Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Altıncı Oturum
16 Kasım 2012, Cuma
Kentsel Dönüşüm - Bildiriler
Oturum Yürütücüsü: Murat GÖKDEMİR
Tarihi Kent Kimliğinin Canlandırılmasında
Kentsel Dönüşümün Etkisi: Antakya Kenti Örneği
Yrd. Doç. Dr. Aylin SALICI - Prof. Dr. M. Faruk ALTUNKASA -Nur KARCIOĞLU
Kentsel Dönüşümde “Akıl Tutulması” ve Rant Çıldırısı
Serdar AYDIN
Türkiye’de Kentsel Dönüşümü
Kısıtlayan/ Zorlaştıran Etkenler
Dr. Erdal KÖKTÜRK
119
Murat Gökdemir (Oturum Yürütücüsü) - Değerli arkadaşlarım, sayın konuklar; hepiniz hoş gel-
diniz.
Buraya konuşmacıları davet edeceğim, ondan sonra da programımıza başlamış olacağız.
Sayın Aylin Salıcı, Faruk Altunkasa, Nur Karcıoğlu.
Yunus Öztürk ve Sevinç Bahar katılamıyorlar mazeretleri nedeniyle. Biz de tabii bu bilgilerden
en azından buradaki sunum itibarıyla eksik kalacağız, eksiklik duyacağız.
Sayın Serdar Aydın ve Sayın Erdal Köktürk aramızdalar.
Buyrun.
TARİHİ KENT KİMLİĞİNİN CANLANDIRILMASINDA KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN ETKİSİ:
ANTAKYA KENTİ ÖRNEĞİ
Yrd. Doç. Dr. Aylin Salıcı - Prof. Dr. M. Faruk Altunkasa - Nur Karcıoğlu
Mustafa Kemal Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü -
Çukurova Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü - Antakya Belediyesi
Kentsel dönüşüm kavramı, kentlerin özellikle işlevini yitiren, atıl durumda bulunan parçaları-
nın kentin sosyal ve kültürel hayatına, ekonomisine hizmet edebilmesi, kent halkının ihtiyaçlarına
cevap verebilmesi amacıyla yeniden yapılanması olarak tanımlanabilir. Kentsel dönüşümün temel
hede$eri arasında kentin fiziksel çöküşünü durdurmak, tarihi dokunun sürdürülebilirliğini sağla-
120
mak, ekonomik yaşamı canlandırmak, kentsel yaşam kalitesini arttırmak, kent kimliğini korumak,
kültüre dayalı dinamikleri harekete geçirmek ve dönüşüm sürecine her ölçekte ilgili aktörlerin ka-
tılımını sağlamak önemli yer tutmaktadır.
Kentler açısından kimlik ve kentsel imge olgusu ise öncelikle görsel boyutuyla ön plana çıkan,
ayrıca doğal, coğrafi, kültürel ürünler ve sosyal yaşam normlarını da kapsayan çok geniş bir tanımı
içermektedir. Kentsel kimlik ve buna dair kentsel imgeler kent mekanı içerisinde uzun bir süreçte
ve bazen çok farklı bileşenlerden oluşmaktadır. Kentsel imgeler kentte yaşayanlar açısından uğru-
na özveride bulunulabilecek ortak değerlerden oluşturmakta ve kuşaklar arasında söz konusu bu
değerler süreklilik göstermektedir.
Kent alanlarının planlanması ve tasarımı bağlamında kentsel dönüşümlerin, kentsel alanla-
rın yerleşik kent imgesi ve ilkeleriyle uyumlu, kentin tarihsel, doğal, kültürel doku ve öğelerinin
kentsel kimliğin ayrılmaz bir parçası olduğunu benimseyen, geleneksel özgün mimariyi ön plana
çıkaran, mahalle ve sokak olgusunu canlı tutan, tasarlayan ve kentsel kimliği güçlendirip, yaşatan
bir içerik ve izlenceye sahip olması gerekmektedir.
Bu kapsamda çalışmada; kentsel döşümün yukarıda bahsedilen özellikleri doğrultusunda An-
takya kentinde 25.02.2009 gün ve 4626 sayılı Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge
Kurul Kararı ile Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı Revizyonunda Kentsel Dönüşüm Alanı olarak
belirlenen Havuzlar, Şirince, Karaali Bölüğü, Kardeşler ve Aydınlıkevler olmak üzere 5 mahalleden
oluşan bölge (27.4 ha.) ile Harap Arası mahallesi içinde Küçük Sanayi-Hal-Eski Otogar alanını kap-
sayan bölgenin (10.1 ha.) irdelenmesi amaçlanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kentsel Dönüşüm, Kent Kimliği, Antakya
1. Giriş
Karmaşık ilişki ağlarını barındıran dinamik sistemler olan kentler, toplumun ekonomik ve sos-
yal yapısındaki değişimlerden doğrudan etkilendiği gibi kendi dinamikleriyle etki yaratan ve bu-
nun sonucunda değişim-dönüşüme neden olan yaşam çevreleri olarak da nitelendirilebilir. Kentin
yapısında meydana gelen bu değişimler, beraberinde farklı müdahale biçimlerini getirmekte ve
kentsel mekan bu müdahalelerle şekillenmektedir. Bunun sonucunda kamu yararı ön plana çıkar-
tılarak, yaşam kalitesi yüksek, sağlıklı çevrelerin oluşumu hede!enmektedir(Eke ve Aras, 2007).
Bu bakış açısıyla, Kentsel Dönüşüm, dönüşümün sosyo-ekonomik, kültürel ve neticede fiziki-
mekan yansımasında kullanılacak olan önemli bir uygulama aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kentsel dönüşüm, yenileme, canlandırma, koruma ve yeniden geliştirmeyi hedef alan çok
yönlü bir süreçtir. Kentsel dönüşüm kavramı özünde, plansız ve kontrolsüz biçimde gelişmiş kent-
sel alanlarda sosyal ve mekânsal açıdan iyileştirme çalışmalarını temel alan yaşanabilir mekanlar
oluşturabilmeyi hede!eyen bir olgudur (Keleş, 2000).
Ülkemizde kentsel alanların yeniden oluşumu, fiziksel dokunun yeniden geliştirilmesi ve
yenilenmesi amacıyla önceleri imar planları aracılığıyla gerçekleştirilen kentsel dönüşüm süreci
1990’larda yerini farklı ve karmaşık aktörleri içeren kentsel dönüşüm projelerine bırakmıştır (Aras
ve Alkan, 2006).
Ancak özellikle 2000’li yıllardan itibaren, kentsel dönüşüm kavramı, özünde içerdiği anlamlar-
dan uzaklaşıp bütünsellikten uzak, parçacı uygulamalar olarak, yerel yönetimler tarafından “kent-
sel projecilik” anlayışına dönüşmüştür.
121
Günümüzde plansız kentleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan “kentsel dönüşüm” olgusu,
yoğun olarak tartışılan bir uygulama haline gelmiştir. Geniş bir kapsama sahip olan bu olgunun
bütünsel bakış açısını yitirdiği ve sonucunda kentsel alanlarda kimliksizleşmeye yol açtığı görül-
mektedir. Bu anlamda kentsel dönüşümün uzun soluklu süreci sonucunda ortaya çıkmış olan
kentsel kültür–kentsel kimlik ilişkisinin ortaya konulması bu sorunların ortadan kaldırılması açı-
sından önemlidir.
2. Kentsel Dönüşüm ve Kent Kimliği
Kent; insanların yaşam biçimlerinin, etkileşim düzenlerinin mekândaki yansımasına verilen
addır. Kentsel kimlik ise; bir kenti tanımlayan ve diğerlerinden ayıran belirleyici nitelikteki bileşen-
lerin bütünüdür. Kent bileşenleri genelde kent sakinleri ve kentin fiziksel çevresi olarak iki temel
gurupta ele alınmaktadır. O halde bu bileşenlerin ayrı-ayrı özellikleri ve birbirleriyle etkileşimleri
sonucu ortaya çıkan sistemin karakteristikleri, kentin kimliğini belirtmektedir.
Kentlerin kimlik oluşumları; tek başına yeterli olmayan fiziksel yapının yanı sıra, içinde bulun-
dukları makro ortamdan, mikro ortama kadar fiziki, sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve birçok
diğer unsurları da içeren, helezonik bir yapı içerisinde meydana gelen, değişim/dönüşüm süreçle-
rini de kapsamaktadır (Demirsoy, 2005).
Bir tür zaman köprüsünü oluşturan bu süreçte kimliğini keşfetmek, kimlik duygusunu yitir-
meden onarılmak ve bu yolla kültürel sürekliliğini sağlamak amacı güden “Kentsel Yenileşmeye”
gereksinim duyan kentler kentsel dönüşüme zorlanan “yer”ler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu bağlamda kentsel dönüşüm ve kent kimliği arasındaki temel bağ; kentsel dönüşümün yö-
netilebilmesi ve istenmeyen sonuçların oluşmaması amacıyla kimlik sahibi ve sürdürülebilir kent-
lerin devamlılığı ilkelerinin gözetilmesi, toplumsal katılımının sağlanması, kentsel mekanın doğal
karakteristiğine vurgu yapan, fiziksel, tarihsel, sosyo-kültürel ve ekonomik bütünlük çerçevesinde
oluşturulacak, sürdürülebilirliği olan kentsel alanlar yaratılmasıdır.
Ülkemizde son yıllarda gerçekleştirilen kentsel dönüşüm çalışmalarının sonuçları, kentlerin
kimlik sorununu da gündeme getirmiştir. Genelde kentlerin kimlik değerlerinin, mevcut tarihi
kimliğinin yanı sıra yakın dönemde oluşan ve mekânsal anlamda kent kimliğini değişime zorlayan
yeni gelişmelerle bütünlük içinde araştırılması zorunluluğunu ortaya koymaktadır (Erdoğan ve
Aklanoğlu, 2007)
3. Antakya Kent Kimliği
Kent kimliğinin dinamik ve sürekli gelişen bir yapı olduğu düşünüldüğünde, tarihin her dö-
neminde, bir kent çatısı altında, ortaya çıkan yapının, sonuçta ister istemez o kentin fiziksel yapı-
lanmasına da yansıması kaçınılmazdır. Bu nedenle kentlerin evrim sürecinin, gerçekte onun sahip
olduğu değerlerin tümünü kapsayan bir algı süreci olduğu kabul edilmelidir (Nalkaya, 2006).
Her kent, kendine özgü karakterleri ile kimlik kazanmaktadır. Kent kimliği, bir kentin doğal
ve yapay elemanları ile sosyo-kültürel, ekonomik ve politik özellikleriyle tanımlanmaktadır. Kent
kimliği karmaşık bir yapıya sahip olmasına rağmen kentlerin belirgin, öne çıkan özellikleri kent
kimliğinde belirleyici olmaktadır. Bazı kentler coğrafi özellikleri ile kimlik kazanırken, bazı kent-
lerde ise iklim özellikleri belirleyici olmaktadır. Anıtsal yapıları ve kent siluetinde belirleyici olan
yapıları ile özdeşleşen kentler de vardır. Bazı kentlerin isimleri söylendiğinde meydan ve sokakları
çağrıştırmakta, bazı kentlerde ise tarihte yaşanmış önemli olaylar kentin mekanlarına yansımıştır.
Bazı kentlerde ise kent kimliğinin oluşumunda folklorik veya sosyo-kültürel özellikler ön plana
çıkmaktadır (Erdoğan ve Aklanoğlu, 2007).
122
Bu bağlamda tarihin her döneminde çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış Antakya kenti
kent kimliği açısından değerlendirildiğinde belirlenen kimlik öğeleri şunlardır; Geleneksel doku-
daki avlulu evler, Sit alanının Izgara plan (Hippodamus modeli) sokakları, Kurtuluş caddesi (Kolo-
nadlı cadde), Hatay’ın anavatana katılma kararının verildiği Meclis Binası (Şimdiki Özsüt Binası),
Arkeoloji müzesi, St. Pierre Kilisesi, Cehennem kayıkçısı heykeli (Charonion), Antakya parkı, Yaz-kış
sürekli esen rüzgârları, Hamamları, Sabun üretim evleri, Zeytinyağı üretim evleri, İpek üretimi ve
dokumacılığı ve dinsel inancı farklılık gösteren toplumlara sahip olması (Salıcı ve Güçlü, 2010).
4. Kentsel Dönüşüm Projeleri ve Bu Projelerin Antakya Tarihi Kent Kimliğine Etkisi
Hatay’ın merkez ilçesi konumundaki Antakya kenti birçok medeniyetlere ev sahipliği yapmış
olmanın bir getirisi olarak pek çok kimlik öğesine sahip bir kenttir. Kent güneydoğuda Habib Nec-
car Dağı, kuzeydoğuda ise ülkemiz için önemli bir tarımsal potansiyel olan Amik Ovası ile sınır-
landırılmıştır. Ayrıca kuzeydoğu-güneybatı ekseninden geçen Asi Nehri kenti ikiye bölmektedir.
Antakya kentinin ilk kuruluşundaki yerleşim alanı Asi Nehri ile Habib Neccar Dağı arasında
kalan ve “Eski Antakya” olarak adlandırılan alandır. Nehrin doğu yakasını oluşturan bu alan “Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca” sit alanı olarak tescil edilmiş ve içindeki yerleşme dokusu
kültürel, arkeolojik ve doğal değerlere göre üç bölgeye ayrılmıştır. Bu bölgeler Doğal sit alanı,
Arkeolojik sit alanı ve Kentsel sit alanıdır.
Çalışma alanı olarak belirlenen Antakya kentindeki kentsel dönüşüm alanları bu sit alanı için-
deki Havuzlar, Şirince, Karaali Bölüğü, Kardeşler ve Aydınlıkevler olmak üzere 5 mahalleden oluşan
27.4 ha.’lık bir alan ile Harap arası mahallesi içinde Küçük Sanayi-Hal-Eski Otogar alanını kapsayan
10.1 ha. alanda yer almaktadır.
Kentsel dönüşüm alanı olarak belirlenen bu alanlar, çoğunlukla koruma amaçlı imar planlarına
rağmen kaçak yapılaşmanın zaman içinde arttığı alanlardır. Günümüzde geleneksel doku, klasik
Yunan-Roma tipi bahçeli evlerin izlerini taşıyan Antakya avlulu evlerin yerlerini üç-dört katlı biçim-
sel karakteristik açısından kişiliksiz yapılara bırakması, sokaklarda kuruluşundaki simetrik düzenin
kaybolması gibi nedenlerle bozulmuştur. Sonuçta kentin gelişmesine bağlı olarak geleneksel do-
kuyla uyuşmayan modern yapılaşma alanları oluşmuştur.
Bu alanları kentsel dönüşüm alanlarına dönüştürmek ile bozulmuş yeni dokunun devamlılığı-
nın sağlanması istenmektedir. Oysa ki kentler geçmişten geleceğe bir süreklilik içinde algılandı-
ğında kent kimliği açısından kentsel mekân biçimlenmesinin geleneksel doku ile uyumlu olması
gerekmektedir. Sürdürülebilir kentsel gelişme kapsamında kentsel dönüşüm projelerinin sadece
fiziksel planlamayı temel alarak değil tarihi kent kimliğini de koruyan bir yaklaşım içinde olması
önemlidir.
5. Sonuç ve Öneriler
Geçmişin korunması gereken değerleri ile günümüzün ve geleceğin gelişme şekli ve hızı ara-
sındaki gözle görülebilir çatışmayı kontrol edecek ve dengeyi sağlayacak bir araç olması gereken
imar planları bugün kentsel dönüşüm nedeniyle tarihi çevrelerin bozulmasının en önemli nede-
nini oluşturmaktadır.
Kentsel dönüşüm, kent dokusunu en çok etkileyen bir etmen olarak planlarda önerilen ula-
şım yolları, yol açma ve genişletme çalışmaları, tüm kentlerde arsa spekülasyonundan sağlanan
kazançları yönlendirici ve arttırıcı etkisi ile eski eserleri hızla ortadan kaldıran bir araç olarak kar-
şımıza çıkmaktadır.
123
Tarihi kentlerde başta gelen sorunlardan biri değişen dünya ve yaşam koşullarına karşın, tarihi
sürekliliğin sağlanamamasıdır. Birçok ülkede olduğu gibi bugün ülkemizde de yoğun yapılaşma
ile kentsel ve kırsal alanlarda kimliksizleşme sorunu tartışılmaktadır. Çevre karakterine uyum kay-
gısı taşımadan, maksimum rant elde etmek için yapılan binalarla kentsel çevrenin görünümü tek-
düzeleşmekte, yüzyılların deney ve birikimiyle ortaya çıkan tarihi sokak perspekti�eri ve bunlarla
bütünleşen anıtsal eserler yok edilmektedir.
Antakya kenti örneğinde incelenen bu araştırma sonucunda özetle şu sonuçlar elde edilmiştir;
- Kentin yeni ve eski kent dokularının birlikte planlanamamasının temelinde 11 belde bele-
diyesine parçalanmış olması bulunmaktadır. Bu parçalanmışlık günümüze kadar geçen süreçte
bütün Antakya kentini kapsayan düzenli bir imar plan kararının alınamamasına neden olmuştur.
Bu durum tarihi dokunun bütüncül bir yaklaşımla korunamamasındaki önemli etkenlerden biridir,
- Kentsel yerleşim ve gelişme alanlarını paylaşan belde belediyelerinin izin verdiği yoğun ya-
pılaşma kentin tarihsel kimliğini yok etmekte ve sit kararlarıyla korunan eski dokuyu da “algılana-
maz“ kılmaktadır. Bugün tarihi doku yerleşme alanları arasında belli bir alanda sıkışıp kalmış ve bu
değişim sonucu yoğun bir baskı altına girmiştir. Ayrıca genel olarak baktığımızda kentin silueti de
bozulmuştur,
- Gecekondu alanlarından arındırılması kapsamında nitelikli kent mekanlarına dönüştürülmek
istenen alanlar için hazırlanan kentsel dönüşüm projelerinin uygulanmasıyla tarihi geleneksel do-
kunun daha da zarar göreceği ortadadır. Bu nedenle kent kimliğinde büyük yeri olan, tarihi ve kül-
türel miras niteliğindeki gerek geleneksel sivil mimari yapılar gerekse de anıtsal yapılar çevresiyle
birlikte bir bütün olarak ele alınmalıdır,
- Koruma amaçlı imar planlarına rağmen sit alanı içindeki avlulu evlerin yıkılıp yerine yenisini
yapmak isteyenlerin sayısının gün geçtikçe arttığı gözlenmiştir. Bu bağlamda sit alanı içinde ya-
şayan kent halkının tarihi ve kültürel mirası koruma bilincinin geliştirilmesi koruma kültürünün
artması için önemlidir. Antakya’ya özgün geleneksel dokudaki kent kimliğini oluşturan bu avlulu
evlerin korunması uzun vadede turizm amaçlı değerlendirilmesi ile mümkün olabilecektir,
- Kentsel dönüşüm projelerinin hazırlanması ve uygulanması aşamalarında kent yönetiminin
katılımı ile sınırlandırılması yerine Antakya kentindeki üniversite, meslek odaları gibi yaygın bir
tabandan destek alınması planlama kararlarının daha doğru olması açısından önemlidir,
- Tarihi kent içinde yaşayan yerel halka yaşam alanlarının düzenlenmesi ile ilgili söz ve karar
hakkı tanınması tarihi kent kimliğinin belirleyicisi olan sosyal ve ekonomik koşullar ile kültürel
özelliklerin dikkate alınması açısından önemlidir,
- Tarihten bugüne ulaşan Kurtuluş caddesi ve mevcut yol dokusunun tarihi doku bütünlüğü
içinde canlandırılmasının sağlanması gereklidir.
- Kurtuluş caddesi üzerinde yer alan el sanatları atölyesi, sanat galerileri gibi kültür ve sanat
içerikli kullanımların arttırılması alanın prestijini arttıracaktır.
Kaynaklar
Aras M.Ö. ve L. Alkan, 2006. Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının Ankara Kent Makroformu Üzerinde Ekonomik,
Politik, Sosyo-Kültürel Etkilerinin İrdelenmesi. TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası 11. Türkiye Harita
Bilimsel ve Teknik Kurultayı, Ankara.
Demirsoy, M.S. 2005. Kentsel Dönüşüm Projelerinin Kent Kimliği Üzerine Etkisi (Lübnan-Beyrut-Solidere Kentsel
Dönüşüm Projesi Örnek Alan İncelemesi). Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Şehir ve
Bölge Planlama Anabilim Dalı Kentsel Tasarım Yüksek Lisans Tezi. 171 s. İstanbul.
124
Eke F. ve M.Ö., Aras, 2007. Kentsel Dönüşümün Değişen Anlamı Ahlatlıbel Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Projesi.
TMMOB Peyzaj Mimarları Odası, Peyzaj Mimarlığı 3. Kongresi, s 264-272, Antalya.
Erdoğan, E. ve F. Aklanoğlu, 2007. Kentsel dönüşüm sürecinde kent kimliği: Ankara Örneği. Yerel yönetimlerde
“Dönüşüm” Sempozyumu, Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği, s. 123-133, Ankara.
Keleş, R., 2000. Kentleşme Politikası. İmge Kitapevi. s. 296, Ankara.
Nalkaya, S. 2006. Kentsel Dönüşüm ve Kent Kimliği. Yapı Aylık Mimarlık, Kültür ve Sanat Dergisi, Yapı Endüstrisi
Merkez Yayını, (292), 39-43, İstanbul.
Salıcı, A. ve K., Güçlü, 2010. Kentleşme Sürecinde Kentsel Kimlik Değişimine Bir Örnek: Antakya Kenti. Peyzaj
Mimarlığı IV. Kongresi Bildiriler Kitabı, 21-24 Ekim 2010, s 246-251, İzmir.
Oturum Yürütücüsü - Sunumu için ve zamanı çok ekonomik kullanarak süresinin çok öncesin-
de bitirdiği için teşekkür ediyoruz kendisine.
Bir sonraki konuşmacımız sayın Serdar Aydın. Kentsel Dönüşümde Akıl Tutulması ve Rant Çıl-
dırısı, çok özellikli bir başlık. Neler anlatacak dinleyeceğiz, herhalde Ankara örneğinden bir şeyler
verecek.
Buyrun.
KENTSEL DÖNÜŞÜMDE “AKIL TUTULMASI” VE RANT ÇILDIRISI
Serdar Aydın
Çankaya Belediyesi- Harita ve Kadastro Mühendisi
“ Yanlış bir hayat, doğru yaşanamaz...”
Adorno, Minima Moralia’dan
“(Felsefe yapıtının) asıl konusu, sadece varılmak istenen
hedeften ibaret değildir: konunun işlenmesi, gelişmesi de
vardır. Somut bütünlük, sadece elde edilen sonuçtan ibaret
değildir: sonuçla birlikte ona varma süreci de vardır. Hedef,
kendi başına, cansız bir tümeldir… Çıplak sonuç da, sistemin
cesedidir sadece...”
Hegel, Fenomenolojinin Önsözünden
İnsan, içinde bulunduğu doğada var olurken, diğer canlıların aksine doğaya hükmetme eği-
limindedir. Doğayı değiştirmek, dönüştürmek ve bu edimleri kendi varlık koşullarını iyileştirmek
adına sürdürmek kaçınılmaz bir olgudur. İlk insandan bu güne süreç, neredeyse hiç değişmemiş-
tir. İlk insan barınma, beslenme, korunma vb. ihtiyaçlarını içgüdüsel olarak karşılarken, zaman
içerisinde çok daha organize ve dizgesel çözümler üretilmiştir. Bu üretimlerin içerisinde gerçek-
leştiği doğa, bir süre sonra insanın hizmetinde görülmeye başlanmış, her şey insan için olduğun-
da, doğanın kendiliği unutulmuş, asgari düzeydeki saygı bile ortadan kalkmıştır. İnsanın tatmin
edilemez “ihtiyaçları”, içerisinde bulunulan sosyoekonomik sistemin de gereklerine uygun olarak
sınırlanamaz bir tüketim çılgınlığına dönüşmüş ve bu tüketimin doğal sonucu olarak da kaynak-
ların sorumsuz ve sınırsız kullanımı birçok soruna neden olmuştur. Avcı toplayıcı topluluklardan
125
yerleşik hayata ve tarım toplumuna geçilmesi, insanın doğada yarattığı ilk büyük travmadır. Yerle-
şen insan, yerleştiği ortamı doğanın özgün dengeleri dışında, tamamen bencil ve arzuları doğrul-
tusunda dönüştürmüş, bu dönüşümün katliam boyutuna varması kabaca birkaç binyıl içerisinde
sağlanmıştır. Kozmik zaman algısı açısından hiçbir değeri olamayan birkaç bin yılın gösterge de-
ğeri, insanın yok edici niteliğiyle ilişkilidir. İçinde bulunduğumuz aktüel zamanda ozon tabakası-
nın delinmesinden küresel iklim değişikliklerine kadar birçok sorun, insanın tüketme arzusunun
ve yüceltisinin kaçınılmaz sonuçlarıdır. İnsanlık tarihi dikkate alındığında, neredeyse geçen her
yıl bir önceki yıla göre yaratılan tahribatın ivmelenmesine neden olmuş, olumlu anlamda hiçbir
geri dönüş sağlanamamıştır. Bu bağlamda belki de en önemli kırılım tarım toplumundan sanayi
toplumuna geçiştir. Sanayi devrimi ve teknolojinin gelişimi, insan yaşayışını kökensel olarak de-
ğiştirmiştir. Sanayi tesisleri etrafında kümeleşen insanlar, sanayi üretimin gerektirdiği iş gücünü
oluştururken bir yandan da barınma, beslenme vb. temel ihtiyaçların karşılanması için yeni mo-
dellemelerin yapılması gerekmiş, köyden kente ulaşan barınma zinciri, günümüzün metropol
kentleriyle, şimdilik son noktasına ulaşmıştır. Kentler, öncelikle sanayi üretimi için gerekli olan iş
gücünün barınma ihtiyacı için oluşmuş sosyokültürel ve ekonomik yaşama alanlarıdır. İlk kentlerin
basitliği zaman içerisinde ortadan kalkmış, günümüzün devasa kentlerine, metropollerine ulaşıl-
mıştır. Bu sonuç, sorunlarında devasa boyutlarda oluşmasına neden olmuş, milyonlarca insanın
bir arada yaşamak zorunda olduğu kentler, ne yazık ki artık içinden çıkılması olanaksız kaotik yı-
ğıntılara dönüşmüştür. Şimdi gelinen nokta bu kentleri yeniden dönüştürme çabasıdır. Bu çaba,
mevcut olumsuzlukların netliğini irdelemeyi, analiz etmeyi, sorunları ve sorumlularını belirlemeyi
neredeyse yok sayarak, “yıkalım, yapalım” paranoyası içerisinde yeni bir umudu var etme yanılsa-
masını yüceltecek kadar kendi varlık bilincinden yoksun görünmektedir.
Kentlerin oluşumu, “planlama” süreçlerinin de başlangıcına işaret eder. Bir yerleşim alanı, ora-
da yaşayan ve yaşayacağı varsayılan insanlara göre planlanmak zorundadır. Bu planlamanın bir
öngörüye ya da projeksiyona sahip olması gerekir. Planlamanın süreçleri ve aktörleri, eş zamanlı
olarak olası sonuçlardan birinci derecede sorumludurlar. Kısacası planlamanın nasıl yapılacağının
ilkesel kararlarından, o planlamayı uygulayan pratisyenlerin mesleki yetkinliklerine kadar birçok
öğe sürecin etkin öğeleridir. Birbiriyle mutlak alamda ilişkili olan bu olguların öncelik sonralık iliş-
kisi vardır. Piramidin en tepesinde “karar” yer alır. Planlamanın nasıl yapılacağını belirleyen ka-
rar mekanizması, sonrasındaki sürecin belirleyenidir. Zaman içerisinde planlama olgusu bir bilgi
disiplinine dönüşmüştür. Günümüzde Şehir ve Bölge Planlaması Bölümlerinde, insanların yaşam
alanlarının nasıl planlanacağına dair bilimsel eğitim verilmektedir. Bu eğitimlerin ve meslek er-
baplarının çalışmalarının sonuçları, birçok başka bilgi disiplinini ve mesleği de yakından ilgilendi-
rir. Bir plan var ise o planın uygulaması, fiziksel zeminin planın öngördüğü şekilde düzenlenmesi,
bu düzenleme için gereksinin duyulan her türlü alt ve üst yapı elemanlarının tesisi gerekir. Olması
gereken objektif ve bilimsel bir planlama sürecinin sonucunda, her anlamda yeterli, yetkin ve in-
sanların mutluluğuna katkı sağlayan yaşanılır mekânsal düzenlemelere ulaşılmasıdır. Ancak bu
“olması gereken” durum gerçekleşememiş, bugün kentlerin dönüştürülmesi zorunluluğuyla karşı
karşıya kalınmıştır. Nedir bu duruma gelinmesinin sebebi? Planlamacılar yeterli ve yetkin plan-
lar yapamadığından mı bu güne gelinmiştir? Yoksa karar veren ve uygulayan mekanizmanın tüm
aktörleri ortak bir çaba ile mi, artık dönüştürülmesi zorunlu olan bu kentleri yaratmışlardır? Bu
kadar bilimsel eğitimli insanın, böylesi olumsuz sonuçları beraberce yaratabilmesi nasıl bir akıl
tutulmasıdır veya ne şekilde anlamlandırılabilir?
Sorularımızın yanıtlarını aramaya başlarken, yine en başa dönmek gerekiyor. Planlama karar-
larını veren ve sonuçlara neden olan mekanizma irdelenmelidir öncelikle. Parlamenter demokra-
126
silerde iktidarı elde bulunduranlar, yani hükümet edenler, her türlü yasal düzenlemeyi yapan ve
yönettikleri ülkenin kaderini belirleyen karar vericilerdir. Bu karar vericilerin siyasetçi olması ve
siyasetin içkin nitelikleri, tartışılmak istenen bütün olguları majör olarak etkilemiştir. Parlamenter
demokrasilerde siyaset mekanizması çalışır ve seçimlerle karar vericiler belirlenir. Bir ülkenin halkı,
kendisini yönetecek siyasilerden uygun gördüklerini seçimlerde seçer ve belirli bir süre için o se-
çilmişler ülkeyi yönetir, yasaları çıkarır, mevcut yasalarda her türlü değişikliği yapabilir. İşte, basitçe
tanımladığımız bu karar verme süreci, planlamanın ve yaşam alanlarının tasarımının da özünde
yer alır. Hükümet edenlerin halktan seçim yoluyla aldıkları yönetme yetkisine uygun olarak par-
lamentolarda oluşturdukları yasalar, seçen halkın hayatına dair her şeyin kökensel belirleyicisidir.
Bir de bu yasaları uygulayan pratisyenler, kurumlar, meslekler vs. vardır. Bütün bu aktörlerin bir-
likteliği sonucun oluşumunu sağlayacaktır. İşte, bugün içerisinde bulunduğumuz kaos, böyle var
edilmiştir. Dönüştürmeye çalıştığımız kentler bu sürecin sonrasında oluşmuştur. Dolayısıyla çö-
zümlerinde bu süreci tersten okuyarak belirlenmesi gerekir. Yani, sorunu tanımlamak ve o soruna
ilişkin en başa dönüp, analitik ve irdeleyici bir bakış açısıyla, olumsuzlukları vurgulayarak aktüel
zamana gelmek kaçınılmazdır. Ya da kaçınılmaz olması gerekir. Yöntemimize uygun olarak, bugün
içerisinde yaşamak zorunda kaldığımız ve şimdilerde yeniden dönüştürmeye çalıştığımız kentleri,
bu kentleri oluşturan tercihleri, tasarımları, planlama süreçleri vs. göz önüne alarak değerlendir-
memiz gerekir.
Genç Cumhuriyetimizde İmar ve İskan çalışmalarının tarihi kolaylıkla ve belgelere dayanıla-
rak irdelenebilir. Ancak bu çalışmanın sorunu, bu sürecin kendisi değildir. Sürecin realize olduğu
anlarda yapılan müdahalelerin, ki bunlara kabaca imar ve iskan a�arı denecektir, neliği ve sonuç-
larıdır. Nitekim kentsel dönüşüm denilen ve üzerinde tartıştığımız konu da bu tür bir müdahale-
den ibarettir. Mevcut yasalara göre ya da yasalar dışında “kaçak” olarak oluşmuş, oluşmasına göz
yumulmuş yaşam alanları ve bu alanlarda yaşamak zorunda olan insanların içinde bulundukları
olumsuzlukların ortadan kaldırılması için imar iskân faaliyetlerini düzenleyen yasalarda değişikli-
likler yapılmış, yasal olmayan yerleşim alanlarının yasallaştırılması, düzenlenmesi amaçlanmıştır.
Bu anlamda ilk imar a�ı, 1949’da gerçekleştirilmiştir. 5431 sayılı “Ruhsatsız yapıların yıkılmasına”
ve 2290 sayılı Belediye Yapı ve Yollar Kanunun 13. Maddesinin değiştirilmesine dair kanunun 1.
maddesi ruhsatsız yapıların imar planına uygun olmaları halinde yıkılmamalarına olanak sağla-
mıştır. Bu yasa sonraki yıllardaki uygulamalara emsal teşkil etmiştir. Ancak her ne hikmetse, bu ilk
müdahaleden sonra imar ve iskân faaliyetlerine müdahale etmek siyasetçilerin çok hoşuna gitmiş
ve birçok başka af’la müdahaleler yoğunlaştırılmıştır. Neredeyse her yeni hükümetten bir imar a�ı
beklemek galatı meşhur hale gelmiş, af çıkarmayan hükümetlerin siyasi ikbali ortadan kalkmış-
tır. Geçen süreç içerisinde yaklaşık 12 adet af niteliğinde yasal düzenleme yapılmıştır. Bütün bu
müdahalelerin bilimsel ve objektif niteliklerden, projeksiyonlardan uzak, popüler ve günü kurtar-
maya yönelik çabalar olduğu ve hiçbir olumlu sonuç doğurmadığı, aksine şu an dönüştürülmesi
murat edilen kent ucubelerini yarattığını söylemek zorunludur. Eğer bu yasalar olumlu bir sonuca
ulaşmış olsaydı, günümüzde böylesi bir dönüşüme ihtiyaç duyulması söz konusu olmayacaktı.
Peki nedir bütün bu yasalara rağmen kentlerin içinde bulunduğu kaotik halin nedenleri? Neden
bunca yıl sonra bir dönüşüm ihtiyacı ile neredeyse bütün kentleri büyük oranda yıkıp yeniden
inşa etme gereği duyumsanmaktadır? Geçmişte neler doğru, düzgün ve layıkıyla yapılmamıştır ki
bugün, bu dönüşüm olgusu kaçınılmaz bir somutluk olarak karşımıza çıkmıştır? Ve kentsel dönü-
şümün yasal zeminini oluşturan Belediye Yasasındaki 73.madde ve Afet Riski Altındaki Alanların
Dönüştürülmesi Hakkındaki 6306 sayılı yasa, bunca yıldır gerçekleştirilemeyenleri hangi mantıkla,
nasıl bir yöntemle ve insanların barınma, yerleşme haklarına saygı göstererek, kentlerin bellekleri-
ni, akıl ve yüreklerini ortadan kaldırmadan mı gerçekleştirecektir?
127
En başta şunu savlamak gerekir: Geçmişin analizini yapmayan hiçbir çaba olumlu sonuçlara
ulaşamaz! Bu yargı, tarihin insana gösterdiği deneyimin kaçınılmaz bir sonucudur. Yasa koyucula-
rın, hükümet edenlerin popülist politikaları, bilimsel aklın ve ölçütlerin dışında ranta ve popülari-
teye dayanan yaklaşımları birincil açmazdır. İkinci açmaz ise yasa koyucunun bilimsel aklı dışlayan
uygulamalarını realize edenlerin aymazlığıdır. Kapitalist dizgenin rant ve tüketim çılgınlığına “hep
birlikte” kapılmışken, kimsenin bir şeyleri dönüştürme ve olumlu sonuçlara ulaşma olanağı yoktur!
Aksini düşünmek safdilliktir. İnsanın inanası gelmiyor; şu ana kadar var edilmiş bütün yasaların
sonucu olan bu kentler, yeni bir yasa ile sorunlarından nasıl kurtulabilir? Bu yasanın ruhu, böylesi
bir dönüşüme olanak vermekte midir? Yapılan uygulamalar rant ve popülist yaklaşımların dışında
mıdır? Mantık ve kavrayış kentin sorunlarını çözmeye mi dönüktür, yoksa neredeyse hiçbir projek-
siyonu dikkate almadan, önceki planları ve plan kararlarını umursamadan yeni sorunlar üretmeye
aday mıdır?
Yukarıda sıraladığımız soruların, ne yazık ki hiçbirine olumlu yanıt veremiyoruz. Gerek çıkarı-lan yasaların çıkarılma mantığı ve ruhu, gerekse de uygulama örnekleri dikkate alındığında için-de bulunduğumuz durumdan daha kötü sonuçlara ulaşma olasılığının güçlü bir argüman olarak önümüzde durduğu söylenebilir.
Öncelikle yasaların oluşum sürecine bakıldığında, hükümet edenlerin çoğul katılımı önem-semedikleri, kendi kadrolarınca yasa metinlerini oluşturdukları ve parlamento da çoğunluklarını kullanarak yasalaştırdıkları söylenebilir. TMMOB ve bağlı meslek odalarının, bilimsel doğruları sa-vunan üniversitelerin ve sivil toplum örgütlerinin “icraata engel oldukları” defalarca dikte edilmiş-tir. Dolayısıyla bu yasaların oluşumunda hangi süreçlerin işletildiğini bilmek, kamuoyu açısından çok da olanaklı değildir. Yasalar çıktıktan sonra üretilen görüşlerin ise bir değeri yoktur. Zaten bir yasa çıktıktan sonra, meslek erbapları ve meslek odaları bu yasadan piyasa koşullarına göre nasıl rant elde edeceklerinden ötesini de düşünmemektedirler. Bu yargımıza tekrar değineceğimizi be-lirterek, ilerleyelim:
İlk olarak 3/7/2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanununun 73. üncü maddesi değiştirilmiş, bu değişiklik 24 Haziran 2010 Tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 5998 nolu yasanın 17/6/2010 tarihinde kabul edilmesi ile kentsel dönüşüm uygulamalarının hızı artırılmıştır. Her ne kadar 73.maddenin değişmemiş hali de kentsel dönüşüm çalışmalarına olanak verse de, bu değişiklikle yasal zemin güçlendirilmiştir. Bu değişikliğin ilk paragrafı aşağıdadır:
“– Belediye, belediye meclisi kararıyla; konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji
parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak, es-
kiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya
deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir. Bir
alanın kentsel dönüşüm ve gelişim alanı olarak ilan edilebilmesi için yukarıda sayılan hususlardan
birinin veya bir kaçının gerçekleşmesi ve bu alanın belediye veya mücavir alan sınırları içerisinde bu-
lunması şarttır. Ancak, kamunun mülkiyetinde veya kullanımında olan yerlerde kentsel dönüşüm ve
gelişim proje alanı ilan edilebilmesi ve uygulama yapılabilmesi Bakanlar Kurulu kararına bağlıdır.”
Bu paragrafta ve sonrasındaki bütün paragra"arda, anılan dönüşüm projelerinin gerçekleşti-rilmesinin hangi ölçütlere dayanacağı, bu ölçütlerin nasıl belirleneceğinin usul ve esasları değinil-
memiştir. Sadece Belediyenin böylesi projeler yapabileceği vurgulanmış, sonrasında bu projelerin
yürütümüne ilişkin diğer hususlar zikredilmiştir. Daha da önemlisi bu projeler sonucunda elde
edilecek rantın nasıl kullanılacağına dair en ufak bir bilgi yoktur. Bu projeler gerçekleştirilebilir,
ancak sonuçta elde edilecek rantın nasıl kullanılacağı yetkinin verildiği büyükşehir belediye baş-
kanlarından başka hiçbir otoriteye bağlı değildir. En azından, bir kamu yararı tanımı bile yoktur
yasada. Bu projeleri yapabilir, meskûn veya gayri meskûn istediğiniz her alanı kentsel dönüşüm
alanı ilan edebilir ve sonrasında elde edilen rantı istediğiniz şekilde kullanabilirsiniz. En başta yer
128
alan bu yaklaşım ve yaklaşımın özündeki mantık, sonrasındaki bütün süreçleri belirleyecektir.
Kentsel Dönüşüm Alanı ilan etme yetkisi Büyükşehir Belediyelerine, ilgili Büyükşehir belediyesi
“uygun” görürse İlçe Belediyelerine ve kamu mülkiyeti olan alanlarda ise Bakanlar Kuruluna ait
kılınmıştır. Sonrasında uygulamaya dönük bütün işlemler, resen Büyükşehir Belediyelerince ya-
pılacaktır, hükmü gelir. İlçe Belediyelerinin ve diğer kamu kurumlarının bütün yetkileri ellerinden
alınmakta ve Büyükşehir Belediyesine resen her türlü işlemi yapma yetkisi verilmektedir. Bu man-
tık ve ilk hükümler bile yasa koyucunun katılım, paylaşım vb. olguları dikkate almadığının gös-
tergesidir. Her türlü yetki ve işlem tek bir kuruma verilmekte, böylelikle diğer kurumların ve sivil
toplum örgütlerinin, üniversitelerin vs. katılımı süreç dışına konulmaktadır. Dönüşüm alanlarının
belirlenmesinde bilimsel bir kurulun ve ortak karar alma olgusunun, daha da önemlisi bir kamu
yararı bulunması gereğinin esemesi bile geçmemektedir. Tek tara�ı ve mutlak otoriter bir yakla-
şımın en net göstergesidir bu durum. Kentin ve Dönüşüm Alanlarının kaderini Belediye Meclis
Üyelerinin ve Belediye Başkanının mutlak otoritesiyle belirlenmesi esas alınmaktadır. Her şeyin
doğru ve düzgün yapılacağı varsayımıyla hareket edersek bir sorunla karşılaşılmayacağı söylene-
bilir. Ancak ülkemizde böylesi bir sorunsuzluğun vukuu bulması olanaklı değildir. Sorun, bir proje
üretim sürecinin paydaşlarca bölüşülmesinin engellenmesi, daha doğrusu hiçbir paydaşa ihtiyaç
duyulmamasıdır. Böylelikle ortak aklın yaratacağı optimum çözümlerin önü tıkanmakta, karar ve
sonuç tek bir otoriteye teslim edilmektedir. Denetim diye bir şey zaten söz konusu değildir. Es-
kiden İlçe Belediyeleri planlama süreçlerinde etkin olarak görev alır, 1/5000’lik Nazım İmar Plan-
larından sonra Uygulama Parselasyon Planları ve 3194 sayılı yasanın imar işleriyle ilgili hususları
İlçe Belediyelerince gerçekleştirilirdi. Bu hiyerarşi, bir tür paydaşlık ve denetim de yaratır, ne ilçe
ne de büyükşehir belediyesi plan süreçlerinde tek başına muktedir olamazlardı. Eğer bir planda
emsal, kat rejimi, imar ve yapılaşma koşulları vb. bir olguda olası bir değişiklik yapılacaksa hem ilçe
hem de büyükşehir belediye meclislerinin ortaklaşan kararlarıyla değişiklikler yapılabilir, mümkün
mertebe ortak bir akıl yaratılabilirdi. Bu durum söz konusu değişiklikle ortadan kaldırılmış, isteni-
len alanlar Kentsel Dönüşüm Alanı ilan edilerek her türlü imar değişikliğinin önü açılmış, istenilen
her yerin yüksek yoğunluklu konut, ticaret, merkezi iş alanı, kentsel servis alanı vb. niteliklerle
“planlanmasına” ve yüksek değerli rant projelerinin yaratılmasına olanak sağlanmıştır. Bu olanak,
tek ve mutlak hâkim olan Büyükşehir Belediyelerine verilerek, gündemde olan Büyükşehir Bele-
diyelerine ilişkin yeni yasa tasarısı ile belediye sınırlarının il sınırları olarak belirlenecek olmasıyla
sınırlar daha da genişletilecektir, diğer kurumların her türlü görevi ve yaptırımı hiçleştirilmiştir.
Ruhsat dâhil, her türlü iş ve işlemi resen gerçekleştirebilecek Büyükşehir Belediyeleri, giriş parag-
rafında yer alan her türlü projeyi, başta konut alanları olmak üzere hayata geçirebilir ve kimsenin
de bu proje yapma iradesine, yanlış bir proje olsa dahi, karşı çıkma hakkı yoktur. 6306 sayılı yasa
da ise bu mutlaklık en son noktasına vardırılmış, idari mahkemelerde dava açılsa bile yürütmeyi
durdurma kararının verilemeyeceği yasa hükmünde yer almıştır(Madde 6, 9.bap). Belediyelerin
siyasi nitelikleri göz önüne alındığında, farklı siyasi partilerden olan Belediye Başkanlarının birbir-
lerinin hizmet üretme erklerine yönelik olumsuz ket vurma isteklerinin olabileceği düşünülürse,
sorunun içinden çıkılmaz niteliği açıkça görülür. Herhangi bir Büyükşehir Belediyesi, kendi siyasi
görüşünden olmayan herhangi bir İlçe Belediyesine, bu bağlamda hiçbir şans tanımayacaktır. Ola
ki İlçe Belediyesi en yetkin bir dönüşüm projesi hazırlamış olsa bile, sadece farklı siyasi partiden
olması nedeniyle bu projesini ilgili Büyükşehir Belediye Meclisinden geçiremeyecektir. Ülkemiz-
deki “demokrasi kültürü”, bu sonucu zorunlu kılmaktadır. Bunun aksinin olabileceğini söylemek bu
ülkede yaşamayanların bir savı olabilir ancak. Nitekim uygulamalara baktığımızda ne kadar haklı
oluğumuz görülecektir.
Akıl tutulması, aklı ile var olan insanın en trajik varlık halini ifade eder. Frankfurt Okulu filozof-
129
larından Max Horkheimer, “Akıl Tutulması(Eclipse of Reason)” adlı kitabında kişisel çıkarlar ve çevre-
sel faktörlerin etkisi altındaki bireylerin akıl tutulması yaşayacaklarını ve farklı düşünemeyecek-
lerini ileri sürmüştür. Ayrıca akıl tutulmasının toplumu etkileyen kolektif türleri de vardır. Bugün,
ülkemizde, Kentsel Dönüşüm adı altında yaşananlar tam anlamıyla bir akıl tutulmasıdır. Zaten çar-
pık ve kuralsız yapılaşmış kentlerimiz, “yeniden” dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Bu dönüşümün
yaratacağı travma, kentsel dokunun organik niteliğindeki tahribat vb. öğeler dikkate alınmamak-
tadır. Büyükşehir Belediyelerine tanınan haklar ve bu hakların nasıl kullanıldığına yönelik herhangi
bir denetim mekanizmasının olmaması, söz konusu akıl tutulmasının en net göstergeleridir.
Şimdi uygulama örneklerine gelirsek, anılması gereken ilk uygulama İstanbul Sulukule Kentsel
Dönüşüm Projesidir. Detaylı bilgilerine ulaşmak olanaklı olmasa da genel olarak yukarıda sırla-
dığımız olumsuzluk silsilesi içerisinde bir proje geçekleştirilmiş, proje sonucunda Sulukule’yi var
eden “yerli” halk barınma haklarını yitirmiştir. Kentin çok önemli bir kültürel zenginliği olan semt,
tamamen ve her anlamıyla dönüştürülmüş, yerli halk kendilerine kilometrelerce uzakta verilen be-
ton kutucuklara yerleşmek zorunda kalmıştır. Mahalle kültürü ortadan kalkmış, Sulukule’nin güler
yüzlü, müzik tutkunu halkı yaşam alanlarından zorla, hatta acele kamulaştırma kararlarıyla uzak-
laştırılarak lüks konutların yapımına olanak sağlanmıştır. Bu dönüşümün yaratacağı devasa rant
mahalleliye bırakılmamış, bölgenin zengin ve elit kesimlerin cazibe merkezine dönüştürülmesi
hede*enmiştir. Şimdi sormak gerekir, bu nasıl bir dönüşümdür ki dönüştürülen alanın “yerli” halkı,
o bölgede yıllardır yaşayan ve kendi kültürünü kentin kültürüne eklemleyerek kent belleğinde bir
işleve sahip olan Sulukule Halkı, oluşturulan kentsel konfor ve ranttan pay alamamakta, yerlerin-
den edilmekte ve onlardan boşalan alanlara ekonomik gücü üst seviyede olan, gelir dağılımın-
daki adaletsizliğin en üst kategorilerinde yer alan “elit ve zengin” yurttaşlar ikame edilmektedir.
Oysa çözüm veya dönüşüm, insanları yaşadıkları yerlerden göndermeden, gitmeye zorlamadan
bulunmalıydı. Bu durum, en temel insan haklarından olan barınma ve yerleşme hakkını ortadan
kaldırmadan, katılımcı ve paylaşımcı bir yaklaşım ile oluşturulacak çözümler için bir olanak ola-
bilirdi. Söz konusu olumsuzluk Avrupa Birliğinin Türkiye ile ilgili İlerleme Raporlarında tam 6 kez
yer almış ve 2012 yılı raporunda Sulukule Projesine ilişkin “Kentsel yenileme çalışmalarının, ‘top-
luluklar yerlerinden edilmeden ve istihdam çabaları ile el ele yürütülmesi’ gerektiği” vurgulanmış,
projenin Danıştay tarafından iptal edildiği hatırlatılarak, raporun 33’üncü sayfasında, Romanlarla
ilgili şu tespitler yer almıştır.
“Kentsel yenileme mümkün olan her yerde, topluluklar yerinden olmadan, şe#af şekilde ve istih-
dam çabaları ile el ele yürütülmelidir. Romanların sağlık hizmetlerine erişim güçlüğü ve barınma ko-
şulları gibi durumlarda sorunlar devam ediyor. Romanların sorunlarının çözümü konusunda kapsamlı
strateji oluşturulması gerekmektedir. Haziran sonunda, Küçükbakkalköy’deki Romanların evleri de
dönüşüm kapsamında yıkılmıştır.”
Avrupa Birliğinin bile dikkatini çeken bu hususlara uygulayıcıların hiçbir şekilde dikkat et-
mediği ortadadır. Uygulayıcıların yasanın özündeki mantığa ve kapitalist piyasa düzeneğinin
yönsemelerine uygun olarak tercihlerini bu şekilde realize etmeleri ve “zorla” bir yerleşim alanını
dönüştürmeleri, kentsel dönüşüm sürecinin ve uygulamalarının ne tür sorunlar doğurabileceğine
ilişkin bir gösterge sayılabilir. Böylesi yöntemlerle kentlerimizin içerisinde bulunduğu sorunların
çözümlenmesi, yığıntı kentleşmenin modern ve çağdaş yaşam alanlarına dönüştürülme vaadi na-
sıl inandırıcı olabilir ki?
Bir diğer örneği Ankara’dan vermek olanaklıdır. Ankara, yanılmıyorsak en çok kentsel dönü-
şüm alanı ilan edilmiş şehirdir. Ankara Büyükşehir Belediyesinin internet sitesinde ilan edilen lis-
teye bakıldığında 45 adet kentsel dönüşüm alanının bulunduğu ve 29911.73 hektarlık bir alanın
kentsel dönüşüm alanı ilan edildiği görülmektedir. (Ek-1) Bu alanlardan Nasreddin Hoca Kentsel
130
Dönüşüm ve Gelişim Alanındaki uygulama incelenmeye değerdir. Daha öncesinde 9014 ada 1
sayılı 73.137 m2 yüzölçümüne sahip ve tamamı özel mülkiyete ait parselin 68260 nolu kesin par-
selasyon planında E:0.20 emsal değeri ile Ormak Alanı olarak planlı olduğu, söz konusu parselin
onanlı 1/5000 ölçekli “Eskişehir Yolu Kamu Kuruluşları Alanı Revizyon Nazım İmar Planı” sınırları
içerisinde “Kentsel Servis Alanı(K.S.A)” kullanımında kaldığı, nazım imar planı notlarında konut
kullanımının olmadığı, emsalin 10000 m2’den büyük parsellerde Max E:2.00 ve TAKS:0.30 olacak-
tır hükümlerinin yer aldığı, sonrasında 14 adet plan notunu içeren bir plan değişikliği dilekçesi
ile parselin “Merkezi İş Alanına(M.İ.A)” dönüştürüldüğü ve konut kullanımının getirildiği, toplam
200.000 m2 inşaat alanının 95.000 m2’sinin konut olarak tasarlandığı ve 200 m2 büyüklüğünde
475 adet konut yapılabileceği, emsalin E:2.73’e yükseltildiği, Konut-Ticaret kullanımları arasında
%5 oranında inşaat alanı transferinin öngörüldüğü, 3 nolu plan notunda ise Eskişehir yolu girişini
simgeleyen Nasreddin Hoca temalı bir yapı yapılacağının belirtildiği ve bu plan değişikliği talebi-
nin Büyükşehir Belediyesince kabul edildiği, böylelikle anılan parsele devasa bir AVM ile 475 adet
konut yapılması “planlandığı” anlaşılmaktadır. Söz konusu değişiklik ilçe belediyesi olan Çankaya
Belediyesi tarafından idari mahkemeye taşınmış ve yürütmeyi durdurma kararları alınmıştır. An-
cak AVM inşaatı başlamış ve kısa sürede bitirilerek “acilen” hizmete sunulmuştur. Aynı bölgede,
anılan parselin doğusunda ve tam karşısında, planında “Kentsel Servis Alanı (K.S.A)” olarak tanım-
lı, 53.191 m2’lik bir başka parsel(28162 ada 1 parsel) bulunduğu ve iki parselin 14 m’lik bir yol ile
ayrıldığı, bu parseldeki AVM’nin ise önceden hizmete açıldığı ve konut kullanımın bulunmadığı
görülmektedir. Birbiriyle neredeyse birebir örtüşen plan ve imar koşullarına sahip iki parselden
Kentsel Dönüşüm Alanı olarak ilan edilenine plan değişiklik dilekçesi ve notlarıyla getirilen ek imar
hakları nasıl anlamlandırılabilir ve Ankara kentinin dönüşümüne nasıl bir katkı sağlar, yanıtı biline-
meyen bir sorudur? Ayrıca 3 nolu plan notunda geçen Nasreddin Hoca temalı bir yapı ile ilgili en
küçük bir çalışma yapılmamıştır. 9014 ada 1 parsel ticaret ve konut alanı olarak ifraz edilmiş, yeni
verilen parsel numaralarıyla 2 nolu parsel konut, 3 nolu parsel ise AVM alanı olarak belirlenmiştir.
Haritacılar için dikkate değer bir hususta ifraz çizgisinin geometrisi olsa gerektir! Biz, bunca yıllık
meslek hayatımızda böylesi bir ifraz parsel çizgisi görmediğimizi belirtmek isteriz. Bu süreç son-
rasında Ankara halkı birbirine cepheli ve kapı komşusu olan devasa AVM’lere kavuşurken, Kentsel
Dönüşüm Alanında yapılan AVM’nin kuzeyinde gerçekleştirilecek 475 adet konut ise merakla bek-
lenmektedir!... (Ek-2)
Bir başka dönüşüm projesi daha örneklendirilebilir. Yine Ankara’da yer alan, kenti doğusun-
dan güneyine uzanan ve bir kuşak gibi çevreleyen Güneypark Kentsel Dönüşüm Alanı içerisindeki
kimi kadastro parselleri, Tp.820, 902, 903, müstakil olarak planlanmış, kat karşılığı anlaşma usulü
ile büyük bir inşaat firmasına verilmiştir. Firmanın reklam çıngılları tüm hızıyla ulusal televizyon
kanallarında dönerken, maket üzerinden pazarlama süreci başlamış ve satışlar halihazırda da sür-
dürülmektedir. Oysa bu alanda böylesi bir konut üretiminin uygun olmadığına ilişkin hususlar, İlçe
Belediyesinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevresel Etki Değerlendirmesi İzin ve Denetim Genel
Müdürlüğüne yazdığı uzun bir yazı ile ifade edilmiştir. Anılan yazının sonuç kısmından yaptığımız
alıntı bile sorunları vurgulamaktadır. Ancak bu görüşü ne Bakanlık ne de Büyükşehir Belediyesi
dikkate almamıştır. Aşağıdaki alıntı, söz konusu kentsel dönüşüm mantığının, bilimsellikten uzak,
ortak aklı ve katılımı önemsemeyen, ben bilirim, ben yaparım yaklaşımının, mutlak olarak otoriter
bir tavrın ve sürecin ne şekilde işlediğini göstermesi açısından manidardır:
“Yaklaşık 185 hektarlık alanın; sadece 27.6 hektarı yerleşime uygun alan olarak belirlenmiş, 55.7
hektarı önlem alınabilecek (heyelan, kaya düşmesi, şişme oturma açısından sorunlu) ve ayrıntılı jeo-
teknik etüd gerektiren alanlar olarak belirlenmiş geriye kalan 101.2 hektar alan ise yerleşime uygun
olmayan alan (heyelan ve taşkın alanları ile afete maruz bölge) olarak belirlenmiştir. Yerleşime uy-
131
gunluk açısından böylesi sorunlu bir alana; yaklaşık 41.068 nüfus, 10.267 konut ve 1.300.000 m²
toplam inşaat alanı yüklemek ileride telafisi güç zararların oluşmasına sebep olabilecektir. Ayrıca,
yerleşime uygun olmayan sorunlu alanlarda ve vadi tabanında konut alanlarının önerildiği, bu yapı-
laşmaya ait güvenliğinin nasıl sağlanacağı konusunda herhangi bir açıklamanın getirilmediği, tespit
edilmiştir.
-Yeni Güneypark Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Projesi ile alanda yer alan hak sahiplerinin barın-ma sorunlarının çözümlendiği, aynı zamanda vadinin tüm kent için gerekli olan açık ve yeşil alan özel-liğinin de korunduğu bir projenin uygulanması mümkünken, alanın yüksek yapılaşma koşulları ile üst gelir grubuna yönelik prestij konut alanına dönüştürüldüğü, KDGPA ilan etme yetkisinin bölgenin açık ve yeşil alan olarak planlaması ve bu yolla tüm kentin faydalanabileceği bir alan yaratılması yönünde kullanılması gerektiği ve kamu yararı gözetilerek, tüm ölçeklerde plan yapma yetkisinin alanın yapı yo-ğunluğunun arttırılması için değil aksine azaltılması için kullanılması gerektiği, ancak Yeni Güneypark KDGPA ait 1/5000 ölçekli nazım ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planları ile planlama ve şehircilik ilke-lerine ve ilgili mevzuata aykırı olarak alanın yapılaşmaya açıldığı ve kamu yararının göz ardı edildiği,
- Planla getirilen yapı yoğunluğunun jeolojik ve topografik özellikleri nedeniyle risk taşıyan bir alanda yüksek maliyetlerle gerçekleşecek çok yüksek yapılaşma yoğunluğu getirmesinin şehircilik ilke-leri ve planlama tekniklerine aykırı olmasının yanı sıra aynı alan için verilmiş olan mahkeme kararları-na da aykırı olarak yüksek yapı yoğunluğu getirdiği,
- Alana gereğinden ve taşıma kapasitesinden fazla nüfus ve fonksiyonun yüklenmesi sonucu açılması gereken taşıt yollarının altyapı maliyetlerini arttırdığı, kentin tümü için kullanılması gereken kısıtlı kamu kaynaklarının sadece yüksek gelir grubuna yönelik bir konut alanı yaratılması için kulla-nılmasının rasyonel olmadığı,
- 41.068 kişinin yaşayacağı yerleşim alanının tek bir ulaşım aksı ile kente ulaşımını sağlayan ana yola bağlandığı, hususları ile konuyu değerlendirdiğimizde;
KDGP Alanları 5998 sayılı Kanun ile değişik 5393 sayılı Kanun’un 73. maddesinde ‘’...konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak, eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya deprem riskine karşı tedbirler almak…’’ amaçları belirtildiği, söz konusu 5998 sayılı Kanun gerekçesi ile birlikte değerlendirildiğinde KDGP Alanlarında ekonomik, sosyal, fiziksel ve çevresel durumun uzun vadeli olarak geliştirilmesi, kentsel problemlerin çözülmesi, kapsamlı ve bütünleşik bir vizyon ile yapılacak uygulamalara ve faaliyetlere yön verilmesi amaçlı bir düzenleme olduğu, bu düzenlemede takdir yetkisi sınırsız olmayıp bu yetkinin kullanılmasında ve se-bep sonuç ilişkilerinde gerekçenin gösterilmesi ve hangi kentsel sorunların çözümünün öngörüldüğü-nün belirtilmesi zorunluluk iken dava konusu meclis kararında hangi gerekçelere dayalı KDGPA onayı yapıldığı ve bu alanda hangi kentsel hizmetlere dönük planlama yapılacağı ve hangi kentsel sorun-ların çözümünün öngörüldüğüne ilişkin bir açıklama olmadığı belirlenmiştir. KDGPA olarak ilan edil-mesine ilişkin işlemin yasa hükmü ile aranan koşulları taşıdığına ilişkin yeterli dayanaklardan yoksun olduğu gibi kamu ve toplum yararlı olmadığı da açıktır.
Yıldız Oran aksı, başta ulaşım olmak üzere bu nüfusu taşıyabilecek teknik ve sosyal altyapıya sahip
değildir. Halen ulaşım sorunu yaşayan bölge, bu kararla daha ciddi bir ulaşım sorunu ile karşı karşıya
kalacaktır. Ankara’nın önemli koridorlarından birini oluşturan İmrahor Vadisinin bitişiğinde yer alan
bahse konu alanın yoğun konut alanı şeklinde planlanması suretiyle açık ve yeşil alan olarak korun-
ması ilkesi ihlal edilmektedir. İmrahor Vadisi, Ankara Metropoliten Alanı’nda yapılaşmadan korunabil-
miş, elde kalan tek vadidir. Kentsel yeşil alan düzenlemeleri ve yeşil aks açısından, Ankara’nın belki de
son şansı olan bu vadinin de yapılan bu planlama ile bir bölümü doğal yapısını kaybedecek olup halen
davaları devam eden bir alanda yukarıda belirtilen olumsuzlukları barındıran söz konusu Güneypark
Kentsel Dönüşüm Projesi uygulaması bu haliyle idaremiz tarafından uygun bulunmamaktadır.”
132
Sorunları bu kadar açık olan bir bölgeyi yoğun bir konut alanına dönüştürmek, ardışık mah-
keme kararlarını dikkate almadan, plan değişikliği yapma yetkisini 1/25000 ölçekten başlayarak
alt ölçeklere indirerek amaca matuf bir sonuca, her ne olursa olsun ulaşmaya çalışmak dikkate
değerdir. Bu örnek, dönüşüm ile murat edilen sonuçların neliği açısından dikkatle değerlendiril-
mek zorundadır. Ortak aklın bilimsel öğelerini yok sayarak, “ben yaptım, oldu” mantığıyla kente
nasıl bir değer kazandırılacağı, var olan sorunların ne şekilde çözülebileceği tamamen muğlaktır.
Ancak çok açık olan tek bir husus vardır ki bu alanda imalat yapacak inşaat firması çok yüksek
değerlerle maket üzerinden satışlarını yapmaktadır. Yüz binlerce liradan başlayıp milyonlara varan
tutarlara ulaşan satış bedelleri kentsel dönüşümdeki “bereketin” göstergesidir. Ortalama olarak
41.000 insanın yaşayacağı bu alanın kente tek bir aks üzerinden bağlanması, bu insanların her gün
dörtte birinin trafiğe çıkacağı varsayıldığında, bu da yaklaşık 10.000 insan ve iki kişinin bir araca
bindiği kabul edilirse 5.000 aracın trafiğe eklenmesi demektir. Oysa mevcut aks, şu an bile trafiği
kaldıramamaktadır. Böylesi bir ek yükün inanılmaz bir yoğunluk yaratacağı ortadadır. Bu durumun
master ulaşım planlarıyla ilişkilendirilip ilişkilendirilmediği, böylesi bir projeksiyonun yapılıp yapıl-
madığı belli değildir. Zaten içinden çıkılmaz bir trafiğe sahip olan, pik saatlerde en yakın mesafe-
lerin bile aşılmasının saatleri bulduğu Ankara, tek bir kentsel dönüşüm alanından kente akacak bu
yoğun insan ve araç trafiğini nasıl kaldıracaktır, bilinmemektedir. (Ek-3)
Sadece bu örnekler dikkate alındığında bile, hiç abartmadan denilebilir ki kentsel dönüşümde
yaşanan süreç bir rant çıldırısına dönüşmüştür. Elbet ki kentlerimizin gerek deprem güvenliği, ge-
rekse yığın niteliğinden kurtarılarak yaşanabilir yerleşim alanlarına dönüştürülmesi kaçınılmazdır.
Bu olguyu reddetmek olanaklı değildir. Ancak yöntemin neliği, yasaların ve uygulamanın realizas-
yonu, bilimsel ve etkileşimli çalışmaları zorunlu kılmalıdır. Belki de en başta sosyal psikologların
içerisinde yer alacağı ortak komisyonların uzun çalışmalar sonrasında bulabileceği yöntemlerle,
ortak ve bilimsel aklı öne çıkarak, insanların barınma ve yerleşme haklarına saygı duyarak, kimseyi
mahallesinden vs. sürgün etmeden optimum çözümlerin bulunması ve uygulamaların yapılması
gerekir. Ancak bırakın sosyal psikologları, az önce andığımız örnekte olduğu gibi trafik planla-
masının bile yapılıp yapılmadığı, bir projeksiyonun ve modellemenin olup olmadığı muğlaktır.
Böylesi uygulamaların sonucunda kentlerin en büyük emlakcıları Büyükşehir Belediyeleri olacak,
ellerindeki yapı stoklarıyla çok büyük rantlara hükmedeceklerdir. Çünkü bu gelirlerin nasıl kul-
lanılacağına, kamu yararının gözetilip gözetilmeyeceğine dair en küçük bir düzenleme yoktur.
Metaforik olarak aklı olmayan, kalbi hiç olmayan, organik ve kültürel bütünlüğü umursanmamış
kentlerimiz, birçok “af yasaları”ndan sonra, yeniden majör bir mutasyona uğratılmaktadır. 5393
sayılı yasanın 73.maddesindeki değişiklikle temellendirilen, sonrasında 6306 sayılı yasayla realize
edilen bu dönüşüm, belki de Cumhuriyet Tarihindeki en büyük rant yaratma ve paylaşma çabası-
dır. Özellikle 6306 sayılı yasa bütün maddeleriyle mutlak bir hükümranlık yasası niteliğinde olup
yapılacak düzenlemelerde yargı yolu bile kısıtlanmış, dava açsanız bile yürütmeyi durdurma kararı
verilemeyeceği yasa maddelerinde yer almıştır.
(6306 sayılı yasa 6.madde, 9.bap) İstanbul’da Sulukule Kültürünü umursamadan, o kültürü
yaratan insanları beton küplere gömen yaklaşım, hiçbir yapılaşmanın olmadığı, rekreasyon alanı
olarak kente nefes aldıracak alanları yoğun konut alanlarına dönüştürerek, lüks konutlar yaratarak
elde edilecek devasa rantların nereye ve nasıl kullanılacağının usul ve işlemlerinin belirlenme-
diği bir muğlaklık içerisinde, mevcut sorunları nasıl çözecektir belli değildir. Gerçekten kentsel
dönüşüme acilen gereksinim duyan, Ankara için Altındağ İlçesi Hıdırlık Tepe, Atıfbey vb. alanlarda
ivedilikle çalışılması gerekirken, önceliklerin lüks konut üretimine verilmesi yasanın ve ulaşılmak
istenilen sonuçların öncül(apriori) göstergeleri sayılabilir. Esasen çok büyük ve temel bir yanlış
yapılmaktadır: Geçmişte yapılan bu sorunlu yapıların, kaçak ve bilimsel akıldan uzak “sözde plan-
133
larla” gerçekleştirilen yapılaşmanın niyesi ve niçini çözümlenmedikçe, olumlu bir sonuca ulaş-
mak bizce olanaklı değildir. Yakın tarihlerde çeşitli illerde törenlerle başlayan kentsel dönüşüm
yıkımlarında öncelikle kamu binalarının yıkılması bile üzerinde durulması gereken bir olgudur.
Bu binaları yapan, kamu adına yetki sahibi olan hiç kimseye, bu binaların neden bu halde olduğu
sorulmamakta, herhangi bir sorumlu aranmamaktadır. Bir panayır çangılında “hadi yıkalım, ye-
niden yapalım” paranoyasıdır yaşanan. İhale usulsüzlüklerini ortaya koymadan, rüşvet çarkının
dişlilerine dokunmadan, kamu adına ve kamunun gücünü kullanarak kişisel çıkar elde edenleri
ifşa etmeden, bu şekilde elde edilmiş varlıklara el koymadan bütün ülkeyi yıkıp yeniden yapsanız
ne değişir ki? Yine aynı düzen, ayni dişliler çalışır ve kentsel dönüşümün rant çılgınlığı içerisinde
herkes daha çok, çok daha fazla “para” kazanmaya çalışır. Bu nasıl bir aymazlıktır ki kentlerin bu-
gün içinde bulunduğu olumsuzlukların sebebi ve sorumlusu olanlar irdelenmeden, kusurlu ve
suçu olanlar tespit edilmeden bir “yıkalım, yapalım” paranoyası yaşanmaktadır. Bu durum mut-
lak bir akıl tutulması değilse nedir? Böylesi bir akıl tutulmasından nasıl olur da olumlu sonuçlar
beklenebilir? Aydınlanmanın eleştirisini yapan filozo�ar, aydınlanmanın diyalektiğini sorgulayıp
akıl tutulmasının niteliklerini tespit etmeye ve sonrasında yeni olanı ifadeye çalışırken, bu tarihsel
momentte kentleri dönüştürecek olanların hangi araçları ve yöntemleri kullanarak, akıl tutulması-
nın görkemli örneklerini var edişlerini izlemek dehşet vericidir. Kentsel dönüşümü irdeleyenlerin,
farklı bir öneri ortaya koyanların, belki de karşı çıkmaya çalışanların ilgili bakan tarafından “ha-
inlikle” itham edilmiş olması da bir başka vakıadır. Böylesi bir iklimde düşüncenin kendini ifade
edebilmesi, farklılıklardan ve farklı savlardan ortak bir akıl yaratabilme iradesi, hepsinden önemlisi
hep yok sayılan, popülarite ve ranta kurban edilen “bilimsel aklı”, etkin ve işlevsel bir şekilde ya-
saların, planlamanın ve imalatın merkezine koymaya çalışmak abesle iştigal, handiyse bir delilik
olsa gerektir. Değirmenlerle savaşmaya çalışan Don Kişot’un kederi ve yalnızlığı çökmüştür ülke-
mizin üstüne. Düşünen ve düşünce üreterek, savlar ileri süren herkes, bu kederin ve yalnızlığın
içerisinde, mutlak olarak otoriter bir yaklaşımın dönüştüreceği kentlerimizi izlemeye mahkumdur.
Yazımızın başındaki alıntıları anımsarsak, yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağını haykırmamız
ve duymayan kulaklara duyurmamız gerekir. Ayrıca sadece sonuca odaklanmış, süreci “pas” geçen
ya da otoriter tavrıyla süreci, katılımı, paydaşlığı yok sayan, bastıranların, en azından Hegel’e bir
yanıt verme zorunlulukları olduğunu anımsatmak isteriz.
Şimdi, tam da bu noktada çuvaldızı Teknik Elemanlara batırmanın ve “hakikate hizmet et-
menin” zamanı gelmiştir. Buraya kadar dile getirdiğimiz bütün sorunlarla ilgili olarak, uygulayıcı
olan meslek erbaplarının da acımasız bir öz eleştiri vermesi zorunludur. Çünkü bütün bu binaları,
planları, mimariyi, ulaşımı vs. üretenler, realize edenler Teknik Elemanlar’dır. Çeşitli meslek grup-
larından olan teknik elemanlar var edilen her şeyden sorumludurlar. Ancak bütün bu imarlaşma
sürecinde sadece “uygulayıcı bir figür” olan Teknik Elemanların, buyurulanı uygulamaktan ve rant
pastasından pay kapma telaşından başka bir işlevi olamamıştır. Yakın tarihli depremlerde binlerce
ev yıkılıp, on binlerce insan ölürken bu evleri yapan, kontrol eden, onay veren hiçbir teknik eleman
ceza almamış, ilgili mühendis odalarından ihraç edilmemiştir. Aynı durum Kentsel Dönüşümde
yıkılacak binalar ve alanlar içinde geçerlidir. Bu binaları üretenlerin, planlayanların, betonunu dö-
kenlerin, temel vizesini yapanların, ruhsatlarını verenlerin ya da kaçak olarak yapılmasına karşı
çıkmayan, üstelik o kaçak yapılara elektrik, su gibi hizmetleri götüren bürokratların ve teknik ele-
manların belirlenmesi, ilgili odaların onur kurullarına verilmesi ve kamuoyuna ifşa edilmesi gerek-
lidir!... Bu gerek yerine getirilmedikçe popüler siyasetin, çoğunlukla bilimsel aklı yok sayan, yasa
düzenlemelerini sorgusuzca uygulayan pratisyenlerin vebali çok daha büyük olacaktır. Plancılar
buyurulanı planlamaktan, haritacılar o planları uygulamaktan, mimarlar beton kutucuklar yarat-
maktan imtina etmemiştir. Bir kurgu ve analoji yapalım şimdi: Diyelim ki, olmaz ya, bir yasal düzen-
134
leme yapılsa ve doktorlara talimat verilerek, kardiyoloji ameliyatlarında koroner damarlara dikiş
atılmayacağına dair bir yasa hükmü getirilse, Hipokrat Yemini etmiş hangi doktor böyle bir hükmü
kabul edebilir ve ameliyat ettiği hastaların damarlarını dikmeden, hepsini ölüme mahkum edebi-
lir? Elbet ki hiçbir doktorun böyle bir şeyi yapması beklenemez. Ama ne yazık ki teknik elemanlar,
kentlerin kalplerini, damarlarını, akciğerlerini, bedenini parçalayan, ölümüne neden olan planları,
projeleri uygulamaktan imtina etmemişler, aksine daha çok uygulama ve daha çok Pazar Payı, rant
elde etmek için uğraşmışlardır. Bu beton yığını ve yaşanamaz kentlere baktıkça, hangi plancının,
mimarın, inşaatçının, haritacının, eğer birazcık vicdan ve meslek etiği varsa, yüreği parçalanmaz?
“Biz sadece uyguladık, kararları başkası verdi.” demenin, anlamı ve mantığı var mıdır? Elbet ki yoktur
ve hiçbir akla uydurma çabası, ne teknik elemanların ne de mühendis odalarının bu sorumlulu-
ğunu ortadan kaldıramaz. Eğer bir vebal varsa ve bu vebal öncelikle yasa koyucuların, popülarite
ve ranta prim verenlerin ise, aynı vebal ayrımsız olarak uygulamayı yapan teknik elemanlarında
boynuna asılmış olsa gerektir. Bilimsel akıl, mesleki etik vb. kavramlar, bu akıl tutulması ve piyasa-
nın kadim koşulları içerisinde yok sayılmıştır. Şimdi kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirilecek
“yıkalım, yapalım” paranoyasından Pazar Payı ve Rant elde etmenin ince hesaplarını planlayanlar,
para’nın tek değer olduğu kapitalist dizgeye koşulsuz biat etmiş kullardan başka nasıl sıfatlan-
dırılabilir ki? Rant elde etme hırsı, siyasi erkle teknik uygulayıcıları ortak eksende buluşturmuş
ve içinden çıkılmaz imarlı cehennemler yaratılmıştır. Oysa şimdi, bu cehennemler dönüştürülerek
cennetler yaratılacağı vaat edilmektedir!.. Özellikle büyük kentlerde yapılması düşünülen kentsel
dönüşümlerin büyük çoğunluğu rant yaratma projeleridir. Bu sempozyum bilimsel aklı yok sayan,
popülariteye her şeyi kurban edenlerin ve rant elde etmenin dışında herhangi bir değer yargısına
sahip olamayan teknik elemanların da akıl tutulmasını çok boyutlu olarak tartışmalıdır. Yaratılan
“yıkalım, yapalım” paranoyasından ve imalattan kaynaklanacak ranttan pay kapma hissiyatından
kurtulmak zorunludur. Kapitalist bir dünyada her şey paraya tahvil edilebilirse de bu yönseme-
ye karşı çıkacak mühendisler, mimarlar, plancılar vb. meslek erbapları, meslek odaları olmalıdır.
Kentsel dönüşümün neye hizmet ettiği, mesleki disiplinlerin ve elbet ki harita mühendislerinin bu
süreçteki işlevleri irdelenmelidir. Belki de ihtiyaç duyulan tek şey Spartakist bir reddiyedir. Çünkü
gerçekliğe müdahil olamayanlar ve değiştiremeyenler, statükoya uyum sağlarlar ve dönüşürler.
Bu dönüşüm ve uyum ise bilimin, mesleğin, etik her türlü değerin dışında piyasanın kapitalist ru-
huna içkin bir olgudur. Ancak, akıl tutulmasından kurtularak, teknik elemanların varlık bilinçlerini
yeniden tanımlamaları için bu rant çılgınlığı ve dönüşüm süreci, bir olanak olarak da değerlendiri-
lebilir. Elbet ki böylesi bir değerlendirmeyi murat eden meslek erbapları kendilerini görünür kılar,
kaybedilecek ihalelerin ve rantın hesabını tutmaz ve taleplerini yüksek sesle, meslek odalarını da
“ikna” ederek ve güç birliği yaparak, her türlü platformda ifade ederlerse. Mikhail Aleksandroviç
Bakunin, “yıkmak, yaratıcı bir dürtüdür!” demişti, uzun yıllar önce. Şimdi teknik elemanların ve ilgili
mühendis odalarının yıkımlar yapılırken bu yaratıcı dürtüyü öne çıkarmaları, bilimsel akla aykırı,
paylaşımcı ve katılımcı olmayan, totaliter ve piyasanın kapitalist ruhuna biat etmiş projelere karşı
çıkmaları gerekmektedir. Hatta bu karşı çıkış, mezuniyet törenlerinde “usulen” okunan mühendis-
lik yeminlerinin ve varlık bilinçlerinin doğal bir sonucu olmalıdır!.. Teknik Elemanların, TMMOB ve
bağlı meslek odalarının ortak bir irade ve akıl yaratarak, “yapmıyorum, uygulamıyorum, projelen-
dirmiyorum vs.” diyerek, hayata ve mesleklerine yaratıcı ve yürekli bir fasıl ve Spartaküs’e selam
gönderen özgürlükçü bir reddiye eklemelerinin zamanıdır. Bu kez de yapılmazsa, her şey için çok
geç olacağı kesindir. Ülkemiz, bu reddiyeyi gerçekleştirebilecek cesaret ve mücadele yeteneğine
sahip mühendislerini, mimarlarını, plancılarını görmeyi istemektedir. Kapitalizmin ve rant çılgın-
lığına kapılmışların yüzlerine hakikati haykırmanın vakti gelmiştir. İşte o vakit, tam da bugün, bu
an’dır!..
135
EK-1
136
EK-2
137
138
NASREDDİN HOCAKENTSEL DÖNÜŞÜM ve GELİŞİM PROJESİ’NİNANKARA KENT YERLEŞKESİNDEKİ KONUMU
NASREDDİN HOCAKENTSEL DÖNÜŞÜM ve GELİŞİM PROJE ALANININ
UYDU FOTOĞRAFI
EK-2A
139
EK-2B
140
EK-2C
141
EK-2D
142
EK-3
143
EK-3A
144
MÜHYE GÜNEYPARK KENTSEL DÖNÜŞÜM ve GELİŞİM PROJESİ’NİN ANKARA KENT YERLEŞKESİNDEKİ KONUMU
MÜHYE GÜNEYPARK KENTSEL DÖNÜŞÜM ve GELİŞİM PROJESİ’NİN ALAN FOTOĞRAFI
EK-3B
145
EK-3C
146
EK-3D
147
Oturum Yürütücüsü - Sayın Aydın’a teşekkür ediyorum. Tabi bir önermede de bulundu bu
arada meslektaşlarımıza. Ne kadar gerçekleşmesi olası düşünmek lazım. Olumsuz uygulamaların
ben yapmıyorum deme noktasına getirdi. Meslektaşların yaşam koşulları içerisinde bunu aşabil-
me güçleri var mı onu tartışmak gerekiyor.
Evet sayın Köktürk arkadaşlar süreyi çok iyi kullandıkları için size baya bir zaman kaldı. Yarım
saat süre kullanabilirsiniz. Buyrun.
TÜRKİYE’DE KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ KISITLAYAN/ZORLAŞTIRAN ETKENLER
Dr. Erdal Köktürk
Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Üyesi
Beykoz Belediyesi 1994-2000 Dönemi Başkan Yardımcısı
Özet
Türkiye neden “kentsel dönüşüm”ü tartışıyor? Kentsel dönüşüm, neden birden bire Türkiye’nin
bir numaralı gündem maddesi haline geldi? Kentsel dönüşümü nasıl okumalı ve anlamalıyız?
Türkiye’de kentsel dönüşümü zorunlu kılan nedenler nelerdir? Kentsel dönüşüm ile ne amaçlan-
maktadır?
Bu soruları artırabiliriz.
Ancak, bu ve benzeri soruları önyargısız ve gerçekçi bir şekilde yanıtlamadan doğrulara ulaşa-
mayız. Kentsel dönüşümü gerektiren, kentsel dönüşüme yol açan sebepleri araştırmadan, kentsel
dönüşümün arkasındaki gerçekleri ortaya çıkarmadan, olayların ardındaki gerçekleri bulup halka
anlatmadan, onlarla tartışarak uzlaşma yolları aramadan yanlışlardan kurtulamayız. Son zaman-
larda kentsel dönüşümden en çok etkilenecek olan halkı ikna edecek, onların bu süreçten hiç bir
zarar görmeden kurtulacakları bir yaklaşım yerine, onları tehdit edercesine çıkarılan kentsel dönü-
şüm mevzuatı ile kafaların olabildiğince karıştırılması için adeta büyük çabalar harcanmaktadır. Bu
duruma son vermek ve tüm belirsizlikleri ortadan kaldırmak gerekmektedir.
Türkiye’de sorunların giderek artmasının önemli nedenlerinden biri, hiçbir soruna kalıcı çö-
züm üretilememesidir. Çünkü, Türkiye’de “NEDEN”ler değil, yalnızca “SONUÇ”lar tartışılmaktadır!
Türkiye’de, bir soruna yol açan sebep ayrıntılı bir şekilde araştırılmadan, tartışılmadan, ortadan
kaldırılmadan, yalnızca sonuçlar irdelenerek hedefe ulaşılabileceği sanılmaktadır. Türkiye’de kent-
sel dönüşüm için de benzer bir durum söz konusudur...
Türkiye’de, “kentsel dönüşüm” “kentsel yenileme” ve/veya “riskli alan” denildiğinde; 6306 sayılı
Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa, 5393 sayılı Belediye Yasası (m. 73),
5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak
Kullanılması Hakkında Yasa, 5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yasası, 775
sayılı Gecekondu Yasası, 2981-3290-3366 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara
Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında
Yasa, 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu, 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Gö-
revleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname olmak üzere 8 farklı düzenleme akla gelmektedir.
148
Yukarıda belirtilen yasalar; amaç, kapsam, yetki, imar planları, kamu taşınmazlarının edinilmesi,
değerlemenin yasal dayanakları, fiili durumun tespiti, hak sahiplerinin belirlenmesi, dağıtım öl-
çütleri gibi pek çok açıdan irdelendiklerinde aralarında çelişkilerin,tutarsızlıkların, eksikliklerin
bulunduğu görülmektedir.
Bir konunun bu kadar çok yasa ile düzenlenmesi uygulamada da çeşitli karmaşalara sebep
olmaktadır. Yetkinin yerel yönetimler yerine Bakanlar Kurulunda ve yanı sıra Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nda toplanması da uygulamayı güçleştiren etkenler arasındadır.
Bildiride, kentsel dönüşüm ile ilgili yukarıda belirtilen etkenlerin yasa-uygulama bütünlüğü
içinde gözetilmemesinin yarattığı sorunlar incelenmektedir. Bunların bir sonucu olarak, Türkiye’de
“Kentsel Dönüşüm”ü veya “Kentsel Yenileme”yi “Kısıtlayan/Zorlaştıran Etkenler” açıklanmakta ve
kentsel dönüşümün arkasındaki gerçekler tartışılmaktadır.
Anahtar Terimler: Kentsel dönüşüm, Hukuksal boyut, Planlama, Kentsel dönüşümü zorlaştıran
etkenler
1- KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN AMACI
16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Ka-
nun Türkiye tarihinin en köktenci ve kapsama alanı en büyük yasası olarak tarihe geçti. Yasanın
TBMM’de yasalaşmasının ardından konuşan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’a göre,
“...Türkiye’de 20 milyona yaklaşan konut stokunun yüzde 40’a yakınının (8 milyon konutun) elden
geçmesi gerekiyor...” 1. Yasanın “Genel Gerekçe”sinde, “...Ülkemizin bazı yerleri ve buralardaki yerle-
şim merkezleri halen çok yüksek deprem riski altındadır. Örneğin, İstanbul’un yakın bir zaman içinde
çok şiddetli bir depremle karşı karşıya kalacağı, bu hususta ihtisas sahibi bilim adamlarınca ifade edil-
mektedir...” denilmekte ve düzenlemelerin 7269 sayılı Umumi Hayata Müesir Afetler Dolayısiyle
Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun dayanak gösterilerek gerçekleştirildiği anla-
şılmaktadır.
Genel gerekçede, 7269 sayılı Yasadaki “kanuni mecburiyet” esası yerine, “gönüllülük” esası-
nın getirildiği belirtilmekle beraber; yasada öngörülen sürece uymayanların yapılarının Bakanlık
ve idarece yıktırılması, karşı çıkanların paylarının kamulaştırılması, riskli alanlar ile riskli yapıların
tahliye ve tasfiyesinde re’sen işlem yapılması, zorlama ve baskı yöntemlerinin uygulanması öngö-
rülmektedir. Bu duruma, kentsel dönüşümü bir görev olarak kabul eden ve halen yürürlükte olan
8 ayrı yasada da rastlanmaktadır. Bir konunun, aralarında yeterli ve gerekli ilişkilerin kurulmadığı,
bu kadar çok yasa ile ve birbirinden farklı kurallarla çözülmesi Avrupa ve Dünyadaki örnekler göz
önünde bulundurulduğunda dikkat çekicidir.
Türkiye’de kentsel dönüşüm aşağıdaki yasalar çerçevesinde değerlendirilmektedir;
1. 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname
2. 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu,
3. 5393 sayılı Belediye Yasası (m. 73),
4. 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa,
149
1
5. 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatı-
larak Kullanılması Hakkında Yasa,
6. 5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yasası,
7. 775 sayılı Gecekondu Yasası,
8. 2981-3290-3366 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İş-
lemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Yasa,
Yukarıdaki yasalar birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’de kentsel dönüşümün Avrupadan
farklı bir şekilde ele alındığını görülmektedir. En büyük farklılık, Türkiye’de kentsel dönüşümün,
yapısal bir sorunun dışa yansıması olduğu gerçeğidir. Türkiye’nin kentsel dönüşümü tartışması,
ne yazık ki, yıllardır izlenen yanlış ve yetersiz imar ve yapı denetimi sisteminin bir ürünü ve sonu-
cudur.
Türkiye’de 1948 yılından başlayarak günümüze kadar 20’yi aşkın “imar a�ı” yasası çıkarılmıştır.
Bunun sebebi, devletin imar ve yapı denetiminde bir düzen ve bir disiplin sağlayamamasıdır.
Sorunun çözümü için kabul edilen önlemlerin hepsi, yukarıdan aşağıya doğru, tepeden inme
yöntemlerdir. Gelir dağılımı bozukluğu, ekonomik istikrarsızlık, nüfus artışı, iç göç sorunu ağırlaş-
tırmıştır. Sorunu daha da ağırlaştıran pek çok sebep vardır;
2.
Kentsel alanlarda yasa dışı rantın çekiciliği, gelir yetersizliği nedeniyle barınma sorununu ucuz
yoldan giderme arayışları da imara aykırı yapılaşmayı körüklemiştir. Sözü edilen nedenler yok edil-
meden, ortadan kaldırılmadan, kentsel dönüşüm sürekli olarak gündemde tutulacaktır.
Ayrıca, gerek devletin ve gerekse yerel yönetimlerin (özellikle belediyelerin) başarısız arsa,
planlama, imar ve konut politikaları da bireylerin, barınma sorunlarını tek başlarına çözmelerine
olanak vermemiştir. Türkiye’deki yapıların %80’inin imar yönünden yasal izinleri bulunmamakta-
dır. Bu yapılar, 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası ve tapu sicilinde kayıtlı değildir. Bu yapılar kendi
içinde türdeş de değildirler. İmara aykırı yapıların pek çok türü vardır (Çizelge-1) 3.
150
2
-
-
Çizelge 1: İmara Aykırı Yapı Türleri
Örneğin, yapıların yapı ruhsatı dahil hiç bir izinleri yoksa çizelge-1’de belirtilen 6 ayrı türde
olabilecekleri gibi, yapı ruhsatları olsa bile;
1. 2 yıl içinde inşaata başlanması ve 5 yılda bitirilmesi gerekirken bu koşula uyulmadığı ve
ruhsat yenilemesi de yapılmadığından ruhsatsız hale gelmiş olabilirler.
2. Yapı ruhsatına sahip yapının 5. Yıl içinde başvurularak ruhsatı yenilenmiş, bir diğer deyişle
yapı ruhsatı bir beş yıl daha uzatılmış olabilir.
3. Yapı, ruhsat ve eki projesine uygun inşa edilerek, yapı kullanma izni almış olabilir. Yapı kul-
lanma izni almış yapılarda da yapı ruhsatı ve eki projesine aykırılıklar olabilir.
Bilindiği üzere;
“Yapı ruhsatı” alındığında tapuda “kat irtifakı” kurulmakta,
“Yapı kullanma izni” alındığında tapuda “kat mülkiyeti” kurulmaktadır.
Bu durumda, yapı ruhsatı olup kat irtifaklı olabilecekleri gibi, yapı ruhsatı ve eki projesine
aykırılıkları bulunduğundan (örneğin, kat fazlası, zeminde fazla alana sahip olması ve benzeri)
yapı kullanma izin belgesi alamayanlar da olabilir. Veya yapı ruhsatı ve eki projesine uygun inşa
edildikten sonra yapı kullanma izni almış da olabilirler veya bu izinleri olsa bile zamanla projeye
aykırı eklentiler yapılmış veya projede öngörüldüğünden farklı bir şekilde kullanılıyor olabilirler.
Bu durumlar, Türkiye’deki yapı stokunun birbirinden farklı özelliklerini ve var olan karmaşayı yan-
sıtmaktadır.
Türkiye’de kentsel dönüşüme tabi tutulacak yapıların ağırlıklı olarak ruhsatsız ve/veya ruhsat
ve eklerine aykırı inşa edilmiş yapılar ve/veya bu yapıların bulunduğu alanlar olduğu dikkate alın-
dığında, imara aykırı yapı sorununu yaşamayan Avrupa ve Amerika’daki kentsel dönüşüm ile Tür-
kiye’deki kentsel dönüşüm arasında önemli sistem farklılıkları bulunduğu söylenebilir. Bu yüzden,
Batı Avrupa ve özellikle de İngiltere deneyiminin Türkiye’deki kentsel dönüşüm üzerindeki etkisi
151
İMARA AYKIRI YAPILAR
Kamu Taşınmazları Üzerinde
Gecekondular RuhsatsızKamu Binaları
İzin, İrtifak,TahsisKararlarınaAykırı Özel ve Tüzel KişilereAit Yapılar
Özel Mülkiyete Konu Taşınmazlar Üzerinde
Kendi ParseliÜzerinde
Ruhsat veEklerine
AykırıYapılar
Ruhsat veEklerineAykırılığı
GiderebilecekYapılar
Başkasına Ait Parseli
Üzerinde
RuhsatAlınmadan
YapılanYapılar
konusunda ve ele alış biçimleriyle farklı yansıtıldığı ve değerlendirildikleri belirtilmektedir 4.
Kentsel dönüşüm, gelişmiş ülkelerde, kent içinde kalan sanayi, liman, tersane, depolama gibi
tesislerin başka alanlara aktarılmasıyla boşalan yerlerde, yıpranan, eskiyen ve kullanılamayacak
hale gelen ve değerini yitiren konut alanları yanı sıra tarihi dokuların bulunduğu yerlerin yeniden
canlandırılmasının bir sonucu ve bir çözüm yolu olarak ortaya atılmıştır. Özellikle Avrupa’da, 2.
Dünya Savaşının ardından, yıkılan ve bozulan mekanları onarmanın veya yeniden inşa etmenin
bir yolu ve yanı sıra, eskimiş, çöküntüye uğramış, değer yitirmiş yerleşim alanlarının iyileştirilmesi,
sağlıklaştırılması ve yeniden canlandırılması ile gündeme gelmiştir. Oysa, Türkiye’deki kentsel dö-
nüşüm öncelikle imar mevzuatına aykırı yapıların afet riski nedeniyle tasfiyesini amaçlamaktadır.
Türkiye ile Avrupa ve Amerika arasında kentsel dönüşüm konusunda yaklaşım ve değerlendirme
farklılıkları vardır.
Bilindiği üzere taşınmaz hukuku ve tapu sicilinde kat irtifakı, 634 sayılı Kat Mülkiyeti
Kanunu’nda düzenlenmiş kendine özgü bir kurumdur. Kat irtifakı, taşınmaz üzerinde yapı yapılın-
caya veya yapı tamamlandıktan sonra da kat mülkiyetine çevrilinceye kadar süren geçici bir irtifak
türüdür. Kat mülkiyetine geçiş için bir ön kurum olan kat irtifakı, anayapının yapılmasını sağlama-
ya yöneliktir 5. Bir yapının kat irtifaklı olması, mülkiyet sorununun çözüldüğü anlamına gelmeme-
lidir. Tersine, yapı tamamlanmadığı, bağımsız bölümler oluşmadığı ve kat mülkiyetine geçilmediği
sürece mülkiyet sorunu bulunduğundan her aşamanın dikkatle incelenmesi gerekmektedir. Buna
karşın, yapı ruhsatı alır almaz kat irtifakı kuranların yapılarını ruhsat ve eklerine uygun inşa etseler
bile yapı kullanma izni almadıkları ve tapu sicilinde kat mülkiyeti kurmadıkları görülmektedir. Bu
durum, imar ve tapu sicili arasında gerekli ilişkilerin kurulamamasının da bir nedenidir. Bu davra-
nışın temeli, kat irtifakı kurulduğunda her şeyin bitmiş olduğu anlayışa dayanmaktadır. Oysa, kat
irtifakı, bir yapının imarı ile ilgili her işlemin bittiği anlamına gelmemekte, tersine kat mülkiyetine
geçilmediği sürece, sorunlu bir yapının varlığına işaret etmektedir.
Bu nedenlerle, Türkiye, büyük bir yasadışı ve kaçak yapı stoku ile karşı karşıyadır. Bu durum,
bazı siyasetçileri “kentsel dönüşümü” araç olarak kendi siyaset anlayışları için kullanmalarına se-
bep olmaktadır. Oysa, siyasetçiler bakımından, bu duruma son vermek için ilk başta yapılması
gereken düzenleme, hemen ve alelacele bir kentsel dönüşüm mevzuatı yaratmak değil, tersine
bir daha böyle bir durumun ortaya çıkmasına izin vermeyecek şekilde başta imar olmak üzere her
alanda reform çalışmalarının başlatılması olmalıydı.
Kuşkusuz, kentsel dönüşümle, % 80’i yapı kullanma iznine sahip olmayan konutların tamamı-
nın kat mülkiyeti ve tapu sicili sistemi içinde yer alması ve işlem görmesi ile taşınmaz mülkiyeti ve
hukuk sisteminde de bir karmaşaya son verilmesi olanağı doğacaktır. Giderek ülke genelindeki
tüm yapıların kadastro ve tapu sisteminde kayıtlı hale gelmesi ile yalnızca “can ve mal güvenliği”
değil, aynı zamanda “kamu düzeni”de sağlanacağından büyük bir başarı elde edilmiş olacaktır.
Ancak, bu duruma ulaşabilmek için olabildiğince kişilerle uzlaşmak ve kazanılmış haklarına saygı
göstererek bunları koruma ve güvence altına alacak tercihlere ve çözümlere yönelmek gerekmek-
tedir.
152
5
Ne yazık ki, Türkiye’de izlenen yöntem ve benimsenen anlayışlar devam ettiği sürece, ileride
de bugünküne benzer durumlar yaşanacaktır. Bugün geleceğe ilişkin önlemler alınmadığından,
iktidarın topluma ve bireylere zorla dayattığı kentsel dönüşümün başarısız olma olasılığı yüksektir.
Bunun nedenleri ise şöyle açıklanabilir:
2- KENTSEL DÖNÜŞÜM “TALİMAT” ÜZERİNE BAŞLATILMIŞTIR!
23 Ekim 2011 tarihinde meydana gelen Van Depremi’nin ve yaşanan can kayıplarının ardın-
dan, Türkiye’nin doğal afetlere karşı ciddi bir tehlike altında olduğu yeniden gündeme gelmiş ve
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 27 Ekim 2011 günü TBMM’de yapmış olduğu “Oy kaybetsek de
kaçak binayı yıkarız” açıklaması ile tartışmaları başlatmış ve devamında “iktidarı kaybetsek de
binaları biz yıkacağız” diyerek kararlı olduklarını belirtmiştir. Başbakan Erdoğan, “Şimdi gideceğiz,
gerekirse evleri yıkacağız. Bunun yetkisini aldık mı? Aldık. Yasal düzenlemelerini buna göre, kent-
sel değişim ve dönüşümle beraber yaptık, yapıyoruz, yapacağız. Onun için diyoruz ki, tüm mille-
time sesleniyorum, bizim işimizi kolaylaştırın.” diyerek, çıkarılacak kentsel dönüşüm mevzuatının
zorlama ve yaptırımlar öngöreceğinin de mesajlarını vermiştir 6.
Başbakan’ın açıklamasının hemen ardından Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar hare-
kete geçtiklerini, “Bakanlar Kurulu’nun Kentsel Dönüşüm Yasa Tasarısı’nı imzaladığını tasarının önü-
müzdeki haftalarda Meclis’e geleceğini” söylemiştir 7. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca hazırlanan ve
Bakanlar Kurulu tarafından imzalanan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkın-
daki Kanun Tasarısı”, 02 Şubat 2012 tarihinde TBMM’ne sunulmuş, 16 Mayıs 2012 tarihinde kabul
edilmiş, 31 Mayıs 2012 tarihinde de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Başbakanın
talimatı ile başlatılan çalışmalar 7 ay içinde yasalaşmış ve yürürlüğe konulmuştur.
Bu süreç içinde, kamuoyundan gelen hiçbir sese kulak verilmemiştir. Siyasi partiler, sivil top-
lum kuruluşları, sendikalar, meslek örgütleri başta gelmek üzere Türkiye’de hiçbir kurum ve kuru-
luşla işbirliği ve uzlaşma arayışında bulunulmamıştır. Bu durum, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdo-
ğan Bayraktar tarafından, “Kelaynakların dediklerini yapamayız!” şeklinde açıklamıştır 8.
3- KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN ZAMANLAMASI VE GEREKÇELERİ İKNA EDİCİ DEĞİLDİR!
Erdoğan Hükümeti, 2002 yılından başlayarak tek başına iktidar olduğu 10 yılın sonunda
31 Mayıs 2012 tarihinde 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki
Kanun’u yürürlüğe koymuştur. Bu yasanın yürürlüğe konulmasında Van Depremi etkili olmuştur.
Her ne kadar, Yasanın “Genel Gerekçe”sinde, “...Ülkemizin bazı yerleri ve buralardaki yerleşim merkez-
leri halen çok yüksek deprem riski altındadır. Örneğin, İstanbul’un yakın bir zaman içinde çok şiddetli
bir depremle karşı karşıya kalacağı, bu hususta ihtisas sahibi bilim adamlarınca ifade edilmektedir...”
denilmekte ise de, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, kentsel dönüşüm ile ilgili olarak
başlattıkları çalışmalar için, “... Van Depremi Miladımız Oldu...” demiştir 9. Daha da açık ifade etmiş,
“...Van Depremi nasırımıza bastı...” demiştir 10.
153
6 -
7
8
10
Kentsel dönüşümün miladının “Van Depremi” değil, gerçekte, Erdoğan Hükümetinin iktidara
geldiği 04 Kasım 2002 seçimlerinden 3 yıl önce 1999 yılında meydana gelen Kocaeli ve Düzce
Depremleri olmalıydı. Bu depremlerin ardından yapılan tüm incelemelerde ve araştırmalarda
30 yıl içinde İstanbul’da büyük bir depremin beklendiği yönünde sonuçlara ulaşılmıştı. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi de, 2002 yılında Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) ile 4 üniversiteye
(ODTÜ, BÜ, İTÜ, YTÜ) JICA ve İDMP olarak adlandırılan iki farklı rapor hazırlatmıştı. Bu raporlarda,
fiziksel gerekçeleri tartışmalı olsa da, senaryo depremin gerçekleşmesi durumunda, İstanbul’da,
223 000 kişinin ölü, kayıp veya yaralanmış olacağı, 3.7 milyon kişiyi barındıran binalarda çeşitli
derecelerde hasar oluşacağı belirtilmişti. İstanbul Deprem Master Planı ve ABD Jeolojik Ölçme
Dairesi de11, 2000 yılından başlayarak, gelecek 30 yıl içinde % 15 yanılma payı içinde gerçekleşme
olasılığı %62 olan, İstanbul’da büyük bir deprem riskine işaret etmelerine ve bu doğrultuda iki
önemli raporla da bu durum açıklamalarına karşın, “kentsel dönüşüm” adıyla harekete geçmeyen
Erdoğan Hükümetinin, bundan 10 yıl sonra, Van Depremi’ni gerekçe göstererek adımlar atması
kentsel dönüşümün arkasındaki gerçeklerin ortaya çıkarılmasını gerektirmektedir.
Özellikle, Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) tarafından hazırlanan raporda 12, İstanbul’da-
ki olası bir deprem nedeniyle oluşacak enkazın döküleceği alan olarak Karadeniz kıyısındaki ma-
den ocakları önerilmişti. Aynı alanlar, 10 yıl sonra, Erdoğan Hükümetinin kamuoyuna açıkladığı, “3.
Havalimanı, 1 milyon nüfuslu yeni kent, Kanal İstanbul ve benzeri” “çılgın proje” alanları olarak ilan
edilmiştir. Bu durum, 2002 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlatılan iki ayrı
raporun dikkate alınmadığını göstermektedir. Diğer yandan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın,
“bizi asıl yıkan, bize asıl zarar veren, depremin kendisinden çok, depreme karşı gerekli hassasiyetin
gösterilmemiş olmasıdır.” 13 Açıklaması ile Van depreminin artık milat olduğu mesajını vermesi,
ayrıca “Bedeli ne olursa olsun yapacağız” demeci ile başlayan tartışmaların, İstanbul’da “kentsel
dönüşüm” üzerine odaklanması beklenirken, yerine “3. havalimanı, 3. Köprü ve Kuzey Marmara
Otoyolu, Kanal İstanbul” ile entegre olacak İstanbul’un kuzeyinde inşa edilecek yeni “rant” alanla-
rında yoğunlaşması da olağan değildir14.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘İktidarımıza bile mal olsa yapacağız’ dediği kentsel dönü-
şüm için Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu’nun TBMM’de kabul edilmesiyle,
gözlerin 1 milyon 700 bin konut ve işyerinin dönüşümünün yapılması beklenen İstanbul’a çevril-
mesi, “İstanbul’da kentsel dönüşüm deniz kenarından başlayacak” 15 haberleriyle konunun med-
yaya yansıtılması, İstanbul’un bir “rant” merkezi olarak değerlendirildiği şeklinde yoğun eleştirilere
konu olmuş ve olmaya da devam etmektedir.
İstanbul konusunda kendisi dışındaki hiç bir kişi, kurum ya da kuruluşun söylediklerine itibar
etmeyen ve bildiğini okuyan Erdoğan Hükümetinin kentsel dönüşüm konusundaki tercihleri de
toplumu ikna edememektedir!
154
11
12
15
4- KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, ÜLKENİN VE KENTLERİN DEĞİL, İKTİDARIN KENDİ GELECEĞİNİ
GÜVENCE ALTINA ALMAK İÇİN PLANLANMIŞ “RANT” ODAKLI BİR PROJE OLDUĞU İDDİA EDİL-
MEKTEDİR!
Mustafa Sönmez’e göre16, ‘Türkiye’de 2001 krizinden sonra iktidara gelen AKP döneminde, ka-
muyu fonlayarak karşılığında yüksek faiz elde eden para-sermaye sahiplerinin yeni dönemle birlikte
bu olanaklarını kaybetmeleri, kamuya borç veren bankaların tüketici kredisine dönmeleri ve konut
kredisi sisteminin teşvik edilmesi, 1969 tarihli ve 1164 sayılı Arsa Ofisi Yasası’nın TOKİ’ye bağlanarak
kamu arazilerinin toplu konut amacıyla devreye konulmasıyla inşaata dayalı kalkınma dönemi baş-
lamıştır. 2002 sonrasında iç tüketim, iç tüketimde de inşaat üstünden birikim devrinin açılmasıyla irili
ufaklı burjuvazinin yanında geçmişin büyük sanayicileri ve hatta finansçılarının hepsi inşaat işinden
beslenmeye başlamıştır.’ İnşaatın, diğer sektörleri sürükleyen bir faaliyet olduğu ve konutun 135
farklı sektörle ilişkisinin bulunduğu dikkate alındığında ekonominin krize düştüğü dönemlerde
ekonomiyi canlandırmak için AKP’nin inşaat ipine sarıldığını belirten Sönmez, “...Bundan sonraki
inşaat lokomotifinin yakıtı ise “kentsel dönüşüm”...” olduğu görüşünde17.
1960’lı yıllarda Türkiye planlı ekonomiye girdiğinde, konut harcamalarının bir yatırım konusu
olarak ele alınmasına karşın, günümüzde konuta bir yatırım olmaktan çok tüketimi çoğaltılarak
ekonomiyi canlandırmakta yararlanılabilecek bir dayanıklı tüketim malı olarak yaklaşıldığını belir-
ten Tekeli, “...Türkiye’de kentsel dönüşümün, şe�af olmayan bir karar sürecinin sonunda, topluma
emrivaki yapıldığını ve tepkiyi azaltmak için insanlara deprem üzerinden sunulduğu...” görüşün-
dedir 18.
Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyeleri, kamuoyuna yaptıkları açıklamada, “toplumsal eşit-
lik ve adalet ilkeleri açısından çok önemli eksikler, çelişkiler ve yanlışlarla dolu olduğunu” belirttikleri
“Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un ve kentsel dönüşüm adı altında
yapılmış ve yapılabilecek olan uygulamaların kayıtsız şartsız savunucuları ve uygulayıcıları olmaya-
caklarını” açıklamışlardır 19.
Toplum içinden yankılanan bu seslere hiç bir şekilde kulak verilmezken, bu kez toplumun bir
başka kesiminden de farklı sesler gelmiştir;
“kentsel dönüşümün sektörleri için tam bir ilaç
olacağını ve 50 milyar dolarlık ekstra bir pazar oluşturacağını” söylemektedir 20.
...Erdoğan zamanında doğru
söylemiş. Ekonomik kriz Türkiye’yi teğet geçti. IMF’ye kredi verecek duruma geldiniz... İyi ki gelmişim,
Almanya’dan sonra ikinci büyük ülke oldunuz” demiştir 21.
“yeni pasta”
155
16
17
18
-
20
21
olarak değerlendirmektedir. Kentsel dönüşümün, konut değerini üç kat artıracağını söyleyen Tüm
İnşaat Müteahhitleri Federasyonu’na göre “Kentsel Dönüşüm Yasa Tasarısı, ... son şans...” 22.
“Kentsel dö-
nüşüm büyüme motorumuz olacak” açıklamasını yapmıştır 23.
-
da, “Kentsel dönüşüme Körfez ve Japonya’dan talep yağıyor” haberlerinin yayımlanması da 24 gerek
toplumu ve gerekse ortamı tam anlamıyla “gaz”a getirmeyi amaçlamaktadır.
Basında çıkan haberlerle, kentsel dönüşüm aracılığıyla Türkiye’ye sıcak para girişinin arttırıl-
ması ve böylece ekonomik dengelerin tutturulması ve Erdoğan Hükümetinin iktidarını sorunsuz
devam ettirmesinin amaçlandığı iktisatçılar tarafından sürekli yinelenmektedir.
Kentsel dönüşüm ile ilgili çıkarılan 6306 sayılı yasa ve uygulama yönetmeliğinde, riskli alanda-
ki yapıların yıkılmasından sonra yeni yapılacak yapılar konusunda maliklerin en az 2/3’ünün uzlaş-
ması tersi durumda uzlaşmayan maliklerin paylarının Bakanlıkça kamulaştırılacağının belirtilmesi
ve bu kuralın uygulama yönetmelinde de yer almasıyla pek çok inşaat şirketinin ve yüklenicinin
kent merkezlerindeki sitelerde ve ayrıca tek tek apartman binalarında, daire malikleriyle görüş-
meler yaptıkları, sözü edilen 2/3 oranı üzerinden baskı kurarak sözleşmeler imzalattıkları ortaya
çıkmıştır.
Bu konuda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bir açıklama yapmış, kentsel dönüşümle ilgili yetki-
nin sadece ilgili belediye, Bakanlık ve TOKİ’de olduğu hatırlatılan açıklamada, bazı müteahhitlerin
neredeyse mahalle mahalle dolaşarak “Kentsel dönüşüm için bakanlıktan yetki aldık. Bize tabi olun.
Yoksa Bakanlık evlerinizi yıkacak, sizi de kapı dışarı edecek” gibi gerçek dışı ifadeler kullanarak, zorla
ve tehditle vatandaşların tapularını almaya çalıştığı yolunda şikayetler alındığı, vatandaşların bu
tarz sözlere itibar etmemesi ve bilgilerin resmi kanaldan alınması gerektiği ve “bu durumda hemen
bize ulaşsınlar” diyerek gerekirse bu yönteme başvuranlara kamu adına işlem yaptıkları gerekçe-
siyle ceza kanununa göre yaptırım uygulanacağı belirtilmiştir25.
Erdoğan Hükümetinin, toplumda istikrar için ekonomik gelişmelerin motorunu inşaat sek-
törüne bağlaması ve bunun iktidarın geleceğinin güvencesi olarak belirtilmesi ardından yapılan
tüm hukuksal düzenlemelerin temelinin, “insan-çevre-toplum” odaklı değil “yapı-inşaat sektörü-
rant” odaklı olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.
6306 sayılı yasa ve uygulama yönetmeliği incelendiğinde, kentsel dönüşüm alanında ikamet
edenlerin imar ve yapı konusundaki kazanılmış haklarını koruyacak ve gözetecek planlama ve
proje çalışmaları yerine, yaşadıkları bölgeleri terk etmelerine yönelik tercihlerin yeğlendiği görül-
mektedir.
Oysa, taşınmaz mülkiyeti ve kazanılmış haklar konusunda gerek iç hukuk ve gerekse bir parça-
sı olduğumuz dış hukuk aynı kurallara sahiptir ve benzer değerlendirmeler yapmaktadırlar. Ana-
yasa Mahkemesi’ne göre, mülkiyet hakkı, toplumun sosyal, ekonomik ve hukuksal yaşantısı içinde
kamu ve özel hukuk karakterlerini kendinde toplayan özel nitelikte ayni (nesnel) hak olarak kabul
156
22
25
edilmektedir (Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1990 tarihli ve E. 1990/7, K. 1990/11 sayılı kararı).
Mülkiyet hakkı, aynı zamanda bireylerin temel haklarından ve özgürlüklerinden biridir. Bunun
ölçüsünü, Anayasanın temel hakların ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin kuralı (1982 Anaya-
sası, m. 13) ve “demokratik toplum düzeninin gerekleri” oluşturmaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin
21.06.1989 tarihli ve E. 1988/34, K. 1989/26 sayılı; 21.06.1990 tarihli ve E. 1990/7, K. 1990/11 sayılı,
29.12.1999 tarihli ve E. 1999/33, K. 1999/51 sayılı kararlarında).
Anayasada, mülkiyet hakkı, sınırsız bir hak olarak tanınmamış, kişi yararı ile toplum yararının
karşılaştığı alanlarda, toplum yararı üstün tutulmuştur. Mülkiyet hakkının kullanılmasını kamu
yararı amacıyla bazı yükümlere ve koşullara bağlamak ve böylece mülkiyet hakkını yasayla sı-
nırlamak devletin hakkı, yükümlere ve koşullara uymak da taşınmaz malikinin borcu olarak gö-
rülmüştür. Anayasa Mahkemesi, mülkiyet hakkının bu iki yöndeki sınırlamadan başka herhangi
bir koşulla sınırlandırılmasını kabul etmemektedir (Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve
E.1988/34, K.1989/26 sayılı kararı).
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan
haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren her alanda adaletli bir hu-
kuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini
bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı te-
mel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin,
12.01.2012 tarihli ve E.2011/23, K.2012/3 sayılı kararı).
Anayasa’nın 35. maddesinde ise; “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak
kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı
olamaz.” hükmüne yer verilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek 1 nolu Protokol’ün “Mülkiyetin Korunması” başlıklı 1.
maddesinde; “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini iste-
me hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve ulusla-
rarası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.” şeklindeki
hükümle mülkiyet hakkı Sözleşmenin koruma şemsiyesi altına alınmış, kapsam ve sınırları belir-
lenmiştir.
Görüldüğü üzere, gerek Anayasa, gerek Anayasa Mahkemesi ve gerekse Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi, kişilerin mülkiyet ve yerleşme özgürlüklerini koruyan ve güvence altına alan kararlar
vermekte, bu konuda kesin, kararlı ve hassas davranmaktadırlar.
Buna karşın, Türkiye’deki kentsel dönüşümün temel amacı, “rant” ve “belirli kesime yönelik
çıkar sağlama” şeklinde gerçekleşmektedir. Bu anlayışın bir sonucu olarak, Türkiye’deki, kentsel
dönüşüm, mülkiyetin, o bölgelerde yaşayanlardan daha üst gruplara doğru el değiştirmesine ara-
cılık yapmaktadır. Bu durum, herkesin, kentsel dönüşümün Türkiye’deki uygulamalarına kuşkuyla
bakmasına yol açmaktadır. Bu algıyı değiştirecek kurallara yasa ve diğer hukuki altlıklarda yer ve-
rilmemesi de kentsel dönüşüme ilişkin sorunların kolayca aşılamayacağını göstermektedir.
Kentsel dönüşüm alanlarındaki taşınmazların büyük bir bölümünün birlikte mülkiyet (müşte-
rek-paylı-ortak mülkiyet) oldukları dikkate alındığında, genel bir uzlaşma sağlanmadan sorunların
kolay çözülemeyeceği anlaşılmaktadır.
Türk Medeni Kanunu’nun 692. Maddesine göre, “...paylı malın tamamı üzerinde tasarruf iş-
157
lemlerinin yapılması, oybirliğiyle aksi kararlaştırılmış olmadıkça, bütün paydaşların kabulüne
bağlıdır...” denilerek “oybirliği” sağlanmadan paylı (müşterek) mülkiyetli yerlerde imar ve temliki
tasarru$arın geçerli olmayacağı açıklanmıştır.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası’da, 44. Maddesinde, “... Anagayrimenkulün üstüne kat ilavesi
veya mevcut çekme kat yerine tam kat yapılması veya bodrum katlarında veya arsanın boş kısmın-
da inşaat yapılması ...”nı kat malikleri kurulunun buna oybirliği ile karar vermesi şartına bağlamış,
ayrıca, “...bütün bağımsız bölümlere tahsis olunacak arsa paylarının, usulüne göre yeniden tesbit
edilmesi...”nin kat maliklerinin oybirliği ile vereceği kararla gerçekleşmesini öngörmüştür. Yine Kat
Mülkiyeti Yasası’nın 45. Maddesinde de, “... Anagayrimenkulün bir hakla kayıtlanması veya arsa-
nın bölünmesi ve bölünen kısmın mülkiyetinin başkasına devrolması gibi temliki tasarru"arın ...
ancak bütün kat maliklerinin oybirliği ile verecekleri karar üzerine yapılabilir...” denilmek suretiy-
le, Türk Medeni Kanunu ile “oybirliği” kuralını benimseyen paralel hükümler öngörülmüştür. Ge-
rek Türk Medeni Kanunu ve gerekse Kat Mülkiyeti Kanunu’na göre, gerek hisseli arsa ve arazilerde
ve gerekse kat mülkiyetli yapılarda “oybirliği” sağlanmadan temliki tasarru$ar olanaksızdır.
Danıştay içtihatlarına göre, eğer, Taşınmazın birden çok maliki varsa, bir diğer deyişle taşınmaz
üzerinde paylı mülkiyet söz konusu ise, yapı ruhsatı için tüm paydaşların birlikte yazılı onay ver-
meleri gerekmektedir (Danıştay 6. Dairesinin, 19.02.1987 tarihli ve E.1986/727, K.1987/177 sayılı
kararı). Paydaşlar (hissedarlar) arasında anlaşmazlık varsa, yani taşınmazın mülkiyeti “ihtila$ı” ise,
paydaşların oybirliği ile yapı ruhsatı başvurusu gerçekleşmeyeceği için, bu taşınmaza ruhsat veri-
lemez (Danıştay 6. Dairesinin, 21.03.1983 tarihli ve E.1979/4437, K.1983/1097 sayılı kararı). Ruhsat
verildikten sonra paydaşlar arasında uyuşmazlık olursa, yapı idarece durdurulabilir (Danıştay 6.
Dairesinin, 20.11.1991 tarihli ve E.1989/3301, K.1991/2565 sayılı kararı).
Görüldüğü üzere gerek üzerinde yapı bulunmayan arsa veya arazilerde ve gerekse yapılı par-
sellerde tüm paydaşların (hissedarların) oybirliği ile anlaşması olmaksızın hiç bir işlem yapılama-
maktadır.
Bu nedenle olsa gerek, Bakanlar Kurulu tarafından “riskli alan” kabul edilen yerlerde ve risk-
li yapılarda, 6306 sayılı yasada “...parsellerin tevhit edilmesine, münferit veya birleştirilerek veya
imar adası bazında uygulama yapılmasına, yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat
karşılığı veya hasılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine sahip oldukları his-
seleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir...” denilerek “oybirliği” yerine
farklı bir oran kabul edilmiştir. Yasada, “...Bu karara katılmayanların bağımsız bölümlerine ilişkin
arsa payları, Bakanlıkça rayiç değeri tespit ettirilerek bu değerden az olmamak üzere anlaşma
sağlayan diğer paydaşlara açık artırma usulü ile satılır...” hükmü ile kentsel dönüşüm alanında
tapuda kayıtlı taşınmazı veya hissesi bulunanların adeta “tehdit” edilircesine bir uygulamaya tabi
tutulmaları da ileriki yıllarda yukarıda belirtilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları çerçeve-
sinde Türkiye’nin çok büyük tazminat ödemeleriyle karşı karşıya kalacağının da işaretleridir.
Gayrimenkul Hukuku Derneği Başkanı Ali Güvenç Kiraz’da26, “... Kentsel dönüşüm yasaları
uzun soluklu bir toplumsal mutabakat ile yapılır. İspanya’nın Barselona şehrinde, merkezde belediye
başkanı iradesini koyarak bir anlamda halktan da destek alarak, üç-beş bin kişinin çalıştığı bir bilim
enstitüsü kurdu. Şehirdeki artık alanları üniversitelere, bilim enstitülerine, yeşil alanlara verdiler. Lond-
ra da yapılan kentsel dönüşümde fazlalık alanlarda, parklar ve acil toplanma alanları yapıldı. Bizde
158
26
riskli yapının yıkılıp yeniden yapılması vatandaşa bırakılıyor. Ortada bir plan olmadığı için arazi mü-
teahhide veriliyor. Müteahhit var olan imar durumuna göre binayı yapıyor. Bu durumda doğal olarak
artık bir alan kalmayacaktır. Bu kentsel dönüşüm değil yeniden yapımdır. Kentsel dönüşüm olabilmesi
için çevresel alanları da koruması gerekir. Yeni bir yol, yeşil alan, deprem alanı olmadan kentsel dö-
nüşüm olmaz ... Bir kişinin mülkiyet özgürlüğünü kısıtlayamazsınız. Hakime anayasa ile verilen en
önemli yetki olan yürütmeyi durdurma yetkisi yasa ile elinden alınıyor. Bu kural böyle işlerse Türkiye
çok ciddi problemlerle karşı karşıya kalacaktır. İtalya, Sicilya’da böyle bir kentsel dönüşüm yaptı. AİHM
neredeyse her davada İtalya’yı mahkûm etti. İtalya, ağır maddi kayıplara uğradı. Türkiye için durum
daha da ağır olacaktır. Sicilya çok küçük bir adadır. İstanbul dünyanın en pahalı arazilerinin olduğu
yerlerden biri. Türkiye bu tazminatları nasıl ödeyecek?...” diyerek gelecekte Türkiye’nin karşı karşıya
kalacağı risklere işaret etmekte ayrıca, “bu yasayla komşular birbirlerini öldürür” dedikten sonra,
“... AİHM’de Türkiye’nin mahkûm olacağı kesin. Bir de bunun sosyal, boyutu var. Yasada 2/3 kuralı var.
Bu kuralla riskli binayı sahiplerin 2/3’ü yapacak. Projeyi kabul etmeyen 3/1’i buna uymazsa 3/2’si geri
kalanı satın alır deniliyor. Projeye hayır diyen adamın payını satın alamazsınız. Bu Avrupa İnsan Hakla-
rı Sözleşmesi’ne aykırıdır. Kat malikleri toplantılarında insanlar birbirlerini öldürür. Ortaya çok tehlikeli
sorunlar çıkacaktır. Şu anda bile komşular birbirlerine girmiş durumda.” diyerek 6306 sayılı yasa ve
Uygulama Yönetmeliğinin sakıncalarını belirtmektedir.
5- KENTSEL DÖNÜŞÜM İLE İLGİLİ OLARAK ERDOĞAN HÜKÜMETİ TARAFINDAN VERİLEN
BİLGİLER ARASINDA TUTARSIZLIKLAR BULUNMAKTADIR!
Bayraktar’a göre, “...Türkiye’de 20 milyona yaklaşan konut stokunun yüzde 40’a yakınının (8 milyon
konutun) elden geçmesi gerekiyor...” 27.
söyledi. Bayraktar, Bunlardan 8- 8,5 milyonu bir süre daha idare eder ama 7 milyonu mutlaka yeni-
lenmeli. 20 yıl içinde hepsini yıkacağız28.
29
30
yaptık. Türkiye 2023 hedefine ulaştığında şehirleri de bu yönde hazır olacak”, “Yapı stokunu analiz
ettiğimizde Türkiye’de toplam 20 milyon konutun 6.5 milyonunun mutlaka yenilenmesi gerektiği-
ni gördük. Bunun için 20 yıllık periyot koyduk.” 31
32
-
layışı doğrultusunda marka kentler oluşturma hedefiyle çalıştıklarını ve 14 milyon konutun elden
geçirileceğini söyledi”33.
159
27
28
Görüldüğü üzere, başta Çevre ve Şehircilik Bakanı olmak üzere açıklama yapan yetkililerce dö-
nüşüme tabi tutulacak yapı sayıları hakkında doğru dürüst bir bilgi verilememektedir. Verilen bil-
gilerden, 8 milyon, 6.5 milyon, 9 milyon, 7 milyon gibi rakamların aynı olmadıkları bellidir. Verilen
rakamlar arasında bu kadar fark olması Türkiye’de konut stoku üzerindeki incelemelerin yetersizli-
ğinden kaynaklanmaktadır. Bir diğer deyişle, verilen bilgilerin farklı oldukları gibi sürekli değişme-
lerinin nedeni, Türkiye’de düzenli olarak bina sayımının yapılmaması ve elde sağlıklı bilgilerin ol-
mamasıdır. Türkiye’de ilk olarak 1965’te yapılan bina sayımının ardından 1970 ve 1984’te iki sayım
daha gerçekleştirilmiştir. Son sayım DİE tarafından 2000 yılında yapılmıştır. Erdoğan Hükümeti,
iktidarda olduğu 2002 yılından günümüze kadar bina sayımı yapmadı. Yaşanan bunca afete karşın
Türkiye, henüz toprakları üzerindeki bina sayısını ve bunların afetlere dayanıklılık durumunu bil-
memektedir. Türkiye’de kullanılan rakamlar 2000 yılına ait. Yani 13 yıl öncesinin verileri. Başka bir
veri de yok. Yoğun yapılaşma ile geçen son 13 yılda neler olup bittiği ise bilinmiyor 34.
Çevre ve Şehircilik Bakanının yıkılacak diye verdiği rakamların Türkiye’de hane halkı büyük-
lüğü olan 3.8 ile çarpıldığın-
da, neredeyse ülke nüfusunun
%40’ına yakın yaklaşık 30 milyon
kişiyi doğrudan ilgilendirdiği gö-
rülmektedir. Bu miktarın Fransa,
İtalya, İspanya’nın nüfusunun
yarısına eşit olduğu, yanı sıra 15
Avrupa Birliği ülkesinin nüfusu
kadar olduğu görülmektedir.
Çizelge 2 incelendiğinde,
Türkiye’nin, kentsel dönüşüm ko-
nusunda, Avrupa Birliğine birçok
ülkenin yıkılıp yeniden inşa edil-
mesi gibi bir süreci tartışmaktadır.
Yani, Türkiye, kentsel dönüşüm
konusunda, Yunanistan + İsveç +
Belçika veya Avusturya + Hollan-
da + Danimarka ya da Macaristan
+ Portekiz + Çek Cumhuriyeti gibi
bir kerede sözü edilen ülkelerin
tamamının yıkılıp yeniden yapıla-
cakları bir süreci tartışmaktadır.
Bu sürecin her ne kadar 20 yıl
içinde gerçekleşeceği belirtilse
de, ekonomik açıdan değerlendi-
rildiğinde, kentsel dönüşümün,
sözü edildiği gibi 20 yıl içinde
gerçekleştirilmesinin de oldukça
zor olduğu görülmektedir.
160
SN Ülke Adı 2010 2011 2012
1 Almanya 81.757 81.777 81.613
2 Avusturya 8.388 8.417 8.450
3 Belçika 10.840 10.952 11.017
4 Bulgaristan 7.505 7.431 7.357
5 Çek Cumhuriyeti 10.507 10.530 10.553
6 Danimarka 5.535 5.561 5.576
7 Estonya 1.340 1.340 1.340
8 Finlandiya 5.375 5.401 5.427
9 Fransa 62.799 63.087 63.375
10 Güney Kıbrıs 803 816 829
11 Hollanda 16.615 16.690 16.765
12 İngiltere 62.222 62.644 63.065
13 İrlanda 4.471 4.581 4.571
14 İspanya 45.989 46.153 46.360
15 İsveç 9.416 9.450 9.480
16 İtalya 60.340 60.626 60.896
17 Letonya 2.248 2.230 2.223
18 Litvanya 3.287 3.267 3.247
19 Lüksemburg 506 514 523
20 Macaristan 10.014 9.986 9.962
21 Malta 420 423 426
22 Polonya 38.207 37.949 37.641
23 Portekiz 10.638 10.658 10.675
24 Romanya 21.447 21.412 21.376
25 Slovakya 5.435 5.446 5.452
26 Slovenya 2.018 2.021 2.022
27 Yunanistan 11.183 11.194 11.204
Çizelge-2: AB ve Aday Ülkelerde Nüfus 2010 2012 Nüfus (Bin Kişi)
Ancak, yıkılıp yeniden inşa için tahmin edilen 400-500 milyar USD dolarlık bir uygulamanın
gündemde tutulmasının, Türkiye’de ve Dünya’da inşaat şirketlerinin ve yan sektörlerin ve uluslara-
rası finans çevrelerinin ilgisini fazlasıyla çektiği anlaşılmaktadır. Bu değerlendirmeler ışığında de-
nilebilir ki, Erdoğan Hükümetinin, kentsel dönüşüm konusuna, afet nedeniyle doğacak zararların
ne şekilde ortadan kaldırılabileceğinden çok, kendi iktidarının süresini uzatabilmek bakımından
izlediği ekonomi-politikaların bir sonucu olarak kentsel dönüşüme yaklaştığı eleştirilerine kulak
verilmesi gerektiği söylenebilir.
2000 yılı verilerine göre, İstanbul’daki bina sayısı 1 milyon, Türkiye’de ise 7 milyon dolayındadır
(Çizelge 3, 4, 5, 6).
Çizelge-3: Türkiye ve İstanbul’da belediye sınırları içinde bina ve konut sayıları, 1984, 2000
Bina Sayısı Konut Sayısı
1984 2000 1984 2000
Türkiye 4 387 971 7 838 675 7 096 277 16 235 830
İstanbul 505 224 869 444 1 378 115 3 393 077
Kaynak: TÜİK, Türkiye İstatistik Yıllığı, 2011, sayfa: 237
Çizelge-4: İBBS’ye göre Hanehalkı Büyüklüğü ve Hanehalkı Sayısı, 200
Kaynak: TÜİK, Türkiye İstatistik Yıllığı, 2011, sayfa: 36
Çizelge 5: Türkiye ve İstanbul’da Nüfus
Çizelge 6: İstanbul’da Nüfus, Mahalle, Cadde/Sokak, Bina Sayıları (2000 Genel Nüfus Sayımı (DİE 2003))
161
İstatistiki Toplam Toplam Ortalama Hanehalkı BüyüklüğüBölge Hanehalkı Yerleşik Hanehalkı 1 2 3 4 5+ Birimleri Sayısı Nüfus Büyüklüğü
Sını$aması
Türkiye 15 070 093 67 809 048 4.50 803 120 2 097 823 2 578 281 3 534 911 6 055 958
İstanbul 2 550 607 9 822 210 3.85 161 860 403 314 553 816 693 998 737 619
Türkiye İstanbul İstanbul’un Payı (%)
1970 35.605.176 3.019.032 8.5
1975 40.347.279 3.904.588 9.7
1980 44.736.957 4.741.890 10.6
1985 50.664.458 5.842.985 11.5
1990 56.473.035 7.195.773 12.7
2000 67.803.927 10.018.735 14.8
İstanbul
Nüfus 10.018.735
Mahalle 625
Cadde-Sokak 43.750
Bina Adedi 1.070.808
Apartman Dairesi 3.314.999
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, “Türkiye’de son 9 yılda yapılan 5 milyon konutun
4,5 milyonunun özel sektör, 500 bininin de devlet eliyle üretildiğini” söylemiştir 35. Bu durumda,
Türkiye’de 13 milyon İstanbul’da ise 1.3 milyona yakın bina olması gerekir. Buna karşın, verilen
rakamlar daire-mesken-bağımsız bölüm bazında ifade edilmektedir.
Bir diğer deyişle, daire ile yapı birbirine karıştırılmaktadır. İktidar tarafından yapıların değil ko-
nutların (dairelerin) yıkılacağı bilgisi verilerek rakamların sanki yapı sayısı olduğu şeklinde bir algı
yaratılmaktadır.
Kentsel dönüşümün nerelerden başlatılacağı konusunda da bir hazırlık olmadığı görülmek-
tedir. “Bütün kaçak binalar yıkılacak” sözleriyle, gözler bina stokunun durumuna çevrilmekle be-
raber, dönüşümün başlatılacağı belirtilen yerlerin rantın en yüksek olduğu İstanbul’da Fikirtepe,
Kadıköy, Bağdat Caddesi, Etiler, Levent bölgelerinde yoğunlaşması da dikkat çekicidir. “İstanbul’da
dönüşecek alanlar belli oluyor” 36 şeklinde çıkan haberlere rağmen projelendirilen ve iş ve zaman
planlaması yapılan bir uygulama bulunmamaktadır. “İstanbul’da kentsel dönüşüm Beşiktaş, Beyoğ-
lu ve Esenlerden başlıyor!” 37 denilmekle birlikte ne belediyelerin ve ne de Çevre ve Şehircilik İl
Müdürlüğünün bu konuda bir çalışması vardır. “İstanbul’un kentsel dönüşümünde hangi ilçeler öne
çıkıyor?” 38 haberleri ile basının bir hareketlilik yaratma çabası içinde olduğu da görülmektedir.
6- KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN MALİYETİ KONUSUNDA FARKLI RAKAMLAR SÖYLENMEKTEDİR!
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Genel Müdürlüğü tarafından yapılan
açıklamada, “Türkiye’de yaklaşık 7 milyon binanın depreme dayanıksız olduğu ... 14 milyon konutun
yüzde 20’sinin deprem hesabının yetersiz olduğu ... Türkiye’de afet riskleri yönünden incelenmesi ge-
reken 14 milyon konutun dönüşüm maliyetinin 500 milyar lira olacağının tahmin edildiği ...” söylen-
miştir 39. Bu bilgilerin hangi sayımlara veya araştırmalara göre verildiği ise bilinmemektedir. Bu
yüzden ne kadar doğru, gerçek oldukları yönünde kuşkular vardır.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ise, “Dönüşümün Türkiye maliyeti 400 milyar, İstan-
bul rakamı ise 100 milyar dolar öngörülüyor.” demektedir. Milyar dolarların konuşulduğu bir konuda
verilen rakamlar arasında %20-25 oranında fark olması kentsel dönüşüm ile ilgili yapılan çalışma-
ların yetersiz ve eksik incelemelere dayandığını göstermektedir.
Ancak, hangi rakam söylenirse söylensin, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, dönü-
şümün vatandaşlar eliyle yapılmasını sağlayacağını söyleyerek, “Bir saniye bile vakit geçirmeye ta-
hammülümüz yok. Devletin kasasında 100 milyar lira para yok. Millet bunu kendisi yapacak.” diyerek
kentsel dönüşümün maliyetini halka yansıtma görüşünde olduklarını açıklamış bulunmaktadır 40. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, bir başka açıklamasında da, “Kentsel dönüşüm
için 20-25 milyar dolarlık kaynağa ihtiyacı olduğunu söyledi ve bu kaynağın ‘yok’ olduğunu vurguladı.
Kaynak nerden bulunacak?” 41 Bu açıklamalar, “Dönüşümün büyük bölümü 2 yılda biter” şeklindeki
haberlerin de dayanaksız olduğunu göstermektedir 42.
162
AKP, kentsel dönüşümün finansmanında sıkıntılar yaşamaktadır. Çevre ve Şehircilik Bakanı
Erdoğan Bayraktar, 2B gelirinin yüzde 90’a kadar kısmının kentsel dönüşüme ayrılmasının plan-
landığını belirterek, “Ancak daha sonra bize oradan ayırdıkları para 660 milyona düştü, biz 7-8 milyar
bekliyorduk. Ama bu acil bir iş. O yüzden kendimiz birtakım argümanlar geliştirdik” demektedir. Ba-
kan Bayraktar, kentsel dönüşümün finansmanını sağlamak için geliştirdikleri çözümleri şu şekilde
açıklamıştır 43 ;
“Vatandaş tarafından
rezerv alan teklifi getirilen yerlere imar verdiğimiz zaman yüzde 25’ini arazi olarak Hazine adına tescil
ettireceğiz. Onu Hazine adına tescil ettikten sonra satıp, onun kaynağını Hazine’den talep edeceğiz.
Veya orada yapacağı inşaatın maliyetinin belli bir bölümünün bedelini kentsel dönüşüm hesabına,
özel hesaba yatırmak için, onu netleştirmeye çalışıyoruz, öyle bir konum getiriyoruz.
-
nak temin etmeye çalışıyoruz.
Kurulu’nda bir çalışma yapıldı. Ancak Bakanlar Kurulu’nda çalışma yapılmadan evvel, İller Bankası’nın
elinde 3-4 kıymetli yer var. Onları yapıp yüzde 50’sini belediyelere vereceğiz. Yani bu bütçenin rakamını
ne kadar bulursak, o kadar iş yapacağız.
-
ner sermayesinde, Bakanlık imkanlarıyla oluşturduğu bütçe 5 milyondu. Biz, onu 250 milyona çıkardık.
Bunun yüzde 80’ini de bu hesaba aktarıyoruz. Belki onu da bu sene 500 milyona çıkarmak gibi bir pro-
jemiz var. Oradan bir 400 milyon gelecek.”
Görülmektedir ki, Erdoğan Hükümeti, kentsel dönüşümün akçalı kaynağını oluşturmada zor-
lanmaktadır.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın, “Halka rağmen kentsel dönüşüm yapmaya-
cağız” 44 şeklindeki açıklamalarını da iki farklı açıdan okumak gerekmektedir.
1. Erdoğan Hükümetinin kentsel dönüşüm politikası vatandaşın mülkiyet ve konut hakkını
tehdit ettiği ve yerleşme özgürlüğünü ortadan kaldırdığı için halk arasında gerekli desteği bula-
mamaktadır.
2. Bu arada, Erdoğan Hükümeti, kentsel dönüşüm için yapılacak harcamaların kaynağını da bir
türlü sağlayamamaktadır.
Bu nedenle, Erdoğan Hükümeti, bu iki faktör arasında sıkışmış görünmektedir. Yapılan açıkla-
malarda da bu durum rahatlıkla hissedilmektedir;
‘Bayraktar, kentsel dönüşüm sürecinde kimseyi 60 gün içerisinde elektriğini, suyunu kesip hemen
kapının önüne koymayacaklarını ve mağdur etmeyeceklerini söyledi’. (Milliyet, 25 MAYIS 2012),
“devlet gelsin evimi yapsın” beklentisinde olduğunu söyleyen Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan
Bayraktar, “Vatandaş müteahhitle anlaşacak. Biz yardım edeceğiz” (Sabah, 13 Ağustos 2012),
2012),
163
“Evleri gerekirse yıkacağız, işimizi
kolaylaştırın!” (AA, 02 Nisan 2012),
“Kentsel dönüşüm kapsamına alınan riskli alan-
lardaki binaları vatandaş kendi yıkmazsa biz yıkacağız” mesajını verdi 45.
”İstanbul’da kentsel dönüşüm için artık
radikal kararlar alacaklarını” söyledi 46.
-
ması dikkat çekicidir. ‘Kentsel dönüşümün içselleştirilmesi lazım’ diyen ve ‘Çok acil işimiz kentsel
dönüşümdür’ açıklamasını yapan Bayraktar, “...Türkiye’de 6,5 milyon konutun zaman içinde mutlaka
yenilenmesi gerektiğini vurgulayarak, “Bu tabii zor bir iş. Dünyanın en zor işi. Bu iş için çok ciddi kaynak
lazım. Demokrasilerle idare edilen ülkelerde vatandaşa rağmen bir adım atamazsınız, devlete rağmen
de bir şey yapamazsınız. Vatandaş ve devletin bu işi içselleştirmesi, kabul etmesi lazım” diye konuş-
maktadır 47.
Erdoğan Hükümeti, bir yandan “vatandaş ne derse o olacak” derken, diğer yandan “istemez-
se zor kullanılacağı”nı söylemekten de çekinmemektedir. Bu çelişkili açıklamaların sebebi halk-
tan gelen tepkilerdir.
Örneğin, Sulukule örneğinde başarısız bir kentsel dönüşüm uygulaması gerçekleştiren Fatih
Belediyesi bile, halktan gelen baskı ve tepki yüzünden, “Fatih’te kentsel dönüşüm yoktur” pan-
kartlarını ilçeye asmak zorunda kalmıştır 48.
7- İNŞAAT SEKTÖRÜNDE YAŞANAN SIKINTILARIN KENTSEL DÖNÜŞÜMLE ORTADAN KALDI-
RILMASI PLANLANMAKTADIR!
Türkiye’de yıllık satılan konut sayısı dikkate alındığında, normal konut talebinin yılda 400-500
bin dolayında olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşın, yapı ruhsatları ile inşa edilecek konut sayısı ise
satılan konut sayısının neredeyse 2 katıdır (Çizelge-7 ve 8) 49.
Çizelge-7: Konut Satış Sayıları
(Kaynak: www.tüik.gov.tr, Konut Satış İstatistikleri)
164
Türkiye İstanbul
2008 427.105 103.503
2009 531.746 131.150
2010 357.341 77.721
2011 419.000 83.854
2012 (01/09) 305.670 63.240
1999 -3.4 -3.1 92.469 84.619 - 82 849 - 7.963
2000 +6.8 +4.9 79.140 70.292 - 86 279 - 23.504
2001 -5,7 -17,4 77.430 68.514 - 81 568 - 13.161
2002 6,2 +13,9 43.430 37.028 161.920 161.491 - 8.376
2003 5,3 +7,8 50.140 42.374 202.854 162.908 392.000 14.374
2004 9,4 +14,1 75.495 65.426 330.446 164.994 496.000 57.272
2005 8,4 +9,3 114.254 99.457 546.618 249.816 572.000 196.523
2006 6,9 +18,5 114.204 99.822 600.387 295.389 605.000 230.142
2007 4,7 +5,7 106.659 91.938 584.955 326.484 550.000 232.233
2008 0,7 -8,1 95.193 81.377 503.565 357.286 427.105 281.349
2009 -4,7 -16,3 92.342 79.367 518.475 469 981 531.746 300.448
2010 +9.0 +17.1 141.371 121.781 916.504 429.591 357.341 190.285
2011 +8.5 +11.3 100.327 86.137 645.655 549.920 419.000 159.633
2012 +3.1 +1.5 71.139 60.856 518.026 363.502 305.670 102.053
Çizelge 8: Türkiye’de Konut İstatistikleri
Yukarıdaki çizelgelerde yer alan verilere göre;
1. İnşaat sektöründeki gelişmelerin, Türkiye’nin büyüme hızına doğrudan bağlı olduğu görül-
mektedir. Türkiye’nin büyüme hızı arttığında inşaat sektörü bunun 2-3 katı büyürken, Türkiye’de ki
büyüme hızı düştüğünde bu kez tersi gerçekleşmekte ve inşaat sektörü yarı yarıya gerilemektedir.
2. 2002-2012 yıları arasında, son 11 yılda, verilen yapı ruhsatlarındaki bağımsız bölüm sayısı
5.529.405 adet, yapı kullanma izinlerindeki bağımsız bölüm sayısı ise 3.531.362 olmuştur. Aynı
dönemde, inşaatı devam eden ile biten konutlar arasındaki fark 1.998.043’tür. Bu fark, Türkiye’nin
gelecekteki 4-5 yılına ilişkin konut istemlerine eşittir. Bu veriler, son yıllarda, konut sektöründe arz
fazlası olduğunu göstermektedir. Bu aşırı konut üretimi, istemin azlığı karşısında ekonomik olarak
inşaat sektörünü de olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle, son yıllarda inşaat sektöründe aşırı bir
düşüş söz konusudur. Sönmez 50 , ‘AKP iktidarında, inşaattaki bu “çakılma”nın toplam yatırımlarda
da yaşandığı’nı belirtmektedir.
3. Türkiye’deki toplam vergilerin yarısını tek başına karşılayan İstanbul’da toplam konutların
1/4’ü satılmaktadır. İstanbul’da konut satış sayılarında 2009 yılına göre 2012 yılının ilk 9 ayında yarı
165
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Gelişme Hızı
İnşaat Sektö-ründe Büyüme
ToplamYapı Ruhsatı Sayısı
İkamet Amaçlı Yapı Ruhsatı Sayısı
Yapı RuhsatlıDaire Sayısı
Yapı KullanmaİzinliDaire Sayısı
Satılan konut Sayısı
Konut İpoteğiSayısı
50
yarıya bir düşüş söz konusudur.
4. Satılan konutlar içinde ipotek kredisi kullanılan konutların oranı 2009’da %56, 2010’da %53,
2011’de %38, 2012’de %33 olarak gerçekleşmiştir. İpotek kredisi kullanma oranı son 4 yılda yarı
yarıya düşmüştür. Bu durum, halkın alım gücünün azaldığını ve iç talebinde daraldığının bir işa-
retidir.
5. Kentsel dönüşümün, inşaattaki ve toplam yatırımlardaki bu aşırı düşüşlerin ardından gün-
deme getirilmesi ise dikkat çekicidir.
Bu gelişmeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde şu tespitler ortaya çıkmaktadır;
-
madan kentsel dönüşümü alelacele gündeme getirmiştir. Bir diğer deyişle, iktidar hazırlıksızdır.
-
nulmaktadır. Kentsel dönüşüme halk desteği yoktur.
-
maktadır.
alanları oluşturmak gayreti içindedir.
8- 6306 SAYILI YASA İLE MODELLENEN KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN BAŞARISIZ OLMASININ NE-
DENLERİ!
Son yıllarda, izlenen ekonomik, sosyal ve siyasal politikaların arsa ve konut üzerinde yoğun-
laşması ve inşaata dayalı büyüme stratejinin bir sonucu olarak azalan iç talep karşısında artan
konut üretiminin ciddi sorunlara yol açtığı görülmektedir. 4046 sayılı Özelleştirme Yasası ile sanayi
tesisleri yanı sıra bu kez arsa ve arazilerinde satılmasıyla, satılacak bir taşınmazın kalmaması üze-
rine Özelleştirme İdaresi Başkanlığının bir uzmanlık kuruluşuna dönüştürülmesi dikkat çekicidir.
İç ve dış talebi yeniden canlandırmak ve artırmak için orman sınırları dışına çıkarılan yerlerle
ilgili 6292 sayılı Yasa ile 2-B’lerin satışı ve Tapu Yasası’nda yapılan değişikliklerle de yabancılara
taşınmaz satışı ile ilgili düzenlemelerin ardarda yapılmaları da bir rastlantı değildir. Yabancılara
satılacak toprak miktarının 2.5 hektardan 30 hektara yükseltilmesi, gerektiğinde bu miktarın 60
hektara kadar çıkarılabileceği ve karşılıklılık ilkesinin de esnetilmesiyle ülke politikalarının satışın-
da görülmemiş bir liberalleşmenin egemen olduğu görülmektedir.
Muhafazakar milliyetçi bir iktidarın, çözüm olarak her şeyi elden çıkarmak şeklinde izlediği
politika ve içine düştüğü durum şaşırtıcıdır!
Türkiye’de “hukuk”, yıllarca siyasal iktidarı ellerinde tutanların rakiplerine karşı bir araç olarak
kullanılmıştır. Erdoğan Hükümetinin de, yasama organı aracılığıyla oluşturduğu “hukuk”u kendi
iktidarının önünü açmak ve uygulamalarını kolaylaştırmak için kullandığı yönünde çok sayıda de-
ğerlendirme yapılmaktadır.
Her iki durumda da evrensel hukuk pek dikkate alınmadığından sürekli kaybedenler çalışan
kesim, bir diğer deyişle geniş halk yığınları olmaktadır. Erdoğan Hükümeti, elde ettiği siyasal ço-
166
ğunluğun verdiği cesaretle daha da ileri giderek halka rağmen ve halka karşı hukuk ilkelerini zor-
layan uygulamalara yol açacak “kentsel dönüşüm” adıyla ve olası bir depremi de buna gerekçe ya-
parak başta 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa gelmek üzere
pek çok yasayı yürürlüğe koyduğu yönünde çeşitli kesimlerce yapılan değerlendirmeleri dikkate
almak gerekmektedir.
Özellikle 6306 sayılı Yasanın amacına ve kapsamına bakıldığında kentlerdeki tüm yapıları içe-
rebilecek kadar geniş ve belirsiz olduğu görülmektedir. Oysa, dönüşüm uygulamalarında kalıcı
bir çözüme ulaşmanın yolu, sosyal koşulları dikkate alıp, onları iyileştirmek ve geliştirmekten geç-
mektedir. Buna karşın merkezi ve yerel yönetimler, kentsel dönüşümü dar kapsamlı, klasik bir imar
planı yapımı ve/veya uygulaması gibi algılamaktadırlar. Onlara göre, kentsel dönüşüm, donatı
alanlarını arttırmak, çağdaş yollar inşa etmek, alt yapı sorunlarını çözmek, fiili durumu baz alan
bir mülkiyet sistemi oluşturmaktır 51. Kentsel dönüşüm bunları da kapsamakla beraber bunların
ötesinde bir iştir.
Türkiye’de kentlerdeki her bir müdahale “kentsel dönüşüm” olarak adlandırılmaktadır. Yenile-
me “yeniden yapmak, bir şeyin yerine yenisini koymak” iken dönüşüm ise “olduğundan başka
bir biçime girme, başka bir durum alma” olarak tanımlanmaktadır. Bir yerin bir başka biçime gir-
mesi süreci yalnızca mekan olarak algılanamaz. Bu yerde yapılacak dönüşüm, yaşayanlarla birlikte
katılımcı ve demokratik bir şekilde güven, eşitlik ve uzlaşma içinde ele alınmadığı sürece başarılı
olamaz. Fiziki çevrenin dönüstürülmesi, istihdam ve hane halkı gelir düzeyinin geliştirilmesi, sek-
törel ekonomik gelişmelerin yönlendirilmesi, yaşam standartlarının yükseltilmesi, yerel kalkınma
kültür ve toplumsal kaynaştırma projelerinin hayata geçirilmesi gibi bir dizi eylem planının da
yaşama geçirilmeleri gerekmektedir 52.
Bu açıdan, “kentsel dönüşüm”, taşınmaz politikaları, imar planları ve mülkiyet düzenlemele-
ri kapsamında kentsel mekanın iyileştirilmesine yönelik üretilen projelerin kamu-özel sektör-si-
vil toplum kuruluşları ve yerel halkın katılımı ve ortaklıkları yoluyla yaşama geçirilmesini ve tüm
kentsel işlevlerin birbiri ile uyum içinde bütünleşmesini sağlayan bir eylem planıdır. Kentsel dönü-
şümün başarısı, tüm yerel aktörlerin içine katılacağı merkezi ve yerel yönetimlerin eşgüdümü ve
yürütümünde çalışma gruplarının oluşturulmasına, dönüşüm alanında yaşayanların bulundukları
yerde ikametlerinin sağlanmasına, uzlaşma temelinde mekan ve ayrıntılı çalışmaların modellen-
mesine bağlıdır.
Önemli olan bu süreci iyi yönetmek ve sürdürülebilir kentleşme hede!eri doğrultusunda ka-
tılımcı, sosyal adalet ilkelerine dayanan, doğa koruma ilkeleriyle çelişmeyen, yerelin özelliklerini
yok etmeden ya da metalaştırmadan koruyabilen, kamu yararına öncelik verebilen bir anlayışla
kentlerin dönüşümünü sağlayabilmektir 53.
Halkın projelere katılması, önerilerde bulunması, düşüncelerinin dikkate alınması, yaşadıkları
yerde ikamet etmeleri, ödeme güçlerini zorlamayacak finansman sistemlerinin yaratılmasına dik-
kat edilmelidir. Kentsel dönüşüm projelerinin, halkın yaşadığı çevreye ve kültürel değerlere say-
167
51
52
-
gılı, yaşam kalitesini artıran, gerçekçi ve uygulanabilir bir şekilde, yalnızca fiziksel mekanın değil,
aynı zamanda kente uyumlu ve kentle bütünleşebilecek şekilde ekonomik, sosyal ve kültürel et-
kenlerin birlikte tasarımlandığı, kenti kimliksizleştirmeyen, kentle bütünleşmiş ve insan haklarının
ön planda tutulduğu ranta değil insani değerlere önem veren projeler olmaları gerekmektedir 54.
Özetle denebilir ki, bir kentsel dönüşüme halkın katılabilmesi için yapılacakları benimsemesi
gerekmektedir.
Oysa Erdoğan Hükümeti tarafından dayatılan kentsel dönüşüm, bir üst plana bağlı olarak ve
stratejik yaklaşımlarla gerçekleştirilmesi gereken planlamadan kopuk, sosyal ve ekonomik hedef-
leri olmayan, ranta dönük ve yalnızca belirli alanlarda parçacı fiziksel düzenlemeleri tanımlayan,
kent parçalarını daha yüksek yapılarla yenilemeyi amaçlayan, aşırı merkezileştirilmiş bir projedir
ve bu anlayışlarla devam edildiği sürece başarılı olması konusunda kuşkular giderek artmaktadır.
9- Kentsel dönüşüme katılmayan parsellere ve ikna edilmeyen hak sahiplerine kamulaş-
tırma gibi zora ve baskıya başvurulması, mülkiyet ve imar haklarına getirilen tasarruf yetkisi
kısıtlamalarının ölçülü olmadıkları, süresi ve sınırının tanımlanmaması önemli sorunlar ara-
sındadır!
Tüm yasalarda (2985, 5104, 5366, 5393, 6306 sayılı yasalar) dönüşüm alanı ilan edilen yerler-
deki özel mülkiyete konu taşınmazların 2942 sayılı Kamulaştırma Yasası’na göre kamulaştırılmaları
öngörülmektedir.
Düzenlemelerde gönüllülük değil, zor kullanma söz konusudur. Yani malikler anlaşsa da anlaş-
masa da yıkım gerçekleştirilmektedir. Yapısı yıkılan malikler kendilerine yapılan bildirimi izleyen
30 gün içinde anlaşma sağlayamazlarsa (2/3 çoğunlukla) acele kamulaştırma ile taşınmazları zorla
ellerinden alınacaktır. Böylece, mülkiyet güvencesi yok edilmektedir. Yapılan bu düzenlemelerle
aslen belediyelere ait olan yetkilerin kullanımının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kontrolünde Bakan-
lar Kurulu’na devredilmesi, yerel yönetimler üzerinde sınırsız biçimde merkezi idare kontrolünü
getirmesi nedeniyle yerel yönetimlerin özerkliği de ortadan kaldırılmaktadır.
Kentsel dönüşüm uygulamalarının “iskan” amaçlı proje sayılması ile birlikte yapılacak kamu-
laştırmaların, “2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 3. maddesinin ikinci fıkrasındaki iskan pro-
jelerinin gerçekleştirilmesi amaçlı kamulaştırma sayılır,” denilerek, kamulaştırma bedellerinin 5
yıl içinde 6 eşit taksitte ödenmesine yasal dayanak oluşturulmuştur (2942 sayılı Yasa, madde: 3).
Ayrıca, 5366 ve 6306 sayılı yasalarda, il özel idarelerinin ve belediyelerin taşınmaz mülkiyeti-
nin kamulaştırılması yerine, uygun görmeleri durumunda, satın alma, kat karşılığı ve Türk Medeni
Kanunu’nun ilgili maddelerinde düzenlenen intifa hakkı veya üst hakkı kurulması yolu ile sınırlı
ayni hak kurabilecekleri de belirtilmiştir. Kişilerin konut ve mülkiyet haklarına bu denli ağır ve öl-
çüsüz müdahalenin bu hakkın diğer kişilere devredilmesiyle kamu yararının da ortadan kalkma-
sıyla ileride Türkiye’nin başını ağrıtacağı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde ağır tazminatlarla
karşılaşılacağı şimdiden söylenebilir.
5393 sayılı Belediye Yasası’nın 73/11. fıkrasında;
(11) Kentsel dönüşüm ve gelişim alanı ilan edilen yerlerde; ifraz, tevhit, sınırlı ayni hak tesisi ve
168
-
terkini, cins değişikliği ve yapı ruhsatı verilmesine ilişkin işlemler belediyenin izni ile yapılır. Bu yer-
lerde devam eden inşaatlardan projeye uygunluğu belediye tarafından kabul edilenler dışındaki
diğer inşaatlar beş yıl süreyle durdurulur. Bu sürenin sonunda durdurma kararının devam edip
etmeyeceğine belediye tarafından karar verilir. Toplam durdurma süresi on yılı geçemez.
şeklinde dönüşüm alanlarındaki taşınmazların tasarruf haklarına önemli kısıtlamalar getiril-
mektedir.
Öngörülen sürelerin aşılması halinde ne tür bir uygulama yapılacağı belli olmadığı gibi, bu
süreler içinde idarelerin özel mülkiye üzerindeki ölçüsüz baskılarına karşı yeterli bir denetimin
olmaması da istismarları ve mağduriyetleri artıracaktır.
Ayrıca diğer yasalarda da benzer kısıtlamalar söz konusudur. Şöyle ki;
5366 sayılı Yasa da;
Taşınmaz tasarru�arının kısıtlanması ve kamulaştırma
Madde 4- İl özel idaresi ve belediye, yenileme alanı ilan edilen yerlerdeki taşınmazlar üzerinde, her
türlü yapılaşma, kullanım ve işletme konularında proje tamamlanıncaya kadar geçici kısıtlamalar uy-
gulayabilir.
6306 sayılı Yasa da;
Tasarru�arın kısıtlanması
MADDE 4 – (1) Bakanlık veya uygulamayı yürütmesi hâlinde TOKİ veya İdare, riskli alanlarda, riskli
yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygu-
lamalar süresince her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurabilir.
(2) 3 üncü maddenin üçüncü fıkrasında belirtilen taşınmazlar, tahsis ve devir işlemleri sonuçlandı-
rılıncaya kadar Maliye Bakanlığınca satılamaz, kiraya verilemez, tahsis edilemez, ön izne veya irtifak
hakkına konu edilemez.
(3) Uygulama sırasında Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından talep edilmesi hâlinde, hak sahipleri-
nin de görüşü alınarak, riskli alanlardaki yapılar ile riskli yapılara elektrik, su ve doğal gaz verilmez ve
verilen hizmetler kurum ve kuruluşlar tarafından durdurulur.
denilmektedir.
10- TÜRKİYE’DE KENTSEL DÖNÜŞÜM YASALARININ BİRLİKTE DEĞERLENDİRİLMESİ
Türkiye’de, “kentsel dönüşüm” ve/veya “kentsel yenileme” denildiğinde; 6306 sayılı Afet Riski
Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa, 5393 sayılı Belediye Yasası (m. 73), 5366 sayılı
Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması
Hakkında Yasa, 5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yasası, 775 sayılı Gecekon-
du Yasası, 2981-3290-3366 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı
İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Yasa, 2985 sayılı
Toplu Konut Kanunu, 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Ka-
nun Hükmünde Kararname olmak üzere 8 farklı düzenleme akla gelmektedir.
Yukarıda belirtilen ve “kentsel dönüşümü” amaçlayan yasalardan, 5104, 5393 ve 6306 sayılı
yasalarda “kentsel dönüşüm”den söz edilirken, 5366 sayılı yasada “kentsel yenileme”den, 2985
sayılı Yasa da, “gecekondu dönüşüm projesi” ile “depremle ilgili dönüşüm”den söz edilmektedir.
169
644 sayılı KHK’de “iyileştirme, yenileme ve dönüşüm uygulamaları” deyimi yer almakta (m.2/ğ),
2985 sayılı Yasa da, “gecekondu dönüşüm projesi” ile “depremle ilgili dönüşüm projeleri”den söz
edilmekte (m. 4 ve Ek 7), 5393 sayılı yasada ise, “Kentsel dönüşüm ve gelişim alanı” ile “kentsel
dönüşüm ve gelişim projeleri” deyimleri kullanılmaktadır (m.73). Söz konusu yasalarda bile ortak
bir dil ve tanım birliği yoktur. Bunun yanı sıra, anılan yasalarda;
1- Varolan duruma ilişkin yani fiilen arazide bulunan ve kullanılan yapılar ve kullanıcılarına iliş-
kin bir “durum tespiti ve bunun ne şekilde yapılacağı” hakkında bir öngörü ve bir açıklama yoktur.
Örneğin; Kentsel dönüşüm uygulanacağı duyurulan yerlerde;
-
liği ölçütlerinin belirlenmesi,
yapı türlerinin, yapı yoğunluklarının, proje geliştirme koşullarının belirlenmesi,
-
nın da katılımıyla belirlenmesi, proje ile yaratılacak değerlerin saptanması, projeye katılma ve yeni
mekanların paylaşılma ölçütlerinin belirlenmesi,
-
ması ve düzenleme şeklinde bir sözleşme yapılması, dönüşüm alanında yaşayanların bir başka
yaşam alanlarına transferi, taşınma ve kira yardımının yapılması, dönüşüm alanındaki yapıların
yıkılması ve resmi izinlerin alınması (yıkım ruhsatı, kot-kesit inşaat istikamet belgeleri, cins deği-
şikliği, yapı ruhsatı ve benzeri),
yapı kullanma izninin alınması, kat mülkiyetinin kurulması ve bağımsız bölümlere hak sahiplerinin
yerleşmesi,
konularının yasa ve yönetmeliklerde herhangi bir belirsizliğe ve yanlış anlamalara meydan
vermeyecek bir şekilde nasıl,ne şekilde, ne kadar sürede, kimlerce gerçekleştirileceğine ilişkin bir
kural, hüküm, açıklama bulunmamaktadır.
2- Hak sahipliğine ilişkin ölçütler, kişilerin yaşadıkları yerde ikamet edip edemeyecekleri, kul-
landıkları mekanlara eşdeğer bir inşaat emsali verilip verilmeyeceği belli değildir.
3- Söz konusu alanlara ilişkin ne tür bir planlamanın, kentsel tasarımın, arazi kullanış türlerinin,
yerleşim sisteminin tercih edileceği belirsizdir.
4- Hak sahibi olarak kabul edilenlere, inşa edilecek yeni yapılardaki inşaat emsallerinin nasıl ve
ne şekilde dağıtılacağı belli değildir.
5- Yapılar yıkıldıktan sonra hak sahiplerinin nereye gidecekleri, bir diğer deyişle nerelere trans-
fer edilecekleri, bunun nasıl gerçekleştirileceği belli değildir. Başta kira yardımı olmak üzere, yapı-
lacak yardımların miktarı ve süresi ile ilgili belirsizlikler vardır.
6- Türkiye’de kentsel dönüşümü bir görev olarak kabul eden yasaların öznesi “insan” değil
“yapı”dır.
7- Kentsel dönüşümün amacı, insanların içinde yaşadıkları çevre, kültür ve sosyal ilişkilerini
gelecekte de korumalarını ve yaşatmalarını sağlamak değil, onları yaşadıkları mekanlardan kopar-
tarak içinde yaşadıkları topluma ve çevreye yabancılaştırılmak şeklinde ele alınmıştır. Yani, kentsel
170
dönüşümün amacı, alt gelirli grupların sahip olduğu mülkiyetin üst gruplara aktarılmasını sağla-
yacak bir “rant” dönüşümü şeklinde kurgulanmıştır.
8- Türkiye’deki kentsel dönüşüm yasaları, kişilerin mülkiyet haklarını ve barınma özgürlüklerini
ortadan kaldırmakta, yerel yönetimler ve sivil toplum örgütleri de devre dışı bırakılmaktadır.
9- Kısaca, kentsel dönüşüm yasaları ile, kişilerin mülkiyet ve barınma haklarını koruyan, göze-
ten ve güvence altına alacak bir anlayış yerine, tahliye - yıkma - tasfiye etme yaklaşımları benim-
senmektedir.
Bununla birlikte,
Türkiye’de kaç tür “Kentsel Dönüşüm” Uygulaması vardır?
sorusunun yanıtı ise şöyledir. Türkiye’de kentsel dönüşümün;
1. TOKİ ile belediyeler arasında imzalanan protokollere göre yapılan uygulamalar (2985 ve 5393
sayılı yasalar),
2. Sit ilan edilen yerlerdeki uygulamalar (5366 sayılı Yasa),
3. Esenboğa Havalimanı Protokol yolundaki uygulama (5104 sayılı Yasa),
4. 6306 sayılı Yasa uygulamaları,
şeklinde 4 farklı uygulama biçimi olduğu görülmektedir. Son 10 yıl içinde TOKİ ile belediyeler
arasında imzalanan protokollere dayalı kentsel dönüşüm uygulamalarının başarılı olamadıkları ve
süreçlerin tıkandığı görülmektedir. Bu yüzden, söz konusu kentsel dönüşüm uygulama biçimlerin-
den ilk üçünün sınırlı uygulama alanlarına sahip oldukları dikkate alındığında, yukarıda belirtilen
yasalardan 6306 sayılı Yasa uygulamalarının önümüzdeki süreçte tek kentsel dönüşüm uygulama-
sı olarak karşımıza çıkacağı anlaşılmaktadır.
Tapu kütüğünün beyanlar hanesinde “Riskli alan” ve/veya “RiskliYapı” belirtmesi olduğu gö-
rüldüğünde, sözkonusu taşınmazın 16.05.2012 tarihli ve 6303 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların
Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’a (Resmi Gazete: 31.05.2012 – 28309) tabi olduğu düşünülme-
lidir.
6306 sayılı Yasanın amacı, “afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların
bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli ya-
şama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları” belir-
lemektir.
6306 sayılı Yasanın 2/ç maddesinde;
Riskli alan: Zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma
riski taşıyan, Bakanlık veya İdare tarafından Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü de
alınarak belirlenen ve Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca kararlaştırılan alanı,”
2/d maddesinde ise,
“Riskli yapı: Riskli alan içinde veya dışında olup ekonomik ömrünü tamamlamış olan ya da
yıkılma veya ağır hasar görme riski taşıdığı ilmî ve teknik verilere dayanılarak tespit edilen yapıyı,”
ifade ettiği açıklanmıştır. Bu yasanın uygulanması için belirlenen alanların sınırları içinde olup
riskli yapılar dışında kalan diğer yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli
görülenler de bu Kanun hükümlerine tabi olur (6306 sayılı Yasa, madde: 3).
171
6306 sayılı Yasa uygulaması aşağıdaki aşamalardan oluşmaktadır;
1- Riskli Yapıların Tespiti
2- Riskli Yapı Tespitine İtiraz
3- Riskli Yapı Tespitinin Masrafı
4- Riskli Yapıların Tapu Kütüğünün Beyanlar Hanesinde Belirtilmesi
5- Riskli Alanlarda, Riskli Yapıların Bulunduğu Taşınmazlarda Tasarruf Yetkisi Kısıtlamaları
6- Riskli Yapıların Yıktırılması Öncesi Yapılacak İşlemler (Anlaşma Yoluna Gidilmesi, Geçici Konut-
İşyeri Tahsisi-Kira Yardımı Yapılması)
7- Riskli Yapıların Yıktırılması
8- Riskli Yapıların Yıktırılmasının Masrafı
9- Üzerindeki Bina Yıkılarak Arsa Hâline Gelen Taşınmazlarda Kat İrtifakı/Kat Mülkiyetinin Terkini
10- Üzerindeki Bina Yıkılarak Arsa Hâline Gelen Taşınmazlarda İfraz-Tevhit, Yeniden Bina Yaptırıl-
ması, Payların Satışı, Kat Karşılığı Veya Hasılat Paylaşımı
11- Üzerindeki Bina Yıkılarak Arsa Hâline Gelen Taşınmazlarda Yeniden Bina Yapımında Anlaşma
Sağlanamaması
12- Üzerindeki Bina Yıkılarak Arsa Hâline Gelen Taşınmazlarda Yeniden Bina Yapımında Toki’nin
Yetkileri
13- Afet Riskli Alanlarda Çevre Ve Şehircilik Bakanlığı’nın Yetkileri
Gerek 6306 sayılı Yasa ve Uygulama Yönetmeliği’nde, riskli yapıların, riskli alan içinde olabile-
ceği gibi dışında da olabileceği; riskli alan ile riskli yapıların farklı işlemlere tabi tutulabilecekleri;
riskli alan, riskli yapı ve rezerv yapı alanların belirlenmesinin farklı kurallara tabi olduğu açıklanmış
bulunmaktadır.
Riskli Yapılar ile İlgili İşlemler;
Riskli alan dışındaki riskli yapıların tespitinin öncelikle yapı malikleri veya kanuni temsilcileri
tarafından, Bakanlıkça lisanslandırılan kurum ve kuruluşlara yaptırılabileceği gibi, Bakanlığın süre
vererek maliklerden veya kanuni temsilcilerinden de isteyebileceği; verilen süre içinde yaptırılma-
dığı takdirde tespitlerin Bakanlık veya İdare tarafından da yaptırılabileceği; itiraz üzerine yeniden
rapor tanzim edilmesi gereken haller ve raporun gerçeğe aykırı düzenlendiğinin tespit edilmesi
halleri hariç olmak üzere, her yapı için sadece bir adet riskli yapı tespiti raporunun düzenleneceği;
riskli yapı tespitine ilişkin raporların bir örneğinin, tespit tarihinden itibaren belirlenen süre içinde,
tespiti yapan İdarece veya lisanslandırılmış kurum veya kuruluşça, tespite konu yapının bulun-
duğu ildeki Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğüne (eğer mevcutsa Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Mü-
dürlüğüne) gönderileceği; müdürlükçe, raporların yasa ve yönetmelikte belirtilen esaslara uygun
olarak düzenlenip düzenlenmediğinin inceleneceği ve herhangi bir eksiklik veya yanlışlık tespit
edilmesi halinde bu raporların gerekli düzeltmeler yapılmak üzere raporu düzenleyen kurum veya
kuruluşa iade edileceği; yapılan incelemede raporlarda herhangi bir eksiklik ve yanlışlığın bulun-
madığının tespit edilmesi halinde, riskli yapıların, Müdürlükçe en geç on iş günü içinde, tapu kü-
tüğünün beyanlar hanesinde belirtilmek üzere, ilgili tapu müdürlüğüne bildirileceği; Müdürlükçe
veya riskli yapı tespitine karşı yapılan itirazı inceleyen teknik heyetçe, riskli yapı tespit raporunda
tespit edilen eksiklik veya yanlışlıkların, raporu düzenleyen kurum veya kuruluşa bildirildiği tarih-
ten itibaren otuz gün içinde düzeltilmesi ve raporun Müdürlüğe sunulmasının zorunlu olduğu;
ilgili tapu müdürlüğünce, tapu kütüğüne işlenen belirtmelerin, riskli yapı tespitine karşı tebligat
tarihinden itibaren onbeş gün içinde riskli yapının bulunduğu yerdeki Müdürlüğe itiraz edilebi-
172
leceği, aksi takdirde İdarece altmış günden az olmamak üzere verilecek süre içinde riskli yapının
yıktırılması gerektiği de belirtilmek suretiyle, aynî ve şahsî hak sahiplerine tebliğ edileceği; riskli
yapının verilen süre içinde maliklerince yıktırılmadığı takdirde otuz günden az olmak üzere ek
süre verileceği; buna rağmen yıkılmadığı/yıktırılmadığı takdirde mahallî idarelerin de iştiraki ile
mülki amirler tarafından yıktırılacağı, yine de yıkılmazsa Bakanlıkça yıkılacağı, ayrıca uygulama-
nın gerektirmesi hâlinde Bakanlığın yukarıda belirtilen tahliye ve yıktırma iş ve işlemlerini bizzat
da yapabileceği, yapının yıkılması ardından taşınmaz üzerinde yeniden inşaat yapılması için ma-
liklerin 2/3 çoğunluğunun karar vermesinin yeterli olduğu, karara katılmayanların paylarının ka-
mulaştırılacağı, 2/3 çoğunluk sağlanmasa bile karşı çıkanların paylarının Bakanlıkça kamulaştırma
işlemine tabi tutularak uzlaşmanın sağlanacağı, riskli yapı belirtmesinin tapu kütüğünün beyanlar
hanesine kaydedilmesi ile birlikte 6306 sayılı Yasanın 4. maddesinin birinci fıkrasındaki, “Bakanlık
veya uygulamayı yürütmesi hâlinde TOKİ veya İdare, riskli alanlarda, riskli yapıların bulunduğu
taşınmazlarda ve rezerv yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince
her türlü imar ve yapılaşma işlemlerini geçici olarak durdurabilir.” hükmü gereği tasarruf yetkisinin
kısıtlanabileceği belirtilmiştir.
Riskli Alanlar ile ilgili İşlemler;
6306 sayılı Yasa ve Uygulama Yönetmeliğinde, “Riskli yapıların yıktırılmasında ve bunların
bulunduğu alanlar ile riskli alanlar ve rezerv yapı alanlarındaki uygulamalarda, öncelikli olarak
malikler ile anlaşma yoluna gidilmesi esastır.” ifadesine yer verildiği;
Riskli alanlarda, malikler tarafından yürütülecek uygulamalarda parsellerin tevhit edilmesine,
münferit veya birleştirilerek veya imar adası bazında uygulama yapılmasına, yeniden bina yaptı-
rılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değer-
lendirilmesine, üzerindeki bina yıkılarak arsa haline gelen taşınmazlarda ilgili kurum tarafından
yürütülecek uygulamalarda uygulanacak projeye sahip oldukları hisseleri oranında maliklerin en
az üçte iki çoğunluğu ile karar verileceği;
Riskli alanda veya riskli yapıların bulunduğu parselde risksiz yapı bulunması halinde, bu yapı-
nın uygulama dışı tutulabileceği, bu durumda risksiz binanın bulunduğu alanın ifraz edilebileceği,
ifraz imkânı yok ise maliklerin anlaşması halinde risksiz binanın hâlihazır durumunun korunabile-
ceği, ancak, uygulama bütünlüğü bakımından bu risksiz yapılardan Bakanlıkça gerekli görülenle-
rin Kanun hükümlerine tabi tutulabileceği;
Maliklerin kendi aralarında anlaşma sağlayamamaları halinde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
bizzat kendisinin veya yetki verdiği TOKİ ve/veya belediyeler eliyle riskli alanlarda re’sen işlem tesis
edebileceği; bu durumda:
1. Her bir yapının tespiti, kıymet takdiri ve toplam değerleme miktarının belirlenmesi,
2. Jeolojik-jeolojik etüd çalışmalarının yapılması,
3. Avan kentsel tasarım projesi ve imar planının hazırlanması ve onaylanmak üzere Bakanlığa
gönderilmesi,
4. Hak sahipleri ile gerçekleştirilecek uzlaşma görüşmelerinin stratejilerinin belirlenmesi,
gibi tüm yapıları kapsayan çalışmaların Bakanlıkça ihale yoluyla yaptırılacağı belirtilmektedir.
Böylece, fizibilite analizi ile hak sahipliğinin belirlenmesi, imar planları ile yeni bir yerleşimin ön-
görülmesi, kentsel tasarım ile yapıların inşa edilmeleri ve ardından hak sahiplerine dağıtılması ve
bunun dışında inşa edilecek bir kısım yapının ise maliyeti karşılaması bakımından satılarak değer-
lendirilmesi şeklinde bir dönüşüm modelinin planlandığı görülmektedir.
173
Rezerv Yapı Alanları ile ilgili İşlemler;
6306 sayılı Yasa ve Uygulama Yönetmeliğine göre, rezerv yapı alanlarının yeni yerleşim alanları
oluşturmak amacıyla belirlenen alanlar olduğu, bu alanlar seçilirken boş alanların tercih edildiği,
ancak yine de bu alanlar içerisinde yapı ruhsatı veya yapı kullanma izni almış yapıların da bulu-
nabileceği, rezerv yapı alanı olarak belirlenen alan içerisinde kalan bir gayrimenkulde rezerv yapı
alanı ilanı öncesi yapı ruhsatı alarak inşa edilen yapıların bulunması halinde bu yapıların proje
bütününde korunmaya çalışılacağı, söz konusu yapıların proje bütünlüğünü bozması halinde
yerinde korunması mümkün olmayanların da olabileceği şeklinde bir yaklaşımın benimsendiği
görülmektedir.
Özetle belirtmek gerekirse;
Riskli alan, riskli yapı, rezerv yapı alanı birlikte değerlendirildiğinde, riskli alan dışındaki riskli
yapıların her biri için ayrı rapor düzenlenerek tapu kütüklerinin beyanlar hanesinde “riskli yapı”
oldukları belirtildikten sonra boşaltma-yıkma ve yeniden inşa etme konusunda tek başlarına işle-
me konu olacakları; buna karşın riskli alan ilan edilen yerlerdeki yapıların tümünün birlikte işleme
konu edileceği, her ne kadar maliklerince risksiz oldukları tespit ettirilenlerin korunabilecekleri
belirtilse de bunun güvencesinin bulunmadığı, bu alanların Bakanlıkça onaylanacak imar planı
ile öngörülen kararlara tabi olacakları ve tümüyle yeni bir yerleşme sistemi ve kentsel tasarım
çerçevesinde bir yapılaşmanın gerçekleştirileceği anlaşılmaktadır. Ancak, bu faaliyetlerin ne kadar
bir sürede gerçekleşeceğine dair gerek yasada ve gerekse uygulama yönetmeliğinde bir hüküm
bulunmamaktadır.
Bakanlığın, riskli alan ve rezerv yapı alanı ile riskli yapıların bulunduğu taşınmazlara ilişkin her
tür ve ölçekteki planı resen yapmaya, yaptırmaya ve onaylamaya; riskli alan ve rezerv yapı ala-
nındaki uygulamalarda faydalanılmak üzere; özel kanunlar ile öngörülen alanlara ilişkin olanlar
da dâhil, her tür ve ölçekteki planlama işlemlerine esas teşkil edecek standartları belirlemeye ve
gerek görülmesi hâlinde bu standartları plan kararları ile tayin etmeye veya özel standartlar ihtiva
eden planlar yapmaya, onaylamaya ve kent tasarımları hazırlamaya yetkili olduğu açıklanmıştır.
İmar planı tekli�erinin; İdarece veya ilgililerince, riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında kentsel
tasarım projesi ile birlikte, riskli yapı veya yapıların bulunduğu parsellerde ise, Bakanlıkça talep
edilmesi halinde kentsel tasarım projesi ile birlikte hazırlanacağı ve planlama alanı ile yakın çevre-
sinin meri planları, mevcut durumu gösteren bilgi ve belgeler ve ilgili kurum ve kuruluş görüşleri
ile birlikte Bakanlığa iletileceği, Bakanlıkça uygun görülen plan tekli�erinin, aynen veya değiştiri-
lerek onaylanacağı belirtilmiştir.
Ayrıca, 6306 sayılı Yasanın 4. maddesinin birinci fıkrasında, “Bakanlık veya uygulamayı yürüt-
mesi hâlinde TOKİ veya İdare, riskli alanlarda, riskli yapıların bulunduğu taşınmazlarda ve rezerv
yapı alanlarında bu Kanun kapsamındaki proje ve uygulamalar süresince her türlü imar ve yapı-
laşma işlemlerini geçici olarak durdurabilir.” denilmek suretiyle, riskli yapıların yıktırılmasında ve
bunların bulunduğu alanlar ile riskli alanlar ve rezerv yapı alanlarındaki uygulamalarda tasarruf
yetkisinin kısıtlanabileceği belirtilmiştir. Bu kısıtlamanın ne kadar devam edeceğine ilişkin bir ku-
rala ise yasa ve yönetmelikte yer verilmemiştir. Ayrıca, riskli alanlarda imar planlarının, kentsel ta-
sarım projelerinin, hak sahiplerine konut tahsisinin ve buna ilişkin kat irtifaklı tapuların ne zaman
hazırlanacağı hususlarında da bir süre belirtilmediği görülmektedir.
Yukarıda başlıkları verilen yasanın sistematiğine dikkat edildiğinde, aşağıdaki yasalarla yetki-
lendirilen kurumların bu süreçte etkili olacakları söylenebilir;
174
1. 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Ka-
rarname
2. 3194 sayılı İmar Yasası (Madde: 9)
3. 2985 sayılı Toplu Konut Yasası
4. 1164 sayılı Arsa Üretimi ve Değerlendirilmesi Hakkında Yasa (Arsa Ofisi Yasası)
5. 5393 sayılı Belediye Yasası(madde: 69 ve 73)
6. 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Yasası
Görülmektedir ki, Türkiye’de kentsel dönüşüm denildiğinde öne çıkan kurumların, Bakanlar
Kurulu ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı oldukları ve böylece sistemin aşırı merkezileştirildiği gö-
rülmektedir.
11- SONUÇ
Her şey yolunda gitse bile, kentsel dönüşümü zorlaştıran ve kısıtlayan etkenler vardır;
reform yapılmadıkça sonuçlar ve başarı geçicidir.
bunların yasal izinleri konusunda kapsamlı incelemelerin yapılmasını öngören kurallara yer veril-
medikçe mağduriyetler ve haksızlıklar yaşanacaktır.
-
maları gerektirmektedir.
düzeneklerinde temsil edilmelerine bağlıdır.
yetki devri temel bir zorunluluktur.
-
mamalıdır.
-
ların mülkiyet haklarına müdahale edilmemelidir.
Yukarıda da sözü edildiği üzere, kentsel dönüşüm konusu tam anlamıyla merkezileşmiş gö-
rünmektedir. Tüm söz ve karar düzenekleri yukarıdan aşağıya doğru adeta bir emir-komuta içinde
kurgulanmıştır.
İçinde yaşadıkları mekana, kentsel tasarım, planlama ve yerleşme süreçlerine, tüm karar düze-
neklerine halkın dahil edilmemesi, tartışmalara katılmalarının sağlanmaması, aşağıdan yukarıya
doğru kararların uygulanmasını sağlayacak düzeneklerin oluşturulamaması kentsel dönüşümün
yanlış modellendirildiğini göstermektedir.
Halkın ve kişilerin yapabilir kılınmaları sağlanmadıkça kentsel dönüşümde başarıya ulaşmak
zordur.
Bir dönüşüm uygulamasının ve bu konuda izlenecek politikaların öznesi “insan” ve “halk” ol-
175
duğunda ve uygun koşullar oluşturulduğunda halkın destek vereceğinde ve ikna edileceğinde
kuşku yoktur. Kaldı ki, Devlet ve yerel yönetimler kabul edilebilir, benimsenebilir, aklı başında,
uygun yasal çözümler ortaya koyduklarında, halkın ve kişilerin bu tür uygulamaları daha kolay
benimseyecekleri söylenebilir.
Oturum Yürütücüsü - Değerli katılımcılar; Sayın Köktürk de, hem yasalar nezdinde, hem idari
uygulamalar nezdinde, hem de bugünkü geldiğimiz nokta itibarıyla önemli tespitlerde bulundu.
Umarım, bizim istediğimiz doğrultuda bu yaşama geçer. Ama ne yazık ki, bizler birçok olumsuz-
lukları eleştirdiğimizi söylediğimiz halde önüne geçememekteyiz. Bunu da oturup kendi kendimi-
ze sorgulamalıyız. Nasıl bir yöntemle bunları bertaraf edebiliriz?
Şimdi salona dönüyoruz. Konuşmacılara sorulacak sorular varsa, onları da alalım. Bize verilen
süre 11.00’e kadardı. Daha yarım saatimiz var. Tabii, iki konuşmacımız olmamakla beraber, yine de
zamanımız bol sayılır. Böyle oturumlarda zaman yetiştiremeyiz daha çok konuşmacılara, ama bu
oturumda oldukça zamanımız var. Çok rahatlıkla birçok kişiden soru alma şansımız var.
Buyrun.
Serdar Aydın - Erdal hocanın söylediği hiçbir şey ne yazık ki olmayacak; çünkü 6306 sayılı Ya-
sada, Erdal hocam da çok iyi biliyor ki, idari mahkemeye gidemiyorsunuz, gitseniz bile yürütme-
yi durdurma kararı aldıramıyorsunuz. Yani böyle bir yasal düzenleme varken, af Buyrun, bir Deli
Dumrul düzenlemesiyle her şey bu kadar örgütlenmişken, biz ne yapabiliriz? İşte bunu konuşma-
mız gerekiyor. Benim sunuşumda özellikle vurguladığım şey şuydu: Bir varlık bilinci sorgulaması
yapması gerekiyor teknik elemanların; Harita Mühendisleri Odasının, TMMOB örgütlülüğünün ve
hepsinin. Bir şeyi önümüze koymamız gerekiyor. Böyle kararlar alınıyor ve biz bu kararları uygula-
makla zorunlu değiliz. Bu bilince gelmemiz gerekiyor.
Bunu yazımda kullanmadım, ama burada söylemekten artık imtina etmeyeceğim. İkinci Dünya
Savaşı sonrasında Nürnberg mahkemelerinde Nazi katliamcıları yargılanırken, yargıçlar katliamcı-
lara soruyorlar, “Neden insanları katlettiniz, neden fırınlarda yaktınız?” diye soruyorlar. “Biz sadece
bize söyleneni yaptık” diyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? Yani söylenenin yapılmaması gerektiği
durumlar var. Erdal hocamın söylediği şeyler bunların başında gelir, imar uygulamaları bunların
başında gelir. Lütfen, rica ediyorum, 20. mezuniyet yılına gelmiş bir adam olarak, ıstırap çekerek
şunu söylüyorum: Artık bir şeyler değişsin, biz bir şeyi değiştirelim, “Uygulamıyoruz, yapmıyoruz”
diyebilelim. Bunu demediğimiz sürece hiçbir şey değişmeyecek arkadaşlar. 30 yıldır, 40 yıldır ya-
pılan imar uygulamalarına bakın. Ne değişti? Objektif aklın bilimsel ölçütleri, hep konuştuk, hep
tartıştık, “Şöyle olması gerekir” dedik; ama hiçbir şey olmadı. Bir şeyin değişmesi gerekiyor. Bugün
bu bilinci bu toplantı vesilesiyle teknik elemanlar gösterebilirlerse gösterecekler; gösteremezlerse
geçmiş olsun, her şey için çok daha kötü. Bu kentler imarlı cehennemlere dönüştü. Şimdi hiçbir
tılsımı yok bu yasalarla o cehennemlerden cennet vaat etmenin, anlamı da yok, esprisi de yok.
Bizlerin bu sorgulamayı yapması gerekiyor. Bize söyleneni yapmak zorunda değiliz. İtaat yoksa
efendi de yok. Çok net bir cümle bu. Biz itaat ediyoruz, hiç isyan etmedik. İsyanın zamanıdır arka-
daşlar. Ben, belki bu salondaki birçok insandan, özellikle hocalarımdan, meslek deneyimi olarak
çok daha yeni sayılırım; ama ben bile çıldırma noktasına geldiysem, bu ülkede bir şeyin değişmesi
gerekiyor. Bu kentlerden hoşnut musunuz? Şimdi çıkacağız, her birimiz 3 saat uğraşıp gideceğimiz
yere gideceğiz. Yasal düzenlemeleri konuşmayla, mevzuatı konuşmayla olmuyor. Reddiyenin za-
manıdır. Bir şeyi reddetmemiz gerekiyor, bunun koşullarını koymamız gerekiyor.
Teşekkür ederim.
176
Oturum Yürütücüsü - Ben de teşekkür ederim.
Buyrun.
Aysel Can Ekşi (Mimar-Tüketiciyi Koruma Derneği Genel Başkan Yardımcısı) - Öncelikle Harita
Mühendisleri Odasına önemli bir çalışmadan dolayı emeklerine sağlık diyorum. Yarın da devam
edecek bir çalışma.
Yapılan bildiriler gerçekten çok kıymetli, çok değerli. Beklentim şudur: Bu 3 günlük çalışmanın
sonunda, gerçekten iskanlı binada oturanlar dâhil olmak üzere, bu çalışmanın vatandaşa anlatıl-
ması anlamında, izah edilmesi anlamında, bu sürenin sonunda bir komisyon, yani halkı aydınlat-
mak anlamında sürekliliğini kılacak bir komite oluşturulabilir mi? Çünkü burada gerçekten halkın
aydınlatılması anlamında bir seferberlik başlamak zorundadır. Yoksa, gerçekten Erdal beyin söy-
lediklerini kayıtsız kılacak noktaya geliyoruz. Ama şu durum gerçekten bilinmemekte: Meslek ör-
gütlerinin diğer halk örgütleriyle, mahalle örgütleriyle çok hızlıca toparlanıp, bunu anlatma yol ve
yöntemi bulunmalıdır. Bizim de üzerimize düşen görevi yapacağımızı burada söylemek istiyorum.
Teşekkür ederim.
Oturum Yürütücüsü - Ben de teşekkür ediyorum.
Buyrun.
Mücahit Beşikçi (Kocaeli Büyükşehir Belediyesi) - Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönü-
şüm Gelişim Planlama Müdürlüğünde kentsel dönüşüm uzmanı olarak çalışıyorum.
2 günden beri semineri takip ediyorum, gerçekten de çok faydalı bilgiler edindim. Ama bir
eleştiri yapmak istiyorum. Kendim siyasal bilgiler mezunuyum. 12 yıldır da toplu konut uzmanı
olarak çalışıyorum. 1999 depremini Kocaeli’nde yaşadım. Akrabalarımı kaybettik, dostlarımızı kay-
bettik. Genel olarak şöyle bir kanaate vardım 2 günlük seminer sonunda: Bizler yaptığımız görev
gereği -Kocaeli özelini konuşuyorum- 20 bine yakın konut yaptık, bu konutların yüzde 80-85’i sos-
yal konut, yani ortalama gelirimi 1 milyar ve 1 milyarın altında olan insanların elde ettiği konutlar.
Harcanabilir gelirin insanlar 3’te 1’ini ancak konut alımına harcıyorlar. Dün, konuşmacılardan birisi
dedi ki, “Orta gelir grubunun yaşam kalitesi düştü.” Ben buna katılmıyorum. Genelde söylüyorum:
500 binin üzerinde sosyal konut yapıldı bu dönem içerisinde. Bunlardan çoğunun ortalama gelir
seviyesi çok düşük insanlar. Bunların refah seviyelerinin arttığını düşünüyorum.
Ben fakir bir ailede büyüdüm, 2 odalı bir evimiz vardı. İnsanlar uzun vadeli koşullarda ev alma
imkanına sahip oldular, 500 lirayla ev alabiliyorlar. Belki yapılan konutlar kutu gibi gelebilir, evet,
bu konuda sizlere katılıyorum, belki daha fazla uzlaşmaya dayalı şeyler yapmamız gerekir; ama
Türkiye’nin koşullarında ancak bu kadar yapılabiliyor. Ben de fakirlerin konut sahibi olmaları ge-
rektiğini düşünüyorum. Bu konuda sizlerin görüşlerinden de olumlu şeyler çıkardığımızı düşü-
nüyorum. Ama Türkiye’nin gerçeklerini de göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum, haksızlık
yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ben de fakirlerin yanında olan, onların ev sahibi
olmaları gerektiğini düşünen bir insan olarak, Yasadaki bazı olumsuzlukların ortadan kaldırılarak,
daha iyi bir sonuç elde edileceğini düşünüyorum. Biz zamanla yarışıyoruz, bizim zamanımız çok
kısıtlı. Fakirleri mutlu etmek istiyorsak, onlar için hızlı projeler üretip, onlara da refahtan pay aldır-
mamız gerekiyor. Yani “Sizler fakir yaşayın, ama sosyal doku bozulmasın” anlayışına da pek katıl-
mıyorum.
Teşekkür ediyorum.
177
Oturum Yürütücüsü - Ben de teşekkür ediyorum.
Buyrun.
Yusuf Güneş (İstanbul Üniversitesi) - 6306 sayılı Yasa bağlamında bir tek şey söylemek istiyo-
rum. Fikirtepe ve Zeytinburnu Sümer Mahallesi, esasında 4-5 yıldır Büyükşehrin tıkandığı bir yer.
Bu Kentsel Dönüşüm Yasası için bir laboratuar işlevi gördü esasında. Yani bir binayı, siteyi bir ada
veya parsel bazında dönüştürmek istediğimizde neler çıktı karşımıza, özellikle malikler, inşaat fir-
maları ve idare bakımından, bunlar gözlendi oralarda ve Kanun, bu engelleri aşmaya yönelik ola-
rak çıktı esas itibarıyla. Binasını yenilemek isteyene bir fırsat sunuyor, illa da idareye bütün yetkileri
devretmiş değil. Kanunun ilgili maddesinde, “Maliklerin 3’te 2 çoğunlukla alacağı karar esastır”
deniliyor ve buna idare de uymak zorunda.
Deprem gerçeğini göz ardı edemiyorsak şayet -ki, etmememiz gerekir; ama binası yeni olanlar
ve endişe duymayanlar varsa, onları bir kenara ayıralım- bizim binalarımız gerçekten büyük ço-
ğunluğu itibarıyla eski ve risk durumu var, yenileme mecburiyeti var daha doğrusu. Bizi malikler
olarak bu 3’te 2 çoğunluğu sağlamamaya iten ya da buna engel olan etmen nedir acaba? Hocamız
nasıl bir yanıt verebilir?
Oturum Yürütücüsü - Teşekkürler hocam.
Konuşmalara üçer dakikalık konuşma vereceğim sırayla. Hem sorulara yanıt, hem de eksik bı-
raktıkları bir şeyler varsa onları açıklasınlar.
Buyrun.
Serdar Aydın - Kocaeli’nden değerli katılımcının sözlerine bir ekleme yapmak istiyorum. Fakir-
lerin refahı paylaşması bu yöntemle olmayacak hocam, olmuyor da zaten. Bunun neden olmadı-
ğını şu şekilde görüyoruz: Kocaeli’nde binlerce bina yıkıldı, binlerce insan öldü. Benim söyledik-
lerimin algılanabilmesi açısından çok iyi bir örnek bu: Bu yıkılan binaların neden yıkıldığına dair,
ölen insanların kefaretini kim ödedi; hiç kimse ödemedi. Acımasız özeleştiri derken, tam da bunu
söylüyorum. TMMOB ve bağlı odaların hiçbirisi, o binalara ruhsat veren teknik elemanlarını, kont-
rolünü yapanlarını, kabul edenlerini irdelemedi, onur kurullarına vermedi, bu teknik elemanların
hiçbirisi yargıç karşısına çıkıp hesap vermedi. Böyle bir düzen içerisinde, böyle bir algı seviyesi
içerisinde bir şeylerin dönüşme şansı yok.
Ben şunu söylüyorum: Bir yere bir ruhsat veriyorsanız, oturulabilir diyorsanız ya da kaçak ya-
pılaşmaya göz yumuyorsanız, bunun bedelini ödeyin. Kocaeli depreminden sonra bir tek kişi yar-
gılandı, Veli Göçer. Adamın da teknikle filan hiçbir alâkası yok, tüccar bir adam. O da şimdi çıktı.
Orada ölen insanların kefaretini bu ülkenin hiçbir kişisi, sorumlusu ödemedi; ne siyasetçileri ödedi,
ne teknik elemanlar ödedi. İşte sorun bu. Biz bu kefareti ödemedikçe, bu özeleştiriyi yapmadıkça
hiçbir olumlu noktaya gidebileceğimizi sanmıyorum ve fakirlerin de refahtan pay alabileceğine
inancım yok. Örneği Sulukule’dir, örneği bu ülkede uygulanacak birçok şeydir. 15 bin liraya alıp
950 bin liraya residence’ları satıyorsanız, burada bir mantık hatası var. Bunu konuşmak, bunu red-
detmek ya da değiştirmek gerekiyor.
Teşekkür ederim.
Oturum Yürütücüsü - Buyrun.
Buyrun Köktürk.
178
Dr. Erdal Köktürk - Kocaeli’nden katılan arkadaşları kutluyorum. Gerçekten zor bir bölgede
yaşıyor. Başarılı olmasını yürekten diliyorum. Kocaeli, İstanbul’la birlikte Türkiye’de belediye sınırı,
il sınırı olan bir yer. Böyle bir yerde görev yapmak, kentin bir ucundan öbür ucuna gitmek için bir
gününüzü bile harcadığınız bir şehir içerisinde hizmet götürmek kolay değil. Bir belediyeci olarak
17 yıl ben de belediyelerde çalıştım. Dikkat ederseniz, kentsel dönüşümü zorlaştıran, sınırlayan
etkenleri anlatırken, kentsel dönüşüme karşı olmadığımı; ama kentsel dönüşümün hangi şartlar-
da yapılması gerektiğinin altını çizdim ve bunun gerçekleşmemesi halinde başarıya ulaşmasının
olanaksız olduğunu söyledim. Dün, uluslararası alandan gelen konuklar da benim söyledikleri-
mi doğruluyor. Yalnızca Türkiye’de kentsel dönüşüm yapılmıyor, dünyanın dört bir tarafında ya-
pılıyor. Orada yapılan uygulamalar, bilimsel yöntemler de bizlerin söylediklerinden farklı değil.
Ancak, Kocaeli’nden gelen arkadaşımızın söylediği son derece kritik bir konu var. Kendileri diyor
ki, “Zamanla yarışıyoruz.” Türkiye böyle bir ülke; zamanla yarışıyoruz. Gerçekten zaman çok kısıtlı,
ihtiyaç çok fazla. Peki, neden zaman kısıtlı? Gerçekten şartlar çok ağır. Bu şartları yaratan etkenle-
ri tanımlarken, dikkat ediniz, “Sebeplerle uğraşıyoruz; oysa sonuçlarla uğraşmalıyız” diyen Ruşen
hocayı anlamıyoruz. Örneğin Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik koşullarını iyileştirmeyi kentsel
dönüşümle birlikte düşünmüyoruz. Aşırı nüfus artışını kontrol etmek yerine, “3 çocuk sahibi olun,
10 çocuk sahibi olun” gibi, hiç ileriyi görmeden, insanların yatak odalarına, özel yaşamlarına giren
siyasi söylemlerin arkasına takılıyoruz. Hızlı kentleşme süreci almış başını gidiyor, bunu nasıl kont-
rol edeceğimizi bilemiyorum.
Magel geldi dün, FIG Başkanı. Buradan Çin’e gideceğini söyledi. Konuşmasını dikkatli dinlediy-
seniz, Çin, kentlerde hayatı güzelleştirip geliştirmek için bir reform başlatmış. “Bunun üzerine kırsal
alandan büyük göç olunca, Çin, bunu durdurmak için kırsal alan geliştirme programı yaptı. Ben, onun
için Çin’e gidiyorum” diyor. Uzun vadeli düşünmelisiniz. Yoğun bir göç var, hızlı bir göç var. Hatırlar
mısınız, 2009’da İstanbul’un 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı yayınlandığı zaman, ben bunun
plan notlarını belki 10 kez okudum, 15 kez okudum, çoğu yerde kaynak olarak da gösterdim. İs-
tanbul 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı raporunda şöyle söyleniyordu: “İstanbul’un nüfusu 14
milyon, 15 milyonu geçtiği zaman altyapı sistemi çökecektir.” Yani İstanbul Büyükşehir Belediyesi
kendi hazırlattığı raporda, İstanbul nüfusunun eşik değer, sınır değer olan 14 milyonu aşması ha-
linde, İstanbul’un kontrol edilemez hale geleceğini söylüyor. Biz 15 milyonu aştığımızı, 20 milyona
doğru gittiğimizi duyuyoruz. Dolayısıyla kontrol edilemez bir durumda karşı karşıyayız.
Belediyelerin fiziksel planlama ve uygulama konularında yapabilir olmadıklarını yarın tartışa-
cağız. Ne diyor Danıştay? Danıştay şunu diyor: “Belediyeleri yargı kararıyla bile imar planı yapmaya
zorlayamazsınız.” Bir başka kararında, “Belediyeleri yargı kararıyla arsa düzenlemesi yapmaya zor-
layamazsınız” diyor. Bir başka kararında, “Belediyeleri yargı kararıyla kamulaştırma yapmaya zorla-
yamazsınız” diyor. Yapmıyorsa ne olacak; yapmıyorsa yapmıyor olacak. “Peki, nereden kaynakla-
nıyor?” diye düşünüyorsunuz; Anayasadan. Çünkü Anayasaya göre, yerel yönetimlere gelirleriyle
orantılı görevler verilir. Danıştay da diyor ki, “Parası yoksa öldürecek misin adamı; parası yoksa yapa-
mayacaktır. Anayasada da zaten buna ilişkin kurallar var.”
Zor tabii, kentsel dönüşüm bugünden yarına çözülecek bir konu değil sevgili arkadaşım. At-
kinson, 25 yıla kadar Avrupa ülkelerinde bir projeksiyon öngörüyor, hemen ertesi gün çözülecek
diye bir şey yok. Biz şimdiden bunun altlıklarını yapmalıyız. Bu kadar nüfus artarsa, bu kadar göç
alırsa kent, tabii ki insanların beklentilerini, isteklerini, gereksinimlerini erteleyemezsiniz. Dolayı-
sıyla devletin asli görevi, sosyal görevi, Anayasanın 2. Maddesindeki devletin niteliklerindeki asli
görevi sosyal görevidir. Siz devletseniz, 10 yıldır da iktidardaysanız, 10 yıldır ne yaptınız o zaman?
Ben de bunu sorma hakkına sahibim. Tek başınıza iktidardasınız. O zaman, şikayet etme hakkınız
179
yok. Hiç kusura bakmayın. Ama benim şikayet hakkım var. Neden? Ben, çantamla sokakta yürüyen
vatandaşım. Hükümet mağduru oynuyor. Olamaz, hayır. Bu konuda hiç haklı değil.
Hemen hocamın sorusuna geleyim. 6306 sayılı Yasada 2/3 oranı benimsendi. Evet, 2/3. 2/3
olur, 4/5 olur, başka bir oran olur. Kat Mülkiyeti Kanununun en kritik durumu nedir, biliyor mu-
sunuz; oranlardır. Örneğin yönetim planını değiştirmek için 4/5, kat maliklerini toplamak için salt
çoğunluk, ısıtma sistemini değiştireceğiz dediğiniz zaman 4/5. Kat Mülkiyeti Kanununu böyle oku-
mamız lazım. Oybirliği var, 4/5 var, pek çok olaylar var. Durumlara göre bu oranlar değişebiliyor de-
mek ki Kat Mülkiyeti Kanununda. Ama siz Türkiye’ye 2/3 diyorsunuz, “Olmadı, kamulaştıracağım”
diyorsunuz. Elinizde sopa. Peki, o vatandaşa gidip, derdini dinleyip, “Neden karşı çıkıyorsunuz?”
diye sordunuz mu; hayır. Önce sopayı değil; önce diyalog, önce kalbini kazanma, önce yüz yüze
görüşmeyi hede�emeliyiz.
Arsa düzenlemelerinde, Alman İmar Kanununda, düzenlemeye başlamadan önce tek tek yüz
yüze görüşmeler öngörülüyor. Almanya salak mı, salak mı Almanya? Almanya, Avrupa’nın en kal-
kınmış, en gelişmiş ülkesi. Özü ne peki; vatandaşa değer veren, yüz yüze görüşmeyi öngören yak-
laşımıdır. 2001 krizinde ben Belediye Başkan Yardımcısıydım Beykoz’da. O dönemdeki gelişmeleri
adım adım takip ettim. Yurtdışından Kemal Derviş geldi. Kemal Derviş’in ilk değiştirdiği yasalardan
bir tanesi neydi, biliyor musunuz; Kamulaştırma Kanunuydu. Millet Ticaret Kanunu değiştirecek
zannetti. Yani idareler kendi kafasına göre kamulaştırma bedeli tespit ediyorlardı; vatandaş mah-
kemeye gittiği zaman 5 katı, 10 katı, 20 katına bile çıkan bedel artışları devleti tükenme noktasına
getirmişti, kamulaştırma bedelinde artışları ödeyemez hale gelmişti devlet. Kamulaştırma Kanu-
nunda ne oldu 2001’de; “Öncelikle satın alma yöntemi uygulanır ve idare vatandaşı çağırır, yüz
yüze pazarlık yapar” denildi. “Anlaşırsa, uzlaşılan bedel kamulaştırma bedelidir; anlaşamazsa, o
zaman yargıya gitme hakkı var. O zaman yargı kamulaştırma bedelini tespit eder” diye kural geti-
rildi. Bu adil bir yaklaşımdır, benim de desteklediğim bir yaklaşımdır. Kentsel dönüşümde de, biraz
önce arkadaşımızın da sözünü ettiği, “İdari yargıya gidemezsin, gitsen de yürütmeyi durdurma
alamazsın” gibi, yargı üzerinden bile yasamanın tehditler savurması, Türkiye’de kuvvetle ayrılığına
aykırıdır. Türkiye kuvvetler ayrımıyla yönetilen bir ülke olduğu zaman, yargının nasıl ki hükümete
akıl vermesi, yasama organına akıl vermesi beklenemezse, diğerlerinin de öbürünü yönlendirmesi
kabul edilemez.
Uzlaşma bizim kültürümüzde var, toplumsal kültürümüzde var. 2/3 oranına hiç gerek kalmaya-
bilir. İnsanları adam yerine koyma düşüncesini öne alırsak, göreceksiniz, oranın ne kadar gereksiz
olduğunu anlayacağız.
Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum.
Oturum Yürütücüsü - Ben de teşekkür ediyorum.
Buyrun Aylin hanım.
Aylin Salıcı - Mücahit beyin sorusuna ben de bir peyzaj mimarı olarak cevap vermek istiyorum.
Ayrıca, Serdar ve Erdal hocamın da sözlerine ek olarak bir şeyler eklemek istiyorum.
TOKİ alanlarındaki kentsel yaşam kalitesinden bahsettiniz. Buradaki kentsel yaşam kalitesini
arttıran en önemli sebeplerden bir tanesi, buradaki kentsel donatı alanlarının standartlar ölçü-
sünde uygulanmasıyla olacak bir şeydir. O TOKİ alanlarındaki çok katlı yapılaşmaları ve çok yoğun
bir nüfusu kapsadığı düşünüldüğünde, oradaki çocuk oyun alanlarını veya yeşil alanlar açısından
veya otoparklar açısından standartlar ölçüsünde yapıldığını düşünmüyorum. Bu bağlamda da,
180
oradaki yaşam kalitesinin gerçekten oradaki insanların refahını arttırıcı bir çevre oluşturmuş ol-
duğunu düşünmüyorum TOKİ alanlarında. Ayrıca, TOKİ’lerin birçoğu kaçak yapılaşmanın yasallaş-
tırılması sonucunda oluşmuş alanlardır. Bu bağlamda da hiçbir şekilde yaşam kalitesinin arttığını
düşünmüyorum. Özellikle TOKİ alanları için söylüyorum bunu.
Teşekkür ederim.
Oturum Yürütücüsü - Ben de teşekkür ederim Aylin hanıma.
Değerli arkadaşlar, değerli dostlar; TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odasının, bu-
gün gündemde olan kentsel dönüşüm veya kentsel yenileme, ne dersek diyelim, oldukça sancılı
yürütülen ve sancılı yürüyen bir alan. Her mesleği ilgilendiren, toplumu ilgilendiren, insanların
tümünü, kentlilerin tümünü ilgilendiren bir sorun. Bu sorunu çözmek kolay olmadığı gibi, süreç
içerisinde de tüm meslektaşlarımıza büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu anlamda kendimizi
sorgulayacağımız gibi, sistemi hayli hayli sorgulamamız gerekiyor. Sisteme baktığınız zaman, bi-
reylerin bu noktada çok da etkin olamayacağı düşüncesindeyim ben. Ama şunu söylemeden ge-
çemeyeceğim: Bizler mesleklerimizi uygularken, etik davranmak gibi bir sorunumuz var. Örgütlü
bir tarza geçmedikçe de, bireysel kahramanlıkların çok rol oynayacağını düşünmüyorum. Ama
örgütsel bir mücadele ve bunun mücadele tarzının tartışılıp, süreç içerisinde nasıl daha etkin hale
getirebileceğimizi önümüze koyup düşünmemiz gerektiği düşüncesindeyim.
Bu anlamda Türkiye’de, geçmişte olduğu gibi bugün de çok olumsuz gelişmeler var. Söyle-
memize rağmen, çalışmamıza rağmen, uğraşmamıza rağmen, birçok konuları ciddi bir şekilde
bilimsel olarak masaya yatırmamıza rağmen, önüne geçemediğimizi ve sürecin işlediğini görmek-
teyiz. Ancak, bu sürecin durması açısından, olumsuzlukların yok edilmesi veya olumsuzlukların
uygulamaya konulmaması açısından neler yapmamız gerektiğini ciddi ciddi tartışıp düşünmeliyiz.
Bugüne kadar yaptıklarımızla bunu aşamadığımızı görmekteyiz. O anlamda da üzerimize ve oda-
larımıza çok büyük görevler düşmektedir.
Bu anlamda, dünden itibaren başlayıp yarın sonuçlanacak olan bu çalışma sürecinde değerli
katkılarından dolayı tüm arkadaşlarımıza ve benim oturumumdaki Sayın Aylin Salıcı’ya, Sayın Ser-
dar Aydın’a ve Sayın Dr. Erdal Köktürk’e çok teşekkür ediyorum. Oturumu burada kapatıyor, Harita
ve Kadastro Mühendisleri Odamızın bu yaptığı çalışmanın başarılı geçmesini, kamuoyuna daha
etkin bir yansıması olabileceğini düşünüyor, saygılar sunuyorum.
181
Yedinci Oturum
16 Kasım 2012, Cuma
Kentsel Dönüşüm - Meslek Örgütleri
Oturum Yürütücüsü: Celal BEŞİKTEPE
Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Celal BEŞİKTEPE
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi
Burak Kaan YILMAZSOY
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Cemal GÖKÇE
Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
Ahmet Kıvanç KUTLUCA - Süleyman BALYEMEZ
İstanbul Barosu
Alev SEHER TUNA
İstanbul Tabip Odası
Ali Özyurt
182
Celal Beşiktepe (Oturum Yürütücüsü) - Değerli arkadaşlar; merhaba.
Odamızın düzenlediği Arazi Yönetimi Günlerinin 2. gününün 7. oturumuna başlayacağız
meslek örgütleriyle birlikte. Bu süreçlerde sürekli kamuoyunu bilgilendiren, mesleki alanlarında
sürece çözüm ve öneriler ileten, eleştirilen yapan meslek örgütlerimizin değerli temsilcileriyle bir-
likte bir oturum gerçekleştireceğiz bugün. Her biri kendi uzmanlık alanında görüş ve önerileriyle,
özellikle güncel olan kentsel dönüşüme ilişkin nasıl bir dönüşüm gerçekleştirebiliriz, yani kentsel
dönüşümü nasıl dönüştürebiliriz, nereye dönüştürebiliriz, bu konulara değinecekler. o yüklenen
anlamıyla bir kentsel dönüşümün Türkiye toplumuna, halkına, kentlerine çok hayırlı işler getirme-
yeceği ortada. Daha başlarken görüyoruz biz bunu.
Toplantıyı kolaylaştırıcı görevi de verdiler bana, çünkü Tayfun Kahraman arkadaş rahatsızlığı
nedeniyle katılmamış. Ben konuşmacıyım Harita Mühendisleri Odası adına, kolaylaştırıcılık da yan
görev gibi verildi. Bu işi yapıyorum şu anda.
Son oturumda bir hocamız çok önemli bir bölüme değinip geçti. O da şudur: “17 Ağustos dep-
reminden sonra yıkılan, hasar gören, ölümlü sonuçlara yol açan yapı yıkımlarıyla ilgili, Türk Mü-
hendis ve Mimar Odaları Birliği ve bağlı odaları, sorumluları hakkında işlem yapılmak üzere üyele-
rine ilişkin herhangi bir eylemde bulunmadı” dedi. Doğru. Çünkü o dönemde ben, Türk Mühendis
ve Mimar Odaları Birliği İkinci Başkanıydım, Odamız adına Yönetim Kurulu üyesiydim, Yürütme
Kurulu üyesiydim. Bu bilgiyi hepinizle paylaşmak için aktarıyorum. Çünkü bugün sizinle paylaşa-
cağım bilgiyi medya ortamlarında, TMMOB genel kurullarında, danışma kurullarında paylaştığım
için, bir kez de sizinle paylaşmak istiyorum; yani ilk defa açıklamıyoruz.
98 Ceyhan depremi oldu, TMMOB Yönetim Kurulu olarak hızla Ceyhan’a gittik. Tabloyu gördük
orada, felaket bir tablo. Bölgedeki meslek örgütlerimizi Adana’da topladık, beraber toplantı yaptık
ve gerçekten o yıkılan yapılarla ilgili sorumluluk sahibi olan üyelerimizin onur kurullarına sevk
edilmesiyle ilgili bir temenni kararı aldık. Ankara’ya geldik, TMMOB Yönetim Kurulu toplandı. Cey-
183
han depremindeki yıkılan yapılarla ilgili görev ve sorumluluklarını ihmal eden, kusuru bulunan,
rant ilişkilerine giren, o yıkılan yapılardaki mesleki denetimlerini yapmış gibi gözüküp yapmayan
üyelerimizle ilgili olarak, ilgili odalarımızın onur kurullarına sevki kararını aldık ve yayınladık. 23
meslek örgütümüze bildirdik bu kararı. Hemen arkasından 17 Ağustos Marmara depremi, Gölcük
depremi oldu. Gölcük depreminin bilançosu Ceyhan’la mukayese edilemeyecek kadar büyük. 345
bin konut kullanılamaz hale geldi. Bunların yüzde 42’ye yakın bölümü yıkılan, bir bölümü ağır
hasarlı ve kullanılamaz durumda, bir bölümü hasarlı yapılar; ama kullanılamaz durumda. “Ağır ha-
sarlı, hafif hasarlı” diye Bayındırlık İskan Bakanlığının denetim elemanlarının uyduruk raporlarıyla
oluşmuş. O arada biz, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği olarak, bölgenin hâkim ve savcılarıy-
la görüşerek ve onlarla işbirliği içinde… Ki ben, o olayın koordinasyonunun başındaydım- deprem
bölgesinden olmayan en yakın, Balıkesir, Aydın, Muğla, İzmir, Denizli gibi bölgede rant çevreleri-
nin mühendis ve mimarlarla ilişkileri çok yoğunlaşmış, odaklarıyla iç içe geçmiş, böyle bir halkanın
parçası olmuşlar. İçlerinde meslek örgütümüzün temsilcileri, başkanları, üyeleri, yönetim kurulu
üyeleri, herkes var. Çünkü bir sabah 26 kişi Yalova’da bizim TMMOB istasyonuna geldi, “TMMOB
bizim için ne yapacak?” diye soruyorlardı. “Biz de sizi arıyorduk” dedik. Çünkü ulaşamıyorduk. Dep-
remin 4. günüydü. O 26 kişinin 21’i hakkında savcılık tutuklama istemiyle mahkemeye sevk etmiş-
ti. “Sizi götürüp mahkemeye teslim ederiz. Üyelik haklarınız varsa biz savunuruz, ama kusurunuz
varsa da çekersiniz” biçiminde değerlendirdik.
Gönüllü, hiçbir ücret talep etmeyen, konaklama ve yol giderleri TMMOB tarafından karşıla-
nan en az 600-700 mühendis ve mimarla, bütün yapıların en az 4 mühendislik disiplini tarafından
gerçekten hasar oranlarını tespit eden bir çalışmaya girdik ve bütün raporları talep eden herkese,
resmi, gayri resmi ve muhatabı olan yurttaşların hepsine ücretsiz vermeye başladık. Valilik engel-
lemeye kalktı. Ekiplerimizin çalışmasını engellemiş, telefon ettiler bize. Ben hızla atlayıp gittim
Valiliğe. Cebimde de 3402 sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu var. Bizim Ka-
nunumuzun 2. Maddesinin sürekli bilince çıkarılmasını öneriyorum arkadaşlarımıza, bizim kuru-
luş amacımız. Diyor ki, “Mühendislik-mimarlık alanında, halka ilişkilerinde güveni ve dürüstlüğü
sağlamak için gerekli gördüğü tüm önlemleri ve tedbirleri alır.” Bu Yasanın vermiş olduğu yetki
kapsamında, bizim hiçbir makamdan, hiçbir bakandan, hiçbir validen müsaade ve izin alma gibi
bir sorumluluğumuz yok. Bu bağlamda biz doğrudan, halkla olan ilişkilerinde ve mühendislik-mi-
marlık alanında doğruluğu, güveni tesis etmek için gerekli gördüğümüz önlemleri alıyoruz. Biz, bu
yapıların hasarlarını tespit için bu görevlendirmeyi yaptık. Hiçbir engelleme yapamazsınız. Vali bu
Kanunu görünce, “Evet, bundan haberimiz yoktu” dedi.
17 Ağustos depreminden sonra, bu 345 bin yapının yıkıldığı ortamlarda TMMOB Yönetim Ku-
rulu -bunun altını hiçbir çekince koymadan çiziyorum- uzun ve yoğun bir tartışma yaparak, üye-
leriyle ilgili, bu yapılarla ilgili sorumluluk taşıyan, altında imzası olan, mesleki denetim gibi gözü-
küp de bu görevlerini yapmayan tüm üyelerimizi Onur Kuruluna sevk etme kararını bir daha aldı.
Ondan sonra bizim meslek örgütlerimizin bazı birimlerinde, yerel düzeyde bazı cezalandırmalar,
disiplin kurulları işledi; ama gerçekten kamuoyunun beklediği, mühendislik-mimarlık alanında ol-
ması gereken aklanmanın, topluma güven vermenin gereği olan, üyelerimiz arasında bu tür rant
ilişkilerine dayalı proje yapan, denetimlerini ihmal eden, mühendislik mesleğini halk için değil de
rant çevreleri için kullanan üyelerle ilgili ciddi bir girişimin olmadığını, o dönemin İkinci Başkanı
olarak, o dönemin Yönetim Kurulu üyesi olarak, bugün de TMMOB aktivisti olarak hâlâ üzülerek
görmekteyim. Dolayısıyla hocamızın o sorusu haklı bir sorudur. Derler ya, aile içinde demokrasiyi
savunmuyorsanız, neyi gerçekleştireceksiniz? Örgüt içinde demokrasiyi gerçekleştirmeyeceksek,
topluma demokrasi mücadelesinde herkesin katılımını, açıklığı, şe�a�ığı nasıl önerebileceğiz?
184
Murat bey en son toplantıyı kapatırken söylediği gibi, mühendis ve mimarların etik değerlere,
örgüt etiğine sahip olmamız gerekiyor, örgütsel etiğe sahip olmamız gerekiyor. Mühendis-mimar-
ların bu bağlamda mesleklerini o Yasa kapsamında da olsa, evrensel düzeyde de olsa, toplumun
ve kamunun çıkarı için kullanması gerekiyor.
Ceyhan ve 17 Ağustos depremleri bizim için bir ders olmalı, meslek örgütlerimiz buradan
önemli dersler çıkarmalı ve geleceğe bu bağlamda yeni projeksiyonlar açmalı, yapılmış olan ha-
talar varsa bunlardan dönülmeli; denetim mekanizmalarını işleterek, topluma doğru ve kamuyla
buluşmaya doğru yürümelidir meslek alanlarında diye düşünüyorum.
Değerli arkadaşlar; kentsel dönüşümü bugüne özgü bir olay olarak ele almıyoruz biz. Kentsel
dönüşüm, 80 sonrası yeni kentleşme politikaları, neoliberal kentleşme politikaları kapsamında
başlamış olan; ama 17 Ağustos depreminden kısa bir süre sonra bütün basın, yetkili-yetkisiz bü-
tün çevreler tarafından, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İmar kanunları, planlama kanunla-
rının eskisi gibi uygulanması ertelenmeyecek, yepyeni bir imar mevzuatı geliştirilecek, kimsenin
gözünün yaşına bakılmayacak. Eskisi gibi, ateş düştüğü yeri yakmayacak” denildi, böyle bir ortam
yaratıldı. 13 yıl geçti 17 Ağustostan bu yana, ama her şey eskisinden daha kötü. Her mekân, her
boş alan, kentlerdeki tüm alanlarımız eskiden olmadığı kadar betonlarla dolduruldu. Büyük bir
Marmara depremi beklentisinin içinde olduğumuz bir coğrafyada, yaşadığımız şu İstanbul’a bak-
tığımızda, 17 Ağustostan bugüne kadar, boş alan olan ve kamuya ait alanlarımızın, pazar yerleri,
park alanları, imar planlarında kamusal amaçlı kullanım alanlarının yüzde 72’si rant binalarıyla dol-
duruldu ve bu süreç hâlâ devam ediyor. Bu devam eden süreç karşısında yeni bir yasayla; ama bu
yasa çıktığı ana kadar yasasız kentsel dönüşümler yapılıyordu, Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu
kapsamında yapılıyordu. Sulukule böyle kurban edildi, bu Yasa kapsamında götürüldü. Dolayısıyla
dün başlayan kentsel dönüşümle ilgili tartışmalar, bugün devam etmekte olan ve yarın da kısmen
sürecek olan, mühendislik-mimarlık faaliyetinin bu bağlamda etik değerlere uygun, toplum ve
kamu yararına yapılabildiğinin tartışıldığı bir ortamda, şimdi meslek örgütlerimizle birlikte bu sü-
reci beraber tartışacağız.
Celal Beşiktepe
Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Değerli arkadaşlar, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Hiçbir mekan politikası toplumsal ilişkilerden bağımsız olamaz. Bu ilişkiler mekan politikasına
içeriğini ve anlamını kazandırırlar. Mekanın, hem üretimin örgütlenmesinde hem de toplumsal
ilişkilerin şekillendirilmesinde oynadığı rol, kentsel yapıda ifadesini bulur.
Kentler ve özellikle metropol kentler konusunda bütünlüklü analiz önemlidir, çünkü yaşamın
tüm renk ve dokularını içerdiği, sermayenin serbest dolaşımının yarattığı tahribatın izdüşümlerini
yansıttığı ve özellikle kapitalist ilişkileri içinde bir bütün olarak o ülke ve dünya kapitalizmi ile bağ-
lantılı olduğu için bütünlüklü bir yaklaşım önem taşıyor.
Sermaye bir süreçtir. Toplumsal hayatın meta üretimi aracılığıyla yeniden üretimi sürecidir. Sü-
reç yeni ihtiyaç ve istekler yaratarak, insanın emek kapasitesini ve arzuyu sömürerek, mekanları
dönüştürerek, aşırı birim sorunları yaratır. Bu mekanizmalar aracılığıyla kendi tarihsel coğrafya-
185
larını yaratan kapitalizmin gelişme güzergahının temeli hep spekülasyon olmuştur: Yeni ürünler
üzerine, yeni teknolojiler, yeni mekanlar ve mahaller, yeni emek süreçleri (esnek üretim, kalite
çemberleri, aile emeği) ve benzerleri üzerine hep spekülasyon olmuştur.
Toplumsal üretim süreci, aynı zamanda, bir yeniden-üretim sürecidir. Üretim koşulları, aynı
zamanda, yeniden-üretimin de koşullarıdır. Üretim biçim olarak kapitalist ise, yeniden-üretimin
biçimi de aynı olur. Kapitalizm ortaya çıkışından bu yana sadece üretim süreçlerine değil, yeniden
üretim süreçlerine de kendi damgasını vurma çabasında olmuştur.
Meta üretimi ve tüketiminin gerçekleştiği sermayenin birinci çevriminde biriken sermayenin
tekrar yatırıma aktarılmadığı durumlarda, bu aşamada oluşan aşırı birikimin ikinci çevrime akta-
rılması kapitalizmin krizi çözmenin başlıca yollarından biri olmuştur. İster devlet ister piyasa aracı-
lığıyla olsun, ikinci çevrime aktarılan kaynakların önemli bir bölümü kentsel mekana yönelmiştir.
Günümüzde, sermayenin yeniden üretim sürecinde, kent mekanına yapılan yatırımlar serma-
yenin ikinci döngüsünü oluşturarak karların düşmesini engellemektedir. Diğer bir deyişle kapi-
talist devlet ve sermayenin işbirliği ile üretilen kentsel mekanın kendisi de (alt yapı yatırımları,
alış-veriş merkezleri, rezidanslar, konut alanlarıyla ) pazarda değişim değeri olan ticari bir mala dö-
nüşmektedir. Böylece meta üretiminde karlılığın düştüğü dönemlerde, mekana yapılan yatırımlar
sermayenin değersizleşmesini engellemektedir.
Kapitalizm için mekanın somut kullanım değeri değil, değişim değeri önemlidir. Mekanın ta-
rihsel-kültürel değeri ve kullanımının, temsil ettiği sosyal değerlerin önemi yoktur. Bunlar, söz
konusu mekanın değişim değerine katkıda bulundukları, çoğalttıkları sürece önemlidir. Mekan,
kapitalizm açısından pazarda alınıp satılan soyut birer parsel ya da binadan başka bir şey değildir.
Bu nedenle toprak ve üzerindeki yapılar, kapitalist ekonomide bir mal haline gelmiştir.
Kentin bir değişim değerleri alanı olarak da önemini kavrayan kapitalizm, “değişim değeri-
nin egemen olduğu” bir sistemdir. Buradaki egemen ifadesi önemlidir, çünkü kapitalist toplumda
kullanım değeri ortadan kalkmaz ama kullanım değerleri ancak değişim dolayında gerçekleşir.
Gelişmiş ülke kentleri ile azgelişmiş ülke kentlerini ortak kılan nokta: 1980 sonrası yaşadıkları
yeni liberal dönüşümlerdir. Bu iki grup kent için de emeğin yeniden üretimini ön plana çıkaran
kentleşme deneyimleri, Keynesci ve İthal ikameci gelişme stratejilerinin 1970’li yıllarda içine düş-
tüğü bunalım ve bunun sonucunda hakim hale gelen yeni liberal politikalarla birlikte, son bul-
muştur. Bu yeni liberal politikalar;
Serbest Piyasa ekonomisinin hakim kılınması,
Sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması,
Her şeyin metalaşması, ticarileştirilmesi, Kamusal mal ve hizmet üretimlerinin özelleştiril-
mesi,
Üretim modelinin esnekleştirilmesi,
Sermayenin, ucuz emek bölgeleri ve yeni coğrafyalara yönelmesi,
Kapitalizmin mal ve sermaye ihracını dünyanın tüm coğrafyalarına ihraç etmeye başlaması,
Sanayisizleşmenin, yüksek işsizliğin, istihdam yaratmayan ekonominin, emlak ve finansa da-
yalı iş dünyasının derinleşerek genişlediği, sermayenin finans alanlarına yöneldiği yeni bir sürecin
başlamasıdır.
Küreselleşme sürecinde, daha geniş coğrafyalara açılmak isteyen uluslararası sermaye, ken-
186
dine daha fazla karlılık ve spekülatif kazançlar sağlayacak mekanlar arayışı içine girmiştir. Ulus
devlet sınırlarını aşan ilişkiler ağının ortaya çıkması kentlerin konumlarında önemli değişikliklere
yol açmıştır. Küreselleşme sürecinin yeni mekansal kurgusu, kentlerin birbirleriyle yarıştığı “dünya
kentleri” sistemidir.
Bu süreçte dünya üzerinde birçok kent özellikle ticaretin sağladığı avantajla öne çıkmaya ve
uluslararası alanda adı devletlerden daha çok anılmaya başlamıştır. Bu da ulus devletin artık yeter-
siz bir örgütlenme olduğu, geleceğin hâkim yönetim mekânlarının kentler olacağı öngörülmekte
ve böyle bir süreç işlemektedir.
Kapitalizmin küresel programına ilk uyum sağlayan ülkelerden biri olan Türkiye, yeni liberal
yapılanma sürecine hızlı bir biçimde eklemlenmiş ve yeni liberal politikaları kapitalist sistemle
eşzamanlı olarak uygulamaya sokmuştur. Türkiye, 19. yüzyılın vahşi kapitalizminde olduğu gibi,
mal ve sermaye hareketlerinin her yönüyle serbestleştiği demek olan kapitalist dünya ile bütün-
leşiyordu. Türkiye tarihinde yeni sayfa demek olan 1980’ler, Türkiye kentlerinin tarihinde de yeni
sayfalar anlamına gelmektedir.
Nüfusunun yüzde 70’inin kentlerde yaşadığı Türkiye’de kentli nüfusun % 95’lere kadar artışı
öngörülmektedir. Kentsel mekanlardaki eğitim, sağlık, ulaşım, altyapı, konut vb. kamu hizmetleri
karlılık açısından önemli potansiyele sahiptir ve sermayenin yeni birikim alanları olarak görülmek-
tedir. Bu nedenle, ulus-devletin tanımladığı yerel ölçeğin anlamını yitirmesi nedeniyle, yerellere
yüklenen görevler yeniden tanımlanıyor. Kapitalizmin alt merkezlere olan gereksinimini karşılaya-
cak kentlere, özellikle metropol kentlere yeni işlevler yükleniyor. Her bir yerel birimin kendi kay-
nak ve potansiyellerini sermayeye sunacağı, sürece yarışmacı olarak katılacağı, birbiriyle yarışan
kentlerin ortaya çıktığı bir yerel dünya kurulmaktadır. Sermayenin “yönetişim” olarak adlandırdığı
yeni bir yönetim anlayışı öne çıkarılarak, kamu yönetimlerinin bir şirket gibi yönetileceği kurgu-
lanmıştır.
Türkiye toplumsal yapısı özellikle metropol kentlerde hızla çözülmektedir. Süreci kavramak
için bu çözülmenin bütünlüklü bir analizi yapılmalıdır. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinden
günümüze kadar geçen süreçte Türkiye kentlerinin gelişimini etkileyen en önemli dinamik uygu-
lanan yeni liberal ekonomi politikalar kapsamında, kent mekanının sermayenin birikim mekanı
olarak görülmesi, mekanın kendisinin metalaştırılmasıdır. Sermayenin finans piyasalarından sonra
yöneldiği alan kentsel rantlar ve tüketim alanları olmuştur.
Türkiye’de bugüne kadar 15 adet imar a#ı yasası çıkarılmıştır. Bu yasalarla bir yandan imar
mevzuatına aykırı yapılmış yapılar a#edilirken, diğer yandan plansız ve kaçak yapılaşmanın daha
da yaygınlaşması teşvik edilmiştir. 1980 sonrası çıkarılan 8 adet imar a#ı yasası yalnız gecekondu-
yu değil sanayi, depolama, turistik ve tarımsal yapıları da kapsıyor, böylece imar a$arının kapsamı
genişletiliyordu. Özal döneminde çıkarılan imar a$arıyla toplumun çeşitli kesimleri rant paylaşımı-
na ortak edilmiştir. Sermaye kesimleri rantların büyük bölümüne el koyarken, küçük paylar top-
luma dağıtılmış ve toplumun hücreleri çürütülmüş, rant peşinde koşan bir toplum yaratılmıştır.
Gündelik yaşamda kurulan düzenin ve ortaya çıkan çelişkilerin, toplumlararası ve toplum içi
her türlü ilişkilerin temelinde yer alan kent mekanları, sermayenin birikim ve kazançları alanları
olmuştur. Kent mekanı tamamen “değişim değeri” haline getirilmiştir.
İstanbul başta olmak üzere Ankara, İzmir, Bursa, Adana, İzmit ve diğer kentlerin tarihi ve kültü-
rel değerleri, ormanları, sahilleri, su havzaları, vadileri, dere yatakları, parkları, meydanları, tepeleri
sermaye projeleriyle iş merkezleri, alışveriş merkezleri, rezidanslar, plazalar ve gökdelenlerle dol-
187
durularak kentler “değişim değeri“ olarak yeniden inşa edilmektedir.
Türkiye’deki “Kentsel Dönüşüm” adı altında yürütülen uygulamalara bakıldığında kentsel me-
kanın “değişim değerinin“ o alanda yaşayanların aleyhine artırılması amacını içerdiği görülecektir.
O alanda yaşayanlar dışlanmakta, o alanlarda oluşmuş komşuluk, akrabalık ilişkileri, yardımlaşma
ve dayanışma da dağıtılmaktadır. Bir sosyal dokuyu hiçleştirerek “dönüşüm“ yapılması o kentsel
alanın değişim değerini (yani yaygın olarak kullanılan kentsel rantı) artırmakta ve değişim değeri
sermayeye aktarılmaktadır. Yeni çıkarılan ve “kentsel dönüşüm“ yasası olarak adlandırılan 6306
sayılı yasa öncesi kentsel dönüşüm aracı olarak kullanılan 5366 sayılı “Yıpranan Tarihi ve Kültürel
Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılması“ yasası kapsamında yapılan uygula-
malar bunu gözler önüne sermektedir.
İstanbul Sulukule’de, Balat’ta, Ayazma’da “Kentsel Dönüşüm” adı altında yaşananlar bu duru-
mun açık bir örneğidir. Sulukule’de Roman Vatandaşların oturduğu mekan, kültürel açıdan (me-
kanın kullanım değeri açısından) çok zengin bir sosyal ve kültürel dokuya sahiptir. Bu mekanda
oturanların esas uğraşısı özgün roman müziği yaratıcılıklarıdır. Kentsel dönüşüm adı altında istis-
nai bir sosyal doku yok edilmiş, Romanlar için “kullanım değeri“ olan mekanları, onları evlerinden
söküp atanlar için “değişim değeri“ne dönüşmüştür. Kentsel dönüşüm adı altında yoksullar kent
dışına sürülmüştür.
Günümüzde kentler artık iki temel proje etrafında oluşturulmakta, yeniden üretilmekte ve dönüş-
türülmektedir. Bu dönüşüm projeleri, kentin bir yaşam mekanı “kullanım değeri” ya da yaygın kulla-
nılan kavramı ile kentsel rant kaynağı “değişim değeri” olarak görülmesiyle birbirlerinden ayrılmak-
tadır.
Uygulamaya konulan “kentsel dönüşüm” adı altındaki sermaye projeleriyle insanlar yıllar-
dır yaşadıkları mekanlarından, evlerinden barklarından sökülüp atılmak istenmektedir. Sadece
İstanbul’da 750 binden fazla evin yıkımı, 3-4 milyon insanın yerinden edilmesi söz konusudur.
Kent mekanı dediğimiz olgu sosyal-fiziksel ölçek olarak inşa edilmektedir. Bu inşa sürecinde
devlet, sermaye ve sını#ar birbirinden bağımsız olarak anlaşılamaz. Kapitalist toplumsal ilişkiler
bağlamında bağımsız bir mekan olmayan kentin bu inşa süreci, ancak bu hegemonya süreçleri
üzerinden analiz edilebiliriz.
Yeni çıkarılan 6306 sayılı yasa bu bütünlük içinde ele alınmalıdır. Kentsel dönüşüm yasası ola-
rak adlandırılan 6306 sayılı yasanın tam adı: Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hak-
kındaki Kanun’dur.
Nedir risk altındaki alanlar ve yaşadığımız kentin nereleri afet riski altındadır? Yaşam alanla-
rımızı, içinde yaşadığımız binaların ne durumda olduğunu aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. Bunu
tekrarlamaya, birbirimize anlatmaya gerek yok. Gerekli olan çıkarılan bu yasa kapsamında ne ya-
pılmak istendiğini bilince çıkarmaktır. İstanbul üzerinden, kentin mevcut yapı stokları üzerinden
konuşmaya başlayalım.
Türkiye düzeyinde yapılanları ve İstanbul’un ne tür rant projeleriyle, özellikle 1999 depremin-
den günümüze kadar, parkların, sahillerin, yeşil alanların, dere yataklarının, vadilerin beton kule-
lerle nasıl doldurulduğunu hepimiz görüyoruz. 17 Ağustos 1999 depremi sonrası can güvenliği
nedeniyle toplandığımız boş alanların büyük bölümü betonlarla doldurulmuş durumdadır.
17 Ağustos 1999 ve 12 Kasım 1999 depremlerinden sonra Türkiye Mühendis Mimar Odala-
rı Birliği olarak “Doğu Marmara Depremleri ve Türkiye Gerçeği” raporunu kitap olarak yayımladık.
188
Raporumuzun İstanbul bölümünde yer alan bazı verileri, yapı stoklarına ilişkin analizleri sizlerle
paylaşmak istiyorum.
17 Ağustos depreminden sonra İstanbul’un Avcılar ilçesi başta olmak üzere, Bakırköy, Zeytin-
burnu, Küçükçekmece, Bahçelievler, Güngören, Bağcılar, Tuzla, Pendik, Kartal, Maltepe, Kadıköy
yerleşim alanları etkilenmiş, çok sayıda yapı hasar görmüştür. İstanbul genelinde 32 bin konut ve
5 bin işyeri hasara uğramıştır. Deprem anında 28 binanın çöktüğü Avcılar’da 276 kişi yaşamını
yitirmiş 700 kişi yaralanmıştır.
İstanbul yapı stoku toplamı 716 bin, konut ve işyeri stoku 2 milyon 700 bin, konut bina dışında
130 bin yapı olduğu tespit edilmiştir.
İstanbul konut bina stoklarının yaş durumu nüfus projeksiyonu yapılarak çıkarılmıştır.
İstanbul’da 80 yıl ve daha fazla yaşlı bina sayısı 80 bin, 25-80 yıl arası bina sayısı 122 bin, 0-25 yıl
arası bina sayısı 414 bin olarak tespit edilmiştir.
İstanbul sahil şeridinde (birinci hasar bölgesinde) konut bina sayısı 343 bin, 4 kat ve daha yük-
sek konut bina sayısı 170 bin olarak bulunmuştur.
Sonuç olarak şunu söylüyoruz raporda: Su toplama havzalarına, vadilere, sahillere, dolgu alan-
larına, dere yataklarına, heyelanlı bölgeler gibi elverişsiz zeminler üzerine inşa edilmiş bu yapı
stoklarının bulunduğu İstanbul’un olası bir depremi karşılamaya hazır olmadığı açıkça ortadadır.
Bu gerçekler ışığında İstanbul’u depreme hazırlayacak bir programa ihtiyacımız vardı. Nasıl
bir program? Olası bir depremde zaten yıkılacak olan yapıların yıkılmasını, yeni yaşam ve çalışma
alanlarının oluşturulmasını hede�eyen bir program. Bunun için toplumsal bir iradenin ortaya ko-
nulması ve toplum olarak ayağa kalkılması gerekiyordu.
Çıkarılan yasayla ne yapılmak isteniyor. Bunun için yasada yapılan tanımlara bakalım. Bun-
lar rezerv yapı alanı, riskli alan ve riskli yapı tanımlamalarıdır. TOKİ bu yasada da karşımıza çıkı-
yor. TOKİ’nin veya belediyelerin talebi üzerine veya resen Bakanlıkça belirlenecek yeni yerleşim
alanlarının adı rezerv yapı alanı olarak tanımlanmış. TOKİ’nin Türkiye düzeyindeki uygulamalarıyla
aslında kimlere hizmet ettiğini biliyoruz. Uzağa gitmeye gerek yok. İstanbul Bakırköy’de “Ataköy
Konakları” adı altında üzerinde lüks konutların inşa edildiği kamu alanı TOKİ tarafından, ayrıca-
lıklı planlama yetkisi kullanılarak imara açıldı ve hasılat paylaşımı esasına göre ihale edildi. İhale
sonrasında inşaat emsalleri artırıldı ve bir de alışveriş merkezi eklendi. Hasılatı daha da büyütmek
için yapıldı bunlar. Peki, hasılat kimlerle paylaşıldı? Tabi ki sermaye kesimiyle. Bir milyon Euro’ya
satılan daireler nereye inşa edildi? Mevcut imar planlarında kamu alanı olarak ayrılan yerlere. Plan-
lama kavramının içi boşaltılmış, şehircilik kuralları ve planlama ilkeleri devre dışı bırakılmıştır.
Oysa planlama geleceğimizi kurma eyleminin kendisidir ve demokrasi de budur. Planlama
işin başından sonuna kadar içinde rol aldığımız bir filmin çekimidir, bir senaryodur, kesintilerin
olmadığı bir senaryo. Yani kent planlaması gelecek kuşaklara aktaracağımız kenti yeniden kurma
eyleminin kendisidir. Bu bağlamda demokrasiyi tüm boyutlarıyla yaşama eyleminin kendisidir.
Yine Bakıröy Ataköy’de, imar planında “Pazar Yeri“ olarak ayrılan Emlak GYO’na ait son par-
seller TOKİ tarafından yapılan plan değişikliği ile yüksek yoğunluklu yapılaşmaya açıldı ve 15 katlı
Residence bloklarının yapımı bir inşaat şirketince inşa edildi. Yetmedi Bakırköy sahilleri satıldı ve
üzerinde beton kulelerin yapımına başlandı. İstanbul’un her tarafı, yeri ve gökyüzü betonlarla dol-
maya başladı.
189
Hepimiz için kullanım değeri olan bir kamu alanlarımız değişim değeri haline getirilerek inşaat
müteahhitlerine, sermayeye kaynak aktarıldı. TOKİ’nin asıl faaliyet alanı, gelir paylaşımı ve emlak
gayrimenkul yatırım ortaklığı (GYO) projeleriyle sermayenin karlılığını artırmaktır. Kamu kaynak-
ları TOKİ eliyle sermayeye aktarılmaktadır. TOKİ gerçek yüzü budur. TOKİ’nin ne yaptığını anlamak
için yaşanan süreci bütünlüklü olarak ele almamız gerekiyor.
Süreci devlet, sermaye ve sını�ar üzerinden analiz ettiğimizde, sosyal politikaları yürütme
amaçlı TOKİ’nin ve kamu kurumlarının yeni liberal zihniyetle nasıl ve nereye dönüştüğünü göre-
biliriz.
Şimdi hep birlikte sormalıyız: 17 Ağustos depreminin üzerinden 13 yıl geçmesine karşın
İstanbul’un afet riski alanları, riskli yapıları için bugüne kadar ne yapılmıştır?
Çıkarılan bu kanun kapsamına giren riskli yapılarda oturan insanlar diyelim ki örgütlendi, bi-
nalarını yıkıp yeniden yapmak istiyor. Bu insanlar kaynağı nereden bulacak? Kamu kaynaklarını
sermayeye aktaran TOKİ halka kredi verecek mi? Yeni çıkarılan kanun veriler demiyor, verilebilir
diyor.
Bu yasanın lafzı ve ruhunda demokrasi yok. Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi kül-
türünün geliştirilmesidir. Demokrasinin hayata geçirilmesinin bazı temel ilkeleri vardır. Bunlar:
sorunların tartışılması sürecine katılan yurttaşların birbirlerini eşit görmeleri, tartışma sürecine
katılabilmek için gereken bilgi ve diğer kaynaklara erişebilme olanaklarının herkese açık olması ve
tartışma sürecini sınırlandırıcı, tartışmayı engelleyici tabuların olmamasıdır.
Eşitlikten, eşit bilgiden anladığımız şu: Kentsel dönüşümü örneklersek yaşadığımız binanın
durumunu, imar planlarını, geleceğe dair planlamanın nasıl yapılacağını, bu yapıları yıktığımızda
hangi kaynaklara başvuracağımızı, bu kaynakları ne şekilde kullanacağımızı, çıkarılmış olan ka-
nunların bizim bu eylemimizin neresini engellemeye dönük olduğu, neresinin evrensel hukuka,
demokrasinin evrensel ilkelerine, insanlığın kazanmış olduğu haklara aykırı olduğunu bilince çı-
karmalıyız.
Çıkarılan bu kanun da hukuka, hukukun evrensel ilkelerine aykırı. İnsanı, güvenli ve sağlıklı ya-
şam alanlarının oluşturulmasını, demokratik planlama ve denetimi gündemine almayan, rantı ve
sermayenin karlılığını artırmayı amaçlayan bir kanun. Mahkemelerin yürütmeyi durdurma kararı
veremeyeceğini söyleyen bir kanun.
Kentsel dönüşüm adı altında 700 milyarlık bir hareketten bahsediliyor. Belleğimizdeki kent-
ler, “Kentsel mülkiyetin sınıfsal dağılımı” ya da “Sını�arın kent mekanında yeniden dağılımı” nede-
niyle değişmektedir. Sistem partileri de bu değişimin aktörleri konumundadır. Çeşitli nedenlerle
gündeme sokulan kampanyalar, “Marka Kentler” yaratmaktan “Dünya Kenti/Finans Kenti”ne kadar
tüm söylemler, kentin sermayeleşmesi sürecinin derinleşerek genişleyeceğine işaret ediyor.
Genel ve yerel yönetim yetkilileri, hepsi ayni şeyleri söylüyor: “Kentin rekabetçi üstünlüğünü ön
plana çıkaracağız. Kenti yatırımcılar için çekim merkezi haline getireceğiz. Yüksek bir rekabet gücüne
sahip olabilmek için gerekli mekansal ve altyapı projeleri geliştireceğiz, firmaların kurulma ve büyü-
melerinin önündeki engelleri kaldıracağız” diyorlar. Sermaye sınıfı dışındakilere, insana ve gelecek
kuşaklara bir şey yok.
Kentsel dönüşüm yasası olarak adlandırılan bu kanunla aslında yapılmak istenen nedir?
Nasıl ki, yürürlükte olan imar planlarını, şehircilik ilkelerini yok sayarak turizm bölgesi adı altın-
190
da rant alanları ilan etme yetkileri kullanıldıysa, İmar Kanununun 9. maddesine göre Bakanlıkların
böyle bir yetkisi vardır ve sahillerimiz, yeşil alanlarımız turizm alanı ilan edilerek yağmalanmıştır.
Bu kanunun basında ve kamuoyunda öne çıkarılan yanı riskli binaların hissedarlarının 2/3
oyuyla yıkılıp, yeniden yapılabileceğidir. Bakanlık yetkililerince en çok bu konu üzerinde açıkla-
malar yapılmaktadır.
Bu kanunun asıl amacı, riskli alan ve rezerv yapı alanları olarak yapılacak uygulamalardır. Kent
rantının yüksek olduğu alanlar bu kapsama alınacaktır. Bunun özellikle altını çiziyorum. Kanunun
asıl konuşulması gereken yanı da budur. Binlerce hektarlık varoşlardaki yerleşim alanları “rezerv
yapı alanı” olarak belirlenecek ve bu alanlardaki tüm uygulamalar 6306 sayılı Kanun kapsamında
Bakanlıkça yürütülecektir.
İstanbul’da bugün 50-60 yıllık yapılarının olduğu ve rantın yüksek kısımlar da bu kanun kapsa-
mında “riskli alan” olarak ilan edilebilir ve burada ikamet edip yeni yapılacak lüks konutları satın
almaya bütçeleri yetmeyecek olanlar kanuna göre başka yerlere (rezerv yapı alanlarına) transfer
edilebilir.
Görünen köy kılavuz istemiyor. Afet riski altındaki yapıların tasfiyesini sağlamak amacı altında
kentsel dönüşümün bilinen uygulamalarına devam edilecektir.
Bu süreç kaçınılmaz değildir. Bu sürece karşı koyabilmemiz için önce bu süreci tüm boyutla-
rıyla bilince çıkaracağız birlikte. Sömürüye dayanan bir kentsellikten, insanoğlunun hak ettiği bir
kentselliğe olan yolu açmak, kentlerin ve doğal çevrenin değişim değerini değil kullanım değerini
esas alan politikalar için mücadele etmek hepimizin tarihsel bir görevidir.
Oturum Yürütücüsü - Mimarlar Odası adına Burak Kaan Yılmazsoy’a sözü vermek istiyorum.
Buyrun.
Burak Kaan Yılmazsoy
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi
Öncelikle bu toplantıyı düzenledikleri için Harita ve Kadastro Mühendisleri Odasına gerçekten
teşekkürlerimizi iletiyorum; çünkü 3 gün boyunca birbirinden önemli kişilerin katıldığı bir tartış-
ma platformuyla geçmekte.
Ben de kendi sunumumda, biraz Afet Yasasının getirdikleri ve peşinden, bu süreç dünyada na-
sıl götürülüyor, bir de Türkiye’de süreç nasıl götürülüyor, bunu örneklerle anlatmaya çalışacağım.
Baktığımızda bu, 1950’lerden bugünlere gelinen bazı sorunsalları bir parçası aslında. Göç ol-
gusuyla birlikte tabii ki kontrolsüz gelişen sanayileşme, hızla artarak yapılan bir kent nüfusu ve
göçle birlikte gelen kalitesiz fiziki mekân ve sosyal yapıda da bu noktadaki politikasızlık süreçle-
rinin gözüktüğünü görmekteyiz. Bunun peşinden de teknik altyapıdaki problemler, yeşil alanlara
gerekli önemin verilmemesi, donatı alanlarının eksikliği, spor alanlarının eksikliği gibi birçok so-
runsalın da aslında bu kentsel süreçlerin gelişiminde, politikasızlığın da vermiş olduğu bir süreçle
ciddi olumsuzlukların oluştuğunu görmekteyiz.
191
Ben kişisel olarak da, meslek örgütüm içerisinde de yaptığım tüm konuşma ve sunuşlarda, bir
dönüşümün gerçekleşmesi gerektiğini her zaman vurguluyorum; ama bunun yapılırken, mutlaka
halkın bölgeden uzaklaştırılmadan, meslek örgütleriyle, sivil toplum örgütleriyle ve gerçekten afet
riski adı altında yapılan çalışmalarla bu dönüşümün ranta yönelik olmayacak şekilde gerçekleştiril-
mesi gerektiğinin altını vurgulamak gerekir.
Tabii ki, ekonomik kalkınmayı, halkın refahını düşünecek bir dönüşümün gerçekleştirilmesi
lazım. Sistemlere baktığımızda, bunun gerektiği noktalarda yeniden geliştirme, gerektiği nokta-
larda yeniden canlandırma, gerektiği noktalarda rehabilitasyon veya en önemlisi, kent kimliğini
koruyarak, gerektiği noktalarda da uygun kentsel entegrasyonların gerçekleştirilmesi gerekir.
Aslında ben sunumumda bütün yasal süreçleri, hangi yasal mevzuatlardan bugünlere gelindi-
ğini de bir kısa başlık altında vermek istemiştim; ama Erdal Köktürk hocamız zaten çok detaylı bir
şekilde bunları da anlattı. Bugüne geldiğimizde, 6306 diye, bölük pörçük olan yasaların üzerinden
bir yasal mevzuat çıkarttılar ve baktığımızda, tüm yasaların üzerinde bir anayasa gibi bir yasa ol-
duğunu görmekteyiz. Çünkü tüm yetkilerin Çevre ve Şehircilik Bakanlığına tek elden verildiğini,
bütün belediyelerin etkisizleştirildiğini ve yetkisizleştirildiğini, meslek odalarının etkisizleştirildi-
ğini görmekteyiz. Bu paralelde, “Riskli yapılar nasıl belirlenecek?” dediğimizde, halk, riski yapıları
bedelini kendi karşılayarak tespit ettirecek, verilen süre içinde yapılmayan tespitleri Bakanlık ve
belediyeler yapacak; ama masra#arı yine bölge sahipleri ödeyecek, vatandaş ödeyecek ve tespit
7 kişilik bir heyet tarafından kontrol edilecek. Dolayısıyla bu riskli yapıların tespitinde de itiraz
edemeyeceksiniz; edildiği zaman da, dünyanın hiçbir yerinde gözükmeyen 5237 sayılı Türk Ceza
Kanununa göre hakkınızda suç duyurusunda bulunulacak ve siz kendi yapınızın riskli olup olma-
dığını öğrenmek için suçlu olarak bulunmuş olacaksınız Yasaya göre.
Riskli yapılar nasıl yıkılacak? Öncelikle mülk sahipleriyle anlaşma yoluna gidilecek, yalnızca an-
laşmayla tahliye edilen yapılarda oturanlara geçici konut veya işyeri tahsisi veya kira yardımı yapı-
labilecek. Şayet mülk sahipleri verilen süre içinde riskli binayı yıkmazsa, yıkım Bakanlık tarafından
gerçekleştirilecek, masraf yine yapı sahibi tarafından ödenecek. Yani mutlaka bütün bedellerin
vatandaş tarafından ödetilmeye çalışıldığı, kabul edilemeyen ve akla mantığa sığmayan bir yasal
mevzuatla karşı karşıya olduğumuzu da görmekteyiz.
Peki, bu neden geldi aslında? Erdal hocamız da vurguladı; Avrupa’da yüzde 3’e yakın bir in-
şaat sektörüne dayalı ekonomik girdi varken, Türkiye’de bunun yüzde 6 olduğunu görmekteyiz.
Çünkü tamamen özelleştirme siyasetine dayalı ve önemli kurumların özelleştirildiği bir ülke eko-
nomisinin inşaat sektörü üzerinden götürülmeye çalışıldığı dönemde, bu Yasanın afet adı atlında
getirilerek oluşturulması ve bunun rant çevreleri tarafından kullanılması; Sulukule’de yaşananlar,
Tarlabaşı’nda yaşananlar ve oradaki mülk sahiplerini bölgeden açıkçası ikna odalarında ikna edi-
lerek ve baskı altına alınarak -ki, Okmeydanı’nı birebir inceleyen bir kişi olarak söylüyorum; plan
notlarını inceledik, plan notlarına itiraz ettik- ranta dayalı bir anayasa hükmünde bir mevzuat geçi-
rilmesi söz konusu. Artı, bu süreçte Bakanlık, TOKİ veya belediye tarafından takip edilmesi halinde,
riskli binaların elektrik, su, doğalgaz ve bütün şeyleri de kesilecek. Dolayısıyla diyorlar ki, “Siz bu-
radan gitmek zorundasınız. Siz burada misafirsiniz.” Orada oturan insanlar, oranın hak sahibi olan
kişiler orada misafir olarak konumlandırılmaya çalışılmakta.
Yıkımdan sonra o binanın ilgilileri kat maliki değil, arsanın hissedarı haline gelecek ve yapıla-
cak projeyle ilgili karar verilirken, hissedarların 3’te 2’sinin onayı yeterli olacak. Bu, çoğunluk ilkesi-
ne gerçekten aykırı bir durum. Hatta Okmeydanı planlarıyla ilgili toplantılarda, Beyoğlu Belediyesi
tarihinde ilk defa olağanüstü bir toplantıya gitti, Meclis gündemine 10 gün kala bu olağanüstü
192
toplantıya gitti. Olağanüstü toplantıda şunu söyledi: “Ben, yüzde 51’i sağladım an, burada afet riski
adı atlındaki yasayı sokacağım. Dolayısıyla hiçbir hükmünüz yok” dedi. Buradaki süreçle ilgili, plan
notlarıyla ilgili itirazlarımızı, çekincelerimizi söylediğimiz zaman, henüz konuşmaya başladığımız
zaman, “Evet, siz nereden geliyorsunuz; Mimarlar Odasından. Tamam. Siz itiraz edeceksiniz, zaten bel-
li. Dolayısıyla hiç konuşmanıza gerek yok” gibi açık açık geri dönüşleri aldığımızı da söyleyebilirim.
Mimarlar Odası Genel Başkanımız Eyüp Muhcu’nun bir sözüyle devam etmek istiyorum. “Ya-
sayla, imar ve çevre alanında yürürlükte bulunan tüm yasalar uygulanmayacak, mevzuat kılınacak,
kentlerin tümü riskli alan ilan edilebilecek. Bakanlık, gerekli gördüğünde yıkabilecek, kamulaştı-
rabilecek ve kamulaştırma değerleri de reel değerler üzerinden değil, emlak vergisi bedelleri üze-
rinden yapılacak. Yapınızı yıktırmamak için direnemeyeceksiniz.” Aksi halde, demin de söylediğim
gibi, suçlu olacaksınız; çünkü Yasa öyle söylüyor.
Bu Kanunun getirdiklerinin biraz genel üst başlıkları altında bakacak olursak, “Madde 35’e
göre mülkiyet hakkına uygun mu? Madde 57’ye göre konut hakkına uygun mu?” diye baktığı-
mızda, hayır. Çünkü bu Yasaya göre, devlet, her türlü keyfiliğe açık bir biçimde evinizi el koyma
hakkına sahip ve sizi zorla borçlandırarak, yeni ev sahibi yapmaya çalışabilme hakkına sahip.
Bu Kanun hak arama özgürlüğüne uygun mu; hayır. Çünkü devletin zorla yaptığı işlemlere
karşı hiçbir etkin itiraz hakkınız olmayacak.
Bu Kanun, Anayasada öngörülen sosyal devlet anlayışına uygun mu; hayır. Devlet sizi eviniz-
den edebilecek ve size hiçbir yardımda da bulunmayabilecek, çünkü “…ebilir” diyor. Biz bu “…
ebilir”leri, bu kelime oyunlarını çok iyi kurgulayan yönetimlerle karşıyayız. Çünkü plan notlarında
da hep görüyoruz. Yine Okmeydanı’yla ilgili plan notlarında da hep “…ebilir” deniliyor. “…ebilir”
ise ne olacak, yani bunun “…ebilir” olmaması durumu var mI?” diye sorguladığımızda, “Hayır, yok”
diyorlar, çünkü Kanunda da olduğu gibi açık kapı bırakıyorlar.
Bu Kanun, Anayasada öngörülen sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına uygun mu; hayır. Bu Ka-
nun, uygulandığı yerlerde İmar Kanunu, Zeytincilik Kanunu, Orman Kanunu, Afet Kanunu, Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Kıyı Kanunu, Mera Kanunu, Toprak Kanunu, Boğaziçi kanun-
ları uygulanmayacak.
Türkiye’deki uygulamalarda kentsel dönüşüm bu şekilde mi yapılmaktadır; ne yazık ki hayır.
Türkiye’de gerçekleştirilen, 2000 yılından beri gerçekleştirilen uygulamalar, yukarıda sözü edilen
ilkelere uygun olarak gerçekleştirilmedi.
Betül Şengezer hocamızın bir sunumundan, Şehir Plancıları Odasından yapılan bir sunum-
dan almıştım; İstanbul’un en sağlam zeminli bölgelerinde neden dönüşüm yapılmıyor, aslında
bunu sorgulamak gerekiyor. Kentsel dönüşüm bölgeleri neden can ve mal kaybının en yüksek
olacağı yerler dışında yapılmakta? Baktığımızda, zemin etüdünün yapılmadığı, zeminin sağlam
olabileceği ihtimali olan bölgelerde bu dönüşüm gerçekleştiriliyor. Peki, neye göre gerçekleştiri-
liyor? Çünkü merkezi iş alanlarına yakın noktalarda, ulaşım aksının merkezi olduğu noktalarda bu
dönüşümün gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Çünkü tamamen çıkar amaçlı olduğu da bir gerçek.
Peki, bu örneği nasıl sağlamlaştırabiliriz? Van depremi bunu açık ve net bir şeklide gözler önü-
ne sermekte. Van depreminde iki deprem yaşadık üst üste, yaklaşık 1-1.5 ay gibi bir zaman dili-
minde. İlk deprem, diyoruz ya, Allah’tan geldi; tamam, geldi, ölen öldü vesaire. Kendi Şehircilik Ba-
kanlığının tespit ettiği, “Oturabilirsiniz” dedikleri evlerde, ikinci depremde 30 küsur vatandaş öldü.
Bayram Oteli en canlı örneği olarak karşımıza çıkmakta. Yine kamu binaları yıkıldı, “Evet, oturabi-
193
lirsiniz” dedikleri evlerde yine insanlar öldü. Peki, bunun nasıl gerçeklikle, samimiyetle açıklanır bir
yanı var? Sayın Erdal Köktürk’ün de bahsettiği gibi, 10 yıldır iktidarlar, 10 yıldır tek başına iktidarlar,
her yerde iktidarlar. Dolayısıyla hiçbir şekilde 1970’lere, 1950’lere, 1960’lara götürmelerinin bizim
için hükmü ve dayanağı yok. Ben sorgulamaya başlarım o zaman, 10 yıl sonucunda.
Yıllardır bizden deprem vergileri, DASK alınıyor. O zaman bunu da sorgulamak isterim. Dep-
rem vergileri adı altında vergi ödüyoruz biz bunun karşılığında. Siz sosyal devlet anlayışıyla, afet
riski adı altında bu Kanunu geçiriyorsunuz ve bu dönüşüm sürecini başlatıyorsunuz, tamam, hak-
lısınız. O zaman, burada deprem adı altında alınan vergiye niye devam ediyorsunuz? Yeni yapılma-
yacak mı bu binalar, niye benden hâlâ vergi almaya devam ediyorsunuz? Peki, bu alınan vergiler
nereye gidiyor? Van depreminde Bakan bizzat kendisi söylüyor; bu vergilerin deprem için değil,
başka yerlere harcandığını da açık ve net bir şekilde, basının önünde, pişkin bir şekilde söylüyorlar.
Bu kısımları geçerek, bir örnekle devam etmek istiyorum. Bu örnek de, 1970’lerde Batı Berlin’le
ilgili. “Şehrin şimdilerde ‘Tabula rasa temizlik’ dediğimiz tarzda kentsel gelişmesi tamamen proje
geliştiricilerinin, kamu ve özel konut şirketlerinin elindeydi. Kreuzberg ve Charlettonburg bölge-
lerinde büyük çaplı dönüşüm operasyonları yürütülmekteydi. Tipik Berlin konutları tek tek yıkıl-
maktaydı ve 100 binden fazlan insan, evlerini terk etmeye zorlanmıştı. Benim kentsel yenilemede
anladığım bu değildi. Bu binaları elden geçirmeyi ve mahalleliler ve işyerlerinin bu sürece dâhil
olmalarını tercih ediyordum” diyor. 12 prensip olarak verilen bir şey var. Kentsel yenilemede, mev-
cut yaşayanlarla birlikte planlanması gerekir. Yenilemenin amacı konusunda plancılar ve yaşayan-
larla anlaşmaya varılmalı. Teknik ve sosyal planlar birlikte ele alınmalı. Demin de söylediğim gibi,
burada Kreuzberg’in özel karakteri korunmalı. Şehrin baskısı altındaki yerlerde tekrar güven tahsis
edilmeli gibi şeyleri var bunların.
Kentsel dönüşüm olacaksa eğer, insan odaklı olması gerekir; ama bizdeki dönüşüm anlayışının
TOKİ odaklı olduğunu veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı odaklı olduğunu ve insanın bu noktada
düşünülmediğini çok açık ve net bir şekilde örneklerde görüyoruz.
Peki, dünyada hiç mi bunların örnekleri yok? Almanya’nın Hessen eyaletine bağlı Frankfurt
ili, İkinci Dünya Savaşıyla birlikte tamamen yok olmuş bir kent. Bu bölge, Frankfurt’un Römen-
berg alanı çok önemli bir gotik mimarisine sahip ve buranın bölgede önemli bir dini merkezi olma
özelliği de var. Hem dini yapılar, hem de önemli sivil mimari örnekleri de burada bulunmakta.
Bombardıman sonrası yok olmuş bir kentin oradaki yerel belediyecilik anlayışıyla yapılan ortak
çalışmalarla, halkın da katılımıyla bu dönüşüme uygun bir şekilde gerçekleştiğini görüyoruz. Gö-
rüyorsunuz, tamamen yok olmuş ve tahrip olmuş bir kentin halkın katılımıyla tekrar inşa edildiğini
ve var olduğunu görmekteyiz. Demek ki, gerçekten bölgedeki insanlarla ortak bu sürecin gerçek-
leştirilmesi gerekir. Yarışmalar ve benzeri süreçler gerçekleştirilmiş.
Yine Lübnan ve Tayland’da yapılan bazı örnekler var. Buradaki örnekte de, yine Tayland’da
“Yoksul kent toprağına nasıl ulaşılır ve bu toprağa nasıl sahip çıkılır?” sorularının cevabı aranmış ve
Tayland’ın en yoksul kesiminin konut problemini çözmeye yardımcı olacak çalışmalar yapılmaya
başlanmış.
Bizim kentsel dönüşümden belediyecilerimizin anladığı şey şu: “Biz yaptık, oldu. Planlar ce-
bimizde.” Bir önemli bölgenin belediye başkanın, Sayın Misbah Demircan’ın söylediği kelimeler
gerçekten tüyler ürpertici. “Tapular cebimde, tapular çantamda. Siz merak etmeyin” vesaire gibi,
insanları tamamen kandırmaya yönelik bir sürecin işletildiğini görmekteyiz.
Görüyorsunuz, uzun dönemli, gençlerle, çocuklarla ve bölgedeki insanlarla tespit edilen çalış-
194
malar. Herkes nerede oturacağını biliyor, nerede ve nasıl konut sahibi olacağını biliyor; çünkü bu
planlama süreçleri bir günde, iki günde olabilecek süreçler değil.
Son olarak da, bu süreçler bizde nasıl işlemekte, buna değineceğim. Bizde, dozerler bölgeye
girmekte. Evet, gerçekten burada insanlar yaşıyor ve artık teyzeler, amcalar kapılarına, duvarlarına,
camlarına yazılar asıyor. Bu evde kiracı olarak yaşıyor ve hak sahibi olmak için verdiği dilekçeye
cevap bekliyor; çünkü dilekçenin cevabını alamıyor. Biz itiraz ettik, soru önergeleri verdik Beyoğlu
için vesaire, “Ne yapıyorsunuz?” dedik. 15 gün içinde cevap verilmesi gereken soru önergelerine 8
aydır cevap alamadık. Bu teyze de hâlâ sorularına cevap beklemekte.
Sulukule’de yaşananları görüyorsunuz. Bölgedeki insanların tamamen tasfiye edildiğini gör-
mekteyiz. Çünkü 15 bin lira karşılığında orada 950 bin liraya yeni yapılan konutlar yeni konut sa-
hiplerini bekliyor. 950 bin lira parayı nasıl vermesini bekliyorsunuz oradaki insanların?
Sulukule’de Haziran 2011’de çekilen fotoğrafta yeni Sulukule oluşmaya başlıyor. Yine büyük
alışveriş merkezlerinin oluşturulmaya başlandığını görüyoruz. Okmeydanı’nda “…ebilir”leri tartı-
şıyoruz. “Burada, Fatih Sultan Mehmet Caddesi diye bir aks var, önemli bir aks. Aslında İstanbul’da
ve Türkiye’de en önemli büyük ölçekli bir dönüşüm süreci olacak Okmeydanı’nda. Buralar eskiden
konut alanıydı. Belediyenin çıkarmış olduğu, yaptıkları çalışmayı anlattıkları bir şey geçti elime. Bir
baktım, burası kızarmış. Lejantta bir değişiklik oldu herhalde diye baktık. Lejantta burası ticaret
alanı olmuş. Bizim de zaten vurguladığımız çekincelerden birisi de buydu. “Siz buralara ‘…ebilir’ di-
yorsunuz. Buralar büyük gökdelen merkezlerine dönüşebilir mi?” dediğimizde, “Dönüşebilir. Çün-
kü hüküm öyle, plan notlarında öyle gözüküyor” denildi. Evet, dönüşmeye başlamış, kızarmaya
başlamış. Tam kızarmamış gerçi, ama en azından rengi biraz farklılaşmaya başlamış. Demek ki, “…
ebilir”ler yapılmaya başlıyor, büyük alışveriş merkezlerinin oluşmaya başladığı gibi.
İnsanlar tamamen tüketiciye dönüştürülmeye çalışılıyor, çünkü üretimin olmadığı bir 10 yıl
geçiriyoruz. Dolayısıyla büyük gökdelenler, büyük alışveriş merkezli var. Bakırköy’de öyle bir şey
kulağıma geldi; bir bölgede, hipodromun olduğu noktaya yakın bir noktada dönüşüm gerçek-
leştirilecek. O bölgenin arazi yapısı nasıl, zemin nedir, hiçbir şey yok. Peki, belediyelerde kaç kata
kadar çıkacak bu? 30-40 katlardan bahsediliyor. Belediyeden bunlar geçti mi? Bizim ilgilendiğimiz
yer Çevre ve Şehircilik Bakanlığı. Yani belediyelerin yetkilerinin tamamen elinden alındığını görü-
yorsunuz.
Küçükbakkalköy’deki yıkımlardan sonra oluşan büyük gökdelenleri görüyorsunuz. Yeni İstan-
bul inşa edilmeye çalışılıyor ve tabii ki, böylelikle bölgede oturan insanlara yer değiştiriliyor. Ataşe-
hir Finans Merkezi gibi bir finans merkezi oluşturuluyor. Hep itiraz ediyoruz Ağaoğlu’nun projeleri-
ne. Adam güzel bir şey söylemiş, “Bu ülkede herkes iyi yaşamayı hak ediyor” demiş. Bakıyoruz, hak
ediyor mu? Bu fotoğraf bunun cevabını veriyor mu? Hak ediyor mu; evet, hak ediyor, ama fotoğraf
bunu net bir şekilde özetliyor herhalde.
Yine Tarlabaşı’na giremiyoruz, Tarlabaşı’na girilemiyor. Aynı şekilde, Maltepe Başıbüyük’te ya-
şananlar... Bir Filistin-İsrail ve gettolaşma sürecinin bölgelerde yaşatılmaya çalışıldığını görmekte-
siniz. Girilemeyen yerler, girilemeyen bölgeler yaratılmaya çalışılıyor ve gerçekten orada oturan
insanlar misafir oluyor artık oralarda, misafir olarak seyretmeye başlıyor ve “Gazze’ye hoş geldiniz”
yazısı yazılıyor.
Tabii ki, silueti hiç konuşmaya bile gerek yok. Bu kadar yaşanılan süreçlerden sonra, siluetin de
tamamen rantsal bir sürece doğru gittiğini görüyoruz. Trafiğe çözüm olarak yapılan herhangi bir
şey olmadığını görüyorsunuz.
195
Sulukule’den bir fotoğraf görüyorsunuz. Mutsuz insanların olduğu bir nokta.
Tabii ki, bu dönüşüm süreçlerinde, Taksim’den tutun, birçok noktada mücadele alanı yaratıl-
maya çalışılmakta. Olmayan binalar tescilli binalar gibi geçiyor Anıtlar Yüksek Kurulundan. Belki en
küçüklerinizden birisiyim; ama meslektaşlarımızın mesleki onura, diplomalarımızı alırken ettiği-
miz yemine saygı duyulmasını rica ediyorum. Çünkü bunları yapanların da sonuçta bu diplomaları
alan insanlar olduğunu biliyoruz.
Çılgın süreçler yaratılmaya çalışılıyor. Zaha Hadid geliyor, çılgın projeler yapıyor; bizim kent
dokumuza, bölge dokusuna, bölge mimarisine uygun olmayan projeler. Soruluyor, “Peki, burası
İstanbul’un kent kimliğine uygun mu?” diye soruluyor. Uygun değil; çünkü gelen kişi tamamen
kendi yaptığı işe bakıyor ve parasını alıyor ve gidiyor. Ama gerçekten meslek odalarıyla, sivil top-
lum örgütleriyle bu süreçlerin oluşması gerekir diye düşünüyorum.
Görüyorsunuz, büyük gökdelenler TOKİ konutları.
Teşekkür ederim.
Oturum Yürütücüsü - Burak Kaan Yılmazsoy arkadaşa bu güzel sunumu nedeniyle teşekkür
ediyoruz. Gayet güzel, derli toplu, mimarlık açısından örnekleriyle bir sunum.
Söz sırası, İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Cemal Gökçe
arkadaşımda.
Cemal GÖKÇE
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Başkanı
Saygılar sunuyorum. Harita Mühendisleri Odamızın düzenlemiş olduğu Arazi Yönetimi Günle-
rinin yapılmış olan programı gerçekten son derece kapsamlı.
İş yoğunluğu nedeniyle dün katılamadım. Keşke dün de katılıp, o güzel bildirileri izleyebilsey-
dim. Yarın için de öyle. Eminim ki, gerek meslek insanlarımıza, meslektaşlarımıza, gerekse başta
İstanbullular ve ülkemiz insanları olmak üzere, çok tartışılan kentsel dönüşüm veya -bu kentsel
dönüşüme çok güzel bir ad koymuş arkadaşlar- arazi kullanım kararlarına yönelik yeni bir bilgi,
yeni bir bilinç yaratır diye düşünüyorum.
Değerli meslektaşlarım; deprem çok tartışılıyor. Deprem denilince sular duruyor. Gerçekten
de öyle. Çünkü Kentsel Dönüşüm Yasasında veyahut uygulamalarında da karşımıza depremle
çıkıyorlar. Ben de bir meslek insanıyım, üstelik yapı güvenliğiyle ilgilenen, uğraşan bir mesleğin
insanıyım. Deprem deyince benim için de sular duruyor. Fakat hayatın içerisinde sadece doğal bir
afet olan deprem yok, başka depremler de var. Önce bir insanız, sonra da bir meslek sahibi insanız.
Dolayısıyla insana dair olan ne varsa, tüm o konularla ilgilenmek durumundayız. Elbette mesleği-
mizi ilgilendiren konulara yönelik olarak en iyi çalışmaları yapmak, en değerli bilgileri meslektaş-
larımıza ve ülke insanımıza iletmek, bizim başta gelen görevlerimiz; ama aynı zamanda bir insan
olarak, insana dair olan ne varsa onlarla da başta ilgilenmek, sadece doğal afetleri değil, başka
afetleri de dikkatle izlemek ve irdelemek noktasında olan insanlarız. Konuya böyle bakınca, elbet-
te ki ülkemizde bulunan yapı stokunun önemlice bir kısmının deprem güvenliklerinin olmadığını
196
biliyoruz. Henüz envanteri bile değil, gerek ülke genelinde, gerekse İstanbul’da yapı stokunun tam
olarak sayısı ilgililer tarafından da sayısı gerçekten bilinmiyor. Ben bugün İstanbul’da net ve açık
bir sayıya ulaşamadım, ama almış olduğumuz bilgileri aktarayım. 17 milyon mertebesinde konut
olduğu ifade ediliyor. Son zamanlarda çok tartışıldı. 7 milyon mertebesinde de ülkemiz genelinde
riskli konut olduğu söyleniyor. Ama İstanbul’da bulunan riskli konut, yani depreme karşı güvenli
olmayan konut sayısı da 2 milyon mertebesinde. Bu 17 milyon konutun 5 milyonu 1999 depremi
sonrası, 17 Ağustos 1999 yılında yaşamış olduğumuz Gölcük merkezli deprem sonunda yapılmış
olan konutlar.
Celal altını çizdi; 99’da yaşadığımız deprem sonrası gerçekten İstanbul’da bulunan meslek
odalarımız ve Mühendis ve Mimar Odaları Birliğine bağlı tüm meslektaşlarımız çok duyarlılık gös-
terdiler, önemli çalışmalar yaptılar. Ben de o dönemlerde İnşaat İstanbul Şubesi yöneticisiydim.
İstanbul’un da bir deprem beklediği, yaklaşık olarak 110 km uzakta olan Gölcük depreminde,
İstanbul’da neredeyse -kimse pek bilmez- 3 bin 30 mertebesinde yapımızın ağır hasar gördüğü,
30 bin mertebesinde yapımızın da şu veya bu şekilde hasar gördüğünü çok insan bilmez; ama
durum böyleydi. Biz de ürkmüştük, ürpermiştik, o dönemlerde kentimizi yöneten yöneticiler de
ürkmüşlerdi. Dolayısıyla 14 kişiden oluşan bir İl Afet Merkez Kurulu oluşturmuşlardı. İstanbul Valisi
Erol Çakır, İstanbul Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna, Kandilli Rasathanesi müdürü bazı rektörle-
rimiz, 1. Ordu Komutanı ve benzeri 14 kişiden oluşan, İstanbul’u depreme karşı hazırlayacak İl Afet
Merkez Kurulu oluşturulmuştu. Ben de bunlardan birisiydim.
Fark edilmişti ki o dönemlerde, sadece depremi yaşamak değil, deprem sonrası ortaya çıkacak
olan duruma karşı da kentimizin hazırlıklı olması gerekiyor. Anlaşılması gereken şudur: Boş alan-
lara, insanların toplanma alanlarına -geçen yıl Van’da yaşadık- çadır kurulacak alanlara ihtiyaç var.
Bu çerçevede, İstanbul’da İl Afet Merkez Kurulu 470 yer belirledi 2000 yılında. Belki bunu basına
da intikal ettirdik. Son zamanlarda da çok çıkmaya başladı. Bugün gelmiş olduğumuz noktada,
bu 470 yerin 270’i yapılaştı. Van’ın bir şansı vardı; hastane orada da hasar görmüştü, ama boş alan
çoktu. Kışlık olmayıp yazlık da olsa, hiç olmazsa rüzgardan koruyacak çadırlar vardı, insanlar boş
alanlara çadırlarını kurmuşlardı.
Değerli meslektaşlarım; bugün, elbette ki İstanbul’da bulunan yapı stokunun ciddi ölçekte
deprem sorunu var. Bunu artık sağır sultan bile öğrendi. Çünkü Kocaeli depreminde yapılarımızın
yüzde 6’sı yerle bir oldu, yüzde 7’si ağır hasar gördü yüzde 12’si de orta derecede hasar gördü.
Anlaşılması gereken şudur: Yüzde 25 mertebesindeki yapılarımız oturulamaz hale geldi. İstanbul
ve Kocaeli çok uzak değil. Ülkemizin neresi olursa olsun, aynı anlayışla yapılarımız üretildi; ku-
zeyinde, güneyinde, doğusunda, batısında. Van’da da aynı tabloyla karşılaştık. Biz İMO İstanbul
Şubesi olarak, 17 Ağustos Gölcük depreminde yaşadıklarımızla 23 Ekim ve 9 Kasımda Van’da yaşa-
mış olduğumuz depremi, hasar gören, yıkılan, yerle bir olan yapıları üst üste koyduk; eğer “Burası
Van” diye yazmasan, 17 Ağustosta yıkılan yapı zannedersin veyahut Gölcük diye yazmazsan Van’da
yapılan bir yapı olarak düşünürsün. Dolayısıyla, en azından İstanbul’da bulunan yapılarımızın da
yüzde 25’i mertebesinde oturulamayacak bir çerçeveye oturacağını 1999 sonrası sürekli olarak
ifade ediyoruz.
Peki, neler yapıldı? Çok anlattılar kentsel dönüşümü, arkadaşım da anlattı, daha önce Erdal
da anlattı, eminim ki dün de anlatıldı. Burada bazı şeyleri dinledikten sonra, hazırlamış olduğum
metnin biraz dışına çıkarak konulara bakmaya çalışacağım.
Arkadaşlar; 2003 yılında, İstanbul’da 4 tane üniversitemizin, Anakent Belediyesi tarafından
oluşturulan 1140 sayfalık son derece değerli bir çalışması var. Bunun adına İstanbul Deprem Mas-
197
tır Planı diyoruz. İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinin de çok değerli katkısı var. En temel
konu ne, biliyor musunuz? Bu çalışmadan en temel konu planlama konusu. İstanbul’un mutlaka
ve mutlaka yeniden planlanması gerekir. Tabii, planlama konusu da meslek insanlarının konusu
elbette; ama onun dışında bir sürü insanın da, uzmanın da olması gerekir.
Bir başka konu da, 1938 yılından kalmış olan Mühendislik ve Mimarlık Hakkındaki Yasanın de-
ğiştirilmesi konusudur. İstanbul Deprem Mastır Planının en temel konuları bunlar. Bunların ikisi de
bugüne kadar yapılmadı. Kim yaptı; mevcut ülkemizi yöneten iktidar yaptı, mevcut Anakentimizi
yöneten bugünkü anlayışın kendisi yaptı. Çok değerli bir çalışmaydı, biz de önemsemiştik.
Peki, başka ne yapıldı? Yine 2004 yılında, Bayındırlık Bakanlığı tarafından I. Deprem Şûrası top-
landı. Aşağı yukarı 5-6 ay çalışmaları devam eden, çeşitli uzmanların, bilim insanlarının, meslek
odası temsilcilerinin katılmış olduğu uzunca bir çalışmadan sonra 5 günlük bir Genel Kurul yapıldı
İstanbul’da, son derece değerli bir çalışma olarak ortaya çıktı. En temel konu ne; yine İstanbul’un
ve ülkemiz kentlerinin yeniden planlanması, yani plan anlayışı ve 3458 sayılı Mühendislik ve Mi-
marlık Hakkındaki Yasanın değiştirilmesi. Bitmedi, 2009 yılına geldik, yine Bayındırlık İskan Bakan-
lığı bir çalışma daha yaptı, Kentleşme Şûrası. Ne kadar güzel, ismi de güzel. Yine ülkemizin en seç-
kin insanlarının katıldığı -çok söyleniyor, ifade ediliyor ya, hakikaten öyle- İstanbul’da 1/100.000’lik
çevre düzenine katkı koyan, 1/100.000’lik çevre düzenini yapan 400-500 mertebesinde bilim in-
sanın ve uzmanın olduğu -Sayın Belediye Başkanımız tarafından sürekli olarak ifade ediliyor- çok
önemli bir çalışmaydı. Bizim de çok ciddi itirazlarımız vardı, ama değerli bir çalışmaydı. 1/100.000
ölçekli Çevre Düzeni Planında ne varsa, ne yapılmasın demişse, bugün onlar yapılıyor. 3. köprü var
m; yok. Tüp tünel var mı? Çoğunuz bilmezsiniz; İstanbul’un altından, Haydarpaşa’yı Yenikapı’ya
bağlayan ve içinden motorlu kara taşıtlarının geçeceği bir tüp tünel yapılıyor. Peki, bu tüp tünel
yapılıyor, ama çevre etki değerlendirme raporu var mı; hayır. İhalesi yapıldıktan sonra müteahhit
tarafından hazırlanıyor.
Değerli arkadaşlarım; bizde işler böyle yürüyor.
Yine bitmedi, 2009 yılında yapılmış olan Kentleşme Şûrasının da en temel öngörüsü planlama
ve 3458 sayılı Yasanın değiştirilmesi. Ama tabii, 2000 sonrası dönemde deprem çok gündeme gel-
di. Gerçekten ülkemizde, biraz önce altını çizdiğim gibi, yapı stokumuzun deprem güvenliğinin ol-
madığı da anlaşıldı. “Ne yapalım, depremin de kullanılması lazım.” Ben bir meslek insanı olarak uta-
nıyorum, yani depremi artık konuşmak bile istemiyorum. Böyle bir şey olabilir mi? Biz bu noktaya
geldik. Elbette ki kentlerimizde bulunan yapı stokunun sadece ve sadece depreme yönelik olarak
yenilenmesi veya sağlıklaştırılması gerekmiyor değerli meslektaşlarım. Bütün dünyada böyledir.
Yapıların bir kullanım ömürleri vardır, o süre içerisinde yıpranırlar, yenilenmeleri gerekenler yeni-
lenir; yenilenmesi gerekenler eğer ekonomik olarak mümkün değil, daha fazla maliyetli ise, yıkılıp
yeniden yapılması en doğru yol olarak kent yöneticilerinin karşısına çıkıyor. Buna yönelik olarak
bizim de herhangi bir itirazımız yok ki. Sadece İstanbul’da bulunan yapı stokunun yenilenmesi
için depremi beklemeye gerek yok. Üstelik yüzde 70’i kaçak ve plansız olarak yapılan İstanbul’daki
yapıların yenilenmeye ve İstanbul’un yaşanabilir bir kente dönüştürülmeye ihtiyacı var ki, deprem
bunun için bir fırsata dönüştürülebilirdi, İstanbul’un yeniden planlanması çerçevesinde.
Peki, ne yapalım meslek odaları olarak, uzmanlar olarak? Sabahki oturumda Kocaeli’nden
gelen arkadaşım da ifade etmişti. Peki, depreme karşı yapılarımızı hazırlamayalım mı? Elbette ki
deprem denilince sular durur.
Arkadaşlar; Anakent Belediyesinin İstanbul’da bütçesi 18 milyar lira. Çok devletin bütçesinden
198
çok daha fazla. 1999’da yaşamış olduğumuz deprem sonrası sormuşlardı değerli basın mensupla-
rı; “Ne yapmak lazım?” Ne yapmak gerektiğinin cevabı bizim cevabımız değil. Bizim mesleğimizle
ilgili, odamızla ilgili, meslektaşlarımızla ilgili bu soruların cevabını vermek görevimiz var. Kentimiz-
le ilgili, ülkemizle ilgili ne yapılması gerektiği sorusunun cevabını yöneticiler vermek durumunda.
Ama biz, bu çerçevede de elimizi taşın altına koymuştuk ve bir çalışma yapmıştık, “Ne mi yapmak
gerekir İstanbul açısından?” demiştik. O zaman da 10 milyar dolardı sadece İstanbul Anakent Be-
lediyesinin bütçesi. Bugün deniliyor ya, kentsel dönüşümle ilgili çalışma elbette 20-25 yıllık bir
meseledir. Siz, İstanbul’da 2 milyon yapıyı bir-iki yılda yıkamazsınız. Biz 2000 yılında ifade etmiştik
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi olarak ve diğer meslektaşlarım, arkadaşlarım, meslek
odaları yöneticileri olarak. 20-25 yıllık bir program yapmak lazım, İstanbul’u yeniden planlamak
lazım, İstanbul’u masaya yatırmak lazım. Her yıl 1 veya 1.5 milyar dolar ayırmak lazım. Merkezi
Hükümetin bütçesine ihtiyaç bile duyulmadan, Anakent Belediyesinin bütçesinden bile bu kar-
şılanabilir. Yılda 1-1.5 milyar lira para ayırarak, 20 yıl içerisinde, 25 yıl içerisinde yeni bir İstanbul
yaratmak mümkündür. Ama önce planlayacaksın, önce çalışacaksın İstanbul’u, ondan sonra en
riskli bölgelerden başlayarak, elbette ki yıkacaksın, yapacaksın.
2012 yılına geldik. Güçlendirilen veya 1999’daki deprem güvenliği olmayan yapı stokunun
durumu neyse, bugün de o. Güçlendirilen yapı stoku, İstanbul için, Türkiye’miz için, yüzde 1 bile
değil. Peki, biz ne yaptık bu 12 yılı? Gelinen noktada ne oldu, biliyor musunuz? 2000 yılı sonrası
Türkiye ekonomisi inşaat sektörü üzerine oturdu. Ben inşaat mühendisiyim. Elbette 3 temel sek-
törden birisidir. Bizim meslektaşlarımız, mimarlarımız, mühendislerimiz, gerek ülke ölçeğinde,
gerekse dünya ölçeğinde en değerli mühendislik ve mimarlık projelerinin altına imza atıyorlar; sa-
dece ülkemizde değil, yurtdışında çok değerli mühendislik ve mimarlık projelerinin altına imza atı-
yorlar, çok değerli çalışmalar yapıyorlar. Elbette onlarla aynı zamanda övünüyoruz bu çerçevede.
Fakat değerli arkadaşlarım; İstanbul’un yeniden planlaması çerçevesinde, bu anlayış ve planlama
anlayışı tamamen devre dışı kaldı, TOKİ’nin çok övündüğü 558 bin konutla övünülmeye başlandı,
dolayısıyla Türkiye’nin ekonomisi de bu inşaat üzerinde döndürülmeye çalışıldı ve çok ciddi ölçek-
te de destek gördü. Niye destek gördü? Dikkat ederseniz, büyük boyalı basın, medya kuruluşları,
konunun kişisel anlamda didişmeden ve o çerçevede taraf olmadan… Elbette ki sosyal, siyasal,
ekonomik, bilimsel ve akıl ölçeğinde bizim bir dünya görüşümüz vardır, onu her şartta ifade ede-
riz; ama herkes çok memnundu. Çünkü dünya ekonomisi krizdeydi, Türkiye ekonomisi şakır şakır
çalışıyordu. Niye, biliyor musunuz; çünkü bankalar kredi veriyordu, memnundu; sanayi malzeme
satıyordu, memnundu; beyaz eşya satanlar beyaz eşyalarını satıyordu, memnundu; otomobil üre-
ticileri otomobillerini satıyordu, memnundu. Çünkü orta ve üst gelir grubuna sahip olanların ihti-
yaçlarıydı bunlar; birinci konutlarını değil, kent dışında ikinci ve üçüncü konut sahibi olma çerçe-
vesinde çaba sarf ediyorlardı. Dolayısıyla 2000 sonrası dönemde yapılan 5 milyon konut, özellikle
TOKİ tarafından da kentimizde yapılan önemlice konutların gerçekten varlıklı insanlar tarafından
alınmış olduğunun altını çizmek isterim. Ama kent yoksulları, emekliler, emekçilere yönelik olarak
da bir damla bal veya bir damla reçel gösterilerek, “Biz sosyal nitelikli konutlar da yapıyoruz” diye-
rek insanlar yanıltılıyor. O günlerde kamuya ait arsalar kullanıldı kent içinde veyahut kenarlarında;
ama bugün artık kamuya ait arsalar bitti. İnşaat sektörünün yürümesi lazım. Türkiye ekonomisi
bunun üzerine oturuyor. Ne yapmak lazım? Bir gecede yatarsınız, kalkarsınız, bakarsınız, evinizi
kaybetmişsiniz. Böyle bir yasa çıktı. Deniliyor ki, “Bu Yasa depreme hazırlayacak bir yasa.” Üzgü-
nüm, hiç öyle bir yasa değil. En hiyerarşi kuran, en sınırları belli, bugüne kadar Türkiye’de çıkan
yasalar içerisinde sınırları en belli olan, kendi dışındaki tüm yasalara meydan okuyan ve onları
dışlayan bir anayasa hükmünde, tüm siyasi dengelerin bozulduğu, demokratik bir ülkede böyle
şeylerin olmadığı ve olamayacağı bir yasa. Bu Yasaya yönelik olarak karşı çıkıyoruz, “Olmaz bu.
199
Başka depremler yaratacaksınız bu Yasayla. İstanbul veyahut ülkemiz depreme böyle hazırlanmaz”
diyoruz. “Deprem!” Biz sizden daha iyi biliyoruz deprem konusunu. Biraz önce altını çizdim. Depre-
me yönelik siz hangi çalışmaları yaptınız; onları uygulayın, biz destekleyeceğiz. İstanbul Deprem
Mastır Planı kararlarını uygulayın, I. Deprem Şûrası kararlarının uygulayın, Kentleşme Şûrası karar-
larını uygulayın, orada çıkan sonuçları uygulayın, biz sizi destekleyeceğiz. Hayır arkadaşlar, Türkiye
ekonomisi ithale dayalı.
Arkadaşlar; 2010 yılına kadar Türkiye’de konut alanında ruhsat alan konut sayısı satılan konut
sayısından daha azdı, yani satılan konut ruhsat alan konuttan daha fazlaydı. Hani maketler üzerin-
den konut satıyoruz ya, aynen bugün de yapıldığı gibi; fakat artık bugün ruhsat alan konut sayısı
satılan konut sayısının önüne geçti. Türkiye’de 850 bin mertebesinde boş konut var; bunun 200-
250 bini İstanbul’da. Bu ciddi bir problem, bu ciddi bir kriz. Biliyorsunuz, Amerika’daki ekonomik
krizin en temel nedenlerinden birisidir mortgage, verilmiş olan kredilerin geriye gelmemiş olması.
Türkiye’de AVM sayısı 265. 2013 yılında 29 tane yapılacak, 2014’te 13 tane yapılacak, 2014 yılı
sonunda Türkiye’de alışveriş merkezi sayısı 347 olacak. Bugün fonksiyonunu kaybetmiş olan AVM
-metrekare olarak ifade ediyorum- 244 bin 202 metrekaresi İstanbul’da, 63 bin 173’ü Ankara’da, 17
bin 500’ü Kocaeli’nde. Anakent Belediye Başkanımız bir televizyonda söyleşi yapıyordu, TV8’de.
İlgili program yönlendiricisi sordu, “İstanbul ve İstanbul gibi kentler meydanlarıyla ünlü kentlerdir.
İstanbul’da meydan kalmadı. Ne diyorsunuz?” dedi. İnanın, içim yaralandı. Neden? Farklı bir şey
söylemeyeceğinin bilincindeydim, biliyordum onu; ama ne de olsa bir meslek insanıydı, mimarlık
tahsili görmüştü, onun üzerine bir de doktora yapmıştı. Verdiği cevap şudur: “Artık kent meydan-
larına ihtiyaç yoktur; alışveriş merkezleri bu işi görüyor.” Böyle olunca, artık bir planlamadan filan
bahsetmek mümkün mü?
Güvenlikten bahsediyoruz, yapılarımızın güvenliğinden bahsediyoruz. İstanbul gökdelenler
cennetine dönüştü. Yüksek Yapılar Yönetmeliği yok. Bu yapıları kim yapıyor, bu yapıları nasıl yapı-
yorlar, hangi yönetmelikle yapıyorlar? Vatandaşın yapmış olduğu yapılara diyoruz ya, bu yapılar
hasar görecek depremde. Bana soruyorlar, utanıyorum. Ki, bu yapılar bir yanıyla mühendislik ya-
pıları olarak -ama şu an değil, eskiden- şu an prestij ve rant yapılarına dönüştü. O çerçevede ben,
mühendislik yapıları olarak da düşünmüyorum. Hakikaten önemli yapılar; en azından matematik-
sel olarak, bir mühendis bakışı ve projelendirilmesi çerçevesinde.
Bana sordular, “Ne olacak bu yapılar?” diye. Bekleyeceğiz, göreceğiz. Bu, benim için, bir meslek
insanı olarak utanılacak bir cevaptır. Depremde bu yüksek yapıların nasıl davranacağını bekleye-
ceğiz, göreceğiz.
Polat binası yandı, değil mi; dışarısı yandı, neredeyse söndürülemiyordu. Bu yapıların önem-
lice bir kısmının depremde yerle bir olmasalar da, binlerce metre uzunluğundaki borularını ve
elektrik kablolarını toplamak bile mümkün olmayacak. O yüksek yapıları alanlar ve oturanlar biraz-
cık da konuya bu çerçevede bakarlarsa iyi olur. Biz buradan uyarmak durumundayız.
50 milyara yakın para toplandı, hepimizden para aldılar. Bu paradan da vazgeçtim, Anakent
Belediyesinin 1-1.5 milyon dolar para harcayarak İstanbul’u depreme hazırlaması mümkündü. Bu
paraları harcasınlar. Yani bırakalım bizim gibi insanları, var olan iktidarın belediye başkanlarının
bile bu Yasaya karşı çıkmaları gerekir. Bu Yasa demokratik değil, bu Yasa katılımcı değil, bu Yasa
insani değil. Bu Yasa, Anakent Belediyesi başta olmak üzere, bütün ilçe belediyelerini de yok sayan
bir yasa, her şeyi Ankara’ya bağlayan bir yasa.
Saygılar sunuyorum.
200
Oturum Yürütücüsü - Evet Cemal arkadaşımıza teşekkür ediyoruz. Şimdi biraz mühendis ve
planlama örgütlerinden sözü bir Evrensel Hukuka verelim. Yani bu konuştuğumuz yasa dediğimiz
olayın genel olarak hukuk ve kazanılmış haklar açısından Alev Seher Tuna’dan bir değerlendirme-
sini alalım.
Buyrun.
KENTLEŞME VE KENTSEL DÖNÜŞÜM
Alev Seher TUNA
İstanbul Barosu Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Başkanı
GİRİŞ
İnsanların toplum olarak bir arada yaşamaları gereğinin bir sonucu olarak oluşan KENT dediği-
miz yerleşimler de değişim ve dönüşümlere uğramıştır.
Tarım devrimi ile birlikte yerleşik hayata geçilmesi, köy ve kent kavramlarının ortaya çıkmasına
neden olmuş, endüstri devrimi ve beraberinde yaşanan ekonomik kalkınma, sayıları ve nüfusları
artan bugünkü modern kentleri meydana getirmiştir
Kentsel alanlar, insan ve doğal değerlerin birlikteliğinden ve bütünleşmesinden ortaya çıkan
canlı bir organizmalardır.
Nüfusun coğrafi mekânda sürekli yer değiştirmesi ve sosyo-ekonomik yönden nitelik değişimi,
- kentlerimizde konut açığı,
- (gecekondulaşma ve kaçak yapılaşma) gibi plansız gelişmeler
- ulaşım ve
- teknik altyapı gibi sorunları ortaya çıkarmaktadır.
İlk önceleri bir barınma içgüdüsünden, kentlerin uzak köşelerinde ortaya çıkan gecekondu-
lar, yeterli önleyici ve ıslah edici önlemlerin alınmaması sonucunda alanları genişlemiş, barındır-
dığı nüfusu da artmıştır.
ŞEHİRLERİMİZ DÖNÜŞÜRKEN BAŞKA BİR ŞEHİRLEŞME MÜMKÜN MÜ?
Şehirler; geçim kaynaklarının tarım ve hayvancılık dışı işlerden oluştuğu, toplumsal ilişkiler,
kültürel alanlar, nüfus yoğunluğu ve yaşam olanakları gibi birçok yönden kırsal alanlardan farklı
olan mekânlar olarak tanımlanabilirler. Şehirleşme ise kent sayısının ve nüfusunun artması olarak
ifade edilebilecek bir olgudur, aynı zamanda toplumun ekonomik ve doğal yapısındaki değişimler
de şehirleşmeyi etkileyen faktörler arasındadır.
Şehirleşme 1800’lerin sonlarına doğru, sanayi devrimi sonrası İngiltere’de örneğini gördüğü-
müz, kırsaldan şehirlere doğru göç dalgasıyla hayatımıza giren önemli bir kavram ve sorundur.
Giderek artan bir şekilde büyüyen ve kalabalıklaşan, şehirler değişir ve dönüşür. Bu değişim ve
dönüşüm içerisinde daha mı iyi hale geliyor yoksa farkına bile varılmadan birer çirkin yığıntılar mı
201
oluyor. Daha da önemlisi şehirle bağlantımız ne halde, biz mi onları oluşturuyoruz yoksa onlar mı
bizi?
İMAR VE KENTLEŞME
Kentleşme toplumsal değişmenin hem nedeni hem de bir sonucudur. Kentleşmenin başlıca
sebepleri;
1. Kırsalın iticiliği
a) Kentleşmede, kırsalın nüfusu tutamaması ve kendi dönüşümünü sağlayamaması önemli bir
faktördür. Kırsaldaki nüfus adeta kentlere doğru itilmektedir.
b) Bunda etkili olan hususlardan birisi tarımda yaşanılan teknolojik dönüşümdür. Traktör ve
biçer-döver gibi araçların tarımda kullanılmaya başlanması gizli işsizliği doğurmuş, açığa çıkan
nüfus kentlere yönelmiştir.
c) Toprak yetersizliği ve toprağın miraslarla parçalanması veya Karadeniz Bölgesi’ndeki gibi
toprağın mevcut nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamaması kırsalın iticiliğini artırmaktadır.
Özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için kırsalın iticiliği kentleşme açısından çok
önemli bir etkendir.
2. Çekici Sebepler ve Kent Olanakları
a) Kentler fırsat ve olanak açısından kırsaldan zengindir. Eğitim, sağlık ve kültür alanında çok
çeşitli alternatif ve kaliteli hizmet kentlerde mevcuttur.
b) Yaşam kalitesinin, gelir seviyesinin ve konforun yüksek olması kentleri cazip mekânlar hali-
ne getirmektedir.
c) Büyük sanayi kuruluşları; ulaşım, iletişim ve altyapı yeterliliği sebebiyle büyük kentlere yakın
yerlerde kurulmaktadır. Bu da istihdamın kentlerde yoğunlaşmasına sebep olmaktadır.
d) Kentler çocuklarına iyi eğitim vermek isteyen, kaliteli sağlık hizmeti almak isteyen veya iş
bulma umudunda olan insanları kendine çekmektedir.
e) Kentin çekiciliğinin bir nedeni de marjinal sektör olarak adlandırılan iş kollarının varlığıdır.
Bu durum nüfusun önemli bir bölümünün, marjinal işler olarak adlandırılan işportacılık, hizmetçi-
lik, değnekçilik, hamallık gibi alanlarda iş istihdamına yol açmıştır.
3. Teknolojik Nedenler
Ulaşım alanındaki değişmeler, insanların kolay yer değiştirmelerini sağlamakla birlikte; kırsal
kesimin ekonomik açıdan pazara açılmasını da kolaylaştırmıştır. Ulaşım ve haberleşme alanında
sağlanan ilerlemeler kentleşmeyi etkileyen önemli öğelerdir
4. Siyasal Sebepler
Kentleşmenin önemli nedenlerinden birisi de siyasi alanda yaşanan gelişmelerdir.
Osmanlı da köyden kente göçü zorlaştıran yasalar bulunmaktaydı. Köyde yaşayanlar, köyü terk
ettiği takdirde bir bedel ödemekle yükümlüydüler. Bu da kentleşmenin önünde önemli bir engel
teşkil etmekteydi.
Yine ülkemizde özellikle 1980 sonrası Güneydoğu bölgesinde yaşanan gelişmeler neticesinde
202
merkezi idare eliyle bu bölgede kentleşme mecbur tutulmuştur. Kentleşmede siyaset / toprak
mülkiyeti / tarım ve sanayi politikaları / uluslar arası anlaşmalar gibi sebepler de etkin olmaktadır.
Merkezi idare bazen kentleşmeyi teşvik etmiş, bazen de bu konuda istekli olmamıştır. Örneğin
Cumhuriyet’in ilk yıllarında merkezi idare, nüfusun ağırlıklı olarak köylerde yaşaması yolunda poli-
tika takip etmiş, buna mukabil kırsal kesimde önemli oranda destek elde eden siyasi Parti, seçmen
tabanının talepleri doğrultusunda kentleşme yolunda politika izlemiştir. Ülkemizde kentlerin hızlı
gelişimi de 1950’li yıllarda başlamıştır. Örneğin ülkemizde tarım alanına gereken önem verilme-
mesi neticesinde, bu alanda yaşanan sıkıntılar kente göçü hızlandırırken, sanayileşme politikasın-
da yaşanan çarpıklıklar da (tarım arazilerinin sanayiye açılması gibi) aynı etkiyi göstermektedir.
(Trakya- İzmit gibi)
Tarım arazilerinde mülkiyetin belirli ellerde yoğunlaşması çok geniş bir nüfusun ise çok küçük
parçalarda toprak sahibi olması kırsalda iticiliğe yol açmaktadır.
5. Sosyo-psikolojik Nedenler
Sosyo-psikolojik etmenler, köy ve kent yaşam biçimleri, ölçütleri arasındaki ayrımlardan doğ-
maktadır. Bunlar, kentlerin çekici özellikleridir. Hatta köyden kente göç etmeye, belirli bir toplum-
sal aşağılık duygusunu ortadan kaldıran bir “yükseliş” gözüyle bakılmaktadır.
Günümüzde medya, sosyo-psikolojik nedenleri oluşturan en önemli faktördür.
Televizyonun yaygın kullanımı ve kolay ulaşılabilirliği, ayrıca kente daha önce göç etmiş olan-
ların kırsal kesimle ilişkilerinin belli bir ölçüde devam etmesi, kentlerin yaşam biçiminin kırsal alan-
da iyi bilinmesine yol açmaktadır.
Göç sıradan bir toplumsal olay değildir. Göçle birlikte hem göç veren, hem de göç alan yerde
son derece karmaşık sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Köyden şehre gelenlerle birlikte kamu kurumlarından hizmet talebinde yoğun bir artış olmak-
tadır.
Kentin imkânları sınırsız değildir. Coğrafi sınırlar, doğal kaynaklar itibari ile kentlerin de bir
sınırı bulunmaktadır.
Bu had aşıldığında kentin olumsuzlukları ortaya çıkmakta, yeterince hizmet verilememekte
ve megapollerde birden fazla yaşam türü görülmektedir.
İnsanlık bir kent medeniyetine doğru gitmektedir. 2025’e kadar, kentler kırsal alanlara oranla
giderek artacak, nüfus % 80-90 oranında kentlerde yaşayacaktır.
Yaşamın gerektirdiği enerji miktarının, bu güne göre on kat artması, buna karşılık çevre kirlili-
ğinin de bu oranda yükselmesi oldukça gerçeğe yakın bir olasılıktır.
İstanbul da kurulması planlanan 2 yeni şehir, Kanal Projesi, 3. köprü, 3. Havalimanı gibi.
Günümüzde mevcut yerleşim yerleri ve kentlerin giderek gelişerek daha büyük kentlere dö-
nüşmesi kaynak kullanımını ve ortaya çıkacak çevresel etkileri daha da artırabilecektir.
TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE KENTSEL DÖNÜŞÜM
Kentsel Dönüşüm;
-
203
şullarının kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirilmesine yönelik olarak uygulanan strateji
ve eylemlerin tümüdür.
Bir kentin dokusunu bozan sorunların giderilmesidir, şeklinde tanımlanabilir.
Kentsel dönüşümün amacı;
Mimari ve tarihi değerleri gün ışığına çıkarmak ve yeni işlevler kazandırarak kullanıma açmak-
tır.
Kentsel dönüşüm, kentsel gelişmenin, toplumsal, ekonomik ve mekânsal olarak yeniden ele
alındığı ve kentteki sorunlu alanların sağlıklı ve yaşanabilir hale getirilmesi için yıkıp, yeniden
yapma, canlandırma, sağlıklaştırma veya yeniden yapılandırma için proje üretilmesi ve uygulama
yapılmasıdır.
Özetle kentsel dönüşüm bir kentin dokusunu bozan sorunların giderilmesi anlamına ge-
liyor.
Gecekondu dönüşüm/kentsel yenileme projelerinde,
“kent içinde kaçak yapılaşma alanları ile ekonomik ömrünü doldurmuş bulunan çöküntü
alanlarının, gerekli tüm kentsel ve sosyal donatı hizmetleri getirilerek, olası tüm doğal afet
risklerini de bertaraf edilecek şekilde yeniden fenni ve sıhhi standartlara haiz bir şekilde yapı-
landırılması“ amaçlanmaktadır.
Kentsel dönüşüm, sadece bir yıkım ve alan temizliği demek değil, bir proje ve plan dâhilinde
eskimiş, yıpranmış ve afet riski taşıyan alanların planlanıp modellenerek yenilenmesini sağlamak-
tır.
Kentlerdeki çarpık yapılaşma ve yarattığı sorunların çağdaş şehircilik ilkeleri ve planlama esas-
larına uygun olarak yeniden yapılandırılmasını sağlamak üzere kentsel dönüşüm projeleri günde-
me gelmiştir.
Bu nedenle sağlıklı ve yaşanabilir kentler yaratabilmek için yapılacak kentsel dönüşüm proje-
lerini lokal olarak değil; kentin diğer alanları ile karşılıklı etkileşimlerini dikkate alarak kent bütünü
içinde değerlendirmek gereklidir.
başlıca göç türü olmaya başlamıştır.
1) 1966 yılında Gecekondu Kanunu,
Gecekondulaşma, kırdan kente göçen nüfusun temel konut edinme biçimi olarak Türkiye
204
kentleşmesinin ilk aşamalarında ortaya çıkmış ve 1950’lerde de kurumsallaştırılmıştır
Gecekondu Türkiye’deki kentlileşme süreci içinde çeşitli işlevler yüklenmektedir.
Bunlar; mülkiyet aracı olma, tasarruf aracı olma, sosyal güvenlik aracı olma, kırsal kesim de-
ğerlerini koruma aracı olma, tarımsal ve marjinal üretim yeri olma vb. işlevlerdir.
2) 1984 yılında “İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulamalarla Bazı İşlem-
ler ve 6785 S. İmar Kan. Değişiklik.
Mevzuatımızda imar hukuku ile ilgili yasa ve yönetmelik bazında birden çok düzenleme bu-
lunmaktadır. İmar ile ilgili 59 adet Kanun 76 adet yönetmelik mevcut.
3) Çeşitli tarihlerde İmar Kanunu değişiklikleri
Ülkemizde 1980’li yıllarda özellikle göç alan kentlerde hızla büyüyen gecekondu artışını sı-
nırlamak ve artan konut ihtiyacını en ekonomik yolla karşılamak üzere 1984 yılında Genel İdare
dışında Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı kurulmuştur. Bu tarihte yürürlüğe giren
2985 sayılı Toplu Konut Kanunu ile özerk Toplu Konut Fonu oluşturulmuştur.
1990 yılında 412 ve 414 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameler ile Toplu Konut İdaresi Başkan-
lığı ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı şeklinde iki ayrı idare olarak örgütlenmiştir. TOKİ Satıştay
denetiminden çıkarılıyor.
1993 yılından itibaren de Toplu Konut Fonu’nun Genel Bütçe kapsamına alınmasıyla İdare kay-
naklarının azalması, İdareyi konut üretiminden uzaklaştırmıştır
4-1999 DEPREM sonrası- 4452 sayılı Doğal afetlere karşı Alınacak Önlemler ve afet zararla-
rın önlenmesine dair Kanun.
5- 2000 yılında Gecekondu Kanunu’na Ek madde.
6- Toplu Konut Fonu, 20.6.2001 tarih ve 4684 sayılı Kanunla da tamamen yürürlükten kal-
dırılmıştır.
7- 06/08/2003 tarih ve 4966 sayılı kanunla yapılan değişikliklerle, Toplu Konut İdaresinin
2985 sayılı Kanunla. Konut sektörüyle ilgili şirketler kurmak
veya kurulmuş şirketlere iştirak etmek gibi. yeni görevler eklenmiştir
Ayrıca; TOKİ -İdare, Hazineye ait arazileri bağlı olduğu Bakan ve Maliye Bakanı teklifi ve Başba-
kan onayıyla bedelsiz olarak devralma yetkisine sahip olmuştur
8- 2004 tarihli, Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu.
9-2005’deKENTSEL DÖNÜŞÜM ( KENTSEL BÖLÜŞÜM’E HAZIRLIK)
1) 2005 yılında Belediye Kanunu (madde 73)
2)2005 yılında 5366 s.k.Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve
Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun’un amacı /
Yıpranan ve özelliğini kaybetmeye yüz tutmuş; Kültür ve tabiat varlıklarını koruma kurulla-
rınca sit alanı olarak tescil ve ilan edilen bölgeler, Bu bölgelere ait koruma alanlarının, Yeniden
inşa ve restore edilerek Konut alanı, ticaret alanı, kültür alanı , turizm alanı ve sosyal donatı alanı
oluşturulması,
205
- Tabiî afet risklerine karşı tedbirler alınması,
- Tarihi ve kültürel taşınmaz varlıkların yenilenerek korunması, yaşatılarak kullanılmasıdır.
10) 2010 yılında Belediye Kanunu 73. madde Değişikliği/ KENTSEL BÖLÜŞÜM
“Belediye, kentin gelişimine uygun olarak eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek
- Konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreas-
yon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,
- Kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak,
- Deprem riskine karşı tedbirler almak veya kentin tarihî ve kültürel dokusunu korumak amacıyla
kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir.” hükmü yer almaktadır.
69. maddesinde de, “Belediye; düzenli kentleşmeyi sağlamak, beldenin konut, sanayi ve ticaret
alanı ihtiyacını karşılamak amacıyla belediye ve mücavir alanda... ortak projeler gerçekleştirmek yet-
kisine sahiptir.” hükmüne yer verilmiştir.
Afet riski olan yerlerde yapı ve konut yapımının sınırlanmasıya da bazı özel kurallara bağlan-
ması da afetten önce alınabilecek ve hasarı minimize edecek tedbirlerdendir.
Ayrıca binaların gerekli yapı mühendisliği teknik afete uygun yapılaşma ile deprem riskine
karşı dayanıklı olarak yapılması ve yapı denetimlerinin mutlak suretle yapılması da depremden
önce alınacak hayati tedbirlerdendir.
Bu nedenle kentleşme politikası da afetlerin zararlarını azaltıcı bir araç olarak düşünülmelidir.
Kısaca özetlemek gerekirse,
2981- 3290 sayılı İmar A%ı Yasası’ nın 10/c maddesinin, üzerinde imar mevzuatına aykırı yapı
bulunmayan alanlarda ya da boş alanlarda uygulanması nasıl söz konusu değilse,
mümkün değildir.
restore etme işinin nasıl yapılacağı hususudur.
“kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarında bulunan
yapıların boşaltılması, yıkımı ve kamulaştırılmasında anlaşma yolu esastır” hükmü yer almaktadır.
Anlaşma olmaz ise ne yapılacağı belli değildir. Bu da kamulaştırmadır...
Kamulaştırma tehdidi altında mülkiyet sahiplerinin ne kadar güçleri olabilir. Bu sebeple anlaş-
maya mecbur edilmektedirler. Bir taraftan belediyelerin eline kamulaştırma yetkisi verilerek diğer
taraftan anlaşma yolu esastır demenin olumlu bir mantığı bulunmamaktadır. Üstün olan tarafın
anlaşmaya ihtiyacı yoktur.
Yasada, “Kentsel dönüşüm ve gelişim projesi kapsamında bulunan mülk sahipleri tarafından açı-
lacak davalar, mahkemelerde öncelikle görüşülür ve karara bağlanır.” kuralı getirilmiştir. Ancak, uy-
gulamada böyle olmadığı herkes tarafından bilinmektedir.
İstanbul, Tarlabaşı-Sulukule örneğinde olduğu gibi,hak ihlalleri nedeniyle AİHM ne dava açıl-
mıştır.
206
11) 648 sayılı KHK:
2011 tarihli 648 s. KHK. ile TOKİ nin yetkileri genişletilmiştir. Kurulan Çevre ve şehircilik Ba-
kanlığı, Harita, her tür ve ölçekte çevre düzeni, nazım ve uygulama imar planlarını, parselasyon
planlarını ve değişikliklerini resen yapmak, yaptırmak, onaylamak, iki ay içinde Yetkili idarelerce
ruhsatlandırma yapılmaması halinde ruhsat ve yapı kullanma izni vermekle yetkilendirilmiştir. As-
lında yerel yönetimler yetkisiz kılınmıştır.
648 sayılı KHK ile depreme karşı dayanıksız yapıların bulunduğu alanların dönüşüm projelerini
ve uygulamalarını yapmak ve yaptırmak; 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu ek 7. maddesi ve 775 sa-
yılı Gecekondu Kanunu uyarınca TOKİ Başkanlığı tarafından yapılan uygulamalara ilişkin her tür ve
ölçekte etüt, harita, plan, parselasyon planı ve yapı projelerini yapmak, yaptırmak, onaylamak,
kamulaştırma, ruhsat ve yapım işlerini gerçekleştirmek, gibi vs. ve bu alanlarda kat mülkiyetinin
kurulmasını sağlamak. Bakanlığın yetkisine verilmiştir.
648 s. KHK.2863 sayılı Yasa‘nın değişikliği ile tabiat varlıkları diğer deyişle doğal sit alanları Çev-
re ve Şehircilik Bakanlığına transfer edilmiş olup, “Yalnızca doğal sitler değil aynı zamanda doğal
sitlerle kesişen arkeolojik, kültürel, kentsel ve tarihi sitler de bu kapsama dahil edilmiştir.”
Köylerde yapılacak yapılara uygulanacak esaslarda, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı
Kanunu’nun uygulanmaması, buralarda kurulacak yapılarda ruhsat ve imar planı aranmaması ta-
rım arazileri için tehlike oluşturacaktır.
3194 sayılı İmar Yasasına eklenen madde ile de mera, yaylak ve kışlaklar, 29 yıllığına kiralanıp
yapılaşmaya açılmıştır.
Yapı Denetimi Hakkında Yasa Tasarısı bu KHK ile yürürlüğe girmiştir.
12)16 Mayıs 2012’de TBMM’de kabul edilen ve 31 Mayıs 2012’de Resmi Gazete’de yayınla-
nan Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısının genel gerekçe-
sinin
1 paragrafında “kentlere hızlı göç sonrasında düzensiz, sağlıksız ve güvenli olmayan bir takım
yerleşim alanları ortaya çıkmıştır.
Ayrıca, bu bölgelerdeki koruma alanları da yer yer tahrip edilmiş, tarım alanları, orman alanları, su
havzaları ve yapılaşmaya uygun olmayan zeminler üzerinde kaçak veya mevzuata aykırı yapılaşmalar
oluşmuştur.”
4. paragrafı ise, “nitelikli ve yaşanabilir kılınması için afet riski taşıyan alanların, fiziki, sosyal ve
ekonomik köhneme alanlarının, korunması gerekli doğal, tarihi ve kültürel çevre alanlarının toplum
yararı esas alınarak dönüşüm plan ve projeleri kapsamında tasfiye, yenileme ve iyileştirmeye tabi tu-
tulması gerekmektedir.” denilmekte
Tasarıya gerekçeler yaratılırken, Anayasanın 56. ve 57. mad.öne çıkarılmış, AY’nın “Kıyılar” a
ilişkin 43. mad.sini,
“Tarım arazileri ile çayır ve meralara ” ilişkin 44 ve 45. maddesini
“Tarih, kültür ve tabiat varlıklarına” ilişkin 63. mad.sini,
“Tabi servet ve kaynaklara” ilişkin 168. maddesini,
“Ormanlara” ilişkin, 169. mad.si unutulmuştur.
207
Tasarının genel gerekçesinde yer alan “düzensiz, sağlıksız ve güvenli olmayan bir takım yerle-
şim alanları” tasarının kapsam mad. içerisinde yer almamaktadır.
Yasa, gerekçenin aksine, “kırsal ve kentsel, imarlı ve imarsız, binalı ve binasız, ülkenin tüm
topraklarında”, il özel idaresi ve belediyelerce uygun görülen en az 5 hektarlık bütün ya da da-
ğınık alanların “dönüşüm alanı” olarak ilan edilmesini ve bu alanlarda imar ve iskan uygulamaları
yapılmasını mümkün kılmaktadır.
Yasa genel gerekçeleri ile birlikte incelendiğinde, ne yazık ki, Kentsel dönüşümün rant odaklı
Kentsel Bölüşüm haline geldiği ve Yasanın iki temel amacının olduğu görülmektedir. Bunlar;
1) Kamuya ait “sahipsiz ve orta mallarından” kamu kurum ve kuruluşlarının mülkiyetindeki mal-
lara kadar tüm kamusal mülkiyeti özel mülkiyet emrine açmak, toprak rantı piyasasını genişletmek,.
2) Dar gelirli kesimlerin taşınmazlarına el koyarak mülkiyetleri belirli bir zümreye devretmektir.
Yasa da Afet ile ilgili hiç hüküm yoktur. Sadece deprem nedeniyle dönüşüm yapılmasından
bahsedilmektedir. Afet zararlarını önlemeye yönelik alınması gereken tedbirlere ait bir husus yer
almamıştır.
En yetkili makamlarca, dönüşüm yapılmaz ise, İstanbul’ un çökeceği bunun da ekonomik ola-
rak Türkiye’nin tamamen çökmesi demek olacağı söylenerek, Toplum üzerinde korku ile baskı uy-
gulanmaktadır.
Kentsel dönüşüm projeleri, uygulamada mülkiyet hakkı ve diğer hak ihlallerine neden olabilmek-
tedir.
Kent merkezlerinde eskiyen yapılarda oturanlar, genellikle Kentsel dönüşüm projeleriyle; bu-
raların onarımı ve yenilenmesiyle; onarımda oluşan değer artışını karşılayamadıklarından, yaşa-
dıkları yeri terk eder ve terke zorlanırken; süreç içinde barınma ve konut hakları ihlalleriyle karşı-
laşırlar.
Kentsel dönüşüm projelerinin yanlış uygulanması; konut hakkı ihlalleriyle buralarda yaşayan-
ların buralardan kendi istekleri ile çekilmeleri veya konutlarından zorla çıkarılmaları ile kent dışına
itilmiştir.
Kentsel dönüşüm uygulamaları, tehlikeli bölgelerde yapılaşmayı engellemek, sağlıksız du-
rumda yıkılmak üzere olan binaların yıkılmasını sağlamak sureti ile yaşama hakkının korunmasını
sağlamak üzere gerçekleştirilmelidir.
Oysa mekânsal ve ekonomik tercihler tam tersi sonuçları ortaya koymaktadır.
İstanbul ve çevresinde gerçekleştirilen kentsel dönüşüm uygulamalarından; üst ve orta gelir
grubunun faydalandığı, gecekondulardaki kiracıların ise dönüşümlerde konut hakları ihlal edilen
ve kaybeden taraf olduğu gözlenmektedir.
Kentsel dönüşümle yaşanan süreç, kentlerin gayrimenkul ve rant odaklı büyümesi sonucunu do-
ğurmuş; toplumsal ve çevresel gelişmeyi yetersiz bırakmıştır.
Kentsel dönüşüm ve kent planlaması yanında kentsel dönüşüm projeleri ve uygulamalarında; nü-
fus akını, yerleşme, iskân, sanayi için kuruluş yeri sağlanması gibi nedenlerle temel hak ve hürriyetler,
mülkiyet hakkı ve konut hakkıyla ilgili sorunlar çıkmaktadır.
TOKİ ve AKP iktidarının depremi rant kadar umursamadıkları bu gelişmelerle bir kere daha
208
açığa çıkıyor. Başıbüyük’te su kaynağı üzerine diktiği bloklardan da biliyorduk aslında TOKİ’nin
deprem hassasiyetini. Samsun, Yalova da yapılan konutlar gibi Açıklanması gereken bir başka hu-
sus TOKİ’ projelerinin kaçının fay hatları üzerine yapıldığı.
Bir ülke ile bir şehrimizi karşılaştırmak istiyorum. Hollanda ve Konya’nın yüz ölçümleri birbirine
yakın;
2 - Konya 39.000 km2 .
Avrupa’nın et ve süt mamullerinde ihtiyacının büyük kısmını karşılayan bir ülkedir.
%80’e yakını müstakil evlerde
veya az katlı binalarda konut olarak yaşamaktadır.
Bu ülkelerde ofis alanlarını, otel ve benzeri binaları genellikle çok katlı yapıyorlar.
Konya’da ise insanlarımızın % 70 çok katlı binalarda yaşamaktadır.
2 -Türkiye’nin ise 780 000 km2 ,
etra!arındaki yüzlerce küçük adadan oluşan bir ülkedir. Japonlar, Tokyo ve yanındaki Yokohama
şehrini çıkarırsak bizden daha az katlı binalarda ve çoğunlukla müstakil konutlarda yaşamaktadır.
-
rikaları görebilirsiniz.
yerinde görebilirsiniz. Üstelik bugün Tokyo’nun şehir merkezine yakın yerlerinde müstakil bir evi
İstanbul’daki şehir merkezine aynı yakınlıktaki bir daireden daha ucuza alabilirsiniz. İlginç değil
mi?
HAKLAR YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME
5393 Sayılı Belediyeler Kanununun, “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Alanı” başlıklı 73. Maddesi,
5998 Sayılı Yasa Tasarısı‘nın 17 Haziran 2010 tarihinde kabul edilmesi ile değiştirildi.
İlçe Belediyelerine tanınan yetkileri büyükşehir belediyelerine devrederek “yerelliğin” yok sa-
yılması, acele kamulaştırma ile kamulaştırmada esas olan “kamu yararı” yerine “ayrıcalıklı el koy-
ma” hakkı verilmesi, mülkiyet haklarına müdahale edilmesi gibi, başta içinde bulunduğu 5393
Sayılı Kanun‘a aykırı olmak üzere ilgili yasalarla çelişmekte ve Anayasa ile bağdaşmamaktadır.
Kamulaştırma yasası kapsamı dışında farklı bir “istimlak” yöntemi getirilerek yurttaşların mül-
kiyet hakları ihlal edilebilmekte ve “zorla el koyma” yöntemi benimsenmektedir.
Bunun karşısında da yurttaşın kendi mülkünü savunma hakkına yine aynı yasa maddesi içe-
risinde engeller getirilmekte ve haklarına el koyma işlemi karşısında savunmasız bırakılmaktadır.
209
Anayasa’nın 35. maddesinde, “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak
kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz”, kuralına yer verilmiş, temel hak
ve özgürlüklerin sınırını gösteren
13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütün-
lüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu
yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca AY.nın ilgili maddelerinde
öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabilir Temel
hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı
olamaz ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz.
Bu maddede yer alan genel sınırlama sebepleri temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerlidir.
Afet riskinin azaltılması gerekçesiyle oluşturulan yasa da,
Bir yandan hukuka aykırı durumlar söz konusuyken, diğer yandan da bilimsel gerçekler ve sür-
dürülebilir yaşam hiçe sayılmaktadır. Yaşamımızın devamlılığı için gerekli, ormanlar, meralar, sulak
alanlar, kıyılar ve tarım alanları gibi doğal varlıklarımızın, imara açılarak yok edilmesine olanak sağla-
narak yeni afetlerin oluşmasına da neden olunacaktır.
Kamu mülkiyetindeki alanlardaki tek yetkiyi , bakanlığa vererek yerinden yönetim ilkesini tama-
men ortadan kaldırmaktadır,
Riskli alanlardaki yapılar ile riskli yapılarda ikamet edenleri mağdur edecek şekilde zorla tahliyele-
rin yapılmasının önü de açılacaktır.
Anayasal bir hak olan, dava açma hakkı yeni bir kanunla daha kısıtlanmış olacaktır .
Yürürlükte olan 3194 sayılı İmar Kanunu başta olmak üzere bir çok yasa ile de çelişmektedir.
Kanunun maddeleri ile çelişen diğer kanun maddelerinin aykırı hükümleri uygulanmaz” şeklinde
ifadeler hukuk sistematiği açısından kabul edilebilir bir durum değildir.
TOKİ’nin, (merkez idarenin )bu kadar güçlendirilmesi Anayasa 127.md. ne yine bir aykırılık teşkil
etmektedir.
Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleriyle, 90. mad. ile birlikte değerlendirilerek bu sürecin durdu-
rulması gerekmektedir.
Yerleşme özgürlüğü ve konut hakkı, insanlığın yaşaması ve toplumsallaşması için; olmazsa olmaz,
en temel insan hakları arasında yer almaktadır.
Sosyal haklar içinde yer alan konut hakkı, temel hak ve özgürlükler içinde yer alan yerleşme öz-
gürlüğüyle birlikte; kişilerin konut değiştirme, diledikleri yerde konutlarını seçme ve yerleşme temel
haklarını da kapsamaktadır
Konut hakkı güvence altına alınmadan, konut dokunulmazlığı ve sağlık hakkının bir anlamı olma-
yacağı gibi, dengeli bir çevre ve kentleşme de olanaklı değildir.
Bu nedenle, Konut hakkı, uluslar arası insan hakları sözleşmeleriyle de güvence altına alınmış ve
bu belgelerde konut hakkının gerçekleştirilmesi yönünde devletlere somut görevler yüklenmiştir. İnsan
Hakları Evrensel Bildirisi m. 25, Avrupa Sosyal Şartı m. 16, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı 34. mad.
210
Türkiye bu anlaşmalara imza koymuştur.
Zorla tahliyeler gitgide bir küresel salgına dönüşmeye başlayınca 2000’li yıllarda “BM”nin bün-
yesinde bu konu tartışılmaya başlanıyor. BM. Ekonomik Sosyal Kültür Haklar sözleşmenin 11 md. 1.
paragrafında elverişli konut hakkı, barınma hakkı; onurlu bir yaşam standardı olarak tanımlanıyor.
Bu kapsamda öncelikle “kullanım hakkı”nı tanımlıyor. Bunun Türkiye’de bilinmesi çok çok önemli.
Çünkü HABİTAT, kullanım hakkını mülkiyetten bağımsız tanımlıyor, kiracılık hakkını da dahil ediyor
ve artı yasa dışı iskan ve işgali de kullanım hakkı olarak tanımlıyor.
Çünkü kullanım hakkı öyle bir hak ki barınma ve konut hakkı şu veya bu şekilde elde edilemezse
sağlık, eğitim gibi diğer haklara erişim mümkün olmuyor.
Öte yandan bu hakkı elde edemeyen kişilerin ikametgâhı olmadığı için medeni sivil hakları, sosyal
hakları da olmuyor.
A- Bu kapsamda konutun yasal güvenliği bir kriter olarak ele alınıyor.
B- Sonra maddi olarak devletin şahıslara sağladığı konutun ödenebilir olması gerekiyor. İşte bu
bağlamda Bezirganbahçe’de bulunan TOKİ binalarına yerleştirilen nüfus için konut hakkının ihlali söz
konusu oluyor çünkü ödemeleri mümkün olmuyor.
C- Bir diğer kriter ise konutun sağlam ve güvenli olması: İnsanların konutlarında sağlıklı bir şe-
kilde ikamet edebilmeleri, konutun depreme dayanıklı olması ya da kırık dökük olmaması, insanları
iklimsel faktörlere karşı koruması bu alt başlık kapsamında önem taşıyor.
D- Konutun herkes için ulaşılabilir olması ise bir diğer kriter.
E- Ayrıca kültürel yeterlilik çok önemli bir yere sahip. Sağlanan konut, o alanda yaşayacak grup-
ların kültürel yeterliliğinin paralelinde olmalı; örneğin avlulu sistemde yaşayan romanları Taşoluk’ta
inşa edilen TOKİ binalarına yerleştirmek bu kriterin ihlalini oluşturmuştur.
F- Diğer bir kriter ise konutun yeri, konumu
Yerin, niteliği ve merkeze yakın olması özellikle ekonomik ilişkiler bağlamında önem taşıyor. Yine
Sulukule’de yaşayan, iş ilişkilerini bu duruma göre kurgulayan insanların bir anda Taşoluk’a taşınması
erişilebilirlik bağlamında sorun yaratıyor ve bu durum gerek hizmetlere gerekse iş imkanlarına erişim
anlamında bir ihlal oluyor.
“Hükümetler yeterli konut hakkını hukuksal ve ileriye dönük olarak gerçekleştirilmesini teşvik
etmek, savunmak, sağlamak üzere...”yükümlü kılınmıştır.şimdi burada ileriye dönükten kasıt devle-
tin konutla ilgili yasaları ileriye yönelik olarak hazırlamasıdır.
Oysa Türkiye’deki 5366 sayılı yasa ve 5393 sayılı yasanın 73. maddesine ve son Afet Riski al-
tındaki alanların dönüştürülmesi Hakkındaki yasaya baktığımız zaman biz tamamen geriye gidiş ve
mahalle yıkımları görüyoruz.
Kentsel Dönüşüm Yasası’na göre; mal sahipleri aralarında anlaşamazlarsa hem mülklerini kay-
bedecek hem de mülklerinin parasını devletten ancak beş yılda alabilecekler. Kentsel dönüşümde
kullanılan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”un 6/2. maddesine göre;
kentsel dönüşümde binanın yıkılmasının ardından yapılacak tebligattan sonra arsa malikleri,
plan, arsa payları ve bölüşüm konularında 2/3 çoğunlukla anlaşamazlarsa, Çevre ve Şehircilik Ba-
kanlığı veya TOKİ acele kamulaştırma yoluna gidebiliyor.
211
Bu durumda yapılacak kamulaştırma, kamulaştırma kanununun 3. maddesindeki “bedeli beş yıl
içinde ödenecek kamulaştırmalar” kapsamına giriyor.
Buna göre; Bakanlığın veya TOKİ’nin belirlediği mülk değerinin beşte biri ödeniyor ve kalanı beş yıl
içinde eşit taksitlere bölünebiliyor.
Kamulaştırma kanununun 27. maddesine göre; acele kamulaştırmalarda mülkün değeri mahke-
mece 7 gün içinde bilirkişilere belirletilirken; şimdi değer tespiti dahi Kanun’un 6/7. Maddesine göre
Bakanlık, TOKİ ve belediyelerce yapılacaktır.
Afet Riski Yasası ile zaten binada veya bölgede mülk sahipleri 2/3 oranında kendi aralarında
anlaştığında, kalan malikler (1/3) mağdur edilebiliyor.
BM’in Türkiye’deki kentsel dönüşüm uygulamaları üzerine hazırladığı rapora göre, kentsel dönü-
şüm modeli evsiz insanlar yaratarak, devamlı hareket halinde bir nüfusa yol açmakla kalmaya-
cak, yoksulluğun katmerleştirilerek kent çeperlerine taşınması ile gerilimleri de arttıracaktır. Geri-
lim politikaları üzerine oturan bir model ise ‘çökmeye mahkûmdur’.
AİHM’in 24 Nisan 2012’de Bulgaristan’da Roman vatandaşların yaşadığı mahalle ile barınma hak-
kı ihlali ile ilgili olarak verdiği bir karar bizim ülkemizi de yakından ilgilendiriyor.
AİHM: “Bulgaristan, savunmasız insanları evsizliğe sürükleyen, keyfi tahliyeye izin veren ya-
sasını değiştirmelidir”
Bulgaristan’ın başkenti Sofya’nın belediyesi Batalova Vodenitsa bölgesinde daha önce devlete ait
olup sonra belediyeye devredilmiş bir arazi üzerinde, 1960ve 1970 li yıllarda ev yaparak yaşamlarını
sürdüren Roman vatandaşların evlerinin yıkılarak zorla tahliyesini öngören bir dizi hukuki sonucu, “İş-
galci” olarak nitelendirilen vatandaşların üzerindeki arazinin boşaltılması içinmahkeme kararı çıkar-
tan belediye hemen yanındaki araziyi özelleştirerek satıyor.
23 Bulgar vatandaşı Roman’ın 23 Haziran 2006 tarihinde AİHM’e açtığı davada verilen kararda ,
*Yasadışı olarak belediye topraklarını işgal eden başvuru sahiplerini tahliye etmesinin, belediye-
nin hakkı olduğu, ancak,
* Belediyenin on yıllarca bu vatandaşların orada yaşamasına göz yumduğu,
* Bu arazideki evlerin artık onların yuvaları olduğu,
* Hiçbir çözüm üretmeden bu vatandaşların zorla tahliye edilemeyeceği,
* Bulgaristan’ın bu vatandaşların tahliyesini öngören yasalarını değiştirmesigerektiği,
mevzuatının “ilgisiz” olduğu açıkça belirtilmektedir.
AİHM’in verdiği bu karar benzer özelliklere sahip kamu arazileri üzerinde “gecekondu” yaparak
yaşamlarını sürdüren ve devlet-belediye tarafından işgalci olarak nitelendirilen vatandaşlarımızı ya-
kından ilgilendiriyor. Ülkemizde 1984 imar a&ı sonrasında o tarihten sonra kamu arazileri üzerine
yapılmış bütün “gecekondu”lar yasadışı ve işgalci olarak değerlendiriliyor. Yasalar bu durumdaki
vatandaşlarımıza hiçbir hak tanımıyor.
“Afet Yasası” adı altında kentsel dönüşümü daha da genişletecek bir çalışma yapılan bu günler-
de, bu kararAnkara’da sayıları neredeyse mevcut gecekonduların yarısına yakın olan, ülkemizin başka
kentlerinde de yüz binlercesi bulunan “işgalciler” açısından çok önemli.
212
Daha önce İstanbul, Ümraniye-Hekimbaşı Çöplüğü’nün 28 Nisan 1993’te patlaması sonucu çok
sayıda vatandaşımızın evlerinin yıkılmasına ve hayatını kaybetmesine neden olan olayla ilgili açılan
davada, yaşam hakkı ihlali ve mülkiyet hakkı ihlalinden karar veren mahkemenin yeni kararı daha
ileri bir adım teşkil etmektedir.
AİHM, Bulgaristan’da ki davada verdiği kararda, arazi kamu mülkiyetinde olmasına karşın mülki-
yet üzerinden bir tartışma yürütmemektedir. Mahkeme 8. Madde’nin (Özel hayata ve aile hayatına
saygı) dan hareket ederek, “başvuru sahiplerinin sosyal olarak avantajsız grup olmalarını” göz
önüne almakta ve barınma hakkı tartışması yapmaktadır.
Bu karar kamu arazisi üzerine ev yapmış ve on yıllardır oluşturdukları mahallelerde yaşayan ta-
pusuz-belgesiz vatandaşlarımızın AİHM nezdinde yeni bir hukuk mücadelesi sürdürmesinin önünü
açmaktadır.
Şu anda Tarlabaşı Ev Sahiplerini ve Kiracılarını Koruma Derneği 2010 de AİHM de dava açılmıştır.
Sulukule ve Tarlabaşı’nda işgal değil, mülkiyet söz konusudur.
Sulukule için 2007 de açılan davada 3. kez aynı rapor verilmesi üzerine mahkeme projeyi iptal etti.
ancak bu karardan 2 gün sonra evlerin kura çekimi yapıldı.ve inşaat devam etmekte .
SONUÇ
Afet yasasıyla birlikte deprem riski sebebiyle Türkiye’deki şehirlerin uzun tarihsellik içinde meydana
getirdiği mekan dokularının ortadan kaldırılıp, yerlerine TOKİ’nin estetikten uzak, tek tip ve yüksek katlı
apartmanların dikilecek olması ve burada oturanlar şehir dışına gönderilmektedir.
Kentsel dönüşüm ile yaşadıkları mekana müdahale edilecek insanların aynı zamanda yaşamları-
na da müdahale edilecek ve farklı alanlarda yaşam kurmak zorunda bırakılacaklardır.Kentsel Dönü-
şüm , rant açısından bir Kentsel Bölüşüm haline gelmiştir.
Sulukule-Ayazma-Tarlabaşı-Süleymaniye-Fener-Balat- Ayvansaray örneği
AİHM de açılan davalarda Türkiye tazminatlara mahkum olacaktır. İdarenin işlemleri sonucu taz-
minatları vatandaşlar vergi olarak ödeyeceklerdir.
2007 de revize edilen Türkiye Deprem Yönetmeliği’nin depreme dayanıklılık tasarımı kuralları
60 metreye kadar olan binalar için geçerlidir. Daha yüksek binalar için yeniden düzenlenmesi ge-
reklidir.
Resmi bir yönetmeliği olmayan yüksek yapıların nasıl depreme dayanıklı olacağı bilinmemek-
tedir.
Kentlerin büyümesi, daha fazla konut, daha fazla inşaat aynı zamanda daha fazla enerji anla-
mına da geldiğinden Hidroelektrik Enerji Santrali, Termik Enerji Santrali, Nükleer Enerji Santrali gibi
kırda büyük tahribatlar yapan uygulamalar ve kırsal üretimde kırsal nüfusun dışlanması, tektipleşme,
tekelleşme gibi sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Kanallar açılması, denizin içine yapay adalar oluşturulması gibi projeler tüm ekosistemi bozacak-
tır.
Kırsal üretimin kırsal nüfustan büyük sermaye gruplarına geçişi ve tarım alanlarında yaşanan tah-
ribat buradaki nüfusun, kentlerde gelişen inşaat sektöründe mevsimlik işçi olmak üzere yüzer gezer ve
güvencesiz çalışan kitleler haline gelmesine yol açmaktadır.
Afetlere hazırlık konusunda yapılacak yasal düzenlemelerin imar planlama ve yapı sürecini
213
düzenleyen diğer kanunlarla mutlaka uyum içerisinde olması gerekmektedir.
Kamu yararı ve insan hakları çerçevesinde, yerinde iyileştirme ile sürdürülebilir bir planlamayı
dikkate alan bir düzenleme yapılmalıdır.
Sözlerimi, İstanbul’u çok güzel anlattığına inandığım bir karikatürü sizlerle paylaşarak bitirmek
istiyorum. Beni dinlediğiniz teşekkür ediyor, hepinize saygılarımı sunuyorum.
Oturum Yürütücüsü - Evet teşekkürler. Şimdi bazı tekrarlar oluyor farkındasınız. Yani ister is-
temez oluyor. Bu da yorucu bir şeye yol açabilir salonda. Ben ayrılan aralığa baktığımda planlama
açısından konuşmacılar olması gereken sürelerini biraz aştılar fakat herhangi bir müdahalede bu-
lunmak istemedim bütünlük bozulmasın diye. Fakat bundan sonraki arkadaşlarımızın öncekiler
çok konuştu siz az konuşun bağlamında anlaşılmasın fakat daha dikkat ve özen gösterirsek iyi
olur. Yarım saatte oturumu nasıl toparlarız diye düşünüyoruz çünkü. Şimdi Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şubesi adına Ahmet Kıvanç Kutluca’ya vermek istiyorum sözü. Buyrun.
214
“AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ”
YASASININ TAŞIDIĞI RİSKLER
Dr. Ahmet Kıvanç Kutluca - Dr. Süleyman Balyemez
Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Afet ve Kentsel Dönüşüm Komisyonu
1. GİRİŞ
Büyük bölümü afet riski altında olan ülkemizde, olası afetler öncesinde, can ve mal kayıpları-
nın yaşanmasının önüne geçilmesi amacıyla gerekli önlemlerin alınmasının yanı sıra var olan yapı
stokunun olası afetlere karşı güvenli kılınması için devlet eliyle çalışmaların yapılması kaçınılmaz-
dır. Ancak, son yıllarda alışkanlık haline gelen, her yeni yasal düzenlemede yasanın amacına ilişkin
düzenlemeler yapılırken izlenen, ‘yerel yönetimlere ait görev ve yetkilerin merkeze taşınması ve
kentsel rantların yönlendirilmesine ilişkin yetkilerin merkezi olarak kullanılmasının önünü açacak
düzenlemelerin de araya sıkıştırılması politikasının ülke yönetiminde söz sahibi olan siyasete ege-
men bir görüş olduğu görülmektedir.
Bu bakımdan, 31 Mayıs 2012 tarihinde, 28309 sayılı resmi gazetede yayınlanan; “6306 sayılı
Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”, 4 Ağustos 2012 tarihinde, 28374
sayılı resmi gazetede yayınlanan; “Afet Riski Altındaki Alanların DönüştürülmesiHakkında Kanu-
nun Uygulama Yönetmeliği” ve 13 Eylül 2012 tarihinde, 28410 sayılı resmi gazetede yayınlanan;
“Dönüşüm Projeleri Özel Hesabı Gelir, Harcama, Kredi ve Kaynak Aktarımı Yönetmeliği” detaylı ola-
rak incelendiğinde kanun ve yönetmeliğin taşıdığı riskler gözlerden kaçmamaktadır.
2. KANUN VE YÖNETMELİĞİN TAŞIDIĞI RİSKLER
Planlama, imar ve kentsel dönüşüm konularında yakın dönemde yapılan diğer yasal düzen-
lemelerde de gözlendiği gibi, yasanın ruhunda inşaat sektörünün canlandırılması, canlı tutulma-
sının gizil amaç olarak tercih edildiği anlaşılmaktadır. Ne yazık ki bu açıktan dillendirilmeyen gizil
amacı gerçekleştirmek isterken seçilen yöntem insanca olmaktan uzaktır. Konunun birincil dere-
ceden muhatabı olan dönüşüm alanında oturan halk ve bu alanın sorumluluğuna sahip olan yerel
yönetimler için hiçbir avantaj taşımayan bu yasa ve ilgili yönetmeliği inşaat firmalarının adeta
iştahını kabartmaktadır.
Olası risklere kısaca bakacak olursak;
önü açılacaktır,
sektöre tahsis edilerek yapılaşmaya açılacaktır,
kamu tesisleri elden çıkarılacaktır,
durumunda yıkılabilecektir,
ödetilecek; ödemeyenlerin tapu kaydına ipotek konulacaktır,
215
-
tir,
-
caktır,
elektrik, su ve doğalgaz hizmetleri durdurulabilecektir (bu durum uluslar arası sözleşmelere göre
bir insanlık suçudur ve savaş koşullarında bile bu tür temel yaşamsal gereksinimler kısıtlanamaz),
Türk Ceza Kanunu’na göre cezalandırılacaktır,
kalitesi düşük sağlıksız kent parçaları oluşturulacak, nefes almak zorlaşacaktır,
-
ları ve sit alanları yapılaşmaya açılacaktır,
Tercih edilen bu yöntem kentlerimizin en yoksul kesimlerini kredi kullanmaya ve borçlanmaya
zorlamakta, yoksulluğu derinleştirmektedir. Yapılacak uygulamalar ile kentlerimiz plansızlığa doğ-
ru bir adım daha sürüklenecek, kentsel alanda karmaşa büyüyecektir.
3. NEDEN BÖYLE BİR KANUN?
Bu sorunun yanıtını sadece yerel/ulusal ölçekte değil, aynı zamanda ve daha çok küresel öl-
çekte sorgulamak daha akılcı olacaktır. Zira bu sayede zincirin halkalarını tamamlamak ve resmin
bütününü görmek daha kolay olacaktır.
İnşaat sektörünün hemen tüm ekonomiler için lokomotif sektörlerden biri olarak değerlendi-
rildiği ortadadır. Özellikle Türkiye gibi “gelişmekte olan” ülkelerde ekonomik büyümede en önemli
pay inşaat sektörüne aittir. Bu yüzden, ekonomik kriz dönemlerinde en çok küçülen sektör inşaat
olduğu gibi, inşaat sektörünün girdiği bir kriz de ulusal bir ekonomik krizin önünü açabilmektedir.
Göz ardı edilmemesi ya da gözlerden kaçırılmaması gereken husus şudur ki, inşaat sektörünün her
geçen yıl büyüyen hacimlere ulaşması olağan koşullar altında olanaklı değildir. Nüfus artışının ve
ekonomik ömrü dolan yapıların yeniden ikamesi ile şekillenen pazarın hacmi tanımlıdır ve belli bir
doygunluk seviyesine eriştikten sonra ilelebet büyümesi beklenmemelidir.
Diğer yandan, inşaat sektörü bir reel ekonomik sektördür. Ancak bununla beraber, kolaylıkla
serbest piyasa ekonomisi içinde tahvile dönüştürülebilmektedir. Gayrimenkulün menkulleştiril-
mesi artık tüm küresel ekonomilerde yer edinmiş bir uygulamadır. Menkulleştirme sayesinde, ko-
nut talep eden tüketiciler aracılığıyla reel olmayan küresel ekonomik döngü sisteminenakit para
girişi sağlanmaktadır. Liberal ekonominin belkemiğini oluşturan “serbest piyasaların” sanal para
döngüsünde meydana gelen tıkanıklıklar nakit para akışı sayesinde geçici olarak aşılmakta, siste-
min çöküşü ötelenmektedir. Ancak bu arada sistem finanse edilirken, maliyet konut sahibi olan ya
da olmak isteyen tüketicilere yüklenmektedir.
216
İşte bu hali ile kanunla hede�enen, inşaat sektörünün çok uzun yıllarda ulaşacağı toplam üre-
tim hacmini daha kısa sürede oluşturmak, bunun da ihtiyaç sahibi olsun olmasın, maddi olanakları
bulunsun ya da bulunmasın, nüfusun büyük bir bölümünü zorunlu olarak müşteri portföyüne
dahil ederek gerçekleşmesini sağlamak, garanti altına almaktır. Sadece dönüşüm projeleri değil,
özellikle İstanbul’da ardı ardına gündeme gelen 3. Köprü, kanal İstanbul, iki yeni şehir, 150 milyon
kapasiteli 3. havalimanı gibi büyük ölçekli projelerin tamamı aynı hedefin birer parçasıdır. Böylesi-
ne büyük bir pazarın ulusal inşaat sektörünün arz kapasitesinin çok üzerinde olduğu ve ulus aşırı
yatırımcılara pastada çok büyük dilim kalacağı, bir başka ifadeyle zorla borçlandırılacak olan konut
sahiplerinin konut haklarını kaybetmemek uğruna inşaat tröstlerini kanun yoluyla finanse etmek
zorunda bırakıldıkları da açıktır.
Pekiyi yasa koyucu bunu salt kendi öngörüleriyle mi hayata geçirmektedir. Buna inanmak çok
güç. Zira Türk ekonomisi de küresel liberal ekonomiye eklemlenmiş durumdadır. Kapitalizm son
bir yüzyıldır içine düştüğü buhranları farklı metotlarla aşmaya çalışmış ve yeni araçlar icat etme
arayışında olmuştur. En güncel aracı ise neoliberalizmdir. Neoliberalizminözünde devletin olanak-
larının ve yaptırım gücünün serbest piyasa aktörlerinin lehine kullanılması vardır.
Yasa, eleştirilen her maddesi bu perspektiften bir kez daha okunduğunda, daha da manidar
olmaktadır.
4. ŞEHİR PLANCILARI ODASI İSTANBUL ŞUBE OLARAK ÖNERİLERİMİZ
Kamuoyunda hiç tartışılmaksızın ve konunun uzmanı olan bilim insanları ile meslek örgüt-
lerinin görüşlerine başvurulmaksızın bir anda ortaya atılan “afet riski altındaki alanların dönüş-
türülmesi” kanunu yerine planlama, imar, kentleşme, yapı ve afet alanlarında bilimsel, sosyal ve
bütünlükçü yasal düzenlemeler ve siyasal bakış açılarının nasıl mümkün olabileceğini tartışmak
gerekmektedir.
Bu bağlamda, bir meslek örgütü olarak;
İstanbul Deprem Master Planı’nın dikkate alınmasını;
uygulanmasını, yapıların kamusal denetim altında ve yeterli mühendislik hizmeti alarak inşa edil-
mesini,
-
mesiyle bir plan elde edilemez)
-
rının azaltılmamasını (aksi taktirde can ve mal kayıpları artacak, yasal düzenlemeler eliyle daha
büyük afetler yaşanmasının önü açılacaktır),
ve yaşanabilirlik ilkelerinin yok sayılmamasını,
tüm kesimlerin (konunun uzmanı akademisyenler ve meslek insanları, meslek odaları, hukukçular,
siyasi partiler, bürokratlar, toplum temsilcisi örgütler, özel teşebbüs temsilcileri ve yurtdışından
davetli deneyimli uzmanlar) birikim ve önerilerinden yararlanılmasını, ortak paydalar oluşturul-
masını,
217
-
çekleşemeyeceği gerçeğiyle, projelerin tüm kesimleri kapsayan bir katılımla hazırlanmasını, azami
mutabakat sağlanmasını,
-
nansman modelleri geliştirilmesini, ayrıca halka mali destek sağlanmasını,
değil, sadece T.C. vatandaşlarının çıkarları ile can ve mal güvenliği gözetilmelidir,
-
melere indirgenmemesini, Afet Yönetim Sisteminin tüm bileşenleriyle ve layıkıyla hayata geçiril-
mesini
önermekteyiz.
5. SONUÇ
Bu bağlamda, kentlerimizin planlı bir şekilde yenilenmesi için gerekli ilkelerin uygulanabi-
lirliğini sağlayacak yasal bir çerçevenin belirlenmesi esnasındageniş katılımlı ve çok aktörlü bir
kurgunun oluşturulması gerekmektedir.İlgili bilim insanları ve sivil toplum örgütlerinin içinde bu-
lunduğu, kamuoyunun desteği ve güvenini tam anlamıyla arkasına alan, ülkemiz kentleşmesinin
ihtiyacı olan yasal düzenlemelere yönelik tartışma ortamlarının yaratılması,bütünlükçü ve bilimsel
bir kanun için zaruri bir ihtiyaçtır.
Oturum Yürütücüsü - Evet teşekkürler. Şimdi hocam biz teknik elemanlar ve hukukçular hu-
kuk boyutuyla baktıktan sonra, sağlıklı ve güvenli bir kentte yaşıyormuyuz. Veya bu kentsel dönü-
şüm sağlık açısından bize yeni neler getirecek. Değerlendirmenizi alalım sizin de.
KENTSEL DÖNÜŞÜM VE SAĞLIK
Dr. Ali Özyurt
İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi
GİRİŞ
Kentsel dönüşüm kavramı 19. yüzyıl ortalarında Batı Avrupa’da ortaya atılmıştır. Kentsel dö-
nüşümün amacı kötü fizik koşullara sahip konutların veya yerleşim alanlarının fiziksel ve sosyal
koşullarının düzeltilmesidir.
218
Günümüzde ise fiziksel koşulların yanısıra sosyal, ekonomik ve kültürel sorunların çözülmesi
için başvurulan bir yöntem olarak ülkemiz dahil birçok ülkede yürürlüğe sokulan bir uygulamadır.
Kentsel dönüşümün ruhsal ve fiziksel sağlığa olumlu etkileri olduğu yapılan bazı araştırmalar-
da gösterilmiştir. Kötü fiziksel koşulların iyileştirilmesiyle birlikte yaşam koşullarındaki iyileşmeye
bağlı olarak beklenen yaşam süresinde artışlar ve ruhsal sorunlarda azalmalar saptanmıştır (1).
Kentsel dönüşümde amaç, dönüşüme uğrayan alandaki insanların yaşam kalitesini yükselt-
mek, ekonomik hayatını idame ettirmesinin koşullarını sağlamak, sosyal hayatını sürdürmesine
olanak tanımak ve dönüştürülecek alanın tarihi, mimari ve çevresel değerlerine azami saygının
gösterilerek fiziksel değişimin yapılmadır (2).
Ülkemizde kentsel dönüşüm planlanan alanlar genellikle eski, depreme dayanıksız ve sağlıksız
konutlar, barınaklar ve gecekonduların olduğu eski yerleşim yerleridir. Bunların bir diğer özelli-
ği ise bu yerleşimlerin yeni şehirleşmeyle birlikte şehir merkezlerinin çeperlerinde yer almasıdır.
Buralarda yaşayanlarda ise suç oranları yüksek, uyuşturucu ve alkol kullanımı yaygındır. Düşük
yaşam koşullarında yaşayan yoksul ve işsiz insanların barındığı bu alanlarda ayrımcılık ve eşitsizlik
ön plandadır.
KENTSEL DÖNÜŞÜM VE YOL AÇTIĞI SAĞLIK SORUNLARI
Kentsel dönüşümle birlikte bazı ruhsal sorunlarla birlikte fiziksel sorunlarda baş gösterebilir.
Uzun yıllar aynı ortamda yaşayan insanlar yaşadıkları bölgeden ve ortamdan uzaklaştırıldıklarında
posttravmatik sendrom yaşayabilirler. Artan işsizlik, zorlaşan ulaşım sorunları, artan barınma ve
ısınma maliyetleri insan sağlığında olumsuz sonuçlara yol açabilir. Bundan dolayı kentsel dönü-
şümle birlikte işsizlere iş olanaklarının artırılması, ulaşım sorunlarının çözülmesi ve yerleşim yer-
lerinin şehre yakın yapılması, toplumsal dokunun ve kültürün korunması gerekmektedir. Kentsel
dönüşüme uğrayan bölgeye ücretsiz sağlık hizmetlerinin götürülmesi ve kültürel, sosyal, çevresel
ve sağlık koşullarının sürekli iyileştirilmesi kamusal bir görev olarak sağlanmalıdır.
ÜLKEMİZ ÖRNEKLERİ IŞIĞINDA KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN OLUMSUZ SAĞLIK SONUÇLARI
Ülkemizdeki örneklere baktığımızda evleri yıkılan Romanların geçici olarak barındıkları çadır-
larda bebek ölümleri ve salgın hastalıklar görünmüştür. Yine şehirden uzaklaşan Sulukule sakin-
leri ulaşım ve diğer harcamalarının artışıyla beraber asgari yaşam şartları için gerekli gelirlerinin
önemli bir kısmını ulaşım ve ısınmaya ayırmak zorunda kalmıştır. Buda beraberinde önemli sağlık
sorunlarını getirmiştir. Tarlabaşı ve Sulukule uygulamaları kentsel dönüşümün kötü örnekleridir.
Bu bölgelerde yaşayan yoksul, işsiz ve ezilen halklar bölgenin soylulaştırması ve zenginleştiril-
mesinin kurbanı olmuşlardır. Zorla yaşam alanlarından uzaklaştırılan insanların ruhsal ve fiziksel
sağlıklarında ciddi bozukluklar olması beklenen bir gelişmedir. O nedenle bu konuda akademik
çalışmalar yapılmalı ve sağlıklı değerlendirme yapmamız için bilimsel verilere ihtiyacımız vardır.
Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu, Sulukule Mahallesindeki dönüşümün yarattığı sağ-
lık sorunları şu şekilde açıklamıştır.
-
rını koruma duygusuyla bölgeden ayrılmaya karşı direnç oluşturuyor.
-
den yoksun kiracı ailelerin bölgeden ayrılması yaşamsal bir tehdit oluşturuyor.
-
ne açık bir şekilde içme/kullanma suyunu temin etmeye çalışıyor (3).
219
Sulukule, Haydarpaşa ve Tarlabaşı’ndaki kentsel dönüşümün yarattığı psikolojik sorunlar hak-
kında Vicdan Yüksel’in tespitleri oldukça çarpıcı gözlemleri içeriyor.
“Konut yaşamı insanların yalnızlaşmasına, yabancılaşmasına yol açmakta, ruhsal sorunlar bo-
ğuşan insanlar dışlanmaktadır. Ayrıca ülkemizde ruh sağlığı hizmetleri yetersiz olduğundan dolayı,
sorunlar kentsel dönüşüm ile daha da artmaktadır. Sonuç itibariyle ise, kentsel dönüşüm, cinayete,
ruhsal hastalıklara yol açmaktadır.” (4)
KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN SOSYOPSİKOLOJİK SONUÇLARI
Gecekondu bölgelerinde şehir planlamasından söz edilemez. Gecekondu binalarının yapı ka-
litesi kötü olup, sokakları dardır. Bu nedenle önemli çevre sağlık sorunlarına yol açan çöplerin
toplanması zordur, yangın anında itfaiyenin gelmesi zorlaşmakta acil durumlarda ambulansların
sokaklara girişi güç olmaktadır. Tüm bu nedenlerden dolayı bu bölgelerin kamu eliyle kentsel dö-
nüşüme uğratılması olumlu sosyal sonuçlar doğurarak bu bölgelerde yaşayan topluluklar üzerin-
de olumlu psikolojik sonuçlara yol açabilir. Bunun için bazı noktalara dikkat etmek gerekmektedir.
Bunlar;
hastalıkların ve olası salgınların önüne geçilmesi,
ortadan kaldırılarak verimliliğin artırılması olarak özetlenebilir.
Kentsel dönüşüm sürecinde dikkat edilmesi gereken konuları ise aşağıdaki şekilde sıralaya-
biliriz:
-
lenmesi gibi teknik bir olay olarak bakmamak gerekmektedir.
taşısa bile bunlar yaşam alanlarıdır. Bu alanlarda oluşan yaşam tarzlarını dikkate alan sürece, yer-
leşik halkında katıldığı ve dönüşüm sürecinin birlikte geliştirildiği ve hiçbir kesimin dışlanmadığı
bir politika izlenmelidir.
hakkında oluşan imgeler yıkılmadan dönüşüm gerçekleştirilmelidir. Bu nedenle kentsel dönüşü-
me bir proje olarak değil uzun erimli bir süreç olarak bakılmalıdır. Keza mekanlar çok bileşenli ola-
rak düzenlenmelidir. Mekan imgesinin dönüşerek düzenli kent haline gelmesi insanların yeni olu-
şan kentle kendisini özdeşleşmesini kolaylaştırır ve yeni mekanlar daha yaşanabilir hale gelirler.
yöresel ve kültürel faktörler dikkate alınarak bölgenin bu özelliklerinden kaynaklanan değişiklik-
lere uyum sağlamasına dikkat edilmelidir.
şe!af olmalıdır.
220
gelir grupları için yapılan yüksek katlı binalar zamanla yoksul ve işsizlerin yerleşim alanları oldu.
Bu apartmanlarda yaşayan yoksul, işsiz ve umutsuz gençlerin kitlesel isyanlarının benzerleri bizim
TOKİ apartmanlarında da yaşanabilir. O nedenle yüksek katlı apartmanlar ve gökdelenler yapar-
ken uzun erimli sonuçlarını da göz ardı etmemek gerekmektedir(5).
SONUÇ
Özgür iradeleri dışında yeni sağ devletin neoliberal anlayışı gereği soylulaşan zenginlere yer
açmak için fakirlerin, azınlıkların ve işsizlerin şehir dışına itilerek yaşam alanlarından uzaklaştırıl-
maları ciddi ruhsal, fiziksel sağlık sorunlarına yol açabilir. Bunun yanında kültürel ve sosyal orta-
mından koparılan insanlarda yaşama bağlılıkları ortadan kalkarak yaşama istekleri azalarak intiha-
ra eğilim artabilir. Altyapı sorunları çözülmeden yeni yerleşimlere yerleştirilen fakir insanlarda ve
çocuklarda çevresel faktörlere bağlı olarak bulaşıcı hastalıklar görülebilir. Doğalgaz, su, elektrik ve
ulaşım gibi ihtiyaçlarını karşılamak için harcadıkları paralarla giderleri artan fakir halkın beslenme,
barınma ve sağlık harcamalarına gerekli parayı bulamamaları sonucu beklenen yaşam süreleri dü-
şebileceği gibi sağlık sorunları da artabilir. Tüm bu nedenlerden dolayı kentsel dönüşüme bütün-
cül yaklaşılmalı, dönüşüm süreci şe#af olmalı ve kamu yararı ön planda tutulmalıdır.
Kaynaklar:
1. Thomson H. Do urban regeneration programmes improve public health and reduce health inequalities? A
synthesis of the evidence from UK policy and practice (1980–2004) .Epidemiol Community Health 2006;60:108-115
2. Göz A.C. Kentsel dönüşüm esasları ve İskoçya Whitfiedl örneği.www.yerelsiyaset.com
3. Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu. Kentsel Yenileme Projesi kapsamında Sulukule Mahallesi’nde ya-
pılan yıkım ve boşaltmaların sağlığa etkileri.2008
4. Yüksel V. Kent bağlamında yaşanabilir şehirler ve İstanbul. Panel. İstanbul Barosu.2012
5. Görgülü Z. TMMOB İzmir Kent Sempozyumu 2006. Kentsel dönüşüm ve ülkemiz.
Oturum Yürütücüsü - Evet Ali Özyurt’a teşekkür ediyoruz. Gerek panelist arkadaşlarımıza, ge-
rek temsil ettikleri örgütlerimizin vermiş oldukları mücadelelere, üyesi olduğum Harita ve Kadast-
ro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi adına teşekkür ediyorum. Tüm dostlarımızı bu konuda ver-
miş oldukları çaba ve emekleri nedeniyle kutluyorum. Ayağınıza sağlık, ağzınıza sağlık diyorum.
Buyrun.
Önder Çelik - Dün, Uluslararası Harita Mühendisleri Onursal Başkanı Prof. Magel bir konuya
dikkat çekti. Kendisi dünya ölçeğinde toplantılara katılan birisi. Bu kentsel dönüşümün Çin öze-
linde kırsal dönüşüme, kentsel dönüşüm dönüşümden vazgeçip kırsal dönüşüme evrileceğini
söyledi. Şimdi Çin, yana yakıla kırsal dönüşümü nasıl gerçekleştireceğinin peşine düşmüş durum-
da. Bunu tekrarlamakta fayda gördüm. Plancı arkadaşımız da kentsel dönüşümle ilgili üç saca-
yağından bahsetti; yaşayan halk, yerel yönetim ve inşaat firmaları. Kentsel dönüşümün İstanbul
ölçeğinde özellikle Sulukule ve Fikirtepe uygulama alanları var. Bildiğim kadarıyla Sulukule’deki
planlar emsal 1’e karşılık gelen; ancak, oradaki insanları orada tutacak bir imar hakkı tanımlıyor.
Ancak, Fikirtepe’de 4.2’ye varan, insanın havsalasının alamayacağı müthiş bir emsal söz konusu ve
oradaki hak sahiplerinin, arazi sahiplerini talepleri söz konusu. Tam da bu noktada, bir yerde, bir
221
kentsel dönüşüm alanında kendi konutunu yenilemenin derdine düşen insanlar, bir başka pro-
jenin özelinde ise kendi konutunu sağlama aldıktan sonra onu 3’e katlayacak bir talebin peşinde
olan bir yerel halktan söz ediyoruz. Bu konu tabii ki uzun bir şey, ama bunun da bilince çıkmasında
fayda gördüm.
Bir de Tabip Odasından katılan arkadaşa bir soru sormak istiyorum. Biliyorsunuz, şehir has-
taneleri vardı. Bunlar büyük projelerle çıktılar ortaya. İzlediğim kadarıyla İstanbul Üniversitesine
tahsis edilmiş alan da bir şey girişimi vardı. Hatta ilk tekli�er açıldı ve 4-5 firma şeye kaldı. Ondan
sonra da bildiğim kadarıyla Danıştay bunları iptal yönüne gitti. Yine geçenlere bir haber vardı;
bu şehir hastaneleri projesini devlet tasarlarken, 49 yıllığına araziyi vermenin yanında, yüzde 75’e
varan doluluk garantisi sağladıklarını öğrendik. Eski Tabip Odası Başkanı televizyonda onu söyledi
sanıyorum. Arada bunların cevabını alırım diye umuyorum.
Teşekkür ederim.
Oturum Yürütücüsü - Evet, arada olur.
Önder Çelik’in bu görüşlerini bir katkı olarak değerlendiriyorum aynı zamanda, yani sorudan
daha çok katkı oldu. Teşekkür ediyoruz. Arada da sohbet edebiliriz bu bağlamda.
Arkadaşlar; hepinize teşekkür ediyoruz.
222
Sekizinci Oturum
16 Kasım 2012, Cuma
Oturum Yürütücüsü: Prof. Dr. Beyza ÜSTÜN
Tematik Sunuş
2B Sorununun Kapsamı ve Boyutları
Ferruh ATBAŞOĞLU
223
Prof. Dr. Beyza Üstün (Oturum Yürütücüsü) - Değerli dostlar; merhaba.
Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinin düzenlediği, kentsel dönüşüm, 2B
ve orman kadastrosu, yabancılara mülk satışı, arazi düzenlemesinin irdeleneceği Arazi Yönetimi
Günlerinin 2. gününün öğleden sonraki oturumuna hoş geldiniz.
Bizler bu oturumda 2B’yi, sorun olarak karşımızda nasıl durduğunu, kapsamını ve nasıl etkile-
neceğimizi konuşacağız.
Bu konuda bize genel bir bilgi aktarması için, çok değerli bir uzmanı çağırıyorum; Sayın Ferruh
Atbaşoğlu.
Sayın Atbaşoğlu, Yargıtay 20. Hukuk Dairesi Onursal Başkanı. Erzurum doğumlu. Öğrenimle-
rini Erzurum’da, Ankara Atatürk Lisesinde ve en son da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde
tamamlamış, ardından Ankara Adliyesinde göreve başlamış. Elazığ Karakoçan hâkimliği, Çankı-
rı Ağır Ceza Mahkemesi üyeliği, Çankırı Tapulama ve Hukuk Hâkimliği görevlerinde bulunmuş.
Yargıtay’a atandıktan sonra, önce 8. Hukuk Dairesinde inceleme yargıçlığında görevi bu atanmayı
takip etmiş, ardından Yargıtay üyeliğine seçilmiş. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi üyeliğinde çalıştıktan
sonra, yaklaşık 13-14 yıl kadar 20. Hukuk Dairesi Başkanlığına seçilmiş, Daireyi kurmuş ve birkaç
kez başkan olarak görev yapmış, en sonunda da bu görevinden emekliye ayrılmış.
Sayın Atbaşoğlu, kamu malları ve orman hukukuyla ilgili pek çok konuda bilgi üretmiş ve bunu
kamuyla paylaşmış, bilim insanlarıyla paylaşmış, yaygınlaştırmış. Öylesine içselleştirmiş ki, 2B’deki
sorunu, yaşananları ve tanık olduklarını, bunun karşılığında yaşamında bıraktıkları izi şiirlerle, ya-
yınladığı kitaplarla tekrar kamuya yaygınlaştırmış.
2B sorununun kapsamını ve boyutlarını bu değerli uzmandan izleyeceğiz.
Buyrun efendim, kürsü sizin.
224
2B SORUNUNUN KAPSAMI VE BOYUTLARI
Ferruh ATBAŞOĞLU
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi Onursal Başkanı
Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Efendim, sözlerime başlarken, sayın izleyicileri, sayın katılımcıları öncelikle saygılarımla selam-
lıyorum. Bu güzel sempozyumu hazırlayan Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi-
nin tüm yöneticilerine, bu konuda emeği geçen tüm çalışanlara, değerli bilim adamlarımıza, hep-
sine ayrı ayrı teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum. Çok önemli bir konuyu dile getirme imkânı
verdikleri için çok mutluyum. Ülkemizin içinde bulunduğu sorunların en büyük parçaları bunlar.
Kentsel dönüşüm, 2B, orman konusu, bunlar ülkemizin şu andaki hayati konuları.
Konuşmamı üç bölümde yapmak istiyorum. Öncelikle 2B nedir, ne değildir, oradan başlamak
istiyorum. Toplumda 2B, orman vasfını kaybeden araziler olarak değerlendiriliyor. Orman vasfını
kaybeder mi, kaybetmez mi, evvela bu konuyu bir konuşalım. Nitelik kaybı demek, ormanın artık
işe yaramaz, çalışmaz hale gelmesi, yok olması demektir. Şöyle ki: Ormanın doğal olarak nitelik
kaybetmesi için birkaç koşul gerekir. Nedir bunlar? Bir, bir deniz taşması olur, orman sular altında
kalır, deniz çekilmez, “Orman bitti” dersiniz, İki, bir yanardağ indifa olur, orman yanardağın lavları
altında kalır, fosilleşir ve biter, “Orman bitti” dersiniz. Bir deprem olur, dağlar kayar, topraklar yarılır,
orman içinde kalır, bir daha bitmez, buna da yine aynı şekilde, doğal olarak “Orman bitti” dersiniz.
Peki, bu coğrafi ve jeolojik olayların hangisi bizim ülkemizde gerçekleşmiştir? Ben bu konuyu
25 yıldır konuşuyorum ve bunu çok değerli bilim adamlarımıza sordum. Yabancı bilim adamlarına
da sordum, yurtdışında da bu konuları konuşurken sordum. “Ülkemizde böyle bir olay var mı?”
diye sordum, kendi saygın bilim adamlarımız “Hayır” dediler. Anadolu’nun coğrafi ve jeolojik tari-
hinde böyle bir ola yok. Yabancılar da aynı şeyi söylediler. Peki, nereden çıktı bu? Bu sanal bir kav-
ramdır değerli izleyiciler, gerçek değildir. Bir suçu ortadan kaldırmak için uydurulmuş bir kılıftır 2B.
Nasıl oldu bu 2B? 1961 Anayasasının 131. Maddesine 1970 yılında 1255 sayılı Yasayla bir fıkra
ilave edildi, nitelik kaybeden yerlerin dışarı çıkarılmasını amaçlayan bir fıkra. Bu fıkra 1982 Anaya-
sasının 165. Maddesine 4. Fıkra olarak monte edildi, arkasından 1744 sayılı Yasayla 1973 yılında 2.
Maddeyle hayata geçirildi ve halen devam ediyor. Arkadan gelen 3302 sayılı Yasa, 2896 sayılı Yasa,
3373 sayılı Yasa, bunların tümünde 2B yerini aldı ve halen de devam ediyor. En son çıkarılan 6292
sayılı Yasayla, kaba tabirle tüy dikildi ve hakikaten bu konu artık çığırından çıktı.
Ülkemizde böyle bir şey olmadığına göre, bunu niçin ihdas ettiler? Ülkemizde ormanları kaba
kuvvetle, siyasi güçle veya başka yollarla ele geçirmiş çok insan var; bu ele geçirmiş oldukları yer-
ler imal edebilmek için, bunlara bir yol bulmak lazımdı. Bu 2B dediğimiz olay o nedenle ortaya çık-
mıştır. 2B’nin yapısında hukuki ve bilimsel bir dayanak yoktur, sanal bir kavramdır; ama toplumun
katmanları bu konuyu henüz derinliğine bilmediği için -gerçi ben bu konuyu 20 yıldır yazıyorum,
anlatıyorum, o ayrı mesele; ama topluma başkaları başka şeyler anlatıyorlar- konu yerine oturmuş
değildir ülkemizde. En son Kanunla da her şey altüst olmuştur, bu felaket bin katına çıkarılmıştır.
2B’de bir çelişki daha var. O da şu: 2B konusuna giren taşınmazlar için, eğer orman muhafaza
memuru, orman bölge şefi, ormanı açan, kesen biçen kişiyi anında yakalarsa tutanak düzenler,
savcılığa verir, tutuklanır, cezalandırılır; ama görmez, bilmez veya görür, arkasını döner giderse,
225
birkaç ay sonra veya bir sene sonra orman tahdit komisyonu gelir, burası 2B olur. Bu suç konusu.
Bunu elinde bulunduran adam ormanı açtı, suç işledi. Siz, suç işleyen adama, “Nitelik kaybı” kavra-
mı içerisinde bir af getiriyorsunuz. Oysa Anayasa, “Ormanlarda af söz konusu olamaz” diyor. Buna
rağmen bu, üstü kapalı bir aftır, açık bir aftır hem de. Suç teşkil eden olaylar 2B kılıfı içine sokulmak
suretiyle, gündemi değiştirilmek suretiyle bu hale getirilmiştir.
2B’yle ilgili olarak yıllarca değişik değişik kanunlar çıkarıldı. 6831 sayılı Orman Yasasını defa-
larca değiştirdiler. Bugün baktığımız zaman, Osmanlı İmparatorluğu döneminde iki yasa görüyo-
ruz; 1856 tarihli Arazi Kanunnamesi, 1870’te Orman Nizamnamesini görüyoruz. Bakınız, Osmanlı
döneminde dahi ormanların tahdidi de o zaman kanunlarda, nizamnamede yer almış, hem de
korunması, yani kamu malı olan ormanların özel mülk olamayacağı kabul edilmiş. Bugün, Osmanlı
döneminden dahi çok gerilere düştük, o günleri bile arar olduk. 34 defa Orman Kanununda de-
ğişiklik yapılmış. Dünyanın hiçbir ülkesinde 34 defa bir kanunda değişiklik yapılmaz. Hele Orman
Kanunu gibi, ülkenin milli kaynağı olan, milli serveti olan bir konuda 34 defa kanun değiştirilmez.
Tüm yargıçlar, savcılar, hukukçular, idareciler, “Nerede, ne zaman, hangi kanunu, neye uygulayaca-
ğız?” diye herkes şaşırmış durumda. Bu niçin yapılıyor; devamlı 2B’yi yerleştirmek, devamlı birileri-
ne bir yerleri bağışlayabilmek için.
Bütün yapılan değişikliklere baktığımız zaman şunu görüyoruz: Bu değişikliklerin hepsi Or-
man Kanununu geri götürmüş, ileri değil. Ormanların korunmasına matuf değil; tam tersine, or-
manların tahribine kapı açacak maddeler, yasa değişiklikleri gerçekleştirilmiş. Bu bir bilinçsizliğin
ifadesidir. Bu bir bilinçsizliğin, bir yanlış düşüncenin, bir yanlış yolun ifadesidir.
Size bir anımı anlatmak istiyorum, orman konusunun ülkemizde neden bu hale geldiğini. Be-
nim oğlum ilkokul 2. sınıfta okurken, müzik hocası ders veriyor, onlara şarkı öğretiyor, melodika
çalmayı öğretiyor. Öğrettiği ilk şarkı şu: “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana.”
Oğlum geldi akşam, “Ne öğrendin; melodikada çal oğlum” dedim, bunu çalıyor. Sözleri ne? Bunlar.
Ertesi gün hemen okula gittim, müzik öğretmenini ve okul müdürünü buldum, “Sizden bir ricam
var; bu şarkıyı durdurun!” dedim. “Niçin Ferruh Bey?” dediler. “Şunun için: İlkokul 2. sınıfta siz bir
çocuğun eline balta, beline ip verir, ormana gönderirseniz, ileride bu çocuk terörist olur, ‘Ormanı
kesip biçmek doğaldır’ diye kabul eder, ondan sonra kesip biçmeyi de yapar, hatta yakar bile. Bu
şarkıyı durduracaksınız! Lütfen, bunu kaldırın, bunun yerine başka şey öğretin. Bunun yerine şunu
söyleyebilirsiniz: ‘Sevgiler yüreğimizde, çiçekler ellerimize, biz gideriz ormana ha ormana.’ Çocuğa
bunu öğretin lütfen!” dedim. Bunu ben yıllardır söylüyorum, konferanslarda söyledim, sizler gibi
değerli izleyicilere söyledim, hâlâ söylüyorum. Bu bir eğitim meselesidir, bilinçaltına bir şey yerleş-
tirmek. Ormanı sadece bir meta olarak kabul ederseniz, bir odun olarak görürseniz ormanı ve ço-
cuğa da bu şarkıyı öğretirseniz, işte bu sonuçlara gelir, 6292 sayılı Yasayı çıkaran kişileri yetiştirmiş
olursunuz. Oysa orman o değil; orman milli servet, ülkenin varlığı ve geleceği. Geçmişten bugüne
bilimsel olarak kanıtlanmıştır, Birleşmiş Milletlerin araştırmalarıyla saptanmıştır ki, ormanın insa-
noğluna 6 bin yerde hizmeti var, 6 bin ayrı konuda hizmeti var. Bunun bizim ülkemizde ifadesi ve
anlamı, beşikten mezara kadar orman gereklidir. Çocuk doğar, ilk koyduğunuz yer beşiktir, ağaçtır.
İnsan vefat eder, rahmetli olur, mezarına konulacak olan, üstünü kapatacak olan şey ağaçtır yine,
mertek tabir edilir. O halde, bu kadar kıymetli bir şeyi siz nasıl yok edersiniz?
Her şeyi bir tarafa bırakalım, tabiat olarak görüntüsünü ele alalım. Ben her zaman şunu söylü-
yorum: İstanbul Boğazı’nın 30 yıl önceki halini de biliyorum ben. Etrafı, bugünkünün belki 10 katı,
20 katı, 50 katı yeşildi. O yeşillik kalmadı şimdi. Eğer ileride 2B faciası devam eder, bunun gibi ka-
nunlar değişir, başka şeyler de yapılırsa, Boğaz’ın iki tarafı yeşilden mahrum olur. Bu güzel Boğaz’ın
iki tarafını yeşilden mahrum ettiğiniz zaman, ortaya kirli bir dere çıkar, kötü kokan bir dere kalır
226
ortada, Boğaz kalmaz. Buna hiçbir insanın vicdanı razı olmamalıdır. Bunu böyle düşünmek lazım.
Boğaz’ı o hale getirmemek, İstanbul’un güzelliğini yok etmemek, yıkmamak lazım. Tanrı o kadar
güzel yaratmış ki, asırlardır ihanet ediliyor; ama buna rağmen hâlâ güzel, hâlâ güzel, hâlâ güzel.
Dua edelim, çalışalım, mücadele edelim, bu güzellik korunsun, gelecek kuşaklara ormanı aktarmış
olalım.
2B konusu muhtelif kanunlara da yerleştirilmek suretiyle bugünlere gelindi. Bu muhtelif ka-
nunların içerisinde, hiç ummadığınız bir kanunun içerisinde karşınıza 2B çıkıyor. “Ne alâkası var?”
diyorsunuz; ama bir de bakıyorsunuz ki, 2B kavramını o kanunun içine sokmuşlar, orada uygulama
kabiliyetini, uygulama yerini arıyorlar. Bu nasıl bir düşüncedir, nasıl bir şeydir bu? Bu nedenledir
ki, o 2B’nin yerleştirildiği bu kanunların iptali için bütün meslek hayatım boyunca mücadele ver-
dim. 7 defa Anayasa Mahkemesinden iptal kararı çıkarıldı. Hepsinde büyük payım vardır. Bu iptal
kararlarından sizlere öz olarak bahsetmek istiyorum. Değerli arkadaşlarım bunları zaten hatırlaya-
caklardır ve bileceklerdir.
Bakınız, 2924 sayılı Orman Köylerinin Kalkındırılması Kanununun 11. Maddesini Anayasa Mah-
kemesi iptal etti. O zaman büyük mücadele verdik. Niçin iptal etti? Şunun için iptal etti: Bu Kanun,
3763 sayılı Yasayla değiştirildi, 11. Maddesine şagillere satılma hükmü konuldu. Şagil kim; ormanı
ele geçirmiş, işgal etmiş olan kişi. Anayasa Mahkemesi dedi ki, “Sen şagile ormanı nitelik kaybetse
de veremezsin; çünkü Anayasanın amir hükmü, bu yerlerin gerçek sahibi sayılabilecek orman köy-
lüsüne verilmesidir. Tahsis edeceksen orman köylüsüne tahsis et, vereceksen orman köylüsüne
ver; ama şagil dediğin kişi, burayı zorla veya başka yollarla veya para gücüyle ele geçirmiş olan
başka şahıstır. Böyle bir kapı açılırsa, herkes şagil olur, herkes ormanı ele geçirir” diye Anayasa
Mahkemesi bunu iptal etti.
3290 sayılı Yasayla değişen 2981 sayılı Yasanın Geçici 2. Maddesinin E Fıkrasını 1995 tarihin-
de Anayasa Mahkemesi yine iptal etti. Şunun için iptal etti: Bu Yasada, “Nitelik kaybeden yerler
doğrudan orman dışına çıkmış sayılır” ibaresi vardı. Siz hiçbir araştırma yapmadan, hiçbir konuyu
incelemeden, orman dışına çıkmış sayabilir misiniz bir yeri? Nasıl sayarsınız bunu? İnceleme yok,
araştırma yok. Belki hâlâ orman. Nitekim, benim elime gelen davalarda, zaman içerisinde ben,
raporlar da artık dürüst gelmediği için, fotoğraf çektirmek mecburiyetinde kaldım. Her keşifte fo-
toğraf çektiriyordum 3 uzman yeminli bilirkişi nezaretinde. O nitelik kaybeden, doğrudan nitelik
kaybeden yerlerin çoğu koskoca orman çıktı, 100-150 yaşında çınarlarla kaplı ormanlar çıktı. Ana-
yasa Mahkemesi bunu önlemek için de bun iptal etti.
4706 sayılı Hazineye Ait Taşınmaz Malların Değerlendirilmesi ve Katma Değer Vergisi Yasasın-
da Değişiklik Yapan bu 3. Maddede ayrıca, bu yerlerin belediye ve arsa ofisine devri öngörülmüş-
ken, Anayasa Mahkemesi iptal etti, “Sen, 2B’yle çıkan yerleri belediyeye veya arsa ofisine devre-
demezsin” dedi. Bugün çıkarılan 6292 sayılı Yasada, TOKİ’ye geniş yetki verilmek suretiyle orman
alanlarını kullanma hakkı dahi teslim edilmiş durumda. Oysa Anayasa Mahkemesi yıllar önce, 2002
tarihinde bu kapıyı kapatmıştı, bu yolu kapatmıştı; ama tekrar açtılar.
Vakıf üniversitelerine ormandan yer veren 4498 sayılı Yasanın ilgili maddesini yine Anayasa
Mahkemesi 13.09.2000 tarihli kararıyla 169. Maddeye aykırı bularak iptal etti. İptal gerekçesi şuy-
du: Burada, tahsis konusunu Bakanlar Kuruluna vermişti Kanun, “Tahsisi Bakanlar Kurulu yapa-
maz” dedi Anayasa Mahkemesi, “Kanunla tahsis yapılır. Dolayısıyla Bakanlar Kuruluna bu yetkiyi
veremezsin” dedi. Artı, “Kamu yararı üstün nitelikli olmalıdır. Kamu yararı nedir, evvela onu tartışa-
caksın. Kamu yararı her şeyin üstünde olacak, ona göre hareket edeceksin. Kamu yararına uygun
olmayan bir şeyi sen istediğin gibi kullanamazsın, uygulayamazsın” dedi.
227
Kızılağaç ve aşılı kestaneliklerin ormandan çıkarılması konusu var. Birdenbire bir tarihte bir
kanun çıkarıldı, yine 6831 sayılı Kanunda değişiklik yapmak suretiyle “Kızılağaç ve kestanelikler or-
man değildir” denildi. Nasıl orman değildir? Asırlardan beri ormanlar içerisinde yer alan Kızılağaç
ve kestanelikler orman ağacıdır, bilimsel olarak böyledir, böyle kabul edilmiştir bu. Siz bunu bir
anda nasıl çıkarırsınız? Çıkardığınızı kabul edelim kanunla; bu, sadece kağıt üzerinde kalır, fiiliyatta
böyle bir şey yapamazsınız. Niçin yapamazsınız? Kızılağaç ve kestaneler diğer orman ağaçlarıyla
iç içe, binlerce, milyonlarca ağacın içerisinde kızılağacı, kestaneyi nasıl ayıklayacaksınız? O zaman,
3 tane kestane, 10 tane çam, 20 tane kızılağaç, 50 tane çınar. Böyle saçmalık olabilir mi? Anayasa
Mahkemesi buna da “Dur!” dedi. Ayrıca bu Kanunda, muhtarlara kesim ve izin yetkisi verildi. Muh-
tar bir belge verince, istediğiniz yeri kesin, alın, götürün, biçin! Orman idaresini dışladı. Peki, or-
man idaresi niçin kurulmuş? Bakanlık var, genel müdürlük var. Nedir bunların görevi, fonksiyonu?
Sen bunları dışlıyorsun, muhtara diyorsun ki, “Kesim için belge verebilirsin. İstediğine belge ver,
kesip götürsün.” Bunlar saçmalıktır değerli izleyiciler. Bu saçmalıkları Anayasa Mahkemesi önledi.
3402 sayılı Yasanın 45. Maddesi -1987 yılında çıkarılmış olan bir yasaydı bu, Kadastro Yasası-
ormanların zilliyetlikle kazanılmasına olanak tanıyordu. Orman zilliyetlikle kazanılır mı? Bir taraf-
tan 165. Maddede, “Orman kamu malıdır, özel mülk olamaz, özel mülke dönüşemez” diyorsunuz;
öbür taraftan 45. Maddede, zilliyetlikle iktisabına kapı açıyorsunuz. 3 fıkra halindeydi, 3 fıkrayı da
Anayasa Mahkemesi ayrı ayrı, arka arkaya iptal etti. Dolayısıyla ormanların zilliyetlik yoluyla kaza-
nılması önlenmiş oldu.
Bu konuları göz önüne aldığımızda şunu görüyoruz: Yasama organı, yani siyaset yapanlar,
Mecliste kanun çıkaranlar bu konuları kendi kafalarına, kendi düşüncelerine, siyasi partilerin siyasi
emellerine uygun olarak yönlendiriyorlar. Ülke yararı yok burada. Oysa ülke yararı her şeyin önün-
de olmalı. Anayasa Mahkemesi kararlarının içeriğinde temel espri yüksek kamu yararıdır. Kamu
yararı demek, toplumun yararı her şeyden önce gelir. Sen bunun yerine başkasını koyamazsın.
Anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararlarında temel kavramı budur.
Bu iptal kararlarına rağmen kanun değişiklikleri devam etti. En son olarak karşımıza, biraz ev-
vel bahsetmiş olduğum 6292 sayılı son Yasa geldi. Ki, bu Kanunu çıkarmadan önce, Parlamen-
todan bana gelip düşünce soranlar oldu. Dediler ki, “Böyle bir kanun tasarısı hazırlıyoruz Ferruh
bey. Ne dersiniz, nasıl olur bu?” Aldım tasarıyı, okudum, “Bu bir felaket” dedim, “Bu kanun tasarısı
olamaz. Bu, Türkiye ormanlarının yok edilmesi için hazırlanmış bir plan, bir proje, bu bir tuzak.
Bunu sakın Parlamentoya getirmeyin, getiren olursa da mücadelesini verin ve bunu çıkarmayın.
Eğer çıkarmak gibi bir hataya düşerlerse, derhal Anayasa Mahkemesine gidin, iptalini sağlayın”
dedim. Niçin? Kanunun tamamını açıklamak için, burada zaman müsait değil. Yarım saat içerisinde
bunları anlatamam. Zaten konuşmamın bir bölümü vaktimizi aldı.
Bu Kanuna öyle maddeler konuldu ki, hukukla, yargıyla, adaletle, mantıkla bağdaştırılması
mümkün değil. Kendilerine de söyledim, “Bu bir kanun tasarısı değil, bu bir padişah fermanı. Böyle
kanun olmaz” dedim. Ne Anayasayla bağdaşıyor, ne orman kanunlarıyla bağdaşıyor, ne de ülkenin
bugünkü gerçekleriyle bağdaşıyor. Siz, ülkenin ormanlarını yok etmeye mi çalışıyorsunuz? Buna
ne hakkınız var?
İşte, kanundan maddeler.
Hak sahibi kimdir? Eskiden, 2924 sayılı Orman Köylünün Kalkındırılmasıyla İlgili Yasada hak
sahibi, o köyde ikamet eden, o köyün nüfusuna kayıtlı olan kişilerdi. Anayasa Mahkemesi 11. Mad-
deyi iptal etti, şagili kaldırdı ortadan. Burada ne diyor? Burada diyor ki, “Tapunun beyanlar hane-
228
sinde, kadastro tutanaklarında isimleri geçenler ve onlardan satın alanlar, onların mirasçıları hak
sahibidir. Bedelini itirazsız öderse, bu hak sahibidir.” Herkes hak sahibi. 2B’yle ilgili olarak, bugün
satışa çıkan yerleri gidin, sahibiyim diyen adamdan 5 kuruş fazla verip alın, sizin oldu. Ondan sonra
Bakanlığa başvurun, alın, sizin olsun. Bu nedir; ormanların yağmalanması demektir bu. Neden?
Çünkü 2B konusu olacak yerleri birçok kişi, birçok rant peşinde koşanlar gittiler ve oraları birçok
kişiden satın aldılar. 3 kuruş verdiler, satın aldılar. Elindeki belgeyle bugün Bakanlığa başvurup
alacak, ama kendisi 13’e satacak. Belki oraya trilyonlarla ifade edilecek yepyeni, dün ve bugün
konuşulan, kentsel dönüşüm diye adı geçen gökdelenler yapılacak. Bu nedir; bu bir yağmadır.
Demek ki, hak sahibi mevhumuyla, kanunda her şeyden önce bir yanlışlık, bir çarpıklık başla-
mış bulunuyor değerli izleyiciler.
Kanunun yanlış, kabul edilemez yönlerinden bir tanesi rayiç bedel. Rayiç bedel bugüne göre
de değil, “01.05.2010 tarihine göre” diyor Kanunda. O tarihteki rayiç bedeli alacaksın, onun yüzde
70’ini vereceksin, peşin satışlarda yüzde 20 indirim yapacaksın, taksitli satışlarda yüzde 10 indirim
yapacaksın.
Son bir-iki yıldan beri devamlı bunun propagandası yapıldı; basında, televizyonlarda, kanal-
larda anlatıldı. Neydi bu anlatılan? “Efendim, devlet 24 milyar dolar gelir sağlayacak.” Siz nasıl sağ-
lıyorsunuz 24 milyar geliri? Bu taşınmazların büyük bir bölümü orman köylüsünün elinde. Orman
köylüsünün buraları satın alıp da size 24 milyar dolar sağlayacak hali var mı? Böyle bir şey olabilir
mi? Kaldı ki, rayiç bedelin yüzde 70’i diyorsunuz. Yüzde 20 de indirim yaptığınız zaman, bu yarı
fiyatına da inecek. Rayiç bedel nasıl saptanacak, o da belli değil. Demek ki, siz 24 milyar gelir elde
edemezsiniz. Bu bir hayaldir. Temele inelim. Orman satılarak bütçe düzeltilmez. Ormanın kendisi
bütçedir, varlığı bütçedir; çünkü toprağın varlığı ona bağlıdır, ülke ekonomisinde büyük yeri var-
dır. Ülkenin sosyal, ekonomik, siyasal yapısında, coğrafi yapısında, sağlık yapısında, 6 bin yerde
insanoğluna hizmeti olan bir yeri siz paraya tahvil edemezsiniz. Bu mümkün değil.
Bir anımı anlatayım yine. Ankara’da yıllar önce, ormanların özelleştirilmesiyle ilgili bir panel
düzenlendi. Bu panele yerli ve yabancı birçok iş adamı da geldi, yabancılar da geldiler, hatta bu
işin peşinde olan siyasetçiler de geldiler. Özelleştirme konusunda ben de panelisttim, konuştum.
Orada süremi de aşarak, 1 saate yakın konuştum. O yabancı iş adamlarından 2’si gelip bana ne
dediler, biliyor musunuz? “Sayın Başkan; biz kapitalistiz, yatırımcıyız, biz para peşinde koşarız. Or-
man özelleşirse, biz para kazanacaktık. Ama siz, bizi bile ikna ettiniz. Türkiye’de bu iş olmaz, Türkiye
ormanlarında özelleştirme olmaz. Bu iş yanlıştır” dediler. İnanınız, bunu 2 yabancı iş adamı söylü-
yor. Yabancı iş adamı bile “Anlattığın olgulara göre, senin ormanlarında bu iş olmaz. Bu, sizin milli
servetiniz, hakikaten ülkeniz için çok önemli. Bunun özelleştirilmesi ve satılması mümkün değil”
diyor. Dolayısıyla yabancının bile kabul ettiği bir olguyu biz kendimiz gerçekleştiriyoruz. Çok acı,
tarifi mümkün olmayan bir acı.
6292 sayılı Yasanın 7. Maddesi diyor ki, “Bu Maddeye göre, tapu kadastro ve imar mevzuatına
göre oluşan tapularda kişiler adına kayıtlıyken, Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan ve üze-
rinde 2A-2B şerhi bulunan tapular geçerlidir. Bu şerhler terkinindir. Bu yerler hakkında dava açıl-
maz, açılan davalardan vazgeçilir, Hazine’ce kazanılan dava sonucu tapusu iptal edilip Hazine’ye
tesciline karar verilen, infaz edilmeyen yerler için aynı yol izlenir. İnfaz edilip Hazine’ye tescil edi-
len yerler için, sahipleri 2 yıl için başvurursa, bedelsiz olarak bu şahıslara iade edilir.” Bu nasıl bir
madde? Yargı karar vermiş, olayı bitirmiş, orman diye tescil etmiş, siz geliyorsunuz, “Hayır, ben
yargı kararını tanımam, bunu iki yıl sonra başvurduğu takdirde sahibine iade ederim” diyorsunuz.
Yargı nerede kaldı, hukuk nerede kaldı? Buna hukuk diyebilir misiniz? Böyle bir şey olabilir mi? O
229
zaman siz, yargı erkini çiğnediniz, altta bıraktınız, denetimi kaldırdınız, devletin dava hakkını ve
vatandaşın bu konudaki dava hakkını elinden alıyorsunuz. Böyle bir şey olamaz. Aklın ve mantığın
alacağı bir olay değildir. Kaldı ki, “Tescil edilmiş yerleri bile ben alırım, iade ederim” diyorsunuz.
Bu nedir; bu bir bağıştır. Çizgi ötesi bir düşünce, akıldışı, akıl tutulmasıyla ilgili bir konu. Tescil
edilmiş yeri alıyorsunuz, tekrar sahibine iade ediyorsunuz. O mahkeme neci, ne işe yaradı? Benim
20. Hukuk Dairesinde binlerce kararım var; kesinleşmiş, Genel Kuruldan geçmiş, Genel Kurulun da
tasdik ettiği kararlar, Yüksek Yargıtay’ın tümünün kabul ettiği olgular. Siz, bunların hepsini ortadan
kaldırıyorsunuz. Böyle bir düşünce olabilir mi? Bunun hukukla bağdaşan bir tarafı var mıdır, ada-
letle bağdaşan bir tarafı var mıdır, Anayasayla bağdaşır mı, mantıkla ve akılla bağdaşır mı böyle
bir şey; hayır.
Ayrıca bu hüküm, yine devam eden maddede, “Devletin özel kanunlar gereğince sattığı, is-
kanen verdiği yerler için de aynen uygulanır, onlar da aynı şeklide sahiplerine iade edilir” diyor.
Dolayısıyla orada da aynı şekilde mahkeme kararları, yargı, hukuk, adalet, hepsi bir tarafa; ama
siyasetçinin görüşü, düşüncesi, arzusu bir tarafa.
Proje alanı diye bir olgu ihdas ettiler bu Kanun içerisinde. Proje alanı nedir? 2B’yle çıkmış olan,
2A’yla çıkmış olan alanlarda TOKİ’ye, büyükşehir belediyelerine, diğer belde belediyelerine yetki
veriyor; yani “Orada bir imar düzenlemesi yap, bir proje yap, bana getir, ben kabul edeyim, sen
de ona göre orada istediğin yap” diyor. Nedir proje alanı; mevcut 2B alanlarının ötesine çıkmak
suretiyle… Kanunda da diyor ki, “Çevreyle bütünlük sağlamak üzere.” Çevreyle bütünlük sağlamak
demek, mevcut 2B alanlarına etrafındaki yerleri de ilave etmek demektir. Oraları ilave etme hak-
kını siz kime, niye veriyorsunuz? 2B uygulanmamış yer var 2B’ye bitişik, 2A uygulanmamış yerler
var onun çok yakınında; ama bu maddeye göre bu, proje alanlarının kapsamı içine giriyor. Proje
alanına girdiği zaman, TOKİ’nin veya belediyelerin orada ne yapacağını, nasıl bir proje alanı belir-
leyeceğini bilemezsiniz. Bu proje alanlarını belirliyor, Çevre ve Şehircilik Bakanlığına, Maliye Ba-
kanlığına intikal ediyor, ondan sonra uygulamaya geçiliyor. Bunun da olayı nerelere götüreceğini
herhalde tahmin edersiniz.
Kanunun tüm maddelerini açıklama olanağımız yok; özet olarak veriyorum. “2A alanlarında
yapılan tespit, tefrik, dışarı çıkarma işlemlerine karşı yapılan itiraz ve davalar bu işlemleri durdur-
maz. Bu işlemlerle ilgili olarak tedbir ve yürütmeyi durdurma kararı verilemez. Açılan davalarda
kişiler lehine karar konusu olan yerler kamulaştırılır. İtiraz mahkemeye intikal etmişse, kesinleşen
karara göre işlem yapılır” deniliyor. Siz, 2A alanlarında hiçbir şekilde yapılan işlemin durdurulma-
sına fırsat vermiyorsunuz, tedbir ve yürütmeyi durdurma kararı verdirmiyorsunuz mahkemeye.
Peki, 2B alanı içinde olmasına, 2A alanı içine olmasına rağmen, kişilerin ya da devletin hakikaten
orada bir hakkı varsa, orada tedbir ve yürütmeyi durdurma kararı almadan o dava yürür ve yanlış
sonuçlanırsa, bunun yanlış sonuçlarını kim tamir edecek, kim düzeltecek? Tedbir ve yürütmeyi
durdurma kararı hakkını niçin alıyorsunuz elinden? İşte, yine bir yerde yargı durduruldu, yargı erki-
nin bütün gücü elinden alındı, denetim mekanizması kaldırıldı. Oysa, gerek evrensel hukuka göre,
gerek kendi milli hukukumuza göre, idari tasarru�arın tümü yargı denetimine tabidir, tabi olmak
mecburiyetindedir. Aksi halde keyfilik başlar, yargı denetlemezse bir şeyi keyfilik başlar. Siz burada
yargı denetimini kaldırıyorsunuz. Birinde “Dava açamaz” diyorsunuz, öbüründe “Yürütmeyi dur-
durma ve tedbir veremez” diyorsunuz, bütün haklarını elinden alıyorsunuz. Böyle bir şey olamaz?
Yine bu Yasanın bir başka maddesinde, “Bütün bu işlemlerle ilgili olarak yapılan masra�ar va-
tandaştan tahsil edilmez, bir şey almayacaksın vatandaştan.” Ne Harçlar Kanununa göre, ne Vergi
Kanununa göre, ne Belediye Gelirleri Kanununa göre bu işlerle ilgili işlemlerden alınması gereken
230
-ki, idari işlerdir bunlar, mali işlerdir, devlet tasarrufudur- hiçbirinden beş kuruş para almayacaksın”
diyor. Nasıl oluyor? Hiçbir şekilde devletin gelirini tahsil etmemek nasıl oluyor? Bu nedir; bu da
üstü kapalı bir mali aftır, bu da bir aftır. Yüzlerce, binlerce insanın bu konuda yapacağı işlemler-
le ilgili olarak devlete para ödemesi gereken yerler var; harcı var, resmi var, vergisi var. “Hiçbirini
vermeyecek, almayacaksın hiçbirisini” diyor. Hatta ve hatta, “Hazine’yle görülen davalarda, dava
bittiği zaman, yargı gideri tara�arın üzerinde bırakılır. Hazine lehine ücreti vekalet vermeyeceksin,
vermişsen tahsil etmeyeceksin” diyor. Bunun mantıkla bağdaşır bir tarafı var mı? Hazine bir dava
kazanmış, avukatları davaya girmiş çıkmış, kazanmış, olay bitmiş, kesinleşmiş, Yargıtay’dan da geç-
miş, “Sen burada ücreti vekalet vermeyeceksin, verdiysen de almayacaksın” diyor, “Yargı giderlerini
tara�arın üzerinde bırakacaksın” diyor. Hazine ne yapmışsa üzerinde kalacak, karşı taraftan tahsil
edemeyecek. Bunun adına ne denir; bu da bir mali aftır. Siz bu mali a�ı ne hakla, kimlere, nasıl
tanıyorsunuz? Bunu geniş kapsamlı olarak düşündüğümüz zaman karşımıza şu çıkar. Anayasanın
eşitlik ilkesi var. Türkiye’de bugün 2B ve 2A’ya konu olan yerlerle ilgili devlete muhatap olan insan
sayısı ne kadardır, bilmiyorum; ama Türkiye nüfusunun herhalde on binde 1’i bile değildir belki.
Peki, siz geri kalan nüfusun bu konudaki hakkını nasıl çiğniyorsunuz? Oradan vergi almıyorsunuz;
ama bir başka vatandaşın başka bir konusu oldu mu, bütün harçları, bütün vergileri, hepsini elin-
den alıyorsunuz, tahsil ediyorsunuz. Anayasanın eşitlik ilkesini çiğnemek hakkını size kim veriyor?
Bunu da mı tanımıyorsunuz? Eşitlik hakkı keyif için mi konuldu Anayasaya? İnsan haklarına dayalı
temel kavram, eşitlik ilkesi. Yargı karşısında, devletin karşısında, en küçükten en büyüğe kadar her-
kes eşittir, haklarını kullanır, alacağını alır, borcunu öder. Ama siz bu hakkı ortadan kaldırıyorsunuz,
eşitlik ilkesini, “Bu işlemlerden dolayı hiç kimseden bir şey almayacaksın” diyorsunuz. Sonra “24
milyar gelir elde edeceğim” diyorsunuz. Hem yarı fiyatına, 3’te 1’ine satıyorsunuz, hem de hiçbir
vergi ve harç almıyorsunuz; ama “Gelir elde edeceğim” diyorsunuz. Ama zaten temeli sakat. Orman
satılarak devlet bütçesi düzeltilmez. Ormanın kendisi bütçedir, orman hazinedir.
Çok vahim bir madde daha var. Biliyorsunuz, Orman Kanunu, 6831 sayılı Yasanın 2. Maddesi-
nin 4. Fıkrası ve 17. Madde, çok kıymetli yerler için tahsis, izin, irtifak hakkını tanımıyor, kadastro
yapılmasına da izin vermiyor. Nereler buralar? Buralar en kıymetli ormanlar, muhafaza ormanları,
askeri yasak bölgeler, izin ve irtifak hakkına konu olan yerler. Peki, daha önce bu yasaları yapanlar
keyif için mi bu 3 kategoride toplanan taşınmazları 2B’den uzak tutmuş, orman tahdidinden de
uzak tutmuş? Niçin? Muhafaza ormanı da 2B olur mu? Muhafaza ormanı Türkiye’nin en değerli
yerleri; sağlık, ekonomi, siyasi, ekonomi, her konuda, her yönden değerli olan yerler. “2B yapamaz-
sın” demiş. Burada gelip de birisi burayı işgal edemez. Muhafaza ormanı, askeri yasak bölgeler,
devletin güvenliğiyle ilgili yerler buralar. Sen, askeri yasak bölgelerde bulunan ormanlarda 2B’ye
izin vermiyorsun ve hiçbir şekilde izin ve irtifak da vermiyorsun. Neden? Devletin güvenliğiyle
ilgili, oradaki birliğin varlığıyla ilgili, Türkiye Cumhuriyetinin kaderiyle ilgili yerler. İzin ve irtifak
hakkı tesis edilen yerler neresi? Buralarda da devletle vatandaş arasında 17. Madde uyarınca ya-
pılmış anlaşmalar var. İzin ve irtifak verdiğin yerde sınırlar çizilmiş, miktar belli, amaç belli. Bütün
bunlara rağmen, evvelce Kanunda, “Buralarda 2B yapılmaz, kadastro yapılmaz, buraya kimse gire-
mez, işgal edemez, kullanamaz. 2B’te tabi tutup çıkaramazsın, kimseye veremezsin burayı” diyor.
Yeni Kanunda deniliyor ki, “2. Maddenin 4. Fıkrasını burada uygulamayacaksın. Buralarda da 2B ve
orman kadastrosu yapılır.” Hatta sınır koymuş, “6 ay içerisinde tamamlanır” diyor. Yani memleketin
bu kadar değerli, bu kadar önemli yerleri için, “6 ay içerisinde, sen git, 2B yap, ver bunları. Kime
çıkmışsa, ne olmuşsa, ver ya da buralara yakın, eşdeğerde başka bir yer ver; yani A’yı değil, B’yi ver
onun yerine” diyor.
Değerli arkadaşlarım, değerli izleyiciler, değerli katılımcılar; bütün bunları topladığımız za-
231
man, karşımızda hakikaten mantığın, aklın, hukukun, adaletin kabul etmeyeceği çizgi ötesi şeyler
vardır. Dolayısıyla bütün bunlar aklın, çizginin ötesindeki olaylardır. Bunlar kabul edilemez değerli
arkadaşlarım.
Bir nokta var; onu da ifade etmeden geçemeyeceğim. İçinde bulunduğumuz, emekçilerin hak-
larını savunan Petrol-İş Sendikasının bu güzel mekânı, bu güzel beraberlik, bu özgürlük, bunları
konuşabilme hakkı, özgürlüğü ve bütün bunların varlığını kime borçluyuz; Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’e borçluyuz. Büyük Atatürk’ü de yine bütün bu olaylar çerçevesinde saygıyla, rahmetle,
şükranla anıyorum, aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum ve bir sözünü söylemek istiyorum.
Atatürk, o deha, geçmişte bile bugünleri görerek ve bütün dünyanın geleceğini görerek şunu söy-
lemişti: “Geri kalmış ulusların, hatta bütün dünyanın huzurunu bozan acımasız kapitalizm. Kapita-
lizmin arkasındaki uluslararası sermaye, en büyük güç odur. Dikkatli olun! Onun arkasında da em-
peryalizm vardır.” İşte, emperyalizm bugün o gücünü kullanıyor, uluslararası sermayeyle her şeye
hâkim durumda. Dün ve bugün kentsel dönüşümü konuşan arkadaşlarımızın, değerli uzmanla-
rın yaptıkları açıklamalardan çok yararlandım, çok değerli açıklamalar yaptılar. İşte bu felaketleri
gördüğü için Gazi Mustafa Kemal, bunu yıllar önce de dile getirmiş, açıklamış. Onun çizdiği yolu
da bırakalım, söyledikleri gerçek olduğu halde hâlâ tersini yapmaya çalışanlar var. Çok acı. Ama
başaramayacaklar. Yine ülke, yine toplum Atatürk’ün yolunda, yine Cumhuriyeti de koruyacaktır,
ormanını da koruyacaktır, toprağını da koruyacaktır.
Saygılar sunuyorum.
Prof. Dr. Beyza Üstün (Oturum Yürütücüsü) - Sayın Ferruh Atbaşoğlu’na çok teşekkür ediyoruz.
2B’nin ne kadar sanal, hukuk dışı, bilim dayanağı olmayan bir dayatma ve yağmalama mantığın-
da önümüze sürüldüğünü, yasalarla nasıl bugüne kadar hukuksal bir zemine taşındığını, buna
rağmen Anayasa Mahkemesinin hangi süreçlerle bu yağma-yasalama ilişkisini yıkmaya çalıştığını
bize bütün örnekleriyle aktardı. Buna rağmen devam ediyor bu sanal dayatma. Yaşamın en temel
varlığı olan, destekçisi olan ormanların nasıl sermaye birikimine sokulma çabaları içinde oldukla-
rını Sayın Atbaşoğlu oldukça iyi aktardı.
232
Dokuzuncu Oturum
16 Kasım 2012, Cuma
2B ve Orman Kadastrosu Paneli
Oturum Yürütücüsü: Prof. Dr. Beyza ÜSTÜN
2B ve Orman Kadastrosuna Bakış
Prof. Dr. Erol Köktürk - Dr. Erdal KÖKTÜRK
2B ve 6292 Sayılı Yasanın Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü
Açısından Getirdikleri
Mehmet YİĞİT
6292 sayılı yasanın uygulanması süreci, 2B konusunda yaşanan
yeni sürecin olası etkileri
Besim SERTOK
233
Prof. Dr. Beyza Üstün (Oturum Yürütücüsü) - Bu panelde de bu sanal dayatmanın boyutlarını
konuşacağız. Bunu konuşmak üzere, 2B ve Kadastro Panelinde bu sözlerini söylemek üzere, sayın
konuşmacıları kürsüye davet ediyorum.
Sayın Prof. Dr. Erol Köktürk - Dr. Erdal Köktürk, Buyrun efendim.
Sayın Mehmet Yiğit, Buyrun efendim.
Sayın Besim Sertok, Buyrun efendim.
Değerli Dostlar; hepimiz aslında bir yığın sermaye saldırısının süreçlerinin içinde boğuşuyo-
ruz, mücadele ediyoruz. Öncelikle bu mücadeleyi her boyutta yapanlara buradan saygılarımı sun-
mak istiyorum.
Tabii, meslek örgütleri başta olmak üzere çok önemli çabalar içindeyiz. Sermaye, kentlerde
kentsel dönüşüm adı altında yaşam alanlarına saldırıyor, mülksüzleştiriyor. Sanıyorum, 2 gün bo-
yunca bu konu yeterince burada irdelendi, konuşuldu. Kırlarda ya da su havzalarında, başta yaşam
için ve su için en önemli güç olan, en önemli destekçisi olan, ekolojik bir kimlik olan ormanları -ki,
ormanlara su açısından ve yaşam açısından doğal arıtım rezervleri olarak bakıyoruz; içine ne verir-
seniz arıtıyor- bunun bütün süreçlerini su havzalarında çalışıyoruz, suyun doğal barajı olarak yo-
rumluyoruz. Yaşama can sağlıyor. Görünen odur ki, 2B dayatmasını dışında, 2A’lar da dâhil olmak
üzere, derelerin üzerinde yapılanlar, su havzalarının üzerine yapılan bütün sermaye saldırılarının
en can alıcı noktası ormanlar. Oradan devam ediyorlar.
Sayın Atbaşoğlu, bunun Kanunun içinde proje alanı olarak geçirdiklerini söyledi. Bunu aslında
planların içine soktular. Sermayenin eline geçireceği bütün doğal alanlar proje alanı olarak işaret-
lendi; yani planları da, üst ölçek planları da çıkarttılar. Kanun hükmünde kararnameler ne kadar
kanun sayılır? Bakanlar Kurulunun bir yayınıdır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kanun hükmünde
kararnamelerle, 648 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve gelecek diğerleriyle, su havzalarındaki
234
bütün varlıkların tahsisini Bakanlığın, Bakanlar Kurulunun yetkilerine de sundu. Dolayısıyla kanun-
laştırdılar.
Hepimiz bunlarla mücadele ediyoruz; ama mücadele ederken, nedense çok fazla içselleş-
tirmediğimiz için, bir taraftan mücadeleyi yürütüp, diğer taraftan onlara sermaye biriktirmeye
devam ediyoruz. Bir orman ekosisteminin taban rezervinden, akiferinden çıkartılmış, sermaye
tarafından birikime sokulmuş, ne kadar sağlıklı olduğunu bilmediğimiz, sağlıksız olduğunu bü-
tün uzmanların ortaya koyduğu bu şişeleri evlerimize, çantalarımıza almaya devam ediyoruz. Su
havzalarına karşı yapılan mücadele edenlere üzülüyoruz, desteklediğimizi söylüyoruz; ama her
yerel, bu yerelindeki dönüşümü kendi içinde vücutlarıyla karşı koymaya çalışıyor. Onları da kısmen
izliyoruz, seyrediyoruz.
Süreç çok hızlı gelişiyor. Her yerde olduğu gibi, burada da haddimi aşıp, sınırlarımı zorlayıp,
hepimizi taraf olmaya davet ediyorum. Sayın Beşikçi, bundan önceki oturumda bunun arka planı-
nı okudu. Ormanlara yapılanlarla kentteki kentsel dönüşüm adı altındaki saldırılar ya da HES’lerle
derelere saldıranlar ya da yeraltı sularını çekip şişeleyenler ya da kıyı ekosistemini şimdi çıkacak
olan Su Kanun Tasarısında olduğu gibi denizin içine doğru 1852, yani 1 mil kullanım alanına açan-
lar, bunu önden plana işleyenler, önden kanun hükmünde kararnamelerle su tahsisleri adı altında
arazileri verenler ya da bunun önünde yoluna çıkan şahsa ait mülkleri de acele kamulaştırmayla
kamulaştırıp şirketin kimliğine sokanlara hep beraber, bu olayların bütününde bakmamız gereki-
yor.
Sözü daha fazla uzatmadan, bunun bir kapsamında olan, ormana tek bir saldırı alanı olarak
tanımlanan 2B’yi konuşmak üzere, Sayın Prof. Dr. Erol Köktürk’e veriyorum sözü. 2B ve Orman
Kadastrosuna Bakışı bize aktaracaklar.
2B VE ORMAN KADASTROSUNA BAKIŞ
Prof. Dr. Erol Köktürk - Dr. Erdal Köktürk
Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Özet
Ormanlar, doğal yaşamın ve biyolojik çeşitliliğin korunması, erozyonun önlenmesi, su rejiminin
düzenlenmesi, toplum sağlığı, iklimi düzenleme, turizm, yaşanabilir çevreye ve daha pek çok faaliyete
katkısı nedeniyle önemli ve vazgeçilmez bir doğal kaynaktır. İçinde toprak, orman içi sular, yaban hay-
vanları, bitkiler, yer altı mineralleri gibi pek çok unsuru barındırması yanı sıra, yenilenebilen biyolojik
bir varlık olması nedeniyle de her türlü risklere açık bir alandır. Bu durum, orman alanlarının giderek
azalmasına yol açmaktadır.
Türkiye’nin % 27.2’si (21.2 milyon hektar) ormanlarla kaplıdır. Son 50 yılda, sanayileşme, kentleş-
me ve aşırı nüfus artışı yüzünden ormanların % 2.23’ü (4 734.19 km²) tahrip edilmiş ve orman sınırları
dışına çıkarılmıştır. Ormanları korumak için, sınırlarının belirlenmesini ve mülkiyetinin tapu kütüğüne
tescil edilmesini sağlayan “orman kadastrosu” devreye konulmuştur. Ancak, istenilen sonuçlar alına-
235
mamıştır. 68 yılda (1937-2005), ormanların % 92.2’sinin (19.526.597 hektar) kadastrosu tamamlan-
mıştır. Ancak, kadastrosu tamamlanarak sınırlandırılan ormanların yalnızca ¼’ü tapu kütüğüne tescil
edilebilmiştir.
Türkiye’de, orman kadastrosunun bir türlü bitirilememesi, ormanları ve sınırlarını korumasız du-
ruma getirmiş ve ormanların işgalini kolaylaştırmıştır. Bu durum, Türkiye’de ormanlar üzerinde yasal
olmayan bir şekilde ilçeler, fabrikalar, mahalleler, köyler kurulmasına neden olmuştur.
Sürdürülebilir ormancılık açısından, orman alanlarının nicelik ve niteliğini olumsuz etkileyecek
etkenlerin yok edilmesi ve orman alanlarının azalmasına yol açan nedenlerin ortadan kaldırılması
gerekmektedir.
Ayrıca orman bütünlüğünü bozmayacak, su ve toprak rejimine zarar vermeyecek, biyolojik çeşit-
liliği, yaban hayatı, tarihsel ve kültürel değerleri koruyacak ve düzenleyecek esasların kesin olarak ta-
nımlanması ve herkesin bu kurallara ödünsüz uyması sağlanmalıdır.
Bildiri, Türkiye’nin son 50 yılında en çok tartışılan bir konuyu, ‘Orman Kadastrosu’ ve ‘2-B’ konusu-
nu tüm ayrıntıları ile incelemektedir. Ayrıca, orman kadastrosu, ormanların sınırlandırılmasındaki ba-
şarısızlıklar, orman içi açıklıklar (diğer bir deyişle, orman içinde ağaçsız ve örtüsüz alanlar (boşluklar))
ve orman niteliğini yitirdiği gerekçesiyle orman dışına çıkarılan alanlar tartışılmaktadır.
Bu arada, Türkiye’de ormanların ve sınırlarının korunması faaliyetleri ve bu konuda edinilen dene-
yimler göz önünde tutularak geleceğe ilişkin birtakım çözümler önerilmektedir.
1. GİRİŞ
Anayasa’da ormanın tanımı yapılmamış, konu orman yasalarına bırakılmıştır. 31.08.1956 ta-
rihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu, ormanı, “...Tabii olarak yetişen veya emekle yetiştirilen ağaç
ve ağaççık toplulukları yerleriyle birlikte orman sayılır...” biçiminde tanımlamıştır (Madde: 1). Bu
tanımdaki, ormanı belirleyen “ağaç”, “ağaççık” toplulukları ve “yer” öğeleri, 1937 tarihli ve 3116
sayılı; 1945 tarihli ve 4785 sayılı; 1950 tarihli ve 5653 sayılı yasalarda da aynen korunmuştur. Ana-
yasa Mahkemesi ve Yargıtay’a göre, ağaçlar herhangi bir nedenle yok olursa, yerleri ormanın bir
unsuru olmak niteliğini yitirmez; orman toprağı ve yeri olmakta devam eder (Anayasa Mahkemesi
Kararı, 10.03.1966, E. 1965/44, K. 1966/14; Anayasa Mahkemesi Kararı, 28.11.1989, E. 1988/63, K.
1989/47; YHGK Kararı, 03.06.1998, E. 1998/20-463, K. 1998/386).
Yasa koyucu, ormanı Anayasa’da değil, 6831 sayılı Orman Yasası’nın 1. maddesinde tanımlamış
ve devamındaki ikinci fıkrada hangi arazilerin orman sayılmayacağını yani ormanın istisnalarını
saymış ve 2. maddede ne tür yerlerin orman sınırları dışına çıkarılacağını belirtmiştir. Buna göre,
Madde 2 – (Değişik: 05.06.1986 - 3302/1 md.) Orman sayılan yerlerden:
A) Öncelikle orman içindeki köyler halkının kısmen veya tamamen yerleştirilmesi maksadıy-
la, orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım
alanlarına dönüştürülmesinde yarar olduğu tespit edilen yerler,
B) 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş
yerler,
dışında orman sınırlarında hiçbir suretle daraltma yapılamaz.
236
Yasanın ayrık kuralına ve doğal niteliği gereği korunması ve çoğaltılması konusundaki duyarlı-
lığa karşın, orman örtüsü, sürekli olarak yok edilmektedir. Bunun pek çok nedeni vardır. En önemli
nedenler arasında;
1. Orman aleyhine sıkça yapılan yasal düzenlemeler,
2. Ormanların içinde kamu yararı adı altında farklı kamu hizmetleri için yapı izni verilmesi,
3. Ormanlarda maden, taş, kum, kireç, kömür ve benzeri ocakların açılması ve işletilmesi için
izin verilmesi,
4. Ormanların turizm için gerçek ve tüzel kişilere tahsis edilmesi,
5. Özel ormanlarda yapılaşma izni verilmesi,
6. Ormanların sınırlarının ölçülerek tapu kütüğüne tescil edilmesi olarak tanımlanan orman
kadastrosunun tamamlanamaması, bu yüzden ormanların mülkiyet sorununun devam etmesi,
7. Yasal olmayan bir şekilde işgal edilmeleri yüzünden, bilim ve fen bakımından orman niteli-
ğini yitirdikleri kabul edilen ve bu yüzden orman rejimi dışına çıkarılan yerler,
sayılabilir.
Bu nedenler arasında yer alan orman kadastrosunun bir türlü tamamlanamamasının yol aç-
tığı sorunlar bu bildirinin ana konusudur. Orman kadastrosu çalışmalarının bir bölümü, hukuken
geçerli olmakla birlikte (3402 sayılı Kadastro Yasası, Madde: 22/son), “... kadastro tekniğine ve
yürürlükteki yönetmelik ve standartlara uygun olarak yapılması...” öngörüleri (DPT 1995: 58) ya-
şama geçirilemediğinden, teknik yetersizlikler yüzünden tapu kütüğüne tescil edilememektedir.
Yıllardır bu işlemlere uygulama kabiliyeti de kazandırılamaması, orman tahribini artıran etkenler
arasında sayılmıştır (Köktürk 1999; Turhan 2002: 24-25; Türker 2003).
Dolayısıyla, sınırlandırılmakla beraber tapu kütüğüne tescil edilemeyen ormanların,
Anayasa’nın 169. maddesindeki koruyucu kuralların dışında kaldıkları söylenebilir.
Orman kadastro komisyonlarınca orman sınırları dışına çıkarılan yerlerle ilgili işlemlerin önce-
likle ve 2924 sayılı Yasanın yayımlandığı 20.10.1983 tarihinden başlayarak iki yıl içinde tamamlan-
ması öngörüldüğü halde bu hedefe ulaşılamamış ve aynı zamanda, kaçak ve izinsiz yapılarla işgal
edilmeleri de önlenememiştir. Bir türlü kontrol altına alınamayan arazi yağmasının kentlerdeki
ormanlara da sıçraması sonucu oluşan bu durum, kamuoyunda ciddi tartışmaları da beraberinde
getirmiştir.
Hangi nedenlerle ve gerekçelerle orman dışına çıkarıldıkları bir yana, kentsel alanlarda koru-
masız ve sahipsiz kalan 2-B arazileri üzerinde “rant” ve “çıkar” hesapları anayasa değişikliklerinin
yapılmasına kadar uzanmıştır. Mülkiyet sorunları çözülmediği gibi, imar planı kapsamına alınıp
alınmayacakları konusunda yaşanan belirsizliklere karşın, bu araziler paylaşılmışlar ve işgalcile-
rinin kural tanımaz duruma gelmeleri yüzünden kamuoyunda ciddi tepkilere neden olmuşlardır
2. ORMANLARLA İLGİLİ YASAL DEĞİŞİKLİKLER
Türkiye’de ormanların korunmasını güçleştiren etkenlerin başında, ormanlarla ilgili kuralların
sıkça değiştirilmesi gelmektedir. Her yasa değişikliğinde, ormanların sınırları, sil baştan yeniden
belirlenmek ve tanımlanmak zorunda kalmaktadır. Bu durum, orman kadastrosunu da içinden çı-
kılamaz duruma getirmektedir. Aşağıda açıklandığı üzere, ormanlarla ilgili kurallarda son 50 yılda
40’ın üzerinde değişiklik yapılmıştır. Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilen yasalar da eklendiğinde,
bu sayı 60’a yaklaşmaktadır. Bu durum, ormanları rant ve çıkar aracı olarak gören politik yaklaşım-
237
ların, ormanlar üzerinde ne kadar etkili olduğunun kanıtıdır. Yasa değişikliklerindeki artışlar, or-
man tahribinin önlenemez noktalara ulaşmasında, teknik çalışmalardaki yetersizlikler ve yönetim
yanlışlıkları kadar politikanın da önemli rol oynadığını göstermektedir.
Türkiye’de ormanlarla ilgili ve orman kadastrosunu da düzenleyen ve etkileyen kurallar; 1)
Anayasa, 2) Türk Medeni Kanunu, 3) 6831 sayılı Orman Yasası, 4) 6292 sayılı Orman Köylülerinin
Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değer-
lendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Yasa, 5) 3402 sayılı Kadastro Yasası
olmak üzere beş ayrı yasada yer almıştır;
1. 09.11.1982 tarihli ve 2709 sayılı Anayasa: Toprak mülkiyeti (m. 44), Ormanların korunması
ve geliştirilmesi (m. 169), Orman köylüsünün korunması (m. 170).
2. 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu: Sahipsiz yerler ve yararı kamuya ait
mallar (Madde 715), Araziye dikilen fidanlar (Madde 729), Bitkiler (Madde 740), Orman ve meraya
girme (Madde 751), Kamu hukuku kısıtlamaları (Madde 754), Toprağın iyileştirilmesi (Madde 755),
Ormanlar (Madde 818), Kaydedilmeyecek taşınmazlar (Madde 999),
3. Orman Yasaları;
3.1. Yürürlükten kalkan 08.02.1937 tarihli ve 3116 sayılı ilk Orman Yasası’nda değişiklik ya-
pan yasalar;
3.2. 31.08.1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Yasası’nda değişiklik yapan yasalar;
238
Sıra Değişiklik Kabul Sıra Değişiklik KabulNo Yapan Tarihi No Yapan Tarihi
Yasa No Yasa No
1 3444 16.03.1938 3 5658 24.03.1950
2 4785 09.07.1945 4 5653 24.03.1950
Sıra Değişiklik Yürürlüğe Sıra Değişiklik YürürlüğeNo Yapan Giriş No Yapan Giriş
Yasa No Tarihi Yasa No Tarihi
1 7395 15.12.1959 13 4569 30.05.2000
2 1056 17.07.1968 14 4570 30.05.2000
3 1444 25.07.1971 15 4629 03.03.2001
4 1744 04.07.1973 16 4915 11.07.2003
5 1906 14.06.1975 17 4999 18.11.2003
6 2655 20.04.1982 18 5177 05.06.2004
7 2896 01.03.1984 19 5192 03.07.2004
8 3302 01.01.1984 20 5218 21.07.2004
9 3373 19.06.1986 21 5728 08.02.2008
10 3493 11.11.1988 22 5831 27.01.2009
11 4079 08.03.1995 23 6292 26.04.2012
12 4114 08.07.1995 24 6306 31.05.2012
Sıra Değişiklik Yürürlüğe Sıra Değişiklik YürürlüğeNo Yapan Giriş No Yapan Giriş
Yasa No Tarihi Yasa No Tarihi
1 4576 13.06.2000 4 5728 08.02.2008
2 5304 03.03.2005 5 5831 27.01.2009
3 5403 19.07.2005 6 5841 14.03.2009
4. 6292 Sayılı Yasa ile yürürlükten kaldırılan 17.10.1983 tarihli ve 2924 sayılı Orman Köylü-
lerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi Hakkında Yasa’da değişiklik yapan yasalar;
5. 21.06.1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Yasası’nda değişiklik yapan yasalar;
Çeşitli yasaların ormanlarla ilgili kurallarında sıkça yapılan değişiklikler, bu kez, Anayasa
Mahkemesi’nde açılan iptal davalarında artışlara neden olmuştur. Anayasa Mahkemesi’nde, son
25 yılda açılan ve karara bağlanan dava sayısı 20’dir (Çizelge 1).
Çizelge 1: Ormanlara İlişkin Anayasa Mahkemesince Verilen Kararlarla İlgili
239
Sıra Değişiklik Kabul Sıra Değişiklik KabulNo Yapan Tarihi No Yapan Tarihi
Yasa No Yasa No
1 3763 07.09.1991 4 KHK-589 17.01.2000
2 4127 04.11.1995 5 4629 03.03.2001
3 4342 28.02.1998
Yasa Karar Esas-Karar Kararın Konusu Tarihi No
6831 10.03.1966 1965/44 Or man Kanununa 15.07.1965 günlü ve 663 sayılı Kanunla eklenen 1966/14 geçici 6. maddenin, Anayasa’nın 37. ve 131. maddelerine aykırı
olduğu öne sürülerek iptali istemi (Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı: 4, 1992).
22.01.1985 1984/10 Orman Kanunu’nun 17. maddesinin birinci fıkrasında yer alan 1985/2 “İşlenmesi, ekilmesi” sözcüklerinin Anayasa’nın Başlangıcıyla 10., 17., 138. ve 170. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptali istemi. 28.11.1989 1988/63 Orman Yasası’nın 1. maddesinin (f ) bendinin Anayasa’nın 169. 1989/47 maddesine aykırılığı ileri sürülerek iptaline karar verilmesi istemi
(Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı: 27, 1993). 17.12.2002 2000/75 Orman Kanunu’nun 3373 sayılı Yasa ile değiştirilen 17. maddesinin 2002/200 üçüncü fıkrasının Anayasa’nın 63. ve 169. maddelerine aykırılığı savıyla iptali istemi (Resmi Gazete, Tarih: 08.11.2003). 17.3.2004 2003/100 Orman Kanunu’nun 1. maddesinin ikinci fıkrasının (H) bendi ve 2004/6 YD 13. maddesi ile 116. maddesinin birinci fıkrasının (A) ve (B) bentlerindeki “...kızılağaçlıklar ile aşılı kestanelikler,...”sözcüklerinin
Anayasa’nın 2., 11., 35., 44. ve 169. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptali istemi (Resmi Gazete, Tarih: 20.03.2004). 17.3.2004 2003/100 Orman Kanunu’nun 1. maddesinin ikinci fıkrasının (H) bendi ve 2004/33 13. maddesi ile 116. maddesinin birinci fıkrasının (A) ve (B) bentlerindeki “...kızılağaçlıklar ile aşılı kestanelikler,...”sözcüklerinin
Anayasa’nın 2., 11., 35., 44. ve 169. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptali istemi (Resmi Gazete, Tarih: 18.05.2004).
6831 22.11.2007 2004/67 Orman Kanunu’nun 17. maddesinin 17.6.2004 günlü, 5192 sayılı 2007/83 Yasa’nın 1. maddesiyle yeniden düzenlenen üçüncü ve dördüncü
fıkralarının, Anayasa’nın 2., 11. ve 169. maddelerine aykırılığı savıyla iptalleri ve yürürlüklerinin durdurulması istemi (R.G., Tarih: 19.01.2008).2924 30.03.1993 E.1992/48 Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi Hakkında Kanun’un
K.1993/14 Kanun’un 11. Maddesinin birinci ve dördüncü fıkralarındaki kimi hükümlerin Anayasanın 10., 44., 56., 169. ve 170. maddelerine aykırılığı savıyla iptali istemi (Resmi Gazete, Tarih: 05.03.1994).
16.04.1996 1996/2 2924 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi
1996/10 Hakkında Kanun’un 11. maddesinin 30.10.1995 günlü, 4127 sayılı Yasa ile değişik üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkralarının, Anayasa’nın
44., 56., 169. ve 170. maddelerine aykırılığı savıyla iptali istemi. 20.06.1996 E.1996/26 Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi Hakkında Kanun’un K.1996/22 11. Maddesinin üçüncü fıkrasının kimi hükmünün Anayasanın 153. ve 170. maddelerine aykırılığı savıyla iptali istemi (R. G., Tarih: 09.01.1997).3402 17.03.1988 E.1988/6 Kadastro Yasasının 45. maddesinin üçüncü fıkrasının anayasanın 169.
K.1988/6 maddesine aykırı olduğu kanısıyla iptali istemi (R. G. Tarih: 20.08.1988). 01.06.1988 E.1987/31 Kadastro Yasası’nın 14., 17., 45. ve 46. maddelerinin kimi hükümlerinin
K.1988/13 Anayasanın 10., 35., 44., 169. ve 170. maddelerine aykırı olduğu nedeniyle iptalleri istemi (Resmi Gazete, Tarih: 20.08.1988). 01.06.1988 E.1987/32 Kadastro Yasası’nın 14., 17., 45. ve 46. maddelerinin kimi hükümlerinin
K.1988/14 Anayasanın 10., 35., 44., 169. ve 170. maddelerine aykırı olduğu nedeniyle iptali istemi (Resmi Gazete, Tarih: 20.08.1988). 14.03.1989 E.1988/35 Kadastro Yasası’nın 45. maddesinin üçüncü fıkrasındaki kimi hükümleri
K.1989/13 ile dördüncü fıkrasının, Anayasanın 44., 169. ve 170. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptali istemi 13.06.1989 E.1989/7 Kadastro Yasası’nın 45. maddesinin üçüncü fıkrasındaki kimi hükümlerin K.1989/25 Anayasanın 44. ve 169. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptali istemi
(Resmi Gazete, Tarih: 08.10.1989). 11.12.1990 E.1990/37 Kadastro Yasası’nın 45. maddesinin üçüncü fıkrasındaki kimi hükümlerin K.1990/32 Anayasanın 169. ve 170. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptali istemi (Resmi Gazete, Tarih: 21.12.1990). 12.05.2011 2009/24, 5831 sayılı yasanın 4. maddesi, 5. fıkrasındaki, “kadastro, ifraz ve 2011/75 tescil işlemlerinin, İmar Kanunu ile Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı
Kanunu’ndaki kısıtlamalara tabi olmaksızın yapılacağı,” düzenlemesinin Anayasaya aykırı olduğu istemi (Resmi Gazete, Tarih: 23.07.2011)
2981 27.09.1995 E.1995/13 İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı K.1995/51 İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi
Hakkında Kanun’un Geçici 2/e bendinin Anayasanın 169. ve 170. maddelerine aykırılığı savıyla iptali istemi (R. G., Tarih: 28.11.2002).4706 14.09.2001 E.2001/382 Hazineye Ait Taşınmaz Malların Değerlendirilmesi ve Katma Değer Vergisi
K.2001/8 Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 3. maddesinin, Anayasanın 170. Mad. aykırılığı ileri sürülerek iptali istemi (R.G., Tar: 5.09.2001) 23.01.2002 E.2001/382 Hazineye Ait Taşınmaz Malların Değerlendirilmesi ve Katma Değer Vergisi
K.2001/2 Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 3. maddesinin, Anayasa- nın 170. maddesine aykırılığı ileri sürülerek iptali istemi (R.G., Tarih: 26.01.2002)
23.01.2002 E.2001/382 Hazineye Ait Taşınmaz Malların Değerlendirilmesi ve Katma Değer Vergisi K.2002/21 Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 3. maddesinin, Anayasa- nın 170. Mad. aykırılığı ileri sürülerek iptali istemi (R.G., Tar: 4.10.2002) 2634 07.05.2007 2006/169 Turizmi Teşvik Kanunu’nun 8. maddesinin A fıkrasının (1) numaralı bendi ile
2007/55 (b) alt bendinin, C ve D fıkralarının, Anayasanın 7. ve 169. mad.ne aykırılığı savıyla iptaline ve yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesi istemi (R.G., Tar: 24.11. 2007)
240
Yasa Karar Esas-Karar Kararın Konusu Tarihi No
Yukarıdaki çizelgeden de görüleceği üzere, ormanlarla ilgili olarak 6 ayrı yasada yapılan dü-
zenlemelere ilişkin Anayasa Mahkemesi’nde dava açıldığı ve % 80’inin iptal ile sonuçlandığı gö-
rülmektedir. Orman Yasası dışında, adeta şaşırtma taktiğiyle farklı yasalara eklenen maddelerle
amaca ulaşma inadı dikkat çekicidir. Ormanları yok etmeye adeta yemin etmiş kişi ve çevrelerin
dizginlenemeyen ihtirasına karşı, çevre ve orman duyarlığından yana kişi ve çevrelerin kararlılığı
umut vericidir.
3. ORMAN KADASTROSU SORUNU
Türkiye’nin % 27.2’si (21.2 milyon hektar) ormanlarla kaplıdır (DPT 2001: 12, DPT 2007: 4). Or-
manların sınırlandırılması ve Maliye Hazinesi adına tapu kütüğüne tescil edilmesi olarak tanımla-
nan “orman kadastrosu”nun, 18.02.1937 tarihli ve 3116 sayılı ilk Orman Yasası’nın 10. maddesinde,
“... tahdit komisyonlarının kanunun tatbikatından itibaren en az 250 bin hektar orman üzerinde
çalışmaları ve sınırlama ve ayırma işinin nihayet beş senede ikmali mecburidir ...” denilerek beş
yılda bitirilmesi öngörülmüştür. Ancak bu hedefe ulaşılamamıştır. 68 yılda (1937-2005), ormanla-
rın % 92.2’sinin (19.526.597 hektar) kadastrosu tamamlanmıştır (DPT 2007: 7, Çizelge 2).
Çizelge 2: Orman Kadastrosu ve Orman Dışına Çıkarılan Yerlerde Gerçekleşme Miktarları
Türkiye’de, 1937 yılından başlayarak 68 yılda kadastrosu tamamlanarak sınırları belirlenen or-
manların yalnızca ¼’ü tapu kütüğüne tescil edilebilmiştir (Turhan 2002, Köktürk 2004, TMMOB
2006). Türkiye’de orman kadastrosu tamamlanan 195.266 km2’lik alandan ¾ ’üne ait tapuya tescil
edilemeyen yaklaşık 146 bin km2’lik orman alanı 3 Hollanda, 3 İsveç, 5.5 Belçika, 1.7 Avusturya
büyüklüğündedir. Tapuya tescil edilen ormanların oranının az olmasının nedeni, orman kadastro-
sunun “kadastro ve harita tekniğine” uygun yürütülmemesidir (DPT 2001: 122). Bunun bir sonucu
olarak, Orman Yasası’nın 10. maddesinde yapılan bir değişiklikle, (05.11.2003 tarihli ve 4999 sayı-
lı Yasa), ormanların ölçülmesi ve kadastro haritalarının düzenlenmesinde harita mühendislerine
yetki verilmiştir.
241
Yıllar Türkiye’de Orman Orman Dışına
Orman Alanı Kadastrosunda Çıkarılarak
(Hektar) gerçekleşme Ormanlar
(Hektar) Yitirilen (Hek.)
1963 yılına kadar 21.188.746 3.839.936 -
1963-1967 “ 800.391 -
1968-1972 “ 1.766.824 -
1973-1977 “ 1.368.156 62.564
1978-1982 “ 1.463.202 39.996
1984 “ 51.992 11.707
1985-1989 “ 1.401.639 147.721
1990-1994 “ 2.292.260 130.974
1995-1999 “ 2.448.990 55.448
2000 “ 271.904 25.009
2001-2005 “ 3.821.303 -
TOPLAM (1937-2005) 21.188.746 19.526.597 473.419
(% 92.16) (% 2.23)
Yoğun bir yağmalanma baskısı altında bulunan, yitirildiğinde geri dönüşü zor olan ormanlar,
özellikle kentlerde ve kıyılarda içten ve dıştan betonlaşma süreci yaşamaktadırlar. Ormanların sı-
nırlarının bir türlü kesinleşmemesi, tespit edilen sınırların ise güvenliğinin sağlanamaması orman
tahribinin başlıca nedenleri arasındadır.
Türkiye’de orman kadastrosunu aksatan iki neden vardır; 1) orman bütünlüğünün olmama-
sı, 2) ülke yararı bakımından nerelerin orman olması gerektiğinin saptanamaması (Tokmanoğlu
1987: 161-163). Bu sorunlara, 68 yıl içinde tamamlanmakla beraber bir türlü tapuya tescil edile-
meyen orman kadastrosunun ne şekilde tapuya tescil edileceği de eklenmiştir. Tapuya tescil edi-
lemeyen orman kadastrosu belgelerine tescil kabiliyeti kazandırılması için son yıllarda peş peşe
düzenlemeler yapılmaktadır.
Bilindiği üzere, 6831 sayılı Orman Yasası gereği (madde 7), orman kadastrosu çalışmaları “Or-
man Kadastro Komisyonları” tarafından yürütülmektedir. Bu komisyonlar;
1. Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığınca atanacak bir orman yüksek mühendisi veya orman
mühendisinin başkanlığında,
2. Bir orman yüksek mühendisi veya orman mühendisi veya bunların bulunmaması halinde
orman teknikeri,
3. Bir ziraat yüksek mühendisi veya ziraat mühendisi veya bunların bulunmaması halinde zi-
raat teknisyeni,
4. Mahalli ziraat odalarınca bildirilecek bir temsilci ile
5. Beldelerde belediye encümenince, köylerde köy muhtarlığınca bildirilecek bir temsilci
olmak üzere bir başkan ve dört üyeden oluşmaktadırlar. 2005 yılına kadar bu komisyonlarca sür-
dürülen orman kadastrosunda, bazı ayrık durumlarda, yetki “kadastro ekipleri”ne devredilmiştir.
23.03.2003 tarihinde güvenoyu alan 59. ve 29.08.2007 tarihinde göreve başlayan 60. Hükümetler-
ce çıkarılan, 22.02.2005 tarihli ve 5304 sayılı; 15.01.2009 tarihli ve 5831 sayılı yasalarla;
1. Çalışma alanında orman bulunması ve
2. 6831 sayılı Orman Yasası’na göre orman kadastrosuna başlanılmamış olması durumunda,
orman kadastrosunun, orman kadastro komisyonları yerine Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’ne
bağlı “kadastro ekipleri” tarafından yapılacağı açıklanmıştır. Kadastro ekiplerine 2-B alanlarının da
kadastrosunun yapılması yetkisi verilmiştir (3402 sayılı Yasa, Ek Madde 4). Bu durum, gerek Orman
Mühendisleri Odası ve gerekse Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesince eleştiril-
miştir (OMO, 2009: 47-52, HKMO İst. Şb. 2009: 54-60).
Anayasa Mahkemesi’ne göre (14.03.1989, E. 1988/35, K. 1989/13), “...ne olursa olsun orman
olarak sınırlandırılmış bir yer, artık ormandır...” ve Anayasa’nın 169. maddesinin son fıkrasının
olanaklı kıldığı durumlar dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz. Orman kadastrosu so-
nucu sınırlandırılarak tapu kütüğüne tescil edilen Devlet ormanlarının mülkiyeti devredilemez
ve bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez. Sınırlandırılarak tapu kütüğüne de kaydedilen
ormanların içinde kalan ve Devlet ormanı sayılması nedeniyle geçerliliğini yitiren tapu kayıtlarına
değer verilemez ve yasal yönden hiçbir değer taşımayan işlemler de geçerli sayılamaz (Anayasa
Mahkemesi Kararı, 01.06.1988, E. 1987/31, K. 1988/13; Anayasa Mahkemesi Kararı, 01.06.1988, E.
1987/32, K. 1988/14). Anayasa Mahkemesi, her ne şekilde olursa olsun, “daraltılması” kabul gör-
meyen ormanlarımızın, orman kadastrosu ile sınırlarının gerek arazide ve gerekse haritada belir-
lenerek tapu kütüğüne tescil edilmesini ormanı koruyan ve güvence altına alan bir işlem olarak
görmektedir.
242
Bu bakımdan, ormanların hızla kadastro çalışmalarının tamamlanması, sınırlarının arazide ka-
lıcı işaretlerle belirlenmesi ve kadastro haritaları ile tapuya tescil edilerek korunması ve güvence
altına alınması gerekmektedir.
4. ORMAN SINIRLARI DIŞINA ÇIKARILAN VE KAMUOYUNDA 2-B OLARAK BİLİNEN YERLER
SORUNU
Türkiye’de orman kadastrosu sürerken, diğer yandan işgal edilen orman alanları da, “bilim ve
fen bakımından orman niteliğini yitirdiği,” gerekçesiyle, orman sınırları dışına çıkarılmışlardır.
Sınırlandırılan ormanların, orman dışına çıkarılacağına ilişkin 3116, 4785 ve 5653 sayılı yasa-
larda herhangi bir kural yoktur. Sınırlandırılan ormanlardan orman dışına çıkarma işlemi, ilk kez
08.09.1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Yasası’nda (Madde: 2) öngörülmüştür (Köktürk, 2004, Kök-
türk ve Köktürk 2005, Ayanoğlu 2005: 68, Sınmaz ve Karataş 1995: 73).
1950-1958 yılları arasında, orman suçlarına dört kez af getirilmiş ve ormanlar özel yasalar ile
adeta dağıtıma tabi tutulmuşlardır. Bunun üzerine, 1961 Anayasası’nın 131. maddesine ormanla-
rın daraltılamayacağına ve ormanlara ilişkin af çıkarılamayacağına ilişkin kurallar konulmuştur. Bu
kuralların ardından, 6831 sayılı Orman Yasası’nın 2. maddesi fiilen uygulanamaz duruma gelmiştir
(Ayanoğlu 2005: 71).
Orman işgallerinin artması ve orman içi yerleşimlerin yarattığı sıkıntılar nedeniyle, 1961
Anayasası’nın 131. maddesine 17.04.1970 tarihli ve 1255 sayılı Yasa ile bir fıkra eklenmiş ve
“Anayasa’nın yürürlüğe girdiği tarihten önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak
kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvalık, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kul-
lanılmasında yarar bulunan topraklarla şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu
yerler dışında orman sınırlarında hiçbir daraltma yapılamaz. Yanan ormanların yerinde yeni or-
man yetiştirilir ve bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz.” şeklindeki kural ile or-
manlardan orman dışına çıkarmanın hukuksal temeli oluşturulmuştur. Yapılan anayasa değişikliği
ile “Anayasanın yürürlüğe girdiği tarihten önce” deyimiyle, “15.10.1961” tarihinden önce bilim ve
fen bakımından orman niteliğini yitiren yerlerin orman sınırları dışına çıkarılması kabul edilmiştir.
Anayasa’da yapılan bu değişikliğin ardından, Orman Yasası’nın 2. maddesi 20.06.1973 tarihli
ve 1744 sayılı Yasa ile değiştirilmiş ve ormanlardan yoğun bir şekilde orman dışına çıkarma süreci
başlamıştır. Bu arada, daha önce Bakanlar Kurulu’nun yetkisinde olan çıkarma işlemi, 1744 sayılı
Yasa ile orman kadastro komisyonlarına devredilmiştir (Sınmaz ve Karataş 1995: 126, 257).
Orman sınırları dışına çıkarma tarihi, 1982 Anayasası ile (Madde: 169, 170), 31.12.1981 gününe
çekilmiş ve peş peşe çıkarılan iki ayrı yasa (23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı ve 05.06.1986 tarihli ve
3302 sayılı yasalar) ile daha fazla orman alanının yok olmasına yol açılmıştır. 2896 sayılı Yasadan
farklı olarak, 3302 sayılı Yasa ile, “su ve toprak rejimine zarar vermeme” ile “orman bütünlüğünü
bozmama” ilkeleri Yasadan çıkarılmış, ayrıca orman sınırları dışına çıkarma konusunda orman ka-
dastro komisyonlarına daha fazla yetki ve esneklik tanınmıştır. 3302 sayılı Yasa ile, Anayasanın 170.
maddesinin birinci fıkrasına atıfta bulunularak, “... halen orman içinde bulunan funda ve makiler-
le örtülü yerlerden tarım alanlarına dönüştürülmesinde yarar olduğu tespit edilen yerler, orman
dışına çıkarılır ...” hükmü eklenmiş, bununla orman bütünlüğü bozulmakla kalmamış, daha fazla
orman alanının tahribine neden olunmuştur. (Ayanoğlu 2005, Şahin 2008). Bu düzenlemelerin bir
sonucu olarak, Türkiye’de, 1937-2005 yılları arasında, 21.188.746 hektar olan ormanların 473.419
hektarı (% 2.23’ü) orman sınırları dışına çıkarılmıştır (Çizelge 2).
243
12 Eylül 1980 Askeri Müdahale Sonrası Yapılan 2-B ile İlgili Düzenlemeler
Orman sınırları dışına çıkarılan yerlerle ilgili en sistematik ve kapsamlı düzenlemeler 12 Eylül
1980 askeri müdahalesi sonrası 1982 Anayasası ve ardından çıkarılan yasalarla öngörülmüştür.
Belediye ve Mücavir Alan İçindeki 2-B Alanları...
17.10.1983 tarihli ve 2924 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi Hakkında
Yasa’nın 3/b maddesinde, “Belediye ve mücavir alan sınırları içindeki şehir, kasaba ve köy yapıla-
rının toplu olarak bulunduğu yerleşim alanlarının, ilgili belediyelerin mülkiyetine bedelsiz geçmiş
sayılacağı”; 13. maddesinde ise bu yerler için “imar a!ı” hükümlerinin uygulanacağı belirtilmek-
teydi. Bu kurallara paralel olarak, 07.06.1986 tarihinde yürürlüğe giren 3290 sayılı Yasa ile değişik
2981 sayılı “İmar A#ı” Yasası’nın geçici 2. maddesinin (e) bendinde, “31.12.1981 tarihinden önce bi-
lim ve fen bakımından orman niteliğini kaybetmiş yerlerden şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu
olarak bulunduğu yerleşim alanları orman sınırları dışına çıkarılmış sayılır. Bu yerler hakkında bu
kanun hükümlerine göre işlem yapılır,” denilmekteydi. Bu arada, 1982 Anayasası’nın yürürlüğün-
den sonra orman rejimi dışına çıkarılmış ve çıkartılacak yerlerde zilyetlik yoluyla toprak kazanımı-
na ilişkin ilk yasal düzenleme 10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Yasasının
45. maddesidir. Kadastro Yasası, orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin işgalcilerine, orman köylü-
sü olsun veya olmasın, tapu ve zilyetlikle ormandan toprak kazanma olanağı sağlamıştır.
Bu üç düzenleme birlikte değerlendirildiğinde;
-
larının belediyelerin mülkiyetine bedelsiz olarak geçmesi,
öngörülmüştür. Bu uygulamalarla, belediye ve mücavir alan sınırları içindeki tüm 2-B alanlarının
tasfiye edilmesinin planlandığı anlaşılmaktadır. Belediye ve mücavir alan sınırları içindeki 2-B’lerin
tasfiye edilmesi ile ilgili düzenlemelerden;
1. 2924 sayılı Yasanın 3/b maddesi, 1989 yılında yapılan yerel seçimlerde belediyelerin büyük
bir kısmının Anavatan Partisi’nden (ANAP) Sosyal Demokrat Halkçı Parti’ye (SHP) geçmesi üzerine,
iktidardaki ANAP tarafından çıkarılan 28.08.1991 tarihli ve 3763 sayılı Yasayla yürürlükten kaldırıl-
mıştır.
2. 3290 sayılı Yasa ile değişik 2981 sayılı Yasanın geçici 2. maddesinin (e) bendi, Anayasa Mah-
kemesinin 27.09.1995 tarihli ve E. 1995/13, K. 1995/51 sayılı kararı ile iptal edilmiştir.
3. 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 45. maddesinin 2-B alanlarının zilyetlikle edinilmesini sağ-
layan kimi hükümleri, Anayasa Mahkemesinin 01.06.1988 tarihli ve E. 1987/31, K. 1988/13 sayılı
kararı; 14.03.1989 tarihli ve E. 1988/35, K. 1989/13 sayılı kararı; 13.06.1989 tarihli ve E. 1989/7, K.
1989/25 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Kalan fıkraları da 03.03.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5304
sayılı Yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 45. maddesini kendisinin
yazdığını belirten Tapu ve Kadastro eski Genel Müdürlerinden Halim Çorbalı (2002: 18), “...eğer
45. madde Anayasa’ya aykırı bulunmayıp uygulanmış olsaydı, bugün bana göre sorun çok daha
azalacaktı... ama Anayasa Mahkemesi... düşüncemize yer vermedi...” demiştir. Bu söylem, Kadast-
ro Yasası’nın hazırlanmasında, hukuka aykırı eylemlerin bağışlanması için Anayasa’ya aykırılığın
bile göze alındığını göstermektedir.
244
Böylece, belediye ve mücavir alan sınırları içindeki 2-B alanlarının, orman köylüsünün yarar-
lanmasına tahsisi dışında, kullanan kişilere zilyetlikle devredilmeleri fiilen ortadan kalkmıştır. Bele-
diyeler, yürürlükte olduğu süre içerisinde (1983-1991), 2-B alanlarının kendilerine bedelsiz devre-
dilmesini öngören 2924 sayılı Yasanın 3/b maddesindeki kuralı fark edememişlerdir.
Belediye ve Mücavir Alan Dışındaki Yerlerde, Köylerdeki 2-B Alanları...
1961 Anayasası’nın 131. maddesinde 1970 yılında yapılan değişiklikle, ilk kez orman sınırları
dışına çıkartmaya anayasal dayanak oluşturulmakla beraber, orman dışına çıkarılan bu yerlerin ne
şekilde tasarruf edileceği ve değerlendirileceği açıklanmamıştır. 6831 sayılı Orman Yasası’nın 2.
maddesinde 1744 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikte de bu duruma bir açıklık getirilmemiştir. 1982
Anayasası’nın 170. maddesi ile, orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin nasıl değerlendirileceği
açıklanmış ve konunun yasa ile düzenleneceğine yer verilmiştir. Anayasa uyarınca çıkarılan 2924
sayılı Yasa ile ayrıntılı hükümler getirilmiştir.
Orman dışına çıkarılan yerlerin, çıkarma tarihindeki fiili durumlarına göre ifraz edilmesi ve
kullanan kişilere Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından satılması öngörülmüştür (2924 sayılı yasa,
Madde: 11, 14). Yasadaki, “kullanan kişilerin adları kadastro tutanağının beyanlar hanesinde
gösterilir,” deyimi, orman köylüsü olup olmadığına bakılmaksızın bu yerlerin kadastro tutanağın-
da gösterilen kişilere satışını öngördüğü gerekçesiyle iptal edilmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin,
30.03.1993 tarihli ve E. 1992/48, K. 1993/14 sayılı kararı). Bunun üzerine, 2924 sayılı Yasa’da (Mad-
de: 11), 30.10.1995 tarihli ve 4127 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikle, “Kadastro çalışmaları sırasın-
da, fiili kullanım durumuna göre sınırlandırması ve Hazine adına tespit yapılacak bu yerler üzerin-
deki muhdesat ile tasarruf edenlerin isimleri, kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilir,”
deyimi eklenmiştir. Eklenen kural, orman üzerinde doğrudan işlem yapmadığı ve orman sınırları
dışına çıkarılan yerlerin satışının iptali istenen kuralla değil, devamındaki kurallarda öngörüldüğü
gerekçesiyle, bu kez Anayasa’ya aykırı bulunmamıştır (Anayasa Mahkemesi’nin, 16.04.1996 tarihli
ve E. 1996/2, K. 1996/10 sayılı; 20.06.1996 tarihli ve E. 1996/26, K. 1996/22 sayılı kararları). Bu arada,
30.10.1995 tarihli ve 4127 sayılı Yasa ile 2924 sayılı Yasanın 11. maddesine eklenen, “...Yararlanacak
kişilerin hak sahibi olabilmesi için, orman köyü nüfusuna kayıtlı olmaları ve bu Kanunun yürürlü-
ğe girdiği tarihten itibaren geriye yönelik en az 5 yıl müddetle o yerde ikamet etmiş bulunmaları
gerekir ...” hükmü ile orman köylüsü dışındaki işgalcilerin hak sahibi olmalarının önüne geçilmiştir.
Bu kez, Maliye Bakanlığı’nın, 2-B arazilerinin hazine adına orman dışına çıkarıldığı, bu neden-
le satışının da Bakanlıklarınca yapılması gerektiği ısrarı üzerine 29.06.2001 tarihli ve 4706 sayılı
Yasa yürürlüğe konulmuştur. Böylece 2-B arazilerinin tüm satış yetkileri Maliye Bakanlığı’na dev-
redilmiş, ayrıca, 2-B satışlarında 2924 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanmayacağı belirtilmiştir. 10.
Cumhurbaşkanı (Ahmet Necdet SEZER), 4706 sayılı Yasanın 2-B satışlarını düzenleyen 3. maddesi-
nin Anayasanın 170. maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle yürürlüğünün durdurulması ve iptali
istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açmıştır. Anayasa Mahkemesi, 15.09.2001 tarihli Resmi
Gazete’de yayımlanan 14.09.2001 tarihli ve E. 2001/382, K. 2001/8 sayılı kararla önce yürürlüğü
durdurulmuş, daha sonra 04.10.2002 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 23.01.2002 tarihli ve E.
2001/382, K. 2002/21 sayılı kararıyla da, “...orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin yalnızca orman
köyleri halkının nakli ve yerleştirilmesi amacıyla değerlendirilmesi olanaklıdır. Böylece, ormanla-
rın tahribi önlenerek ulusal ekonomiye katkısı sağlanmak suretiyle üretici haline getirilip kalkındı-
rılması amaçlanmıştır ... Anayasa’nın bu emredici kuralı nedeniyle, yasa koyucunun, bu alanların
(2-B arazilerinin) kullanıcılarına veya başkalarına, hatta orman içi köyler halkına satılmasını veya
bu amaçla devredilmesini sağlayacak bir düzenleme yapması olanaklı değildir...” gerekçesi ile
245
4706 sayılı Yasanın 3. maddesini iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi kararında, 1982 Anayasası’nın
170. maddesinde yer alan, “...orman içindeki köyler halkının kısmen veya tamamen bu yerlere yer-
leştirilmesi için devlet eliyle ... ihya edilerek bu halkın yararlanmasına tahsisi kanunla düzenle-
nir...” hükmünün etkili olduğu görülmektedir. Anayasa ve Anayasa Mahkemesi kararlarına göre,
halka (orman köylüsüne) tanınan hak, “mülkiyet” değil, “yararlanma”dır ve Anayasa’da değişiklik
yapılmadığı sürece, 2-B alanlarında bir çözüme ulaşmak olanaksızdır (OMO 2009: 47).
59. Hükümet, 2-B alanlarının ancak Anayasa değişikliği yapılması durumunda satılabilecek-
lerini görmüş ve bunun ardından, orman dışına çıkarılan yerlerin orman köylüsü olmayanlara
da satılmaları ve ormanların özel kişi ve kurumlarca da işletilmelerini sağlamak için, Anayasanın
169. ve 170. maddelerinde değişiklik önermiştir. 04 Nisan 2003 günü, ikinci tur oylaması yapı-
lan anayasa değişikliğinde “referandumsuz” değişiklik yapma (367 oy) girişimi tek oya takılmış,
04.04.2003 tarihli ve 4841 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun”, 366 oyla TBMM’nde kabul edilmesinin ardından, onaylanmak üzere
Cumhurbaşkanlığına gönderilmiştir. 10. Cumhurbaşkanı (Ahmet Necdet SEZER), Yasayı, TBMM’de
bir kez daha görüşülmek üzere 18.04.2003 tarihli ve B.01.0.KKB.01-18/A-6-2003-491 sayılı yazı ile
geri göndermiştir.
59. Hükümet, aynı yasayı 29.07.2003 tarihli ve 4960 sayılı Yasa olarak TBMM’den geçir-
miştir. Ancak, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 15.08.2003 tarihli ve B.01.0.KKB.01-
18/A-9-2003-1028 sayılı yazı ile, Yasayı bir kez daha görüşülmek üzere, ikinci kez geri göndermiştir.
Anayasa değişikliği girişiminin Cumhurbaşkanı tarafından iki kez “veto” edilmesiyle yeni bir
süreç başlamıştır. Bu aşamada, Türkiye’de, “ulusal uzlaşma” sağlanmadan anayasada değişiklik
yapılamayacağı, bir diğer deyişle orman dışına çıkarılan yerlerle ilgili bir düzenlemenin gerçekleş-
meyeceği görülmüştür. Böylece, 2-B ile ilgili satış ve devir işlemleri tümüyle durmuştur.
2-B Arazilerinin Var Olan Durumu
2-B ile ilgili konuda hemen çözüme ulaşılamamasının pek çok nedeni vardır. En önemli neden-
lerden biri, bu alanlar incelendiğinde ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de 2-B arazilerinin en çok olduğu
ilk 10 ilin, turizm bölgelerinde, yabancıların yoğun bir şekilde taşınmaz edindikleri illerde, doğal,
tarihsel ve kültürel zenginliklerin bulunduğu yerlerde ve kıyılarda bulundukları görülmektedir (Çi-
zelge 3). Buna göre, en fazla 2-B alanı, 45 bin 548 hektar ile Antalya’da bulunmaktadır. Bunu 39 bin
287 hektar ile Mersin, 34 bin 887 hektar ile Balıkesir, 29 bin 632 hektar ile Sakarya, 29 bin 138 hek-
246
Çizelge 3: Türkiye’de 2-B Arazilerinin En Çok Olduğu İlk 10 İl
tar ile de Muğla izlemektedir. 2-B’lerin oluşturduğu alan İstanbul’da 18 bin 233 hektara, İzmir’de 14
bin 772 hektara, Bursa’da 14 bin 534 hektara ulaşmsaktadır. Ankara’daki 2-B arazilerinin miktarı 31
bin 706 hektarı bulmaktadır. Hakkari, Van, Şırnak, Mardin, Batman, Erzurum, Erzincan, Ağrı, Kars,
Ardahan ve Iğdır illerinde ise hiç 2-B arazisi görünmemektedir.
Şu anda Türkiye genelindeki 2-B arazilerinin toplam büyüklüğü neredeyse Hatay kadar bir ala-
na denk geliyor. 2-B’ler, Lüksemburg’un yaklaşık iki katı, Singapur ve Bahreyn’in altı katı, KKTC`nin
1,5 katına yakın, Hong Kong`un 5 katı, İstanbul ili kadar bir alandır. İstanbul’da Sultanbeyli ve Üm-
raniye gibi ilçelerin neredeyse tamamı, Sarıyer ve Beykoz’un da bir bölümü bu tür yerlerin üzerin-
de kurulu bulunuyor. Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki 2-B alanlarına ait resimler aşağıda verilmiştir
(Resim 1, 2).
Resim 1: İzmir Adnan Menderes Havaalanı Çevresi 2003 Resim 2: İstanbul - Sultanbeyli 2003
Bu arada, 2-B ile ilgili anayasa değişikliklerinin gerçekleşmesini isteyen Çevre ve Orman
Bakanlığı’nca, orman dışına çıkarılan yerlerin yapılaşmış oldukları iddia edilmiştir (OB 2003).
TMMOB Orman Mühendisleri Odası’nca, buna karşı tezler ileri sürülmüştür (OSB 2003). Bu tar-
tışma sürerken, 2-B arazilerinin yalnızca % 5’inde yapılaşma olduğu, diğerleri üzerinde tarımsal
faaliyetlerin yürütüldüğü ve bitki örtüsüne sahip oldukları anlaşılmıştır (TMMOB 2006: 13 - 15,
Çizelge 4).
Çizelge 4 : 2-B Arazilerinin Var Olan Kullanılma Biçimi
2-B arazilerinde yapılaşmış kısımların toplam alanın % 5’ini (22 233 hektar) oluşturması, sanıl-
dığının tersine çok düşük olması, herkesi şaşırtmıştır. Buna karşın, çıkardığı ses ve yarattığı etki dik-
kate alındığında, “rant” ve “kişisel çıkar” beklentilerinin ne kadar büyük olduğu ortaya çıkmaktadır.
247
Türü Yüzölçümü Oranı (%)
Ekili Alan 294.206 ha 62.1
Meyve bahçesi
(zeytinlik,fındıklık,meyvelik, bahçelik vb.) 111.115 ha 23.5
Otlak ve Yaylak 35.419 ha 7.5
Yapılaşmış Alan 22.233 ha 4.7
Narenciye Alanı 8.041 ha 1.7
Sera Alanı 2.365 ha 0.5
Kamuya Tahsisli Alan 40 ha 0.0
TOPLAM 473.419 ha 100
2-B’lerin % 1.5’i (7035 hektar) üzerinde köyler, % 1.8’i (8514 hektar) üzerinde beldeler ve % 1.4’ü
(6624 hektar) üzerinde ilçeler bulunduğu görülmektedir. Bu durum, ormanların bir zenginleşme
aracı haline geldiğini, ormanları korumak için alınan önlemlerin, ormanların tahribini ve işgalini
durduramadığını göstermektedir. Orman yağmasının küresel ısınma, iklim değişiklikleri ve eroz-
yonu artıran etkenlerin başında gelmesi nedeniyle, tepkilerin göz ardı edilemeyeceği de ortaya
çıkmıştır. Söz konusu etkenler, 2-B arazilerinin hemen satılması veya kolayca elden çıkarılmasının
olanaklı olmadığının kanıtlarıdır.
Ormanların bu duruma gelmesinde, Ölçer tarafından dile getirilen (2008 : 82-83), “... Sultanbeyli’yi
hatırlayın. Ormanın içine koca bir şehir inşa edilmiş. Bu bir gecede mi oldu? Ben bizzat ‘yıkarız, ye-
niden orman yaparız’ diyen OMO Başkanını hatırlıyorum. Peki kimsenin aklına o mıntıkanın bölge
şefi, işletme müdürü ve bölge müdürü hakkında tahkikat yapmak gelmiyor mu? Suç hep ormanı
talan edenin midir? Hiçbir zaman bizde hata olmaz mı? ...”, “...Suçu hemen politikacıya atmayın.
Şimdiki ‘bilim ve fen bakımından orman vasfını yitirmiş’ tarifi de bizim meslektaşlarımızın eşsiz bir
buluşudur. ‘Bilim ve fen bakımından orman vasfını yitirmiş’ ne demektir. Ormanın hemen bitişi-
ğinde, orman yetiştiremeyeceğin bir arazi olabilir mi?” şeklindeki görüşler dikkat çekicidir. Yapılan
özeleştiri dikkate alınmalı ve bundan dersler çıkarılmalıdır.
2-B Konusunda Son Gelişmeler...
Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarına karşın, 59. ve 60. Hükümetler, 2-B ile ilgili düzenle-
melerden vazgeçmemiş ve vazgeçmeye niyetli olmadıklarını gösteren düzenlemeler yapmıştır.
Çıkarılan yasalarla;
1. 05.11.2003 tarihli ve 4999 sayılı Yasa ile Orman Yasasında,
2. 17.06.2004 tarihli ve 5192 sayılı Yasa ile Orman Yasasında,
3. 22.02.2005 tarihli ve 5304 sayılı Yasa ile Kadastro yasasında,
4. 23.01.2008 tarihli ve 5728 sayılı Yasa ile Orman Yasasında,
5. 15.01.2009 tarihli ve 5831 sayılı Yasa ile hem Orman Yasasında ve hem de Kadastro Yasasın-
da,
değişiklikler yapılmıştır.
Özellikle, 6831 sayılı Orman Yasası’nın 7. maddesinde 05.11.2003 tarihli ve 4999 sayılı Yasa ile
yapılan değişiklikle, “... orman kadastrosu kesinleşmiş yerlerde tespit edilen fenni hataların düzel-
tilmesi işleri orman kadastro komisyonları tarafından yapılır...” denilmiş, bununla beraber aynı
maddede 15.01.2009 tarihli ve 5831 sayılı Yasa ile yapılan bir değişiklikle, “... Ancak, henüz orman
kadastrosuna başlanılmamış yerlerde, 3402 sayılı Kadastro Kanunu hükümlerine göre belirlenen
orman sınırı, orman kadastro komisyonunca belirlenen orman sınırı niteliğini kazanır...” deni-
lerek orman sınırlarının belirlenmesinde, ayrık durumlarda, ilk kez yetki Tapu ve Kadastro Genel
Müdürlüğü’ne bağlı “kadastro ekipleri”ne verilmiştir.
Orman Yasası’nın 9. maddesinin yedinci fıkrasında, “... (Ek fıkra: 05.11.2003-4999/m. 4) Orman
tahdidi veya kadastrosu yapılıp ilan edilerek kesinleşmiş yerlerde, vasıf ve mülkiyet değişikliği dı-
şında aplikasyon, ölçü, çizim ve hesaplamalardan kaynaklanan yüzölçümü ve fenni hatalar tespit
edildiğinde, bu hatalar Orman Genel Müdürlüğünün bilgisi ve denetimi altında orman kadastro
komisyonlarınca düzeltilir. (Ek cümleler: 15.01.2009-5831/m. 3) 3402 sayılı Kadastro Kanununa
göre kadastrosuna başlanan çalışma alanlarında evvelce kesinleşmiş olan orman haritalarının
kontrolü sonucunda tespit edilecek hesaplamalardan kaynaklanan yüzölçümü hataları 3402
248
sayılı Kanunun 4. maddesine göre oluşan kadastro ekibince düzeltilir. Diğer vasıf ve mülkiyet
değişikliği dışında kalan aplikasyon, ölçü ve çizimden kaynaklanan yüzölçümü ve fenni hatalar
ise kadastro müdürlüğünce mahalli orman kuruluşuna bildirilir. Bildirim tarihinden itibaren on-
beş günlük süre içerisinde orman kadastro komisyonu görevlendirilir. Düzeltme, 10. maddeye
göre ilan olunur. İlan tarihinden itibaren otuz gün içinde düzeltmenin kaldırılması amacıyla sulh
hukuk mahkemesine dava açılmadığı takdirde yapılan düzeltme kesinleşir. Düzeltmelerde 11.
maddedeki hak düşürücü süre aranmaz ...” hükmü ile ormanlar üzerinde Tapu ve Kadastro Genel
Müdürlüğü’nün etkisi artırılmıştır.
15.01.2009 tarihli ve 5831 sayılı Yasa ile hem Orman Yasası’nda ve hem de Kadastro Yasası’nda
yapılan değişikliklerin ardından, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü tarafından peş peşe Genelge-
ler yayımlanmış ve Genel Emirler çıkarılmıştır;
1. 09.03.2009 tarihli ve Genelge No: 1678 - 2009/7 Sayılı “Kadastro Çalışmalarında Tespit Ha-
rici Bırakılan Yerlerde Uygulama” Genelgesi,
2. 04.08.2009 tarihli ve Genelge No: 1686 - 2009/15 Sayılı “3402 Sayılı Kanunun, Ek 4 üncü
Maddesi Kapsamında 2/B Alanlarında Yapılacak Uygulama” Genelgesi,
3. 26.08.2009 tarihli ve Genelge No: 1687 - 2009/16 Sayılı “Yönetmelik Değişikliği” Genelgesi
ve eki 21.08.2009 tarihli ve 27326 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, “Taşınmaz Malların Sınır-
landırma, Tespit ve Kontrol İşleri Hakkındaki Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönet-
melik”,
4. 15.09.2009 tarihli ve B.09.1.TKG0100001-074/254-4193 Sayılı “3402 Sayılı Kanunun, Ek 4
üncü Maddesi (04.08.2009 tarihli ve 2009/15 sayılı genelgeye ek)” Genelgesi,
5. 29.01.2010 tarihli ve Genelge No: 1694 – 2010/1 sayılı “Ormanların Kadastrosu ve Tescili”
Genelgesi,
6. 15.03.2010 tarihli ve B.09.1.TKG.0.10.00.02-074/263-856 sayılı “2/B Alanlarının Kadastrosu
ve Güncellenmesi” Ek Genelgesi,
7. 16.03.2010 tarihli ve B.09.1.TKG.0.10.00.02-074/263-869 Sayılı “2/B Alanlarının Kadastrosu
ve Güncellemesi” konulu ve “04.08.2009-15.09.2009-15.03.2010 tarihli genelgeler hakkında”
Genel Emir.
Yapılan düzenlemelerle;
olup olmadıkları gözetilmeksizin, kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldıklarının
kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmek suretiyle, askı dışında hiçbir duyuru yapıl-
madan öncelikle kadastrosunun yapılması ve Hazine adına tescili,
ikinci kadastro sayılmayacağı,
pafta ve zemin uyumsuzluğunun tespiti halinde, kadastro ekibince teknik mevzuata uygun du-
ruma getirilmesi, bu uygulamalarla kadastro ekiplerine orman sınırlarında düzeltme ve değişiklik
yapma olanağının verilmesi,
Maliye Bakanlığının istemi üzerine, Tapu
ve Kadastro Genel Müdürlüğünce fiili kullanım durumları dikkate alınmak suretiyle ifraz ve/veya
tevhitlerinin yapılabilmesi, bu işlemler sırasında, orman ve kadastro haritalarında tespit edilen
fenni hataların düzeltilmesi,
249
İmar Yasası ile 03.07.2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunundaki
kısıtlamalara tabi olmaksızın yapılması,
-
lerin içerisinde özel kanunlarına göre değerlendirilmesi gereken alanlar bulunup bulunmadığının
kadastro müdürlüğünce ilgili kurum ve kuruluşlarına yazı ile sorulması, ilgili idarelerce 15 gün
içerisinde kadastro müdürlüğüne bilgi verilmesi, bu süre içinde cevap verilmediği takdirde, söz
konusu alanların bulunmadığı yönünde cevap verilmiş sayılması,
öngörülmüş ve bu işlerin özel sektör eliyle yapılması konusunda Tapu ve Kadastro Genel
Müdürlüğü’ne yetkiler verilmiştir.
Yukarıda belirtilen Genelgelerden, 09.03.2009 tarihli ve 1678 - 2009/7 Sayılı Genelge’de,
“... Diğer taraftan, Maliye Bakanlığının (Milli Emlak Genel Müdürlüğü) 27.11.2008 tarihli ve
B.07.0.MEG.0.9/3245-11025/61754 sayılı yazısında; Toplu Konut İdaresi Başkanlığının görev ve
yetki alanında bulunan yerlerde, bu Başkanlığa tahsisi yapılacak kadastro harici bırakılmış Dev-
letin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazların Hazine adına tescil işlemlerinin hızlandırılması
ve gereksiz yazışmalara neden olunmaması bakımından, Toplu Konut İdaresi Başkanlığının da,
Hazine adına tescil talebinde bulunmaya yetkili olduğu belirtilmiştir...” denilerek TOKİ’ye Hazine
adına yetki kullanma izni verilmesi dikkat çekicidir. Kadastro çalışmaları sırasında tespit harici
bırakılmış olan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlere yönelik tescil istemlerinin de aynı
yöntemle ve kurallara göre karşılanması ile 2-B kadastrosu eliyle, kamu taşınmazlarının TOKİ tara-
fından gelişigüzel kullanılmasının, bir başka ifadeyle “yağmalanması”nın yolu açılmıştır.
Yine, yukarıda belirtilen düzenlemelerden, 21.08.2009 tarihli ve 27326 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanan, “Taşınmaz Malların Sınırlandırma, Tespit ve Kontrol İşleri Hakkındaki Yönetmelikte
Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile, 6831 sayılı Orman Yasası’nda 1744-2896-3302 sayılı
Yasalarla yapılan değişikliklerle Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen en kapsamlı “2-B” uygu-
lamalarının yeniden gözden geçirilmesi, sınırlarının değiştirilmesi, yüzölçümlerinin düzeltilmesi
ile adeta “Sil Baştan” yeniden yapılması yetkisi Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’ne bağlı “ka-
dastro ekipleri”ne verilmiştir. Bu yetki devri, ormanlar aleyhine bir daraltmanın yapılabilmesinin
de hukuki kılıfını oluşturmaktadır.
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün bu düzenlemeleri, “süreçte hiç rolleri olmamasına
karşın, harita ve kadastro mühendislerini de sürecin içine sokarak suçlanmalarına neden olacağı,”
gerekçesiyle eleştirilmiştir (HKMO İst. Şb. 2009: 57). Yapılan açıklamada, “...orman kadastrosu ko-
nusunda orman, ziraat, harita ve kadastro mühendislerinin ortak çalışmalarından yanayız. Hiçbir
meslek grubu bir diğerinin işini yapmamalıdır ve yapmaya da talip olmamalıdır. Türkiye’deki tüm
işlerin, mesleklerin görev, yetki ve sorunluluk alanları dikkate alınarak tespiti gerekmektedir. 2-B
ile ilgili düzenlemelerde bu durum hiç gözetilmemiştir ...” görüşüne yer verilmiştir.
2-B kadastrosu yapacak olan “kadastro ekipleri”nin orman konusunda uzman olmamaları
nedeniyle doğabilecek sakıncaların nasıl kontrol edileceği ve denetleneceği belirsizdir. Bu işlerin
özel sektör eliyle yapılması durumunda daha fazla ormanın orman dışına çıkarılabileceği, vurgun-
ların ve talanın artabileceği endişeleri yaşanmaktadır.
15.09.2009 tarihli ve B.09.1.TKG0100001-074/254-4193 Sayılı “3402 Sayılı Kanunun, Ek 4
üncü Maddesi (04.08.2009 tarihli ve 2009/15 sayılı genelgeye ek)” Genelgesinde, “... Aynı parsel
üzerinde birden fazla muhdesat niteliğinde bina bulunması durumunda, yatay muhdesatlarda
250
harf verilmek suretiyle, dikey muhdesatlarda ise bağımsız bölüm numarası yazılmak suretiyle
muhdesat sahipleri kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilecektir. Güncelleme çalış-
malarında ise bu husus, güncelleme sonucu düzenlenecek listede gösterilecektir. Diğer taraftan,
güncellemesi yapılacak yerlerde, kullanıcılarının kim/kimler olduğu, varsa muhdesatların kime/
kimlere ait olduğu tapu kütüğünün beyanlar hanesinde yazılı ise güncelleme çalışmaları sırasın-
da bunlar esas alınacaktır. Tapu kütüğünde kullanıcı ve muhdesat belirtmesi bulunmaması duru-
munda ise kadastro tutanakları incelenerek, varsa tutanakların edinme sebebi sütunundaki kul-
lanıcı veya muhdesat sahibi güncelleme çalışmalarına yansıtılacaktır ...” denilmektedir. Genelge
ile, 2-B’lerin kullanıcısı, bir diğer deyişle işgalcisi olmadığı anlaşıldığında, mutlaka bir işgalcinin
yaratılmasının öngörülmesi düşündürücüdür. 2-B’ler üzerinde ilçelerin, mahallelerin kurulduğu
dikkate alındığında, kaçak yapıların apartmanlaştığı bir yerleşimde, “dikey muhdesat” ifadesi ile
her bir daire sahibinin de tapu kütüğünün beyanlar hanesinde gösterilmesinin ardından, var olan
durumun dönüştürülmesinin veya yenilenmesinin değil, var olan yapının hukukileşmesinin plan-
landığı anlaşılmaktadır.
15.03.2010 tarihli ve B.09.1.TKG.0.10.00.02-074/263-856 sayılı “2/B Alanlarının Kadastrosu ve
Güncellenmesi” Ek Genelgede, “...3402 sayılı Kanunun Ek 4 üncü maddesi ile 6831 sayılı Orman
Kanununun 2/B maddesine göre Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin, fiili kul-
lanım durumları dikkate alınmak ve varsa üzerindeki muhdesatın kime veya kimlere ait olduğu,
kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldığı hususlarının kadastro tutanağında
açıklanarak beyanlar hanesinde gösterilmesi suretiyle kadastrosunun yapılması, 2/B alanı içeri-
sinde özel kanunlarına göre değerlendirilmesi gereken alanların bulunması halinde, bu alanla-
rın alınan bilgilere veya ilgili idarelerce zeminde gösterilen sınırlarına göre ölçülerek krokisinde
gösterilmesi ve beyanlar hanesinde belirtilmesi gerektiği hükme bağlanmıştır...” denilmekte ve iki
önemli konuda kadastro ekiplerine yetki verilmektedir;
1. Kullanıcı ve muhdesat tespiti amacıyla yapılacak çalışmalar sırasında, mahalli orman ida-
resince 15 günlük süre içerisinde, eylemli orman durumuna gelmiş alanları gösterir, uygulama
niteliği bulunan bir haritanın gönderilmiş olması ya da çalışmalar sırasında bu alanların sınırlarının
zeminde bizzat gösterilmesi istenmektedir. 15 günde belirtilen işlerin yapılamayacağı ortadadır.
Bu durumda, eylemli orman olup olmadığına bakmaksızın çalışma alanındaki tüm ormanlar dağı-
tıma tabi tutulmaktadırlar.
2. 2-B’lerin kamu hizmetlerine tahsis edilip edilmediği konusunda da kurumlara 15 günlük
süre verilmektedir. Bir yerin kamu hizmetlerinden hangisine tahsis edildiği, o yerde yapılacak imar
planları ile belli olmaktadır. İmar mevzuatında, 15 günde imar planı yapılmasını sağlayacak bir
düzenek yoktur. Kaldı ki, bir kurumdan diğerine normal bir yazışma bile 1-2 ay gibi bir süre ala-
bilmektedir. Özetle, 15 gün olarak verilen süre, kararın baştan verildiğini, bu kararın da, 2-B alan-
larının sürece yön veren iradenin kontrolü ve tercihi doğrultusunda yağmaya ve dağıtıma tabi
tutulması olarak anlaşılmaktadır.
3. Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin, bir başka deyişle 2-B’lerin “kullanım ka-
dastrosu” olarak adlandırılan faaliyetleri, 2924 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Destek-
lenmesi Hakkında Kanun’da da açıklanmıştır. Bu yasa yürürlükten kaldırılmadan, aynı doğrultuda
ve amaçla 3402 sayılı Kadastro Yasası’nda da benzer kurallar öngörülmüştür (Çizelge 5).
251
Çizelge 5: 3402 ve 2924 sayılı Yasalarda 2-B ile İlgili Benzer Hükümlerin Karşılaştırılması
Anayasa Mahkemesi, “... aynı muamelelerin vasfını tayin için iki ayrı hükmün aynı zamanda
bu memlekette yürürlükte olması, hukuki bir garabet teşkil eder...” kararı ile aynı konunun yürür-
lükteki iki ayrı yasa ile düzenlenemeyeceğini belirtmektedir (18.-19.06.1968 tarihli ve E. 1966/19,
K. 1968/25 sayılı karar).
4. “Kanununun 2/B maddesine göre Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin,
fiili kullanım durumları dikkate alınmak ve varsa üzerindeki muhdesatın kime veya kimlere ait
olduğu, kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldığı hususlarının kadastro tutana-
ğında açıklanarak beyanlar hanesinde gösterilmesi suretiyle kadastrosunun yapılması,” şeklinde
açıklanan uygulamalar Anayasa Mahkemesi kararlarına açıkça aykırıdır. Bilindiği üzere, 2924 sa-
yılı yasadaki, “kullanan kişilerin adları kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilir,” deyimi,
orman köylüsü olup olmadığına bakılmaksızın bu yerlerin kadastro tutanağında gösterilen kişi-
lere satışını öngördüğü gerekçesiyle iptal edilmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 30.03.1993 tarihli
ve E.1992/48, K.1993/14 sayılı kararı). Bunun üzerine, 2924 sayılı yasada (Madde: 11), 30.10.1995
tarihli ve 4127 sayılı yasa ile yapılan değişiklikle, kadastro çalışmaları sırasında, 2-B alanlarının fiili
kullanım durumuna göre sınırlandırılması ve hazine adına tespit yapılarak bu yerlerin üzerinde-
ki, “...muhdesat ile tasarruf edenlerin isimleri, kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilir...”
deyimi eklenmiştir. Eklenen kural, orman üzerinde doğrudan işlem yapmadığı ve orman sınırları
dışına çıkarılan yerlerin satışının iptali istenen kuralla değil, devamındaki kurallarda öngörüldüğü
gerekçesiyle, bu kez Anayasa’ya aykırı bulunmamıştır (Anayasa Mahkemesi’nin 16.04.1996 tarih-
li ve E. 1996/2, K. 1996/10 sayılı; 20.06.1996 tarihli ve E. 1996/26, K. 1996/22 sayılı kararları). 2-B
ile ilgili yapılan son düzenlemelerin, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen düzenlemelerle
benzerlikleri dikkat çekicidir. Açılmış olan iptal davası hakkında karar verilinceye kadar 2-B ile ilgili
çalışmaların tamamlanmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu durum, idare eliyle anayasaya aykırılığı
bilinen faaliyetlerin sürdürülmesinde “hukuk devleti” ilkesine rağmen bir rahatsızlık duyulmadı-
ğını göstermektedir. Bu süreç, Türkiye’nin bugüne kadar elde ettiği kazanımların hızla tüketildiği-
nin de işaretidir ve gelecekte ciddi sorunlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır.
252
3402 sayılı Kadastro Yasasına Eklenen Ek Madde 4 2924 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi Hakkında Yasanın 11. maddesi
“... Kadastro çalışmaları sırasında, fiili kullanım durumuna göre sınır-landırması ve Hazine adına tespiti yapılacak bu yerler üzerindeki muh-desat ile tasarruf edenlerin isimleri, kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilir ...”
“... orman sınırları dışına çıkarıldık-ları tarihteki fiili durumlarına göre ifraz edilerek, bu yerleri kullanan kişilere ...”
2-B’lerin İşgalcilerinin Tespiti
2-B’lerin İfrazı
“...fiili kullanım durumları dikkate alınmak ve varsa üzerindeki muhdesatın kime veya kimlere ait olduğu ve kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldığı kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmek suretiyle ...”
“... Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünce fiili kul-lanım durumları dikkate alınmak suretiyle ifraz ve/veya tevhit de yapılabilir. Bu işlemler sırasında, orman ve kadastro haritalarında tespit edilen fenni hatalar, yukarıdaki üçüncü fıkrada belirtilen usul ve esaslara göre düzeltilir.
Bu madde kapsamındaki kadastro, ifraz ve tescil işlemleri, 3194 sayılı İmar Kanunu ile 3/7/2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanu-nundaki kısıtlamalara tabi olmaksızın yapılır ...”
İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Akademik Kurulu’na göre (İÜ 2009), “... kullanım ka-
dastrosu, ifraz ve tescil işlemleri 3194 sayılı İmar Yasası ile 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi
Kullanımı Kanunundaki kısıtlamalara tabi tutulmayarak, 2/B alanlarındaki çarpık yapılaşma için
bir tedbir öngörülmediği gibi, tarım topraklarının korunması ilkesi de göz ardı edilmiştir. Bu ba-
kımdan yapılan düzenleme Anayasanın toprağın korunması, çevre hakkı ve planlama ilkelerine
aykırıdır...” Akademik Kurula göre, anılan düzenlemelerin “... esasen Hazine adına kayıtlı bulunan
2/B parsellerinin fiili kullanım durumunun tespitinden başka bir yararı olmayacaktır...”
60. Hükümet, Anayasaya ve Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın kural getirmiş ve yalnız
uygulamada değil, aynı zamanda hukuk sisteminde de bir karmaşaya yol açmıştır. Öngörülen dü-
zenleme ile ORKÖY Genel Müdürlüğü devre dışı bırakılmış, anayasa ve yasalara aykırı bir şekilde
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’ne yetki devri yapılmıştır.
Ana Muhalefet Partisi (CHP) tarafından, 15.01.2009 tarihli ve 5831 sayılı Yasanın iptali için Ana-
yasa Mahkemesine başvurulmuştur. Anayasa Mahkemesi, CHP’nin iptalini istediği;
zamanaşımı yolu ile iktisap edilemez” hükmü,
varsa üzerindeki muhdesatın kime veya kimlere ait olduğu ve kim veya kimler tarafından ne zaman-
dan beri kullanıldığı kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmek suretiyle, askı ilanı hariç
diğer ilanlar yapılmaksızın öncelikle kadastrosu yapılarak Hazine adına tescil edilir” hükmündeki, “fiili
kullanım durumları dikkate alınmak ve varsa üzerindeki muhdesatın kime veya kimlere ait olduğu ve
kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldığı kadastro tutanağının beyanlar hanesinde
gösterilmek suretiyle” ibaresi,
-
maksızın Maliye Bakanlığı’nın talebi üzerine, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nce fiili kullanım du-
rumları dikkate alınmak suretiyle ifraz ve/veya tevhit de yapılabilir” hükmü,
Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunundaki kısıtlamalara tabi olmaksızın yapılır” ibaresi,
ile ilgili iptal isteminin esastan görüşülmesini 07.05.2009 günlü duruşmasında kabul etmiştir.
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, bu dava devam ederken ve dava sonucunu da bekleme-
den 11 ilde (İstanbul, Sakarya, İzmir, Aydın, Bursa, Balıkesir, Antalya, Samsun, Adana, Mersin, Muğ-
la) toplam 2147 birimde ve 153.479 hektarlık alanda 2-B (kullanım kadastrosu) ihalesi yapmıştır
(www.tkgm.gov.tr).
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü tarafından, yasanın yayımlanmasının hemen ardından,
İstanbul’daki 2-B alanları büyüklüğünde bir alanda ihale sürecinin hemen başlatılması, konunun
önceden planlandığının kanıtıdır. Bilindiği üzere, İstanbul’un 5.400 km2 olan yüzölçümünün %
48,85’i ormandır. İstanbul’un % 3’ü orman dışına çıkarılmış 2-B alanlarından oluşmaktadır.
Yüzölçümü Orman Alanı 2-B Alanı Özel Orman
İstanbul 5.400 km2 2.574,51 km2 (% 47.68) 162,67 km2 (% 3.01) 63,19 km2 (% 1.17)
Yapılan düzenleme ile başta İstanbul olmak üzere kentlerdeki ormanlarda büyük bir ağaç kı-
yımı ve talan yaşanacaktır. Süreç, yalnız bununla da kalmayacaktır. 60. Hükümet, Anayasa Mahke-
253
mesi kararlarına rağmen, ormanı işgal edenleri ve yağmalayanları tapu kütüğüne kaydederek hak
sahibi yapmanın peşindedir.
3194 sayılı İmar Kanunu ve yönetmelikleri gereği, “belediye sınırları içinde veya dışındaki
tüm araziler, yürürlükte bulunan her ölçekteki imar planı kararlarına aykırı kullanılamazlar ve
tasarruf edilemezler.” Bir diğer deyişle, Türkiye’nin 780.000 km2 yüzölçümlü topraklarının her bir
cm2’sinin 1/1000 ölçekli uygulama imar planları yapılmadan yerleşime ve imara tabi olması ola-
naksızdır. Bunun başka bir ifadesi, orman dışına çıkarılan alanlar, Anayasa’da değişiklik yapılsa bile,
imar planlarında yerleşime ve konuta elverişli duruma getirilmeden satılamazlar. Dolayısıyla, imar
planlarında, “2/B” alanlarının, “yol, park, meydan, çocuk bahçeleri, oyun alanları, bölge parkı, il-
köğretim tesisleri alanı, ortaöğretim tesisleri alanı, kültür tesisleri alanı, sağlık tesisleri alanı, dini
tesis alanları, kentsel hizmet alanları, mezarlıklar, yeniden orman niteliği kazandırılacak alanlar,”
gibi kamu hizmetlerine tahsis edilmeleri olanaklıdır ve bu tür arazi kullanışlarına ayrılan “2/B”
alanlarında işgalcilerin hak sahibi olmaları söz konusu değildir.
60. Hükümetin, imar planı kapsamında kalıp kalmadığına, kamu hizmetlerine tahsis edilip
edilmediğine bakmaksızın, “2/B” alanlarının kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kulla-
nıldığını kadastro tutanağının beyanlar hanesine bir an önce kaydedilmesindeki aceleciliğini anla-
mak güçtür. Bu alanları kullananların “orman köylüsü” olup olmadığının incelenmesine bile gerek
duyulmamaktadır. Bu durum, 2-B alanlarının bir an önce kullanıcılarına satılması yönünde bir alt-
yapının oluşturulduğunun göstergesidir. Bu politika ve izlenen süreç, kamu düzeni, imar plan-
laması ve taşınmazlar politikası açısından sakıncalıdır ve “2/B” sahalarının gelişigüzel bir şekilde
ormanı işgal edenlere devredilmesinin büyük bir yağmaya ve orman talanına yol açması olasıdır.
Anayasa Mahkemesi’nin Kararı
Anayasa Mahkemesi, açılan iptal davasını, neredeyse 2.5 yıl sonra karara bağlamıştır. E.
2009/24, K. 2011/75 sayılı 12.5.2011 tarihli kararında Anayasa Mahkemesi, deyim yerindeyse “orta
yolcu” bir karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi, yalnızca, 5831 sayılı yasanın 4. maddesi, 5. fıkra-
sındaki, “kadastro, ifraz ve tescil işlemlerinin, İmar Kanunu ile Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı
Kanunu’ndaki kısıtlamalara tabi olmaksızın yapılacağı,” düzenlemesini Anayasa aykırı görmüş
ve iptal etmiştir. Bu fıkranın uygulanmasından doğacak zararın önlenmesi için kararın Resmi
Gazete’de yayımlanacağı güne kadar yürürlüğü de durdurulmuştur.
5831 sayılı yasa, iptal edilen bu hükmün dışında, deyim yerindeyse, Anayasa Mahkemesi’nden
vize almıştır.
5. 6292 SAYILI YASA İLE BAŞLAYAN YENİ DÖNEM
Tüm bu gelişmelerin sonunda, Anayasa Mahkemesi’nin yaklaşımı da netleşince, 12 Haziran
2011 genel seçimlerinin ardından 2B konusu yeniden gündeme gelmiştir.
Kamuoyunda 2B Yasası olarak bilinen, 26.04.2012 tarihinde yürürlüğe girerek 2924 sayılı yasa-
yı yürürlükten kaldıran 6292 sayılı “Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine
Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazileri-
nin Satışı Hakkında Kanun” uygulanmaya başlanmıştır.
Yasanın amacı;
1. Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin değerlendirilmesi,
2. Yeni orman alanlarının oluşturulması,
254
3. Nakline karar verilen Devlet ormanları içinde veya bitişiğinde bulunan köyler halkının yer-
leştirilmesi ve
4. Orman köylülerinin kalkındırılmasının desteklenmesi ile
5. Hazineye ait tarım arazilerinin satışına ilişkin usul ve esasların belirlenmesidir.
şeklinde açıklanmıştır.
Yasa da;
1- Orman Köyleri Halkının Nakli ve Yerleştirilmesi (madde: 4),
2- Yeniden orman olarak ihdas edilecek yerler (madde: 5),
3- Hak sahibi, başvuru ve doğrudan satış (madde: 6),
4- 2/A veya 2/B belirtmelerinin terkini ve iade edilecek taşınmazlar (madde: 7),
5- Proje alanlarının belirlenmesi ve bu alanda kalan taşınmazların değerlendirilmesi (madde:
8),
6- Ortak ve Çeşitli Hükümler
köyler halkının desteklenmesi, gelirler, harcamalar ve muafiyetler (madde: 10),
şeklinde bir sistematik benimsenmiştir.
Yasanın özü ile ilgili Anayasa Mahkemesi’nin 5 ayrı iptal kararı verdiğini bilmemesi olanaksız
olan Cumhurbaşkanı’nın huzurunda yalnızca 5-6 gün tuttuğu ve onayladığı kanun, anayasanın
170. maddesine aykırıdır. Çünkü 170. madde, “Orman içindeki köyler halkının kısmen veya tamamen
bu yerlere yerleştirilmesi için devlet eliyle anılan yerlerin ihya edilerek bu halkın yararlanmasına tahsisi
kanunla düzenlenir,” diyerek satış girişimlerinin önünü tıkamaktadır. Parlamentoda çok az örneğini
gördüğümüz uzlaşma iradesi bu konuda ortaya çıkmış, iki muhalefet partisi de yasa tekli!erini
sunmuşlardır. İktidar partisi 6292 sayılı Yasanın TBMM’deki görüşmelerinde söz konusu tekli!eri
de dikkate alarak kendi önerisini ve sistematiğini kabul ettirmiş, bu arada muhalefet partilerinin
de desteğini alarak yasayı TBMM’den geçirmiştir.
Bu yasa ile ormanın içinde ya da bitişindeki orman köylerinde yaşayan 7.8 milyon orman köy-
lüsünün büyük bölümünün sorunları çözülmeyeceği gibi, daha da karmaşıklaşacaktır. Çünkü bu
yasanın arkasındaki lobinin orman köylüleri olmadığı açıktır. Amaç buraları satıp, kentsel dönüşü-
me kaynak aktarmak olduğuna göre, bu paranın kaynağı köylüler değil, zenginler olmalıdır... Yani
parası olan işgalciler... Ama zengin işgalci ile buralardan yaşamını döndüren orman köylüsü aynı
kefeye konulmuştur. Yasanın, 2-B arazilerinin kullanıcılarından 31.12.2011 tarihine kadar el değiş-
tirerek son kullanıcı olanların hak sahipliğinden yararlanacaklarını açıklaması ile, 2-B’lerin büyük
bir bölümünde zilyetlik orman köylüsünden farklı kişilere transfer olmuştur. Bu durum, yeni yasa
uygulamalarıyla mülkiyet hakkına dönüşerek hukukileşecek ve tapuya da tescil edilerek bir “rant”
transferi yasa aracılığıyla gerçekleşmiş olacaktır.
Yasanın “Amaç ve Kapsam”ı 1. maddede ortaya konulmaktadır: “(1) Bu Kanunun amacı;
31.08.1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun 2 nci maddesi gereğince, Hazine adına orman
255
sınırları dışına çıkarılan yerlerin değerlendirilmesi, yeni orman alanlarının oluşturulması, nakline ka-
rar verilen Devlet ormanları içinde veya bitişiğinde bulunan köyler halkının yerleştirilmesi ve orman
köylülerinin kalkındırılmasının desteklenmesi ile Hazineye ait tarım arazilerinin satışına ilişkin usul ve
esasların belirlenmesidir.
(2) Bu Kanun, 6831 sayılı Kanunun 2. maddesine göre Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan
yerler ile Hazineye ait tarım arazileri hakkında uygulanır.”
Yani 2-B alanları artık bu yasaya göre “değerlendirilecektir.” Değerlendirmenin “satış” anlamına
geldiği, yasanın diğer maddelerine bakıldığında net biçimde anlaşılmaktadır.
Gerek Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü ve gerekse Maliye Bakanlığı yasanın nasıl uygulana-
cağını peş peşe yayımladıkları genelgeler ve tebliğlerle açıklamışlardır;
kapsamında 2/B alanlarında yapılacak uygulama” konulu 01.07.2011 tarihli ve 1720 sayılı
(2011/2) genelgesi,
kapsamında 2/B alanlarında yapılacak uygulama” konulu 23.05.2012 tarihli ve 1727 sayılı
(2011/5) genelgesi,
ve 1729 sayılı (2012/7) genelgesi,
26.07.2012 tarihli ve 1733 sayılı (2012/11) genelgesi,
Emlak Genel Tebliği.
2-B Alanları ile ilgili her türlü işlemler ise, Yasanın “Hak sahibi, başvuru ve doğrudan satış” baş-
lıklı 6. Maddesinde açıklanmıştır.
Bu yasa bütünü içinde değerlendirildiğinde, adaletsizlikler, eşitsizlikler ve hukuksuzluklar içer-
mektedir.
Adaletsizlik 1: Bu yasa herkesi aynı kefeye koymaktadır... Orman alanına fabrika yapanla, or-
man içine villa yapanla, orman kenarına tatil köyü yapanla, geçimini sağlayacak kadar geliri bu
arazilerden sağlayanlar arasında fark görmemektedir... Hak sahipliği tanımı adaletsizdir, eşitsizdir...
Adaletsizlik 2: 500 metrekare yer işgal edenle 5.000-10.000 metrekare yer işgal eden arasında
ayrım yapmamaktadır... Yasada alansal bir kısıtlama yoktur. Daha doğrusu işgali niteleme anlamın-
da hiçbir kısıtlama yoktur.
Adaletsizlik 3: Süresi içinde hak sahipliği koşullarını sağlayamayanların hak sahipliği düşecek-
tir... Amaç sorunu çözmek değil, para kazanmak olarak konulunca, ödemenin koşullarına sahip
olup olmamak önemini yitirmektedir. Oysa satın alma koşulları olmayan orman köylüleri için 49
yıllığına tahsis olanağının getirilmesi, bu süre içinde koşulları oluşanlara devir yollarının tanımlan-
ması yerinde olurdu.
Eşitsizlik 1: İşgalcilerin mali durumları arasında bir sını&andırma yapmamaktadır... Orman köy-
lülerinin yüzde 58’i yakacak odun gereksinmesini ormandan karşılamaktadır. Yüzde 13’ü gelirini
ormancılıktan kazanmaktadır ve yüzde 84’ünün gelir düzeyi oldukça düşük durumdadır. Bunlar
devletin rakamlarıdır... Orman köylülerinin büyük bölümünün yıllık toplam geliri 2.000 TL dolayın-
dadır. Bunlarla tatil köyü, country sahibi, eşitmiş gibi aynı kefeye konabilir mi?
256
Eşitsizlik 2: Doğrudan satışlar rayiç değerin yüzde 70’i üzerinden gerçekleşecektir... Peşin öde-
yenlere yüzde 20, yarısını peşin ödeyenlere yüzde 10 indirim yapılacaktır. Yani parası olana rayiç
değerin yüzde 45’i kadar indirim yapılarak, ödüllendirilmektedir... Cezalandırılmaları gerekmez
mi?
Rayiç değerler ise açıklanmamıştır. Maliye Bakanı parsel parsel belirlemenin yapıldığını açık-
lamaktadır, ama Milli Emlak’in ilgili birimlerine bilgi sızdırma yasağı konulmuştur. Değerler, fellik
fellik gizlenmektedir. Başbakan’ın açıklaması beklenmektedir… Başbakan Boğaziçi Köprüsü’nden
ücretsiz geçişi açıklamak gibi önemli konularla ilgili olduğu için, bu da o kapsama girmektedir.
Bedel söz konusu olunca şu söylenmelidir: Bir kere bu alanlar, bırakın rayiç değer üzerinden
satmayı, orman köylülerine bedelsiz verilmeliydi. İlla satış söz konusu olacaksa, emlak vergisi de-
ğeri üzerinden satılmalıydı. Satın alma gücü olmayan orman köylülerine 49 ya da 99 yıllığına tah-
sis yapılmalıydı...
Mali durum analizi sonucu, yıllık gelir durumu limitlerine göre satışlar sını�andırılmalıydı...
Para babası işgalcilere ise rayiç değerin 3 katı bedelden satılmalıydı… Böylece hem daha fazla
para toplanır, hemen toplanır; ama aynı zamanda bir caydırıcılık yaratılırdı…
Bu yasa, tanımladığı satış koşullarıyla yeni 2B’lere çağrı niteliğindedir... Bir af yasasıdır... Yeni
2B’leri özendirmektedir...
Hukuksuzluk 1: Satış bedelini reddedenler ve dava konusu edenler hak sahibi olamazlar... Yani
sesini çıkarmadan kabul edeceksin... Hak arama yollarına başvurmayacaksın... O zaman nerede
kaldı anayasadaki “dilekçe hakkı”?
Hukuksuzluk 2: Yürütmeyi durdurma verilemez... 2/A alanları için orman sınırları dışına çıkar-
ma ile orman sınırlandırması ve tespit, tefrik ve tescil işlemlerine karşı yapılan itirazlar ve açılan
davalar bu kanuna göre yapılacak işlemleri durdurmaz. Bu konuyla ilgili davalarda yürütmeyi dur-
durma ve tedbir kararı verilemez. Bu yerlerde hak iddia edenlerin açtıkları davalar davacılar lehine
sonuçlandığında bu taşınmazlar genel hükümlere göre kamulaştırılır. Yani diyor ki erk, ben kimse-
yi, hiçbir girişimi dinlemem, yoluma devam ederim...
Bu saptamaların yanı sıra, yasanın en kötü yanlarından birisi, uygulamanın önünü açık bırak-
masıdır... Masum yurttaş için iyi, aklı fikri işgal olanlar açısından yeni fırsat... Bir alan için 31.12.2011
tarihinden önceye dayandırdığı bir belgeleme, onu hep hak sahibi yapacaktır... Bu ülke, mezar
taşlarını mirasçı gösterip zilyetlik yollarını çalıştırma deneyimlerine sahip rantçılarla doludur...
Ülkemizde en büyük af yasalarından birisi, 2981 sayılı gecekonduları ve imara aykırı yapıları
a"eden yasadır. Bu yasa 6292 sayılı yasa karşısında masum kalmaktadır. Bu yasada 2 önemli kısıt
vardır: Bir kişinin kendisinin veya eşinin veya ergin olmayan çocuğunun başka bir yeri olmamalı-
dır; kişilere 400 metrekareden daha fazla arsa tahsisi yapılamaz... 6292 sayılı yasa, bu yasadan daha
vahşi bir af yasasıdır...
Bu girişimle adil bir tasfiyenin hede�enmesi yanlış değildir... Ancak bu tasfiye girişiminin so-
runları kökten çözücü ve yeni girişimleri önleyici kurallar kümesi getirmesi gerekirdi… 6292 sayılı
yasanın bunu sağlaması olası değildir.
Ne olacaktır? Orman köylülerinin çoğu hak sahipliği koşullarını parasal yönden sağlayama-
yacaklardır... Süresi içinde hak sahibi olamayanlar iki şey yapacaklardır: Ya yıllardır kullandıkları
arazilerini Hazine’nin alıp başkasına satmasına göz yumacaklardır, bunu sineye çekeceklerdir. Ya
257
da bir tefeci ile anlaşacaklardır... Zaten tefecilerin çoktan köy yollarını tuttukları görülmektedir.
Ne mi yapmalı? Muhalefet partileri bu yasayı Anayasa Mahkemesi’ne taşımamışlardır. Bu du-
rumda çözüm umudu ne olabilir? Çözüm umudu, yürekli bir veya birden çok hak sahibinin ortaya
çıkması umududur... Hak sahipliğinin düşmesini göze alan, yasanın hukuk, adalet ve eşitlik nokta-
larından anayasaya aykırılık savlarını içeren bir davanın açılması... Bu davanın bir hukuk mahkeme-
since ciddi bulunması ve konunun Anayasa Mahkemesi’ne taşınması...
Böyle bir şey gerçekleşirse, yeni Anayasa Mahkemesi ne yapar? Eski 5 kararını “tashih-i karar”
mı yapar, 6. bir iptal kararı mı verir? Bunu kestirmek de yeni mahkeme aritmetiğinde kolay görül-
memektedir.
Başvuru sürecinin başlamasından bu yana geçen süre, uygulamanın yeni sorunlara gebe ol-
duğunu da ortaya koymuştur.
Yasanın “2/A veya 2/B Belirtmelerinin Terkini ve İade Edilecek Taşınmazlar” başlıklı 7. maddesinin
“a” fıkrası şöyledir:
“Madde 7 – (1) İlgililer tarafından idareye başvurulması ve idarece bu başvuru üzerine veya resen
yapılan inceleme ve araştırma sonucunda doğruluğu tespit edilmesi hâlinde;
a) Tapu ve kadastro veya imar mevzuatına göre ilgilileri adına oluşturulan ve tapuda halen kişiler
adına kayıtlı olan taşınmazlardan Hazine adına orman sınırı dışına çıkarıldığı gerekçesiyle tapu kütük-
lerine 2/A veya 2/B belirtmesi bulunan veya konulan taşınmazların tapu kayıtları bedel alınmaksızın
geçerli kabul edilir ve tapu kütüklerindeki 2/A veya 2/B belirtmeleri terkin edilerek tescilleri aynen de-
vam eder, aynı gerekçeyle bu nitelikteki taşınmazlar hakkında dava açılmaz, açılan davalardan vazge-
çilir, açılan davalar sonucunda tapularının iptaliyle Hazine adına tesciline karar verilen, kesinleşen ve
tapuda henüz infaz edilmeyen taşınmazlar hakkında da aynı şekilde işlem yapılır.”
Tapuların iptalinden sonra, eski malikleri tarafından terk edilen ya da daha sonra yasal olma-
yan yollarla el değiştiren, yeni tasarrufçuları tarafından kullanılan bu alanlar, şimdi eski maliklerine
geri dönecektir. Bunun önümüzdeki süreçte başka sorunların kaynağı olacağı açıktır.
Bu nedenlerle, 6292 sayılı yasanın sorunu kökten çözücü değil, yeni sorunlar yaratıcı, zengin-
leri kayırıcı bir yasa olduğunu özellikle vurgulamak gerekmektedir.
6. ORMAN İÇİ AÇIKLIKLAR
6831 sayılı Orman Yasası’nın 17. maddesinin birinci fıkrasına göre, “... Devlet ormanları içinde
.... her çeşit bina ve ağıl inşası ve hayvanların korunmasına mahsus yerler yapılması ve tarla açıl-
ması, işlemesi, ekilmesi ve orman içinde yerleşilmesi yasaktır.” İkinci fıkrada da, “... Devlet orman-
larının ... açıklıklarından faydalanılarak işgal, açma veya herhangi şekilde olursa olsun kesme,
sökme, budama veya boğma yollarıyla elde edilecek yerlerle, buralarda yapılacak her türlü yapı
ve tesisler, şahıslar adına tapuya tescil olunamaz. Buralara doğrudan doğruya orman idaresince
el konulur...” denilmektedir.
Yasa metninden açıkça anlaşıldığı gibi, hangi nedenle olursa olsun orman içi açıklıklarda ta-
rım, inşaat ve hayvancılık yapmak amacı ile ağıl yapılamaz. Bu tür yerler özel mülk olamaz. Yöne-
tim derhal el koyma hakkına sahiptir. Orman içi açıklıklardan yararlanabilmek için zorunlu olarak
orman kullanılacaktır. Bu kullanım nedeniyle yeni açma, genişletme, yangın oluşması önleneme-
yecek ve orman bütünlüğü bozulacaktır. Ayrıca, bu tür taşınmazların öncesinin orman olma zo-
runluluğu yoktur. Çünkü öncesi orman olan ve ormandan açılan taşınmazlar, 6831 Sayılı Yasanın 1.
258
maddesi ve Yargıtay uygulamaları gereği oluşan kesin içtihatlara göre zaten orman sayılmaktadır.
Orman Yasası’nın 17. maddesinde tanımı yapılan olgu, öncesi orman iken açılan yerlerle beraber
ayrıca hangi nedenle olursa olsun orman içi açıklıkların kazanılamayacağı ilkesini içermektedir
ve amacı orman bütünlüğünü korumaktır (Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 19.12.2006 tarihli ve E.
2006/16718, K. 2006/17890 sayılı kararı).
17. maddenin 1. Fıkrasında 6292 sayılı yasa ile yapılan değişiklikle, yaylak ve otlak alanları için
yeni bir düzenleme getirilmiştir.
“(Değişik birinci fıkra: 19.04.2012 - 6292/m. 13) Devlet ormanları içinde bu ormanların korun-
ması, istihsal ve imarı ile alakalı olarak yapılacak her nevi bina ve tesisler müstesna olmak üzere; otlat-
ma planı yapılan alanlarda yıllık otlatma süresi dahilinde hayvanların planlı otlatılmasını sağlayan,
gecelemesini emniyet altına alan ve dağılmalarını engelleyen geçici çevirmeler şeklinde düzenlemeler
dışında, her çeşit bina, ağıl ve hayvanların barınmasına mahsus yerler yapılması, tarla açılması, işlen-
mesi, ekilmesi ve orman içinde yerleşilmesi yasaktır. Ancak, Devlet ormanlarında 31.12.2011 tarihin-
den önce toplu yerleşimin bulunduğu; yaylak ve otlak olarak kullanılan alanlar içindeki yerler ile yılın
belirli dönemlerinde geleneksel yaylacılık maksadıyla yerleşim yeri olarak kullanılan alanlar kullanım
bütünlüğü de dikkate alınarak Orman Genel Müdürlüğünce tespit edilir. Tespit edilen bu alanlardan
uygun görülenler Orman ve Su İşleri Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile yayla alanı
olarak ilan edilir. İlan edilen yayla alanlarında 31.12.2011 tarihinden evvel yapılmış, hakkında müsa-
dere kararı bulunanlar da dâhil her türlü bina ve tesisler mevcut haliyle vaziyet planında gösterilerek
Orman Genel Müdürlüğü sabit kıymetlerine alınır. Yayla alanlarında bulunan bina ve tesisler orman
idaresi tarafından işletilir, işlettirilebilir veya kiraya verilebilir... Bu alanlardaki bina ve tesislerin kulla-
nıcıları orman idaresince tespit edilir, ilgili kaymakamlık ve muhtarlıklar vasıtasıyla bir ay süreyle ilan
edilir. Bu süre içinde yapılan itirazlar bir ay içinde orman idaresinde mevcut bilgi ve belgelere göre,
bunun mümkün olmaması hâlinde başvuru sahiplerinin elindeki bilgi ve belgelere göre sonuçlandırı-
larak ilgililere bildirilir. Kullanıcısı tespit edilen bina ve tesisler vaziyet planına göre kullanıcısına, tespit
tarihinden itibaren bir yıl içinde talebi hâlinde rayiç bedel üzerinden 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu
hükümlerine göre kiraya verilebilir...”
Ancak bu ayrık durumun dışında, 17. maddedeki düzenlemeler korunmuştur. Bu nedenle,
aşağıda belirtilen 17. madde ile ilgili yargı yerlerinin verdiği kararlar da yürürlüklerini, uzmanların
yorumları da güncelliklerini korumaktadırlar.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca benimsenmiş ve yerleşik duruma gelmiş kararlara göre, yasa
koyucu ayrı bir kavram oluşturmuş ve hangi nedenle olursa olsun orman içi açıklıklarda tarım
ve inşaat ile özel mülke dönüşme yolunu kapamıştır. Bu nedenle, orman içi açıklıkların, “memle-
ket haritasında” açık alanda gözükmesi bu olguyu değiştirmemektedir. Çevresi ormanlarla çevrili
olan taşınmazların özel mülkiyete dönüşüp, tarım ve inşaata açıldığında orman bütünlüğünün
bozulacağı kabul edilmektedir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun (HGK) 10.12.1997 tarihli ve E.
1997/20-830 ve K. 1997/1034 sayılı; HGK’nun 10.12.1997 tarihli ve E. 1997/20-808, K. 1997/1039
sayılı; HGK’nun 22.10.2003 tarihli ve E. 2003/20-665, K. 2003/614 sayılı kararları).
Ve yine orman kadastrosunun kesinleştiği tarihten sonra 20 yıldan fazla süre geçse dahi or-
man içi açıklık konumunda olan taşımazların zilyetlik yoluyla kazanılamayacağı açıklanmış bulun-
maktadır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 11.10.2004 tarihli ve E. 2004/7-531, K. 2004/582 sayılı
kararı).
Orman sınırlandırma haritasına ve memleket haritasına göre çevresi orman ile çevrili olan bu
259
yerlerin orman bütünlüğü içinde bulundukları; her ne şekilde olurlarla olsunlar, bu yerler kişiler
adlarına tespit ve tescil edilseler de Maliye Hazinesinin bu yerler hakkında her zaman orman id-
diası ile dava açabileceği kabul edilmektedir (Yargıtay 20. Hukuk Dairesi, 21.06.2007 tarihli ve E.
2007/6867, K. 2007/8734 sayılı karar).
Bilindiği üzere, 6831 sayılı Orman Yasası’nın 2/B maddesinde “bilim ve fen bakımından orman
niteliğini tam olarak kaybetmiş yerlerin orman rejimi dışına çıkartılacağı” belirtilmekle birlikte,
bundan doğal ve gerçek anlamda nitelik kaybının anlaşılması gerekmektedir. Her isteyenin or-
manlarda bina ya da eklentilerini inşa etmesi, erozyona neden olacak biçimde araziyi teraslaması
veya orman bitkilerini sökmesi ve tarım yapmaya girişmesi veya 6831 sayılı yasanın 17/2. maddesi
gereğince;
1. hiçbir zaman kişiler adına tapuya tescil edilemeyecek ve
2. özel mülk olamayacak,
orman içi açıklığı niteliğinde olan yerleri işgal etmesi “bilim ve fen bakımından nitelik kaybı” kabul
edilmemekte, tersine zorla ve ormanın tahribi sonucu niteliğinin kaybettirilmesi olarak açıklan-
maktadır (Atbaşoğlu 2003 ve 2005).
Orman içi açıklıkların işgal edilmesi ve 2/B konusu;
1. toprak erozyonu,
2. ormanların ortadan kalkması,
3. doğanın ve çevrenin bozulup yok olması
sonuçlarını doğurmaktadır. Orman Yasası’nda tanımlanan “... bilim ve fen bakımından orman
niteliğini tam olarak kaybetmiş...” kavramında bu tür olaylar amaçlanmamıştır. 6831 sayılı Yasa-
nın 2/B maddesinin başka türlü yorumu, ormanların bilinçli şekilde niteliğinin kaybettirilmesine,
tahribine ve yok edilmesine izin verdiği sonucuna ulaştırır ki, bu durum Anayasanın 169 ve 170.
maddelerine aykırıdır.
Suç oluşturan eylemler ve zorlama yoluyla ormanların niteliğinin kaybettirilmesi yasalarla ko-
runamaz. Ormanların içinde kalan ve orman içi açıklık olarak tanımlanan yerlerin 2/B olarak orman
sınırları dışına çıkarılması sözü edilen nedenlerle kabul edilmemektedir. Çünkü bu yerlerin, orman
bütünlüğü içinde bulundukları ve üzerlerinden insan elinin çekilmesi ve olduğu gibi bırakılmaları
halinde yeniden orman durumuna dönüşebilecekleri doktrinde ve Yargıtay İçtihatlarında benim-
senmiş bulunmaktadır (Ayanoğlu 2005, Atbaşoğlu 2005, Geray 2005; Yargıtay 20. Hukuk Dairesi,
21.06.2007 tarihli ve E. 2007/6867, K. 2007/8734 sayılı karar).
Dört tarafı ormanla çevrili olan orman içi açıklıklar, öncesi itibariyle orman olsun-olmasın, özel
mülk olamazlar. Orman içi açıklıklar, orman bütünlüğünü bozacağından zilyetlik yoluyla da ka-
zanılamazlar (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 04.03.1998 tarihli ve E. 1998/20-157, K. 1998/204
sayılı; 03.02.1999 tarihli ve E. 1999/7-22, K. 1999/43 sayılı; 20.12.2000 tarihli ve E. 2000/20-1793, K.
2000/1838 sayılı kararları).
Bu tür yerlerin tapuya tescili de olanaksızdır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 23.09.1998 ta-
rihli ve E. 1998/20-554, K. 1998/589 sayılı karar).
Orman içi açıklıkları işgal eden kişilerin “geçit hakkı” istemleri bile, bu yerlerin dört bir yanının
devlet ormanı ile çevrili olması nedeniyle kabul edilmemektedir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
26.04.2006 tarihli ve E. 2006/14-264, K. 2006/237 sayılı karar).
260
Türkiye’nin farklı yerlerinde “orman içi açıklıklar”a örnek oluşturan resimler aşağıda verilmiştir
(Resim 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12).
Resimlerde dikkat edilecek nokta, “orman içi açıklık” olarak başlayan işgallerin giderek bir yer-
leşme alanı ve yapı topluluğu niteliğine dönüşmeleri ve orman bütünlüğünü bozmalarıdır.
Resim 3: Sakarya – Hendek 2003 Resim 4: İstanbul - Beykoz - Çavuşbaşı
Resim 5 ve 6 : İstanbul - Beykoz – Çavuşbaşı 2003
Resim 7 Resim 8
Resim 9 Resim 10
261
Resim 11 Resim 12
Dört tarafı Devlet ormanı ile çevrili orman içi boşluklar üzerindeki zilyetlik orman bütünlüğü-
nü bozacağı için, kesinleşmiş sınırlamaya göre orman sayılmasa bile, tasarruf ve zilyetliğine izin
verilmemiş tapuya tescilleri yasaklanmıştır. Buna karşın, bir mülkiyet belgesinin bulunmaması
veya taşınmazın orman bütünlüğünü bozmayacak bir şekilde ayırt edecek unsurlarla ormanla
bağlantısının kesilmiş olması halinde böyle bir yerin koşulları var ise iktisabının olanaklı olabilece-
ği belirtilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 13.10.1999 Tarihli ve E. 8-689, K. 822; 10.12.1997
Tarihli ve E. 20-808, K. 1039).
Bununla birlikte, edinme koşullarını taşımayan bir yer içerisinde zilyetliğin sürdürülmesi za-
manla ormana el atmaya, orman aleyhine genişletmeye ve sonuç olarak orman bütünlüğünü bo-
zucu bir sonuç yaratmaya yol açacağından kabul edilmemektedir. Yukarıda da değinildiği gibi,
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına göre geçerli bir mülkiyet belgesinin bulunmaması halinde
taşınmaz, Orman Yasası’nın 17/2. maddesinde belirtilen orman içi boşluk sayılır. Taşınmazın orman
içi boşluk sayılmasında yüzölçümünün büyüklüğü ve küçüklüğü belirleyici bir unsur değildir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 22.02.1993 tarihli ve E. 1993/3-9, K. 1993/34 sayılı kararında,
orman içi açıklığa bina yapmak üzere temel kazan bir kişi için, “Orman içine yerleşme halinin ka-
bulü için yerleşmenin süreklilik göstermesi gerekmektedir. Sanığın sürekli biçimde Orman içine
yerleştiği saptanmamışsa bu durumda da ancak duvar yapma sureti ile bu suça kalkışma söz ko-
nusu olacaktır” gerekçesiyle Orman Yasası’nın bu eylemi cezalandıran 92. maddesinin uygulan-
maması kararı, Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk tarafından eleştirilmiştir. Sami Selçuk karşı
oy yazısında, “...‘Orman Yasası’nın 92. maddesi aynı Yasanın 17. maddesinde yasak edilen eylem-
leri’ cezalandırmaktadır. Bu her iki maddede ise, ‘bina ve tesisler’, ‘ağıl ve hayvan barınakları yap-
mak’, ‘tarla açmak’, ‘tarlayı işlemek, ekmek’, ‘Orman içine yerleşmek’ eylemleri cezalandırılmıştır.
Suç ani, icrai ve hareket alt öğesi açısından ‘seçenekli, hareketli bir suçtur.’ Hareketlerden bir tane-
sini yapmakla suç oluşacak, öbür hareketlerin yapılması suçu çoğaltmayacaktır. Zira sonraki ha-
reketler, ilk hareket tarafından tüketilecektir. Sanık bina yapmak için harekete geçmiş, bir buçuk
metrelik duvar inşasıyla da ‘Orman içine yerleşmiştir’ ve suç olup bitmiştir..” görüşleri ile eylemin
tamamlanmış bir suçu oluşturduğu ve bu nedenle orman içi açıklıkları işgal edenlere uygulanması
gereken Orman Yasası’nın 92. maddesindeki yaptırımın uygulanmasını savunmuştur.
Yargının hoşgörülü kararlarının bu ve benzeri eylemlerde caydırıcı değil, teşvik edici rol oyna-
dığı kabul edilmeli ve bu durumun yarattığı endişeler dikkate alınmalıdır.
7. SONUÇ VE ÖNERİLER
Yapılan tüm değerlendirmelerden sonra, 6292 sayılı yasanın uygulamasının başladığı da bili-
nerek, yine de şu önerilerin yapılması anlamlı görülmektedir:
262
7.1. Ormanlar içinden geçen ve yerleşim birimlerini birbirini bağlayan yollar ile orman içinde
kalan ilçeler veya köyler gibi yerleşim birimlerini orman içi açıklıklarla karıştırmamak gerekmekte-
dir. Ormanlar, içinde ve çevresinde yaşayan orman köylüsü ile birlikte düşünülmelidirler. Türkiye’de
7.282’si orman içinde, 11.736’sı orman kenarında olmak üzere 19.018 orman köyü vardır. Orman
köyleri Türkiye nüfusunun % 12’sini, kırsal nüfusun ise % 41’ini oluşturmaktadır. Orman köyleri nü-
fusu 1980 yılında 10 milyon iken 1997’de 7.1 milyona gerilemiştir. Bununla birlikte, orman köyleri
nüfusunun % 58’i yakacak odun gereksinmesini ormandan karşılamaktadır. Ayrıca % 13’ü gelirini
ormancılıktan kazanmaktadır ve % 84’ünün gelir düzeyi oldukça düşük durumdadır. Toplumun en
fakir kesimini oluşturması nedeniyle ormanlar üzerinde olumsuz etkisi sürmektedir. Bu etkinin en
aza indirilmesi için, orman köylüsünün sosyal ve ekonomik sorunlarının çözülmesi gerekmektedir.
Türkiye’de, ormanları ve sınırlarını koruma konusunda politikalar oluştururken, güçlü yanlar, zayıf
yanlar, fırsatlar ve tehditler gibi çeşitli faktörlerin birlikte gözetilmeleri gerekmektedir. Tersi du-
rumda, ormana yönelik olumsuz gelişmeler önlenemez (DPT 2001, 2007).
7.2. 6831 Orman Yasası’nın 2. maddesinin B bendine 22.05.1987 tarihli ve 3373 sayılı yasa ile
eklenen son fıkrada, “...Bu maddenin (B) bendi ile orman sınırları dışına çıkarılıp, 2924 sayılı Kanu-
nun 11. ve 12. maddeleri gereğince fiili durumlarına göre ifraz edilerek bedeli karşılığı satılacak
yer, yapı ve tesisleri kullananlardan, satış işlemleri tamamlanıncaya kadar ecri misil alınmaz...”
denilmektedir. Bu hüküm, ormanları işgal edenlerin, bu yerleri bedel ödemeden istedikleri gibi
kullanmalarına yol açmakta ve diğer vatandaşlar karşısında haksızlığa ve eşitsizliğe neden olmak-
tadır. Bu fıkranın kaldırılarak, 2-B arazilerini kullananlardan günün rayiçlerine uygun kira ve /veya
ecrimisil bedelleri mutlaka alınmalıdır. Bilindiği üzere, ecrimisil bedeli, 2886 sayılı Devlet İhale
Yasası’nın 75. maddesi uyarınca tespit ve tahsil edilmektedir. Buna göre, “Devletin özel mülkiye-
tinde veya hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaz malların, gerçek ve tüzel kişilerce işgali
üzerine, fuzuli şagilden, 2886 sayılı Yasanın 9 uncu maddesindeki yerlerden sorulmak suretiyle, 13
üncü maddesinde gösterilen komisyonca takdir ve tespit edilecek ecrimisil istenir. Ecrimisil talep
edilmesi için, Hazinenin işgalden dolayı bir zarara uğramış olması gerekmez ve fuzuli şagilin ku-
suru aranmaz...” Ecrimisil bedelinin hesabında, Borçlar Yasası hükümlerinin uygulanacağı belirtil-
miştir. Bu durumda, Borçlar Yasası’nda yer alan genel zamanaşımı süresi 10 yıl olduğundan, geriye
dönük 10 yıl için ecrimisil bedeli istenebilecekken bundan Devletin vazgeçmesi, büyük bir kamu
zararıdır ve 2-B alanlarını kullananları ödüllendiren ciddi yanlışlıklardır.
7.3. Orman dışına çıkarılan yerleri gruplandırarak çözmekte yarar vardır. Önerilen gruplandır-
ma şöyledir;
1. Yeniden ormanlaştırılacak yerler,
2. Mera, otlak ve yaylak gibi hayvancılıkta kullanılan yerler
3. Bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik gibi tarımda kullanılan veya kullanılmasında yarar bulunan
yerler,
4. Bir yerleşim alanı ya da yapı topluluğu niteliğine dönüşen yerler.
Anayasa ve yasalarda değişiklikler yapılmadan, tüm 2-B alanlarının hangi gruba gireceklerinin
belirlenmesi ve ardından gelecekte ne şekilde kullanılacaklarına karar verilmesi sorunun çözümü
için önemlidir. Ama bu yapılmamıştır. 2-B alanlarının tamamının özel mülkiyete konu olması duru-
munda, Türkiye’de orman bütünlüğünü sağlamak olanaksız duruma gelir. Bu nedenle çözümlerde
uzun süreli kiralamaların düşünülmemiş olması eksikliktir.
7.4. Gerçekte, Türkiye’de, orman dışına çıkarılan yerler konusundaki tüm tartışmalar;
1. Bir yerleşim alanı ya da yapı topluluğu niteliğine dönüşen yerler,
263
2. Kıyılara, doğal-tarihsel-kültürel varlıkların bulunduğu yerlere rastlayan 2-B’ler,
3. Ormanlarda, 31.12.1981 tarihinden sonra meydana gelen işgaller,
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Özellikle, orman işgallerinin büyük bir bölümünün Anayasa da be-
lirtilen 31.12.1981 tarihinden sonra gerçekleşmesi, tarihin değiştirilmesi konusunda bir baskı ya-
ratmaktadır. Buna karşın, Orman Mühendisleri Odası’nın “orman dışına çıkarma da 31.12.1981
tarihinin ‘Milat’ olması” önerisi isabetlidir (OMO 2007: 103, 2009: 51). Buna uyulmadığı gibi tarihin
31.12.2011’e alınması, bunun da önünün açık tutulması tehlikelidir ve yeni işgallere çağrı yapmak-
tadır.
7.5. Türkiye’de, ormanları tehdit eden eylemlerin ve orman yağmasına yol açan nedenlerin
kaynağı kurutulmadan sürdürülebilir ormancılıktan söz edilmesi olanaksızdır. Ormanların daha
fazla tahrip edilmesini önlemek bakımından, orman kadastrosunun bir an önce tamamlanması ve
tüm orman varlığımızın tapuya tescil edilmesi zorunludur. Orman kadastrosu geciktikçe, tapulu
olsun veya olmasın, arazinin bitki örtüsünde meydana gelen değişikliklerin yol açtığı uyuşmaz-
lıkların, 3116, 4785, 5658, 6831 ve bu yasada değişiklik yapan 1774, 2896, 3302 sayılı yasalarda
öngörülen tarihlere göre ayrı ayrı incelemeye tabi tutulmaları da uygulamada önemli sıkıntılar
yaratmaktadır. Sözü edilen yasalara göre yapılan incelemelerde, arazinin öngörülen tarihler itiba-
riyle durumlarının tespit edilmesinde, harita, fotoğraf ve belge yetersizlikleri, vatandaşlarla dev-
letin birbirlerini anlamalarının giderek güçleştiği ortamların meydana gelmesine yol açmaktadır.
7.6. Ormandan çıkarma işlemi, yalnızca orman içinden nakledilecek köylerin yerleştirilmesi
için yapılmalı ve başka amaçlara yönelik kullanılacak bir araç durumuna kesinlikle getirilmeme-
lidir.
7.7. Orman kadastrosu bitmediği ve orman sınırlarına tecavüzlerin önüne geçilmediği sürece,
orman sınırları dışına çıkarılmış yerlerin kullanıcılarına öncelik verilerek de olsa satışının yapılabile-
cek olması orman yağmasını artıracak, yağmalanan bu yerlerdeki gecekondu ve kaçak yapılar için
yeni bir “imar a!ı” beklentisi doğacaktır. Bir diğer deyişle, Türkiye’de ormanların tahrip edilmesine
ve orman varlığının sona erdirilmesine yönelik eylemlere anayasal ve yasal dayanak oluşturan tüm
kurallar ortadan kaldırılmadıkça, çözüme ilişkin önerilerin yaşama geçirilmesi de olanaksızdır. Or-
man Mühendisleri Odası’nın, “... Anayasanın 169 ve 170 inci maddelerinde yer alan 31/12/1981
tarihli orman dışına çıkarılma düzenlemesi, bu maddelerden kaldırılarak, Anayasaya eklenecek
bir geçici madde içinde ele alınmalıdır...” önerisi (OMO 2009: 51) düşünülmelidir.
7.8. 1961 ve 1982 Anayasalarına göre hazine adına orman dışına çıkarılan ve kamuoyunda
2/B olarak bilinen alanları, 31.12.1981’den sonra yeni 2/B alanları yaratılmamak koşuluyla, yapıla-
cak anayasa değişikliğiyle sorun olmaktan çıkartmak gerekmektedir. Bu işlem bir tasfiye hareketi
olarak görülmelidir. Anayasa değişikliği yapılmadan, Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırılığı çok
açık olan ve bu yerlerin satışına yönelik teknik altyapı sağlayacak düzenlemelerden kaçınılması
gerekirken, 6292 sayılı yasa ile yapılan düzenlemeler, sürecin dikkatli biçimde izlenmesini zorunlu
kılmaktadır.
7.9. 2010 yılından bu yana yangından mal kaçırırcasına sürdürülen 2-B alanlarının tapuya tes-
cili faaliyetleri sonrasında, bu yerleri kullananların yazılacağı beyanlar hanesi bilgilerin kamuoyu-
na açıklanması ve herkesin bilgisine sunulması sağlanmalıdır. Bu, 6292 sayılı yasanın arkasındaki
lobinin orman köylüleri değil, çıkar grupları olduğunu gözler önüne serecektir.
7.10. Orman sınırları dışına çıkarılan yerlere yaklaşımda, konunun değişik açılardan ele alın-
ması ve bir oldu bitti şekline getirilmemesi gerekirdi. Devletin, bir konuyu tasfiye ederken, bir
264
daha böyle bir sorunla karşılaşmayacak şekilde tüm önlemleri de alması gerekirdi (Ayanoğlu 2005,
Geray 2005).
Bu konuda;
1. ormanların sınırlandırılarak tapuya tescili, bütünlüğünün korunması ve işletilmesi,
2. orman köylüsünün üretici durumuna getirilerek kalkındırılması ve yaşam düzeyinin artırıl-
ması,
3. üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliğinde işgaller bulunan 2-B’lerin de-
ğerlendirilmesi,
konuları birbirleriyle ilişkileri gözetilerek ayrı ayrı, ancak bir paket olarak yeniden düzenlenmelidir.
7.11. Orman politikasının en önemli unsurlarından biri olarak açıklanan orman bütünlüğünün
korunması ve geliştirilmesi sürecinde orman içi açıklıklar söz konusu olduğunda dikkatli ve hassas
davranmak gerekmektedir. Bu nedenle olsa gerek, 6831 Orman Yasası (Madde: 17/2), dört bir yanı
ormanlarla çevrili olan ve yararlanmak için ormanın geçilmesi ve kullanılması zorunlu bulunan
orman içi açıklıkların, orman bütünlüğünü bozucu niteliğe sahip olmaları gerekçesiyle özel mül-
kiyete konu olmalarını yasaklamış ve bu yerlerin açma yoluyla genişletilerek, her türlü bina ve
tesislerle işgali durumunda orman yönetiminin doğrudan el koymasını öngörmüştür. Bu yerlerin
yapılacak düzenlemelerle ve işlemlerle işgalcilerine devrini amaçlayan uygulamalara son verilme-
si gerekmektedir.
7.12. Bu süreç de, başarılması gereken görevler aşağıda belirtildiği şekliyle önerilmektedir;
7.12.1. Birinci Görev, Anayasa’nın 169. maddesinin son fıkrasıyla, 6831 sayılı Orman Yasası’nın
2. maddesinde, orman dışına çıkarmayı düzenleyen kurallar iptal edilmelidir. Anayasa’nın orman
köylüsünün korunması başlıklı 170. maddesi de yeniden düzenlenmelidir. Orman dışına çıkar-
maya anayasal dayanak oluşturacak yaklaşımlardan özenle kaçınılmalıdır. Bunun dışında, özel ve
istisnai bir durum olarak, orman içindeki köylerin nakli dışında orman dışına çıkarmaya izin ve-
rilmemelidir. Devlet ormanlarının yalnızca devlet tarafından yönetilip işletilmesi öngörülmelidir.
7.12.2. İkinci Görev, Ormanlardan orman dışına çıkarmaya son verildikten sonra, var olan 2-B
alanlarının nasıl çözüleceği de modellenmeliydi. Yapılmamıştır. Bunun ilk koşulu da, ormanların
Anayasa’da belirtilen 31.12.1981 günü itibariyle tespit edilerek bir an önce sınırlandırılması ve
tapu kütüğüne tescil edilmesi, orman dışına çıkarılan yerlerin gruplandırılarak çözülmesiydi.
7.12.3. Üçüncü Görev, ormanlarda, 31.12.1981 tarihinden sonra yapıldığı tespit edilen tüm
kaçak yapıların, kime ait olduğuna veya yapının niteliğine bakılmaksızın derhal yıkılmasıdır. Ve bu
tarihten sonra, ormanlarda, hiçbir işgale ve yasa dışı kullanma biçimlerine göz yumulmamasıdır.
7.12.4. Dördüncü Görev, “Orman Kadastrosu Bilgi Sistemi”nin kurulması ve elde edilen bilgi-
lerin, isteyen herkesin bilgisine açık olması sağlanmalıdır.
Kaynaklar
ATBAŞOĞLU, Ferruh, Orman Kanununun 2/B Maddesinin Uygulanması ve Değerlendirilmesindeki Sorunlar
Paneli, TMMOB Orman Mühendisleri Odası, Ankara Şubesi, Ankara, 2003.
ATBAŞOĞLU, Ferruh, Görünmeyen Yangın 2B, Orman Kadastrosu ve 2B Sorunu Sempozyumu, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yayını, ISBN: 975- 395-853-6, s: 50-67, İstanbul, Nisan 2005.
265
AYANOĞLU, Sedat, Orman Sınırları Dışına Çıkarma İşlemi ve Orman Dışına Çıkarılan Alanların Değerlen-dirilmesi Sorunu, Orman Kadastrosu ve 2B Sorunu Sempozyumu, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yayını, ISBN: 975- 395-853-6, s: 68-84, İstanbul, 2005
ÇORBALI, Halim, Orman ve Kadastro Paneli, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Yayını, (15-19), Ankara, 2002.
DPT 1995, VII Beş Yıllık Kalkınma Planı Harita Tapu ve Kadastro Sektörü Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT Yayın No: 2417, ÖİK: 476, 101s, Ankara, 1995.
DPT 2001, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Ormancılık Özel İhtisas Komisyonu Raporu, ISBN 975-19-2555-X, DPT: 2531 – ÖİK: 547, Ankara, 539s, 2001.
DPT 2007, Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Ormancılık Özel İhtisas Komisyonu Raporu, ISBN 978-975- 19-4031-5, DPT: 2712 – ÖİK: 665, Ankara, 102s, 2007.
GERAY, Uçkun, 2B Alanları Nasıl Belirlenebilir ve Değerlendirilebilir?, Orman Kadastrosu ve 2B Sorunu Sempozyumu, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yayını, ISBN: 975-395-853-6, s: 198-203,İstanbul, 2005.
HKMO İst. Şb., “Orman Alanları İmar A$ıyla Satılıyor” ve “AKP’nin ‘2-B’ İnadının Ardındaki Gerçekler” baş-lıklı Basın Açıklamaları, İstanbul Bülten, 54-60, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Ya-yını, Şubat 2009.
İÜ Orman Fakültesi Akademik Kurulu’nun 5831 Sayılı Yasa Yorumu, www.yapi.com.tr/.../iu-orman-fakultesi-akademik-kurulunun-5831-sayili-yasa-yorumu_66937.html, 25.02.2009.
KÖKTÜRK, Erdal, Ormanların Sınırlandırılması ve Kadastro Çalışmaları, 7. Harita Kurultayı (1-5 Mart 1999), (1-23), Ankara, 1999.
KÖKTÜRK, Erdal, Orman Kadastrosu, Jeodezi, Jeoinformasyon ve Arazi Yönetimi Dergisi, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Yayını, ISSN 1300-3534, s: 3-12, İstanbul, 2004.
KÖKTÜRK, Erdal, Orman Dışına Çıkarılan yerlerle İlgili Öneriler, hkm, Jeodezi Jeoinformasyon Arazi Yönetimi Dergisi, 2006/2, Sayı: 95, 03-10, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Yayını, ISSN 1300-3534, Ankara, Temmuz 2006.
KÖKTÜRK, Erdal ve KÖKTÜRK, Erol, Orman Kadastrosu ve “2B” Gerçeği, Orman Kadastrosu ve 2B Sorunu Sem-pozyumu, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yayını, ISBN: 975- 395-853-6, s: 85-115, İstanbul, 2005.
KÖKTÜRK, Erol, 2B Denilen Yasa Adaletsizdir, Cumhuriyet Gazetesi, 29.07.2012
OB, 2B Gerçeği Orman Vasfını Kaybetmiş Araziler, T.C. Orman Bakanlığı (OB) Yayını, 20s, Ankara, 2003.
OMO 2007, Taslak Anayasa Çalışması Hakkında Odamızın Görüşleri, Orman Mühendisliği Dergisi, TMMOB Orman Mühendisleri Odası Marmara Şubesi yayını, Sayı: Ekim-Kasım-Aralık 2007, s.102-103.
OMO 2009, Anayasa Ve Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında, 5831 Sayılı Kanunla Getirilen Düzenle-meler Ve 2/B Konusunda Orman Mühendisleri Odasının Görüşlerine İlişkin Rapor, Orman Mühendisliği Dergisi, TMMOB Orman Mühendisleri Odası Marmara Şubesi yayını, Sayı: Ocak-Şubat-Mart 2009, s.47-52.
OSB, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın “2B Gerçeği” ve Yanıltmacaları, Ormanlarımıza Sahip Çıkalım Birliği (OSB) Yayını, 17s, Ankara, 2003.
ÖLÇER, Sami Y., Ormancılık ve Politika, Ormancılık Dergisi, Orman Mühendisleri Odası Yayını, Sayı: Nisan-Mayıs-Haziran 2008, s.82-83.
SINMAZ, Burhan ve KARATAŞ, İzzet, Orman Kadastrosu (Açıklama-Yorum-Yargıtay Kararları), Yetkin Basıme-vi, 636 s, Ankara, 1995.
ŞAHİN, Kamil, Musalla Taşındaki Mevta ‘2/B Alanları’, Ormancılık Dergisi, Orman Mühendisleri Odası Marma-ra Şubesi, Sayı: Nisan-Mayıs-Haziran, 2008.
TMMOB, “2B” Sorunu Gerçekler-Öneriler, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yayını, 45 s, Ankara, Mart 2006.
TOKMANOĞLU, Tahsin, Türkiye’de Harita ve Kadastro Faaliyetleri Açık Oturumu, Türkiye 1. Harita Bilimsel ve Teknik Kurultayı, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Yayını, Ankara, 1987, s: 145-221.
266
TURHAN, Salih, Orman ve Kadastro Paneli, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Yayını, (20-25), Ankara, 2002.
TÜRKER M. F., Orman Kanununun 2/B Maddesinin Uygulanması ve Değerlendirilmesindeki Sorunlar Pane-
li, TMMOB Orman Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Ankara, 2003.
Oturum Yürütücüsü - Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası adına görüşlerini aktardı bu su-
numu için teşekkür ediyoruz sayın Köktürk’e. Şimdi Tapu ve Kadastro İstanbul Bölge Müdürlüğün-
den Mehmet Yiğit’i davet ediyorum. Bölge Müdürlüğünün 2B ve 6292 sayılı yasayla ilgili görüşle-
rini aktaracaklar. Buyrun söz sizin sayın Yiğit.
2B VE 6292 SAYILI YASANIN TAPU VE KADASTRO GENEL MÜDÜRLÜĞÜ AÇISINDAN
GETİRDİKLERİ
Mehmet YİĞİT
Tapu ve Kadastro İstanbul Bölge Müdür Yardımcısı
2/B olarak adlandırılan Hazine adına orman sınırı dışına çıkarılan alanlara yönelik kadastro
ve güncelleme çalışmalarıyla ilgili yasal boyutu ile birlikte teknik boyutu ele alınacaktır.
2/B alanı ne demektir?
6831 sayılı kanunun 2. Maddesinin B bendinde;
“31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybet-
miş yerlerden; tarla, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık (antep fıstığı, çam fıstığı) gibi
çeşitli tarım alanları veya otlak, kışlak, yaylak gibi hayvancılıkta kullanılmasında yarar oldu-
ğu tespit edilen araziler ile şehir kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerleşim
alanlarının Orman sınırları dışına çıkartılma işlemine tabi tutulan yerler 2/B alanı olarak tanım-
lanmıştır. Orman sınırları dışına çıkartılan bu yerler Devlete ait ise Hazine adına, hükmi şahsiyeti
haiz amme müesseselerine ait ise bu müesseseler adına, hususi orman ise sahipleri adına orman
sınırları dışına çıkartılır. ...” şeklinde tanımlanmıştır.
Orman Kadastro Komisyonlarınca belirlenmekte ve Hazine adına Orman sınırı
dışına çıkarılmaktadır.
-
lananların ve üzerindeki muhdesatın belirlenmesi (mahalli kişi beyanları ile)ile ilgili iş ve işlemleri
TKGM taşra teşkilatlarınca yerine getirilmektedir.
267
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nce 2/B alanların kadastrosu, 3402 sayılı Kadastro Ka-
nununa eklenen Ek4. maddesi kapsamında yapılmaktadır. Hazine adına orman sınırı dışına
çıkarılan yerlerin zilyetlik yoluyla kazanılması mümkün olmadığından, bu çalışmalar sırasında
zilyetlik yoluyla kullanıcıları ve muhdesat sahipleri adına tespit yapılmaz.
5831 sayılı kanunla (27.01.2009 tarih 27123 sayılı Resmi Gazetede) 3402 sayılı kanuna ekle-
nen Ek 4. Maddesi ile; 6831 sayılı Orman Kanunu kapsamında Orman Kadastro Komisyonlarınca
Hazine adına orman sınırları dışına çıkartılan ve çıkarma işlemi kesinleşen yerlerin fiili kullanım
durumlarına göre kadastrosunun yapılması ve hatalı oldukları için tescil edilemeyen 2/B alanla-
rının hatalarının giderilerek tescilinin sağlanması amaçlanmıştır. Orman Genel Müdürlüğü tara-
fından Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğüne intikal ettirilen (köy-mah.) birimlerde “orman dışına
çıkartılan 2/B alanlarının tescili ve kullanıcılarının belirlenmesi” çalışmalarına, TKGM taşra birimleri
tarafından 03.03.2009 tarihinde başlanılmış büyük kısmında çalışmalar tamamlanarak tapuya tes-
cilleri sağlanmış ve tapuları defterdarlıklara teslim edilmiştir.
İstanbul Bölge Müdürlüğü yetki alanı olan İSTANBUL, KOCAELİ ve SAKARYA İllerinde Ekim
2012 tarihi itibarı ile Toplam 42.778 ha’lık alanda,136.319 adet parselde kullanıcı ve muhdesat
belirlemesi ile güncelleme amaçlı kadastro çalışmalar tamamlanmıştır. Yetki alanındaki illerde ya-
pılan çalışmalar tablo halinde aşağıda gösterilmiştir. Bölge Müdürlüğü yetki alanında toplamda
%5 oranında eylemli orman alanı tespit edilmiştir.
Ekim 2012 tarihi itibarı ile Türkiye Genelinde 3402/ Ek 4. maddesi kapsamında güncelleme ve
kullanıcı tespitine yönelik 2/B kadastro çalışmaları aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.
268
Orman Genel Müdürlüğü tarafından Tapu ve
Kadastro Genel Müdürlüğüne verilen 2B Blok
alanlarına göre illerin sıralaması yandaki gibidir.
2/BKadastrosu Uygulamaları :
(2/B alanlarının tespiti– tescili-kullanıcı ve muhdesatların belirlenmesi ve güncellenmesi)
2009 yılına kadar 2/B alanlarının değerlendirilmesi, hak sahiplerinin belirlenmesi, rayiç bedel
tespiti ve satış işlemleri mülga 2924 Sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi
hakkındaki kanun kapsamında yapılmaktaydı. Bu kanundan yararlanacak kişilerin hak sahibi ola-
bilmesi için, 31.12.1981 tarihinden itibaren orman köyü nüfusuna kayıtlı olmaları veya bu Kanu-
nun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren geriye yönelik en az 5 yıl müddetle o yerde ikamet etmiş
bulunmaları şartı aranmaktaydı. Ancak 6292 sayılı kanunla hak sahibi; “2/B alanlarını 31.12.2011
tarihinden önce kullanan, üzerinde muhdesatı bulunanların, güncelleme veya kadastro suretiyle tapu
kaydının beyanlar hanesinde gösterilen veya hükmen kullanıcı olarak belirlenen kişilerden bu taşın-
mazları satın almak için süresinde başvuruda buluna ve idarece tespit edilen satış bedelini itiraz ve
dava konusu etmeksizin kabul edenler” olarak tanımlanmıştır.
3402 sayılı kanunun Ek 4. Maddesi kapsamında Maliye Bakanlığının talebi ile Tapu ve Kadastro
Genel Müdürlüğünce 2/B parsellerin fiili kullanım durumları dikkate alınarak varsa üzerindeki muh-
desatın kime veya kimlere ait olduğu ve kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldığının
kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmek suretiyle muhtar ve bilirkişi beyanları ile belir-
lenmektedir. Daha önce kullnıcı/hak sahibi belirlenmiş taşınmazlara ait 6292 sk’da tanımlananan
güncelleme listeleri, kadastro teknisyeni, milli emlak müdürlüğü temsilcisi ve birim muhtarının
katılımı ile oluşan komisyon tarafından, mevcut kullanıcı ve muhdesat sahiplerinin kullanımlarını
veya muhdesatını üçüncü kişilere devrettiklerini beyan etmeleri veya belge sunmaları suretiyle
tanzim olunacak listelerde gösterilmek suretiyeharitasında ve tapu kaydında gerekli değişikler
yapılmaktadır.
3402 sayılı Kanunun Ek 4 üncü maddesinin beşinci fıkrası, “Bu madde kapsamındaki kadastro,
ifraz ve tescil işlemleri, 3194 sayılı İmar Kanunu ile 3.7.2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Ara-
zi Kullanımı Kanunundaki kısıtlamalara tabi olmaksızın yapılır.” hükmünün Anayasa Mahkemesinin
02.06.2011 tarihli ve 27952 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 12.05.2011 tarihli ve 2009/24 esas,
2011/25 karar sayılı kararı ile iptal edilmesiyle,5304 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 19.07.2005
tarihinden önce ayırma ve birleştirmeye tabi tutulmuş taşınmazlardan tespit edilen 2/B alanla-
rı, zemindeki fiili kullanım durumuna göre sınırlandırılıp, kullanıcı ve muhdesat belirleme işlem-
leri yapılmaktadır. 19.07.2005 tarihinden sonra zeminde parçalara ayrılmak suretiyle kullanıma
başlanmış 2/B alanlarında, İmar planı bulunan alanlar için Belediye encümeni veya il encümeni
olumlu kararları doğrultusunda, tarım alanlarında ise Kanunun 8 inci maddesinde öngörülen mik-
tarların altında olmamak üzere zemindeki fiili kullanım durumuna göre sınırlandırılıp kullanıcı ve
muhdesat belirleme işlemleri yapılmaktadır.
269
İL TOPLAM 2B BLOK ALANI (Ha)
ANTALYA 45.548
İÇEL (MERSİN) 39.287
BALIKESİR 34.887
ANKARA 31.706
SAKARYA 29.643
MUĞLA 29.138
İSTANBUL 17.106
BOLU 16.095
TKGM’nün 2007/5 sayılı genelgesinde, tarım arazilerinde bölünemez büyüklük, mutlak tarım
arazileri, marjinal tarım arazileri ve özel ürün arazilerinde 2 ha, dikili tarım arazilerinde 0,5 ha,
örtü altı tarımı yapılan arazilerde 0,3 ha olarak belirlenmiştir. 19.07.2005 tarihinden sonra zemin-
de parçalara ayrılmak suretiyle kullanıma başlanmış yerlerde bu şartlara uygun olmayan taşın-
mazlar bir bütün olarak sınırlandırılarak, zeminde tespit edilen fiili kullanım sınırları, sadece ölçü
krokisinde parsel sınırı içerisinde kesik çizgiler ile gösterilerek har�endirilmek suretiyle kadastro
tutanağının edinme sebebi sütununda gerekli açıklama yapılarak bu durumdaki parseller için
krokisindeki har�e birlikte miktar ve kullanıcısı ile kullanım tarihi belirtilmek suretiyle beyanlar
hanesinde gösterilmektedir. Aynı parsel üzerinde birden fazla muhdesat niteliğinde bina bulun-
ması durumunda, yatay muhdesatlarda harf verilmek suretiyle, dikey muhdesatlarda ise bağımsız
bölüm numarası yazılmak suretiyle muhdesat sahipleri kadastro tutanağının beyanlar hanesinde
gösterilerek,Kullanıcı tespiti yapılan kadastro tutanaklarının beyanlar hanesinde “6831 sayılı Kanu-
nun 2/B maddesi uyarınca Hazine adına orman sınırı dışına çıkarılmıştır.” şeklinde belirtme yapılmak-
tadır. Bu belirtmeler 6292 sayılı kanun gereğince Orman Bakanlığı veya Maliye Bakanlığı/ taşra
temsilciliklerinin talebi ile Tapu Müdürlüklerince terkin edilecektir.
2/B parsellerine yönelik Kadastro Çalışmaları 30 günlük askı ilanına alınır. Kullanıcı tespiti ya-
pılan parseller kadastro yönüyle, düzeltmeden etkilenen orman ve kadastro parselleri ise düzelt-
me yönüyle ilana alınır. Bu husus askı cetvellerinde belirtilir. Kesinleşen düzeltmeler haritasına ve
tapu kütük sayfasına işlenir. Bu şekilde yapılan düzeltme işlemleri, orman mevzuatı ile tapu ve
kadastro mevzuatına göre yapılmış sayılır, ikinci kadastro sayılmaz.2/B alanlarında oluşmuş imar
parselleri varsa imar parseli bütünlüğü bozulmaksızın kadastroya tabi tutulmaktadır.
Kadastrosu yapılacak 2/B alanlarında, kadastro çalışmalarına başlanılmadan önce Mahkeme-
lerden alınacak listelerde “Kullanıma (şagile)/muhdesata” yönelik davalı taşınmazlar için malik yö-
nüyle Hazine adına, “kullanım (şagil)/muhdesat” yönüyle isedavalı olarak tespiti yapılmakta olup,
“sınıra veya mülkiyete” yönelik olarak davalı olan taşınmazlar ise çalışma kapsamına alınmamakta-
dır.
Tamamlanan kadastro çalışmalarından sonra kullanıcı veya muhdesatların devrine yönelik
tapu ve kadastro müdürlüklerine yapılacak talepler karşılanmaz.
Herhangibir nedenle kullanıcı tespiti yönüyle çalışmalara tabi tutulmayan taşınmazlar için ta-
lep edilmesi halinde (davalı olanlar hariç) parsellerin kullanıcı/muhdesat tespitleri yine 3402 sayılı
Kanunun Ek 4 üncü maddesi kapsamında fiili kullanım durumuna göre yapılacak kadastro sure-
tiyle belirlenir.
2/B sahaları içinde okul, ibadet yeri (cami gibi) ve benzeri kamu hizmetine ayrılmış yerler varsa,
bunlar ayrı bir parsel numarası altında sınırlandırılıp, zemindeki vasfı ile Hazine adına tespit ve
tescilleri yapılır.2/B sahaları içinde mevcut dere ve yol gibi kamuya terk edilmiş yerler varsa, bunlar
tescile tabi olmadıklarından paftasında özel işaretiyle gösterilir.
OrmanKadastro komisyonlarınca,mera, otlak, kışlak ve yaylak gibi vası�arla orman sınırı dışına
çıkarılmış kamu orta malı nitelikli yerlerözel mülkiyete konu edilemeyeceğinden, kullanıcı tespiti
amacıyla kadastroya tabi tutulmayarak kamu orta malları siciline (özel siciline) kaydedilir.
Kadastro çalışmaları sırasında, kısmen veya tamamen kıyı kenar çizgisi içinde, sahil şeridinde,
İçme suyu temin edilen göl ve barajların mutlak koruma alanlarında veya Kültür varlığı veya arkeo-
lojik sit alanında bulunan taşınmazlara ait kadastro tutanaklarının beyanlar hanesinde, durumuna
göre gerekli belirtme yapılarak sınırlandırma ve ölçü krokileri ile paftasında gösterilir.
270
6292 sayılı yasa;
6292 sayılı yasayla, 6831 sayılı kanunun 2 nci maddesi gereğince, Hazine adına orman sınırları
dışına çıkarılan yerlerin değerlendirilmesi, yeni orman alanlarının oluşturulması, nakline karar ve-
rilen Devlet ormanları içinde veya bitişiğinde bulunan köy halkının yerleştirilmesi ve orman köy-
lülerinin kalkındırılmasının desteklenmesi ile Hazineye ait tarım arazilerinin satışına ilişkin usul ve
esasların belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yasa geniş kapsamlı olup başlıklar halinde aşağıda özetlenmiştir.
Yasanın kapsamı;
-
rekli alanların değerlendirilmesi,
işlemleri,
düzeltilmesi ile ilgili işlemlere ilişkin usul ve esasları belirlenmesi
vs. gibi özetlenebilir.
Ormanların Tescili;
6292 sayılı yasayla Orman alanlarının tescili ve hataların düzeltilmesiyle ilgili, “Kadastrosu
tamamlanan ormanlara ait haritaların yapılmasında ölçme, hesap, tersimat ve aplikasyon işlerinde
yetki ve sorumluluk harita ve kadastro mühendislerine aittir. Kadastro teknik standartlarına uygun
olarak üretilen bu haritalar, harita ve kadastro mühendisinin kontrolünden sonra komisyon başka-
nınca tasdik olunur” hükmü getirilmiştir.
Ancak 6292 sayılı yasanın yayımlanmasında önce,06.01.2012 tarihinde Tapu ve Kadastro Ge-
nel Müdürlüğü ile Orman Genel Müdürlüğü arasında işbirliği protokolü imzalanmıştır.
6831 sayılı Orman Kanununa göre orman tahdidi veya kadastrosu kesinleşerek tescili yapılmış
veya çeşitli nedenlerle bu güne kadar tescili yapılamamış olan orman kadastro haritalarında fenni
hata bulunduğu tespit edilen ve henüz hataları düzeltilmemiş olan birimler ile orman kadastrosu
devam etmekte olan birimlerde gereksiz emek, zaman ve kaynak israfını önlemek suretiyle etkin
ve verimli çalışma yaparak tescillerin sağlanması amaçlanmıştır. Bu protokole göre;
TKGM ne bildirilmesi ile Kurum Müdürlükleri arasında iş planlaması ve proğramı yapılarak Genel
Müdürlüklere bildirilecek,
mevzuat çerçevesinde giderildikten sonra Orman idaresince askı ilanına alınmak suretiyle mevzu-
ata uygun hale getirilecektir.
271
Oturum Yürütücüsü - Sayın Mehmet Yiğit’e teşekkür ediyoruz. Şimdi söz sayın Besim Sertok’un.
Orman Mühendisleri Odası eski başkanı sayın Sertok. Hep beraber aslında aynı yerde duruyoruz
ama Besim Sertok’un benim için ayrıca bir önemi var. Suyun ticarileşmesine hayır platformunda
birlikte dayanışma içinde olduğumuz değerli arkadaşımız. Buyrun söz sizin sayın Sertok.
HARFLER, RAKAMLAR KARMAŞASINDA
“6831”, “2”, “B”, “6292”NİN ANLAMI
Besim Sertok
Orman Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Eski Başkanı
6292 sayılı yasanın uygulanması süreci, 2B konusunda yaşanan yeni sürecin olası etkileri
1976 yılında Orman Fakültesi’ne başladığımdan bu yana ömrüm 2B tartışmalarıyla geçti der-
sem, abartı sayılmaz sanırım. Başlarda böyle önemli bir sorunu, toplumun gündeminde yeterince
üst sıralara taşıyamıyoruz diyerek, ormancılar olarak hayı!anırdık. 2000’li yıllara gelindiğinde, “or-
mancılığımızın en önemli sorunu nedir?” diyerek kime sorsanız, hemen herkes “2B” diyerek cevap
verir oldu. Ancak bu sefer de, sorunun kavranış ve ele alınışındaki yaklaşım yanlışlıkları, sorunun
diğer ormancılık sorunlarıyla ilişkisinin yeterince kavranamamış olması ve ormanların yalnızca bir
arazi parçası olarak ele alınıyor olması, bizleri rahatsız eder oldu. İtiraf etmek gerekir ki ben de bu
sorunun tartışılması gereken boyutlarının ne kadar çok olduğunu bu süreçte kavradım. 2B’nin
tartışılması gereken boyutları;
Arazilerin, ekolojik koşulların gerektiği gibi kullanılmasının planlaması; kamu arazilerinin özel-
leştirilmesi; “orman”, özellikle de “devlet ormanı” sayılan yerlerin daraltılması; kırsal çevre sorun-
ları; ormancılık teknikleri ve politikaları; bitkisel üretim ve hayvancılık; şehircilik; kentsel çevre
sorunları; hukuk, özellikle de anayasa hukuku; toplumsal ve kültürel yapılar ve dönüşümler; siyasal
amaçlar ve sonuç ..., diyerek uzatılarak sıralanabilir.
2000’li yılların başlarında sorun, 2B arazilerinin satışını amaçlayan yasa değişikliği girişimiyle
başladı. 4706 sayılı yasa, 2002 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Bu nedenle, hü-
kümet de bu kez Anayasanın söz konusu iptal kararına dayanak olan 169 ve 170. maddelerinde
değişiklik yapmaya yöneldi. Ancak, bu girişim kamuoyunda yoğun tepkilere yol açmasıyla, 4841
sayılı yasa Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanmayarak TBMM’ye geri gönderildi.
2000’li yılların başından bugüne herhangi bir yeri “orman” saymayarak kullananlara ve or-
mancılık dışı amaçlarla kullanacak olanlara bırakılması ve/veya verilmesi girişimleri, başlı başına
bir çalışma konusu olacak kadar çoğalmış durumda. Ancak 2B özelinde; 15 Ocak 2009 tarihinde
çıkarılan 5831 sayılı Tapu Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun bu-
gün tartıştığımız ve 2B’lerin satışına olanak tanıyan 6292 sayılı yasanın uygulanmasının altlığını
oluşturdu.
6292 sayılı yasanın anafikrini anlamak için bir alıntı yeterli:
Yasanın 6. maddesinin 1. fıkrasına göre; yalnızca “...31/12/2011 tarihinden önce kullanıcısı ve/
veya üzerindeki muhdesatın sahibi olarak gösterilen kişilerden bu taşınmazları satın almak için
272
süresi içerisinde idareye başvuran ve idarece tespit edilen satış bedelini itiraz ve dava konusu et-
meksizin kabul edenler...” “2b arazilerini” satın almada “hak sahibi” sayılabilecek. Aynı maddenin
13. fıkrasına göre ise, “hak sahibi” sayılabilenler; “...idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan
satış hakkından yararlanamazlar, başkaca talepte bulunamazlar, hak ve tazminat talep edemez-
ler ve dava...” açamayacaktır. Çok açıktır ki herhangi bir yolla edinebildiği “2b arazi” üzerinde başını
sokabilecek bir yuvaya sahip olabilmiş ve/veya ailesini ancak geçindirebilecek denli tarım yapabi-
lecek yoksul yurttaşlar “idarenin” vereceği fiyatı ödeyemeyecek; dolayısıyla, yıllarca kullandıkları
arazileri de parası olanlar satın alabilecektir. Kısacası; “2b arazilerin” satışında da yalnızca “parası
olanlar düdüğü çalabilecektir.”
6292 sayılı yasa ile ilgili olarak gözden kaçan bir önemli nokta; 2b’lerle ilgili getirdiği düzenle-
meden daha önemli olarak, “2a”lar ile ilgili düzenlemelerdir. Bu düzenleme ile yanlıca 2b’ler değil,
orman vasfını kaybetmese de, “orman olarak muhafazasında yarar yoktur” denilerek tüm ormanlar
satılabilecektir.
“2B ARAZİLERİNİN” SATILMASININ BİR ORMAN VE/VEYA ORMANCILIK SORUNU OLMAKTAN
ÇOK BİR YENİDEN BÖLÜŞÜM, KAMUSAL VARLIKLARININ SERMAYE BİRİKİMİNE SUNULMASI SO-
RUNU
2B sorunu 2000’li yıllarda ya da 1961 anayasasıyla başlamadı, cumhuriyet tarihimiz boyunca
hatta insanlık tarihi boyunca yaşanan bir sorun. Sorun elbette tarih boyunca bugün ifade ettiğimiz
har)er ve rakamlarla ifade edilmiyordu. Ancak ormanların ya da kamusal doğal varlıkların meta-
laştırılması, bugünkü haliyle sermaye birikimine sunulması sorunu neredeyse insanlık tarihiyle ya-
şıt. Elbette milattan önce Mezopotamya’da ticaret amacı taşımayan geçim/yaşama amaçlı tarımın
yapıldığı dönem hariç.
Tarih boyunca insan, doğal/yabanıl varlıklardan çeşitli biçimlerde yararlandığı gibi, aynı za-
manda insan yerleşimleri de doğal alanlar üzerinde gerçekleşmiştir. İnsan toplayıcılık, avcılık
evresini geçip yerleşmeye başladığında, tarihsel olarak öncelikle orman içinde ya da yakınında
yerleşilmiştir. Orman içine ya da yakınına yerleşmelerin nedeni, sığınma, av hayvanı ya da ürün
toplama gibi besin kaynaklarına yakın olma, ateş/enerji kaynağı olarak odun hammaddesine ya-
kın olma gibi, kullanım değerlerine kolay ulaşabilme, en az emek aracılığıyla kullanım değeri olan
şeyleri edinebilme amacından kaynaklanmaktaydı. “Sonra ne oldu?” Sonra, devletler ortaya çıktı,
ardından da; devletlerarası ve devletlerin kendi “içindeki insanların, sını)arın, grupların birbirleriy-
le çatışmaları. Tarih içerisinde, faydalı şeylerin kullanımı, kullanım amaçlı üretim, ardından değişim
ve değişim amaçlı üretimin ortaya çıkması, insanın doğa üzerindeki etkisini de belirleyen süreçler
olmuş. Şeylerin çeşitli yönlerini ve dolayısıyla farklı kullanım şekillerini bulup ortaya çıkarmak ta-
rihin işidir.
Öyle ise tartıştığımız 2b sorununu da daha iyi kavrayabilmek için tarihsel yanıyla ele almamız
gerekecek. Ele aldığımız sorun “orman vasfını kaybetme” ya da “ormancılık amacı dışında kullanım”
gibi kavramlara oturduğu için, öncelikle ormanın ne olduğun bir kez daha ele almakta yarar var.
Orman nedir?
Herkes ormanın ne olduğunu bilir... Ancak ormanın ne olduğu; kimin, nereden, ne amaçla
baktığına göre değişmektedir.
Yücel Çağlar’ göre;
“Ormanlar birbirleriyle, yönü ve şiddeti zaman ve ortama göre değişebilen ilişkiler içinde bulunan,
sonsuz sayıda alt sistemden oluşmuş, canlı sistemlerdir!
273
Ormanlar, varlığı ve yokluğu ile nitelik ve niceliği cins, tür, sınıf ayrımı yapmaksızın, tüm canlıları
etkileyebilen varlıklardır!
Ormanlar doğrudan ve dolaylı etkileri, doğrudan ve dolaylı olarak etkilenmesi herhangi bir mülki-
yet biçimi ve sınırıyla sınırlandırılamayan oluşumlardır!
Dolayısıyla, ormanlar, tüm canlıların ve bu arada da tüm insanların “ortak” varlıklarıdır.”
“Orman ekosistemleri, doğa denilen dinamik bütünü oluşturan öğelerin yalnızca birisidir.”
Doğayı oluşturan diğer öğelerden üstün ve öncelikli bir konumu yoktur. Yani orman ekosistemi
ancak doğanın diğer öğeleriyle birlikte var olabilmektedir. Orman doğanın diğer öğeleri ile birlik-
te var olabilen ve onlardan bir üstünlüğü ve önceliği yok ise, doğa bütününden ayrı ele alınma-
malıdır.
Doğanın yani doğal ve yabanıl alanların yönetimi söz konusu olduğunda, hukuksal düzen-
lemeler devreye giriyor. Yönetsel bakımdan yapılan hukuksal düzenlemeler ise, her alanda ol-
duğu gibi, doğal ve yabanıl alanlara da büyüme ve kalkınma bakış açısıyla yaklaşıyorlar. Üstelik
Türkiye’de doğal ve yabanıl alanlarla ilgili hukuksal düzenlemelere uyulmaması halinde genellikle
bir yaptırımı yok. Bu genel durumun Türkiye’de bir istisnası bulunuyor; ormancılıkla ilgili yasal
düzenlemeler ve bugünkü haliyle, 6831 sayılı Orman Kanunu.
6831 sayılı Orman Kanunu, bu yasaya uyulmaması halinde ne yapılacağını, (hangi yasal yap-
tırımların, hangi cezaların uygulanacağını) ilgili diğer yasal düzenlemelere göre çok açık olarak
tanımlamaktadır. Bu yasa yapılacakların hangi kurumsal yapı, kim ya da kimler tarafından (OGM
ve taşra teşkilatında görevli yöneticiler) uygulanacağını da açıkça tanımlamakta, hatta tanımladığı
kurum ya da kişileri görevlendirmekte ve görevlerini yapmamaları halinde, bu kişilere uygulana-
cak yaptırımları dahi belirtmektedir. Bu kurumların ve çalışanlarının görevlerini yapabilmesi ama-
cıyla ilgili yasal düzenlemeler de bulunmaktadır. OGM, ordu, polis ve gümrük muhafaza kurumları
ile birlikte, kendine ait silahlı kolluk kuvveti bulunduran ender kurumlardan birisidir.
6831 sayılı Orman Kanunu ve OGM’nin bu farklılığı/ üstünlüğü, Türkiye’de ormanın da, do-
ğanın diğer öğelerinden daha üstün şekilde algılanmasına neden olmaktadır. Bu durum uygula-
mada “bir doğal ve yabanıl alan, orman ise korunur, orman değil ise korumaya değmez” şeklinde
bir algıya neden olmaktadır. Bu algıya bağlı olarak, korunması amaçlanmayan alanlar için 2/B so-
rununda olduğu gibi, “orman vasfını yitirmiştir” ifadesinin gerekçeleri türetilmeye çalışılmaktadır.
Yönetim birimlerindeki bu algı, toplumda da bir yeri korumak için orman olduğunu kanıtlama ge-
reksinimini ortaya çıkarmış ve bunun sonucu olarak da, ormanın doğa bütününü oluşturan diğer
öğelerden üstün ve ayrıcalıklı olarak algılanmasına neden olmuş durumdadır. Bu hukuki ayrıcalık,
ormancılık politikalarının, doğal ve yabanıl alanların tamamının üzerinde etkili olmasına neden
oluyor.
6831 sayılı Orman Kanunu ve öncellerinin bu üstünlük ve ayrıcalıklarına rağmen, çok önemli
ve belirleyici bir zayı�ığı bulunmaktadır. Bu yasa, daha birinci maddesinde ormanı tanımlarken,
“Madde 1 - Tabii olarak yetişen ve emekle yetiştirilen ağaç ve ağaççık toplulukları yerleriyle birlikte
orman sayılır.” diyerek kendini sakatlamaktadır. Ormanı tanımlarken; odun hammaddesini üreten
“ağaç ve ağaççık toplulukları” ve bir arazi parçası olarak “yerlerini” tanımlayarak, orman ekosiste-
minin, sonsuz sayıdaki canlı alt sistemini tanım dışı bırakmaktadır.
6831 Sayılı Orman Kanunu’nun bu zayı�ığı, kendi mantığı içinde gerçekte bir zayı�ık değil. Bu
zayı�ık gibi görünen durum, yukarıda da değinildiği gibi, yönetsel alandaki tüm yasal düzenleme-
274
lerdeki kalkınmacı yaklaşımın ortaya çıkardığı doğal bir sonuçtur. Yasanın hazırlandığı dönemde,
orman ekosistemlerinin piyasalarda değişim değeri bulunan, parayla alınıp satılabilen iki öğesi
var; odun hammaddesi olarak “ağaç ve ağaççıklar” ile toprak / arazi değeri olarak “yerleri”. 1956
yılında çıkarılan ve bugün yürürlükte olan bu kanundan önce uygulamada olan 1937 tarihli 3116
sayılı Orman Kanunu’nun birinci maddesi açıkça “herhangi bir çeşit orman hâsılatı veren ağaç ve
ağaççıkların toplu halleri yerleri ile beraber orman sayılır.” diyerek ürün vermeyen (ürün vermeyen
canlı olmaz), satılabilir/ticari ürün vermeyen ağaç topluluklarını orman tanımı dışında tutmaktay-
dı.
Orman ekosistemi ve sonsuz sayıdaki canlı alt sisteminin sahip olduğu değerler sitemi, piyasa-
larda değişim değeri bulunan yanları dışında, belirleyici birçok değeri içerisinde barındırmaktadır.
Faydalı şeyler, varlıklar, öncelikle, özünde taşıdığı ve bize bağlı olmayan özellikleriyle, insanın
değişik gereksinimlerini gideren şeylerdir. Bu gereksinim giderme durumu, karnımızı doyurmak
olduğu gibi, hayali ya da psikolojik gereksinimlerimizi gidermek şeklinde de olabilir. Faydası olan
her şey, birçok özelliklerin bir bütünüdür. Varlıkların değerlerinin bir kısmından bugün yararlanır-
ken, bazı değerleri bugün henüz keşfedememiş olmamız, varlığın o değerinin var olmadığından
değil, insanlığın onu bulamamış, henüz fark edememiş olmasındandır, kimi şeyleri fark etmeden
de kullanırız. Mıknatısın demiri çekme özelliğinden, ancak kendisinin yardımıyla magnetik kutup-
laşma keşfedildikten sonra, yararlanılmaya başlamıştır. Söz konusu doğa olduğunda; biz bugün
bazı faydalarını kullanmak bakımından, magnetik kutuplaşmayı henüz keşfedememiş olabiliriz.
Kullandığımız bazı faydaları da, ölçmüyor, ölçülemez ya da ölçmek istemiyor olabiliriz.
Kâr amaçlı üretim ve değişim yapılan, içinde yaşadığımız ekonomik sistemde; sanayici ürettiği
ya da tüccar satın aldığı metaı normal bir kârla satarsa, amacına ulaşmış olur. Metaın ve alıcısının
sonradan ne olacağı sanayici ya da tüccarı ilgi alanı dışındadır. Bu üretim ya da ticari faaliyetin
doğa üzerinde yarattığı sonuçlar da, doğal olarak sanayici ya da tüccarın ilgi alanı dışında kalır.
Ancak doğal varlıklar, doğadaki doğal oluşum süreçleri gereği, aynı anda birden fazla değeri bir
arada oluştururlar. Faydası olan her şey, birçok özelliklerin bir bütünüdür. Kereste ya da mobilya
yapmak amacıyla, ormandan bir ağacı keserken, emek harcayarak ve bu emeği harcayan işçiye bir
ücret ödeyerek, değişim değeri kazanmış ve metaya dönüşmüş tomruğunu satabilirsiniz. Satıştan
elde edilen para, sermaye sahibi için ticari olarak kabul edilebilir bir kâra da sahip olabilir. An-
cak bu üretim ve satış işlemine konu olan, metalaşan yalnızca tomruktur. Tomruğu üretilip satılan
ağacın ve onun bir parçası olduğu ormanın, doğanın; temiz ve kullanılabilir su oluşturma işlevi,
toprağı tutma özelliği, havayı temizleme faydası, iklimi etkileme özelliği, yaban hayatına sağladığı
barınma işlevi, oluşturduğu manzara, gölgesi ve bugün henüz keşfedemediğimiz “mıknatıs özelli-
ği” benzeri ilerde yararlanabileceğimiz birçok faydası da ortadan kalkmış olur.
MÖ 500 – MS 500 arası yaşanan Grek uygarlığı döneminde, değişim amaçlı tarımın başlama-
sıyla, bu gelişmelerin başlangıcı olarak, insanın doğada neden olduğu dönüşümün şekli, köktenci
bir şekilde (temel olarak) değişmeye başladı. İşte 2b sorunu da doğanın metalaştırılmaya başla-
masıyla, tam da o tarihte başladı aslında. “Değişim olmadan, sermaye olmaz, değişim olmadan
kullanım değeri kalır.”
Kullanım değerlerinin, değişim değerlerine dönüştürülerek şeylerin metalaştırıldığı ve de-
ğerlerinin piyasalarda para cinsinden ölçülebildiği, içinde yaşadığımız toplumsal yapıda, değişim
değerinin şeylerin doğasında var olan, kendiliğinden bir değermiş gibi bir anlayış yaygın kanaat
haline dönüşmüş, dönüştürülmeye çalışılmakta. Böylece, değişim değerinin şeylerin doğasında
var olan değerdir, (yanlış)anlayışının yaygınlaştırılması aracılığıyla, kullanım değerlerimizin de yal-
275
nızca para cinsinden ölçülebilen değerler ifade ettiği genel kabul görmeye başlamıştır denilebilir.
Böylece 2b’lerin de “değerlendirilmesi”nden söz edildiğinde, metalaştırılarak satışı anlaşılmakta.
Oysa 2b’ler satış amacı dışında da, piyasalarda beş para etmeden de değerlendirilebilir.
Ülkemizde son yüzyılda yabanıl alanlar ve ormancılık yönetimi
1920’li yıllarda ulus devletin yeni kurulmasının ardından, genel olarak yaşanan millileştirme
çabalarının ormancılıktaki yansımasının sonucu olarak, 1937’de çıkarılan 3116 sayılı Orman Kanu-
nu ile ormancılık alanında “devlet ormancılığı” anlayışı başlatıldı. Bu kanun ile ilk kez yasal orman
tanımı yapılmış ve teknik anlamda orman işletmeciliği de başlatılmış ve orman köylüsünün or-
mandan yararlanma (yararlanmanın sınırlanması da dâhil) şekilleri genel hukuki koşullarla düzen-
lenmiştir.
1930’ların sonunda dünyada liberal kapitalizmin yaşadığı kriz savaşla sonuçlanınca, ABD’de
bile kısmen liberal uygulamaların dışına çıkma, ekonomide devlet kontrolü eğilimleri artmıştır.
Buna bağlı olarak da Türkiye’de 1945 yılında çıkarılan 4785 sayılı yasa ile tüm ormanlar devletleş-
tirildi. 1946 yılından itibaren 3116 sayılı yasa ile oluşturulan orman rejimine karşı tepkiler artma-
ya başlamış, ormancılık politik bir malzeme olarak kullanılmaya başlamış ve bu düzlemde orman
köylüsünün ormandan yararlanma haklarına getirilen yasal kısıtlar öne çıkarılmıştır.
Bu gelişmeler sonucunda, 1950 yılında dört gün arayla çıkarılan iki ayrı kanunla (5658 ve 5653
sayılı kanunlar), 1945’te devletleştirilen ormanlar sahiplerine geri verilirken, bir yandan da makilik
alanlar orman tanımının ve sınırlarının dışına çıkarılmıştır.
3116 sayılı orman kanununun kabul edildiği 1937 yılında cumhuriyetin ilanından beri baş-
bakan olan İsmet İnönü istifa eder. Bunun ardından kurulan 1. Bayar hükümetinin programında,
cumhuriyetin kuruluşundan beri ülke yöneticileri tarafından sıklıkla dile getirilen “Toprak Refor-
mu” kavramı ilk defa bir hükümet programında yer alır ve aynı yıl, bu amaçla kamulaştırmaların
yapılabilmesi için (3116’nın kabulünün ertesi günü) Anayasa’nın 74. maddesi de değiştirilir. Ancak
yaklaşık on yıl sonra 1948’de kurulan 2. Saka hükümeti programında ve bundan sonra “Toprak Re-
formu” kavramı yerini “Tarım Reformu” kavramına bırakır. 2. Saka hükümeti programında aynı
zamanda ekonomik kalkınma için dış kredi gerekliliği ve ABD’nin başlattığı Marshall Planı’ndan
yararlanmak için çalışmaların sürdüğü de ifade edilmiştir. Marshall Planı’nın, kırsal alanlar ve kırsal
kalkınma politikaları açısından, tarım reformu önlemleri arasında sayılabilecek tarımda makineleş-
meyi sağlaması nedeniyle önemli olduğu bilinmektedir. Bununla beraber Marshall Planı’nın, dün-
ya ticaretini teşvik etmek, Amerikan pazarlarının genişlemesini sağlamak ve kapitalist bir hege-
monyayı sürdürmek için oluşturulan bir program olduğu da bilinmektedir. Yine 1947 yılında ABD
tarafından, SSCB’nin nüfuz alanını genişletmesini önlemek amacıyla kurgulanan, Truman Doktrini
doğrultusunda, Yunanistan ve Türkiye’ye toplam 400 milyon dolar askeri yardım yapılmıştır.
Burada “Toprak Reformu” kavramı ile “Tarım Reformu” kavramının arasındaki temel farkı vur-
gulamakta yarar var. Özellikle (1940’lı yılların Türkiye’si gibi) sanayileşmemiş toplumlarda, toprak
zenginliği, ekonomik ve siyasal gücün temelini oluşturur ve toprak mülkiyet sistemi, toplumdaki
sosyal sınıf yapılarını yansıtır. Toprak mülkiyetinde değişikliği ifade eden toprak reformu, geniş
mülklerin kamulaştırılarak toprağı işleyenler arasında toprağın dağıtımını ve mülkiyetin gelenek-
sel biçimlerini toprağı ekenlerin çıkarlarına dönüştürmeyi içerir. Kısaca, toprak mülkiyet yapısında
topraksız çiftçi lehine bir değişimi gerektiren “Toprak Reformu” kavramı, geniş toprak mülkiyeti-
nin, kamulaştırma yapılarak, elde edilen toprağın topraksız ve/veya az topraklı çiftçilere dağıtılma-
sı olarak tanımlanabilir.
276
Bu siyasi kararın uygulanıp uygulanamaması da çıkar gruplarının faaliyetlerine bağlı olacaktır.
Bu çerçevede Türkiye’deki büyük toprak sahiplerinin faaliyeti baskın gelmiştir. Birleşmiş Milletler’e
bağlı FAO ve ILO tarafından benimsenen tarım reformu, mülkiyet yapısında değişiklik yapmaksı-
zın, tarım üretiminin düzenlenmesi ve üretim artışı sağlanması için tarımda makineleşmeyi, kredi
imkânlarının sağlanmasını, pazarlama, sulama vb. konularda altyapı oluşturulmasını öngörür.
1950’li yıllarda yaşanan Amerika ile yakınlaşma ormancılık kesimine de yansımış, “teknik yar-
dım” adı altında bu yıllarda Türkiye’ye yalnızca ormancılık alanında üst düzey 12 yabancı uzman
gelmiş 350 ormancı teknik eleman çeşitli ülkelere “bilgi ve görgüsünü arttırmak üzere” gönderil-
miştir. Bu girişimlerle, ağırlıklı olarak varolan/hazır doğal orman servetinin (odun hammaddesi-
nin) dünya pazarlarına sunumu planlanmaya çalışılıyordu. Bu girişimlerin asıl meyvelerinin “dış
kaynaklı projeler” adı altında 1960’lı yıllarda toplanmaya başlandığı bilinmektedir. 1950’li yıllardan
itibaren birçok alanda olduğu gibi ormancı teknik elemanlarında yurtdışına gitmeleri, elbette bilgi
ve deneyim kazanmalarını sağlamıştır. Ancak burada tartışılan; bu teknik elemanların kazanımları
ve sübjektif iyiniyetleri dışında, projelerin amaçları, kapsamları ve sonuçlarıdır.
1940’lı yıllarda çıkarılan, zeytincilik, çay ve maki kanunları hukuki ve fiili orman sınırlarını daral-
tırken, toprak reformu hayata geçirilememiş ve tarım reformu haline dönüşmüştür. Toprak refor-
munun tarım reformu haline dönüşmesiyle de, ormandan çıkarılan alanlar, büyük toprak sahipleri,
kereste tüccarları, müteahhitler ve şirketler diğer bir deyişle sermayenin (ve sermayedarlaştırılma-
ya başlayan büyük toprak sahipleri) eline geçmiştir.
8 Eylül 1956’da yeni bir temel yasa olan ve bugün de yürürlükte bulunan 6831 sayılı Orman
Kanunu yürürlüğe girdi. Bu yasa ile hükümetler, açık ve kapalı pek çok “politik yatırım” olanağı
elde ederken; eski orman sahipleri, kereste tüccarları, gözleri hala kamu arazilerinde olan toprak
ağaları, kıyı yağmacıları hep gözetilmiştir. Yeni yasanın yürürlüğe girmesiyle ilk iki yılda (1957-58)
yaklaşık 100.000 hektar, takibeden “Milli Birlik Hükümeti” döneminin ilk iki yılında da (1960-61)
yaklaşık 200.000 hektar alan maki, zeytinlik vb. gerekçelerle orman dışına çıkarılmıştır. 6831’in or-
man köylüsünün çıkarına yönelik olduğu iddia edilen maddelerinin uygulamasında ise dağ fare
doğurmuştur.
27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen askeri darbe sonrasında; planlı döneme geçilmesiyle birlikte, o
güne kadar uygulanan “tarımsal kalkınma” politikalarının adı, “kırsal kalkınma” politikaları olarak
değişmiştir. 1960’lardan itibaren, o tarihe kadar ormanca fakir bir ülke olan Türkiye’nin “orman
zenginliği” başta FAO ve Dünya bankası olmak üzere “batının” dikkatini çekmeye başlamıştır. Böy-
lece orman ürünlerine dayalı kitle üretimi yapılabilecek, kaba ve emek yoğun bir alan olan, orman
ürünleri endüstrisi alanında dış kaynaklı projeler oluşturulmaya başlanmıştır. Bu projelerle kitlesel
üretim ve tüketim öngörülmüştür. Bu uygulama ormanda teknik olarak birçok yaralar açarken, bir
yandan da, o yıllarda İ.Ü. Orman Fakültesinin uyardığı gibi ormanlarımızı yıkıma götürmüştür. Bu
kapsamda 1960-80 arası 5 proje uygulanmıştır (bu güne kadar yaklaşık 25 proje uygulanmış, 10
proje de yürütülmektedir).
Bu projelerle odun kökenli orman ürünleri üretiminin önce 20 milyon m3’e ve zamanla artarak
2020’de 50 milyon m3’e çıkması öngörülüyordu. Bu doğrultuda 1980 yılında 23 milyon m3 üre-
tim yapıldı. Oysa o tarihte, Türkiye ormanlarının verim gücü gerçekte 16 milyon m3 civarında idi.
Ormancılık çevrelerinde “Antalya Projesi” diye bilinen Dünya bankası projesiyle, kızılçam orman-
larının idare süresi 20 yıl kısaltılarak, 20 yılda kesilebilecek ağaç miktarının bir ya da birkaç yılda
kesilmesinin “projesi” hayata geçirildi. Bugün Türkiye ormanlarından yapılan odun hammaddesi
üretimi 10 milyon m3’lere kadar gerilemiştir.
277
Planlı döneme geçilmesiyle kullanılan kırsal kalkınma kavramının yerine 1968-72 yılların kap-
sayan II. Beş Yıllık Kalkınma Planı ile “küçük toplum birimlerinde teşebbüs gücünün geliştirilmesi”
kavramı ile küçük toplum birimlerinde “girişimciliği” destekleyen politikalar uygulanmaya başlan-
mıştır. Bu çerçevede hükümet programlarında köylünün arazi satın alması için kredilendirilme-
sinden söz edilir oldu. Aynı dönemde ormancılık alanı dışında da, kalkınma planlarında yeri bu-
lunmayan ama uygulamaya geçirilen Dünya Bankası, vb. dış kaynaklı “bütünleşik kırsal kalkınma”
projeleri yürütüldü.
50’li yıllarda uygulanan politikalar hem sanayiye yatırım yapabilecek bir özel kesimi, hem de
nüfus artışı ve tarımda makineleşme sonucunda köyden kente göçün yarattığı bir işgücünü (işsiz
gücünü) ortaya çıkardı. Bununla birlikte kentlere hızlı göç, kent toprağı kıtlığını arttırdı. Yalnızca
ekonomik ölçütler düşünülerek (toplumsal ve doğal çevre düşünülmeden) teşvik edilen sanayi,
“optimal” olarak üç – beş büyük kentte toplandı. Bu gelişme sanayinin toplandığı kentlerde arsa
(kent toprağı) kıtlığını azdırdı. Kentlerdeki arsa kıtlığından kaynaklanan spekülatif kazanç, serma-
yedarlar için sanayiye yatırım yapmaktan daha karlı hale gelince, büyük kentlerde kamusal arazi-
lerin (yakınlardaki ormanlar, meralar vb. doğal ve yabanıl alanlar) gasp edilmesi hızlandı. Böylece,
kentlerde rantiyeci ve arsa spekülatörü bir toplumsal katman gittikçe palazlandı. Bu rantiyeci, arsa
spekülatörleri her türlü kamu arazisi gibi orman alanlarını da işgal ederek, kırsaldan göçen işsiz
işgücüne gecekondu arazisi olarak “uygun fiyatlarla” pazarladılar.
Planlı Dönem
27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan darbe ile Anayasa değiştiriliyor. Bu dönemde, yukarıda da de-
ğinildiği gibi; toprak reformu politikalarının yerine geçen, tarımsal kalkınma politikalarının adı da
kırsal kalkınma politikaları olarak değişti, Türkiye’nin “orman zenginliği” “batının” dikkatini çekme-
ye başladı ve bu doğrultuda dış kaynaklı projeler oluşturulmaya başlandı. Kırsal kalkınma kavramı-
nın yerine de “küçük toplum birimlerinde teşebbüs gücünün geliştirilmesi” kavramı uygulanmaya
başlandı, teşebbüs gücü geliştirilen küçük bir kesim, toplumun geri kalanından farklılaşarak hızla
zenginleşti, holdingler ortaya çıkmaya başladı, kentlere hızlı göç, kent toprağı kıtlığını arttırdı,
böylece, kentlerde rantiyeci ve arsa spekülatörü bir toplumsal katman gittikçe palazlandı.
12 Mart döneminde 60’lı yılların ikinci yarısında hükümet programlarında yer alan, köylüye
kamu arazilerinin dağıtılması anlayışı uygulamada kısmen de olsa yer buldu. Yani köylüye, büyük
toprak sahiplerinin arazileri değil, hazine mülkiyetindeki doğal ve yabanıl alanlar (ormandan çı-
karılan alanlar, kurutulan sulak alanlar vb.), tarım yapmak üzere dağıtıldı. Aynı dönemde, kırdan
kente göçün hızlanması, büyük kentlerdeki arazi kıtlığını da arttırmıştı. Bu günlerde, gazetelerin
21.06.1973, Milliyet, (SAYFA 9)
“ORMAN KANUNUNU DEĞİŞTİREN TASARI KESİNLEŞTİ.”
Gazetelerin arka sayfalarında yer alan bu kanun değişikliği, başta ülke ormanları olmak üzere,
orman – halk ilişkileri ile tüm doğal ve yabanıl alanların kırk yıldır kangren olmuş yarası olan “2/B
KANUNU” idi. Bu kanun, 17.04.1970 tarih ve 1255 Sayılı Kanunla 1961 Anayasası’nda yapılan de-
ğişikliğin uygulanması amacıyla çıkarılmıştı. Bu kanun 1973 yılında yayınlanmasına rağmen, kap-
samı 15.10.1961 gününden önce “bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş”
yerleri kapsıyordu. 1744 sayılı bu yasanın 2. maddesinde orman dışına çıkarılan taşınmazlardan
tapulu olanlar sahiplerine bırakılacaktır.
Orman sınırlarının daraltılmasına yönelik her düzenleme, orman köylüsünden gelen ve toprak
talebi içeren toplumsal baskıya dayandırılır. Orman köylüsü, geçimini ormancılık işlerinden sağ-
278
lar ve orman toprağının tarıma uygun olmadığını en iyi orman köylüsü bilir. Orman köylüsünün
ormandan toprak talebi genel olarak gerçeği yansıtmaz. Ayrıca, orman köylüsünün turizm ve en-
düstriyel yatırım yapacak ekonomik gücü de yoktur. Bu durumda, orman sınırlarının daraltılması
baskısı, ormanları yatırımları için ucuz hatta bedelsiz arazi kaynağı olarak gören “müteşebbis” ser-
maye çevrelerinden gelmektedir.
Üç yıldan kısa süren 12 Mart döneminde, yönetimde üç farklı “partiler üstü” hükümet
bulundu.3Tarım ve ormancılık alanında da aynı sıklıkta değişik hede�er ortaya kondu. Bu alanda
çıkarılan reform iddiasındaki yasalar, daha sonra Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi. Türkiye, Se-
çimlerin ardından Ocak 1974’te kurulan CHP – MSP koalisyonu ile birlikte, 12 Eylül 1980’e kadar,
toplam yedi hükümet gördü. “Milliyetçi Cephe” (MC) hükümetlerinin belirleyici olduğu bu dö-
nemde, kırsal alan ve ormancılık politikalarını da, Dünya Bankası projeleri belirledi. Dünya Bankası
kırsal kalkınma projeleri; genel olarak tarımsal üretimin arttırılması yanında, pazarlama, ticaret,
stoklama, taşımacılık, kredi, altyapı, sosyal hizmetler ve eğlence sektörlerini de, bütünleşik kırsal
kalkınma projelerinde yer verilmesi gereken hususlar olarak görüyordu. 10 yıllık 70’li yıllar döne-
minde, 10 farklı hükümet nedeniyle genelde yaşanan istikrarsızlık, tarım ve ormancılık alanında
da görüldü.
1970’li yılların sonu 80’li yılların başında dünya’da belirleyici hale gelmeye başlayan neoliberal
görüşler IMF ve Dünya Bankası’nın (DB) aracılığıyla yaygınlık kazandı. 12 Kasım 1979’da kurulan
3. MC Hükümetinin Başbakanı Demirel, Başbakanlık ve DPT müsteşarlığına, DB’nda çalışan, Ma-
deni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) sözcülüğünü yapan Turgut Özal’ı atadı. Özal’ın IMF ve DB
ile danışma içinde hazırladığı “istikrar Programı” 24 Ocak 1980’de uygulamaya konuldu. 24 Ocak
kararları karşıtı toplumsal tepki İzmir gibi kentlerde barikat savaşlarına dönüştü. Siyasal kriz, 12
Eylül 1980 askeri yönetimi ile “sonlandı”. Bülent Ulusu başkanlığında kurulan “Hükümette” Turgut
Özal başbakan yardımcılığına getirildi ve 24 Ocak kararları daha sert biçimde uygulamaya devam
edildi. 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan göstermelik seçimi Turgut Özal’ın başkanı olduğu ANAP ka-
zandı. Başbakan Özal, 12 Eylül’ün şiddet yöntemleri desteğinde 24 Ocak kararlarını tamamlayarak
Türkiye’yi dünya pazarına açtı.
80 yılı sonrası, Türkiye’de tarım sektöründe koruyucu ve düzenleyici devlet tavrı değişerek ta-
rım üretiminde piyasa koşullarının hâkim olacağı bir politika değişikliği gerçekleşti. Bu politika
değişikliği IMF ve DB programlarıyla başlayıp 90’lı yıllarda Dünyü Ticaret Örgütü (DTÖ) normları
aracılığıyla devam etti. Kırsal alan yönetimiyle ilgili yıllardır uygulanan politikalar, bir türlü uygu-
lanamayan “toprak reformunun” artık sözü bile edilmez hale gelmesi, 12 Eylül’ün şiddetiyle birle-
şince, feodal yapının hala baskın olduğu Kürt illerinde, bu faktörleri etnik argümanlarla da birleş-
tirerek güçlenen PKK’yi, ülkenin önemli bir siyasal gücü haline getirdi. Diğer faktörlerle birlikte bu
bölgede yaşanan savaş, büyük kentlere göçü adeta bir sele dönüştürdü.
12 Eylül’le birlikte değişen Anayasa’da ormancılıkla ilgili hükümler de Anayasa’nın ruhuna ve
24 Ocak Kararları’na uygun olarak değişti. Bu anayasada 2 / B ile orman dışına çıkarılacak alanların,
orman niteliğini kaybet(iril)me tarihsel sınırı, 15.10.1961’den 31.12.1981’e alındı. 6831 sayılı Or-
man Kanunu’nun 2. maddesi de anayasa değişikliğe paralel olarak, 23.09.1983 tarihli 2896 sayılı
yasa ile değiştirildi. 2/B uygulaması 1973 yılında başlamış ise de, 1983’te çıkan bu kanun ile 6831
sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinin B bendinde ifade bulduğu için “2/B” ismini bu tarihte
almıştır. 1986 yılında çıkarılan 3302 sayılı yasa ile de 2/B uygulamasının, ormanlar üzerindeki yıkıcı
etkisini felaket haline getirecek bir değişiklik yapıldı. Bu değişiklikle, 2/B olarak ayrılacak alanların “su
ve toprak rejimine zarar vermeyen, orman bütünlüğünü bozmayan” alanlar olması ölçütü kaldırıldı.
279
NE OLUYOR?
80’li yıllardan itibaren azgelişmiş/gelişmekte olan ülkelerde, kırsal alan yönetimi ve kırsal kal-
kınma politikaları, uluslararası kurumlar ve çok uluslu şirketler belirleyiciliklerini arttırdılar. Ulusla-
rarası kurumlar koşullu krediler ve birliğe üye olmanın ön koşulları ile politikaları belirlediler. Çok
uluslu şirketlerin etkileri, faaliyette bulundukları ülkeleri tarımsal üretim araçları (tohum, gübre,
zirai ilaç vb.) açısından kendilerine bağımlı kılmaları, uluslararası kurumlar politikalarının etkisiyle
rekabete dayanamayan yerli üretim plantasyonlarının kapanması sonucu insanların işsiz kalma-
ları, bu şirketlerin ucuz işgücü kaynağı olarak kadın ve çocuklardan yararlanması şeklinde görül-
mektedir.
Bu yeni dönemde yöneten ve yönetilenin olmadığı iddia edilen ve yönetime göre daha de-
mokratik olduğu iddia edilen “yönetişim” kavramı oluşturuldu. Bu kavramın oluşturucularına
göre, iktidar; özel sektör ve STK’larla paylaşıldığı için “katılımcı” bir modeldir. Katılım ilkesi ön plana
çıkarılarak sanki yöneten halkmış gibi bir izlenim verilmek istenmekte ve böylece STK’ların yer
aldığı projeler için politikayı belirleyen ve uygulama kredisini verenin uluslararası kurumlar
olduğu ve bu kurumlar tarafından çizilen bir çerçeve içinde hareket edebilen bir “katılım”ın
demokratik olamayacağı gizlenmeye çalışılmaktadır. Yönetişim yalnızca teknik bir iş değil, ikti-
darın dönüşümünün bir gereği olarak, kamu çıkarı, vatandaşlık, gibi unsurların özel sektör lehi-
ne piyasa için anlamını yitirmesini, bu kavramların yerini piyasa ve müşterinin almasını ifade
etmektedir. Dolayısıyla yönetişimin, sadece özel sektör ve toplumun büyük bir kısmını temsil et-
meyen STK’lardan oluşan bir yönetme tarzı olarak, iddia edildiği gibi kapsayıcı ve demokratik bir
yöntem olmadığı açıktır. Buna paralel olarak toplumun büyük kısmını temsil eden sendikaların ve
diğer Demokratik Kitle Örgütlerinin (DKÖ) hantal birer demokratik kuruma dönüştüğü, üyelerinin
çıkarlarını korumadığı, örgütlü mücadelenin i"as ettiği, ama bireysel çabalarla kurtuluşun müm-
kün olduğu inancı yaygınlaştırılmaya çalışılarak DKÖ’lerin yerini STK’ların almasına çalışıldı (bu
çabanın başarısız olduğu da söylenemez). Yönetişim kavramının oluşturucularının bu çabalarının
ormancılık alanındaki yansıması olarak da; DKÖ kimliğinden sıyrılarak, STK’laşmaya çalışan kimi
ormancılık meslek örgütleri, orman köylülerinin kooperatif örgütleri bile işlevlerini orman rantın-
dan alabildiğince fazla pay kapma mücadelesine indirgeyebilmiş, üyelerini sosyal güvenliğe, grev-
li toplusözleşmeli sendikal haklara kavuşturma mücadelesini, gündemlerinden çıkarabilmişlerdir.
Türkiye gıda üretimi bakımından, kendine yeten 7 ülkeden biri iken, 80’lerden itibaren, başta
buğday olmak üzere, gıda ve tarım ürünleri satın alan bir ülkeye dönüştü. 2010 yılına gelindiğinde
Türkiye, dünyanın en pahalı etinin tüketildiği ülke oldu.
Aynı dönemde ormancılık alanında özelleştirmeci uygulamalarla, “devlet ormanı” sayılan alan-
lardan ormancılık dışı amaçlarla, özel kişi ve kurumların yararlanması uygulamalarının kapsamı
giderek genişletildi. Turizmi Teşvik Kanunu’yla turizm alan ve merkezi ilan edilen yerlerdeki hazine
arazileri ve ormanlar turizm yatırımcılarına tahsis edilmeye başlandı. Bu olanakların kullanma bi-
çimi ve sonuçları, İstanbul çevresindeki ormanlarda büyük sermaye gruplarının vakıf üniversitele-
rine tahsis edilen ormanlarla, Ege ve Akdeniz kıyılarındaki ormanlardaki turizm tesislerinde açık-
lıkla görülmektedir. Özel ormanlarda yapılaşmaya izin veren yasal düzenlemeler de bu dönemde
yapıldı (alanın %6’sına kadar izin veren bu değişiklik, Orman Bakanlığı müfettiş raporlarına göre,
%96 olarak uygulandı).
Maden Kanunu ve madencilikle ilgili diğer mevzuat ile ormancılık mevzuatının ilgili bölümle-
rinde yapılan değişikliklerle orman alanlarında ormancılık dışı bir faaliyet konusunun daha kapsa-
mı her geçen gün genişletilirken, özellikle bazı madencilik faaliyetlerinin yalnızca mevcut orman
280
ekosistemini tahrip etmekle kalmadığı, yakın çevresinde de geri dönülmez tahribatlara neden
olduğu bilinmektedir.
Bunların sonucunda plansız ve düzensiz “büyümesini” sürdüren İstanbul’da, 1950’li yıllardan
itibaren rantiyeci, arsa spekülatörleri tarafından (o zaman kentin uzak köşeleri olan) hazine ve or-
man arazilerinden işgal edilerek gecekonduculara pazarlanan araziler de, kentin merkezi yerleri
olmaya başladı. Ancak bu alanların altyapısı ve sosyal donatıları yetersizdi. İşte “Türkiye’ye özgü
kentsel dönüşüm” kavramı da bu dönemde keşfedildi.
80’lere damgasını vuran Özal ve ANAP dönemi sona ererken yaklaşık 10 yıl süren yeni bir ko-
alisyonlar dönemi yaşandı. Bu dönemde de piyasalaştırmacı politikaların, her alanda olduğu gibi
kırsal alan ve ormancılık yönetimi konularında da kapsamı giderek genişledi. Bu dönemin kırsal
alan politikalarına damgasını vuran uygulama “doğrudan gelir desteği” uygulamasıdır. Daha önce
uygulanan tarımsal destekler üretime bağlı olarak verilmekte iken, DB ve DTÖ’nün kredi koşulları
ile dikte edilen doğrudan gelir desteği, mülkiyet esas alınarak yapıldığından, üretici çiftçinin değil
mülk sahiplerinin desteklenmesi şeklinde bir uygulamadır. Aynı dönemde üretici çiftçiye üretime
bağlı destek sağlayan Tarım Satış Kooperati�eri de, özerkleştirme adı altında, devletten özerkleş-
tirilirken, uluslararası kurumlara bağımlı hale getirilmişlerdir. Bu dönemin tarımsal KİT’lerin özel-
leştirilmesi politikasının ormancılık alanındaki yansıması olarak, Orman Ürünleri Sanayi Kurumu
da özelleştirildi. Bu dönemin ormancılık alanındaki özelleştirme politikalarından, kısa dönemde
etkileri fazla dikkat çekmeyen, ancak uzun vadede en tehlikelilerinden biri de ormancılık hizmet-
lerinin özelleştirilmesinin hız kazanmasıdır.
Avrupa Birliğine Uyum Dönemi
3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidara gelmesinden sonra, Türkiye’de
2000’li yılların politikalarını belirleyen AKP dönemi başladı.
2000’li yıllar Türkiye’de kırsal alan yönetiminde AB’den politika transferi dönemi olarak adlan-
dırılabilir. Transfer edilen AB politikaları gibi Ulusal Programlarda da “bütüncül yaklaşım” kavra-
mı ile kırsal alanların ekolojik değil ekonomik bir bütün olduğu kabul edilmektedir. Bu politikayı
uygulama, izleme ve denetleme görevi de; özel hukuk tüzel kişileri(yani şirketler), gerçek kişiler
ve STK’lara devredilmiştir. Bu dönemde kurulan ve kırsal alan yönetimi konusunda görevleri de
bulunan, konumu tartışmalı ve önemli bir yapı da “kalkınma ajanslarıdır”.
AKP, henüz iktidarının ilk aylarında “orman” sayılmayan yerleri herkese satabilmek, devlet or-
man işletmeciliği düzenini özelleştirmek amacıyla Anayasayı değiştirme girişiminde bulundu.
Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı’nın onay vermemesi nedeniyle bu girişim başarılı olamamış-
tır. Olamamıştır, ama kamuoyunda “2B arazileri” olarak anılan bu yerleri satılması sürekli olarak
gündemde tutuldu, dahası, hazırlanan yeni anayasa taslağında bu doğrultudaki uygulamaların
kapsamını daha da genişletecek yaptırımlara yer verilmiştir. Ergun Özbudun ve arkadaşlarınca ha-
zırlanıp kamuoyuna açıklanan Anayasa Taslağında, başta 2 / B tarih sınırının 23.07.2007 (12 Eylül
Anayasası ile 1961’den 31.2.1981’e çekilen) tarihine çekilmesi olmak üzere ormanların yıkımına
neden olacak birçok değişiklik öneriliyordu.
2003 yılında çıkarılan 4999 sayılı yasayla Orman Kanunu’nun başta 1. maddesi olmak üzere
toplam 13 maddesini değiştirilerek, bazı orman ağaçlarının “orman” sayılmamasını ve köy muhtar-
larının gözetiminde kesilebilmesini sağlamıştır. Milli Parklar Kanunu ile ayrılmış yerlerin yirmido-
kuz yıllığına kiralanabilmesini olanaklı kılındı.
281
2004 yılında çıkarılan 5192 sayılı yasayla Orman Kanunu’nun bu kez başta 17. maddesi olmak
3 maddesini değiştirerek bir yeni ek madde, bir de geçici madde getirerek “devlet ormanı” sayılan
alanlarda 49 yıllığına izin verilebilecek ormancılık dışı uygulamaların kapsamı genişletildi.
2004 yılında çıkarılan 5177 sayılı yasayla 3213 sayılı Maden Kanunu’nun 7. maddesindeki bir
düzenleme ile Orman mevzuatının birçok yeri değiştirilerek koruma altına alınmış öteki alanların
yanı sıra orman, muhafaza ormanı, ağaçlandırma, milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı, tabiatı ko-
ruma alanlarında da madencilik etkinliklerine izin verilmesini sağlamıştır. Bu kanun daha sonra
Anaysa Mahkemesince iptal edilmişse de 2010 yılında Maden Kanunu’nu baştan sona yenileyerek
5177 sayılı yasanın genişletilmiş olarak uygulamaya geçmesi sağlandı.
2003 ve 2009 2012 yıllarında Ağaçlandırma Yönetmeliği yeniden düzenlenerek “özel orman
statüsünde” orman yetiştirmek isteyen özel ve kamu kişi, kurum ve kuruluşlara “devlet ormanı”
sayılan arazi tahsis etme uygulamalarının kapsamı genişletildi.
2009 yılında çıkarılan 5831 Sayılı “Tapu Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun”la 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yanı sıra 6831 sayılı yasanın orman kadastrosu çalış-
malarıyla ilgili kimi maddeleri değiştirildi. Böylece 2/B arazilerinin fiili kullanım durumlarına göre
“ifraz ve/veya tevhidinin” yapılabilir oldu.
1 Ağustos 2010 tarihinde de 6009 sayılı “Gelir Vergisi Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hük-
münde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un yürürlüğe girmesiyle de 2/B arazi-
lerinin satışı ve/veya belediyelere devrinin yasal zemini oluşturuldu.
Bu dönemde yayınlan sayısız tamim, tebliğ vb. ile temel ormancılık çalışmalarının özelleştiril-
mesine yeni boyutlar kazandırmış oldu.
8 Temmuz 2006’da 5531 sayılı “Orman Mühendisliği, Orman Endüstri Mühendisliği ve Ağaç
İşleri Endüstri Mühendisliği Hakkında Kanun”unu da çıkarılarak temel ormancılık çalışmalarının
özelleştirilmesi için gerekli alt yapı büyük ölçüde pekiştirildi.
Özet olarak bu dönemde “devlet ormanı” sayılan alanlar, girişimci sermayedarlar tarafından
ormancılık dışı her türlü yatırımın serbestçe yapılabildiği alanlar haline dönüştürüldü.
NE OLACAK?
Ne olacak ya da ne yapmalı sorusu genellikle yanıtlanması en zor sorudur.
Türkiye’nin birçok sorunu gibi 2b sorunu da, Türkiye’nin kırsal alan yönetimi ve ormancılık po-
litikaları ile büyük kentlerde ucuz işgücü oluşturmak ve sermayenin bitmeyen krizlerine doğal
alanları metalaştırarak kaynak oluşturmak gibi politik temelli sorunlardır. Sorunu kaynağı teknik
değil, politik olduğu için politik düzlemde çözüm yolları aranmalıdır.
Politik düzlemde çözüm yolları ararken, politik alternati)eri de üretip hatta uygulamak doğru
olacaktır.
Bu gibi çalışmalardan ormancılık alanında bugünden yarına hayata geçirilebilecek olanları
bulunmaktadır.
Öncelikle 2b sorunu özelinde;
Önce Anayasanın 169. maddesi ile 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinin “2b” uygula-
malarına dayanak olan maddeleri yürürlükten kaldırılabilir;
282
“2b arazilerinin” kamu yararına değerlendirilebilmesi için gerekli ekolojik, ekonomik, toplum-
sal araştırmalar yapılabilir;
“Devlet Ormanı” sayılan yerleri “ikibelik” durumuna getirenler ile bu süreci çeşitli yollarla ko-
laylaştıran, hızlandıran ve yaygınlaştıran ya da görmezden gelinen belediye, orman işletmesi vb
birimlerdeki her düzeyde sorumlu yöneticilerin “bu saatten sonra da olsa” cezalandırılmaları sağ-
lanabilir;
“2b” sorunun çözümlenmediği; dahası, çeşitli ekolojik, ekonomik, toplumsal sorunların yaşa-
nabileceği son derece karmaşık bir sürece girdiği gerçeği tüm boyutlarıyla kamuoyuna anlatılabi-
lir; uygulamalar yakından izlenerek söz konusu sorunlar sergilenebilir. Uygulamalardan hareket-
le 6292 sayılı yasanın özellikle “2a” uygulamalarını düzenleyen maddelerinin iptali için Anayasa
Mahkemesi’ne başvurulabilir; “2b arazileri” için belirlenecek fiyatlara itiraz hakkının olmaması gibi
antidemokratik düzenlemeleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınabilir.
Genel olarak ormancılık alanında;
Bu çalışmalar kapsamında; ülkemizin neresinde, ne denli geniş bir alanda, hangi amaçlarla
ormancılık yapılması gerektiği; bu bir yana, şimdilerde “orman” sayılan alanlarının hangi amaçlarla
yönetilmesinin zorunlu olduğu ortaya konulabilir.
Neredeyse tamamı orman köylüleri olan, ağaç kesme, tomruklama ve taşıma işlerinde çalış-
tırılanların grevli, toplu sözleşmeli sendikal hakka ve toplumsal güvenceye kavuşturulması için
çaba harcamak. Bununla beraber orman köylülerinin sürünerek yaşamalarını sürdürmeleri yerine
kalkınmalarına gerçekten de katkıda bulunabilecek projelerin uygulanması; bu kapsamda da de-
mokratik köy kalkındırma kooperati�erinin yaygınlaştırılması sağlanabilir.
Kırsal alan yönetimi ve ormancılığımızın önceliklerinin değiştirilmesine, onlarca uzmanın
emeğinin savurganlığına, vb. yol açan ve çoğunluğu da uygulanamayan dış destekli “ulusal” plan,
program ve projeler yerine yerel düzeyde çok boyutlu dinamik plan ve programların yapılarak
hayata geçirilebilir.
“Orman” sayılan alanlardaki her türlü yabanıl bitki ve hayvan varlığının ortaya konulması, süreç
içindeki değişmelerinin izlenmesi; orman ekosistemleri ve ormancılık çalışmaları ile ilgili hukuksal
düzenlemeler arasındaki çelişkilerin, kamu yararını öne çıkaracak doğrultuda giderilmesi; başta
yeniden orman yetiştirme ve “orman rehabilitasyonu” olmak üzere her türlü ormancılık çalışması-
nın çevresel etki değerlendirmesinin yapılması; Orman Genel Müdürlüğü’nün her biriminde karar
süreçlerinin demokratikleştirilmesi; gibi çalışmalar hayata geçirilebilir.
Kırların ve kentlerin sorunlarının birbirini etkilediği unutulmadan, bu alanlarda yaşayan insan-
ların da gereksinimi doğrultusunda ve buralarda yaşayan halkın görüşleri de alınarak alternatif
uygulamaları hayata geçirmek mümkündür. Bu uygulamalar bir yandan kente aşırı göçün hızı-
nı sınırlamaya katkıda bulunurken, bu etkisinden daha önemli olarak, halkın görüşleri alınarak
uygulandığı için yönetimler üzerinde demokratik bir baskı oluşturacak ve bu yanıyla sorunların
çözümünde daha da etkili olacaktır.
Kaynakça
Alpkaya, Gökçen ve Alpkaya, Faruk, 2004 “20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi.” Tarih Vakfı yayını.
Çağlar Yücel “İkibe” Böyle Mi Uygulanacaktı? (Yayınlanmamış)
283
Çağlar Yücel “2Bcilestirebildiklerimizden misiniz?”, 2012 Yayınlayan TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası.
Çağlar , Yücel. 2008 “AKP Ormanlarımızdan Ne İstiyor” Yayınlanmamış.
Çağlar , Yücel. 2001 “Ormanlarımız ve Ormanlarımız Neden, Kimler İçin, Nasıl Özelleştiriliyor?” Orkam – Sen,
Eğitim Yayınları – 3
Engels, Friedrich. (2010) “Doğanın Diyalektiği” 9. Baskı. Sol Yayınları
Günay, Turhan. 2003 “Ormancılığımızın Tarihçesine Kısa Bir Bakış” Tarımorkam – Sen Yayını.
Kafaoğlu, Arslan Başer 1986 “İşte Alternatif. Demokratik Planlı Kalkınma.” 2. Baskı. Alan Yayıncılık
Kayıkçı, Sabrina 2009 “Türkiye’de Kırsal Alan Yönetimi.” Sosyal Araştırmalar Vakfı, Küreselleşme Dizisi 10
Kaya, Başak Sözcü gazetesi 19.11.2010 “Çiftçiyi batırdılar” Çiftçi Sen. Konfederasyonu Genel Başk. Abdullah
Aysu ile röportaj.
Marx, Karl. (1974) “Kapital, Birinci cilt, Birinci Kitap” 2. Baskı. Odak Yayınevi.
Marx, Karl. (1979) “Grundrisse”, 1. Baskı. Birikim Yayınları.
Sander, Oral. (2010) “Siyasi Tarih, İlkçağlardan 1918’e.” 20. Baskı. İmge Kitabevi
TOD, 1951 “Yeşil Kitap. Orman Davamız.” (2005 tarihli “tıpkıbasım” ikinci baskıdan yararlanılmıştır.) TOD Ya-
yını. Eğitim Dizisi:1
TOD, 1987 “Cumhuriyet Dönemi Ormancılığımızda 3116 Sayılı Yasa ve Sonrası” içinde; Ayanoğlu, Sedat “3116
Sayılı Orman Kanunu ve Sonrası.”
Yılmaz, Gaye. 2009 “Suyun Metalaşması”. 1. Basım. Sosyal Araştırmalar Vakfı yayını.
http://politeknik.org.tr/site/index.php/yazilar/politeknik-yazilari/kentlesme/2366-ormanlar-kirsal-alanlar-
ve-istanbul-bogazi-karayolu-kopruleri-besim-s-sertok.html
Oturum Yürütücüsü - Sayın Besim Sertok’a teşekkür ediyoruz. Süremizi oldukça aştık. Zaten
geç başlamıştık, biz de birazcık geciktirdik. Ama size söz vermeden olmaz. Birkaç dostumuzun
sorusu varsa, arkadaşlarımız ortaklaşarak cevaplayabilirler. Bir-iki soru almak için söz sizin.
Söz olmayınca, biz üniversitede, “Ya çok iyi anlattık, ya sesimiz oraya ulaşmadı” diye düşünü-
rüz.
Buyrun.
Alişan Çalcalı - Erol hocam bir şey söyledi, “Emlak rayiç bedelleri açıklanmıyor, gizli tutuluyor”
dedi. Ama merak ediyorum, hak sahipleri belirlendikten sonra bu hak sahipleri kamuoyuyla pay-
laşılıyor mu, kimler hak sahibi? Örneğin, kamuoyunda ünlü diye bildiğimiz kişiler arasında hak
sahibi olan var mı?
Teşekkür ederim.
Oturum Yürütücüsü - Buyrun.
Salondan - Bu takdir komisyonunun belirlediği emlak değerleriyle ilgili 6 sıfır atılmıştı bir dö-
nem ve bir vatandaşın, 6 sıfır atılmadan, yanlışlıkla ödediği bedel gayrimenkul değerinden daha
yüksek olduğu için, bundan sonra Anayasa Mahkemesinden bir karar çıktı. Bu konuda hatırlatmak
için söylemek istedim.
Oturum Yürütücüsü - Teşekkürler.
284
Buyrun.
Prof. Dr. Erol Köktürk - Bizim tapu kütüklerinin ilgisini kanıtlayana açık olması kuralı, tutanak-
larda yazılmış olan muhdesat kullanıcıları. Hep söylüyoruz bunu; Kadastro Genel Müdürlüğü muh-
desatlardaki ismi geçen herkesi açıklasın kamuoyuna. Kimmiş bu 2B’lerin arkasındaki kişiler, bile-
lim. Ben de istiyorum böyle bir şeyi. Yani kimler çıkacak, masum orman köylüleri mi çıkacak; yoksa
bu ülkede siyaset, hukuk, yargı, bürokrasi, özel sektör, sanayi, turizm süreçlerinde etkili birileri mi
çıkacak bunun arkasından? Bunu ben de talep ediyorum açıkçası. Muhtesatlarda adı geçen herkes
kamuoyuna açıklanmalıdır. Niye gizliyoruz ki o bilgileri?
Mehmet Yiğit - Bana soru yöneltilmedi, ama ona ben cevap vereyim arkadaşlar. Yapılan tes-
pitler 30 gün ilan ediliyor, hiç kimseden gizli değil, isteyen herkes öğrenebilir. Güncellemeler de
yine ilgililerine bildiriliyor, bunun hiçbir gizliliği yok. Zaten hak sahibi tanımında “31.12.2011 tarihi
itibarıyla kullanıcı olanlar” diye tanımlıyor. O yüzden, öyle gizli bir tanımı da yok.
Oturum Yürütücüsü - Nerede ilan ediliyor, bunu normal vatandaş izleyebilir mi?
Mehmet Yiğit - Bir, muhtarlığında; iki, kadastro müdürlüğünde; üç, orman ilgili biriminde; dört,
Milli Emlak’ta. Bunların hepsine gönderiliyor bu ilanlar, herkese açık, hiçbir gizliliği yok.
Oturum Yürütücüsü - Buyrun.
Salondan - Kimi merak ediyorsanız, il-ilçe olarak girin, milli emlak.gov.tr’de hepsi var, satın
alma başvurusu yapmışlar vesaire var. Muhtarlıklarda zaten satılmayacak 2B parselleri olarak da
görebiliyorsunuz, açık; ama değerler yok maalesef, yani fiyat yok.
Oturum Yürütücüsü - Tabii, aslında kimin sahiplendiğinden öte bir sorunumuz var galiba.
Ekosistemin önemli bir parçası sermaye birikimine ya da şahsın kullanım alanına tahsis ediliyor ve
açılıyor. Belki bunun üzerinden tartışma yürütmek daha kıymetli.
Değerli arkadaşlar; katıldığınız için önce size, değerli bilgilerinden dolayı bütün sunum ya-
pan değerli arkadaşlarımıza ve bu sempozyumu düzenlediği için Harita ve Kadastro Mühendisleri
Odasına çok teşekkür ediyorum.
Bir sonraki oturumda görüşmek üzere. Hoşça kalın.
285
Onuncu Oturum
16 Kasım 2012, Cuma
2B ve Orman Kadastrosu-Bildiriler
Oturum Yürütücüsü: Prof. Dr. Rahmi Nurhan ÇELİK
Arazi Yönetimi ve Gereksinimi
Prof. Dr. Hüseyin ERKAN - S. Gökşin SEYLAM - Prof. Dr. Ahmet YAŞAYAN
Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Araziler (2B) ve Kentsel Dönüşüm:
Orman Kadastrosu ve Mülkiyet Hukuku Bakımından
Bir Değerlendirme
Prof. Dr. Yusuf GÜNEŞ
2B Öncesi - Sonrası
Rana ARIBAŞ
286
Prof. Dr. Rahmi Nurhan Çelik (Oturum Yürütücüsü) - Bir önceki sunumda aldığım ufak tefek
notlar var. Sayın Erol Köktürk hocamız 2B de yapılaşmış alanların sadece % 4.7 tuttuğunu, yani
% 95 için böyle bir yasaya gerek var mıydı, sorusunu sordu. Çok önemli ve kritik bir soru olduğu-
nu değerlendiriyorum. Mutlaka sizler de değerlendirmişsinizdir. Mehmet Yiğit Bey Tapu Kadastro
İstanbul Şube Müdürlüğü’nden. O da son derece güzel bir teknik çalışmayı sunduktan sonra 2B
alanına ayrılmış fakat 2B vasfını yitirmemiş alanların tekrar Ormana kazandırılması için bazı teklif-
leri olduğunu ifade etmişti. O da genel kapsamda baktığınızda belki bu % 4.7 oranını biraz aşağı
çekecek çalışmayı da gösteriyor. O zaman belki bu % 4’e belki % 3.5’a kadar inebilir. Onun dışında
diğer konuşmacı olan sayın Besim Sertok aslında 2B nin değil 6292 sayılı yasada 2A’nın gözden
kaçırılmaması gerektiğini belirterek bütün ormanları tehdide yönelik bir açılıma neden olma ihti-
malini değerlendirdi.
Şimdi bu oturumda da bunların tamamlayıcısı olabilecek ve konuşmacıların kendi istekleri ile
hazırladıkları bildirileri burada dinleyeceğiz. İlk sunum deminde bahsettiğim gibi Sayın Prof. Dr.
Hüseyin Erkan, Gökşin Seylam ve Prof. Dr. Ahmet Yaşayan hocalarımızın. Bu hocalarımız , bu mes-
lektaşlarımız bizim mesleğimizin en deneyimli kişileri. Dolayısıyla üçünün bir araya gelerek büyük
bir deneyimi burada süzgeçlediklerini tahmin ediyorum ben. Çok hoş bir sunum olacağını düşü-
nüyorum. Sunum yapma görevini sanıyorum üç deneyimli hocamız Hüseyin Erkan Hocamıza ver-
miş. Ben müsaade ederseniz Hüseyin hocamızı sunumunu yapmak için kürsüye davet ediyorum.
Buyrun Hocam.
287
Süremiz yaklaşık 20 dakika, ben süreye göre sizi uyarmaya gayret edeceğim.
Teşekkür ederim.
ARAZİ YÖNETİMİ VE GEREKSİNİMİ
Prof. Dr. Hüseyin Erkan - S. Gökşin Seylam - Prof. Dr. Ahmet Yaşayan
Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Kadastro Komisyonu
Anahtar terimler: araziyönetimi,nüfusartışı, kentleşme, doğalvekıtkaynak, doğakoruma, hari-
tacılıkmesleği
1. GİRİŞ
Arazi yönetimi, çok geniş kapsamlı, ekonomik ve toplumsal alanda çok işlevli, çok aktörlü bir
kavramdır. Arazi yönetimi genel olarak, kentsel ya da kırsal arazi kaynaklarının, sürdürülebilir bi-
çimde, gelecek kuşakların gereksinimlerini de göz önünde tutan bir yaklaşımla kullanımı ve geliş-
tirilmesi ile ilgili bütünleşik yönetme sürecini tanımlamaktadır.
Arazi, insan faaliyetlerinin temel mekânıdır. Bu nedenle, insanlar var oldukları günden başla-
yarak araziyle hep ilişki içinde olmuştur. Küresel yönlendiricilerin etkisiyle dinamik bir yapıya sahip
olan bu ilişki, tarihin farklı dönemlerinde farklı şekillerde sürmüştür
Bütün canlıların ve insanların yaşamının temel alt yapısı olan doğal kaynaklar toprak, su ve ha-
vadır. Sağlıklı yaşam, bu kaynakların ve bu kaynaklardan elde edilen ürünlerin doğru kullanımına
bağlıdır.
2. ARAZİ
Arazi ya da toprak, bütün dünyada miktarı artırılamayan bir doğal kıt kaynaktır. Arazi, bitki
örtüsü ve diğer biyolojik öğeleri içeren, ekolojik – hidrolojik süreçlerin geliştiği sistemi tanımlayan
canlı bir ortamdır. Ayrıca, arazi bir yüzey değil yer kürenin merkezinden uzay doğru açılan (koni ya
da prizma biçiminde) bir mekandır (Şekil. 1).
Arazi özellikle toprak, bir doğal – kıt kaynaktır,insan ve tüm canlılar için, gıda üretiminin teme-
lidir ve miktarı sınırlıdır, artırılması olanaklı değildir. Oysa günümüzde 7,3 milyar dolayındaki dün-
ya nüfusu, uzmanların tahminlerine göre, 2035 yılında 10 milyarı geçecektir. Bu günkü gelişme
içinde, 2035 yılında Türkiye nüfusunun da 100 milyonu bulağı tahmin edilmektedir. Bu gelişmeler
yanında, günümüzde dünyada yaklaşık 1/2 oranında olan kentsel nüfus da, 2035 yılında 2/3 oranı-
na yükselecek ve mevcut kentli nüfusa, en az 7 milyar dolayında bir insan kitlesi, kentsel alanlarda
yaşayacaktır. Kentsel alanların, sanayi ve ulaşım vb. alan gereksinimleri tarım topraklarından karşı-
lanmaktadır. Günümüzde bile, dünyada açlık sorunu vardır ve dolayısıyla toprakları özellikle tarım
üretimi açısından çok akılcı koruma ve kullanma zorunluluğu vardır.
288
Şekil 1: Arazi mekanının krokisi
Arazi, yüzeyinde, üzerinde ya da altında birçok hakların ya da kısıtlamaların olduğu bir üç bo-
yutlu varlıktır (Şekil 2).
Şekil 2: Arazi kapsamı içinde yer alan haklar.
3. ARAZİYE BAKIŞLAR, DEĞERLENDİRME YAKLAŞIMLARI
Araziye,her disiplin kendi özel gözlüğü ile bakmaktadır.
3.1. Coğrafyacılar, araziyi jeolojik ve jeomorfolojik sürecin bir ürünü olarak görürler.
3.2. Klasik ekonomide, arazi dayanıklı ve doğanın karşılıksız hediyesidir ve ekonomik üretim
ve gelişmeler için işlenen ve korunan, anamal ve emek üreten bir kaynaktır. Bazen anamalın temi-
natı olarak kabul edilir.
289
3.3. Çevreciler, araziyi onun doğal durumunda, gerçek değer olarak görürler.
Arazi bir kaynaktır.
as a means of supportorprovisionmeans of support, source of wealthandrevenueassociatedwit-
hearth’ssurface, beneathandabove, includes mineral deposits, forests, water, fish, sunlight, rainfall,
temperaturechangesalsoincludeshumanimprovementsattachedtotheearth
3.4. Hukukçulara göre, dünyanın merkezinden gökyüzünde sonsuzluğa kadar uzanan meka-
nın hacmi ve bu hacim içerisinde çok çeşitli kullanım, yararlanma hakları olan kavramdır.
3.5. Pek çok bilim adamına göre arazi, su ile çevrili alanlar da dahil olmak üzere dünyanın
yüzeyini saran yaşam alanı olarak ifade edilmektedir.
4. ARAZİ YÖNETİMİNE ULUSLARASI YAKLAŞIMLAR
Özellikle ikinci dünya savaşı sonrası doğal kaynakları giderek yok edecek; plansız ve insan sağ-
lığını dikkate almayan bir yapılaşma ve sanayileşme gelişmiştir. Bu olumsuz gelişmeler ile 1970’li
yıllara gelindiğinde, yetersiz gıda üretimi ve kaynak kıtlığı belirginleşmiş, böylece özellikle kırsal
arazi kullanımının da etkin yönetilmesi ciddi bir gereksinim durumuna gelmiştir. Sonuçta arazi;
kıt bir kaynak olarak görülmeye ve bu kaynağın etkin yönetilmesi ihtiyacı da uluslararası alanda
yaygın bir şekilde dile getirilmeye başlanmıştır.
Konu, 1972 yılında Stockholm Çevre Konferansı‘nda ele alınmış ve:
-
miştir.
1992’de yapılan Rio de Janerio Yeryüzü Zirvesi’nde ise, sürdürülebilir kalkınma, insanlığın 21.
yüzyıldaki ortak hedefi olarak benimsenmiştir. Sürdürülebilir kalkınma:
“bugünün gereksinim ve beklentilerini, gelecek kuşakların gereksinim ve beklentilerini karşı-
lama olanaklarını tehlikeye atmaksızın karşılama”
olarak tanımlanmaktadır.
Kurallar geliştirme ve uygulama açısından, arazi yönetimi çok aktörlü, çok boyutlu, çok ilişkili
bir alandır ve temelinde haritacıların olması gereklidir. Bu durumu BM de böyle görmüş 1995 BO-
GOR ve 1999 BATHURST deklarasyonundan itibaren, arazi yönetiminin geliştirilmesi konusunda
FIG ile ortak ve koordineli çalışmalar yürütülmüştür.
2000 yılında, BM Milenyum bildirgesinde 2015 yılına kadar ulaşılması öngörülen 8 hedeften
biri de “doğasal sürdürülebilirliğin sağlanması”dır.
Birleşmiş Milletler - Avrupa Ekonomi Komisyonu (UNECE)’da 1993 yılında, Avrupa’daki arazi yö-
netimi sistemlerinin güçlendirilmesi amacıyla girişim başlatmış ve her yıl farklı iki ülkede, kadast-
ro örgütleri ile yardımlaşılarak arazi yönetimi sorunları gündeme getirilmeye, katılan uzmanların
görüş ve önerilerini değerlendirmeye başlamıştır. Bu çalışmalardan biri de 2010 yılı 28-30 Ekim
2010 günleri arasında, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün organizasyonunda Antalya’da ger-
çekleştirilmiştir.
290
5. ARAZİ YÖNETİMİ
1972 Stockholm Çevre Konferansında ilk kez, ”Sürdürülebilir kalkınma” kavramı, uluslar arası
literatüre geçmiştir.
1992 Rio de Jenerio Yeryüzü Zirvesi’nde ise, “Sürdürülebilir Kalkınma”, İnsanlığın 21. yüzyıl da
ortak hedefi olarak benimsenmiştir.
Gündem 21, “İnsanlık, bir tarihsel dönüm noktasındadır” sözü ile başlamaktadır.
Arazi Yönetimi:
1) Kentsel ya da kırsal arazi kaynaklarının, sürdürülebilir bir biçimde kullanımı ve geliştirilmesi ile
ilgili bütünleşik yönetme süreci.
2) Araziye ilişkin bilgiler, kurumlar, politikalar ve hukuki düzenlemeler, olarak tanımlanabilir.
6. ARAZİ YÖNETİMİ ile İLGİLİ SORUNLAR
6.1. Dünya Nüfusu
Arazi, tarımsal üretim aracı olarak toprak, insan beslenmesi açısından vazgeçilemezüretim
akynağı, günümüzde artık kıt kaynaktır. İnsanlığın geleceği açısından yeterli gıda gereksinimi ba-
kımından çok önemli olan dünya nüfusundaki gelişmeler aşağıdaki tabloda görülmektedir:
1500: 461.000.000
1800: 954.000.000
1900: 1.634.000.000
1950: 2.530.000.000
2000: 6.168.000.000
2012: 7.268.000.000
Şekil 3. Dünya nüfus atışı grafiği
Günümüzde 7,3 milyar dolayındaki dünya nüfusu 2035 yılında 10 milyarı geçeceği. tahmin
edilmektedir.
Günümüzde bile, dünyada açlık sorunu vardır ve dolayısıyla toprakları özellikle tarım üretimi
açısından çok akılcı koruma ve kullanma zorunluluğu vardır.
6.2. Kentleşme sorunu
Günümüzde dünyada kentleşme oranının, yaklaşık
½’nin üzerinde ve. Kentsel nüfusun, 2035 yılında 2/3 ora-
nına yükseleceği tahmin edilmektedir.Bu durumda, gü-
nümüz kentli kentli nüfusuna, 2035 yılında, en az 7 milyar
dolayında bir insan kitlesinin ekleneceği öngörülmektedir.
Şekil 4. Dünya’da kentleşme
291
Kentsel alanların, sanayi, ulaşım vb. alan gereksinimlerinin de, genellikle günümüzde sürekli
tarım topraklarından karşılanmakta olduğu gözlenmektedir. Bu açıdan da, tarım üretimine uygun
toprakların, özellikle tarım üretimi için çok akılcı korunması ve kullanılması zorunluluğu açıktır.
7. ARAZİ İLİ İLGİLİ ÇALIŞMA YAPAN KURULUŞLAR
Türkiye’de, arazi kaynaklarının kullanılması ve geliştirilmesi amacıyla çeşitli Kuruluşlarca, Etüt,
Plan ve Projelendirme ve uygulama çalışmaları yapmaktadır:
-
ğu düzenlemeler de dahil edildiğinde bu rakam 300’e ulaşmaktadır.,Başbakanlık ve 9 bakanlığa
bağlı 55 kurum arazi ile ilgili faaliyet yapmaktadır.
-
me yetkisine sahiptir.
Ülkemizde işlenebilir 24.5 milyon ha alanın % 48’inde orta, % 10’un da şiddetli erozyon vardır.
- % 14’ünde hafif,
- % 20’sinde orta ve
- % 63’ünde şiddetli erozyon tehlikesi vardır.
8. SONUÇ ve ÖNERİLER
Arazi, insan faaliyetlerinin temel mekânıdır. İnsanın sağlıklı yaşamasının temel alt yapısı olan
doğal kaynaklar toprak, su ve havadır. Yaşam, bu kaynaklardan elde edilen ürünlerin kullanımına
bağlıdır.
Ekonomik kalkınma ile arazi iyeliği, arazi değerleri, arazi kullanımı ve arazi geliştirme gibi et-
kinlikler arasındaki ilişkiyi gösteren yukardaki grafik, aslında Harita kadastro disiplinine düşen
göre FIG’in hemen hemen temel yaklaşımı olmuştur. Bu yaklaşımın Birleşmiş Milletlerce de be-
nimsendiği, Avrupa Birliği’nce de benimsendiği söylenebilir.
Arazi yönetimi, çok geniş kapsamlı, ekonomik ve toplumsal alanda, çok işlevli, çok geniş ta-
banlı ve aktörlü bir süreçtir. BM’in de benimsediği gibi, bu çalışmalarda örgütleyici, yönlendirici,
uygulamaları doğru değerlendirecek ve uygun çözüm önerileri geliştirebilecek uzmanlık Harita
ve Kadastro disiplinidir.
292
Oturum Yürütücüsü - Tabi konuyu süzmekte çok önemli gerçekten. Bununla ilgili çok kısa bir
anekdot size anlatmak istiyorum. Biri arkadaşına bir mektup yazmak istemiş, mektubu tamamla-
dığında 100 sayfa olduğunu görmüş ve son cümlesini de şöyle tamamlamış. Kusura bakma daha
kısa mektup yazacak zamanım yoktu. Ben hocalarımıza çok teşekkür ediyorum konuyu bu şekil-
de güzel süzgeçledikleri için. Şimdi sıra oturumumuzun ikinci konuşmacısı aynı zamanda da son
konuşmacısı olan sayın Prof. Dr. Yusuf Güneş Bey’de. Kendisi aynı zamanda Orman Mühendisleri
Odası İstanbul Şubesi’nin görüşlerini de ifade edecek. Hocamızın da yaptığım ön görüşmelerden
oldukça keyi�i bir sunum yapacağını öğrendim. Dolayısıyla heyecanla bende bekliyorum. Buyrun
hocam.
ORMAN SINIRLARI DIŞINA ÇIKARILAN ARAZİLER (2B) VE KENTSEL DÖNÜŞÜM:
ORMAN KADASTROSU VE MÜLKİYET HUKUKU BAKIMINDAN BİR DEĞERLENDİRME
Prof. Dr. Yusuf Güneş
Orman Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Değerli konuklar, sayın katılımcılar; günün bu saatinde, hafta sonuna girdiğimiz şu saatlerde
bu kadar insanın burada olması, gerçekten konunun önemini bize vurguluyor. Bir şey daha vur-
guluyor esasında, o da şu: Herkesin şu üç günlük kongrede, esasında, hayatında karşılaştığı bazı
problemlerine çözüm aradığını düşünüyorum. Kesinlikle aramızda bu amaçla gelen insanlar oldu-
ğu; yani “Benim şöyle bir problemim var; gitsem, dinlesem, acaba çözüm olur mu, yaraya merhem
olur mu?” düşüncesiyle geldiği kanaatindeyim. Çevremizdeki arkadaşlarımız, akrabalarımız, tanı-
dıklarımız vesaire olur, hepimizin mutlaka böyle bir problemimiz var. Bunu açıklıkla söyleyebilirim.
Ben, biraz daha geniş bir perspektiften alarak, yani tümdengelim yaparak konuya girmek is-
tiyorum.
Ben, Orman Fakültesi Çevre ve Orman Hukuku Anabilim Dalında öğretim üyesiyim. Hem or-
mancıyım, hem hukukçuyum kısaca.
Şu süreçte, yasalaşma sürecinde ormana, doğaya nasıl katkımız olur diye çok çabamız oldu.
Şu anda Mecliste olan bir yasa var, Biyolojik Çeşitliliği ve Doğayı Koruma Yasası diye. Onu ka-
leme alan benim; ama orijinal hali 87 madde. Sonra bir bürokrata vererek onu 40 küsur maddeye
indirdiler. Gördüğünüz metin, yani www.tbmm.gov.tr’de gördüğünüz metin benim değil. Ben de
orijinalini saklıyorum, sorana savunurum kesinlikle. 60 kadar toplantı yaptım tüm Türkiye’de. Yani
katılımcı bir metotla hazırlanmış bir yasa taslağıydı. Yoksa, normalde, Türkiye’de bir mevcut yasayı
kopya edersiniz, uyarlarsınız, böyle gelir Meclise. O orijinal. Ama Meclise gelen, kırpılarak, buda-
narak gelmiş bir metin.
Bu 6292’de de 2004 yılından itibaren çalıştık, çok katkılarımız oldu. Ama bu haliyle de değil,
onu açıkça söyleyeyim. Değerli hocamız Erol Bey burada 400 metrekareden bahsetti. Onu biz
önerdik orada. Yani her şey ihtiyacı kadar. Bir konut, bir bina nereye sığar en fazla; 400 metrekare
yeter. Yoksa tüm 70 milyonu buraya sığdıracak halimiz yok. Mantıklı da bir şey. Ama çıkarıldı. Daha
başka, çözüm getirebilecek hükümler vardı; onlar da aynı şekilde kırpılarak bu hale getirilmiş. Ger-
293
çekten içinde çok büyük problemler barındıran bir yasa. Aynı şekilde, Kentsel Dönüşüm Yasasında
da, bir katkımız yok, ama onun da yine ormanlarla ilgili olarak, orman arazisiyle ilgili olarak birçok
problemi var.
Peki, durum bu kadar kötü mü gerçekten, bu kadar kötümser mi olmak gerekir? Sayın Başkana
da arada söyledim, ben biraz güldürmek istiyorum insanları, yani biraz ümitlendirmek istiyorum
daha doğrusu. Derdimize çözüm olabilecek hükümler yok mu, yani Türkiye ormanlarının durumu
çok vahim mi gerçekten; yoksa göründüğü gibi değil mi?
Bilim adamı olmamız nedeniyle, öncelikle bazı somut, yani tartışmaya açık olmayan, net, ista-
tistiksel veriler vererek konuya girmek istiyorum. İsteyen istediği gibi analiz yapabilir, düşünebilir;
ama bu bilgiler son derece önemli.
Ülkemiz orman varlığında gerçekten bir artış var. 20 milyon hektardı, son yıllarda 22 milyon
hektara çıktı. Sebebi, şehirlere göç. Çok açık bu. Ağaçlandırmanın çok kısmi olarak katkısı var buna.
Ben hep şunu diyorum: İstanbul’da 5 dönüm üzerindeki bir site, Kastamonu’da 5 bin dönümün
üzerindeki bir köy demektir. Tercihimizi biz yapalım. Yani artışın sebebi bu esasında. Burada feda
edilen bir arazi var, ama orada da kazanılan bir orman alanı var, bunu da gözden kaçırmayalım.
Ben İstanbul’a 1983’te geldim. İstanbul’un nüfusu 1985 yılında 5 milyon civarındaydı. Bugün
15 milyon. Belki daha da fazlası var. Bu insanların yarısının burada doğduğunu düşünürsek, yarısı
göçle gelmiştir. Dolayısıyla, bunları geri göçürdüğümüzü düşünelim (bilimsel bir simülasyonla bu
mümkün) aynı hayat standartlarının tutturulmasını geçelim, bu zaten mümkün değil de, orman
kalır mı, Kastamonu’da orman kalır mı? Kalmaz. Daha başka bölgelerde, Anadolu’nun birçok yerin-
de bu tahribatı açıkça görürüz.
Şu ana kadarki bütün bu sunumlardan şu sonuçları çıkarmış durumdayım: Yasama kabahatli.
Gerçekten öyle. Yani bu kanunları çıkaran, yasama organı, biz değiliz sonuçta. Yürütme kabahatli,
bürokrasi özellikle. Bu bilgileri milletvekillerine, “Bunu kanunlaştırın” diye veren, yürütme, bürok-
rasi. Bunlar da kabahatli, hatalı. Üçüncü bir ayak daha var; yargı. Orman mülkiyeti bakımından,
2B’ler bakımından yargının hiç mi kabahati yok? Umarım burada yargı mensupları da vardır. Emi-
nim ki, sizin akrabalarınızın bir şekilde ormanla mülkiyet ihtilafı mutlaka mahkemelik olmuştur,
vardır çevrenizde. Bir dava 40 yıl sürer mi? Sürüyor. Arazi davası ise sürüyor. Tazminat davası ise
azami 3 senede bitiyor; arazi davası ise 40 sene, 50 sene sürüyor. Bir dava bu kadar sürer mi? Sürü-
yor gerçekten. Hele orman davası ise inanılmaz derecede uzun sürüyor.
Dolayısıyla, buradan şu sonuç çıkıyor esasında: Ülkede bir mülkiyet problemi var. Yani toprak
dağılımında ciddi bir problem var. Dün akşam www.milliemlak.gov.tr’ye girdim. Şunun için gir-
dim: Acaba ülke topraklarının ne kadarı özel sektörün, ne kadarı devletin elinde? Şu anda yüzde
51 devlette, yüzde 49 özel şahıslarda, özel mülkiyette diyelim kısaca. Nispeten yaklaşmış. Şöyle
bir sistemimiz var ekonomide; liberal, serbest ekonomi. Ben bunun doğruluğunu, yanlışlığını tar-
tışmıyorum; hataları var, acımasız vesaire vesaire. Ama fiilen yıllardır bunu uygulamaya çalışmışız.
Bunun da araçları var. Bir tanesi mülkiyet. Toprak da bir girdi, mülkiyet de bir girdi, kapital. Yani
bir şirket kurduğunuzda, “Şu gayrimenkul benim sermayem” diyebiliyorsunuz diğer bir deyişle ve
bir önemli bilgi daha; dünya ekonomisinde 60 trilyon dolarlık bir reel ekonomi var, bir o kadar da
türev, yani köpük ekonomisi var ve bu ekonominin üçte ikisi gayrimenkule dayanıyor. Yani gayri-
menkulü girdi olarak kullanıyor, sermaye olarak kullanıyor; şirket kurarken, kuruluş sermayesi ola-
rak kullanıyor vesaire vesaire. Diğer bir deyişle, bütün kavga, bir metrekare toprak için, mülkiyet
için.
294
Orman bakımından buna baktığımızda, hiç sesi soluğu çıkmayan, son derece masum (şimdi
burada hocamız 7.8 milyon olarak gösterdi, yaklaşık o kadar) bir orman köylüsü var ki. Yani elini
sık, ekmeğini al; ensesine vur, tapusunu al haline gelmiş. Yıllardır böyle. Buradaki kabahat kimin?
Yargının. Özellikle de yargının.
Şundan dolayı: Burada Besim arkadaşımız bir tanım okudu, “Ağaç ve ağaççık toplulukları, yer-
leriyle birlikte orman sayılır.” Nerede bir ağaç ve ağaççık topluluğu gördünüz, işletme şefi diyoruz
onlara, “Burası ormandır” diye bir tutanak tuttu mu size, işgalci duruma düşersiniz, sulh cezada
yargılanırsınız, mahkûm olmanız kaçınılmaz, tapunuz da elinizden gider. Gerçekten böyle mi?
Kanunu bu denli geniş yorumlarsanız mümkün. Orman kadastrosunu bitirmemişseniz, yani
mülkiyet problemini baştan halletmemişseniz, bu da buna yol açmakta. Oysa bizim ilk orman ka-
nunumuzda şöyle bir hedef öngörüldü: Denildi ki, “Ülke ormanlarının kadastrosu 10 yılda bitirilir.”
Yıl 1937. Bugüne geldiğimizde, yaklaşık 70 sene geçmiş, 80 sene geçmiş, hâlâ orman kadastrosu
bitirilemedi. Dolayısıyla, orman kadastrosu bitirilemediğinden dolayı, devlet diyor ki, “Benim or-
manım belli değil, hâlâ tespitleri, kadastrosu devam ediyor; senin buradaki arazi mülkiyetin belir-
siz. Daha önce tapu almışsan, bu beni bağlamaz.” Biz, yıllar yılı, 2005 yılına kadar ikili bir kadastro
sistemi takip ettik. Hatta merayı da eklersek, üçlü bir kadastro sistemi. Birbiriyle alakası yok, daha
doğrusu haberdar değiller. Bir yandan arazi kadastrosu, bir yandan orman kadastrosu, birbirinden
haberi yok. Kemerburgaz’da yaptığımız bir kadastroyu, gittik, Ağaçlı’da, Oda yerinde ilan ettik,
vatandaşın haberi olmadı. Oysa bunları, mübadeleyle verdiğimiz tapuları, dedik ki, “Burası orman
sınırları içinde kalıyor” ve 2000 yılında iptal etmeye başladık. 2B’lerde aynı şekilde. 2B’yi kim iş-
gal etmişse, bu kanunda öngörüldüğü gibi, işgalcisine hak sahipliği verdik; ama tapu sahiplerinin
haklarını ellerinden aldık. Bir nevi transfer gibi, haksız transfer gibi bir şey söz konusu oldu.
Yine burada arkadaşlarım bahsetti, Çay Kanunu, Zeytinciliğin Islahı Hakkında Kanun, makilik
vesaire, milyonlarca hektar araziyi orman dışına çıkardık ve ilgililerine dağıttık, köylülere özellik-
le. “Acaba dağıtmasak ne olurdu?” diye, bir de bu yönden bakabilmemiz lazım. Ege’de zeytincilik
özel mülkiyette; ama çoğu delicelerden aşılanarak oluşturulmuş tarım arazileri. Aksini düşündü-
ğümüzde, bu insanlardan bunları tekrar geri aldığımızda acaba nasıl bir sonuçla karşılaşırız? Bana
göre, daha büyük bir orman tahribiyle karşılaşırız. Hayat standardı düşer, düşmez, onları saymı-
yorum; kesin düşecektir de, orman bakımından dikkate aldığımızda, orman tahriplerini daha da
artıracaktır.
Biz, ormancının içinde olduğumuzdan dolayı olaya daha uzun vadeli ve geniş perspektiften
bakabiliyoruz. Kısa vadeli çözümler, çok uzun sürede aksi sonuçlar, daha büyük orman arazileri
parçalarının tahrip edilmesini, orman dışına çıkarılması sonucunu doğurabiliyor.
Burada yine değinildi, bizim Devletleştirme Yasamız var, 4785 sayılı. Çıkarılmasının sebebi
çok basit. “Biz ormancı olarak gittiğimizde, ağaç kesen bir kaçakçıyı yakalıyoruz; diyor ki, ‘Ben özel
ormandan kestim.’ Biz de tespit edemiyoruz.” Sebep bu yani. Peki o zaman, devletleştirdik gitti.
Devletleştirilen tüm özel ormanların miktarı 543 bin hektar. 2B’yle çıkanlar kabaca bu kadar. Ant-
rparantez şunu da söyleyeyim; bu, kesin, somut bir bilgidir: Bir o kadar daha bugün işgal edilen
alan var. Bunun 2B’yle alakası yok; bugün halihazırda bilfiil orman sınırları içerisinde işgal altında
olan orman arazisi var. 2B’yi tarih olarak 1981’den 2012’ye çektiğimizde, bir 500 bin hektar daha
çıkması kaçınılmaz.
Demek ki burada bir problem var sonuçta, mülkiyet dağılımında bir problem gözüküyor. Bu-
nun çözümünü bulmamız lazım. Bir çıkış noktası arayan birileri var toplum olarak.
295
Burada size bir Hint atasözünü söyleyeyim: “Kediyi sıkıştırdığınızda, en az bir kapıyı açık bıra-
kın.” Yani tapuları iptal ettiğinizde, iptal, iptal, iptal, bunların da bir şeyi var; birileri bunun sesini
zamanla duyacak demektir yani. Bu noktada, attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değmemiştir
gerçekten. Yani bu insanların parsellerini, tapularını iptal ettik, ettik, orman da yapılmadı esasında
oralar, işgaller yine devam etti. Ama bu insanlar ne yaptı; orada işgalci durumuna düştüler, mah-
kemeye düştüler, hapse girenler var ve bunlar şehrin yolunu tuttular. Bu insanların arazilerini aldı-
ğımız her metrekare arazi tapu iptali bize katbekat orman tahribi olarak geri dönmüştür kesinlikle.
Bunları göz ardı etmeden bakmalıyız bu olaya.
Şunu vurgulamak istiyorum özellikle: Mülkiyet problemi, mülkiyetin güvenliği, uluslararası
düzeyde kabul edilmiş bir gerçek. Bir arazi üzerinde mülkiyet hakkından bahsedebilmeniz için,
bunun güvenli olması lazım. Yani “Elimde tapum var, yarın gider mi, yarın birisi, özellikle de devlet
tapu iptal davası açar mı?” Açar. Bizim Kadastro Kanununun 12. Maddesi 4. Fıkra var; tapulu arazi-
nize, kıyıda kaldığı gerekçesiyle, orman olduğu gerekçesiyle, kamu malı niteliği olduğu gerekçe-
siyle istediği zaman tapu iptali davası açabiliyor devlet. Ama siz açabilir misiniz? Hayır; 10 yıllık hak
düşümü süresi dediğimiz süre var.
Dolayısıyla, güvenli olmayan bir mülkiyet, bizi toplum olarak başka arayışlara ve kaoslara
itebiliyor. Bu bağlamda da orman dışına çıkarılan arazilerin, bu yaklaşık 40 bin hektar arazinin
şâgillerine verilmesi mi daha iyidir; yoksa bunları işgalci olarak kullanmaları mı daha iyidir, hangi
noktada toplum vicdanı sızlar? Bunu sizin takdirinize bırakıyorum.
Şunu da unutmamak lazım: Bu insanların 2B kılıfı altında işgal ettiği tapulu araziler de var.
Kanunun 7/4 Maddesi. Çok kötü kaleme alınmış, ama çok büyük ihtila�arın çıkacağı bir maddedir.
Özellikle İstanbul civarında eski tapular var ki, binlerce dönüm araziyi kapsayacak nitelikte. Bu
araziler, burada yine bahsedildi, çoğunun üzerinde 2B’yle çıkmış ve binlerce şâgil var. Örneğin,
Hekimbaşı, Ümraniye vesaire dolu, istediğiniz kadar.
Böyle bir durumda toplumun iki kesimi karşı karşıya gelmiş oluyor bu taslakla. Yani taslak ken-
di içerisinde her noktada iyi bir çözüm getirmiş değil. Ama bedava kullandırmaması açısından,
bunların bir şekilde tasfiye edilmesi açısından, son noktayı koyması açısından isabetli yönleri de
var. Yani 2B’ye biz burada dur diyebiliyorsak şu kanunla, bu kanun amacına ulaşır. Ama yeni 2B’lere
yol açacaksa, yani birilerinin iştahını kabartacak nitelikteyse, maalesef, kanun kötü amaçla hazır-
lanmış demektir. Ki burada ipuçları var. Özellikle de işgal miktar sınırlamasının olmaması son de-
rece büyük bir handikap gerçekten. Bu, ucuz arsa temini ve daha sonra, işlemler tamamlandıktan
sonra piyasaya verilmesi ve birileri eliyle pazarlanması için son derece büyük bir fırsat oluşturmak-
tadır, oluşturmuştur maalesef.
Dolayısıyla, mülkiyet problemi, bana göre ülkenin hâlâ kanayan bir yarası. Türkiye ormanları
da bundan maalesef nasibini almaktadır.
Bu bağlamda, kanunun somut olarak bir-iki noktasına değinmek istiyorum. Çok değinildi, ama
hiç vurgulanmayan noktalarından birkaç tanesine değinmek istiyorum.
Biliyorsunuz, proje alanı kavramı var burada; yani “Proje alanı 2B’nin dışına taşabilir” diye bir
kavram var. Kentsel Dönüşüm Yasasında da benzeri bir düzenleme var. Kentsel Dönüşüm Yasa-
sının görünümü şu: Kanun, Orman Kanunu dahil, bütün diğer kanunları bypass ettiği için (son
maddelerinde var o) burada diyelim ki bir müteahhidin geliştirdiği bir proje orman alanına fiilen
taşıyorsa, böyle bir siteden veya projeden mülk almak isteyenlerin, buradan, ormana taşan kısım-
dan kesinlikle tapu alamayacaklarını bilmesi lazım. Bazı nokta atışlarıyla ikaz etmiş olalım. Yani
296
“Sen satış sözleşmesini imzala, taksitlendirelim, borç altına gir, ama tapunu bilahare veririz, en
fazla 6 ay, 1 sene sürer” derler. Sakın, böyle bir oyuna gelmeyin, elinizde patlar. Fiilen yapabilir, ama
hukuki olarak tapu alması söz konusu değil. Her iki kanunda da bu risk var, proje alanı olarak da
taşmasını öngörebiliyor, “Taşabilir” diyor kısaca. Afet Yasasında da, bu alanların, orman alanlarının
Afet Yasası amacıyla kullanılabileceği öngörülüyor. Anlamı çok basit esasında; ormanın kenarında-
ki parsele projeyi geliştirirsiniz; meşhur bir firmanın da reklamı vardı, biliyorsunuz, elinde patladı;
bunun gibi, “Aha da ormanınız” diyebilir. Bunu alırken lütfen dikkatli olun, elinizde patlayabilir,
paranıza yazık olur.
Bunun yanında, özellikle de eski tapuların iadesi noktasında sıkıntı var. Finansal bir yasaydı ya
esasında, hani finansal boyutu da vardı. Fakat öngörülemeyen bir şey oldu burada, Defterdarlık ve
Maliye bakımından. Bunların envanterini çıkarırken, tapu defterine baktığımızda, şu kadar tapulu
arazi diye çıktı, hani gördüğümüz Türkiye Cumhuriyeti mavi tapu. Ama bizim hâlâ geçerliliğini
koruyan, orman olması nedeniyle revizyon göremeyen, tedavül edemeyen; ama bu kanuna göre
hak sahipliliği deyim yerindeyse tekrar avdet etmiş, ortaya çıkmış eski tapu dediğimiz tapular var.
Bunların sayısı belki az, ama kapsadığı alanlar çok fazla. İstanbul civarında binlerce dönümlük,
binlerce hektarlık arazileri kapsayan tapular var. Ama bunlar, revizyon görmediği için, bizim o
tapu kütüğündeki o siyah defterde gözükmüyor. Bunlar, deyim yerindeyse, Defterdarlık’ın, Milli
Emlak’ın envanterine girmediği için hesap dışı. Şimdi bunların hemen tamamı dilekçelerini verdi-
ler, iade için başvurdular. Ama bazılarının üzerinde çok fazla işgalci var. 6 bin, şahsen bildiğim 10
bin tane işgalcisi olan bu tip kök tapu var. Biliyorsunuz, bu kök tapularda bedel de yok. Dolayısıyla,
25 milyar, sonra 14.5 milyara indi, geçenki revizyonla 9.6 milyara falan indi. Zannediyorum bu 5’e,
4’e kadar inebilir. Bu da kanunun bir başka handikap noktası.
Bunun dışında, özellikle vurgulamak istediğim, kentsel dönüşüm bağlamında da bununla
bağlantılı olarak handikaplar var. 2B arazileri çıkarıldı. Büyük bir kısmı kentsel dönüşümde kullanı-
lacak, ister istemez kullanılacak.
Kentsel Dönüşüm Yasasında dikkatimi çeken ve dikkat etmeniz gereken nokta şu: Hani hiç mi
iyi yanı yok? Kanun şöyle kötü, yağmalar, elinizden binanız gider, hiçbir şey kalmaz vesaire, böyle
mi yasa gerçekten; yoksa… “Benim bir problemim var, bir eski binam var, bunu bir şekilde yenile-
mek istiyorum; acaba yasada bir çözüm var mı?” diyenlere bunu söyleyeceğim.
Yasanın temel kriteri şu: Birincisi, binanızı riskli bina kapsamına sokmanız lazım. Anlamı ne bu-
nun? Teknik bir raporla, inşaatçı raporuyla binanızın riskli bina olduğunu tescil ettirdiğinizde birin-
ci adım tamamlanmış oluyor. İkinci adım da, maliklerin (burada öngörülen üçte iki çoğunluk) üçte
iki çoğunluğun bu binayı yenileme kararı alması lazım. Bunu da şerh ettirebilirsiniz tapuya. Bunu
yaptığınız takdirde, geriye kalan üçte bir sizin peşinizden gelmezse, rıza göstermezse, bunların
hisselerini satın alma hakkınız var. Diyelim ki komşunuz, “Nasıl alayım?!” dediniz, yani alamayabi-
lirsiniz diyelim; bu durumda Milli Emlak ya da Bakanlık bunu kamulaştırarak, sizin aldığınız karara
uyarak işlem yapmak zorunda. Yani Bakanlık üçte birini kamulaştırdı, binayı da kendi istediği gibi
yeniler diye bir şey yok. Üçte ikinin aldığı çoğunluk kararına uymak yükümlülüğündedir kısaca. Bu
da bir çözüm ve kanunun öngördüğü şu: Maliklerin dönüşümü yapmaları önceliği esastır. Yani bu
iki noktayı gerçekleştirdiğimizde, binamızın elimizden gitmesi vesaire kesinlikle söz konusu olma-
yacaktır. Ama üçte iki çoğunluğu sağlayamazsak şayet ve bir yandan da deprem riski peşimizden
atlı gibi gelmekteyse, birilerinin bunu bizim adımıza yapmasını beklemek çok normal. Biz diyoruz
ki, insan hayatının sonsuz bir değeri var. 10 malikli bir bina düşünelim, 9 tanesi rıza göstermiyor.
Çok kötü bir bina. Diyelim ki kiracı var; kiraya vermişler, malik orada oturmuyor bilfiil. Siz ise malik
297
olarak oturuyorsunuz. Bu 9 tanesinin kararı sizin mukadderatınızı belirleyebilir mi, diğer bir deyiş-
le buna razı gelebilir misiniz?
Kanun işte bu açmazları çözmeye çalışıyor kendi içerisinde. Birçok problemi bilfiil uygulama
sırasında çözecek midir, yani tereyağından kıl çeker gibi işleyecek bir yasa mıdır? Bence değildir;
birçok noktada yine handikap çıkacaktır. Çünkü herkes binasını yenilerken, bu bir fırsattır deyip,
bir yandan biraz rant da bekliyor esasında; başka da bu fırsat belki de ömür boyu tekrar gelmeye-
cektir. Bu beklenti içinde olmak bir yandan normal, ama diğer yandan da bu beklentinin ölçüyü
kaçırmaması lazım. Yani eski gecekonduculardansınız diyelim, bir gecekonduda 200-300 metreka-
re araziniz vardır, arsanız vardır, bir bina olabiliyordu belki, 4-5 daire; ama burada zaten 1 daireniz
var, arsa payı 20 metrekare. Burada 2 daire, 3 daire beklemenin bir anlamı veya haklılığı var mı?
Bence yok.
Olaya bu yönden de bakarsak, kanunda kendimize çözüm bulma noktalarımız da var.
Bir başka ilginç yanı daha var, finans bakımından; 6. Maddenin 4. Fıkrası: “Devlet (Bakanlık)
yaptığı binaları maliyetinin daha altında satabilir.” Anlamı şu: Kamunun parasını kullanarak, fakir-
lere daha düşük bir bedelle konut sunabilir. Bir anlamda sübvanse edebilir demek. Böyle bir hak
da kendisine almış. Diğer yandan, 5. Maddede, sizin 1 yıl boyunca kira vesaire masra�arınızı da
karşılayabilen hükümler var.
Olumlu yönden baktığınızda, işe yarayan kısımları da var. Ama şu da bir handikap olabilir ger-
çekten: Binanızın olduğu yer rezerv yapı alanı ilan edilip de, gerçekten büyük bir parsel bitişiğin-
de vesaire, (size hiç sormadan kamulaştırma yetkisi var çünkü) bu şekilde kamulaştırıldığında da,
maalesef çok kötü. Şu açıdan çok kötü: Bizim 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunumuz var, bunun
acele kamulaştırma kısmına sokuyor. Anlamı şu: Kamulaştırmada, biliyorsunuz, bedel peşin öde-
nir, mahkeme takdir eder, epey de yüksektir. Ama acele kamulaştırmada (Anayasada da yeri var
maalesef, acil durumlarda) 5 yıl taksitlendirilir, beşte bir taksitini alırsınız; deyim yerindeyse, rant
beklerken, mevcut değerinin bile çok çok altında elinizden çıkmış olur. Bu da bir risk. Bunu da
belirtmek istiyorum.
Konuşmama son verirken şunu vurgulamak istiyorum: Mülkiyet problemi, mülkiyetin güven-
liği bu olayın özünü teşkil ediyor. Yani elinizde olmayan araziyi nasıl yöneteceksiniz, nasıl karar
alacaksınız?! Sizin tapunuz var, ama güvenli değil, tasarruf etme hakkınız süreyle sınırlı ya da belir-
siz daha doğrusu; yani yarın sabah uyandığınızda kendinizi mahkemede bulabilirsiniz, tapu iptal
davası açılmış olabilir. O ana kadar yaptığınız masra�ar, hatta diyelim ki şirket kurdunuz, teminat
gösterdiniz, sermaye koydunuz vesaire, hepsi havaya uçtu. Bir mahkeme celbi sizi bir anda i�as
bile ettirebilir. Bu, mülkiyet midir? Uluslararası literatüre göre, kabul edilen normlara göre, güvenli
olmayan bir mülkiyet hiçbir zaman mülkiyet sayılmaz.
Hepinize teşekkür ediyorum.
Oturum Yürütücüsü - Hocam biz teşekkür ederiz bu son derece değerli ve pratik bilgileri bi-
zimle paylaştığınız için. Şimdi salona sorular için söz vermek istiyorum. Söz almak isteyenleri bir
görebilir miyim. Zamanımız kısıtlı olduğu için optimizasyon yapmayı planlıyorum. Sıfır optimizas-
yon yapmak gerekecek öyle görünüyor, ben söz almak isteyen kimse göremiyorum. İsminizi rica
edeyim kayıt yapılıyor çünkü sonrada sorunuzu rica edeyim.
Mehmet Atik: Benim birkaç sorum var. Birincisi kanunda çıkmayan bir 400 m2 kısıtlaması de-
nildi. Ben daha evelinde Erol beyin yapmış olduğu konuşmaları kaçırdım ama en azından şimdi
dahil oldum. Bu 400 m2 denilirken mesela İSKİ’nin havza sınırları içerisinde belirlemiş olduğu bir
298
yoğunluk alanı var. Bu yoğunluklar İSKİ olmasa dahi yani bir yere 400 m2 verildiğinde yoğunluk
artışlarına plan hükümleri açısından bakıldığında yoğunlukları değiştirecektir diye düşünüyorum.
Bunun plancılara yansıması nasıl olacak onu merek ediyorum. Eğer çıksaydı.
İkincisi plan yapılırken birçok kurumdan görüş alınıyor. Bu kurumların içerisinde tabi ki İSKİ
var. İSKİ de 100 m içerisinde yapılaşmaya izin vermiyor. Ve bu alanlarda planlarda genellikle ya-
pılaşmaya izin verilmeyen yeşil alanlar olarak çıkıyor. Bu durumda planı olmasa bile oradaki Şagi
durumunda vatandaş, zilyetlisi daha doğrusu başvurduğunda bu alanların satışı yapılacak mı aca-
ba bunu merak ediyorum çünkü yapılsa bile yapılaşamayacak buda bir sorun aslında. Bu nasıl
çözülecek
Sonuncu olarak bir şey öğrenmek istiyorum ben. Orman Kadastro Komisyonunun belirlemiş
olduğu blok parseller vardı. Benim bildiğim kadarıyla bu blok parseller içerisinde yalnızca ve yal-
nızca Maliye Hazinesine ait olan parseller askıya çıktı. Onun dışında daha evvelinde Tapusu olanlar
yada tapusu olupta bir şekilde Orman davayla geçmiş parsellerin tamamı bedel alınmadan mali-
ğine verilecekti diye biliyorum. Acaba yanlışmı biliyorum bu konda aydınlatabilirseniz sevinirim.
Teşekkür ediyorum.
Yusuf Güneş: Plan konusunda çok bir şey demek istemiyorum, planlama alanım olmadığı için.
Şunu söyleyebilirim; süreç bittiğinde ve bunların üzerindeki 2B şerhleri kalktığında bunun hukuk-
sal bir anlamı var oda şu. 2B, 2B olduğu sürece özel bir rejime tabi, özel bir kanunu var çünkü is-
tediğiniz gibi kullanamazsınız Devlet dahi olsanız. O şerh kalktığı andan itibaren burası eğer satıl-
mışsa mülkiyete, satılmamışsa yani elde kalmışsa Hazinenin, Milli Emlak’ın özel parseli, Kamunun
özel malı haline geliyor. Özel malını da Kamu Milli Emlak kanununa göre ihaleyle satıyor, değer-
lendiriyor, tahsis ediyor vs. bu şekilde planlamaya konu olabiliyor. Bu bağlamda hazinenin elinde
kalan 2B ise kalan bir parsel haline gelmişse o mevzuatına göre değerlendirilecektir. Bu ilanlara
baktığınızda, internette var bunlar. Belli yollarla sizde ihaleye girip alıp tapusuna kavuşabiliyorsu-
nuz. Satılmışsa şayet burada yine İmar uygulamasına tabi olacaktır mutlaka. Kentsel dönüşüme
sokuyorsanız eğer 6306 sayılı kanun kapsamona girecek ise; kentsel dönüşümün şöyle bir özelliği
var. İnanılmaz derecede güçlü bir kanun. Bütün mevzuatı bypass eden bir ifade var burada ve fii-
len şöyle yorumlanıyor bu. Kentsel dönüşüme soktuğunuz bir parseli bir ada üzerinde bir mütahit
ile anlaştığınızda müteahitin çizdiği ve onaylattığı plan o ada için, o parsel için imar planı haline
geliyor. Burada Büyükşehir ilçe belediyesinin vs. hiçbir yetkisi yok. Bakanlık özel yetkilendirirse oda
idari olarak o şekilde ancak olabiliyor.
Şimdi tapulu arazilere, tapunun iadesi alanına gelelim. Burada şöyle bir handikap var. Sizin
diyelim ki 1970 yılında aldığınız bir tapu var, bildiğimiz T.C. tapusu, mavi tapu diyoruz iyi anlaşılsın
diye. 1980 yılında da baktınız ki esasen burası 1940 yılında Ormanmış, 1983 senesinde 2B ye çık-
mış ve üzerine şerh konmuş. Tapu kütüğünde bunu görüyorsunuz. Şimdi bu kanun kapsamında
tapunun iadesi için başvurduğunuzda, bu şerhin kaldırılması sizi tekrar malik haline getirmiş olu-
yor. Çözümü bu.
Şimdi diğer sorunuzda, 2B arazisinin işgalcisisiniz 2010 da ki 5831 güncelleme Kadastrosuna
göre kullanıcısı olarak yazıldınız veya beyanlar hanesinde varsınız. Daha sonra anlaşıldı ki burası
kanunun 6.maddesinin 12.fıkrası yani iade edilebilecek 2B ler kapsamındadır. Şimdi burada sayıl-
mış, bir tanesi İSKİ’nin 300 m koruma bandında ya da kamuya tahsis edilmiş 2B ler kapsamında
olduğu ortaya çıkarsa bunların satışı mümkün değil.
Oturum Yürütücüsü - Besim Sertok bey 2A ya dikkat çekmişti. Siz bu 2A ya çekilen dikkat
299
konusunda ne düşünüyorsunuz bunu merak ediyorum. Birde bu arada bir saptama yapmak isti-
yorum. Dün akşam Milli Emlak sitesinde yaptığınız taramada özel mülkiyetin % 49 larda kamunun
Türkiye’de % 51’lerde olduğunu tespit etmişsiniz. Şimdi şirket olarak baktığımız zaman % 51 elin-
de ise o dominant olur, yönetir. Özel mülkiyet sahipleri az kalmış yakında erki ellerine alacaklar
gibi gözüküyor siz ne düşünüyorsunuz?
Nihat Kandal: Yalnız orada büyük bir yanılgı var. Dağlar, tepeler, taşlar hepsi matematiksel
olarak hesaplanmış bir yüzölçümünden bahsediyor. Tapu sicili otomasyona geçti. Tüm hazine ta-
şınmaz mallarını alt alta toplayalım özel mülkiyetin herhalde % 5-10 unu kapsar, öyle bir yanılgıya
girmeyelim çünkü hep kamuoyu yanıltılıyor bu şekilde.
Oturum Yürütücüsü - Dağlar, taşlar yok yani burada.
Nihat Kandal: O %51’in içinde onlar. Ama yanlış yani göl, Van gölü içinde.
Oturum Yürütücüsü - Durum daha vahim yani.
Nihat Kandal: Olsun canım yani. % 5 tapulu taşınmazlar alt alta oturttuğun an % 5, % 10, %8-9.
Oturum Yürütücüsü - % 8-9 kime ait onu merak ediyorum. Hazineye ait. O zaman durum daha
vahim yani.
Yusuf Güneş: Şimdi 2A’larda Besim beyin dediğinde şu şekilde haklılık var. 2A’larda önce bir
süre istediğiniz zaman 2B’lerde 81 milad var, 2A’larda bu yok. 2A’larda istediğiniz zaman baskıyla
orman sınırı dışına çıkarabiliyorsunuz. Ama 2A’ların şöyle bir sınırlaması var, Orman köylülerinin
nakli için kullanabiliyorsunuz ve tahsis edebiliyorsunuz. Mülkiyet devri söz konusu değil ama. Besi
bey diyor ki bunu da bir manipülasyonla mülkiyet nakline çevirirlerse yandık. Doğru diyor. Ama
şu da var bakın. 2A alanlarına nakledilen köylüleri terk ettikleri araziler devlet ormanı olarak ağaç-
landırılır. Bunun anlamı şu devlet ormanı olarak ağaçlandırdıysanız mülkiyetiniz gitti demektir.
Yani terk ettiğiniz köydeki araziler ağaçlandırıldığında mülkiyeti devlete geçti. Ama naklolduğu-
nuz 2A alanlarında size mülk vermiyor tahsis veriyor. Yani terk ettiğiniz köydeki tapunuzu alıyor
yarine ise size tahsis veriyor. Şimdi takdir sizin kısaca. Anayasının 1.maddesinde şu var T.C. Devleti
laik, sosyal, demokratik bir hukuk devletidir. Hukuk devletinin anlamı şu; Devlet koyduğu kurala
kendisi de uyacak. Yani çok basit deyimiyle anlamı bu. Şimdi bir başka şey daha söyleyeyim bizim
orman kadastrosuna itiraz davaları oluyor, bunlarda harca esas değer vardır, yargıyla ilgili olanlar
bilirler bunu. Yani nispi harç ödersin dava açarken. Burada Orman idaresi, Hazine harçtan muaftır.
Vatandaş harcı yatırır onlar yatırmaz. Oysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin binlerce şeyi var
silahların eşitliği diye. Yargıda iki taraf var biliyorsunuz, ikisinin de elinde aynı derecede hak ve yet-
ki olması lazım. Çok yakinen biliyorumki birçok kimse parasızlık yüzünden itiraz bile edememiştir
ve tapusu gitmiştir. Devlet beş kuruş dahi vermeden davasını açıp kendisini yargıda savunabiliyor.
Vatandaş bunu yapamadı maalesef. Teşekkür ederim.
Oturum Yürütücüsü - Ben teşekkür ederim. Ben bu oturuma katkı sunan tüm hocalarımıza
çok çok teşekkür etmek istiyorum. Her biri çok değerli bilgilerini paylaştılar. Şimdi sizi buradan
çıkmamaya davet ediyorum. Hazır bulmuşken sizi bırakmıyoruz, hemen ikinci oturuma başlıyo-
ruz. Günün son oturumuna. Ben müsaade ederseniz diğer oturumu yönetecek arkadaşımız sayın
Yrd. Doç Dr. Tevfik Özlüdemir arkadaşımızı buraya davet ediyorum bayrak teslimini yapmak üzere.
Hepinize çok teşekkür ediyoruz hem dinlediğiniz hem de düşüncelerinizi paylaştığınız için. İyi ak-
şamlar diliyorum, Tevfik hocamıza burayı terk ediyorum.
300
2B ÖNCESİ - SONRASI *
Rana Arıbaş
Elektrik Mühendisleri Odası Üyesi- Ekoloji Aktivisti
Yasaya göre, orman kadastro komisyonlarınca Hazine adına orman sınırları dışına çıkartılan
yerlerden 2/A alanları, nakline karar verilen Devlet ormanları içinde veya bitişiğinde bulunan köy-
ler halkının kısmen veya tamamen yerleştirilmesi için Devlet eliyle ihya edilerek bu halka devri ve
yararlandırılması amacıyla Orman Genel Müdürlüğü’nün, 2/B alanları, kanun kapsamında değer-
lendirilmek üzere Maliye Bakanlığı’nın, tasarrufuna geçti.
2/A ve 2/B alanlarında bulunan taşınmazların tapu kütüklerinde 6831 sayılı Kanununa
göre orman sınırları dışına çıkartıldığı yönünde yer alan belirtmeler, ilgisine göre Orman Genel
Müdürlüğü’nün veya Maliye Bakanlığı’nın ya da idarenin talebi üzerine tapu idarelerince terkin
edilecek.
Orman köyleri halkının nakli ve yerleştirilmesi
Devlet ormanları içinde veya bitişiğinde bulunan ve yerinde kalkındırılmaları mümkün görül-
meyen köyler halkının, başvurusu üzerine veya bulundukları yerlerden orman rejimi bakımından
kaldırılmaları zorunlu bulunan köyler halkının resen 2/A alanlarına, bu mümkün olmadığı takdirde
diğer yerlere kısmen veya tamamen nakline ve yerleştirilmelerine ilgili bakanlıkların görüşü alına-
rak Orman ve Su İşleri Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu’nca karar verilecek.
Nakline ve yerleştirilmesine karar verilen bu köylerle ilgili iş ve işlemler Orman Genel
Müdürlüğü’nce yürütülecek.
Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım
alanına dönüştürülmesinde yarar olduğu tespit edilen yerlerden, Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın
teklifi üzerine sınırları Bakanlar Kurulu’nca belirlenen alanlar; baraj veya gölet rezervuar alanları ile
içme suyu maksatlı barajların mutlak koruma alanlarında, askeri yasak bölgelerde, deprem veya
erozyon ya da heyelan tehlikesi bulunan alanlarda kalmaları sebebiyle bulundukları yerleşim yer-
lerinden kaldırılmaları zorunlu bulunan Devlet ormanları içinde veya bitişiğinde bulunan köy ve
mahalle halkının iskanlarının temini için, Bakanlar Kurulunca belirlenecek usul ve esaslara göre
Orman Genel Müdürlüğünce orman sınırları dışına çıkartılarak tapuda Hazine adına tescil edile-
cek.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının tasarrufuna geçecek bu alanlarda 3402 sayılı Kanuna göre ka-
dastrosu yapılmış olan yerlerin ikinci defa kadastroya tabi tutulamayacağına ilişkin hükmü uygu-
lanmayacak.
Bu alanların tespiti amacıyla Orman Genel Müdürlüğünce yeteri kadar orman kadastro ko-
misyonu görevlendirilecek. Bu tespit sırasında ilan süresi bir hafta, itiraz süresi ise bir ay olarak
uygulanacak.
Nakline ve yerleştirilmesine karar verilen köyler veya mahallelere ait iskan iş ve işlemleri ilgili
kamu idaresi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından müştereken yürütülecek.
* Sayın Arıbaş bildirisini göndermiş ama sempozyuma katılamamıştır. Düzenleme kurulu, bildirinin basılması-
nın yerinde olacağına karar vermiştir.
301
Nakline ve yerleştirilmesine karar verilen veya bulundukları yerleşim yerlerinden kaldırılmaları
zorunlu bulunan Devlet ormanları içinde veya bitişiğinde bulunan köy ve mahalle halkına ait olan
ve bu köy ve mahalle sınırları içerisinde bulunan taşınmazlardan kamulaştırılması gerekenler, Ka-
mulaştırma Kanunu hükümlerine göre ilgili kamu idaresi tarafından kamulaştırılacak.
Hazine adına tescil ve ağaçlandırma
Genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerince kamulaştırılan taşınmazlar, tapuda Hazine adına
tescil edilerek Orman Genel Müdürlüğü’nce Devlet ormanı olarak ağaçlandırmaya uygun alanlar
“derhal” ağaçlandırılacak.
Diğer kamu idarelerince kamulaştırılan taşınmazlar ise, tapuda kamulaştırmayı yapan idare
adına tescil edilecek. Tescil edilen bu alanlardan ağaçlandırmaya uygun olanlar ağaçlandırılacak.
Kamulaştırma işlemlerine yapılan itirazlar iskânla ilgili yapılan işlemleri durdurmayacak.
Taşınmazların satış bedeli
Hak sahiplerine doğrudan satılacak olan taşınmazların satış bedeli, rayiç bedelin yüzde 70’i
olarak belirlendi.
Başvuru sahiplerinden satış bedellerine mahsup edilmek üzere; belediye ve mücavir alan sı-
nırları içinde olan yerler için iki bin Türk Lirası, dışında olan yerler için bin Türk Lirası başvuru bedeli
alınarak ilgilileri adına emanet hesabına kaydedilecek.
Satış işlemleri idarece, başvuru süresinin bittiği tarihten itibaren en geç altı ay içinde sonuç-
landırılacak.
Bugünden önce düzenlenen güncelleme listeleri veya kadastro tutanakları kapsamında kalan
taşınmazların satış işlemleri, 1 Mayıs 2010 tarihinden itibaren tespit edilen rayiç bedeller üzerin-
den yapılacak.
İndirim kolaylığı
Satış bedeli peşin veya taksitle ödenebilecek. Satış bedelinin tamamının peşin ödenmesi ha-
linde yüzde 20, en az yarısının ödenmesi halinde yüzde 10 indirim uygulanacak. Bu bedeller ida-
rece yapılan yazılı tebligat tarihinden itibaren en geç üç ay içinde ödenecek.
Tebliğ edilen satış bedeline itiraz edilemeyecek ve dava açılamayacak. Peşinat alınmadan ya-
pılan taksitle satışlarda ise satış bedelinin yüzde 10’u, yapılan yazılı tebligat tarihinden itibaren
en geç üç ay içinde, kalanı ise belediye ve mücavir alan sınırları içinde en fazla üç yılda altı eşit
taksitte, belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise en fazla dört yılda sekiz eşit taksitte faizsiz
olarak ödenecek.
Türk Medeni Kanunu hükümleri uyarınca Hazine lehine kanuni ipotek tesis edilmesi halinde;
taşınmaz, tapuda hak sahibi adına devredilecek.
İdare tarafından yapılan taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan taşınmaz satış sözleşmeleri
ile kanuni ipotek sözleşmelerinde resmi şekil şartı aranmayacak.
İpotek tesis edilerek devredilen taşınmazların üçüncü kişilere satılması halinde borcun kalan
tutarından alıcılar sorumlu olacak.
Hak sahibi adına mülkiyet devredilmeden yapılan taksitli satışlarda, hak sahibi tarafından yü-
kümlülüklerin yerine getirilmemesi durumunda, tahsil edilen tutar hak sahibine aynen ve faizsiz
olarak iade edilecek.
302
Yükümlülüklerini yerine getirmeyen satın alma hakkını kaybedecek
Peşin satışlarda satış bedelinin tamamını, taksitli satışlarda ise peşinatı veya taksitleri vade-
sinde ödememek suretiyle yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin doğrudan satın alma hakları
düşecek.
Taksitli satışlarda, taksit süresinin sonuna kadar ödenmek kaydıyla taksitlerden ikisinin vade-
sinde ödenmemesi yükümlülüklerin ihlali anlamına gelmeyecek. Vadesinde ödenmeyen taksit
tutarlarına Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanuna göre belirlenen oranda gecikme
zammı uygulanacak.
Hak sahibi olmadığı belirlenen başvuru sahiplerine, Kanundan yararlanamayacakları gerekçe-
leriyle birlikte bildirilerek başvuru bedeli aynen ve faizsiz olarak iade edilecek.
Satılamayacak taşınmazlar
Hak sahiplerine doğrudan satılması gereken taşınmazlardan ağaçlandırılmak üzere Orman
Genel Müdürlüğü’ne tahsis edilen, kamu hizmetlerine ayrılan veya bu amaçla kullanılan ya da Ma-
liye Bakanlığı’nca belirlenen taşınmazlar ile ilgili idarelerce bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren en geç üç ay içerisinde idareye bildirilmesi şartıyla özel kanunlar gereğince değerlendiril-
mesi gerekenler ile içme ve kullanma suyu havzalarında maksimum su seviyesinden itibaren 300
metrelik bant içerisinde kalan yerler hak sahiplerine satılmayacak.
Bu taşınmazların yerine istenilmesi halinde hak sahiplerine, hak sahibi oldukları taşınmazın
rayiç değerine eşdeğer öncelikle aynı il sınırları içerisinde bulunan 2/B alanlarındaki taşınmaz he-
saplanacak satış bedeli karşılığında doğrudan satılabilecek.
Hak sahiplerinden idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan satış hakkından yararlanama-
yacak, başka talepte bulunamayacak, hak ve tazminat talep edemeyecek ve dava açamayacaklar.
Hak sahibi bulunmayan veya doğrudan satın almaya ilişkin hak sahipliği kalmayan taşınmaz-
ların tapu kütüklerinde yer alan 2/B, kullanıcı ve muhdesat belirtmeleri Maliye Bakanlığı’nın talebi
üzerine tapu idaresince terkin edilecek ve bu taşınmazlar Maliye Bakanlığı’nca satış dahil genel
hükümlere göre değerlendirilecek.
Proje alanlarının belirlenmesi
2-B alanlarından, kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce ve sonra kadastro tutanakları ke-
sinleşen veya güncelleme listeleri tescil edilen alanlarda, proje alanı belirlemek isteyen Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ile belediyelerce bu alanın sınırları tespit edilecek. Proje alanı sınırı onay-
lanmak üzere belediyeler tarafından valilikler aracılığıyla, TOKİ tarafından doğrudan Çevre ve Şe-
hircilik Bakanlığı’na gönderilecek.
Davalar
2-A alanları için orman sınırları dışına çıkartma ile orman sınırlandırması, tespit, tefrik ve tescil
işlemlerine karşı yapılan itirazlar ve açılan davalar, bu kanuna göre yapılacak işlemleri durdurma-
yacak, davalarda yürütmeyi durdurma ve tedbir kararı verilemeyecek.
Bu yerlerde hak iddia edenlerin açtıkları davalar, davacılar lehine sonuçlandığında, bu taşın-
mazlar genel hükümlere göre kamulaştırılacak.
Düzenlemeye göre yapılacak işlemler sonuçlanıncaya kadar 2-B alanları hakkında Hazine
303
tarafından kişiler aleyhine açılması gereken davalar açılmayacak, açılan ve devam eden davalar
durdurulacak.
Kanun uygulanmasından elde edilen gelirlerin yüzde 3’ünü geçmemek üzere, Bakanlar
Kurulu’nca belirlenecek miktar, genel bütçe gelir ve gider hesaplarıyla ilişkilendirilmeksizin tahsi-
lini takip eden ay sonuna kadar yatırım amacıyla kullanılmak üzere Vakı�ar Genel Müdürlüğü’ne
verilecek. Kalan tutarın yüzde 90’ını geçmemek üzere Bakanlar Kurulu’nca belirlenen orana karşı-
lık gelen bölümü, genel bütçede özel gelir, diğer kalan kısmı ise gelir olarak kaydedilecek.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütçesinde afet riski altındaki alanların dönüştürülmesinde kulla-
nılmak üzere özel ödenek öngörülecek.
Nakledilecek orman köylülerine ait taşınmazların kamulaştırılması, 2-A alanlarının ıslah, imar
ve ihyası, iskanı, orman köylülerinin kalkınmalarının desteklenmesi, 2-A ve 2-B alanlarının en az 2
katı verimsiz orman alanlarının ıslahı ve yeni orman alanlarının tesisi için kullanılmak üzere Orman
Genel Müdürlüğü bütçesinde gerekli ödenek aktarılacak. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca proje
alanı olarak belirlenen alanların değerlendirilmesinden elde edilen gelir, genel bütçeye kaydedi-
lecek.
Askeri yasak bölgelerdeki köylüler
Kanunla, askeri yasak bölgelerde kalan orman vasfını kaybeden arazi üzerinde, orman kadast-
rosunun en geç 6 ay içinde yapılmasına imkan tanındı. Bu yerlerin 31 Aralık 2011 tarihinden ön-
ceki kullanıcısı veya üzerindeki muhdesatın sahibi olan kişiler, hak sahibi sayılacak. Bu kişiler, rayiç
bedeli ödemeleri halinde, kullandıkları taşınmazın rayiç değerine eşdeğer, öncelikle aynı il sınırları
içindeki 2-B alanlarındaki taşınmazı, hesaplanacak satış bedeli karşılığı alabilecek.
Devlet üniversitelerine orman alanlarında tesis kurma imkanı
Kanun, vakıf üniversiteleri hariç, yükseköğretim kurumlarının orman alanlarında, bedeli karşı-
lığında, eğitim ve araştırma tesisi kurma imkanı da getiriyor. Ayrıca izin verilen bu alan içinde, yurt
da inşa edilebilecek.
Bu tesislerin özel ormanlarda yapılması halinde, Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nca izin verilebi-
lecek.
Bu binaların taban alanlarının toplamı, özel orman alanının yüzde 15’ini geçemeyecek. Kula-
nım bedeli, süresi, yapılan bina ve tesislerin devri, genel hükümlere uygun olarak tara�arca tespit
edilecek.
Yaylalara düzenleme
Devlet ormanlarında 31 Aralık 2011 tarihinden önce toplu yerleşimin bulunduğu yaylak ve
otlak olarak kullanılan alanlar içindeki yerler ile yılın belirli dönemlerinde geleneksel yaylacılık
amacıyla yerleşim yeri olarak kullanılan alanlar, Orman Genel Müdürlüğü’nce tespit edilecek. Bu
alanlardan uygun görülenler, Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kara-
rıyla yayla alanı ilan edilecek.
İlan edilen yayla alanlarında 31 Aralık 2011 tarihinden önce yapılmış, hakkında müsadere ka-
rarı bulunanlar da dahil her türlü bina, tesis mevcut haliyle, vaziyet planında gösterilerek Orman
Genel Müdürlüğü sabit kıymetine alınacak. Yayla alanlarında bulunan bina ve tesisler, orman ida-
resince işletilecek, işlettirilebilecek veya kiraya verilebilecek. Gelir, Orman Genel Müdürlüğü döner
304
sermayesine kaydedilecek.
Kullanıcısı tespit edilen bina ve tesisler, vaziyet planına göre kullanıcısına, tespit tarihinden
itibaren 1 yıl içinde talebi halinde rayiç bedel üzerinden Devlet İhale Kanunu hükümlerine göre
kiraya verilebilecek. Kullanıcıları tarafından kiralanmayan bina ve tesisler yıkılacak.
Tapuda kişiler adına kayıtlıyken, orman sınırları içerisinde kaldığı için tapuları iptal edilen
yerler üzerinde bulunan ve 31 Aralık 2011 tarihinden önce müsaderelerine karar verilen, Orman
Genel Müdürlüğü sabit kıymetlerine alınan tesislerden Türk Ticaret Kanunu kapsamında fabrika
veya ticarethane niteliğindeki tesisler, öncelikle kullanıcılarına olmak üzere 29 yıla kadar kiraya
verilebilecek.
Köylerini terk ederek 2-A alanlarına yerleşen ancak köylerde tapulu mülkü bulunan aileler de
hak sahibi sayılacak.
Sehven hanedan arazisi olduğu zannedilerek Hazine adına kaydı yapılan, Denizli’de Beyağaç
ilçesi Çamlık ve Cumhuriyet mahalleleri ile Pınarönü, Sazak ve Kızılağaç köyleri ile Kale ilçesine
bağlı Köybaşı köyü sınırları içinde yer alan araziler, emlak vergi değeri üzerinden, kanunda belirti-
len ödeme ve taksit koşularıyla hak sahiplerine doğrudan satılacak.
2-A alanlarına nakline ve yerleştirilmesine karar verilen ve halen işlemleri devam eden orman
içi veya bitişiği köylülerin iskan işlemleri, Orman ve Su İşleri ile Çevre ve Şehircilik bakanlıkları tara-
fından yürütülecek. Bu köylülerin yeni iskan edileceği alanda hak sahiplerine verilecek bina, arsa
ve arazilerin bedelleri, peşin veya 20 yıl içinde ve yıllık eşit taksitlerle faizsiz olarak tahsil edilecek.
2B ARAZİLERİNE NASIL ULAŞIRIZ?
2B arazilerinin dağılımı
Türkiye genelinde 410 bin hektarlık 2B arazisi var. Bu araziler en çok Marmara, Ege ve Akdeniz
bölgelerine dağılmış durumda. İl bazında en çok 2B arazisi ise Antalya’da bulunuyor.
305
Antalya’da orman vasfını kaybetmiş 45 bin 548 hektarlık bir arazi var. Onu 39 bin 287 hektarla
Mersin, 34 bin 887 hektarla da Balıkesir takip ediyor. Ankara’da 31 bin 706, İstanbul’da 18 bin 233,
İzmir’de ise 14 bin 772 hektarlık 2B arazisi bulunuyor.
İstanbul’un 18 ilçesinde 2B arazisi var. Beykoz, 2 bin 513 hektarlık araziyle ilk sırada yer alıyor.
Beykoz’u bin 528 hektarla Çatalca, bin 408 hektarla Şile, bin 344 hektarla da Silivri izliyor...
NİÇİN 2B?
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 26 Nisan’da 2B’li arazilerle ilgili çıkardığı kanunun ardından
uygulamadan yaralanacak herkesin hemen parasını ödemesini istiyor. Bu paraların kentsel dönü-
şüm projelerinde kullanılacak olması AKP’nin acelesinin nedenini gösteriyor.
AKP hükümeti orman vasfı kaybettirilmiş arazilerle (2B’li araziler) ilgili 26 Nisan günü çıkardı-
ğı kanun ardından promosyona başladı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek 2B arazileri ile ilgili bilgi
verdi.
AKP’nin acelesi evi 2B’li arazilerde bulunanların bir an önce yasadan yararlanmak için başvur-
ması gerektiğini söyleyen Şimşek, düzenleme için “Tarihi fırsat” sözlerini kullandı. Oysa başvuru
süresi 6 ay.
Şimşek daha sonra satışlarla ilgili bilgiler verdi, kurumlar tarafından belirlenen arsa bedeli-
nin (rayiç bedel) yüzde 70’ini ödeyenlerin tapusunu alacağını söyledi. Peşin para verenlere yüzde
20’lik, yarısını peşin verenlere de yüzde 10’luk indirime gidileceğini söyleyen Şimşek, 6 ay içinde
başvurmayanların haklarının kaybolacağını söyledi.
2B parasıyla yoksulun evine saldıracaklar
410 bin hektarlık arazinin satılmasını planladıklarını söyleyen Şimşek, 2B’li arazilerin bir kıs-
mında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ ve belediyelerin kentsel dönüşüm yapabileceğini ifade
etti.
2B satışlarından elde edilecek gelirlerin önemli bir bölümünün kentsel dönüşüm projelerinde
kullanılacağını bildiren Maliye Bakanı, ”Afet riskinin azaltılmasında bu kaynaklar yüzde 90’a kadar
kullanılacak. Ayrıca orman köylülerinin nakledilmesi ve kalkınmalarının desteklenmesinde kullanıla-
cak. Yine bu kanuni düzenlemeyle orman sınırları dışına çıkartılan alanların en az 2 katı verimsiz or-
man alanlarının ıslahı ve yeni orman alanlarının tesisinde bu kaynaklar kullanılacak” dedi.
SONUÇ: BU BİR RANTTIR!!!
306
Onbirinci Oturum
16 Kasım 2012, Cuma
Yabancılara Mülk Satışı
Oturum Yürütücüsü: Doç. Dr. M. Tevfik ÖZLÜDEMİR
Yabancılara Mülk Satışının Hukuki ve Siyasi Boyutları
Prof. Dr. Yücel SAYMAN
Yabancıların Taşınmaz Ediniminin
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Boyutu
Erdal DAYIOĞLU - Tutku AYAN
Türkiye’de Yabancılara Toprak Satışı
Emel KARAKAYA
307
Doç. Dr. M. Tevfik Özlüdemir (Oturum Yürütücüsü) - 2 gündür, zengin, yoğun bir tartışma orta-
mının yaşandığı Arazi Günleri etkinliğimizin bugünkü son oturumuna, “Yabancılara Mülk Satışı”
başlıklı son oturumuna hoş geldiniz.
“Arazi Yönetimi” başlığı, harita ve kadastro mühendisliği açısından önemli bir başlık. Ki, bu
toplantı kapsamında, Arazi Yönetimi Günleri başlığı altında ele alınan konularda salt mesleki
açıdan değil, toplumsal açıdan da son derece önemli başlıklar. Kentsel Dönüşüm, 2B ve Orman
Kadastrosu, Yabancılara Mülk Satışı, Arazi Düzenlemesi ana başlıklarıyla ilgili alanlar burada tartı-
şılıyor. Bu başlıkların kamuoyunda farklı platformlarda da tartışıldığına tanıklık ediyoruz. Özellikle
kentsel dönüşüm ve 2B meselesi, daha çok piyasacı bir zeminde, piyasa mekanizmaları ekseninde,
kamuoyunda kimi platformlarda tartışılıyor.
Toplumun yararı, toplumun gereksinimleri çerçevesinde bu başlıkların tartışılmasına öncülük
ettiği için, bu organizasyonu gerçekleştirdiği için, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul
Şubemize çok teşekkür ederim. Gerçekten de farklı bir zeminde bu başlıklarda tartışmaların yürü-
tülmesi gerekiyor. Kamucu, toplum yararı çerçevesinde bir bakış açısıyla bu konuda politikaların
oluşturulmasına, biçimlendirilmesine katkı sunmak gerekiyor. Bu etkinliği de bu olumlu katkıya
eşiklik eden bir etkinlik olarak değerlendirdiğimi vurgulamak istiyorum.
Bugün bu oturum başlığında, yabancılara mülk satışı konusunu ele alacağız. Katılımcılarımız,
Prof. Dr. Yücel Sayman, Av. Tutku Ayan’la birlikte ortak bir çalışmayı Av. Erdal Dayıoğlu sunacak.
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden Emel Karakaya
“Türkiye’de Yabancıların Toprak Satışı” başlıklı sunuşunu yapacaktı, ama özel bir nedenden dolayı
toplantımıza katılamadı. Ancak, bu toplantının sonuçları, Arazi Yönetimi Günlerinin tartışma baş-
lıkları ve sunuşlar daha sonra yayınlanacak bir kitapta paylaşılacak. Kendisinin yapamadığı sunuş-
taki katkılarını en azından bu kitapla sizlerle paylaşma olanağını bulacağını da burada vurgulamak
istiyorum.
Yabancılara mülk satışı, bu topraklarda oldukça eski ve geçmişi olan bir konu. 19. Yüzyılda
Islahat Fermanıyla başlayan, sonrasında 1868 yılında yapılan bir düzenlemeyle, tüzel olmayan,
308
ama gerçek kişilere yönelik toprak satışını gündeme alan Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir
tarihsel geçmişe sahip. Daha sonra tüzelkişiliklerin de mülk edinimine ilişkin bir kısım yasal düzen-
lemelere tanıklık ediyoruz. Lozan Anlaşması kapsamında gerçekleşen düzenlemeler var, Cumhu-
riyet tarihinde yine yabancıların mülk edinimine ilişkin farklı tanımlamalar ya da gelişim dinamiği
söz konusu.
Özellikle son 10 yılda, bu çerçevede, yabancılara mülk satışı konusunda yapılan yasal düzen-
lemeler ise dikkat çekici. Öncesinde karşılıklılık ilkesi çerçevesinde ve sınırlı büyüklükteki alanların
satışı söz konusuyken, yapılan son düzenlemeler çerçevesinde, örneğin 2.5 hektar olan mülk edi-
niminin 30 hektara çıkartıldığını, karşılıklılık ilkesinin bir kenara itildiğini, Bakanlar Kurulu kararıyla
mülk ediniminin 60 hektara çıkabileceğini ve benzeri uygulamaları yapılan yasal düzenlemelerde
görüyoruz. Salt bu yasal düzenlemeler ekseninde değil; farklı özel kanunlarla da yine yabancıla-
ra, özellikle tüzelkişiliklere mülk satışı söz konusu olabiliyor. Doğrudan Yabancı Yatırım Kanunu,
Turizmi Teşvik Kanunu, Maden Kanunu, Petrol Kanunu gibi özel kanunlar çerçevesinde de bu tür
mülk edinimleri söz konusu. Kamuoyunda yaygın olarak tartışılan başlıklar bu başlıklar. Bu oturum
kapsamında, konunun siyasi, hukuksal boyutları, bunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi çerçe-
vesindeki yansımaları gibi konuları birlikte tartışma olanağı bulacağız.
Sayın Yücel Sayman şu an yolda. Sanırım biraz sonra aramızda olacak.
İlk konuşmacımız Sayın Erdal Dayıoğlu, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü eski başmüfet-
tişleri ve iş denetim uzmanlarından. Av. Tutku Ayan’la birlikte ortak çalışmalarını burada bizlerle
paylaşacak kendisi. Katkısı için şimdiden teşekkür ediyorum.
Sayın Erdal Dayıoğlu, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde hukuk öğrenimini tamamladı.
Sonrasında özel hukuk alanında yükseklisans çalışmasını tamamladı. 1998-2009 yılları arasında
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünde sırasıyla müfettiş yardımcısı, müfettiş, başmüfettiş ve iç
denetçi olarak çalıştı. Son 2 yıldır aynı Genel Müdürlükte İç Denetim Başkanı olarak görev yap-
maktayken emekli oldu.
Sözü Sayın Dayıoğlu’na bırakıyorum.
YABANCILARIN TAŞINMAZ EDİNİMİNİN AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ BOYUTU
Erdal Dayıoğlu - Av. Tutku Ayan
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Eski Başmüfettişi ve İç Denetim Uzmanı
ÖZET
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), devletler ile uluslararası örgütler arasındaki paylaşmalı
egemenlik kullanımının en tipik örneğini oluşturmaktadır. AİHS, insan haklarına ilişkin konuları dev-
letlerin egemenliklerini mutlak olarak kullanabilecekleri alanlar olmaktan çıkarmaktadır.
AİHS’nin denetim işlevini yerine getiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları, taraf
devlete üç farklı ödev yüklemektedir. Bunlardan birincisi, ilgili devlet aleyhine tazminata hükmedil-
309
mişse bu tazminatın ödenmesi, ikincisi, ihlalin ortadan kaldırılması için bireysel önlemlerin alınması
ve üçüncüsü de benzer yeni ihlalleri önleme için genel nitelikte düzenlemelerin yapılmasıdır.
AİHM, yasal düzenlemelerde karşılıklılık ilkesinin varlığını AİHS’ye aykırı görmemektedir. Ancak, bu
ilkenin uygulanma şeklini müdahale uygunluk şartları bakımından denetlemektedir.
AİHS kapsamında mülkiyet hakkının korunabilmesi için öncelikle, söz konusu mülke sahip olmak
gerekmektedir. Bu nedenle yabancıların taşınmaz üzerinde alım, bağış ve trampa gibi sağlar arası iş-
lemler yoluyla mülk edinme hakkı, AİHS kapsamında korunmamaktadır. AİHM, mevcut mülk dışın-
da, tam hakkın kurucu unsurlarının tamamlanmasına karşılık etkinlik unsurlarının gerçekleşmediği
meşru beklenti durumunda, bu beklentinin de AİHS kapsamında korunmasına karar vermektedir. Bu
koruma, tescilsiz iktisap durumlarında söz konusu olmaktadır. Bu hak durumuna en tipik örnek miras
hakkıdır.
Yabancıların edinmiş oldukları mülk üzerindeki haklarının, AİHS kapsamında korunacağı haller
bir Türk vatandaşından farklı değildir. Bununla birlikte, AİHM, uluslararası hukukun genel ilkelerine
uygun olma ilkesinin uygulanması bakımından vatandaş ile yabancı arasında ayrım yapmakta ve va-
tandaş olmayanlara özel ayrıcalıklar sağlamaktadır.
Anahtar terimler: İnsan hakları, mülkiyet hakkı, taşınmaz mal, yabancı, uluslararası hukuk
A) GİRİŞ
XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar, yabancıların Osmanlı ülkesinde taşınmaz mallara sahip ol-
mak hakkı bulunmuyordu. Bu durum, yabancıların taşınmaz mal edinimini yasaklayan İslam Hu-
kuku hükümlerinin varlığından kaynaklanıyordu.
1869 yılında çıkarılan “Tebaayı Ecnebiyenin Emlâke Mutasarrıf Olmaları Hakkında Kanun”,
Osmanlı Devletinde yabancı kişilere taşınmaz edinme hakkı tanıyan ilk kanuni düzenlemedir. Bu
Kanun ile taşınmaz edinimi konusunda, vatandaş ile yabancı arasında tam bir eşitliği ifade eden
“tebaaya temsil sistemi” kabul edilmiştir.
24 Temmuz 1923 tarihinde imza edilen Lozan Antlaşması’na ekli “İkamet ve Salahiyeti Adliye
Hakkında Mukavelename” ile tebaaya temsil sistemi terk edilmiş ve karşılıklılık ilkesinin arandığı
sisteme geçilmiştir. Bu düzenleme ile yabancıların Türkiye’de taşınmaz mal edinimi, Türk vatan-
daşlarının yabancı devletlerde aynı haklardan yararlanmaları koşulunun gerçekleşmiş olması so-
nucuna bağlanmıştır. Cumhuriyet Döneminde, karşılıklılık ilkesi yabancıların taşınmaz edinimini
düzenleyen 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 35. maddesinde yer alan temel kavramlardan birisi ol-
muştur.
Ülke ekonomisine kaynak yaratmak amacıyla 1984 ve 1986 yıllarında çıkarılan 3029 ve 3278
sayılı Kanunlar ve AB mevzuatına uyum amacıyla 2003 ve 2006 yıllarında çıkarılan 4916 ve 5444
sayılı Kanunlar ile Tapu Kanunu’nun 35 ve 36. maddelerinde yapılan düzenlemeler Anayasa Mah-
kemesi tarafından iptal edilmiştir. Ayrıca, 2008 yılında 5782 sayılı Kanun ile ek hükümler getiril-
miştir.
Taşınmaz edinimi konusunda, karşılıklılık ilkesi, Tapu Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 29 Aralık
1934 tarihinden 6302 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 18 Mayıs 2012 tarihine kadar varlığını ko-
310
rumuştur. 6302 sayılı Kanun ile Tapu Kanunu’nun 35. maddesinde yapılan yeni düzenlemede 1,
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren uygulanan “karşılıklılık ilkesi” kaldırılmıştır.
Yeni düzenlemede, karşılıklılık ilkesi yerine Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenecek ülke vatan-
daşlarının Türkiye’de taşınmaz ve sınırlı ayni hak edinmesine imkân sağlanmıştır. Bu kapsamda,
183 ülke vatandaşına taşınmaz ve sınırlı ayni hak edinme hakkı tanınmıştır. Bu ülke vatandaşları,
askeri yasak bölgeler ve güvenlik bölgeleri için Genelkurmay Başkanlığınca yetkilendirilen ko-
mutanlığın, tarımsal araziler için Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın, sit alanları için Kültür
ve Turizm Bakanlığı’nın ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın izninden sonra tapu müdürlüğünde
yapılacak işlem sonucunda taşınmaz ve sınırlı ayni hak edinebilmektedir 2.
Yabancı uyruklu her bir gerçek kişinin, ülke genelinde edinebileceği iki buçuk hektarlık
sınırlama,yeni düzenlemede otuz hektara çıkarılmış ve Bakanlar Kuruluna bu miktarı altmış hekta-
ra kadar artırma yetkisi verilmiştir 3.
Yeni düzenlemede, kanuni miras ile ölüme bağlı tasarruf arasında ayırım kaldırılmış ve her iki
intikal türü aynı miktar sınırlamasına tabi tutulmuştur. Miras yoluyla intikal eden, ancak belirlenen
miktarı aşan taşınmaz ve sınırlı ayni hakların tasfiye edilmesi öngörülmüştür.
Yabancı ülke kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri, sadece Turizmi Teş-
vik Kanunu, Endüstri Bölgeleri Kanunu ve Petrol Kanunu gibi özel kanun hükümleri çerçevesinde
taşınmaz ve sınırlı ayni hak edinebilmektedir 4.
6302 sayılı Kanun ile Tapu Kanunu’nun 36. maddesinde yapılan düzenlemeye göre, yabancı
yatırımcı 5 payının yüzde elli veya daha fazla olduğu veya yabancı yatırımcıların yönetim hak-
kını haiz kişilerin çoğunluğunu atayabilme veya görevden alabilme yetkisine sahip bulunduğu
Türkiye’de kurulu tüzel kişiliğe sahip şirketler, askeri yasak bölgeler, askeri güvenlik bölgeleri ve
stratejik bölgeler ile özel güvenlik bölgeleri yönüyle gerekli incelemenin yapılmasından ve vali-
lik izni alınmasından sonra tapu müdürlüğünde yapacakları işlem sonucu taşınmaz ve sınırlı ayni
hak edinebilmekte ve edindikleri hakları şirket ana sözleşmesinde belirtilen faaliyet konuları için
kullanabilmektedir. Yabancı yatırımcıların, bu hisseden daha azına sahip olduğu veya belirtilen
311
-
-
1
2
3
4
5
nitelikte yetkiye sahip bulunmadıkları şirketler ise tamamı yerli sermayeli şirketler gibi taşınmaz
ve sınırlı ayni hak edinebilmektedir.
Yabancı uyruklu gerçek kişiler ile tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin taşınmaz edinimini
düzenleyen 6302 sayılı Kanun ile değişik Tapu Kanunu’nun 35 ve yabancı sermayeli şirketlerin ta-
şınmaz edinimini düzenleyen 36. maddelerinde sayılan nedenlerin varlığı halinde edinilen taşın-
maz malların ve sınırlı ayni hakların tasfiye edilmesi gerekmektedir.
B) AİHS VE DEVLETİN EGEMENLİK YETKİSİ
Egemenlik kavramının anlamı, tarihsel süreç içerisinde değişimler geçirmiştir. Egemenlik
alanında uzun süre Westphalia Anlaşmasının 6 ilkelerini belirlediği egemenlik anlayışı hâkim ol-
muştur. Bu anlayışa göre, devletler sınırları içerisinde dışsal müdahaleye tabi olmadan hareket
edebilmekte ve yetkilerini herhangi bir sınırlamaya tabi olmadan serbestçe belirleyebilmektedir 7.
Fransız Devrimi ile birlikte, toprak esasına dayanan merkeziyetçi ulus devletler, uluslararası
sistemin ana aktörü haline gelmiştir. Ulus-devlet, kendi sınırları içinde başka bir egemenlik kay-
nağı kabul etmemekte ve devleti, bu sınırlar içinde yasa tekeline sahip bulunan otorite olarak
değerlendirmektedir. Devlet herhangi bir yabancının ülkesinde bir takım haklar edinmesine izin
vermeme hakkına ve yetkisine sahiptir 8.
Ancak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ulus devletlerin uluslararası sistemin tek aktörü olma vas-
fını kaybettikleri ve egemenliğin ulus devletler ve uluslararası örgütler tarafından birlikte paylaş-
malı olarak kullanıldığı bir dönem başlamıştır 9. Bu bağlamda, gerek Avrupa Birliği gerek Avrupa
Konseyine ilişkin kurumlar paylaşmalı egemenlik kullanımının en tipik örneğini oluşturmaktadır 10 . Türkiye’nin egemenlik yetkisine sınırlama getiren en önemli sözleşme, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (AİHS)’dir 11.
Devletlerin uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülüklerinin egemenliklerini sı-
nırlandırıcı bir işlevi bulunmaktadır. Ülkesel yetki kullanımı alanına giren bir konuyla ilgili olarak
uluslararası bir yükümlülüğün bulunması halinde konu ulusal yetki alanından çıkmaktadır. Çok
tara&ı bir uluslararası sözleşme olan AİHS, koruma altına aldığı insan haklarına ilişkin olarak, taraf
312
-
-
-
6
7
8
9
10
11
devletlere uluslararası yükümlülükler yüklemekte ve bu konuları devletlerin egemenliklerini mut-
lak olarak kullanabilecekleri alanlar olmaktan çıkarmaktadır.
AİHS, devletlerin iç ve dış egemenlik kullanımlarına bazı kısıtlamalar getirmekte ve sözleş-
menin dayandığı siyasal mekanizmalar, devletlerin o anlaşmaya taraf olmak konusundaki seçim
haklarını kısıtlamaktadır. Avrupa Konseyine üye olmak isteyen devletlerin zorunlu olarak AİHS’yi
imzalaması gerekmektedir. Benzeri bir zorunluluğun AİHS ek protokolleri açısından da geçerli ol-
duğunu söylemek gerekmektedir. Avrupa Konseyine üye olmaktan kaynaklanan siyasal yükümlü-
lükler, AİHS’nin eki olan protokolleri de kabul etmeyi gerekli kılmaktadır 12.
AİHS, tanımış olduğu hakların uluslararası alanda da korunmasını benimsemekte ve koruma
altına aldığı hak ve özgürlükler açısından bireye uluslararası güvence sağlamaktadır 13. Bu du-
rumun bir sonucu olarak, AİHS, diğer insan hakları belgelerinden farklı olarak etkin bir denetim
sisteminin kurulmasını benimsemiştir14. Bu denetim işlevini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM) gerçekleştirmektedir. AİHM’ye bireysel başvuru hakkı, getirilen denetim sisteminin en
önemli unsurlarından birisidir.
AİHM’nin ihlal başvurusu sonucunda esasa ilişkin olarak verdiği kararlar, taraf devlete üç farklı
ödev yüklemektedir. Bunlardan birincisi, eğer ilgili devlet aleyhine tazminata hükmedilmişse bu
tazminatın ödenmesi, ikincisi, ihlal ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için bireysel önlemlerin
alınması ve üçüncüsü de benzer yeni ihlalleri önleme için genel nitelikte düzenlemelerin yapıl-
masıdır15. Hukuk sistemindeki eksikliklerin giderilmemesi, ilgili devlet aleyhine sürekli olarak yeni
ihlal iddialarının ve mahkûmiyet kararlarının gündeme gelmesine sebep olacağı için, bu tür da-
valarda verilen kararlar davanın tara�arını aşan bir etkiye sahip olmaktadır 16. Dolayısıyla AİHM
kararları, ilgili devlet açısından hukuk düzenine ilişkin eksiklikleri giderme ve bunun için gerekli
yasal düzenlemeleri yapma gerekliliği doğurmaktadır17.
C) AİHS VE KARŞILIKLILIK İLKESİ
Lozan Antlaşması ile kabul edilen “karşılıklılık ilkesi”, Cumhuriyet Döneminde yabancıların
taşınmaz edinimini düzenleyen kanun metinlerinde temel alınan kavramlardan birisi olmuştur.
Hem kanun düzenlemeleri yapılırken, hem kanunlar uygulanırken, hem de çıkarılan kanunların
Anayasa’ya aykırılığı sorunu değerlendirilirken karşılıklılık ilkesi üzerinden hareket edilerek bir so-
nuca ulaşılmaya çalışılmıştır.
Taşınmaz mal edinimi yönüyle, Türk Hukukunda karşılıklılık ilkesi 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun
yürürlüğe girdiği 29 Aralık 1934 tarihinden 6302 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 18 Mayıs 2012
tarihine kadar varlığını korumuştur. 3 Mayıs 2012 tarihli 6302 sayılı Kanunun 1. maddesi ile Tapu
313
-
12
13
14
1516
17
Kanunu’nun 35. maddesinde yapılan değişikliklerde, karşılıklılık ilkesi yer almamıştır 18. Bununla
birlikte karşılıklılık ilkesinin AİHS karşındaki durumunu değerlendirmeyi gerekli görüyoruz.
Öğretide, karşılıklılık ilkesinin uluslararası hukukta ve AİHS karşısında yerinin ne olduğunu ifa-
de eden değişik görüşler bulunmaktadır.
Bir görüş, karşılıklılık ilkesinden tek tara�ı olarak vazgeçmenin devletler özel hukukunun ya-
bancılar hukuku alanında etkisi zorunlu olan eşitlik ilkesini benimsememek anlamına geldiğini ve
bu ilkeden tek tara�ı olarak vazgeçmenin yabancıya tanınmış bir imtiyaz anlamı taşıdığını, karşılık-
lılığın yabancılar hukukunun genel prensiplerinden biri olarak devletlerarası ilişkilerde egemen-
liğin bir simgesi olarak ortaya çıktığını, hukuka uygun ve objektif bir ilke olduğunu ifade etmek-
tedir. Anayasa Mahkemesi kararlarına 19 dayanan bu görüşe göre, başka konularda karşılıklılık
kaldırılabilir, ancak toprak edinme konusunda tek tara�ı olarak bu ilkeden vazgeçmek eşitlik ilke-
sine aykırıdır. Bu görüş son olarak, karşılıklılık ilkesinin kaldırılmasının, Anayasa’nın başlangıç ve 2.
maddesi hükümlerine aykırılık teşkil ettiğini ifade etmektedir 20 .
Diğer bir görüş, AİHS’ye taraf devletlerin, sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüklerinin nesnel
bir yükümlülük olduğunu, bu yükümlülüklerin karşılıklılık ilkesine dayanmadığını, AİHS’nin kişi-
lere sağlanan temel hak ve özgürlükleri, karşılıklılık ilkesi ve vatandaşlık bağı aramadan korudu-
ğunu 21 ve AİHS’nin 1. maddesinin, mülkiyet hakkı dahil olmak üzere AİHS’de belirtilen hakları
âkit devletin yetki alanındaki herkese tanıdığını ifade etmektedir. Buna bağlı olarak, sözleşmeye
taraf olan her devletin, bu hakları vatandaş-yabancı ayrımı yapmadan herkese tanıdığı, karşılıklılık
şartının bulunmadığı 22, bu nedenle AİHS’den insan hakları konusunda Avrupa kamu düzenini
oluşturan anayasal belge olarak söz edildiği ve bu tür sözleşmelere “yasa sözleşme” adı verildiği
belirtilmektedir 23.
Yunan uyruklu kişilerin Türkiye’de kanuni miras yoluyla kendilerine kalan taşınmazlar üzerin-
deki mülkiyet haklarının ihlal edildiği iddiası ile açılan davalarda 24 AİHM, klasik nitelikteki ulus-
lararası sözleşmelerden farklı olarak, AİHS’nin, sözleşmeci devletler arasında basit karşılılık çer-
çevesini aştığını ve AİHS’nin, karşılıklı ikili taahhütler ağının ötesinde, önsözünde ifade edildiği
314
-
-
-
18
19
20
21
22
23
24
şekilde “toplu güvence” den faydalanan nesnel yükümlülükler doğurduğunu vurgulamıştır. AİHM
kararında, sözleşmeci devletlerin, AİHS’yi akdederken, ulusal çıkarlarının korunmasını sağlayan
karşılıklı hak ve yükümlülüklerden vazgeçmeyi değil, fakat siyasi gelenekleri, idealleri, özgürlükleri
ve hukukun üstünlüğü gibi ortak değerleri korumak amacıyla Avrupa Konseyi’nin hedef ve ideal-
lerini gerçekleştirmeyi ve Avrupa’nın özgür demokrasilerinde ortak kamu düzenini oluşturmayı
istediklerini belirtmiştir 25.
AİHM bu kararlarda, soyut düzlemde karşılıklılık ilkesinin yerindeliğini değerlendirmemiş ve
Tapu Kanunu’nun 35. maddesinde yer alan karşılıklılık konusunda yasal boyutta ilkesel bir be-
lirtme yapmaktan özellikle kaçınmıştır. AİHM, somut olayda başvurucular bakımından bu ilkenin
uygulanmasını incelemiştir. AİHM, AİHS’nin kolektif koruma sistemi yarattığını vurgulayarak mül-
kiyet hakkı özelinde bu ilkenin kategorik olarak AİHS’ye aykırı olduğunu düşündüğüne ilişkin bir
izlenim bırakmakta, ancak bunu açıkça ifade etmemektedir 26. Diğer taraftan, Avrupa İkamet Söz-
leşmesinin, karşılıklılık ile ilgili kurallara yer verdiği ve bu şartı taşınmaz mal edinimlerinde kabul
etmiş olduğu da göze çarpmaktadır 27.
Buna göre, AİHM’nin yasal düzenlemelerde karşılıklılık ilkesinin varlığını AİHS’ye aykırı gör-
mediğini, ancak bu ilkenin uygulanma şeklini müdahale uygunluk şartları (kamu yararına olma,
hukuk tarafından öngörülme, uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olma, orantılılık ve öl-
çülülük) bakımından denetlediğini kabul etmek gerekmektedir. AİHM,uygunluk şartlarına aykırı
uygulamaları mülkiyet hakkının ihlali, buna karşılık uygunluk şartlarını karşılayan uygulamaları ise
haklı müdahale olarak nitelendirmektedir.
Ç) AİHS’DE MÜLKİYET HAKKI
AİHS kapsamında yer alan Ek 1 No’lu Protokolün 1. maddesi (P1-1) mülkiyet hakkını gü-
vence altına almaktadır. “Mülkiyetin Korunması” başlığı altında düzenlenen madde şu şekildedir:
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı
vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası huku-
kun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin genel yarara uygun olarak kullanılmasını düzen-
lemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için ge-
rekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getiremez”.
AİHM, mülkiyet hakkını yorumlarken geleneksel yorumlardan uzak kalmakta ve iç hukukta
mülkiyet olarak kabul edilmeyen bazı hak ve menfaatleri de mülk olarak kabul etmektedir 28. Bu
kapsamda AİHM, her olayı ilgili devletin iç hukukuna göre ayrı ayrı yorumlamak yerine AİHS’nin
315
25
26
27
28
amacı doğrultusunda kendine özgü bir mülk tanımı benimsemektedir 29 . AİHM yaklaşımına göre,
ekonomik bir değere sahip her türlü unsurun mülk kavramı içerisinde değerlendirilmesi gerek-
mektedir 30.
AİHM’ye göre mülkiyet hakkına devletler tarafından üç şekilde müdahale edilebilmektedir.
Bunlardan birincisi, mal ve mülk dokunulmazlığının ihlal edilmesidir. Bu müdahale türü, mülkiyet
hakkı hiç tanınmadığında söz konusu olmaktadır. Örneğin miras haklarını tanımayan düzenle-
meler ve uygulamalar olduğunda bu müdahale türü söz konusudur.İkinci müdahale türü, mal ve
mülkten yoksun bırakma durumudur. Bu durumda, malik mülkü üzerindeki haklardan kalıcı olarak
mahrum bırakılmaktadır. Örneğin kamulaştırma, kamulaştırmasız el koymalar ve kalıcı nitelikteki
mukabele bil-misil uygulamaları bu niteliktedir. Üçüncü müdahale türü ise, mal ve mülkün kullanı-
mının kontrol edilmesidir. Ulusal güvenlik amacıyla yabancıların ülke içindeki nüfus hareketlerini
kontrol etmek amacıyla taşınmaz malların tasfiyeye tabi tutulması ve geçici nitelikteki mukabele
bil-misil uygulamaları bu müdahale türüne örnek gösterilebilir.
Devletin ve diğer kamu idarelerinin bir işlem veya eyleminin AİHM tarafından mülkiyet hak-
kına müdahale olarak nitelendirilmesi, yapılan işlemin veya eylemin mutlaka mülkiyet hakkının
ihlali olduğu anlamına gelmemektedir. Mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden işlem ve eylemler,
ancak AİHS’de aranan şartların (kamu yararına olma, hukuk tarafından öngörülme, uluslararası hu-
kukun genel ilkelerine uygun olma, orantılılık ve ölçülülük) karşılanmaması durumunda mülkiyet
hakkının ihlali olarak nitelendirilmektedir 31 .
D) YABANCILARIN TAŞINMAZ ÜZERİNDEKİ HAKLARI
Tapu Kanunu’nun 35 ve 36. maddelerinde, yabancı gerçek kişiler ve tüzel kişiliğe sahip ticaret
şirketleri ile yabancı sermayeli şirketlerin, bu maddelerde belirtilen sınırlamalar çerçevesinde ta-
şınmaz mülkiyeti ve sınırlı ayni haklar edinebilecekleri belirtilmektedir.
Bu maddelerde geçen taşınmaz malların ve sınırlı ayni hakların P-1-1 kapsamında mülkiyet
hakkının konusunu oluşturduğunda bir duraksama bulunmamaktadır. Taşınmaz malların ve sınırlı
ayni hakların bir mübadele değeri olan ve parayla ölçülebilen ekonomik bir değer oluşturduğu
şüpheden uzaktır 32. Bazı irtifak hakları devir ve intikale elverişli bulunmamaktadır. Ancak devir
ve intikale elverişlilik unsuru P-1-1’in uygulanabilirliği için gerekli değildir. Bu tür irtifak hakları
da ekonomik bir değer oluşturmakta ve sahibine kullanma ve semerelerinden yararlanma gibi
ekonomik katkılar sağlamaktadır. Bu katkı onların parayla ölçülebilen kullanma değeri olarak de-
ğerlendirilmelidir 33. Bu nedenle, Tapu Kanunu’nun 35 ve 36. maddeleri kapsamında edinilecek
“taşınmaz mülkiyeti ve sınırlı ayni haklar” P1-1 kapsamında yer alan “mal ve mülk” kavramı içeri-
sinde yer almaktadır 34.
316
29
30
31
32
33
34
Bunların yanı sıra, uğranılan zarardan doğan tazminatlar (örneğin taşınmaz mal ve sınırlı ayni
hakların edinilmesi ve kullanılması süreçlerinde doğan tazminatlar), taşınmaz ile ilgili sözleşme-
lerden doğan alacak hakları ile diğer alacak hakları da mülkiyet kavramı içinde değerlendirilmesi
gereken diğer unsurlardır
Taşınmaz edinimine ilişkin kurallar özelinde ve AİHM kararları çerçevesinde, yabancıların ta-
şınmaz üzerindeki haklarının neler olduğu aşağıda değerlendirme konusu yapılmıştır.
1) Mülk Edinme Hakkı
Yabancıların mülk edinme haklarının P1-1 kapsamında korunup korunmadığı konusu, “alım,
bağış ve trampa gibi işlemler yoluyla edinim” ve “miras yoluyla edinim” şeklinde iki ayrı başlık al-
tında inceleme konusu yapılabilir:
a) Alım, Bağışve Trampa Gibi İşlemler Yoluyla Edinim
P1-1, korumasının geçerli olabilmesi için ilk olarak, söz konusu mülke sahip olmak gerekmek-
tedir. P1-1 kapsamında korumaya alınan, mülk edinme hakkı değildir, mevcut mülktür. Bu nedenle
taşınmaz üzerinde mülkiyet edinme hakkı, kural olarak AİHS kapsamında korunan bir hak niteliği
taşımamaktadır.
AİHM, P1-1’in sadece mevcut mülke yapılan müdahaleleri kapsadığını, buna karşılık mülk
edinme hakkını kapsamadığını kararlarında ifade etmektedir. AİHM, P1-1’in birinci fıkrası, birinci
cümlesi kapsamında herkesin maliki olduğu şeyleri barışçıl bir biçimde kullanma hakkına sahip ol-
duğunu ve maddenin esas itibariyle mülkiyet hakkını güvence altına aldığını vurgulamaktadır. Ay-
rıca AİHM, P1-1’in ikinci fıkrası kapsamında devletin genel yarar gereğince bir kişinin mülkiyetinin
kullanımını kontrol edecek düzenlemeler yapabileceğini, genel yararın bazı durumlarda yasama
organını sağlar arası kazandırıcı işlemler alanında mülkiyetin kullanılmasının kontrol edilmesine
sevk edebileceğini kabul etmektedir 35.
Yabancı uyruklu gerçek kişilerin, tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin ve yabancı sermayeli
şirketlerin edinmiş olmadıkları haklar, “mevcut mülk” kavramı içinde yer almadığından, bu kişiler
Türkiye’de taşınmaz mal edinemediklerini ileri sürerek P1-1 kapsamındaki korumadan yararlana-
mamaktadır. Bu nedenle yabancı kişilerin alım, bağış ve trampa gibi sağlar arası işlemler yoluyla
taşınmaz üzerinde mülk edinme hakkı, P1-1 kapsamında uluslararası bir yükümlülük olarak de-
ğerlendirilmemesi gerekmektedir 36. P1-1, bir kişiye alım ve bağış gibi işlemler yoluyla taşınmaz
üzerinde mülk edinme hakkının tanınmasını bir temel hak olarak görmemiştir. Ortada Tapu Ka-
nunu 35 ve 36. maddeleri çerçevesinde edinilmiş bir hak bulunmamakta ise, P1-1 kapsamında
korunması gereken bir hak da söz konusu olmamaktadır.
Bu nedenle yabancı gerçek kişiler ve tüzel kişiliği haiz ticaret şirketleri ile yabancı sermayeli şir-
ketler, sağlar arası işlemler yoluyla taşınmaz edinmeye yönelik talepleri sebebiyle bu konudaki dü-
zenlemelere 37 ve uygulamalara karşı P1-1 kapsamında bir korumadan yararlanamayacaklardır.
AİHM, P1-1’in yalnızca mevcut mülkü koruduğuna ilişkin yaklaşımının ortaya çıkardığı sakın-
caları azaltabilmek amacıyla meşru beklenti kavramını geliştirmiştir 38. Meşru beklenti veya bek-
317
35
36
37
38
lenen hak, tam hakkın kurucu unsurlarının tamamlandığı, fakat etkinlik unsurlarının gerçekleşme-
diği bekleme durumuna ilişkin hak sahibinin hukuken korunan menfaati olarak tanımlanabilir 39.
Yabancı uyruklu gerçek kişiler ve tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri ile yabancı sermayeli şir-
ketlerin, Türkiye’de bir arazi alma konusundaki soyut bir beklentisi veya bu konudaki girişimleri
meşru beklenti kavramı içinde değerlendirilmeye elverişli değildir. Meşru beklenti, hakkın ileride
mevcut olacağına ilişkin geçerli bir hukuki durumu ifade etmektedir.
Beklenen hak, hakkın kurucu unsurlarının tamamlandığı, fakat etkinlik unsurlarının gerçekleş-
mediği tescilsiz iktisap durumunda söz konusu olabilir. Örneğin, Tapu Kanunu’nun 35 ve 36. mad-
delerinde aranan izni alan ve şartları gerçekleştiren yabancı uyruklu kişi veya yabancı sermayeli
şirket haczedilmiş, rehin edilmiş veya i�as masasına girmiş olan bir taşınmazı icra yolu ile yapılan
açık arttırmada almış olabilir. Yine belirtilen izin ve şartları gerçekleştiren yabancı kişi veya şirket,
gayrimenkul satış vaadi sözleşmesine konu taşınmaz için ferağa icbar davası açmış ve taşınmazın
adına tescil edilmesine ilişkin bir mahkeme kararı almış olabilir. Bu durumlarda taşınmaz edinimi
tescilden önce kazanılmış olmakta ve tapu sicilinde tescil sadece şekli bir işlem olarak görülmek-
tedir. Bu durumdaki yabancı kişi veya yabancı sermayeli şirket de o hak üzerinde meşru bir beklen-
tiye sahiptir. Dolayısıyla buradaki beklenti P1-1 kapsamında korunmaya değer kabul edilmelidir.
b) Miras Yoluyla Edinim
Miras açılmadan, bir başka ifade ile muris ölmeden bir kişi ancak potansiyel mirasçıdır. Medeni
Hukuk anlamında, bu hak malvarlığı hakkı olarak kabul edilmemektedir. Buradaki hak, beklenen
bir hak veya meşru bir beklenti değildir. Bu nedenle, murisin gelecekte miras yoluyla mülk edinme
beklentisi P1-1 kapsamında korunmamaktadır 40 . Muris, malvarlığı üzerinde potansiyel mirasçıla-
rını hesaba katmadan dilediği gibi tasarruf edebilir. Medeni Hukuk anlamında geçerli olan bu du-
rum, AİHS kapsamında mülkiyet hakkı için de geçerlidir. Bu nedenle muris ölmedikçe potansiyel
mirasçının hakkı P1-1 tarafından korunmamaktadır 41.
Miras hakkı, mülkiyet hakkının kapsamına giren önemli bir unsurdur. Meşru beklenti kavramı-
na AİHM tarafından özellikle, murisin ölümünden itibaren doğan miras hakları konusunda müra-
caat edilmektedir. AİHM, başlangıçta P1-1’in sadece mevcut mülke yapılan müdahaleleri kapsa-
dığını ve mülk edinme hakkını korumadığını belirtmekteydi 42, Ancak daha sonra, yabancıların
miras yoluyla edinmiş oldukları ve tapuda kendi adlarına tescil ettirdikleri taşınmazlar için sözleş-
menin güvence sağladığına, buna karşılık, tapuda adlarına tescil ettirmedikleri taşınmazlar için
güvence sağlamadığına karar vermekteydi 43. Ancak, son zamanlarda AİHM, tapuda tescili yapılsa
da, yapılmasa da miras yoluyla mülk edinme hakkını meşru beklenti olarak değerlendirmekte ve
sözleşme kapsamında korunmasına karar vermektedir 44.
AİHM, bu davalarda, “yabancı uyruklu kişilerin miras hakları dolayısıyla taşınmazın kendi ad-
larına tescil edileceğine” ilişkin beklentilerinin “meşru bir beklenti” olarak değerlendirilebilece-
ğine ve P1-1 kapsamında mülk olarak kabul edilebileceğine karar vermiştir. Bu kararlarda, Tapu
Kanunu’nun 35. maddesi gereğince yabancı kişilerin miras haklarının tanındığı, karşılıklılık olma-
318
39
4041
42
43
44
dığında da malların tasfiye edilmesi gerektiği belirtilerek yargılama sürecinde yabancı uyruklu
kişilerin miras haklarının Türk yargı organlarınca tanınmayarak P1-1’in ihlal edildiği sonucuna va-
rılmıştır.
Tapu Kanunu’nun 35. maddesinde, 6302 sayılı Kanunla yapılan düzenlemeye ve bu düzen-
leme öncesinde yer alan hükümlere bakıldığında, maddenin yabancıların miras hakkını tanıdığı,
ancak taşınmaz edinme hakkını bazı kayıt ve sınırlamalara tabi tuttuğu görülmektedir. Bu kayıt
ve şartları taşımayan yabancı gerçek kişilerden, verilecek bir yılı geçmeyen süre içinde mallarını
tasfiye etmeleri istenecek, edilmediği takdirde tasfiye edilerek bedele çevrilecek ve bedeli hak
sahibine ödenecektir.
P1-1, devletlere mülkiyetin kamu yararına ve genel yarara uygun kullanılmasını sağlamak üze-
re çeşitli önlemler alma hakkı tanımaktadır. AİHM, ulusal güvenlik amacıyla mülkiyet hakkına mü-
dahaleyi haklı görmektedir 45. Tasfiye düzenlemelerinin, P1-1’in ikinci fıkrası kapsamında devletin
genel yarar gereğince mülkiyetin kullanımını (ulusal güvenlik amacıyla yabancıların ülke içindeki
nüfus hareketlerini) kontrol etmek amacıyla konulmuş olduğunu söylemek mümkündür. Buna
göre ulusal güvenlik amacıyla tasfiye düzenlemesi getirilmesini, AİHS kapsamında genel yararı
sağlayıcı bir uygulama olarak kabul etmek gerekmektedir.
2) Edinilen Mülk Üzerinde Haklar
AİHM’ye göre, P1-1’deki koruma, ilk olarak “mevcut mallar” içindir. P1-1, mülkiyet hakkı tanın-
dıktan sonra, bir başka ifade ile Tapu Kanunu 35 ve 36. maddeleri çerçevesinde taşınmaz mülkiyeti
ve sınırlı ayni haklar edinildikten sonra, edinilen bu haklara saygı gösterilmesini ve mülkiyet hak-
kının haksız müdahalelere karşı korunmasını güvence altına almaktadır.Dolayısıyla, yabancıların
edinmiş oldukları taşınmaz mallar ve sınırlı ayni haklar üzerindeki hakları, P1-1’in getirdiği koru-
madan yararlanmaktadır.
Mevcut mülk dışında, ayrıca, başvurucunun en azından, bir mülkten etkin şekilde yararlanma
konusunda “meşru bir beklentiye” sahip olduğunu ileri sürebileceği talepleri içeren değerler de
P1-1’in getirdiği korumadan yararlanmaktadır. Buradaki korumanın konusu, taşınmaz mallar ve
sınırlı ayni hakların bizatihi kendisi olabileceği gibi, AİHM’nin otonom yaklaşımları çerçevesinde
belirlenen ekonomik değeri olan alacak hakları ve diğer haklar da olabilmektedir.
Yabancıların edinmiş oldukları mülk üzerindeki haklarının P1-1 kapsamında korunacağı haller
bir Türk vatandaşından farklı değildir. Bununla birlikte, AİHM, uluslararası hukukun genel ilkelerine
uygun olma ilkesinin uygulanması bakımından “vatandaş” ile “yabancı” arasında ayrım yapmakta
ve bu ilkenin sadece yabancılar açısından uygulanabilir olduğunu ve “vatandaş” açısından bu il-
kenin uygulanabilirliğinin bulunmadığını kabul etmektedir 46. AİHM’nin bu yorumu vatandaşlara
oranla, vatandaş olmayanlara özel ayrıcalıklar sağlamaktadır 47. AİHM’nin bu yaklaşımını, 1982
319
45
46
47
Anayasası’nın 16. maddesinde, yabancıların temel hak ve özgürlüklerinin uluslararası hukuka uy-
gun olarak kanunla sınırlanabileceğini ifade eden hükümde de görmek mümkündür.
Yabancının mülkiyet hakkı ile ilgili olarak, “uluslararası hukukun genel ilkeleri” çerçevesinde
vatandaştan farklı biçimde korunması şu konularda kendini göstermektedir: İlk olarak, yabancının
kamu yararı ile ilişkilendirilmesi, vatandaştan farklıdır. Kamu yararının gerçekleşmesi noktasında
vatandaşa daha fazla külfet yüklenebilir. Sosyal ve ekonomik reformlar (örneğin, toprak reformu
ve benzerleri) gündeme geldiğinde, yabancının bu reformlara “yabancı kalması” uygun görüle-
bilir48. İkinci olarak, sosyal adaletin gerçekleşmesine yönelik uygulamalar çerçevesinde yapılan
kamulaştırmalarda, vatandaşa rayiç bedelin altında tazminat ödenebilir. Buna karşılık, yabancıya
rayiç bedelin altında tazminat ödenmesi, yabancıya “aşırı külfet yüklemek” olarak değerlendiri-
lir 49. Üçüncü olarak da, vatandaşın taşınmazının istisnai ve haklı durumlarda tazminatsız olarak
kamulaştırılması olanaklı olsa da yabancının taşınmazının tazminatsız olarak kamulaştırılması 50
olanaklı değildir 51.
F) SONUÇ
AİHS, devletler ile uluslararası örgütler arasındaki paylaşmalı egemenlik kullanımının en tipik
örneğini oluşturmakta ve insan haklarına ilişkin konuları devletlerin egemenliklerini mutlak olarak
kullanabilecekleri alanlar olmaktan çıkarmaktadır.
AİHS’nin denetim işlevini yerine getiren AİHM’nin kararları, taraf devlete üç farklı ödev yükle-
mektedir. Bunlardan birincisi, eğer ilgili devlet aleyhine tazminata hükmedilmişse bu tazminatın
ödenmesi, ikincisi, ihlal ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için bireysel önlemlerin alınması ve
üçüncüsü de benzer yeni ihlalleri önleme için genel nitelikte düzenlemelerin yapılmasıdır.
AİHM mülkiyet hakkını yorumlarken geleneksel yorumlardan uzak kalmakta ve kendine özgü
bir mülkiyet anlayışı geliştirmektedir. AİHM yaklaşımına göre, ekonomik bir değere sahip her türlü
unsurun mülk kavramı içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
AİHM, yasal düzenlemelerde karşılıklılık ilkesinin varlığını açıkça AİHS’ye aykırı görmemekte-
dir. Ancak bu ilkenin uygulanma şeklini müdahale uygunluk şartları (kamu yararına olma, hukuk
tarafından öngörülme, uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olma, orantılılık ve ölçülülük)
bakımından denetlemektedir.
AİHS kapsamında mülkiyet hakkının korunabilmesi için öncelikle söz konusu mülke sahip
olmak gerekmektedir. AİHS kapsamında korumaya alınan, mülk edinme hakkı değildir, “mevcut
mülk” tür. Bu nedenle alım, bağış ve trampa gibi işlemler yoluyla taşınmaz üzerinde mülk edin-
me hakkı, kural olarak AİHS kapsamında korunmamaktadır. Tapu Kanunu 35 ve 36. maddelerin-
de belirtilen yabancı uyruklu gerçek kişilerin, tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin ve yabancı
320
-
-
-
48
49
5051
sermayeli şirketlerin edinmiş olmadıkları haklar, “mevcut mülk” kavramı içinde yer almadığından
bu kişiler Türkiye’de taşınmaz mal edinemediklerini ileri sürerek AİHS kapsamındaki korumadan
yararlanamazlar.
AİHM, tam hakkın kurucu unsurlarının tamamlanmasına karşılık etkinlik unsurlarının gerçek-
leşmediği “meşru beklenti” durumunda bu beklentinin de AİHS kapsamında korunmasına karar
vermektedir. Bu koruma, tescilsiz iktisap durumlarında söz konusu olmaktadır. Bu hak durumuna
en tipik örnek miras haklarıdır. AİHS’ye taraf devletler tarafından kişilerin miras hakları tanınmadı-
ğında AİHS’nin koruması söz konusu olmaktadır.
Tapu Kanunu’nun 35. maddesi çerçevesinde, yabancı gerçek kişiler ve tüzel kişiliğe sahip tica-
ret şirketleri ile ve aynı Kanunun 36. maddesi çerçevesinde, yabancı sermayeli şirketlerin edinmiş
oldukları taşınmaz mallar ve sınırlı ayni haklar üzerindeki hakları, AİHS’nin getirdiği korumadan
yararlanmaktadır. Mevcut mülk dışında, ayrıca, başvurucunun en azından, bir mülkten etkin şekil-
de yararlanma konusunda “meşru bir beklentiye” sahip olduğunu ileri sürebileceği talepleri içeren
değerler de AİHS’nin getirdiği korumadan yararlanmaktadır.
Yabancıların edinmiş oldukları mülk üzerindeki haklarının P1-1 kapsamında korunacağı haller
bir Türk vatandaşından farklı değildir. Bununla birlikte, AİHM, uluslararası hukukun genel ilkelerine
uygun olma ilkesinin uygulanması bakımından “vatandaş” ile “yabancı” arasında ayrım yapmak-
ta ve bu ilkenin sadece yabancılar açısından uygulanabilir olduğunu ve “vatandaş” açısından bu
ilkenin uygulanabilirliğinin bulunmadığını kabul etmektedir. AİHM’nin bu yorumu vatandaşlara
oranla, vatandaş olmayanlara özel ayrıcalıklar sağlamaktadır.
Kaynakça
ALNIAK, M. Oktay: İnsan Hakları Ve Demokrasi Üzerine Düşünceler, www. bilgesam.org/tr/images/ stories/su-
nular/alniakinsanhaklari.ppt).
BAĞÇE, H. Emre: Küreselleşme, Devlet ve Demokrasi, Amme İdaresi Dergisi, Sayı 32,1999, s. 3-14.
BİRTANE, Şermin: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarının Türk İdari Yargısına Etkisi, Gazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007.
CARSS-FRISK, Monica: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 Nolu Protokolünün 1. Maddesinin Uygulanması-
na İlişkin Kılavuz, Mülkiyet Hakkı, Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları El Kitapları, No: 4.
DİNÇ, Güney: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Mülkiyet Hakkı, TBB Dergisi, Sayı:51, 2004, s.133-151.
DİNÇ, Güney: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Malvarlığı Hakları, TBB Yayınları, Ankara 2007.
DUTERTRE, Gilles: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarından Örnekler, Avrupa Konseyi Yayını, Almanya,
Kasım 2003.
ERGÜL, Ergin: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Ankara 2003.
FLAUSS, François (Çev. Ender Ethem ATAY) “Devletlerin Egemenliği ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”, http://
webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/1_1 15.pdf(ET. 28.08 2012).
GEMALMAZ, H. Burak: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, İstanbul 2009.
GÖZLÜGÖL, Said Vakkas: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İç Hukukumuza Etkisi, Ankara 2002.
GÖZÜBÜYÜK, A. Şeref/GÖLCÜKLÜ, Feyyaz: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Ankara 2011.
321
GRGİÇ, Aida/MATAGA, Zvonimir/LONGAR, Matija/VİLFAN, Ana: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Kapsamında
Mülkiyet Hakkı (Çeviren: ÇINAR, Özgür/KAYA, Abdulcelil) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Ek Protokollerinin Uy-
gulanmasına İlişkin Kılavuz Kitap, İnsan Hakları El Kitapları, No:10, 2007.
HABERMAS, Jurgen: Küreselleşme ve Milli Devletin Akıbeti, (Çeviren: Medeni Beyaztaş), İstanbul 2002.
HASANOĞLU, Mürteza: “Küreselleşmenin Devlet Yönetimine Etkileri”, Sayıştay Dergisi, Sayı 43, 2001, s. 68-82.
OLGAÇ, Birsen: İnsan Hakları ve Temel Hürriyetlerin Korunması Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
ve Göçmen İşçiler, Ankara Barosu Dergisi, 1998/3, s. 32-40.
ÖZBEY, Özcan: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Başvuru Yöntemleri, Ankara 2008.
ÖZDEK, Yasemin: İnsan Hakları Hukuku, Avrupa ve Türkiye, İstanbul 2004.
ÖZEL, Sibel: Tapu Kanunu M.35’de Yapılan Değişiklik Tasarısının Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Değer-
lendirilmesi, İstanbul Barosu Dergisi, Cilt: 86, Sayı: 2, Yıl: 2012, s. 37-47.
ÖZMEN, Münci: Yabancıya Taşınmaz Satışı ve AİHM İçtihatları, Cumhuriyet, 26 Ağustos 2012.
SANDER, Oral: Siyasi Tarih 1918- 1994, Ankara 1998.
ŞENOL, Cem: AİHS Hükümleri ve AİHM Kararlarının Devletlerin Egemenlikleri Üzerindeki Etkisi, Yalova Üniversi-
tesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2012/1, s. 259-280.
ŞİMŞEK, Suat: Türk Hukukunda ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Mülkiyet Hakkı, Ankara 2011.
ŞİMŞEK, Suat: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatlarında Kamu Yararı Kavramı ve Devletlerin Takdir Hak-
kı, Adalet Dergisi, Yıl: 2012, Sayı: 42, s.177-201.
Oturum Yürütücüsü - Sayın Dayıoğlu’na değerli katkıları için bizler de teşekkür ediyoruz.
Oturumumuzun ikinci konuşmacısı Prof. Dr. Yücel Sayman. Kendisi aynı zamanda uluslararası
hukuk alanındaki birikimiyle de kamuoyunda yakından bilinen bir isim. Yine de kısaca özgeçmişini
sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yücel Sayman, İstanbul Üniversitesinde hukuk öğrenimini tamamladı. Uluslararası hukuk ala-
nındaki doktorasını Fransa’da, Strazbourg Üniversitesinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hu-
kuk Fakültesi, İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve hâlihazırda da Medipol Üniversitesi
Hukuk Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. İstanbul Barosu Başkanlığını 1996-2002
yılları arasında yürüttü.
Kendisi, “Yabancılara Mülk Satışının Hukuki ve Siyasi Boyutları” başlıklı bir sunuş yapacak.
Buyrun Sayın Sayman.
322
YABANCILARA MÜLK SATIŞININ HUKUKİ VE SİYASİ BOYUTLARI
Prof. Dr. Yücel Sayman
Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Teşekkür ediyorum.
Trafik son derece yoğundu. 2.5 saattir filan Beyoğlu’ndan buraya gelmeye çalışıyorum. Onun
için, geç kalmamı bağışlayın. Daha erken gelip dinlemek de isterdim.
Ben sizi fazla yormayacağım. Aslında konunun hukuki boyutuna girdiğiniz zaman, bir sürü
tartışmalar olan, bir sürü kanun değişiklikleri olan, değişik kanunlara girdiğiniz zaman upuzun bir
makale yazabileceğiniz bir alan; ama ben, herkesi ilgilendiren çok temel yasalardaki durumu fazla
ayrıntısına girmeden, kısaca açıklamaya çalışacağım. Ondan sonra tartışmalarda sorular sorulursa
daha derinine inebiliriz.
Yabancıların Türkiye’de taşınmaz edinmelerini bir yabancı gerçek kişiler, bir de tüzelkişiler açı-
sından incelemek gerekiyor. Gerçek kişiler bakımından şimdiye kadar bir mütekabiliyet vardı, yani
deniliyordu ki, “Bir yabancının Türkiye’de mülk edinebilmesi için, mal satın alabilmesi için, o kişinin
ülkesinde de Türk vatandaşlarının taşınmaz mal satın alabiliyor olmaları gerekir.” Bu, epey sorunla-
rı olan, tartışılan bir şeydi. Özellikle mütekabiliyet şartının asla gerçekleşmeyeceği ülkeler vardı;
Suudi Arabistan gibi, Katar gibi, Bahreyn gibi vesaire. Halbuki onlar Özal döneminde Türkiye’den
mal satın almak istiyorlardı, özellikle zengin olan kesimleri. Hatırlarsanız, Sevda Tepesi bir Katar
şeyhine mi, Suudi Arabistanlı mı ne birisine satılmıştı. O arada, kanundaki mütekabiliyet şartından
istisna tutulan ülkeler sayıldı Özal tarafından, genellikle Arap ülkeleri. Anayasa Mahkemesi müte-
kabiliyet açısından değerlendirerek, bunu iptal etti; ama o tarihte satın alınan, yani Bahreynlilerin,
Katarlıların ve Suudi Arabistanlıların satın aldıkları mallar onların mülkiyetinde kaldı. O zaman bir
döviz sıkıntısı vardı; bu satışların o döviz sıkıntısını giderdiği söylenir. Amaç da o döviz sıkıntısını
gidermekmiş.
Tapu Kanununun 35. Maddesi belirlemiş, mütekabiliyet yok; ama hangi ülke vatandaşlarının
taşınmaz mal satın alabileceklerine ilişkin bir düzenleme var. Bakanlar Kurulu, hem uluslararası
ilişkileri, hem de ülke menfaatlerini dikkate alarak, isim isim hangi ülke vatandaşlarının Türkiye’de
taşınmaz satın alabileceklerini belirliyor. Bakanlar Kuruluna böyle bir yetki verilmiş. Ancak, o Ba-
kanlar Kurulunun bu söylediğim temelde belirlediği ülke vatandaşları Türkiye’de taşınmaz mal
satın alabilirler. Ancak, mal satın alırken belirli yasal düzenlemeler var, o yasal düzenlemelere geti-
rilmiş sınırlamalar var; bu sınırlamalara uyarak satın alması gerekiyor. 35. Maddede getirilmiş olan
sınırlamalar var. Yabancının edindiği bu taşınmazların yüzölçümü ülke genelinde 30 hektarı geç-
meyecek. Bakanlar Kurulu bunu isterse 2 katına çıkartabiliyor. Burada hangi ölçütlere göre çıkar-
tılıyor belirlenmiş değil. Yani bir takdir hakkı verilmiş, bu takdir hakkıyla 2 katına, yani 60 hektara
kadar çıkartabilir.
Ölçümle ilgili ikinci bir sınırlama ise, bu taşınmazı hangi ilin ilçesinde satın alıyorsa, o ilçe yü-
zölçümünün de yüzde 10’dan fazlasını satın alamaz. Ölçüm bakımından böyle bir sınırlama geti-
rilmiş. Ancak, yine Bakanlar Kurulu, hangi ülke vatandaşlarının taşınmaz mal edinebileceklerini
belirlerken, aynı şekilde, süre bakımından, oran bakımından, ölçüm bakımından, miktar bakımın-
dan, coğrafi bakımdan da, bölge bakımından da her zaman belirli sınırlamalar getirebilir. Kanun
tarafından bu yetki Bakanlar Kuruluna verilmiş. Bu temelde alabiliyorlar. Yani miktar olarak şu anda
323
30 hektar, Bakanlar Kurulu 2 misline çıkartırsa 60 hektardan fazla olmamak koşuluyla, hangi ilçede
satın alıyorlarsa onun da yüzde 10’unu geçmemek koşuluyla rahatça alabilirler.
Burada yasak getiren, sınırlama getiren kanunlardan bir tanesi de 2565 sayılı Askeri Yasak Böl-
geler ve Güvenlik Bölgeleri Yasası var; oda bir yasak getiriyor. İki bölgeye ayırmış. Bu, 2007 sayılı
Kanunda da vardı eskiden. İki bölgeye ayırmış. Birinci bölgelerden bir tanesinde, buraya yabancı-
lar izinle girebilirler, izinle oturabilirler; ama bildiğim kadarıyla taşınmaz alamıyorlar orada. Buna
mukabil, ikinci bölgeye zaten giremezler, oturamazlar ve çalışamazlar. Yani bu Askeri Bölgeler ve
Güvenlik Bölgeleri Yasası, diğer koşullar yerine gelmiş olsa bile, eğer bu bölge içindeyse, yabancı-
ların herhangi bir yer satın almasına engel.
Pratikte bu yeni bir düzenlemeyle, bu bölgelerin hangileri olduğunu Genelkurmay tespit
edecek koordinatları ve yerleriyle birlikte ve bunları Milli Savunma Bakanlığına verecek. Güvenlik
bölgeleri bakımından ise yine bunlar yerleri ve koordinatlarıyla tespit edilip İçişleri Bakanlığına
verilecek, Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı bunları Çevre ve Şehircilik Bakanlığına göndere-
cek, yani tapu ve kadastroların genel olarak bağlı olduğu bakanlık Çevre ve Şehircilik Bakanlığına
gönderecek. Ama 1 yıl süre verilmiş. Temmuzda yürürlüğe girdi bu Yasa. Demek ki, önümüzdeki
temmuza kadar bu yerlerin koordinatları vesaire belirlenerek tapular ellerinde olmuş olacak. Ya-
zışma yapmadan kendileri bakıp karar verebilecekler. Bu 1 yıl süre için ise ya Genelkurmaya ya da
bölgenin olduğu yerdeki komutanlıklara yazı yazılarak, yabancılar bakımından bir engelin olup
olmadığı soruluyor, ona gelen cevaba göre veriliyor. Yalnız, uygulamada bir şeye rastladım. Ka-
nunda yerini bulamadım, ama uygulamada böyle bir şey yapıyorlar. Eğer alınacak taşınmaz arsa
niteliğindeyse ya da tarla niteliğindeyse, bir de ayrıca Tarım İşleri’ne soruyorlar, Tarım İşleri vilayete
soruyor, vilayet Tarım Bakanlığına soruyor. Yani yabancılar açısından bezdirici görünen bu işlemle-
rin ortadan kalkması bakımından, 1 sene sonra kadastronun elinde bu askeri bölgeler ve güvenlik
bölgeleri içinde bulunan gayrimenkullerin o bölgelerin koordinatları, yerleri belirlenmiş olacak. O
zaman bu yazışmalara gerek kalmayacak.
Bir engel de Mukabele-i Bilmisil Kanunu var; yani eğer bir ülkede Türk vatandaşlarının gay-
rimenkullerine el konulmuşsa ve onların mal almaları yasaklanıyorsa siyasi olarak yapılan bu
şeye karşı, bu Mukabele-i Bilmisil Kanunu uygulayarak, Bakanlar Kurulu da aynı şekilde o ülke
vatandaşlarına sınırlama getirilebilir. Benim bildiğim, 1927 tarihli ve 62 sayılı bu Kanun şimdiye
kadar Arnavutluk, Lübnan, Suriye, Bulgaristan ve Yunanistan vatandaşlarına karşı konulmuştu.
Yunanistan’la 1988’de kaldırılmıştı. Herhalde yeni şeylerden sonra, Arnavutluk ve Bulgaristan’la
ilgili olarak da kaldırılmıştı.
Tüzelkişilere gelince, tüzelkişileri ikiye ayırmak gerekiyor yabancılık unsuru bakımından; bir
yabancı ülkelerde kurulan tüzelkişiliği olan ticari şirketler, bir de Türkiye’de yabancı sermayeyle
kurulan şirketler. Yani bir, şirketin kendisi yabancı bir ülkede kurulmuş ve bir Türk şirketi değil; öbü-
rü bir Türk şirketi, Türkiye’de kurulmuş, ama yabancı sermayeyle kurulmuş. Bu yabancı ülkelerde
kurulan şirketler açısından, bu Kanunun kapsamına girmesi için, Tapu Kanununun 35. Maddesinin
3. Fıkrasına girebilmesi için, ticari şirketin o yabancı ülkede o ülke kanunlarına göre kurulmuş ol-
ması lazım; yani kuruluş esasını dikkate almış burada. Sonra yine o ülke kanunlarına göre tüzel-
kişilinin olması lazım. Üçüncüsü de, bir ticaret şirketi olması gerekiyor. Eğer bu vası"ara haizse,
35. Madde arazi satışlarıyla ilgili bir düzenleme getirmemiş, sadece özel kanunlar çerçevesinde
taşınmaz malları alabileceğini söylemiş. Yani Tapu Kanununda bunlarla ilgili bir düzenleme yok,
özel kanunlara bakmak gerekiyor her biri için teker teker. Onların taşınmaz mal edinip edinemeye-
cekleri konusunda bilgi edinebilmek için, Petrol Kanununa, Maden Kanununa, Endüstri Bölgeleri
324
Kanununa, yatırım bölgeleri kanunlarına, Doğrudan Yabancı Sermaye Kanununa, Turizmi Teşvik
Kanununa, Bankacılık Kanununa vesaire bu kanunlara bakıp aramak lazım. Bu kanunlardan en
önemlilerinden Maden Kanuna göre, zaten yabancı gerçek ve tüzelkişiler arazi satın alamıyorlar.
Zaten bu Petrol Kanunu, Turizmi Teşvik Kanununda filan mülkiyetten çok, o arazinin kullanılması,
yani işletme ruhsatının verilmesi, o şirketin kurulmasına ya da burada faaliyet göstermesine izin
verilmesi ve kullanacağı arazide irtifak haklarının, kullanım hakkının bulunmasına bakılıyor; satın
almasıyla, mülkiyetiyle ilgilenmiyor fazla, mülkiyetine de teşvik etmiyor satın almaları konusunda.
Bir tek Petrol Kanununda, belirli alanlarda eğer petrol aramasını yaptığı arazinin özel mülkiyeti
varsa, özel mülkiyetse, özel bir kişiyse, onunla anlaşarak satın alabilir. Bir tek Petrol Kanununda
bu var. Turizmi Teşvik Kanununda da, turizm merkezlerinde yabancılar taşınmaz mal satın almak
istedikleri zaman, yani turizm bölgesinde ya da ilan edilen turizm alanlarında taşınmaz mal sa-
tın almak istedikleri zaman, o zaman, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı,
Maliye Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünden
temsilcilerden oluşan bir kurul bu talebi inceliyor ve o talebi inceledikten sonra teklifte bulunuyor.
Bakanlar Kurulu karar verirse, bu alanlarda da bu şirketler taşımaz satın alabiliyorlar.
Yabancı sermayeyle Türkiye’de kurulan şirketlere gelince; yani Türkiye’de Türk kanunlarına
göre kurulan, ama sermayesi yabancı ülkeden getirilmiş olan şirketlere gelince, Tapu Kanununun
36. Maddesi bu şirketleri saymış. Yalnız, 36. Maddede tüm yabancı sermayeli şirketler sayılmamış.
O kapsamda olabilmesi için, Türkiye’de Türk kanunlarına göre kurula şirketin yabancı ülke vatan-
daşları kurmuş olacak, gerçek kişiler ya da yabancı ülkelerin kanunlarına göre kurulmuş tüzelki-
şiler hissedarlardan biri olacak ya da uluslararası kuruluşlar olacak; ama bunların hisse oranları
yüzde 50 ya da daha fazla hisseye sahip iseler ya da yönetim hakkına haiz kişilerin çoğunluğunu
atayabilme ya da görevden alabilme yetkilerine haiz iseler. Bunlar Türkiye’de kurulu tüzelkişili-
ğe sahip şirketler olarak sayılı ve bu şirketler de ana sözleşmelerinde belirtilen faaliyet konularını
yürütebilmeleri için gerekli ve onunla sınırlı olarak taşınmaz mülkiyeti edinebiliyorlar. Diğerleri
bütün diğer Türk şirketlerinin tabi olduğu rejime tabi.
Bu düzenlemenin uygulanmadığı ya da başka türlü uygulandığı yerlere gelince, mesela rehin
varsa, borç ödenmediği zaman, rehinin paraya çevrilmesi yoluyla eğer bir taşınmaz satışa çıkartıl-
mışsa, onu da satın alabiliyorlar. Burada bir tartışma var. Yeni bir kanun olduğu için, acaba bizzat
kendi lehine rehin kurulmuş bir taşımaz satıldığı zaman onu mu alabilir; yoksa, herhangi bir taşın-
maz, üzerinde rehin vardır, rehinin paraya çevrilmesi yoluyla bu satılıyorsa, herhangi bir taşınmazı
da bu yoldan alabilir mi, Kanun buna bir açıklık getirmemiş, düzenlememiş. Sanki hepsini alabilir-
miş gibi geliyor; ama başka yollara da baktığınız zaman, mesela ipotekle ilgili düzenleme, ipoteğin
paraya çevrilmesini ancak ipotek sahibi kendisiyle alabiliyor İcra İ�as Kanununa göre. Demek ki,
bunun da yorumunu, “Sadece kendi lehin rehin kurulmuş bir taşınmaz satılıyor ise, onun mülkiyetini
satın alabilir” şeklinde anlamak gerekir diye düşünüyorum; yoksa, herhangi bir taşınmazın rehinin
paraya çevrilmesi yoluyla satılması halinde değil.
Sonra yine şirketlerin birleşmesi, bu şirketin birleşmesi ya da bölünmesi kapsamında bir ta-
şınmaz paylaşılıyorsa, onları da edinebilirler. Bankacılık Kanununa baktığımız zaman da, bankalar
alacaklarından dolayı, satışa çıkan taşınmazları alacakları için satın alabilirler; ama onlara da tüm
bankalara uygulanan unsurun uygulanması gerekir. Belirli bir süre içinde ellerinden bu taşınmaz-
ları çıkarmaları gerekir, yani uhdelerinde bırakmamaları gerekiyor.
Özel kanunları da yeri gelmişken özetle söyleyelim. Maden Kanunu, Petrol Kanunu, Turizm
Endüstrisi Teşvik Kanunu, esas olarak yabanı şirketlerin mal almaları üzerine kurulmuş bir sistem
325
değil; irtifak haklarının kurulması. Ama istisnai durumlarda, belirli durumlarda Bakanlar Kurulu ka-
rarıyla, mesela Petrol Kanununda, özel malikle anlaşmaları halinde satın alabiliyorlar; ama Maden
Kanununa göre, madenlerin olduğu yeri satın alamıyorlar. Burada sadece işletme faaliyetinde bu-
lunma, ruhsat alma, çıkartma gibi faaliyetler için alırken, o taşınmaz üzerinde irtifak hakları olmuş
oluyor, kullanım hakları olmuş oluyor, onlar güvence altına alınıyor. Yoksa, mülkiyetle ilgili olarak
çok üzerinde durulan ve şimdiye kadarki hükümetler tarafından da, yasa koyucu tarafından da
istenilen bir durum değildi.
Sizi daha fazla sıkmak istemiyorum bu hukuk maddeleriyle.
Petrol, turizm filan gibi alanlar dışında, yabancıların Türkiye’de taşınmaz mal satın almalarının
siyasi olarak ne bakımdan sakıncalı görüleceği... Elbette eleştirileri biliyorum, ama ben çok o eleş-
tirilerden yana değilim. Yani tartışmaları biraz açmak için söylüyorum. Ama sözü sizlere bırakmak
istiyorum.
Oturum Yürütücüsü - Sayman’ın bıraktığı noktadan ben de sözü sizlere bırakayım. Her türlü
sorunuz, değerlendirmeniz ve katkınız bizler için önemli.
Buyrun Ahmet hocam.
Prof. Dr. Ahmet Aksoy : Değerli konuşmacılara teşekkür ederim bu çok değerli açıklamaları
için.
Benim basit bir sorum var. Yabancı özel kişinin taşınmaz alımında yüzölçümü kısıtlaması oldu-
ğunu söylediniz. Tabii, taşınmaz olunca, arsa olabilir, arazi olabilir ya da bina olabilir. Bu miktar tüm
bu 3 çeşit taşınmaz için de geçerli olur mu; yoksa, mesela arazi alacaksa başka bir kısıtlama, arsa
alacaksa başka bir kısıtlama mı olabilir?
Teşekkür ediyorum.
Oturum Yürütücüsü - Buyrun.
Doğan Demircioğlu - Biraz önce, ilçelerde yüzde 10 denildi bir kişi için. Yanlış mı anladım, onu
soruyorum. Acaba o yüzde 10 bir kişiye mi verilecek, kota mıdır o yüzde 10? Kota olması gerekir.
Eğer bir kişiden fazla kişi alabilecekse, yüzde 100 olur, bütün ilçeyi satın alır. Bir ilçede alabileceği
en fazla miktar, o alanın yüzde 10 dediniz ya, bir kişi içinse bu, o alır, hepsini bitirir, bir dahaki gelen
alamaz. Tam anlayamadım bunu.
Oturum Yürütücüsü - Sorunuz için teşekkürler.
Buyrun.
Nejat Sılalı - Ben de yabancıların meralara güneş enerji sistemleri kurma çalışmalarını duyuyo-
rum. Meraların satılmadığını da biliyoruz. Acaba cins değişikliği mi yapacaklar?
Bir de Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünden katılan konuşmacımıza LİHKAB’ların durumunu
sormak istiyorum.
Oturum Yürütücüsü - Soru sormak isteyen ya da değerlendirmeleriyle katkı sunmak isteyen
başka katılımcımız var mı?
Buyrun.
326
Alişan Çalcalı - Özellikle yeni çıkan Türk Ticaret Kanununda belirtildiği gibi, yabancılar
Türkiye’de şirket kurabiliyorlar ve sınır kaldırılarak, şirket kanalıyla sonsuz mülk edinebiliyor diye
hafızamda kaldı. Doğru mudur?
Oturum Yürütücüsü - Sanıyorum başka bir soru ya da değerlendirmeyle katkı sunacak katı-
lımcımız yok.
Sırasıyla sözü konuşmacıyla bırakayım.
Buyrun Sayın Dayıoğlu.
Erdal Dayıoğlu - Bir arkadaşımız, “Mesken, bağ, tarla, bahçe tarzındaki taşınmazlar yönüyle ta-
şınmazların edinimi konusunda yabancıların bir sınırlaması var mıdır?” şeklinde bir soru sordular.
Önceki düzenlemede, imar planı sınırları içinde yer alan mesken niteliğinde olan taşımazların ya-
bancı gerçek kişiler tarafından edinilmesi söz konusuydu. Son yapılan düzenlemede, taşınmazın
cinsi, niteliği yönüyle böyle bir ayırıma yasal düzenlemede yer verilmemiştir Bu nedenle herhangi
bir cins, nitelik kısıtlaması bulunmadan, yabancı gerçek kişilerin taşınmaz edinebileceğini söyle-
me imkânımız var.
İkinci olarak, “İlçe bazında yüzde 10 olan sınırın uygulanmasında yabancıların tamamı mı söz
konusu; yoksa, münferit olarak her bir yabancı gerçek kişi için mi bu sınırlamayı göz önünde bulun-
duracağız?” şeklinde bir tereddüt var sanıyorum. Bununla ilgili olarak da ilçe bazında özel mülki-
yete konu yüzölçümünün yüzde 10’unu geçmemesi şartı, o ilçe içerisinde tüm yabancılar için söz
konusu; yani o ilçe üzerinde taşınmaz edinecek olan yabancıların tümü için yüzde 10 sınırı söz
konusu. Dolayısıyla bunu bu şekilde düşünmek gerekiyor.
Mera Kanununda, yabancıların meralardan yararlanmasına yönelik bir hüküm yok. Bu neden-
le özel kanun hükümleri çerçevesinde meralarda bu tür kullanım haklarının sağlanması şu anda
mümkün görünmüyor. Bunu söylemek mümkün.
En son olarak da bir arkadaşımızın, “Genel Müdürlükten gelmişsiniz. Dolayısıyla LİHKAB’ların du-
rumu ne olacak?” şeklinde bir sorusu vardı. LİHKAB’la ilgili yargısal süreçler devam ediyor. Bu yar-
gısal süreçlerin bir kısmı tamamlandı, bir kısmı devam ediyor. Bu aşamada, mevcut haliyle yeni bir
sınav yapılması düşüncesi söz konusu değil. Benim buradaki açıklamalarım da resmi bir açıklama
değil; çünkü ben de hizmet süremi tamamladıktan sonra kurumdan ayrıldım, emekli oldum. Ama
yeni bir sınav yapılma düşüncesi yeni düzenlemeler sonrasında, bundan sonraki süreçte düşünü-
lüyor. Cevap verebildim mi, bilemiyorum.
Teşekkür ediyorum.
Oturum Yürütücüsü - Teşekkür ederiz değerlendirmeleriniz için.
Buyrun Sayın Sayman.
Prof. Dr. Yücel Sayman - Birincisinde, bu yüzölçümüyle ilgili olarak, arsa, nitelik bakımından,
cins bakımından farklılıkla ilgili bir şey sorulmuştu. Kanunda böyle bir farklılık yok, ama Bakanlar
Kurulu isterse böyle bir farklılık getiren düzenleme çıkartabilir. Bakanlar Kuruluna o yetki verilmiş.
Ama böyle bir şey yok şu anda.
Meralar üzerine güneş enerjisinden bahsetmişti bir arkadaşımız. Meralar üzerinde kimse bir
şey yapamaz. Ama şöyle bir uygulama var: Mahkeme kararıyla mera vasfını kaybettiğine karar
verilirse Hazine’ye geçiyor. Hazine’nin mülkiyetine geçtiği zaman, mera vasfını kaybettirme ka-
327
rarı alındığı zaman, onu kiralayabiliyorlar ya da tahsis edebiliyorlar. Önümüzdeki uygulamalarda
bunun böyle olacağı anlaşılıyor. Bu mera vasfını kaybettirme kararı alınan yerleri, Hazine’ye ait
toprakları tahsis etmek, kiralamak yoluyla, hatta satabiliyorsa satmak yoluna gidebilecek; ama sa-
tıştan çok, kiralama ve tahsis etmekten yararlanabilecekler diye düşünüyorum. Yabancılar şirket
kuruyor, ama ancak kendi faaliyetleriyle ilgili olarak satın alabilirler. Sermayesi yüzde 50’nin üze-
rinde ise ya da o şirket yöneticilerini atama veya görevden alma yetkisine sahipseler yabancılar, o
zaman ancak faaliyetleriyle ilgili sınırlı...
Prof. Dr. Erol Köktürk - Biliyorsunuz, 31.12.2011 tarihiden önceki muhdesatları tasarruf eden-
ler, eğer tutanaklara geçtiyse ve tapu kütüğünün beyanlar hanesine yazıldıysa, zaten hak sahip-
likleri sürecek; ama tespit edilmemiş bölgelerde de 31.12.2011 tarihinden sonra da bu çalışmalar
devam edecek. Onun için önü açık kaldı bu sürecin, onu söylemek istiyorum.
Oturum Yürütücüsü - Teşekkür ederiz katkılarınız için.
Arazi Yönetimi Günleri kapsamında bugünkü oturumlarımız sona erdi. Güzel bir akşam geçir-
menizi diliyoruz. Yarın sabah oturumuyla etkinliğimizin son günü devam edecek.
Hepinize iyi akşamlar.
TÜRKİYE’DE YABANCILARA TOPRAK SATIŞI: TARİHSEL BİR DEĞERLENDİRME *
Emel Karakaya
İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
1923 senesi, Türkiye Cumhuriyet’i için yeni bir miladın başladığı tarihtir. Cumhuriyet’in kurul-
masından sonra, zilyetlik sistemin mülkiyete dönüşümü ile toprak varlıksal olarak da nitelik de-
ğiştirmiştir. Denilebilir ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile Anadolu toprakları onursal, top-
lumsal ve ulusal bir varlık kazanmıştır. Toprak, salt harita üzerinde çizilmiş sınırlar ile uluslararası
alanda kabul kazanmış bir devletin tanımlanma biçimi değil, ekonomik (ve dolayısıyla politik) ola-
rak yetkinlik kazandıran bir varlıktır. Bu bağlamda değerlendirilecek olursa toprak; bir devletin ve
milletin varlığının temellendiği soyut ve somut varlıkları temsil etmektedir.
Türkiye Cumhuriyetinde toprak kavramı 1980’li yıllara değin devletin temel varlıklarından ka-
bul edilmiştir. Ancak 1980 yılı ile başlayan dönem sonrası toprak el değiştirmeye başlamıştır ve
özellikle 2003 senesi sonrası “Yabancılara Toprak Satışı” kavramı sıkça gündeme gelmiştir. 2012 yı-
lında yürürlüğe girmiş olan 6302 sayılı “Tapu ve Kadastro Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin
Kanun” ise yabancılara toprak satışı konusunu farklı bir boyuta taşımıştır.
Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de Yabancılara toprak satışı konusunu tarihsel olarak, hukuksal
olarak ve planlama bağlamında incelemektir. Çalışmada, yabancılara taşınmaz satışının tarihsel
evrimi ve doğrudan ya da dolaylı olarak konunun kapsamındaki yasal düzenlemeler ele alınmıştır.
328
Tarihsel süreç içerisinde değişen satışlar rakamsal olarak değerlendirilmiş ve TAKBİS (Tapu Kadast-
ro Bilgi Sistemi) verileri ile karşılaştırmalar yapılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Toprak Kavramı, Yabancılara Taşınmaz Satışı, Karşılıklılık İlkesi
1. KENT PLANLAMA, TOPRAK KAVRAMI VE BOYUTLARI
Türkiye’de kent planlama üç temel araca sahiptir; Kamulaştırma, 18. Madde diye bilinen 3194
SAYILI İmar Yasasının 18. Maddesi ve Kamu Arazilerinin planlamada kullanılması. Bu üç temel aracı
da incelediğimizde, açıkça görülür ki, planlama alanında toprak salt bir mülkiyet meselesinin öte-
sindedir. 1980’li yıllarda kamu arazilerinin ve kamu yatırımlarının özelleştirilmesi ile başlayan sü-
reçte, planlama ve kamu açısından hayati öneme sahip olan topraklar bir anlamda kaybedilmiştir.
1980 yılını takip eden dönemde ve 2000 yılı sonrasında ise, kamu topraklarının kaybına ek olarak
“Yabancılara Toprak Satışı” konusu gündeme gelmiştir. Bugün Türkiye’de toplam 90280 1 adet ta-
şınmaz yabancı gerçek kişilere satılmıştır. Yabancı tüzel kişiler ve yabancı sermayeli şirketlerle ilgili
bilgilere ise ayrıca erişmek mümkün değildir 2.
Şekil 1: Kentsel Planlama, Toprak Kavramı ve Boyutları
Kaynak: Keleş (2004), Boztosun (2010), Bakırcı vd. (2010), Günay (1999) verilerinden derlenmiştir.
Bu çerçevede, çalışmanın bu kısmında toprak kavramı kent planlaması açısından ele alınmıştır.
Planlamada tarımsal arazi kaybının doğurduğu sonuçlar ve getirim (rant) tartışılmıştır. Yabancı-
lara toprak satışı ile ilgili temel kavramlar hukuki boyut başlığı altında açıklanmış ve tartışılmış;
sosyal ve ekonomik boyut başlığında yabancılara toprak satışı konusunun doğurduğu sosyal ve
ekonomik değişimler, özellikle kıyı kentlerinin gündelik yaşamında meydana gelen farklılıklar in-
celenmiştir.
329
KENT PLANLAMASI VE
TOPRAK KAVRAMI: TOPRAK
NEDEN ÖNEML D R?
HUKUK BOYUT SOSYAL VE
EKONOM K
BOYUT
“RANT” TARIMSAL ARAZ KAYBI
YABANCI KAVRAMI
TA INMAZ KAVRAMI
TA INMAZLAR ÜZER NDEK HAKLAR
KENT PLANLAMASI VE
TOPRAK KAVRAMI: TOPRAK
NEDEN ÖNEML D R?
HUKUK BOYUT SOSYAL VE
EKONOM K
BOYUT
SOSYAL VE
EKONOM K
BOYUT
KENT PLANLAMASI VE KENT PLANLAMASI VE
TOPRAK KAVRAMI: TOPRAK TOPRAK KAVRAMI: TOPRAK
NEDEN ÖNEMLNEDEN ÖNEML DD R?R?
KENT PLANLAMASI VE
TOPRAK KAVRAMI: TOPRAK
NEDEN ÖNEML D R?
BOYUTHUKUKHUKUK BOYUTBOYUTBOYUTHUKUK BOYUT
Gerçek Ki iler
Sermayeli irketler
Tüzel Ki iler
Arazi (Tarla) Kayna
Ba)
Mutlak Haklar
KEN KENTARIM
II I
1
2
1.1. KENT PLANLAMASI VE TOPRAK KAVRAMI
Kentsel mekanın değerlendirilmesinde, devlet karar verici ve belirleyici olmuştur. Kentsel ve
bölgesel anlamda bu belirleyicilik; altyapı yatırımları, konut sağlamak, arazi kullanım kararları
geliştirmek ya da yatırım bölgeleri belirlemek gibi eylemlere indirgenebilecek olsa da, devletin
esas olarak belirleyiciliği, mekana hükmedebilme kapasitesidir. Bu kapasiteyi belirleyen etmen
ise, mülkiyet ilişkilerini kontrol edebilme ve yönetebilme hâkimiyetidir (Günay: 1999). Planlama
alanında mülkiyetin temel organ olması ön kabulünden hareketle, mülkiyet ilişkilerinin kontrol-
süzlüğü yönetebilme hakimiyetinin kaybı ile tanımlanabilir.
Planlama aracılığıyla verilen kentsel gelişim kararları, o kentte arsaların ya da arazilerin eko-
nomik değerinde bir takım değişimlere neden olur. Kentsel İşlevlerin Gelişimi ile tarım toprakları
kentsel alana dönüşür. Kentsel alana dönüşen tarım topraklarında gerçekleştirilen kamusal hiz-
metler (yol, altyapı, yeşil alan vb.) bu toprakların arsa değerini arttırır (Keleş, 2006: 600). Kentsel iş-
levlerin ve kentin gelişimi ile arsa değeri artan topraklara talepte artar. Toprağı elinde bulundurma
istemi hem kamu sektörü tarafından hem de özel sektör tarafından talep edilir. Kamu sektörü ve
özel sektör tarafından istemi artan kentsel toprakların değeri de artar (Keleş, 2004: 600).
Şekil 2: Kentsel gelişme ve tarım arazileri üzerinde ki etkisi
Kaynak: Keleş (2004) verilerinden derlenmiştir.
- Toprak çoğaltılamayan ve taşınamayan bir varlık olduğundan, toprağı elinde bulundurmak
tekel niteliğinde bir ayrıcalık ve üstünlüktür.
- Arsa sahipliği üzerinde sıkı bir denetim vardır ve kentsel gelişme yönü (bilimsel ve nesnel ve-
riler doğrultusunda, özel arsa sahiplerinin siyasal baskıları olmadan) kamu yararınca belirlenebilir.
Şekil 3: Kentsel Planlamada Toprak Gereksinimi ve Toprak Sahipliği
Kaynak: Keleş (2004) verilerinden derlenmiştir.
330
ekil 2: Kentsel geli
KENKEN
T
KENTSEL KENTSEL
GELGEL ME YÖNÜME YÖNÜME YÖNÜGEL ME YÖNÜ
TARIMTARIM
ARAZ SARAZ S KENKEN
T
TARIMTARIM
ARAZ SARAZ S
KENTSEL KENTSEL KENTSEL
GEL MEMEGEL ME
II I
1.2. SOSYAL VE EKONOMİK BOYUT
Yabancılara toprak satışı konusu, Türkiye’de sosyal ve ekonomik açıdan bir çok değişimin te-
mel nedenlerinden olmuştur ve bir takım değişikliklere neden olması çeşitli göstergeler gereği
olasıdır. Duru (2003: 239), yabancılara toprak satışı konusunu da içine alan bir dizi değişiklikle ilgili
aşağıdaki yargıyı ileri sürmüştür:
“Ormanların özelleştirilmesi, sit alanlarının imara açılması, kıyıda özel mülkiyete yer verilmesi, ma-
den faaliyetlerinin bütün doğal ve kültürel alanlarda serbestleştirilmesi ve yabancı uyruklu kişilerin
ve yabancı ticaret şirketlerinin taşınmaz edinebilmeleri önündeki engellerin kaldırılması girişim-
lerini aynı bütünün birer parçası olarak görmek gerekir”.
Bu çerçevede değerlendirecek olursak, konuyu salt bir mülkiyet ve sosyo-ekonomik olarak
gelirlerin arttırılması ve turist kapasitesinde gelişme sağlanması biçiminde değerlendirmek indir-
gemeci olacaktır.
Yabancılara toprak satışı konusu, sanayide, tarımda ve turizmde mülkiyetin el değiştirmesi sü-
reçlerini kapsayan hem bir genel stratejik çerçeve ve yasal boyut değişimidir, hem de ekonomik
bağımsızlığa ilişkin değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Sanayide, Tarımda, Turizmde Mülkiyet
Sanayide Mülkiyet:
Kentsel Ekonomide farklı sektörlerin getirdiği görevdeşlik (sinerji) ve tamamlayıcılık saye-
sinde oluşan dışsallıklar mülkiyetin sahibine göre değişir. Örneğin, Gölcük’teki Ford fabrikasının
geliştirdiği stratejiler küresel bir ağa bağlıdır. O nedenle yan sanayi geliştirme kapasitesi ve bilgi-
nin yayılımı kabiliyeti daha azdır. Ancak ulusal sermayeli ve hatta devlet teşebbüsü olan sanayi
kuruluşlarının ürettiği çevresel katkı çok daha olumludur. Buna en iyi örneklerden biri Kore’deki
Kia fabrikası ya da Japonya’daki Toyota’dır. Aynı bakış açısıyla, Sümerbank teşebbüsünün 1930’lu
yıllarda Türkiye’de ürettiği kentsel mekan, üretim mekanları, toplumsal yapı, eğitim fonksiyonu
vb. bu durumun bir göstergesidir. Örneğin, Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası, Nazilli için salt bir
fabrika değil, sanatsal ve kültürel faaliyetlerin ve eğitim fonksiyonunun üretimin yanında sunul-
duğu ve üretildiği bir sanayi tesisidir. Aynı biçimde, Alpullu Şeker Fabrikası, zirai ve sanayi eğitim
görevini üstlenmiş ve bölgesel kalkınmada önemli rol oynamıştır.
Tarımda Mülkiyet:
Türkiye, 2003 senesi sonrasında yabancı özel kişiler yanında yabancı ticaret şirketleri ve dolaylı
olarak da olsa yabancı dernekler, vakı#ar ve cemaatler Türkiye’de tarım arazisi edinebilmektedir.
Ayrıca, Köy yasasının 87. maddesinin kaldırılmasını izleyen süreçte, köy sınırları içinde yabancıların
taşınmaz edinmeleri olanaklı hale gelmiştir (Tamer vd., 2010: 475). Bu kararlarla iki temel sorun
meydana çıkmıştır.
İlk olarak, bu kararlar ile Türkiye’nin stratejik bölgelerindeki tarımsal arazilerinde el değiştir-
mesi söz konusu olmuştur. Sınır bölgelerinde, GAP Bölgesinde, Hatay gibi stratejik illerde tarım
toprakları el değiştirmiş ve uzun vadede sonucunun ne olacağı bilinmeyen sorunlar ortaya çık-
mıştır. 1980-2004 yılları arasında arsa alanı olarak değerlendirildiğinde, toplam satışların %91.4’lük
kısmını Suriye vatandaşları almaktadır ve arsa- arazi sayısına bakıldığında da %37.35’lik bir pay ile
Yunanistan ilk sırada gelir (Tamer vd., 2010: 480). Bu durum göstermektedir ki, Türkiye’nin Kur-
tuluş savaşı öncesinden bugüne dek süregelmiş ve sınırlarla ilgili sorunlarının olduğu ülkelerin
331
satış oranları genellikle ilk sıralardadır. Özellikle GAP Bölgesi için Türkiye Cumhuriyeti tarafından
yapılan yatırımlar, sulama projeleri vs. düşünülecek olursa, devlet kaynaklarının toprak satışı yolu
ile el değiştirdiği de görülecektir. “10–11 Aralık 2009 tarihinde gerçekleştirilen Hükümetler arası Kon-
feransta Türkiye ile ‘çevre faslında’ müzakerelerin başlatılması için, Türkiye sınırını aşan sularda Avrupa
Birliğine uyumu kabul etti. Böylece Dicle ve Fırat havzaları ortak kontrol anlamında onaylandı” (Ka-
raman, 2010: 534). Tarımsal topraklarının verimliliği, Anadolu’nun stratejik konumu ele alınacak
olursa; tarımsal arazi kaybı meselenin en kritik ayağını oluşturmaktadır.
“2009 senesinde yapılan “Aginvesting” toplantısında OECD adına yapılan sunumda, iklim deği-
şikliği, gübre kirliliği, şehirleşme ve su kısıtları nedeniyle 2050 yılında tarım alanlarının azalacağına
dikkat çekilirken; nüfus artışına bağlı olarak gıda ve biyoyakıt ihtiyacının, gıda fiyatlarında ki yükselme
nedeniyle de açlığın artacağına dikkat çekilmiştir” (Akış ve Özkurt, 2010: 513). Benzer birçok toplan-
tıda dile getirilen ve her ülkenin bir gıda güvenliği stratejisi izlemesi konusunda uyarılar yapılmak-
tadır. Gıdanın sağlanabileceği yegâne kaynak topraktır. Açlık riskine karşın tarımsal toprakların
yabancılara satılması geri dönülmez sonuçlara neden olabilir.
Turizmde Mülkiyet:
2634 Sayılı Turizmi Teşvik Yasasının 8. Maddesinin E fıkrasına göre “Turizm Bölgelerinde ve Tu-
rizm Özeklerinde, Köy ve Tapu Yasalarının Yabancı Uyruklularla İlgili Sınırlayıcı Hükümleri Bakanlar
Kurulu Kararı ile Uygulanmayabilir” (Keleş, 2005: 628). Turizm kanalı ile ülkemize yerleşen ve mülk
sahibi olup mevsimlik olarak ziyarette bulunan yabancı uyruklu gerçek kişilerin ekonomik profili
üzerine geniş kapsamlı bir araştırma yapılmamıştır. Ancak,
-
dim, Kalkan...
Kıyı yerleşmelerinde tarımsal arazinin yazlık konutlara dönüşmesi ve tarım toprakları üzerinde
konut baskısı ile sonuçlanmıştır. Turizm yerleşmelerine ve 2. Konut Bölgelerine yerleşen emekli
yabancı uyruklu şahıslar yaygın olarak yatırım amaçlı mülk edinmektedir. Kayıt dışı turizm faa-
liyetlerinde bulunmaları, yerel halkın mülksüzleşmesine ve ülke ekonomisine zarar vermek-
tedir. Tek seferlik gelir için satılan taşınmazların bedeli, yabancılar tarafından, turizm yaparak sa-
dece 4 yıl içerisinde geri kazanılabilecektir (Keskinok vd., 2005).
Arsa rantına ilişkin bir denetim mekanizması olmadığı gibi, taşınmaz sahiplerinin kentsel geli-
şim ve planlama bağlamında yarattığı baskıya ilişkin bir önlem alınmamıştır.
Bursa 2. İdare Mahkemesi konuyla ilgili bir kararında:
“... Tarihsel süreç içinde topraklar üretkenliği nedeniyle kutsal olarak kabul edilirken, bunu koru-
mak bir ulusun onurudur ve kaybedilen toprak olmayıp temelde ulusal servettir. Çünkü doğal kaynak
olan toprakların üretimi sonsuz değildir...” (26.12.2006 tarihli ve E. 2005/1080, K. 2006/2562 sayılı
karar) biçiminde belirtilmiştir.
332
2. YABANCILARIN TÜRKİYE’DE TAŞINMAZ EDİNMESİ: TARİHSEL DEĞİŞİM
Çalışma 1980 öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bunun nedeni 1980 senesi son-
rasında özelleştirmeler dönemine girilmesi ve bunu takiben yabancılara toprak satışının bir sorun
olarak ortaya çıkmasıdır.
2.1. 1980 ÖNCESİ
2.1.1. Osmanlı Dönemi 3
Osmanlı döneminde ilk kez 1856 Islahat Fermanı ile yabancılara tanınan ayrıcalıklarla “yaban-
cılara toprak satışı” gündeme gelmiştir ve böylece yabancılara toprak satışının önü açılmıştır. An-
cak, bazı istisnai durumlar dışında, 1868 yılına değin yabancı kişilerin taşınmaz mal edinmeleri
mümkün olmamıştır. İlk olarak, 16.06.1868 tarihli Tebaa-i Ecnebiyenin Emlake Mutasarrıf Olması
Hakkında Geçici Yasa (İstimlâk Nizamnamesi ya da 7 Sefer Kanunu 4) ile aşağıdaki hükümlerce
yabancı gerçek kişiler toprak edinebileceklerdir:
- Yabancılar, Hicaz vilayetinde taşınmaz edinemeyeceklerdir (Stratejik bölgelerin satış dışı tu-
tulduğu anlaşılıyor).
- Yabancı bir devletin uyrukluğunu edinmek için Osmanlı uyrukluğundan çıkmış olanlar bu
Yasadan yararlanamayacaklardır.
- Yasanın ekindeki protokole katılmamış devletlerin uyrukluğundaki yabancılar, hiçbir şekilde
taşınmaz edinemeyecektir (Karşılıklılık Esası).
- Yabancılar edindikleri taşınmazlar söz konusu olduğunda, Osmanlı yargı sistemine tabi ola-
caktırlar.
19 Mayıs 1901 tarihinde “Duhuliye Nizamnameleri” ile bu yasa iptal edilmiştir. Ancak, Yasanın
çıkışını takip eden dönemde İzmir’deki verimli tarım arazilerinin 1/3’ü İngilizlerin eline geçmiştir 5.
1913 yılında yapılan düzenlemelerle yabancı şirketlerinde Osmanlı İmparatorluğunda taşın-
maz edinmesinin önü açılmıştır 6. Bu düzenlemeler ise 02.11.1914 günlü, Kavanin-i Mevcudede
Uhudu Atikaya Müstenit Ahkamın Lağvı Hakkında Yasa ile iptal edilmiştir.
2.1.2. Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yabancılara toprak satışı konusu ilk olarak Lozan Barış
Antlaşması ile 23 Ağustos 1923’de gündeme gelmiştir. 341 sayılı “ İkamet ve Selahiyeti Adliye Mu-
kavelenamesi” kanununun 1. maddesi ile yabancı gerçek kişilerin karşılıklılık esasına dayalı olarak
Türkiye’de taşınmaz edinimi kabul edilmiştir.
Bunu, 1934–1980 yılları arasında yapılan düzenlemeler izlemiştir. 29 Aralık 1934 tarihli 2644
sayılı Tapu Kanununun 35. Maddesine göre; “Tahdidi mutazammın kanuni hükümler yerinde kal-
mak ve karşılıklı olmak şartıyla yabancı hakiki şahıslar Türkiye’de gayrimenkul mallara temellük ve
333
-3
45
6
tevarüs edebilirler”. Ancak, yabancı gerçek kişilere tanınmış olan taşınmaz satın alma ve miras
yoluyla bırakabilme bir takım kısıtlamalara tabi tutulmuştur:
- Yabancıların ülkemizde edinebileceği alan 30 hektar ile sınırlandırılmış ve bu miktarı geçen
alanları edinebilmeleri hükümet iznine bağlı kılınmıştır (35. Madde).
- 442 sayılı Köy Yasası’nın 87. maddesi köylerde yabancıların taşınmaz edinimi mümkün bulun-
mamaktadır. Bu maddeye göre;
“Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetinde bulunmayan gerek şahıslar, gerek şahıs hükmünde olan cemi-
yet ve şirketlerin (eşhası hususiye ve hükmiye) köylerde arazi ve emlak almaları memnudur.”
- 1981 yılında çıkarılan 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yasası uyarınca;
birinci ve ikinci derece askeri yasak bölgeler ile güvenlik bölgelerinde yabancı uyruklu gerçek ve
tüzel kişiler taşınmaz edinemezler.
- Karşılıklılık 7 ilkesi esas alınmıştır. Yabancı uyruklu gerçek kişinin vatandaşı bulunduğu devlet
ile Türkiye arasında bir sözleşmenin bulunması, Tapu Yasasının 35. maddesi çerçevesinde karşılık-
lılığın gerçekleşmesi için yeterli değildir. Ahdi karşılıklılık da denilen ve kaynağını sözleşmeden
alan karşılıklılık, eylemli olarak böyle bir işlemin uygulanmakta olduğunu göstermez. Yabancı bir
devlet; Türk uyruklular için bazı sınırlamalar getirmiş ise (yer, miktar, cins, izin alma, ikamet yönün-
den), o devletin uyruklusu da ancak Türkiye’de aynı sınırlamalara bağlı olarak taşınmaz edinebilir.
3.2. 1980 SONRASI
1980 senesi sonrası yabancılara toprak satışı ile ilgili yasal düzenlemeler Tablo: 1’de görülmek-
tedir. Bu dönemde ve sonrasında sadece yabancı gerçek kişilerin değil, yabancı tüzel kişilerin ve
yabancı sermayeli şirketlerinde Türkiye’de taşınmaz edinmesi önündeki engeller kademeli olarak
kaldırılmıştır ve kaldırılmaya devam etmektedir. Bu kısımda, 1984, 1986, 2003, 2005 ve 2008 yılla-
rında yapılan yasal değişiklikler incelenmiştir.
2.2.1. 1980–2003 Yılları Arası
Bu dönemde, liberal politikaların benimsenmesi ile özelleştirme anlamında önemli adımlar
atılmıştır. Yabancılara toprak satışı konusunda 3209 sayılı yasa 1984 yılında, 3278 sayılı yasa ise
1986 yılında çıkarılmış ve iptal edilmiştir.
3209 Sayılı Yasa Ve İptali
Bu yasa ile:
- Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman Sultanlığı, Bahreyn ve Katar uyruk-
lu gerçek kişilerin karşılıklılık koşulu aranmaksızın Belediye sınırları içinde taşınmaz edinmeleri-
ne müsaade edildi.
- Tapu Kanununun 35 inci ve 442 sayılı Köy Kanununun 87 inci maddelerine birer fıkra eklendi.
Bu fıkralarla “hangi ülkelere…..mütekabiliyet şartının uygulanmayacağı”, “Hangi bölge ve il-
lerde kısıtlamalardan hangi ülkelere istisna tanınacağı” Bakanlar Kurulu‘nun yetkisine bırakıldı.
3209 sayılı yasa Anayasa Mahkemesi kararınca iptal edildi. Karara göre;
334
7
Toprak, devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlığın simgesidir.”
-
lığına güvenilemez. Yabancının her an kendi devletinin himayesinde olduğu dikkate alındığında
böyle bir yola başvurmanın devletlerarası çetin sorunları davet etmesi kaçınılmazdır.”
7 sefer 1284 (1868) tarihli Ka-
nunun çıkarılmasında Osmanlı Devleti‘nin o tarihlerde içinde bulunduğu sıkıntılar ve kapitülas-
yonlarla yabancıların himayesini üstlenmiş bazı batılı devletlerin etkisi yadsınamaz 8 ”.
335
-
8
KABUL YASA İPTAL İPTAL RESMİ İPTAL GEREKÇETARİHİ KARARI TARİHİ GAZETEDE KARARI VEREN YAYINLANMA TARİHİ
21.06.1984 3209 ANAYASA 24.08.1985 13.06.1985 E.1984/14 ANAYASAYA MAHKEMESİ K.1985/7 AYKIRILIK
22.04.1986 3278 ANAYASA 31.01.1987 09.10.1986 E.1986/18 ANAYASAYA MAHKEMESİ K.1986/24 AYKIRILIK: Karşılıklılık İlkesinden Ödün
19.07.2003 4916 ANAYASA 26.04.2005 14.03.2005 E.2003/70 ANAYASANIN MAHKEMESİ* K.2005/14 2., 7., ve 16. MADDELERİNE AYKIRILIK
29.12.2005 5444 ANAYASA 11.04.2007 E. 2006/35 ANAYASAYA MAHKEMESİ** K. 2007/48 AYKIRILIK
03.07.2008 5782 ANAYASA 12.05.2011 23.07.2011 Kanunun 1. MAHKEMESİ*** Maddesiyle Değiştirilen 2644 Sayılı
Tapu Kanununun 35. Maddesinde Anayasaya Aykırılık
* Bu yasanın 19. maddesi ile 2644 sayılı Tapu Yasasının 35. maddesi değiştirilmiştir. Ayrıca 442 sayılı Köy Yasası’nın 87. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır. Bu yolla köy sınırları içerisinde yabancıların taşınmaz mal edinmeleri olanaklı kılınmıştır.
** 5444 sayılı “Tapu Yasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa” Aralık 2005’te kabul edilmiştir. Bu yasa ile yabancılar, karşılıklı olmak ve yasal sınırlamalara uymak kaydıyla, Türkiye’de işyeri ve mesken olarak kullanılmak üzere, uygulama imar planı veya mevzii imar planı içinde bu amaçlarla ayrılıp tescil edilen taşınmazları edinebileceklerdi.
*** Anayasa Mahkemesinde esastan görüşülmektedir.
Tablo 1: 1980 senesi sonrası yabancılara toprak satışı ile ilgili yasal düzenlemeler
Kaynak: Özuğurlu (2010), Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu Raporu (2006), Mutluer ve Südaş (2005),
Ülkü (2006), Yomralıoğlu (2007) ve Yavuz ve Bıyık (2007) verilerinden derlenmiştir.
3278 Sayılı Yasa ve İptali
Tapu ve Köy Kanunlarının aynı maddelerinde tekrar değişiklik yapan 3278 sayılı Kanun ile ve
Bakanlar Kurulu kararıyla da; Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman Sultanlığı,
Bahreyn ve Katar ülkeleri ile bu ülkelerin uyruğunda bulunan gerçek kişilerin karşılıklılık ko-
şulu aranmaksızın Türkiye‘de taşınmaz satın alabilmelerine müsaade edildi. Böylece Türkiye‘de
karşılıklılık ilkesi aranmadan yabancı gerçek kişilerin ve yabancı ülkelerin taşınmaz edinmesi
sağlanıyordu. Bu yasa da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Anayasa Mahkemesi Kara-
rına göre:
“Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu
millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, Anayasada gösterilen hürriyetçi de-
mokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı ilkesiyle tüm kuruluş ve
kişilerin bu hukuk düzeni dışına çıkması engellenmiştir”.
2.2.2. 2003 YILI VE SONRASI
4916 Sayılı Yasa Ve İptali
Bu tarihe kadar, 1934 yılında çıkarılmış olan 2644 sayılı Tapu Kanununun 35. Maddesi geçerli-
dir. 03.07.2003 tarih ve 4916 sayılı Kanunun çıkarılması ile:
- Bu kanunun 19’uncu Maddesi ile Tapu Kanununun 35. maddesi tekrar düzenlenmiş (Ek 1), 36
Maddesi 9 yürürlükten kaldırılmış; içerdiği hükümler 35. maddeye aktarılmıştır.
- 442 sayılı Köy Kanununun 87’nci Maddesi tamamen yürürlükten kaldırılmıştır.
Bununla birlikte;
kanunlarına göre 30 hektar ile sinirli olmak üzere taşınmaz edinme hakki tanınmıştır.
Resim 1: Ankara Eryaman Göksu park Konutları ve 30 hektarlık Alan
Kaynak: Google Earth haritasından üretilmiştir
336
9
karşılıklılık koşulu kal-
dırılmıştır.
köy sınırları içerisinde de
taşınmaz edinimi mümkün hale gelmiştir.
Tüm yabancı ticaret şirketlerinin karşılıklı olmak ve kanuni kısıtlayıcı hükümlere uymak ko-
şuluyla Türkiye’de 30 hektarla sınırlı taşınmaz mal edinmeleri mümkün hale getirilmiştir. Yabancı
ülkelerde bu ülkelerin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri için karşılıklılık
koşulu kaldırılmıştır.
edilmiş, mevcut kısıtlamalara ek olarak kamu yararı ve ülke güvenliği bakımından bu maddenin
uygulanmayacağı yerleri belirlemeye yönelik Bakanlar Kuruluna yetki verilmiştir.
Bu yasa da Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir:
“Dava konusu maddedeki yabancılar lehine taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tesis edilmesinde
de kuşkusuz aynı Anayasal sakıncalar söz konusudur. Çünkü burada da tesis edilecek sınırlı ayni hak
süresinin çok uzun olması halinde mülkiyet hakkının kullanılmasından doğan sonuçlara benzer bir
duruma yol açacağı....”
“Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgür-
lükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasa‘ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Ana-
yasa ve hukukun üstün kurallarıyla bağlı, işlem ve eylemleri yargı denetimine açık, yasaların üstünde
Anayasa‘nın ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkelerinin bilincinde olan devlettir”.
“Dava konusu maddedeki yabancılar lehine taşınmaz üzerinde sinirli ayni hak tesis edilmesinde
de kuskusuz Anayasal sakıncalar söz konusudur” ifadesi kullanılmıştır.
5444 Sayılı Yasa Ve İptali
Tapu Kanununun 35. Maddesi yeniden değiştirilmiş ve aşağıdaki hükümler getirilmiştir.
sürekli nitelikte sınırlı ayni hakların toplam yüzölçümü 2,5 hektarı geçemez. Bu fıkrada belirtilen
koşullarla, yüzölçümü miktarını 30 hektara kadar artırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir.
koruma alanları, (ora ve fauna özelliği, stratejik ve askeri alanlar gibi alanlarda satış yapılmaması
ile ilişkilendirilmiştir. Bu alanların belirlenmesinde il yüzölçümünün binde beşini geçmemek kay-
dıyla Bakanlar Kurulu’nun yetkili kılınması esaslarını getirmektedir.
“Tapu Yasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa” yabancılara uygulama imar
planı veya mevzii imar planı sınırları içinde bu amaçlarla tescil edilen taşınmazları edinebilme
hakkı getirmiştir.
Anayasa Mahkemesi 35 maddede yer alan;
- Yüzölçümünü 30 hektara kadar arttırmaya Bakanlar Kurulunun yetkili olması,
- İl bazında edinilecek olan taşınmazların, il yüzölçümünün binde beşini geçmemesi esasla-
rını iptal edilmiştir.
337
Bu iptallerin gerekçeleri;
- İllerin coğrafi ve stratejik olduğu kadar yerleşim alanları ve konumlarıyla birbirinden farklı-
laşması
- Kimi illerin yerleşim alanlarının veya birçok ilçelerinin bahsedilen oran olan binde beşin al-
tında kalması
- İl yüzölçümleri hesabının ilin ormanlarının, dağlarının vs. kapsadığıdır.
2007/48 sayılı kararla iptal edilmiş olan bu yasa, 2008 yılında çıkarılmış olan 5782 sayılı yasa ile
yaklaşık olarak aynı konuları tekrar gündeme getirmiştir. Ancak bu tarihe kadar yapılmış satışlar
durumun ciddiyetini açıkça göstermektedir.
İller 1980-2004 2004-2008 1980-2008 1923-2010 Dönemi toplam Dönemi toplam Dönemi toplam Dönemi toplam taşınmaz sayısı* taşınmaz sayısı taşınmaz sayısı taşınmaz sayısı
Türkiye Toplamı 33254 51007 84261 90280
Toplam 33254 51007 84261 90280
Antalya 6834 18031 24865 28606
Muğla 3360 8978 12338 13648
İstanbul 7698 3731 11429 11267
Aydın 1690 6452 8142 11760
İzmir 3427 1725 5152 4942
Bursa 2835 774 3609 4997
Hatay*** 1266 746 2012 1662
Mersin 1004 898 1902 1844
Ankara 635 1104 1739 2002
Balıkesir 781 374 1155 953
Kocaeli 446 339 785 748
Yalova 461 258 719 865
Manisa 562 149 711 598
Kayseri** 19 553 572 1008
Mardin** 84 441 525 512
Adana 171 301 472 610
Tekirdağ 241 229 470 547
Nevşehir 165 303 468 620
Konya** 60 390 450 853
Sakarya 145 296 441 625
Kırşehir 6 418 424 656
Samsun 119 220 339 457
Kilis*** 311 1 312 10
Gaziantep 172 107 279 242
Edirne 117 89 206 248
Tablo 2: Dönemler İtibariyle Yabancı Gerçek Kişilerin Edindiği Toplam Taşınmaz Sayısındaki DeğişikliklerKaynak: Tamer vd. (2010) ve Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Verilerinden Derlenerek Karşılaştırılmıştır.
*100 satış ve üzerinin gerçekleşmiş olduğu iller**İkinci dönemde satış patlaması yaşayan iller***Kilis ve Hatay’da İl için belirlenen binde beş sınırı aşıldığından satışlar bu illerde durdurulmuştur.
338
Tabloda görülmektedir ki, karşılaştırmak için kullanılan verilerden 1923-2010 senesi aralığını
kapsayan ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünden alınan verilerde birtakım çelişkiler mevcuttur.
Örneğin, satışların binde beş sınırını aşması nedeni ile durdurulmuş olan Kilis ilinde, toplam on
adet satış yapıldığı bilgisi görülmekte ve bu bilgi Bayındırlık Bakanlığı verilerine dayanan ve Ta-
mer vd (2010) tarafından hazırlanmış olan tablodaki veriler ile uyumsuzluk göstermektedir. Bu-
radan, rakamsal verilerin en verimli ve hızla elde edilebileceği tek kurumsal kaynak olan Tapu ve
Kadastro Genel Müdürlüğü’nün konu ile ilgili sağlıklı verilere ulaşmamızda doğru kaynak olmadığı
anlaşılmaktadır. Ancak yine de bu verilere dayanarak çok genel bir takım yargılar elde edilebilir.
Yukarıdaki tablodan anlaşılmaktadır ki, Yabancı gerçek kişilere yapılmış olan satışların neredeyse
tamamı 1980 senesi sonrası yapılmıştır. 1980 senesi sonrası satışların ise en büyük dilimi kapsayan
kısmı 2004–2008 yılları arasında ki kısa zaman diliminde yapılmış olduğu açıktır.
Grafik 1: Dönemler Bazında Türkiye’de Yabancı Gerçek Kişilere Satışı Yapılmış Olan Taşınmaz Sayısı
Kaynak: Tamer vd. (2010) ve Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Verilerinden Derlenerek Karşılaştırılmıştır. Açıkça
anlaşılmaktadır ki, 2004- 2008 dönemi toplam satışların %56sını, 1980-2003 dönemi de %37’sini kapsamaktadır.
5782 Sayılı Yasa ve İptali
Bu yasa ile Yabancı Gerçek Kişiler Bakımından;
bu kanuna bir geçici madde eklenmiştir;
- Yabancı Gerçek Kişilerin ülke genelinde edinebileceği taşınmazlar ile bağımsız ve sürekli
nitelikte sinirli ayni hakların toplam yüzölçümü 2,5 hektarı geçemez. Bu fıkrada belirtilen koşul-
larla, yüzölçümü miktarını 30 hektara kadar artırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir.
- Yabancı uyruklu gerçek kişilere, karşılıklı olmak ve kanunî sınırlamalara uyulmak kaydıyla,
Türkiye’de işyeri veya mesken olarak kullanmak üzere, uygulama imar planı veya mevzii imar pla-
nı sınırları içinde bu amaçlarla ayrılıp tescil edilen taşınmazları edinebilmek olanağı getirilmiş-
339
tir. Ayrıca, sınırlı aynî hak tesisi de aynı koşullara bağlanmıştır (Daha önce sınırı binde beş olarak
sınırlandırmış ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 35. maddenin 7 numaralı fıkrasında
yer alan yabancı uyruklu gerçek kişilerin il bazında edinebilecekleri taşınmazlarla ilgili hüküm).
Yabancı Sermayeli Şirketler Bakımından;
- Yabancı uyruklu gerçek kişiler 35. madde hükümleri çerçevesinde , “Türkiye genelindeki 2,5
hektarlık” ve “ilçe bazında imar planlarına bağlı %10’luk” alan sınırlamaları dikkate alınarak kendi
adlarına doğrudan gayrimenkul tescili yaptırabilecekleri gibi yeniden düzenlenen 36. madde
hükümleri çerçevesinde Türkiye’de bir şirket kurarak ya da mevcut bir şirketin hisselerini dev-
ralarak “dolaylı” olarak (söz konusu şirket adına) gayrimenkul de edinebileceklerdir. Yabancı
uyruklu gerçek kişilere tanınmış olan şirket kurarak ya da mevcut bir şirketin hisselerini devralarak
gayrimenkul edinilmesi olanağı aynı zamanda yabancı uyruklu tüzel kişilere de tanınmıştır.
Bu düzenlemeler sonucunda kanunun iptali istemi ile Anayasa Mahkemesine gidilmiştir. Ana-
yasa Mahkemesinde Kanunun iptali ve yürürlüğünün durdurulması istenen hükümleri:
gerçek kişiler merkez ilçe ve ilçeler bazında, uygulama imar planı ve mev-
zii imar plan sınırları içerisinde kalan toplam alanların yüz ölçümünün yüzde onuna kadar kıs-
mında taşınmaz ile bağımsız ve sürekli nitelikte sınırlı ayni hak edinebilir. Bakanlar Kurulu, merkez
ilçe ve ilçelerin altyapı, ekonomi, enerji, çevre, kültür, tarım ve güvenlik açısından önemlerini dik-
kate alarak, bu orandan fazla olmamak kaydıyla farklı oran belirlemeye yetkilidir”
-
rütmek üzere taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinebilir ve kullanabilir. Bu şekilde edini-
len taşınmazların Türkiye`de kurulu bulunan bir başka yabancı sermayeli şirkete devrinde ve
taşınmaz maliki yerli sermayeli bir şirketin hisse devri yoluyla yabancı sermayeli hale gelmesi
durumunda da aynı esas geçerlidir.”
-
dar geçecek süre içinde, yabancı uyruklu gerçek kişiler Tapu Kanunun 35. maddesi hükümlerine
göre taşınmaz ve sınırlı ayni hakları edinebilir” biçimindedir.
Bu kanun, 2644 Sayılı Tapu Kanunu’nun 35. ve 36. maddelerine aykırılığı, Anayasa’nın 2., 7. ve
10. maddelerine aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir.
6302 Sayılı Yasa ve Kabulü
Bu yasa ile daha önce birden fazla olmak üzere ve Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmiş olan
hükümlerin bir kısmının kabul edilmiş olduğunu görmekteyiz. 2644 Sayılı Tapu Kanunu’nun 35.
ve 36. maddelerinde değişiklik önermiş ve karşılıklılık esasının kaldırılmıştır. Yabancı Gerçek Kişi-
lerin ülke genelinde edinebileceği taşınmazlar ile bağımsız ve sürekli nitelikte sinirli ayni hakların
toplam yüzölçümünü 2,5 hektardan 30 hektara çıkarmıştır. Ayrıca, “ülke menfaatlerinin gerektir-
diği hallerde” ise Bakanlar Kurulu bu miktarı 60 hektara çıkarabilmeye yetkili kılınmıştır. Bakanlar
Kurulu’nun bir diğer yetkisi ise, satış yapılacak olan ülkeleri veya ticari şirketleri belirleyebilecek
olmasıdır.
Bütün bunlara ek olarak, yasa, “yabancı ülkelerin kanunlarına göre kurulmuş ve uluslararası
kuruluşların yüzde elli veya daha fazla oranda hissesine sahip oldukları, Türkiye’de kurulu tüzel ki-
şiliğe sahip şirketler; taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinebilecek ve kullanabileceklerdir”
hükmünü getirmiştir.
340
3. SONUÇLAR VE ÇIKARIMLAR
Tarihsel olarak ve sosyo-ekonomik boyutu ile değerlendirildiğinde açıktır ki toprak salt bir
mülkiyet meselesi değil; bir hakimiyet unsurudur. Bu bağlamda memleket topraklarının satışı
konusu geniş kapsamlı bir denetlemeye tabi tutulması gereken bir meseledir. Toprağın yeniden
üretilemeyecek olması, toprak satışında belirlenen oranların bilimsel verilere ve detaylı analizlere
dayandırılması gerekliliğini göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 12’nci Maddesinde herkesin kişiliğine bağlı; dokunulmaz,
devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu ve l6’ncı Maddesinde, temel
hak ve hürriyetlerin yabancılar için milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilece-
ği açıklanmıştır. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, yabancılara toprak satışı ile ilgili olarak 1980
sonrasında gündeme gelmiş olan ilgili yasalar çeşitli çelişkiler oluşturmaktadır. Bunun yanında,
mesele ekonomik gelişim ve turizm gelirleri bağlamında ele alınacak olursa, Genellikle düşük eko-
nomik gelire sahip ve emeklilerden oluşan, Ege-Akdeniz kıyı kesimini talep eden bir sosyal profil,
ekonomik olarak kentlere ve kasabalara kazanım getirmemektedir. Aksine, kayıt dışı pansiyon-
culuk gibi aktivitelerle haksız rekabet yaratmaktadır. Dolayısıyla, yabancılara toprak satışı, gerek
bağımsız bölüm biçiminde olsun gerekse arsa biçiminde olsun ekonomik olarak kazanç değil yük
getirmektedir.
Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, yasa tekli�eri ve nihayet kabul edilmiş olan 6302 sayılı
yasa ile, sistematik olarak mülksüzleşme sürecinin temellerinin atıldığını söylemek yanlış olmaya-
caktır. Kentsel ve kırsal alanda, 60 hektarlık büyüklüklere varabilecek olan toprakların mülkiyetinin
kurumsal olarak el değiştirmesi, kentsel planlama alanında da bütüncül strateji geliştirmenin önü-
ne engel olarak çıkacaktır. Taşınmaz satışında, bir ülkeye mensup vatandaşların kümelenip küme-
lenmedikleri gibi bir bilgi ya da araştırma yapılmamış, TAKBİS (Tapu Kadastro Bilgi Sistemi) verileri
bu bağlamda bilimsel bilgi sunamamıştır. 2003 senesi sonrası yabancılara taşınmaz satışına ilişkin
veriler göstermektedir ki, bu tarihten itibaren yapılan düzenlemeler satışın boyutlarını ciddi oran-
larda arttırmıştır. Bu çeşit yasal düzenlemelerin, iptal edilene dek bile verdiği zararların boyutları
özellikle kıyı kesimlerinde gözlemlenebilen sosyal ve ekonomik değişimlerden anlaşılmaktadır.
Kaynakça
Bakırcı, S., Erdoğanaras, F. (2010) Yabancıların İkinci Konut Talebinin Fiziksel Çevreye Etkisi: Dalyan Örneği,
Toprak Mülkiyeti Sempozyum Bildirileri İçinde, Düzelti S. Bayramoğlu Uğurlu, Memleket Yayınları, Ankara, sf. 538-
551
Boztosun, Odman, A. N. (2010) Yabancıların Türkiye’deki Taşınmazlar Üzerinde Hakları, Toprak Mülkiyeti Sem-
pozyum Bildirileri İçinde, Düzelti S. Bayramoğlu Uğurlu, Memleket Yayınları, Ankara, sf. 457-473
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (2006) Yabancı Uyruklu Gerçek Kişiler İle Yabancı Ülkelerde
Kurulan Tüzel Kişiliğe Sahip Ticaret Şirketlerinin Türkiye Cumhuriyeti Sınırları İçerisinde Taşınmaz Edinmeleri Uy-
gulamalarına İlişkin İnceleme Raporu, http://www.scribd.com/doc/6329709/Cumhurbakanl-Denetleme-Kurulu-
Toprak-Sat-Raporu, 27.12.2010 tarihinde erişildi
Duru, B. (2003) Kronik: Doğal Kültürel Varlıklar ve AKP: Orman Alanlarının Satışı, Sit Alanlarının İmara Açılması,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Dergisi, 58/3, sf: 233–246.
Günay, B. (1999) Property Relations and Urban Space, METU Faculty of Architecture Press, Ankara
341
Karaman, S. (2010) Toprak Satışı ve Mayınlı Araziler, Toprak Mülkiyeti Sempozyum Bildirileri İçinde, Düzelti S.
Bayramoğlu Uğurlu, Memleket Yayınları, Ankara, sf. 525–538.
Keleş, R. (2005) Kentleşme Politikası, İmge Kitabevi, Ankara
Keskinok Ç., Özgönül N., Güçhan Ş.N. (2005) Kalkan’ın Gelişme ve Koruma Sorunları: Tehditler, Olanaklar ve
Çözüm Önerileri, Planlama Dergisi, sayı:31, sf:87-104.
Mutluer, M., Südaş, İ. (2005) Yabancıların Türkiye’de Mülk Edinimi: Coğrafi Bir Yaklaşım, Ege Coğrafya Dergisi,
Sayı: 14, İzmir, sf. 45-55.
Özuğurlu, Bayramoğlu, S. (2010) Toprak Mülkiyeti: Sempozyum Bildirileri, Memleket Yayınları, Ankara
Özuğurlu, Bayramoğlu, S., Kayıkçı, Yılmaz, M. (2010) Türkiye’de Yabancılara Toprak Satışı: Tarihsel Eğilimler, Toprak Mülkiyeti Sempozyum Bildirileri İçinde, Düzelti S. Bayramoğlu Uğurlu, Memleket Yayınları, Ankara, sf. 494-
510
Tamer, N., G., Aras, Erdoğan, F., Güzey, Ö., Yüksel, Ü. (2010) Türkiye’de Yabancı Gerçek Kişilere Mülk Satışının Dö-nemsel Farklılıkları Üzerine Çok Boyutlu Bir Değerlendirme, Toprak Mülkiyeti Sempozyum Bildirileri İçinde, Düzelti S.
Bayramoğlu Uğurlu, Memleket Yayınları, Ankara, sf. 473-493
Ülkü, H. (14.02.2006) Yabancılara Taşınmaz Satışında 4. Anayasa Meydan Savaşı, Cumhuriyet
Yabancı Gerçek Kişilerin Mülk Edinimi, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü internet sayfası
http://www.tkgm.gov.tr/yabancilar/, 22.12.2010 tarihinde erişildi
Yabancılara Toprak Satışında Yeni Yollar: Tapu Kanununda Değişiklik Yasa Tasarısı (2008) TMMOB Hari-ta Mühendisleri Odası Görüşü http://www.hkmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=4284&turu=R&sube=0,
25.12.2010 tarihinde erişildi
Uzun, B., Yomralıoğlu, T. (2007) Türkiye’de Yabancıların Taşınmaz Edinimi: Arazi Yöentim Bağlamında Bir İnce-
leme, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası 11. Türkiye Harita Bilimsel ve Teknik Kurultayı
Yabancı Gerçek Kişilerin Mülkiyet Edinimi (2010) Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü İnternet Sayfasıhttp://www.tkgm.gov.tr/yabancilar/, 19.12.2010 tarihinde erişildis
Yabancılara Toprak Satışı: Neoliberalizm Kıskacında TürkiyeToprakları (2006) TMMOB Harita Mühendisleri Odası Kitapçığı http://www.hkmo.org.tr/resimler/ekler/11EB_090409688550f3c_ek.pdf, 25.12.2010 tarihinde eri-
şildi
Yavuz, A., Bıyık, C. (2007) Türkiye’de Yabancıların Taşınmaz Mal Edinim Politikası ve Endişeler, TMMOB Harita ve
Kadastro Mühendisleri Odası 11. Türkiye Harita Bilimsel ve Teknik Kurultayı
342