
yandan bu durumda adaletlidir. Çünkü taraflar Business Combination
Agreement ile doğrudan yönetimin boyunduruğu altına girmeyi
amaçlamamakta, tam tersine münferit önlemleri düzenlemektedirler.
Bu münferit önlemlerin hisse senedi hukuku ile uzlaşıp uzlaşmadığı
konusu ayrıca değerlendirilmelidir. Fakat bu durumun "örtülü hakimiyet
anlaşması" olarak anlaşma yapısının düzenlenmesi ile bir ilgisi yoktur.
---------------
Son olarak anonim şirketler topluluğu hukuku ile doğrudan ilişkili
olmayan fakat bu türden bir şirketler topluluğunu ilgilendiren Almanya
'da aciz hukukundaki bir güncel gelişmeye dikkat çekmek istiyorum.
Alman aciz hukuku şirketler topluluğunun aciz durumu için özel
düzenlemeler içermemektedir.
Şimdiye kadar şirketler topluluğu içindeki her bir münferit şirket
için sıklıkla farklı aciz idarecileri atanmıştır.
Dr. Ingo Theusinger
286
Bu aciz idarecileri baktıkları şirketin menfaatlerini gözetmişlerdir.
Buna bağlı olarak gerçekleşen şirketler topluluğu yapısının
parçalanması kısmen şirketler grubunun mümkün olan en iyi şekilde
değerlendirilmesi zorlaştırmıştır.
Yasa koyucu bu konuyla ilgilenmiştir ve bu bağlamda özelikle
münferit aciz yargılamalarının daha iyi bir şekilde koordinasyona izin
veren olası şirketler topluluğu aciz reformuna karar verilecektir.
Böylece Alman şirketler topluluğu hukukundaki güncel sorunlar
hakkında genel bir bakış edinmiş durumdayız.
Bu konuşmayı sonlandırması amacıyla, Alman şirketler topluluğu
hukuku içinde birlikte kat ettiğimiz yola geriye dönüp bakarsak ve
özellikle de bu yolculuk esnasında size bazı özlü mesajlar vermek için
özellikle konuşmanın başında yönetilmiş sorulara geri dönecek olursak:
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku nedir?
Sayesinde yasa koyucunun yaşam gerçeğine tepki verdiği ve
birbirlerine bağlanmış anonim şirketlerinin hukukunu düzenlediği
bir araçtır.
Bu düzenleme yaklaşımı eksik kalmaktadır, çünkü farklı şirket
formlarının yazılmış bir şirketler topluluğu hukuku yoktur. Bu durum
uygulamada bazen emniyetsizliklere yol açmaktadır.
Alman Şirketler Topluluğu Hukuku neyi istemektedir?
Hakim şirket ile bağlı şirket arasındaki güç farkına tepki
göstermektedir ve gücün (=hakimiyetin) her zaman içinde
sorumluluk taşıdığı şeklindeki temel düşünceye dayanmaktadır.
Bu nedenle özellikle bağlı şirketi, onun ortaklarını ve onun
alacaklılarını korumaktadır.
Şirketler Topluluğu Hukuku neyi yapabilmektedir?
Geniş alanlardaki görevlerine uygun olarak - her ne kadar doğal olarak
yeniden geliştirilmesi gerekse de - tıpkı diğer hukuk alanlarında olduğu
gibi - yasalara uymama teşebbüslerine ve diğer gelişmelere tepki vermek
zorundadır.
İLGINIZ IÇIN TEŞEKKÜR EDERIZ!
287
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in
Deutschland
Dr. Ali Yarayan
I. Einleitung
Die Türkei und Deutschland verbindet eine langjährige und tiefgehende
Freundschaft. Ein bedeutender Faktor in diesen bilateralen Beziehungen
sind die fast drei Millionen in Deutschland lebenden Menschen türkischer
Herkunft, von denen etwas mehr als die Hälfte die deutsche
Staatsangehörigkeit besitzen. Hinzu kommt die starke Anziehungskraft
der Türkei als Reise- und Urlaubsland1.
Wirtschaftlich ist Deutschland der wichtigste Handelspartner der Türkei.
Das bilaterale Handelsvolumen erreichte im Jahr 2013 mit einem Anstieg
von nahezu 5% einen neuen Rekordwert von insgesamt 33,8 Mrd. €: die
türkischen Exporte nach Deutschland stiegen dabei um 1,4% (13,5 Mrd.
€) und die Importe aus Deutschland um 7,1% (21,5 Mrd. €). Die Zahl
deutscher Unternehmen bzw. türkischer Unternehmen mit deutscher
Kapitalbeteiligung in der Türkei ist inzwischen auf fast 5.700 (Stand:
Januar 2014) gestiegen. Die Betätigungsfelder reichen von der
Industrieerzeugung und dem Vertrieb sämtlicher Produkte bis zu
Geschäftsführender Leiter der Forschungsstelle für türkisches Recht an der Friedrich-
Alexander-Universität Erlangen-Nürnberg sowie Rechtsanwalt und Fachanwalt für
Handels- und Gesellschaftsrecht.
Der vorliegende Beitrag ist die Schriftfassung des gleichnamigen Vortrags, den der
Verfasser auf dem „Internationalen Symposium zu aktuellen Entwicklungen im
türkischen und deutschen Markenrecht“ am 15. Mai 2014 in Istanbul gehalten hat. 1 Siehe hierzu auch http://www.auswaertiges-
amt.de/DE/Aussenpolitik/Laender/Laenderinfos/Tuerkei/Bilateral_node.html, zuletzt
abgerufen am 6. Juli 2014).
Dr. Ali Yarayan
288
Dienstleistungsangeboten aller Art sowie der Führung von Einzel- und
Großhandelsbetrieben. In Deutschland beschäftigen rund 75.000
türkischstämmige Unternehmer etwa 370.000 Mitarbeiter und
erwirtschaften einen Jahresumsatz von ca. 35 Mrd. €.
Diese Daten machen auch das Interesse türkischer Unternehmen am
Standort Deutschland verständlich. So unterstützt auch das türkische
Wirtschaftsministerium die Auslandsinvestitionen türkischer
Unternehmen im Rahmen des Turquality-Förderprogramms der türkischen
Regierung2. Für die Förderungsfähigkeit müssen bestimmte
Qualitätsstandards nachgewiesen werden, die das türkische
Wirtschaftsministerium festlegt. Mit Stand vom Januar 2014 erhalten 103
Einzelhandelsmarken von 91 Unternehmen diese Förderung. Dabei geht
es um finanzielle Hilfen des Staates in Form von Zuschüssen bei Werbe-
und Marketingaktivitäten im Ausland zur Markteinführung der Produkte.
Auch für Beratungsdienste (Marktstudien, Strategien, Absatzorganisation,
Technologieauswahl) und für den Aufbau von
Informationsmanagementsystemen erhalten die Unternehmen über eine
Laufzeit von fünf Jahren staatliche Zuschüsse von 50% der anfallenden
Kosten.
Besonders im Ausland aktiv sind Hersteller von Fertigbekleidung. Zu
ihnen gehören beispielsweise die Unternehmen LCWaikiki, die Ayaydın-
Gruppe mit den Konfektionsmarken İpekyol, Twist und Machk, das
Unternehmen Penti sowie Kiğılı, die Aydınlı Group und Mavi. Vor allem
in Deutschland aktiv sind die Textilunternehmen Söktaş, Sarar, die Çak
Group sowie Yünsa.
Auch Möbelhersteller wie Çilek Mobilya, Doğtas, Newjoy und Fuga
Mobilya intensivieren ihre Vertriebsanstrengungen auf internationalen
Märkten. Ebenso zieht es türkische Schmuckwarenhersteller wie Altınbaş
Mücevherat, Zen Pırlanta und So Chic zunehmend ins Ausland.
2 Siehe im Einzelnen zur vorliegenden Darstellung
http://www.gtai.de/GTAI/Navigation/DE/Trade/maerkte,did=950568.html, zuletzt
abgerufen am 6. Juli 2014.
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
289
Wenngleich diese Unternehmen nicht alle in Deutschland vertreten sind,
mehrt sich die Anzahl türkischer Unternehmen in Deutschland. Ein
wichtiger Grund hierfür sind mit Sicherheit die fast drei Millionen
türkischstämmigen Bürger in Deutschland, aber auch die deutsche
Bevölkerung als potentielle Kunden selbst. Zudem ist die Förderung
türkischer Unternehmen im Ausland aufgrund des Turquality-Programms
ein nicht zu vernachlässigender Umstand für den Anstieg türkischer
Unternehmen in Deutschland.
II. Markenschutz türkischer Unternehmen in Deutschland
Wenn diese Unternehmen auf dem deutschen Markt aktiv werden,
möchten sie auch ihre Produktmarken in Deutschland etablieren. Zu
beachten ist hierbei, dass in der Türkei registrierte Marken aufgrund des
Territorialitätsprinzips auch nur Wirkung in der Türkei haben. Möchten
türkische Unternehmen in Deutschland Markenschutz genießen, müssen
sie ihre Marken entweder in Deutschland beim Deutschen Patent- und
Markenamt registrieren lassen oder aber Markenschutz in Deutschland
etwa durch Anmeldung einer Gemeinschaftsmarke oder einer IR-Marke
erlangen. Letzterer Schutz kann dadurch erfolgen, dass die Türkei bereits
im Jahre 1930 dem Madrider Markenabkommen (MMA) in der Haager
Fassung aus dem Jahre 1925 beigetreten ist3; sie trat aber im Jahre 1955
mit Wirkung zum 11. September 1959 wieder aus, da sie den wegen der
geringen türkischen Markenanmeldungen eingetretenen Devisenverlust
wett machen wollte. Zum 1. Januar 1999 hat sich die Türkei wiederum
dem PMMA angeschlossen4.
Schließlich gewährt der Grundsatz der Inländerbehandlung in Art. 2 Abs.
1 der Pariser Verbandsübereinkunft (PVÜ), dass die Angehörigen eines
jeden der Verbandsländer in allen übrigen Ländern des Verbandes in
Bezug auf den Schutz des gewerblichen Eigentums die Vorteile genießen,
welche die betreffenden Gesetze den eigenen Staatsangehörigen
3 Gesetz Nr. 1619 vom 15. Mai 1930, veröffentlicht im türkischen Amtsblatt Nr. 1506
vom 29. Mai 1930. 4 Ministerratbeschluss mit der Nr. 97/9731 vom 5. August 1997, veröffentlicht im
türkischen Amtsblatt Nr. 23088 vom 22. August 1997.
Dr. Ali Yarayan
290
gegenwärtig gewähren oder in Zukunft gewähren werden. Diesem
mehrseitigen völkerrechtlichen Vertrag vom 20. März 1883 stand
Deutschland lange Zeit ablehnend gegenüber und trat ihm erst mit
Wirkung zum 1. Mai 1903 bei. Die Türkei wiederum ist im Jahre 1925 der
Washingtoner Fassung der PVÜ aus dem Jahre 1911 beigetreten. Später
ratifizierte sie die Haager Fassung von 19255, die Londoner Fassung von
19346 und die Stockholmer Fassung von 1967. Da beide Länder somit der
Pariser Verbandsübereinkunft angehören, wird den Staatsangehörigen des
jeweils anderen Landes im gewerblichen Rechtsschutz auch
Inländerbehandlung gewährt7.
Sachlich genießen nach dem deutschen Markengesetz neben Marken auch
geschäftliche Bezeichnungen und geographische Herkunftsangaben
Schutz (§ 1 des deutschen Markengesetzes).
Als Marke nach dem deutschen Markengesetz können alle Zeichen,
insbesondere Wörter einschließlich Personennamen, Abbildungen,
Buchstaben, Zahlen, Hörzeichen, dreidimensionale Gestaltungen
einschließlich der Form einer Ware oder ihrer Verpackung sowie sonstige
Aufmachungen einschließlich Farben und Farbzusammenstellungen
geschützt werden, die geeignet sind, Waren oder Dienstleistungen eines
Unternehmens von denjenigen anderer Unternehmen zu unterscheiden (§
3 des deutschen Markengesetzes).
Nach § 7 des deutschen Markengesetzes können Inhaber von
eingetragenen und angemeldeten Marken natürliche Personen, juristische
Personen oder Personengesellschaften sein, sofern sie mit der Fähigkeit
ausgestattet sind, Rechte zu erwerben und Verbindlichkeiten einzugehen.
5 Gesetz Nr. 1619 vom 15. Mai 1930, veröffentlicht im türkischen Amtsblatt Nr. 1506
vom 29. Mai 1930. 6 Gesetz Nr. 6894 vom 30. Januar 1957, veröffentlicht im türkischen Amtsblatt Nr. 9529
vom 7. Februar 1957. 7 Siehe näher zur Darstellung des türkischen Markenrechts Yarayan: Das Markenrecht in
der Türkei, Heidelberger Kommentar zum Markenrecht, 3. Auflage 2014, S. 1550.
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
291
Als geschäftliche Bezeichnungen wiederum werden
Unternehmenskennzeichen und Werktitel geschützt (§ 5 Abs. 1 des
deutschen Markengesetzes)
Neben Markennamen und geschäftlichen Bezeichnungen bedienen sich
Unternehmen außerdem gerne auch geographischer Herkunftsangaben.
Denn mit der Herkunft eines Produktes verbindet der Verbraucher eine
Reihe von für seine Kaufentscheidung wichtigen Assoziationen, die durch
das entsprechende Image des jeweiligen Ursprungs bestimmt werden.
Gem. § 126 Abs. 1 des deutschen Markengesetzes handelt es sich bei
geographischen Herkunftsangaben um die Angabe von Orten, Gegenden,
Gebieten oder Ländern bzw. um sonstige Angaben oder Zeichen, die im
geschäftlichen Verkehr zur Kennzeichnung der geographischen Herkunft
von Waren oder Dienstleistungen benutzt werden.
§ 127 Abs. 1 des deutschen Markengesetzes verbietet die Irreführung der
beteiligten Verkehrskreise durch geographische Herkunftsangaben. Das
Bestehen der Gefahr der Irreführung reicht dafür bereits aus. Eine
Irreführungsgefahr über die geographische Produktherkunft besteht dann,
wenn ein nicht unerheblicher Teil der beteiligten Verkehrskreise die
geographische Angabe als einen Hinweis auf die geographische Herkunft
des Produktes verstehen kann.
III. Entscheidungen deutscher Gerichte zu türkischsprachigen
Markennutzungen
In den vergangenen Jahren ist mit Zunahme der Tätigkeit türkischer
Unternehmen und der Vermarktung von deren Produkten in Deutschland
die Anzahl markenrechtlicher und wettbewerbsrechtlicher
Gerichtsentscheidungen gestiegen. Einige hiervon seien nachfolgend
dargestellt:
1. GAZOZ-Entscheidung des Bundesgerichtshofes vom 1.
April 2004
Der deutsche Bundesgerichtshof hatte in seiner GAZOZ-Entscheidung
vom 1. April 2004 (AZ: I ZR 23/02) darüber zu befinden, ob der Beklagte
der Klägerin die Benutzung des Wortes „Gazoz“ für Brauselimonaden
Dr. Ali Yarayan
292
aufgrund seiner Gemeinschaftsmarke „Gazoz“ (Nr. 001270255)
untersagen könne und ihm Ansprüche auf Schadensersatz, Auskunft und
Vernichtung sowie aus ungerechtfertigter Bereicherung zustünden. All
diese Ansprüche hat der Bundesgerichtshof verneint.
Dieser Entscheidung lag folgender Sachverhalt zugrunde: Der Beklagte
war Inhaber der am 6. August 1999 angemeldeten, u.a. für Mineralwässer,
kohlensäurehaltige Wässer und andere alkoholfreie Getränke
eingetragenen Gemeinschaftsmarke „Gazoz”. Die Klägerin vertrieb unter
ihrer Handelsmarke „marmara” Lebensmittel und Getränke, mit denen sie
sich nach ihrem Vorbringen vor allem an in Deutschland lebende Türken
wendete. Sie hatte in ihrem Sortiment eine Brauselimonade, für die sie das
nachstehend verkleinert und schwarzweiß wiedergegebene Flaschenetikett
verwendete:
Der Bundesgerichtshof stellte in seiner Entscheidung fest, dass „Gazoz“ in
der türkischen Sprache kohlensäurehaltiges Wasser oder Brauselimonade
bedeute. Der Beklagte habe hierin eine Verletzung seiner Marke gesehen
und die Klägerin zur Unterlassung aufgefordert. Daraufhin habe die
Klägerin eine negative Feststellungsklage erhoben. Sie habe sich darauf
berufen, dass „Gazoz“ den in Deutschland lebenden Türken als
Gattungsbezeichnung bekannt sei. Sie benutze den Begriff „Gazoz“
dementsprechend als Beschaffenheitsangabe und nicht als einen Hinweis
auf die betriebliche Herkunft ihrer Produkte.
In seiner Entscheidung hat der Bundesgerichtshof festgestellt, dass die
Klägerin ein mit der Gemeinschaftsmarke des Beklagten identisches
Zeichen für Waren benutzt habe, die mit den von der Gemeinschaftsmarke
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
293
erfaßten Waren identisch seien. Für die rechtliche Beurteilung könne von
einer markenmäßigen Benutzung ausgegangen werden8. Ob eine
Bezeichnung als beschreibend oder als herkunftshinweisend verwendet
werde, richte sich nach dem Verständnis der angesprochenen
Verkehrskreise9. Das Berufungsgericht habe insofern angenommen, ein
nicht unerheblicher Teil des Verkehrs, der türkische
Lebensmittelgeschäfte in Deutschland aufsuche, der türkischen Sprache
aber nicht mächtig sei, sehe in dem Begriff „Gazoz“ auf den Etiketten des
von der Klägerin vertriebenen Brausegetränks keine
Beschaffenheitsangabe, sondern den Produktnamen. Diese Beurteilung sei
entgegen der Auffassung der Revision aus Rechtsgründen nicht zu
beanstanden. Auch wenn die Ansicht des Berufungsgerichts im Hinblick
darauf, dass das Publikum auf in einem türkischen Geschäft angebotenen
Produkten mit fremdsprachigen Beschaffenheitsangaben rechne und der
Begriff „Gazoz“ durch die Entsprechung zu der Angabe „Brause“ sowie
durch die Assoziation zu mineralsäurehaltigem Wasser, die dieser Begriff
wecke, Zweifeln begegnen möge, könne sie doch nicht als mit der
Lebenserfahrung unvereinbar angesehen werden.
Zu Unrecht habe das Berufungsgericht aber die Voraussetzungen für eine
Anwendung der Schutzschranke des Art. 12 lit. b der
Gemeinschafsmarkenverordnung (GMV) verneint.
Das Berufungsgericht sei davon ausgegangen, dass eine
Markenbenutzung, die von einem Teil des Verkehrs als
herkunftshinweisend verstanden werde, nicht unter die Schutzschranke
des Art. 12 lit. b der Gemeinschafsmarkenverordnung fallen könne. Nach
Erlaß des Berufungsurteils habe jedoch der Gerichtshof der Europäischen
8 Siehe zu diesem Merkmal EuGH, Urt. v. 23. Februar 1999 - Rs. C-63/97, Slg. 1999, I-
905 Tz. 38 = GRUR Int. 1999, 438 - BMW; Urt. v. 14. Mai 2002 - Rs. C-2/00, Slg.
2002, I-4187 Tz. 17 = GRUR Int. 2002, 841 - Hölterhoff; Urt. v. 12. November 2002 -
Rs. C-206/01, Slg. 2002, I-10273 Tz. 51 i.V. mit Tz. 42 = GRUR 2003, 55 - Arsenal,
jeweils zu Art. 5 Abs. 1 MarkenRL. 9 Siehe EuGH Slg. 2002, I-4187 Tz. 17 - Hölterhoff; Slg. 2002, I-10273 Tz. 56 - Arsenal;
BGH, Urt. v. 6. Dezember 2001 - I ZR 136/99, GRUR 2002, 814, 815 = WRP 2002, 987
- Festspielhaus I; Ingerl/Rohnke, Markengesetz, 3. Aufl. 2010, § 14 - Rn. 138.
Dr. Ali Yarayan
294
Gemeinschaften ein Vorabentscheidungsersuchen des erkennenden Senats
des Bundesgerichtshofes10
in der Weise beantwortet, dass die dem Art. 12
lit. b der Gemeinschaftsmarkenverordnung entsprechende Bestimmung
der Markenrechtsrichtlinie (Art. 6 Abs. 1 lit. b) auch in Fällen anwendbar
sei, in denen eine markenmäßige Benutzung des Zeichens nicht verneint
werden könne11
. Danach sei in Fällen, in denen eine beschreibende
Angabe von einem nicht unerheblichen Teil des Verkehrs als
Herkunftshinweis verstanden werde, darauf abzustellen, ob die Benutzung
den anständigen Gepflogenheiten in Gewerbe oder Handel entspreche12
.
Dies bedeute, dass in Fällen einer gespaltenen Verkehrsauffassung, in
denen ein Teil des Verkehrs ein bestimmtes Zeichen als Herkunftshinweis
verstehe, während ein anderer Teil darin eine beschreibende Angabe sehe,
eine Anwendung des Art. 12 lit. b der Gemeinschaftsmarkenverordnung
in Betracht komme und im Einzelfall darauf abzustellen sei, ob die
Benutzung den anständigen Gepflogenheiten in Gewerbe oder Handel
entspreche oder - wie es in § 23 des deutschen Markengesetzes heiße -
nicht gegen die guten Sitten verstoße13
. Hierbei sei eine umfassende
Beurteilung aller maßgeblichen Umstände geboten14
.
Den getroffenen Feststellungen sei zu entnehmen, dass das Wort „Gazoz“
von dem türkischsprachigen Teil des Publikums, der zumindest die Hälfte
des angesprochenen Verkehrs ausmache, als beschreibende Angabe
verstanden werde. Nach dem festgestellten Sachverhalt seien keine
Anhaltspunkte für eine unlautere Benutzung der Bezeichnung „Gazoz“
durch die Klägerin ersichtlich. Dass die Klägerin sich durch die
Verwendung dieser Bezeichnung an einen vom Beklagten aufgebauten
10 BGH, Beschluss vom 7. Februar 2002 - I ZR 258/98, GRUR 2002, 613 = WRP 2002,
547 - GERRI/KERRY Spring. 11 EuGH, Urteil vom 7. Januar 2004 - Rs. C-100/02, GRUR 2004, 234 Tz. 15 u. 27 -
Gerolsteiner Brunnen/Putsch. 12 EuGH GRUR 2004, 234 Tz. 26 - Gerolsteiner Brunnen/Putsch. 13 Siehe zur Frage der gespaltenen Verkehrsauffassung auch OLG Koblenz, Urteil vom 20.
Dezember 2012 – 6 W 615/12 bzw. OLG Düsseldorf, Urteil vom 21. April 2011 – I-20
U 153/10 - Marulablu. 14 EuGH GRUR 2004, 234 Tz. 26 - Gerolsteiner Brunnen/Putsch.
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
295
Ruf anhängen würde, habe der Beklagte nicht vorgetragen. Auch der
zeitliche Ablauf - die Marke des Beklagten sei erst unmittelbar vor
Klageerhebung eingetragen worden - spreche nicht für ein unlauteres
Verhalten der Klägerin. Andererseits entspreche es ihrem berechtigten
Interesse, dass sie ihre türkische Brauselimonade gegenüber dem
türkischen Publikum mit dem entsprechenden Begriff der türkischen
Sprache versehe und diesen Begriff auf dem Etikett in derselben Weise
herausstelle wie die deutsche Gattungsbezeichnung „Brause“. Dabei sei
nicht von Bedeutung, ob die Geschäfte, in denen das Getränk der Klägerin
angeboten werde, von Türken geführt werden. Zu berücksichtigen sei
vielmehr, dass die Klägerin den Vertrieb des fraglichen Produkts auf
Geschäfte beschränke, deren Sortiment auf das türkische Publikum
abgestimmt sei und in denen erfahrungsgemäß - wenn auch nicht
ausschließlich - die türkischsprachige Bevölkerung einkaufe. Die Klägerin
bewege sich damit in einem Marktbereich, in dem ihr Verhalten
gegenüber dem Beklagten als Markeninhaber nicht als unlauter angesehen
werden könne. Weite sie ihre Aktivitäten demgegenüber aus, könne sie
sich auf die Schutzschranke des Art. 12 lit. b der
Gemeinschaftsmarkenverordnung nur berufen, wenn die Verwendung des
Zeichens „Gazoz“ auch von den Verbrauchern in dem erweiterten
Absatzgebiet zu einem erheblichen Teil als Gattungsbezeichnung
verstanden werde.
Unter diesen Umständen könne das angefochtene Urteil keinen Bestand
haben, weshalb es aufzuheben sei.
2. AKSARAY-Döner-Entscheidung des Bundespatentgerichts
vom 22. Juni 2006
Hinsichtlich türkischer Städtenamen für Döner hatte das
Bundespatentgericht am 22. Juni 2006 (AZ: 28 W (pat) 133/10
AKSARAY-Döner) zu entscheiden, ob die deutsche Wortmarke
„AKSARAY-Döner“ wegen Bestehens eines Freihaltebedürfnisses zu
löschen ist.
Dr. Ali Yarayan
296
Die Löschung einer Marke könne gem. § 50 Abs. 2 Satz 1 des deutschen
Markengesetzes nur dann angeordnet werden, wenn positiv nachgewiesen
sei, dass der angegriffenen Marke sowohl im Zeitpunkt ihrer Anmeldung
bzw. Eintragung als auch im Zeitpunkt der abschließenden Entscheidung
über den Löschungsantrag absolute Schutzhindernisse entgegenstünden15
.
Auch wenn diese Prüfung grundsätzlich dem Amtsermittlungsgrundsatz
unterliege, sei der jeweilige Antragsteller im Löschungsverfahren
gehalten, konkrete Tatsachen vorzutragen, die sein Löschungsbegehren
stützten. Denn im Löschungsverfahren würden regelmäßig zeitlich
zurückliegende und häufig in der Sphäre der Parteien angesiedelte
Tatsachen relevant, die der Amtsermittlung nur eingeschränkt zugänglich
seien. Deshalb treffe den Antragsteller gemäß den für ein
kontradiktorisches Verfahren geltenden Regeln eine erhöhte
Darlegungslast16
. Liesen sich die geltend gemachten Schutzhindernisse
nicht nachweisen bzw. verbleiben insoweit Zweifel, sei zu Gunsten der
angegriffenen Marke zu entscheiden und der Löschungsantrag
zurückzuweisen.
Nach § 8 Nr. 2 des deutschen Markengesetzes seien Marken von der
Eintragung ausgeschlossen, wenn sie ausschließlich aus Angaben
bestünden, die im Verkehr u.a. zur Bezeichnung der Art, der
Beschaffenheit oder der geographischen Herkunft der fraglichen Waren
oder Dienstleistungen dienen könnten.
Vorliegend befand das Bundespatentgericht, dass für den Namen
türkischer Städte ein Freihaltebedürfnis als Bezeichnung für Fleisch- und
Wurstwaren ausscheide, da dem Verkehr bekannt sei, dass „Döner”-
Produkte direkt auf Bestellung des Kunden frisch zubereitet würden. Im
Übrigen reiche alleine die Kenntnis vom Bestehen hunderttausender
Geschäftsbetriebe mit dem anzumeldenden Zeichen für die Annahme
einer Bösgläubigkeit der Markenanmeldung nach § 8 Abs. 2 Nr. 10 des
15 BGH GRUR 2009, 780 Rn. 11 - Ivadal; BGH GRUR 2006, 850 [854] - FUSSBALL
WM 2006; siehe hier zu einem ähnlich gelagerten Fall einer örtlichen Herkunftsangabe
BPatG, Beschluss vom 22. Juni 2011 - 28 W (pat) 132/10 - ORDU-Döner. 16 Siehe BPatG GRUR 1997, 83 - digital.
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
297
deutschen Markengesetzes nicht aus. Aus diesen Gründen sei die
Verwendung der Wortmarke „AKSARAY-Döner“ rechtlich möglich.
3. YÖREM-Entscheidung des Bundespatentgerichts vom 17.
Dezember 2012
Das Bundespatentgericht hatte in seiner YÖREM-Entscheiung vom 17.
Dezember 2012 (AZ: 25 W(pat) 64/10) darüber zu befinden, ob die Wort-
/Bildmarke YÖREM
wegen Verletzung der älteren Wortmarke YÖRE zu löschen war. Nach
Auffassung des Bundespatentgerichts besteht zwischen den
Vergleichsmarken Verwechslungsgefahr gemäß § 9 Abs. 1 Nr. 2 des
deutschen Markengesetzes, so dass die Löschung der angegriffenen Wort-
Bildmarke YÖREM anzuordnen war (§ 43 Abs. 2 Satz 1 des deutschen
Markengesetzes).
Das Vorliegen einer Verwechslungsgefahr sei nämlich unter
Berücksichtigung aller Umstände des Einzelfalls umfassend zu
beurteilen17
. Ihre Beurteilung bemesse sich insbesondere nach der
Identität oder Ähnlichkeit der Waren, der Identität oder Ähnlichkeit der
Marken und dem Schutzumfang der Widerspruchsmarke. Diese Faktoren
17 EuGH GRUR 2006, 237, Tz. 18 - PICASSO; GRUR 1998, 387, Tz. 22 - Sabèl/Puma.
Dr. Ali Yarayan
298
seien zwar für sich gesehen voneinander unabhängig, bestimmten aber in
ihrer Wechselwirkung den Rechtsbegriff der Verwechslungsgefahr18
.
Bei der Beurteilung der Markenähnlichkeit sei grundsätzlich auf den
Gesamteindruck der Vergleichsmarken abzustellen. In ihrer Gesamtheit
unter Berücksichtigung sämtlicher Einzelbestandteile hebe sich die
angegriffene Marke in ihrer konkreten Ausgestaltung als Wort-/Bildmarke
mit mehreren Einzelelementen allerdings in markanter Weise von der
Widerspruchsmarke als einer reinen Einwortmarke ab.
Der Grundsatz, dass der Gesamteindruck der Vergleichsmarken
maßgebend sei, bedeute jedoch nicht, dass hierbei stets und ausschließlich
auf die jeweiligen Vergleichsmarken in ihrer Gesamtheit abzustellen sei.
Vielmehr könne der Gesamteindruck auch durch einzelne Bestandteile
geprägt sein, wovon auszugehen sei, wenn die übrigen
Markenbestandteile für die angesprochenen Verkehrskreise in einer Weise
zurücktreten, dass sie für den Gesamteindruck vernachlässigt werden
könnten, was im Einzelfall konkret festzustellen sei.
Im vorliegenden Fall komme dem Wortbestandteil „YÖREM“ innerhalb
der komplexen mit mehreren Wort- und Bildelementen gestalteten
angegriffenen Marke eine deren Gesamteindruck prägende Wirkung zu.
Nach alledem sei der prioritätsälteren Wortmarke „YÖRE“ allein der die
jüngere Marke prägende Wortbestandteil „YÖREM“ gegenüber zu stellen.
Diese Vergleichswörter kämen sich aufgrund ihrer übereinstimmenden
vier Buchstaben im regelmäßig stärker beachteten Wortanfang in
klanglicher Hinsicht sehr nahe. Denn das Klangbild werde durch den
Unterschied in einem Buchstaben nicht hinreichend unterschiedlich
beeinflusst, zumal dadurch auch keine Veränderung in der Silbenzahl oder
im Sprechrhythmus eintrete.
Aus diesen Gründen bestehe klangliche Verwechslungsgefahr, weshalb
die jüngere Marke YÖREM zu löschen sei.
18 Siehe BGH GRUR 2008, 258 - INTERCONNECT/T-InterConnect; BGH GRUR 2009,
772, Tz. 31 - Augsburger Puppenkiste.
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
299
4. Türk Kahvesi-Entscheidung des Bundespatentgerichts vom
14. Januar 2013
Mit Datum vom 14. Januar 2013 hatte wiederum das Bundespatentgericht
(AZ: 25 W (pat) 517/11) hinsichtlich türkischsprachiger Marken mit
phonetischer Klangähnlichkeit zu entscheiden. In der betreffenden
Angelegenheit ging es um die Kostenentscheidung hinsichtlich des
Widerspruchsverfahrens der älteren Wort-/Bildmarke „TÜRK
KAHVESI“
gegen die Eintragung der jüngeren Wort-/Bildmarke „Istanbul Türk
Kahvesi“
.
Das Deutsche Patent- und Markenamt hatte zuvor durch einen Beschluss
den Widerspruch gegen die angegriffene Marke zurückgewiesen und dem
Widersprechenden die Kosten des Widerspruchsverfahrens auferlegt.
Denn das markenrechtliche Verfahren mit mehreren Beteiligten vor dem
Deutschen Patent- und Markenamt sei gemäß § 63 Abs. 1 Satz 1 des
deutschen Markengesetzes hinsichtlich der Kosten von dem Grundsatz
geprägt, dass jeder Beteiligte unabhängig vom Ausgang des Verfahrens
Dr. Ali Yarayan
300
die ihm entstandenen Kosten selbst zu tragen habe19
. Es müssten also
besondere Voraussetzungen vorliegen, um eine von diesem Grundsatz
abweichende Kostenentscheidung zu rechtfertigen. Solche besonderen
Umstände, wie sie u.a. im markenrechtlichen Widerspruchsverfahren bei
ersichtlich fehlender Ähnlichkeit der Vergleichsmarken angenommen
werden, z.B. bei Kombinationsmarken, die nur in einem offensichtlich
schutzunfähigen Bestandteil übereinstimmen20
, seien aber entgegen der
Auffassung der Markenstelle des Deutschen Patent- und Markenamtes
vorliegend nicht gegeben gewesen, auch wenn die Markenstelle die
Verwechslungsgefahr der sich gegenüberstehenden Marken verneint und
daher den Widerspruch zurückgewiesen habe. ,
Vorliegend seien sich zwei komplexe Wort-/Bildmarken gegenüber
gestanden, die beide über die Wortfolge „Türk kahvesi“ – wenn auch in
unterschiedlicher Ausgestaltung – mit im Übrigen aber deutlich
verschiedenen Bildelementen verfügten, wobei die angegriffene Marke
noch einen weiteren Wortbestandteil („Istanbul“) enthielt. Dabei sei von
einer durchschnittlichen Kennzeichnungskraft der Widerspruchsmarke
und teilweiser Warenidentität auszugehen gewesen, nämlich soweit die
angegriffene Marke für Kaffee einerseits und die Widerspruchsmarke für
Kaffee und Mokka nach türkischer Art andererseits geschützt seien.
Entgegen der Auffassung der Markenstelle beschreibe die in beiden
Marken enthaltene Wortfolge „Türk kahvesi“ aber die vorgenannten
Waren für die deutschen Verkehrskreise nicht ohne Weiteres unmittelbar
in hinreichend verständlicher Form. Daher rechtfertige der Umstand, dass
die Vergleichsmarken allein in dieser in türkischer Sprache
warenbeschreibenden, aber von den maßgeblichen Verkehrskreisen in der
Regel nicht als solchen erkannten Angabe übereinstimmen, nicht ohne
Weiteres eine Verneinung der Verwechslungsgefahr. Die angesprochenen
weiten Verkehrkreise aller in Deutschland lebender Verbraucher würden
19 Siehe Ingerl/Rohnke, Markengesetz, 3. Aufl. 2010, § 63 Rn. 4. 20 Siehe Ströbele/Hacker, Markengesetz, 10. Aufl. 2012, § 71 Rn. 14 mit
Rechtsprechungsnachweisen.
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
301
nämlich die türkischsprachige Wortfolge „Türk kahvesi“ nicht ohne
Weiteres mit „Türkischer Kaffee“ bzw. „Türkischer Mokka“ übersetzen
können, da sie der türkischen Sprache nicht bzw. nicht in ausreichendem
Maße mächtig seien. Dem in Deutschland lebenden Verbraucher seien
nämlich allenfalls einzelne Begriffe aus der türkischen Sprache, wie z.B.
Döner Kebab u.ä. bekannt. Zwar werde der deutsche Verbraucher das
Wortelement „türk“ wegen seiner Ähnlichkeit mit dem deutschen Begriff
„türkisch“ noch in dieser Bedeutung erkennen, zumal beide Marken Bild-
oder Wortelemente enthielten, die auf die Türkei hinweisen, nämlich die
Widerspruchsmarke mit Elementen aus der Nationalflagge (weißer
Halbmond und Stern auf rotem Grund) über einem stilisierten
Moscheegebäude einerseits und die angegriffene Marke mit dem Wort
„Istanbul“, der bevölkerungsreichsten Stadt der Türkei am Bosporus, der
früheren Hauptstadt des Osmanischen Reiches, andererseits. Jedoch
würden breite Kreise der in Deutschland lebenden Verbraucher den
Begriff „kahvesi“ in seiner Bedeutung von „Kaffee“ nicht erfassen.
Anders dürfte es sich nur in Bezug auf Kunden z.B. von Geschäften oder
Restaurants mit türkischem Hintergrund verhalten, in denen in erster Linie
türkische Produkte angeboten werden, weil dieser Personenkreis
allgemeine Begriffe aus der türkischen Sprache eher kennen werde.
Hierbei handele es sich aber nur um einen kleineren und damit jedenfalls
um einen nicht ohne Weiteres als markenrechtlich ausreichend relevant zu
qualifizierenden Personenkreis. Ausgehend davon habe der eingelegte
Widerspruch nicht als von vornherein aussichtslos qualifiziert werden
können. Demzufolge seien auch keine ausreichenden Gründe vorgelegen,
dem Widersprechenden die Kosten des patentamtlichen
Widerspruchsverfahrens aufzuerlegen.
5. Erzincan Peynir- bzw. Erzincan Kaşarı-Entscheidung des
Oberlandesgerichts Karlsruhe vom 23. Januar 2013
In einer jüngeren Entscheidung hatte das Oberlandesgericht
Karlsruhe am 23. Januar 2013 (AZ: 6 U 38/12) darüber zu entscheiden, ob
die Verwendung der Bezeichnungen „Erzincan Peyniri“ bzw. „Erzincan
Kaşarı“ irreführend hinsichtlich der geographischen Herkunft nach den §§
Dr. Ali Yarayan
302
126 ff. des deutschen Markengesetzes bzw. §§ 3, 5 Abs. 1 Satz 2 Nr. 1, 8
Abs. 1 des deutschen Gesetzes über den unlauteren Wettbewerb (UWG)
sind. Das Gericht verurteilte die Beklagte, es zu unterlassen, im
geschäftlichen Verkehr einen in den Niederlanden aus Kuhmilch
hergestellten Weichkäse in Salzlake unter der Bezeichnung „Erzincan
Peyniri“ in den Verkehr zu bringen, wenn dies geschehe wie in der
nachstehend eingeblendeten Abbildung
und/oder einen in Deutschland aus Kuhmilch hergestellten Käse unter der
Bezeichnung „Erzincan Kaşarı“ in den Verkehr zu bringen, wenn dies
geschehe wie in der nachstehend eingeblendeten Abbildung
Der Verkauf der Käseprodukte erfolge in Deutschland zu rund 98% in
türkischen Lebensmittelgeschäften, die sich mit ihren Produkten
vorwiegend an türkischstämmige Kundschaft wendeten.
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
303
Die Produktkennzeichnung mit geographischen Herkunftsangaben sei in
den §§ 126 ff. des deutschen Markengesetzes geregelt. In ihrem
Anwendungsbereich gingen die §§ 126 ff. des deutschen Markengesetzes
als leges speciales den Irreführungsregelungen des deutschen Gesetzes
über den unlauteren Wettbewerber (UWG) vor21
. Es handele sich bei den
§§ 126 ff. des deutschen Markengesetzes nach überwiegender Auffassung
trotz der Regelung im Markenrecht22
mangels Zuordnung zu einem
Rechtsträger nicht um einen immaterialgüterrechtlichen, sondern um
lauterkeitsrechtlichen Schutz23
. Lediglich soweit die §§ 126 ff. des
deutschen Markengesetzes nicht eingreifen würden, könnten Ansprüche
wegen Irreführung über die geographische Herkunft eines Produkts auf §§
3, 5 Abs. 1 S. 2 Nr. 1 deutschen Gesetzes über den unlauteren
Wettbewerber (UWG) gestützt werden24
.
Die Produktbezeichnungen „Erzincan Peyniri“ und „Erzincan Kaşarı“
enthielten in der Form, wie sie auf dem Produkt der Beklagten verwendet
würden, eine unmittelbare geographische Herkunftsangabe im Sinne des
§ 126 Abs. 1 des deutschen Markengesetzes. Die Bezeichnungen setzten
sich - für die vorrangig angesprochenen türkischsprachigen
Verkehrskreise ohne weiteres deutlich - aus dem Städtenamen Erzincan
und einer Sachangabe („Peyniri“ = Käse bzw. „Kaşarı“ = Gelbkäse)
zusammen. Ausweislich der durchgeführten repräsentativen
Verkehrsbefragung unter türkischsprachigen Verbrauchern würden 89%
der Befragten die Stadt Erzincan kennen. Ob die angesprochenen
Verkehrskreise mit der Ortsangabe auch eine Qualitätsvorstellung
verbindeten, sei für den - hier relevanten - Schutz der einfachen
geographischen Herkunftsangabe (§ 127 Abs. 1 MarkenG) ohne
21 BGH GRUR 2001, 73 - juris-Rn. 42 - Stich den Buben; BGH GRUR 2002, 160 - juris-
Rn. 25 - Warsteiner III. 22 Siehe auch § 1 Nr. 3 des deutschen Markengesetzes. 23 BGHZ 139, 138 - juris-Rn. 15 - Warsteiner II; Köhler/Bornkamm, UWG, 32. Aufl.
2014, § 5 Rn. 4.203; Ingerl/Rohnke, Markengesetz, 3. Aufl. 2010, vor §§ 126-139 Rn. 1,
je m.w.N., a.A. Ströbele/Hacker, Markengesetz, 10. Aufl. 2012, § 126 Rn. 6 ff. 24 Köhler/Bornkamm, UWG, 32. Aufl. 2014, § 5 Rn. 4.204 ff.
Dr. Ali Yarayan
304
Bedeutung25
. Auf die von der Beklagten problematisierte Frage, ob
„Erzincan Peyniri“ zu übersetzen sei mit „Käse aus Erzincan“ oder mit
„Erzincan Käse“, komme es ebenfalls nicht an. In beiden Varianten bilde
der als solcher bekannte Ortsname neben der Sachangabe den prägenden
Bestandteil der Produktbezeichnung. Denn für die Begründetheit des auf
den §§ 126 ff. des deutschen Markengesetzes oder auf §§ 3, 5 Abs. 1 Satz
2 Nr. 1, 8 Abs. 1 des deutschen Gesetzes über den unlauteren Wettbewerb
(UWG) gestützten Unterlassungsanspruchs sei es ausreichend, dass ein
nicht unerheblicher Teil der angesprochenen türkischsprachigen
Verbraucher über die geographische Herkunft der streitgegenständlichen
Käseprodukte irregeführt werde. Richte sich eine Produktgestaltung
speziell an einen abgrenzbaren, zahlenmäßig bedeutsamen Teil des
angesprochenen Verkehrs – hier den türkischsprachigen Verbraucher in
Deutschland – sei für den Unterlassungsanspruch die Irreführung nicht
unerheblicher Teile dieser abgrenzbaren Gruppe ausreichend. Aus diesen
Gründen befand das Oberlandesgericht Karlsruhe, dass die
Bezeichnungen des in den Niederlanden hergestellten Käseproduktes
„Erzincan Peyniri“ bzw. des in Deutschland hergestellten Käseproduktes
„Erzincan Kaşarı“ irreführend seien.
6. İpek-Entscheidung des Bundespatentgerichts vom 14. Mai 2013
In einer anderen Entscheidung entschied das Bundespatentgericht am 14.
Mai 2013 (AZ: 28 W (pat) 61/11), dass zwischen der jüngeren schwarz-
weiß gestalteten Wort-/Bildmarke „ipek“
und der durchschnittlich kennzeichnungskräftigen Widerspruchsmarke
„İPEK YUFKA“, eine in den Farben rot, grün und weiß eingetragene
Wort-/Bildmarke,
25 BGHZ 139, 138 - juris-Rn. 18 - Warsteiner II; BGH GRUR 2002, 160 juris-Rn. 28 -
Warsteiner III.
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
305
eine klangliche Verwechslungsgefahr bestehe (§§ 42 Abs. 2 Nr. 1, 9 Abs.
1 Nr. 2 des deutschen Markengesetzes). Die Frage der
Verwechslungsgefahr im Sinne von § 9 Abs. 1 Nr. 2 des deutschen
Markengesetzes sei nach ständiger höchstrichterlicher Rechtsprechung
unter Berücksichtigung aller Umstände, insbesondere der zueinander in
Wechselbeziehung stehenden Faktoren der Ähnlichkeit der Marken, der
Ähnlichkeit der damit gekennzeichneten Waren oder Dienstleistungen
sowie der Kennzeichnungskraft der prioritätsälteren Marke zu beurteilen,
wobei insbesondere ein geringerer Grad der Ähnlichkeit der Marken
durch einen höheren Grad der Ähnlichkeit der Waren oder
Dienstleistungen oder durch eine erhöhte Kennzeichnungskraft der älteren
Marke ausgeglichen werden könne und umgekehrt26
. Eine absolute
Warenunähnlichkeit könne dabei selbst bei Identität der Zeichen nicht
durch eine erhöhte Kennzeichnungskraft der prioritätsälteren Marke
ausgeglichen werden27
.
Vorliegend bestünden zum einen zwischen den von der jüngeren Marke
beanspruchten streitgegenständlichen Waren der Klassen 29-31 und dem
von der Widerspruchsmarke rechtserhaltend benutzten „Blätterteig“
Warenähnlichkeit bzw. -identität. Zum anderen habe der Bestandteil der
Widerspruchsmarke „YUFKA“ als glatt beschreibende Angabe bei der
Kollisionsbestimmung aus Rechtsgründen außer Betracht zu bleiben28
, so
dass sich klanglich identische Marken („ipek“/„iPEK“) gegenüberstehen.
26 EuGH GRUR 2006, 237, 238 - PICARO/PICASSO; BGH GRUR 2011, 824, Rn. 19 -
Kappa; GRUR 2010, 833, Rn. 12 - Malteserkreuz II; GRUR 2010, 235, Rn. 15 -
AIDA/AIDU; GRUR 2009, 484, 486, Rn. 23 - Metrobus; GRUR 2008, 906 -
Pantohexal; GRUR 2008, 258, 260, Rn. 20 - INTERCONNECT/T-InterConnect; GRUR
2008, 903, Rn. 10 - SIERRA ANTIGUO. 27 EuGH GRUR 1998, 922 Rn. 15 - Canon; BGH GRUR 2009, 484, 486, Rn. 25 -
Metrobus; GRUR 2007, 321 - COHIBA; GRUR 2006, 941, Rn. 13 - TOSCA BLU. 28 BGH GRUR 1988, 635-636 - Grundcommerz; Hacker, in Ströbele/Hacker,
Markengesetz, 10. Aufl. 2012, § 9 Rn. 343.
Dr. Ali Yarayan
306
Denn bei der Beurteilung der klanglichen Verwechslungsgefahr sei
zunächst davon auszugehen, dass die angesprochenen Verkehrskreise die
Vergleichszeichen jeweils nach ihrem Wortbestandteil als einfachster
Bezeichnungsform, also mit „ipek yufka“ bzw. „ipek“ benennen29
, so dass
graphische Unterschiede der Marken unberücksichtigt bleiben könnten.
Somit stünden sich klanglich identische Marken („ipek“) gegenüber, so
dass zwischen den Vergleichsmarken im Umfang des beschränkten
Widerspruchs eine unmittelbare Verwechslungsgefahr bestehe, weshalb
das Deutsche Patent- und Markenamt die angegriffene Marke insoweit zu
löschen habe.
IV. Zusammenfassende Schlussbetrachtung
Die Türkei und Deutschland pflegen eine enge Beziehung, die sich auf
politischer, wirtschaftlicher, wissenschaftlicher und vieler anderer Ebenen
verdeutlichen. Im Rahmen der fotlaufend sich mehrenden Aktivitäten
türkischer Unternehmen in Deutschland zeigt sich das Bedürfnis nach
deutschem Markenschutz. Dieser kann durch nationale
Markenanmeldung, eine Gemeinschaftsmarken- oder IR-
Markenanmeldung gewährleistet werden.
Aufgrund der höheren Präsenz türkischer Produkte in Deutschland waren
in den letzten Jahren auch vermehrt türkischsprachige Marken bzw.
geographische Herkunfsangaben Gegenstand deutscher Rechtsprechung.
Dabei ging es überwiegend um Fragen der klanglichen
Verwechslungsgefahr bzw. der Irreführung der beteiligten Verkehrskreise.
Da maßgeblich für die Beurteilung, ob eine Marke von einem Dritten als
Herkunftshinweis – also markenmäßig – benutzt wird, die Auffassung der
angesprochenen Verkehrskreise ist, ist auf den durchschnittlich
informierten, angemessen aufmerksamen und verständigen
Durchschnittsverbraucher abzustellen. Bei Vertriebshandlungen, die auf
die türkischsprachige Kundschaft in türkischen Ladengeschäften begrenzt
sind, ist mithin die Verkehrsauffassung des angesprochenen
29 Siehe u.a. BGH GRUR 2008, 905, Rn. 25 - SIERRA ANTIGUO; GRUR 2006, 859,
862, Rn. 29 - Malteserkreuz I.
Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in Deutschland
307
Durchschnittsverbrauchers in dem konkreten Vertriebsgebiet festzustellen.
Wird hier das verwendete Zeichen nicht nur als beschreibende Angabe
aufgefasst, sondern zumindest auch als Herkunftshinweis (sog. gespaltene
Verkehrsauffassung), so liegt aufgrund der herkunftshinweisenden
Benutzung zugleich eine markenmäßige vor.
In der Zukunft wird es für eine erfolgreiche Markenstrategie in
Deutschland wichtig sein, neben dem türkischen Heimatmarkt auch den
deutschen, europäischen und internationalen Markt im Auge zu behalten
und eine auf diese Märkte gerichtete Markenetablierung zu erreichen,
insbesondere auch die Markenprodukte auf die angesprochenen
Verkehrskreise bezogen zu bewerben.
Dr. Ali Yarayan
308
309
„Rechtsprechung zum Schutze türkischsprachiger Marken in
Deutschland“
(Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları)
Dr. Ali Yarayan
I. Türk-Alman İlişkileri
Almanya ve Türkiye olağanüstü çeşitliliğe sahip ve yoğun
ilişkilerle birbirlerine bağlı ülkelerdir1. Almanya'da yaşayan ve yarısından
fazlası Alman vatandaşlığına sahip Türk kökenli yaklaşık üç milyon insan
bu çift yönlü ilişkilerde önemli bir faktördür. Bir seyahat ve tatil ülkesi
olarak Türkiye'nin çekim kuvveti de buna ilave olmaktadır.
Her iki ülke arasındaki ilişkiler dostane, çok katmanlı ve güçlüdür.
Tüm platformlarda düzenli olarak politik konular ve diğer başka konular
hakkında istişareler ve görüşmeler yapılmaktadır. Bu durum münazaralı
konularda da güvene dayalı ve yapıcı bir işbirliğini mümkün kılmaktadır.
Almanya Türkiye'nin önemli bir ticari iş ortağıdır. Çift taraflı ticaret
hacmi 2013 yılında neredeyse % 5 artarak toplamda 33,8 Milyar Avro
tutarındaki yeni bir rekor değere ulaşmıştır. Bu bağlamda Türkiye'nin
Almanya'ya yaptığı ihracatlar %1,4 (13,5 Milyar Avro) ve Almanya'da
yaptığı ithalatlar % 7,1 (21,5 Milyar Avro) oranında artmıştır.
Türkiye'deki Alman şirketlerinin ya da Alman sermaye iştiraki olan
Avukat ve Erlangen-Nürnberg Üniversitesi Türk Hukuku Araştırma Merkezi Müdürü
1 Bakınız münferit olarak buradaki taslak halindeki açıklama http://www.auswaertiges-
amt.de/DE/Aussenpolitik/Laender/Laenderinfos/Tuerkei/Bilateral_node.html, 19 Nisan
2014 tarihinde elektronik ortamda alınmıştır).
Dr. Ali Yarayan
310
şirketlerin sayısı bu süre içinde yaklaşık 5.700 'e (Ocak 2014 itibariyle
durum) yükselmiştir. Şirketlerin faaliyet alanları endüstriyel üretim ve
bilumum malların satışından her türlü hizmetlerin sunulmasına ve yine
perakendeci ve toptancı şirketlerinin yönetimine kadar uzanmaktadır.
Almanya'da yaklaşık 75.000 Türk kökenli müteşebbis, yaklaşık 370.000
çalışanı istihdam etmektedir ve yıllık yaklaşık 35 Milyar Avro tutarında
bir ciro yapmaktadırlar.
Bu yıl düzenlenecek Alman Türk Bilim Yılı, bilim, araştırma,
teknoloji ve eğitim alanlarındaki mevcut çift taraflı iş birliğine ilave itkiler
sağlayacak ve yeni iş birliği alanlarının ve modellerinin oluşturulmasına
katkıda bulunacaktır. Her ne kadar bu günkü marka hukuku sempozyumu
devletler düzeyinde gerçekleştirilmese de, sempozyum 2014 Alman Türk
Bilim Yılının öneminin altını çizmektedir.
Aynı zamanda bu bağlamın içine yeni kurulan Türk-Alman
Üniversitesi de girmektedir.
Yükseköğrenim alanında Alman-Türk işbirliğinin temeli nasyonal
sosyalist rejim nedeniyle Türkiye'ye iltica eden profesörler ile 1930'lu ve
1940'lı yıllarda atılmıştır; örnek olarak belirtilmesi gerekirse her iki
ülkede de çok iyi tanınan hukukçu Ernst Eduard Hirsch’den bahsedilebilir.
Üniversitelerarası iş ortaklıklarına ve yine aynı şekilde araştırma
işbirliklerine karşılıklı duyulan ilgi büyüktür. Yüksekokul rektörleri
konferansı kapsamında düzenlenmiş Hochschulkompass organizasyonu
Alman ve Türk Yüksekokulları arasında güncel olarak yapılmış 966 adet
iş birliği mutabakatı (Erasmus programları bunların yaklaşık 800 tanesini
oluşturmaktadır) (Ekim 2013 itibariyle olan durum) artan bir eğilimi
göstermektedir. Yalnızca bizim Erlangen-Nürnberg Friedrich-Alexander-
Üniversitesi'nin hukuk bilimleri dalında halen iki adet iş birliği mutabakatı
bulunmaktadır (Erasmus Programı biçiminde). 13 Adet işbirliği Alman
Akademik Değişim Servisi (DAAD) tarafından kurumsal olarak
desteklenmektedir.
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
311
Başka alanlarda da Almanya ve Türkiye arasında sıkı bilimsel
ilişkiler bulunmaktadır. Öyle ki, İstanbul Şarkiyat Enstitüsü ve Alman
Arkeoloji Enstitüsü (DAI) gibi kuruluşlar Türkiye 'de bulunmaktadır.
II. Türk şirketlerinin Avrupa ve Almanya'daki ekonomik
faaliyetleri
Tüm bu veriler Türk şirketlerinin Almanya lokasyonuna olan
ilgisini de anlaşılır kılmaktadır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi
Bakanlığı da Türk hükümetinin Turquality-Teşvik Programı çerçevesinde
Türk şirketlerinin yurt dışı yatırımlarını desteklemektedir2. Teşvik almaya
hak kazandıracak yeterlilik için Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı
tarafından konulmuş belirli kalite standartlarının kanıtlanması
gerekmektedir. 2014 yılı Ocak ayı itibariyle 91 şirkete ait 103 perakende
marka bu teşviği almıştır. Bu bağlamda ürünlerin piyasaya sokulması için
yurt dışında yapılan reklam ve pazarlama faaliyetleriyle ilişkili olarak
hibeler şeklinde devletin sunduğu mali yardımlar söz konusudur.
Danışmanlık hizmetleri (piyasa araştırmaları, stratejiler, satış
organizasyonu, teknoloji seçimi) ve bilgi yönetimi sistemlerinin kurulması
için de şirketler, beş yılı aşkın bir süredir oluşan masraflarının % 50'sine
karşılık gelen bir oranda hibe şeklindeki devlet yardımlarını almaktadırlar.
Yurt dışında özellikle hazır giyim üreticileri özellikle aktiftirler.
Bunlar içine örneğin LCW, İpekyol, Twist ve Machk markalarıyla
Ayaydın-Grup, Penti, Kiğılı, Aydınlı Group und Mavi girmektedir.
Söktaş, Sarar, Çak Group ve Yünsa gibi Türk tekstil şiketleri özellikle
Almanya'da aktiftirler.
Çilek Mobilya, Doğtas, Newjoy ve Fuga Mobilya gibi mobilya
üreticileri de uluslararası piyasalardaki satış çabalarını
yoğunlaştırmaktadırlar. Aynı şekilde Altınbaş Mücevherat, Zen Pırlanta
ve So Chic gibi Türk takı üreticileri giderek artan bir şekilde yurt dışına
açılmaktadır.
2 Bakınız: münferit olarak mevcut açıklama
http://www.gtai.de/GTAI/Navigation/DE/Trade/maerkte,did=950568.html, 19 Nisan
2014 tarihinde elektronik ortamda alınmıştır.
Dr. Ali Yarayan
312
Her ne kadar bu şirketlerin tamamı Almanya içinde temsil
edilmeseler de, Almanya'daki Türk şirketlerinin sayısı artmaktadır. Bunun
önemli bir nedeni, hem Almanya'da bulunan yaklaşık üç milyon Türk
kökenli vatandaş hem de potansiyel müşteriler olarak Alman halkının
kendisidir. Buna ilave olarak Turquality-Programı nedeniyle yurt
dışındaki Türk şirketlerinin teşvik edilmesi, Almanya'daki Türk
şirketlerinin artması bakımından göz ardı edilemeyecek bir faktördür.
III. Almanya'daki Türk şirketlerinin markalarının korunması
Bu şirketler Almanya pazarında etkin olacaklar ise, ürün
markalarını da Almanya'da sağlamlaştırmayı istemektedirler. Bu
bağlamda Türkiye'de tescilli markaların mülkilik ilkesi (=bir ülkenin
yasalarının yalnızca o ülke içindeki olaylarda uygulanabilir olması
durumu) nedeniyle yalnızca geçerliliğe sahip olduğu durumu dikkate
alınmalıdır. Eğer Türk şirketleri Almanya'da marka korumasından
yararlanmak istiyorlar ise, ya markalarına Almanya'da Alman Patent ve
Marka Dairesi 'ne tescil ettirtmek ya da bir topluluk markası veya IR-
markası bildirimiyle Almanya'da bir marka koruması elde etmek
zorundadırlar. Son olarak zikredilen marka koruması Türkiye'nin 1925
yılındaki Haagen Versiyonunda 1930 yılında yapılan Uluslararası Madrid
Marka Mutabakatı 'na girmesi nedeniyle gerçekleştirilebilir. Fakat Türkiye
1955 yılında 11 Eylül 1959 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere düşük
sayıdaki Türk marka bildirimi nedeniyle oluşan döviz kaybını dengelemek
için bu mutabakattan ayrılmıştır3. 1 Ocak 1999 yılında Türkiye yeniden
PMMA 'ya girmiştir4.
Son olarak Paris Birlik Anlaşması (PVÜ) Madde 2 Fıkra 1 'de yer
alan yurttaşlara muamele ilkesi, birliğe üye her bir ülkenin mensuplarının
birliğe üye diğer tüm ülkeler içinde ticari mülkiyetin korunmasıyla ilişkili
olarak konuyla ilişkili yasaların kendi vatandaşlarına halen sunmakta
olduğu veya gelecekte sunacağı avantajlardan yararlanma hakkını
3 15 Mayıs 1930 tarih ve 1619 numaralı yasa; 29 Mayıs 1930 tarih ve 1506 numaralı
Resmi Gazete'de yayınlanmıştır. 4 5 Ağustos 1997 tarih ve 97/ 9731 numaralı Bakanlar Kurulu kararı; 22 Ağustos 1997
tarih ve 23088 numaralı Resmi Gazete'de yayınlanmıştır.
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
313
tanımaktadır. 20 Mart 1883 tarihli ulus hukukuna dayalı çok taraflı
anlaşmayı Almanya uzun süre reddetmiştir ve bu anlaşmaya ancak 1
Mayıs 1903 tarihi itibariyle geçerli olmak üzere dâhil olmuştur. Türkiye
yine 1911 tarihli Paris Birlik Anlaşması'nın Washington versiyonuna 1925
yılında dâhil olmuştur. Türkiye daha sonra 1925 yılı Haagen versiyonunu,
1934 yılı Londra versiyonunu ve 1967 yılı Stokholm versiyonunu
onaylamıştır5-6
. Böylece her iki ülke Paris Birlik Anlaşması'na dâhil
oldukları içini her bir diğer ülkenin vatandaşlarına ticari alanda hukuki
koruma sağlanması konusunda ülkenin kendi vatandaşlarına yapılan
muamele uygulanmaktadır.
Alman Marka Yasası gereği markaların yanı sıra ticari unvanlar ve
coğrafi köken (=menşe) bilgileri de korumadan nesnel olarak
yararlanmaktadır (Alman Marka Yasası Madde 1).
IV. Türkçe marka kullanımlarında Alman mahkemelerinin
kararları
Geçen yıllar içinde Almanya içinde Türk şirketlerinin
faaliyetlerindeki ve onların ürünlerinin pazarlanmasındaki artış ile birlikte
marka hukuku ve rekabet hukuku alanında verilen mahkeme kararlarının
sayısı da artmıştır. Bunlardan bazıları aşağıda açıklanmaktadır:
1. 17 Aralık 2012 tarihli Federal Patent Mahkemesi'nin
YÖREM-kararı
Federal Patent Mahkemesi 17 Aralık 2012 tarihli YÖREM-
kararında (Dosya no.: 25 W(pat) 64/10), "YÖREM" sözel/resimli
markasının
5 15 Mayıs 1930 tarih ve 1619 numaralı yasa; 29 Mayıs 1930 tarih ve 1506 numaralı
Resmi Gazete'de yayınlanmıştır. 6 30 Ocak 1957 tarih ve 6894 numaralı yasa; 07 Şubat 1957 tarih ve 9529 numaralı Resmi
Gazete'de yayınlanmıştır.
Dr. Ali Yarayan
314
Daha eski olan "YÖRE" sözel markasının zarar görmesi (=haklarına
tecavüz) nedeniyle iptal edilip edilmemesi gerektiği konusuyla karşı
karşıya kalmıştır. Federal Patent Mahkemesi 'nin görüşüne göre Alman
Marka Yasası Madde 9 Fıkra 1 Bent 2 gereği mukayese edilebilir
markalar arasında, itiraz edilen "YÖREM" sözel/resimli markanın iptalini
gerektirecek kadar karıştırma tehlikesi bulunmaktadır. (Alman Marka
Yasası Madde 43 Fıkra 2 Cümle 1).
Mahkemenin görüşüne göre, karıştırma tehlikesinin mevcudiyeti
hakkında münferit vakanın tüm durumları dikkate alınarak yargıya
varılmalıdır7. Karıştırma tehlikesi hakkında yargıya varma özellikle
malların özdeşliği veya benzerliği, markaların özdeşliği veya benzerliği ve
itiraz eden tarafın markasına tanınan hukuki korumanın kapsamına göre
gerçekleştirilir. Yine mahkemenin görüşüne göre, bu faktörler meselenin
özüne bakıldığında birbirlerinden bağımsızdırlar; fakat etkileşimleri içinde
karıştırma tehlikesinin hukuki kavramını belirlemektedirler8.
7 Avrupa Adalet Divanı (EuGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2006, 237, Metin No. 18 -PICASSO; Sınai Hakların Korunması ve
Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1998, 387, Metin No. 22 - Sabèl/Puma. 8 Bakınız Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2008, 258 – INTERCONNECT/T-InterConnect; Federal Yargıtay
(BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2009, 772, Metin
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
315
Mahkemenin görüşüne göre, marka benzerliği konusunda yargıda
bulunurken prensip olarak mukayese edilen markaların genel izlenimi göz
önünde tutulmalıdır. Buna göre tüm münferit elemanlar dikkate
alındığında sözel/resimli marka olarak genelde itiraz edilen marka, somut
düzenlemesi içinde birden fazla münferit eleman ile kuşkusuz belirgin bir
şekilde, sadece tek bir sözcükten oluşan marka olarak itiraz eden tarafın
markasından ayrılmaktadır.
Fakat mahkemenin kanaatine göre, mukayese edilen markaların
genel izleniminin ölçü olduğu şeklindeki ilke, bu bağlamda her zaman ve
yalnızca mukayese edilen markaların genel olarak dikkate alınmasını
gerektiği anlamına gelmez. Eğer geri kalan marka elemanları hitap edilen
alıcı çevreleri için genel izlenim bakımından önemsenmeyecek biçimde
ikinci plana geçmiş ise münferit vakada somut olarak tespit edilmesi
gerektiği gibi genel izlenim daha ziyade münferit elamanlar ile de
biçimlendirilmiş olabilir9.
Mevcut hukuki vakada birden fazla sözel ve resimli eleman ile
oluşturulmuş ve itiraz edilen marka içindeki "YÖREM" sözel elemanının
payına genel izlenimi biçimlendiren bir etki düşmektedir.
Tüm bunlara rağmen öncelik bakımından daha eski olan "YÖRE"
sözel markası ile yalnızca daha yeni olan markayı biçimlendiren
"YÖREM" sözel elemanı kıyaslanmalıdır. Bu kıyaslanan sözcükler
birbirlerine tıpatıp uygun dört adet harf nedeniyle olağan olarak daha
güçlü bir şekilde dikkate alınan sözcük başlangıcı itibariyle tınısal
bakımda birbirlerine çok yakın gelmektedirler. Çünkü sözcüğün sessel
tınısı yalnızca bir harf ile yeterince ayrım yaratacak biçimde etki
göstermemektedir. Öte yandan bu durum hece sayısında veya konuşma
ritminde de bir değişiklik meydana getirmemektedir.
no. 31 – Augsburger Puppenkiste Müzesi; bakınız Ströbele/Hacker, Marka Yasası 10.
Baskı, Madde 9 Kenar No. 40. 9 Bakınız Ströbele/Hacker, Marka Yasası, 10. Baskı, Madde 9 Kenar No. 332.
Dr. Ali Yarayan
316
Bu nedenlerden dolayı mahkemenin görüşüne göre tınısal bakımdan
bir karıştırma tehlikesi meydana gelmektedir. Bu sebeple de daha yeni
olan YÖREM markasının iptal edilmesi gerekmektedir.
2. 14 Ocak 2013 tarihli Federal Patent Mahkemesi'nin Türk
Kahvesi-kararı
Federal Patent Mahkemesi 14 Ocak 2013 tarihinde yeniden
aralarında fonetik bakımından tınısal benzerliğe sahip Türkçe markalar
için karar vermek zorunda kalmıştır (Dosya No.:25 W (pat) 517/11) İlgili
dava bağlamında daha eski sözel/ resimli marka olan "TÜRK KAHVESİ"
markasının
Daha yeni sözel/ resimli marka olan "İstanbul Türk Kahvesi"
markasının tescili aleyhine açtığı itiraz davası bakımından giderler
hakkında verilecek bir karar söz konusudur.
.
Alman Patent ve Marka Dairesi aldığı bir karar ile itiraz edilen
marka aleyhine yapılmış itirazı reddetmiştir ve itiraz edene itiraz işleminin
masraflarını yüklemiştir. Çünkü Alman Patent ve Marka Dairesi nezdinde
görülen ve birden fazla iştirakçisi olan marka hukuku kapsamındaki dava,
Alman Marka Yasası Madde 63 Fıkra 1 Cümle 1 gereği dava masrafları
bakımından, her bir davaya iştirak eden tarafın davanın ortaya çıkış
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
317
nedenine bağlı olmaksızın üzerine düşen masrafları kendisinin ödemesi
gerektiği yolundaki bir ilkeye göre biçimlendirilmiştir10
. Binaenaleyh
masraflar hususunda bu ilkeye aykırı bir kararın verilmesini haklı
gösterecek özel koşulların meydana gelmesi gerekmektedir. Özellikle
marka hukuku alanına giren itiraz davasında mukayese edilen markalar
arasında açıkça mevcut bulunmayan bir benzerlikte varsayılan bu türlü
özel durumlar, örneğin yalnızca açıkça korunması mümkün olmayan bir
eleman halinde uygunluk gösteren kombinasyon markalarında söz konusu
olan özel durumlar, Alman Patent ve Marka Dairesi bünyesindeki Marka
Bölümü'nün düşüncesinin aksine, Marka Bölümü birbirleriyle mukayese
edilen markalar arasında karıştırma tehlikesini reddetmiş ve bu nedenle de
itirazı geri çevirmiş olsa da, ortaya çıkmamıştır11
.
Mevcut vakada iki adet karmaşık sözel/resimli marka
kıyaslanmıştır. Her iki marka "Türk Kahvesi" sözcük dizisine- farklı
tasarımlar şeklinde olsa da - açıkça farklı resimli elemanlar ile sahiptir.
Bu bağlamda itiraz edilen marka bir başka sözcük elemanı da ("İstanbul")
içermektedir. Bir yandan itiraz edilen marka kahve için, diğer taraftan da
itiraz eden tarafın markası Türk usulü kahve ve mokka (sert kahve) için
korunmuş olduğu sürece, itiraz eden tarafın markasının ortalama bir
karakterizasyon kuvvetinden ve kısmen de malların özdeşliğinden yola
çıkılması gerekmektedir. Mahkemeye göre, Marka Bölümü 'nün
kanaatinin aksine her iki markada bulunan sözcük dizisi "Türk Kahvesi",
Almanya içindeki alıcı çevreleri için zahmetsizce, doğrudan ve yeterince
anlaşılır biçimde yukarıda belirtilen malları açıklamaktadır. Bu nedenle
mukayese edilen markaların yalnızca bu Türkçe mal adlandırması
bakımından birbirleriyle örtüştükleri, fakat prensip olarak ölçü alınan alıcı
çevreleri tarafından bu türden anlaşılan bir bilgi olarak birbirleriyle
uyuşmadıkları durumu, kolaylıkla bir karıştırma tehlikesinin
reddedilmesini hakkı göstermektedir. Başka bir deyişle Almanya'da
10 Bakınız Ströbele/Hacker, Marka Yasası, 10. Baskı, Madde 63 Kenar No. 3;
Ingerl/Rohnke, Marka Yasası, 3. Baskı, Madde 63 Kenar No. 4. 11 Bakınız Ströbele/Hacker, Marka Yasası, 10. Baskı, Madde 71 Kenar No. 14, içtihatta
dair kanıtlarla birlikte.
Dr. Ali Yarayan
318
yaşayan tüm tüketicilere ait hitap edilen diğer alıcı çevreleri "Türk
Kahvesi" şeklindeki Türkçe sözcük dizisini kolaylıkla Almancaya
"Türkischer Kaffee" (=Türk Kahvesi) ya da "Türkischer Mokka" (=Türk
usulü sert kahve) şeklinde tercüme edemezler, çünkü bu çevreler
Türkçeye hakim değillerdir ya da yeterince hakim değillerdir. Almanya'da
yaşayan tüketici her durumda örneğin "Döner Kebap vs. gibi Türkçe
münferit kavramları bilmektedir. Hatta Alman tüketici "Türk" sözel
elemanını Almanca "Türkisch" kavramıyla olan benzerliğinden ötürü
tanıyabilir. Özellikle her iki marka da Türkiye'ye gönderme yapan sözel
ve resimli elemanlar içermektedir. Bir yanda itiraz eden tarafın markası
stilize edilmiş bir cami binasının üzerinde Türk ulusal bayrağının
elemanlarını (kırmızı zemin üzerine beyaz hilal ve yıldız) diğer yanda ise
itiraz edilen marka Türkiye'nin Boğaziçi kıyısındaki en kalabalık kentinin
ve ayrıca geçmişte Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olan bir kentin
adını yani İstanbul sözel elemanını içermektedir. Fakat mahkemenin
görüşüne göre Almanya'da yaşayan geniş tüketici çevreleri "kahvesi"
kavramının "Kahve" anlamına geldiği bilmemektedirler. Sadece ağırlıklı
olarak Türk ürünlerinin sunulduğu arka planı Türk olan mağazaların veya
restoranların müşterileriyle ilişkili olarak böyle bir davranış beklenebilir,
çünkü bu kişiler Türkçedeki genel kavramları daha fazla tanımaktadırlar.
Fakat bu bağlamda yalnızca daha küçük ve böylelikle de her durumda
marka hukuku bakımından yeterince önemli olarak nitelendirilemeyecek
bir insan grubu söz konusudur. Bundan yola çıkarak yapılan itiraz daha
başından başarısız olacak bir itiraz olarak nitelendirilemez. Bu nedenle
itiraz eden üzerinde patent dairesinde görülen itiraz davasının
masraflarının bırakılması için yeterli nedenler yoktur.
3. 14 Mayıs 2013 tarihli Federal Patent Mahkemesi'nin İPEK-
kararı
Federal Patent Mahkemesi 14 Mayıs 2013 tarihli bir başka kararı ile
( Dosya No.: 28 W (pat) 61/11) daha yeni olan siyah-beyaz düzenlenmiş
sözel/resimli marka olan "ipek" markası ile
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
319
Kırmızı, yeşil ve beyaz renkler halinde tescil edilmiş sözel /resimli
marka olan ve yine itiraz eden tarafın markası olan "İPEK YUFKA"
arasında
bir tınısal karıştırma tehlikesinin bulunduğuna karar vermiştir (
Alman Marka Yasası Madde 42 Fıkra 1 Bent 1 , Madde 9 Fıkra 1 Bent 2).
Alman Marka Yasası Madde 9 Fıkra 1 Bent 2 gereği karıştırma tehlikesi
sorunu devamlılık arz eden yüksek yargı kararlarına göre, tüm koşulların
dikkate alınmasıyla, özellikle de markaların benzerliğini oluşturan ve
karşılıklı ilişki içinde bulunan faktörlerin, karakterize edilmiş mal ve
hizmetlerin benzerliğinin ve yine öncelik bakımından daha eski olan
markanın karakterizasyon gücünün dikkate alınması suretiyle yargıya
varılmalıdır. Bu bağlamda özellikle markalar arasındaki daha düşük
dereceden benzerlik, mallar veya hizmetler arasındaki daha yüksek
dereceden benzerlikle ya da daha eski olan markanın yüksek
karakterizasyon gücüyle eşitlenebilir veya bunun tersi yapılabilir12
. Yine
bu bağlamda mallar arasındaki mutlak benzemeyiş durumu işaretlerin
12Avrupa Adalet Divanı (EuGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2006, 237, 238 - PICARO/PICASSO Davası; Federal Yargıtay (BGH)
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi 2011, 824, Kenar No. 19 - Kappa
Davası; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2010, 833, Kenar
No. 12 – Malteserkreuz II Davası; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2010, 235, Kenar No. 15 - AIDA/AIDU Davası; Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2009, 484, 486, Kenar No. 23 - Metrobus
Davası; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2008, 906 -
Pantohexal Davası; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2008,
258, 260, Kenar No. 20 - INTERCONNECT/T-InterConnect Davası; Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2008, 903, Kenar No. 10 - SIERRA
ANTIGUO Davası.
Dr. Ali Yarayan
320
benzerliği durumunda öncelik bakımından daha eski markanın yüksek
karakterizasyon gücüyle eşitlenemez13
.
Mevcut durumda daha yeni marka tarafından üzerinde hak iddia
edilen, 29 ila 31 arasındaki mal sınıfları içinde sınıflandırılmış ihtilafa
konu mallar ile itirazda bulunan tarafın markası tarafından hakkın elde
edilerek kullanıldığı "yufka" arasında bir mal benzerliği ya da özdeşliği
bulunmaktadır. Diğer yandan mahkemenin görüşüne göre, itirazda
bulunan tarafın markasının elemanı olan "YUFKA" sözcüğü, ihtilaf
belirlenmesinde "düzlüğü" açıklayan bir bilgi olarak hukuki nedenlerden
ötürü, tınısal olarak özdeş olan markalar ("ipek"/"iPEK") karşı karşıya
gelecek biçimde sarfı nazar edilmelidir14
. Çünkü tınısal karıştırma
tehlikesi hakkında yargıya varırken öncelikle, hitap edilen alıcı
çevrelerinin mukayese edilen işaretleri her defasında içerdiği sözel
elemana göre en basit adlandırma biçimi olarak, başka bir deyişle
markalar arasındaki grafiksel farklılıklar dikkate alınmaksızın kalarak
"ipek yufka" ya da "ipek" ile adlandıracağı düşüncesinden yola
çıkılmalıdır15
.
Böylece tınısal bakımdan özdeş olan markalar ("ipek") karşı kaşıya
kalmaktadır. Öyle ki, karşılaştırılan markalar arasında sınırlandırılmış
itiraz kapsamında doğrudan bir karıştırma tehlikesi ortaya çıkmaktadır.
Bundan dolayı Alman Patent ve Marka Dairesi itiraz edilen markayı iptal
etmek zorunda kalmıştır.
13Avrupa Adalet Divanı (EuGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 1998, 922, Kenar No. 15 - Canon Davası; Federal Yargıtay (BGH)
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2009, 484, 486, Kenar No.
25 - Metrobus Davası; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2007,
321 - COHIBA Davası; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR)2006, 941, Kenar No. 13 - TOSCA BLU Davası. 14Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR)1988, 635-636 – Grundcommerz; Hacker, in Ströbele/Hacker, Marka
Yasası, 10. Baskı, Madde 9 Kenar No. 343. 15 Bakınız: Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2008, 905, Kenar No. 25 - SIERRA ANTIGUO Davası; Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2006, 859, 862, Kenar No. 29 –
Malteserkreuz I Davası.
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
321
4. 1 Nisan 2004 tarihli Federal Yargıtay'ın GAZOZ-kararı
Alman Federal Yargıtayı 1 Nisan 2004 tarihli kararında (Dosya No.
IZR 23/02) davalının karbonatlı limonatalar için "Gazoz" sözcüğünü bu
sözcüğün "Gazoz" topluluk markası olması nedeniyle (Tescil
No.001270255) kullanmaktan men edilip edilmemesi gerektiğine ve yine
davalının haksız zenginleşmeden ötürü zarar tazminatı ödeme, bilgi verme
ve imha etme yükümlülüğünün bulunup bulunmadığı konusunda hükümde
bulunmuştur. Tüm talepler Federal Yargıtay tarafından reddedilmiştir.
Kara aşağıda açıklanan hukuk duruma dayanmaktadır: Davalı 6
Ağustos 1996 tarihinde bildirimi yapılmış ve özellikle maden suları,
karbonik asit içeren sular ve diğer alkolsüz içecekler için tescil edilmiş
topluluk markası "Gazoz" un sahibidir. Davacı şirket "Marmara" ticari
markası altında gıda maddesi ve içecekler satmaktadır. İfadesine göre
öncelikle Almanya'da yaşayan Türklere yönelik faaliyetlerde
bulunmaktadır. Davacı ürün çeşitleri içinde aşağıda küçültülmüş olarak
ve siyah beyaz olarak gösterilen şişe etiketini kullandığı bir karbonatlı
limonatayı bulundurmaktadır.
Federal Yargıtay kararı ile, "Gazoz" sözcüğünün Türkçe'de
karbonik asit içeren su veya karbonatlı limonata anlamına geldiğini tespit
etmiştir. Davalı burada markasına bir hak tecavüzü olduğunu
düşünmektedir ve davalının bundan men edilmesini talep etmiştir. Bunun
üzerine davacı bir menfi tespit davası açmıştır. "Gazoz" sözcüğünün
Almanya'da yaşayan Türkler için bir türün ismi olarak bilindiği hususunu
temyiz etmiştir. Yaptığı temyize göre, kendisi "Gazoz" sözcüğünü,
ürünlerinin işletmesel kökenine bir gönderme olarak değil, tam tersine bir
özellik bilgisi olarak kullanmaktadır.
Dr. Ali Yarayan
322
Federal Yargıtay kararında, davacının malları için davalının
topluluk markası ile aynı olan bir işareti kullandığını ve topluluk markası
tarafından kapsanan mallar ile davacının mallarının özdeş olduğunu
saptamıştır. Mahkemenin görüşüne göre, hukuki yargıya varmak için
markanın kullanımından yola çıkılabilir16
. Adlandırmanın açıklayıcı
(=betimleyici) olarak mı yoksa kökene (=menşe) gönderme olarak mı
kullanıldığı hususu, hitap edilen alıcı çevrelerinin anlayışına göre
düzenlenir17
. Bu bakımdan temyiz mahkemesi, Almanya'da Türk gıda
ürünlerini satan mağazaları arayan, fakat Türk diline hakim olmayan ve
alıcı çevresine ait sayısı hiç de azımsanmayacak bir (tüketici) parçasının,
davacı tarafından satılan karbonatlı içeceğin etiketlerindeki "Gazoz"
kavramını özellik bilgisi olarak değil de tam tersine bir ürün ismi olarak
gördüğünü kabul etmiştir. Bu yargı temyizi yapan görüşün aksine hukuki
nedenlerden ötürü kusurlu bulunamaz. Kamuoyunun bir Türk
mağazasında yabancı dilde düzenlenmiş özellik bilgileri ile sunulan
ürünlerin beklentisinde olduğu ve "Gazoz" kavramının Almanca "Brause"
(=karbonatlı içecek)bilgisine uygunluğu sayesinde ve yine bu kavramın
zihinde mineralik asit içeren su ile bir çağrışım oluşturduğu şeklindeki
görüşü şüpheyle karşılansa bile, bu görüş yaşam deneyimiyle uyuşmadığı
biçiminde değerlendirilemez.
16 Bu özellik için bakınız Avrupa Adalet Divanı (EuGH) , 23. 2. 1999 tarihli karar - Dava.
C-63/97, Yargı Kararları Külliyatı(Slg) 1999, I-905 Metin No. 38 = Uluslararası Sınai
Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR Int.) 1999, 438 - BMW Davası; 14.
5. 2002 tarihli kararı - Dava C-2/00, Yargı Kararları Külliyatı (Slg) 2002, I-4187 Metin
No. 17 = Uluslararası Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR Int.)
2002, 841 - Hölterhoff; 12. 11. 2002 tarihli karar - Dava. C-206/01, Yargı Kararları
Külliyatı(Slg) 2002, I-10273 Metin No. 51 Metin No 42 ile bağlantılı 42 = Sınai
Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2003, 55 - Arsenal, Markalar
Yönetmeliği (MarkenRL) Madde 5 Fıkra 1 17 Bakınız Avrupa Adalet Divanı (EuGH) Yargı Kararları Külliyatı(Slg) 2002, I-4187
Metin No. 17 - Hölterhoff; Yargı Kararları Külliyatı(Slg) 2002, I-10273 Metin No. 56 -
Arsenal; Federal Yargıtay (BGH),6. 12. 2001 tarihli karar - Dosya No. I ZR 136/99,
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2002, 814, 815 = WRP
2002, 987 - Festspielhaus I Davası; Ingerl/Rohnke, Marka Yasası, 2. Baskı, Madde 14,
Kenar No. 101.
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
323
Fakat temyiz mahkemesi haksız olarak Topluluk Markası
Yönetmeliği (GMV) Madde 12 Fıkra b gereği koruma sınırının
uygulanması için oluşan koşulları reddetmiştir.
Temyiz mahkemesi, alıcı çevresinin bir kısmı tarafından kökene
gönderme olarak anlaşılan bir marka kullanımının Topluluk Markası
Yönetmeliği (GMV) Madde 12 Fıkra b kapsamına giremeyeceği
düşüncesinden hareket etmiştir. Fakat temyiz kararının verilmesinden
sonra Avrupa Adalet Divanı Federal Yargıtay 'ın ara karar dilekçesini,
Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Madde 12 Fıkra b 'deki hükme
uygunluk gösteren Marka Hukuku Yönetmeliği 'ndeki ilgili hükmün
(Madde 6 Fıkra 1 Bent b) işaretin marka olarak kullanımının
reddedilemeyeceği durumlarda da uygulanabilir olduğu biçiminde
yanıtlamıştır18-19
. Buna göre bir açıklayıcı bilginin alıcı çevresinin
azımsanamayacak bir parçası tarafından kökene gönderme olarak
anlaşıldığı durumlarda, kullanımın mesleki faaliyet veya ticaretteki olağan
alışkanlıklara uygun olup olması dikkate alınmalıdır20
. Bunun anlamı,
alıcı çevresinin bir kısmının belirli bir işareti kökene gönderme olarak
anlarken iken diğer bir kısmının bunu açıklayıcı bir bilgi olarak gördüğü
birbirlerinden ayrılmış anlayışların söz konusu olduğu durumlarda
Topluluk Markası Yönetmeliği Madde 12 Fıkra b 'nin uygulanmasının
dikkate alındığı ve münferit durumda ise kullanımın mesleki faaliyet veya
ticaretteki olağan alışkanlıklara uygun olup olmasının ya da - Alman
Marka Yasası Madde 23 belirtildiği gibi - kullanımın örf ve adetleri ihlal
edip etmediğinin dikkate alınmasının gerektiğidir21
. Bu bağlamda tüm
18 Federal Yargıtay (BGH),07.02.2002 tarihli karar - I ZR 258/98, Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2002, 613 = Hukuk ve Uygulamada
Rekabet Dergisi (WRP) 2002, 547 - GERRI/KERRY Spring. 19 Avrupa Adalet Divanı (EuGH), 07.01.2004 tarihli karar - Dava C-100/02, Sınai
Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2004, 234 Metin no. 15 ve 27 -
Gerolsteiner Brunnen/Putsch. 20Avrupa Adalet Divanı (EuGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2004, 234 Metin No. 26 - Gerolsteiner Brunnen/Putsch. 21 Bakınız: Marka Yasası (MarkenG) Madde 23 Ingerl/Rohnke, Marka Yasası, Madde 23
Kenar No. 50; ayrıca Hacker, Ströbele/Hacker, Marka Yasası, 7. Baskı, Madde 23 Kenar
No. 41.
Dr. Ali Yarayan
324
ölçü olarak alınan durumların kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesine
hükmedilmiştir22
.
Yapılan saptamalardan, "Gazoz" sözcüğünün hitap edilen alıcı
çevresinin en azından yarısını oluşturan ve kamuoyunun Türkçe konuşan
kısmı tarafından açıklayıcı bir bilgi olarak anlaşıldığı ortaya çıkmaktadır.
Tespit edilmiş hukuki duruma göre "Gazoz" adlandırmasının davacı
tarafından yasaya aykırı bir şekilde kullanıldığına dair dayanak
noktalarının bulunmadığı aşikârdır. Davacının bu adlandırmayı
kullanarak davalı tarafından sağlanmış şöhret ile kendisini ilişkilendirdiği
hususu davalı tarafından dile getirilmemiştir. Zamansal süreç de - davalıya
ait marka doğrudan davanın açılmasından önce tescil edilmiştir -
davacının yasaya aykırı bir davranışta bulunduğunu göstermemektedir.
Öte yandan davacının Türk usulü karbonatlı limonatayı Türk kamuoyu
önünde Türkçeye uygun bir kavram ile donatması ve bu kavramı etiket
üzerine Almanca tür ismi "Brause" (= gazoz) gibi aynı şekilde vurgulamış
olması onun haklı menfaatine uygundur. Bu bağlamda içinde davacıya ait
içeceğin sunulduğu iş yerlerinin Türkler tarafından işletilip
işletilmediğinin bir önemi yoktur. Daha ziyade davacının söz konusu
ürünün satışını mağazalarla sınırlamış olduğu; bu mağazaların ürün
çeşitlerinin Türk kamuoyuna uyarlanmış olduğu ve bu mağazalardan
deneyimlere dayalı olarak - fakat münhasıran olmamak üzere - Türkçe
konuşan kamuoyunun alış veriş yaptığı dikkate alınmalıdır. Böylelikle
davacı içinde marka sahibi olarak davalı karşısındaki faaliyetinin yasalara
aykırı bir davranış olarak görülemeyeceği bir piyasa bölümü (=segmenti)
içinde hareket etmektedir. Eğer davacı buna karşılık faaliyetlerinin
kapsamını genişletiyor ise, "Gazoz" işaretinin kullanılması geniş alıcı
alanı içindeki tüketicilerin önemli bir kısmı tarafından da tür ismi olarak
anlaşılması şartıyla, Topluluk Markası Yönetmeliği Madde 12 Fıkra b'de
yer alan koruma sınırı delil olarak gösterebilir.
22Avrupa Adalet Divanı (EuGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 2004, 234 Metin No. 26 - Gerolsteiner Brunnen/Putsch.
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
325
Bu koşullar altında itiraza konu olan kararın neden dolayı
kaldırılması gerektiğine dair somut nedenler bulunmamaktadır.
5. 22 Haziran 2006 tarihli Federal Patent Mahkemesi'nin
AKSARAY-DÖNER-kararı
Federal Patent Mahkemesi 22 Haziran 2006 tarihli kararı ile (Dosya
no.: 28 W (pat) 133/10 AKSARAY-Döner) döner kavramı için Türkçe
kent isimleri bakımından, Almanca "AKSARAY-Döner" sözel markasının
bir serbest kullanım hakkının mevcudiyetinden dolayı iptal edilip
edilmemesine karar vermek zorunda kalmıştır.
Alman Marka Yasası Madde 50 Fıkra 2 Cümle 2 gereği bir
markanın iptaline, itiraz edilen markanın hem bildirim ve tescil tarihinde
hem de iptal edilmesine yönelik talebin nihai olarak karara bağlandığı
tarihte mutlak koruyucu engellemelere ters düştüğünün olumlu sonuç
verecek biçimde ispatlanmış olması koşuluyla karar verilebilir23
. Bu
kontrol prensip olarak patent dairesi tarafından yapılacak tespit ilkesine
tabi olsa da, iptal davası açan her bir davacı, yaptığı iptal talebini
dayandırdığı somut olayları ortaya koymakla yükümlüdür. Çünkü iptal
davasında olağan durumlarda zamansal bakımdan geride kalan ve sıklıkla
tarafların etki alanı içinde yerleşen ve patent dairesinin yapacağı tespit
için yalnızca sınırlı olarak erişilebilen olaylar önem kazanmaktadır. Bu
yüzden tezat teşkil eden bir işlem için geçerli kurallar gereği davacıya
yüksek bir izah yükü yüklenmektedir24
. Eğer iddia edilen koruyucu
engeller ispat edilemiyor veya bunlar şüpheli kalıyorlar ise, itiraz edilen
markanın lehine karar verilmesi ve iptal talebinin reddedilmesi
gerekmektedir.
Alman Marka Yasası Madde 8 No. 2 gereği markalar, eğer bunlar
yalnızca dolaşım içinde özellikle söz konusu olan mal ve hizmetlerin
23 Federal Yargıtay (BGH), Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)
2009, 780 Kenar No. 11 – Ivadal; Federal Yargıtay (BGH), Sınai Hakların Korunması ve
Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2006, 850 [854] – FUSSBALL WM 2006. 24 Bakınız Federal Patent Mahkemesi (BPatG), Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 1997, 83 – digital; Kirschneck, Ströbele/Hacker, Marka Yasası, 9.
Baskı [2009], Madde 54 Kenar No. 1.
Dr. Ali Yarayan
326
türünün, özelliğinin ve coğrafi kökeninin adlandırılması amacına hizmet
eden bilgilerden oluşmaları koşuluyla tescil edilmezler.
Mevcut durumda Federal Patent Mahkemesi Türkçe kent isimleri
için et ve salam-sosis ürünleri adı olarak bir serbest kullanım hakkının
ayrıldığına hükmetmiştir. Çünkü alıcı çevresi "Döner"-ürününün doğrudan
müşterinin siparişi üzerine taze olarak hazırlandığını bilmektedir. Ayrıca
bildirimi yapılacak işareti taşıyan yüz binlerce ticari işletmenin
bulunduğunun bilinmesi durumu tek başına, Alman Marka Yasası Madde
8 Fıkra 2 No. 10 gereği marka bildiriminde kötü niyet durumunun kabul
edilmesi için yeterli değildir. Bu nedenlerden dolayı "AKSARAY-Döner"
sözel markasının kullanılması hukuken mümkündür.
6. Karlsruhe Eyalet Yüksek Mahkemesi 'nin 23 Ocak 2013
tarihli ERZİNCAN PEYNİR ya da ERZİNCAN KAŞARI-
kararı
Karlsruhe Eyalet Yüksek Mahkemesi 23 Ocak 2013 tarihinde aldığı
yeni bir kararı ile (Dosya No. 6 U 38/12), "Erzincan Peyniri" ya da
"Erzincan Kaşarı" şeklindeki adlandırmaların kullanılmasının Alman
Marka Yasası Madde 126 ve takip eden maddeleri ya da Alman Haksız
Rekabet Yasası (UWG) Madde 3, Madde 5 Fıkra 1 Cümle 2 No. 1, Madde
8 Fıkra 1 gereği coğrafi köken bakımından yanıltıcı olup olmadığına karar
vermek zorunda kalmıştır. Mahkeme davalıyı, ticari dolaşım içinde
bulunan ve Hollanda'da inek sütünden üretilmiş salamura yumuşak bir
peyniri "Erzincan Peyniri" adı altında aşağıda gösterilen resimde olduğu
gibi piyasaya sürmekten ve/veya
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
327
Almanya'da inek sütünden üretilmiş bir peyniri "Erzincan Kaşarı"
adı altında yine aşağıda gösterilen resimde olduğu gibi piyasaya
sürmekten men etme kararını vermiştir.
Almanya'da peynir ürünlerin satışı, ürünleriyle ağırlıklı olarak Türk
kökenli müşteri grubuna yönelik Türk gıda ürünleri satan mağazalarda
yaklaşık % 98 oranında gerçekleşmektedir.
Coğrafi köken bilgileriyle ürün karakterizasyonu Alman Marka
Yasası Madde 126 ve takip eden maddelerde düzenlenmiştir. Uygulama
alanı içinde Alman Marka Yasası'nın 126. ve takip eden maddeleri leges
speciales (Lat: özel yasalar) olarak Alman Haksız Rekabet Yasası'nın
yanılgıya düşürmekle ilişkili düzenlemelerinin önüne geçmektedir25
.
Alman Marka Yasası Madde 126 ve takip eden maddeler yaygın görüşe
göre, marka hukukundaki düzenlemeye rağmen bir hak ve yükümlülük
sahibi (=tüzel kişilik) ile ilişkilendirmenin yapılmamış olması nedeniyle
gayri maddi mal hukukuna dayalı değil, tam tersine rekabet hukukuna
dayalı (=yasalara uygun rekabete dayalı) bir koruma söz konusudur26-27
.
25 Federal Yargıtay (BGH), Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)
2001, 73 juris- Kenar No. 42 - Stich den Buben; Federal Yargıtay (BGH), Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 2002, 160 - juris- Kenar No. 25 -
Warsteiner III. 26 Aynı zamanda bakınız Alman Marka Yasası Madde 1 No.3. 27 Federal Yargıtay Hukuk Davaları (BGHZ) 139, 138 - juris-Kenar No. 15 - Warsteiner II;
Köhler/Bornkamm, Alman Haksız Rekabet Yasası (UWG), 31. Baskı, Madde 5 Kenar
No. 4.203; Ingerl/Rohnke, Maka Yasası, 3. Baskı, Madde 126 ila 139 Kenar No 1, diğer
kanıtlarla birlikte;. a.A. Ströbele/Hacker, Marka Yasası, 10. Baskı, Madde 126 Kenar
No. 6 ve takip eden maddeler.
Dr. Ali Yarayan
328
Alman Marka Yasası Madde 126 ve takip eden maddeler müdahale
etmediği sürece, bir ürünün coğrafi kökeni hakkında yanıltıcılık nedeniyle
hak talepleri, Alman Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 3 ve Madde 5
Fıkra 1 Cümle 2 Bent 1 'e dayandırılabilir28
.
"Erzincan Peyniri" ve "Erzincan Kaşarı" şeklindeki ürün
adlandırmaları davalının ürününün üzerinde kullanıldığı biçimde, Alman
Marka Yasası Madde 126 Fıkra 1 gereği doğrudan coğrafi bir köken
bilgisi içermektedirler. Ürün adlandırmaları - öncelikli olarak hitap edilen
ve Türkçe konuşan alıcı çevreleri tarafından kolaylıkla anlaşılan biçimde -
bir kent ismi olan Erzincan sözcüğünden ve cins bilgisi olan bir sözcükten
("Peyniri" = (Almanca) Käse ya da "Kaşarı" = (Almanca) Gelbkäse)
oluşmaktadır. Türkçe konuşan tüketiciler arasında yapılan ve temsil edici
niteliğe sahip bir anket, sorgulanan kişilerin % 89 'unun Erzincan kentini
bildiğini kanıtlamıştır. Hitap edilen alıcı çevrelerinin coğrafi bilgi ile bir
kalite beklentisini birbiriyle ilişkilendirip ilişkilendirmediklerinin, basit
coğrafi köken bilgisinin hukuki koruma altına alınması bakımından
(Marka Yasası (MarkenG) Madde 127 Fıkra 1) - burada önemli olsa da -
bir değeri yoktur29
. Bu durum davalı tarafından sorunsallaştırılan ve
"Erzincan Peyniri" adlandırmasının "Käse aus Erzincan" yoksa "Erzincan
Käse" şeklinde Almancaya tercüme edilip edilmeyeceği sorusuna bağlı
değildir. Her iki varyasyonda bu şekilde bilinen yer ismi, cins bilgisinin
yanında ürün adlandırmasının belirleyici bir elemanını oluşturmaktadır.
Çünkü Alman Marka Yasası Madde 126 ve takip eden maddelere ya da
Alman Haksız Rekabet Yasası (UWG) Madde 3, Madde 5 Fıkra 1 Cümle
2 Bent 1, Madde 8 Fıkra 1 'e dayanılarak yapılan gerekçelendirme için,
hitap edilen ve Türkçe konuşan tüketicilerin azımsanamayacak bir
kısmının ihtilafın konusu olan peynir ürünlerinin coğrafi kökeni hakkında
yanıltılması yeterlidir. Eğer bir ürün tasarımı özel olarak hitap edilen alıcı
28 Köhler/Bornkamm, Alman Haksız Rekabet Yasası (UWG), 31. Baskı, Madde 5 Kenar
No 4.204 ve takip eden maddeler 29 Federal Yargıtay Hukuk Davaları (BGHZ) 139, 138 - juris- Kenar No. 18 - Warsteiner
II; Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)
2002, 160 juris-Kenar No. 28 - Warsteiner III.
Almanya’da Türkçe Markaların Korunmasına İlişkin Yargı Kararları
329
çevresinin sınırlanabilir ve sayısal bakımdan önemli bir kısmına - burada
Türkçe konuşan tüketicilere - yönelik ise, kullanımım men edilmesi talebi
için bu sınırlanabilir grubun önemli bir kısmının yanılgıya düşürülmesi
yeterlidir. Bu nedenlerden ötürü Karlsruhe Eyalet Yüksek Mahkemesi,
Hollanda'da üretilen peynir ürününün "Erzincan Peyniri" şeklinde ya da
Almanya'da üretilen peynir ürününün "Erzincan Kaşarı" şeklinde
adlandırılmasının yanılgıya düşürücü adlandırma olduğuna hükmetmiştir.
V. Özet ve Sonuç
Türkiye ve Almanya kendisini siyasi, ekonomik, bilimsel ve diğer
birçok alanlarda somutlaştıran sıkı bir ilişkiye sahiptirler. Almanya'daki
Türk girişimcilerin sürekli olarak artan faaliyetleri çerçevesinde Alman
hukukuna dayalı marka korunmasına duyulan ihtiyaç kendisini
göstermektedir. Bu koruma ulusal marka bildirimi, topluluk markası
bildirimi veya IR (=uluslararası) - marka bildirimi yardımıyla sağlanabilir.
Almanya'da Türk ürünlerinin yüksek miktarda bulunması nedeniyle
son yıllarda artan Türkçe markalar veya coğrafi köken bilgileri Alman
yargı kararlarının konusu olmuşlardır. Bu bağlamda ağırlıklı olarak tınısal
bakımdan karıştırma tehlikesinin bulunup bulunmadığı ya da katılımcı
alıcı çevrelerinin yanıltılıp yanıltılmadığı sorunları gündeme gelmektedir.
Almanya'da başarılı bir marka stratejisi için, Türkiye iç pazarının yanı sıra
Almanya, Avrupa ve uluslararası pazarın dikkate alınması ve bu pazarlara
yönelik markaların yerleştirilmesi gelecekte önemli olacaktır.
Dr. Ali Yarayan
330
331
Registrierte Marken, Benutzungsmarken und Namensrechte in der
Rechtsprechung zum Deutschen MarkenG und zum Europäischen
Markenrecht nach der GMV
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
I. Einleitung
Gliederung:
I. Einleitung
II. Die Rechte im Einzelnen
1. Registrierte Marken
2. Benutzungsmarke
III. Firmennamen nach dem deutschen Markengesetz
IV. Sonstige Namensrechte
1. Marken
2. Domainnamen
3. Domainnamen mit Doppelfunktion als Kennzeichen
(Hinweis auf ein bestimmtes Unternehmen
Registrierte Marken bieten den wirksamsten Schutz sowohl nach dem
deutschen Markengesetz (MarkenG) als auch nach dem Markenrecht der
Europäischen Gemeinschaft (Gemeinschaftsmarkenverordnung = GM).
Insoweit sind die Gerichte an die Eintragung gebunden, solange nicht
erfolgreich die Löschung einer derartigen Marke durchgesetzt worden ist.
Diese registrierten Marken haben deshalb in der Rechtspraxis die größte
Bedeutung, wie dies wahrscheinlich auch in der Türkei der Fall ist.
Demgegenüber gibt es auch nicht registrierte Marken, deren Schutz
durch Benutzung erlangt werden kann. Insoweit entsteht der
Vorsitzender Richter am Bundespatentgericht
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
332
Markenschutz gemäß § 4 Nr. 2. des deutschen Markengesetzes durch die
Benutzung eines Kennzeichens im geschäftlichen Verkehr, sobald dieses
Zeichen innerhalb der beteiligten Verkehrskreise Verkehrsgeltung
erworben hat. Nach § 12 MarkenG kann die Eintragung einer
prioritätsjüngeren Marke gelöscht werden, wenn ein anderer eine zwar
nicht eingetragene, aber prioritätsältere Marke durch Benutzung erworben
hat und er hierdurch das Recht hat, die Benutzung der jüngeren Marke im
gesamten Gebiet der Bundesrepublik Deutschland zu untersagen zu
lassen. lm Rahmen eines Widerspruchsverfahrens vor dem Deutschen
Patent- und Markenamt kann seit mehreren Jahren aus derartigen
Benutzungsmarken nunmehr auch vorgegangen werden. Im Übrigen kann
dieser Löschungsantrag alternativ bei den Verletzungsgerichten gestellt
werden, das heißt beim zuständigen Landgericht. Hiergegen ist die
Berufung an das Oberlandesgericht vorgesehen, unter bestimmten
Voraussetzungen auch die Revision zum Bundesgerichtshof.
Insoweit unterscheidet sich das Deutsche Markengesetz nicht mehr von
der GMV der europäischen Gemeinschaft. Nach Art 42 Abs. 1 in
Verbindung mit § 8 Abs. 4 GMV kann der Widerspruch auch auf eine
Benutzungsmarke gestützt werden, so dass zunächst das
Harmonisierungsamt für den Binnenmarkt, also kurz gesagt das
Europäische Markenamt, durch Widerspruchsabteilung und
gegebenenfalls Beschwerdekammer über den Widerspruch entscheidet.
Gegebenenfalls kann auch der Europäische Gerichtshof I. Instanz und
schließlich letztinstanzlich der Europäische Gerichtshof angerufen
werden. Führt der Widerspruch nicht zum Erfolg, kann gegebenenfalls
noch der Weg zum Gemeinschaftsmarkengericht angetreten werden, d.h.
eine Klage beim zuständigen Landgericht. Insoweit hat selbst die
Entscheidung des Europäischen Gerichtshofs keinen abschließenden
Charakter, weil das registerrechtliche Widerspruchsverfahren eher ein
kursorisches Verfahren ist, bei dem in der Regel nicht Beweis erhoben
wird durch Einholung von Meinungsforschungsgutachten - etwa zur Frage
einer Bekanntheit der Marke und einer hierdurch gesteigerten
Registrierte Marken, Benutzumgsmarken und Namensrechte in der Rechtsprechung zum Deutschen
MarkenG und zum Europäischen Markenrecht nach der GMV
333
Kennzeichnungskraft. Auch Zeugen werden in der Regel nicht
vernommen.
Darüber hinaus geht es heute nicht nur um Marken, sondern auch um
Namensrechte. Zu den wichtigsten Namensrechten gehört der
Firmenname. Auch insoweit unterscheiden sich das Deutsche MarkenG
und die GMV der Europäischen Gemeinschaft nicht mehr. Sowohl in
Deutschland als auch nach der GMV im Europabereich erlauben die
einschlägigen Bestimmungen der GMV die Einlegung des Widerspruchs
auch aus einem Firmenkennzeichen.
Zusätzlich behandeln werde ich auch noch die Namensrechte, die
insbesondere einer Person an ihrem Namen zustehen. Darüber hinaus ist
von besonderer Bedeutung der Domainname, weil insoweit die
Möglichkeit, eine Domain unter seinem eigenen Namen anzumelden,
angesichts der Vielzahl derartiger Adressen beschränkt ist.
II. Die Rechte im Einzelnen
1. Registrierte Marken
Nach dem Deutschen Markengesetz wird eine Marke angemeldet und auf
ihre absolute Schutzfähigkeit geprüft. Ein Schutzhindernis kann
insbesondere der beschreibende Charakter einer Angabe sein. Hat der Prüfer
Bedenken, erlässt er einen Beanstandungsbescheid, auf den der Anmelder
erwidern kann. Vermag die Erwiderung des Anmelders die Bedenken des
Prüfers nicht zu beseitigen, weist er die Marke wegen Schutzunfähigkeit
zurück. Hiergegen besteht entweder die Möglichkeit der Erinnerung, wenn es
ein Prüfer des gehobenen Dienstes war, bei Entscheidungen eines Beamten
des höheren Dienstes ist unmittelbar die Beschwerde zum
Bundespatentgericht zulässig. Erleichtert ist allerdings seit Jahren die
Möglichkeit einer Durchgriffsbeschwerde, die alternativ zur Erinnerung
besteht.
Bestehen keine Bedenken gegen die Eintragung, erfolgt anders als nach der
GMV, wonach die Eintragung nicht erfolgt, ohne dass das
Widerspruchsverfahren abgeschlossen ist, die Eintragung der Marke. Gegen die
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
334
Eintragung der Marke kann der Widersprechende aus einer älteren, registrierten
Marke innerhalb einer Frist von drei Monaten nach dem Tag der Veröffentlichung
der Eintragung der jüngeren Marke Widerspruch erheben (§ 42 Abs. 1
MarkenG).
Wie bereits eingangs erwähnt, ist das Widerspruchsverfahren ein
registerrechtliches Verfahren. An diesem Charakter ändert sich auch nichts,
wenn über den Widerspruch im Rahmen einer Beschwerde beim
Bundespatentgericht entschieden wird. Das registerrechtliche Verfahren ist ein
summarisches, kursorisches Verfahren, in dem die Beweismöglichkeiten
eingeschränkt sind. So werden im Widerspruchsverfahren in der Regel keine
Zeugen vernommen. Auch holt das Amt bzw. das Bundespatentgericht kein
Meinungsforschungsgutachten zur Bekanntheit der Widerspruchsmarke ein,
wenn der Widersprechende eine gesteigerte Kennzeichnungskraft der älteren
Marke behauptet. Bestreitet der Inhaber der jüngeren Marke diese erhöhte
Kennzeichnungskraft, ist im Registerverfahren grundsätzlich nicht mehr zu
untersuchen und zu prüfen, ob diese Behauptung einer gesteigerten
Kennzeichnungskraft richtig ist. Vielmehr ist von einer gesteigerten
Kennzeichnungskraft nur auszugehen, wenn die geltend gemachten Tatsachen
unstreitig oder amtsbekannt bzw gerichtsbekannt sind. Nur in
Ausnahmefällen ist ein Sachverständigengutachten veranlasst, z. B. über
die Verkehrsgeltung einer Benutzungsmarke.
Von dieser zu Lasten von Widersprechenden strengen Regel ist nur dann eine
Ausnahme zu machen, wenn die Tatsachen durch präsente Beweismittel, d. h.
vornehmlich eidesstattliche Versicherung oder zum Termin zur mündlichen
Verhandlung gestellte, mitgebrachte Zeugen oder Glaubhaftmachungsmittel,
etwa weitere schriftliche Unterlagen ohne weitere Ermittlungen des
Sachverhalts eine abschließende Beurteilung und Feststellung der gesteigerten
Kennzeichnungskraft ermöglichen, wie das Bundespatentgericht im Jahre 1997
erstmals entschieden hat (BPatG GRUR 1997, 840 Lindora/Linola).
Im Widerspruchsverfahren herrscht zwar der Amtsermittlungsgrundsatz, der
Umfang der Ermittlungen ist aber durch den kursorischen Charakter des
Widerspruchsverfahrens beschränkt. Dieser Untersuchungsgrundsatz erfährt
Registrierte Marken, Benutzumgsmarken und Namensrechte in der Rechtsprechung zum Deutschen
MarkenG und zum Europäischen Markenrecht nach der GMV
335
allerdings eine Ausnahme, wenn die rechtserhaltende Benutzung der
älteren Marke bestritten wird. Zulässig ist die sogenannte Nichtbenutzungseinrede
nach § 43 Abs. 1, wenn die ältere Marke zum Zeitpunkt der Eintragung der
jüngeren Marke bereits mindestens fünf Jahre eingetragen war. Nach Satz 2
dieser Vorschrift ist die Benutzung auch glaubhaft zu machen, wenn zum
Zeitpunkt der Entscheidung der Zeitraum von fünf Jahren der Nichtbenutzung
nach der Veröffentlichung der Eintragung der jüngeren Marke endet.
Bestreitet der Inhaber der jüngeren Marke die Benutzung der Widerspruchsmarke,
so ermittelt das Amt bzw. das Bundespatentgericht nicht von Amts wegen,
ob eine Benutzung der älteren Marke stattgefunden hat. Vielmehr ist es eine
Obliegenheit des Widersprechenden, die Umstände der Benutzung darzulegen
und glaubhaft zu machen. Glaubhaftmachung heißt im Gegensatz zum
vollständigen Nachweis, dass die Benutzung hinreichend wahrscheinlich
gemacht wird. Insoweit sieht § 294 Zivilprozessordnung (ZPO) eine
Erleichterung vor, als eine Glaubhaftmachung auch durch Vorlage einer
eidesstattlichen Versicherung möglich ist. Ähnlich wie bei Anträgen auf
einstweilige Verfügungen bei den Landgerichten, bei denen anders als im
Hauptsacheverfahren eine erleichterte Glaubhaftmachung zulässig ist, darf der
Widersprechende eine eidesstattliche Versicherung vorlegen, was in der
Regel untermauert wird durch Unterlagen, wie dies zum Beispiel wichtig ist für
die Art der Verwendung der Marke in Verbindung mit der Ware. So sind Muster
oder Kataloge vorzulegen, aus denen sich eine Verbindung der Marke mit der
Ware ergibt. Darüber hinaus ist ein ausreichender Umsatz glaubhaft zu machen,
wobei in der Regel erhebliche Umsatzzahlen nicht erforderlich sind.
Entscheidend ist, dass sich aus den Umsätzen ergibt, dass die ältere Marke
nicht lediglich ein Defensivzeichen ist, sondern tatsächlich ernsthaft benutzt
wird, es sich also nicht um eine reine Scheinbenutzung handelt. In der Regel
können Umsätze von 5.000 € bei Billigartikeln in 5 Jahren ausreichen.
Sofern ein Dritter, insbesondere ein Lizenznehmer die Marke mit
Zustimmung des Markeninhabers benutzt hat, wird diese Benutzung dem
Widersprechenden zugerechnet, die fremde Benutzung gilt also wie eine eigene
Benutzungstätigkeit des Markeninhabers.
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
336
Auch hinsichtlich der Nichtbenutzungseinrede bestehen Unterschiede zwischen
dem deutschen Markengesetz und der Gemeinschaftsmarkenverordnung der
europäischen Gemeinschaft. Nach dem Wortlaut von Art. 43 Abs. 2 GMV ist eine
Benutzung nachzuweisen und nicht wie bei § 43 MarkenG nur glaubhaft zu
machen. Letztlich ergibt sich aber in der Praxis kein entscheidender Unterschied,
denn Art. 76 GMV erlaubt einen Nachweis auch durch Vorlage einer
eidesstattlichen Versicherung, wobei allerdings die Rechtsprechung der
Beschwerdekammern des Europäischen Markenamts noch strenger als in der
deutschen Rechtsprechung verlangt, dass eidesstattliche Versicherungen durch
weitere Nachweise in ihrer Richtigkeit unbedingt bekräftigt werden, wie z. B.
durch die Vorlage von Rechnungen und Benutzungsbeispielen. Letztlich ergibt sich
insoweit kein entscheidender Unterschied, weil auch im deutschen Markenrecht
weitere Nachweise zur Bekräftigung meist freiwillig eingereicht werden.
Hat der Widerspruch letztlich keinen Erfolg und wird die Entscheidung der
obersten Instanz rechtskräftig, schließt dies nicht aus, aus der nationalen Marke
oder der Gemeinschaftsmarke aus dem für die Verletzung nationaler Marken
geltenden Recht vor einem innerstaatlichen Gemeinschaftsmarkengericht
vorzugehen. Insoweit kommt eine Unterlassungsklage oder gar eine
Schadensersatzklage in Betracht. Vor dem zuständigen Landgericht können dann
alle Beweismittel ausgeschöpft werden, die die ZPO vorsieht. Insoweit bietet sich
insbesondere ein Meinungsforschungsgutachten an, wenn es um die Bekanntheit
und gesteigerte Kennzeichnungskraft der älteren Marke geht, die zu einem
erhöhten Schutzumfang führen kann. Auch können Zeugen zur Frage einer
rechtserhaltenden Benutzung geladen und vernommen werden. Hängt die
Feststellung einer Verwechslungsgefahr von einer erhöhten Kennzeichnungskraft
ab, die im Widerspruchsverfahren vor dem Amt oder dem Bundespatentgericht
bzw. den Beschwerdekammern des Harmonisierungsamts nicht ohne weiteres
feststellbar war, macht der Gang zu einem zuständigen Landgericht Sinn und
rechtfertigt sich insbesondere aus der Möglichkeit, mit erweiterten
Beweismitteln in einem Klageverfahren, das im Gegensatz zum
Registerverfahren vor dem Deutschen Patent- und Markenamt und dem Amt in
Registrierte Marken, Benutzumgsmarken und Namensrechte in der Rechtsprechung zum Deutschen
MarkenG und zum Europäischen Markenrecht nach der GMV
337
Alicante nicht ein summarisches Verfahren ist, gegen den Inhaber der jüngeren
Marke vorzugehen.
Insoweit möchte ich ergänzend darauf hinweisen, dass über
Widerspruchsverfahren und Verletzungsverfahren hinaus die Löschung
von Marken beim Deutschen Patentamt mit der Behauptung beantragt
werden kann, die Marke sei innerhalb eines Zeitraums von 5 Jahren nicht
benutzt worden. Widerspricht der Inhaber innerhalb von 2 Monaten der
Löschung, kann der Antragsteller vor dem Landgericht auf Löschung
wegen Verfall, das heißt Nichtbenutzung klagen. Insoweit gibt es
Bestrebungen, durch Gesetzesänderung derartige Klageverfahren in die
Zuständigkeit des Bundespatentgerichts zu überführen.
Durch das MarkenG ist ferner die Möglichkeit geschaffen worden, gegen
bösgläubige Anmeldungen vorzugehen:
Als Eintragungshindernis wurde § 8 Abs. 2 Nr. 10 im Zuge der Reform
des Geschmacksmustergesetzes zum 1.6.2004 in das Markengesetz
aufgenommen. Hiermit soll es dem Prüfer des deutschen Patent- und
Markenamts ermöglicht werden, ersichtlich bösgläubige Anmeldungen,
also bei denen die Bösgläubigkeit offensichtlich ist, zurückweisen zu
können, um damit ein späteres Löschungsverfahren auf Antrag eines
Dritten entbehrlich zu machen. Hierunter fallen wie in § 50 Abs. 1 Nr. 4,
der die Löschung auf Antrag vorsieht, die Fälle insbesondere der
Markenerschleichung. Dies ist der Fall, wenn der Anmelder falsche
Angaben macht oder Umstände verschweigt, um Dritte in der
Verwendung des Kennzeichens zu behindern -„Sperrmarke"-} oder
hiermit Vermögensvorteile zu erlangen -„Spekulationsmarke" -. Die
Bösgläubigkeit muss ersichtlich sein, dem Prüfer also auch ohne weitere
Ermittlungen außerhalb des normalen Prüfstoffs auf Grund der Umstände
des Falls an Hand auffälliger Indizien aufdrängen. Hiermit werden
insbesondere Fälle erfasst, in denen offensichtlich Nichtberechtigte den
Namen oder das Bildnis bekannter lebender oder verstorbener Personen
anmelden. So hätte sich die Anmeldung von „Lady Di" ohne weiteres von
Amts wegen zurückweisen lassen, wenn es zum damaligen Zeitpunkt
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
338
unmittelbar nach dem Tod der Namensträgerin bereits den Tatbestand des
§ 8 Abs. 2 Nr. 10 gegeben hätte. Auch die Eintragung der Marke „Classe
E" als Behinderung der „E- Klasse" von Mercedes (BGH GRUR 2001,
242 -Classe E) hätte sich unter Umständen bereits im Prüfungsverfahren
verhindern lassen wobei die auffällig häufige Anmeldung durch ein und
dieselbe Person zum Horten von Marken ohne erkennbaren
Benutzungswillen für den Prüfer ein Indiz sein kann (BPatG BIPMZ
2007, 86 f. -Classe E).
2. Benutzungsmarken
Nicht registrierte Marken können durch Benutzung Verkehrsgeltung und
hierdurch Markenschutz nach § 4 Nr. 2 MarkenG erlangen. Anders als bei
registrierten Marken, die allein durch die Registrierung Schutz erlangen,
lässt sich in der Regel schwer
nachweisen, dass das Kennzeichen durch Benutzung Verkehrsgeltung
erlangt hat. Insoweit ist schon äußerst fraglich und nach der
Rechtsprechung auch nicht ohne weiteres festgelegt, wie hoch der Grad
der Verkehrsgeltung sein muss, um einen Markenschutz bejahen zu
können. Hiermit zusammenhängt die Frage, wer zu den
Verkehrsbeteiligten gehört. So ist bei Waren des Massenkonsums auf die
Verbraucher in ihrer Gesamtheit abzustellen. Im Übrigen kommt es darauf
an, diejenigen Verbraucher für den Grad der Verkehrsgeltung zu
berücksichtigen, die regelmäßig Käufer der mit der Marke versehenen
Waren sin. Ebenso sind diejenigen Verbraucher dazu zu rechnen, die als
Käufer oder Verwender konkurrierender Erzeugnisse der gleichen
Qualitäts- und Preisklasse in Betracht kommen, weil sich deren
Augenmerk auch auf Konkurrenzprodukte erstreckt
(BGH GRUR 1982, 672; 674 „Aufmachung von Qualitätsseifen").
Generell ist indes bei einer Verkehrsgeltung anders als bei der
Verkehrsdurchsetzung gemäß § 8 Abs. 3 MarkenG, bei der es um die
Überwindung eines absoluten Schutzhindernisses geht (insbesondere
beschreibende Angaben) und bei denen ein Durchsetzungsgrad von
mindestens 50 % die unterste Grenze darstellt, ein geringerer
Registrierte Marken, Benutzumgsmarken und Namensrechte in der Rechtsprechung zum Deutschen
MarkenG und zum Europäischen Markenrecht nach der GMV
339
Bekanntheitsgrad ausreichend. So ist das Zeichen „Aqua" trotz des
beschreibenden Anklangs für Wassererhitzer ein Bekanntheitsgrad von
36% -für ausreichend gehalten worden (BGH GRUR 1969, 682 ).
Größtenteils wird eine Bekanntheit von 20% als unterste Grenze
angesehen (Piper GRUR 1996, 429, 433). Bei Farbkombinationen, denen
von Haus aus kein betrieblicher Herkunftshinweis zukommt, sind an den
hierfür erforderlichen Bekanntheitsgrad mit Rücksicht auf das
Freihaltungsbedürfnis des Verkehrs an der Benutzung von Farben mehr
als 50 % zu verlangen sein (BGH GRUR 1997, 754, 755 „grau/magenta").
Wichtig ist auch der räumliche Verkehrsgeltungsbereich. Die
Verkehrsgeltung kann regional begrenzt sein, weshalb der Schutz dann
auf das fragliche Gebiet begrenzt ist. Deshalb können identische Marken
in verschiedenen Gebieten nebeneinander existieren. Aus einer älteren
Marke, die regionale Verkehrsgeltung erlangt hat, kann gegenüber einer
jüngeren, bundesweit benutzten Marke die Unterlassung der Verwendung
nur für das fragliche Schutzgebiet verlangt werden (BGH GRUR 1991,
155, 156 „Rialto").
Bei Marken, die bundesweit benutzt werden, kommt es demgegenüber nicht
darauf an, dass die Marke gerade in dem fraglichen Verletzungsgebiet
Verkehrsgeltung erlangt hat. Unschädlich ist, dass die Verkehrsgeltung an
einzelnen Orten nicht gegeben ist.
Besonders problematisch ist, -wie bereits angedeutet- die Feststellung der
Verkehrsgeltung. Wer aus einer Marke, die durch Benutzung und
Verkehrsgeltung Schutz erlangt haben soll, vorgehen will, muss zur Feststellung
der Priorität Angaben über Beginn, Dauer und Umfang seiner Benützung
machen. Hierfür reicht die Bekanntgabe von Umsätzen nicht aus, weil derartige
Angaben noch nichts über eine erlangte Bekanntheit aussagen. So kann
insbesondere bei sehr teueren Waren eine nicht allzu große Stückzahl verkaufter
Erzeugnisse nicht genügen, um für eine entsprechende Verkehrsgeltung zu sorgen.
Entscheidend dürften deshalb insbesondere die Werbeaufwendungen sein.
Die Verkehrsgeltung wird in der Regel durch Meinungsforschungsgutachten
nachgewiesen. Hierbei kommt es nur auf die Bekanntheit der Marke, nicht aber
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
340
auf die konkrete Zuordnung zu dem bestimmten Unternehmen an, das die Marke
verwendet.
§42 MarkenG sieht Benutzungsmarken nunmehr wie nach den
Bestimmungen der GMV als Widerspruchsgrund vor. Problematisch ist –
wie oben angedeutet- der Nachweis der Verkehrsgeltung
III. Firmennamen nach dem deutschen Markengesetz
§ 5 Abs. 2 MarkenG gewährt grundsätzlich einen Schutz des Firmennamens ab
Benutzungsaufnahme: einer Verkehrsgeltung bedarf es anders als bei nicht-
registrierten Marken und als bei Firmennamen nach Art. 8 Abs. 4 GM
nicht.
Dieser Schutz und damit verbundene Verbietungsrechte bestehen in der Regel
bundesweit in ganz Deutschland. Lediglich wenn der räumliche Schutzbereich
eines Unternehmens seiner Natur nach beschränkt ist, sei es, dass der
Geschäftsbetrieb seiner Natur nach ortsgebunden oder regiongebunden ist, besteht
lediglich ein Verbietungsrecht für diesen Ort oder diese Region (BGH GRUR
1993, 923, 924 „Pic Mic"; GRUR 1995, 754, 757 „Altenburger
Spielkartenfabrik"), so genannte Platzhaltergeschäfte.
Dies möchte ich an dem eben zitierten Fall erläutern:
Die Klägerin wurde unter ihrer Firma Pic Nie Imbissbetriebe GmbH & Co.
KG im Jahre 1981 in das Handelsregister Amtsgerichts Heidenheim eingetragen.
Ihren
ersten Imbissbetrieb errichtete die Klägerin 1981 in Ludwigsburg, der zweite
folgte 1982 in Heidenheim. Die Beklagte betreibt seit 1983 auf dem Münchner
Hauptbahnhof einen Verkaufskiosk für Fast-Food-Artikel und Reisebedarf unter
der Bezeichnung „Picnic".
Der Bundesgerichtshof hat in seiner Entscheidung die Vorfrage des
Berufungsgerichts bestätigt, wonach der Firmenname der Klägerin
unterscheidungskräftig sei, das heißt geeignet, als Hinweis auf die Herkunft der
Dienstleistung „Betrieb eines Restaurants" aus dem Unternehmen der Klägerin
zu dienen. Insoweit möchte ich darauf hinweisen, dass die Rechtsprechung in
Deutschland sehr großzügig ist bei der Bejahung der Unterscheidungskraft,
Registrierte Marken, Benutzumgsmarken und Namensrechte in der Rechtsprechung zum Deutschen
MarkenG und zum Europäischen Markenrecht nach der GMV
341
während die Prüfung der Unterscheidungskraft einer angemeldeten Marke nach
§ 8 Abs. 2 Nr. 1 MarkenG durch das Deutsche Patent-und Markenamt eher
streng ist. Auch ist der Bundesgerichtshof sehr großzügig, wenn sich zwei
mehrgliedrige, also aus mehreren Wortbestandteilen bestehende Firmenname
gegenüberstehen. Insoweit ist es für die Feststellung der Verwechslungsgefahr
ausreichend, wenn da jeweilige Firmenschlagwort übereinstimmt. So wurde
der Bestandteil „Altenburger" in dem Firmennamen „Altenburger
Spielkartenfabrik GmbH" als Firmenschlagwort angesehen. Auch in der
Firmenbezeichnung „Altberliner Verlag GmbH" sah der Bundesgerichtshof
in „Altberliner" ein Firmenschlagwort, so dass die Klage gegen die
Firmenbezeichnung „Altberliner Bücherstube" Erfolg haben konnte (BGH
GRUR 1995, 755 „Altenburger Spielkartenfabrik"; GRUR 1999, 492,
494 „Altberliner"). Auch in der letzeren Entscheidung wurde die
Unterscheidungskraft bejaht, obwohl es sich jeweils sogar um geografische
Bezeichnungen handelt, die bei Markenanmeldungen grundsätzlich der
Eintragung entgegenstehen (§ 8 Abs. 2 Nr. 2 MarkenG).
Zurück zu dem vorangestellten Fall mit den Bezeichnungen „Pic
Nic/Picnic". Insoweit bejahte der BGH die Unterscheidungskraft des klägerischen
Firmennamens mit der simplen Begründung, „Picnic" bezeichne eine Mahlzeit
mit mitgebrachten Speisen und Getränken im Grünen, während die Dienstleistung
der Klägerin in bzw. an einem Imbissstand erbracht werde.
Die entscheidende Frage dieses Falles war dann, ob die Klägerin bundesweiten
Schutz genießt. Dies wurde mit der Begründung verneint, die Klägerin betreibe
lediglich in nahegelegenen Städten zwei Imbissstände, was eine regionale
Beschränkung der Firmenbezeichnung zur Folge habe.
Diese Rechtsprechung beruht darauf, dass Restaurantbetriebe ebenso wie
Hotels, Apotheken oder Kinos sogenannte „Platzgeschäfte" oder
„Platzhaltergeschäfte" sind, die erfahrungsgemäß nur an einem
bestimmten Ort bzw. in einer bestimmten Region stattfinden. Deshalb
hätte für die Firmenbezeichnung „Pic Nie" ein bundesweiter Schutz nur
bestanden, wenn das Unternehmen darauf angelegt gewesen wäre,
beispielsweise nach Art eines Filialbetriebs Gaststätten an verschiedenen,
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
342
über das gesamte Bundesgebiet verstreut liegenden Orten zu betreibenden.
Hierfür hätte es sogar ausgereicht, wenn die Klägerin bereits
Anstrengungen unternommen hätte, derartige Restaurants im gesamten
Bundesgebiet oder in wesentlichen Teilen Deutschlands zu eröffnen, was
indes nicht der Fall war.
IV. Sonstige Namensrechte
Sonstige Namensrechte können auch die Namen von Personen sein. Dies kann
insbesondere Bedeutung haben, wenn Marken oder Domainnamen angemeldet
werden, in denen der Name einer bekannteren Persönlichkeit enthalten ist.
1) Marken
Insoweit kann nach § 8 Abs. 2 Nr. 4 MarkenG – wie nach Art. 7 Abs. 1 Nr. g
GMV-eine Täuschungsgefahr in Betracht kommen, wenn nämlich den
Verbrauchern suggeriert wird, dass Beziehungen zwischen dem Markeninhaber
und dem Träger des bekannten Namens bestehen. Allerdings setzt das MarkenG
voraus, dass die Täuschung für den Prüfer am Markenamt ersichtlich sein muss.
Dies ist nicht ohne weiteres der Fall, da durchaus eine Zustimmung zur
Verwendung des Namens bestehen kann. Insoweit ist fraglich, ob der Prüfer im
registerrechtlichen, summarischen Verfahren ausdrücklich eine Zustimmung
verlangen kann.
Dementsprechend hat das BPatG in einer jüngeren Entscheidung zur Marke „Karl
May", dem berühmten Abenteuerschriftsteller, dessen Werke wie „Winnetou"
nach Wegfall des urheberrechtlichen Schutzes inzwischen gemeinfrei
geworden sind, darauf hingewiesen, dass die Frage, wer einen als Marke
angemeldeten Namen benutzen darf, nicht Gegenstand des
Prüfungsverfahrens ist (BPatG MarkenR 2008, 119, 123).
In der Regel wird man die Namensträger bzw. die Erben der Namensträger auf
den Weg des Löschungsverfahrens wegen Bösgläubigkeit verweisen müssen,
wenn es an einer Zustimmung fehlt, wie dies das Bundespatentgericht im Fall
„Lady Dy" getan hat, als die Bösgläubigkeit damals im Jahr 1997 noch nicht
von Amts wegen berücksichtigt werden konnte.
Im Übrigen kann der Namensträger selbst oder deren Erben auch im Klagewege
gegen die unberechtigte Verwendung fremder Namen vorgehen. Insoweit
Registrierte Marken, Benutzumgsmarken und Namensrechte in der Rechtsprechung zum Deutschen
MarkenG und zum Europäischen Markenrecht nach der GMV
343
sieht schon § 12 des Bürgerlichen Gesetzbuchs einen Schutz von
Namensträgern gegen die unberechtigte Verwendung vor.
Eine Besonderheit stellt der Name herausragender Persönlichkeiten wie
Leonardo da Vinci dar. Obwohl Personennamen nach § 3 Abs. 1 MarkenG
abstrakt markenfähig sind, hat das BPatG die konkrete Unterscheidungseignung
verneint (MarkenR 2008, 140). Da Leonardo da Vinci den Verbrauchern als
großer Künstler und Wissenschaftler bekannt sei, sei sein Name Teil des
kulturellen Erbes der Allgemeinheit. Solche Namen hätten aus Sicht des
Verkehrs keinen Markencharakter.
2) Domainnamen
Nicht nur bei Marken, sondern auch bei Internetadressen ist das Problem, dass
nicht berechtigte Dritte derartige Internetadressen unter einem fremden und
bekannten Namen anmelden. Einer der bekannteren Fälle betraf den Namen des
langjährigen Ministerpräsidenten des Bundeslandes Sachsen, nämlich Kurt
Biedenkopf. Der Bundesgerichtshof hat schön wie die Vorinstanzen einen
Anspruch auf Sperrung der Domain verneint, weil es sich nicht um einen
unbefugten Namensgebrauch, nämlich die Verwendung des Namens eines Dritten
als Namen handele, sondern lediglich um die technische Voraussetzung für die
Verwendung der Internet-Adresse. Auch habe die registrierende Gesellschaft
nicht die Verpflichtung, etwa entgegenstehende Namensrechte zu prüfen, was
selbst bei Benutzungen fremder, bekannterer Namen der Fall sei. Die Registrierung
einer großen Anzahl von Domains in einem möglichst schnellen und
preiswerten automatisierten Verfahren zu bewältigen sei vielmehr im
Interesse der Allgemeinheit an der Aufrechterhaltung eines solchen
funktionsfähigen und effektiven Registrierungsverfahrens geboten.
3. Domainnamen mit Doppelfunktion als Kennzeichen (Hinweis auf
ein bestimmtes Unternehmen)
Da eine Internet-Adresse lediglich Adressfunktion hat, kann sie grundsätzlich
nicht wie eine Marke oder ein Firmenname Kennzeichenfunktion haben.
Hierzu noch ein Fall:
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
344
Die Klägerin bezeichnete ihre Firma als „Software + Computersysteme
Soco" und ging gegen den Beklagten vor, der den Domainnamen „soco.de."
verwendete. Der BGH hat trotz des Zusatzes „de" darauf hingewiesen, dass der
Verkehr in Domainnamen dann ein unterscheidungskräftiges Kennzeichen
sehen kann, wenn der Domainname unterscheidungskräftig, also nicht
beschreibend ist. Nur wenn ein Domainnamen an sich geeignet ist, auf die
betriebliche Herkunft hinzuweisen, die ausschließlich als Bezeichnung der
Adresse verwendet wird, werde der Verkehr annehmen, es handele sich um eine
Angabe, die ähnlich wie eine Telefonnummer den Adressaten zwar identifiziere,
nicht aber als Hinweis auf die betriebliche Herkunft bestimmt sei (BGH GRUR
2005, 262, 263 „soco.de").
Diese Entscheidung ist nicht ganz unproblematisch. Geht man davon aus, dass
die nach § 5 MarkenG schutzfähigen Unternehmenskennzeichen abschließend
aufgezählt sind, ist nicht einzusehen, warum letztlich eine Domainadresse nur
wegen der eigentlich zwangsläufigen Verwendung auch im gewerblichen Verkehr
Kennzeichenschutz genießen soll. Auch schließen sich Namensrecht und eine
Adresse, die der Kommunikation dient, wegen ihrer grundsätzlichen
Verschiedenheit in der Zweckbestimmung aus.
Zusammenfassung:
Ich hoffe, der Vortrag hat veranschaulicht, dass im Rahmen der europäischen
Gemeinschaft weder von einer vollständig harmonisierten Gesetzgebung noch
Rechtsprechung auszugehen ist. Dies stellt die Anwender des Gesetzes,
also insbesondere Richter und Anwälte, immer wieder vor neue Probleme.
Auch haben Sie erkannt, dass sich wie insbesondere bei Domainnamen die
Rechtsprechung noch in der Weiterentwicklung befindet bezw. nicht
unproblematisch ist. Gleichwohl ist die bisherige Rechtsprechung eine gute
Vorgabe für weitere, sachgerechte Entscheidungen. Zugleich hoffe ich auch, dass
ich für Ihre Tätigkeit habe Anregungen geben können. Für Ihre weitere Tätigkeit
wünsche ich Ihnen viel Erfolg und viele weise Entscheidungen.
345
Alman Marka Yasasına (Markeng) Gereği ve
Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Gereği
Avrupa Marka Hukukuna Dayanılarak Verilen
Yargı Kararlarında Tescilli Markalar, Kullanım Markaları ve
Isim Hakları
Dr. Georg Fuchs-Wissemann
I. Giriş
Tescilli markalar hem Alman Marka Yasası (MarkenG) gereği
hem de Avrupa Topluluğu Marka Hukuku (Topluluk Markası
Yönetmeliği =GMV) gereği en etkin korumayı sunmaktadırlar. Bu
bakımdan mahkemeler, bu türden bir markanın iptalini uygulamada
başarısız olduğu sürece, tescil işlemine bağlı kalmışlardır. Bu yüzden bu
tescilli markalar hukuki uygulamada, muhtemelen Türkiye'de de olduğu
gibi en büyük öneme sahiptirler.
Buna karşın korunmaları yalnızca kullanım ile sağlanabilen tescil
edilmemiş markalar da bulunmaktadır. Bu bakımdan Alman Marka
Yasası Madde 4 No.2 gereği bir marka koruması ticari dolaşım içinde bir
sembolün kullanılması yoluyla, bu sembol katılımcı Markanın hitap ettiği
alıcı çevresi içinde Alıcı çevresi bakımından önem kazanır kazanmaz,
ortaya çıkmaktadır. Alman Marka Yasası (MarkenG) Madde 12 gereği
öncelik bakımından daha yeni bir markanın tescili, bir başka kişinin tescil
edilmemiş, fakat öncelik bakımından daha eski bir markayı kullanım
yoluyla edinmesi ve bu sayede onun Almanya Federal Cumhuriyeti'nin
genelinde daha yeni markanın kullanılmasını men ettirme hakkına sahip
olması şartıyla, iptal edilir. Alman Patent ve Marka Dairesi huzurunda
görülen bir itiraz davası çerçevesinde uzun yıllardır kullanılan bu türden
kullanım markaları nedeniyle böylesi bir iptal talebi yapılabilir. Ayrıca bu
iptal talebi alternatif olarak marka hakkı ihlal mahkemelerine yapılabilir.
Başka bir deyişle yetkili eyalet mahkemesine yapılabilir. Buna karşın
Dr. Georg Fuchs - Wissemann
346
eyalet yüksek mahkemesine yapılacak bir temyiz ve yine belirli koşullar
altında Federal Yargıtay'a temyiz işlemi de öngörülmüştür.
Bu bakımdan Alman Marka Yasası, Avrupa Topluluğu'nun
Topluluk Markası Yönetmeliği 'nden (GMV) artık farklı değildir.
Topluluk Markası Yönetmeliği Madde 8 Fıkra 4 ile bağlantılı olarak
Madde 42 Fıkra 1 gereği itiraz bir kullanım markasına da
dayandırılabilir. Öyle ki, öncelikle Dahili Piyasa Uyumlulaştırma Dairesi,
daha kısa ifade edersek, Avrupa Marka Dairesi, İtiraz Bölümü ve
gerekmesi durumunda İtiraz Meclisi üzerinden itirazı karara
bağlamaktadır. Gerekmesi durumunda I. Merci Avrupa Adalet Divanı da
ve son olarak son merci sıfatıyla da Avrupa Adalet Divanı göreve
çağrılabilir. Eğer itiraz başarılı olmaz ise, gerekmesi durumunda Topluluk
Markası Mahkemesine giden yol izlenebilir. Başka bir deyişle, yetkili
bölge mahkemesinde bir dava açılabilir. Bu bakımdan Avrupa Adalet
Divanının kararı nihai karakter taşımaz, çünkü tescil hukukuna dayalı
itiraz davası daha ziyade yüzeysel (=detaylara inmeyen) nitelikte bir
davadır. Bu dava da prensip olarak kamuoyu araştırmasına - markanın
tanınırlığı ve bu sayede arttırılmış karakterizasyon kuvveti sorunuyla
ilişkili kamu oyu araştırmasına - yönelik bir bilirkişi raporunun
alınmasıyla deliller toplanmaz. Prensip olarak tanıklar da istima
edilmezler.
Ayrıca yalnızca markalar değil, aynı zamanda da isim hakları da
söz konusudur. En önemli isim hakları kapsamına şirket unvanları
girmektedir. Bu bakımdan da Alman Marka Yasası (MarkenG) ve Avrupa
Topluluğu Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) artık birbirlerinden
farklı değildirler. Hem Almanya içinde hem de Topluluk Markası
Yönetmeliği (GMV) gereği Avrupa içinde yönetmeliğin ilgili hükümleri
bir şirket sembolüyle ilişkili itiraza izin vermektedir.
Buna ilave olarak, özellikle bir kişiye onun kendisine ait ismiyle
ilişkili olarak tanınmış isim haklarını konu alacağım. Ayrıca Domain ismi
de özel bir öneme sahiptir. Çünkü bir domain'nin kendi ismiyle
Alman Marka Yasasına (Markeng) Gereği ve Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Gereği Avrupa Marka
Hukukuna Dayanılarak Verilen Yargı Kararlarında Tescilli Markalar, Kullanım Markaları ve İsim Hakları
347
bildirilmesi olanağı bu türden adreslerin çok sayıda bulunması nedeniyle
sınırlıdır.
II. Münferit olarak 1. (=ilk) tescil edilmiş markaların hakları
Alman Marka Yasası'na göre bir marka bildirimi yapılır ve bu
markanın mutlak hukuki koruma için uygunluğu incelenir. Özellikle bir
bilginin betimleyici (=açıklayıcı) karakteri hukuki korumaya karşı bir
engel olabilir. Eğer denetçinin bir tereddüdü var ise, bildirimde bulunanın
yanıt vereceği bir (kusur bulma) -reddetme kararı verir. Eğer bildirimde
bulunanın yanıtı denetçinin tereddüdünü ortadan kaldırmak için yeterli
değil ise, denetçi markayı hukuki koruma bakımından yetersizliği
nedeniyle reddeder. Buna karşın yüksek dereceli memur sıfatını taşıyan
bir denetçi söz konusu ise, ihtarda bulunma olanağı bulunmaktadır. Öte
yandan yüksek dereceli bir devlet memurunun verdiği kararlarda
doğrudan Federal Patent Dairesi huzurunda itiraz etmeye izin
verilmiştir. İhtara alternatif olarak tedbir itirazı olanağı kuşkusuz itiraz
etmeyi kolaylaştırmıştır.
Eğer tescil aleyhinde bir tereddüt yok ise, itiraz davası sonuçlanmadan
tescil işleminin gerçekleşemeyeceğini öngören Topluluk Markası Yönetmeliği
(GMV) 'nin getirdiği düzenlemeden farklı olarak markanın tescili
gerçekleşmektedir. Daha eski olan, tescil edilmiş marka nedeniyle markanın
tescili aleyhine itiraz eden kişi itirazını, daha yeni olan markanın tescilinin ilan
edildiği tarihten sonraki üç aylık bir süre içinde yapabilir ( Alman Marka Yasası
(MarkenG) Madde 42 Fıkra 1).
Girişte zikredildiği gibi, itiraz davası tescil hukukuna dayalı bir davadır.
İtiraz çerçevesinde yapılan itiraza Federal Patent Mahkemesi tarafından karar
verilmesi durumu, davanın bu niteliği üzerinde bir değişiklik yapmaz. Tescil
hukukuna dayalı dava, içinde delil olanaklarının sınırlanmış olduğu hızlı ve
basit yargılama usulüne dayalı, yüzeysel nitelikli bir davadır Böylece itiraz
davasında prensip olarak tanıklar istima edilmezler. Ayrıca yerel mahkeme ya da
Federal Patent Mahkemesi, şayet itiraz eden daha eski olan markanın daha
yüksek bir karakterizasyon kuvvetine sahip olduğunu iddia eder ise, itiraz eden
tarafın markasının tanınırlığına yönelik bir kamuoyu araştırması hakkında
Dr. Georg Fuchs - Wissemann
348
bilirkişi raporu istemez. Eğer daha yeni olan markanın sahibi bu daha yüksek
karakterizasyon kuvvetine itiraz eder ise, prensip olarak tescil davasında daha
yüksek karakterizasyon kuvvetine dair bu iddianın doğru olup olmadığı artık
araştırılmaz ve kontrol edilmez. Daha ziyade yalnızca, iddia edilen olgular ihtilafa
yer vermiyor ise ya da bu olgular daire tarafından biliniyor veya mahkemenin
malumu ise, daha yüksek bir karakterizasyon kuvveti iddiasından yola çıkılır.
Yalnızca istisnai durumlarda örneğin bir kullanım markasının Alıcı çevresi
bakımından geçerliliği hakkında bir bilirkişi raporu alınır.
Şayet olgular mevcut deliller yardımıyla, başka bir deyişle özellikle yemin
yerine kaim bir teminat ile, sözlü duruşmaya getirilen, çıkartılan tanıklarla ya da
kanıtlayıcı araçlarla, örneğin hukuki durum hakkında yapılacak daha fazla
saptamalara ihtiyaç duyulmaksızın
Yüksek karakterizasyon kuvvetiyle ilişkili nihai hükmün verilmesini ve
saptanmasını mümkün kılan araçlarla ortaya çıkartılabiliniyor ise, itiraz edenin
gereğini yerine getirmesinin gerektiği bu katı kuraldan bir istisna yapılır. Buna
örnek olarak Federal Patent Mahkemesi 'nin ilk olarak 1997 yılında aldığı karar
verilebilir (Federal Patent Mahkemesi (BPatG), Sınai Hakların Korunması ve
Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1997, 840 Lindora/Linola Davası)
İtiraz davasında resmi soruşturma ilkesi egemendir. Fakat tespitlerin
kapsamı itiraz davasının yüzeysel niteliği ile sınırlandırılmıştır. Bu soruşturma
ilkesi kuşkusuz, daha eski olan markanın hakkı elde edecek biçimde
kullanımına itiraz edilmesi şartıyla, bir istisnaya uğrar. Eğer daha eski olan
marka daha yeni olan markanın tescil edildiği tarihte zaten en az beş yıldan
beri tescilli ise, Madde 41 Fıkra 1 gereği kullanılmama durumuna yönelik
definin yapılmasına izin verilmez. Bu yasal kuralın 2. cümlesi gereği, şayet
kararın verildiği tarihte daha yeni olan markanın tescilinin ilanından sonraki
beş yıllık kullanılmama süresi sona eriyor ise, markanın kullanımına dair
inandırıcılık kazandırılmalıdır.
Eğer daha yeni markanın sahibi itiraz eden tarafın markasının kullanımına
itiraz ediyor ise, o zaman patent dairesi ya da Federal Patent Mahkemesi daha eski
markanın kullanımının gerçekleşip gerçekleşmediğini resmi soruşturma yoluyla
tespit etmez. Kullanım durumlarının ortaya konması ve inandırıcılık kazandırmak
Alman Marka Yasasına (Markeng) Gereği ve Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Gereği Avrupa Marka
Hukukuna Dayanılarak Verilen Yargı Kararlarında Tescilli Markalar, Kullanım Markaları ve İsim Hakları
349
daha ziyade itiraz edenin yükümlülüğüdür. İnandırıcılık kazandırmak, eksiksiz
bir delilin tersine, yeterli bir şekilde kullanım olasılığını ortaya koymak demektir.
Bu bakımdan Alman Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (ZPO) Madde 294,
yemin yerine kaim teminatın verilmesi yoluyla inandırıcılık kazandırmanın
mümkün olduğu bir kolaylığı öngörmektedir. Esasa dair davadan farklı olarak bir
kolaylaştırılmış inandırıcılık kazandırma işlemine izin veren eyalet
mahkemelerindeki geçici tedbir taleplerinde olduğuna benzer bir şekilde, itiraz
eden yemin yerine kaim bir teminat verebilir. Bu bağlamda prensip olarak iddia
evraklarla desteklenir. Örneğin ürün ile bağlantılı markanın kullanım usulü için
bunlar önemlidir. Böylece markanın ürünle bağlantısını gösteren numuneler veya
kataloglar sunulmalıdır. Ayrıca yeterli bir hasılatın gerçekleştiğine dair
inandırıcılık kazandırılmalıdır. Bu bağlamda prensip olarak yüksek hasılat
rakamlarının gösterilmesi gerekli değildir. Burada önemli olan, gösterilen
hasılatlardan , daha eski markanın yalnızca bir defansif (=savunmaya yönelik)
sembol olmadığı, tam tersine fiilen ciddi bir şekilde kullanıldığı ve böylece salt bir
zahiri kullanımın söz konusu olmadığı sonucunun ortaya konmasıdır. Prensip
olarak ucuz ürünlerde 5 yıl içinde 5.000 € tutarındaki cirolar yeterli olmaktadır.
Bir üçüncü kişi, özellikle bir lisans alan kişi markayı marka sahibinin
onayı ile kullanmış ise, bu kullanım itirazda bulunan ile ilişkilendirilir. Bu
durumda yabancı kişi tarafından gerçekleştirilen kullanım marka sahibinin
kendisinin gerçekleştirdiği kullanım faaliyeti gibi geçerlidir.
Markanın kullanılmadığına yönelik defi bakımından da Alman Marka
Yasası ile Avrupa Topluluğu Topluluk Markası Yönetmeliği arasında farklılık
yoktur. Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Madde 43 Fıkra 2 'deki yasa metni
gereği bir marka kullanımı ispatlanmalıdır. Alman Marka Yasası (MarkenG)
Madde 43 'de açıklandığı gibi marka kullanımına dair bir inandırıcılık
kazandırmak söz konusu değildir. Fakat sonuç olarak hukuki uygulamada önemli
bir farklılık ortaya çıkmamaktadır. Çünkü Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV)
Madde 76 yemin yerine kaim bir teminatın verilmesi yoluyla da getirilen bir kanıta
izin vermektedir. Bu bağlamda Avrupa Marka Dairesi İtiraz Meclisi 'nin içtihadı
kuşkusuz Alman içtihadında olduğundan daha sıkı bir şekilde, yemin yerine kaim
teminatların doğruluklarının kesinlikle başkaca kanıtlarla, örneğin faturaların ve
Dr. Georg Fuchs - Wissemann
350
kullanım örneklerinin sunulması yoluyla güçlendirilmesini talep etmektedir. Bu
bakımdan sonuçta önemli bir farklılık ortaya çıkmamaktadır, çünkü Alman Marka
Hukukunda da ihtiyari olarak kuvvetlendirici başka kanıtlar da çoğunlukla
sunulmaktadır.
Eğer itiraz başarısız olmuş ve en yüksek mercinin kararı kesinleşmiş ise,
bu durum, ulusal markadan veya topluluk markasından, ulusal markaların
haklarının tecavüze uğraması durumu için geçerli hukuktan yola çıkarak iç
hukuka göre çalışan bir topluluk markası mahkemesinin önüne çıkmayı
engellemez. Bu bakımdan bir meni müdahale davası ya da bir zarar tazminatı
davası söz konusudur. Yetkili eyalet mahkemesinin huzurunda Alman Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasası'nın (ZPO) ön gördüğü tüm deliller sonuna kadar
kullanılabilir. Bu bakımdan eğer yüksek bir hukuki koruma kapsamına yol
açabilecek daha eski markanın tanınırlığı ve artmış karakterizasyon gücü söz
konusu ise, özellikle kamuoyu araştırmasına yönelik bir bilirkişi raporu kullanıma
sunulur. Hakkın elde edilmesini sağlayan bir kullanım sorunuyla ilişkili olarak
tanıklar da çağrılabilir ve istima edilebilirler. Eğer bir karıştırma tehlikesinin
tespiti, daire ya da Federal Patent Dairesi veya Uyumlulaştırma Dairesi 'nin itiraz
meclisleri huzurunda kolaylıkla tespit edilebilir bir yüksek karakterizasyon
kuvvetine bağlı ise, o zaman yetkili bir eyalet mahkemesine gitmek anlamlıdır ve
yine Alman Patent ve Marka Dairesi'nin ve Alicante'deki daire huzurunda
görülen tescil davasının tersine hızlı ve basit yargılama usulüne göre görülen bir
dava olan itiraz davasında geniş kapsamlı deliller ile daha yeni markanın sahibi
aleyhine hareket etme olanağını haklı çıkarır.
Bu bakımdan tamamlayıcı olması adına, itiraz davası ve hak
tecavüzü davasının dışında Alman Patent Dairesi' ne markanın 5 yıllık bir
süre içinde kullanılmamış olduğu iddiası ile marka iptal talebinin
yapılabileceğine dikkat çekmek istiyorum. Eğer marka sahibi 2 ay içinde
iptale itiraz eder ise, davacı eyalet mahkemesi huzurunda sakıt olma
gerekçesiyle, başka bir deyişle kullanılmama gerekçesiyle iptal davası
açabilir. Bu bakımdan yasa değişikliği ile bu türden davaları Federal
Patent Mahkemesi 'nin yetkisi içine sokmak yönünde çabalar vardır.
Alman Marka Yasasına (Markeng) Gereği ve Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Gereği Avrupa Marka
Hukukuna Dayanılarak Verilen Yargı Kararlarında Tescilli Markalar, Kullanım Markaları ve İsim Hakları
351
Alman Marka Yasası (MarkenG) yardımı ile kötü niyetli marka
bildirimlerine karşı önlem alma olanağı yaratılmıştır:
Endüstriyel tasarım (= tescilli tasarım, estetik numune) yasasında
yapılan bir reform ile Madde 8 Fıkra 2 Bent 10 marka tesciline bir engel
olarak 01.06.2004 tarihinde Marka Yasası'nın kapsamına alınmıştır.
Böylece Patent ve Marka Dairesi'nin denetçisi için, açıkça kötü niyetli
olduğu görülen bildirimleri, başka bir deyişle kötü niyetliliğin açıkça
anlaşıldığı bildirimleri, bir üçüncü kişinin talebine dayalı olarak sonradan
açılan bir iptal davasını gereksiz kılmak için, reddetmesi olanağı
verilmiştir. Bu maddenin kapsamına, talebin iptalini öngören Madde 50
Fıkra 1 Bent 4'de olduğu gibi, özellikle markayı hile ile elde etme
durumları girmektedir. Eğer bildirimde bulunan, üçüncü kişilerin markayı
kullanmasını engellemek - "kapalı marka" - ya da böylece servet
avantajlarına erişmek - spekülasyona dayalı marka - için yalan bilgiler
veriyor veya koşulları gizliyorsa böylesi bir durum söz konusudur. Kötü
niyetlilik açıkça anlaşılır olmalıdır. Başka bir deyişle kötü niyetlilik
denetçi açısından normal olarak incelenmesi gereken konu dışında
başkaca tespitler olmaksızın da duruma ait koşullar temelinde belirgin ip
uçlarıyla kendisini kabul ettirmek zorundadır. Bu bağlamda özellikle, hak
sahibi olmayan kişilerin açıkça anlaşılır bir biçimde yaşamakta olan veya
ölmüş bulunan tanınmış kişilerin isimlerini veya resimlerini bildirdikleri
özel olaylar tespit edilmektedir. Böylece "Lady Di" bildirimi, eğer isim
sahibin hemen ölümünden sonraki geçmiş bir tarihte Madde 8 Fıkra 2
Bent 10 gereği bir tipiklik meydana gelmiş ise, doğrudan resmi yoldan
reddedilebilir. Aynı şekilde Mercedes marka araçlar için kullanılan "E-
Sınıfı" nın engellenmesi amacıyla "Classe E" markasının tescili normal
koşullar altında zaten daha inceleme işleminde engellenmiş olmalıdır. Bu
bağlamda bir ya da aynı kişi tarafından açıkça anlaşılabilir bir kullanım
amacı olmaksızın markaların stoklanması amacıyla yapılan belirgin
sıklıktaki bir bildirim denetçi için bir ip ucu olabilir (Federal Patent
Mahkemesi (BPatG) Patent- Numune ve Karakterizasyon İşlemleri
Gazetesi (BIPMZ) 2007, 86 ve takip eden sayfa - "Classe E").
Dr. Georg Fuchs - Wissemann
352
III. Kullanım markaları
Tescil edilmemiş markalar kullanım sayesinde Alıcı çevresi
bakımından geçerlilik kazanabilir ve bu sayede Alman Marka Yasası
Madde 4 Bent 2 gereği marka koruması elde edebilirler. Yalnızca tescil
işlemiyle hukuki koruma elde eden tescili markalardan farklı olarak,
sembolün kullanım yoluyla Alıcı çevresi bakımından geçerlilik
kazandığını ispat etmek prensip olarak zordur. Bu bakımdan markanın
korunmasını onaylayabilmek için Alıcı çevresi bakımından geçerliliğin
derecesinin ne olmasının gerektiğini son derece tartışmalıdır ve içtihada
göre kolaylıkla tespit edilemez. Kimin Markanın hitap ettiği alıcı çevresi
ait olduğu sorusu bu durum ile ilişkilidir. Bu bağlamda toplu tüketim
malları söz konusu olduğunda tüketicilerin geneli dikkate alınmalıdır.
Ayrıca Alıcı çevresi bakımından geçerliliğin derecesi bakımından markayı
taşıyan ürünlerin düzenli alıcıları olan bu tüketicilerin dikkate alınması
duruma bağlıdır. Aynı şekilde aynı kalite ve fiyat sınıfa ait rakip ürünlerin
alıcıları veya kullanıcıları olarak kabul edilen tüketiciler de hesaba
katılmalıdır, çünkü bu tüketicilerin dikkatleri rakip ürünlere de
uzanmaktadır.
(Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR)1982, 672; 674 "Kaliteli Sabunların Ambalajı") .
Bununla beraber genel olarak, mutlak bir korunmanın engellenmesi
durumunun ağır basmasının söz konusu olduğu (özellikle açıklayıcı
bilgiler) ve alt sınır olarak minimum % 50 oranında kendisini kabul
ettirme derecesinin olduğu ve yine Alman Marka Yasası (MarkenG)
Madde 8 Fıkra 3 'de açıklanan Alıcı çevresi bakımından ürünün
kendisini kabul ettirmesinden farklı bir Alıcı çevresi bakımından
geçerlilik durumunda daha az bir tanınırlık derecesi yeterlidir.
Açıklayıcı anımsatıcılığına (=benzerliğine) rağmen "Aqua" sembolü su
ısıtıcıları için % 36 oranındaki bir tanınırlık derecesine rağmen yeterli
bulunmuştur ( Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif
Hakları Dergisi(GRUR), 1969, 682). Büyük ölçüde % 20 oranındaki bir
tanınırlık en alt sınır olarak kabul edilmektedir ( Piper, Sınai Hakların
Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR), 1996, 429, 433). Şirket
Alman Marka Yasasına (Markeng) Gereği ve Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Gereği Avrupa Marka
Hukukuna Dayanılarak Verilen Yargı Kararlarında Tescilli Markalar, Kullanım Markaları ve İsim Hakları
353
bakımından işletmesel bir köken bilgisinin verilmediği renk
birleşimlerinde gerekli tanınırlık derecesi, Markanın hitap ettiği alıcı
çevresi renklerin kullanımına olan rezerv ihtiyacına göre, bu renklerin %
50 'den daha fazla bir oranla talep görmesiyle belirlenir (Federal Yargıtay
(BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1997,
754, 755 "gri/morumsu kırmızı ").
Alıcı çevresi bakımından mekansal geçerlilik de önemlidir. Alıcı
çevresi bakımından geçerlilik bölgesel olarak sınırlanmış olabilir. Bu
bakımdan hukuki koruma söz konusu bölgeyle ilişkili olarak
sınırlanmıştır. Bu yüzden aynı markalar farklı bölgeler içinde yanyana var
olabilmektedirler. Alıcı çevresi bakımından bölgesel geçerlilik elde etmiş
daha eski bir markaya dayanılarak daha yeni ve Federal Cumhuriyet
genelinde kullanılan bir marka aleyhine kullanımdan men yalnızca söz
konusu olan hukuki koruma altındaki bölge için talep edilebilmektedir (
Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR), 1991, 155, 156 "Rialto").
Buna karşın Federal Cumhuriyet genelinde kullanılan markalarda,
markanın doğrudan yalnızca konuyla ilişkili olan ve hak tecavüzünün yaşandığı
bölge içinde Alıcı çevresi bakımından geçerlilik kazanmış olması söz konusu
değildir. Alıcı çevresi bakımından geçerliliğin münferit yerlerde bulunmamasının
bir zararı yoktur.
Özellikle sorunlu olan - belirtildiği gibi - Alıcı çevresi bakımından
geçerliliğin tespitidir. Kullanım ve Alıcı çevresi bakımından geçerlilik
nedeniyle hukuki korumayı edinmesi gereken bir markadan yola çıkmak
isteyen biri, önceliğin tespiti için kullanımının başlangıç tarihi, süresi ve
kapsamı hakkında bilgiler vermek zorundadır. Bunun için hasılatların ilan
edilmesi yeterli değildir, çünkü bu türden bilgiler edinilmiş bir tanınırlık
hakkında henüz hiç bir şey ifade etmezler. Bu bakımdan özellikle çok daha
pahalı mallarda satılmış ürünlerin fazla büyük olmayan sayısı, Alıcı çevresi
bakımından uygun bir geçerliliğin sağlanması için yeterli olmayabilir. Bu
yüzden özellikle reklam giderleri önemli olabilirler.
Dr. Georg Fuchs - Wissemann
354
Alıcı çevresi bakımından geçerlilik prensip olarak kamuoyu araştırmasına
yönelik bilirkişi raporuyla kanıtlanır. Bu bağlamda Alıcı çevresi bakımından
geçerlilik, markayı kullanan belirli bir şirketle somut bir ilişkilendirmeye değil,
yalnızca markanın tanınırlığına bağlıdır.
Alman Marka Yasası (MarkenG) Madde 42 bundan böyle kullanım
markalarını, Topluluk Markası Yönetmeliği 'nin (GMV) hükümleri gibi
itiraz nedeni olarak ön görmektedir. Burada sorunlu olan - yukarıda
belirtildiği gibi - Alıcı çevresi bakımından geçerliliğin ispatıdır.
IV. Alman Marka Yasası 'na göre şirket unvanları
Alman Marka Yasası (MarkenG) Madde 5 Fıkra 2 prensip olarak şirket
unvanına hukuki korumayı kullanımın kabul edilmesinden itibaren sağlar:
Tescil edilmemiş markalarda olduğundan ve yine Topluluk Markası
Yönetmeliği (GMV) Madde 8 Fıkra 4 gereği şirket unvanlarında
olduğundan farklı olarak Alıcı çevresi bakımından bir geçerliliğe ihtiyaç
duyulmaz.
Bu hukuki koruma ve buna bağlı olarak yasaklama hakları prensip olarak
federal düzeyde Tüm Almanya içinde geçerlidir. Yalnızca eğer bir şirket
sembolünün mekansal hukuki koruma alanı doğası gereği sınırlandırılmış ise ve
yine ticari işletme doğası gereği yer veya bölgeye bağlı ise, bir yasaklama hakkı
yalnızca bu yer ya da bölge için geçerlidir (Federal Yargıtay (BGH) Sınai
Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 1993, 923, 924 "Pic Mic";
Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR) 995, 754, 757
„Altenburger Spielkartenfabrik"). Bu türden işletmeler yer tutucu ticarethaneler
olarak adlandırılmaktadır.
Bu durumu alıntılanmış bir vaka içinde açıklamak istiyorum:
Davacı şirket, Pic Nie Imbissbetriebe GmbH & Co. KG ( Pic Nie
Büfecilik Limitet Komandit Şirketi) unvanı altında Heidenheim Yerel
Mahkemesi Ticaret Sicil Kütüğüne 1981 yılında tescil edilmiştir. Davacı
Birinci büfecilik işletmesini 1981 yılında Ludwigsburg'da kurmuş ve
bunu 1982 yılında Heidenheim'da kurduğu ikinci işletme takip etmiştir. Davalı
şirket, 1983 yılından bu yana Münih Ana Tren Garında "Picnic" ismi altında
Alman Marka Yasasına (Markeng) Gereği ve Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Gereği Avrupa Marka
Hukukuna Dayanılarak Verilen Yargı Kararlarında Tescilli Markalar, Kullanım Markaları ve İsim Hakları
355
Fast-Food-ürünleri ve seyahat esnasında ihtiyaç duyulan malzemeleri satan bir
büfeyi işletmektedir.
Federal Yargıtay kararında istinaf mahkemesinin, davacının şirket
unvanının ayırt edici gücü bulunduğuna dair ön sorununu (= meselei
müstehhire; önceden halli lazım gelen mesele) onaylamıştır. Başka bir deyişle
bu unvanın davacının şirketine ait "bir restoran işletmesine" yönelik hizmetin
kökenine bir gönderme olarak işlev görmeye uygun olduğunu kabul etmiştir.
Bu bakımdan, Alman Marka Yasası (MarkenG) Madd 8 Fıkra 2 Bent 1 gereği
Alman Patent ve Marka Dairesi tarafından yapılan ayırt edicilik kuvvetinin
incelenmesi işlemi ziyadesiyle sıkı iken, Almanya'daki içtihadın ayırt edicilik
kuvvetinin onaylanmasında cömert davrandığına dikkat çekmek isterim.
Birden fazla birimden, başka bir deyişle birden fazla sözcük elemanlarından
oluşan iki adet şirket unvanı kıyaslanırken Alman Federal Yargıtayı da çok
cömert davranmaktadır. Bu bakımdan eğer her bir şirket sloganı birbirleri ile
örtüşüyor ise, bu durum karıştırma tehlikesinin saptanmsı için yeterlidir.
Böylece "Altenburger" sözcük elemanı "Altenburger Spielkartenfabrik
GmbH" (="Altenburg İskambil Kağıdı Fabrikası Limitet Şirketi") şeklindeki
şirket unvanı içinde şirket sloganı olarak görülmüştür. Aynı şekilde
"Altberliner Verlag GmbH" (= "Eski Berlin Yayınevi Limitet Şirketi")
şeklindeki şirket unvanı içindeki "Altberliner" sözcük elemanını Federal
Yargıtay, "Altberliner Bücherstube" (=Eski Berlin Kitabevi) şeklindeki
şirket unvanına karşı açılan davanın başarıyla sonuçlanmasını sağlayacak
biçimde bir şirket sloganı olarak kabul etmiştir (Federal Yargıtay (BGH) Sınai
Hakların Korunması ve Telif Hakları Dergisi(GRUR)1995, 755 "Altenburger
Spielkartenfabrik"; Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 1999, 492, 494 "Altberliner"). Son olarak zikredilen kararda
da ayırt edicilik kuvveti, her ne kadar marka bildirimlerinde prensip olarak
tescili engelleyen (Alman Marka Yasası Madde 8 Fıkra 2 Bent 2) coğrafi
tanımlamalar söz konusu olsa da, onaylanmıştır.
İlk olarak zikredilen "Pic Nic /Picnic" adlandırmalarıyla ilişkili
vak'aya geri dönersek: Burada Federal Yargıtay (BGH) davacı olan
şirketin şirket unvanının ayırt edicilik kuvvetine sahip olduğunu, "Picnic"
Dr. Georg Fuchs - Wissemann
356
sözcüğünün kişilerin beraberlerinde getirdikleri yiyecek ve içecekleri açık
alanda tükettikleri bir öğün anlamına geldiği, buna karşın davacının ifa
ettiği hizmetin bir büfede sunulduğu şeklindeki basit bir gerekçelendirme
ile onaylamıştır.
Bu davadaki önemli soru, davacının Federal Cumhuriyet genelinde
geçerli bir hukuki korumadan yararlanıp yararlanmadığıdır. Bu soru, davacının
yalnızca birbirlerine yakın şehirlerde iki adet büfe işletmesine sahip olduğu ve bu
durumun şirket unvanının bölgesel bir sınırlamaya tabi tutulması sonucunu
doğurduğu şeklindeki bir gerekçe ile yadsınmıştır.
Bu içtihat, restoran işletmelerinin oteller, eczaneler veya sinemalar
gibi, edinilen deneyimlere göre yalnızca belirli bir yerde veya belirli bir
bölgede gerçekleştirilen "alana bağlı ticarethaneler " veya "yer tutucu
ticarethaneler " olarak adlandırılan işletmeler olmasına dayanmaktadır.
Bu yüzden yüksek mahkemenin görüşüne göre "Pick Nie" şeklindeki
şirket unvanının federal düzeyde hukuki koruma elde etmesi yalnızca,
şirketin örneğin şube işletmeler biçiminde Federal Cumhuriyet genelinde
dağılmış olarak çeşitli işletmeleri kurmuş olması şartıyla söz konusu olur.
Bunun için hatta davacının bu türden restoranları Federal Cumhuriyet
genelinde ya da Almanya'nın önemli bölümlerinde açma yönünde
girişimlerde bulunması bile yeterli olabilir. Fakat vakada böylesi bir
durum söz konusu değildir.
V. Diğer isim hakları
Diğer isim hakları kişi isimleri de olabilir. Eğer tanınmış bir kişiliğin
ismini içeren markalar ve Domain-isimleri için bildirim yapılıyor ise bu durum
özel öneme sahip olabilir.
1) Markalar
Marka sahibi ile tanınmış bir ismin sahibi arasında ilişkiler bulunduğuna
dair tüketicilerin telkin edilmesi söz konusu ise, Alman Marka Yasası (MarkenG)
Madde 8 Fıkra 2 Bnet 4 gereği - yine aynı şekilde Topluluk Markası Yönetmeliği
(GMV) Madde 7 Fıkra 1 Bent g gereği - bir yanıltma tehlikesi dikkate alınabilir.
Kuşkusuz Alman Marka Yasası (MarkenG) yanıltma durumunun marka
dairesindeki denetçi için açıkça anlaşılır olması gerektiği koşulunu getirmektedir.
Alman Marka Yasasına (Markeng) Gereği ve Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Gereği Avrupa Marka
Hukukuna Dayanılarak Verilen Yargı Kararlarında Tescilli Markalar, Kullanım Markaları ve İsim Hakları
357
Böyle bir durum yoksa, ismin kullanılmasına onay verilebilir. Bu bakımdan tescil
hukukuna dayalı olarak hızlı ve basit yargılama usulüne dayalı davada denetçinin
açıkça bir onay talep edip edemeyeceği kuşkuludur.
Buna göre Federal Patent Mahkemesi (BPatG) ünlü serüven romanları
yazarının adını taşıyan "Karl May" markasının ve yine bu yazarın "Winnetou"
gibi eserlerinin isimlerini taşıyan markalar hakkında verdiği yeni bir kararında, telif
hukukuna dayalı koruma kalktıktan sonra aradan geçen zaman içinde kamunun
kullanımına açık hale gelen isimler bağlamında, marka olarak bildirimi yapılmış bir
isimden kimin yararlanabileceği sorusunun bir inceleme davasının konusu
olmadığına işaret etmiştir. (Federal Patent Mahkemesi (BPatG) Marka Hukuku
(MarkenR) 2008, 119, 123).
Daha henüz kötü niyetlilik 1997 yılında resmi daire tarafından dikkate
alınamaz iken, Federal Patent Mahkemesi 'nin "Lady Dy" davasında yaptığı gibi,
şayet bir onay bulunmuyor ise, prensip olarak isim sahipleri ya da isim
sahiplerinin varislerine kötü niyetli fiil nedeniyle iptal davası yoluna gitmeleri
yönünde dikkatlerinin çekilmesi gerekir.
Ayrıca isim sahibi bizzat veya onun varisleri dava açmak yoluyla yabancı
isimlerin haksız kullanımı karşı itiraz edebilirler. Bu bakımdan Alman Medeni
Kanunu Madde 12 haksız kullanıma karşı isim sahibine bir hukuki
koruma sağlanmasını ön görmektedir.
Leonardo da Vinci gibi önemli kişiliklerin isimleri bir özel durum
oluşturmaktadır. Kişi isimleri Alman Marka Yasası (MarkenG) Madde 3 Fıkra 1
gereği soyut olarak markaya uygun olsa da, Federal Patent Mahkemesi (BPatG)
ayırt edicilik bakımından somut uygunluğu yadsımıştır (Marka Hukuku
(MarkenR) 2008, 140). Leonardo da Vinci tüketiciler için büyük bir sanatçı ve
bilim insanı olarak bilindiği için, mahkemenin görüşüne göre onun ismi genel
kültürel mirasın bir parçasıdır. Bu türden isimler alıcı çevresi bakış açısından
marka niteliği taşımamaktadırlar.
2) Domain-isimleri
Yalnızca markalar konusunda değil, hak sahibi olmayan üçüncü kişilerin
bu türden yabancı veya tanınmış isimler altında internet adresi bildirimlerini
yapması da, aynı zamanda da internet adresleri konusunda da bir sorundur. Bu
Dr. Georg Fuchs - Wissemann
358
konuda bilinen örneklerden biri, uzun yıllar Saksonya Eyaleti Başbakanı olmuş bir
kişinin ismi ile başka bir deyişle Kurt Biedenkopf ismi ile ilişkilidir. Federal
Yargıtay güzel bir şekilde ön merci mahkemeler gibi domain isminin
kapatılmasına yönelik talebi reddetmiştir, çünkü burada yetkisiz bir isim kullanımı
değil, başka bir deyişle bir üçüncü kişinin isminin isim olarak kullanılması değil,
tam tersine yalnızca internet adresinin kullanılması için teknik bir koşul söz
konusudur. Mahkemenin görüşüne göre tescili yaptıran şirketin, özellikle yabancı,
bilinen isimlerin kullanımında olduğu gibi, birbirine zıt isim haklarını inceleme
gibi bir yükümlüğü yoktur. Çok sayıda Domain-isminin tescilinin mümkün
olduğunca hızlı, ucuz ve otomatikleştirilmiş bir yöntemle yönetilmesi,
mahkemenin görüşüne göre, bu türden işlevsel ve etkili bir tescil işleminin
devamlılığının sağlanması daha ziyade kamuoyunun yararınadır.
3) Sembol olarak çift işlevli Domain-isimleri (belirli bir şirkete
gönderme)
İnternet adresi yalnızca bir adres işlevi görmesi nedeniyle prensip olarak bir
marka veya şirket unvanı gibi bir sembol işlevine sahip değildir.
Bu konuda bir vaka daha açıklamak gerekirse:
Davacı şirketinin unvanını "Software + Computersysteme Soco" (=
"Yazılım + Bilgisayar Sistemşeri Soco") olarak adlandırmış ve "soco.de"
Domain-ismini kullanan davalıya karşı dava açmıştır. Federal Yargıtay (BGH)
"de" uzantısına rağmen, Markanın hitap ettiği alıcı çevresinin Domain-isimlerinde
ayırt edici kuvvete sahip bir sembolü görebileceğine dikkat çekmiştir. Bunun için
koşul, Domain-isminin ayırt edici kuvvete sahip olması, başka bir deyişle de
açıklayıcı olmamasıdır. Mahkemenin görüşüne göre, yalnızca bir Domain-isminin
sadece internet adresinin ismi olarak kullanıldığı işletmesel bir kökene gönderme
yapmaya uygun olması koşuluyla, Markanın hitap ettiği alıcı çevresi burada bir
telefon numarası gibi adres sahibi ile özdeşleştirebileceği, fakat işletmesel kökene bir
gönderme olarak kullanılmamış bir bilginin söz konusu olduğunu kabul etmektedir (
Federal Yargıtay (BGH) Sınai Hakların Korunması ve Telif Hakları
Dergisi(GRUR) 005, 262, 263 „soco.de").
Bu karar tümüyle sorunsuz bir karar değildir. Eğer Alman Marka Yasası
(MarkenG) Madde 5 gereği hukuki korumaya uygun şirket sembollerinin nihai
Alman Marka Yasasına (Markeng) Gereği ve Topluluk Markası Yönetmeliği (GMV) Gereği Avrupa Marka
Hukukuna Dayanılarak Verilen Yargı Kararlarında Tescilli Markalar, Kullanım Markaları ve İsim Hakları
359
olarak sayılmış olduğundan yola çıkılır ise, bir Domain-isminin yalnızca esasen
zorunlu bir kullanım nedeniyle ticari Markanın hitap ettiği alıcı çevresi içinde
niçin sembol korunmasından yararlanması gerektiğinin incelenmemesi
gerekmektedir. Aynı zamanda isim hakkı ve iletişim amacına hizmet eden bir
adres amaçtaki farkılık nedeniyle de birbirlerinden ayrılmaktadır.
Özet:
Umarım bu sunum, Avrupa Topluluğu içinde ne tam olarak
uyumlulaştırılmış bir yasal düzenlemeden ne de böylesi bir içtihattan yola
çıkılamayacağını anlaşılır kılmıştır. Bu durum yasayı uygulayanların, başka bir
deyişle özellikle yargıçlar ve avukatların önüne her zaman yeni sorunlar
çıkarmaktadır. Sizler de böylelikle özellikle Domain-isimlerinde olduğu gibi
yargı kararlarının (içtihadın) henüz gelişme aşamasında olduğunu başka bir
deyişle sorunsuz olmadığını öğrenmiş bulunuyorsunuz. Bununla beraber
şimdiye kadar olan içtihat bundan sonraki meselenin özüne uygun kararlar için
iyi bir örnek oluşturmaktadır. Aynı zamanda çalışmalarınız için sizlere teşvik
edici bilgiler verebildiğimi umuyorum. Bundan sonraki çalışmalarınızda sizlere
başarılar ve çok sayıda doğru kararlar verebilmenizi dilerim.
Dr. Georg Fuchs - Wissemann
360
361
MARKA HAKKINA TECAVÜZ DAVASI TESCİLLİ MARKA
VEYA MARKA TESCİL BAŞVURUSU BULUNDUĞU
SAVUNMASI VE YARGITAY UYGULAMASI MARKA
HAKKININ KAPSAMI
Fethi MERDİVAN
Madde 9 - Aşağıda belirtilen hallerde, marka sahibinin, izni alınmadan
markasının kullanılmasının önlenmesini talep etme yetkisi vardır:
a) Markanın tescil kapsamına giren aynı mal veya hizmetlerle ilgili
olarak, tescilli marka ile aynı olan herhangi bir işaretin
kullanılması,
b) Tescilli bir marka ile aynı veya benzer olan ve tescilli markanın
kapsadığı mal veya hizmetlerin aynı veya benzeri mal veya
hizmetleri kapsayan ve bu nedenle halk üzerinde, işaret ile tescilli
marka arasında bağlantı olduğu ihtimali de dâhil, karıştırılma
ihtimali olan herhangi bir işaretin kullanılması,
Aşağıda belirtilen durumlar, birinci fıkra hükmü uyarınca yasaklanabilir:
a) İşaretin mal veya ambalajı üzerine konulması.
b) İşareti taşıyan malın piyasaya sürülmesi veya bu amaçla
stoklanması, teslim edilebileceğinin teklif edilmesi veya o işaret
altında hizmetlerin sunulması veya sağlanması.
c) İşareti taşıyan malın gümrük bölgesine girmesi, gümrükçe
onaylanmış bir işlem veya kullanıma tabi tutulması.
d) İşaretin, teşebbüsün iş evrakı ve reklamlarında kullanılması.
e) İşareti kullanan kişinin, işaretin kullanımına ilişkin hakkı veya
meşru bir bağlantısı olmaması koşuluyla, işaretin aynı veya
benzerinin internet ortamında ticari etki yaratacak biçimde, alan
adı, yönlendirici kod, anahtar sözcük veya benzeri biçimlerde
kullanılması.
Ankara 2.Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi Hâkimi [email protected]
Fethi MERDİVAN
362
HÜKÜMSÜZLÜK HALLERİ
Madde 42 - Aşağıdaki hallerde markanın hükümsüz sayılmasına yetkili
mahkeme tarafından karar verilir:
a) 7 nci maddede sayılan haller. (Ancak 7 nci maddenin (ı) bendinde
belirtilen tanınmış markalarla ilgili davanın (Ek ibare: 4128 -
3.11.1995) " tescil tarihinden itibaren " 5 yıl içerisinde açılması
gerekir. Markanın tescilinde kötü niyet varsa iptal davası süreye
bağlı değildir.)
b) 8 inci maddede sayılan haller. (Ancak, 8 inci maddenin son fıkrası
çerçevesinde açılan davada önceki hak sahibi koruma süresinin
bitiminden itibaren 2 yıl içerisinde markasını kullanmamışsa bu
bir hükümsüzlük nedeni sayılmaz.)
MARKA HAKKINA TECAVÜZ
Bir markanın sahibinin izni olmadan başkası tarafından 556 sayılı
KHK’nın 9.maddesinin 1. fıkrasının a, b ve c bentlerinde öngörülen model
ve 2. fıkrasında örnek olarak sayılan şekillerde kullanılması marka
hakkına tecavüzdür.
Zira 556 sayılı KHK’nın 61/a maddesinde 9. madde hükümlerinin
ihlâli tecavüz olarak nitelendirilmiştir. Diğer yandan kullanma ile
neyin kastedildiği de 556 sayılı KHK’nın 9/2 maddesinde tescilli
markanın izinsiz biçimde ticari hayatta, iş evrakında, işletme
adında, unvanda ve ticari etki yaratacak biçimde alan adı ve web
sayfalarında kullanılması olarak ifade edilmiştir.
Tecavüzün varlığına hükmedebilmek için marka ile kullanılan
işaretin ve bunların emtia ve hizmetlerinin aynı ve benzer
bulunması ve iltibasa yol açması zorunludur.
1. İhtimal
TESCİLLİ
MARKA
TECAVÜZ
GERÇEKLEŞTİ
-TECAVÜZÜN TESPİTİ
-TECAVÜZÜN DURDURULMASI
-TECAVÜZÜN ÖNLENMESİ
-TECAVÜZÜN GİDERİLMESİ
-MADDİ TAZMİNAT
-MANEVİ TAZMİNAT
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu Bulunduğu Savunması
ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
363
YARGITAY 11. HUKUK DAİRESİNİN
04.11.2010 GÜN, 2009/766 ESAS ve 2010/11259 KARAR
sayılı hükmü ile aşağıda orijinal biçimleri görünen markaların
25, 36 ve 37. sınıftaki hizmetler bakımından iltibas yarattığı kabul
edilmiştir.
2. İhtimal
TESCİLLİ
MARKA
TECAVÜZ OLUŞTURAN BİR
İŞARET SONRADAN MARKA
OLARAK TESCİL EDİLMİŞ
-HÜKÜMSÜZLÜK
DAVASI AÇABİLİR
YARGITAY 11. HUKUK DAİRESİNİN
26.02.2007 GÜN, 2006/6149 ESAS ve 2007/3551 KARAR
sayılı hükmü ile aşağıda orijinal biçimleri görünen markalar
36. sınıftaki gayrimenkul komisyonculuğu vb. hizmetler bakımından
iltibasa sebebiyet vereceği kabul edilmiştir.
3. İhtimal
TESCİLLİ
MARKA
TECAVÜZ OLUŞTURAN BİR
İŞARET SONRADAN TİCARET
UNVANI
OLARAK TESCİL EDİLMİŞ
-TİCARET
UNVANININ TERKİNİ
DAVASI AÇABİLİR
Fethi MERDİVAN
364
YARGITAY 11. HUKUK DAİRESİNİN
16.01.2013 GÜN, 2012/85 ESAS ve 2013/810 KARAR
sayılı hükmü ile aşağıda orijinal biçimleri görünen davacı markasıyla
davalının ticaret unvanı 37. sınıftaki inşaat hizmetleri bakımından
iltibasa sebebiyet vereceği kabul edilmiştir.
FERMAK TURİZM YOL YAPI HAZIR
BETON NAKLİYAT SANAYİ VE TİCARET
LTD. ŞTİ.
4. İhtimal
I-TESCİLLİ
MARKA
İLTİBAS YARATAN
TİCARET UNVANI TESCİLİ
TİCARET UNVANININ
TERKİNİ DAVASI AÇABİLİR
II-TESCİLLİ
MARKA
UNVANSAL DA OLSA
KULLANIM
GERÇEKLEŞİRSE
TECAVÜZÜN ÖNLENMESİ,
REF’İ İLE MADDİ VE
MANEVİ TAZMİNAT
DAVASI AÇILABİLİR Mİ?
Yargıtay 11.Hukuk Dairesine
göre;
AÇILAMAZ!
YARGITAY 11. HD. GEREKÇESİ
Çünkü Yargıtay 11. Hukuk Dairesine göre;
Bir şirketin ticaret unvanının ayırıcı unsuru, başka bir kişiye ait marka
hakkına tecavüz oluştursa bile, unvanın şirketin iştigal mevzuu içerisinde
bulunan alanlarda kullanması hukuka aykırı değildir.
Marka hakkına tecavüz ve haksız rekabet oluşturmaz.
Başkasının marka hakkına tecavüz oluştursa bile usulen tescil ve ilân
edilmiş ticaret unvanı, terkin edilinceye kadar koruma altında olup,
sahibine kullanma hakkı bahşeder.
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu Bulunduğu Savunması
ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
365
Hukuka aykırı şekilde başkasının markasının, tescilsiz olarak unvan
olarak kullanımı veya terkine rağmen kullanımına devam olunması marka
hakkına tecavüz ve haksız rekabet yaratır.
(Yargıtay 11. HD.24.02.2000-620/1483; 03.07.2000-
5334/6307;28.11.2000-7300/9419)
5. İhtimal
TESCİLLİ
MARKA
BAŞKASI
SONRAKİ TARİHLİ
MARKAYA TECAVÜZ
OLUŞTURAN BİR
İŞARETİ MARKA
OLARAK TESCİL
ETTİRDİ
MARKAYI
KULLANMA
YA DA
BAŞLADI
SONRAKİ
TARİHLİ MARKA
SAHİBİNE KARŞI
TECAVÜZ
DAVASI
AÇILABİLİR Mİ?
YARGITAY 11. HUKUK DAİRESİNE GÖRE;
AÇILAMAZ!
YARGITAY 11. HD.GEREKÇESİ
TESCİLLİ BİR MARKANIN KULLANIMI
HUKUKA UYGUNDUR.
TESCİLLİ MARKANIN KULLANIMI, ANILAN MARKA BİR
HÜKÜMSÜZLÜK KARARIYLA SİCİLDEN TERKİN
OLUNMADIKÇA MARKA HAKKINA TECAVÜZ VE HAKSIZ
REKABET YARATMAZ
KULLANIMI DURDURULAMAZ.
(Yargıtay 11.HD. 26.11.2001-6361/9286; 05.02.2002-9120/896;
16.11.1995-7491/8600; 28.05.2007-5460/8093; 02.05.2011-12869/4304)
YARGITAY BU UYGULAMASINI
MÜTECAVİZİN KULLANIMININ MARKA TESCİLİNDEN ÖNCE
VEYA SONRA HANGİ TARİHTE BAŞLADIĞINI GÖZETMEKSİZİN
HER İHTİMALDE SÜRDÜRMEKTEDİR.
ÖRNEK
Fethi MERDİVAN
366
ÖNCEKİ
TESCİLLİ
MARKA
TESCİL
TARİHİ
SONRAKİ
MARKA
TESCİL
TARİHİ
KULLANIMIN
BAŞLADIĞI
TARİH
SONUÇ
01.01.2005
01.01.2012
01.01.2012
DAVA
REDDEDİLMELİ
01.01.2005
01.01.2012
01.01.2011
(Kullanım
başvurudan bir yıl
önce başladı)
DAVA
YİNE
REDDEDİLMELİ
01.01.2005
01.01.2012
01.01.2013
DAVA
REDDEDİLMELİ
SORU:
İKİNCİ İHTİMALDE 01.01.2011-01.01.2012 TARİHLERİ
ARASINDAKİ KULLANIM NİÇİN HUKUKA UYGUN?
6. İhtimal
(Mütecavizin marka tescil başvurusu)
TESCİLLİ
MARKA
BAŞKASI
SONRAKİ BİR TARİHTE
MARKAYA TECAVÜZ
OLUŞTURAN BİR
İŞARETİN TESCİLİ
AMACIYLA
MARKA TESCİL
BAŞVURUSUNDA
BULUNDU
BAŞVURU
KONUSU İŞARETİ
MARKASAL
OLARAK
KULLANMAYA
DA BAŞLADI
SONRAKİ TARİHLİ
MARKA TESCİL
BAŞVURUSU
SAHİBİNİN
FAALİYETİ
ENGELLENEBİLİR
Mİ?
YARGITAY 11. HUKUK DAİRESİNE GÖRE;
MARKA TESCİL BAŞVURUSU SONUCU BEKLENMELİ,
ŞAYET TPE TESCİLE KARAR VERİRSE DAVA REDDEDİLMELİDİR!
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu Bulunduğu Savunması
ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
367
YARGITAY 11. HD. GEREKÇESİ
556 Sayılı KHK'nın 40. maddesi uyarınca söz konusu başvurunun tescil
ile sonuçlanması halinde koruma süresi başvuru tarihinden itibaren
başlayacağından, tescil kesinleştiğinde davalının söz konusu kullanımının
dava tarihi itibariyle tescilli bir marka hakkından doğan kullanım
olacağının kabulü gerekir.
(Yargıtay 11.Hukuk Dairesinin 21.01.2013 gün ve E.2012/90,
K.2013/1110 sayılı kararı)
YARGITAY BU UYGULAMASINI
MÜTECAVİZİN KULLANIMININ BAŞVURUDAN ÖNCE VEYA
SONRA HANGİ TARİHTE BAŞLADIĞINI GÖZETMEKSİZİN
HER İHTİMALDE SÜRDÜRMEKTEDİR.
YARGITAY ESKİ KARARLARI
Yargıtay 11.Hukuk Dairesi 20.11.2002 gün ve E.2002/ 7150,
K.2002/10692 sayılı kararıyla mütecavizin kullandığı işaret için
tasarım tescil başvurusunda bulunmasını bir hukuka uygunluk
nedeni saymamıştı.
Son kararlarıyla hukuka uygunluk kabulünü başvurulara da teşmil
etmiş oldu.
ÖRNEK
ÖNCEKİ
TESCİLLİ
MARKA
TESCİL TARİHİ
SONRAKİ
MARKA TESCİL
BAŞVURU
TARİHİ
KULLANIMIN
BAŞLADIĞI TARİH
SONUÇ
01.01.2005
01.01.2012
01.01.2012
TPE SÜRECİ
BEKLENMELİ
01.01.2005
01.01.2012
01.01.2011
(Kullanım başvurudan
bir yıl önce başladı)
TPE SÜRECİ
BEKLENMELİ
01.01.2005
01.01.2012
01.01.2013
TPE SÜRECİ
BEKLENMELİ
Fethi MERDİVAN
368
SORU:
İKİNCİ İHTİMALDE 01.01.2011-01.01.2012 TARİHLERİ ARASINDAKİ KULLANIM
NİÇİN HUKUKA UYGUN?
BU DÖNEME İLİŞKİN EYLEME YÖNELİK DAVA NİÇİN TESCİL SÜRECİNİN
SONUCUNU BEKLESİN?
TPE BAŞVURU SÜRECİNİN SONU
TPE MARKA TESCİL
BAŞVURUSUNU REDDETTİ
HENÜZ TESCİL YOK
TPE MARKA TESCİL BAŞVURUSUNU
KABUL ETTİ
BAŞVURU TESCİL EDİLDİ
DAVA KABUL
DAVA RED
TPE RET KARARI SÜRECİN
SONU MU?
TPE TESCİL KARARI SÜRECİN SONU MU?
BAŞVURUCU
TESCİL İSTEMİNİN REDDİ
KARARININ İPTALİ
İSTEMİYLE
DAVA AÇABİLİR
ÖNCEKİ TARİHLİ MARKA SAHİBİ
TESCİLE DAİR TPE KARARININ İPTALİ
İSTEMİYLE
DAVA AÇABİLİR
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu Bulunduğu Savunması
ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
369
NASIL BİR UYGULAMA OLMALI?
Yargıtay 11.Hukuk Dairesinin kararlarına göre, önceden gerçek
hak sahibi adına bir marka tescili olsa bile, sonradan başka bir kişi
anılan markanın aynısını veya benzerini adına marka olarak tescil
ettirirse, gerçekleştireceği kullanım –başladığı tarih önemli değil-
hukuka aykırı olmayacak kabulüne dayanmaktadır.
Yüksek Daire bu uygulamasıyla, sonraki tescilden doğan hakkı,
önceki tescilden doğan mutlak hakka tercih etmiş olmaktadır.
556 SAYILI KHK YÜRÜRLÜĞE GİRME SÜRECİ
AVRUPA BİRLİĞİ, 89/104/AET sayılı Marka Yönergesini
21.12.1988 tarihinde ve 40/94 sayılı AB Marka Tüzüğünü de
20.12.1993 tarihinde vaz etmiş, böylece birlik içinde yeknesak bir
marka koruması sağlamıştır.
Bu korumayı Türkiye'de genişletebilmek maksadıyla AT-Türkiye
Ortaklık Konseyi tarafından, 06.03.1995 tarihinde 1/95 sayılı bir
karar verilmiştir.
Bu karar ile Türkiye, markaların korunması ile ilgili AB
devletlerinin akidi oldukları Uluslararası antlaşmalara (TRIPS
Anlaşması, Paris Sözleşmesi ve Nice Anlaşmasına) taraf olmak ve
89/104/AET sayılı Marka Yönergesini esas alarak markaları
düzenlemek taahhüdü altına girmiştir. (Hakan Karan/Mehmet
Kılıç, Markaların Korunması, 556 Sayılı KHK Şerhi ve İlgili
mevzuatKasım-2004, s.2) Ardından TBMM, 08.06.1995 tarihinde
4113 sayılı Yetki Kanununu kabul ederek, markalarla ilgili kanun
hükmünde kararname çıkarmak yetkisini Bakanlar Kuruluna
vermiştir.
4113 sayılı Yetki Kanununun 3. maddesinin (a) bendinde, söz
konusu yetki kullanılırken Avrupa Birliği düzenlemelerinin de göz
önünde bulundurulacağı açıkça öngörülmüştür.
Bakanlar Kurulu, almış olduğu yetkiye dayanarak 24.06.1995
tarihinde 556 sayılı “Markaların Korunması Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname’yi (KHK) kabul etmiştir.
Fethi MERDİVAN
370
Bu esnada 89/104/AET sayılı Marka Yönergesi baz alınarak,
40/94 sayılı AB Marka Tüzüğünün önemli bir kısmı kelime
kelime aynen tercüme edilmiştir. (Karan/Kılıç, s.2)
(556 sayılı KHK'nın mehazını oluşturan düzenlemelerle ilgili
AB'de 89/104 sayılı yönerge yerine 22.10.2008 tarihinde 2008/95
sayılı Yönerge; 40/94 sayılı Tüzük yerine de 26.02.2009 tarihinde
207/2007 sayılı tüzük yürürlüğe konulmuş olmakla birlikte
hükümler bire bir aynı olarak kalmıştır. Bu sebeple sonuca etkili
olmadığından mahkememiz yorumlarıyla ilgili eski yönerge ve
tüzük numaralarını kullanacaktır.)
Bu süreç sonunda yürürlüğe konulan ve temel hukuki kaynağı 556
sayılı KHK olan Türk Marka Hukuku, üç önemli ilkeye
dayanmaktadır.
a) Öncelik ilkesi,
b) Tescil ilkesi ve
c) Gerçek hak sahipliği ilkesidir.
Türk Marka Hukuku yalnızca tescil ilkesini değil, bununla
beraber ve hatta tescil ilkesinden daha öncelikli olarak, gerçek hak
sahipliği ilkesini benimsemiştir.
Anılan ilkenin doğal sonucu olarak önceden tescilsiz olarak
kullanılan bir işaretin marka olarak tescili kurucu değil, açıklayıcı
mahiyettedir. Bunun dışındaki hallerde ise tescil kurucudur.
ÖNCELİK İLKESİ
I- Öncelik İlkesi: Öncelik ilkesi uyarınca, bir marka ilk önce kim
tarafından ihdas ve istimal edilmiş ise bu kişi markanın sahibi olur.
556 sayılı KHK'nın 7/b, 8/a-b, 9/a-b, 8/3, 8/5 hükümlerinden bu ilke
açıkça anlaşılmaktadır.
Bu ilke, hem tescil başvuru yapılmasında ve hem de fiili
kullanımda geçerlidir.
Ticari hayatta hiç kullanımı olmayan bir işareti marka olarak
tescil ettirmek isteyen iki kişiden hangisi önce başvuru yaparsa,
önceliği o kazanır.
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu Bulunduğu Savunması
ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
371
Aynı şekilde, bir tescil olmadan aynı işareti kullanan iki kişiden o
işareti ilk defa ticaret hayatında kullanan korunur.
Hatta bu öncelik ilkesi, tescilli ve tescilsiz markalar ile ticaret
unvanı ve işletme adı gibi diğer sınai haklar arasındaki öncelik
bakımından da geçerlidir (Yargıtay 11. Hukuk Dairesi'nin
20.01.2001 gün ve 9368-640 sayılı kararı).
TESCİL İLKESİ
I. Tescil ilkesi: Türk Marka Hukuku -kural olarak- tescil ilkesini
benimsemiştir.
556 sayılı KHK’nın 6. maddesi gereğince, KHK ile sağlanan
marka koruması, tescil yoluyla elde edilir.
Fakat 556 sayılı KHK –tıpkı mehazı olan 89/104 sayılı AB marka
yönergesi ile 40/94 sayılı Topluluk Marka Tüzüğü gibi- tescil
ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmamış, bir işareti tescilden önce
kullanmış, herhangi bir hak kazandırıcı işleme tabi tutmuş veya
bu yönde hukuki durum kazanmış olan kişilerin haklarını tescile
üstün tutan hükümleri de kabul etmiştir.
İSTİSNALAR
556 SAYILI KHK M.7/SON; 7/İ; 25,25; 8/3; 8/5.
Ayırt edicilik kazanan işaretlerin korunmasına ilişkin madde
7/son; Paris Sözleşmesi 1. mükerrer 6. madde anlamındaki
tanınmış markalar ile ilgili madde 7/i; rüçhan hakları ile ilgili
madde 25-26; tescilli bir markaya nazaran tescil için başvuru
tarihinden veya rüçhan tarihinden önce bir hakkı olan ya da bu
işaret üzerinde sonraki markanın kullanımını yasaklama hakkı
veren tescilsiz marka veya ticaret sırasında kullanılan işaretlerin
sahibini koruyan madde 8/3; isim, fotoğraf, telif hakkı ve
herhangi bir sınai mülkiyet hakkını koruyan madde 8/5;
WIPO'daki ilk belirlemeyi yapan kişinin korunmasına ilişkin
Madrid Protokolü hükümleri bunlara işaret eder.
Fethi MERDİVAN
372
Bu istisnaların tümündeki ortak nokta, işaret üzerindeki hakkın tescilden
önce doğması, öncelikli hakkın her hal ve koşulda üstün tutulmasıdır.
Bu suretle kanun koyucu, -tıpkı mehaz düzenlemeler gibi- tescil
sisteminin getirdiği sakıncaları bertaraf etmek istemiş ve mevcut
sistemin adaletsizliklere yol açmasını önlemek için sistemi
yumuşatmıştır. Esasen mehaz düzenlemeler de tıpa tıp aynıdır.
ŞU HALE GÖRE TESCİL, ADINA GERÇEKLEŞEN KİŞİ
LEHİNE –AKSİ İSPAT EDİLEBİLEN- BİR HAK
SAHİPLİĞİ KARİNESİ YARATMAKTADIR.
GERÇEK HAK SAHİPLİĞİ İLKESİ
II- Gerçek hak sahipliği ilkesi: Aslında bu ilke 556 sayılı KHK'nın
tescil ilkesine getirdiği istisnaların doğal bir sonucudur.
Bu ilkeye göre bir işareti ilk defa düşünen ve bir mal veya
hizmetle bağlantılı olarak ilk defa kullanan kişi markanın sahibi
olmaktadır (556 sayılı KHK madde 8/3, 8/5, 7/i).
Bu ilke uyarınca bir işareti marka olarak öteden beri kullanan
kişinin gerçekleştirdiği tescil kurucu değil, açıklayıcıdır.
Buna karşın bir markayı ihdas ve istimal etmeksizin seçip tescil
ettirilen kişinin gerçekleştirdiği tescil ise kurucu etkiye sahiptir.
Öteden beri başkası tarafından kullanılan bir işareti marka olarak
tescil ettiren kişinin marka sahipliği ise şarta bağlıdır; gerçek hak
sahibi 556 sayılı KHK'nın 8/3, 7/i, 8/5 ve TTK'nın haksız rekabete
ilişkin hükümlerine dayanarak bu işaretin terkinini isteyebilir.
(Yargıtay 11 Hukuk Dairesi'nin 06.07.1998 gün E.1998/1734,
K.1998/5146; 07.10.1999 gün E.1999/1724, K.1999/7608;
24.10.2000 gün ve E.2000/5319, K.2000/8174; 19.04.2002 gün ve
E.2011/9903, K.2002/3699…sayılı kararları).
TÜRK MARKA HUKUKU'NUN VE ÖZELDE 556 SAYILI
KHK'NIN BENİMSEDİĞİ İLKELERİN HUKUKİ SONUÇLARI:
Birinci sonuç: Gerçek hak sahibinin öteden beri kullandığı bir işareti,
ondan habersiz tescil ettiren kişi, marka tescilinden doğan haklarını gerçek
hak sahibine ileri süremez.
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu Bulunduğu Savunması
ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
373
Bu ilke Yargıtay tarafından isabetli olarak sürekli biçimde
uygulanmaktadır (Yargıtay 11. Hukuk Dairesi'nin 19.10.2006 gün ve
E.2005/7175, K.2006/10658; 30.07.2007 gün ve E.2006/2771,
K.2007/10258; 27.09.2011 gün ve E.2010/2026, K.2011/11012…sayılı
kararları).
Bu halde davacının bir marka tescili vardır; ancak gerçek hak sahibine
karşı bu tescilden doğan haklar ileri sürülememekte ve onun eyleminin
durdurulması istenememektedir.
İkinci sonuç: Gerçek hak sahibinin daha önceden tescil ettirdiği bir
markayı, başka bir kişi sonradan tescil ettirirse, gerçek hak sahibi sonraki
tescilden etkilenmeksizin markanın kullanılmasının önlenmesini
isteyebilir. Zira sonraki tescil, önceki tescil sahibinin mutlak hakkını
ortadan kaldırmadığı gibi, tescilin ona sağladığı yetkileri de
daraltmamaktadır.
Aslında marka hukukunda teklik ilkesi vardır. Bir marka tescili varken,
sonradan aynısının veya iltibas yaratacak derecede benzerinin tescil
edilebilmesi mümkün değildir. Ancak bir vakıadır ki şu veya bu sebeple
idari makam TPE tarafından bu tür tesciller yapılabilmektedir
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi, anılan ilkelerin sonucu olan yukarıda
iki numara altında ifade edilen hukuki çıkarımı yapmamakta;
aksine 556 sayılı KHK'ya, mehaz düzenlemelere ve anılan hukuki
normlara dayalı olarak tesis edilen Avrupa Birliği Adalet Divanı
(ABAD) kararlarından tamamen farklı bir yorum tarzını
benimsemektedir.
Yargıtay 11.Hukuk Dairesi, kararlarında da ifade ettiği üzere,
gerçek hak sahibinin mutlak hakkına öncelik vermek yerine,
önceki tescile tecavüz ederek sağlanmış sonraki tescillere öncelik
verecek bir yorum ve uygulama yapmaktadır.
Bu yorum ve uygulama, sistematik olarak 556 sayılı KHK'ya
aykırı ve hatalıdır.
556 sayılı KHK'nın "Marka tescilinden doğan hakların kapsamı" kenar
başlığını taşıyan Madde 9 hükmünün 1.fıkrası aynen şöyledir: "Marka
Fethi MERDİVAN
374
tescilinden doğan haklar münhasıran marka sahibine aittir. Marka sahibi
aşağıda belirtilen fiillerin önlenmesini talep edebilir."
556 sayılı KHK'nın 9. maddesi gereğince bir markanın sahibinin
izni olmadan başkası tarafından 556 sayılı KHK'nın 9.
Maddesinin birinci fıkrasının a, b ve c bentlerinde ön görülen
model ve ikinci fıkrasında açıklandığı şekilde kullanılması marka
hakkına tecavüz teşkil etmektedir.
Hükümde, marka sahibinin engelleyebileceği eylemleri gerçekleştiren
kişinin (mütecavizin) bir marka sahibi olup olmaması arasında bir ayrım
yapılmamıştır.
Her hal ve koşulda marka sahibinin ihlal teşkil eden fiillerin
önlenmesini talep edebileceği ifade edilmiştir.
Hatta anılan hükme 21.01.2009 gün ve 5833 sayılı Yasanın
1.maddesiyle ilk düzenlemede yer almayan "Marka tescilinden
doğan haklar münhasıran marka sahibine aittir." ibaresinin
eklenmesi suretiyle, marka sahibinin hakkının mutlak karakteri
öncekinden daha baskın biçimde vurgulanmıştır.
Şu hale göre marka koruması isteyen kişi gibi, mütecaviz olduğu
ileri sürülen kişinin de bir marka tescilinin olduğu hallerde sorun,
anılan hükümle de ortaya konulan tescilde öncelik hakkı ve
gerçek hak sahipliği ilkeleri birlikte göz önüne alınarak
değerlendirilip çözümlenmelidir.
Böyle bir durumda anılan hükümlerin ortaya koyduğu ilkeler ve
556 sayılı KHK'nın 9.madde hükmü uyarınca;
a) Şayet mütecaviz olduğu ileri sürülen sonraki tarihli marka
sahibi davalı gerçek hak sahibi ise, önceki tescil sahibinin açtığı
dava reddedilmelidir. Bu gerçek hak sahipliğinin sağladığı hukuki
korumanın sonucudur. Yukarıda da ifade edildiği üzere Yargıtay
bu ilkeyi doğru ve istikrarlı biçimde uygulamaktadır.
Böyle bir durumda anılan hükümlerin ortaya koyduğu ilkeler ve
556 sayılı KHK'nın 9.madde hükmü uyarınca;
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu Bulunduğu Savunması
ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
375
a) Şayet mütecaviz olduğu ileri sürülen sonraki tarihli marka
sahibi davalı gerçek hak sahibi ise, önceki tescil sahibinin açtığı
dava reddedilmelidir. Bu gerçek hak sahipliğinin sağladığı hukuki
korumanın sonucudur. Yukarıda da ifade edildiği üzere Yargıtay
bu ilkeyi doğru ve istikrarlı biçimde uygulamaktadır
b) Aynı şekilde anılan hüküm gereğince, gerçek hak sahipliği de
bulunan önceki tarihli tescil sahibinin, sonraki tescil sahibi
mütecavize karşı açtığı kullanımın önlenmesi istemli dava da
kabul edilmelidir.
Çünkü gerçek hak sahipliği ve tescilin sağladığı mutlak hak,
sonraki tescile göre öncelik taşır.
Sonraki marka sahibinin de terkine kadar marka ile ilgili bir
mutlak haktan yararlanıyor olması, önceki marka sahibinin mutlak
hakkını ortadan kaldırmaz. Bu yönde bir sorgulama dahi
yapılmaz.
Zira gerçek hak sahibinin kullanım ve tescille doğan mutlak
hakkı, davalının sonraki tarihli tescili ile sona ermeyeceği gibi;
sağladığı hakların kapsamı da daralmaz.
Aksini kabul, öncelik ve gerçek hak sahipliği ilkelerini anlamsız
kılar.
Önceki marka hakkı sahibinin hakkının ileri sürülmesinin, davalı
markasının terkini şartına tabi tutulması, öncelikli tescil sahibine
sağlanan korumayı kağıt üzerinde bırakır.
Gerçekte ise bu hak, asla ileri sürülemez.
İşte Yargıtay, korumaya ilişkin hükmün bu hukuki sonucunu
hatalı olarak, tam aksi yönde uygulamaktadır.
Gerçek hak sahibinin önceki tarihli tescili ile sonraki tescilin
birlikte mevcut olduğu ve önceki hak sahibinin sonraki tescil
sahibinin kullanımının durdurulmasını istediği hallerde, hangi
tescile öncelik verileceği; bu durumda marka hakkına tecavüzün
önlenmesine karar verilip verilemeyeceği konusu, 556 sayılı
Fethi MERDİVAN
376
KHK'nın mehazı olan düzenlemelere sahip Avrupa Birliği
ülkelerinde de tartışılmıştır.
Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) 21.02.2013 gün ve C-561-
11 sayılı kararıyla böyle bir durumda, önceki tescil sahibinin
marka tescilinden doğan haklarını, sonraki marka sahibine karşı
ileri sürebileceğini, bunun için sonraki markanın tescilinin
hükümsüz kılınmasının gerekmediğini ve hatta sonraki tescil
sahibinin kötüniyetli olmasının da icap etmediğini içtihat etmiştir.
ABAD aynı ilkeye ilk olarak, tasarımlarla ilgili olarak tesis ettiği
kararında işaret etmiştir. (ABAD'ın 16.02.2012 gün ve C-488-10
sayılı kararı). Zaten ABAD son kararında ilk kararına referans
vermiştir.
Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) 21.02.2013 gün ve C-561-
11 sayılı kararıyla böyle bir durumda, önceki tescil sahibinin
marka tescilinden doğan haklarını, sonraki marka sahibine karşı
ileri sürebileceğini, bunun için sonraki markanın tescilinin
hükümsüz kılınmasının gerekmediğini ve hatta sonraki tescil
sahibinin kötüniyetli olmasının da icap etmediğini içtihat etmiştir.
ABAD aynı ilkeye ilk olarak, tasarımlarla ilgili olarak tesis ettiği
kararında işaret etmiştir. (ABAD'ın 16.02.2012 gün ve C-488-10
sayılı kararı). Zaten ABAD son kararında ilk kararına referans
vermiştir.
Anılan kararlar, Birlik Hukuku gereği Avrupa Birliği üyesi
ülkelerin yargı mercileri bakımından uyulması zorunlu bir yorum
kararıdır.
ABAD'ın anılan kararının ülkemiz ve mahkemelerimiz için
hukuki yönden bağlayıcı olmadığı ileri sürülebilir.
Bu görüş kısmen doğrudur. Elbette anılan kararın ülkemiz ve
mahkemeleri için doğrudan bağlayıcılığı yoktur.
Ancak unutulmamalıdır ki anılan karar, ülkemizde yürürlükte
bulunan 556 sayılı KHK'nın mehazını oluşturan ve tamamen aynı
biçim ve nitelikteki düzenlemelere göre tesis edilmiştir.
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu Bulunduğu Savunması
ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
377
556 sayılı KHK'nın uygulanmasında, mehazı olan Birlik
Hukukunun ve anılan hukukun yorumlanmasında en yüksek yargı
mercii olan ABAD'ın içtihatlarının benimsenmesi, aslında hem
556 sayılı KHK'nın çıkarılmasına dayanak oluşturan 4113 sayılı
Yetki Kanununun ve hem de 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi kararı
ile tarafı bulunduğumuz Roma Sözleşmesi'nin gereğidir.
Zira anılan düzenlemeler Türkiye'de, AB ile eş düzeyde bir
uygulama ve korumayı hedeflemektedir. Bu nedenle anılan
uygulama ve kararların tamamen göz ardı edilmesi, mevcut 556
sayılı KHK hükümlerinin -tıpkı yargılama konusu olayda olduğu
gibi- yanlış yorumlanması ve uygulanmasını beraberinde
getirecektir.
ABAD'ın anılan kararından sonra ülkemizde de bununla ilgili ve
anılan kararla paralel sonuç doğuran olumlu bir gelişme olmuştur.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tasarımlarla ilgili olarak
27.03.2013 gün ve E.2013/11-209, K.2013/399 sayılı kararıyla,
aynı ilkeyi ortaya koyan ABAD'ın 16.02.2012 gün ve C-488/10
sayılı kararıyla uyumlu bir karar tesis ederek hukukumuzda yeni
ufuklar açmış ve Yargıtay 11.Hukuk Dairesinin aksi yöndeki
görüşünü reddetmiştir.
ABAD'ın anılan kararından sonra ülkemizde de bununla ilgili ve
anılan kararla paralel sonuç doğuran olumlu bir gelişme olmuştur.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tasarımlarla ilgili olarak
27.03.2013 gün ve E.2013/11-209, K.2013/399 sayılı kararıyla,
aynı ilkeyi ortaya koyan ABAD'ın 16.02.2012 gün ve C-488/10
sayılı kararıyla uyumlu bir karar tesis ederek hukukumuzda yeni
ufuklar açmış ve Yargıtay 11.Hukuk Dairesinin aksi yöndeki
görüşünü reddetmiştir.
Yargıtay 11.Hukuk Dairesi kararlarında 556 sayılı KHK'nın 39 ve
40. madde hükümlerine de istinat etmiştir.
Fakat anılan hükümlerin de gerçek hak sahipliğini ve öncelikli
tescilin korunmasına ilişkin 556 sayılı KHK'nın diğer
Fethi MERDİVAN
378
hükümleriyle birlikte ve bir bütün olarak göz önüne alınarak
yorumlanması gerekmektedir.
Anılan hükümler, gerçek hak sahibinin tescilinin hukuki etkisinin
başvuru tarihinden itibaren doğacağına işaret etmektedir. Yoksa
mütecaviz konumunda olanların tescillerinin, gerçek hak
sahiplerinin önceki tescillerine tercih edileceğine veya
mütecavizlerin eylemlerinin hukuka uygun hale geleceğine değil.
Gerçek hak sahipliği de olan marka sahiplerini korumak için kesin
ve emredici hükümler sevkini zorunlu gören kanun koyucunun,
bunun tam aksine mütecavizlerin eylemlerinin hukuka
uygunluğuna imkan sağlayan bir yasa hükmünü yürürlüğe
koyması zaten mümkün değildir.
556 sayılı KHK'nın 39 ve 40.madde hükümleri de gerçek hak
sahipliğini koruyan hükümlerdir. Yoksa gerçek ve öncelikli hak
sahibinin mutlak hakkını, sonraki mütecavizin tesciline göre geri
plâna itmeyi gerektiren hükümler değildir.
SADECE
HAKSIZ REKABETE DAYALI DAVA AÇILMASI YOLUNUN
KULLANILMASI SORUNU ÇÖZER Mİ?
Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin kararları uyarınca, öteden beri bir
tanıtım işaretini tescilsiz marka olarak kullanan hak sahiplerinin,
mütecavizlere karşı açacağı haksız rekabete dayalı tecavüzün men
ve ref’ine ilişkin davalarda da, yukarıdaki hukuka aykırı aynı
sakıncaları beraberinde getirecektir.
Zira mütecaviz, gerçek hak sahibinin tescilsiz kullandığı işaretin
tescili için bir marka başvurusu yaptığında, tıpkı tescilli marka
sahibi gibi aynı akıbete uğrayacaktır.
Dolayısıyla cevap: hayır!
«Mütecavizin marka tescil başvurusunu bekleyelim, başvuru
tescil edilirse davayı reddedelim" anlayışı doğru değildir.
“Yargısal yetkisi bulunmayan TPE'deki görevlilerin -tescile
yönelik- tasarrufu mahkeme kararının hukuka uygunluğunu
Marka Hakkına Tecavüz Davası Tescilli Marka veya Marka Tescil Başvurusu Bulunduğu Savunması
ve Yargıtay Uygulaması Marka Hakkının Kapsamı
379
ortadan kaldıramayacak ve yargılamanın uyuşmazlığı sona erdiren
kararının akıbetini değiştiremeyecektir. Aksi hâlde yargılama
makamlarının kararlarının mukadderatı, idarî kurumların şu veya
bu saikle verdiği kararların sonucuna bağlanmış olur ki bu kabul
edilemez.”
Zira bu sonuç, yargı yetkisinin devri sonucunu doğurur.
Oysa hukuk devletinde mahkemeler, kendilerine intikal eden
hukuki uyuşmazlıklar hakkında -şu veya bu sebeple öteleme
yapmaksızın- bugün bir karar verirler; anılan karar kesinleşir ve
diğer idari makamlar bu kararlara uygun idari işlem tesis ederler.
Zira 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 138 ve
devamı madde hükümlerinde emredici nitelikte olan bu ilke
ortaya konulmuştur.
Oysa hukuk devletinde mahkemeler, kendilerine intikal eden
hukuki uyuşmazlıklar hakkında -şu veya bu sebeple öteleme
yapmaksızın- bugün bir karar verirler; anılan karar kesinleşir ve
diğer idari makamlar bu kararlara uygun idari işlem tesis ederler.
Zira 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 138 ve
devamı madde hükümlerinde emredici nitelikte olan bu ilke
ortaya konulmuştur.
Dinlediğiniz için teşekkürler…
Fethi MERDİVAN
Ankara 2.Fikri ve Sınai Haklar
Hukuk Mahkemesi Hâkimi
Fethi MERDİVAN
380
381
RECENT DECISIONS OF THE TURKISH COURT OF
CASSATION
CONCERNING TRADEMARK LAW
MARKA HUKUKUNA İLİŞKİN YARGITAY KARARLARI
Levent YAVUZ
ABSOLUTE AND RELATIVE GROUNDS
FOR
REFUSAL OR INVALIDITY
&
”SERIAL TRADEMARK EXCEPTION”
HÜKÜMSÜZLÜK DAVALARINDA MUTLAK VE NİSPİ RET
NEDENLERİ
&
“SERİ MARKA İSTİSNASI”
Developed by Turkish Case Law in the light of;
Aşağıdaki ilkeler ışığında geliştirilen Türk İçtihat Hukuku;
”Honest Concurrent Use of trademarks”, (” Dürüst
Kullanım”)
”Acquired Rights (Doctrine of acquiescence)”, (“Kazanılmış
Haklar”)
”Balance of Convenience and Legal Interests” (”Hak ve
Menfaatler Dengesi”)
on the identical or confusingly similar trademarks registered by
different undertakings
Judge Member of the 11
thChamber of Court of Cassation / Yargıtay 11. Hukuk Dairesi Üyesi
Levent YAVUZ
382
CASE (2004/483 – 2006/317)
Background :
a) Claimant’s word mark : ECE (registered in 1989) ECE
(Davacının 1989’da tescil edilen kelime markası
b) Defendant’s trademark:
“ECE + Crown(device)”
(registered first in 1994)
(Davalının İlk kez 1994’te tescil edilen “Ece + Taç
Şekli” markası )
1994
TR 2000/28457 TR 2000/28458
Marka Hukukuna İlişkin Yargıtay Kararları
383
CASE (2004/483 – 2006/317)
“ECE” (1989) v.
ECE + Crown (device)
+ Ecelady”
(registered in 2000) TR
2000/28457
ECE + Crown (device) +
Ecetoff” (registered in 2000) TR
2000/28458
Decree Law No. 556 Pertaining
to the Protection of Trademarks
(in force as from June 27, 1995)
ABSOLUTE Grounds for
Refusal for Registration of a
Trademark
Article 7/1-(b) Trademark
identical or confusingly similar
with which cannot be
distinguished from a trademark
registered earlier or with an
earlier filing date for registration
in respect of an identical or same
type of product or services shall
not be registered as a trademark
RELATIVE Grounds for Refusal
for Registration of a Trademark Article 8/1-(b) If because of its
identity with or similarity to a
COUNCIL REGULATION (EC)
No: 207/2009 on the Community
Trade mark
Article 8- Relative Grounds for
Refusal
1- Upon opposition by the
proprietor of an earlier trade
mark, the trade mark applied
shall not be registered:
(a) if it is identical with the
earlier trade mark and the goods
or services for which registration
is applied for are identical with
the goods or services for which
the earlier trade mark is
protected;
(b) if because of its identity with
or similarity to the earlier trade
mark and the identity or
Levent YAVUZ
384
CASE (2004/483 – 2006/317)
a) Parties both have the right over ”ECE” sign because of their
earlier trademarks registered in 1989 and 1994,
(Tarafların 1989 ve 1994 tarihlerinde tescil edilen
markalarına dayalı olarak “ECE” kelimesi üzerinde marka
hakkı sahipliği)
b) No conflict between the parties (from 1994 to 2004),
(1994’ten 2004’e kadar taraflar arasında herhangi bir
uyuşmazlık çıkmaması)
c) Honest concurrent use, ( eş zamanlı ve dürüstçe kullanım)
d) Acquired rights, (kazanılmış haklar)
e) Legal interests of the parties.(taraflar arasındaki hak ve
menfaatler dengesi)
trademark which has an earlier
application date or a registered
trademark and because of the
identity or similarity of the goods
and services covered by the
trademarks there exists a likelihood
of confusion on the part of the
public and the likelihood of
confusion includes the likelihood
of association with the registered
trademark or with the trademark
which has an earlier application
date shall not be registered.
similarity of the goods or services
covered by the trademarks there
exists a likelihood of confusion on
the part of the public in the
territory in which the earlier
trade mark is protected; the
likelihood of confusion includes
the likelihood of association with
the earlier trade mark.
INVALIDITY Article 42- A registered trademark shall be declared
invalid by the court in the following cases;
a)where in breach of Article 7, (However, in the action regarding
well-known trademark as specified subparagraph (i) of Article 7 has
to be instituted within 5 years from date of registration. If there is
bad faith time limit shall not apply.)
b) where in breach of Article 8,
Marka Hukukuna İlişkin Yargıtay Kararları
385
CASE (2004/483 – 2006/317)
Defendant’s aim (by registering the later
trademarks and in
2000)
a) creating a likelihood of confusion & unfair competition with
the Claimant’s trademark ”ECE” ?
OR
b) creating serial trademarks in good will, maintaining the
identity of first trademark registered in 1994 ?
Davalının 2000 yılında Ecelady ve Ecetoff markalarını tescil
ettirmesindeki amacı:
a) davalının “ECE” markası ile iltibas tehlikesi ve haksız rekabet
yaratılması mı?
b) yoksa önceki markanın asli unsurunun korunduğu seri
markalar yaratmak mı?
1994
TR2000/28457
TR2000/28458
SERIAL TRADEMARKS or NOT ?
SERİ MARKA MI? DEĞİL Mİ ?
Levent YAVUZ
386
CASE (2004/483 – 2006/317)
HONEST CONCURRENT USE (EŞZAMANLI ve DÜRÜST
KULLANIM)
Parties both might innocently use competing marks on similar
goods and services for a long period of time. (Tarafların tescilli
markalarını aynı piyasada uzunca bir süredir benzer mal ve
hizmetler üzerinde dürüstçe kullanımı)
The criteria of honest concurrent use, Dürüst kullanımın
ölçütleri;
• length of use, (i) kullanım süresi,)
• coverage of use (area), (ii)coğrafi kullanım alanı,)
• degree of confusion (intensive or not), (iii) iltibas derecesi
“yoğun veya değil)
• perception of the average consumer (iv)ortalama
tüketicinin algılaması)
CASE (2004/483 – 2006/317)
SERIAL TRADEMARKS
as series of marks, look like / similar to each other as to their
basic elements of sign, (asli unsuru bakımından birbirinin
aynısı ya da benzeri olan markalar serisi)
differ only as to elements which are not substantially affecting
the main identity of the trademark. (sadece markanın temel
kimliğini etkilemeyen unsurlarda farklılık)
Marka Hukukuna İlişkin Yargıtay Kararları
387
1994
TR2000/28457
TR2000/28458
SERIAL TRADEMARKS or NOT?
LIABILTY OF INTERNET SERVICE PROVIDER
İNTERNET SERVİS SAĞLAYICISININ SORUMLULUĞU
CASE (2009/167 – 2010/41)
LANCÔME
V.
“www.gittigidiyor.com”
(www.gonegoing.com)
Decree Law No. 556 Pertaining to the Protection of Trademarks (in force
as from June 27, 1995)
* INFRINGEMENT
Article 61- Following shall be considered infringement of a trademark,
a. violations of Article 9,
b. use of the same or confusingly similar trademark without the
consent of the proprietor of the trademark,
c. where being aware or should be aware that the trademark
plagiarized, to sell, to distribute or to put to commercial use or to
Levent YAVUZ
388
import or to keep in possession for these purposes the goods
carrying the infringed Trademark,
d. to participate or to assist or to encourage or to facilitate in
whatever form the acts referred in subparagraphs (a), (b), (c).
(abolished in 21.01.2009)
Article 62- A propretior of trademark whose rights have been infringed
may in particular appeal for the following at the court:
a) for the cessation of the acts of infringement,
b) appeal for remedies of infringement and request compensation for
damages incurred,
CASE (2009/167 – 201041)
Notice / takedown procedure necessary before filing the case ?
Dava açılmadan önce ihtarname (uyar / kaldır) her koşulda gerekli mi?
LIABILTY OF INTERNET SERVICE PROVIDER
Developed by Turkish Case Law in the light of;
Aşağıdaki ilkeler ışığında geliştirilen Türk İçtihat Hukuku;
”Notice/takedown principle”, (“Uyar/kaldır ilkesi”)
”Negligence for moral and economic compensation for damages
incurred”, (“Zarar nedeniyle maddi ve manevi tazminat için
kusurun varlığı”)
”but, no need notification for still ongoing trademark violation
(counterfeiting) in the web site”.(ancak dava açıldıktan sonra dahi
fiilen devam etmekte olan marka ihlali bakımından ihtar koşuluna
gerek olmadığı”)
CASE (2009/167 – 2010/41)
Notification/takedown procedure necessary before filing the case ?
for economic and moral compensation? YES
for cessation of the infringing acts by removing the illegal content
still occuring via the service provider’s website? in principle:
YES (in actuel case; NO)
Marka Hukukuna İlişkin Yargıtay Kararları
389
Dava açılmadan önce uyar/kaldır (ihtarname) her koşulda gerekli mi?
Maddi ve manevi tazminat için? EVET
İnternet servis sağlayıcısının web-sitesinde ihlal oluşturmakta
olan içeriğin kaldırılması suretiyle tecavüzün sona erdirilmesi
için? İlke: EVET (Ancak, somut uyuşmazlıkta dava dilekçesi
yeterli)
TRADEMARK REGISTRATION IN BAD FAITH
CASE
(HGK 2008/11-501 - 2008/507)
AMG Compagnie SA
Mr. Sendoğan. O... (trademark no: 2001/21313)
V
TRADEMARK REGISTRATION IN BAD FAITH
A. Legal Base on Bad Faith in Trademark Law (No:556)
Opposition
Article 35- Notice of opposition to the registration of trademark on
the grounds that it may not be registered under the provisions of the
Articles 7 and 8, and notice of opposition on the grounds that there exits
bad faith in the application shall be submitted within three mont of the
publication of the application.
Invalidity
Article 42-- ...... No provision
Although bad faith is a opposition
ground in trademark application
process before TPE, the Article 42
is silent about invalidity of
trademark registered in bad faith.)
Levent YAVUZ
390
B. Legal Base on Bad Faith in Turkish Civil Law (Turkish Civil
Code No: 4721)
Article 2- Everyone shall obey the rules of honesty in fulfilling the
rights and obligations.
Clearly misuse of a right is not protected by the rule of law.
CASE
(HGK 2008/11-501 - 2008/507)
Acting in bad faith at the time of application is an opposition
ground according to Article 35 of Turkish Decree Law,
BUT
It is not a ground for invalidity according to Article 42 of
Turkish Decree Law.
TRADEMARK REGISTRATION IN BAD FAITH
A- Legal Base on Bad Faith in Trademark Law (No:556)
Opposition
Article 35- Notice of opposition to the registration of trademark
on the grounds that it may not be registered under the provisions of
the Articles 7 and 8, and notice of opposition on the grounds that
there exits bad faith in the application shall be submitted within
three mont of the publication of the application.
Invalidity Article 42-- ...... No provision
(Although bad faith is a
opposition ground in trademark
application process before TPE,
the Article 42 is silent about
invalidity of trademark registered
in bad faith.)
B- Legal Base on Bad Faith in Turkish Civil Law (Turkish Civil Code
No: 4721)
Article 2- Everyone shall obey the rules of honesty in fulfilling the
rights and obligations.
Clearly misuse of a right is not protected by the rule of law.
Marka Hukukuna İlişkin Yargıtay Kararları
391
CASE
(HGK 2008/11-501 - 2008/507)
Decision of the General Board in Civil Law of the Turkish
Court of Cassation;
Article 2 of the Turkish Civil Code is a general and basic rule not
to protect bad faith. Therefore acting in bad faith at the time of
application had to be one of the grounds for invalidity according
to the general principles of rule of Law.
BOUNDARIES OF THE EXAMINATIONS OF THE TRADEMARK
APPLICATIONS ”EX OFFICIO” BY TURKISH PATENT
INSTITUTE
TÜRK PATENT ENSTİTÜSÜ’NÜN MARKA BAŞVURUSUNU
RE’SEN İNCELEME YETKİSİNİN SINIRLARI
BOUNDARIES OF THE EXAMINATIONS OF THE TRADEMARK
APPLICATIONS ”EX OFFICIO” BY TURKISH PATENT
INSTITUTE
ABSOLUTE Grounds for Refusal for Registration of a
Trademark
Article 7/1-(b) Trademark identical or confusingly similar with which can
not be distinguished from a trademark registered earlier or with an earlier
filing date for registration in respect of an identical or same type of
product or services shall not be registered as a trademark
RELATIVE Grounds for Refusal for Registration of a
Trademark
Article 8/1-(b) If because of its identity with or similarity to a trademark
which has an earlier application date or a registered trademark and
because of the identity or similarity of the goods and services covered by
Levent YAVUZ
392
the trademarks there exists a likelihood of confusion on the part of the
public and the likelihood of confusion includes the likelihood of
association with the registered trademark or with the trademark which has
an earlier application date shall not be registered.
Examination as to Absolute Grounds for Refusal
Article 32- The Institute upon concluding that there are no deficiences in
the conditions of filing, the application shall be examined whether it is
eligible for registration within the provisions of Article 7 in respect of all
or parts of goods and sevices to be registered. The application found
ineligible shall be refused under Article 7 in respect of all or part of those
goods and services.
CASE (2010/8474 – 2012/9165)
EARLIER MARKS
1) “ultra ulaşım-trafik + şekil”
(the ultra transport-traffic + device)
2) “ultra elektrikli ev aletleri”
(the ultra electrical home appliances
3) “PKS ultra”
Later Application (Rejected ex-officio
Art. 7/1-(b)
EARLIER MARKS
1) “sssss sssselekssss”
2) “seleks kargo seleks lojistik
– selX cargo selX logistics”
Later Application (Rejected
ex-officio Art. 7/1-(b)
Marka Hukukuna İlişkin Yargıtay Kararları
393
BOUNDARIES OF THE EXAMINATIONS OF THE TRADEMARK
APPLICATIONS ”EX OFFICIO” BY TURKISH PATENT
INSTITUTE
* ABSOLUTE Grounds for Refusal for Registration of a Trademark
Article 7/1-(b) Trademark identical or confusingly similar with which
can not be distinguished from a trademark registered earlier or with
an earlier filing date for registration in respect of an identical or
same type of product or services shall not be registered as a
trademark
* RELATIVE Grounds for Refusal for Registration of a Trademark
Article 8/1-(b) If because of its identity with or similarity to a trademark
which has an earlier application date or a registered trademark and
because of the identity or similarity of the goods and services covered by
the trademarks there exists a likelihood of confusion on the part of the
public and the likelihood of confusion includes the likelihood of
association with the registered trademark or with the trademark which has
an earlier application date shall not be registered.
* Examination as to Absolute Grounds for Refusal
Article 32- The Institute upon concluding that there are no deficiences in
the conditions of filing, the application shall be examined whether it is
eligible for registration within the provisions of Article 7 in respect of all
or parts of goods and sevices to be registered. The application found
ineligible shall be refused under Article 7 in respect of all or part of those
goods and services.
If further examination is needed whether there is a likelihood of confusion
on the part of public;
Levent YAVUZ
394
In this case, it will be subject to Article 8/1-(b) which regulates relative
grounds for refusal depends on the third parties opposition after
publication of a trademark application.
Eğer, halk arasında iltibas tehlikesine yol açılıp açılmayacağı hususunda
daha ileri bir inceleme yapılması gerekiyor sa;
Bu durumda, marka tescilinde nispi ret nedeninin düzenlendiği ve
başvurunun ilanı üzerine de üçüncü kişilerin itirazına bağlı olan 8/1-(b)
maddesine konu olacaktır.
TO SUM UP,
Article 7/1-(b) can be narrowly applicable “ex-officio“ and in limited
conditions by TPI; if only the identicalness or confusingly similarity is
UNDOUBTEDLY OBVIOUS between the trademarks.
Sonuç olarak,
TPE tarafından 7/1-(b) maddesinin “re’sen” uygulanması, ancak markalar
arasındaki aynılık ya da ayırt edilemeyecek derecede benzerliğin
tartışmasız derecede açık olduğu hallerle sınırlı olarak yapılabilir.
EARLIER MARKS
1) “ultra ulaşım-trafik + şekil”
(the ultra transport-traffic + device)
2) “ultra elektrikli ev aletleri”
(the ultra electrical home appliances
4) “PKS ultra”
Later Application (Rejected ex-officio
Art. 7/1-(b)
EARLIER MARKS
3) “sssss sssselekssss”
4) “seleks kargo seleks lojistik
– selX cargo selX logistics”
Later Application (Rejected
ex-officio Art. 7/1-(b)
Marka Hukukuna İlişkin Yargıtay Kararları
395
RECENT DECISIONS OF THE TURKISH COURT OF
CASSATION
CONCERNING TRADEMARK LAW
THANK YOU
FOR YOUR ATTENTION
Levent YAVUZ
Judge
Member of the 11th
Civil Chamber of Court of Cassation
Levent YAVUZ
396
397
FİKRİ ve SINAİ HAKLARDA İHTİYATİ TEDBİRLER
Türkay ALICA
Geçici Hukuki Korumalar
1-İhtiyati Tedbirler
2-Delil Tespiti
3-Diğer Geçici Hukuki Korumalar
a)Gümrükte geçici el koyma
b)Mal veya haklarla ilgili defter tutulması
c)Mühürleme
d)İhtiyati haciz, muhafaza, geçici düzenleme gibi diğer koruma
tedbirleri yönünden diğer kanunlardaki hükümler
İhtiyati Tedbirler
– İhtiyati tedbirler, esasa ilişkin bir davanın açılmasından önce
başlayıp, kesin hükme kadar devam edebilen, tarafların hukukî
durumlarında meydana gelebilecek zararlara karşı öngörülmüş,
geçici nitelikte, hukukî koruma önlemleridir.
– Nedeni: Dava usulü ne kadar hızlı olursa olsun belirli aşamaların
tamamlanmasını ve daha uzun bir zamanı gerektirmesi
İhtiyati Tedbirler ve Yasal Dayanak
Fikri mülkiyet mevzuatındaki özel düzenlemeler
– FSEK m. 66/4 ve 77
– Sınai mülkiyet mevzuatındaki özel hükümler
• Marka KHK m. 76-78
• Patent KHK m. 151-153
• Tasarım KHK m.63-65
Ankara 3. FSHHM Hakim
Türkay ALICA
398
HMK'daki genel hükümler
– HMK m. 389-399
İhtiyati Tedbir Koşulları
1. İhtiyati Tedbir Talebi
2.Tedbir Sebebinin açıklanması
3.İddiaların Kuvvetle Muhtemel Görülmesi: Yaklaşık ispat
yükümlülüğü
1. İhtiyati Tedbir Talebi:
• FSEK m. 77/I tedbire “talep üzerine” karar verilebilir.
• 556 KHK m. 76/1; 551 KHK m. 151/1; 554 KHK m. 63/1
Bu KHK'de öngörülen türde dava açan veya açacak olan kişiler, ...
ihtiyati tedbire karar verilmesini talep edebilir.
• HMK m. 390/III talepte bulunan taraf, dilekçesinde dayandığı
“tedbir sebebini” ve verilmesini “istediği tedbir türünü” açıkça
belirtmek zorundadır.
• HMK m. 31 “hakimin davayı aydınlatma ödevi”
• Talep edilen tedbirin çok genel veya belirsiz olması
• Tedbirin asıl dava ile veya kendi içinde çelişkili olması: FSEK 68
varsayımsal sözleşme bedeli - nüshaların / araçların kendisine
verilmesi – imha birlikte talep edilmesi veya asıl istemle çelişkili
tedbir talebi
• Tedbirin asıl davada karşılığının olmaması (örtüşmemesi): Dava
dışı hak (marka) üzerine devir yasağı, YİDK iptal davasında,
başvurunun kendisi aleyhine kullanılması yasağına dair tedbir
talebi
2. İhtiyati Tedbir Sebebi
• FSEK m. 77/I “her hangi bir sebepten dolayı zaruri görülürse”;
“esaslı zarar”, “ani tehlike” ve “emrivakilerin önlenmesi”
• HMK m. 389/I “ciddi zarar” “gecikme sebebiyle sakınca” ve
“hakkın elde edilmesinin önemli ölçüde zorlaşması ya da
tamamen imkânsız hale gelmesi”
Fikri ve Sınai Haklardan İhtiyati Tedbirler
399
• 556 KHK m. 76/1: “davanın /hükmün etkinliğini temin etmek
üzere”,
3. İddiaların Kuvvetle Muhtemel Görülmesi: Yaklaşık ispat
• FSEK m. 77/1: “ileri sürülen iddialar kuvvetle muhtemel
görülürse”
• HMK m. 390/III: “davanın esası yönünden kendisinin
haklılığını yaklaşık olarak ispat etmesi zorunludur”
• 556 KHK 76/1: “dava konusu markanın kendi marka
haklarına tecavüz teşkil edecek şekilde Türkiye'de
kullanılmakta olduğunu veya kullanılması için ciddi ve etkin
çalışmalar yapıldığını ispat etmek şartıyla”
Tecavüzün Ref’inde Tedbirin Takdiri (md. 66/4)
Mahkeme,
• Eser sahibinin manevi ve mali haklarını,
• Tecavüzün şümulünu,
• Kusurun olup olmadığını, varsa ağırlığını,
• Tecavüzün ref'i halinde tecavüz edenin düçar olması
muhtemel zararları takdir ederek,
• Halin icabına göre,
• Tecavüzün ref'i için lüzumlu göreceği tedbirlerin tatbikine
karar verir.
İhtiyati Tedbir Kararı
HMK m. 391- (1) Mahkeme, tedbire konu,
• Mal veya hakkın muhafaza altına alınması veya bir
yediemine tevdii ya da
• Bir şeyin yapılması veya yapılmaması gibi,
• Sakıncayı ortadan kaldıracak veya zararı engelleyecek her
türlü tedbire karar verebilir.
• 556 KHK m. 77; 551 KHK m. 152; 554 KHK m. 64:
İhtiyati tedbirler, verilecek hükmün etkinliğini tamamen
sağlayacak nitelikte olmalı ve özellikle aşağıda belirtilen
tedbirleri kapsamalıdır:
Türkay ALICA
400
• Tecavüz teşkil eden fiillerin durdurulması;
• Haklara tecavüz edilerek üretilen veya ithal edilen şeylere
veya vasıtalara, bulundukları her yerde el konulması ve
bunların saklanması;
• Her hangi bir zararın tazmini bakımından teminat verilmesi.
İhtiyati Tedbir Kararının İçeriği
HMK MADDE 391- (2) İhtiyati tedbir kararında;
a) İhtiyati tedbir talep edenin, varsa kanuni temsilcisi ve
vekilinin ve karşı tarafın adı, soyadı ve yerleşim yeri ile
talep edenin Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası,
b) Tedbirin, açık ve somut olarak hangi sebebe ve delillere
dayandığı,
c) Tereddüde yer vermeyecek şekilde, neyin üzerinde ve ne tür
bir tedbire karar verildiği,
d) Talepte bulunanın, ne tutarda ve ne türde bir teminat
göstereceği,
yazılır.
İhtiyati tedbirde teminat gösterilmesi
HMK MADDE 392- (1) İhtiyati tedbir talep eden,
– Haksız çıktığı takdirde karşı tarafın ve üçüncü
kişilerin bu yüzden uğrayacakları muhtemel zararlara
karşılık teminat göstermek zorundadır. – Talep, resmî belgeye, başkaca kesin bir delile
dayanıyor yahut durum ve koşullar gerektiriyorsa,
mahkeme gerekçesini açıkça belirtmek şartıyla
teminat alınmamasına da karar verebilir.
– Adli yardımdan yararlanan kimsenin teminat
göstermesi gerekmez.
– (2) Asıl davaya ilişkin hükmün kesinleşmesinden
veya ihtiyati tedbir kararının kalkmasından
Fikri ve Sınai Haklardan İhtiyati Tedbirler
401
itibaren bir ay içinde tazminat davasının
açılmaması üzerine teminat iade edilir.
İhtiyati Tedbir Yöntemi
MADDE 390-(1) İhtiyati tedbir,
• Dava açılmadan önce, esas hakkında görevli ve yetkili olan
mahkemeden;
• Dava açıldıktan sonra ise ancak asıl davanın görüldüğü
mahkemeden talep edilir.
• Talep edenin haklarının derhâl korunmasında zorunluluk
bulunan hâllerde, hâkim karşı tarafı dinlemeden de tedbire
karar verebilir.
İhtiyati Tedbirlerde Kanun Yolu • HMK m. 391-(3) İhtiyati tedbir talebinin reddi hâlinde,
kanun yoluna başvurulabilir.
MADDE 394-(1) Karşı taraf dinlenmeden verilmiş olan ihtiyati tedbir
kararlarına itiraz edilebilir.
• Aksine karar verilmedikçe, itiraz icrayı durdurmaz.
Yargıtay İB HGK
E.2013/1; K. 2014/1
ÖZET: İlk derece mahkemelerince verilen ihtiyati tedbir taleplerinin
reddi veya bu taleplerin kabulü hâlinde, itiraz üzerine verilen kararlara
karşı temyiz yolunun kapalı olduğu hususundadır
İhtiyati tedbir kararına karşı itiraz
1. HMK m. 394 (2) İhtiyati tedbirin uygulanması sırasında karşı
taraf hazır bulunuyorsa, tedbirin uygulanmasından itibaren; hazır
bulunmuyorsa tedbirin uygulanmasına ilişkin tutanağın
tebliğinden itibaren bir hafta içinde, ihtiyati tedbirin şartlarına,
mahkemenin yetkisine ve teminata ilişkin olarak, kararı veren
mahkemeye itiraz edebilir.
2. İhtiyati tedbir kararının uygulanması sebebiyle menfaati açıkça
ihlal edilen üçüncü kişiler de ihtiyati tedbiri öğrenmelerinden
itibaren bir hafta içinde ihtiyati tedbirin şartlarına ve teminata
itiraz edebilirler.
3. İtiraz dilekçeyle yapılır. İtiraz eden, itiraz sebeplerini açıkça
göstermek ve itirazının dayanağı olan tüm delilleri dilekçesine
Türkay ALICA
402
eklemek zorundadır. Mahkeme, ilgilileri dinlemek üzere davet
eder; gelmedikleri takdirde dosya üzerinden inceleme yaparak
kararını verir. İtiraz üzerine mahkeme, tedbir kararını
değiştirebilir veya kaldırabilir.
4. İtiraz hakkında verilen karara karşı, kanun yoluna
başvurulabilir. Bu başvuru öncelikle incelenir ve kesin olarak
karara bağlanır. Kanun yoluna başvurulmuş olması, tedbirin
uygulanmasını durdurmaz.
İhtiyati tedbir kararının uygulanması
HMK MADDE 393- 1. İhtiyati tedbir kararının uygulanması, verildiği tarihten itibaren
bir hafta içinde talep edilmek zorundadır. Aksi hâlde, kanuni
süre içinde dava açılmış olsa dahi, tedbir kararı kendiliğinden
kalkar.
2. Tedbir kararının uygulanması, kararı veren mahkemenin yargı
çevresinde bulunan veya tedbir konusu mal ya da hakkın
bulunduğu yer icra dairesinden talep edilir. Mahkeme, kararında
belirtmek suretiyle, tedbirin uygulanmasında, yazı işleri
müdürünü de görevlendirebilir.
3. İhtiyati tedbir kararının uygulanması için, gerekirse zor
kullanılabilir.
İhtiyati tedbiri tamamlayan işlemler
HMK MADDE 397-
1. İhtiyati tedbir kararı dava açılmasından önce verilmişse, tedbir
talep eden, bu kararın uygulanmasını talep ettiği tarihten
itibaren iki hafta içinde esas hakkındaki davasını açmak ve dava
açtığına ilişkin evrakı, kararı uygulayan memura ibrazla dosyaya
koydurtmak ve karşılığında bir belge almak zorundadır. Aksi
hâlde tedbir kendiliğinden kalkar.
2. İhtiyati tedbir kararının etkisi, aksi belirtilmediği takdirde, nihai
kararın kesinleşmesine kadar devam eder.
3. Tedbir kalkmış veya kaldırılmış ise bu husus ilgili yerlere
bildirilir.
4. İhtiyati tedbir dosyası, asıl dava dosyasının eki sayılır.
Fikri ve Sınai Haklardan İhtiyati Tedbirler
403
Tedbire muhalefetin cezası
MADDE 398-
1. .... emre uymayan veya tedbir kararına aykırı davranan kimse, bir
aydan altı aya kadar disiplin hapsi ile cezalandırılır.
– Görevli ve yetkili mahkeme,
– esas hakkındaki dava henüz açılmamışsa, ihtiyati tedbir
kararı veren mahkeme; – esas hakkındaki dava açılmışsa, bu davanın görüldüğü
mahkemedir.
Haksız İhtiyati Tedbir Tazminat
MADDE 398-
1. .... emre uymayan veya tedbir kararına aykırı davranan kimse, bir
aydan altı aya kadar disiplin hapsi ile cezalandırılır.
– Görevli ve yetkili mahkeme, esas hakkındaki dava henüz
açılmamışsa, ihtiyati tedbir kararı veren mahkeme; esas
hakkındaki dava açılmışsa, bu davanın görüldüğü mahkemedir.
MADDE 399- 1. Lehine ihtiyati tedbir kararı verilen taraf, ihtiyati tedbir talebinde
bulunduğu anda haksız olduğu anlaşılır yahut tedbir kararı
kendiliğinden kalkar ya da itiraz üzerine kaldırılır ise haksız
ihtiyati tedbir nedeniyle uğranılan zararı tazminle yükümlüdür.
2. Haksız ihtiyati tedbirden kaynaklanan tazminat davası, esas
hakkındaki davanın karara bağlandığı mahkemede açılır.
3. Tazminat davası açma hakkı, hükmün kesinleşmesinden veya
ihtiyati tedbir kararının kalkmasından itibaren, bir yıl geçmesiyle
zamanaşımına uğrar.
Sabrınız için teşekkür ederim
Türkay ALICA
404
405
TANINMIŞ MARKALAR YÖNÜNDEN SULANDIRMAYA KARŞI
KORUMA
Uğur Çolak 1
I. Genel olarak
Marka hukukunda en çok tartışılan ve marka yargılamasında
neredeyse her davada karşılaşılan kavramların başında “tanınmış marka”
kavramı gelmektedir. Gerçekten de marka sahipleri ve onların vekilleri,
iddia veya savunma olarak, sıkça markalarının tanınmış marka olduğunu
ileri sürmektedirler. Zira markanın tanınmış marka olması, bilindiği üzere
markayı daha güçlü hale getirmektedir. Her şeyden önce bir markanın
tanınmış marka olması, daha sonra yapılan başvurular bakımından mutlak
ve nispi bir red nedenidir ve bu durum aynı zamanda bir hükümsüzlük
sebebi teşkil eder. Öte yandan tescilli ve tanınmış bir markanın, izinsiz
olarak üçüncü kişilerce farklı sınıf mal ve hizmetlerde kullanılması
durumunda marka hakkına tecavüz de söz konusu olabilir.
Tanınmış markalar, sahip oldukları reklam değeri ve kalite imajı
nedeniyle asalak kullanımlara maruz kalmaktadırlar. Bu türden asalak
kullanımlar sonucunda markanın tanınmışlığından haksız yararlanma,
markanın ayırt ediciliğinin zedelenmesi ve markanın tanınmışlığının
(itibarının) zarar görmesi, en genel ifade ile “sulandırma” söz konusu
olmaktadır.
Bu çalışmanın konusu, tanınmış markaların farklı mal ve/veya
hizmetler bakımından korunma koşullarına ilişkindir.
1 İstanbul (4) No’lu Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi Hakimi. / Bu çalışma, 15
Mayıs 2014 tarihinde yapılan Türk-Alman Marka Hukuku’nda Güncel Gelişmeler
Sempozyumu’nda yapılan sunumun metne dönüştürülmüş halidir.
Uğur ÇOLAK
406
II. Tanınmış marka kavramı
Tanınmış marka kavramı, ilk kez Paris Sözleşmesi’nin birinci
mükerrer altıncı maddesinde düzenlenmiştir2. Bu madde hükmüne göre
“Birlik ülkeleri, tescilin yapıldığı ülkenin yetkili makamınca söz konusu
ülkede bu sözleşmeden yararlanacağı kabul olunan bir kişiye ait olduğu,
aynı veya benzeri mallar için kullanıldığı iyi bilinen tanınmış bir markanın
herhangi bir karışıklığa yol açabilecek bir şekilde yeniden
reprodüksiyonunu, taklit edilmesini veya aslına yakın bir şekilde
değiştirilmesini içeren bir markanın kullanılmasını gerek mevzuat izin
verdiği takdirde re’sen gerekse ilgilinin isteği üzerine yasaklamayı ve
tescilini reddetmeyi veya iptal etmeyi taahhüt ederler.” 556 sayılı
KHK’nin 7/1-ı maddesi de Paris Sözleşmesi’ne atıf yaparak, esasen bu
düzenlemeyi temel almaktadır. Nitekim KHK’nın bu maddesinde yer alan
ifade “Paris Sözleşmesi’nin 1. mükerrer 6. maddesine göre tanınmış
markalar” biçimindedir
1995 yılında kabul edilen Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet
Hakları Anlaşması (TRIPS), tanınmış marka korumasını iki bakımdan
genişletmiştir. Bunlardan ilki, mallar dışında hizmetlere de
uygulanacağına ilişkindir. Buna göre “Paris Sözleşmesi'nin (1967) 6'nci
mükerrer Maddesi, gerekli değişiklikler yapılmış olarak, hizmetlere de
uygulanacaktır.”3 Diğer yandan farklı sınıf mal ve hizmetler bakımından
da koruma sağlamıştır. Buna göre de, “Paris Sözleşmesi'nin (1967) 6'nci
mükerrer maddesi, markanın tescil edildiği mal veya hizmetlere
benzemeyen mal veya hizmetlere de, gerekli değişiklikler yapılmış olarak
uygulanacaktır, ancak şu koşulla ki, markanın bu mal veya hizmetlerle
ilgili kullanımı, bu mal veya hizmetlerle tescilli markanın sahibi arasında
bir bağlantı olduğunu göstermeli ve bu kullanım şekli nedeniyle tescilli
ticari marka sahibinin menfaatlerinin zarar görme olasılığı mevcut
olmalıdır.”4
2 Türkiye Cumhuriyeti devleti, 1883 tarihli bu sözleşmenin 1967 yılında revize edilen
Stockholm metnine taraftır. 3 TRIPS Anlaşması Madde, 16/2 4 TRIPS Anlaşması Madde, 16/3
Tanınmış Markalar Yönünden Sulandırmaya Karşı Koruma
407
Tanınmış marka kavramı, uluslararası metinlerde veya iç hukukta
tanımlanmış değildir. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’ne göre tanınmış marka
, “bir kişiye veya girişime sıkı biçimde bağlılık, güvence, kalite, reklam
gücü, yaygın bir dağıtım ağına bağlı, müşteri ve diğer subjektif ilgi ve
ilişkiler ayrımı yapılmadan coğrafi sınır, kültür ve yaş farkı
gözetilmeksizin aynı çevrelerce refleks halinde beliren bir çağrışım”ı ifade
eder5.
III. “Tanınmışlık Düzeyine Ulaşmış marka” biçiminde, farklı
bir tanınmış marka türü olup olmadığı
Genel olarak tanınmış marka kavramı yukarıda belirtildiği şekilde
ele alınmakta iken, Türkiye’de öğreti ve uygulamada “tanınmışlık
düzeyine ulaşmış marka” diye bir kavram ortaya çıkmıştır. Öğretiye göre
“tanınmış marka” ile “tanınmışlık düzeyine ulaşmış marka” birbirinden
farklıdır. “Bir marka tanınmış olmasa bile toplumda tanınmışlık düzeyine
ulaşmış olabilir.” 6 Aynı sözcükler ve aynı ifade biçimi kullanılarak bu
görüş Yüksek Mahkeme tarafından da kabul edilmiştir7.
Aslında tanınmış marka tektir. 556 sayılı KHK’nin 8/4 maddesinde
geçen “toplumda ulaştığı tanınmışlık düzeyi” ifadesi ile 9 maddesinde
geçen “Türkiye’de ulaştığı tanınmışlık düzeyi” ifadeleri nedeniyle ortaya
çıkan bu algılama hatalıdır. KHK’nin 8/4 maddesi ile 9/2 maddelerinde
kullanılan “tanınmış marka” kavramları birbirlerinden farklı değildir.
Farklı olan “tanınmış marka” kavramı değil, ayırt edici gücü yüksek olan
markanın “tanınmışlık derecesi” ve “buna bağlı sonuçlar” dır8.
5 Yargıtay 11. HD, 25.10.2007 T., 2006/10222 E., 2007/13328 K - BLACK & DECKER
kararı 6 Hamdi YASAMAN, Marka Hukuku s. 410, Ünal TEKİNALP, Fikri Mülkiyet Hukuku, 4.
bası, s. 426 7 Yargıtay 11. HD, 28.04.2003 T, 2002/11715 E,2003/4181 K. Yüksek Mahkeme bir başka
kararında da KHK’nin 8/4 maddesi ile 7/1-ı maddesi arasında açıkça ayrım
gözetmektedir ; “Mahkemece davacı markasının sadece 556 sayılı KHK’nin 8/4.
maddesine göre tanınmış marka olduğunun tespitine karar verilmesi gerekirken, aynı
KHK’nin 7/1-ı bendinde atıf yapılan Paris Sözleşmesi’nin birinci mükerrer 6. maddesi
anlamında da tanınmış marka olduğunun kabulü doğru görülmemiştir.” (Yargıtay 11.
HD, 04.04.2012 T, 2010/14581 E, 2012/5266 K) 8 Ayrıntı için Uğur ÇOLAK, Türk Marka Hukuku, 2. bası 2014, s. 292 vd.
Uğur ÇOLAK
408
IV. Tanınmış Markaların Farklı Mal ve Hizmetler
Bakımından Korunması
Tanınmış markaların koruma alanı, diğer markalara göre daha
geniştir. Ancak bu genişletilmiş koruma, otomatik olarak ortaya
çıkmamaktadır. Bir başka anlatımla, bir markanın tanınmış olması, farklı
sınıflardaki mal ve hizmetler bakımından da korunacağı anlamına gelmez.
Bir marka tanınmış olmakla birlikte, farklı mal ve hizmetler bakımından
korunabilmek için Türkiye’de tescilli olma ön koşulu yanında, KHK’nin
8/4 maddesinde yazılı hallerden birisinin de somut olayda mevcut olması
icap eder. Bu hallerden herhangi birisinin mevcut olup olmadığı, her
somut davada araştırılmalıdır9.
1. Ön Koşul; Türkiye’de tescil
556 sayılı KHK’ye göre, farklı sınıf mal ve hizmetler bakımından
korumanın söz konusu olabilmesi için ön koşul, önceki tarihli tanınmış
markanın, Türkiye’de, TPE nezdinde tescilli olmasıdır. Yüksek
Mahkeme’ye göre de Türkiye’de tescilli olmayan yabancı tanınmış
markalar yönünden 8/4 madde koruması mevcut değildir10
.
2. Sulandırma Halleri (KHK md. 8/4)
556 sayılı KHK’nin 8/4 maddesine göre “Marka, tescil edilmiş veya
tescil için başvurusu daha önce yapılmış bir markanın aynı veya benzeri
9 Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin, eski hatalı kararlarından sonraki yeni uygulamasına
göre de “556 sayılı KHK’nin 8/4 maddesindeki koşulların gerçekleşip gerçekleşmediği
hususlarının her bir somut olay için ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir.”
(Yargıtay 11. HD, 03.12.2012 T, 2011/12893 E, 2012/19738 K) 10 “556 sayılı KHK’nin 8/4. maddesi uyarınca bir markanın toplumda ulaştığı tanınmışlık
düzeyi nedeniyle haksız bir yararın sağlanabileceği, markanın itibarına zarar
verilebileceği veya ayırd edici karakterini zedeleyici sonuçlar doğurabileceği durumda,
farklı mal veya hizmetlerde kullanılacak olsa bile, sonraki tescil başvurusunun
reddedilmesi ve tescil gerçekleşmiş ise aynı KHK’nin 42/1-b uyarınca hükümsüz
kılınabilmesi için, öncelikle anılan markanın tanınmışlık düzeyine ulaşmış bulunduğu
mal veya hizmet sınıfı için TPE nezdinde tescilli olması gerekir.” [Yargıtay 11. HD,
21.09.2012 T, 2011/6788 E, 2012/14006 K] Benzer şekilde şarap emtiası yönünden
tescilli ve tanınmış KAYRA markasının, muşamba, minder, duvar kaplaması gibi ürünler
yönünden tescilne dair bir davada, sulandırma hallerinden hiçbirisinin söz konusu
olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. (Yargıtay 11. HD, 24.06.2013 T, 2012/15886 E,
2013/13176 K)
Tanınmış Markalar Yönünden Sulandırmaya Karşı Koruma
409
olmakla birlikte, farklı mallar veya hizmetlerde kullanılabilir. Ancak,
tescil edilmiş veya tescil için başvurusu yapılmış markanın, toplumda
ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle haksız bir yararın sağlanabileceği,
markanın itibarına zarar verebileceği veya tescil için başvurusu yapılmış
markanın ayırt edici karakterini zedeleyici sonuçlar doğurabileceği
durumda, tescil edilmiş veya tescil için başvurusu daha önce yapılmış bir
marka sahibinin itirazı üzerine, farklı mal veya hizmetlerde kullanılacak
olsa bile, sonraki markanın tescil başvurusu reddedilir.” Buna göre tescil
edilmiş veya tescil için başvurusu yapılmış markanın, toplumda ulaştığı
tanınmışlık düzeyi nedeniyle haksız bir yararın sağlanabileceği, (free
riding, unfair advantage), markanın itibarına zarar verebileceği
(tarnishment), veya tescil için başvurusu yapılmış markanın ayırt edici
karakterini zedeleyici sonuçlar doğurabileceği (blurring, gerçek anlamda
“dilution”, sulandırma) durumda, tescil edilmiş veya tescil için başvurusu
daha önce yapılmış bir marka sahibinin itirazı üzerine, farklı mal veya
hizmetlerde kullanılacak olsa bile, sonraki markanın tescil başvurusunun
reddi gereklidir. Bu hallerden birisinin mevcudiyeti aynı zamanda bir
hükümsüzlük sebebidir.
Madde metninden anlaşılacağı üzere, tanınmış markanın farklı sınıf
mal ve hizmetlerde korunabilmesi için “tanınmışlık düzeyi nedeniyle
haksız bir yararın sağlanabilecek olması” , “markanın itibarına zarar
verebilecek olma” veya “tanınmış markanın ayırt edici karakterini
zedeleyici sonuçlar doğurabilecek olma” hallerinden birisinin mevcut
olması gereklidir. Bu 3 hal11
genel olarak “sulandırma” biçiminde
adlandırılmaktadır.
Yüksek Mahkeme’ye göre, “Tanınmış markanın aynısı veya
benzerinin farklı mal ve hizmetlerde kullanılması, bazı hallerde tanınmış
markanın itibarına zarar verebilir. Aynı tür mal veya hizmette
11 556 sayılı KHK’de 3 hal olarak ele alınan sulandırma halleri, aslında 207/2009 sayılı AB
Marka Direktifinde kullanılan anlatım biçimine göre 4 halden oluşmaktadır; (1) unfair
advantage is taken of the repute of the mark; (2) unfair advantage is taken of the
distinctiveness of the mark; (3) detriment is caused to the repute of the mark; or (4)
detriment is caused to the distinctiveness of the mark.
Uğur ÇOLAK
410
kullanılmamasına rağmen, tanınmış markanın garanti (güven) ve/veya
reklam gücünden yararlanılarak, tanınmış markanın itibarına zarar verilir.
Markanın birden çok farklı mallarda kullanılması tanınmış markanın
gücünün ve etkileme alanının azalmasına sebebiyet verebilir. Buna
“markanın sulanması” (dilution) denir12
.
a. Haksız yararlanma
Sulandırma hallerinden ilki, “haksız yararlanma” halidir. Haksız
yararlanma, aynısı ya da benzeri farklı sınıflarda kullanılarak, tanınmış
markanın tanınmışlığı nedeniyle sahip olduğu reklam gücünün ve
çekiciliğinin aşırılması, haksız transferidir. Markanın ayırd edici karakteri
ve tanınmışlığı ne kadar güçlü olursa ve işaret ne kadar ani ve güçlü bir
marka hatırlatması yaparsa, markanın tanınmışlığından ya da ayırd edici
karakterinden mevcut veya gelecekte haksız yararlanılması ihtimali de o
derece büyük olacaktır. ,
b. Üne (itibara) Zarar Verme
Sulandırma hallerinden ikincisi, “tanınmış markanın ününe zarar
verilmesi” dir. Tanınmış markanın itibarına zarar verme, yoluyla
sulandırmada, marka, itibarı13
zarar görecek şekilde küçültücü, imaj
zedeleyici bir mal veya hizmet için kullanılmaktadır. Burada kasdedilen,
markanın mutlaka ucuz ve kalitesiz mallar veya hizmetlerde kullanılması
olmayıp, tanınmış markanın çekim gücünün azaltılması, marka imajına
negatif etki söz konusudur. Markanın kullanıldığı mal veya hizmetler
pahalı ve kaliteli de olabilir ve buna rağmen de markanın itibarının zarar
görmesi söz konusu olabilir. Markanın ucuz ve kalitesiz mal veya
hizmetlerde kullanılması ise, KHK’nin 8/4 maddesi anlamında tanınmış
markanın itibarına zarar verilmesi ile ilgili olmayıp, KHK’nin 68. maddesi
anlamında “markanın kötü veya uygun olmayan bir şekilde kullanılması”
ile ilgilidir ve itibar tazminatının bir koşuludur.
12 Yargıtay 11. HD, 01.11.2011 T, 2009/12973 E, 2011/14792 K 13 Aslında burada KHK’de “itibar” sözcüğünün kullanılması hatalı olup, doğrusu
“tanınmışlığı” veya “ünü” olmalı idi.
Tanınmış Markalar Yönünden Sulandırmaya Karşı Koruma
411
c. Ayırt ediciliğin zedelenmesi
Sulandırma hallerinden üçüncüsü ve gerçek anlamda sulandırma
hali, tanınmış markanın “ayırd ediciliğinin zedelenmesi” dir. Tanınmış
markanın, 3. kişilerce farklı mal ve hizmetlerde kullanılması, markanın
tekliğini, ticari çekiciliğini ve satış gücünü zayıflatır, markayı
sıradanlaştırıp, zaman içerisinde reklam ve ayırd edici gücünü aşındırır.
Bu birdenbire olan bir durum olmayıp, zaman içerisinde ortaya çıkar.
(sulandırma süreci )14
Sulandırma sürecinin sonunda, marka artık tüketici
gözünde “ani bir çağrışım yaratma yeteneği” ni kaybeder. Tanınmış
marka gitgide, jenerikleşmeye başlar15
. Bir marka ne kadar çok tanınmış
ise, ayırd ediciliğinin zarar görmesi o kadar kolay olmaktadır16
.
Markanın ayırd ediciliğinin zedelenmesinin de, güncel olması şart
değildir. Gelecekte bu yönde ciddi tehlikenin ortaya çıkabilecek olması
yeterlidir. Avrupa Birliği Mahkemesi’ne göre gelecekteki bu tür olası
tehlikenin de “mantıklı çıkarımlar” ile ortaya konması gerekir. Bu
“mantıklı çıkarımlar”, varsayımlara dayalı olmamalı, İlgili sektördeki
normal uygulamalar dikkate alınarak yapılacak analizlere dayalı olmalıdır.
3. “Ortalama tüketicinin ekonomik davranışında değişiklik”
koşulu
Avrupa Birliği Mahkemesi (CJEU) ’nin INTEL17
ve VOLF
JARDIN18
kararlarında da altı çizildiği üzere, tanınmış markanın salt
“akla gelmesi” sulandırma için yeterli değildir. Sulandırmanın söz konusu
14 Yüksek Mahkeme’ye göre markanın bu reklam gücü ve tüketici nezdinde oluşturduğu
güven, malın satılmasında en önemli etkendir. Olayların büyük çoğunluğunda tanınmış
marka ile markayı üreten firma tüketici veya alıcıların gözünde özdeşleşir. Tanınmış
markanın farklı mallarda kullanılması halinde, tüketici bildiği ve güvendiği markayı
üreten firmanın farklı alanlarda da üretim ve pazarlama yaptığını düşünür. Bu zihinsel
bağlantı, markaya odaklanan tüketicinin ilgisini dağıtabilir. Farklı mal ve hizmetlerde
kullanılan markalar tanınmış markaya nazaran daha düşük kalitede ise, bundan tanınmış
marka da zarar görebilir. Bu şekilde marka itibarını yitirebilir veya en azından itibarı
erozyona uğrar. (Yargıtay 11. HD, 01.11.2011 T, 2009/12973 E, 2011/14792 K) 15 Avrupa Birliği Mahkemesi (CJEU), C-323/09, Interflora Kararı, paragraf 76 ve p.77 16 CJEU, C- 375/97, General Motors Corp. / YPLAN SA 17 CJEU, C-252/07, Kasım 2008 18 CJEU , C-383/12 Kasım 2013
Uğur ÇOLAK
412
olabilmesi için ortalama tüketici davranışında bir “ekonomik değişiklik”
ortaya çıkması gereklidir. Tüketici davranışında ekonomik değişiklik
kavramının tam olarak ne anlama geldiği açık olmamakla birlikte CJEU’a
göre sulandırma sonucunda, tüketiciler o markayı gördüklerinde artık
direkt olarak önceki tanınmış marka ile bir çağrışım kurmazlar. Böylece
tanınmış marka yönünden bir “kimlik dağılması” meydana gelir. Bu
tüketicilerin ekonomik davranışlarını değiştirerek, markadan yüz
çevirmelerine neden olur. İşte bu süreç, tüketici davranışında ekonomik
değişiklik sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
Tüketici davranışında ekonomik değişiklik koşulu Türk marka
hukuku öğretisinde ve yargı kararlarında açıkça dile getirilmemiş olmakla
birlikte Yargıtay Hukuk genel Kurulu 2014 tarihli DERBY-
DERBYTECH kararında, ortalama tüketicinin bu marka ile tanımış marka
arasında bir “bağlantı kurması” ve bu bağlantının yaratacağı olumlu
izlenim ve çağrışımla “satın alma tercihlerine yön verilmesi” biçiminde
bir değerlendirme yapmak suretiyle aslında hemen hemen aynı şeyi ifade
etmektedir19
.
Ekonomik değişikliğin hâlihazırda mevcut (güncel) olması şart
değildir. Böyle bir değişikliğin gelecekte meydana gelebileceğine dair
ciddi ihtimalin varlığı da yeterlidir.
V. Sulandırma Hallerinin her somut olayda ayrı ayrı ele
alınıp incelenmesi gereği
Sulandırma halleri, her ne kadar bir bütün olarak ele alınıyor
görünmekte ise de bu haller birbirinden farklı ve bağımsız olmakla, her bir
somut olayda ayrı ayrı ele alınıp incelenmelidir. Nitekim yüksek
Mahkeme de bu yönde içtihatta bulunmuştur 20
.
19 Yargıtay HGK, 02.04.2014 T, 2013/11-656 E, 2014/427 20 Arnica /Arnica kararı ; “Arnica markasının 556 sayılı KHK'nın 7/1-ı maddesi anlamında
tanınmış marka olup, sadece küçük ev aletleri ve mutfak eşyası gibi elektrikli aletler
bakımından bu tanınmışlığın bulunduğu, aynı KHK'nın 8/4 maddesi anlamında tüm
sınıflar yönünden koruma elde edemeyeceği, 11.07 ve 11.08 numaralı alt sınıflarda yer
alan emtia yönünden ise sınıf benzerliği ve herhangi bir karıştırma ihtimalinin olmadığı
ve (bu sınıflar yönünden) 8/4 maddede yazılı sulandırma hallerinden herhangi birisinin
Tanınmış Markalar Yönünden Sulandırmaya Karşı Koruma
413
Değinildiği üzere markanın tanınmış marka olması, mutlaka diğer
sınıflar bakımından da koruma elde edeceği anlamına gelmemektedir. O
kadar ki, bir marka tanınmış marka olmasına rağmen, bir somut olayda
hiçbir sınıf mal veya hizmet bakımından sulandırma hali söz konusu
olmayabilir21
. Sözgelimi GARANTİ FLEXI - FLEXI / FLEXIM
markaları yönünden görülen bir davada, davacı markası Kredi kartı ve
Bankacılık hizmetleri için, davalı markası plastik boru, hortum, conta vb
emtiası yönünden tescilli oluşu, taraf markaları bütünü itibariyle farklı
oluşu, “Flex” ibaresinin tescil edildiği mal veya hizmetler bakımından
ayırt edicilikleri zayıf oluşu, hitap ettikleri müşteri kitlesi farklı oluşu,
sektörler farklı oluşu gibi hususlar dikkate alındığında, bu malların
ortalama tüketicilerinin davalı başvurusunu taşıyan 06 ve 17. sınıftaki
"borular, borular için bağlantı parçaları, bükülebilir borular, hortumlar,
lastikten plastikten bükülebilir boru ve hortumlar, contalar" emtiası
üzerinde "flexim" markasını gördüğünde, refleks olarak davacı "kredi
kartı ve bankacılık hizmetleri" markası "Flexi" ibaresini hatırlayıp
bağlantı kurması; bunun sonucunda ortalama tüketicinin davalı "boru ve
hortumlarını" daha çok tercih etmesi nedeniyle haksız rekabet yaratması;
davalının kullanımlarının, ayırt ediciliği düşük bulunduğu tespit edilen
davacı markalarının ayırt ediciliğini zayıflatması, sulandırması; olası
davalı ürünlerindeki kalitesizliğin davacı markalarının itibarına zarar
vermesi gibi sonuçların ortaya çıkması imkânının bulunmadığı sonucuna
varılmıştır22
.
de gerçekleşmediği …” (Yargıtay 11. HD, 29.03.2013 T, 2012/6087 E,
2013/6300 K) 21 “Arnica markasının 556 sayılı KHK'nın 7/1-ı maddesi anlamında tanınmış marka olup,
sadece küçük ev aletleri ve mutfak eşyası gibi elektrikli aletler bakımından bu
tanınmışlığın bulunduğu, aynı KHK'nın 8/4 maddesi anlamında tüm sınıflar yönünden
koruma elde edemeyeceği, 11.07 ve 11.08 numaralı alt sınıflarda yer alan emtia
yönünden ise sınıf benzerliği ve herhangi bir karıştırma ihtimalinin olmadığı ve (bu
sınıflar yönünden) 8/4 maddede yazılı sulandırma hallerinden herhangi birisinin de
gerçekleşmediği …” (Yargıtay 11. HD, 29.03.2013 T, 2012/6087 E, 2013/6300 K) 22 Yargıtay 11. HD, 08.05.2013 T, 2012/10259 E, 2013/9407 K
Uğur ÇOLAK
414
Sonuç
Tanınmış markaların, tescilli oldukları mal ve hizmetlerden farklı
mal ve hizmetler yönünden korunması, tanınmışlığın otomatik bir sonucu
olmayıp, böyle bir markanın farklı sınıf mal ve hizmetler yönünden
korunabilmesi, her somut olayda sulandırma hallerinden birisinin, her bir
sınıf mal ve/veya hizmet bakımından gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine
bağlıdır. Bu inceleme toptan değil, tek tek mal ve hizmetler bakımından
ayrı ayrı yapılmalıdır. Öte yandan sulandırmanın söz konusu olabilmesi
için tüketicinin ekonomik davranışlarında bir değişikliğin söz konusu
olması gereklidir. Bu tür bir değişikliğin de somut gerekçelerle ortaya
konması icap eder.