Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
ADOM e-bülten
1
Editörden
Anadolu Üniversitesi Avrupa Birliği Araştırma,
Uygulama ve Dokümantasyon Merkezi
(ADOM) aylık dergisi olan ADOM e-bülten’in
Mart sayısını bir ay aranın ardından tekrar
sizlerle buluşturduk. Bu sayımızda her zaman
olduğu gibi sizlere ‘‘Türkiye - AB ilişkileri,
uluslararası ilişkiler, ekonomi, sağlık, edebiyat,
kronoloji, gibi birçok alandan yeni konulara
değinerek sizlere Mart sayımızı hazırlamış
bulunmaktayız.
Öncelikle ADOM Müdürü Sayın Hocam Özgür
Tonus’a destekleri ve ADOM e-bülten’e yapmış
olduğu katkıları için tekrar tekrar teşekkürlerimi
sunuyorum. Merkezimizde Müdür Yardımcılığı
görevine başlayan Sayın hocam Yar. Doç. Dr. Erhan
Akdemir’e de bir kere daha hoş geldiniz diyorum.
Özgür hocamız ve Erhan hocamızın da destekleri
ile ADOM e-bülten yeni sayılarını siz değerli
okuyucuları ile buluşturacak.
Ekip arkadaşlarımın hepsine yazmış oldukları
birbirinden güzel yazılar için tek tek ve tekrar
tekrar teşekkür ediyorum.
Şu anda ADOM’un internet sitesi üzerinden
(www.adom.anadolu.edu.tr) elektronik ortamda
ulaşılabilen e-bülten amatör bir ruhla, gönüllülerin
ortak girişimiyle oluşmuştur. Bu projeye destek
vermek isteyen, katkı sağlayabilecek tüm lisans ve
lisansüstü öğrencilerine ADOM e-bülten'in kapısı
açıktır.
Saygılarımla.
Fatih GÖKYILDIZ
İÇİNDEKİLER
EDİTÖRDEN ............................................................... 1
STRATEJİK AÇIDAN NORVEÇ VE AB –
NORVEÇ JEO-ENERJİ ALANI ................................ 3
GÜNEY KIBRIS RUM YÖNETİMİ’NİN DÖNEM
BAŞKANLIĞI ............................................................. 7
TÜRKİYE’NİN YÖNÜ: AB VE SİÖ ....................... 10
AVRUPA’NIN TURİZM CENNETİ ‘‘FRANSA’’ .. 12
BEBEK, AB’YE KISMETİNDEN FAZLASIYLA
GELİYOR!.. ............................................................... 15
EN İYİSİ YA DA HİÇ BİRİ ..................................... 17
ORTAK SANCIMIZ ‘‘KÜRTAJ’’ ........................... 19
PORTRE: HON0RE DE BALZAC .........................22
KRONOLOJİ: MART ............................................. 25
ADOM e-bülten
2
Dergi Genel Yayın Yönetmeni
& ADOM Müdürü
Doç. Dr. Özgür TONUS
Dergi Editörü
& ADOM Müdürlüğü
Asistanı Fatih GÖKYILDIZ
Uluslar arası İlişkiler 2. Sınıf Öğrencisi
Çiğdem İLİK
Osmangazi Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler
4. Sınıf Öğrencisi
İlknur PİŞKİN
Anadolu Üniversitesi
İng. İktisat Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi
Turgut Can DEMİRAL
İzmir Ekonomi
Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler ve AB Bölümü
Okan TOPCU
Anadolu Üniversitesi
İng. İktisat Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi
Cansu TAHAN
Anadolu Üniversitesi
İktisat Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi
Murat ÇİÇEK
Anadolu Üniversitesi
Uluslar arası İlişkiler 4.Sınıf Öğrencisi
İsmail AYDOĞDU
Sakarya Üniversitesi
Türkçe Öğretmenliği Bölümü
3.Sınıf Öğrencisi
Emre GÖKYILDIZ
Hacettepe Üniversitesi
Sağlık İdaresi 2. Sınıf Öğrencisi
"Bültenimizde yer alan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir, ADOM açısından bağlayıcılığı yoktur."
ADOM e-bülten
3
STRATEJİK AÇIDAN NORVEÇ VE
AB – NORVEÇ JEO-ENERJİ ALANI
VIII. ve XI. yüzyıllar arasında Avrupa’ya korku
salan barbar ve sömürgeci Vikingler’in torunları
Norveçliler, 1363’te Danimarka Krallığı’na
bağlanarak İskandinavya’da Kalmar Birliği’ne dahil
olmuş, 1815’te Viyana Kongresi’nde Avrupalı
devletler tarafından Danimarka’dan kopartılarak
İsveç Krallığı’na dahil edilmiş ve bağımsızlığını
1905’te bağlı olduğu İsveç Krallığı’na karşı
ayaklanarak elde etmiştir. Kral VII. Hakoon
önderliğinde bağımsız olan Norveç, Avrupa
Siyaseti’nde kuruluşundan itibaren tarafsızlık
politikasını resmi dış politikası olarak kabul etmiş
ve Avrupalı devletler arasındaki ekonomik, siyasi
ve askeri rekabetten uzak kalma ilkesini tercih
etmiştir. Nitekim, Norveç I. Dünya Savaşı’nda
tarafsız bir dış politika izledi, ancak II. Dünya
Savaşı’nda da tarafsız kalmasına rağmen Nazi
Almanya’sı tarafından 1940’tan Mayıs 1945’e
kadar işgal altında kaldı. Norveç’in sahip olduğu
stratejik konumu hem Britanya adasını denizden
ve havadan doğrudan kontrol etmesi açısından
hem de Kuzey Avrupa ve Baltık Denizi
bölgesindeki stratejik konumu itibarı ile sadece
Almanya için değil, aynı zamanda İngiltere,
Fransa, Hollanda ve Rusya’nın güvenliği için de
hayati önem taşımaktaydı. Norveç’in II. Dünya
Savaşı’nda savaşmadan Naziler’e teslim olmasının
ardında Hitler’le gizli diplomasi yürüterek ülkesini
Almanlar’a satan ve Norveç tarihinin en büyük
vatan haini olarak kabul edilen Başbakan
Quisling’in büyük etkisi vardır. Çünkü, karşılığında
Hitler’den kendisine Naziler’in gölgesinde
kurulacak ve Nasyonal Sosyalizme hizmet edecek
kukla bir Norveç Krallığı’nın kralı olma vaadi
verildi ve iki lider arasında imzalanan bu anlaşma
sonrası Norveç’in bütün madenlerinin,
fiyortlarının, ormanlarının ve karasularının
işletme hakkı Nazilere bırakıldı. Norveç’teki
Alman işgali İngiltere’yi denizden ve havadan
doğrudan tehdit ettiğinden ve Kuzey Avrupa’daki
Avrupa Kuvvetler Dengesi’ni İngiltere aleyhine
çevirdiğinden ötürü, W. Churchill İngiliz Kraliyet
Hava Kuvvetleri ve Donanması’na Nisan 1940’da
gönderdiği mesajda İngiltere’nin varlığı ve ebedi
çıkarları için her ne pahasına olursa olsun
Norveç’in Almanlardan mutlaka temizlenmesi
gerektiğini açıklıyordu. Nitekim, Norveç
hakimiyeti için yapılan İngiliz-Alman deniz ve hava
muharebeleri savaşın sonuna kadar sürdü ve 8
Mayıs 1945’te Norveç müttefik güçler tarafından
kurtarıldı. Savaştan sonra, Norveç geleneksel
tarafsızlık politikasını güvenlik endişeleri ile terk
ederek 1949’da NATO’ya üye oldu ve böylece
tarihinde ilk defa kendi iradesi ile Batı ittifakının
bir parçası haline geldi.
1960’lı yılların sonuna doğru Norveç
karasularında bulunan zengin petrol ve doğalgaz
yatakları ülkenin AET, AT ve sonra AB ile gelişen
ADOM e-bülten
4
siyasi, ekonomik ve ticari ilişkilerine yepyeni bir
boyut kazandırdı. Norveç’in XX. yüzyılın ikinci
yarısında yeni bir enerji gücü olarak ortaya
çıkması Norveç’in refah seviyesini maksimum
seviyeye ulaştırdığı gibi Avrupa ekonomi ve enerji
diplomasisindeki ağırlığını da had safhaya
eriştirdi. Norveç’in EFTA (European Free Trade
Area)’da ki aktif rolü bunu en iyi şekilde
açıklamaktadır. Nitekim, 1972 ve 1994 yıllarında
yapılan referandumlarda AB’ye girmeyi iki kez
reddeden Norveç, kendi isteğiyle de OPEC’in
dışında kaldı. Çünkü, başta Norveç halkı olmak
üzere birçok Norveçli politikacı ve devlet adamı
İkinci Dünya Savaşı yıllarının da vermiş olduğu acı
tecrübe ile ülkelerinin kaynakları ve zenginlikleri
üzerindeki egemenlik haklarını başka ülkeler ile
paylaşmak istemiyordu. Üstelik, Avrupa’nın
ekonomik istikrarı için AB Norveç’in enerji
kaynaklarına daha fazla muhtaçtı ve Norveç halkı
bunun bilincindeydi. Bu bağlamda, Norveç
Rusya’dan sonra AB’nin en büyük petrol ve
doğalgaz tedarikçisidir ve AB-Rusya jeo-enerji
alanından sonra ikinci derecede ağırlıklı olan alan,
AB-Norveç Jeo-enerji alanıdır. Bu alan, Rusya ile
yürütülen enerji ilişkilerindeki gibi arada geçiş
ülkeleri sorunu olmaksızın doğrudan üretici ve
tüketici ülkelerin enerji şirketleri ile tüm
diplomatik aktörlerin sorunsuz bir şekilde bir
araya geldikleri jeo-enerji alanıdır. Norveç, AB’nin
petrol ve doğalgaz ithalatında ikinci sırada
gelmektedir ancak AB’nin enerji arz güvenliğinin
sürdürülebilirliği açısından bakıldığında Rusya’dan
daha güvenli olan üretici ülkedir. Çünkü, arada
geçiş ülkesi sorununun olmaması yanı sıra,
Norveç en büyük enerji ihracat pazarı olan AB ile
gerçekleştirdiği enerji ticaretinde bütün dış ticaret
yasalarını AB’nin öngördüğü piyasalar ve
kurumlar ilkesi çerçevesinde düzenleyerek Avrupa
Enerji Şartı anlaşmasını ve Yeşil Kitap sözleşmesini
2000’li yıllarda kabul etmiştir. Böylece, AB’nin bu
iki sebepten ötürü AB-Rusya jeo-enerji alanında
Rusya ile zaman zaman yaşadığı sorunlu enerji
ilişkileri AB-Norveç jeo-enerji alanında
görülmemektedir. Bu konuya, Norveç’in enerji
talep güvenliği açısından bakıldığında ise, AB
Norveç’in en önemli enerji ihracat alanı olduğuna
göre AB mevzuatına göre yapılan yasa
değişiklikleri gayet mantıklıdır. AB, yine Europe’s
Energy Portal verilerine göre -ki en son 2008
verilerini kapsıyor- petrol ithalatının %14’ünü,
doğal gaz ithalatının ise %24.1’ini Norveç’ten
yaptı. Bu oranlar, Rusya’dan sırası ile yaklaşık %29
ve %35 olarak temin edilmektedir. Norveç’in
Haziran 2011 itibariyle ispatlanmış 800 milyon
tonluk petrol rezervi Batı Avrupa’daki en büyük
rezervdir. Ayrıca, 2010 yılında yapılan araştırmada
dünya petrol ihracatında 6. sırada yer alan
ADOM e-bülten
5
Norveç’in petrol üretimi son on yıldır periyodik
olarak düşüştedir.
Norveç petrol rezervleri üretiminin ve hali
hazırdaki araştırmalarının neredeyse tamamı
Kuzey Denizi, Norveç Denizi ve Barents Denizi
çevresinde yapılmaktadır. Petrol ihracatının
büyük bölümünü AB’ye yapan Norveç, ihracatının
büyük kısmını İngiltere’ye (yaklaşık %60-65),
Hollanda’ya (yak.%20) ve Fransa ile Almanya’ya
(yak.%15) yapmaktadır. Norveç, petrol
rezervlerinin yanında, Haziran 2011 itibariyle 2
trilyon metreküp ispatlanmış doğalgaz
rezervlerine sahiptir. Ürettiği doğalgazın yaklaşık
10/1’ini kendi kullanan Norveç geri kalan
doğalgazın neredeyse tamamını AB’ye ihraç
etmektedir. İhracatta ilk beş sırayı %30 ile
Almanya, %27 ile İngiltere, %14 ile Fransa ve %16
ile de Hollanda ve Belçika alıyor. Görülüyor ki,
Norveç’in AB içinde en fazla enerji ihraç ettiği
ülkeler Rusya’ya daha uzak konumda olan Kuzey
ve Batı Avrupa ülkeleridir. Norveç ile bu ülkeler
arasındaki coğrafi yakınlık, geçiş ülkeleri olmaması
avantajı ve sürdürülebilir arz-talep dengesi
taraflar arasındaki enerji ticaretini görüldüğü gibi
en üst seviyeye ulaştırmaktadır.
Norveç’in en büyük enerji şirketi %67 hissesi ile
devlete ait olan StatoilHydro şirketi ile doğalgaz
boru hatlarını yöneten diğer bir devlet şirketi
Gassco’dur. Bu şirketler Rus Gazprom kadar
Avrupa enerji sektörüne tek başına hakim
olamasalar da Norveç petrol ve doğalgaz
rezervlerinin %80’ini kontrol ediyor. Ayrıca,
ExxonMobile ve Conoco-Philips (ABD), Total
(Fransa), Shell (İngiltere-Hollanda) ve ENI (İtalya)
gibi uluslararası enerji şirketleri de StatoilHydro
ile halen Kuzey Denizi ve Barents Denizi’nde ortak
petrol ve doğalgaz arama çalışmaları
yürütmektedir. Norveç, denizin altından
geçerek üretim sahaları ile kıyılarda bulunan
terminalleri birbirine bağlayan Oseborg Nakil
Sistemi adında büyük bir boru hattı sistemine
sahiptir. Norveç’in en önemli petrol üretim sahası
olan Kuzey Denizi’ndeki Ekofisk petrol sahasından
İngiltere’nin Teesside Terminali’ne bağlanan
Norpipe Petrol Boru hattı hem İngiltere hem de
Norveç için son derece stratejik bir öneme
sahiptir. Çünkü, İngiltere bu boru hattı sayesinde
dışarı bağımlı olduğu en fazla petrolü
karşılamakta, Norveç de ekonomisine en büyük
katkıyı sağlayan petrol ihracatının en büyük
bölümünü buradan yapmaktadır. Kaldı ki, AB-
Norveç jeo-enerji alanında stratejik değere sahip
olan Norpipe petrol boru hattı aynı zamanda
Kuzey Avrupa’nın da en yüksek kapasiteli (yıllık 45
milyon ton) petrol boru hattıdır.
ADOM e-bülten
6
Ayrıca, Norveç-İngiltere arasındaki Vesterled ve
Langeled, Norveç-Fransa arasındaki Franpipe,
Norveç-Belçika arasındaki Zeepipe ile Norveç-
Almanya arasındaki Europipe I, II ve Norpipe
doğal gaz boru hatları da AB-Norveç Jeo-enerji
alanının başat doğal gaz boru hatlarıdır ve
hepsinin ortak özelliği açık, şeffaf, rekabete dayalı
ve en ileri teknolojinin kullanıldığı doğalgaz
aktarım piyasası anlayışı ile yönetilmesidir. Bu
yönetim anlayışı AB-Rusya Jeo-enerji alanında
yoktur ve bunun nedeni de yukarıda bahsedildiği
gibi Norveç’in tüm kanun ve yasalarını AB
mevzuatına göre düzenlemesidir. Norveç’in
AB’nin petrol ve doğalgaz ithalatında ikinci sırada
yer alması, petrol ihracatının büyük bir bölümünü,
doğalgaz ihracatının ise hemen hemen tamamını
AB’ye yapıyor olması; AB-Norveç Jeo-enerji
alanının tüm aktörleri ile birlikte sorunsuz
çalıştığının göstergesidir. Doğalgaz üretiminin
başta Barents Denizi olmak üzere –ki burada
paylaşım konusunda Rusya ile bir rekabet söz
konusu- yapılan araştırmalar sonucu yeni petrol
ve doğalgaz kaynaklarının artması, doğalgaz
tüketimi hızla artan AB’nin kısa vadedeki enerji
arz güvenliğini korumaktadır. Ancak ne var ki,
Norveç’in petrol rezervlerinin 2000’li yıllardan
itibaren hızla erimesi ve üretiminin düşmeye
başlaması faktörü de AB’nin orta ve uzun vadede
Norveç’ten sağlayacağı güvenli enerji arzını riske
sokmakta ve dolayısıyla Rusya’ya olan
bağımlılığını uzun vadede arttırmaktadır. Bu
gerçek AB açısından orta ve uzun vadede enerji
kaynak ülkelerini ve enerji yollarını çeşitlendirme
olanağını azaltmakta ve bu da AB’nin enerji
güvenliğini Rusya’ya dayalı hale getirme ihtimalini
ve riskini ortaya çıkarmaktadır.
Bu gerçekler ışığında, Rusya’ya alternatif kaynak
ve güzergah çeşitliliği sağlanmasının yanısıra
Norveç’ten alınan petrol ve doğalgazda oluşacak
azalmayı da karşılayacak yeni kaynak ve
güzergahların sağlanması gerekecek. AB’nin son
yıllarda yenilenebilir enerji kaynaklarına
odaklanması, nükleer enerji güvenliğini tekrardan
test etmeye başlaması, Nabucco Projesi’ne ağırlık
vermesi ve en önemlisi ABD’nin Büyük Ortadoğu
Projesi’ne bu anlamda destek olması Birliğin orta
ve uzun vadedeki enerji güvenliği stratejileri
hakkında ipucu vermektedir. Sonuç olarak, AB’nin
hem Norveç’e hem de Rusya’ya alternatif kaynak
ve güzergah çeşitliliği sağlayamadığı takdirde –ki
bu bugünkü AB-Rusya Jeo-enerji alanının Rusya
açısından stratejik değerlendirilmesi yapıldığında
zor görünüyor- AB doğal olarak, yine uzun vadeli
petrol ve doğal gaz tedarikçisi olan Rusya’ya
bağımlılığını daha da artırmak zorunda kalacaktır.
Turgut Can DEMİRAL
KAYNAKÇA:
Prof. Dr. Hasan Saygın&Ceyhan Çelik, AB Bağlamında Enerji
Politikalarına Jeo-Enerjik Bakış, İstanbul Aydın Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 2011, ss.75-77.
Askeri Tarih ve Stratejih Etüt Başkanlığı-SAREM,
Genelkurmay Basımevi, Ankara 2007, s.35.
ADOM e-bülten
7
GÜNEY KIBRIS RUM YÖNETİMİ’NİN DÖNEM
BAŞKANLIĞI
Öncelikle, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Dönem
Başkanlığı’nın ne anlama geldiğine kısaca
değinecek olursak, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi,
Avrupa Birliği organlarından biri olan Avrupa Birliği
Konseyi ya da Bakanlar Konseyi olarak bildiğimiz
kuruma 6 aylık bir süre için Başkan seçilmiştir.
Peki Avrupa Birliği’nin bu organının yetkileri
nelerdir? Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bu sürede
Türk basınında da yer aldığı gibi Türkiye’nin üyelik
sürecini etkileyebilir mi? Bu sorulara yazımın
ilerleyen kısımlarında yanıt vermeye çalışacağım.
İlk olarak, bilindiği üzere, Konsey Avrupa Birliği
üyesi devletlerin hükümetlerinde görevli
bakanlardan oluşan bir yapıdır. Aynı zamanda bu
organ üye devletlerin ulusal çıkarlarını temsil eder.
Konseyde yapılan toplantıların başlığına göre o
toplantıyla ilgili bakanlar katılırlar ve başkanlık 6
aylık dönemlerle üye devletler arasında değişir.
Yalnız bütün bunların yanı sıra Konsey tüm üyeleri
bağlayan yasal düzenlemeleri kabul etme yetkisini
Avrupa Parlamentosu’yla paylaşır. Ve bütçeyi de
Avrupa Parlamentosu ile birlikte onaylar. Konsey
Ortak Dış Güvenlik Politikasına ilişkin kararları
oybirliği ile alır.( Akçay, Belgin ve Göçmen, İlke,
2012: 161-177)
Bu konudaki politikaları Zirve ile birlikte belirler.
Konseyin önemli görevlerinden bir başkası ise üye
devletlerin ekonomik politikaları arasında uyum
sağlar ve aynı zamanda Avrupa Birliği adına birlik
üyesi olmayan ülkeler ve uluslararası örgütlerle
uluslararası antlaşmalar imzalar.
Konseyin tüm bu görevleri dikkate alarak Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin dönem Başkanlığını
değerlendirmeden önce bu konuda Türkiye’nin
tutumuna bakacak olursak, görebiliriz ki Türkiye,
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Dönem
Başkanlığını hoş karşılamamıştır. Bu duruma
Türkiye’nin itiraz etmesinin nedeni 1974’te Türkiye
tarafından Kıbrıs’ın ilhakına dayanmaktadır. Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 20 yıl önce bağımsızlığını
ilan etmesine rağmen ne Birleşmiş Milletler
tarafından, ne de Türkiye hariç başka bir ülke
tarafından tanınmamaktadır. Bu durum da
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde de
sorun olarak sürekli çıkmaktadır. Güney Kıbrıs Rum
Kesimi ise Avrupa Birliği üyelik sürecinde Türkiye’yi
altı kez veto etmiştir ve Türkiye’nin engel olarak
önüne çıkan bu sorun yüzünden konuşulan 35
müzakere başlığının Kıbrıs ile ilgili olan 14’ü hiç
görüşülmemiştir.
Hal böyle olunca Türkiye, Birliği Kıbrıs Dönem
Başkanlığını devralmadan önce uyararak, Ada
hususunda uzlaşma sağlanmadan Güney Kıbrıs
Rum Yönetimi’ne başkanlık devredilirse
Türkiye’nin Birlik ile tüm ilişkilerini bu süre
zarfında donduracağını belirmişti. Fakat bu
uyarılar ardından Türkiye tavrını yumuşatarak
yalnızca Kıbrıs Rum Kesimi’nin başkanlık ettiği
toplantılara katılmayacağını belirtmişti. Burada
Türkiye’nin baştan bu kadar sert bir tepki verip
ardından bu tutumunu yumuşatması karşı taraf
ADOM e-bülten
8
açısından kolayca tutarsızlık olarak algılanacak bir
durum teşkil etmektedir. Türkiye’nin bu tutumunu
ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
desteklemektedir. Bunu Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti, Başbakanlık Avrupa Birliği
Koordinasyon Merkezi Koordinatörü Erhan Erçin
şu sözleri ile belirtmiştir: “Türkiye’nin bu konudaki
tepkisi, ölçülü ve dengeli. Kıbrıslı Türkler olarak
Türkiye’nin boykotunu destekliyoruz.”(
setimes.com, 2013) Ama Türkiye’nin bu
boykotuna rağmen Avrupa Birliği geri adıma
atmayarak Rum Kesimi’ne Avrupa Birliği Konseyi
Dönem Başkanlığını 1 Temmuz 2012’de resmen
devretti.
Uzmanların görüşlerine bakılacak olursa Lizbon
Antlaşmasıyla Avrupa Birliği’nin siyasi ve karar
alma mekanizması bir takım değişikliklere
uğramıştır. Bu değişiklikler doğrultusunda Avrupa
Birliği Konseyi Dönem Başkanlığının rolü ciddi
anlamda azaldığından dolayı, Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi’nin Dönem Başkanlığı Türkiye’nin
müzakere sürecini etkileyemeyecek denmiştir.
Avrupalı uzmanlarla aynı görüşü paylaşan TÜSİAD
Uluslararası Koordinatörü Bahadır Kaleağası da “
Kıbrıs’ın Avrupa Birliği Başkanlığının Türkiye
Avrupa Birliği ilişkileri üzerindeki etkisinin % 10’u
geçmeyeceğini” söylemektedir.
(setimes.com,2013)
Bu kısma kadar Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin
Avrupa Birliği Dönem Başkanlığını Türkiye Avrupa
Birliği ilişkileri açısından ele aldık. Peki ya Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği Konsey
Başkanlığı süreci Avrupa Birliği’nde ne gibi etkilere
yol açtı? Bu Başkanlık dönemini bir de bu açıdan
ele alalım. Birlik bu başkanlık dönemi ile tarihine
ilkleri yazdırdı diyebiliriz. Bu ilklerden bir tanesi
Avrupa Birliği Konseyi’ne başkanlık edecek bir ülke
başkanlığı devralmadan bir hafta önce iflas etmek
üzere olduğunu belirtip, birlikten acil kurtarma
paketi talep etmesiyle başladı. Güney Kıbrıs Rum
Kesimi’yle birlikte, AB’den yardım talep eden Euro
bölgesi ülkeleri de 5’e yükselmiş oldu.
(ulusalkanal.com.tr, 2013) Bu talebe rağmen
Avrupa Birliği, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne yine de
dönem başkanlığını devretti. Ayrıca ilk kez
karşılaşılan diğer bir durum ise Konseye başkanlık
edecek ülke yani Güney Kıbrıs başkanlık süresince
Avrupa Birliği’nin ve IMF’in denetimi altında
görevini sürdürmüştür. Birliğin tarihinde daha
önce hiçbir üye devlet başkanlık ettiği üyelerin
denetimi altında bir başkanlık süreci
geçirmemiştir.
Başkanlık süresince de devam etmekte olan hatta
giderek derinleşen bir ekonomik krizin içinde
bulunan bir ülkenin hem Avrupa Birliği destek
mekanizmasının denetimindeyken, aynı zamanda
Avrupa Birliği ekonomisini belirleyerek yol
gösterecek olması dışarıya karşı Birliğin
sağlamlığını sarsmıştır.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, Avrupa Birliği, Dönem
Başkanlığını Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne
devrederek kendi kuruluş amacıyla da çelişmiştir.
İlk olarak Birlik “barış projesi” faaliyetlerini
sürdürmek isterken Güney Kıbrıs Rum Yönetimi,
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ihtilaf
halindeyken bu proje hipotezini zayıflatmıştır.
ADOM e-bülten
9
Bunun dışında ise ekonomik entegrasyon
açısından bakarsak, Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi’nin Birlikten talep ettiği yardımlardan
Avrupa Birliği’nde ekonomik entegrasyondan
ziyade bir ekonomik bağımlılığın var olduğunu
görmekteyiz. Durum böyleyken, Avrupa Birliği’nin
ekonomik bütünleşme amacının aldığı hal karşılıklı
yarar sağlamaktan çok bir kar - zarar ilişkisi üzerine
sürmeye başlamıştır. İşte bütün bunlar Avrupa
Birliği’nin kendi amacıyla çatıştığının büyük bir
göstergesidir.
Sonuç olarak bu konu hakkında kendi fikrimi
beyan edecek olursam, Kıbrıs’ın dönem başkanlığı
ya da diğer Türkiye’nin üyeliğine karşıt söylemleri
dikkate alarak vakit harcamaktansa kendi işine
bakıp, Avrupa Birliği tarafından verilen tabiri caizse
görevleri getirmeliydi. Ayrıca Türkiye ile
gerçekleştirilen müzakereler gibi konularda
konseyde oybirliği ile karar alındığı için Güney
Kıbrıs Rum
Yönetimi dönem başkanı olmadan da
müzakerelere engel olabileceği bir gerçektir.
Türkiye Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin başkanlığı
süresince Avrupa Birliği ile ilişkilerini askıya alarak
ve bu süreçte Orta Doğu’da etkinliğini artırarak
2004 sonrası süreçteki gibi bir bekleme sürecine
sokmuştur kendisini. Bu da sadece Türkiye’nin
zararına olmuştur. Burada Türkiye’nin Rum
Kesimi’nin başkanlık ettiği toplantılara katılmaması
ve Avrupa Birliği Konseyi Dönem Başkanını
tanımama gibi tutumlarının çok da profesyonel
olmadığı kanısındayım. Sonuçta Konseydeki
başkan, ülkesini değil Avrupa Birliğini temsil
etmektedir. Avrupa Birliği ise dönem başkanlığını
Güney Kıbrıs Rum Yönetimine devrederek kendi
konumunu sarsmaktan başka bir şey elde
edememiştir.
Çiğdem İLİK
KAYNAKÇA
Akçay, Belgin ve Göçmen, İlke, (2012), Avrupa
BirliğiTarihçe, Teoriler, Kurumlar ve Politikalar,
Seckin Yayıncılık
http://setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/feature
s/setimes/features/2012/07/03/feature-05, 15.
01.2013
http://www.turksam.org/tr/yazdir2712.html,
19.01.2013
http://www.ulusalkanal.com.tr/dunya/kibris-rum-
kesimi-ab-donem-baskani-oldu-h4042.html,
19.01.2013
ADOM e-bülten
10
TÜRKİYE’NİN YÖNÜ: AB VE ŞİÖ
Geçtiğimiz haftalarda Başbakan Erdoğan, Avrupa
Birliğinden vazgeçilebileceğini ve Şanghay İşbirliği
Örgütüne üye olunabileceğini belirtmiştir.
Öncelikle Şanghay İşbirliği Örgütü ile Avrupa
Birliğinin farklılıklarını eğer varsa benzerliklerini
belirtmekte fayda var. Türkiye’nin neden böyle bir
söylemde bulunduğunu sizlere açıklamaya
çalışacağım.
Şanghay İşbirliği Örgütü ya da Şanghay Altılısı 1996
yılında isminden de anlaşılabileceği gibi Çin‘in
Şanghay kentinde kurulmuş olan bir uluslararası
güvenlik örgütüdür. Yani Şanghay İşbirliği Örgütü
güvenlik odaklı olarak kurulmuş uluslararası bir
yapıdır. Özellikle Doğu Blok’unun dağılmasından
sonra Avrasya’da oluşan boşluğu doldurmak ve
batılı devletlerin burada nüfuz kurmasını
engellemek amacı da mevcuttur. Özellikle Avrasya
bölgesinde meydana gelen sınır anlaşmazlığını
çözümlemede ve ayrıca bölgede meydana
gelebilecek terör, ayrılıkçı hareketler ve dinsel
fanatizme karşı birlikte hareket etmektedirler.
Avrupa Birliği ise 1992 yılında Maastricht
Anlaşmasının yürürlüğe girmesiyle Avrupa
Ekonomik Topluğuna yeni görevler ve
yükümlülükler yükleyerek oluşturulmuş siyasi ve
ekonomik bir entegrasyondur. Avrupa Birliği’nin
öncelikli hedefi ekonomik bir birleşme ve bu
ekonomik birleşmenin sağlamlaşmasıyla birlikte
siyasi bir birlik olmaktır. Kıtada bir Avrupa Birleşik
Devletleri oluşturulması amacı güdülmektedir.
İki oluşumun amaçları ve bir araya gelme
nedenleri farklıdır. Yani bir örgüt savunma
amacıyla kurulmuştur diğer örgüt ise ekonomik
temele dayandırılarak siyasi bir oluşum amacıyla
oluşmuştur. Her iki örgütün ortak noktası ise
bölgelerinde bir istikrar oluşturmaktır.
Şimdi bu örgütlere Türkiye açısından bakmakta
yarar vardır.
Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Haziran 2012’deki
toplantısında Türkiye diyalog ülke statüsüne kabul
edilmiştir. Bu tarihten iki ay sonra Başbakan
Erdoğan diğer üye ülkelerle eşit haklara sahip üye
olmak istediğini ifade etmiştir. Ama bu örgüte üye
olarak kabul edilmesi zordur. Çünkü ŞİÖ AB’ye
karşı kurulmuş bir örgüttür. Örgüt içerisinde ise
Türkiye’nin AB cephesinde olduğu düşüncesi
hakimdir. Bu yüzden üye olması çok zordur.
Türkiye elli yılı aşkın bir süredir AB’ye üye olmayı
beklemektedir. 3 Ekim 2005 tarihinde tam üye
ülke adayı olarak ilan edilmişti. O tarihten itibaren
müzakereler devam etmekte ve açılan on dört
başlığın sadece bir tanesi geçici olarak kapatıldı ve
sekiz tane başlıkta ise AB Komisyonu’nun
tavsiyesiyle müzakereler kısmen askıya alındı.
Durum böyle olunca Türkiye artık daha fazla
bekleyemeyeceğini göstermeye çalışmaktadır.
Ama şöyle bir gerçek vardır. AB ve ŞİÖ’nün
amaçları ve bir araya gelme nedenleri farklıdır.
Eğer Türkiye, AB’ den vazgeçecek ise onun yerine
ŞİÖ’ye üye olamamalıdır. Çünkü bu örgütün
işlevini yerine getiren ve Türkiye’nin de üyesi
olduğu başka bir uluslararası örgüt mevcuttur. O
da NATO’dur. Yani Türkiye ekonomik bir
entegrasyondan vazgeçecekse onun yerine aynı
amaçla bir araya gelen başka uluslararası bir
örgütü tercih etmelidir. Ya da Türkiye bu amaçla
yeni bir uluslararası örgüt oluşturabilir. Eğer
Türkiye, ŞİÖ’ye tam üye olacaksa o zaman
NATO’dan ayrılmalıdır. Bu da ne ABD’nin
isteyeceği bir durumdur, ne de Türkiye bunu
yapmak isteyecektir.
Peki Türkiye neden bu şekilde davranmaktadır.
Sorunun cevabı bellidir. Avrupa Birliği’nin
Türkiye’ye karşı olan bazı davranışları ve bu
sebeple AB’nin Türkiye’yi oyaladığı düşüncesi
oluşmuştur. Türkiye Avrupa Birliği ile olan ilişkiler
soğumaya başlamıştır. Ve Türkiye, birlik içerisinde
ADOM e-bülten
11
olmayışının aslında Avrupa Birliği için nasıl bir
kayıp olduğunu göstermeye çalışmaktır. Yani
Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden vazgeçme gibi bir
olasılığı bulunmamaktadır sadece Avrupa Birliği’ne
farklı yollarda bir mesaj iletmektedir. Bugün
İngiltere’nin de yapmış olduğu gibi. İngiltere’de
bazı isteklerini yerine getirebilmek için Avrupa
Birliği’nden ayrılma konusunu gündeme
getirmiştir. Ama bu sadece hükümetin
önümüzdeki seçimleri kazanmasını garantilemek
ve Avrupa Birliği’nden daha fazla ayrıcalık alması
için uygulanan bir politikadır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden vazgeçme olasılığı
bulunmadığı gibi Türkiye’nin müttefik’i olan
ABD’de Türkiye’nin AB’den vazgeçmesini
istememektedir. Çünkü ABD, Avrupa Birliği’nde
olan kendisine yakın ülkelerin birlik içerisinde
bulunmasından memnundur. Bu sayede birlik ile
olan ticari ilişkileri gelişmekte ve siyasi bir bağ
oluşturmaktadır. Aynı zamanda birliği kontrol
etmesi kolaylaşmaktadır. Bu yüzden ABD
Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektedir. Bu
destek ise Türkiye’nin bazı reformları
gerçekleştirmesini geciktirdiğini veya göz ardı
ettiğini de düşünebiliriz. ABD Türkiye’nin üyeliğini
desteklediği gibi İngiltere’nin de üyelikten
ayrılmasını istememektedir. Çünkü İngiltere
ABD’nin birlik içerisinde ki en önemli müttefikidir.
AB’nin Türkiye’ye karşı davranışları Türkiye’nin ve
ülkede yaşayan halkın algısında Avrupa Birliği
profilini farklılaşmaktadır. İşte bu noktada
Türkiye’nin yeni bir uluslararası örgüte üyeliği
düşünülmekte AB’den vazgeçildiğinde en az onun
kadar bağları güçlü olan bir yapıya üye olunması
düşünülmektedir. Halk’ın bir kısmı bu kanıyı
destekliyor olabilir. Algılarda ise ona alternatif
oluşturacak bir örgütün ŞİÖ olduğu
düşünülmektedir. Ama bu örgüt yanlış bir tercihtir.
Ayrıca pek çok açıdan ŞİÖ ile Türkiye arasında
ortak yönler bulunmamaktadır.
Türkiye özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra
batı ile sıkı bir ilişki içerisinde olmuş ve Doğu
Blok‘una karşı Batı Blok’unda yer almıştır. Siyasi ve
ekonomik yapısı ise buna göre şekillenmeye
başlamıştır. Bunun sonucunda askeri olarak
NATO’ya üye olunmuş ekonomik ve siyasi olarak
ise Avrupa Birliği tercih edilmiştir. Türkiye’nin batı
ile olan bu sıkı ilişkisi onun tarafını çizmiş ve nasıl
bir güvenlik, siyasi ve ekonomik tercihi olduğunu
göstermiştir. ŞİÖ ise tamamen bölgesinde batının
etkisini azaltmak ve Doğu Blok’unun boşluğunu
doldurmak amacındadır. Yani batıya karşı yeni bir
cephedir. Buradan bakınca Türkiye yıllardır batı ile
ilişki içerisindedir ve buna devam da edecektir.
Ama üye olmak istediği örgüt ise batıya karşı olan
bir örgüttür. Özellikle NATO’ya alternatif olan bir
örgüttür. Bölgenin kontrolünü kendileri üstlenmek
istemektedirler. Türkiye’nin de bu oluşumun
amacını bildiği için üye olmayacağını
düşünmekteyim. Çünkü Türkiye, AB’den
vazgeçmeyecektir. AB’ye karşı olan herhangi bir
örgütün üst kademelerinde bulunmayacaktır.
Türkiye yönünü çoktan çizmiştir. Şu aşamada
Türkiye’nin AB’den vazgeçeceğini düşünmüyorum.
Eğer böyle bir şey olursa Türkiye kendisinin
oluşturacağı bir ekonomik yapılanma içerisinde
olabilir. Bu düşünülmüşte olunabilir. Çünkü
Türkiye’nin uluslararası örgütlerdeki üyeliği yeni
değildir. Bu örgütlerde yeterince tecrübe sahibi
olmuş bir ülkedir.
Avrupa Birliği güçlü bir ekonomik yapıdır.
Türkiye’de bu güçlü ekonomiden vazgeçme
olasılığı bulunmamaktadır. Kendini Avrupalı olarak
yıllardır kabul ettirmeye çalışan bir ülke bu
entegrasyona üye olma konusunda
vazgeçmeyecektir.
Sadece AB’ye verilmek istenen bir mesaj
mevcuttur. Artık Türkiye, aday üye konumunda
beklemekten sıkılmıştır. Bir an önce müzakerelerin
nihayete erdirilmesinden yanadır. Onun için
AB’den vazgeçme olasılığı gözükmemektedir.
Murat ÇİÇEK
ADOM e-bülten
12
AVRUPA’NIN TURİZM CENNETİ ‘‘FRANSA’’
Fransa, yazımın
başlığında da
belirttiğim üzere tam
anlamıyla bir turizm
ülkesi. AB ülkeleri ve
Batı Avrupa ülkeleri
arasında en büyük yüzölçümüne sahip olan ülke
aynı zamanda. Fransa’nın yüzölçümü
547.000km²’dir. Fransa’nın nüfusu da
azımsanmayacak derecede Almanya’nın ardından
AB ülkeleri arasında ikinci büyük nüfusa sahip ülke
Fransa. Nüfusu 65.350.000 (2012 yılı sayımı).
Nüfusun en yoğun olduğu şehir ise başkent Paris.
Resmi dili Fransızca.
Şekil 1:Fransa Haritası
Fransa, Avrupa Birliği ülkeleri arasında Almanya ile
birlikte en etkili ülke konumunda. Fransa, bunun
yanında BM’in de kurucu üyelerinden,
Francafon’un, G8 Zirveleri’nin, Latin Birliği’nin ve
NATO’nun da katılımcılarından. Fransa, BM’in beş
daimi üyesinden de bir tanesi. 360 savaş başlığı ve
59 nükleer santraliyle önemli bir nükleer güç.
Fransa, sadece Avrupa topraklarından oluşan bir
ülke değil. Sömürgeci ülke olmasından dolayı
bugün bile dünyanın çok farklı yerlerinde
toprakları mevcut. Güney Amerika’daki Fransız
Guyanası, Karayip Denizinde Guadalupe ve
Martinique, Hint Okyanusunda Madagaskar
yakınlarında ada olan Reunioni Fransa’nın deniz
aşırı topraklarından.
Bugün Fransızca 49 farklı ülkede 160 milyon insan
tarafından konuşuluyor. Fransızca konuşulan
manasında Francafon ülkeleri oluşmuş çok farklı
coğrafyalarda. Sadece Afrika’da on beş tane
Francafon ülkesi mevcut.
Fransa, dünyaya kendi tanıtımını çok iyi yapmış
ülkelerden. Var olan eserlerini turizm adına çok iyi
değerlendirmiş. İş gezileri için gelenler dahil
ülkede yirmi dört saatin üzerinde kalanları göz
önüne alırsak, yıllık olarak ağırladığı turist sayısı
yaklaşık seksen iki milyon civarında. Bu veriler ise
bize Fransa’nın dünyada en çok ziyaret edilen ülke
olduğunu gösteriyor.
Fransızlar Katolik bir millet. Nüfusunun %88’ini
Hıristiyan Katolikler oluşturuyor. Aynı zamanda
Fransa, dünyaya Katolik Hıristiyanlığı da yaymış bir
ülke. Fransa’daki Müslüman nüfusu ise
azımsanmayacak derecede. Nüfusun %10’unu
Müslümanlar oluşturuyor. Müslümanların çoğunu
sömürge dönemi ve sonrasında Kuzey Afrika’dan
gelenler oluşturuyor. Bugün Fransa’da altı buçuk
milyon civarında Müslüman bulunuyor.
Versay Sarayı ülkenin önemli eserlerinden. 1661
yılında yapımına başlanan bu saray zamanın kralı
XVI. Louis tarafından yaptırılmış. Versay için
Avrupa’nın en büyük sarayı olduğu söyleniyor.
Yapımı başlandıktan yedi yıl sonra 1668 tarihinde
tamamlanmış. Saray o kadar büyük ki yirmi bin kişi
aynı anda sarayda barınabiliyormuş. Yalnız bu
denli büyük bir sarayda hiç tuvalet yok. 1789 yılına
gelindiğinde ise yani Fransız devriminden sonra
bütün sarayda sadece dokuz tuvalet vardı. Fakat
ADOM e-bülten
13
bu dokuz tuvalet sadece kral ve yakın aile
üyelerine aitti. Bu durum on yedinci yüzyılda bile
Avrupa’da tuvalet kültürünün olmadığını
gösteriyor.
Versay Sarayı, Paris’e 165 km uzaklıkta küçük bir
av köşkünden bir saraya dönüştürülmüş.
Dolmabahçe Sarayı bile bu sarayın bir bölümü
olacak büyüklükte.
Versay, her gün binlerce turisti misafir ediyor.
Sarayın bahçesi o kadar büyük ki turistler sarayın
etrafını golf arabası kiralayıp dolaşıyorlar.
Versay Sarayı Kraliçe Marie Antoinette’in açlıktan
kıvranan ve ekmek bulamadığı için şikayet eden
halka ‘‘ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’’
sözünü söylediği saray.
PARİS
Paris, düz bir alana
kurulu ve on üç milyon
nüfusu ile dünyanın en
bilinen
başkentlerinden bir
tanesi. Şehrin reklamı
ve tanıtımı çok iyi
yapıldığından her taraf
turist Paris’te. Özellikle
turistik semtlerde
Fransızlara rastlama
imkanı azalıyor. Paris,
her yıl otuz milyon
turisti ağırlıyor.
Paris’in sembolü olarak Eiffel kulesini
gösterebiliriz. Yüksekliği 324m olan kulenin
yapımında 10.100 ton demir kullanılmış. 1887-
1889 yılları arasında yapılmış bu kule ve yapımı iki
yıl sürmüş. Gustave Eiffel adında bir mühendis
yapmış bu kuleyi.
Üç kademeden oluşan kulenin birinci ve ikinci
katlarına isteğe göre yürüyerek de çıkılabiliyor.
Paris şehir manzarasının en iyi seyredildiği
yerlerden bir tanesi burası. Eiffel kulesinin
ziyaretçileri Paris manzarasını doyasıya
seyrediyorlar bu kuleden. Kuleye çıkmak için uzun
kuyruklar oluşuyor kimi zaman. Kulenin ziyaretçisi
o denli çok ki bir buçuk saat bekleyenler
oluyormuş kuleye çıkmak için. Aynı anda kulenin
üzerinde bin civarında kişinin olduğu ifade ediliyor.
Kuleye çıkmanın bedeli ise on üç euro ve yılda yedi
milyon kişi ziyaret ediyor Eiffel Kulesini. Kısacası
Eiffel Kulesi, Fransa’da oldukça revaçta.
İşin garip tarafıysa ilk yıllarında Fransızlar
tarafından demir yığını olarak görülen ve şehrin
manzarasını bozduğu söylenilen kule bugün
Paris’in olmazsa olmazı konumunda ve her yıl
milyonlarca turistlerin akınına uğruyor.
Napolyon’un Paris’e
bıraktığı eserlerden
bir tanesi de 50
metre yüksekliğinde
bulunan dev Zafer
Katı anıtı. Bu anıt on
iki caddenin kesiştiği
noktada bulunuyor.
Anıtın bulunduğu meydanın ismi ise Yıldız
Meydanı. Anıtın üzerine çıkılarak başta ünlü
Şanzelize caddesi olmak üzere diğer binalar
seyrediliyor. Bu binanın üzerine çıkmakta aynı
Eiffel kulesinde olduğu gibi ücretli. Turistler bu
binanın üzerine çıkmak için ise dokuz euro ücret
ödüyorlar.
Şekil 2: Eiffel Kulesi
Şekil 3: Zafer Katı
Şekil 4: Concorde Meydanı
ADOM e-bülten
14
Concorde Meydanı, Paris’in göbeğinde bulunan,
Fransa’nın en büyük ikinci meydanıdır. Meydan
bugün sessiz sakin görünse bile tarihte çok önemli
olaylara tanıklık etmiştir. Fransız devriminden
sonra 1119 kişi bu meydanda idam edilmiş. İdam
edilenler arasında Fransa Kralı XVI. Louis ile kraliçe
Marie Antoinette’de var.
Concorde meydanında İstanbul’daki dikili taşın bir
benzerini görüyoruz. Bu dikili taş meydanın tam
ortasına yerleştirilmiş. Mısır’dan getirilen bu dikili
taş, on dokuzuncu yüzyıldan beri bu meydanda.
Taşın 3200 yıllık olduğu tahmin ediliyor.
Denizle bağlantısı olmayan Paris, suya olan
hasretini Paris’in ortasından geçen Sen Nehri ile
bir nebze olsun yatıştırmaya çalışıyor.
MARSİLYA
Marsilya, Fransa’nın ikinci büyük şehri konumunda
ve Güney Fransa’nın kalbi diyebiliriz Marsilya için.
Marsilya, 2600 yıllık bir şehir. İlk yerleşimcileri
İzmir Foça’dan gelen İyonlar.
Fransa’nın en büyük limanı da yine bu şehirde.
Marsilya limanı, Fransa için oldukça önemli bir
liman.
Marsilya nüfusunun dörtte biri Müslüman. Arap,
Afrika, Akdeniz ve Fransız kültürlerinin bir bileşkesi
aslında bu şehir.
NİCE
Yılın on bir ayında güneş var bu şehirde. Avrupa,
Amerika ve Rusya’dan güneş uğruna turistler
geliyor bu şehre. Nice’de Kış aylarında bile denize
girmek mümkün. Kısacası yaz kış turist eksik
olmuyor bu şehirde.
EKONOMİ
Dünya sıralamasında altıncı sırada kendine yer
bulan Nominal Gayri Safi Hasılası ve sekizinci
sırada yer alan Satın Alma Gücü Paritesi ile ileri bir
ekonomiye sahip olduğunu gözlemliyoruz
Fransa’nın. Bu istatistiklerle Fransa, gelişmiş
ülkeler arasında kendini gösteriyor.
5–6 Mayıs 2012 Fransa Cumhurbaşkanlığı
Seçimleri:
5-6 Mayıs 2012 tarihlerinde yapılan
cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ülke yeni
cumhurbaşkanını belirlemek için sandığa gitmiştir.
Birinci turda ilk iki sırayı alan Sosyalist Parti Adayı
François Hollande ve Halk Hareketi Birliği adayı
mevcut cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin
katılımı ile ikili arasında gerçekleşti. İkinci turda
%51,62 oy oranı ile François Hollande, rakibi
Nicolas Sarkozy’nin almış olduğu %48,38 oy
oranını geçerek Fransa’nın yeni cumhurbaşkanı
oldu. İkili arasındaki oy oranının çok fazla
olmaması sebebiyle bu durum birçok söyleme
sebep oldu. Bunların en başındaysa Hollande’ın
seçimi kazandığı görüşü değil de, Sarkozy’nin
izlemiş olduğu politikaların sonucu olarak seçimi
kaybetmiş olduğu gelmektedir.
FRANSA – TÜRKİYE İLİŞKİLERİ
Sarkozy döneminin Fransa – Türkiye ilişkilerinin
çok parlak geçtiği maalesef söyleyemeyiz. Fakat
Hollande dönemiyle birlikte yeni ilişkilerin
başladığını seçimin hemen ardında görebiliyoruz.
Özellikle fasılların açılması konusunda Fransa’nın
şiddetli muhalefetine takılan Türkiye, Hollande’ın
gelmesiyle birlikte Fransa’yı, fasıllar konusunda
ikna çalışmalarına başlamış durumda. Türkiye’nin
bu aşamada yoğun müzakereler yürüttüğünü
görüyoruz. Bu müzakereler ne kadar etkili olur
bilinmez fakat Türkiye’nin, Fransa’yı fasılların
açılması konusunda ikna etmesiyle birlikte
potansiyel muhalefet olan ve AB’nin geçtiğimiz
döneminde başkanlığını üstlenen Güney Kıbrıs
Rum Yönetimi’nin de iknasının oldukça basit
olduğunu biliyoruz.
Fatih GÖKYILDIZ
ADOM e-bülten
15
BEBEK, AB’YE KISMETİNDEN FAZLASIYLA GELİYOR!..
Dünya’da nüfus sorunu gün geçtikçe artmasına
rağmen ülkelerin nüfus artışına olan bakışı son
zamanlarda değişmiş durumda. En kalabalık
nüfusa sahip olan uzak doğu ülkesi Çin, şu an
dünyanın ikinci büyük ekonomisi. Bu kadar nüfusa
sahip bir ülkenin iş gücü piyasasındaki avantajı
”emek sömürüsü” diye ön plana çıksa da
Avrupa’daki ülkelerin nüfuslarını artırma istekleri
biraz daha politik.
Avrupa ülkeleri an itibariyle dünyada doğum oranı
en düşük ülkeler arasında yer almakta. Dolayısıyla
ortalama yaş buna paralel olarak artış
göstermekte. Hal böyle olunca sofistike, tarihi,
sanatsal gibi sıfatlara sahip olan Avrupa, en yeni
sıfatı “yaşlı” ile tanışmak zorunda kaldı. Özellikle
de Orta Asya ve Afrika’dan yapılan göçlerle salt
nüfusunu koruyamaz hale gelen Almanya, Fransa
gibi ülkeler milliyetçilik damarlarının da atmasıyla
bu duruma pek sıcak bakmamaya başladılar. Son
yıllarda Schengen bölgesinin vermiş olduğu
zorunlulukla da sınırlarını rahatça çizemeyen
Avrupa ülkeleri çareyi Başbakanımızın da önerdiği
gibi çocuk sayısını arttırmakta buldular.
Avrupa Birliği’nin 501 milyon olan nüfusunun
2050’de 454 milyona düşeceği ve AB’de çalışma
çağındaki nüfusun %18 azalacağı tahmin ediliyor.
Avrupa’da şuan ortalama doğurganlık sayısı 1,59
civarında. Türkiye’de ise nüfus azalan oranda artsa
da 2012 itibariyle Türkiye hala 2,1 seviyesinde
doğurganlık oranına sahip.
Peki Avrupa Birliği ülkeleri Nüfus artırımı için ne
gibi teşviklerde bulunuyor?
Avrupa Birliği’nin yaşam şartları açısından önde
gelen ülkelerinden olan İsveç 1,5 olan doğurganlık
hızını kadın başına 1,7 çocuğa çekmek için 15 ay
ücretli doğum izni veriyor. Çek Cumhuriyeti
yardımları iki katına çıkarırken, Danimarka, İsveç,
Finlandiya ve Hollanda’da erkekler için tanınan izin
süresi 10 haftaya kadar çıkıyor. Bunlar sadece bu
alanda yapılan en hafif yardımlardır desem hiç de
abartıya kaçmaz. Çünkü bazı ülkelerin yapmış
olduğu yardımlar ve teşvikler zengin edecek
cinsten. O ülkeler hangileri mi?
İNGİLTERE - Üniversiteye Kadar Destek
İngiliz hükümeti ilk çocuk için 84 sterlin (240 lira)
ve diğer çocuklar için 55 sterlin (150 lira) veriyor.
Ayrıca eğitimine devam eden çocuklar bu
yardımdan üniversiteye kadar faydalanabiliyor.
Yani 3 çocuk yapan bir İngiliz ailesi yıllık 7 bin lira
civarında devletten yardım alabiliyor.
FRANSA - Zengin/Fakir Ayrımı Yok
Ailelere eğitim ve konut yardımında bulunan
Fransızlar zengin veya fakir ayrımı yapmadan tek
ADOM e-bülten
16
çocuk için 320, iki çocuk için 430, 3 çocuk için 540
Euro veriyor.
İSPANYA - 2500 Euro Yardım
Ortalama doğurganlık oranı 1,3’ün altına inen
İspanya, doğum yapan kadınlara 2500 Euro destek
sağlıyor.
RUSYA - 9 Bin Dolar Teşvik
Rusya’nın nüfusu her yıl 700 bin kişi azalıyor, bu
demek oluyor ki doğacak her çocuk Rusya için çok
değerli. Bunu bilen başbakan Vladimir Putin,
vatandaşlarını çocuk yapmaya teşvik etmek için
her doğuma 6 bin dolar vermeyi kanun haline
getirdi.
DANİMARKA - Erkeklere Bile 2,5 Ay İzin
Doğum için annelere izin vermenin yanı sıra
Danimarka, Hollanda ve Finlandiya erkeklere de
2,5 ay izin veriyor.
GÜNEY KIBRIS – 20 Bin Lira
Güney Kıbrıs ikinci çocuktan sonra gelen her çocuk
için 20 bin lira civarında yardımda bulunuyor.
ALMANYA - 25 Yaşına Kadar Bakım
Avrupa Birliği’nin yapı taşlarından Almanya,
vatandaşına 25 yaşına kadar bakıyor. İlk iki çocuk
için 184 Euro yardım yapan ülke, üçüncü çocukta
bu fiyatı 190 Euro’ya çıkarıyor. Üç çocuktan fazlası
için ise her bir çocuğa 215 Euro veriyor.
Yapılan bu teşvikler meyvesini verdiği takdirde
Avrupa’nın nüfusunda belli bir artış trendi
yaşanacağı düşünülüyor. Diğer bir yandan
Almanya ve Fransa gibi daha milliyetçi olan ülkeler
yaşam şartlarının daha iyi olması nedeniyle her
geçen yıl daha fazla göç almakta. Eskiden göç
denince akla ilk önce ABD gelirken, Avrupa
Birliği’nin sağlamış olduğu avantajlar bu algıyı bir
anlamda buraya çekmiş durumda. Buna
dayanamayan başta Almanya ve Fransa olmak
üzere çoğu AB ülkesi artık milli nüfusunu artırma
politikaları izlemeye başladı. Bunun en büyük
yaptırımlarından biri de doğurganlık sayısını
artırmak olunca Avrupalı aileler artık çocuk
yapmaktan kaçınmak yerine daha fazla çocuk
sahibi olacakmış gibi görünüyor. Bu da demek
oluyor ki yaşlı Avrupa yerini genç ve dinamik bir
Avrupa’ya bırakacak(!)
OKAN TOPCU
ADOM e-bülten
17
EN İYİSİ YA DA HİÇ BİRİKaçımız cadde de aheste aheste yürürken
yanımızdan geçen sayısız otomobilin büyüsüne
kapılmıyoruzdur ki? Bir de o otomobil, yoldan
geçerken cadde sakinlerini etkileyecek kadar iyiyse
eminim ki büyüsüne kapılmayanımız yoktur. Lakin
ben deniz, arabalar konusunda iki kelam
edemeyecek kadar konunun uzağındayken, son
günlerde rastladığım bir haberden yola çıkarak;
1929 Büyük Buhranında nelerin yapılabileceğini
adeta ders verircesine ortaya koyan bir otomotiv
devinden Mercedes-Benz’den haddimi aşa aşa
bahsetmek istiyorum…Konuyu biraz derinlemesine
kurcalayınca anlıyor ve daha başlamadan ‘haddimi
aşa aşa’ demeyi eksik etmiyorum çünkü dünden
bugüne nasıl bir tekerleğin döne döne devleştiğine
yine bir fincan kahvemle tanık oluyorum…
Mercedes-Benz “The best or nothing” (En iyisi ya
da hiçbiri) felsefesiyle hareket ederek, her gün en
iyiyi yeniden icat etmek için kendisi ile yarışıyor.
Peki siz efsanenin nasıl başladığını biliyor
musunuz? Bu otomotiv devinin tarihinin
derinliklerine indikçe birçok otomobil hayranı
tarafından bilinen özelliklerin yanı sıra, biraz daha
geri planda kalmış, hatırlanmaya değer, birçok
ilginç detaya rastlamak mümkün. Ömürlerini en iyi
otomobili üretmeye harcamış iki mucit Gottlieb
Daimler ve Karl Benz’in rekabeti ortaklığa
dönüşerek Mercedes-Benz’i ortaya çıkardı.
Gottlieb Daimler, Mercedes adının 1902’de resmi
olarak markalaştığını göremeden, 1900’de öldü.
Fakat çocukları, marka için bir amblem tasarlamak
gerektiğinde onu tekrar hatırladılar: Babaları
Köln’de motor üzerine çalıştığı ilk yıllarda kendi
evini bu üç köşeli yıldızla işaretlemiş ve ürettiği
motorların bir gün “karada, havada ve denizde” bu
yıldız gibi parlayacağını eşine müjdelemişti.
Çocukları da modern medeniyeti adeta harekete
geçiren babalarının ve onun icatlarının anısına bu
işareti, üç köşeli yıldızı, Mercedes’e amblem olarak
seçtiler.1921’den itibaren Mercedes-Benz yıldızı
bugün hepimizin bildiği haline en yakın biçimine
kavuştu.1926’ya gelindiğinde savaş sonrası
yaşanan ekonomik kriz, henüz gelişmekte olan
otomotiv endüstrisini zorluyordu. İki rakip mucidin
kurduğu firmalar, DMG ve Benz&Cie bu noktada
önemli bir karara imza attı ve en iyi otomobilleri
üretmeye devam edebilmek için birleşmeye karar
verdiler. Böylece Mercedes-Benz doğmuş oldu.
“Ben atın gücüne inanırım. Otomobil geçici bir
olaydan başka bir şey değildir.” Bu sözler,
Stuttgart’taki Mercedes-Benz Müzesi’nin girişinde
yer alıyor. Sözlerin sahibiyse, Alman İmparatoru II.
Wilhelm. 1886 yılında bugüne geçen 125 yıl ise,
İmparator’un yanılmış olduğunu gösteriyor. Hem
de fena halde yanılmış olduğunu..! Almanya’nın
Stuttgart kentindeki Mercedes-Benz Müzesi,
otomobilin icadından günümüze kadar olan
gelişmeleri gözler önüne seriyor. Müzenin en üst
katında Karl Benz’in 1886 yılındaki icadı dünyanın
ilk otomobili ve Gottlieb Daimler’in aynı yıllarda
motor taktığı at arabası ile başlayan tarihe
ADOM e-bülten
18
yolculuğa çıkanlar, 125 yılda üretilen yaklaşık 800
adet yüzde 100 orijinal Benz, Mercedes ve
Mercedes-Benz araçlardan 160′ını
görebiliyor. 1885 yılında yapılan dünyanın ilk
motosikleti, 1892′de üretilen ilk itfaiye aracı,
1895’te imal edilen 6 kişilik ilk otobüs ve çok
sayıda otomobilin bulunduğu müzede sergilenen
bir bisiklet dikkati çekiyor. 1924-1927 yılları
arasında yaşanan ekonomik krizin otomobil
üretimine olan olumsuz etkisiyle doğrudan ilgili
bizim Mercedes-Benz markalı bisiklet… Krizde
daha ucuz ulaşımın sağlanması gerekliliğini şart
koşan o yıllarda Mercedes, 25 bin adet bisiklet
üretip satıyor. O dönemlerde bisikletler de
otomobiller kadar talep görüyor. Bir anlamda o
yıllarda tasarruf ekonomisine güzel bir örnek olan
Mercedes-Benz’in bu paha biçilemeyen bisikleti,
büyük krizlerden çıkan dev markaların en dişe
dokunur yanı…
Mercedes-Benz’in binlerce fiyakalı bisikleti;
yaşanan bu Büyük Çöküntü yıllarını, devlerin bile
nasıl birer cüce rolünü tıpış tıpış üstlendiğinin en
büyük kanıtı olarak müzede sergilene dursun,
markanın ve markalaşmanın büyük önem taşıdığı
günümüz kapitalizminde ise tarihin tekerrürle
karşılaşması an meselesi… Ekonomik gerçekleri
görmenizi sağlayacak bir gözlük takıp sağa sola
bakmaya başladığınızda bir yanda bir hamburgere
160 USD veren Manhattan sakinlerini, diğer bir
yanda günde 1 USD harcayamayan Afrika
sakinlerini; bir yanda yoksulluğu, diğer bir yanda
israfı; bir yanda gelişmişleri, bir yanda gelişmekte
olanları ve diğer bir yanda da gelişmemişleri; her
yanda ise eşitsizliği görürsünüz. Bu gözlemden
sonra aklınıza şöyle sorular gelir: “ Bazıları
ekonomik açıdan bu kadar gelişebilmişken diğer
bazıları nasıl bu kadar kötü olabiliyor? Ülkeler
arasındaki bu ekonomik uçurumları sebepleri
nelerdir? Farklılıkların temelinde neler
yatmaktadır?”. Yıllardır bu sorulara cevap aranıyor
ve çeşitli teoriler öne sürülüyor. Aranan
cevaplardan ve de her geçen gün çoğalan
teorilerden ziyade dev markaların tarihine kısa bir
yolculuk daha akıl karı gibi sanki. Peki ya siz ne
dersiniz?
Cansu TAHAN
ADOM e-bülten
19
ORTAK SANCIMIZ ‘‘KÜRTAJ’’Öncelikle yazıda inceleyeceğimiz konunun ana
terimi olan kürtajı irdeleyerek girmek istiyorum.
Bu terimin doğru biçimi küretajdır, ancak dilimize
kürtaj olarak yerleşmiş ve yayılmıştır. Kürtajın
kelime anlamı ise kazımaktır ama bu terim Kadın
Hastalıkları ve Doğum branşında rahim içerisinde
herhangi bir dokuyu özel aletlerle kazıyarak alma
işleminde kullanılır. Halk arasında bu terim ‘çocuk
aldırma, bebek aldırma’ anlamına gelecek şekilde
kullanılmaktadır.
Kürtaj işleminin genel amacı ise; genellikle
gebeliğin sona erdirilmesidir. Ancak bazen de
düşük sonrası içeride kalan gebelik parçalarını
almak veya ölü ceninleri almak için yapılabilir.
Şimdi ise kürtaj işleminin riskleri üzerine duralım.
Bu riskleri genel olarak iki başlık altında toplamak
mümkündür. Bunlar;
Kürtaj İşlemine Bağlı Riskler
Rahmin delinmesi: Gebe bir rahim
gebe olmayan bir rahme göre çok
daha yumuşaktır, bu yüzden işlem
sırasında dikkatsizce ve sert bir
şekilde yapılan hareket rahmin
delinmesine neden olabilir. Ve ayrıca
bu risk gebelik yaşı arttıkça artar.
Rahim ağzında yırtık oluşması: Kürtaj
öncesi rahmin ağzı buji denilen özel
aletlerle genişletilir. Bu işlem sırasında
rahimde yırtık oluşursa diğer
doğumlarda düşüğe neden olabilir.
Enfeksiyon: Kürtaj yapılan ortamın
veya aletlerin hijyenik olmaması, dolu
banyo veya havuza girilmesi
sonucunda uzmanın verdiği
antibiyotikleri kullanmama gibi
nedenlerle enfeksiyon gelişebilir ve
bunun nihayetinde kısırlığa kadar
giden sorunlar oluşabilir.
Rahim içinde kan birikmesi: Nadir
olarak görülen bu durumda, rahim
içinde kan damarlarının kapanmaması
ve rahim ağzının kapanmasıyla içeride
kan birikir ve bu da şiddetli kasık
ağrılarına sebep olmaktadır.
Anesteziye Bağlı Riskler
Genel anesteziyle yapılan kürtajlarda hastanın
yaşı, var olan sağlık yapısı, alerjileri gibi faktörler
anestezinin risklerini belirlemede çok önemlidir.
Hastaya verilecek ilaçlar uzman Anestezist
tarafından verilmelidir. Ve ayrıca genel anestezi ile
yapılan işlemler poliklinik veya muayenehane
ortamlarında yapılmamalıdır.
Lokal anestezi ile yapılan kürtaj işlemlerinde
rahmin ağzı özel bir alet ile tutulduğundan kişilerin
duyduğu acı neticesinde kusma, bulantı, ani
tansiyon düşmeleri ve hatta bayılmalar oluşabilir.
Gördüğünüz gibi kürtajın riskleri ve buna bağlı
olarak fiziksel zararlarını inceledik. Ancak kürtaj
işleminin sadece fiziksel risk ve zararları yoktur,
bunun yanında psikolojik zararları da vardır.
Kürtajın ne kadar sıradanlaştığı da söylense
kürtajın psikolojik etkileri hiçbir zaman
sıradanlaşmamaktadır. Kişiler kendilerince kürtajı
ne kadar haklı sebeplere dayandırsalar da uzun
vadede kişilerde psikolojik sorunlar boy
ADOM e-bülten
20
göstermektedir. Bir bebeğe sahip olma veya
aldırma noktasında ikilemde kalan kişi aldırdığında
pişmanlık ve suçluluk duygusu yaşamaya
başlamaktadır. Bu yüzden kişiler kürtaj öncesi
psikolojik destek alıp daha rasyonel
düşünmelidirler.
Peki, bir kişi kürtaj olduysa kürtajdan sonra nelere
dikkat etmelidir bunları inceleyelim.
Kürtaj sonrası cinsellik: Kişi kürtaja maruz
kaldıktan sonra 20 gün cinsel ilişkiden uzak
durması tavsiye edilir. Çünkü kişinin
enfeksiyon kapması ve kürtaj sonrası yeni
bir gebelik riski oluşur.
Kürtajdan hemen 2 hafta sonra normal
doğum süreci başlayabilir kişiler bunu
bilerek gerekli önlemleri almalıdır. Ayrıca
kürtaj sonrasında hekiminizin ultrason
cihazıyla içeride parça kalıp kalmadığı
kontrol ettiğinden emin olun.
Ülkemizde ve Dünyada kürtajlar sadece
muayenehane veya hastanelerde
yapılmamaktadır. Maalesef kişiler güvenli olmayan
düşük ve kürtajlarda yapmaktadırlar. Tanıdıkları
kişilerden gebe olduğunu saklamak, ücra yerlerde
yaşayıp doktora ulaşamamak, maddi
olanaksızlıklar yaşamak ve ülkesinde kürtajın yasak
olmasından dolayı kişiler bu uygulamaları
yapmaktadırlar. Ve genellikle bu ortamlar
sterilizasyon olmadığı için kişilerin sağlığını büyük
oranda tehlikeye atmaktadır. Bu yüzden kişiler
doğum kontrol yöntemleri hakkında
bilgilendirilmeli ve bilinçlendirilmelidir.
Yukarıda genel olarak kürtajdan bahsettik şimdi ise
değişikliği ile gündeme geldiğinde çok tartışılan
kürtaj yasağı üzerinde duralım. Kürtajı resmi
olarak serbest bırakan ilk ülke Rusya olmuştur.
1920 yılında hangi sebeple olursa olsun kürtaj
yapılmasına izin verilmiştir. Ancak bu işlem
dünyada dini, etik, kültürel ve ekonomik gibi
birçok faktörden etkilenmektedir. Bu nedenle
ülkeler kürtaj yasağı konusunda farklı farklı
uygulamalara gitmektedir. Yani her ülke farklı
durum ve koşullarda izin vereceği tarzda kanunlar
koymuşlardır. Bazı ülkeler ise her ne durumda
olursa olsun kürtajı yasaklamışlardır. Bu ülkelerde
ise kürtaj işleminin illegal biçimde, güvenli ve
sağlıklı olmayan yerlerde yapıldığını
göstermektedir. Ülkelerde modern doğum kontrol
yöntemleri yaygın, kolay, ulaşılabilir ve bilinçli
yapıldığı takdirde kürtaja olan talep azalacaktır.
Dünya çapında kürtaj yasağını incelediğimiz
zaman, tam bir ihtilaf olduğunu görüyoruz. 2012
yılı itibari ile 68 ülkede kürtajın yasak olduğu ve 73
ülkede serbest olduğu bilinmektedir. Ancak bu
yasaklar çeşitli uygulamalar ile birbirinden
ayrılmaktadır. Genel odak noktası ise kişinin
“zaruriyet ile mi yoksa keyfi olarak mı” ve
“gebeliğinin kaçıncı haftasında olduğudur”. Ancak
ADOM e-bülten
21
İran, Meksika ve Endonezya gibi ülkelerde kürtaj
yasağı istisnasız bir şekilde uygulanmaktadır.
Kürtaj yasağı, Türkiye de nasıl uygulanmaktadır,
öncelikle buna bakalım. Kürtajda yasal sınır 10
haftadır. Kişi eğer 18 yaşından küçükse veli ya da
vasisinin yazılı ve imzalı belgesi ile kürtaj olabilir.
Eğer kişi 18 yaşından büyük ise ve evli ise babanın
rızası ve izni gereklidir. Ancak kişi 18 yaşından
büyük ve evli değil ise kendi isteğiyle gebeliğini
sonlandırabilir.
Şimdi ise kürtaj yasağını Avrupa Birliği ve üye
ülkeler açısından inceleyelim.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Avrupa devletleri
arasında ortak bir uygulama bulunmamaktadır.
Çünkü Avrupa Birliği, kurum olarak böyle bir
yetkiye sahip değildir. Ancak yine de bu alana
müdahale etmek isteyen Avrupa Parlamentosu
‘Kürtajın yasal hale getirilmesi çağrısında
bulunmuştur’. Ancak bu çağrıların hiçbir hukuksal
yaptırımı yoktur.
Ülkeler üzerinden AB deki kürtaj yasağını ve
uygulamaları inceleyelim. İlk olarak Malta göze
çarpmaktadır. Çünkü AB üyesi devletler arasında
kürtajın tamamen yasak olduğu tek ülke Malta’dır.
Bir diğer örnek ise koyu Katolik kimliği ile tanınan
İrlanda’dır. İrlanda’da sadece anne hayatının
tehlikeye girmesiyle kürtaj yapılabilmektedir.
Polonya ve İspanya da ise tecavüz ve sağlık
durumunun kötü olması halinde izin verilmektedir.
İngiltere, Lüksemburg ve Finlandiya da ise sağlık ve
tecavüzün yanı sıra ekonomik ve sosyal nedenlere
bağlı olarak da kürtaja izin verilmektedir. Diğer
Avrupa devletlerinde ise kişiler hiçbir gerekçe
göstermeksizin kürtaja başvurabilir. Avrupa
genelinde kürtaj için yasal süre ortalama olarak 12
haftadır.
Şimdi ise bazı ülkelerin kürtaj için verdiği süreleri
inceleyelim.
Avusturya: 12 hafta. Çocuk veya annenin
doğum sonrasında sorun yaşayacak olması
halinde uygulanır.
Belçika: 12 hafta. Anne bunalımda
olduğunu söylerse yeterlidir. İki hekim
onayı aranır.
Fransa: 12 hafta. Annenin bunalımda
olduğunu söylemesi yeterlidir.
Almanya: 12 hafta. Kürtaj öncesinde
hekimden tavsiye almalıdır.
Yunanistan: 12 hafta. Tecavüz halinde 19
haftaya kadar uzatılabilir.
İtalya: 12 hafta. Kürtaj öncesi kişiye1 hafta
düşünme süresi verilir.
Hollanda: 13 hafta. Kürtaj öncesi 5 gün
düşünme süresi verilir.
Portekiz: 16 hafta.
İspanya: 22 hafta.
İngiltere: 24 hafta.
Emre GÖKYILDIZ
KAYNAKLAR
1-) www.hthayat.com
2-) www.dw.de
ADOM e-bülten
22
PORTRE: HON0RE DE BALZACRoman ve öykülerini İnsanlık Komedisi altında
toplayan Fransız yazar. Mantık ilişkisi içerisinde
birbirine bağlanan olaylar, tutarlı kahramanlar ve
güçlü diyaloglarla, belirli kurallara uyan klasik
roman türünün yerleşmesinde önemli rolü
olmuştur.
Balzac; güneyli, köylü kökenli bir ailedendi. Devlet
memuru olan babası, çoğunlukla Paris’te görev
yaptı. Aristokratların adının bir parçası olan de
takısını almaya hakları olmadığı halde önce kendisi
sonra oğlu bu takıyı kullandılar. Balzac’ın annesi
kumaş üreten bir burjuva ailesinden geliyordu. Kız
kardeşi Laure, Honore’nin tek çocukluk arkadaşıydı
ve ilk yaşam öyküsünü yazan da o oldu.
Balzac ve ailesi Napolyon’un devrilmesi ile Paris’e
taşındı. Altı yıllık bir okul geçmişinden sonra iki yıl
da Paris’te okula gitti. Daha sonra üç yıl bir
avukatın yanında çalıştı. Ama edebiyatı bırakmadı.
O yıllarda trajedi türünü denediği Cromwell ile
başarıyı yakalayamayınca romana yöneldi.
Ürünleri duygusal ve mistik bir hava taşıyordu.
Para kazanmak amacı ile yazdığı tarihsel, mizahi ve
gotik romanlarda çeşitli adları bir araya getirerek
değişik takma isimler kullandı. Sonra toplumsal
yergi ile ilgilenmeye başladı; o dönemdeki bilim ve
hukuk derlemeleri üzerine parodiler yazdı.
Bir süre yayıncı, matbaacı ve hurufatçı olarak iş
yaşamını denedi. 1828’de iflasın eşine geline işten
çekildi, ama bir daha borçtan kurulamadı. Yeniden
yazarlığa döndü. Artık çıraklık dönemi kapanmıştı.
1829’da yazdıkları Balzac’ı üne çok yaklaştırdı.
Kendi adı ile yayımlanan ilk romanı LesChouans,
bu adla anılan Breton köylülerini ve bunların,
krallığın yeniden kurulması için 1799’da Batı
Fransa’da yapılan gerilla savaşlarında oynadıkları
rolü anlatan tarihsel bir romandı. Aynı yıl
yayımlanan öteki yapıtı Evliliğin Fizyolojisinde
kendi adını kullanmadı. Yergi ve mizahın ön planda
olduğu bu roman, aldatılan koca konusunu işliyor,
hem aldatılmanın nedenlerini, hem de bunun nasıl
önlenebileceğini gösteriyordu. Roman Balzac’ın
kadınlara duyduğu sempatiyi ve anlayışlı
yaklaşımını ele veriyordu. Daha sonraki
romanlarında bu özelliğinin açıkça ortaya
çıkmasıyla da ünü yerleşmeye başladı.
Ailesi Paris’ten ayrılmasına rağmen Honore,
zamanının çoğunu Paris’te geçiriyordu. Tours’dan
gelen taşralı çoktan bir Paris’li olmuş, bir apartman
dairesine yerleşmişti. Gürültücü, biraz kaba, ün,
servet ve aşk hırsıyla dolu, ama hepsinden
önemlisi dehasının bilincinde biri olarak yalnızca
edebiyat dünyasıyla yetinmeyip günün gözde
sanat çevrelerini de fethetmeye kararlıydı.
Kadınlarla ilişkileri oluyordu. Bununla birlikte ilk
aşkları arasında Madame de LaureBerny’nin özel
bir yeri vardı. Balzac’ın çoğu romanının esin
kaynağını oluşturan olgun kadın tipini anlamasına
yardımcı olan da kuşkusuz oydu.-
ADOM e-bülten
23
Balzac, özellikle 1828-1834 arasında, yapacağı
işlerin parasını peşin alıp harcayan bir züppe ve
çapkın olarak düzensiz bir yaşam sürdü. Süslü
giysileri, seyisi ve iki tekerlekli arabası, şık bastonu
ve başka süs eşyaları için döktüğü paralar eğlence
konusu oldu. Büyüleyici öyküler anlatan biri olarak
sosyetede kabul gördü. Ama bu gösterişli
toplumsal yaşam daha sonra olduğu gibi o
sıralarda da ona her şeyden çok, garip çalışma
nöbetlerinden bir kaçış sağlıyordu. Balzac çalıştığı
zaman, keşişlerin giysilerini andıran beyaz geceliği,
kar tüyü kalemi ile ve hiç durmadan kahve içerek
14-16 saat masasında oturuyordu. Çok para
kazanma merakından hiçbir zaman vazgeçmemiş,
ama bir yandan da çağının para tutkusuna
içerlemeye başlamıştı. Yayıncı ve matbaacılardan
her zaman çok şey bekledi. Bununla birlikte
gerçekte her şeyi belirleyen ondaki olağanüstü
yaratıcılık dürtüsü ve yaşadığı çağı düzeltme
isteğiydi.
XVIII.Louis ve X.Charles dönemlerinde polemilçi ve
yergici gazatecilik anlayışı yaygınlaşmıştı. Gerici
bakanlara saldıran, genellikle küfür dolu, ucuz,
küçük gazeteler ortaya çıkarmaya başlamıştı.
1829-1831 arasında Balzac bu tür gazetelere
yazılar verdi, hatta içlerinden birinin, La
Caricature’ün kurulmasına yardım etti. Bunlar
çoğunlukla riberal gazetelerdi. Fakat Balzac artık
liberal düşünceli bir insan değildi. Mutlakiyetçiliğe
yakınlık duyuyordu; 1832’de yazıları kralcı Le
Renovateur’de çıkmaya başladı. Bundan sonra
gazete yazarlığını saygın dergilerle sınırlandırdı. Ne
varki bunlarla bile sürekli bir kavga içerisindeydi;
daha sonra sert ve unutulmaz eleştiriler
yöneteceği basın kin beslemeye başlamıştı.
Balzac bir yandan son hızla çalışırken, bir yandan
da alacaklıları kapısını aşındırıyordu.1835 te
Paris’ten bir banliyö semti olan Chaillot’ya
taşındı.Orada da mahkeme ilamı getiren
memurları atlatmak için dahice planlar kurmak
zorunda kalıyordu.Romanı tiyatronun bir çeşidi
olark gören Balzac, 1829-1830 arasında “Özel
Yaşamdan Hikayeler”ile ilk altı kitabını yazdı.Bu
dönemin özel önem taşıyan iki romanı Tours
Papazı, ile Eugenie Grandet onun ikinci bir
sahneye, yani taşra yaşamına yöneldiğini gösterir.
Balzac, 1834 te büyük bir bütün olarak
tasarlamayı, eserlerini genel bir grupta toplamayı
düşünür.İnsan yaşamını ve toplumu yöneten
ilkeleri ele alan “Çözümleyici İncelemeler”; insan
eylemini belirleyen nedenleri ortaya koyan “Felsefi
İncelemeler” ve bu nedenlerin sonuçlarını
gösteren altı sahneye bölünecek olan “Töre
İncelemeleri” adı altında üç genel grup oluşturur.
Bütün bu tasarı sonuçta on iki cilt halinde
gerçekleşti.İlk cildin başında Felix Dawin adlı bir
arkadaşının yazdığı önsöz yer alır.Kitabın başlığı
“İnsanlık komedisidir.” Daha sonra bu kitabın ilk
baskısı on yedi cilt, ikinci baskısı ise yirmi dört cilt
olarka yayımlandı.
Balzac’ın aynı kahramanlara tekrar tekrar yer
vermesi yapıtlarında bir bütünlük oluşturması
düşüncesiyle gerçekleştirmiştir.Bu teknik ilk olarak
gerçekçilik akımın baş yapıtı sayılan Goriot Baba da
uygulandı. Oldukça yapay gibi görünsede Balzac,
çağdaş anlamdaki roman dizisinin yaratıcıları
arasına girmiş olur.
Balzac 1841’de Yaşamımın öyküsü yapıtımın
öyküsüdür. diye yazmıştır.Bu nedenle Balzacı hem
ADOM e-bülten
24
bir yazar, hem bir toplumsal ilgi merkezi hem de
aşk serüvencisi olarak düşünmek
gerekir.Ukrayna’da yaşlı bir toprak sahibinin karısı
Polonyalı Kontes Eveline Hanska ile dost olmuştur.
İkili arasında uzun süren mektuplaşmalar ve azda
olsa buluşmalar yaşanmıştır.Balzac’ın ölümünden
sonra yayımlanan ”Bir yabancıya mektuplarʺ onun
hem yaşamı hem de yapıtları konusunda önemli
bilgiler verir.Balzac mektup arkadaşına karşı ciddi
duygular beslemesine karşı metresleri ve dostları
sayılamayacak kadar çoktur.
Balzac’ın giriştiği yayımcılık denemeleri yine
başarısızlıkla sonuçlandı. Borç batağına düştü fakat
Versailles yakınlarında “Les Jardies”adlı küçük bir
ev yaptırdı. Kısa zamanda buradan ayrılıp
günümüzde Balzac müzesi olan Passyde bir eve
yerleşti. Daha sonra tiyatro çalışmalarına başladı
fakat yine başarısız oldu Edebiyatçılar Derneği
Başkanı olarak yazarların yayın hakları konusunda
çalışmalar yaptı.
Mektup arkadaşı Eveline’nin kocasının öldüğünü
öğrenince onunla evlenmek istedi fakat borçları
nedeniyle ve Eveline’nin sürekli ertelemeleri ile bu
girişiminde de başarısız oldu. Daha sonra
Petersburg’da Eveline ile yeniden birlikte oldu
yaşamı zorluklarla geçsede edebiyatından bir şey
kaybetmedi. Bu dönemde “Kuzen Bette”,”Kuzen
Pons” ve Yoksul Akrabalar en büyük yapıtları
arasındadır.
Balzac 1847’de Polonya ya Madame Hankska’nın
yanına giderek birkaç ay geçirdi. Ertesi yıl bir daha
gitti.Burada evlendi ve Parise gittiler.Balzac
ölümünden önceki son birkaç ayı hiçbir iş
yapmadan ve sıkıntılar içinde geçirdi.
Balzac’ın Sanatı ;
Balzac gerçekçilikle doğalcılığın yaratıcısı olarak
görülmüştür. Yaşamın her yönünü kavrayabilmiş
fakat işci sınıfını hiç hesaba katmamıştır. Sanatını
güç ve para kazanmak için kullanmıştır.
Olayları mantıklı bir sıra tutarlı ve kurallı bir
biçimde anlatır. Bu yönüyle klasik roman tekniğini
Balzac’ın yerleştirdiği açıkca kabul edilir. Geleceği
tasarlayan düşünür, filozof ve aydın yanı ön plana
çıkar.
Olağanüstü bir yöntem geleneği ve fotoğraf
makinesine benzer bir bellek gücü olduğu kesindir.
Fakat bunula birlikte empati yeteneği gelişmiştir.
Arka plan ile karakter arasındaki ilişkiyi
açıklamakta çok ustadır. Karakterin içinden geldiği
dünyayı, geçmişi ve çevreyi uzun uzun betimler.
Sözleri:
Bilginin efendisi olmak için çalışmanın uşağı olmak
şarttır.
Beklemesini bilenin her şey ayağına gelir.
Dünyada bir kadın için, herhangi bir erkeği etkisi
altına aldığını bilmesi kadar zevkli bir şey yoktur.
Felaketin iyiliği varsa, hakiki dostlarımızı
tanıtmasıdır.
İyi dostluklar temiz hesaplarla kurulur.
İyiliğinize inanılmasını istiyorsanız, ondan hiç
bahsetmeyiniz.
Sanatın vazifesi, tabiatı kopya etmek değil, tabiatı
ifade etmektir. Sevilen kadın bütün kadınların en
güzeli değil midir?
Şöhret, uzaktan güneş gibi parlak ve ısıtıcı;
yaklaştınız zaman, bir dağ tepesi gibi soğuktur.
Her servetin arkasında bir suç vardır.
Umutsuz sevmek de bir mutluluktur...
İsmail AYDOĞDU
KAYNAKLAR:
Ana Britannicca, Genel Kültür Ansiklopedisi
Büyük Larousse, Sözlük ve Ansiklopedisi
http://www.turkceciler.com
ADOM e-bülten
25
KRONOLOJİ: MART1 Mart
1926 - İtalyan yasaları esas alınarak hazırlanan
yeni Türk Ceza Kanunu, TBMM'de kabul edildi.
1947 – Uluslararası para fonu (International
Monetary Fund, IMF) finans işlemlerine başladı.
1978 – Charlie Chaplin’in cenazesi İsviçre’deki
mezarlıktan çalındı.
2005 - Türkler: Bir
İmparatorluğun Mimarları
ve Mimar Sinan'ın Dehası
adlı fotoğraf sergisi
Londra'da açıldı.
2 Mart
1888 - İngiltere, Almanya,
Avusturya-Macaristan,
İspanya, Fransa, İtalya,
Hollanda, Rusya ve Türkiye arasında İstanbul
antlaşması (Convention of Constantinople)
imzalandı. Buna göre, ilgili devletlerin gemileri
hem savaş hem de barış zamanında Süveyş
kanalından geçebilecekler.
3 Mart
1847 - Alexander Graham Bell, İskoç mucit
doğdu.(ö. 1922)
5 Mart
1950 - Eskişehir'de sel felaketi: 50 bin kişi açıkta
kaldı, 2500 ev yıkıldı, 6 kişi boğuldu.
Felaketzedelere Marshall Planı'ndan yardım geldi.
6 Mart
1475 - Michelangelo, İtalyan heykeltıraş, ressam,
mimar ve şair doğdu. (ö. 1564)
1986 - "Kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın
önlenmesi" isteğini içeren 2861 imzalı dilekçe,
TBMM Başkanlığı'na verildi.
8 Mart
1911 - Dünya Kadınlar Günü ilk kez kutlandı.
11 Mart
1990 - Litvanya , Sovyetler Birliği'nden ayrılarak
bağımsızlığını ilan etti
12 Mart
1930 - Mahatma Gandi, Tuz
Yürüyüşü (Salt Satyagraha)
başlattı.
1938 – Nazi Almanyası askeri
birlikleri Avusturya'yı işgal etti
ve ertesi gün resmen ilhak etti.
1999 - Varşova Paktı'nın eski
üyeleri Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya
NATO'ya katıldı.
13 Mart
1781 - Güneş sisteminin yedinci gezegeni Uranüs
keşfedildi. Alman kökenli İngiliz gökbilimci
William Hershel, Uranüs gezegenini keşfetti.
1900 - Fransa'da çocuk ve kadınların çalışma
saatleri, günde 11 saat ile sınırlandırıldı.
14 Mart
1919 – Yunanların İzmir'e çıkarma planı, İngiltere
Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanı
Georges Clemenceau, İtalya Başbakanı Vittorio
Emanuele Orlando ve ABD Başkanı Woodrow
Wilson tarafından kabul edildi.
17 Mart
ADOM e-bülten
26
1948 - Belçika, Fransa, Hollanda, Birleşik Krallık,
Lüksemburg dışişleri arasında, 50 yıl süreli Brüksel
Antlaşması imzalandı.
20 Mart
1792 - Fransa Milli Meclisi, giyotinle idamı
onayladı. Adını mucidi Fransız doktor Joseph
Ignace Guillotin'den alan giyotin, ilk kez 25 Nisan
1792'de kullanıldı.
1942 - Alman SS birlikleri, Batı Ukrayna'nın
Rohatin kentinde 600'ü
çocuk 3.000 Yahudiyi
bir gün içinde
öldürdüler.
21 Mart
1965 - Martin Luther
King 3.200 kişilik bir
grupla, insan hakları
yürüyüşü için Selma,
Alabama'dan
Montgomery,
Alabama'ya doğru yola
çıktı.
22 Mart
1791 - Hollandalı kadın hakları savunucusu Etta
Palm, Gerçeğin Dostları Konfederasyonu olarak
bilinen kadın kulüplerini kurdu.
25 Mart
1752 - İngiltere'de yılın ilk günü. İngilizlerde 1
Ocak ile başlayan ilk yıl 1752'dir.
1957 - Roma'da bir araya gelen Fransa, Almanya,
İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg, Avrupa
Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi
Komisyonu'nun kurulmasına ilişkin Roma
Antlaşması'nı imzaladı.
26 Mart
1934 - Birleşik Krallık'ta ilk kez motorlu taşıt
kullanacaklara şoförlük sınavından geçme
zorunluluğu getirildi.
1995 – Schengen Antlaşması yürürlüğe girdi.
27 Mart
425 - İmparator II.Theodosius zamanında,
Konstantinopolis'te,
Auditorium adıyla ilk
yüksekokul açıldı.
Okulda 31 profesör,
Latince ve Grekçe
hitabet ve gramer,
hukuk ve felsefe dersleri
vermeye başladı.
28 Mart
1947 - Birleşmiş
Milletler Avrupa
Ekonomik Komisyonu kuruldu.
1941 - Virginia Woolf (İngiliz yazar) öldü. (d. 1882)
31 Mart
1889 - Paris'te, 1789 Fransız Devrimi'nin 100'üncü
yıldönümü için, Gustav Eiffel tarafından yapılan
Eiffel Kulesi açıldı.
İlknur PİŞKİN