142
2 Ahmet Taner Kışlalı Siyasal Sistemler Siyasal Uzlaşma ve Çatışma Ahmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. Kabataş Lisesi'nden sonra AÜ SBF'yi bitirdi. Paris Üniversitesi'nde Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi dalında doktora yaptı. 1972 yılında doçent oldu. 1977'de CHP listesinden İzmir milletvekili seçildi. 1978'de Bülent Ecevit hükümetinde Kültür Bakanı olarak yer aldı. 12 Eylül sonrasında üniversiteye dönerek 1988'de profesörlüğe yükseldi. Uzun süre AÜ İletişim Fakültesi'nde Siyaset Bilimi dersleri veren Kışlalı, Nokta dergisinde ve Cumhuriyet gazetesinde köşe yazıları yazdı. Ahmet Taner Kışlalı 12.10.1999'da bombalı bir suikast sonucu öldürüldü. Kışlalının eserleri: · Forces Politiques dans la Turquie Moderne (AÜ SBF Yayınları, 1968) · Öğrenci Ayaklanmaları (Bilgi Yayınevi, 1974) · Siyaset Bilimi (İmge Kitabevi Yayınları, 1994 -3 baskı, 1995, 1997, 1999, 2000) · Kemalizm Laiklik ve Demokrasi (İmge Kitabevi Yayınları, 1994 -3 baskı, 1995, 1997, 1999, 2000) · Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği (İmge Kitabevi Yayınları, 1.-4. baskı: 1993, 5.-8. baskı: 1994, Gözden Geçirilmiş 9. baskı 1995, 1996, 1997, 1998, 1999, 2000) · Seçimsiz Demokrasi (Çağdaş Yayınları, 1995) · Bir Türkün Ölümü (Ümit Yayıncılık, 1997) · Ben Demokrat Değilim (İmge Kitabevi Yayınları, 1999 -2 baskı, 2000 -2 baskı) İmge Kitabevi Yayıncılık Paz. San. ve Tic. Ltd. Şti. Konur Sok. No: 3 Kızılay 06650 Ankara Tel: (312) 419 46 10 - 419 46 11 Faks (312) 425 29 87 İnternet: www.imgekitabevi.com E-posta: [email protected] Esra-www.cepforum.com

Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

2

Ahmet Taner KışlalıSiyasal Sistemler

Siyasal Uzlaşma ve Çatışma

Ahmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. Kabataş Lisesi'nden sonra AÜ SBF'yi bitirdi. ParisÜniversitesi'nde Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi dalında doktora yaptı. 1972 yılında doçent oldu.1977'de CHP listesinden İzmir milletvekili seçildi. 1978'de Bülent Ecevit hükümetinde Kültür Bakanıolarak yer aldı. 12 Eylül sonrasında üniversiteye dönerek 1988'de profesörlüğe yükseldi. Uzun süreAÜ İletişim Fakültesi'nde Siyaset Bilimi dersleri veren Kışlalı, Nokta dergisinde ve Cumhuriyetgazetesinde köşe yazıları yazdı. Ahmet Taner Kışlalı 12.10.1999'da bombalı bir suikast sonucuöldürüldü.

Kışlalının eserleri:

· Forces Politiques dans la Turquie Moderne (AÜ SBF Yayınları, 1968)· Öğrenci Ayaklanmaları (Bilgi Yayınevi, 1974)· Siyaset Bilimi (İmge Kitabevi Yayınları, 1994 -3 baskı, 1995, 1997, 1999, 2000)· Kemalizm Laiklik ve Demokrasi (İmge Kitabevi Yayınları, 1994 -3 baskı, 1995, 1997, 1999, 2000)· Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği (İmge Kitabevi Yayınları, 1.-4. baskı: 1993, 5.-8. baskı:1994, Gözden Geçirilmiş 9. baskı 1995, 1996, 1997, 1998, 1999, 2000)· Seçimsiz Demokrasi (Çağdaş Yayınları, 1995)· Bir Türkün Ölümü (Ümit Yayıncılık, 1997)· Ben Demokrat Değilim (İmge Kitabevi Yayınları, 1999 -2 baskı, 2000 -2 baskı)

İmge KitabeviYayıncılık Paz. San. ve Tic. Ltd. Şti.

Konur Sok. No: 3 Kızılay 06650 AnkaraTel: (312) 419 46 10 - 419 46 11

Faks (312) 425 29 87İnternet: www.imgekitabevi.com

E-posta: [email protected]

Esra-www.cepforum.com

Page 2: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

3

İçindekiler

Birinci Baskıya Önsöz

BİRİNCİ BÖLÜM: SİYASAL ÇATIŞMA

BİRİNCİ KISIM: SİYASAL ÇATIŞMADA ARAÇLAR1. Şiddete Dayalı Olmayan Araçlar a) Para b) Sayı ve Örgüt c) Kitle İletişim Araçları2. Şiddete Dayalı Araçlar ve Yöntemler a) Toplumsal Güçlerin Kullandığı Şiddet b) Siyasal İktidarın Kullandığı Şiddet c) Şiddetin Piskolojisi ç) Terörizmin Sosyolojisi

İKİNCİ KISIM: İNANÇ SİSTEMLERİ VE SİYASAL ÇATIŞMA1. Din ve Siyaset a) Hıristiyanlık b) Müslümanlık c) Laiklik2. Çağdaş İdeolojiler a) Liberalizm b) Sosyalizm ve Komünizm c) Demokratik Sol - Sosyal Demokrasi ç) Tutuculuk ve Faşizm d) Milliyetçilik e) Kemalizm

ÜÇÜNCÜ KISIM: SİYASAL DEĞİŞME VE DEVRİM1. Etkenler ve Öncüler a) Değişmede Belirleyici Etkenler b) Toplumsal Sınıflar ve Seçkinler c) İktidarın El Değiştirmesi2. Devrim Sosyolojisi a) Devrimci Düşünce ve Eylem b) Devrim ve Karşı-Devrim

İKİNCİ BÖLÜM: SİYASAL UZLAŞMA

BİRİNCİ KISIM: KAMUOYU VE PROPAGANDA1. Kamuoyunun Oluşumu a) Araçlar ve Aracılar b) Süreçler ve Propaganda2. Farklı Toplumlarda Kamuoyu ve Propaganda a) Çoğulcu Sistemlerde Kamuoyu b) Tekilci Sistemlerde Kamuoyu c) Geri Kalmış Ülkelerde Kamuoyu

İKİNCİ KISIM: SİYASAL KATILMA VE SEÇİMLER1. Siyasal Katılma a) Katılmanın İşlevi, Biçimi ve Düzeyi b) Katılmayı Belirleyen Etkenler2. Seçim Sosyolojisi a) Oy Vermede Rol Oynayan Etkenler

Page 3: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

4

b) Seçme ve Seçilme Eşitliğini Bozan Nedenler

ÜÇÜNCÜ KISIM: SİYASAL SİSTEMLER1. Çoğulcu Sistemler a) Demokrasi Kuramı b) Siyasal Demokrasi c) Sosyal Demokrasi2. Tekilci Sistemler a) Diktatörlük Kuramı b) Marksist Rejimler c) Faşist Rejimler3. Geri Kalmış Ülke Sistemleri a) Geri Kalmışlığın Nedenleri ve Özellikleri b) Azgelişmiş Demokrasiler c) Tek Partili Rejimler ç) Askeri Diktatörlükler

Seçilmiş Kaynakça

Page 4: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

5

Öğrencilerime...

A. T. K.

Birinci Baskıya Önsöz

Bu kitap, giriş niteliğindeki Siyaset Bilimi kitabımın bir anlamda devamını oluşturuyor. Birinci kitapta,siyasal yaşamı oluşturan öğeler ele alınmıştı. Burada ise söz konusu olan, doğrudan siyasal yaşamınkendisi. Her siyasal sistem, aynı zamanda çatışmayı ve uzlaşmayı içerir. Açık ya da kapalı, yumuşak ya dasert, çatışmanın olmadığı yerde uzlaşmadan söz edilemez. Her uzlaşma mutlaka bir çatışmanın ürünüolduğu gibi; her çatışma da, çok katı ve acımasız bir görünüm altında olsa bile, mutlaka gelecektekiuzlaşmanın tohumlarını taşır. En katı baskı rejimleri bile, belirli bir "enaz" (asgari) düzeyde uzlaşmayadayanırlar. Toplumsal güçler arasında hiçbir uzlaşmanın olmadığı yerde, siyasal sistem de olmaz. Kitabın, "siyasal çatışma"nın çözümlemesine ayrılan birinci bölümünde, sırasıyla, siyasal çatışmadaaraçlar, çalışmada rol oynayan inanç sistemleri, siyasal değişme ve devrim olgusu ele alınıyor."Siyaset Bilimi" kitabımın ilk baskısında da bu başlıklar vardı. Ama bu kez birçok konu -Türk siyasalyaşamındaki gereksinmeler nedeniyle- genişletilirken, yeni alt başlıklar da eklendi: Laiklik, sosyaldemokrasi, Kemalizm gibi... Hıristiyanlık, Müslümanlık, liberalizm, sosyalizm ve milliyetçilikle ilgilibölümlere -geniş sayılabilecek- ekler yapıldı. Bu arada "Türk milliyetçiliğinin kökenleri" ne de özellikleeğilmek gereği doğdu, "iktidarın el değiştirme" süreci, "Siyasal Değişme ve Devrim" kısmına, ayrı biralt başlıkla eklendi. Bu arada, "ihtilal, reform ve devrim" kavramlarına netlik getirilmeye çalışıldı. "Siyasal Uzlaşma" başlığını taşıyan ikinci bölüm; kamuoyu ve propaganda, siyasal katılma veseçimler gibi konulara eğildikten sonra, kitabın da amacı olan bir sentezle sonuçlanıyor: "SiyasalSistemler." Daha önce ele alınan konuların hepsi, bir anlamda bu sentezin hazırlığı da sayılabilir.Doğu Avrupa'da Marksist rejimlerin geçirmekte oldukları köklü değişimler başta olmak üzere, dış ve içsiyasetin ortaya çıkardığı yeni gereksinmelerle, bu bölümü de, neredeyse yeni baştan ele almak gereğidoğdu. "Geri Kalmış Ülke Sistemleri" genel başlığı altında, bu kez "Askeri Diktatörlükler" de ayrıca yeraldı. Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime, beni özendirenmeslektaşlarımdan, çalışmalarımın tanıtılmasına ve duyurulmasına yardımcı olan basın mensubudostlarıma kadar, bu oluşuma katkıda bulunan herkese, yürekten teşekkür ederim. Kitaptakieksikliklerin giderilmesine katkıda bulunacağına inandığım eleştiriler ise, kuşkusuz ki beni çoksevindirecektir.

Ahmet Taner KIŞLALIAnkara, 10 Şubat 1991

Page 5: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

6

BİRİNCİ BÖLÜMSiyasal Çatışma

Siyasal uzlaşma, ancak belirli bir savaşımın, çatışmanın sonunda ortaya çıkar. Uzlaşmayı belirleyenöğe, güçler arasındaki dengedir. O dengenin oluşumuna olanak veren siyasal çatışma ise, taraflarınellerindeki savaşım araçlarını incelemeden anlaşılamaz. Ama kullanılan araçlar ve yöntemler ne olursaolsun, her siyasal çatışma, aynı zamanda inanç sistemleri arasındaki bir çatışmayı da içerir. Siyasaldeğişme ise, siyasal çatışmayı izleyen bir süreçtir. Değişmenin belirli bir aşamasında da, devrimolgusuyla karşılaşılır.

Page 6: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

7

BİRİNCİ KISIM

Siyasal Çatışmada Araçlar

Siyasal çatışmada kullanılan araçları, şiddete dayalı olanlar ve şiddete dayalı olmayanlar biçimindeikiye ayırarak inceleyebiliriz. Para, sayı ve örgüt, kitle iletişim araçları ikinci gruba girerler. Siyasalçatışmada amacına ulaşmak için yumruktan, sopadan başlayarak en gelişmiş silahları ve en gelişmişşiddet yöntemlerini kullanmaya insanların niçin başvurduklarını incelemek ne kadar ilginçse, şiddetyolunun sonuçlarına eğilmek de o ölçüde önemlidir. Bu vesileyle, siyasal yaşamdaki araç-amaçilişkisine de değinmiş olacağız.

1. ŞİDDETE DAYALI OLMAYAN ARAÇLAR

Çoğulcu demokrasinin, sermaye ile emek arasındaki dengeyi hedeflediğini, iki tarafa eşit katılmaolanakları sağladığı ölçüde sağlıklı işleyebileceğini öne sürenler vardır. Bu savaşımda para işverenin,sayı ve örgüt ise işçinin gücünü oluşturur. Kitle iletişim araçlarına ise, işçi ve işveren dahil, tüm toplumkesimlerinin gereksinmesi bulunur. Özellikle demokratik rejimlerde, farklı çıkar ve görüşlerin ağırlıkkazanmasında, siyasal kararları etkilemesinde, kitle iletişim araçlarının önemi büyüktür.

a) Para

1848'lerin Fransasında Lamennais şöyle haykırıyordu: "Konuşabilmek hakkını kullanabilmek içinaltın gerekiyor, hem de çok altın. Biz ise yeterince varlıklı değiliz. Yoksullara susmak düşüyor.!" Odönemde, düşünceleri yaymanın hemen tek yolu yazılı basındı. Gazete çıkarmak ve çıkan gazeteyiyaşatabilmek için gerekli parasal kaynaklara sahip olmayanlar açısından, düşüncelerinisavunabilmenin zorluğu bu cümlelere yansımıştı. Paranın siyasal çatışmadaki önemi yadsınamaz. Para, kitle iletişim araçlarını etkilemenin ya daonları doğrudan ele geçirmenin yolu olduğu gibi, ülkeyi yönetenleri ve o yönetenleri seçenleridoğrudan etkilemenin de olanaklarını sağlar. Paranın sadece, ticaretin ve sanayinin egemen olduğu çağdaş toplumlarda siyasal yaşamıetkilediğini sanmak aldatıcıdır. Kapitalizmden önceki dönemlere gidildiğinde de, servet sahiplerininsiyasal ağırlıklarının fazlalığı açıktır. Ama derebeylik döneminde, topraksoylular servetin öneminiaçıktan vurgulamaktan, onu ön plana çıkarmaktan hoşlanmıyorlardı. Silahı, iyi dövüşmeyi, silahlıgüçlere sahip olmayı, siyasal güç kazanma açısından daha önemli sayıyorlardı. Oysa yeterli servetibulunmayanların kaleleri, şövalyeleri, dolayısıyla da siyasal etkileri olamazdı. Ticaret ve sanayinin ekonomiye egemen olmasıyla birlikte, servete açıktan verilen önem de arttı.Para ön plana çıkmaya başladı. Zamanla, parası olanlar kendi görüş ve çıkarlarını savunanlarınadaylığını destekleyip, onların seçim masraflarını karşıladılar. Seçilmiş olanları, servetin sağladığıolanaklarla etkilemeye çalıştılar. Kamu bürokrasisindeki işlerini gördürmek için benzer yollarkullandılar. Kitle iletişim araçlarını kullanarak halka da etki yapmayı istediler. Hatta kendi görüşlerineuymayan hükümetler işbaşına geldiğinde, hükümetleri ekonomik açıdan güç duruma düşürecek,başarısız gibi gösterecek yolları denediler. Türkiye'nin en geri kalmış bölgelerinde, eski toplumsal yapının henüz tamamen çözülmediğiortamlarda, büyük toprak sahiplerinin siyasal etkileri çarpıcıdır. Servete ek olarak, kuşaklar boyu sürenservetin sağladığı saygınlık, onlara büyük bir siyasal ağırlık kazandırmıştır. Çağdaş toplumlardaseçmen davranışları genellikle istikrarlı olduğu halde, "ağa"nın parti değiştirmesiyle birlikte oylarınyönünün büyük ölçüde değiştiği bölgeler, giderek azalmakla birlikte vardır. Para, etkisini, basit seçmenden başlayarak en yüksek karar sahiplerine kadar gösterebilir. Servetsahipleri, gazetelere yalnızca ürünlerini satmak için reklam vermezler. Gün olur, kendi düşüncelerinisatmak için de reklam verirler. Hatta gazete sayfalarını kiralayarak, paralı ilanlar yoluyla hükümete bilesavaş açabilirler. Amerikan geleneği olan bu yöntemin örnekleri, 1979 yılı ilkbaharında kenditoplumumuzda bile görülmüştür. Para silahı, belirli partilere veya belirli siyaset adamlarına destek sağlamak için de kullanılabilir. Partikurmak, tüm yurda yayılan bir örgüt oluşturmak, pahalı seçim kampanyalarını yürütmek için ciddiparasal kaynaklara gerek vardır. Kişiler ya da çıkar grupları, para yardımı yaparken elbette ki kendiçıkarlarına göre hareket ederler. Bu nedenle de, servet ve sermaye sahibi kişilerin görüşlerine yakın

Page 7: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

8

olan partiler kolaylıkla parasal destek sağlayabilirken, sol eğilimli partiler üyelerinin ödentilerisayesinde bu eksikliklerini gidermeye çalışırlar.

Para yardımını yapanın, sonunda bunun karşılığını istememesi beklenemez. Bunun bir adımötesi ise, kişisel rüşvete girer, isteğe uygun bir kararın çıkması için verilecek rüşvet herhangi bir kamugörevlisine olabildiği gibi, bir milletvekili ya da bakana da olabilir. Bakanlara kadar uzanan skandallarayalnız geri kalmış ülkelerde değil, köklü demokratik geleneklere sahip, gelişmiş ülkelerde derastlanabilmektedir. Kapalı baskı rejimlerinde ise, bu tür rüşvet olaylarının gizli kalması daha kolayolduğu için, daha sıklıkla başvurulması olasılığı yüksektir.

Yasama organındaki çok önemli bir oylamayı etkilemek, bir hükümeti düşürmek, ya da başkaeğilimlerde bir hükümet oluşumunu kolaylaştırmak için de para doğrudan bir silah olarak kullanılabilir.Oylamaya katılmayacak veya partisinden istifa ederek başka bir partiye geçecek milletvekilinin çokşeyi değiştirebileceği ortamlar vardır.

Marksistlerin önemli bir kısmı, para kimde ise siyasal iktidarın da onda olacağı görüşündedir. Bunedenle de, kapitalist bir sistem içinde gerçek bir demokrasinin var olamayacağı inancını savunurlar.Kapitalist kuramcılar ise, paranın siyasal etkisini doğal ve hatta sağlıklı saymak eğilimindedirler.Çalışkan ve yetenekli olan herkes para kazanabilir ve siyasal yaşamda etkili olabilir. En akıllı, ençalışkan, en yeteneklilerin bu yoldan etkisinin artması ise toplumun yararınadır. Serbest rekabetedayalı düzenin erdemleri elbette ki siyasete de yansıyacaktır.

Para silahını dengeleyecek diğer araçları hemen sonra göreceğiz. Ama servet sahibi olmanın akıl,bilgi, yetenek ve çalışkanlığa bağlı bulunduğu görüşünün gerçekleri her zaman yansıtmadığınıvurgulamak gerekir. Kapitalizmin oluşum dönemi için geçerli olabilecek bu sav, giderek koşullara tersdüşmüştür. Babalarından servet devralanlarla, işe sıfırdan başlayanlar arasında da bir serbestrekabetin var olamayacağı anlaşılmıştır.

b) Sayı ve Örgüt

Nasıl ki para; servet sahiplerinin, işveren kesimlerinin siyasal mücadeledeki en önemli silahı ise,sayı ve örgüt de işçilerin ve onun da ötesinde geniş halk kitlelerinin gücünü oluşturur. Serveti olan herkişi, tek başına bile siyasal yaşamda etkili olabilir. Ama ücretli ya da dar gelirli toplum kesimlerininsiyasal yaşamda ağırlık taşıyabilmeleri, sayılarına ve örgütlenme düzeylerine bağlıdır. Teker tekerhiçbir ağırlık taşımayan bu kişiler, kalabalık örgütler oluşturduklarında siyasal kararları etkileyebilirler.Hatta kendilerinden yana siyasal iktidarların ortaya çıkmasını sağlayabilirler.

Çoğulcu bir demokraside para işveren için ne ise, örgüt de işçi için odur. Sağlıklı bir güç dengesininoluşabilmesi, iki tarafın da elindeki mücadele aracını eşit koşullarda kullanmasına bağlıdır. Paranınsiyasal amaçla kullanılmasına kapıları açarken, örgütlenmeye sınırlar getirirseniz, denge bozulur.Servet sahipleri siyasal yaşamda ağır basmaya başlarlar. Çıkarlarını ve görüşlerini yeterincesavunamayan toplum kesimleri ise bunalıma itilmiş olur. Toplum çalkantılara gebe hale gelir. Varlıklı toplum kesimlerinin oluşturdukları kadro partileri, az sayıda üyeden oluşan komiteleredayanıyordu. Çünkü birkaç topraksoylu ya da kentsoylunun bir araya gelmesiyle, partinin masraflarınıkarşılamak olanaklıydı. Oysa benzeri bir olanağı kendilerinden yana partilere sağlayabilmeleri için,onbinlerce dar gelirlinin küçük ödentilerinin üst üste konması gerekiyordu.

Sendikalar ve kitle partileri, emekçi ve dar gelirli kitlelerin siyasal yaşamdaki ağırlıklarınınartmasında iki önemli aşamayı oluşturmuştur. Grev ve toplu sözleşme hakkı sendikaların, oy hakkınıngenişlemesi ise, kitle partilerinin gücünü arttırmıştır. Sendikaların ve benzeri meslek örgütlerininpartilerle doğrudan ilişki kurmalarıyla da, para gücünün karşısına bir sayı ve örgüt gücü çıkmıştır.Çoğulcu demokrasiler işte bu dengenin üzerinde durabilmektedirler. Özgürlükler bu denge ölçüsündegerçeklik kazanabilmektedir.

Page 8: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

9

Sayı ve örgüt gücü, savaş teknolojisinin çok geri olduğu, teke tek çarpışmanın savaşlarınsonucunun belirlenmesinde baş rolü oynadığı dönemlerde, uluslararası siyaset alanında çokönemliydi. Ama kitlelerin asker olarak önem taşıdığı o dönemlerde, sayısal çokluk iç siyasette fazla birağırlığa sahip değildi. Siyasal çatışma, hemen yalnızca seçkinler arasında oynanan bir oyun gibiydi.Zamanla savaş teknolojisi geliştikçe sayının dış siyasetteki önemi azalırken, tersine iç siyasettekiönemi arttı. Tüm yurttaşlara eşit oy hakkının tanınmasıyla da, bu önem doruk noktasına vardı. Bir görüşe göre; her bireyin tek oya sahip olduğunu bir siyasal rejimde, sayı gücü para gücündendaha büyük ağırlığa sahip olmaktadır. Sağcı hükümetler bile, iktidarlarını koruyabilmek için geniş halkkitlelerinin istem ve eğilimlerine öncelik tanımak zorundadır. Karşıt görüş ise, halkı etkileyecek kitleiletişim araçlarının para sahiplerinin denetiminde olduğunu, bu nedenle de oyların onların çıkarlarıdoğrultusunda yönlendirileceğini savunmaktadır

. Geniş halk kitlelerinin yeterince bilinçli ve örgütlü olmadıkları ortamlarda, para gücünün siyasalçatışmada belirleyici olması beklenebilir. Ancak, sendika, kooperatif, dernek ve nihayet siyasal partileraracılığıyla örgütlenmiş, küçük ödentilerin biraraya gelmesiyle belirli bir parasal güç oluşturmuş kitlelersöz konusu olduğunda durum farklıdır. Sayısal çokluk, ancak bilinçli ve örgütlü olduğunda toplumsalve siyasal bir güce dönüşür. Yoksa, örneğin tek işveren karşısında tek işçinin, tek tüccar karşısındatek küçük çiftçinin hiçbir ağırlığı olamaz. Siyasal çatışmanın yalnızca seçkinler arasında geçtiğidönemlerde, bilinçsiz kalabalıkların zaman zaman kendiliğinden oluşan ayaklanmaları bile, onlarlehine hemen hiçbir şeyi değiştirmemiştir.

Sayı mı yoksa örgüt mü daha önemlidir? Bu soruyu, örgütsüz çokluğa karşı örgütlü azlığın dahaetkili olacağı biçiminde yanıtlayabiliriz. Bunda birincinin bilinçsiz, ikincinin bilinçli olmasının da rolübüyüktür. Günümüz toplumlarında, kitleler örgütlendikçe varlıklı toplum kesimleri de örgütlenmek gereğiniduymaktadır. Örgütlenenin siyasal yaşamda daha etkili olduğunun görünmesi, örgütlenmemiş toplumkesimlerini de örgütlenmeye zorlamaktadır. Siyasal çatışma, artık örgütlerarası bir çatışmadır.

c) Kitle iletişim Araçları

Demokratik olsun olmasın, bir rejimde etkili olmak isteyen siyasal güçler açısından, kitle iletişimaraçları her zaman büyük önem taşır. Çoğulcu bir demokraside, halkın genel çıkarlarının ekonomikgücü elinde bulunduran azınlığın özel çıkarlarına feda edilmemesi, kitle iletişim araçları üzerindeikincilerin doğrudan ya da dolaylı bir denetim tekeline sahip bulunmamasına bağlıdır. Paranın sayıya,ya da başka bir deyişle sermayenin emeğe egemen olmaması, kitle iletişim araçlarının konumunabağlıdır. Düşünce özgürlüğü, düşüncelerini yayabilme olanakları bulunmadığı zaman fazla bir anlamtaşımaz. Siyasal güçlerin, kitlelere ulaşabilmek, kendilerine yandaş bulabilmek için kullanabilecekleriaraçların sayısı, günümüzde üçtür: Yazılı, sözlü ve görüntülü basın; yani gazeteler, radyo vetelevizyon. Örneğin büyük açıkhava toplantıları, daha önceden bunlar aracılığıyla ortamhazırlanmadıkça ve daha sonra gene bunlar aracılığıyla değerlendirilmedikçe fazla bir anlamtaşımayabilir. Yapsalar bile, etkileri geçici olur.

Kapalı baskı rejimlerini bir kenara bırakırsak; çoğulcu bir demokrasi, yalnız birbirinden farklıpartilerin bulunmasını değil, kitle iletişim araçlarının da birbirinden farklı ellerde olmasını gerektirir.Çoğulculuk, kamuoyunu oluşturacak araçların da çoğulcu olmasını gerekli kılar. Bunlar üzerindedevletin tekeli olduğunda açık bir baskı rejimi söz konusu iken, özel kişilerin tekeli oluştuğunda örtülü,dolaylı bir baskı rejimi akla gelebilir. Demokrasi sadece görünüşte kalır. Yeni düşüncelerin yayılması,yeni toplumsal güçlerin siyasal yaşamda ağırlığını duyurması zorlaşır.

Demokratik bir toplumda her isteyen gazete çıkarabilir. Ama gelişen teknolojinin gerekleri baştaolmak üzere, birçok koşul, böyle bir girişimi her geçen gün daha pahalı kılmaktadır. GeorgesBurdeau'nun da dediği gibi; "Sermayesi olanlar düşünceleri seçebilirler, ama düşünceler sermayebulamazlar." Dar gelirli toplum kesimleri, biraraya gelerek belirli bir sermaye oluştursalar bile sorunçözülmüş sayılmaz. Çünkü günümüzde bir gazetenin satış fiyatı, onun maliyet fiyatının çok altındadır.Demokratik ülkelerde gazeteler özellikle özel ilanlar ve reklamlar sayesinde yaşar ve kazanç sağlarlar.

Page 9: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

10

O reklamları verenler çoğunlukla özel girişimlerdir. Onlar da, kendi çıkarlarına ters düşüncelerisavunan yayın organlarını desteklemek istemezler.

Serbest rekabete dayalı böyle bir iletişim ve haber alma sisteminin ne sonuç verdiğini Duvergerşöyle özetliyor: "Çoğulcu bir rejimde kitle iletişim araçları devlet karşısında özgürdür, ama parakarşısında özgür değildir. Kapitalist iletişim, normal zamanda yurttaşları uyutmak, galeyan halindeolduklarında da onları kışkırtmak eğilimindedir. Oysa normal zamanda yurttaşları uyanık tutmak,kızgınlığa kapıldığında da yatıştırmak gerekir."

Sermaye sahipleri, ya doğrudan kendileri gazete çıkarabilir, ya da özel ilanlar yoluyla gazetelerietkilemeye çalışabilirler. Kendileri gazete çıkardıklarında, bu siyasal amaçlı olabileceği gibi, ticariamaçlı da olabilir. Bazı örnekleri Türkiye'de, de görüldüğü gibi, yüksek tirajlı gazeteleri satın alarak,onları kamu yönetimi üzerinde bir baskı aracı gibi kullanıp kendi ekonomik girişimlerini daha rahatlıklayürütmeyi de deneyebilirler.

Birçok batılı ülkede ve bu arada Türkiye'de de, basında belirli bir tekelleşme eğiliminin gözeçarptığını söyleyebiliriz. Tekelleşme olmadan da yazılı basın sermaye çevrelerinin etkisine bu ölçüdeaçıkken, bir tekelleşmenin durumu daha da ağırlaştırdığı, çoğulcu demokrasi açısından tehlikeyarattığı savunulabilir. Ama bu gelişmeyi dengeleyebilecek başka süreçler gözden uzaktutulmamalıdır. Bütün yüksek tirajlı yayın organları tek elde toplanmadıkça, aralarında belirli bir rekabet olacak vebüyük kitle örgütlerinin etkinliklerine ve düşüncelerine ister istemez belirli bir önem verilecektir.Örneğin milyonlarca yandaşı bulunan bir sol partinin düzenlediği büyük bir açıkhava toplantısınagereken ilgiyi göstermeyen büyük bir yayın organının, o eğilimdeki okuyucusunu uzun sürekoruyabilmesine olanak yoktur.

Sol eğilimli, yüksek tirajlı bir gazeteye işveren çevrelerinin ilan vermeyecekleri iddiası datartışmalıdır. O gazete tirajı oranında ilan atamayabilir, ama onun okuyucu kitlesine malını satmakisteyen sermaye çevrelerinin onu tümden yok sayması da olanaksızdır. Öte yandan, parasal baskılarlabir gazetenin yayın siyasetini değiştirmenin beklenen sonucu vermediğini kanıtlayan birçok örnekgösterebiliriz. Yayın organının yönünde yapılan hızlı ve köklü değişiklikler, okuyucunun bilinciölçüsünde tiraj kaybına neden olur. (12 Mart döneminde Cumhuriyet Gazetesi ve 12 Eylül dönemindede YANKI Dergisi bu tür yönetim ve doğrultu değişikliği geçirdiğinde, tirajlarındaki hızlı farklılaşmaçarpıcı olmuştur.)

Demokrasilerde yurttaşların doğru seçim yapabilmeleri, doğru bilgi edinmelerine bağlıdır. Yazılıbasının yüksek tiraj ve çok kazanç peşinde koşarken bu işlevi yeterince yerine getirememesibeklenebilir. Önemsiz bir cinayet, bir film ya da sahne sanatçısının özel yaşamı, falanca ülkeprensesinin çocuk yapması, geniş kitlelerin ilgisini çekmek için şişirilerek, büyük fotoğraflar vebaşlıklarla verilebilir. Halkın sevinç ya da kızgınlıkları, gene aynı amaçla kışkırtılabilir. Hiç yoktansiyasal kahramanlar yaratılabilir. Verilen bilgilerle halka bir tür çocuk muamelesi yapılabilir. Bu,bazılarının öne sürdükleri gibi, bilinçli ve kasıtlı bir uyutma taktiğinin değil, daha çok okuyucu vekazanç sağlama arayışlarının sonucudur. Bunu dengeleme görevini de, genellikle radyo ve televizyonyayınları üzerinde güçlü bir etkiye sahip bulunan devlet yüklenir.

ABD dışında, radyo ve televizyon yayınlarının da tümden özel kesimin elinde bulunduğu bir ülkeyoktur. Kamunun elindeki radyo ve TV ile özel kişi ve kuruluşların elindeki yazılı basın çok zaman birdenge oluşturur. Böyle bir denge içerisinde, yanıltıcı bir haber siyaseti izleyen yayın organının etkisiazalacaktır. Örneğin Demokratik Parti iktidarı 1954-60 yılları arasında radyoyu fazla tek yanlıkullandığında, bu güçlü silahın zamanla işlemez hale geldiği görülmüştür. Buna karşılık, siyasaliktidarın etkisine büyük ölçüde kapalı, özerk bir kamu kuruluşu konumundaki İngiliz BBC radyo vetelevizyonu çok büyük bir etkiye ve saygınlığa sahiptir. Sezer Akarcalı'nın da vurguladığı gibi; 2.Dünya Savaşı sırasında, "Almanya, savaşın başlarındaki ilerlemesi yenilgiye dönmeye başlayınca,moral yükseltmek için abartılı haberleri ön plana çıkarınca, Alman halkının savaş hakkında doğruhaberler alabilmek için BBC'yi dinlediği bilinmektedir."

Kitle iletişim araçları üzerindeki sıkı denetim çağdaş baskı rejimlerinin en büyük özelliklerindenbirisini oluşturur. Ama güdümlü bir basının ilginçliği ve dolayısıyla da etkisi kendiliğinden azalır.Almanya'da Nazilerin iktidarının ilk yıllarında gazete satışlarındaki büyük düşüşler dikkati çekmişti.Türkiye'de de, yarı askeri yönetimlerden demokrasiye geçişlerde hep tirajlarda yükselişler oldu. Bu

Page 10: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

11

örnekler çoğaltılabilir. Ama hemen her iktidar, elindeki olanakları kullanarak basını denetlemek,yönlendirmek ister. Yandaş basına yardım, muhalif basına baskı eğilimleri gene 1954-60 dönemindeTürkiye'de çok belirgindi. Kâğıt ve matbaa mürekkebi tahsislerinde, resmi ilanların denetiminde yanlıdavranılması yetmeyince, hukuksal baskı yollarına başvurulmuş, ama beklenen sonuç eldeedilememişti. Hapse giren gazeteci sayısı arttıkça, halkın resmi bilgilere güveni de azalmıştı. Nazi rejiminin propaganda sorumlusu Göbbels, "Hıristiyanlık etkili, çünkü iki bin yıldır aynı şeyitekrarlıyor" demişti. Kapalı rejimlerin tek merkezden yönetilen yayınları tatsızdır, ama belirli bir ölçüdeetkilidir. Hep aynı şeyi duyan insanlar, giderek onun dışında bir doğrunun bulunabileceğini bileunuturlar. Böylece, düşünen kafaların oluşturduğu çok küçük bir azınlık dışında, büyük çoğunluğunbeyni yıkanabilir. Bu nasıl ki o sistemin mantığı gereğiyse, çoğulcu bir kitle iletişimi de özgürlükçüdemokrasinin mantığı gereğidir.

Demokratik toplumlar, içte haber kaynaklarının çoğulculuğunu sağlıklı bir kamuoyu oluşumununvazgeçilmez koşulu sayıyorlar. Oysa uluslararası kamuoyunun oluşumunda birkaç dev haber ajansınıntekelinin söz konusu olmaya başladığı, özellikle bir kısım geri kalmış ülke tarafından öne sürülüyor.Uluslararası haber akışının bazı büyük devletlerin yararına olarak zaman zaman yanlı bir biçimdeyürümesine karşı çözümler aranıyor.

"Dördüncü güç" sayılan kitle iletişim araçlarının, önemini günümüzde de koruduğunu ve hattaarttırdığını söyleyebiliriz. Çünkü çağdaş toplumda insan birbirinden kopuk parçalar gibidir. Bu nedenlede çok daha kolay etkilenebilir bir konumdadır; dolayısıyla da kitle iletişim araçlarının etkisine karşı çokdaha korumasızdır.

Konuyu noktalamadan önce, bir noktanın altını çizmek gerekiyor: Kendi yayın organında kendiçıkarlarını doğrudan savunmak yerine, bağımsız görünen bir yayın organını aynı amaçla kullanmakgenellikle daha etkilidir. Basını para ile denetlemek, çağdaş tarih boyunca hep denenmiştir. (ÖrneğinAbdülhamit II'nin Paris'te yayınlanan 17 gazeteye el altından para dağıttığını biliyoruz. Amaç, hakkındaolumsuz yazı yazılmasını engellemekti, içerde devlet zoru ile sağladığını, dışarda para gücü ilesağlamıştı.)

Page 11: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

12

2. ŞİDDETE DAYALI ARAÇLAR VE YÖNTEMLER

Tarih boyunca şiddet, siyasal çatışmanın yaygın bir aracı olmasaydı, şatolara, kalelere gerekkalmaz, sarayların etrafı yüksek duvarlar ve surlarla çevrilmezdi. Devletin amacı şiddeti yok etmekdeğil, şiddetin yurttaşlarca birbirlerine ve devlete karşı kullanılmasını önlemektir. Devlet, gerektiğindeşiddete başvurmak tekelini elinde tutmak ister. Ama şiddet olanaklarını yitirirse, otoritesini ve etkisinide yitireceğini bilir.

Toplumsal güçlerin birbirlerine, halka ve siyasal iktidara karşı kullandığı şiddetle, siyasal iktidarınonlara ve halka karşı başvurduğu şiddeti birbirinden ayırarak inceleyeceğiz. İnsanları "şiddet"kullanmaya iten nedenler sadece toplumsal değil, aynı zamanda ruhsaldır. Aynı koşullar içindebulunan bazı bireyler şiddete başvururken, bazıları tepkilerini başka yollardan göstermeyi seçerler."Şiddetin Psikolojisi" bu nedenle konumuz açısından önem kazanıyor.

"Siyasal şiddet" denince hemen akla "terörizm" gelir. Terörizmin anlamını, amacını, türlerini,nedenlerini ve "terörizme karşı" savaşımı da son bölüm olarak ele alacağız-

a) Toplumsal Güçlerin Kullandığı Şiddet

Tüm siyasal rejimlerin istikrarı, siyasal iktidarın toplumdaki güç dengesini iyi yansıtmasına bağlıdır.En büyük toplumsal güçlerin temsilcileri iktidarda olduğu zaman, devlet otoritesinde bir boşluk verejimde de ciddi bir zayıflık söz konusu olmaz. Tersi bir durumda ise, iktidarın dışında kendisindendaha büyük bir güç bulunacağı için, iktidar otoritesini tüm topluma kabul ettirmekte güçlük çeker. Birbunalım başlar.

Toplumdaki güç dengesi durağan değil, değişken olduğu için, değişen güç dengesine bağlı olarakiktidarın el değiştirebilmesi, ya da yükselen toplumsal güçlerin güçleri oranında iktidarı etkileyebilmelerigerekir. Rejimin iktidara ulaşmak ve siyasal kararları etkilemek için koyduğu kurallar buna elveriyorsa,güç dengesinin değişmesinin yarattığı bunalım rejim içinde kalır. Siyasal iktidar, yeni dengeleriyansıtacak biçimde el değiştirir. Ama rejim bu yolu tıkamışsa, siyasal iktidarın dışında daha büyük birgüç ya da güçler birliğinin oluşmasına karşın, rejimin çerçevesi bu yeni durumun siyasal iktidarayansımasını engelliyorsa, bunalım rejim üzerine kayar. Barışçı yollardan elde edilemeyen çözüm,şiddete dayalı yöntemleri gündeme gelirir. Yükselen yeni güçlerin iktidarını sağlayacak yeni bir rejimkurulur. Değişen toplumsal güç dengesine bağlı olarak siyasal iktidarın el değiştirmesine olanak veren rejim,sağlam ve istikrarlı bir rejimdir. Toplumsal barış, güçler dengesinin siyasal iktidara yansımasınabağlıdır. Güçler dengesindeki değişme, siyasal iktidarın el değiştirmesini gerektirecek ölçüdeolmayabilir. Ama gelişen her toplumsal güce, gücü oranında siyasal iktidarı etkileme olanağıtanımayan bir rejim, toplumsal barışı ve giderek siyasal istikrarı bozacak tohumları içinde taşıyordemektir. Seçim, güçler dengesinin belirlenmesinde başvurulan barışçı bir yoldur. Seçimler bu amaca hizmetetmekten uzaklaştıkça, barışçı olmayan araç ve yöntemler de devreye girer Barışçı araçlar etkisiniyitirdikçe, şiddete dayalı araçlar, güçler dengesinin siyasal iktidara yansıtılmasında daha çokkullanılmaya başlanır.

Gelişmiş silahları büyük ölçüde devlet tekelinde bulunduğu çağdaş toplumlara gelinceye kadar,toplumsal güçlerin birbirlerine veya devlete karşı şiddet kullanmaları daha kolay ve dolayısıyla da dahaçok başvurulan bir yoldu. Günümüzde bile bazı geri kalmış ülkelerde ya da geri kalmış bölgelerde,aşiretler siyasal ve toplumsal yaşamdaki ağırlıklarını silahlı güçleri sayesinde koruyabiliyorlar. Çağdaş toplumlarda, devletin elindeki şiddet olanaklarının büyüklüğü, siyasal çatışmalardatoplumsal güçlerin şiddete başvurmalarını çok zorlaştırıyor. Şiddet, ancak tüm barışçı yollarıntıkandığı, hak ve düşüncelerini savunmak ya da iktidara ulaşmak için başka bir aracın kalmadığıinancının yaygınlaştığı ortamlarda etkili ve geçerli olabiliyor. Eğer ordunun bir kesimi de, bu silahlıharekete destek veriyorsa, siyasal iktidarın kısa sayılabilecek bir darbe ile el değiştirdiğine tanık

Page 12: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

13

olunabiliyor. Tersi durumlarda ise uzun bir iç savaş başlıyor. Muhalefetteki güçler, düzenli orduya karşısavaşımlarını kır ya da kent çeteleriyle yürütüyorlar.

Çağdaş toplumlarda, siyasal iktidarlara karşı kullanılan şiddetin başarıya ulaşabilmesinin, büyükölçüde ordunun durumuna bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Sovyet Devrimi, Birinci Dünya Savasıkoşullarının maddi ve manevi açıdan çökerttiği bir orduya karşı başarıldı. Çin ve Vietnam'da devrim,tıpkı Kemalist devrimde de olduğu gibi, ulusal bağımsızlık savaşma koşut olarak, onunla birlikte oluştu.Bağımsızlık için savaşan güçler, doğal olarak orduyla bütünleşmişlerdi, İkinci Dünya Savası sonundaDoğu Avrupa'da komünist rejimlerin kurulması, bu kez -bazı durumlarda kurtarıcı rolünü de oynayan-Sovyet ordusunun etkisiyle gerçekleşti. Dış gücün doğrudan karışmasıyla, içteki dengeler de değişti.Castro'nun silahlı mücadelesinin Küba devrimine kadar uzanması ise, Batista'nın amansızdiktatörlüğünün, şiddet dışındaki bütün çözüm yollarını tıkaması sayesinde oldu. Silahlı mücadele, oortam içinde yasallık kazandı.

Toplumsal güçler arasındaki mücadelede şiddete başvurulmasında, bazı durumlarda doğrudansiyasal iktidarın bilinçli tutumu da rol oynayabilir. 1930'lu yıllarda, Almanya'da Nazilerin askeri yapıdaörgüt kurmasına ve şiddete dayalı yöntemler kullanmasına hükümetin göz yumması, sol partilerin dekendilerini korumak için benzeri bir yola girmesine neden olmuştu. 1960'dan sonra Türkiye'deki bazıgelişmeler de aynı çerçevede değerlendirilebilir.

Şiddete dayalı araç ve yöntemler, kuşkusuz ki silahlı savaşımdan ibaret değildir. Yasal olmayan herzorlama ve yöntemi bu sınıfa sokabiliriz. 1968'lerde çeşitli ülkelerde öğrencilerin başvurdukları "boykotve işgaller" de bazı durumlarda şiddete dayalı araçlar olarak nitelendirilebilir, istemeyen öğrenciler deboykota zorlandıklarında, ders yapılmasına zorla engel olunduğunda, artık barışçı araçlardan sözedilemez. Çiftçilerin bir karayolunu kesip trafiği engellemeleri, göstericilerin bazı arabaları yakmaları,patlayıcı madde taşıyan yazılar asmaları da barışçı yöntemler değildir.

Barışçı yollardan dile getirilen istek ve düşüncelere kamuoyunun ve siyasal iktidarların ilgigöstermemesi, bu tür silahsız şiddet eylemlerine neden olabilmektedir. Barışçı eylemlere önemvermeyen kitle iletişim araçları, şiddete dayalı araçlar kullanıldığında tutum değiştirebilmektedir.Şiddete dayalı yöntemler böylece özendirici olmaktadır. Filistin davasına kapalı olan gazete sayfalarıve televizyon ekranları, ancak bir dizi uçak kaçırmalar nedeniyle tutum değiştirmiştir.

b) Siyasal Iktidann Kullandığı Şiddet

Şiddet şiddeti doğurur. Siyasal iktidara karşı şiddet kullananlar, siyasal iktidarı da kendilerine karşışiddet kullanmaya zorlamış olurlar. Hele bu şiddet, iktidarın da ötesinde rejimin kendisine yönelmişse,tehdidin büyüklüğü ölçüsünde rejim de şiddete başvurur, iktidarı ele geçirecek güce sahip olmadanşiddet kullananlar, sonunda bir baskı rejiminin gerekçelerini ve ortamını hazırlamış durumunadüşebilirler. Tüm baskı rejimlerinin mantığı, Cromwell'in şu cümlelerinde gizlidir: "On yurttaştan dokuzu bendennefret mi ediyor? Eğer yalnızca onuncusu silahlı ise, bunun hiçbir önemi yoktur..." Siyasal iktidarın yurttaşlara karşı şiddet kullanmasını yasallaştıran baskı rejimleri, genellikletoplumsal bunalımlar sonucunda ortaya çıkar. Bu bunalımların bazıları yapısal, bazıları ise geçici iç yada dış koşulların yarattığı bunalımlardır. Yapısal bunalımlar, özellikle toplumsal-ekonomik yapıdakigelişmelere siyasal kurumların ayak uyduramadıkları durumlarda oluşurlar. Ekonomik ve toplumsalgüçlerin el değiştirmesine karşılık, siyasal iktidar gücünü yitirmiş toplum kesimlerinin uzantısı olmayısürdürebiliyorsa, buna olanak veren siyasal kurumlar varlıklarını sürdürmekte direniyorsa, bu biryapısal bunalımdır. Ya eski düzeni korumak için bir baskı rejimi kurmak gerekir, ya da eski rejimişiddet kullanarak devirenler, yeni düzen yerleşinceye kadar bir baskı rejimi kurmak zorunda kalırlar. Yapısal olmayan bunalımların en iyi örneğini geçici ekonomik bunalımlar oluşturur. Kitlelerin yaşamdüzeyindeki gerileme, bunalımın yükünün daha çok hangi toplum kesimlerince çekileceği gibi sorunlar,baskıcı bir yönetimi gündeme getirebilir. Toplumda ortaya çıkan kargaşalıklar, ancak siyasal iktidarın

Page 13: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

14

şiddet kullanmasıyla dizginlenebilecek bir noktaya varabilir. Düzene karşı olanlar, bunalımın yarattığıhoşnutsuzluğu bu amaçla kullanmaya çalışırken, ayrıcalıklı toplum kesimleri de bu ayrıcalıklarınıkorumak için siyasal iktidarı baskı ve şiddet kullanmaya itebilirler.

Kendi çıkarlarına yardımcı olacak baskıcı bir yönetimin oluşmasına yardımcı olmak amacıyla, bazıiç ve dış güçlerin bunalımı kışkırtmak için çaba gösterdikleri durumlar da vardır. Hazırlanan ortamdanyararlanarak ya sivil yönetimin sertleşmesi, ya da askeri bir yönetimin kurulması sağlanabilir.Demokratik kurallar içinde gerçekleştirilemeyen bazı önlemler, atılamayan bazı adımlar böylecegündeme getirilebilir. Bunalımın sorumluluğu bazı toplumsal güçlere yüklenerek, bu güçlere karşışiddet kullanılması da bir ölçüde meşrulaştırılabilir. Siyasal iktidarların geçici ya da sürekli biçimdeşiddet kullanmalarını çeşitli ideolojiler açısından da değerlendirebiliriz. Faşizme kadar uzanan sağcıideolojiler, insanın doğuştan kötü olduğunu savunurlar. Ancak doğuştan iyi ve üstün yaratılmış olanküçük bir azınlık bu çerçevenin dışındadır. Doğuştan bencil ve vahşi olan insanın kendi başına serbestbırakılması, toplumların ve tüm olarak insanlığın aleyhine sonuçlar verir. Uygarlığın ilerlemesi, o küçükseçkin azınlığın, geniş halk kitlelerini baskı ile eğitmelerine ve gerektiğinde şiddet kullanarak iyiye vedoğruya doğru yönlendirmelerine bağlıdır. Tıpkı bir çobanın ve çoban köpeklerinin koyunlarıyönlendirmesi gibi.

Böyle bir düşünce sistemi içinde elbette ki demokrasiye yer olamaz ve siyasal iktidarınmeşrulaştırılan şiddetinin geçici olması düşünülemez. Çünkü eşit olarak yaratılmamış olan insanlarınbüyük çoğunluğu kötüdür, iyi olan azınlığın onlara karşı geldiklerinde şiddet kullanması ise, bizzatonların da yararınadır.

Solcu ideolojilerin hareket noktası ise tam tersinedir. Hobbes, "insan insanın kurdudur" derken,Rousseau, "insan iyi doğar, toplum onu bozar" düşüncesindedir. Öyleyse şiddeti insana karşı değil,onu bozan toplumsal düzene, yani toplumsal kurumlara ve alışkanlıklara karşı kullanmak gerekecektir.Bu nedenle de devletin kullanacağı şiddetin sürekli değil, geçici olması söz konusudur. Marksistlerindeyimiyle, "insanın insanı sömürdüğü, insanı yabancılaştıran" koşulların değişmesinden sonra tümbaskı ve şiddet son bulacaktır.

Devletin kullandığı baskı ve şiddet, faşist rejimin vazgeçilmez bir parçasıdır. Oysa "proleteryadiktatörlüğü"nü Marksistler, zorunlu, ama geçici bir aşama saymaktadırlar. Faşistler, toplumu insandangelebilecek kötülüklere karşı korudukları düşüncesindedirler. Solcu bakış açısında ise, insanıntoplumsal kötülüklere karşı korunması öncelik taşır. Marksistlere göre; o kötülükleri yaratan kurumlarıntemizlenmesinden sonra, artık devlete bile gerek kalmayacaktır. Daha doğrusu devletin polisine,jandarmasına, askerine, yani baskı ve şiddet olanaklarına gerek kalmayacaktır.

Çıkış noktasında solcu görüşe yakın olmakla birlikte, çağdaş liberal düşüncenin bu iki uç arasındayer aldığını söyleyebiliriz. Çağdaş liberaller de insanın doğuştan iyi olduğu kanısındadır ve bu nedenlede genel ve sürekli bir baskı ve şiddet kullanılmasına karşıdırlar. Ama devletin şiddet kullanmaktantümden vazgeçmesi de düşünülemez. Çünkü her toplumda, topluma uyamayan, toplumun diğerbireylerine zarar verebilen kişiler bulunabilir. Onların varlığından hareketle bir baskı rejimi kurmak nekadar yanlışsa, toplumu onlara karşı korumamak da o ölçüde yanlıştır.

Konuyu kapamadan önce, araç-amaç bağlantısına da eğilmek gerekir. Şiddetin bir araç olarakkullanılması, seçilen amacı da etkiler mi? Amaç mı aracı belirler, yoksa araç mı amacı? Örneğinbarışçı bir amaca, şiddete dayalı araçlardan hareketle ulaşmak olanaklı mıdır? Hemen tüm incelemeler, araçla amaç arasında bir uyumun bulunması gerektiğini gösteriyor.Devletin tüm baskı ve şiddet olanaklarının yok olacağı ölçüde barışçı ve demokratik bir amacıhedefleyen Lenin ve yoldaşları, o amaca ulaşmak için "geçici" bir baskı rejimini (proleteryadifeititorlüğü) araç olarak seçmişlerdi. 1917'den bu yana toplum bireyi yabancılaştıran, bozankurumlarından temizlendi, ama geçici olması gereken baskı rejimi, bir ölçüde yumuşayarak da olsasüreklilik kazandı. Daha demokratik bir aşamaya ulaşmanın belki de en büyük engelini, o amacaulaşmak için seçilen araç oluşturdu.

Page 14: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

15

Tersi bir örneği de Batılı komünist partilerinde görüyoruz. Çıkışta Marksizm-Leninizme sıkı sıkıyabağlı olan bu partiler, her zaman açıkça söylemeseler bile ilk amaç olarak proleterya diktatörlüğünebenzer bir kurumlaşmayı öngörüyorlardı. Barışçı olmayan bu amaca ulaşmak için seçtikleri ya dakabul ettikleri araçlar ise barışçıydı, iktidara silahla değil, parlamenter demokrasi çerçevesinde,serbest genel seçimlerden yararlanarak geleceklerdi. Ama giderek araç amacı kendisine uydurdu.Proleterya diktatörlüğü hedefinden vazgeçtiklerini, sosyalizmi liberal demokrasinin kurumlarınıkoruyarak gerçekleştireceklerini açıktan söyleyecek bir noktaya vardılar. Seçilen barışçı araçlar, bupartilerin yapılarının ve ideolojilerinin de daha barışçı yönde değişmesine katkıda bulundu. Faşist ideoloji barışçı araçları baştan reddetmekte, devleti ele geçirirken de, onu korurken deşiddete dayanmayı öngörmektedir. Bir şiddet ve baskı rejimini gene şiddete dayanarak kurmak sözkonusu olduğu için, kendi içinde araç, amaç uyumunu sağlamıştır. Kurduğu rejimle ideolojisi arasındabir tutarlılık vardır. Oysa aynı şeyi Marksist rejimler için söyleyemeyiz. Baskıya dayanmayan bir rejimehenüz ulaşamamış olmayı, onların ideolojileriyle tutarlı olarak savunmaları zordur.

c) Şiddetin Psikolojisi

İnsan niçin şiddete başvurur? insanı, tanımadığı insanları bile acımasızca öldürmeye iten etkenlerneler olabilir?

Tüm siyasal düşünce tarihi, aynı zamanda, iki düşünür kesimi arasındaki bir karşıtlığın tarihidir:insanların doğuştan "kötü" olduklarına inananlarla, insanların "iyi" ya da "kötü" olmalarının koşullarabağlı olduğuna inananlar arasındaki bir karşıtlıktır bu. Ama insanların doğuştan özellikleri ne olursaolsun; içinde bulundukları koşulların, "kötü" davranışların ortaya çıkıp çıkmamasında etkili olduğu dabir gerçektir.

Erich Fromm, ruhsal kaynaklarını araştırırken, bizi ilgilendiren şiddet türlerini üçe ayırarak inceliyor:Tepkisel şiddet, ödünleyici şiddet ve "kana susamıştık."

1. "Tepkisel şiddet", insanın -kendisinin ya da başkasının- "yaşamını, özgürlüğünü, onurunu vemalını korumak" için başvurduğu bir şiddet türü. Tehdit edilme duygusundan, yani "korku"dankaynaklanıyor. Tepkisel şiddetin de kendi içinde dört ayrı türü var.

İnsanların -gerçek ya da görüntüde- bir "saldırı" karşısında bulundukları izlenimini almaları, onları"korunma amaçlı şiddet"e itebiliyor. Çağdaş savaşların çoğunda da, "savaş" halkın gözünde bu gerçekile "yasallık" kazanıyor.

Tepkisel şiddetin bir başka türü de, "engellemelerden kaynaklanan şiddet." Gereksinmelerininkarşılanması engellendiğinde, hayvanların, çocukların ve hatta ergin kişilerin saldırganlaştığınıgörüyoruz. Bu "yok etmek" amacına değil, "yaşamak" amacına yönelik bir saldırganlıktır. (Sevilen,gereksinme duyulan şeye bir başkasının sahip olmasının yarattığı "kıskançlık"tan kaynaklanansaldırganlık da, bu türe girer.)

"Öç alıcı şiddet" de, tepkisel şiddet içerisinde yer alır. Fromm, bu şiddet türünü şöyle tanımlıyor:"Güçsüzlerin, sakatların, zarar görerek yıkılmışlarsa, kendilerine saygılarını onarmak içinbaşvurabilecekleri bir tek yol vardır; 'göze göz, dişe diş' kuralına göre öç almak. Yaratıcı biçimdeyaşayan bir insan hiç de böyle bir gereksinme duymaz. Aşağılanmış, incinmiş olsa bile üretici yaşamasüreci ona geçmişte gördüğü zararları unutturur. Üretme yeteneği, öç alma isteğine ağır basar... Engeri topluluklarda öç alma duygusunun çok güçlü olduğunu görebiliriz. Bu yüzden, sanayileşmiş

Page 15: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

16

ulusların en çok ezilen alt-orta sınıfları, ırksal ve ulusal duyguların odaklandığı sınıflar oldukları gibi, öçalma duygularının da toplandığı sınıflardır..."

Tepkisel şiddet grubu içinde, bizi belki de en çok ilgilendiren şiddet türü, "inancın -ve umudun-yıkılmasından doğan" şiddettir. "Büyük ölçüde aldatılmış ve düş kırıklığına uğramış bir kişi yaşamdannefret de edebilir. Yaşamın kötülük dolu, insanların kötü, kendisinin de kötü olduğunu kanıtlamak ister.Yaşama inanan, yaşamı seven, ama düş kırıklığına uğramış olan kişi böylece sinik, yıkıcı biri olupcikar. Yıkıcılık umutsuzluktan doğmuştur; yaşamda karşılaşılan umut kırıklığı yaşamdan nefrete yolaçmıştır." 2. Erich Fromm, "ödünleyici şiddet'i, "ölüm sevgisi"nden daha hastalıklı bir şiddet türü olaraknitelendiriyor. Ödünleyici şiddet, "güçsüzlüğü" gizlemeye ya da güçsüzlüğü "telafi" etmeye yönelik birşiddet türü olarak ortaya çıkıyor.

İnsan "zayıflık, kaygı, yetersizlik" gibi nedenlerle eyleme geçemiyorsa "güçsüz "dür. Güçsüzlüğünühissetmenin verdiği acı, ruhsal dengesini bozar. Güçsüzlüğünü kabullenememesi nedeniylebaşvurabileceği iki yol vardır: Ya güçlü bir kişi veya topluluğa boyun eğip onunla özdeşleşmeyeçalışmak, ya da başkalarını öldürerek yok ederek kendini kanıtlamak. Fromm bu durumu şöyleanlatıyor: "Yaşam yaratabilmek, güçsüz insanda bulunmayan birtakım nitelikler gerektirir. Yaşamı yok etmekiçinse, yalnızca bir tek nitelik -şiddete başvurmak- yeter. Böylece kendisini yadsıyan yaşamdan öçalmış olur. Ödünleyici şiddet, güçsüzlükten doğan, güçsüzlüğü ödünleyen bir şiddet türüdür.Yaratamayan insan yok etmek ister... Ödünleyici şiddet, yaşanmamış, sakat bir yaşamın sonundadoğan bir şiddet türüdür. Bu şiddet, cezalandırılma korkusuyla bastırılabilir (...), ancak insanı yaşamabağlayan koşullarla ortadan kaldırılabilir. Ödünleyici şiddet, tepkisel şiddet gibi yaşamın hizmetindedeğildir; yaşamın yerini alan hastalıklı birşeydir; onun sakatlığının, boşluğunun kanıtıdır." 3. Erich Fromm'a göre, "kana susamışlık" da bir şiddet türü. Kişi "kan akıtarak kendisini canlı,güçlü, eşsiz ve başkalarından üstün" duyuyor. Gerçi bu daha çok ilkel topluluklarda görülen bir durumise de, çağdaş dünyada tümden yok olduğunu da söyleyemiyoruz.

"Öldürmek, en ilkel düzeyde en büyük sarhoşluk, en büyük kendini doğrulama yolu olur. ilkelanlamda yaşamın dengesi şöyle kurulur: öldürebildiğince öldürmek, yeterince kana doyduktan sonrada öldürülmeye hazır olmak..."

Şiddet türlerini böylece sınıflandıran Fromm; "şiddet ya da "barış"a yatkın ruhsal yapıları da ikiyeayırıyor: "Ölüm severlik" ve "yaşam severlik."

Ölümseverler için, gelecek değil geçmiş önemlidir. Hiç bir zaman gelecekte yaşamaz, hep geçmişteyaşarlar. Onlara göre, yalnızca iki "cins" insan vardır: Güçlülerle güçsüzler, öldürenlerle öldürülenler."Katıksız bir ölümsever" tipinin en açık örneği ise Hitler'dir.

"Ölümsever önderlerin etkili olmaları, sınırsız öldürme yetilerinden ve isteklerinden gelir. Onlarınölümsever kişiler tarafından tutulmaları bundandır, ölümseverlerin dışında kalanlara gelince; onlar, bukişilerden korkar, korkularının bilincine varmaktansa onlara hayranlık duymayı yeğlerler...Ölümseverkişi denetime tutkundur; denetlerken yaşamı öldürür Yaşama karşı derin bir korku duyar; çünküyaşam, yapısı gereği düzensiz ve denetimsizdir..."

Bir toplumda "ölümsever" kişilik yapısının yaygınlaşması ölçüsünde şiddet ve baskıyı önlemenin,hoşgörülü ve barışçı bir ortam yaratmanın zorlaşacağını söyleyebiliriz. Sağlıklı bir kişilik, "yaşamsevgisi"nin ağır bastığı kişiliktir. Kişiliğin oluşumunda çocukluk yılları belirleyici olduğuna göre; çocuktayaşam sevgisinin gelişebilmesi için en önemli koşul, onun "yaşamı seven insanlarla birlikte"bulunmasıdır, "insan enerjisinin çoğu, saldırılara karşı yaşamı savunmak, açlıktan kurtulmak içinharcanırsa, yaşama sevgisi engelenir ve ölüm sevgisi güçlenir."

Page 16: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

17

Fromm, bir toplumu oluşturan bireylerde yaşam sevgisinin gelişebilmesini, en çok şu üç koşulunvarlığına bağlıyor: Güvenlik, adalet ve özgürlük... Yani, toplumu oluşturan bireylerin canları ve onurlubir yaşama elverecek "maddesel koşulları" tehlike içinde olmamalıdır. Hiçbir birey, başkalarınınamaçları için "araç" olarak kullanılamamalıdır. Herkese toplumun "etkin ve sorumlu bir üyesi" olmaolanağı sağlanmalıdır. Yaşama karşı ilgisini yitirmiş bir insanın "iyiliği seçebilmesinin umulamayacağıunutulmamalıdır...

*** Son yıllarda dünyada -giderek artan ölçülerde- tanık olduğumuz "milliyetçi şiddet" ve "etnik terör"olgularının gerisinde acaba ne gibi ruhsal etkenler var?

Her canlı kendi varlığını koruyabilmek için "çevre"ye karşı bir savaşım verir. "Dost" ve "düşman"kavramları da, bu süreç içinde ortaya çıkar, insan, varlığını koruyabilmesi açısından "engel" olarakalgıladığı öğeleri "düşman", kendini "destekleyici" gördüğü öğeleri de "dost" olarak algılar. Yurtseverlik, üzerinde yaşanan toprakları ve o topraklarda geçerli "belirli bir yaşam biçimi"nibenimseme ve koruma eğilimidir. Oysa milliyetçilik, parçası olunan "ulus" ve "etnik grup" adına "güç vesaygınlık" kazanma amacını da içerir.

George Orwell'e göre kendi kesiminin "aşağılanması, küçümsenmesi ya da rakiplerin övülmesi",milliyetçi kişide huzursuzluk yaratır. Bu durumdaki kişinin rahatlayabilmesi, "sert bir tepki"ninverilmesine bağlıdır. Milliyetçi kişi, kendi tarafına yapılan "zulüm" ve haksızlığa sert tepki gösterirken;karşı tarafa yapılan "zulüm" ve haksızlığı algılamakta ve kabul etmekte zorlanır. Etnik gruplar ise, "farklı bir kimlik" duygusunun ve bu duygunun gelecek kuşaklara aktarılmasınınürünüdür. Bu durum, bir yandan grup üyelerinin kaynaşmasını ve dolayısıyla grubun devamlılığınısağlarken, öte yandan, diğer gruplardan ayırarak geleceğini tehlikeye sokar. Çünkü bir grubun varlığınısürdürebilmesi için, aynı zamanda "düşman"a gereksinmesi vardır. Gerçek ya da "varsayılan"düşman, grup içi dayanışmayı ve birliği kolaylaştırır. Birey, genellikle grup içinde "kendi özellikleriniyitirir" ve "grubu grup yapan özelliklere göre" davranır.

Birey, içinde bulunduğu grubun değerini abartmak, kendi yeteneklerini ve gücünü "askıya almak"eğilimi içine girer. Freud'a göre, "insan güçlü bir önder tarafından yönetilen güçlü bir grup içinde olmakisteyen düzensiz bir hayvandır". Birey, önderi "yüceltirken" kendisini "yetersiz" olarak algılar. Unutmamak gerekir ki; etnik grup içindeki "ortak kimlik" duygusu, bireyin "zedelenen benliği"nikoruyan duygusal bir işlevi de yerine getirir. Düşman grup "psikolojik olarak bir uzaklıkta tutuldukça"etnik grubun kaynaşmasını sağlar. Ama "düşmanın bize benzediğini" düşünmek bunalım yaratır.Varlığını sürdürmek isteyen grup, aradaki "küçük" farklılıkları büyütmek, hatta yeni farklılıklar yaratmakarayışı içine girer.

"Etnik şiddet"e katılma eğiliminin en çok gençler arasımla bulunmasının bir nedeninin de ruhsalolduğunu söyleyebiliriz. Ergenlik çağındaki en önemli sorunlardan birisi, "ben kimim" sorusundankaynaklanıyor. Yanıtı bulamamak ya da "net" bir yanıt verememek, bunalım yaratıyor. ÖrneğinAlmanya'da yaşayan Türk ailelerin çocukları, bu bunalımı aşabilmek ve dolayısıyla "açıkça farklı" birkimliğe sahip olabilmek için, "dinci" ya da "aşırı milliyetçi" gruplar içinde daha kolaylıkla yeralabiliyorlar. Güneydoğu'daki "etnik terör" olgusunun gerisinde de, bu ruhsal etkenden söz edilebilir. Özellikleaskeri yönetim dönemlerinde artan "Kürt kültürel kimliği" üzerindeki baskıların, öncelikle gençlerüzerinde "olumsuz" etki yaptığı acıktır. Buradaki "direnme", bir tür "kişiliğini savunma" doğalmekanizmasının ürünüdür. Ancak "bireysel kimlik" karşısındaki tehdidin kalkmasından sonra da"savunma mekanizmaları"nın sürmesi durumunda, sağlıksız bir ruhsal durumdan söz etme olanağıvardır. "Siyasal psikoloji" alanında uzman olan Prof. Vamık D. Volkan, "etnik duygu" oluşup yerleştiktensonra, onu değiştirmenin çok güç, hatta bazen olanaksız olduğunu öne sürüyor. Etnik kimliğindeğiştirilmesi yönünde baskıların artmasnın, etnik grubun kendi kimliğine daha sıkı bağlanmasısonucunu yarattığını ve gerekirse "ölmeyi göze alabilecek" noktaya gelinebildiğini anlatıyor. "Farklılığıkoruma "nın önemini vurgulayan şu örneği veriyor:

Page 17: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

18

"Kıbrıs Türk ve Rum çiftçileri, siyah pantolon ve siyah gömlek giyerlerdi. Bellerine biri kırmızı, birimavi kemer takardı. Gerginlik durumunda, her iki toplum da, renklerini değiştireceklerine ölmeyi gözealırlardı. Bu mantıksız görünen şey yaşamın gerçeğidir. Burada psikolojik durumun insandavranışlarını nasıl yönlendirdiğini açıkça görmekteyiz."

ç) Terörizmin Sosyolojisi

Latince kökenli terör sözcüğü, "büyük korku" ya da "korkudan titreme" anlamı taşır. Terörizm ise,"siyasal şiddet" ve "yıldırıcılık" anlamında kullanılır. Toplumun -ve dolayısıyla toplumu yönetenlerin-direncini kırmak için "ortak korku yaratmak", daha doğrusu "dehşet salmak" amacına yöneliktir. Terörizm, "zayıf" olanın seçtiği bir tür "siyasal şiddet" biçimidir. Terörist -zayıf olduğu için- kendinigizler. Beklenmeyen bir anda ve beklenmeyen bir yerde "vurup kaçmaya" çalışır. Çünkü devletingüvenlik güçleri, sayıca ve silahça kendisinden üstündür.

"Adi şiddet"te, amaç bir varlığa zarar vermek ya da onu yok etmektir. Oysa terörist için, şiddet biramaç değil "araç"tır. Örneğin sıradan bir katil, bir insanı "ölmesini istediği için" öldürür. Terörist içinse,önemli olan o insan ya da insanlar değil, onları öldürdüğü zaman toplumda yaratacağı etkidir. Bir trenebomba koyduğunda, trende kimlerin olduğu, ölecek olanların kimliği "doğrudan" bir önem taşımaz. Bunedenledir ki; şiddetsiz terör olmaz, ama her şiddet de terör değildir. Atilla Yayla'nın da altını çizdiğigibi; "terör eylemlerinde, psikolojik sonuçlar fiziksel hedeflerden çok daha önemlidir". Terörizm "hesaplı" bir şiddettir. Amacı olabildiğince çok insan öldürmek değil, kitlelerin"eylemlerinden etkilenmesini" sağlamaktır. Kitlelerin "dehşete" kapılmasını, bir umutsuzluk içinde"teröristin isteklerine boyun eğilmesi" nden başka çare olmadığını düşünmesini sağlamaktır. Tarihteki ilk terörist grupların, MÖ 73-66 yılları arasında yaşamış "Sicarii"lere kadar uzandığınıbiliyoruz. Romalılara karşı savaşım veren Sicariiler, düşmanlarını işlek yerlerde öldürdükten sonrakalabalığa karışıp kayboluyorlardı. Manastırları ve Kudüs'ün su kanallarını yıkıp, buğday ambarlarınıyakmışlardı. Tefeci senetlerini ve devlet arşivlerini ortadan kaldırmışlardı.

Ama çağdaş anlamı ile terörizmin kurucusunun Hasan Sabbah olduğu söylenebilir. Selçukludöneminde terörü "sistemli bir araç" haline getiren Hasan Sabbah (1049-1134), Batıni tarikatınınkurucusuydu. Korkunun düşünce ve mantık süreçlerini bozarak, insanları sürüleştireceğini anlamıştı.Mustafa Coşturoğlu'nun deyimiyle, "insan öldürmeyi bir sanat" yapmıştı.

Sabbah, örgütünün üyelerini dokuz aşamalı bir deneyim ve eğitim süzgecinden geçirerek seçiyordu.Katı disiplin içinde, verilen buyruğa uyarak "düşünmeden" ölüme atılmak temel ilkeydi. Hasan Sabbah,disipline uymadı diye, kendi oğlunu bile acımasızca öldürmüştü. "Kurtarılmış bölgeler" deyimini ve"vur-kaç" taktiğini terörizme kazandıran da oydu. Amacına ulaşmak için, Haçlı Ordusuna bile yardımetti. Kendi başlattığı terörü sürdürebilmek ve ona taban kazandırabilmek için, devleti de halka karşıbenzer yöntemler kullanmak zorunda bırakmaya çalışıyordu. Amacı, devleti halkın gözünde "zalim"konumuna iterek, kendi yaptıklarını yasallaştırmaktı. En değerli vezirleri öldürtüyor ve böylece, devletinkendi kendisini bile koruyamadığını halka göstermeye çalışıyordu. Günümüzden yaklaşık 9 yy. önceki terörizmin ilke ve yöntemleriyle çağdaş terörizm arasındakibenzerlikler çarpıcıdır.

Devletin de "terörü bastırmak" amacıyla zaman zaman benzer yöntemler kullandığını ve buna"devlet terörü" denildiğini biliyoruz. Özellikle demokratik olmayan siyasal sistemlerde daha yaygınolarak bu uygulamaya rastlanmakla birlikte; "terörizm" denince asıl akla gelen, devlet ve sivil halkakarşı kullanılan "sistemli şiddet"tir. Bu açıdan terörü, amaçlarına ya da eylem alanlarına göresınıflandırmak olanaklıdır.

Terörün amacı, var olan toplumsal-ekonomik-siyasal düzeni yıkıp, yerine "daha ileri" bir düzenkurmak ise, bu "solcu" ya da "devrimci terör" olarak adlandırılır. Amaç kurulu düzeni korumak ya da"geriye dönük" bir düzen oluşturmak ise, verilen ad "sağcı terör"dür. "Dinci terör" de genellikle buçerçeveye girer. Terörizmi amaca göre sınıflandırmada üçüncü grubu da "etnik terör" oluşturur.

Page 18: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

19

"Bölücü terör" ise "etnik terör"ün bir türüdür. (Ermeni terörü gibi, "bölücü" olmayan etnik terör devardır.) Eylem alanlarına göre de, terörü "kır terörü" ve "kent terörü" olarak ikiye ayırabiliriz. Birinci türdenterör, daha çok geri kalmış ülke ve yörelerde rastlanılan bir terör türüdür. Özellikle sarp dağlar veormanlarla kaplı yöreler, "kır terörü "ne elverişli bir ortam oluştururlar. "Kent terörü" ise, daha çokgelişmiş ülkelere ve gelişmiş yörelere özgü bir terör türüdür. Aslında terör kendisini sadece kır ya dakent ile sınırlamaz. Ama ülkenin ve toplumun koşulları, bu iki terör türünden birisine daha uygun biralan yaratabilir.

Kentler sadece çok küçük " hücre "lerin terörist eylemlerine uygundur. Oysa uygun koşullarda, kırsalkesimde büyük çeteler ve kamp yerleri varlıklarını sürdürebilirler.

Hangi türden olursa olsun, terör örgütünün varlığını sürdürebilmesi, öncelikle iç ve dış desteklerebağlıdır, içte belirli bir toplumsal destek "önkoşul"dur. O devletin zayıflamasını isteyen dış güçlerindesteği ise, olayın boyutlarının belirlenmesinde rol oynar. Eğer dış destek komşu devletlerdengeliyorsa, ayrı bir önem taşır. Çünkü böyle bir destek, terör örgütüne sığınma kolaylığı ve dolayısıyladaha geniş hareket serbestliği sağlar.

***Terörizmde ideolojinin ve kültürel etkenlerin rolü nedir?

Terörizm üzerinde uzmanlaşmış birçok araştırmacı, sağ ve sol terörizm arasında temelde bir farkolmadığı kanısında. Hangi ideolojik kesimden olursa olsunlar, teröristlerin inançları arasında"karmaşıklık, soyutluk ve esneklik" açısından benzerlikler bulunduğuna inanıyorlar. Örneğin, ister sağcı ister solcu teröristin gözünde "düşman" benzer bir görünümdedir: Kişiliğiortadan kaldırılmış bir varlıktır. Düşman, teröristin gözünde, çoğunlukla "insan" bile değildir. Bunedenle de, öldürürken fazla düşünmez. Ama yaptılarını haklı gösteren bir "iç bilinç" gereksinmesivardır. Solcu teröristler açısından, haklılaştırma sorunu, devletin zayıf ve savunmasız topluluklara yaptığınainandığı haksızlıklara bağlanır. Onlar açısından, terörist eylem, bu haksızlıkların intikamını aldığı içinyasaldır. Ama eylemlerin istenilen sonuçları sağlamadığını -ve çoğunlukla, o savunulan kesimlerin biledesteğini değil tepkisini çektiğini- görmek, teröristleri bir süreç içinde "somut gerçekler"den uzaklaştırır. Örneğin Kızıl Tugaylar, başlangıçta Milano'daki kitle taşımacılığı benzeri toplumsal sorunlarlailgileniyorlardı. Giderek, emekçilere yapılan haksızlıkların intikamı için şiddete yöneldiler. Kendilerinihaklı göstermek için, soyut ideolojik gerekçeler kullanıyorlardı. Oysa yukarıda sözünü ettiğimiz süreç,zamanla onları somut hedeflerden uzaklaştırıp "kör terör"e iterken; hareketin yasallığını kanıtlamakiçin başvurulan ideolojik gerekçeler de "entelektüel içerikten yoksun, kaba ve aptalca" hale geldi. Artıkkurbanlar "belirli bir kötülük ile ilgili değil "di. Amaçlar daha az gerçekçi, daha çok duygusal oldu. Sağcı teröristler ise, eylemlerini "halk"la bağlantı kurarak haklı göstermek gibi bir çabayı fazlagöstermezler. Onlar "yasallaşma"yı ya tarihte ya da doğa üstü güçlerde (dinsel inançlar dahil) ararlar. Martha Crenshavv -hangi ideolojiden olursa olsun- terörist için dünyanın ikiye ayrıldığını söylüyor:"iyi" ve "kötü." iyiyi terörist örgüt temsil eder. Kötü ise devlet ve onu destekleyen toplumsal sınıflardır.Kötü, çok daha güçlüdür:

"Teröristler, kendilerini, üstün bilinç ve duygu sahibi seçkinler olarak görürler, öyle ki, bu seçkin kitle,yalnızca gerekli ve yasal şiddete başvurmakta ve son zafer kendilerine tarihin güçlerince garantiedilmektedir. Ahlaki hedefler, sol için halkın özgürlüğü, sağ içinse düzenin, geleneksel ve yaşamsaldeğerlerin onarılması, yerine konmasıdır. Her iki kanadın ortak ahlaki görevleri, çürümüş bir devlet vetoplumu tasfiye etmektir... Tanım gereği, kurbanlar sistemin ajanlarıdır." Teröristi yönlendiren asıl etkenin ideoloji olmadığını gösteren çok sayıda araştırma var. "Teröristlerönce belirli inançlar geliştirirler ve ardından uzlaştırılabilir kuramların parçalarının seçimi yoluyla buinançları haklı göstermenin yollarını ararlar. En çekici düşünceler, bireysel şiddeti haklı gösteren,yeniden doğuşçu anlatım yapılarını kapsayanlardır. ideoloji, bu inançları örgüt dışındakilere anlatmakiçin kullanılır."

Page 19: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

20

Çağdaş teröristlerin "en ideolojik olanları" sayılan Alman teröristleri bile "derlemeci"ydiler. Solideolojilerin kendilerine uyan yanlarını birleştiriyor, "en gerçekçi öğeleri" dışarda bırakıyorlardı,ideolojinin teröriste hizmeti, "kendilerine uymazlığı giderek artan bir gerçek"ten onu uzak tutmakoluyordu. Onun için "tarih" bir aldatmaca idi. Var olan "gerçek" düzeltilemeyecek kadar kötü olduğu içinyok edilmeliydi. "Uzlaşma" ise "ihanet"ti.

Bazı dinlerin içeriğinin terörizmi kolaylaştırdığı savları da "çok" geçerli değil. Örneğin Müslümanlığınve Yahudiliğin, "yeniden doğuşçu" bir "öte dünya" inancına dayanması nedeniyle, "ölümü göze alma"yıkolaylaştırmasına dikkati çekenler var. Ama bu konudaki araştırmalar da; bu iki dinden teröristlerin,asıl inançtan "sapma" ve "çarpıtma"yı temsil ettiklerini ortaya koyuyor.

İrlanda terörizmi ve Katoliklik bugün eş anlamlı sayılıyor. Oysa İngiliz yönetimine karşı başkaldıranilk önderleri protestandı... Petrol zengini Arap ülkeleri, İsrail'e karşı siyasal ve askeri bir başarıkazanamadılar. Ama "batılılaşma ve laikleşme" görüntüsü ile "ahlaki çürüme" üst üste geldi. İran'daHumeyni Devrimi ile çözümün "saf inanca dönüş"te olduğu izlenimi doğdu... Kültürel öğelerin en çok rol oynadığı terör türü ise, "etnik terör"dür. (Bu kitabın yazıldığı tarihtedünyada 102 "etnik" çatışma olması, sorunun yaygınlığını ve önemini gösteriyor.) Yunanca kökenli"etni" sözcüğü Türkçede "budun" (kavim) anlamına gelir. Dil, töre ve kültürel nitelikleri aynı olan, boyve soy bakımından birbirine bağlı topluluk demektir.

Etnik terörle ilgili ve onun için anlamlı konular, uzak geçmişte ya da "vaat edilen gelecek"tebulunabilir. Geçmiş teröristi içinde yaşadığı gerçeğe bağlayan önemli bir güç işlevi görür. ÖrneğinErmeni terörünü anlayabilmek için, o geçmişin ürünü olan kültürel değerlerin bilinmesi gerekir.Ermeniler, geçmişte yaşandığına inandıkları bir "ortak haksızlık"ın anısını paylaşırlar. "Soykırım" ve"Vartan'ın kahramanlık efsanesi"ne yönelik duygu ve inançları anlamadan, Ermeni teröristini anlamakolanağı bulunmadığını öne süren araştırmacılar vardır.

***Teröristi yönlendiren bireysel etkenler nelerdir? Terörist "gerçeği" nasıl algılar? Bu soruların genel düzeydeki bazı yanıtlarını "Şiddetin Psikolojisi" ile ilgili alt bölümde debulabilirsiniz. Ama teröristin kendine özgü "bireysel nedenleri"ni ayrıca incelemekte yarar var. Bir kere, terörist genellikle kendisini bir "saldırgandan çok bir "kurban" olarak algılar. Şiddetin asılsorumlusunun "düşman" olduğunu; şiddet eyleminin bireysel bir "tercih" değil, tarihsel bir "zorunluluk"olduğunu düşünür. Kendi özgür iradesi dışında, yüce bir otoritenin askeri olarak hareket ettiğine inanır.Yoldaşları öldürüldüğü ya da tutuklandığı zaman, kendisini yaşadığı ve özgür olduğu için "suçlu"hissedebilir. Terörizm üzerinde araştırma yapanlar arasında; gençlerin terörizme kaymasında, ergenlik çağınınkaçınılmaz bir parçası olan "oğulların babalara karşı tepkisi"nin de rol oynadığını savunanlararastlıyoruz. Kendini "aşağı ve aciz" gören genç, "iyi"yi savunmak için giriştiği savaşı, kendisini"yüceltme"nin bir aracı olarak görebilir. Kendi "acizliğine duyduğu öfke", devletin temsil ettiği otoriteyeyöneltilebilir. Crenshaw bu konuda şöyle diyor:

"Olumlu, toplumsal olarak kabul edilebilir bir kimlik edinmeyi başaramamış olan bireyler, kendilerine'kötü' ya da 'en istenmeyen' olarak sunulan rolleri benimserler. Esasen, olumsuz bir kimliğinbenimsenmesi, ailenin ve toplumun reddi demektir."

Alman teröristleri arasında yapılmış bir araştırma; gençlerin terörizme kaymalarında, bunalımlıdönemlerde "ailenin ve toplumun" yeterli destek vermemesi yüzünden gelişme güçlüğü ve acıçekilmesinin rol oynadığını ortaya koydu. Önemli bir bölümü eksik ya da dağılmış ailelerden geliyordu.Terörist örgüt, ailenin boşluğunu dolduruyordu. Kendilerine bağımsız bir kimlik oluşturamayan bugençler örgüt içinde "kolektif" bir kimlik buluyor ve bir anlamda rahatlıyorlardı.

Page 20: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

21

Bazı uzmanlara göre, teröristler ikiye ayrılabilir: "Babalarının dünyasını yıkmak" isteyenler ve "ana-babaları incitenlerden intikam almak" isteyenler. Etnik teröristler ise, daha çok kendilerini "tehdit edilenkültürel kimliğin bekçileri" olarak algılarlar.

***Terörizme karşı ne yapmalı?

Terörizme karşı verilen savaşımda öncelikle göz önüne alınması gereken üç temel noktadansözedilebilir: 1) Tek başına silahlı savaşım hemen hiçbir zaman terörü sona erdiremeyeceği gibi,terörün silahsız çözümü de yoktur. Bir uzmanın deyimiyle, "Hiçbir ödün teröristi tatmin etmez.") 2)Gerçek dünya ile "teröristin dünyası" arasında büyük fark vardır. Teröristin inançları ile gerçek olaylarve olgular arasındaki "çelişkiler" somutlaştıkça, teröristin direnci azalır. 3) Terör grubunun inançlarınıdeğişirmeye çalışmak yanlıştır. Ancak tek tek teröristler üzerinde etkili olunabilir. Bir bütün olarakgrubun değişebilmesi çok zordur.

Teröristin istemlerini kabul etmek, "şantaj"a boyun epmek anlamına gelir. Ve yeni terörist eylemleriözendirmekten başka bir işe yaramaz. Ama silah ve şiddet karşısında toplumun boyun eğdiğinigöstermek ne kadar yanlış ise; terörü yaratan ortamın değişmesi için gerekli "demokratik" adımlarıatmaktan kaçınmak da, o ölçüde hatalıdır.

Resmi ya da özel kitle iletişim araçlarının terörizmle ilgili tutumu da, teröre karşı savaşımda önemtaşır. Haberler doğrulara dayanmalı, ama şiddet eylemleri teröristlerin bir "başarı"sı ya da toplumaçısından bir "panik" havasında sunulmaktan kaçınılmalıdır. Terörü en çok özendirecek anlatım biçimiise, terörizmin bir "savaş" olarak nitelendirilmesidir. Böyle bir nitelendirme, teröristin kendisine ve"dava"sına olan saygısını arttıracaktır.

Teröristin direnme gücünü kıran iki temel etken vardır: Temel inançlarına yönelik kuşkular duymayabaşlaması ve silahlı savaşımın başarısızlığa "mahkûm" olduğu bilincine varması... Terörizmle ilgilihaber ve yorumlar şu üç noktayı vurguladığı ölçüde -bu amaca yönelik olarak- etkili olurlar: 1)Terörizm "masum kurbanlar"a zarar verir; 2) Terörizmle hedeflenen amaca varılamaz; 3) Barışçı yollar,siyasal amaçlara ulaşmada daha etkili ve saygındır.

Son olarak şunu söyleyebiliriz: Terörizm, giderek toplumdaki "demokratik iletişim kanallan"nı tıkar vebir kutuplaşmaya neden olur. Mantığın değil duyguların öne çıktığı böyle bir ortamda, geniş kitlelergençlikle devletin yanında yer alır ve "en sert önlemler"in destekçisi kesilirler. Bu koşullar -özellikledemokrasi deneyimi az olan toplumlarda- "baskı rejimleri"nin oluşumuna çok elverişlidir.

Page 21: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

22

İKİNCİ KISIM

İnanç Sistemleri ve Siyasal Çatışma

İdeolojilerin de dinler gibi bir inanç sistemleri olduklarını daha önce görmüştük, ister doğrudan siyasalnitelikli olun, isterse dinler gibi siyasetle ancak dolaylı olarak ilgilensin, tüm inanç sistemlerinin siyasalçatışmaya doğrudan ya da dolaylı bir biçimde yansıması kaçınılmazdır. İnsanların davranışları herzaman inançlarının uzantısı olmasa bile, inançlarla davranışlar arasında bir bağlantının bulunmasıdoğaldır. İnsanın benimsediği inanç sistemi, mutlaka kendi sorunlarına, kendi koşullarına en uygunuolmayabilir. Sözgelimi, bir işçi, işverenin çıkarlarına daha uygun olan bir siyasal ideolojiyi çeşitlipropaganda yöntemlerinin ya da örneğin aile çevresinin etkisiyle benimseyebilir. Bir kez benimsediktensonra da, olayları o inanç sisteminin gözlükleriyle değerlendirmeye başlar. Bu gibi durumlarda,benimsenen inanç sistemi, doğru bir bilinçlenmeyi zorlaştırır.

İnanç sistemleri bir yandan insanları birleştirirken, öte yandan da farklı inanç sistemlerinibenimsemiş olanlarla onların arasındaki ayrımları arttırır. Ama farklı inanç sistemlerini benimsemiştoplum kesimleri yan yana barış içinde yaşarlarken birden şiddetli bir çatışmaya tutuşmuşlarsa, bununnedenini inanç sistemlerinde değil, toplumun maddesel koşullarının yarattığı bunalımlarda aramakgerekir. Dinlerin ve siyasal ideolojilerin siyasal yaşamdaki yerlerini ayrı ayrı inceleyeceğiz.

1. DİN VE SİYASET

Durkheim'e göre din, toplumsal bütünleşmeyi sağlayacak temel öğelerin başında gelir. Dinin,toplumun işleyişini bozacak, varlığını sürdürmesini zorlaştıracak nitelikteki bireysel davranışlarıbastırmak ve kişiyi topluma uyumlu hale getirmek gibi önemli bir işlevi vardır. Marksizm, diğer ideolojiler gibi, dinlerin de sınıf çatışmalarının bir ürünü olduğunu savunur. Dini, birbakıma, kurulu düzenin ve egemen sınıfın ideolojisi sayar. Dinin, toplumsal sistemin işlemesinisağlayan bir öğe gibi değerlendirilmesi açısından, Karl Marx'ın Durkheim'le uyuştuğu söylenebilir. Max Weber ise, dinin toplumdan çok insanın birey olarak bazı ruhsal gereksinmelerini karşıladığıinancındadır. Weber'e göre, insanın bütün davranışlarında akla yakın nedenler yoktur, insan, ölüm gibibilimsel yaklaşımla çözümleyemediği olgulara akıldışı yanıtlar getirmek eğilimindedir. Bilimsel verilerve akıl yürütme ile açıklayamadığı olguların yanıtlarım dinden beklemektedir. Dinlerin kökeninde, bir araya gelme, dayanışma, yaşamın ölümden sonra da -başka biçimler altındabile olsa- sürmesi, bugün çekilen sıkıntı ve acıların geçici olduğu ve gelecek yaşamda ödüllendirileceğiumudu gibi doğal gereksinmelerin rolü yadsınamaz. Bilimin açıklayamadığı şeyleri, doğa üstü güç yada güçlere dayanarak açıklamak da bu çerçevede sayılabilir.

Dinler, içlerinden çıktıkları ortam değiştikten sonra da etkilerini belirli ölçülerde sürdürürler. Buetkinin siyasal yaşama genellikle tutucu yönde yansıdığı söylenebilirse ile, çok sayıda istisnanınbulunduğu da unutulmamalıdır. Çünkü dinlerin getirdiği kurallar ve inançlardan çok, din adınakonuşanların yorum ve davranışları önemlidir. Bu yorum ve davranışları ise, toplumun o andakikoşulları belirler. Nasıl ki, aynı ideolojiden hareket eden siyasal rejimler arasında -içinde bulunduklarıtopluma göre- büyük farklar oluşabiliyorsa, aynı dinin gereklerine uygun olma iddiasındaki siyasalsistemler arasında da çok önemli farklar ortaya çıkabilir.

Page 22: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

23

a) Hıristiyanlık

Musa Peygamber'in amacı, ulusal bir din kurarak, bütün İsrail kabilelerini birleştirmekti. Bu nedenle deMusevilik, evrensel bir din olma iddiası ve amacı taşımıyordu. Yahudi ırkını yeryüzüne egemen kılanbir Tanrı anlayışı söz konusuydu. Hıristiyanlık ise, çok daha geniş kapsamlı dayanışma yaratmayayönelik bir din olarak doğdu, insanlar ve uluslar arasındaki eşitliği savunarak, çok daha geniş biryandaş kitlesi sağladı.

İsa, yaşadığı dönemde toplumda var olan haksızlıkları eleştirmiş, ezilenlerin acılarını azaltmayaçalışmıştı. Ama o haksızlıkların var olmadığı bir toplumsal düzen üzerinde pek durmamıştı. Çünküönemli olan dünyasal düzen değil, ruhun ait olduğu Tanrı'nın düzeniydi. İsa, "Sezar'a ait olanı Sezar'a,Tanrı'ya ait olanı Tanrı'ya verin" derken, Hıristiyanlığa gelinceye kadar var olmayan bir siyasal iktidar-dinsel iktidar ayrımı oluşturmuş oluyordu.

İsa'ya göre, dünyasal zevklerin de acıların da fazla bir önemi yoktu. Kölelik, hastalık, yoksulluk gibi,zenginlik ya da iktidar da, insanın bu dünyada geçirdiği sınavlardı. Bu açıdan bakıldığında da, örneğinyoksulluk ile zenginlik arasında bir ayrım yapmak yanlıştı. Çünkü ikisi de insan yaşamının, pek önemtaşımayan bedensel koşullarıyla ilgiliydi.

Acı çekenlere İsa Peygamber şöyle umut veriyordu: "Ne mutlu size yoksullar, çünkü göklerin krallığısizindir. Ne mutlu size, şimdi aç olanlar, çünkü tok olacaksınız. Ne mutlu size, şimdi ağlayanlar, çünkügüleceksiniz. Fakat vay size en zenginler, çünkü tesellinizi almışsınız. Ey şimdi tok olanlar, vay size.Çünkü yas tutacak, ağlayacaksınız."

Dünyada, bedensel yaşam önemsiz olduğu için, İsa kötülüğe karşı iyilikle yanıt verilmesini istiyordu."Senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir" diyordu, insanlara, bu dünyada değil, "göktehazineler biriktirmeyi" öğütlüyordu.

Görüyoruz ki, İsa ezilenlere umut ve bu dünyanın acılarına dayanma gücü vermiştir. "Tanrı gözündeher insanın, her ulusun eşit olduğunu" savunmuştur. Zamanın egemen güçlerinin ve Roma'nıneşitliksizci yapısının bundan rahatsız olması doğaldı, İsa'nın yapıtını bir anlamda Aziz Paul'ün ya daPaulus'un tamamladığı ve Hıristiyanlığın egemen sınıflarca da benimsenip yayılmasını kolaylaştırdığısöylenebilir. Paulus şöyle diyordu: "Herkes kendinin üstündeki otoriteye boyun eğmelidir; çünküTanrı'dan kaynaklanmayan otorite yoktur ve var olan bütün otoriteler Tanrı tarafından kurulmusfur. Bunedenle de, otoriteye karşı gelen Tanrı'nın kurduğu düzene karşı gelmiş olur." Böylece bir yandan kurulu düzen ve iktidarlar yasallaştırılırken, öte yandan siyaset de dünyasalyaşamın basit bir öğesi olmaktan çıkmaktadır. Çünkü doğrudan Tanrı tarafından belirlenmişolmaktadır. Paulus'a göre, tüm toplumlar bir beden gibidir. Nasıl ki, her bedenin birbirinden farklı organlarıvarsa, bir toplum içinde insanların da farklı görevler üstlenmesi doğaldır. Herkes kendine verilmiş olangörevi, Tanrı'ya hizmet eder gibi yerine getirmelidir. Köle efendisine hizmet ederken, aslında Tanrı'yahizmet etmektedir.

İsa'nın, Roma'nın baskısından korktuğu için siyasal iktidar-dinsel iktidar ayrımı yaptığını önesürenlerde vardır. Şurası açık ki, kilisenin başlangıçta istediği tek şey, siyasal iktidardan bağımsız olmaktı.Ama Batı Roma İmparatorluğu'nda siyasal iktidar zayıflayınca, bağımsızlığını elde etmesininarkasından üstünlük iddiasına başladı. Dinsel iktidar ruhu, siyasal iktidar ise bedeni yönetirdi. Ruhbedenden üstün olduğuna göre, siyasal iktidar da dinsel iktidara boyun eğmeliydi. Dokuzuncuyüzyıldan başlayarak, "Halk kötü hükümdarlara boyun eğmemelidir." savının kilise tarafındansavunulduğunu görüyoruz.

Page 23: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

24

On üçüncü yüzyılda İtalya'da yaşamış olan Aziz Thomas'a göre; siyasal iktidarın kaynağı Tanrı'dır,ama bu iktidarı kullanacak olanları Tanrı değil toplum belirler. Yasal yollardan iktidara gelenler,zamanla yetkilerini kötüye kullanırlarsa, toplum yararından uzaklaşırlarsa, yasallıklarını yitirirler. Yasalolmayan bir iktidara boyun eğmek zorunluğu ise yoktur. Yönetici iktidarını Tanrı'dan alır, ama zor veşiddet kullanarak oluşan iktidar yasal sayılamaz.

On altıncı yüzyılda reform hareketi içinde önemli bir rol oynamış olan Luther, dünyadaki düzenin yaTanrı'nın istediği ya da -en azından- izin verdiği bir düzen olduğunu savunuyordu, insan hangisınıftansa, Tanrı öyle uygun görüyor demekti. Öyleyse Tanrı tarafından saptanan koşullardanyakınmamak gerekirdi. Köle efendisine boyun eğmeli, o efendi bir "Türk bile olsa", bırakıpkaçmamalıydı. Gene aynı dönemde yaşamış olan Hıristiyan reformcularından Calvin şöyle diyordu: "Adaletsiz vediktatörce yönetenler de, gene Tanrı tarafından, günahlarından dolayı insanları cezalandırmak içingörevlendirilmişlerdir." Tanrı fazla zorbalık yapanlardan öç alırdı, ama bu görev insanlara verilmemişti. Protestanlık, incil'in ulusal dillere çevrilmesini, ulusal dille ibadet edilmesini ve ulusal kilise kavramınıgetirerek, Hıristiyanlıkta önemli bir değişim oluşturmuştur. Max Weber'e göre, Protestanlığın içerdiğideğerler, Batı Avrupa'da sermaye birikimi hızlandırılmış, burjuvazinin ve dolayısıyla da kapitalizmingelişmesini kolaylaştırmıştır. Çünkü protestanlık, başarının ve çalışmanın bir ibadet olduğu inancınıyaymıştır. Tanrıyı memnun etmek için çalışmak gerekmekte ve Tanrı kendisini memnun edenlerizenginleştirmektedir. Protestan inancına göre, çalışmayanın yemek yemeye bile hakkı yoktur, israf velüks ise kötüdür.

Burada yanıtlanması gereken soru şudur: Acaba Hıristiyanlıkta değişim olduğu için mi kapitalizmgelişmiştir, yoksa kapitalizm geliştiği ve burjuvazi güçlendiği için mi Hıristiyan dini değişim geçirmek,yeni koşullara uygun yorumlar yapmak zorunda kalmıştır? Örneğin, Protestanlık niçin feodal döneminbaşlarında doğmamıştır da, İsa'nın doğumundan 15 yüzyıl sonra, derebeylik düzeninin yıkıntılarıüzerinde yükselmiştir?

Ahmet N. Yücekök'ün de vurguladığı gibi Protestanlık; "eskimeye ve gelişen üretim güçlerine köstekolmaya yüz tutmuş bir feodal düzene, gelişen burjuvazinin başkaldırması sonucu benimsenen vekendini yeni ekonomik düzene uydurmuş bir dinsel öğreti ve değer sistemidir." İsa'nın öğretisinin, değişen koşullar içinde yorumlanarak, belki de başlangıçtakinden çok farklıbiçimlere büründüğünü söyleyebiliriz. Hıristiyanlığı temsil eden kilise, bir dönemde derebeylerininyanında yer alıp liberalizme karşı savaş açarken; daha sonra, eski düşmanı burjuvaziyle birleşipsosyalizmle mücadele etmiştir. Genellikle kurulu düzenden ve egemen güçlerden yana olmuştur. Belkide bu nedenle, Napolyon Bonaparte'ın kiliseyle ilgili değerlendirmesi oldukça acımasızdır: "Dinin olmadığı bir devlette düzen olabilir mi? Gelirler arasında eşitsizlik olmadan toplum, dinolmadan da gelirler arasında eşitsizlik olamaz. Tıka basa, patlayıncaya kadar yiyen bir adamın yanıbaşında açlıktan ölen bir adam düşünün. Onun bu farkı kabul edebilmesi için yüksek bir otoriteninşöyle demesi gerekir: Tanrı böyle istiyor; bu dünyada yoksullar da zenginler de olmalıdır; ama sonrave sonsuza kadar paylaşma başka türlü yapılacaktır." Bu sözlerden sonra Karl Marx'ın dinle ilgilideğerlendirmesi çok daha yumuşak gelebilir: "Din, can çekişen bir yaralının nefes alışı, kalpsiz birdünyanın kalbi, ruhsuz bir dönemin ruhudur. O halkın afyonudur."

Aslında, Hıristiyan inancını temsil edenlerin her zaman kurulu düzenden yana tavır takındıkları,güçlüleri ve onların iktidardaki temsilcilerini destekledikleri söylenemez. Örneğin bir toplumda, azınlıktaolan bir grubun dini ya da mezhebi farklıysa, o azınlığın dinsel inanç sistemi tutucu değil, kuruludüzene karşı bir rol oynamaktadır. Çünkü kurulu düzene egemen olan çoğunluk, o azınlığa karşı birtutum içindedir. Başka bir deyişle, kurulu düzen, çoğunluktakilerin inanç sistemine daha çok uygundur.Bu yalnız Hıristiyan dünyası için değil, örneğin islam dünyası açısından da geçerli bir gözlemdir. Dinsel güçlerin, tek yönlü bir etki yaptıklarını, kendi içlerinde bir bütün olarak hareket ettiklerini desöylemek zorlaşıyor. Latin Amerika ülkelerinin önemli bir kesiminde, kilisenin üst düzeyinde yer alanlarkurulu düzeni desteklerken, genç ya da alt tabakalarla sürekli ilişki içindeki din adamlarının, yoksultoplum kesimlerinin davalarına sahip çıktıkları bir gerçektir. Hatta bu tutum içinde olanlara, yüksek din

Page 24: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

25

adamları arasında da rastlanabilmektedir. Brezilyalı Başpiskopos Helder Camara, 1970 tarihindeşunları söylüyordu:

"Bugün belki de bir sendika kurmak, bir kilise kurmaktan daha önemlidir. Yalnız Hıristiyanlıkta değil,başka dinlerde de, dinin yabancılaşmış ve yabancılaştırıcı bir güç olmasını kabul etmeyen gruplarbulunmaktadır." Polonya'da büyük bir toplumsal güç niteliğindeki kilise, kurulu düzenin değil, Dayanışma Sendikasıetrafında birleşen büyük işçi ve aydın çoğunluğunun yanında yer almıştır. Benzeri örneklerçoğaltılabilir. Ama tüm bunlar, örneğin bir Papa XII. Pierre'nin, Hitler'in milyonlarca insanı fırınlardayakması karşısındaki sessizliğini unutturamamaktadır. Kilise, Alman Nazizmine olduğu gibi, İtalyanfaşizmine de en büyük desteklerden birisini oluşturmuştur.

b) Müslümanlık

Buda'dan İsa'ya hemen bütün dinler, bu dünya nimetlerinin önemsizliğini, hatta kötülüğünüsavunmuşlardır. Buda'ya göre, insanın ne kadar parası pulu varsa, o ölçüde Nirvana'dan uzaklaşır,İsa'ya göre: "Bir zenginin cennete gitmesi, bir devenin iğne deliğinden geçmesi kadar zordur." Oysaİslam bunların tam tersini söyler: "Kazanan Tanrı'nın sevgilisidir." Böylece İslamiyet, öte dünyayaolduğu kadar bu dünyaya da önem veren, bunun doğal sonucu olarak da bazılarına göre ruhsaliktidar-bedensel iktidar ayrımını tanımayan bir din olmaktadır.

Şu sözler Hazreti Muhammed'e aittir: "Tanrı diyor ki, ancak emeğini toprağa sarf eden, ancaktoprakta kendisi tarım yapan o toprağın sahibidir."

İslamiyete göre, özel mülkiyet yasaldır. Ama bu yasallık bir dizi koşula bağlanmıştır. Servet, ancakyetenek ve çalışkanlık ürünü olduğunda yasaldır. Çalışkanın tembelden daha iyi yaşamaya hakkıvardır. Kazancın helal olabilmesi, emeğe, alın terine dayalı olmasına bağlıdır. Ama servetin alın teriyleoluşturulmuş bulunması, onun istenildiği gibi harcanması hakkını da vermez. Çünkü servete sahip olankişi, aslında Tanrı'ya ait olan bir şeyin korunması görevini, bekçiliğini yüklenmiş demektir. Servetiniçinden ancak "makul" gereksinme kadarını kendisi ve yakınları için sarf edip, gerisini, yoksulluğunortadan kalkmasına hizmet için kullanacaktır. Parasını har vurup harman savurmaya ya da haketmeyenlere hesapsızca dağıtmaya hakkı yoktur. Mal ve para sahibi olmak amaç değil, "toplumunhuzurunu sağlamak için" bir araçtır.

İslamiyet, mirası da aynı mantık içinde değerlendirir. Mirası birikmiş bir alınteri sayar. Mirası,servetin giderek büyümesinin bir aracı olarak değil, daha sağlıklı bir toplum yapısının bir öğesi olarakkabul eder. Miras, ancak bir işe başlamaya olanak sağlayacak kadar küçük parçalara bölünmelidir.Hazreti Muhammed, yeterli bir düzeyde olması durumunda, mirastan yalnız ölenin yakınlarının değil,komşularının da yararlanması gerektiğini savunmuştur.

Haksız bir servet birikimini önlemek için, vasiyet hakkı, servetin üçte biri ile sınırlandırılmıştır. Kişiistese bile, servetinin üçte birinden fazlasını tek bir kişiye bırakmak hakkına sahip bulunmamaktadır.Böylece bir yandan servetin gereğinden fazla birikmesi önlenirken, öte yandan da, fitre, zekât, sadakagibi yollarla, servetin toplumsal adalet için kullanılması zorunlu kılınmaktadır. Weberci bir yaklaşımla, islam ülkelerinin geri kalmışlığını dine bağlayanlara rastlayabiliyoruz. Bugörüşü paylaşanlara göre, Protestanlık Batı Avrupa'da kapitalizmin gelişmesini kolaylaştırırken, islamdinini benimseyen ülkelerde kapitalizm gelişmemiştir. Bundan, islam dininin kapitalizmin gelişmesiniengellediği gibi bir sonuç çıkarmaktadırlar.

Page 25: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

26

İslam dünyasının dışındaki toplumların çoğunda da, Batı Avrupa'da ortaya çıkan gelişmelergörülmemiştir. İslamdan önce var olan "kapitalistimsi" sektör, islam dinini benimseyen ülkelerdekapitalizmin gelişmesini sağlayamamıştır; ama benzer bir sektöre sahip Eski Yunanistan ve Roma'da,ya da Çin'de ve Japonya'da da kapitalizm gelişememiştir. Faiz ve tefecilik İslamiyette yasaklanmış,ama kılıfına uygun bir biçimde ya da değil, bu yasak çok yaygın olarak delinmiştir. "Samimi ve dürüsttüccar, kıyamet günü peygamberlerin, adillerin ve şehitlerin arasında yer alacak" diyen HazretiMuhammed, ticareti özendirmek için özel bir çaba sarf etmiştir. "Eğer cennette ticaret olsaydı, kumaşticaretini seçerdim" sözü de O'na aittir.

Maxime Rodinson, "İslam ve Kapitalizm" konulu incelemesinin sonucunu şu cümle ileözetlemektedir: "İslam dini, kapitalist üretim biçimine hiçbir zaman itiraz etmemiştir ve bu dininbuyrukları, bu üretim biçiminin kapitalist bir sosyoekonomik yapının oluşturulması yönünde gelişmesiniengellememiştir." Bir başka sav da, İslamiyetin kaderciliği özendirdiği, inananları bu dünyanın işlerine karşıumursamazlığa ittiği ve dolayısıyla geri kalmışlığa neden olduğuyla ilgilidir. Bu savı paylaşanlar,Hıristiyanlığın ise akılcılığı (rasyonalizm) kolaylaştırdığını savunmaktadırlar. Oysa inancı, birtakımdoğa üstü güçlere ve mucizelere değil, akla dayandırma çabası sadece İslamiyette belirgindir. HazretiMuhammed inançsızlığı, "insan zihninin bir kusuru" olarak görmek eğilimindedir. Kuran inançsızları,"Muhammet'in vaazını dinleyemeyenler, düşünmeyen, akıl yormayan, aklı yatmayan insanlar" olarakdeğerlendirmektedir. Museviliğin ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarının yaklaşımı ise farklıdır. Musevilik, inancı yaratmakiçin akla değil Tanrı korkusuna başvurur, İsrail'in Tanrısı "Rab"in "nüfuz edilemez" derin kararlarınainanmak ve O'nun peygamberler aracılığıyla ilettiği buyruklarını tartışmamak gerekmektedir. Bu eğilim,azalarak da olsa Hıristiyanlıkta da sürecektir. İsa, insanların "belirtiler ve mucizeler görmedikçe" aslaiman etmemelerinden dolayı üzülmüştür.

Kuran'ın diğer kutsal kitaplara göre çok daha akılcı oluşunu, akıl yoluyla inandırma yolunuseçmesini, bazı batılı araştırmacılar Yunan felsefesinin etkisine ve Mekkeliler'e özgü düşünce biçiminebağlamaktadır. Turgut Özal'ın 1988 yılında Fransızca olarak yayınladığı "Avrupa'daki Türkiye" kitabıda, Yunan felsefesinin etkisini vurgulamaktadır: "İslam felsefesi özgün ve farklıdır. Bununla birlikte,ilahiyat ve felsefe açısından, Yunan felsefesinin mirasını, Musevilik ve Hıristiyanlıkla paylaşmakladır,İslam batılı anlamda Akdenizlidir. Batı kültürünün ilk ve en önde gelen temellerinden birisini oluşturanYunan kültürü, aynı zamanda islam felsefesinin de temelini oluşturmuştur."

Kendisi de Müslümanlığı seçmiş olan Roger Garaudy ise, bazı çağdaş islamcı akımları sert birbiçimde eleştirmekledir: "Ne Kuran'da, ne de peygamberin yaşamında görülmeyen islam öncesiadetler, örneğin kadınların çarşafa bürünmeleri, bazı devletler tarafından islam'a mal ediliyor... İslamdünyasının gelenekçileri de Batı şeytanına karşı surlar yükseltip islam'ı hapsetmeye kalkıyorlar. Bazıülkelerde penceresiz, kapısız, gökyüzünün dahi görülmesini engelleyen duvarlar örüldü. HazretiMuhammed bilimi Çin'e kadar gidip aramak gerektiğini söylemişti, İran'da Ayetullah'ın biri çıkıp, islamislam'a yeter dedi. Oysa islam'ın büyüklüğü, kendinden öncekileri toparlaması ve tüm büyük kültürleriyüceltmesidir." Yaygın anlayışa göre, Kuran bir çeşit değişmez anayasa gibidir. Ama koşullar değiştikçe, Kuran'danve peygamberin sözleri ve yaptıklarından hareketle, uygulama ile ilgili kurallar oluşturulabilir. BirMüslüman, nasıl hareket edeceğini bilemediği bir dinsel sorun karşısında, genel ilke ve amaçları gözönüne alarak, kendi görüşüne göre hareket edebilir. Hazreti Muhammed; "İnananların iyi gördükleri,Allah katında da iyidir" demektedir. Ama kuralları yeni durumlara, değişen koşullara göre yorumlamakve uygulamak giderek çeşitli mezhepleri doğurmuştur.

Hıristiyanlıkta hükümdar, iktidar yetkisini Tanrı'dan aldığını öne sürer. Tanrı bu yetkiyi ya doğrudanya da Papa aracılığıyla verir. Oysa İslamiyette iktidar Tanrı'ya aittir ve kimsenin ona ortak olması sözkonusu değildir. Bu dünyayı geliştirmek ve düzeltmek görevini Tanrı bir kişiye değil, tüm insanlaravermiştir. Yeryüzünü "imar ve islah" etmekte herkes Tanrı'nın halifesidir. Bu açıdan bakarsak,Hıristiyanlıkta iktidarın bireysel, İslamiyette ise toplumsal nitelikli olduğunu görürüz.

Page 26: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

27

Hıristiyanlıkta iktidarı Tanrı bir kişiye verdiği için, bu iktidar sınırsızdır ve o kişi ancak Tanrı'ya karşısorumludur. İslamiyette ise Tanrı ile kul arasında aracı yoktur. Tanrı adına konuşma yetkisine sahip,kurumlanmış bir "kilise", bir Papa yoktur. Bu nedenle de, örneğin İran'daki gibi ast-üst ilişkileri içindetabandan tepeye örgütlenmiş bir Mollalar sisteminin islamlığa uygunluğu tartışmalıdır. İslamiyette yürütme görevi, Halife ya da imama aittir, iktidar "emaneten" ehline verilmiştir. Seçimlebelirlendiği için, onu seçenlere karşı sorumludur ve Tanrı'nın koyduğu kurallarla sınırlıdır. Görev belirlibir süre için verilmediği halde, iktidarı erdemli bir biçimde kullanmayan kişi görevden alınabilir. Halifekural koyamaz, dinsel ilke yaratamaz, Tanrı adına affedemez. Yalnızca Tanrı'nın buyrukları yönündeişleri yürütmeye çalışır.

Müslümanlıkta tüm inananların siyasal iktidara katılma hakkına sahip bulundukları söylenebilir.Ümmet kalabalıklaşınca, Tanrı buyruklarının yerine getirilmesi için temsilcilerini seçebilir. Seçimingeçerli olabilmesi için, zorbalık ve hilenin bulunmaması gerekir. Seçimin belirli bir biçim ve kuralıyoktur. Her toplum kendi koşullarına göre bir düzenleme yapabilir. Seçilenlerin (emir sahipleri) görüşü,Tanrı'nın ve topluluğun görüşüne uygun sayılmıştır. Halife bu görüşe (icma-ı ümmet) göre hareketetmelidir. Kişi İslama bağlandıkça, kişiye kul olmaktan kurtulup yalnızca Tanrı'nın kulu olur. Tanrı'nın koyduğukurallar içinde herkes özgürdür ve herkes eşittir, insanlar, düşüncelerinden değil, ancak eylemlerindendolayı suçlu sayılabilirler.

Bu ilkeler üzerine kurulu olan islamlığın hızla yayılışını kılıç gücüne bağlayan batılı düşünür vetarihçiler yanılgı ya da saptırma içindedirler. Blasco Ibanez, bu yanılgıyı çarpıcı bir biçimde ortayakoyuyor: "Araplar, kendilerinden yedi yüzyılda geri alınan İspanya'ya iki yılda yayıldılar. Silah zoru ilekabul ettirilen bir işgal değildi bu... Her yöne kuvvetli kökler salan yeni bir toplum doğuyordu. Uluslarıngerçek büyüklüğünü ortaya çıkaran kilit taşı 'vicdan özgürlüğü' halka sevimli görünmüştü. Araplarınsahip oldukları kentlerde Hıristiyanların kiliseleri ile Yahudilerin sinagogları yan yana yer alıyordu..." Hz. Muhammed şöyle diyordu: "Bir Hıristiyan kızı ile evlenen Müslüman, karısının kilisede ibadetiniyapmasına izin verecektir."

Araplar sadece çokTanrıcı-putatapıcılara karşı hoşgörüsüz davranırken, Yahudi ve Hıristiyanlarakarşı son derece hoşgörülüydüler. Örneğin Saint-Jean'ın (Aziz Jean) büyük babası İbni Sarjun,Şam'da Emevi Halifesinin baş veziri olabilmişti. Aziz Jean'ın kendisi de Şam Imparatorluğu'nun maliişlerini yürütmek gibi önemli bir göreve gelebilmişti. Roger Garaudy, "İslamın sinesinde Haçlı duygusuveya Engizisyon mezalimi gibi kavramları taşımadığını" vurguluyor ve şöyle diyor: "İslam gerek ilkyıllarında ve gerekse daha sonra, en parlak çağında, kendisinden sonra gelmiş büyük inançsistemlerini kendi içinde eritmesini bilmiş ve ayrıca her kültürün en iyi yönlerini yakalayarak o çağakadar görülmemiş bir sentez içinde onları en yüksek noktalarına ulaştırmıştır, İslamın gerileyici, bütünbunları red edişinden sonra başlamıştır."

Türkiye'de dinin siyasal yaşamdaki etkisi çok partili düzende de sürmüştür. Farklı siyasalçizgilerdeki bazı partiler bile, dinsel öğeleri kendi etkilerini arttırabilmek amacıyla az ya da çokkullanmışlardır. Ama bir istisna dışında, tüm programını dinsel temele oturtmaya çalışan bir partigörülmemiştir. Çok partili dönemdeki birçok örnek, dinin ancak bir destek güç olarak önem taşıdığını,ama yalnızca dine dayanarak siyasal iktidar olunamayacağını ortaya koymuştur. Bunun birçok nedenivardır ve bu nedenlerin başında da, yarım yüzyılı aşan bir laikleşme döneminin etkisi bulunmaktadır.Dine saygılı olan büyük çoğunluk, din temeline dayalı bir devleti artık düşünememektedir.Cumhuriyetle birlikte yaygınlaşan milliyetçilik akımı ise, ulusal değerlerin yerine dinsel değerlerinbenimsenmesini ve ulusun yerini "ümmet'in almasını zorlaştırmaktadır. Demokratik hak ve özgürlüklerikullanma alışkanlıklarının artması, bir din devleti uğruna bunlardan vazgeçmeyi de aynı ölçüdezorlaştırmıştır. Laikliğin kurumlaşmadığı, demokratik deneyim birikimi olmayan, ulusal bağımsızlığa ya da birdiktatörden kurtulmaya, dinsel güçlerin öncülük ettiği islam ülkelerinde durum farklıdır. Çağdışı kalmışbazı rejimler de, bir avuç ayrıcalıklı kişinin saltanatının sürebilmesi için, ülkenin din kurallarına göreyönetildiği inancını halka vermeye çalışmaktadır.

Page 27: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

28

*** Bir toplum, 1400 yıl öncesinin koşullarına ve sorunlarına yanıt olarak oluşturulmuş kurallarlayönetilebilir mi?

Bu soru, artık dünyada ve Türkiye'de İslam bilginleri arasında da açıktan tartışılıyor. Yeni görüşünönde gelen temsilcilerinden, Sudanlı dinbilimci Prof. Abdullahi Ahmed An-Naim'e göre; Müslümanlığınkurallarını ikiye ayırmak gerekir: İslam'ın doğuş döneminde Mekke'de inen ayetlerin içerdiği kurallar veMedine döneminde oluşan kurallar.

Mekke'de inen ayetler; ahlak, adalet gibi "genel" kavramları içerir. Düşünce özgürlüğü ve dindezorlama olmaması gerektiğini buyurur. Oysa Medine döneminde, artık Müslümanlar kendi devletlerinikurmaktadırlar. Somut sorunlara çözüm getirmeye yönelik somut hükümler söz konusudur. "Cihad"(dini yaymak için saldırı savaşı) yapılması, kadınların tanıklığının erkeklere eşdeğer sayılmaması,kadının mirasta erkeğin yarısı kadar pay alması, erkeğin dört kadınla evlenebilmesi ve -eskiye görezorlaşsa bile- kolay sayılabilecek bir biçimde boşanabilmesi gibi kurallar, hep aynı dönemin ürünüdür.Din için "gerektiğinde" öldürmenin yasal sayılması, Müslüman olmayanlara eşit haklar verilmemesibenzeri hükümler de aynı çerçevede yer alırlar.

Prof. An-Naim şöyle diyor: "Şeriat, ikinci dönemin kurullarına dayanılarak oluşturulmuştur. Medineayetleri ile çatışan Mekke ayetleri geçersiz sayılmıştır. Oysa bu hükümler, genel ve ebedi değil,tarihsel koşulların ürünüdür... Bugün Şeriat denilen şey, Kuran'ın bir bölümünün benimsenip, diğerinindışlanmasıdır. Tersini yapmak gerekir..."

Çalışmalarını Mısır'da sürdüren, AÜ İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi İlhami Güler'in "tez"i de, aynıyaklaşımı destekliyor. Güler'e göre; Kuran'daki "Ey inananlar" seslenişi, örneğin bugün Türkiye'deyaşayan Müslümanları değil, Kuran'ın indiği dönemdeki "mümin"leri kapsıyor. O dönemin toplumsal,kültürel, siyasal ve ekonomik koşullanın paylaşanların uymaları gereken kuralları koyuyor. Söz konusu "tez"de verilmiş olan örneklerden birisi de, "Allah ve Peygambere karşı savaşanlara"verilmesi öngörülen cezalarla ilgili. Kuran'da bu gibi durumlarda uygulanabileceği belirtilen dörtcezadan birisi, el ve ayakların çapraz olarak kesilmesi. Oysa bu cezalandırma biçiminin, Firavunlarakarşı çıkanlara uygulandığı biliniyor. Güler bunu, toplumsal geleneklerde varolan bir ceza yaptırımınındevamında, Tanrı'nın bir sakınca görmediği biçiminde yorumluyor. Kuran'dan önce de varlığı bilinenbir ceza niçin "ilahi, yani değişmez bir emir" olsun?

Bu yaklaşımı savunanlardan birisi de, eski Diyanet işleri Başkanı Prof. Said Yazıcıoğlu. İslam dininin"katı ve değişmez kurallar" bütünü olmadığını söyleyen Yazıcıoğlu, görüşünü şöyle özetliyor: "Dinde değişmeyen, Kuran'da belirtilen, genellikle inançla ilgili temel kavramlardır... Modern hayatkarşısında insanlarımızın pek çok problem ve ihtiyaçları söz konusudur. Bunların cevabı, asırlarcaönce, o dönemlerin özelliklerine ve şartlarına göre bulunan çözümlerde aranamaz.. İslam dinininsonsuza kadar en mükemmel din olarak kalacağına inananlar, bunun gereğini yapmak zorundadır.Asırlarca önce yapılan yorumlarla, günümüz insanının sorunlarına çözüm bulmak imkânı yoktur." Muhammed Abduh da Kuran'daki hükümleri üçe ayırıyor, "inanç" ve "ibadet"le ilgili olanlarındeğişmeyeceğini, "muamelat"la ilgili olanların değişebileceğini savunuyor. Yani o günün koşullarınınürünü olan sorunlara getirilen çözümlerin, zaman ve koşullar değiştiğinde değişebileceği savı bu ünlüislam düşünüründe de var.

İslam dinine yönelik bu bakış açısına, Mustafa Kemal Atatürk'te de rastlıyoruz. Atatürk'ün el yazısınotları arasında şu tümceler var: "Kuran'da öğrendiğimize göre, Muhammed hiç değişmeden yaşamışbir insan değildi, o da hayat ve hadiselerin zaruri icapları karşısında adeta her gün değişmiştir."Buradan çıkan sonuç çok açık: Peygamber bile -bir yaşam süresince- değişmek gereğini duyduğunagöre; İslam'ın "genel" kuralları dışındaki, "uygulama" ile ilgili kurallarının, değişen koşullara koşutolarak, "öz"e uygun biçimde değişmesi doğal sayılmalıdır.

Page 28: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

29

Bu bakış açısını paylaşanlar arasında, Pakistanlı ünlü dinbilimci Fazlur Rahman ile -Müslümanlığısonradan seçen- Roger Garaudy de var. Rüştü Şardağ ise, "Şeriat"in niçin değişmez olmadığınıanlatmadan önce, Kuran'daki şu "Tanrı buyrukları"nı anımsatıyor:

"Dinde zorlama yoktur... Ey Muhammed! Sen ancak uyarıcısın... Kuran, ancak aranızda doğru yolagitmeyi dileyene, âlemlere bir öğüttür..."

"Şeriat"ın nasıl değişliği üzerine, Şardağ'da çok sayıda örneğe rastlıyoruz: Şeriat "kulhükümleri"nden oluştuğu içindir ki, İslam dininde yetmişi aşkın mezhep oluşmuştu. Bunların şeriatanlayışları hep birbirinden farklıydı. Peygamberimizin üç halifesi Müslümanlar eliyle öldürülmüştü.Abbas oğulları zamanında, Hz. Muhammed'in torunları mezardan çıkarılmış, iskeletleri yerlereçarpılmıştı. Ve bunlar "şeriat" adına yapılmıştı. Dokuz çocuğunu öldürerek tahta geçen Osmanlıpadişahlarına da, daha mührünü yeni almış sadrazamların idamına da, hep "şeriat" izin vermişti. Farklıtarikatlardan hocalar, 17. yüzyıldan itibaren camilerde sopalarla birbirlerine "şeriat" adınasaldırmışlardı. Yapılan araştırmalar, dünya nüfusunun beşte birini oluşturan Müslümanların, bilim dünyasına veteknik gelişmelere katkısının hemen hemen "yok düzeyinde" olduğunu gösteriyor. Arapların bilimselverimi ise, ancak İsrail'in yüzde 4'ü kadar. Bu durumun nedenlerini, "İslami uyanışın öncüsü" sayılanSeyid Cemaleddin Afgani'nin 1882 yılındaki şu satırlarında bulabiliriz:

"Kişi sorununa değin bir biçimde bakıldığında, bilimin dünyayı yönettiği görülecektir. Dünyadabilimden başka hükümdar olmamıştır, halen yoktur ve gelecekte de olmayacaktır... Esasında gerçekbir mümin, dininin tüm ahlakı ve bilimleri içerdiğine inandırılmış olduğu için, kendisini ona sımsıkıbağlar ve ötesine geçmek için hiçbir çaba harcamaz. Tümüyle ona sahip olduğuna inandıktan sonra,gerçeği aramanın ne yararı olacaktır? Bundan dolayı da bilimi hor görmektedir."

Peki, insanoğlu bilim ile din arasında bir seçim yapmak zorunda mı? Bu sorunun yanıtını da,tanınmış İngiliz fizikçi ve din adamı John Polkinghorne şöyle veriyor: "Bilim ve din arasında herhangibir çelişki yok. Tam tersine, bilimsel buluşlar Tanrıbilimi (ilahiyat) güçlendiriyor. Bilim olayların nasılmeydana geldiğini sorarken, Tanrıbilim olayların niçin meydana geldiğini araştırıyor. Tanrı inancı, bilimve din arasında bir seçim yapmayı gerektirmiyor... Dünyayı bir bütün olarak kavramak için, ona hembilimin hem de dinin gözüyle bakabilmeliyiz."

Tarihçiler genellikle ortaçağı "karanlık çağ" olarak nitelendirirler. Oysa bu değerlendirme, sadeceHıristiyan dünyası için geçerliydi. Toplum yaşamına tamamen egemen olan kilise, dinsel dogmalarınbaskı altında, özgür düşünenin ve bilimin gelişmesini önlemişti. Aynı dönemdeki İslam dünyası ise,birçok önemli bilgin yetiştirdi. Çünkü Hıristiyan dünyasındaki bağnazlık, o dönemdeki İslamdünyasında yoktu. Örneğin İbn-i Haldun, şu düşünceyi açıktan savunabiliyordu:

"Bitkilerin en yüksek cinsi, hayvanların aşağı olan cinsine yakındır. Bu aşağı tabakadan türeyerekhayvanın türü ve cinsi çoğalmış, aşamalı bir biçimde düşünce sahibi olan insanın oluşumuna kadaryükselmiştir... İşte bu hayvanlardan insanın ilk ufku, yani en aşağı derecesi başlamıştır."

Laik Türkiye'de bile, İslamcı akımlar Darwin'in okul kitaplarından çıkarılması kavgası veriyorlar.Aradan yaklaşık 650 yıl geçtikten sonra, yukarıdaki düşünceleri, bir bilim adamı kaç Müslümanülkesinde "korkmadan" savunabilir? İslam dünyasında bilimin gerileyişi, 14. yy'dan sonra, dinselbaskıların artmasıyla gerçekleşmiştir.

Durum böyle iken, dünya 21. yy'a girmeye hazırlanırken, bazı İslam ülkelerinde "köktendinci"akımların güçlenmesi nasıl açıklanabilir? İran ve Cezayir'deki köktendinci tırmanışın arkasında ne gibitoplumbilimsel gerçekler var?

Page 29: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

30

"Siyasal muhalefet"e izin vermeyen baskı rejimleri, halkın desteğini sağlamak için "dinsel güçler"eödün verince, beklemedikleri bir durumla karşılaşıyorlar. Yönetim ve toplumsal-ekonomik koşullaradoğan tepkiler, ancak cami ya da kilisede sığınak bulabiliyor. Hoşnutsuz kitleler, genç kuşaklar ve bazıaydınlar için başka bir seçenek kalmıyor. İran, Cezayir ve Polonya örnekleri çok açık.

Baskı yönetimleri, baskıyı biraz gevşettiklerinde genellikle yıkılırlar. Onların yerini hangi güçlerinalacağını ise, her toplumun kendine özgü koşulları belirler. Kemalist tek parti, dinci güçlerin siyasetekatılmalarına izin vermezken, siyasal bir muhalefetin tohumlarının kendi içinde yeşermesine hoşgörügöstermiş, hatta bunu özendirmişti. Bu nedenle de, 27 yıllık tek parti dönemi sona ererken, İran veCezayir'dekinin benzeri bir durumla karşılaşılmamıştı.

Cezayir'de İslami Selamet Cephesi'nin toplumsal desteğinin hızla artması karşısında sürgündençağrılarak Yüksek Devlet Konseyi Başkanlığına getirilen Muhammed Budiaf şöyle demiştir: "En büyükeksiğimiz, bizde bir Mustafa Kemal Atatürk'ün çıkmamış olmasıdır."

İran'daki dinci yönetim biçiminin, Şah rejimine göre daha katılımcı olduğunu yadsıyamayız.Cezayir'de köktendinci akımların yükselişi de, 30 yıllık tek parti egemenliğinin ürünüdür. "Petrol gelirleribütün Cezayirlilerin rahat yaşayabilmeleri için bir güvence oluşturduğu sürece her şey yolundaydı."Petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte durum değişti. Çağdaşlaşma görünümü altındaki "çürümüşlük veahlaksızlık", baskı yönetimi ile özdeşleşmiş gibiydi.

Cezayir'de 1954'te yüzde 17 olan kentleşme oranı, giderek yüzde 55'leri buldu, işsizliğe karşıkentlere akın eden insanlar, toplumsal değerlerini yitirdiler. Kentte yaşadıkları "kültür şoku" onlarıtepkiye, yeni bir "kimlik" aramaya ve sonuçta da İslam'a sığınmaya itti. Çünkü sığınabilecekleri başkabir toplumsal kurum da yoktu. Yaşadıkları umutsuzluk, bir yandan "kurulu düzen"e, öte yandan da"yabancı kültürler"in ürünü olan hemen her şeye karşı öfkeyi beraberinde getiriyordu. Gençler "daha iyibir dünya" isterken, onlara bu umudu sadece "dinci güçler" veriyordu.

Çok sağlıksız bir hız ve biçimde büyüyen İstanbul'da ve bazı kentlerde dinci akımların güçlenmesinide, bir ölçüde, benzer nedenlere bağlayabiliriz.

c) Laiklik

Genellikle din ile devlet işlerinin ayrılması olarak tanımlanan laiklik, elbette ki din ve vicdanözgürlüğünü de içerir. Ama sadece din ve vicdan özgürlüğünün tanınmış olması, o toplum düzenininlaik olduğu anlamına gelmez. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu'nda dinsel hoşgörü vardı, laiklik yoktu.Laik toplum düzeni, bütün din ve inançtan insanların, eşit koşullarla aynı kurallara uymak durumundabulundukları, hiç kimseye dinsel ayrıcalık ve üstünlük tanımayan bir toplum düzenidir. Laiklik, toplumve devlet yaşamının akla ve bilime dayatılmasıdır.

Laiklik tarihsel gelişim içinde Avrupa'da doğdu. Feodal düzen yıkılmış, Tanrısal iradenin ürünüolduğuna ve dolayısıyla sonsuza kadar yaşayacağına inanılan toplumsal ve siyasal kurumlar sonaermişti. Hıristiyan kilisesinin yüzyıllardır yaydığı dogmaların geçersizliği -coğrafi keşiflerin de etkisiyle-yaşanarak görülmüştü. Örneğin dünyanın bir tepsi gibi yuvarlak ve düz olmadığı anlaşılmıştı. Peşinen,sınanmadan doğru oldukları varsayılan dogmaların yerini, bilimsel nitelikli bilgiler almaya başlamıştı.13. yüzyılda, bir Hıristiyan düşünürü olan Aziz Thomas, devletin insan aklına uygun biçimdedüzenlenmesi gerektiğini savunuyordu. Bir yüzyıl sonra, bu kez ünlü bir Müslüman bilim adamı olanİbn-i Haldun laik düşüncenin gerçek bir öncüsü olarak ortaya çıktı. Devletin varoluşunu ve toplumlarınevrimini, Tanrısal iradeye değil, toplumsal-ekonomik nedenlere dayandırarak açıkladı. Hatta işi,insanın evrimini hayvanın en gelişmiş türüne, hayvanın evrimini de bitkinin en gelişmiş türüne

Page 30: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

31

bağlamaya kadar götürdü. Yetkisini tanrı'dan alan siyasal iktidar anlayışının yerini, giderek, gücünütoplumdan alan ve topluma karşı sorumlu olan bir iktidar anlayışı aldı. (Fransız Devrimi ile bu anlayışevrenselleşti.) Zamanla Machiavelli, Jean Bodin, Thomas Hobbes gibi düşünürler de aynı yoluizlediler. Belirli bir süreç içinde; kapalı, kendi kendine yeterli bir tarım ekonomisine dayalı feodal beyliklerinyerini -ticaretin gelişmesinin de etkisiyle- ulusal devletler almaya başlamıştı. Mal alışverişi, bölgeler veinsanlar arasında düşünce alışverişini de kolaylaştırmaktaydı. Bölgesel diller Latince ile birleşerekulusal diller doğmuş, giderek ulusal kültürler gelişmişti, insanların benzer biçimde duyup, düşünüp,davranmaya başlamalarıyla birlikte, ırksal değil kültürel birliğe dayalı uluslar ortaya çıkmıştı. İşte buortamdadır ki; Papa'ya bağlı, tek merkezden yönetilen, Latince ibadeti zorunlu kılan Katolikmezhebinin yerini; yer yer, ulusal dillerle ibadeti öngören Protestanlık aldı. Katoliklerin bu yeni mezhebibenimseyenlere hoşgörü göstermemesi üzerine, aynı dine bağlı, aynı ulustan insanlar aracında, çokkanlı mezhep savaşlarına tanık olundu. Luther hareketi, din ile devlet işlevini ayıran bir tutuma yöneldi.Bu ortamda laiklik, farklı inançlara sahip toplum kesimlerinin barış içinde yaşayabilmelerinin birönkoşulu olarak da gündeme geldi. (Bir zamanlar Ortadoğu'nun en gelişmiş ülkesi olan Lübnan'ın bir içsavaş sonucu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmesinde laik bir devlet olmayışının rolüunutulabilir mi? Nasıl ki, Sudan'da animistlerle Müslümanlar arasındaki iç savaş da laik bir devletolmayışının sonucudur.)

Hıristiyanlık ve Müslümanlık, bir noktada birbirlerinden çok farklı koşullarda ortaya çıkmışlardır.Hazreti Muhammed'in çağında, Arabistan yarımadasında güçlü bir devlet örgütlenmesi yoktu. Kabileegemenliğine dayalı bir siyasal yapı söz konusuydu. Oysa Hıristiyanlık, Roma imparatorluğu gibi çokgüçlü bir devletin toprakları üzerinde doğdu. Bu nedenledir ki, Hıristiyanlık başlangıçta siyasal iktidarüzerinde hiçbir hak ileri süremezken, Müslümanlık kısa sürede kendi devletini kurdu. İsa, "Tanrı'nınhakkını Tanrı'ya, Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz" ilkesi arkasına sığınmaya çalışırken, Müslümanlıkdin ile devlet işlerini bütünleştirmekte zorluk çekmedi.

Başlangıç koşullarının ürünü olan düzenlemelerin farklılığına bakarak, çözümlemeyi bu noktadabırakmak ve buradan hareketle, Hıristiyanlıkta din-devlet ayırımının olanaklılığına karşılıkMüslümanlıkta din ile devletin ayrılamayacağı sonucuna varmak, yanlış olur. Elbette ki, ilkHıristiyanların derdi, öncelikle siyasal iktidarın baskılarından, arenalarda aslanlara yem olmaktankurtulmaktı. Hazreti İsa'nın "devlet bana karışmasın, ben de devlete" anlamına gelen yukarıdakiformülü, böyle bir gereksinmenin ürünüydü. Ama ne zaman ki koşullar değişti ve kilise kendini güçlühissetmeye başladı, kullanılan mantık da değişti. Hıristiyanlık adına konuşanlar, "ruh bedene üstündür,öyleyse ruha hükmeden dinsel iktidar, bedene hükmeden siyasal iktidara da egemen olmalıdır"demeye başladılar. Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, sadece "öte dünya" nın işleri değil,bu dünyanın işleri de dinin düzenleme alanına girdi. Papa'lar krallara taç giydirir oldular. Buna karşılık,Osmanlı Padişahlarına da Şeyhülislam kılıç kuşandırıyordu. Ama Papa'nın bir krala taç giydirmesi,Tanrı adına ona yönetme yetkisi verme anlamına gelirken, Şeyhülislam'ın kılıç kuşatma töreni,çoğunlukla göstermelikti. Çünkü aynı padişah, kendisine kılıç kuşatan din adamının başını dakestirebiliyordu. Laikliğin Hıristiyanlığa özgü bir durum olduğunu ve Müslümanlıkla bağdaşmayacağını önesürenlerin kullandıkları temel mantığın şu olduğunu biliyoruz: "İslam dini sadece din işlerini değil,devlet işlerini ve özel hukuk alanını da düzenlemektedir, öyleyse bir İslam ülkesinde laiklik olamaz."Oysa bu sav, daha çıkış noktasında, sanıldığı kadar doğru değildir. Müslümanlık siyasal sistemle ilgiliayrıntılı kurallar getirmediği gibi, özel hukuk alanını da ayrıntılı bir biçimde düzenlememiştir. Prof.Neşet Çağatay'ın da dediği gibi; "Kuran'da hukuksal hüküm bildiren sadece elli kadar ayet vardır,gerisi ahlak kurallarıdır. Bu nedenle bu kadar az hüküm, peygamber zamanında bile yetmemiş,peygamberin kendisi de kural koymuş, görevli olarak Medine dışına yolladığı arkadaşlarına da,Kuran'da ve sünnette örnek bulunmazsa, kendi görüşleri doğrultusunda hüküm vermelerini önermiştir.""Şeriat" denilen din hukuku sadece evlenme, boşanma ve nafaka gibi konuları, yani aile hukukunuiçeriyordu. O konuda bile Kuran sadece ana hükümleri koyuyuyor, ayrıntı getirmiyordu. Üstelik Hz. Peygamber zamanında bile Kuran'daki hükümlerin aynen uygulanmadığı oluyordu.Örneğin Peygamberin kendisi, bir borcunu öderken üstüne faiz anlamına gelebilecek bir ek yapmıştı.Hz. Ömer, savaş ganimetlerinin bölüştürülmesiyle ilgili bir Kuran hükmüne uymamıştı. Bu türdavranışların, özellikle Abbasi halifeleri arasında çok sayıda örneği vardı. Bugün İslam dininibenimsemiş olan toplumlarda çok sayıda mezhep ve çok daha fazla sayıda tarikat varlığınısürdürmektedir. Bu farklı mezhep ve tarikatlar, farklı bir İslam yorumuna ve farklı kurallara uymayı

Page 31: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

32

savunmaktadırlar. Her biri kendi doğrusunun "tek" olduğuna inanmakta ve diğerlerini kabuletmemekte, yanlış saymaktadır. Laikliğe karşı çıkan, İslam hukukunu uygulama savında olantoplumlarda, birbirlerinden çok farklı kural ve uygulamalara rastlanabilmektedir. Peygamberin söz veyaptıklarından oluşan "Sünnet"in bir hukuk kaynağı olarak yetmeyeceğini savunan Kaddafi'nin, ünlü"Yeşil Kitap"ının üç cildinin hiçbir yerinde Kuran'dan söz edilmemektedir.

Din ve devlet ilişkileri açısından Hıristiyanlığın üç model yaşadığını biliyoruz. Papaların krallarıimparatorları aforoz edebildikleri uzun bir dönemde din devlete egemendi. Hemen bütün önemli devletgörevleri din adamlarınca yerine getiriliyordu. Bizans'ta ise tersi bir durum geçerliydi. Kral Tanrı'nınyeryüzündeki gölgesi sayıldığı için kilise kralın emrindeydi; yani devlet dine egemendi. Hıristiyanlıktalaiklik, koşulların zorlamasıyla, üçüncü bir model olarak tarihte yerini almıştır.

Aynı üçlü din-devlet ilişkisini Türklerin Anadolu'da yaşadıklarını söyleyebiliriz. AnadoluSelçuklularında ve Osmanlının yükselme döneminde, devlet dine egemendi. Şeyhülislamlar padişahınemrindeydiler ve devlet işlerine karışamazlardı. Duraklama dönemiyle başlayan ve gerileme dönemiylegüçlenen bir süreç içinde, dinci güçler siyasal iktidara egemen olmaya başladılar. Toplumda geriliktenkurtulmak, çağa uyum sağlamak için atılan her adım karşısında din adına karar veren güçleri buldu.Atatürk'ün önderliğindeki Türk devrimi ile de, laiklik ilk kez bir islam ülkesine girmiş oldu.

İran'da kendine özgü koşulların ürünü olan bir mollalar sınıfı vardır. Ama İslam dininde -Hıristiyanlığın tersine bir din adamları sınıfının bulunmadığını biliyoruz. Müslümanlıkta her erkekimamlık yapabilir, namaz kıldırabilir. Hiç kimsenin Tanrı ile kulu arasına girme hakkı ve yetkisi yoktur.Bir çok ilahiyatçı, bu durumun İslam dinini laikliğe daha elverişli kıldığı kanısındadır. Kuran'da birdevlet modelinin, bir siyasal modelin, bir yönetim modelinin bulunmayışı da, bu savlarıgüçlendirmektedir.

1998 yılında önce İstanbul ve arkasından da Abant'ta yapılan iki toplantıda birçok din adamı,ilahiyatçı, tarikat ve dinsel cemaat temsilcisi, düşünür ve yazar bir araya geldi, "İslam ve laiklik" konusuuzun uzun tartışıldı. Ve sonuçta varılan uzlaşma noktaları bir bildiri ile açıklandı. Bu bildiride özellikleşu düşünceler dikkati çekiyordu:

"Din devleti fikri uygulanabilir, dini kaynakları olan bir kavram değildir. Din değil, Müslümanlarsiyaset yapmak durumundadır. Dünya islerini düzenleme özgürlüğü insana verilmiştir, İslam dini halkınyönetimine katılımını öngörmektedir ki, bu durum demokrasi ile uyumludur, İslam'da zorlama vedayatma kabul edilemez. Ruhban sınıfı yoktur; Allah ile kul arasına kimsenin girmesi söz konusudeğildir."

Din temeline dayalı bir devlet, ister istemez "tek doğru"yu temsil ettiğini öne sürer. Bu nedenle de, o"tek doğru"yu kendisi gibi anlayıp yorumlamayana bile hoşgörü göstermez, gösteremez. ÖrneğinOsmanlı Devleti, başka dinden olanlara belirli bir hoşgörü gösterip, kendi dinlerinin gereklerini yerinegetirmelerine izin verdiği halde, Müslüman Türk halkına aynı hoşgörüyü göstermemiştir. On beşinciyüzyıl ortalarından başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu'nda Türkçe Kuran "günah" sayılıpyasaklanmıştır. Oysa Türk Müslümanlarının büyük çoğunluğunun bağlı olduğu varsayılan Hanifiliğinkurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye göre, Kuran'ın çevirisi de Kuran sayılmaktadır. Ve TanrıKuran'da şöyle demektedir: "Sen Arap olduğun için biz bu kitabı Arapça indirdik. Biz her topluluğakendi diliyle seslenen bir görevli gönderdik... Biz bu kitabı size okuyasınız, anlayasınız,buyruklarımıza, yasaklarımıza göre davranasınız diye gönderdik." Buna karşın Müslüman Türk halkı,Kuran'ı Türkçe olarak okuyup öğrenebilme olanağına, ancak laik cumhuriyet döneminde sahipolabilmiştir.

Page 32: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

33

Batı'da Hıristiyanlık adına Engizisyon işkenceleri yapıldığı ne ölçüde doğru ise, içindeki Tanrı aşkıyadsınamaz olan bir Hallac-ı Mansur'un derisinin İslam adına yüzüldüğü de bir gerçektir. Laik birdevlette, orucunu tutana, namazını kılana kimse karışamaz. Ama bir din devletinde, oruç tutmayana,namaz kılmayana, başını örtmeyene baskı yapılabilir, halta bu nedenden dolayı öldürülebüir. ÖrneğinSuudi Arabistan'da, dine uyumu sağlama amacıyla, halka baskı yapma yetkisine sahip bir "din polisi"bulunur. Oysa İslam dininin kendisi, din adına baskı yapılmasını yasaklamakta ve şöyle demektedir:"Eğer Tanrı isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi birden inanmış olurdu. Yine de sen, insanları inansınlardiye zorlayıp duracak mısın?"

Laiklik dini devre dışı bırakmak anlamına gelmez; din adına baskı yapmak zor kullanmak isteyenleridevre dışı bırakmak anlamına gelir. Bu nedenle de, özgürlük ve demokrasinin ön koşulu olarak ortayaçıkar. Demokrasinin, ancak birbirlerini dengeleyen güçlerin varlığı oranında gerçekleşebileceğinibiliyoruz. Din ve devlet işlerinin tek elde toplanması, başka bir deyişle, din gücü ile siyasal iktidarınbirleşmesi, demokrasiyi zorlaştıran bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Batı'da zaman içinde devlettenayrılan kilisenin, ayrı bir güç olarak siyasal iktidarı sınırlandırmaya yönelmesi, özgürlükçü bir siyasalsistemin oluşumunu kolaylaştırmıştır. Oysa laikliği kabul etmeyen İslam ülkelerinde, demokrasiye birtürlü yaklaşılamamaktadır. Aslında İslam dininin katı ve değişmez bir yapı oluşturduğu söylenemez.Hazreti Muhammed'in kendisi, Kuran'daki hükümlerin, zamana ve yere göre değişebileceğinibelirtmişti. Önce gelen bir ayetteki hükümlerin sonraki bir ayetle değiştirildiği ve hatta tamamenortadan kaldırıldığı durumlara rastlanabiliyordu. Örneğin başlangıçla sadece içkili iken namazkılınmayacağı hükmü getirilmişken, daha sonraki bir ayet içkiyi tümden yasaklıyordu. Bu konudaolduğu gibi kadınların, başlarının "cilbab" denilen bir tür yaşmak örtmeleriyle ilgili hüküm de, biranlamda Hz. Ömer'in Hz. Peygamber'e önerilerinin sonucuydu: "Tanrı'ya yalvar da, bu konuda birhüküm gelsin."

Kadınların başlarını örtmeleriyle ilgili geleneğin çıkış noktası, İslam dininden çok önceleregitmektedir. Sümerler'de "kutsal fahişe"lerin sokak kadınlarından ayrılmaları için başlarını örtmelerizorunluydu. Daha sonra evli ve dul kadınlar da bu sınıfa sokuldu ve bu gelenek önce Museviliğe sonraHıristiyanlığa girdi. Rahibeler kendilerini belli etmek için kara bir çarşaf giyiyorlardı. Dindar kişiler dekiliseye ya da sinagoga girerken başlarını örtüyorlardı. Müslümanlıkla bu kural, "özgür kadınlar"ın yineMüslüman olan cariyelerden ayırt edilmesi amacıyla, İslam dininin doğuşundan on beş yıl sonrakonuldu. Üçgen biçiminde bağlanan İran kökenli türban ise, İran'da Müslümanlıktan önce var olanZerdüşt dininin bir uzantısıydı ve Zerdüşt rahibelerinin başlarını kapama biçimini yansıtıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu, tarihte dinsel hoşgörünün kurumsallaştığı en önemli örneklerden birisinioluşturmuştur. Her dinsel kesim, ekonomik alanda, adalet ve eğitim alanında önemli ölçüde birözerkliğe sahipti. Rum ortodoks patriği, Ermeni patriği, Yahudi hahambaşı protokolde önde yeralırlardı. Manastırlar vergi ve angarya bağışıklığına sahiptiler. Ama Müslüman olmayan topluluklaragösterilen hoşgörü, Sünni olmayan Müslümanlara gösterilmiyordu.

Osmanlı devlet ve toplum yaşamında da, dinsel kurallardan çok siyasal iktidar tarafından konulankurallar geçerliydi. Ünlü "Kanunname"nin yapımcısı Fatih Sultan Mehmet'ten, "Kanuni" adıyla tanınanSultan Süleyman'a kadar, birçok Osmanlı padişahı gerçek bir yasa koyucuydu. Osmanlı padişahlarıHac'ca gitmezlerdi. Devlet ve toprak düzenini belirleyen yasalar dinsel hukukla uyum içinde değildi.Şeyhülislamlar 16. yüzyıla gelinceye kadar devlet işlerine ve "örfi hukuk" alanına karışmazlardı.Yunanistan'dan heykel getirildiği, Gentile Bellini gibi ressamların padişahlarca korunduğu dönemlervardı.

Osmanlı Devleti, din ve devlet işlerinde ayrımı, daha başından beri yapısal olarak somutlaştırmıştı.Sadrazam devlet işlerine, Şeyhülislam ise din işlerine bakardı. "Şeriat" hükümlerinden birçoğu ise,Osmanlı yönetimlerince hemen hiçbir zaman geçerli olmadı. Hırsızın kolu kesilmedi; "zina" yapankadın taşlanarak öldürülmedi; alkollü içki içene sopa cezası -Dördüncü Murat dönemi dışında-uygulanmadı; faiz yasaklanmadı. Hatta bazı Osmanlı padişahları, yayınladıkları fermanlarla, o yılki

Page 33: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

34

faizin yüzde kaç olacağını bizzat hesapladılar. (Örneğin Birinci Ahmet, 1609 yılında faiz oranını yüzde15 olarak ilan etmişti.)

Gerilemeyi durdurmak isteyen Osmanlı devleti, çağdaşlaşma atılımlarına, askeri okullarla birliktehukuk alanında başladı. 1850 yılında yürürlüğe giren ticaret yasası ile, ticaret davalarında din vemezhep ayrımı ortadan kalkıyor ve faiz adı konularak kabul ediliyordu. Bir yıl sonra da, yeni cezayasası ile, mezhep ve din farkı gözetilmeksizin, bütün Osmanlı uyruklarına uygulanacak hükümleryürürlüğe girdi. 1871 ve 1878'de yapılan düzenlemelerle, Müslüman olmayan halk yerel yönetimlerekatılma hakkı kazandı. 1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan laikliğe doğru yöneliş, 1876 Anayasası ilebelirginleşti.

19. yüzyıl başlarında görülen bir süreç de laik eğitime geçişle ilgiliydi. Dinsel temelli eğitimkurumlarının dışında, çağdaş ve laik eğitim kurumlan da çoğalmaya başladı. Giderek Müslümanolmayan azınlıklar da laik eğitime geçmek gereğini duydular. Bu ikiliğin yarattığı sonucu İlber Ortaylışöyle özetliyor: "Osmanlı imparatorluğu, eğitimin iki tür okulda yapıldığı, bürokraside iki sınıf memurunyan yana çalıştığı (daha doğrusu birbiriyle çekiştiği), iki tür dünya görüsünün birbiriyle çatıştığı birtoplum sistemi halinde ömrünü tamamladı. Bunun idari ve sosyal hayatta yarattığı sancıları, son nesilOsmanlı aydınları çektiler."

Atatürk laiklik ilkesini Anayasa'ya koymadan önce iki önemli adım atmıştı. Birinci adım, 1924'tekabul edilen "öğretim birliği" (tevhid-i tedrisat) yasasıydı. Bu yasa ile laik öğretim genelleşiyor veyukarıda sözü edilen büyük sakınca ortadan kaldırılıyordu. Ama o sakıncalı durum, özellikle 1950sonrasından başlayarak verilen ödünlerle yeniden doğmaya başladı. Atatürk'ün laikliğe gidişte attığıikinci önemli adım ise, 1926'da gerçekleştirilen hukuk reformudur. Bu adımla, artık Türk hukuk sistemitamamen laik bir temele oturtulmuştur.

*** Batı'da laiklik, yukarda da anlattığımız gibi, ekonomik-toplumsal-siyasal bir süreç sonucunda ortayaçıktı ve kurumlaştı. Ama laikliğin günümüzde de "çağdaş toplumlar" için vazgeçilmez kılan iki temelneden var: 1) Dine dayalı devlet, özgür düşünceyi, bilimsel gelişmeyi, değişen koşullara uygun yenikurum ve kuralların konulmasını zorlaştırmakta, hatta engellemekledir; 2) Dine dayalı devlet,iktidardaki "tek inanç"ın dışındaki inanç gruplarına aynı hakları tanımadığı için, farklı inançtan toplumkesimlerinin "barış içinde" yaşamaları olanağını büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır. (Din ve mezhepsavaşlarını kolaylaştırmaktadır.)

Bu iki neden, sadece Hıristiyanlığın egemen olduğu toplumlar için değil, belirli bir gelişmedüzeyindeki "tüm toplumlar" için geçerlidir. Çünkü her iki nedenin de, şu ya da bu dinin içeriği iledoğrudan ilişkisi yoktur. Bu anlamda laiklik, farklı inançtan bireylerin -eşit haklara sahip- "yurttaş"larolabilmelerinin, bir "ulus" oluşturabilmelerinin ön koşuludur. Bir "ulus" olmadan "çağdaş"laşabilentoplum ise yoktur.

Laikliği bir "toplumsal zorunluk" olarak gündeme getiren bu iki neden, elbetteki Türkiye için degeçerliydi. Osmanlı Devleti'nin "yükselme" döneminde, dinsel iktidar da siyasal iktidara -yani padişaha-bağlıydı. Ama ne zaman ki durum tersine döndü ve siyasal iktidarın güç yitirmesinden yararlanandinsel güçler etkilerini arttırdılar; "din" toplumun çağa ayak uydurmasını engelleyen bir kurumgörünümü kazandı. Örneğin, Gutenberg'den birkaç yıl sonra Türkiye'de de ilk basımevi kurulduğu halde, bunun sadeceMuseviler ve Hıristiyanlar için kullanımına izin verildi. 1566 yılında, padişahın başçevirmeni Ali Bey,Tevrat ve incil'i "halk Türkçesi"ne çevirdi ve basıldı. Ama Müslüman halkın Kuran'ı kendi dilindenokuyup anlayabilmesi, ancak 1930'lardan sonra -yani laik Türkiye'de- gerçekleşebildi. MüslümanOsmanlıların da basımevini kullanabilmeleri için, Şeyhülislam ancak Gutenberg'den 270 yıl sonra fetvaverdi.

Page 34: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

35

İlk gözlemevi, 1580 yılında -Şeyhülislamın fetvası ile-dine aykırı olduğu gerekçesiyle yıkıldı.Şeyhülislam Ebu Ishak İsmail Efendi, kitaplıklardaki astronomi ve felsefe kitaplarını, aynı gerekçeyleattırdı. Felsefe Osmanlıda hep zararlı sayıldı. Astronomi ve tıbbın "yararlı bilim" sayılabilmeleri için, 18.yüzyıla kadar beklemek gerekti.

Kopernic güneş sistemini 1543'te aydınlatmıştı. Dinsel güçlerin denetimine girmiş olan Osmanlıdevletinde ise, 1800'lerde bile "dünya merkezli güneş sistemi" okutuluyordu. Daha önce de değindiğimiz gibi; Osmanlı yönetimi başka dinden olanlara karşı hoşgörülüdavrandığı halde, aynı yaklaşım Sünni olmayan Müslümanlara gösterilmiyordu. Örneğin Aleviler,ancak laikliğin kabulünden sonra, belirli bir "huzur"a kavuşabildiler.

Peki, laikliğe karşı çıkan ve "şeriat"ı uyguladığını öne süren İslam ülkelerinde durum nedir? Dünyada, kendilerinin İslam dininin ilkelerine ve kurallarına göre yönetildiğini öne süren dört ülkevar: İran, Pakistan, Suudi Arabistan ve Sudan. Ama bunların hiçbirisinde de "şeriat" tam anlamıylauygulanmıyor. Uygulanamıyor.

Şeriatı en çok uygulayan Suudi Arabistan'da, kralın varisleri şeriata göre belirlenmiyor. Ölen kralınyerine kimin geçeceğine, prensler karar veriyorlar. Suudi Bankası -uluslararası alanda- tamamen batılıkurallara göre işliyor. İran'da karısından boşanmak isteyen erkeğin "mahkeme kararı" almasıgerekiyor. Yargıçlar şeriat hükümlerini kendi kafalarına göre uygulayamıyor, ancak yasama organıncakabul edilmiş yasalara göre karar verebiliyorlar.

Bu dört ülkenin dördünde de, şeriat dışı bir siyasal sistem geçerli. Şeriat, ne ekonomide ne desiyasette uygulanıyor. Sadece o toplumların "örf ve adet"lerini etkiliyor. Alkol yasağı ve çarşafzorunluğu gibi, bazı göstermelik uygulamaların ötesine pek geçemiyor!

Başka bir soru da şu: Acaba laik olmayan bir toplumsal-siyasal düzende demokrasi olabilir mi? Köktendinciler bu soruya "hayır" yanıtını veriyor ve demokrasiyi yadsıyorlar. Cezayir İslami SelametCephesi'nin bir yetkilisi, açıkça "Demokrasi dinsizliktir" diyebiliyor. Bir din devletinde, değişmez "tekdoğru" söz konusudur. Dolayısıyla düşünce özgürlüğüne ve demokrasiye yer olmaması doğaldır.Hatta aynı din içindeki farklı "yorum"lara bile, genellikle hoşgörü gösterilmez. Öyleyse laiklikdemokrasinin ve farklı inançta olanların barış içinde bir arada yaşayabilmesinin ön koşuludur. Bugün Hindistan'da çok sayıda din, 24 ayrı dil ve 500'den fazla da lehçe var. Hintli uzmanlar, bukadar farklılığın yan yana yaşadığı bir toplumda, laik devlet yapısının bir "çimento" işlevi gördüğünüsavunuyorlar... Pakistan'da 1977 yılında bir askeri darbe oldu. General Ziya-Ül Hak iktidara el koyduve "Peygamber düzeni"ni ilan etti. Laikliği yadsıyan bir yönetim kuruldu. Şiiler, sünni çoğunluğunhukukunu kabul etmeyeceklerini açıkladılar. Şeriattan kaynaklanan vergilerini hükümete değil, kendikurumlarına ödemek istediler. Ve çatışmada çok sayıda insan öldü.

Şerif Mardin'in de vurguladığı gibi; demokrasi, yönetenlerle yönetilenler arasında bir köprü anlamıda taşır. Oysa bugün, İslam dinine dayalı olmak savındaki devlet biçimlerinden hiçbirinde bu köprükurulabilmiş değil. Ama iletişim örgüsünün ulusal sınırları aştığı çağımızda, "insan hakları" gibi konulantoplumların gündemlerinden "sonsuza dek" çıkarmanın olanaksızlığı ortada. İslam ile demokrasinin bağdaşmayacağı savının yanlışlığını Kemalist Türkiye kanıtladı. TürkerAlkan'ın şu düşüncesine katılmamak ise çok zor: "Ortaçağda tüm yaşamı denetimi altında tutanKilise'nin demokratikleşmeye ve laikleşmeye izin vermesi beklenebilir miydi? O çağlar Avrupasınabakıp, 'Demokrasi ile Hıristiyanlık bağdaşmaz' demek ne kadar abesse, şu andaki çeşitli İslamülkelerine bakıp aynı yargıya varmak da o kadar yanlıştır."

Petrol zengini Arap ülkeleri, parasal güce dayanarak, bir evrimi kendi içlerinde geciktirebilirler. Buolanağa sahip olmayan Müslüman toplumlarda ise, Mısır'dan Cezayir'e kadar, yolsuzluklara,beceriksizliklere, haksızlıklara karşı bir "kitlesel zorlama" kaçınılmaz görünüyor. Durumlarındanmemnun olmayan kitleler, daha önce de anlattığımız nedenlerle, önce "kurtuluş"u dinsel değerlere,"Altın Çağ"ın kurallarına yeniden dönüşte arayabilirler. Ama yaşanacak düş kırıklıkları, demokratiksüreçlerin ancak laik bir düzende işleyebileceği gerçeğini çok geçmeden göstererektir.

Demokrasi ve laiklik, insanların inançlarına göre yaşamalarına, inançlarının gereğini yerinegetirmelerine engel değil. Böyle bir toplumda, insanlara namaz kıldıkları, oruç tuttukları, camiyegittikleri için baskı uygulanamaz. Öyleyse köktendinci akımlar niçin laikliğe ve demokrasiye karşı

Page 35: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

36

çıkıyorlar? Bu sorunun da yanıtı açık: Bu akımlar kendileri için özgürlük istemiyorlar; başkalarının dakendileri gibi davranmaya zorlanması hakkını, yani başkalarının özgürlüklerinin ellerinden alınacağı birdüzen istiyorlar. O düzeni bir kez kurduktan sonra da, değiştirilmesine izin vermemeyi "doğal"sayıyorlar.

Konuyu kapatmadan yanıtlamamız gereken son bir soru kaldı: Niçin yirmi birinci yüzyıla yaklaşırken,hâlâ, Türkiye benzeri laik-demokratik bir düzeni diğer İslam ülkeleri gerçekleştiremiyorlar? Türkiye'yionlardan farklı kılan nedir?

Sorunun "toplumsal yapı" ile ilgili yanıtlarını "Siyasal sistemler" bölümünde göreceğiz. Buradaüzerinde durulması gereken yanı ise, dinsel ve kültürel nedenlerle ilgilidir. Sorunun Orta Asya Türkkültürü ile, Anadolu'da bulunan kültür mirası ile ve Kemalist devrim ile ilgili yanları var.

Eski Türkler'de, göçebe koşullarının da katkısıyla oluşan, ilkel demokratik gelenekler geçerliydi.

Savaş ya da sürek avı nedeniyle boylar bir araya gelince, geçici bir süre için "başbuğ" seçiliyordu. Güçdoğa koşulları, bir kenarda durup sadece emirler yağdıran bir soylular sınıfının doğmasına izinvermiyordu. Kararların alınmasına herkes katılnakta, yargılamalar topluluk önünde yapılmaktaydı. Gene aynı dönemde Türkler arasında yaygın olan Şamanizm dini de, örneğin İslam öncesiİranlıların dini olan Zerdüşt ile karşılaştırıldığında, çok daha hoşgörülüydü. Şamanizm kadını "kutsal"sayarken, Zerdüştler kadını şeytanın yansıması gibi görüyorlardı, İslam öncesi Araplar'da kadının birdeve kadar bile değeri yokken, Türk kadını erkeğe eşitti. "Emirname"ler Hakan ve Hatun tarafındanimzalanmadan yürürlüğe giremiyordu. Kadınlar elçi, kale muhafızı ve hatta devlet başkanı olabiliyordu.(Bu konuda geniş bilgi için, Bkz. Ahmet Taner Kışlalı, Siyaset Bilimi, "İslamda ve Türklerde Kadın"bölümü.) Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra da, bu farklılık devam etti. Örneğin Türkistan'daPeygamber'den sonra en yüce insan sayılan Ahmet Yesevi (1093-1166), "cemiyette ve dergâhta kadınve erkek birlikteliği"ni savunuyordu. Timurlenk'in 1404 yılında Semerkant'ta verdiği bir ziyafete,erkeklerin yanı sıra kadınların da katıldığı, Kastilya Elçisi Klaviya'nın anılarında yazılıdır. Türklerdekadının örtünmesi olayı ise, Fatih döneminden sonra Bizans'ın etkisiyle başladı. Çok kadınla evlilik ve"harem" gibi uygulamalar da, daha çok saray ve saray çevrelerinde yerleşti.

Şeriat din demek değildir. Şeriat "din hukuku" demektir ve fıkıh ile aynı anlama gelmektedir. Buaçıdan yaklaşıldığında, Osmanlı devletinin hiçbir zaman bir şeriat devleti olmadığını söyleyebiliriz,ilahiyatçı Prof. Neşet Çağatay, "Türk Ulusu, Büyük Selçuklulardan 1050'li yıllardan beri, İslamhukukunun yani şeriatın onda birini bile uygulamamıştır" diyor. Ve ekliyor: "Şeriat toplumun uyacağıyaşam kurallarının hepsidir. Bu kuralların binde biri Kuran'da vardır. Kuran'da yer almayan öteki şeriatkuralları, Tanrı buyruğu değil, insanların sözleridir. Bu kurallar, İmam Şafii'nin dediği gibi, zamanındeğişimi ile değişip durmuşlardır."

Az sayıdaki şeriat yasasının yürürlükten kaldırılması ile ilgili uygulamalar ise, daha KemalistDevrimden önce başlamıştı. Örneğin 1908 yılında padişahın çıkardığı bir yasa, bir yandan çok eşlievliliğe son veriyor, öte yandan kadınlara da boşanma hakkı tanıyordu. Ama işgalden sonra,Türkiye'de yaşayan Yahudi ve Katolikler işgal kuvvetlerine başvurarak, bu yasanın kaldırılmasınıistediler. Çünkü kendi dinlerinde boşanma yoktu. Fransızların 1905 yılında Türkiye çapında yaptıklarıbir araştırma ise, çokeşli evlilik oranının İstanbul'da sadece yüzde 5, Anadolu'da ise yüzde 8 olduğunuortaya koymaktaydı.

İran ile Türkiye arasındaki dinsel etki farkının bir nedenini de İlber Ortaylı vurguluyor: Çağdaşlaşmaeğitime yansıdıkça, Türkiye'de "medrese çevresi ve ilmiyye sınıfı" bunun dışında kaldı ve toplumyaşamındaki eski egemen rolünü yitirmeye başladı. Oysa İran'da "ruhban sınıfı", çağdaş eğitimi dealarak yerini koruyabildi ve Şah'ın devrilmesinin ardından yönetime tamamen egemen olması zorolmadı Türkler Anadolu'ya yerleşirlerken, kendilerinden önce bu topraklarda yaşayan insanlar ve kültürlerleyeni bir sentez oluşturdular. Eski kültürlerinde bulunan demokratik öğelerin de yardımı ile, farklı olanahoşgörü ile bakmasını öğrendiler. Arap ve İran kökenli tarikatlar "Allah korkusu" na dayanırken,Anadolu tarikatları "Allah sevgisi" üzerine kuruldu. Mevlevîlik, Bektaşîlik, Babaîlik bunun somutörnekleriyle doludur. Aynı kökenden gelen Anadolu Alevileri ile Orta Doğu Şiîleri arasındaki ayrım iseçarpıcı ve düşündürücüdür.

Page 36: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

37

Mustafa Kemal, işte bu "farklı oluşum"un kaynaklarını değerlendirerek, laikliği de içeren"aydınlanma devrimi" ni gerçekleştirdi. Bu kültürel ve toplumsal kalıt olmasaydı, İslam ülkelerininbugün bile gerçekleştirmeye cesaret edemedikleri bir devrim, herhalde çok daha zor olurdu.

Page 37: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

38

2. ÇAĞDAŞ İDEOLOJİLER

İdeolojiler, toplumların ya da toplumların içindeki belirli kesimlerin gereksinmelerine yanıt veren, kendiiçinde tutarlı inanç sistemleridir. Her toplum kesimi, kendi ideolojisine yani kendi inançlarına uyan birsiyasal iktidarı yasal sayar ve ona baş eğmeyi doğal kabul eder. Halkın çoğunluğunun inançlarınauygun olan bir yönetim biçimi yasaldır. Bu çoğunluk ne kadar büyürse, siyasal istikrar ve toplumsalbarış o ölçüde artabilir. Ama toplumun büyük bir kesiminin inançlarına ters düşen bir yönetime ancakkorku nedeniyle baş eğilir. Bu kesimin büyümesi ölçüsünde, rejim giderek daha çok baskıya dayanmakzorunda kalır.

Günümüzde etkisini korumayı sürdüren siyasal ideolojileri dört grup altında ele alacağız; liberalizm,sosyalizm ve komünizm, tutuculuk ve faşizm, milliyetçilik.

a) Liberalizm

Liberalizm -tarihsel evrim içinde- Avrupa'daki topraksoylular (Aristokrasi) ile kentsoylular (Burjuvazi)arasındaki çatışmaya koşut olarak doğdu. Onuncu yüzyıldan başlayarak kentlerde gelişen ticaret vesanayi, varlıklı, yeni bir toplumsal sınıfın doğmasına olanak vermişti. Zaman bu kentsoylu sınıfıekonomik ve toplumsal açıdan daha da güçlendirirken, kapalı tarım ekonomisinin yıkılmaya yüztutması toprak soyluların giderek zayıflamalarına neden oluyordu. Uyuşmayan çıkarlar, iki sınıfarasındaki bir çatışmayı kaçınılmaz kılmıştı. Bu çatışma on birinci ve on ikinci yüzyıllarda belirginleşti. Gerek ticaretin gelişmesi, gerekse sanayinin gerek duyduğu iş gücünün sağlanması, derebeylikdüzeninin yıkılmasını kaçınılmaz kılmaklaydı. Bir dizi derebeyinin topraklarından geçerek, onlarınkoydukları keyfi kurallara uyarak yapılan ticaretin zorlukları ortadaydı. Gene aynı feolal düzeninkuralları, topraklarında yaşayan insanların derebeyinin izni olmadan kalkıp kente gitmelerini ve işçiolmalarım önlüyordu.

Kentsoyluların gelişmesine en büyük engel topraksoyluluların doğuştan sahip bulundukları hukuksalayrıcalıklardı. Önemli siyasal, askeri, yönetsel ve dinsel görevler topraksoyluların tekeline bırakılmıştı.Örneğin İngiltere'deki Lordlar Mecîisi'nde üyelikler babadan oğula geçmekteydi. Topraksoyluolmayanların general olmaları olanaksızdı.

Liberalizm bu koşullar içinde, kentsoyluların sorunlarına çözüm getirmek üzere, iki büyük ilkeyedayalı olarak doğdu: Eşitlik ve Özgürlük. Kentsoyluların ekonomik sorunları bulunmadığı için, sözkonusu olan yalnızca hukuksal anlamda, yasalar önünde bir eşitlikti. Yasal eşitsizlikler kalktığında,topraksoylular ayrıcalıklarını bildirecekler ve kentsoyluların önü açılmış olacaktı. Özgürlük ise,kentsoyluların kendi düşüncelerini yayabilmeleri, nasıl bir düzen kuracaklarını anlatabilmeleri vedolayısıyla toplumda kendilerine yandaş bulup, savaşımlarını yürütebilmeleri için gerekiyordu. Devrimden sonra yayımlanan "Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi" bir anlamda liberalizminhaklar ve özgürlükler listesi sayılabilir. O listede "kutsal ve dokunulmaz" ilan edilen tek hakkın"mülkiyet hakkı" oluşu ilginçtir Kentsoylular, mülkiyet hakkının tehlikeye düştüğünü düşündükleridurumlarda özgürlüklerden ve hatta yasalar önünde eşitlik ilkesinden bile vazgeçebileceklerinigöstermişlerdir. Tüm on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl, Nazizme ve Faşizme sağlanan destek dahil,bunun örnekleriyle doludur. Yasalar önünde eşitlik, herkesin eşit oy hakkına sahip olduğu seçimlerleyönetimin belirlenmesini gerektiriyordu. Oysa 1789 Devriminin hemen arkasından ortaya atılan "Ulusalegemenlik" kavramı ile kentsoylu olmayanlar oy hakkından yoksun bırakıldılar. Egemenliğin ulusa aitolması, bu egemenliği o ulusun her bireyinin kullanacağı anlamına gelemezdi. Ulus adına egemenliğikullanacak olanlar "etkin yurttaşlar"dı. Yani servet sahibi olup, yüksek düzeyde ödedikleri vergilerledevlet çarkının dönmesini sağlayan kentsoylular!

Genel ve eşit oy ilkesinin kabulü için, 1789'dan 1848'e kadar süren büyük mücadelelerin verilmesive çok kan dökülmesi gerekmiştir. Önce çok varlıklılara tanınan oy hakkı, giderek daha az varlıklılaragenişletilmiş, yoksul ve emekçilerin oy hakkını elde etmeleri ise çok zor ve büyük kayıplar pahasınaolmuştur. 1980'lerin ikinci yarısında Güney Afrika'da zencilere eşit oy hakkı tanımamak için takınılantutumun altında yatan nedenler, geçen yüzyılın başında toplumun alt kesimlerine karşı öne sürülennedenlerden çok farklı değildir.

Page 38: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

39

Liberalizm genellikle "siyasal liberalizm" ve "ekonomik liberalizm" olarak ikiye ayrılarakdeğerlendirilir. Siyasal liberalizm, siyasal sistemler bölümünde göreceğimiz "liberal demokrasi" nintemel felsefesini oluşturur. Ekonomik liberalizm ise, kapitalizmin ideolojisi sayılabilir. Jean Touchardbuna bir de "aydın liberalizmi"ni ya da "zihinsel liberalizmi" ekliyor: "Zihinsel liberalizm, hoşgörü veuzlaşma zihniyetini yansıtır; ama bu özgürlükçü zihniyet, bazıları dikkati çekecek kadar hoşgörüsüzolan liberallerin vazgeçilmez bir parçası sayılamaz."

On sekizinci yüzyılda Batı Avrupa'da kentsoylu sınıf çok hızlı bir gelişme gösterirken, onlarla birlikteekonomi de, toplum da ve dolayısıyla insanların dünyaya bakışları da değişmeye başladı. Zamanla buyeni bakış açısına "Aydınlanma Felsefesi", bu felsefenin doğup geliştiği döneme de "AydınlanmaÇağı" dendi. Fransız düşünür Voltaire'in deyimiyle; "İngiltere'de yurttaşları zenginleştiren ticaret,onların özgürleşmelerine katkıda bulundu ve bu özgürlük de ticareti yaygınlaştırdı; onun sonucunda dadevlet büyüdü." Liberal ideolojinin temellerinin atıldığı bu dönemde, "özgürlük, gelişme ve insan" önplana çıktı. Akla, doğaya ve insan mutluluğuna aykırı önyargılar yıkılmaya başladı, insan aklınındoğruyu yanlıştan ayırt edebileceği ve en uygun yönetim biçimini bulabileceği savunuldu. Diderot'unöncülük ettiği akım "Yasa, genel olarak yeryüzünün tüm haklarını yöneten insan aklıdır" dedi.

İngiliz Locke'u (1632-1704), liberalizmin ilk temel taşlarını koyan düşünür olarak gösterebiliriz.Locke'a göre; uygar topluma geçmeden önce, insanlar bir "doğa durumu"nda yaşıyorlardı. Buyaşamda, "başkalarına zarar vermeme" kuralına dayalı, Tanrı tarafından konmuş bir "doğa yasası"egemendi, insanlar özgür, eşit ve barış içindeydiler. Doğa yasasına uymayıp saldırgan davrananlarıherkes tek başına ya da başkalarıyla birleşerek cezalandırma hakkına sahipti. Ama hem davacı, hemyargıç, hem de ceza uygulayıcısı olmak toplumda karışıklıklara neden olabileceği için, insanlar kendiiradeleriyle uygar topluma geçmeye karar verdiler.

İnsanlar bir "toplum sözleşmesi" ile uygar topluma geçerken, doğal haklarını değil, ancak yargılamave cezalandırma haklarını topluma devrettiler. Locke, "İnsanların devletlerde birleşmelerini vekendilerini yönetimlerin altına koymalarının asıl amacı, benim mülkiyet genel adı altında topladığım,canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının korunmasıdır" demektedir. Öyleyse, toplumu yönetenleriniktidarı mutlak ve sınırsız olamaz. Eğer yöneticiler doğal hakları koruyacakları yerde çiğnemekdurumuna düşerlerse, sözleşme bozulmuş demektir. Yurttaşların böyle yöneticilere boyun eğmeyükümlülükleri ortadan kalkar, "devrim hakkı" doğar.

Kadınları ve yoksulları yurttaşlık haklarının dışında bırakan, çoğunluğun zorbalığa kayabileceğinidüşünmemiş olan Locke'u, Bertrand Russell şöyle eleştiriyor: "Locke, yeter ölçüde düşünmeksizinçoğunluk ilkesine saplanmıştır... Çoğunluğun Tanrısal hakkı, eğer ileri noktalara kadar götürülürse,kralların Tanrısal hakkı ölçüsünde tiranca olabilir."

Kendisi de bir topraksoylu olan Montesquieu (1689-1755), "Güçler Ayrımı" kuramı ile siyasalliberalizme katkıda bulunmuş bir düşünür. Ancak birbirlerini sınırlayan ve dengeleyen güçlerin varlığıdurumunda özgürlüklerin var olabileceğini savunuyor: "Önünde kendisine engel olacak başka bir güçbulunmayan bir yönetici özgürlükleri çiğneyebilir, yetkilerini aşabilir... Kuvvet kuvveti durduramazsaözgürlük olmaz." Devletin yasa yapmak , yasaları uygulamak ve yasalara göre suçluları cezalandırmakolarak nitelediği üç görevinin farklı toplumsal güçler tarafından yerine getirilmesi gerektiğini söylüyor.Amacı kral, soylular ve halk arasında bir denge oluşturmak. Yasa yapmak işlevini yerine getirecek olantemsilcilerin, kendilerini seçenler karşısında bağımsızlığından yana.

Jean-Jacques Rousseau'ya (1712-1778) göre, en iyi çözüm halkın iktidarını doğrudankullanmasıdır. Ulusal egemenlik parçaların toplanmasıyla oluşur; yani her yurttaş eşit olarak oegemenliğin bir parçasına sahiptir. Eğer halk bu egemenliğini doğrudan kullanamazsa (doğrudandemokrasi), seçtiği temsilcilerinin ona tamamen bağımlı olması gerekir. "Ulusun vekilleri, onuntemsilcileri değil, olsa olsa memurları olabilirler." Halk vekilini, istediği zaman görevinden alabilmelidir. Rousseau da, özgürlüklerin güvence altına alınabilmesi için gücün gücü dengelemesi gerektiğini biranlamda kabul ediyor. Ama O'nun savunduğu şey, gücün tüm insanlara eşit olarak dağıtılması. Serveteşitliği dahil, insanlar arasında eşitliğin sağlanmasını savunduğu noktada liberal düşünürlerden ayrılıp,sosyalist (toplumcu) düşünceye kaymaya başladığını söyleyebiliriz.

Page 39: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

40

Emanuel Sieyes (1748-1836), sadece düşünce düzeyinde değil, uygulamada da Fransız Devrimi'nekatkıda bulunmuş bir isim. Ünlü "aktif yurttaş-pasif yurttaş" formülünü bulup, gelir düzeyi düşükolanların oy vermesini önleyen, "etkin yurttaş" olarak iktidarı soylulara sunan da o. Şöyle diyor: "Birülke yurttaşlarının tümü pasif yurttaş hukukundan yararlanmalıdır. Kendisinin, malının veözgürlüğünün korunması herkesin hakkıdır. Ancak kamu gücünün kurulmasına ve işlemesine katılmakherkes için hak değildir; herkes aktif yurttaş değildir. Sadece kamu örgütüne yardımcı olanlardır ki,devlet denilen büyük toplumsal girişimin gerçek paydaşlarıdır. Ortaklığın gerçek üyeleri, gerçek aktifyurttaşlardır." Yurttaşların ödedikleri vergi düzeyine, yani servetlerine göre, aktif-pasif diyesınıflandırılmasını sağlayan Sieyes, temsilcilerin de -tıpkı Montesquieu gibi- seçmenler karşısındabağımsız olmalarını savunuyor.

Özel mülkiyetin kentsoylular (burjuvazi) ve dolayısıyla liberalizm açısından taşıdığı önem, Fransızdüşünür Benjamin Constant'ın (1767-1830) şu tümcelerinde açıklıkla görülebilir: "Sadece mülkiyettir ki,aydın olabilmek için gerekli boş zamanı ve doğru yargıda bulunabilme olanağını verir; dolayısıylasadece mülkiyet insanların siyasal hakları kullanabilmelerini sağlar." O'na göre, "kimsenindurduramayacağı" ağır ve aşamalı bir eylemle özgürlüğü kuracak olan da ticaret ve sanayidir.

Constant'ın, çoğunluk yönetiminin her zaman demokratik ve özgürlükçü olmayabileceğinigöstermesi gibi bir önemi var. Özgürlükleri yok eden baskıların sadece kraldan değil, kitlelerden degelebileceğinin bilincinde. Kitlelerin "kör ve sağır" olabileceğini, bazı hırslı kişilerin peşine rahatçatakılabileceğini söylüyor. Çünkü Fransız Devrimi'ni yaşamış, Robespierre ve benzerlerini görmüş.Çoğunluğa da dayansa, hiçbir yönetimin, düşünce ve vicdan özgürlüğüne, mülk edinme özgürlüğünekarışmaması gerektiğini savunuyor, insan kişiliğinin "girilemez sınırları" olması gerektiğine inanıyor.

Alexis de Tocqueville (1805-1859) de, soylu bir aileden. Siyasal liberalizme ve çağdaş demokrasianlayışına en büyük katkıyı yapan düşünürlerden birisi olduğuna kuşku yok. Toplumsal sınıflara,neredeyse Marksistler kadar önem veren bir liberal düşünür. Düşünceleri toplumsal sınıflarınbiçimlendirdiğini savunuyor ve şöyle diyor: "Ben sınıflardan söz ediyorum; tarihi meşgul etmesigereken sadece onlardır." Tocqueville demokratik rejimin Amerika'da daha başarılı olmasını datoplumsal sınıflardan hareket ederek açıklıyor. Amerika'da -Avrupa'daki gibi- eski ayrıcalıklı sınıflarınbulunmamasının ve denge sağlayabilecek güçte bir orta sınıfın varlığının, demokrasinin işleyişinikolaylaştırdığını vurguluyor.

Özgürlüklerin güvence altına alınmasına büyük önem veren Tocqueville, başkanlık sistemine karşıçıkmakta ve iki meclisli bir siyasal sistem önermektedir. Ama bu, özgürlüklerin korunması açısındansiyasal kurumlara pek de fazla önem verdiği anlamı taşımamaktadır. Bireyciliğe karşı bir liberal olanTocqueville'e göre, demokrasinin getirdiği sorunların çözümü için üç önemli öğe vardır: Yerindenyönetim, kitle örgütleri ve demokratik kültür. Yetkiler, merkezden çevreye yayılmalı ve yerel yönetimlergüçlendirilmelidir. Siyasal, mesleksel, bilimsel ya da kültürel nitelikli her türlü kitle örgütlenmeleriözendirilmelidir. Sorumluluk duygusu ve kamu çıkarı gibi öğeler siyasal kültürde ağır basmalıdır, ilk ikiöğeyi değerlendirerek, Alexis de Tocqueville'in bir tür "katılımcı demokrasi" anlayışına daha ozamandan sahip bulunduğunu söyleyebiliriz. En karşı olduğu şeyleri bile anlamak için gösterdiğiolağanüstü çaba ise, onu gerçek bir "liberal" yapmaktadır.

John Stuart Mili (1806-1873), devletin "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ilkesinin gerisinde birseyirci olmasına karşıydı. Devletin özgürlüğün koşullarını yaratması gerektiğini savunuyordu. Devletçoğunluğun karşısında bireyi korumalıydı. Ünlü İngiliz düşünüre göre, çoğunluğun azınlıkta olanlarıezmesine engel olmak devletin göreviydi.

Fransız düşünür Alain (1868-1951) oldukça çağdaş bir liberal, iktidarın, iktidara katılanlarıbozduğuna, denetimsiz her iktidarın iktidardakini çıldırttığına inanıyordu. Seçmen seçileni, seçilen debakanı sürekli denetlemeliydi. Baskı gruplarının etkisi ise olumlu bir şeydi. "Düzen olmadan özgürlükolmaz, düzen ise özgürlüksüz hiçbir değer taşımaz" diyor ve ekliyordu: "Yurttaşın iki erdemi, direnç veitaattir, itaat ederek düzeni sağlar; direnerek de özgürlüğü güvence altına alır. itaati yıkarsanız anarşi,direnci yıkarsanız tiranlık doğar."

Page 40: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

41

Siyasal liberalizmle ilgili olarak değineceğimiz son isim Herbert Spencer (1820-1903). İngilizdüşünürün tüm çabası liberalizmi bilimsel bir temele, daha somut olarak da biyoloji temelinedayandırmaktı. Toplumların da canlı organizmalarla aynı yasalara uyduğunu düşünüyordu. Çevreyeuyum sağlarken yararlı organizmalar gelişiyor, yararsızlar ise köreliyorlardı. Eğer bu doğal süreçbozulmazsa, en çok sayıda kişi için en büyük mutluluğa erişmek gerçekleşecekti. Öyleyse bu evrimedışardan karışmamalıydı. Devlet adaleti gerçekleştirmenin dışında hiçbir işe burnunu sokmamalıydı.Bunun dışındaki her müdahalesi zararlıydı.

Tarım, bayındırlık, milli eğitim gibi bakanlıkların kaldırılıp, bu konuların özel girişime bırakılmasınısavunan Spencer şöyle diyordu: "Geçmişte libearlizmin işlevi, kralların iktidarını sınırlamaktı. Gerçekliberalizmin işlevi gelecekte yasama organlarının yetkilerini sınırlandırmak olacaktır... Genellikle parakonusunda uzağı göremeyenler siyasal alanda da uzağı göremezler; siyasette uzak görüşlü olanlarıdaha çok parasını iyi kullanmasını bilenler arasında bulmak olanaklıdır."

Ekonomik liberalizmde akla ilk gelen ismin, Adam Smith (1723-1790) olduğunu söyleyebiliriz.İskoçyalı düşünür, insanın mutluluğu, zevki arayan ve acıdan kaçan bir varlık olduğu kuramındanhareket ederek, bu kuramdaki bazı çelişkileri çözüme kavuşturdu. O'na göre, insanlar sadece kişiselçıkarlarıyla değil, aynı zamanda başkalarının kendi eylemleri üzerindeki yargılarıyla hareketediyorlardı. Başkalarının, özellikle de yakınlık duyduğu kişilerin kendisiyle ilgili yargılarına önem verenbirey, çıkarları ile bunlar arasında bir denge kurmak gereğini duyuyordu. Adam Smith, insanların zengin olmak için özgür bir biçimde çaba göstermelerini, her türlüilerlemenin ön koşulu olarak görüyordu. Böylece insan, kendi çıkarı için çalışırken, toplumungelişmesine de hizmet etmiş olmaktaydı. Ama bireysel çıkarlardan hareketle ortaya çıkan bugelişmenin toplumsal adaletle çeliştiğinin de farkındaydı: "Servet aşıkları, arzu ettikleri konumaulaşabilmek için, çok sık olarak erdem yolundan uzaklaşırlar; çünkü ne yazık ki, servet yolu ile erdemyolu çoğunlukla birbirine karşıttır."

Özgürlüğün her türlü ilerlemenin ön koşulu olduğu kadar, toplumsal eşitsizliklerin de kaynağınıoluşturduğunu gören Smith, gene de, ekonomik özgürlüğün yarattığı eşitsizliklerin sanıldığı kadarönemli olmadığı kanısındaydı. Üstelik toplumlarda varlıklılara ve güçlülere hayranlık, dolayısıyla daböyle olanlara boyun eğme eğilimi vardı. Toplumsal düzen bu gerçeğin üzerine kurulmuştu. Adam Smith, ekonomik liberalizmin kapitalizmi hızla geliştirdiği bir dönemin düşünürüydü. 1929'dakapitalist ekonomiler çok büyük bir bunalım içine düşünce, bu kez Keynes (1883-1946) ortaya çıktı.Bunalımın atlatılmasının yolunu gösteren liberal kuramcı oldu. Keynes, özel girişime dayalı ekonomiksistemi kurtarmak için, devletin seyirciliğini savunan katı bir "bırakınız yapsınlar"cı görüşünün terkedilmesinden yana bir tutum takındı.

Keynes'e göre, ekonomik bunalımın nedeni, yatırımların tasarrufların gerisinde kalmış oluşuydu,insanlar yapılan yatırımdan daha fazla tasarruf ettiklerinde, üretilen mallara istem azalacak ve zararınasatışlar gündeme gelecekti. Sonuç ise iflaslar ve işsizlikti. Bunalımın sona ermesi için, tüketimharcamalarından arta kalan "normal tasarruf" un yatırıma dönüşmesi gerekiyordu. Yatırımınazalmasının nedeni ise istemin azalması olduğuna göre, devlet istemi ve dolayısıyla yatırımlarıarttıracak önlemleri alırsa, bunalım aşılabilirdi. Bu ise devletin seyirciliğini değil, müdahaleciliğinigerektiriyordu.

1970'li yılların sonlarına doğru, devletin ekonomiye her türlü müdahalesine karşı çıkan yeni birliberal akım güç kazandı. Amerikalı iktisatçı Friedman'ın temsil ettiği "Chicago Okulu", kamuişletmelerinin özelleştirilmesini, toplumsal adaleti sağlamak amacıyla kurulan sosyal sigortalardanvazgeçilmesini savunmaktadır. Hemen hiçbir hizmet karşılıksız olmamalı ve ücreti yararlananlartarafından karşılanmalıdır. Devlet ekonomiden elini çektikçe tam rekabetçi bir piyasa düzeni oluşacak,insanlar kendi çıkarları doğrultusunda "en iyi"yi seçecekler ve ekonomi de sağlıklı bir biçimdebüyüyecektir. Bazı karşıtlarınca "vahşi kapitalizm" olarak adlandırılan bu görüş, ekonomik liberalizminçıkış noktasına yeniden dönüş gibi de yorumlanabilmektedir.

Liberalizmin ekonomideki uzantısı, ünlü "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" formülüyleözetlenebilir. Liberallere göre, devletin ekonomiye karışması kötü bir şeydi. Devletin karışması, doğaldengeleri, doğal olarak var olan düzenleyici süreçleri bozardı. Devlet karışmayınca, en akıllılar, enbecerikliler, en yetenekliler, en çalışkanlar, en güçlüler başarılı olacaklardı. Onların -daha çoktüketebilmek amacıyla- yapacakları çalışmaların sonucundaki başarıları, toplumun da yararınaydı.

Page 41: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

42

Böylece servet onu en iyi kullanabileceklerin elinde birikecek ve kişisel yarar giderek toplumsal yararıda sağlayacaktı. Bu ekonomi siyasetini, liberalizmin karşıtları "büyük balığın küçük balığı yutması"

biçiminde değerlendireceklerdir. Daha önce de gördüğümüz gibi, liberaller açısından siyasalçatışmanın nedeni, bireysel paylaşma sorunudur. Olanaklar gereksinmelere göre az olduğu için,yapılan paylaşma savaşımında istediğini elde edebilmenin yolu siyasal iktidardan geçmektedir.

Benjamin Constant şöyle diyor: "Yalnızca mülkiyet, aydınlanabilmek ve sağlıklı karar verebilmek içinzorunlu olan boş zamanı sağlar; yani, yalnızca mülkiyet insanları siyasal hakları kullanacak yeteneğekavuşturur". Bir yandan eşitlik ve özgürlük ülkülerinden hoşlanırken, öte yandan bunu geniş halkkitlelerine de tanımayı içine sindirememek olgusunu, Alexis de Tocqueville'de buluyoruz: "Demokratikkurumlardan hoşlanıyorum, ama soylu bir yaratılışım olduğu için yığınları küçümsüyor ve onlardançekiniyorum, özgürlük, eşitlik, insan haklarına saygıyı tutku ile seviyorum, ama demokrasiyi sevdiğimsöylenemez."

Kentsoyluların parasal bir sorunu yoktu. Devlet yan tutmadığı, topraksoyluların arkasında yeralmadığı, işlere karışmadığı zaman hem ekonomik hem de siyasal mücadeleyi onlar kazanacaktı. Amaaynı liberaller, daha sonra siyaset sahnesine işçi sınıfı çıktığında, bu kez devletin kendi yanlarında yeralmasına çaba göstermişlerdir, işçilerin bir araya gelerek örgütlenmesini, kendilerinin karşısında birgüç oluşturmasını önlemeye çalışmışlardır. Bütün bu aykırı örneklere karşın, çalışan halk kesimlerininde yeni haklar elde etmelerinde, çoğulculuğun temellerinin atılmasında liberalizmin yadsınamayacakkatkıları olmuştur. "Çeşitlilik yaşamdır, tek biçim ise ölüm" sözü Benjamin Constant'a aittir. John StuartMill ise, liberalizmin siyasal özünü şöyle ifade etmektedir: "Bütün insanlık bir tek görüşü benimsese veyalnızca bir birey bu görüşün tersini düşünse bile, insanlığın bu kişiyi susturmaya hakkı yoktur, tıpkıonun da insanlığı susturma hakkının olmadığı gibi."

b) Sosyalizm ve Komünizm

Topraksoylular-kentsoylular çatışmasında ilginç bir görünüm vardı. Topraksoylulann ezdiği köylülerkilisenin de yardımı ile kendilerini ezenlerin, sömürenlerin yanında yer aldılar. Aydınlar ve bir çıkarçatışması içinde oldukları halde işçiler ise kentsoyluları desteklediler. Burada köylülerin davranışıbilinçsiz ve kendi çıkarlarına ters, işçilerinki ise bilinçliydi. Çünkü liberalizmin ilkeleri olan eşitlik veözgürlük, işçiler de dahil tüm halk yığınlarının yararınaydı. Ama yalnızca yasalar önündeki eşitlik vesiyasal hak ve özgürlükler onların sorunlarını karşılamaya yetmediği içindir ki, sosyalizm yeni birideoloji olarak siyasal çatışmalardaki yerini aldı.

Sosyalizmin dilimizdeki tam karşılığı "toplumculuk". Başka bir deyişle, sosyalizm, toplum yararınıözel bireysel yararların üzerinde tutmak ve toplumu bu amaçla örgütlenir k anlamına geliyor. Sosyalistdüşünceler, genellikle sanıldığı gibi kapitalizme tepki olarak doğmadı. Kapitalizmin doğuşundan çokdaha önce, insanlar arasındaki eşitsizliğin nedenleri üzerine eğilinmesi ile ortaya çıkmaya başladı.Daha hakça, daha kusursuz bir toplumsal düzen arayışı biçiminde kendisini ortaya koydu. Çağdaş toplumcu düşünce Fransız Devrimi öncesine kadar uzanır ve kaynağını geniş halkkesimlerinin ekonomik sıkıntılarından alır. Kentsoyluların parasal sorunları yoklu, tüm gereksinmeleriyasal eşitlik ve özgürlüktü. Oysa emekçi toplum kesimlerinin temel sorunları ekonomikti. Liberalizminsağladığı hak ve özgürlükler, ancak sahip olunan ekonomik olanaklar ölçüsünde bir anlam taşıyordu.Cebinde parası olmayan birisi için gezi özgürlüğünün ya da seçilme hakkının somut bir yararıolmaması gibi.

Düzeni değiştirmek amacıyla ortaya atılan her ideoloji, kendisinden önce var olanlardan dahaayrıntılı, daha tutarlı, daha doktriner olmak zorundadır. Çünkü bir yandan kurulu düzeni eleştirmek,bozuklukları sergilemek, öte yandan da onun yerine koymayı önerdiği düzeni çok ayrıntılı bir biçimdeanlatmak durumundadır. Toplumdan sağlayacağı destek, önemli ölçüde buna bağlıdır. Bu nedenle de,sosyalizm liberalizmden de daha ayrıntılı ve kapsamlıdır. Bilimsel verilere daha çok dayanmaçabasındadır.

Çağdaş sosyalist düşüncenin Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) ile başladığını söylemek yanlışolmaz. Düşünürün "İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temeli Üzerine Söylevler" adlı kitabı,sosyalizmle ilgili temel yapıtlardan birisi sayılır. Rousseau, siyasal iktidarın ekonomik alandaki rolünüaraştırmaya başlayınca, çağdaş toplumcu düşüncenin öncülerinden birisi olarak karşımızaçıkmaktadır.

Page 42: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

43

Rousseau'ya göre, insanlar arasında iki tür eşitsizlik vardı. Birinci türden eşitsizlikler, fiziksel güç,enerji, akıl gibi, büyük ölçüde doğuştan var olan eşitliksizlerdi. ikinci türden eşitsizlikler yapaydı vetoplumsal koşulların farklılığından kaynaklanıyordu. Toplumun yarattığı bu eşitsizliklerin kaynağı iseözel mülkiyetti. Özel mülkiyetin başlangıcı da tarıma dayanıyordu.

Rousseau, "servet eşitliği"nin mutlak olamayacağını düşünüyordu. Ama "hiçbir yurttaş başka biryurttaşı satın alabilecek kadar varlıklı ve kendi kendini satmak zorunda kalacak kadar da yoksulolmamalı" idi. Büyük servet farklılıklarını yok etmek için, varlıklıların mallarının zorla alınmasınıöngörmüyordu. Ama zenginleşme yolları tıkanmalıydı Amaç "yoksullar için hastaneler kurmak değil,yurttaştım yoksul düşmemelerini sağlamak"tı.

Rousseau'ya göre, eşitliği sağlayacak en önemli araç vergi idi. Vergilendirmenin amacı, devletepara sağlamaktan çok, "servet eşitsizliğinin sürekli biçimde artmasını önlemek" olmalıydı. KendisindenKorsika için bir anayasa taslağı hazırlanması istendiğinde ise, özellikle iki nokta üzerinde durmuştu: 1.Her ailenin sahip olduğu toprak tutarını eşit hale getirmek; 2. Bu toprakların da hiçbir şekildesatılamamalarını, devredilememelerini sağlamak.

Almanya'da doğan Fichte (1762-1814), herkesin kendi emeği ile yaşayabilmesini sağlamanın, bütünhükümetlerin görevi olduğuna inanıyordu. Herkesin çalışarak yaşayabileceği bir toplumun nasılkurulabileceğini ayrıntıları ile anlatan ilk düşünürdü. Ekonomik yaşamın sosyalist bir düzen içinde nasılişler hale getirilebileceği sorusuna yanıt aramıştı. Ekonomik-toplumsal planlamacılıkla ilgili ilkdüşünceler de ona aitti.

Fichte'ye göre, toprağın üstü de altı da özel mülkiyet konusu olmamalıydı. Her çiftçinin, geçiminisağlamasına yetecek kadar toprağı bulunmalı; yer altında çalışanlar ise, devletin işçileri konumunagirmeliydiler. Tarımda ve çeşitli işletmelerde çalışacak işçi sayısı devlet tarafından belirleneceği gibi,fiyatlar da devlet tarafından saptanmalıydı.

Fichte'nin geri kalmış ülkelerle ilgili şu değerlendirmesinin, neredeyse iki yüzyıl önce yapılmışolduğuna inanabilmek çok zordur: "İnsanlar kendi ulusal topraklarında kurtulalamayacakları buyoksulluğa karşı, başka göklerin altında kendilerine yer arıyorlar, göz ediyorlar. Hükümet, yabancıülkelerden para gelmesi için, onlardan bir mal gibi yararlanıyor... Devlet bizzat kendini, bağımsızlığınıda satıyor. Bu başka ülkenin eyaleti ve her türlü amaç için kullanacağı bir aleti olma pahasına, onasürekli olarak borçlanıyor. Burada, bir hastalığın daha ağır bir hastalık ile tedavi edildiği, önünegeçilmez bir süreç söz konusudur."

Fichte'de, devletin kişi etkinlikleri üzerindeki sıkı denetiminin geçici olacağı ve toplumun belirli biraşama yapmasını hazırlayarak, günün birinde tamamen ortadan kalkacağı görüşüyle dekarşılaşıyoruz. Yani bir an gelecek ve tüm toplumsal baskılar, varlık nedenleri ortadan kalktığı için yokolacaktır. Birey, devletin denetim ve baskısından uzak, daha özgür ve mutlu olacağı bir aşamayaulaşacaktır. Böylece Fichte, "devletin tamamen ortadan kalkacağı aşama" konusunda da, Karl Marx vearkadaşlarına kaynaklık etmektedir.

Charles Fourier (1772-1837), Fichte ile yaklaşık aynı dönemde yaşamış bir Fransız sosyalisti.Önerdiği düzenin temelinde "phalanstere" adını verdiği küçük topluluklar bulunuyor. Buna "çalışanlartoplumu"da diyebiliriz. Büyük sanayi kentlerine düşman olan Fourier'nin ideal toplumu belli sayıdakadın ve erkekten oluşacak ve özellikle tarım ve bahçecilikle uğraşılacaktır. Bu toplumu, tüm üyelerininortağı bulunduğu bir tür ticari ortaklık saymak olanaklı. Kârın 12'de 4'ü sermayeyi koyanlara, 12'de 5'içalışanlara, geriye kalan 12'de 3'ü de yeteneklileri ödüllendirmeye ayrılacaktır.

Fourier, toplumu oluşturanlar arasında tam bir eşitlik kurulmasına karşı çıkıyor. Çünkü toplumsaluyumun biraz da farklılıklara bağlı bulunduğunu düşünüyor. Bu farklılıklar gelir düzeyindenkaynaklanabileceği gibi, yaşam biçiminden de kaynaklanabilecektir. Ama geliştirdiği sistem sayesinde,varlıklılar ile yoksullar arasında büyük farklılıklar ve çıkar karşıtlığı bulunmayacağına inanmaktadır.

Fourier, Fransız Devrimi'nin getirdiği karışıklıkları ve düzensizlikleri yaşamış olan bir düşünür. Bunedenle, ülküsündeki toplumun gerçekleşmesini devrimci yöntemlerden beklemiyor. Tarihin doğalakışı içinde gerekli koşulların oluşacağını ve önerdiği toplum modelinin kendiliğinden ortaya çıkacağınısöylüyor.

Page 43: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

44

İngiltere'deki işçi hareketleri ve toplumcu düşüncelerin gelişmesinde ve yönlendirilmesinde büyüketkisi olan Robert Owen(1771-1858), şu ana kadar sözünü ettiğimiz düşünürlerden önemli bir noktadaayrılmıştır. Onlar gibi "düş" kurmamış, "ideal" bir toplum düzeni araştırmamıştır Önerileri, o gününtoplumunda gerçekleştirilebilecek, yoksulların yaşam koşullarını düzeltmeye yönelmiş reformlardır.

Owen, 1817'den başlayarak, kapitalist düzendeki üretim tüketim dengesizliklerini ortadan kaldırmakiçin harekete geçti. Bunun için, üretim araçları üzerinde -ortak mülkiyete dayalı- kooperatifler kurulmasıgerektiğini düşünüyordu. Amacı, insanları bencilliğe sürüklediğine inandığı, özel mülkiyeti kaldırmaktı.Ama kişilerin, toplumcu bir kafa yapısı kazanmak için zamana gereksinimleri olduğunu görüyordu.Yaklaşık 1200 kişilik kooperatif köyleri kurarak işe başlanmasını ve buralarda aynı zamanda tarım vesanayi ile uğraşılmasını önerdi.

Owen, 1924 yılında, Amerika'da "New Harmony" (Yeni Uyum) adı verilen bir kooperatif kurmayıkabul ettiyse de, dönüşünden sonra bu girişim uzun ömürlü olamadı. Bu kez İngiltere'deki fabrikaişçilerini, tüketim kooperatifleri kurmaya özendirmeye başladı. Kâr bölüşülmeyip, tam anlamıyla ortakbir yaşam kurma amacıyla kullanılacaktı. Ama kurulan 700 kadar kooperatif, çok geçmeden dağıldı,Sonuçsuz başka girişimlerinin arkasından, 1844'te 28 işçinin bir araya gelmesiyle bir tüketimkooperatifi mağazası oluştu ve kapitalist düzenlerdeki kooperatifçiliğin temeli atılmış oldu. Harekethızla gelişip, İngiltere ve İskoçya'da yayıldı, işçi sendikalarının da benimsediği ve önemsediği birmodel ortaya çıkmış oldu.

Fourier ve Owen'in, sosyalist düşüncede yeni bir yöneliş oluşturdukları söylenebilir, ikisi de –kendilerinden önceki toplumcu düşünürlerin tersine- yeni bir devlet yaratıp, onun sayesinde toplumsaladaleti gerçekleştirmek düşüne kapılmamışlardı. Düşünce sistemlerinde devlet; önemli bir yertutmamıştır. Amaç, "phalanstere" ya da kooperatiflerin yan yana gelmesinden oluşacak bir toplumdüzeni olarak kalmıştır.

Toplumcu düşüncede önemli bir yeri olan Fransız soylusu Saint-Simon'un (1760-1825) sosyalistliği,kapitalizme olan düşmanlığı ile başlıyordu. Toplumsal düzenin geleceğinin, sadece kişilerinbencilliklerine bağlanmasını kabul edemiyordu. Mülk sahiplerine karşı değildi, ama çalışmazorunluğunu ve çalışma yaşamının düzenlenmesini her şeyin üzerinde tutuyordu. Çalışma yaşamınıdüzenlemek isterken de, amacı "en zayıf sınıfın maddi ve manevi yaşantısının düzeltilmesi,iyileştirilmesi" idi.

Saint-Simon'a göre; toplum sanayi temeli üzerine oturtulmalı ve her birey, bir ya da birçok sanayikuruluşunun üyesi olmalıydı. "Sanayi anayasası", "sanayi meclisleri", "sanayi ve ticaret mahkemeleri",kısaca tam anlamıyla bir sanayi toplumu düşlüyordu. Günün birinde "kişilerin hükümeti"nin yerini"eşyanın yönetimi" alacak, tamamen teknik adamların egemen olduğu bir düzen doğacaktı. "Kişilerinhükümetinin yerini eşyanın yönetiminin alması", bir anlamda devletin ortadan kalkması demektir. Bu,daha önce Fichte'de gördüğümüz ve daha sonra da Marx'da rastlayacağımız bir düşüncenin değişikanlatımından başka bir şey değildir.

Saint-Simon'a göre, çalışan sınıf-toplumu besleyen sınıf olduğuna göre- ana sınıftı. Toplumu da,tüm üretici sınıflar birlikte yönetmeliydiler. Zaten toplumdaki temel çelişki, üretime katılanlarlakatılmayanlar arasındaydı. Herkes gücü ve yeteneğine göre servet ve mülk sahibi olmalıydı.Özgürlüklerin kâğıt üzerinde var olabilmesi önemli değildi; ancak o özgürlükleri kullanabilecekolanaklardır ki, biçimsel özgürlükleri gerçek özgürlüklere çevirebilirlerdi.

Saint-Simon'un ölümünden sonra, onun düşünce sistemini sürdüren bazı isimler, hocalarının tersinekapitalist düzenin temeline saldırmaya başladılar. Serbest rekabetin, işçi sınıfının ezilmesi sonucunudoğurduğunu savundular. Çünkü sermaye işçiden vazgeçip yerine başkasını bulabilirken, işçi içindurum farklıydı. Öte yandan, işletmeler arasındaki rekabet de işçinin sırtına yükleniyordu. Her ikidurumda da işçi ücretlerinin düşmesi kaçınılmazdı. Bunun sonucu ise, toplumun hiçbir şey yapmadanyaşayan aylaklar ile çalışanlar olmak üzere iki sınıfa bölünmesiydi. Hiç bir şey yapmadan, çalışmadanyaşamak ancak miras sayesinde olanaklı olduğundan, miras hakkının da devlete devredilmesindenyanaydılar.

Page 44: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

45

Sismondi (1773-1842), Cenevre'de doğmuş, uzun süre İngiltere'de yaşamış bir düşünür. ÖnceleriAdam Smith'in etkisinde liberal bir çizgideyken, 1817'de fazla üretimin yarattığı ekonomik bunalımıgörünce, kapitalist düzeni sert bir biçimde eleştirmeye başladı. Bütün ekonomi siyasetini "sınırtanımayan bir rekabet ilkesi" üzerine oturtmanın, insanlığın yararını bireylerin zenginlik hırsına fedaetmek demek olduğunu savundu.

Sismondi'ye göre, işadamı ürettiği malın topluma yararlı olup olmadığıyla ilgilenmiyordu. Onun içinönemli olan malını kârla satmaktı. Bu malların alıcısı durumundaki geniş kitleler ise, onlarınzenginleşmesi pahasına giderek yoksullaşıyordu. Alım güçlerinin düşmesi sonucu, üretilen mallar alıcıbulamayınca da, ekonomik bunalımlar patlak vermekteydi.

Daha sonra Marx'ın kuramında önemli bir yer tutacak olan "artı-değer" kavramına da ilk kezSismondi'de rastlıyoruz. Çalışanların ücreti, hiçbir zaman, kendilerini ancak yaşatmaya yetecek birdüzeyin üzerine çıkmamaktadır. O halde, işçinin ürettiği malın değeri ile ona ödenen ücret arasında birfark vardır, işte bu fark "artı-değer" olarak kabul edilebilir. Bu artı-değerden yalnız işverenleryararlandığı içindir ki, servet farkları büyümekte, çalışanlarla çalıştıranlar arasında bir uçurumdoğmaktadır.

Sismondi, toplumdaki sınıflar arasında düşmanlığa son vermek için, işçinin de kârdan pay almasınıöneriyor. Hatta devletin, işçi lehine daha öteye giden müdahalelerini savunuyor. Hastalık sigortasınabenzer bir sistem geliştirmeye çalışıyor. Ama sonunda, bütün bunların yetersiz kalacağını, çaresizlikiçinde itiraf ediyor: "Emeğin ürünlerinin, bunları yaratmaya katılanlar arasında pay ediliş biçimi çokkötü gözükmektedir. Ne var ki, deneyimin bize tanıttığı bu mülkiyet biçiminden tamamen farklı birdurumu kabul etmek de, bana neredeyse kişisel güçlerin üzerindeymiş gibi gelmektedir." Marksizmle noktalanan düşünce zinciri içinde değineceğimiz son isimlerden birisi Pierre-JosepheProudhon (1809-1865). Döneminde Fransa'daki işçi hareketlerini en çok etkileyen kişi olan Proudhon,Karl Marx ile de sosyalist hareket içinde zaman zaman karşı karşıya kalmıştır. Proudhon'un düşüncesinin hareket noktası olarak şu tümcelerini alabiliriz: "Devleti zorunlu birbiçimde istikrarsız yapan, koşulların ve zenginliklerin eşitsizliğidir. Devrimlerin genel nedeni budur.Siyasal istikrarsızlığın çaresi, eşitsizliğin zorunlu olduğuna dair önyargıyı terk etmek ve devlete temelolarak, ekonomik dengeyi almaktır."

Proudhon'a göre, özgürlük ve eşitlik "kutsal" değerlerdi. Eğer mülkiyet hakkı sınırlandırılmayacakolursa, zenginliklerin birkaç kişinin elinde toplanması sonucu, özgürlük ve eşitliğin ortadan kalkmasıkaçınılmazdı. Mülkiyetin "hırsızlık" olduğunu söylüyordu. Ama bu "hırsızlığı" ortadan kaldırmayagelince, kesinlikle karşı çıkıyordu. Çünkü bireyin özgürlüğünü de ancak mülkiyet hakkı koruyabilirdi.Mülkiyet hem baskıların kaynağı, hem de özgürlüğün güvencesiydi. Bütün malların topluma aitolmasının, ailenin er ya da geç ortadan kalkmasına ve ekonomik yaşamın baskıcı bir yapıkazanmasına neden olacağına inanıyordu.

Öyleyse mülkiyet ne kalkmalı, ne de sınırsız olarak var olmalıydı. Toplumda kimsenin ayrıcalığıbulunmamalı, işverenin kârı da, emeğinin, hak ettiğinin ötesine geçmemeliydi. Örneğin bankalar da,sadece yaptıkları hizmetin karşılığını almalı, kâr düşünmemeliydiler. Proudhon' un düşüncesinde"ekonomik denge"nin siyasal alandaki karşıtı ise "yerinden yönetim"di. Merkezdeki hükümetinyetkilerinin illere ve belediyelere dağıtılması bir yandan, ekonomik gücün belirli ellerde birikmesininönlenmesi öte yandan, istikrarlı ve sağlıklı bir düzen için ön koşullardı. Ama O'nun bu dengecidüşünceleri, Marx tarafından, burjuvazi ile proletaryayı uzlaştırmak çabası olarak suçlanacaktı.

Karl Marx'ın "bilimsel sosyalizmin habercisi" saydığı Babeuf(1760-1797), yaşamını genç yaştagiyotinde noktalayan bir Fransız devrimci. Sosyalizmin, toplumsal çıkarı bireysel çıkarların üzerindetutan ve toplumsal düzeni bu amaçla örgütlemeyi öngören bir ideoloji olarak tanımlamıştık. Eğerkomünizmi de, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verip yerine toplumun mülkiyetini koymayıhedefleyen bir öğreti olarak tanımlarsak, Babeuf'ün ilk gerçek komünist devrimci olduğunu dasöyleyebiliriz.

Page 45: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

46

Babeuf'e göre, kutsal olan temel kavram "eşitlik"ti. Ama Fransız Devrimi'nin öngördüğü yasalarönünde eşitliği "güzel ve kısır" bir düş sayıyor, "ya gerçek eşitlik, ya ölüm" diye haykırıyordu: "FransızDevrimi, çok daha büyük, çok daha görkemli bir sonuncu devrimin ön habercisinden başka bir şeydeğildir." Bu sonuncu devrim, toprağın kimseye ait olmayacağı, meyvelerin herkes tarafındanpaylaşılacağı bir toplum yaratacaktı. "Toplumun ereği herkesin mutluluğudur; onun için de nimetlerdenyararlanmakta eşitlik sağlanmalıdır" diyordu. Böyle bir bakış açısı içinde, kuşkusuz ki "miras hakkı"nada yer yoktu.

İlerde Lenin tarafından ayrıntılı bir biçimde kuramlaştırılacak olan "proletarya diktatörlüğü"kavramına da ilk kez Babeuf'de rastladığımızı söyleyebiliriz. Babeuf, bir ayaklanma sonucu iktidarınele geçirilmesinden sonra, yetkilerin oyla belirlenecek bir meclise bırakılmasına karşıydı. Ekonomikanlamda eşitliği sağlayacak yeni bir toplumsal düzenin kurulup yerleşmesi tamamlanıncaya kadar,devrimci bir azınlığın diktatörlüğünü zorunlu sayıyordu.

Komünizmin kuramı olarak Marksizıne geçmeden önce, günümüzün sosyalizminin anlaşılmasıaçısından, 1838 yılında İngiltere'de ortaya çıkan "çartizm" akımına da değinmekte yarar var. Buhareket içinde yer alan işçiler özellikle iki şey istiyorlardı: Genel ve gizli oy, milletvekillerine ücret. Odönemde yalnızca mülk sahipleri oy hakkına sahipti. işçi sınıfına ve dolayısıyla tüm topluma tanınacakbir seçme hakkının çok şeyi değiştirebileceği inancı yaygındı. Ama bu da yetmezdi. Çünkümilletvekillerine belirli bir ücret verilmezse, yalnızca serveti ve yeterli geliri olanlar milletvekiliolabilirlerdi. (Milletvekili ödeneklerinin yüksek olmasını, Avrupa'da hemen her zaman sol partilersavunmuşlardır.) Çartist hareketin toplumsal-ekonomik modeli ise, kooperatiflere dayanıyordu.

Çartizme kadar uzanan -burada hepsinin üzerinde duramadığımız- çok sayıda toplumcu düşünürüMarksistler "ütopyacı" yani hayalci sosyalistler olarak nitelendirirler. Çünkü somut gerçekler yerine,olması gerektiğini düşündükleri ideal düzenler, ideal modeller üzerinde durmuşlardır. Buna karşılık,Marksizm kendi kendisini "bilimsel sosyalizm" olarak adlandırmıştır. Marksizmin oluşumuna en büyükkatkılardan birisini yapmış olan Engels, Feuerbach'ın düşüncesini paylaşarak "İnsan sarayda başka,kulübede başka düşünür" diyor. Yani tüm düşünceler ve inanç sistemleri, hep doğdukları koşullarınürünüdür. Maddesel koşullar ve fizik çevre, toplumsal gelişmelerde belirleyicidir.

Marx'a göre; teknolojideki gelişmelerin yarattığı işbölümü, üretimi kolektif bir çalışmanın ürünüyapmıştır. Oysa üretim kolektif iken, üretim araçlarının mülkiyetinin özel oluşu bir çelişkidir. Özelmülkiyete dayalı üstyapı kurumları ile altyapı arasında bir uyumsuzluk söz konusudur. İşçi yarattığıdeğerden az pay aldığı için, yarattığı ürünü satın alamayacak demektir. Yarattığı ürün onayabancılaşacak, yarattığı artı-değer işverenin elinde giderek onu ezen bir güce dönüşecektir. Kapitalist toplumun yaratacağı bunalımlar bu kadarla bitmemektedir. Servetin giderek belirli ellerdetoplanması, üretim araçları üzerinde bir tekelin oluşması kaçınılmazdır. Çünkü rekabete dayalı birekonomik yaşamda güçlü güçsüzü ezer ve küçük sermayeye dayalı işletmeler, büyüklerin karşısındagiderek yok olurlar. Sermayenin ve üretim araçlarının belirli ellerde toplanması hızlanırken, "aratabakalar" erir ve toplumun büyük çoğunluğu proleterleşir, yaşamını sürdürmek için kol gücündenbaşka bir şeyi kalmayanlar kesimine kayar.

Bu kutuplaşma süreci içinde, emekçi toplum kesimlerinin giderek yoksullaşması da kaçınılmazdır.Çünkü çığ gibi büyüyen işsizler ordusu, aynı işi daha ucuza yapmaya hazır kitleler demektir. Böyleceücretler de boğaz tokluğu düzeyine kadar inecektir. Bir yanda küçük, ama çok varlıklı bir azınlık, öteyanda çok büyük, ama çok yoksul bir çoğunluk oluşacaktır. Üretim araçlarına sahip bulunan küçükazınlık, büyük çoğunluğu sömüren "egemen sınıfı oluşturur.

Marksizme göre, devlet bu egemen sınıfın elindeki basit bir araçtan başka bir şey değildir.Toplumun ve siyasal rejimin tüm kurumları, bu egemenliğin devamını sağlamaya, yani egemen sınıfınayrıcalıklarım korumaya yöneliktir. Aile, din, ahlak, hukuk, egemen ideoloji vb. hep bu egemenliğinsürmesini güvence altına alan üst yapı kurumlarıdır. Siyasal iktidar, ekonomik iktidarın yansımasındanbaşka bir şey olamaz. Devletin hakemliği -yani yansızlığı- ancak geçiş dönemlerinde, eski egemensınıf gücünü yitirirken, yeni üretim biçiminin güçlendirdiği sınıfın da henüz egemenliğini kabul ettirecekdüzeye ulaşmadığı ortamlarda söz konusudur.

Page 46: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

47

Marksizme göre, kapitalist sınıfın egemenliğinden en çok zarar gören toplum kesimini işçi sınıfıoluşturur. Çünkü kapitalist sınıf işçi sınıfının emeği ile oluşan ekonomik olanakları, bizzat işçi sınıfınıezmek ve kendi egemenliğini sürdürmek için kullanır. Bu nedenle de, kapitalist toplum düzeniniyıkacak olan temel güç "proleterya", yani işçi sınıfıdır.

Marx ve Engels, "Manifesto"da şöyle diyorlar: "Proleterya değişik gelişme aşamalarından geçer.Doğuşuyla birlikte burjuvaziyle savaşımı başlar. Başlangıçta savaşımı bireysel olarak işçiler, sonra birfabrikanın işçileri, sonra da bir mesleğin bir yerdeki mensupları, kendilerini doğrudan doğruya sömürenbireysel olarak burjuvalara karşı yürütürler. Saldırılarını burjuva üretim koşullarına değil, bizzat üretimaraçlarına yöneltirler; kendi emekleriyle rekabet eden dışalım mallarını tahrip edip, makineleri parçalar,fabrikaları yakar, ortaçağların artık yok olmuş işçi konumunu güç yoluyla yeniden kurmak isterler." Bu, işçi sınıfının savaşımının bilinçsiz olan, kendiliğinden ortaya çıkan aşamasıdır. Başka birdeyişle, bu aşamada işçi sınıfı, ancak "kendiliğinden" bir sınıftır. Bilinçlendikçe "kendisi için" sınıfadönüşecektir. Eskiyen ve yeni koşullara yanıt vermeyen bir üretim biçiminin değişmesi kendiliğindenolmaz. Eğer var olan "nesnel" koşullara, "öznel" koşul demek olan bilinç öğesi eklenmezse, ortayaçıkan toplumsal patlama, düzenin sonunu değil, ancak biçim değiştirmesini sağlar. Marksizm açısından, bilinçlenmenin önemli bir öğesini "ideoloji" oluşturur. Marx, egemen sınıfınideolojisinin tüm toplumu etkilediğini ve diğer toplum kesimlerinde bir sınıf bilincinin oluşumunuzorlaştırdığını öne sürüyordu. Bu noktadan hareket eden Lenin de, işçi sınıfının -kendi başınabırakılması durumunda- gerçek bir sınıf bilincine ulaşamayacağını, bu bilincin ona dışarıdangötürülmesi gerektiğini savundu. "Ne Yapmalı?" adlı kitabında şöyle diyordu: "Bütün ülkelerin tarihinin bize gösterdiği bir gerçek var. İşçi sınıfı yalnız kendi gücüne dayanırsa,ancak tradeunionist bir bilince, yani sendikalar halinde örgütlenmek, işverenlere karşı savaşımvermek, işçilerin yararına bazı yasaların çıkmasını hükümetten istemek gerektiği inancına varabilir...İşçi hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onu ancak burjuva ideolojisine yamanmaya götürür... İşçiyesınıf bilinci ancak dışarıdan, yani ekonomik savaşımın dışından, işçi-işveren ilişkilerinin oluşturduğuortamın dışından götürülebilir."

Lenin'e göre; bu görevi yerine getirebilecek olan güç, işçi sınıfının öncülerinden ve sosyalistideolojiyi iyi bilen aydınlardan oluşacak bir partiydi. Onların kitlelere yayacakları düşüncelerle sınıfbilinci gelişecekti. Bu nokta üzerinde Lenin ile Rosa Lüksemburg arasındaki çatışma ünlüdür. RosaLüksemburg, kitlelerin kendiliğinden oluşan eylemlerini, bilinçlenmenin en sağlıklı yolu olarakgörmekteydi. Kitleler sınıf bilincini eylem içinde ve sınamayanılma yoluyla öğrenmeliydiler. Şöylediyordu: "Gerçekten de, devrimci bir işçi hareketinin hataları, en iyi Merkez Komitesi'nin hatayapmazlığından, sonsuz ölçüde daha verimli ve değerlidir."

Altyapı ile üstyapı arasındaki uyumsuzluğun ortadan kalkması için, öncelikle üretim araçlarıüzerindeki özel mülkiyetin kalkması gerekmektedir. Ama tam bir eşitlikçi düzenin kurulabilmesi veegemen sınıfların baskı aracı olan devletin kalkıp, onun yerini "eşyaların yönetimi"nin alabilmesi içinbir geçiş aşaması zorunludur. "Proleterya diktatörlüğü" olarak adlandırılan bu aşamada, herkesyeteneği ve çalışması ölçüsünde üretimden pay alacaktır. Ancak kapitalizmin üstyapı kurumlarıtamamen ortadan kalktıktan, herkese yetecek kadar üretim yapılacak bir düzeye ulaştıktan, kentle köy,düşünce ve kol emekçisi arasındaki farklar yok olduktan sonra "sosyalizmin üst aşaması"naulaşılacaktır. Bu komünizm aşamasıdır.

Engels, "burjuva siyasal demokrasisi"nin bazı ülkelerde, şiddete başvurmadan sosyalizme geçmeyeolanak tanıyabileceğini vurgulamıştır. Ancak bunun Marksist akımlar içinde genel bir kanıyıyansıtmadığı söylenebilir. Bu düşünceyi belirginleştirenler, Marksistler tarafından "revizyoncusosyalistler" olarak adlandırılan Bernstein, Jean Jaures gibi isimlerdir. Jaures, silahlı bir ayaklanmayıgereksiz, hatta işçi sınıfı açısından zararlı görüyordu. Umutsuzluktan doğan şiddeti, bir devrim yöntemihaline getirmek yanlıştı. Yasal yollardan çoğunluğu sağlamaya çalışmak çok daha sağlıklı veolanaklıydı. Demokrasi her iki sınıfa da güvenceler veriyor ve yeni bir düzen kurmak için işçi sınıfınaolanaklar sağlıyordu. Demokratik süreçler, bir yandan kentsoyluları ödünler vermeye, öte yandan daişçileri şiddetten uzaklaşmaya zorlayacaktı.

1917 Rus Devrimi'nden sonraki gelişmeler bir yol ayrımı oluşturdu: Sosyalizmi barışçı yollardan,özgürlüklere saygı göstererek gerçekleştirmek gerektiğine inananlarla, Sovyet modelinibenimseyenlerin yolları ayrıldı. Demokratik sosyalistler, demokratik solcular, sosyal demokratlar birincigrupta yer aldılar, ikinci gruptakilere ise, "komünist" denilmesi yaygınlaştı. Aradaki bir amaç değil araç

Page 47: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

48

farkıymış gibi görünürken, giderek amaçta da farklılıklar ortaya çıktı. Tüm üretim araçlarınındevletleştirilmesinin sosyalizmi yaratacağı yerde, işçi sınıfı adına toplumu yönetme iddiasında olanküçük bir azınlık doğurduğu öne sürüldü. O azınlığın ayrıcalıkları ise, özgürlüklerin ve demokrasiningelişmesini önlüyordu. Marx'ın ve Lenin'in öngördüğü gibi; ayrıcalık olan her yerde, o ayrıcalığınkorunması için baskıya da gerek vardı.

Günümüzde komünizmin üretimde, demokratik sosyalizmin ise tüketimde toplumsallaştırmaanlamına geldiğini söyleyebiliriz. Liberalizm, siyasal hak ve özgürlüklerin ve bu arada özellikle genel oyhakkının, giderek toplumsal adaleti sağlayacağını öne sürüyordu. Çünkü bütün hükümetler, toplumdaçoğunlukta olan emekçi ve dargelirlilerin durumlarını gözetmek zorundaydılar. Yoksa iktidardakalamazlardı. Oysa, ekonomik güce sahip sınıfların kamuoyunu etkileyecek araçlara da sahip olması,bu iddianın doğrulanmasını zorlaştırmaktadır.

Marksizmin de bunun nerdeyse tersini öne sürdüğünü görüyoruz: Liberalizmin öngördüğü hak veözgürlükler işçi sınıfı ve toplumun büyük çoğunluğu için biçimseldir, göstermeliktir. Sınıf farklarıortadan kalkınca, olanaklar eşitleşecek ve o biçimsel hak ve özgürlükler de gerçek anlamda varolmaya başlayacaktır. Oysa gelişmeler bunu doğrulamamış, üretim araçlarının özel mülkiyeti kalktığıhalde eşitsizlikler son bulmamıştır. Seçme-seçilme hakkından seyahat özgürlüğüne kadar bir diziliberal hak ve özgürlük, komünist rejimlerde gerçek anlamıyla var olamamıştır.

Günümüzde demokratik sol ideolojiler, sosyalizm ile liberalizmin bir sentezi görünümünükazanmışlardır. Hem toplumsal adaleti, hem de liberal hak ve özgürlükleri aynı anda gerçekleştirmekistemektedirler. Biri uğruna ötekisini ertelemeyi kabul etmemektedirler.

c) Demokratik Sol-Sosyal Demokrasi

Demokratik sol ya da sosyal demokrat ideoloji, Marksizmden sonra tarihsel bir sentez olarak oluştu.Bir yandan, liberalizmin getirdiği siyasal demokrasinin kazanımlannı hiçbir zaman yadsımadı; öteyandan, emeğin savunuculuğunu ve toplum yararının özel çıkarların üzerinde olmasını gözetti.Böylece liberalizm ile sosyalizmin sentezi bir ideoloji doğmuş oldu. Fransa'nın sosyalist başbakanıMichel Rocard'ın deyimi ile; "Sosyal demokrasi, Marksizme kuramsal ve devrime siyasal bir ihanet,sınıfların işbirliği ve enternasyonalizmden kopma" demektir. Bunları eleştirerek değil, kendisi de birsosyal demokrat olarak beğeni ile söyleyen Rocard, bir anlamda sosyal demokrasinin Marksizmdenayrıldığı noktaları da özetlemiş oluyor.

Liberallere göre, siyasal iktidarın genel ve özgür seçimlerle belirlendiği bir siyasal sistem, kaçınılmazolarak, çoğunluğu oluşturan emekçi sınıfların ve orta sınıfların yararına işler. Çünkü burjuvazinin oyağırlığı, diğer sınıflarınkine oranla çok sınırlıdır. Bu nedenle, iktidara gelebilmek ve orada kalabilmekiçin, geniş halk kitlelerini ekonomik bakımdan memnun edebilmek zorunluluğu vardır. Buna karşılık, Marksistler "özgür genel seçimler"in bir aldatmaca olduğunu savunurlar. Çünkükamuoyunu oluşturan kitle haberleşme araçları, varlıklı sınıfların denetimi altındadır. Geniş kitleler,farkında bile olmadan, aslında kendi çıkarlarının karşısında olan tutucu partilerin, sermayedar sınıflarınçıkarlarını savunan partilerin destekçisi durumuna sokulabilirler. Öyleyse emekçilerin iktidarı, ancakdevrimci bir hareketin ürünü olabilir. Burjuvazi kendi egemen olduğu düzenin değişmesini gönül rızasıile kabullenmeyeceği için, iktidar ele geçirildikten sonra -burjuvazinin gücü tamamen kırılıncaya kadar-bir emekçi diktatörlüğü kaçınılmazdır. Sosyalist düzende "insanın insanı sömürmesi" ortadan kalkınca,toplumsal kinler de yok olacaktır. Toplum sınıfsız olunca, bir sınıfın çıkarlarının bekçisi olan devlete degerek kalmayacaktır. Kişiler üzerinde her türlü baskı kalkacak, gerçek özgür ve mutlu toplum doğmuşolacaktır. Oysa, Marksistlerin liberal demokrasiye yönelttikleri eleştirilerde büyük bir gerçek payı bulunmaklabirlikte, "proletarya diktatörlüğü"nün vaat edilen özgür ve demokratik aşamayı gerçekleştiremeyeceğinide zaman ve deneyimler göstermiştir. İşte sosyal demokrasi, ne özgürlükler uğruna hakça paylaşımı,ne de hakça paylaşım uğruna özgürlükleri ertelemeyi kabul eden bir ideolojidir. "Liberal devlet" ile"sosyal devleti", "hukuksal adalet" ile "toplumsal adaleti" bir arada gerçekleştirmeyi önerir.

Tarihsel sırayı izlersek, çağdaş sosyal demokrat ideolojinin oluşumunda sözünü etmemiz gerekenilk isim Ferdinand Lassalle (1825-1864). Alman düşünür, insanlık tarihini üç gelişme evresineayırıyordu. Feodal düzen, emekçinin tam anlamıyla boyun eğdiği bir "özgürlüksüz dayanışma"ortamıydı. 1789 Fransız Devrimi'nden sonra, özgürlük uğruna toplumsal dayanışmadan vazgeçildiği,sermayenin egemen olduğu bir "dayanışmasız özgürlük" arayışı yaşandı. Oysa 1848

Page 48: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

49

ayaklanmalarından sonra girilen dönem, "özgürlük" ile "dayanışma"nın uzlaştırıldığı bir donemolacaktı. Devletin yol göstericiliği altında üretici birlıkleri örgütlenecek ve sosyalist ülküye ulaşılacaktı.

Lassalle, amaç ile ona varılmak için seçilen yol arasında bir uyum sağlamak gerektiğine inanıyordu.Burjuvaziye göre, devletin amacı yalnız bireyin kişisel özgürlüğünü ve mülkiyetini korumaktı. Bu bir"gece bekçisi" anlayışıydı. İşçi sınıfı ise bu anlayışı yeterli bulmuyordu. Buna "çıkarların dayanışması,gelişmede ortaklık ve karşılıklılık" gibi ilkeler de eklenmeliydi. Tarih, doğa ile "her çeşit özgürsüzlüğekarşı" yürütülen bir savaştı. Eğer bu savaşı herkes kendi başına yürütmüş olsaydı, bir adım bileilerlenemezdi. Toplumcu bir düzen kurmak için "proleterya diktatörlüğü" nün gerekliliği konusundaMarksizmden açık bir biçimde ayrılan Lassalle şöyle diyordu:

"Devletin asıl amacı, bu birlik sayesinde, bireyleri, tek tek hiçbir zaman erişemeyecekleri amaçlara,yaşam düzeyine ulaşabilecek bir duruma getirmek, birey olarak tırmanamayacakları bir öğrenim kudretve özgürlük düzeyine ulaşmaları için gerekli yeterliği onlara kazandırmaktır. Devletin amacı, insanlığınözgürlük için eğitilmesi ve geliştirilmesidir."

Açıkça görüldüğü gibi, Lassalle devleti Marx gibi egemen sınıfların bir baskı aracı gibi görmüyordu.Devletin bu olumlu amacının, tarihin bütün dönemlerinde, "hatta yöneticilerin iradesine karşı" az ya daçok gerçekleştirildiği kanısındaydı. Ama işçi sınıfı devlete yön verecek duruma gelince, her şey çokdaha iyi ve hızlı gelişecekti: "isçi sınıfı " ve toplumun alt sınıfları, üyelerinin içinde bulunduklarıçaresizliğin eseri olarak derin bir içgüdüye sahiptirler, îşte bu içgüdü onlara, bireyin tek başınabaşaramayacağı bir gelişimin, ancak bir bütün halinde birleşerek sağlanabileceğini ve devletibelirleyen şeyin de bundan ibaret olduğunu göstermektedir. O halde, işçi sınıfının egemenliği altınasokulan bir devlet, artık o zamana kadar görüldüğü gibi, eşyanın niteliği ve koşulların zorlaması ilebilinçsiz olarak, hatta çoğu kez isteksizce yol almayacak, büyük bir açıklıkla ve tam bir bilinçle devletinbu ahlaki niteliğini kendisine bir ödev sayacaktır. O zamana kadar, direnen bir iradenin son dereceyetersiz parçalar halinde koparılan şeyleri, bu kez büyük bir tutarlılık içinde ve zevkle yerine getirecekve böylece zorunlu olarak düşünsel bir atılıma, mutluluk, rahatlık ve özgürlüğün bir arada gelişmesine,tarihte görülmemiş bir biçimde yol açmış olacaktır."

Lassalle'e göre, işçi sınıfının kurtuluşu "genel oy" hakkı ile gerçekleşecekti. Devletin çıkaracağıtoplumsal içerikli yasalar ve vergi düzenlemeleri yoluyla, toplumsal dengesizlikler giderilebilirdi. AmaLassalle'ın devletten beklediği görevler arasında "ekonominin planlanması" yoktu. Çağdaş sosyal demokrasinin, Marksizmin, sosyalizmin şiddete dayalı bir devrimle ve proleteryadiktatörlüğü aşamasından geçerek gerçekleşeceği savına bir tepki olarak durduğunu söylemek yanlışolmaz, iktidara gelmek ve düzeni değiştirmek için demokratik araçlar seçilince ve özgürlükler hiçbirzaman ertelenmeyince, giderek içerikte de önemli farklılıklar oluşmuştur. Ama Engels'in bile, belirli biraşamada bu düşünceye yaklaştığını görüyoruz. 1895'te "Fransa'da Sınıf Çatışmaları" adlı kitabayazdığı önsözde Friedrich Engels, oy hakkının işçilerin elinde bir özgürleşme silahına dönüşebildiğinisavunuyordu. Burjuvazi işçi partilerinin yasal eylemlerinden, yasadışı eylemlerden daha fazlaçekinmeye başlamıştı. Seçim başarıları onlar için ayaklanmadan çok daha korkutucuydu. Şöylediyordu:

"Hatta klasik sokak savaşımı döneminde bile, yapılan yığınakların gerçekte maddesel olmaktan çokmoral bir etkisi vardı. Üstelik o günden bu yana, hepsi askerlerin lehine olmak üzere, koşullar daha dadeğişti. Buna karşılık, isyancılar açısından işler bir kat daha zorlaştı. Bilinçsiz kitlelerin başında bilinçliküçük azınlıkların devrim yaptığı dönemler geride kaldı. Biz 'devrimciler', 'altüst ediciler', artık yasalyollardan, yasadışı ve altüst edici yöntemlerle olduğundan çok daha iyi gelişebiliriz... Ve eğer biz,onların hoşuna gitmek için kendimizin sokak kavgalarına itilmesine izin verecek kadar anlamsızdavranmazsak, artık kendileri için öldürücü hale gelmiş olan yasallıgı bizzat çiğnemek zorundakalacakladır."

Edward Bernstein (1850-1923), Marksizmi hareket noktası alarak sosyal demokratik düşünceyekatkıda bulunmuş bir isim. Alman düşünür, oldukça etkili olduğu için, ortodoks Marksistler tarafından"revizyonculuk" ile suçlanıp, şiddetli bir biçimde eleştirilmiştir. Aslında "revizyon", değişen koşullariçinde düzeltmeler yapmak anlamına geldiği halde, Marksistlerin dilinde "revizyonizm" hainlik ileeşdeğer bir anlam kazanmıştır. Oysa Bernstein'in düşüncelerini değiştiren şey, toplumdakigelişmelerle Marx' in öngörülerinin birbiri ile çakışmamasıdır. Düşünür önce bu gelişmelerdeki farklılığısaptamış, sonra da bundan gerçekçi sonuçlar çıkarmaya çalışmıştır.

Page 49: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

50

Marx kapitalistleşme sürecine koşut olarak tekelleşmenin ortaya çıkacağını, küçük işletmelerin yokolacağını, kapitalistlerin sayısı azalırken sayıları hızla artan emekçilerin yoksullaşacaklarınıöngörmüştü. Bernstein ise, yaptığı incelemenin sonunda şöyle diyordu: "Sanayi ve ticarette küçükişletmeler yok olmamış, bir üst asamaya geçerek, nitelik ve iktisadi yerleri bakımından değişikliğeuğramıştır. Küçük işletmelerin süregelmesi olayı, tarım alanında daha da belirgindir." Birçok küçükişletmenin büyükler tarafından yutulduğu açıktı. Ama bunların yerine, başka tür küçük işletmeler ortayaçıkmıştı. Örneğin tenekeci ustaları kaybolmuş, ancak aynı yerde elektrik tesisatı alanında çalışanişletmeler doğmuştu. Bernstein'in anlatımı ile; "Kapitalistlerin sayısı azalmak şöyle dursunçoğalmaktadır. Toplumun temelleri değişmekte, ancak, toplumdaki sınıflaşma daha basit bir durumagelmemektedir."

Alman düşünür, varlıklılarla yoksullar arasındaki uçurumun büyümesi ve yoksullaşma sürecininhızlanmasıyla kapitalist üretim biçiminin çökeceği beklentisinin gerçekleşeceğine de inanmıyordu.Toplumun üstü ile altı arasındaki fark büyümekle birlikte, işçi sınıfı eskiye oranla daha kötü bir durumagelmiş değildi. En çok üsttekiler pay almakla birlikte, gelişmeden herkes yararlanıyordu. Büyük çaptapazar genişlemesi olmuş ve kapitalizm, devresel bunalımları aşmasına yardımcı olacak, "daha önceaynı ölçüde bulunmayan" olanaklar elde etmişti. Öyleyse bütün umudu kapitalizmin çöküşünebağlamamak, "felaket düşüncesi"nden vazgeçerek, "günlük sosyalist çalışmalar"a daha önem vermekgerekecekti. Yani Bernstein'in düşüncesinde, artık "devrim" yerini "evrim"e bırakıyordu.

Batı Avrupa'da koşullar, köylünün mahvolduğu, orta sınıfların yok olduğu, bunalımların büyüdüğü,yoksulluğun arttığı bir ortama doğru gelişmemişti. Ama toplumsal farklar büyüyor, işçinin yarın endişesiortadan kalkacağına artıyor, bağımlılık sürüyordu. Sosyal demokrasinin görevi, buna çözüm aramakolmalıydı. İşçi sınıfı tek başına iktidara gelme olanağına sahip bulunmadığına göre, başka toplumkesimleriyle siyasal güç birliğine gidilmeliydi. Liberal ve radikal partilerle ortak hükümete razı olmalıydı.Böylece Bernstein'in "evrimci" düşüncesi, "uzlaşmacı" bir boyut da kazanıyordu. Sosyalizm, kapitalizmiçinde verilecek bir savaşım ile, uzlaşmaya dayalı barışçı yollardan gerçekleştirecekti. Ufuktagörülmeyen evrensel bir patlamaya bel bağlamaktansa, "parlamenter demokrasi çerçevesi içindeyavaş yavaş ilerlemek" daha akıllıca ve daha gerçekçi olacaktı.

"Sınıf diktatörlüğü düşüncesi, değerden düşmüş bir kültüre aittir" diyen Bernstein için demokrasi,sosyalizmin ayrılmaz bir parçası olmak zorundaydı: "Demokrasi, aynı anda hem bir araç hem de biramaçtır. Hem sosyalizmin kuruluş yöntemidir hem de sosyalizmin gerçekleşme biçimidir. Demokrasi,bir uzlaşma okuludur. Demokrasi, sınıf egemenliğinin yokluğudur, yani, hiçbir sınıfın siyasal ayrıcalığatek başına sahip olmadığı bir toplumsal durumdur."

Marksizmin odak noktasını, bir anlamda "üretim biçimi"nin oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz.Marksizmden yola çıkan Bernstein'in düşüncesinde ise, odak noktasında tüketimde adalet, yani"tüketim biçimi" bulunmaktadır. Üretim biçiminin değiştirilmesi hedefini yadsımamakta, ama öncelikliolmaktan çıkarmakta, ertelemektedir Düşünür, normal koşullarda işçi sınıfının tek başına iktidaraulaşıp üretim biçimini değiştirmesindeki büyük zorlukları görmüştür. Öyleyse gerçekçi davranıp, yerelyönetimlerde, kooperatiflerde iktidara gelinmeye, siyasal iktidara ortak olunmaya ve "tüketim adaleti"adım adım gerçekleştirilmeye çalışılmalıdır. Edward Bernstein, "Sosyal Demokraside Revizyonizm"başlıklı konuşmasında, sosyal demokrasi anlayışının çerçevesini şöyle çizmektedir:

"Sosyal demokrasi, demokrasinin, devlet, eyalet ve belediyelerde, siyasal eşitliği gerçekleştirme,toprağı ve kapitalist işletmeleri topluma mal etme aracı olarak yürütülmesi yolunda savaşır. Sosyaldemokrasi, saflarında yalnız işçilerin yer alacağı anlamında bir işçi sınıfı partisi değildir, ilkelerini kimbenimser ve savunursa, yani kim iktisadi yaşamın sorunları önünde sömürücü mülkiyete karşı, yaratıcıemeğin mücadelesi anlamında tavır alırsa, bu parti saflarında yer bulur. Ancak, parti, asıl olarakişçilere yöneliktir. Çünkü işçilerin kurtuluşu, birinci derecede, işçilerin kendi eseri olmalıdır, işçileri budüşünceyle doldurmak ve onları iktisadi ve siyasal alanda örgütlemek, sosyal demokrasinin baştagelen ödevidir."

Prag'da doğup Amsterdam'da ölen Karl Kautsky (1854-1938), Bernstein'in eleştiriler yönelttiği veözde Marksizme daha sadık gibi göründüğü halde, sosyal demokrat düşünce çizgisinde önemli yeriolan bir düşünür. Bu yeri, özellikle demokrasiye olan inancı ve şiddet yöntemlerine karşı takındığıkesin tavırla sağlamıştır.

Page 50: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

51

Kautsky'e göre, kapitalizmin kendi iç çelişkileri sonucu çökmesi kaçınılmazdı. Toplumsal adaletinsağlanması yönünde işçi sınıfının koparacağı ödünler, üretim biçiminin değişmesi hedefinin yanındaönemsiz kalırdı. Bunun savaşımını verecek olan sosyal demokrat parti ise, hiçbir zaman işçi sınıfınındamgasından sıyrılmamalıydı. işçi sınıfı, koalisyonlarla değil, partisi aracılığıyla tek başına iktidaragelmeliydi. Ama O'nun işçi sınıfı tanımına, teknisyenler, kamu görevlileri ve aydınlar da giriyordu.Kapitalizmin geliştiği ülkelerde, işçi sınıfının maddesel koşullarında iyileşme olduğunu görüyor ve budurumun, işçilerin bilinçlenmelerini kolaylaştıracağını düşünüyordu. "Üretim araçlarına sahipbulunmayan" herkesi işçi saymak gerekirdi Bu tanıma giren aydınlar, iktidar savaşımında da, iktidaraulaştıktan sonra da çok önemli bir işlevi yerine getireceklerdi.

Kautsky, "Demokrasisiz sosyalizm olamaz. Çağdaş sosyalizmden, sadece üretimin örgütlenmesinideğil, toplumun demokratik örgütlenmesini de anlıyoruz" diyordu: "Demokrasi ile sosyalizm arasındakiayrım, bazen, sosyalizmin amacımız, demokrasinin ise, bu amaca ulaşmak için, bazı hallerdeelverişsiz, hatta engel olabilen bir araçtan ibaret olduğu şeklinde yapılmaktadır. Ancak, kesinkonuşmak gerekirse, bu tanımıyla sosyalizm amacımız değildir. Amacımız, bir sınıfa, bir partiye, bircinsiyete ya da ırka, neye karşı yönelmiş olursa olsun, her türlü sömürüye ve baskıya son vermektir."

Kautsky, diktatörlüğün sosyalizmi gerçekleştirmede bir araç olarak kullanılmasına karşıydı. Marx'ın"proleterya diktatörlüğü" konusundaki görüşlerinin yanlış anlaşıldığını savunuyordu. Marksizminkurucusuna göre; "proleterya diktatörlüğü, proleteryanın ezici bir çoğunlukta olması nedeniyle, gerçekdemokraside ister istemez ortaya çıkan bir durum"du. Komünistler, Avrupa'da demokrasileri yıpratmış,kışkırtmalarıyla faşizmin iktidara gelmesine yardımcı olmuşlardı. Kautsky şöyle diyordu:

... üzüntü ile, Bolşeviklerin içinde bulundukları durumu tamamen yanlış anladıklarını, düşüncesizlikederek, çözümü için gerekli koşulların hiçbirinin var olmadığı sorunlarla uğrastıklarını, gittikçe dahaaçık bir şekilde gördüm. Olanaksız olanı kaba kuvvetle başarma girişimlerinde, çalışan yığınlarıniktisadi, zihinsel ve manevi bakımlardan yükselmelerine değil, tersine Çarlık ve Dünya Savaşıtarafından ezildiklerinden de çok ezilmelerine neden olan yollar seçtiler... Rusya'da bir yönetim biçimiolarak diktatörlük, anlaşılır bir şeydir. Fakat bunu anlamamız, kabul etmemiz demek değildir; kesinliklereddetmeliyiz. Diktatörlük, sosyalist partinin halk çoğunluğunun muhalefetine karşın elde edilmiş biregemenlik sağlamak için bir aracı değildir. Ancak gücünün ötesinde, çözümleri yorucu ve yıpratıcı olanbir takım görevlerle başa çıkabilmesi için bir araçtır. Diktatörlük, sosyalizmin düşüncelerini kolaylıklauzlaştırır ve gelişmesine yardım edeceğine, onu engeller. Diktatörlüğün yerine demokrasi geçerse,devrimin temel kazançları kurtarılabilir."

Sosyal demokrat ideolojinin oluşumuna katkıları açısından buraya kadar değindiğimiz isimler,Lassalle'den Kautsky'e genellikle Almanya'daki bir gelişim çizgisini yansıtıyordu. Oysa bu oluşumdakiFransız, İngiliz ve İskandinav katkıları da önemlidir.

Fransız Jean Jaures (1859-1914), bir düşünür olduğu kadar aynı zamanda bir eylem adamı, iki kezmilletvekili seçilmiş, sosyalist partiye önderlik etmiş, emperyalizmin baskısı altında haksızlığauğradığına inandığı Osmanlı Devleti'ne ve Türklere yakınlık gösterip savunmuş, barışçı olduğu içinsavaştan yana olanlarca öldürülmüş. O da sosyalizm ile demokrasiyi ayrı ayrı düşünemiyor. Hattakendisinin, demokratik bir sosyalizmden çok "sosyalist bir demokrasi"den yana olduğunu söylemekdaha doğru. Bireyci bir sosyalizm anlayışı var. Sosyalizmi, "bireysel hak"ların en üst düzeydevurgulanması olarak değerlendiriyor. Fransız Devrimi'nin ürünü olan İnsan Hakları Bildirgesi'ndeki hakve özgürlükleri ancak sosyalizmin gerçekleştirebileceğine inanıyor.

Marksizmin tersine, Jaures, sosyalist devletin yakın bir gelecekte "tarihsel bir zorunluluk" olarakortaya çıkacağını düşünmüyor. O'na göre, sosyalist devlet, ancak aydınlanmış bir çoğunluğun, bilinçliçabaları ile kurulabilecektir. Üstelik var olan devlet yıkılmamalı, içeriden ele geçirilmelidir. Çünküdevlet, Marx'ın iddia ettiği gibi egemen sınıfın bir aracı değil, sınıflar üstünde olası bir hakemdir. Devletbir sınıfı yansıtmamakta, "sınıf ilişkilerini, yani sınıflar arası güç dengesini" yansıtmaktadır.

Jaures, sosyalizmin bir "sınıf öğretisi" (doktrini) olarak yorumlanmasına karşıydı. Sosyalizmin,"bütün sınıfları içinde eritecek, herkes için bugünkünden daha iyi" bir düzen olacağını savunuyordu.Böyle bir düzeni gerçekleştirmek için bir halk ayaklanması gerekli olmadığı gibi, zararlı sonuçlar bileverebilirdi. Çünkü, Murat Sarıca'nın anlatımı ile, "bir umutsuzluk taktiğini bir devrim yöntemi halinegetirmiş" olurdu. Yasal yollardan çoğunluğu sağlamak, çok daha sağlıklıydı. Batı ve Orta Avrupa

Page 51: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

52

ülkelerinin anayasaları, şiddet yoluna gerek kalmadan sosyalist demokrasiye geçmeye olanak vereceköğelere sahipti. Demokrasi her iki sınıfa da güvenceler sağlıyordu. Demokrasi işledikçe burjuvazi ödünvermek zorundaydı. Bu ise, işçi sınıfını giderek şiddetten uzaklaştıracaktı. Şöyle diyordu: "Bernstein'inzıddına, ne yapılırsa yapılsın proletarya sınıfı ile burjuva sınıfının kökten ayrı, kökten karşıt olduklarınıdüşünüyorum; ama Kautsky'nin aksine, bilincinin ve eyleminin efendisi olan proletarya sınıfı ile diğersınıflar arasında işbirliğini ve temasların arttırmaktan korkmamak gerektiğini de düşünüyorum."

Denebilir ki; Jaures sınıflar arası çatışmadan çok uzlaşmaya inanıyordu: "... ya proleteryahareketsiz, kalacak ya da durmadan başka sınıfların eylemine karışacaktır; önemli olan, daima sınıfbilinciyle, kendi ayrı ve örgütlü gücüyle hareket etmesidir. Biz devrimi istiyoruz, ama ebedi bir kiniistemiyoruz... Ve eğer biz, ister sendika, ister kooperatif, ister sanat, ister adalet, ne alanda olursaolsun, hatta burjuvaziye ait bir büyük dava uğruna, birtakım burjuvaları bizimle yürümeye zorlamayıbaşarırsak, şöyle demekle ne kadar güçlü oluruz: Birbirine kin besleyen, birbirinden nefret edeninsanlar için, bu anlık birleşmelerde, bu bir günlük işbirliklerinde buluşmak ne büyük zevktir... Vedolayısıyla, insanların artık kesin olarak buluşacakları gün, ne ulvi, ne evrensel, ne sonsuz bir zevkolacaktır!.. Bu buluşma, ancak barışın işareti olan ortak mülkiyet ile olanaklıdır."

Leon Blum (1872-1950), Fransa'nın ilk sosyalist başbakanı. Faşizm tehlikesine karşı komünistlerleişbirliğine yanaşmakla birlikte, sağcı burjuvaziye olduğu kadar komünizme de karşıydı. Hangi amaçlaolursa olsun, şiddeti yadsıyor, toplumsal dönüşümün oy ile gerçekleşebileceğine inanıyordu. Devrimihazırlamanın en iyi yolunun silahlanmaktan değil, çalışanlar lehine yasal düzenlemeleridesteklemekten geçtiğini savunuyordu. Devrim, özel mülkiyet üzerine kurulu bir ekonomik düzeninyerine, ortak mülkiyete dayalı bir ekonomik düzenin kurulması demekti. Bu ise, ancak sosyalistleriniktidara ulaşmasıyla gerçekleşebilirdi.

Blum görünüşte ne özünde Marksist devrim anlayışını, hatta ne de "proleterya diktatörlüğü"kavramını yadsıyordu. Ama yerel ve özel nitelikli Rus devrim deneyiminden "zorunlu ve evrensel"sonuçlar çıkarılmasına karşıydı. Şöyle diyordu: "Bir partinin diktatörlüğü, o partinin sizinki gibi değilbizimki gibi olması koşuluyla kabul edilebilir. Halkın iradesine, halkın özgürlüğüne, kitlelerin iradesinedayalı bir partinin uyguladığı diktatörlük, işçi sınıfının kişilere dayanmayan diktatörlüğüdür. Ama bütünyetkinin kat kat çıkarak, sonunda, açık ya da gizli bir komitenin ellerinde toplandığı, merkezci birpartinin uyguladığı diktatörlük proleteryanın diktatörlüğü değildir. Bir partinin diktatörlüğü, evet, birsınıfın diktatörlüğü, evet, bilinen ya da bilinmeyen bazı kişilerin diktatörlüğü, hayır! Aynı şekildediktatörlük geçici olmalıdır. Kendi başına bir amaç olmadığı ölçüde diktatörlüğü kabul edebiliriz."

Eylemde tamamen demokratik çizgide olan bir Blum'un, söylemdeki göreceli katılığıyanıltmamalıdır. Güçlü bir komünist partisinin seçmen tabanına ortak olmak isteyen bir siyasetadamının -bu sınırlar içinde- Marksist görünümünü korumaya çalışmasının fazla yadırganacak bir yanıyoktur. Üstelik Blum, burada Fransız toplumu üzerinde bir değerlendirme yapmamakta, Lenin'inSovyet modelini ihraç etme çabalarına karşılık, o modeli eleştirmektedir.

Almanya ve Fransa'da demokratik sosyalist akımların Marksizm ile iç içe oluşmalarına, güçlükomünist hareketlerle rekabet etme zorunda kalmalarına karşılık, İngiltere'de durum farklıydı. Bufarklılığın, İngiltere'deki demokratik solun görüntüsünü etkilemesi ise kaçınılmazdı.

İngiltere'de demokratik sol ideolojinin doğum noktasında Fabian adlı bir derneğin bulunduğunusöylemek yanlış olmaz. 1884 yılında, aralarında Sidney Webb ve Bernard Shaw gibi isimlerin debulunduğu bir grup aydın tarafından kurulan dernek, anti-Marksist bir sosyalizm anlayışınınöncülüğünü yaptı. Amaç var olan rejimi devirmek değil, sosyalizmi toplumun kurumlarına sızdırmaktı.Kapitalizmden sosyalizme geçiş, devrimle değil evrimle olacaktı. (Feodaliteden kapitalizme geçişi de,kıta Avrupasına göre oldukça yumuşak bir biçimde gerçekleştirmiş olan bir ülkede, evrimci yaklaşımınağırlık kazanmasına hayret etmemek gerekir: İngiltere kapitalistleşirken, feodal dönemin birçokkurumu yok olmamış, ama içerikleri ve ağırlıkları değişmiştir...)

Marksizmden şu ya da bu ölçüde etkilenmemiş tek çağdaş sosyalizm akımı olarak nitelendirilenFabiancılık, sosyalizmde işçi sınıfından çok aydınlara ağırlık tanıyordu. Bernard Shaw işi, sosyalizmönündeki en büyük engelin "işçi sınıfının aptallığı" olduğunu söylemeye kadar götürmekteydi.Fabiancılar, belediye hizmetlerini genişleterek, devletin yetkilerini arttırarak, bir "sanayi demokrasisi"neulaşmayı umuyorlardı. Somut önerileri arasında şunlar vardı: Daha çok kazanandan daha çok vergialacak biçimde gelir vergisinin yükseltilmesi; miras vergilerinin arttırılması; günde sekiz saatten fazla

Page 52: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

53

çalışılmamasının sağlanması; en yoksullar dahil, bütün çocukların yeteneklerine göre eğitim görmeleri;ilkokulların ücretsiz olması; bir eğitim bakanlığının kurulması; bol sayıda kamu bursu verilmesi; yaşlılıksigortası ve kamu bakımevlerinin kurulması; işsizlere geçici iş bulunması; belediye etkinlikleriningenişletilmesi; her yetişkinin oy vermesinin sağlanması; seçim masraflarının ödenmesi; parlamento vebelediye meclislerindeki bütün temsilcilere aylık ödenmesi...

Sidney James Webb (1859-1947), İngiliz sosyalizminin kökenindeki en önemli isim. Demokratik solideolojiye katkılarının yanı sıra, milletvekili ve bakan olarak uygulamaya da katıldı. Toplumun yani biranlamda devletin akılcı bir biçimde örgütlenmesiyle "Toplum Refahı"nın gerçekleşebileceğineinanıyordu. Ama bu, bireycilikten kurtulmadan gerçekleştirilemezdi. Uygar Atinalılar ve Müslümanların,tarihte kendilerinden bireysel olarak daha aşağı durumda olan rakiplerine yenilmelerini, rakiplerinin"daha değerli bir toplumsal örgütlenmeye" sahip bulunmalarıyla açıklıyordu. Önemli olan bireyinkişiliğinin en üst noktaya ulaşması değil, toplumsal örgütlenme içindeki "küçücük işlevini" en iyibiçimde yerine getirmesiydi. "Bireysel gelişmemizi kusursuzlaştırmak yerine, bir parçası olduğumuztoplumsal organizmayı düzeltmek için daha büyük bir dikkat göstermeliyiz" diyordu.

Webb'e göre, sosyalizm demokrasinin ekonomik yüzü olacaktı, işçi sınıfının siyasal gücü arttıkça,ekonomik ve toplumsal bakımdan daha iyi korunacaktı. Kapitalist düzene yönelttiği en ağır eleştiri iseşu tümcede özetleniyordu: "Eğer toprak ve sermaye üzerindeki özel mülkiyet, zorunlu olarak birkaçtembeli (kendi yetenekleri ile hak etmedikleri halde) zengin etmek için, pek çok işçiyi (kendi kusurlarıolmaksızın) sürekli olarak yoksul tutuyorsa, bu mülkiyet sistemi de -yerine geçmiş olduğu feodalizmgibi- kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaktır."

Genel eğilime uygun olarak, İskandinav ülkelerinde sosyal demokrat düşüncenin gelişmesinde deşu koşullar rol oynadı: Marksizmin, kapitalist gelişme süreci içinde, orta sınıfların yok olacağı yolundakiöngörüsü gerçekleşmemişti. Emekçiler giderek yoksullaşmıyor, tersine durumları iyileşiyordu. Giderekboğaz tokluğuna çalışma zorunda kalacak olan işçilerin, kendi yarattıkları ürünleri satın alamamalarısonucunda doğacak ekonomik bunalımlın kapitalizmin aşamayacağı varsayımı da doğrulanmamıştı(Çöküş Kuramı). Genel oy hakkının elde edilmesiyle (İsveç'te 1918'de), barışçı yollardan iktidaragelebilme inancı artmaya ve demokratik kurumlara olan saygı yerleşmeye başlamıştı. Bu ortamda,İsveç sosyal demokratlarının bakış açısını Haluk Özdalga şöyle özetliyor:

"Çoklarına ters geldiği anda, egemen sınıfların demokrasiyi ezmeleri olasılığı, çalışan kitlelerin dahaişin başında demokrasiyi yadsımalarını değil, ona dört elle sarılmalarını gerektirir. Kaldı ki, çalışanlarınsiyasal örgütünün iktidara geleceği her yerde, egemen sınıfların zora başvuracağını varsayma dayersizdir. Böyle bir iktidar değişikliğinin olduğu toplumlarda egemen sınıfların şiddete başvurupvurmayacağı, pek çok başka etkenle birlikte, özellikle o toplumda demokratik ülkülerin ne denli köklüyerleştiğine bağlıdır, öyleyse, iktidar mücadelesi sırasında demokrasiyi kenara itmek değil,demokrasinin toplumun her katına kök salmasına, onun sarsılmaz biçimde yerleşmesine çalışmakgerekir. Emekçilerin siyasal iktidarı ellerine geçirmesi ile beraber çalışanların toplumsal iktidarı birgecede gerçekleştirilemeyecektir... insanların bilinçlenme, örgütlenme, toplumsal yönetime katılmaolanakları ise, en iyi biçimde ancak demokratik koşullar içinde yaratılabilir."

İsveç'te 1932 yılında maliye bakanı olan sosyal demokrat Ernst Wigforss, sosyalizme işçi sınıfınınyoksullaşmasıyla değil, tersine maddi koşullarının ve kültür düzeyinin giderek daha iyileşmesiyleulaşılacağını savunuyordu. Çalışma yaşamına bir matbaa işçisi olarak başlayan ve 1926 yılındaveremden ölen Nils Karleby ise, kapitalist düzen içinde yapılan reformların sosyalizm için önemtaşıdığına inanıyordu. "Sosyal politika, kapitalist düzenin çerçevesinin fiilen aşılması, tipik anlamdakikapitalist düzenin bir ölçüde son bulması, işçilerin toplum ve üretim içindeki yerinin fiilen değişmesidemektir. Tüm toplumsal reformlar, gelecek için düşünülenle de tamamen aynı türde bir sosyalistdüzen değişmesini ifade etmektedir. Arada derece farkından başka bir şey olamaz." demekteydi.Kapitalist düzen içinde kastettiği reformların başında; genel oy hakkı, sekiz saatlik iş günü, çalışmakoşullarının düzeltilmesi, dağıtım ve tüketim koşullarının denetlenmesi geliyordu.

Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin Kasım 1959'da Bad-Godesberg'de kabul ettiği programın,çağdaş sosyal demokrat ideolojiyi yansıttığını söyleyebiliriz. Bu programın ana çizgileri şöyleözetlenebilir: - Özgür bir ekonomi politikasının ana görevi, büyük ekonomik işletmelerin gücünü denetlemektir.Devlet ve toplum, güçlü çıkar gruplarının yemi haline gelmemelidir.

Page 53: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

54

- Etkili küçük ve orta boy işletmeler, büyük işletmeler karşısında varlıklarını koruyabilmek içingüçlendirilmelidir. Özel grupların piyasaya egemen olmalarını engellemek açısından, kamuişletmelerinin rekabeti mutlak sonuç verecek bir araçtır.

- Kamu mülkiyeti, kamu denetiminin, hiçbir çağdaş devletin vazgeçemeyeceği meşru bir biçimidir.Ekonomik güçler arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir örgütlenmesi başka araçlarla güvence altınaalınamadığı zaman, kamusal mülkiyet yararlı ve zorunlu olabilir.

- Devletin elinde de olsa, ekonomik gücün her türlü yoğunlaşması tehlike yaratır. Bu nedenle de,kamu mülkiyeti, yönetsel özerklik ve yerinden yönetim ilkelerine göre kullanılmalıdır.

- Sosyalizmin özü, dün olduğu gibi bugün de, yönetici sınıfların ayrıcalıklarının yok edilmesinde vebütün insanlara özgürlük, adalet ve refah götürülmesindedir. Sosyal Demokrat Parti, işçi sınıfınınpartisi iken, giderek tüm halkın partisi olmuştur.

- İşlerin bizzat yurttaşlar tarafından yönlendirilmesi dahil, yerel özerklik ilkeleri sosyal demokrasi içinönemlidir. Dernekler de çağdaş toplumun yararlı kurumlarıdır.

Fransa Başbakanı Michel Rocard'ın şu sözleri, çağdaş demokratik solun ulaştığı noktayıvurgulamak açısından anlamlıdır. "Bir sosyalist olarak, işverenleri hiçbir zaman fazla kâr içineleştirmedim. Ama yeterince kâr etmedikleri için eleştirdiğim oldu. Ve daha da sık olarak, kısa vadelihedefleri toplumun ortak geleceği için yararlı yatırımlara tercih ettikleri, bu nedenle de kârlarını uygunbiçimde kullanmadıkları için eleştirdim."

Rocard, çağdaş demokratik solun devletin işlevine nasıl baktığını da büyük bir açıklıkla sergiliyor:"Sol korumacı eğilimlerden de kendisini kurtarmalıdır... Devlet ancak yapmayı bildiği şeyleri iyiyapabilir. Yani yönetebilir, paylaştırabilir. Buna karşılık devlet üretmek için yaratılmamıştır. Birincidurumda, kamu hizmetine girmede her yurttaşın kesinlikle eşit koşullar altında bulunmasıistenmektedir. Diğerlerinde ise, düş gücü, uygulamada çabukluk, risk duygusu gerekir. Bu devletin nerolü ne de mesleğidir."

Türkiye'de sosyal demokrat ideolojinin, Kemalizm ile birlikte girmeye başladığını söylemek yanlışolmaz. Genel ve eşit oy hakkı, sekiz saatlik işgünü, çeşitli sosyal sigortalar, gelir düzeyine göredeğişen vergi sistemi, parasız eğitim hep sosyal demokrat dünya görüşünün yansımaları olarakgerçekleşmiştir. Halkevleri, köy enstitüleri, Türk Dil ve Tarih Kurumları'nın bağımsız birer dernekniteliği ile kurulmuş olmaları, hep aynı çerçeve içinde değerlendirilebilir. "Yurtta Barış, Dünyada Barış"ülküsü bile, sosyal demokrasinin çok bilinen barışçı ilkeleri ile çakışmaktadır. Çağdaş sosyaldemokrasinin hedeflediği sınıflar arası barışçı denge, Kemalizmin de açık hedeflerindendir.Kemalizmin -özel girişimi de yadsımayan- devletçilik anlayışı, sosyal demokrasinin, devletin toplumyararına gerektiğinde ekonomiye karışma anlayışından farklı değildir. Batı'da sosyal demokrat ya dademokratik sol nitelikli hareketlerin uzun çabalar, acılar ve kayıplar sonucu gerçekleştirebildiği bukazanımlar, Türkiye'de -Kemalist devrimcilik anlayışı içinde- çok daha kısa sürede ve acısız, kayıpsızsağlanmıştır. Kemalizmin bir "liberal demokrasi"yi değil, "sosyal demokrasiyi hedeflediği açıktır.1960'ların başında Türk işçisine tanınan "grev ve toplu sözleşme" hakları da, gene aynı çizginin birürünüdür.

Çağdaş sosyal demokrat ideolojinin Türkiye'ye girişinde ve yayılmasında önem taşıyan bir isim deBülent Ecevit'tir. Ecevit'in düşünce sisteminde, sosyal demokrasi, bir paylaşım ideolojisi olmanın,çalışanlar ve genel olarak ekonomik bakımdan güçsüz toplum kesimleri lehine düzenden ödünlerkoparma amacının ötesine geçmektedir. Geleneksel kamu sektörü-özel sektör ikileminin yanına, "halksektörü" adıyla üçüncü bir sektörü oturtmaya çalışmaktadır. Bu, halkın küçük tasarruflarının bir arayagelmesi ve sosyal güvenlik kurumlarının, kooperatif birliklerinin, sendikaların öncülüğünde büyükyatırımlara dönüştürülmesi ile oluşacak bir sektördür, işçiler ise, gerek kamu iktisadi kuruluşlarında,gerekse halk sektörü kuruluşlarında yönelime etkin bir biçimde katılacak, yetki ve sorumluluğupaylaşacaklardır. Ecevit, "Halk iktidarını gerçekleştirebilmek için, halkın ekonomik alandaörgütlenmesini hızlandırmamız gerekir" demektedir.

Page 54: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

55

ç) Tutuculuk ve Faşizm

Tutuculuk, liberalizmin karşısında topraksoyluların bir savunma ideolojisi olarak doğdu. Oluşurken,kendisinden önce varolan, Eflatun'dan bu yana uzanan tutucu düşünce birikiminden de yararlandı.Liberalizmin üzerinde yükseldiği eşitlik ve özgürlük ilkelerinin çürütülmesine öncelik verdi.

Gerek liberalizm gerekse sosyalizm çıkış noktasında iyimserdir, insanın iyi doğduğunu, amakoşulların onu bazı durumlarda kötü yaptığını, örneğin suça ittiğini savunur. İnsan akıllıdır ve kendisiiçin neyin iyi neyin kötü olduğunu seçebilecek yetenektedir. Oysa tutucu düşünce, sıradan insanınkötü, bencil olduğu, kendi çıkarını göremeyeceği inancından hareket eder. insanlar eşityaratılmamışlardır ve ilke olarak, büyük çoğunlukla, kendi çıkarını ikinci plana atabilen, yetenekli, akıllıve en önemlisi de iyi olarak doğmuş küçük azınlık arasında büyük bir fark vardır. Kendi çıkarlarınıgörmekten aciz kitleleri, bu seçkin azınlığın yönetmesi, yönlendirmesi toplumun da yararınadır.Uygarlık ancak böyle gelişebilir. Topraksoyluların aile çevresi ve eğitim olanakları, seçkinlerin en iyibiçimde yetişmesini sağlamaktadır.

Eşitlik ve özgürlük istenebilir şeylerdir, ama doğaya, yani Tanrı'nın iradesine uygun değildir. Doğalolan krallıktır ve topraksoyluların yönetimidir. Bütün ülkelerde bu tür yönetimin bulunması, Tanrı'nınböyle istediğini kanıtlamaktadır. Buna karşı gelmek, Tanrı iradesine karşı gelmek anlamı taşır. Eşityaratılmayan, kendi çıkarını bilemeyen insanın özgür olması, kendisine ve topluma yarar değil, zarargetirir.

Liberalizme göre çok daha akılcı ve tutarlı olan tutucu ideolojinin Avrupa'da etkisinin sürmesinde,kilisenin desteği büyük rol oynamıştı. Ama zamanla olaylar tutuculuğu zayıflatmaya başladı.Cumhuriyet rejimleri kurulup çoğaldıkça, eski rejimin, eşitsizlik ve özgürsüzlüğün Tanrı'nın iradesiolduğu görüşü kendiliğinden çürüdü. Kilise ise yavaş yavaş etkisinin bir bölümünü yitirdi ve yenitoplumsal güçlerle, yani kentsoylularla uzlaşma yoluna girdi.

Faşizmi, tutucu ideolojinin çağdaş kalıplar içindeki bir uzantısı sayabiliriz. Çıkış noktasında her ikiideoloji de eşitliksizci, özgürlük karşıtı, seçkinci, maddeci değil ülkücü, akıl değil duygular üzerinekuruludur.

Faşizm, ikinci Dünya Savaşı öncesinde, bu ad altında Mussolini İtalyasında somutlaştı. HitlerAlmanyasında ise Nazizm adını aldı. İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde, Franco ve Salazaryönetiminde uzun ömürlü faşist eğilimli rejimler görüldü. Şili'deki Pinochet yönetimi ve benzerleri deaynı sınıflandırmada yer alabilir.

Marksizmin tersine, faşizm, bilimsel verilerden hareket eden, tutarlı ve kapsamlı bir inanç sistemioluşturmaz. Çünkü, daha çıkış noktasında, kendisine esin kaynağı olmuş düşünürlerden başlayarak,insan aklının gücünü yadsır. Dış dünyanın ve özellikle de insan tarihinin anlaşılmaz olduğunu savunur.Schelling'in deyimiyle, "insanın bizzat kendisi en anlaşılmaz şeylerden biri iken, onun ve eyleminindünyayı anlaşılır kılması" düşünülemez.

Faşist düşüncenin temel kaynaklarından biri olan Schopenhauer'e (1788-1860) göre, insanoğlusonsuza kadar sefil kalacaktır, insanlığın acılarını hafifletmek için hiçbir şey yapmak olanağı yoktur,insan bencil yaratılmıştır ve siyasal eylemle de bir sonuç elde edilemez. Aynı "umutsuzluk felsefesi"nipaylaşanlardan Kierkegaard'ın buna karşı önerdiği çözüm ise, "Hıristiyan inancı"na yeniden dönmek,kendi mantığına değil, dinsel inancına güvenmektir.

Görüldüğü gibi, faşist düşüncenin temelinde; Descartes'dan Kant'a, Hegel'e kadar uzanan, insanaklına ve insanın bilinçli eyleminin koşulları değiştirebileceğine inanan bir felsefe çizgisine karşı tepkiyatmaktadır. Bu tepkide yer alıp faşizmi belki de en çok etkileyen düşünür ise Nietzsche'dir (1844-1900). O'na göre, insanlık bir çöküş dönemindedir. Ancak en yetenekli insanlar gerçekten insancıl biryaşama yükselebilirler. Öyleyse büyük çoğunluğun bu küçük seçkin kesim için çalışması ve ona boyuneğmesi zorunludur: "Yüksek bir kültür, ancak toplumda iki farklı kast'ın bulunduğu bir ortamdadoğabilir: çalışanlar ve yetenekli oldukları için boş zamanları olanlar. Daha açık söylemek gerekirse:zorunlu çalışma kastı ve özgür çalışma kastı." Doğa olarak aşağı yaratılmış olanlar bundan zatenrahatsız olmazlar, çünkü yeterli duyarlılıkları yoktur. Halklar da, tıpkı bireylerde olduğu gibi, iki ayrıdoğada yaratılmışlardır: Üstün olanlar ve aşağı olanlar. Onlar arasında da, üstün olanların hükmetmesigerekir.

Page 55: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

56

Nietzsche, "çağdaş dünyanın en büyük hatası"nın, Avrupalı işçinin "insanlık gururunun bilincinevarması"na izin vermesi olduğu kanısındaydı. Şöyle diyordu: "Azla yetinecek, Çinli benzeri, alçakgönüllü bir tür insanın oluştuğunu görmek umudundan tamamen vazgeçmek gerekiyor. Oysa aklıngereği, zorunluk bu yöndeydi... Amacı isteyen, aracı da ister. Eğer köleler istiyorsak, onlara efendieğitimi vermek anlamsız bir şeydir."

Faşizmi dolaylı olarak etkileyen düşünürlerden birisi de Georges Sorel'dir. (1847-1922). Sorel'inöğretisinde faşizmi etkileyen öğe; şiddetin topluma canlılık kazandıracak bir araç olarak övülmesi veegemen sınıflara, işçilerin istekleri karşısında örgütlü bir direnç göstermeleri için yapılan çağrıdır. Faşist düşüncenin önemli bir basamağını da Pareto (1848-1923) oluşturur, İtalyan düşünüre göre,insanların mantık dışı eylemleri, mantıklı eylemlerine göre çok daha fazla ve çok daha önemlidir.Sermaye sahipleri ile emekçiler arasındaki kavgayı durdurup topluma barış getirebilecek güçlü rejimise, teknik adamların diktatörlüğüdür. "Seçkinlerin Dolaşımı" ile en önemli seçkinci kuramlardan birisinioluşturmuş olan Pareto, 1789 Fransız Devrimi'ni kastederek şöyle demektedir: "Eğer Fransız yöneticisınıfı güç kullanmanın yararına inansaydı ve güç kullanabilecek iradesi olsaydı, elindeki iktidarıyitirmezdi ve kendi çıkarına çalışırken, aynı zamanda ülkesinin de çıkarına hizmet etmiş olurdu. Bütüntarihsel olaylar gösteriyor ki, eğer korumak için yeterli gücü ve enerjisi yoksa, hiçbir toplumsal sınıfvarlığını ve iktidarını uzun vadede koruyamaz." Sınıf çatışmaları devrim yaratabilir. Ama devrim,kitleleri eskisi kadar ezen yeni bir seçkin tabakayı iktidara ulaştırmaktan başka bir şeye yaramaz.

Pareto'nun yaşamı, demokratik ve insancıl düşüncelerle savaşmakla geçti. Sadece demokrasikarşıtı değildi, aynı zamanda çok katı bir ırkçılık ve emperyalizm yanlısıydı. 1922'de İtalya'da faşistleriktidara gelince, Mussolini kendisini senatör olarak atadı. İktidara geldiği ülkelerde zamanla büyük sermaye ile bütünleşen faşizm, aslında orta sınıflarınideolojisidir. Faşist düşünürler, isçi sınıfından olduğu kadar büyük sermayeden de hoşlanmazlar. Tıpkı,proleterleşmek korkusu ile komünizme karşı oldukları kadar, gene aynı korku içinde kapitalizmingelişmesine de karşı olan orta sınıfların geniş bir kesimi gibi. Faşist düşüncenin önemli isimlerindenbiri olan Werner Sombart (1863-1941) kapitalizm ile sosyalizm arasında gerçekten büyük farklarolmadığını savunmaktadır. Üstelik gelecekte "ne kapitalist ne sosyalist" olan, bireysel üretimin, elsanatlarının, küçük girişimlerin, "köylü ekonomisi"nin varlığını koruyacağı sistemler de yaşayacaktır.Hitler, iktidara gelmesinden bir yıl sonra yayınladığı "Alman Sosyalizmi" kitabında, sistemininmerkezine "orta sınıflar"ı yerleştirmiştir. Kapitalizmin yıkılmaması, ama "şefin emrine girmesi veiktidarın seçkinlere verilmesi gerektiğini yazmıştır. Halkın doğasını "kan ve tarih"in belirlediğinivurgulaması ise, faşizmin ırkçı yanının ilginç bir belirtisidir.

Liberalizm ve sosyalizmde ana hedef bireyin mutluluğu iken, faşizmde önemli olan devlet ya daulustur. Birey, devleti ya da ulusu için feda edilebilir. Birey amaç değil bir araçtır. Devlet her şeyinüstündedir ve her şeye karışır. Hiç bir şey devletin dışında ya da karşısında olamaz. Birey, bir hücreolarak ailenin, grubun, toplumun bir parçasıdır.

İnsanlar doğuştan eşit değildir. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için yaratılmıştır. Kötü veyetersiz olan kitleler, seçkinlerin ya da çok üstün yaratılmış tek bir seçkinin buyruklarına boyuneğmelidir. Eşit olmayan inanlara eşit oy hakkı tanıyan seçim bir saçmalıktır. Aptalla akıllı, bilgisizlebilgili, kadınla erkek eşit olamazlar. Yığınlar basit ve değersiz, kısa vadeli isteklerinin üzerineçıkamazlar.

Gerek "Duçe" (Mussolini) gerekse "Führer" (Hitler) zanan zaman halkoylaması yaparak kendilerinionaylatmak gereğini duymuşlardır. Ama ikisi de iktidarlarını halktan değil, Tanrı'dan almaktadırlar.Hitler halk onayladığı için değil, "Führer" olduğu için, doğal olarak iktidara sahiptir. Bu nedenle deiktidarı sınırsız ve denetimsizdir. Liberalizm "ahlak dışı" bir ideolojidir. Parlamenter demokrasi"sorumsuzluk ve güçsüzlük" rejimidir. Hitler'e göre; "Vaktini ahmak parlamenterleri ikna etmeklegeçiren bir bakan iş göremez".

İnsanlar eşit yaratılmadıklarına ve aralarında büyük farklar bulunduğuna göre, tartışmaya vedemokrasiye yer yoktur. Büyüğe ve en üstte de "şef"e boyun eğme esastır, insanlar eşityaratılmadıkları gibi, ırklar da eşit yaratılmamışlardır. Üstün ırkların aşağı ırkları yönetmeleri, onların vetüm insanlığın yararınadır. Üstün öndere boyun eğmeyen bireye, üstün ırka boyun eğmeyen aşağı ırkakarşı şiddet kullanılması doğaldır. Barışçılık korkaklıktır ve insanların ve ulusların içindeki yaratıcı ateşi

Page 56: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

57

söndürür, İtalya'da genç faşistlere şu ilke aşılanmıştır: "Bir ömür boyu koyun gibi yaşamaktansa, birgün aslan gibi yaşamak daha iyidir."

Faşizm, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı öngörür. "Tek şef, tek parti, tek devlet"anlayışı içinde, bütün toplum kesimleri tek bir örgütte temsil edilecek, tüm istekler orada dile getirilecekve devlet de bunları gerçekleştirecektir. İşçi de işveren de, sermaye sahibi de emekçi de "ÜretimcilerBirliği" içinde bir aradadırlar, işçilerin ayrıca örgütlenip ağırlığını duyurması yolu tıkalı bulunduğundan,bu sistem içinde işçilerin susması ve büyük sermayenin isteklerine göre ekonomiye yön verilmesisağlanmış olmaktadır. Sınıflar arası çatışmanın yerini ulusal birliğin alması amacına böyleceulaşılmaktadır.

Mussolini, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için muhalefete gerek yoktur" diyordu. Büyüksermaye çevreleri, kilise ve ordu, rejimin üzerine oturduğu sacayağını oluşturmaktaydı. Faşizmin geliştiği İtalya, Birinci Dünya Savaşı sonrasında "Büyük İtalya" düşlerinin yıkıldığı birülkeydi. Ağır toplumsal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya bulunuyordu, işçi ve köylü işgalleriyaygınlaşıyor, komünizm ideolojisinin sağladığı toplumsal destek büyüyordu. Orta sınıflar, bir yandankomünizmden, öte yandan da büyük sermayenin rekabetine dayanamayıp proleterleşmektenkorkuyorlardı. Zamanı durdurmak, tekrar eski günlere dönmek düşü içindeydiler. Hem komünizmehem de kapitalizme karşı, çelişkili duygular içindeydiler.

Faşizm başlangıçta bu toplumsal tabanın gereksinmelerine yönelik gibi iken, iktidar olduktan sonratamamen büyük burjuvazinin çıkarları doğrultusunda gelişti.

Nazizmin geliştiği Almanya'da, Birinci Dünya Savaşı'ından yenik ve ulusal gururu kırılmış olarakçıkmıştı, İleri bir sanayi ülkesi olmasına karşılık, dış pazarlar ve hammadde kaynakları İngiltere veFransa'nın elindeydi. Sömürgeleri olmadığı için, dıştan içe artıdeğer aktarıp toplumsal yumuşamasağlama olanaklarına sahip değildi. Kamu ve sanayide tekeller egemendi. Bankalar ise sanayitekelleriyle iç içeydiler. Tekelleşmeler ekonomik güçler arasında denge oluşumunu ve dolayısıylademokrasiyi zorlaştırıyordu. Dünyadaki 1929 ekonomik bunalımı iflasları ve işsizliği arttırmıştı. Ortasınıfların özellikle küçük esnaf ve küçük çiftçi kesimi, sınıfsal temellerini yitirme korkusu içindeydi.Toplumsal karışıklıklar artmış, komünistler güç kazanmaya başlamıştı.

Naziler işte bu ortamdan yararlanarak iktidar oldular. Alman ırkının üstünlüğünü, eski sömürgeleringeri verilmesi gerektiğini, kötülüklerin kaynağının yahudiler olduğunu, tüm Almanların aynı bayrakaltında toplanmaları gerektiğini, parlamenter sistemin değersizliğini savundular. Eğitim sistemi devletesaygı temeli üzerine kurulmalı, orta sınıflar yeniden güçlendirilmeliydi. Tekellerin kamulaştırılacağını,toptancı ticaretin kârının paylaştırılacağını, büyük mağazaların küçük esnafa kiralanacağını, toprakreformu yapılacağını, üretime katkı yapmadan kazanç sağlayan "mali kapitalizme" karşı önlemalınacağını vaat ettiler. Ama iktidara geldikten sonra, büyük sermayenin çıkarları ile çatışan hiçbiradım atmadılar.

d) Milliyetçilik

Milliyetçilik ideolojisinin doğması, millet yani ulus olgusunun ortaya çıkmasından sonradır. Değişenkoşullar, derebeyliğin oluşturduğu kendi kendine yeterli kapalı tarım ekonomilerini çatlatmıştı. Ticaretve sanayi geliştikçe, bu gelişmeye engel oluşturan derebeylik kurumları da yıkılmaya başladı. Ticaretingelişmesi için yollar, seyahat güvenliği ve bir derebeylikten ötekine değişmeyecek yasalar gerekiyordu.Serf, derebeyinin izni olmadan kente gidip serbest işçi olabilmeliydi.

Kapalı tarım ekonomisinden ulusal pazar ekonomisine geçilirken, insanlar ülke düzeyindebirbirleriyle ilişki içine girdiler. Aynı topluma ait olmanın bilinci gelişti. "Biz" duygusu, derebeyliğinbölgesel sınırlarından ulusal sınırlara kadar genişledi. Ortak dil oluştu, aynı yurdu paylaşmanın bilincigelişti. Papalığa bağlı evrensel kiliseden, krala bağlı ulusal kiliseye geçildi. Ulusal özellikler buetkileşim içinde ortaya çıktı. "Ulus" doğmuş oldu. Ulusal devlet, aynı zamanda yüz yüze ilişkilerin,birbirini tanıyanlar arasında ki ilişkilerin önemini yitirdiği bir çerçeveydi. Kurumsal ilişkiler içinde kişikendisini çok daha güçsüz ve yalnız hissediyordu. Dayanışma duygusuna, manevi dayanağa olangereksinme artmıştı, işte, böyle bir ortam içindedir ki, yurtseverlik milliyetçiliğe dönüştü. Siyasaliktidarın kaynağı da, "egemenlik ulusundur" ilkesine bağlı olarak açıklanmaya başlandı.

Page 57: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

58

On sekizinci yüzyılda Batı Avrupa'da milliyetçilik ideolojisi belirginleşirken, bu ideolojiyi önceliklekentsoyluların benimsedikleri ve kullandıkları doğrudur. Milliyetçilik, iktidarın kaynağını ulusakaydırarak, kentsoyluların iktidırına meşruluk kazandırmıştır. Feodal düzenin yıkılmasından sonraortaya çıkan yeni toplumsal-ekonomik düzenin güçlenmesini, yerleşmesini kolaylaştırmıştır. Ama tümbunlar, milliyetçiliğin kentsoyluların gereksinmelerini karşılayan, onlara ait bir ideoloji olduğu anlamınagelmez. Milliyetçilik bayrağı, zamanla, farklı dönemlerde ve farklı toplumlarda, farklı toplumsalsınıfların eline geçebilmiştir. Örneğin Asya ve Afrika milliyetçiliğinde, ideolojiyi sırtlayacak birkentsoylular sınıfından -bir toplumsal güç olarak- söz edebilmek olanaksızdır.

Milliyetçiliğin ereği, ilk kez ortaya çıktığı Batı Avrupa'da ulusal devleti yaratmaya, güçlendirmeyeyönelikti, daha sonra birçok ülkede önce bağımsızlık, sonra da bir kalkınma ideolojisi olarak kullanıldı.Baskın Oran'ın da vurguladığı gibi; milliyetçilik, ulusal devletin bulunmadığı İtalya ve Almanyaörneklerinde bir "birleşme hareketi" olarak görülürken, Polonyalılar, Ukraynalılar, Çekler, Slovaklar,Finler, Yunanlılar, Bulgarlar için bir "ayrılma hareketi" anlamını taşıdı. Gelişmiş ülkeleri sömürgeciliğeiterken, geri kalmış ülkeleri onlara karşı bağımsızlık savaşı vermeye itebiliyordu.

Osmanlı Imparatorluğu'nun çokuluslu yapısı içinde Türk milliyetçiliği çok geç gelişti. Çünkü nederebeylikten ulusal devlete geçme durumu, ne de bir bağımsızlık savaşımı gereksinmesi vardı.Üstelik imparatorluğun dağılmasını önlemek için etnik kökenlere önem vermemeye, özellikle de Türköğesini vurgulamamaya özen gösterilmekteydi. "Millet" yerine, inananların birliğini vurgulayan "ümmet"ülküsü ön plandaydı ve halifenin varlığı da bu yöndeki bir tercihi güçlendiriyordu. Zamanla imparatorlukçözülmeye yüz tutunca, imparatorluğun içinde yer alan başka uluslar kendi bağımsızlıklarınıkazanmaya başlayınca, Türk milliyetçiliği de filizlendi. Halifeliğin ve sultanlığın sona erip, eskiimparatorluğun yıkıntıları üzerinde çağdaş bir ulusal devlet kurmak için, Atatürk milliyetçilik ideolojisinikullandı, "egemenlik ulusundur" ilkesinden hareketle yeni rejimi kurdu.

Batı Avrupa'da milliyetçilik ideolojisi, Papa'ya bağlı uluslararası nitelikteki dinsel ideolojiyle çatışmışve laik bir yönde gelişerek egemen ideoloji olmuştu. Türkiye'de de, en azından Atatürk dönemindedurum aynıydı. Daha sonraları ırkçı-milliyetçilerin bir bölümü, kendilerine toplumsal destek bulabilmekiçin, "Hedefimiz Turan, Rehberimiz Kuran" sloganını benimsediler. Ama dinci çevreler, ulus ayrımıyapmaksızın tüm Müslümanları bir araya getirmeyi amaçlayan "ümmet" görüşüne bağlı olduklarından,genellikle milliyetçi akımlardan uzak durdular.

Batı Avrupa'da toplumsal-ekonomik gelişmeler sonucu önce ulus olgusu doğmuş, sonra o ulusauygun bir ulusal devletin yaratılması açısından milliyetçilik ideolojisi bir işlev görmüştü. Geri kalmışülkelerin çoğunda ve hatta Türkiye'de ise durum tersineydi. Önce geleneksel kurumların yıkıntılarıüzerinde yeni bir devlet kuruldu, sonra bu devlet ilk hedef olarak "ulus"u yaratmaya çalıştı. Atatürk'ünTürk Dil ve Tarih Kurumlarına bunca önem vermesinin nedeni, Türklere bir "ulus bilinci" aşılamaktı.Osmanlı İmparatorlugu'nun çokuluslu yapısı içinde yitmiş ve bazen de horlanmış olan ulusal benliğiyeniden kazandırmaktı.

Eski Türklerde gelişmiş bir "ulusal bilinç" bulunduğu ile ilgili en önemli kanıl, Orhun Anıtları'dır.Sekizinci yüzyıldan kalmış olan bu anıtların üzeri arı bir Türkçe ile yazılmıştı ve bütün Türkleribirleştirmek gibi bir ülküyü de yansıtıyordu. Oysa aynı tarihlerde Avrupa'da yaşayan toplumlarda neböyle gelişmiş bir arı dil, ne de bu düzeyde bir "ulus bilinci" vardı.

Aynı bilincin izlerini, Selçuk şehzadesi Siyavuş'un Karaman Türklerine yaptığı vaatlerde degörüyoruz. Konya'yı ele geçirmek ve Anadolu Türk halkını kendine bağlamak isteyen Siyavuş,Türkçeyi resmi dil yapacağı ve Moğolları Anadolu'dan kovacağı sözünü vermişti. Ali Engin Oba'nın davurguladığı gibi, bu bir yandan yabancı kültüre, öte yandan da Moğol istilasına olan tepkiyiyansıtıyordu.

Türklerde "ulus bilinci"nin gerilemesinin 1453'lerden, yani İstanbul'un fethinden başladığınısöylemek yanlış olmaz. Artık çok-uluslu bir yapı içinde "devşirme sistemi" egemen olacak, Türk öğesi,bilinçli bir çaba ile geri plana itilecekti. Fatih Sultan Mehmet'in Çandarlı Halil Paşa'nın boynunuvurdurup, yerine devşirme Zağanos Paşa'yı sadrazam yapması bir dönüm noktasıydı. Bu olaydansonra, iki yüzyılı aşkın bir süre, doğuştan Türk olan hemen hiçbir kimse Osmanlı İmparatorluğu'ndasadrazam konumuna yükselemedi.

Page 58: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

59

Bülent Ecevit'e göre; "Türk kökenlileri yönetimden olabildiğine uzak tutma politikası, sınırsız iktidaristeğinden doğuyordu. Çokuluslu Osmanlı imparatorluğunu oluşturan pek çok unsur içinde sadecedoğuştan Müslüman Türkler iktidarı denetleyip sınırlayabilecek durumdaydılar. O yüzdendir ki, FatihSultan Mehmet, bu yetkiye sahip olan ulusu devlet yönetiminin tamamen dışına itmek istemiş ve bunubaşarmıştır."

Öte yandan, Osmanlılar ele geçirilen topraklarda yönetimi kolaylaştırmak ve imparatorluğundevamını sağlamak amacıyla, ulus ayrımını ortadan kaldırmaya çalıştılar ve din ayrımını ön planaçıkardılar. Çeşitli din ve mezheplerin önde gelenlerine önem verdiler, yetkiler tanıdılar. Ama buhoşgörü ve dokunulmazlık, kilisenin güçlenmesi ve ulusal kültürleri canlı tutması gibi bir sonuç verdi.Avrupa'da milliyetçiliğin gelişmesini kilise engellemeye çalışırken, Osmanlı İmparatorluğu'nda tersioldu; kilise, milliyetçilik akımının önemli bir kaynağını oluşturdu. Türkler ise, Ali Engin Oba'nınanlatımıyla; "İslamiyet içinde eriyerek kendi benliklerini kaybettikleri gibi, kendi kültürel değerlerini canlıtutabilecek ne kilise gibi örgütlere ne de liderlere sahip olmuşlardır". Balkanlar'da milliyetçilik akımınıngelişiminde yabancı egemenliğine duyulan tepkiyle, genellikle azınlıklarda görülen bir tür "savunma,korunma içgüdüsü" de rol oynamıştı. Oysa Türkler açısından bu etkiler de söz konusu değildi.

Bazı tarihçilere göre, Türk öğesinin geri plana itilmesinde, milliyetçi tepkilerin oluşması vedolayısıyla imparatorluğun parçalanmasının önlenmesi amacı rol oynamıştı. Neden ne olursa olsun,Osmanlılarda Türk dil, tarih ve kültürünün ihmal edildiği açıktır. On dokuzuncu yüzyıl başlarınagelinceye kadar, Türklerin Müslümanlığı kabul etmeleri öncesindeki tarihlerine hiçbir ilgigösterilmemiştir. Sultan ikinci Abdülhamit, işi, Türkçe (yani Arapça ve Farsçadan arınmış bir dille)makale yayınlamasını yasaklamaya kadar götürmüştür.

15. yüzyıl ortalarına gelinceye değin, bazıları Orta Asya'da yapılmış birçok Türkçe Kuran çevirisivardı. Bu tarihten sonra Türkçe Kuran yasaklandı ve günah sayıldı. Bu tutumun, Fatih'in Türk öğesinidevlet yönetiminden dışlamasına koşutluğu dikkat çekicidir. Türklerde milliyetçilik akımınıngecikmesinin bir nedeni olarak, kentsoylu (burjuva) sınıfın yokluğunu gösterenlere de rastlıyoruz. BatıAvrupa'da olduğu gibi, Balkanlar'da da milliyetçilik hareketlerinin öncülüğünü tüccarlar üstlenmişlerdi.Oysa Osmanlı İmparatorluğu'nda, 17. yüzyıldan başlayarak ticaret Müslüman olmayan azınlıklarıneline geçti. Elle üretime dayalı Osmanlı sanayisi de, hızla gelişen Avrupa sanayiinin 19. yüzyılortalarından başlayarak Osmanlı pazarına girmesiyle gerilemeye yüz tuttu. Padişahların "el koyma"yoluyla özel servetleri yok etmesi de Batı'daki benzeri bir kentsoylu girişimci sınıfın ortaya çıkmasınaizin vermemişti. Bu durumdan kaçmak isteyenler servetlerini vakıf haline getirmişlerdi. Ama vakıfkaynakları yatırıma dönüştürülmeye ve bir kentsoylu sınıf yaratmaya elverişli değildi. Batı'dakinin veBalkanlar'dakinin tersine, gecikmeyle doğan Türk milliyetçiliğine öncülük etme görevini aydınlarınüstlenmesi gerekti.

Yusuf Akçora, 1911 yılında şu satırları yazmıştı: "Vatan ve milliyet idealini biz mekteplerimizdendeğil, tesadüfen elimize geçen ecnebi kitaplardan, yahut etrafımızda, içimizde yasayan yabancımilletlerin faaliyetlerinden öğrendik." Gerçekten de, Türk milliyetçiliği bir iç gelişmeden çok dış etkilerinsonucu filizlendi. Bu dış etkileri, Rusya'dan, Balkanlar'dan, Batı Avrupa'dan ve Macaristan'dankaynaklananlar olarak dörde ayırabiliriz.

Kırım ve Kazan Türkleri başta olmak üzere, Çarlık Rusyasında yaşayan Türk topluluklarında "ulusbilinci" Osmanlı Türkleri'nden önce gelişti. Bunda, özellikle Çar 3. Aleksander ile başlayan milliyetçibaskıların önemli rolü vardı. Ruslar ve Ortodokslar dışındaki ulus ve dinlere hoşgörü gösterilmemesi,bu ülkede yaşayan Türkleri milliyetçi tepkilere itmekte gecikmedi. Kendi benliklerini koruma çabası ilkinKazan ve idil Boyu Türkleri'nde başladı. Din adamı, öğretmen ve esnaf kesiminin öncülüğünde gelişenhareket, giderek Sibirya, Kazakistan ve Türkistan'daki Türkleri de etkilemeye çalıştı. Rusya'danİstanbul'a gelen Türk aydınları, Osmanlı Imparatorluğu'nda Türk milliyetçiliğinin doğuşuna katkıdabulundular. Ali Engin Oba'nın deyimiyle, "Türk milliyetçiliği Panislavizme bir tepki olarak" doğdu. Rusyaile yapılan savaşların çoğunlukla yenilgi ile sonuçlanmaya başlamasıyla da, bu milliyetçilik akımı, bir"öç alma" duygusu içinde giderek "Turancılılık"a dönüştü.

Zengin Kazan Türkleri'nin masraflarını karşıladığı "Rusya Müslümanlar"ının kongrelerinin, Türkmilliyetçiliğinin gelişmesinde önemli katkıları olmuştur. 1906 yılında toplanan Üçüncü Kongre'de alınankararlar arasında, bütün Rusya Müslümanlarının benzer bir okul sistemine sahip olmaları ve buokullarda "edebi Türk dili"nin okutulmasına başlanması isteği de vardı. Kırımlı İsmail Gaspıralı'nın

Page 59: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

60

1883'te çıkardığı "Tercüman" gazetesinin savunduğu düşüncelerin bu oluşumdaki rolü iseyadsınamazdı. Gaspıralı, Türk ulusunun kendi dilini koruyarak batılılaşması gerektiğine inanıyordu.Türk dili, Arapça, Farsça ve diğer yabancı dillerden geçmiş sözcüklerden giderek arındırılmalıydı.Rusya Türkleri arasında ilk aşamada dilde ve düşüncede birlik sağlandıktan sonra, sıra eylemdebirliğe, yani bağımsızlık hareketine gelecekti. Türk kadınına özgürlük ve erkeklerle eşit haklar vermekde Gaspıralı'nın hedefleri arasında yer alıyordu.

Bir Azeri Türkü olan Hüseyinzade Ali Bey de, Türk milliyetçiliğinin doğuşunda önemli yeri olanisimlerdendir. 1908'den sonra İstanbul'a gelen Ali Bey, Ziya Gökalp ve arkadaşlarına Turancıdüşünceler aşılamayı başarmıştır. Türkçülük akımını bir düşünce sistemi haline getiren kişi, dahasonraları Ziya Gökalp olacaktır.

Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde ikinci etkiyi Rumeli'nin kaybının yaptığını söyleyebiliriz. Evlerini,topraklarını terk ederek anayurda gelmek zorunda kalan Rumelili Türkler, kendilerine yapılan eziyetidile getirerek, milliyetçi duyguların doğmasında rol oynamışlardır. Büyük devletlerin baskısıyla,çoğunluğu Balkcmlar'da yaşayan Hıristiyan halklara tanınan haklar da, milliyetçi tepkinin gelişmesinekatkıda bulunmuştur.

Uzaktaki yurtlarına "Turan" adını vererek, bir bakıma Turancılık akımının başlatıcısı olanlarMacarlar'dır. Germenler'le Slavlar arasında sıkışmış oldukları halde, ne Germen ne de Slavolduklarının farkına varan Macarlar, kendi geçmişlerini araştırdıklarında, Atilla Hunları ile aynı soydangeldiklerine inanıyorlardı. Turan Derneği, Kont Teleki Pal'ın başkanlığında 1910 yılında kurulduğunda,üyeleri arasında ünlü tarihçi ve ozanlar da vardı. Dernek, 1913'te Turan adını taşıyan bir dergiçıkarmaya başladı. Derginin ön kapağı Macarca, arka kapağı eski yazı Türkçe basılıyordu. Turankavramı ise, ilk sayıda Fransızca olarak yer alan bir makalede açıklanmıştı: "Turan sözcüğü ile biz,eski ortak yurdumuzu, büyük geçmişimizin anılarını, daha büyük hir geleceğin umutlarını anlıyoruz.Üstlendiğimiz görev çok büyük ve zordur; ama onu yerine getirmek biz Macarlar'a düştüğü için demutluyuz." (Turancılık giderek Türk milliyetçileri arasında da yayılacak ve Cumhuriyet Türkiyesi'ndede, "aşırı milliyetçilik" olarak nitelendirilen bir akım olarak sürecektir. "Hedefimiz Turan, rehberimizKuran" sloganı, 12 Eylül öncesinde bir grup tarafından kullanılmıştır.)

Macar Turan Derneği Üyelerinden Zempleni Arpad bir şiirinde şöyle diyordu: "Doğuya Macar,doğuya bak; şerefli büyük akrabanı sen orada bulacaksın - Kahraman ulusum, dostunu doğudakikardeşlerinin arasında ara..."

Sırp, Yunan, Romen, Bulgar ve Arnavut milliyetçilik akımlarının ortaya çıkışında, bu toplumlarda"ulus bilinci"nin doğmasında, tarihleriyle, yazınlarıyla, kısacası kültürleriyle ilgili araştırma ve yayınlarınönemli rolü olmuştu. İşte Türk milliyetçiliğine Avrupa'nın katkısı da bu noktada görüldü. Bir yandaTürkoloji bir bilim dalı olarak doğmaya, 19. yüzyıl ikinci yarısında Eski Türklere yönelik araştırmalaryapılmaya, Türklerin kurduğu büyük devletler ve uygarlıklar gün ışığına çıkarılmaya başlandı. Öteyanda Türk elişi ve sanat ürünleri Avrupa'da değerlenmeye yüz tuttu. Bazı zengin evlerinde Türkodası, Türk köşesi oluşturulur oldu. Lamartine'den Auguste Comte'a, Pierre Lafayette'den Pierre Lotive Claude Farrere'e kadar bazı ünlü isimler Türkler hakkında övgü dolu yazılar yazdılar. Yabancı dilöğrenen, Avrupa'ya giden Türk aydınları bunlardan etkilendiler. Kendilerinde bir "Türklük bilinci"doğmaya başladı.

Gecikmiş Türk milliyetçiliği, kuşkusuz ki sadece dış etkenlerin dolaylı bir ürünü, bir tür tepki ideolojisideğildir. Ali Engin Oba'nın da değindiği gibi, aynı zamanda, "Osmanlı İmparatorluğumun yıkılmaküzere olduğunun Türk aydınlarınca hissedilmeye başlandığı bir dönemde, bu çöküşü engellemek içinaranan çarelerden biri olarak ortaya çıkmış"tır. Kemalizmle ilgili sayfalarda da göreceğimiz gibi, Türkmilliyetçiliği, Atatürk ile birlikte ırkçı düşlerden arınmış ve çağdaş bir bağımsızlık ve kalkınmaideolojisine dönüşmüştür.

Doğu Ergil, milliyetçiliğin amaçlarını ulusal ekonomiyi yaratmak, bağımsız bir ulusal devlet yaratmakve ulusal bir kültür (ortak değer sistemi ve beklentiler) yaratmak biçiminde sıraladıktan sonra şöylediyor: "Ulus ve ulusçuluk, ne Batı'nın dağınık feodal siyasal ve ekonomik örgütlenişi içinde, ne deDoğu'nun çokuluslu ve çoğu teokratik imparatorlukları bünyesinde gelişebilirdi. Pazar ekonomisinin buiki yapıyı dağıtıp, bireyleri ve yöresel toplulukları ortak bir ulusal pazar içinde örgütlemesi, ulusaltopluluğun oluşumunun temelinde yatan en önemli etmendir."

Page 60: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

61

Milliyetçilik, öncelikle her ulusun kendi yazgısına egemen olma, kendi devletini kurma hakkını içerir.Kurulan devletin daha çağdaş olmasını istemek de bunun doğal uzantısıdır. Ama çok güçlenen birdevletin başka ulusları egemenliği altına almak için harekete geçmesini istemek, artık başka birmilliyetçilik anlayışıyla ilgilidir (Saldırgan milliyetçilik). Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Milliyetçilik,aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışmagereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içinde çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu,toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. Başka bir deyişle,toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak ve kolaylaştırmak amacıylakullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesimtarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.

e) Kemalizm

Kemalizm, tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi, bir devrim ideolojisi olarak doğmuştur. Ama, liberalizm vesosyalizmden farklı olarak, geri kalmış bir ülkedeki devrim koşullarının gereksinimlerini yansıtmaktadır.Bu nedenle de, Kemalizmi iyi değerlendirebilmek için, geri kalmış ülke devrimlerinin gelişmiş ülkedevrimlerinden farkını anlamak gerekir.

Fransız Devrimi, evrim sürecinde önlerde yer alan bir toplumda rastlanabilen devrimlerin en ünlüörneğini oluşturur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş, ama eski koşullara göre oluşan veeski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal kurumlar değişmemekte direnmiş,toplumsal-ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamıştır. Kentsoylular (burjuvazi) yeni bir toplumsalsınıf olarak doğmuş, güçlenmiş, ama güçleri ölçüsünde siyasal rejimde etkili olamamışlardır. Biranlamda toplumun altyapısı değişmiş, ama üstyapı bu değişikliğe uymamıştır. Burada söz konusuolan, eski kurumları yeni koşullara, yani üstyapıyı altyapıya uydurmaktır; değişen koşullarla, koşullarınyarattığı gereksinmeleri karşılaması gereken kurumlar arasındaki çelişkileri gidermektir.

Evrim sürecinde geride kalmış toplumlarda görülen devrimler ise, belirli tarihsel koşullardanyararlanarak, bu toplumların evrimini hızlandırmak, bazı evreleri atlamak amacını taşır. Birinci grupülkelerdeki devrimciler, koşulların gereğini yerine getirmek ve gereksinimlerin doğurduğu devrimciideolojiyi izlemekle yetinmek durumundadırlar. Toplumun henüz ulaşamadığı bir aşamaya görekurumlar oluşturmak, böylece gelişmiş ülkelerle aralarındaki açığı bir ölçüde olsun kapatmakzorundadırlar. Kendilerinden çok önce o aşamaya ulaşmış olan toplumların deneyimlerinden dersalabilmek olanağına sahiptirler. Ama o devrimin doğal taşıyıcısı, itici gücü olan toplumsal sınıfınbulunmaması ya da çok güçsüz olması nedeniyle de işleri çok daha zordur. Ancak, eski düzeninsavunucusu güçlerin -tarihsel nedenlerle- zayıflamış oldukları bir andan yararlanarak iktidaragelebilirler. Temel devrimci gücün yokluğunu ya da zayıflığını ise, ideolojiye büyük ağırlık vererek ve oideoloji etrafında iyi örgütlenmiş "bilinçli" bir çekirdek güç oluşturarak telafi etmeye çalışırlar.

Toplumlardaki güçler dengesinin değişmemesine karşın, eski güçler dengesinde ağır basan güçlerinçıkarlarına ve dünya görüşlerine göre biçimlenmiş olan kurumların değişmemekte direnmesi, devriminnesnel (objektif) koşullarını oluşturur. Var olan bu düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin ilkelerini içerenideoloji ise, devrimin öznel (sübjektif) koşulu sayılabilir. Devrimi, bilinçsiz bir ayaklanmadan, kızgınlıkbirikimlerinin kırıp-dökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik, sahip olunan "devrimci bilinç", yani"bilinç" öğesidir.

Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak doğar, devrimci eylem içinde gelişir.Böyle bir devrimde ideolojinin ağırlığı, nesnel koşulların çok gerisinde kalır. Oysa geri kalmış ülkelerdenesnel koşullar yeterince oluşmamış olduğu için, ideolojinin önemi artar. İdeoloji, devrimi olanaklı kılanortamdaki, somut koşullardaki eksikliği giderme, boşluğu doldurma işlevini üstlenir. Burada ideoloji,gene devrimci eylem içinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde hazır olarak vardırve çoğunlukla da, ana çizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Amaç zaten o ülkelerin düzeyinedaha hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için, bunu doğal karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji, devriminöncüsü güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler geçirmekle birlikte, ana doğrultuda aynıkalır.

Page 61: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

62

Her devrim belirli toplumsal güçlere dayanarak gercekleşir. O güçlerin yeterince gelişmediğiortamlarda ise, devrimci ideolojinin kendisi, yarattığı bilinç ve kitleler üzerindeki etkisiyle devrimci birgüç oluşturabilir. Bir ayaklanmanın, bir hükümet darbesinin, bir bağımsızlık savaşının, tarihihızlandırmak amacındaki bir devrime dönüşmesinde, devrimci ideolojinin etkisi büyüktür. Amaideolojinin devrimdeki ağırlığının artması ölçüsünde, dogmatikleşmesi olasılığı da artar. Çünkü sözkonusu ideoloji, bir anlamda, var olması istenilen, ama henüz var olmayan koşulların ürünüdür.

Mustafa Kemal, tıpkı Lenin gibi, Birinci Dünya Savaşı'nın ülkesindeki eski düzenin temsilcilerinimaddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlu kılmadığı yeni birtoplumsal-siyasal düzeni yaratarak süreçleri harekete geçirmiştir. Lenin, Rus ordusunun perişanolması sayesinde, küçük, ama iyi örgütlü ve bilinçli bir güce dayanarak siyasal iktidarı ele geçirirken;Mustafa Kemal, ülkesini düşman işgalinden kurtarmanın kendine kazandırdığı olağanüstü etkiyikullanarak devrimi gerçekleştirmiştir. Lenin'in Rusya'nın koşullarına uydurmağa çalıştığı Marksistideoloji -yukarıda değindiğimiz nedenden dolayı- dogmalaşırken; Mustafa Kemal, liberalizm vesosyalizmden yararlanarak Türkiye'nin koşullarına göre oluşturmaya çalıştığı devrimci ideolojinindogmalaşma olasılığını önlemeye çalışmıştır, ideolojik kalıplaşmanın hızlı bir değişim süreciylebağdaşmayacağını vurgulayarak, bir anlamda "sürekli devrimcilik" anlayışının öncülüğünü yapmıştır.Bazılarının ileri sürdüğünün tersine, Kemalizmin ideolojisi vardır, ama "öğreti"si (doktrini) yoktur.

Kemalizmin önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve çağdaşlaşma. Bu ereklere ulaşmakiçin, ideolojinin çerçevesini oluşturan milliyetçilik, cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri Fransız Devrimi vedolayısıyla liberalizmden, devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de sosyalizmden esinlendi.

Kemalizm içinde "milliyetçilik", bir yandan ulusal bağımsızlığın sağlanması, öte yandan daçağdaşlaşma gereksinimlerini karşılamaya yönelik ideolojik bir öğe oluşturuyordu. Çağdaş bir toplumolmak için önce ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmiş olmak gerekiyordu. Uluslaşma aşaması,çağdaş toplumun temel özelliklerinden olan demokratikliği sağlayabilmek için de (ileride göreceğiz) birön koşuldu.

Türk milliyetçiliğinin kökenlerini, genel olarak milliyetçilik ideolojisini incelerken görmüştük. Çeşitlikaynaklardan beslenen bu gecikmiş milliyetçilik akımını bir düşünce sistemi içine oturtan kişi ZiyaGökalp olmuştu. Bu yandan ulusal bağımsızlığı sağlamak, öte yandan çağdaş anlamda bir ulusyaratmak ereğine yönelen Mustafa Kemal elbette ki bu birikimden yararlanmıştır. Ama, aynı zaman da,eylem içinde onu aşmış, kendi damgasını taşıyan bir milliyetçilik anlayışına ulaşmıştır. Bu, sınırlarötesi hedefler gözetmeyen, ırkçı olmayan, çoğulcu bir milliyetçiliktir.

Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle "mazlum milletler"in birer birerbağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden söylemiş, ulusal kurtuluş savaşının başarısı ile de onlaracesaret vermiştir. Emperyalist devletlere karşı kazanılan bu ilk kurtuluş savaşı, giderek evrensel birmodel oluşturmuştur. Kemalist milliyetçilik anlayışının dışa yönelik hedefi, "çağdaş uluslartopluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi olmak"tır. Sadece siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen,ekonomik bağımsızlığı da içeren bir "tam bağımsızlık", bu hedefin ayrılmaz bir parçasıdır.

Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi ise, çağdaş bir ulus yaratmaktır. Bu ulus, ne "ırkçı" ne de"ümmetçi" bir anlayışı yansıtmaktadır. Atatürk'e göre ulus, ne din ne de ırk temeline dayanır; ulusuyaratan temel öğe, ortak tarih o ortak tarihin ürünü ortak dil ve sonuç olarak ortak kültürdür. Atatürk ilkTürkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir konuşmada, Türk, Kürt, Laz, Çerkez birlikte bir bütünoluşturduğunu vurgulamış, Kurtuluş Savaşı sırasında hep "Türkiye Milleti" deyimini kullanmıştır. Dahasonraları karmaşık bir etnik yapıdan kendine güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çabagösterdiğinde de, örneğin "Ne mutlu Türk olana" dememiş, "Ne mutlu Türk'üm diyene" demiştir.O'nun için "Türk" Anadolu toprakları üzerinde "kederde, kıvançta" dayanışma içinde olan insanların"ortak" adıdır. Orta Asya'daki Türk, o milliyetçilik çevçevesinde yer almazken, Anadolu'nun tüminsanları, etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası sayılmaktadır. Atatürk "Medeni Bilgiler"kitabında şöyle demiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir." 1935

Page 62: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

63

yılındaki resmi tanımlamaya göre de, "ulus, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardanmeydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür."

1924 Anayasası'nın 88. maddesi şu tanımı yapmaktaki "Türkiye halkına, din ve ırk ayırtedilmeksizin, vatandaşlık bakımından Türk denir."

Atatürk, ulus kavramından din öğesinin dışlanmasını, dini ulus dışında ayrı bir olgu olarakdeğerlendirilmesini ise şöyle savunmuştur: "Türkler İslam dinini kabul etmeden de büyük bir millet idi.Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de saireninTürklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesin etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti;milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin amacı, bütünmilliyetlerin üzerinde, hepsini kapsayan bir ümmet siyaseti idi."

Milliyetçilik, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı korunma vedayanışma gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içindeki çıkar çatışmalarına aletedildiğinde tutucu, toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. Başkabir deyişle, toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak amacıylakullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesimtarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.

İlerici milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil, onların acılarını dindirmeye yöneliktir,ilerici milliyetçilikte, insafları egemenlik altına almak değil, onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır,ilerici milliyetçilik, bütün insanların özgürlüğünü ve tüm toplumların eşitliğini savunur, ilerici milliyetçilik,bölücü değil, birleştiricidir. İlerici milliyetçilik, savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde,yukarıdaki amaçlar uğruna kabul eder. İşte ilerici milliyetçilik, Kemalist milliyetçiliktir. Bu nitelikleriylede, çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.

Kemalizmin ilkelerinden "cumhuriyetçilik", bir anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi görülebilir.Eğer egemenlik ulusa ait ise, ülkenin kimler tarafından hangi kurallara göre yönetileceği de ulustarafından belirlenecek demektir. Kemalist ideoloji içinde cumhuriyetçilik, giderek "demokrasi" ilebütünleşmekte, eşanlamlı hale gelmektedir. Cumhuriyetçilik aynı zamanda, siyasal iktidarın dinselkökenli olmaklan çıkması, laikleşmesi, siyasal rejimin çağdaşlaşması demektir. Bu ilke, iktidarın dinselkökenli olmaktan çıkmasıyla laiklik ilkesiyle, meşruluğun temelini halk desteğinin oluşturmasıyla da,halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir.

Mustafa Kemal'e göre, "Yeni Türkiye Devleti" bir halk devleti idi, halkın devleti idi. Oysa geçmiştekidevlet, bir "kişi devleti" idi, kişilerin devleti idi. Cumhuriyet rejiminden ne anladığını ise şöyleaçıklıyordu: "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyetikurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır

. ... Milli egemenlik esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. TürkiyeCumhuriyetinde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur." Suna Kili'nin de altınıçizdiği gibi, Kemalist cumhuriyetçilik anlayışı ulusçu, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcuydu.

Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atamız, 1930'lar Avrupasında neredeyse yaygınolarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsilinedayalı korporatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o dönemdeetrafındaki birçok kişi, özellikle faşist-nazist modelden etkilenmişlerdi.

Page 63: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

64

Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile, oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman zaman sertbiçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması son derece önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemalbu tercihi yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk kazandırmak umacıyla dahareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında izlediği yol da, demokrasinin O'nun açısından birtemel tercih sorunu olduğunu ortaya koyuyordu. Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle, zaman zamansert önlemlere başvurmak zorunda kaldığı zaman bunu doğal saymıyor, "Onlar ancak başkaönlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman, zorunlu olarakonaylanır" diyordu.

"Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden birteşebbüste bulunsun" görüşünü savunan Ergun Özbudun'a katılmamak olanaksız. Serbest Fırka'nınkurulması aşamasında Atatürk'ün Fethi Bey'e yazdığı mektuplarda şu satırlar vardı: "Büyük MilletMeclisi'nde ve millet önünde millet işlerinin serbest olarak münakaşası ve iyi niyet sahibi zatların vefırkaların düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beriaşık ve taraftar olduğum bir sistemdir." Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü gösterenAtatürk, özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına sahipti. Özgürlük anlayışı ise, sadecebaşkasına zarar vermemek anlamında bir "negatif özgürlük" anlayışıyla da sınırlı değildi, insanın kendiyeteneklerini geliştirmesi anlamındaki bir çağdaş özgürlük anlayışını daha 1930'larda savunmaktaydı.

Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen gösterdiği bazı şeyler var ki, günümüzün "katılmacı" demokrasianlayışını daha o zamanlar, sezgileriyle benimsediğini düşündürmektedir. (Bu açıdan, örneğin 12 EylülAnayasası'nın demokrasi anlayışından çok daha ilerdedir): Dünya'da ilk kez bir bayram çocuklaraarmağan edilmiş ve o vesile ile onlara, ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmayaçalışılmıştır. 23 Nisan günleri çocukların, kentlerindeki önemli kamu görevlilerinin makamlarınaoturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının, bir oyun havasınınötesinde anlamı olduğu açıktır. Belki gene ilk kez, bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş veonlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş, 1924'te seçmenyaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hakve özgürlüklerini -demokrasinin anayurdu sayılan bazı batı ülkelerinden önce- veren, kadının siyasalyaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk'tür.

Atatürk bununla da yetinmemiş, gerçekleştirdiği büyük "kültür devrimi" açısından önem taşıyankurumların bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip olmalarına özen göstermiştir. Her şeyin devletiçinde ve devlet için olduğu faşizmin yükselme döneminde bile, Türk Dil ve Tarih Kurumları siyasaliktidardan bağımsız birer dernek olarak kurulmuş ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Atatürk onlarınparasal bağımsızlığını sağlayabilmek için, kendi mal varlığını sürekli bir destek olarak kullanmaktançekinmemiştir. Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404 "Halkevi" ile dört bin kadar "Halkodası" da, kâğıtüzerinde tek partiye bağlı olmakla birlikte, büyük ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahipkılınmışlardır. Bunlar, "kitle örgütleri"nin kötü gözle görüldükleri 1980'lerin Türkiye'sinde yarım yüzyılönceki Kemalist ideolojiyi yansıtan somut örneklerdir.

Mustafa Kemal, demokrasinin her şeyden önce bir özgürlük sorunu olduğuna inanıyor ve şöylediyordu: "İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veyaiktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyatvatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onunhedefi, milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türkdemokrasisi Fransa ihtilalinin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelişmiştir. Zira hermillet devrimini toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre (...) yapar. Demokrasi prensibi, ulusalegemenlik pekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü,yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır."

Page 64: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

65

Mustafa Kemal'in demokrasi anlayışı, Kemalizmin en önemli ilkelerinden olan "halkçılık"tan dasoyutlanamaz. Atatürk başlangıçta halkçılığı şu şekilde tanımlıyordu: "Bugünkü varlığımızın asıl niteliğimilletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın elinegeçmesidir." Ama zamanla bu ilkenin de içeriği gelişti ve Halk Partisi'nin programlarında üç öğeyiiçermeye başladı: Siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul edilmemesi vetoplumun dayanışma içerisinde gelişmesi.

Osmanlı imparatorluğu'nun çöküş döneminde girişilen reformlar, hep devleti kurtarmakamacına dönüktü. Oysa Mustafa Kemal, halka güç kazandırmadan, halka dayanıp onun yaratıcıgücünden yararlanmadan çağdaş bir topluma ulaşılamayacağının bilincindeydi. 1922'de Mecliskürsüsünden şunları söylüyordu: "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendini, gerçek üretici olan köylüdür...Diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır.Gerçekten, yedi yüz yıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız, kemiklerinitopraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve bunakarşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşıiyilik bilmezlik, küstahlık, zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önündebüyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım."

Mustafa Kemal, gene Kurtuluş Savaşı yıllarında Meclis önünde yaptığı bir konuşmada, halkçılığıntoplumsal-ekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu: "Toplumsal uğraş yönünden düşündüğümüz zaman,biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan kimseleriz, zavallı bir halkız! Kendimizi bilelim.Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya zorunlu olan bir halkız! Bundan ötürü her birimizin hakkıvardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve yaşamınıçalışmaktan uzak geçirmek isteyen kişilerin bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur. O haldesöyleyiniz baylar! Halkçılık toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak isteyen bir toplumsaluğraştır."

Kemalizm, seçkinciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle yapılan birçok reform,Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkin-halk ikilemini aşmaya yöneliktir. Bu amaçla girişilen en önemliatılımlardan birisi, "Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak" amacıyla gerçekleştirilen"dil devrimi", yani dilde arılaştırma çabalarıdır. Sadece seçkinlerin anladığı Arapça-Farsça yüklüOsmanlıca terk edilmiş, türetme ile zenginleştirilmiş Türkçe, yazı ve bilim dili olmaya başlamıştır.Aslında öğrenilmesi güç olan eski yazının yerine Latin alfabesinin kabulü, halkın eğitiminikolaylaştırmak amacını da taşımıştır.

Kemalist halkçılık, "ayrıcalıksız, sınıfsız" bir toplum öngörüyordu. Fakat bu, toplumsal sınıflankaldırmayı amaçlayan Marksist anlayışı yansıtmıyordu. Kurtuluş Savaşı Türkiyesinde Marksistanlamda bir "egemen sınıf" ve işçi sınıfı bulunmadığı varsayımından hareket etmekteydi. Öyleyse varolmayan bir sınıf çatışması ve ayrıcalıklı toplum kesimleri yaratılmamalıydı. Ekonomik gelişmeyisağlamak için toplumdaki tüm olanaklar değerlendirilmeye çalışılırken bu beklentiye ters düşen birdurumun doğması, Kemalizmin, Suna Kili'nin vurgulamaya özen gösterdiği bir temel özelliğinin gözdenkaçmasına neden olmamalıdır: "Atatürkçülük, herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden, ılımlıtoplumculuğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü halkçılık, yönetimde,siyasada, kalkınmada, gelirlerin dağılımında, devlet ve ulus olanaklarının kullanılmasında halkyararının gözetilmesini amaçlar."

"Peki halk nedir?" sorusunun yanıtını ise biz verelim: Halk, ayrıcalıklara sahip bulunmayan toplumkesimlerinin toplamıdır!

Page 65: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

66

Kemalist "devrimcilik" ilkesi, halkçılıkla ve hatta demokrasi anlayışı ile iç içe bir anlam taşır. MustafaKemal'in I923'te Konya'daki bir konuşmasında yer alan şu cümleler, O'nun nasıl bir devrimcilikanlayışından hareket ettiğini, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar açık bir biçimdesergilemektedir: "Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıfbaşka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle, aydınlatma ile büyük çoğunluğu kendi amacınagöre ikna etmeyi başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar.Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum olmasıgerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı.Bu halk bir defa karşısındakinin samimiyetle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa her türlühareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete güven vermesigereklidir."

Bu, seçkinciliği açıklıkla yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyükönem veren bir devrimcilik anlayışıdır.

Kemalist devrimcilik anlayışının iki yanı bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci yanı, eski düzeningeçerliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinmelerini karşılayacak kurumları koymaklailgilidir. Ama Kemalizm bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak yeniliklere,değişmelere açıklık biçiminde anlamakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.

Atatürk, devrimcilik ilkesinin birinci öğesini şöyle tanımlıyordu: "Devrim, Türk milletini son yüzyıllardageri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesinitemin edecek yeni kurumları koymuş olmaktır." Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarınınkorunmasını elbette ki devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama O'nun açısından sorun o noktadabitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğininbilincindeydi. Bu nedenledir ki, Kemalist ideolojinin kalıplaşmasına, bir anlamda devrimindondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin dedeğişmesinin gerekliliğini biliyordu, işte bu nedenledir ki, Kemalizmin devrimcilik ilkesi, aynı zamandahır "sürekli devrimcilik" anlayışını da yansıtmaktadır.

En ileri kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin "bekçiliği" ile yetinenler, gününbirinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizmin bu süreklidevrimcilik anlayışını henimsemeden, sadece Mustafa Kemal'in sağlığında gerçekleştirdiklerininbekçiliği ile yetinenleri "Kemalist" ya da Atatürkçü saymak olanaksızdır. Suna Kili, "Devrimcilikkalıplaşmayı, durağanlığı, köhneleşmeyi, işlevini kaybetmeyi, çağın, toplumun gerisinde kalmayıönlemek, dinamik bir devrim anlayışını sağlamak ve sürdürmek için konmuştur." derken haklıdır. EmreKongar da, aynı gerçeği şöyle ifade etmektedir: "İkinci anlamda devrimcilik, Türk Devrimini, temelilkeleri yönünde ileri götürme görevini içeriyordu. Yalnız mevcudun ve gerçekleştirilenin korunması ileyetinilmeyerek, Türk Devrimi, zamanın gereklerine ve çağdaş gelişmelerine göre, temelinde yatanilkeler doğrultusunda daha da ileriye götürülecekti."

Kemalizmin "devletçilik" ilkesini de, halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir.Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halk nasıl kalkınacak ve hak ettiği çağdaş yaşam düzeyineulaşacaktır? Batı'nın gelişmiş toplumlarının nasıl bir yoldan geçerek o noktaya geldikleri biliniyordu. Biryandan kendi halklarını, öte yandan geri kalmış ülke halklarını sömürerek bir sermaye birikimioluşturmuşlardı. Türkiye'nin kendisi geri kalmış bir ülkeydi. Halkın sırtından br sermaye birikimioluşturulmasına, onun birkaç kuşak daha yoksul tutulması pahasına bir kalkınmaya ise "halkçılık"anlayışı karşıydı.

Page 66: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

67

1923-1930 arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimlerden beklendi.Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin ne yeterli parası, ne yeterli deneyimi, ne de yeterliteknik bilgisi vardı. Dünyayı sarsan 1929 ekonomik bunalımı ise, liberal ekonomi politikalarınıntam bir başarısızlığını vurguluyordu. Kemalizm, ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlıkdüzeyine ulaştırmak için "devletçilik" ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak,sanayi gerçekleştirilecek, hem de hakça bir dağıtım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan birsınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.

Kemalist tek partinin programında 1935 yılında yapılan son düzeltmelerden sonra, devletçilik ilkesişöyle tanımlanıyordu: "Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar azzaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve yüksekyararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemliesaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik veyapılanları düzenleme ve denetlemektir".

Kemalist devletçilik anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplamayı öngören Marksizmile kuşkusuz ki hiçbir ilgisi yoktu. Hızlı bir ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin lokomotif göreviniüstlenmesi anlamına geliyordu. Devlet ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı kullanımınıplanlayacaktı. Devlet özel girişimcilerin ilgilenmediği, başarılı olamadığı ya da kamu yararı gördüğüalanlarda yatırım ve işletmecilik yapacaktı.

Türkiye başlangıç aşamasında devletçiliğin iki büyük yararını gördü: Bir yanda, özellikle altyapı vesanayi yatırımları sayesinde oldukça hızlı bir ekonomik büyüme gerçekleştirilirken; öte yanda,sanayileşmenin devlet eliyle oluşumu sayesinde, Türk işçisi Batı'daki örnekleri gibi, insancıl olmayankoşullar içinde birkaç kuşağının feda edildiğini görmedi. 1929-1939 arasındaki on yılda dünyasanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de sanayi üretimi artışı yüzde 96'yı buldu. SovyetlerBirliği ve Japonya dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye'den daha hızlı bir büyümesağlayamadı. Giderek oluşmaya ve büyümeye başlayan sanayi işçisi sınıfı, nasıl hiçbir mücadelevermeden seçme ve seçilme haklarını elde ettiyse; gene kan dökülmesine, kuşaklar boyu süren büyükacılar çekilmesine gerek kalmadan, insancıl çalışma koşullarına kavuştu. Kemalist "sürekli" devrimcilikanlayışını daha sonra sürdürenler, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme gibi hakları vermek için deişçi sınıfının rejimi zorlamasını beklemediler. (Ama uğrunda savaşım vermeden elde edilen haklarınyeterince bilincinde olunamadığını daha sonraki deneyimler göstermiştir, işçi sınıfı, ancak elindenalındığı ya da kısıtlandığı zaman, sahip olduğu hakların ve özgürlüklerin önemini yeterincekavrayabilmiştir. Demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde bile, işçilerin seçme hakkını elde etmek içinnasıl uzun ve kanlı savaşımlar verdiği unutulmamalıdır!)

Altı ok ile simgeleştirilen Kemalist ilkeler içerisinde, Atatürk'ün en önem verdiği ilkelerin başındabelki de "laiklik" geliyordu. Mustafa Kemal, ülkenin koşullarının daha hiç hazır olmadığı bir aşamadabile çok partili düzene geçiş için sakınca görmezken, tek bir koşul ileri sürmüştü: laiklikten ödünvermemek! Serbest Fırka'nın önderliğini üstlenecek olan Fethi Okyar'a yazdığı ve daha önce desözünü ettiğimiz mektubunda şu satırlar dikkati çekiyordu: "Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklikesasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temelbudur."

Bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak Kemalizm açısından laiklik, demokrasi anlamındakicumhuriyetçiliğin de, milliyetçiliğin de, devrimciliğin de, ve hatta halkçılığın da ön koşulu olduğu için buölçüde önem taşımaktadır. Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek birdüşünce özgürlüğü, gerçek bir özgür seçim olamaz. (Bütün dünyada özgürlük ve demokrasirüzgârları eserken, baskı rejimleri birbiri peşi sıra yıkılırken, bundan en az etkilenenin -laikliği kabuledememiş- Müslüman ülkeleri oluşu raslantı mıdır?) Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik

Page 67: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

68

olmayan yerde önem taşıyan öğe ulus değil, inananların oluşturduğu "ümmet"tir. (Bu anlayışiçinde örneğin Arap ve İranlı, Müslüman Türk ile aynı toplumun bir parçası sayılırken, Hıristiyan Türkolan Gagauzlar [Gökoğuzlar], Türkçe konuştukları ve çok daha ortak kültürel özellikler taşıdıkları halde"yabancı" sayılacaklardır.) Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda biliminve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışılması bile genellikle olanaksızdır.Halkçılığın ön koşuludur; çünkü din temeline dayalı bir devlette ağırlığı ve önceliği olan halk değil,dinsel seçkinlerdir.

Tarih boyunca hemen tüm devrimciler, din ile değil, ama bir kısım din adamları ile karşı karşıyagelmişlerdir. Çünkü "eski düzen"le çıkarları bütünleşmiş olan bir din adamları kesimi, köklü değişimlerehep karşı çıkmış, dini bir siyasal amaç için kullanarak kitleleri etkilemeye çalışmışlardır. Kendilerininetkisini ve ağırlığını azaltacak her girişimi de "dinsizlik" olarak nitelendirmekten çekinmemişlerdir.Sultanın ve düşmanın çıkarları ile bütünleşerek, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal'in idamfermanını çıkaranlar gene bu tür din adamları olmuştur.

Fransa'daki Müslümanların manevi önderi Şeyh Abbas, Türk toplumunun dışından bir gözlemciolarak, bu konuda şöyle diyor: "Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünde din adamları çok olumsuz rolleroynadılar. Mustafa Kemal din adamlarının hatalarını ve yarattıkları tehlikeyi anladığı için devrimineönce onlardan başladı. O, din adamlarının cehaletinden korkmakta, onların ülke için tehlikeyarattıklarını düşünmekte haklıydı. Onun savaş açtığı din adamlarının tanıttıkları, savundukları İslamile gerçek İslam arasında dağlar kadar fark vardı. Türklerin babası, dünyaya hakim bir Osmanlıİmparatorluğumu çökmüş, parçalanmış haliyle buldu. Bu koca imparatorluğun çöküşüne de İslam'ınyanlış tanınması, yanlış yorumlanması neden olmuştu. Atatürk cehalete karşı savaştı, İslam'a karşıdeğil..." Bir konuşmasında "Biz milliyetçiyiz ve dinimize saygılıyız" diyen Atatürk din ile ilgili görüşleriniaslında açık bir biçimde ortaya koymuştu: "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamınaimkan yoktur. Yalnız şurası var ki. din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın din simsarlığınamüsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir, işte biz bu vaziyetekarşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar saf ve masum halkımızıaldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. Hangi şey kiakla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimizaklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olamazdı."

Mustafa Kemal, İslam dininin zamanla özünden uzaklaştığını, birçok yabancı öğenin -yorumlar ve boş inançlar olarak- işin içine girdiğini düşünüyordu. Çağdaş olmanın inançsızlıklahiçbir ilgisi bulunmadığı kanısındaydı, ama bilerek, mantığını kullanarak inanmalıydı. Şöylediyordu: "Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran Türkçe olmalıdır. Türk Kuran'ınarkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitaptane olduğunu Türk anlasın."

"Laiklik" ile ilgili bölümde anlattığımız gibi, Müslüman Türk halkı, Kuran'ı kendi dilinden okuyupanlama olanağına ancak laik cumhuriyet rejimi sayesinde kavuştu. Türkçe Ezan gene aynı ortamdagerçekleşti; ama çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra, tutucu, Kemalizme karşı güçlere verilenbir ödün olarak ortadan kalktı.

Page 68: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

69

Kemalizm, sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü laikleştirdi. Bir İslamülkesindeki ilk laik devlet böylece doğdu. Çok sayıdaki Müslüman ülke içinde tek çağdaş demokratikbir hukuk devletine sahip ülke Türkiye ise, bunun laiklikle bağlantısı olmadığını öne sürmek elbette kiolanaksızdır. Petrol gibi büyük ve kolay gelir kaynaklarına sahip olmadığı halde, Türkiye'nin Müslümanülkeler içinde en sanayileşmişi, en ileri teknolojiye ve çağdaş ekonomiye sahip bulunanı oluşu daayrıca düşündürücüdür!

Geri kalmış ülkelerin genellikle kıt olan kaynakları içinde en bol malzeme insandır. Üstelik diğerkaynakları harekete geçirebilecek güç de gene o insan öğesidir. Bu nedenle, geri kalmış ülkedevrimleri, her şeyden önce insanı değiştirmeye, daha etkili daha bilinçli bir "yeni insan" yaratmayayönelik, insanın düşünüş ve davranış biçimlerini değiştirmeye yönelik bir "kültür devrimi" olmakzorundadır. Geri kalmış ülke devrimcileri, bu yeni insanı yaratabildikleri ölçüde başarıya ulaşırlar.

Hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal, tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve kapsamlı kültür devrimininbaş mimarıdır. Dilde, dinde, hukukta, yazıda, giyside, eğitimde, tarihte yaptığı reformlar; bazıları bugünbiçimsel görünse bile, inanılmaz boyuttaki bir kültür devriminin, bir bütün içinde çok anlamlı olanparçalarıdır. Osmanlı imparatorluğu içinde dili ve tarihi unutturulmuş, kendine güvenini yitirmiş birhalktan, çağdaş, başı dik, kendisiyle gurur duyan bir ulus yaratabilmiş olmanın ne büyük ve zor birsonuç olduğunu bugün takdir edebilmek zordur.

Napolyon, "Süngülerle her şey yapılabilir, ama üzerine oturulamaz." diyor. Bunun sosyolojik anlamıaçıktır. Hiçbir toplumsal hareket, dayandığı toplum kesimlerinin olanaklarını aşamaz. Her önder, nekadar büyük olursa olsun belirli bir toplusal tabana dayanmak zorundadır ve dayandığı, dayanmakzorunda kaldığı o toplumsal tabanın gücünü ne ölçüde harekete geçirebilirse, o ölçüde başarılı sayılır Mustafa Kemal'in, birinci hedef olarak ulusal bağımsızlığı sağlayabilmek için dayanabileceği güçlerbelliydi: Asker-sivil bürokratlar, ulusal nitelikli, ama oldukça zayıf hu kentsoylu kesimi ve büyük topraksahipleri. Bunun dışında güç alabileceği, örneğin bir işçi sınıfı yoktu, Ulusal bağımsızlık hareketiniörgütleyip sonu gelmeyen savaşlardan yorgun düşmüş Anadolu köylüsünü harekete geçirirken busacayağına dayanmak zorundaydı. Topluma, yirminci yüzyılın sonlarında bile hiçbir İslam ülkesinin elealmaya cesaret edemediği dönüşümleri kabul ettirebildi. Ama örneğin sıra "toprak reformu"nageldiğinde, başaramadı. Çünkü geçmişte dayanmak zorunda kaldığı, hareketinin tabanında yer alangüçlerden biri de "toprak ağaları" idi. Kemalizmin başardıklarını ve başaramadıklarını, 1920'lerinTürkiyesinin toplumsal-ekonomik koşullarını ve içinde bulunduğu dünyanın özelliklerini göz önünealmadan yapılan bir değerlendirme bilimsel olamaz.

Fransız araştırmacı François Georgeon şunları yazıyor: "Kemalizm, Avrupa dışında güçlü yankılaruyandırdı. Bugün Üçüncü Dünya adını verdiğimiz, Latin Amerika'dan Uzakdoğu'ya kadar uzananalanda, Türkiye'nin 1919'dan sonraki atılımı ve uygulanan reformlar çoğunlukla tutku dolu hir dikkatleizlendi. Bağımsızlığı kazanmak, ekonomik-sosyal kalkınmayı sağlamak için uygulanacak reçetelerleilgili olarak Kemalizmden alınacak dersler araştırıldı."

İranlı muhaliflerden, Halkın Mücahitleri örgütünün önderi Mesut Racavi ise bir Türk gazetecisineşöyle diyor. "Ben istemez miyim İran da Türkiye gibi laik bir Müslümanlar ülkesi olsun? Ama benimülkem sizinkinden yüzyıllarca geri kaldı. Bize Atatürk gibi bir önder lazımdı, Şah geldi. Siz çok şanslıbir ülkenin çocuğusunuz..."

***

Kemalizmin bir ideoloji olarak çerçevesini çizdik" ve Kemalist Devrim'in temel özelliklerinedeğindikten sonra, bazı soruları teker teker yanıtlamakta yarar var.

İlk soru, kavram ve o kavramların anlatılmasında kullanılan sözcüklerle ilgili: "Atatürkçülük" demekmi daha doğru, yoksa "Kemalizm" demek mi?

Page 69: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

70

İdeolojiler, toplumsal gereksinmeleri karşılayan, o gereksinmeleri duyan kesimlerce benimsenmiş,kendi içlerinde tutarlı inanç sistemleridir. Sağcı ideolojiler daha çok duygulara, solcu ideolojiler ise aklaseslenirler. Kemalizm de, akla ve insancıl değerlere dayalı, "çağdaş" bir toplum özlemine yanıt veren,geri kalmışlıktan kurtulma istencini yansıtan bir ideolojidir.

Oysa, Atatürkçülük dendiğinde -böyle bir ideolojik kavramdan çok- bir kişiye yönelik hayranlıkçağrışımı öne çıkıyor. Adeta bir "putlaştırma" eğilimi yansıyor. Hele "Atatürkçülük" adına, Atatürk'ünisminin arkasına saklanılarak yapılanlar düşünülünce, "yıpratılmış" olan bu sözcükten vazgeçmekdaha doğru gözüküyor.

Atatürkçülüğü, Atatürk'ün sağlığında -o günün koşularının gereği olarak- yaptıklarının "bekçiliği"biçiminde anlayanlar var. Bu Kemalizmin "tutucu" yorumudur ve "sürekli devrimci" özüne aykırıdır... Birde -özellikle çok partili döneme geçtikten sonra- ülke yönetimine gelen ve Atatürk'e saygı duyduklarıhalde Kemalizme "kısmen" karşı olanlar söz konusudur, işte "Atatürkçülük" sözcüğünün, bu iki kesimleilgili olarak kullanılmasının daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Kemalizm ise "ilerici" bir ideolojidir. Ne geçmişin bekçiliği ne de kalıplaşmış bir inanç sistemidir.Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir.

Yanıtlanması gereken ikinci soru da şu: Kemalizm için amaç "insan" mıdır, yoksa "devlet" mi?Kemalist devlet anlayışı "sivil toplum" özlemi ile çatışır mı, çatışmaz mı?

Faşizmin ve hatta komünizmin tersine, Kemalizm için "devlet" sadece bir "araç"tı. Kemalistdevletçilik, bir ideolojik tercihin değil, toplumsal bir zorunluluğun ürünü idi. Ne burjuva sınıfı ne desömürgeleri olan bir toplumda, altyapıyı da temel sanayii de devlet kurdu. Bunu yaparken de, birkaçkuşağın emekçilerini, -Batı'daki gibi- ezmedi. Tersine, Batı'da "kan"la elde edilen hakları, kitlelere"ciddi bir istem" bile olmadan verdi.

Anadolu Ajansı bir "devlet dairesi" olarak değil de bir anonim ortaklık olarak kurulduğunda, yıl1925'ti. Anaparanın tümünü devlet koyduğu halde, payların yarısı çalışanlara verilmişti. Daha sonraTürkiye'de ilk radyoyu da kuracak olan Telgraf Telefon Anonim Şirketi 1927 yılında oluşturulduğunda,tüm payları özel kişilerindi, İş Bankası bir "özel girişim" örneği olarak kuruldu ve Atatürk de paydaşlarıarasında yer aldı.

Mustafa Kemal, çok önem verdiği Türk Dil ve Tarih Kurumları için önerilen devletçi modelleri geriçevirmişti. Hatta Fransız Akademisi modelini bile uygun bulmamıştı. Birer dernek olarakyapılanmalarını sağlamakla yetinmedi; parasal açıdan da, devletten ve geleceğin siyasaliktidarlarından bağımsız kılmak için, onları kendi "mirasçıları" olarak belirledi.

Bütün dünyada katılımcı demokrasinin, özerk kurumların moda olduğu bir dönemde mi yapıldıbunlar? Tam tersine... Her şeyin devletin içinde olduğu, aile dahil hiçbir kurumun devlet denetimi dışındakalamadığı, faşizmin ve komünizmin yükselme döneminde ve bu yöndeki telkinlere karşın yapıldı!Atatürk'ten 27 Mayıs Anayasasına, Türkiye'ye bağımsız ve demokratik kurum anlayışını Kemalistlergetirdiler. Daha dünyada "sivil toplum" anlayışının bulunmadığı bir dönemde, son derece yoksul veeğitimsiz bir toplumda, baskıcı geleneklere karşın, geleceğin "sivil toplum"unun tohumları birer bireratıldı. Oysa aynı dönemde, Max Weber bile demokrasiyi şöyle tanımlıyordu: "Demokraside, halk güvendiğibir önder seçer. Seçilen önder 'Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin' der. Artık halk ve parti onunişine karışamazlar."

Tüm yurdu bir ağ gibi saran halkevleri ve halkodaları, oldukça bağımsız ve demokratik bir yapıyasahiptiler. Köy Enstitüleri, bugünün yükseköğretim kurumlarında bile olmayan "katılımcı" ve demokratikbir ortam yaratmıştı. TRT'den üniversiteye kadar özerkliğin savunuculuğunu, hep Kemalizm geleneğinisürdürenler yaptılar. Eli sopalı devlet özlemi ile askersel yönetim dönemlerini değerlendirmeyeçalışanlar ise hep Kemalizm karşıtlarıydı.

Page 70: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

71

Bir başka önemli soru da, Kemalizm ve demokrasi ile ilgili: Bazılarının öne sürdüğü gibi, gerçektende Kemalizmin içinde "demokrasi" yok mu? Atatürk gerçek bir diktatör müydü?

Ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger'nin Kemalist "tek parti" yönetimini özenle incelediğinibiliyoruz. Duverger, bu yönetim biçiminin, mutlak baskı rejiminden ulus egemenliğine geçişi sağlamak,demokratik rejimin gerektirdiği ortam ve koşulları hazırlamak ve sonunda tam bir demokrasiyigerçekleştirmek amacına yöneldiği görüşündedir. Kemalizmin, demokrasi geleneği bulunmayangelişmekte olan ülkeler için, demokrasiye hazırlanma ve geçiş yolunda "en uygun ideoloji" olduğunusavunmaktadır.

Aslında, tarihsel olgular ve olaylar, ancak dönemlerinin koşulları içinde değerlendirildiğinde biranlam taşırlar. Belirli bir anda belirli bir toplumdaki yönetim biçimi de ancak iki türlü değerlendirilebilir:Ya aynı toplumda daha önce var olan yönetim biçimi ile karşılaştırarak, ya da aynı dönemde benzerkoşullara sahip olan başka toplumların yönetim biçimleriyle karşılaştırarak... Her iki yaklaşımda da,Kemalist Türkiye'nin "oldukça demokratik" sayılması gerektiği açıktır. Atatürk yönetiminin, kendisindenönceki Osmanlı rejiminden de, aynı dönemde ya da daha sonraları var olan -benzer koşullardaki- gerikalmış ülke rejimlerinden de "çok daha demokratik" olduğu tartışma bile götürmez.

Tarihçi Sina Akşin -alışılmışın dışına çıkarak- bir başka yaklaşım deniyor. Kemalist "tek parti"yönetimini, aynı dönemin Avrupa ülkelerinin yönetimleriyle karşılaştırıyor. Vardığı sonuç şudur:

"Bugün demokrasimiz, Atatürk döneminin attığı, İnönü döneminin pekiştirdiği sağlam temellersayesinde, Atatürk döneminden çok daha ilerdedir. Atatürk dönemine göre bugün daha demokratız;ama Atatürk döneminde Avrupa ortalamasından daha ileriyken, 1945'ten beri o ortalamanıngerisindeyiz. Mutlak olarak ilerledik, ama Avrupa'ya göre geriledik." (1945'lerden sonra Türkiye'desiyasal iktidara gelenler, çoğunlukla Atatürk'e saygılı, ama Kemalizme "kısmen" karşıolanlardı!)

Mustafa Kemal, halk tarafından seçilmeyi ve "başkanlık sistemi"ni niçin istemedi? TBMM GenelKurulu, cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olmasını, Mustafa Kemal'in Meclisi dağıtma yetkisine sahipkılınmasını ve başkomutanlık yetkisi taşımasını acaba nasıl reddetti?

Hitler döneminin Almanya ve Avusturyasını terk eden 142 bilim adamı, niçin Batı'nın gelişmiş vevarlıklı ülkeleri dururken, Türkiye'ye gelmeyi tercih etti? Birçoğu dünya çapında olan bu solcu ya daYahudi bilim adamlarını, güç koşullar içindeki bir geri kalmış ülkede on yılı aşkın süre hizmet etmeyeiten gerekçe acaba neydi?

Atatürk -resmi ya da özel- hiçbir dış geziye çıkmadığı halde, dünyanın birçok önde gelen devleladamları, yoksul bir ülkenin devlet başkanını ziyaret etmek için sanki sıraya girmişlerdi, İngilizkralından İsveç veliahtına, Fransız başbakanına kadar, Atatürk'e ve Kemalist Türkiye'ye gösterilen builgi anlamlıydı.

1920'lerde "eski dünya"da Avrupalı olmayan ve bağımsız kalabilmiş dört ülke bulunuyordu. AmaTürkiye dışında kalan Çin, Habeşistan ve İran zaman içinde istilaya uğradılar. Mussolini'nin bir demeci,bu ortamda Türkiye'de tedirginlik yaratmıştı. Bunun üzerine Mussolini, Türk büyükelçisine hemen şumesajı verdi: "Türkiye bu kapsamın dışındadır. Zira bir Avrupa ülkesidir."

60 yıl öncesinin Türkiyesi, İtalyan diktatörünün bu düzeltmeyi yapmak gereğini duyduğu koşullarda,acaba niçin bugünkünden daha Avrupalı sayılıyordu?

Atatürk'ün sağlığında yaptıkları, yapabildikleriydi. Yani o günkü Türkiye ve dünya koşullarınınelvermesi ölçüsünde, düşündüklerini gerçekleştirme olanağı bulabilmişti. Kemalizmi tüm boyutlarıylakavrayabilmek için, sadece Atatürk'ün yapmış olduklarını değerlendirmekle yetinemeyiz; neler yapmakistediğini, toplumu nereye götürmeyi amaçladığını da incelememiz gerekir.

Mustafa Kemal'in demokrasi konusundaki düşünceleri açısından en zengin kaynak, kendi yazdığıve 1930'lardan başlayarak yeni kuşaklara da okutulan "Yurttaşlık Bilgileri" kitabıdır. Bu kitapta, nasıl birdemokrasi hedeflendiği açıkça belirtiliyor: "Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi temeline dayalı birdevlettir. Demokrasi ise, temelde siyasal içeriklidir, düşünseldir, bireycidir, eşitlikçidir."

Page 71: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

72

Atatürk bu kitapta, bütün yurttaşların "eşit siyasal haklar"a sahip olmaları gerektiğini ve "katılmahakkı"nı özellikle vurguluyor. Bunları sağlamayı devletin görevi sayıyor. İnsanların düşünceleriniserbestçe söyleyebilmek ve yayınlamak haklarını savunuyor. "Toplantı yapma" ve "basın özgürlüğü"üzerinde özellikle duruyor. Ve şöyle diyor:

"Ulusal egemenlik temeline dayalı temsili bir hükümette kamuoyu büyük rol oynar. Basın yayın vetoplantı özgürlükleri olmadan ve kamuya ilişkin işler hakkında geniş bir eleştiri ortamı bırakılmadankamuoyu görevini yerine getiremez. Bu ortam sürekli açık tutulmalı ve sürekli, çeşitli ve değişikdüşüncelerle beslenmelidir. Bu ise basın yayının çalışması ve kamu yararının her gün yeniden yeniyetartışılmasıyla olur... Basın yayının tam ve geniş bir özgürlüğe sahip olması ve bunun doğru yoldakullanılması konusunun ne denli ince ve hassas bir konu olduğu açıktır... Basın yayın özgürlüğündenortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basınyayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yayın özgürlüğünden doğacak olan sakıncalarınortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan doğruya basın yayınn özgürlüğüdür."

Atatürk, "vicdan özgürlüğü"nü de, "düşünce özgürlüğü"nün bir parçası olarak görüyor ve sınırlarınışöyle çiziyordu: "Her bir birey, istediğini düşünme, istediğine inanma, kendine göre bir siyasaldüşünceye sahip olma, inandığı dinin gereklerini yerine getirme ya da getirmeme hak ve özgürlüğünesahiptir. Hiç kimsenin düşünce ve vicdanına baskı yapılamaz. Vicdan özgürlüğü, kişinin mutlak vekarışılmaz haklarının en önemlilerinden biri olarak tanınmalıdır."

Tarih boyunca bütün devrimler "kanlı" olmuştur. Ama insanlık tarihinin rastladığı en "köklü" en"cüretli" devrimlerden birisi olan Kemalist Devrim, inanılmayacak ölçüde az kan dökülerekgerçekleştirilmiştir. Bunun iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz: Birinci neden, Mustafa Kemal'in -hementüm umutların tükenmiş olduğu bir noktada- ulusal bağımsızlığı sağlarken kazandığı "büyük"saygınlıktır. İkinci neden ise; demokratik, iyimser, doğruların anlatılarak insanlarınkazanılabileceğine inanan bir düşünce yapısına sahip olmasıdır.

"Saltanat" kaldırılırken, bazı dirençleri kırabilmek için "tehdit" edici konuşmalar yapmıştır. Devrimeyönelik bazı hareketleri "şiddet"e başvurarak bastırmıştır. Ama bu yöntemleri hiçbir zaman "doğal" ve"geçerli" sayma kolaycılığına kapılmamıştır. Ancak "çok zorunluluk" olduğunda başvurmuş ve bunu daaçıktan söylemek gereğini duymuştur. Doğruluğuna inandığı yöntemin ne olduğu ise, şu tümcelerdedile gelmiştir:

"Düşünce akımlarına karşı düşünceye dayanmayan güçle karşılık vermek, o akımı yok etmediktenbaşka; herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman, onun herhangi bir düşüncesinigüç zoruyla reddederseniz o direnir. Direndihçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bunedenle düşünce akımları, baskıyla, şiddetle, kuvvetle reddedilemez. Tam tersine güçlendirilir. Bunakarşı en etkin çözüm, gelen düşünce akımına, karşı bir düşünce akımı vermektir."

"Atatürk diktatör müydü?" sorusunun yanıtını, kendisi ölümünden üç yıl önce vermişti: "Ben diktatördeğilim! Benim gücüm olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağımhiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca davranmak bilmem. Bence diktatör ötekileriniradesini ezen kimsedir. Ben, gönülleri kırarak değil, gönülleri kazanarak hükmetmek isterim."

Kemalizmi gereği gibi değerlendirebilmek için, oluştuğu ortamı iyi bilmek ve gözden uzak tutmamakgerekir. O ortamı Şevket Süreyya Aydemir güzel özetliyor:

"Toplum hayatı, bir ilkçağ ilkelliği içindeydi. Türk milleti perişanlığın, fakirliğin, çaresizliğin en ilkeldüzeylerinde yaşıyordu. Halk cahildi, bakımsızdı, sefildi. Memleket yolsuz, işsiz, asayişsiz birdüzensizlik içinde bunalıyordu. Sonu gelmez savaşlar, İstiklal Savaşı'nda olduğu gibi millet için, milletyararına da yapılmamıştı. Yüzyıllarca Anadolu ve Rumeli halkı, bizden olmayan, bizim olmayanyabancı ve uzak ülkelerde boş yere eritilmiş, gitmişti. Tarım en ilkel bir sürünüş gibiydi. Sanayi yoktu.Derebeylik, ayan, eşraf, mütegallibe nizamı alabildiğine köklüydü. Şeyhlik, müritlik, hacılık, hocalık,

Page 72: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

73

efsunculuk yaygındı. Tekkeler, zaviyeler çöküntü halinde, fakat ayaktaydı. Dağları eşkıya sarmıştı. Bubel vermiş yapının ve ilkel hayatın yeni bir düzene yönelişi için, Gazi Mustafa Kemalin şahsiyetindenbaşka bir ümit yoktu."

Toplum, Batı'da çağdaşlaşmanın itici gücünü oluşturan iki temel sınıftan da yoksundu: Ne gerçekanlamıyla bir kentsoylu (burjuvazi) sınıfı vardı, ne de örgütlü bir işçi sınıfı. Dışarı ile ilişki içerisindeticaret yaşamında etkili olan kesim ise, daha çok Müslüman olmayan azınlıklardandı. Ve işgalcigüçlerle işbirliği yaptıkları için, Kurtuluş Savaşı'nın sonunda çoğunluğu ülkeyi terk etmek zorundakalmıştı.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Mustafa Kemal'in önce bağımsızlığı sağlamak, sonra da çağdaş birtoplum yaratmak için dayanabileceği güçler belliydi: Öncelikle sivil ve asker bürokrasi (yani subaylar vememurlar), bir ölçüde de, ulusal nitelikli küçük tüccar ile büyük toprak sahipleri. Ordu'nun zaten varoluşnedeni bağımsızlıktır. Osmanlı'nın "çöküş" döneminde çağa ilk açılan kurum olmak zorunda kaldığı veneredeyse "örgütlü" tek gücü oluşturduğu için, "başlangıçta" Kemalist Devrim'in en büyük desteğiolması kaçınılmazdı. Ama Atatürk "askeri" bir sistem kurmak niyetinde değildi. Daha gencecik birsubay iken, İttihat ve Terakki'nin ünlü Selanik Kongresi'nde, "ya üniformamzı bırakın ya da siyaseti"diye haykırmıştı. Kurduğu devlette orduyu siyaset dışında tutmak için bilinçli bir tutum izledi. Krallarınve sivil cumhurbaşkanlarının bile törenlerde üniforma giydikleri bir dönemde, iki istisna dışında, savaşmeydanlarında kazanmış olduğu mareşal üniformasını bile taşımadı. Halkın karşısına hep Sivilçıkmaya özen gösterdi.

Bir toplumsal hareketin ya da o hareketi yönlendirenin başarısını, hareketin "toplumsal tabanı"nınözelliklerine bakarak ölçmek gerektiğini daha önce de vurgulamıştık. Kemalizmin, dayanmak zorundakaldığı toplumsal tabanın olanaklarını çok aşan noktalara kadar ulaşabildiğini kabul etmek, tarihselgerçeklere saygının bir gereğidir. Ama 1990'larda Kemalist olabilmek, 1920'lerde var olmayan, amaKemalist Devrim sayesinde ortaya çıkan yeni "ilerici" güçleri harekete geçirebilmekle olanaklıdır.Kemalizmin "sürekli devrimcilik" özü budur.

Kemalist Devrim'in karşısına, tutucu güçlerin çıkması kaçınılmazdı. Birinci TBMM'de bile, sayıları120'ye varan bir "muhalefet" grubu vardı. Örneğin, sıtma ve frengi ile savaş yasası çıkarılırken,"hastalığın mikroplar yüzünden değil Allah'ın takdiriyle oluştuğu"nu savunuyorlardı. Genç Cumhuriyetdaha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyimlerini yaşadı. Çoğulcudemokrasi için koşulların "en alt" düzeyde bile hazır olmadığı açıktı.

Gerçi "tek parti"nin içinde ideolojik bir çoğulculuğa izin veriliyordu. (Bu diğer tek parti örneklerinde"düşünülmesi" bile olanaksız bir durumdu.) Altı Ok'un bir ilkesi de "devletçilik" olduğu halde, CelalBayar ve arkadaşları parti içinde açıktan "liberalizm" yanlısı tutum takınıyor ve önemli görevleregelebiliyorlardı. Ama Atatürk bunu da yeterli görmeyerek, TBMM'ye "bağımsız" milletvekillerinin degirebilmesini ve grup oluşturmasını sağladı. Yasal "muhalefet" in yararına ve hatta zorunluğunakesinlikle inanıyordu.

Atatürk'ün başlattığı, toplumu ve siyasal yaşamı demokratikleştirme sürecinin önemli bir aşamasınıtamamlayarak "tek parti"li döneme son veren İsmet İnönü, daha ileriki yıllarda şöyle diyecekti:"Atatürk'ü devlet idaresinde, istiklalci, cumhuriyetçi ve demokratik rejimci olarak tarif etmek lazımdır...Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya Savası'ndan önce bile, gene bizzat Atatürk,eserini tamamlayacaktı."

Sonsöz olarak şunu söyleyebiliriz: Kemalizm, akla ve bilime, gerçekçiliğe, insancıllığa, özgürlüğe vesürekli devrimciliğe dayalı bir "çağdaşlaşma ideolojisi"dir.

element'ten Not: Kitaptan bağımsız olarak "bu gün için çok önemli" bulduğum bazı satırlarda koyu harf vebazılarında da altını çizme işlemini ben gerçekleştirdim. Kitapta sadece alıntılarda italik yazı kullanılmıştır.

Page 73: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

74

ÜÇÜNCÜ KISIM

Siyasal Değişme ve Devrim

Siyasal değişmenin etkenlerini gün ışığına çıkarmak ve varsa kurallarını saptamak, siyaset bilimiaçısından elbette ki çok önemlidir. Siyasal değişmeyi genel olarak toplumsal değişmeden bağımsızolarak ele almak ne kadar yanlışsa, onu sadece toplumsal-ekonomik değişme tarafından belirlenen biruzantı saymak da o ölçüde hatalıdır. Bu başlık alımda önce siyasal değişmedeki temel etkenler veöncüler, sonra da devrim sosyolojisi üzerinde duracağız.1. ETKENLER VE ÖNCÜLER

Doğal, demografik, ekonomik, kuramsal ve kültürel etkenlerin siyasal değişmeye ayrı ayrı katkıyaptıklarını söylemek yeni birşey olmaz. Burada asıl tartışılması gereken konu, hangi etkeninbelirleyici olduğu, ya da en azından öncelik taşıdığıdır. Ama siyasal değişimi ve giderek devrimihazırlayan koşullar kadar, o ortam içinde öncülük işlevini yüklenen toplumsal güç ya da güçler deönemlidir. Öncülüğün toplumsal sınıflarda mı, yoksa siyasal seçkinlerde mi olduğu konusunda farklıgörüşler vardır.

a) Değişmede Belirleyici Etken

Toplumsal değişme konusunda iki temel görüş bulunduğunu biliyoruz. Toplumsal değişmede belirleyicietkenin ekonomik olduğunu savunanlarla, siyasal kurumların öncelik ve bağımsızlığını öne sürenler,ayrı kuramsal çerçeveler oluşturuyorlar. Birinci grupta Marksistler hareket noktası olarak üretimbiçimini alırken, Marksist olmayanlar üretim düzeyine önem veriyorlar, ikinci gruba geçmeden, özellikleMarksist kuramı kısaca anımsatmakta yarar var.

Marx'a göre, toplumsal evrimde itici güç ya da belirleyici öğe, üretim teknikleridir. Üretim teknikleriüretim biçimini, yani üretimle ilgili kurumları ve özellikle de mülkiyeti belirler. Üretim biçimi ise, siyasetinde içinde bulunduğu bir dizi kurumu kendi gereklerine uygun olarak biçimlendirir. Belirli üretici güçlerbelirli bir üretim biçimini, üretim biçimi belirli bir sınıfsal yapıyı, toplumsal sınıflar arasındaki güç, dengeya da dengesizliği de belirli siyasal kurumları yaratıyor demektir. Siyasal kurumlar da, bir kezoluştuktan sonra altyapı üzerinde etki yaparlarsa da, bu durum, siyasal kurumların altyapı tarafındanbelirlendiği gerçeğini değiştirmez.

Marksizmde, siyasal kurumların sınıf çatışmaları sonucunda, ekonomik gücü elinde bulunduran"egemen sınıf"ın gereksinmelerine göre, o sınıfın ayrıcalıklarını koruyacak biçimde oluştuğu görüşübulunur. Ekonomik etkenler içinde üretim düzeyine, yani "ekonomik gelişmişlik düzeyi"ne öncelikverenler içinse, siyasal kurumlar bu ekonomik düzeyin gereklerine göre biçimlenirler. Walt W. Rostow, ekonomik güçlerle siyasal güçler arasındaki bağlantıyı, dolayısıyla ekonomik yapı-siyasal yapı ilişkisini Karl Marx'tan farklı bir biçimde kuruyor. Ekonomik gelişme derecelerine göretoplumları beş gruba ayırdıktan sonra, bütün toplumların bu aşamalardan geçtiğini öne sürüyor.Rostow'a göre, her aşamaya uyan siyasal model farklı olmak zorundadır. Ekonomik güçler değiştikçe,toplumsal ve siyasal güçler de değişeceği için, eski siyasal model yeni ekonomik model karşısındayetersiz kalacaktır.

Siyasal Kurumların toplumsal-ekonomik yapı tarafından belirlendiği görüşünü paylaşanlar, özellikleBatılı toplumların evrimlerinden esinlenmişlerdir. Bu, toplumların daha çok kendi iç dinamikleriyledeğişime uğradıkları dönemler için geçerli bir gözlemdir. Oysa toplumlar arası ilişkiler arttıkça,toplumsal-ekonomik gelişmede geri kalmış olanlar, gelişmiş olanlardan giderek daha fazla etkilenmeyebaşlamışlardır. Geri kalmışlık kısır döngüsünün kırılmasında, ya da gelişmişlere yetişme çabalarınınhız kazanabilmesinde, siyasal kurum ve süreçlerin bir hareket noktası oluşturabileceği inancıdoğmuştur. Üstelik, altyapı değiştiği halde siyasal kurumların değişmemekte direnmeleri ve toplumsal-ekonomik değişme üzerinde etkili olmayı sürdürmelerine de rastlanabilmektedir. Sovyet modeligeçmişte bunun en belirgin örneğini oluşturmuştur.

Ekonomiye karşı siyasetin önceliğini savunan, siyasetin ekonomiye yön verdiğini öne sürenkuramların en önemlisinin Raymond Aron'a ait olduğunu söyleyebiliriz. Aron, Marksistlerin kapitalizmeözgü saydıkları birçok niteliğin aslında sanayi toplumlarının ortak özellikleri olduğunu vurgulayarak işe

Page 74: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

75

başlıyor: "Marx, kapitalizmin temel özelliklerinden birisinin sermaye birikimi olduğunu vurguluyordu.Oysa biz bugün kesinlikle biliyoruz ki, bu bütün sanayi toplumlarının ortak bir özelliğidir. Daha çoküretmek isteyenler, giderek artan ölçülerde sermayeyi makineye yatırmak zorundadırlar." Aron'a göre; kapitalizm ile sosyalizm arasındaki temel fark, büyüme modellerinin farklılığındankaynaklanmaktadır. Büyüme modellerinin farklılığı ise, siyasal kararların farklılığından doğmuştur.Sovyet Devriminin oluşumunda ekonomik koşulların rolü olmakla birlikte, asıl rolü siyasal koşullaroynamıştır. Marx'ın öngördüğü ekonomik koşullar olgunlaşmadığı halde, devrim gerçekleşmiştir.Sovyet ekonomisinin birçok özelliği ise, Parti'nin ve onun ideolojisinin bir ürünüdür: "Sovyetekonomisinin planlanması, parti yöneticilerinin aldığı kararların doğrudan sonucudur. Bu kararlar,siyasal olarak adlandırılan özel toplumsal sistem içinde alınmaktadır."

Aron sadece ekonomiler arasındaki farkın değil, aynı zamanda toplumsal birçok farkın da siyasalyapıdan kaynaklandığını savunuyor: Tüm toplumlar bireyler ve gruplar açısından karmaşık bir yapıyasahiptir. Tüm toplumlarda gelirler ve yetkiler açısından farklılıklar vardır. Gelirleri, yaşam biçimleri vedüşünceleri az çok birbirine benzeyen gruplar bütün toplumlarda bulunur. Ama Batı'da bu gruplarörgütlenme hakkına sahipken, Sovyetler Birliği'nde bu haktan yoksundurlar. Bu temel ayırım ise,tamamen siyasal niteliklidir.

Raymond Aron, siyasetin ekonomiye önceliğinin çok açık olduğu kanısındadır: "Çağımızda, sanayitoplumlarının farklı türlerini karşılaştıran herkes, her sanayi toplumu türünün özelliğinin siyasettengeldiğini görür (...). Birçok ortak özelliği olan çağdaş sanayi toplumları, öncelikle kamusal iktidarlarındüzenlenmesiyle birbirlerinden ayrılırlar. Bu düzenleme de daha sonra ekonomik sistemin ve gruplararası ilişkilerin birçok özelliklerini peşinden sürükler, insan açısından siyaset ekonomiden dahaönemlidir, otoritenin düzenlenmesi, yaşam biçimini toplumun diğer yanlarından daha fazla ilgilendirir."

b) Toplumsal Sınıflar ve Seçkinler

Değişmede belirleyici etkenin ekonomik ya da siyasal oluşu kadar, öncülük işlevini hangi toplumsalgücün yerine getirdiği de önem taşır. Toplumsal sınıflarla, siyasal seçkinlere önem veren görüşler birkez daha gündeme gelir.

Marksist kurama göre, toplumsal ve siyasal değişmenin itici gücü, toplumsal sınıflar arasındakiçatışmadır. Bu çatışmayı ise, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyet doğurur. Üretim araçlarınınözel mülkiyeti rekabeti, rekabet büyük balığın küçük balığı yutmasını ve sonuçta tüm üretim araçlarınınküçük bir varlıklı azınlığın elinde toplanmasını kaçınılmaz kılar. Küçük varlıklı azınlık, bu yoldanvarlıksız bir çoğunluğun üretici gücünü sömürmüş olur. Böylece de, üretim ilişkileri giderek sınıfilişkilerine dönüşür. Bu ilişkinin bir yanında sermayeye ve üretim araçlarına sahip bir sınıf, ötekiyanında ise emeğinden başka satacak şeyi bulunmayan bir başka sınıf yer alır. Sömürülen sınıflarınvarlıklı sınıfları devirmek için verdikleri uğraş, tarihin itici gücüdür. Toplumsal değişme ve devrim buitici gücün ürünüdür. Marksist kuramcılar, özellikle sanayi toplumu aşamasında, iki temel sınıfarasındaki çelişkilerin büyük bir açıklık kazandığını savunurlar. Sanayileşme, büyük ölçüde sermaye,makine ve insan gücünün bir araya gelmesini gerektirmiştir. Varlıklı sınıfın elinde biriken olanaklar nekadar büyükse, fabrikalarda bir araya gelen işçilerin sayısı da o ölçüde büyüktür, iki sınıf arasındakiuzlaşmaz çatışma, kapitalist toplumda, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar belirgin durumagelmiştir. Marksist kuram, işçi sınıfına tarihsel bir işlev yükler. Kapitalist toplum düzenindeki rekabet, daha çokkâr edebilmek amacıyla işçileri sürekli yoksullaştırır. Aynı işi daha ucuza yapmaya hazır işsiz kitlelerbulunduğu sürece, ücretlerin boğaz tokluğuna kadar düşmesi kaçınılmazdır. Fabrikalar çok sayıdaişçinin bir arada yaşamasına neden olduğu için, işçi sınıfının durumun bilincine varması kolaylaşır.Sonunda egemen kapitalist sınıfa başkaldıran işçi sınıfı, devrimi gerçekleştirecektir. Üretim araçlarınınözel mülkiyeti kalkınca sömürü kalkacak, o sömürüyü sürdürebilmek için var olan devlet baskısınagerek kalmayacak, uzlaşmaz çelişkilerin bulunmadığı yeni bir toplumsal düzen doğacaktır. Marx, egemen sınıfların ideolojisinin işçi sınıfını uyuttuğunu, onun gerçeği görmesini engellediğinisavunur. Bu nedenle de, işçi sınıfının bilinçsiz ayaklanmaları bir devrim yaratamaz. Öyleyse işçisınıfına sosyalistlerin yardım etmesi gerekir: "Sermaye ve toprak işverenlerin mülkiyetindedir, işçininise, bir mal gibi satmak zorunda bulunduğu emeğinden başka bir şeyi yoktur. Biz, bu sistemin sadecetarihin belirli bir evresini oluşturduğunu, yok olacağını ve yerini daha üstün bir toplumsal düzenebırakacağını vurguluyoruz... işçi sınıfı, nereye varacağını bilmeden kendiliğinden harekete geçer.Sosyalistler bu hareketi yaratmadılar, sadece işçilere hareketin özelliği ve amaçlarım anlattılar." Karl Marx'ın çok açık olan sözlerinde de görüyoruz ki; Marksizme göre toplumsal değişmenin ve

Page 75: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

76

devrimin ana gücü işçi sınıfı, yardımcı gücü ise devrimci sosyalist harekettir. Başka bir deyişle;toplumsal sınıfların oynadığı rol, siyasal seçkinlerin rolünden daha önemlidir. Gene Marksistkuramcılardan olan Nicos Poulantzas özellikle "egemen sınıf" kavramını ön plana çıkarıyor. Egemensınıf, kendisine yardımcı olan toplum kesimleriyle birlikte bir "iktidar bloğu" oluşturur. Bu blok içinde,ekonomik güce sahip bulunan egemen sınıfın yanı sıra, devlet aygıtını işleten kadrolardan oluşan birde "yönetici kesim" vardır. Yönetici kesim, egemen sınıfın çıkarlarını savunabildiği gibi, bazıdurumlarda geçiş dönemlerinde, yönetici kesimin göreli bir bağımsızlığa sahip olduğu söylenebilir.(Eski egemen sınıf gücünü yitirirken, yeni egemen sınıfın henüz ipleri tamamen eline geçirememişoluşunun yarattığı denge, bu duruma olanak sağlar.)

Marksist kuramın boşluklarından hareket eden Ralp Dahrendorf ise, toplumsal değişmeyi çatışangruplar arasındaki güç dengesinin değişmesine bağlar. Toplumsal yaşamın olduğu her yerde mutlakaçatışma ve çatışmanın olduğu her yerde de kaçınılmaz olarak değişme olacaktır. Dahrendorf'a göredeğişme, yönetici kadrolardaki değişmeyle başlar. Yönetici kadrolardaki değişme, çıkarlarda vedeğerlerde değişmeyi kaçınılmaz kılar.

Dahrendorf'a göre, bu temel değişme modelinin yanı sıra iki farklı değişme biçimi daha olanaklıdır.Yönetilen sınıftaki bazı öğelerin yönetici sınıfa sızması ya da çatışan kesimler arasındaki işbirliğinegidilmesi durumunda, değişme evrim biçiminde ortaya çıkar. Yönetici sınıfın zamanla karşıt sınıf ya dasınıfların düşüncelerini uygulamaya başlaması da üçüncü bir değişme biçimidir. Bu son iki durumdaçatışma yumuşar. Çatışmayı sertleştiren ortamlar şiddet kullanımını, yapısal değişmenin hızlı ve köklüolmasını gündeme getirir. Toplumdaki temel çelişkinin sınıflar arasında olmaktan çok, seçkin azınlıklaseçkin olmayan çoğunluk arasında olduğu görüşünün, Pareto'dan beri çeşitli kuramların temelinioluşturduğunu biliyoruz. Pareto'ya göre, seçkinlerin giderek nitelikçe zayıflamaları ya da sayıcaazalmaları, onların yerini başkalarının almasına uygun bir ortam hazırlar. Eğer seçkinler, toplumun alttabakalarında ortaya çıkan en başarılıları aralarına alabilirlerse "seçkinlerin dolaşımı" sürer. Özellikleyönetici seçkinlerin, kendi aralarında katılmaya elverişli niteliklere sahip bulunanlara bu olanağıtanımamaları durumunda ise, iktidar kavgası sertleşir ve seçkinlerin toptan değişimi olayıylakarşılaşılır. Devrim budur.

Gerek Pareto ve gerekse Mosca toplumsal sınıfların sadece seçkinler arasındaki kavganın destekgücünü oluşturduğu görüşünü savunurlar. Yönetenler değişebilir, ama yönetilenler hep aynıkalacaklardır. Çağdaş siyaset biliminin, hem toplumsal sınıflar hem de seçkinler gerçeğine yer verdiğini söylemekyanlış olmaz. Toplumsal sınıfların siyasal değişimdeki rolü ne kadar yadsınamazsa, seçkinlerin aynıdeğişimde oynadıkları rol de göz ardı edilemez. Seçkinlerin toplumsal-siyasal değişime etkilerinin üçyoldan gerçekleştiğini söyleyebiliriz:

(1) Seçkinler, içinde bulundukları toplumlardaki karar alma süreçlerinde önemli bir ağırlığasahiptir. Siyasal-toplumsal düzeydeki kararlardaki ağırlıklarıyla, ya değişmeyi hızlandırır ya dayavaşlatıcı yönde etki yaparlar. Guy Rocher bu durumu şöyle tanımlıyor: "Toplumsal değişmeyi veya odeğişmeye direnci, özellikle etkili olan ya da stratejik konumlarda bulunan çeşitli kişilerin aldıklarıkararların bir sonucu saymak olanaklıdır". Önemli kararlar sınırlı sayıdaki kişi tarafından alınırlar. Osınırlı sayıdaki kişinin aldığı karar ise, kısa ya da uzun sürede tarihsel gelişimi etkiler. Seçkinlerüzerindeki sınıfsal etkiler, aldıkları tüm kararların tamamen bağımlı olduğu anlamına gelmez. (2) Toplumsal kuramları ve yaşam koşullarını doğrudan etkileyen kararların yanı sıra, o kararlarıetkileyen kültürel ve toplumsal psikolojik ortamın yaratılmasına da seçkinler katkıda bulunurlar.Durumların bilincine varılmasında, sorunlara yaklaşımda hep bu tür katkıların etkisi hissedilir. Toplumuilgilendiren kararlar, kültürel ve toplumsal-psikolojik ortamla az çok uyum içinde olmak zorundadır.Kararların etkisi kendisini çabucak duyurabildiği halde, seçkinlerin bu türden katkılarının sonuçlarıhemen görülmeyebilir. Bir ideolojinin hazırlanması, yayılması ve etkisini göstermesi uzun zaman ister.Ama bu etki genellikle uzun ömürlüdür. Gelecekteki birçok karar, bu çok önceleri yapılmışçalışmalardan etkilenecektir.

(3) Seçkinler düşünce ve davranışlarıyla toplumun belirli kesimlerine ve bazen de tümüne çekicigelirler. Belirli ölçülerde de olsa, onlara benzemek eğilimi doğar. Onlara benzemeden seçkinlerinarasına katılmak olanağı yoktur. İktidar seçkinleri, taklit edilecek modeller oluştururlar, iktidarayaklaşmak isteyenleri, geleceğin seçkinlerini etkileyerek, siyasal değişime bu yoldan da katkıdabulunmuş olurlar.

Page 76: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

77

Çağdaş toplumlardaki farklılaşma, değişik toplum kesimlerinin sözcülüğünü yüklenen yeniseçkinlerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Yönetici seçkinlere koşut olarak ortaya çıkan işçiseçkinler, çiftçi seçkinler, kadın seçkinler, öğrenci seçkinler, asker seçkinler ve benzerlerinin, temsilettikleri toplum kesimlerinin gereksinmelerine uygun ideolojiler geliştirmeleri doğaldır. Böyleceseçkinlerin çokluğu ideolojilerin çokluğunu, ideolojilerin çokluğu da çatışmaların artması sonucunuyaratır. Toplumsal ve siyasal değişme hızı artar.

c) İktidarın El Değiştirmesi

İktidarın el değiştirmesi, siyasal değişmenin önemli bir aşamasını oluşturur. Bu nedenledir ki, bu eldeğiştirmenin hangi süreçlerin etkisiyle gerçekleştiği, siyaset biliminin ana ilgi alanlarındandır. Daha önce de vurguladığımız gibi; bir rejimin kararlılığı (istikrarı), toplumdaki güçler dengesini iyiyansıtması ile doğru orantılıdır. İktidarın en güçlülere verilmesiyle, iktidarın dışında kendinden dahabüyük bir güç kalmayacağı için, devletin otoritesi ve rejimin sürekliliği güvence altına alınmış olur.Demokrasilerde en çok oyu alanların iktidara getirilmeleri altında yatan varsayım, en çok oyu alanıntoplumdaki en güçlü desteğe sahip bulunduğu var sayımıdır. Eğer -şu ya da bu nedenle- en çok oyuen büyük güçler toplayamamışlarsa, demokratik rejim tehlikede demektir. İktidarın dışında kalan güçya da güçler, devletin otoritesinin ve toplumsal barışın sürekliliğini tehlikeye sokarlar. Bir siyasal iktidarın toplumsal güçler dengesine uygun biçimde oluşması da sorunu sürekli olarakçözmez. Çünkü toplumsal koşullar değiştikçe, toplumdaki güç dengeleri de değişir. Sağlıklı bir siyasalsistem, güç dengelerindeki değişikliğe koşut olarak siyasal iktidarın el değiştirmesine olanak verenkuralları ve süreçleri içeren bir sistemdir Toplumda, iktidarda bulunanlardan daha büyük bir güç ya dagüçler oluşmuşsa, "rejim içinde" bir bunalım gündemde demektir. Ama rejimin kurallarına göre iktidar -bu yeni güçler dengesini yansıtacak biçimde- el değiştiremiyorsa, yani rejimin kuralları bu yeni güçlereiktidar yolunu tıkamış ise, bunalım rejim içinde olmaktan çıkar "rejim üzerine" kayar. Bu yeni güçleriniktidara gelebilmeleri için, rejimin değişmesi kaçınılmaz olur. O yeni güçler, önünde sonunda rejimideğiştirirler, kendilerini iktidara getirecek ve orada tutabilecek bir çerçeveyi kurumlaştırırlar. Genel olarak kabul edilen modele göre, rejim demokratik olsun olmasın, siyasal iktidarınbelirlenmesinde ekonomik iktidar, yani ekonomik gücü ellerinde bulunduranlar büyük önem taşır. Amatoplumsal güçler dengesini sadece ekonomik etkenin belirlediğini sanmak -özellikle çağdaştoplumlarda- yanlıştır. Çağdaş sanayi toplumlarında, "ekonomik iktidar" kavramının yanına bir de"toplumsal iktidar" kavramını eklemek gerekmektedir. Siyasal iktidarın belirlenmesinde ekonomik gücütek etken saymak, bizi, ekonomik iktidarın dışında kalan bir toplumsal sınıf ya da sınıflar birliğinin,hiçbir zaman iktidara ulaşamayacaklarını öne sürmeye götürür. Oysa ekonomik gücün çok dahabelirleyici olduğu ortamlarda bile, yapısal ya da dönemsel ekonomik bunalımlarda, ekonomik iktidarınsiyasal iktidarı denetimden kaçırması olasılığı ortaya çıkar. Çünkü, ekonomik bunalım dönemlerinde,toplumsal düzenin çarkları, karşılaşılan sorunları ve kitlelerin beklentilerini karşılayamaz duruma gelir.Ekonomik güce dayananlar zayıflarlar ve toplumdaki destekleri azalır. O güçsüzlük, çıkarlarını korumaendişesi içinde, onları baskı ve şiddet yoluna iter. Toplumsal patlamaları önlemenin, siyasal iktidardakalabilmenin başka çaresini bulamazlar.

Toplumsal düzenin şu ya da bu ölçüde değişmesini isleyen güçler için, siyasal iktidara ulaşmayolunun genellikle ekonomik bunalım dönemlerinde açılması bundandır. Çünkü düzendeki çarklarındoğal işlevlerini yerine getirebildikleri koşullarda, düzen, sorunları çözebilecek, gereksinmeleri "kabuledilebilir" bir düzeyde karşılayabilecek olanaklara sahiptir ve dolayısıyla da "egemen sınıf" güçlüdür. Bu çözümleme bizi, düzen değişikliği önerenlerin hiçbir zaman rahat koşullarda siyasal iktidarolamayacakları gerçeğini kabule götürür. Ama bir kez oraya ulaştıktan sonra, sınıfsal tabanlarınıgüçlendirecek adımları atmak, "egemen sınıfın gücünü kırarak egemenliğini sona erdirecek bir süreciharekete geçirmek ya da hızlandırmak olanağına sahip olabilirler. Başka bir deyişle, sınıfsaltabanlarının toplumsal ve ekonomik iktidarı ele geçirmesini kolaylaştırmak açısından, siyasal iktidarlarbazı önemli olanaklar sağlarlar. Ekonomik iktidara sahip olmadığı halde, bir toplumsal güç birliğinesiyasal iktidar olanağını sağlayan güç "toplumsal iktidar "dır. Bazı kuramsal çözümlemelerde bir ölçüdeunutulmasına karşın, "toplumsal iktidar" kavramı, çağdaş çoğulcu toplumlarda büyük bir önemkazanmıştır. Marksizmin ana kuramcıları da, kapitalist bir toplumda bile, işçi sınıfının gücünün,toplum içindeki siyasal oranından kat kat daha büyük olduğunu vurgulamak gereğini duymuşlardı. Bubir yandan, işçilerin üretim sürecinde oynadıkları rolün öneminden, öte yandan da, bilinç düzeylerindenve örgütlü oluşlarından kaynaklanmaktadır. Öyleyse, bilinçli ve örgütlü bir işçi sınıfının oyu ile, bilinçsizve örgütsüz, üretim sürecinde aynı derece önemli rol oynamayan dağınık sınıfsal kökenli kişilerinoylarının aynı ağırlıkta olamayacağı açıktır. Tıpkı ekonomik iktidarın sahipleri gibi...

Page 77: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

78

Eğer "toplumsal iktidar" kavramı söz konusu olmasaydı, "ekonomik iktidar"ı temsilen sayısalçoğunluğu sağlayan ve "siyasal iktidarı" ele geçirenlerin egemenliklerinin hiçbir biçimde kesintiyeuğramaması gerekirdi. Oysa bu biçimde oluşan siyasal iktidarların, toplumsal iktidarın ortaklarını gözönüne almadıklarında yıkılabildiklerinin örnekleri çoktur. Bu gibi durumlarda, ekonomik iktidara sahipolanların, yani "egemen sınıflar"a yaptıkları şey, siyasal iktidarın yeni sahiplerini kendi doğrultularınagirmeye zorlamaktan ibarettir.

Demek ki siyasal iktidar, ya ekonomik ya da toplumsal iktidara dayanmak zorundadır. "Egemen"olarak adlandırılan sınıfların dışında kalan toplum kesimlerinin, özellikle işçi sınıfının, nicelik venitelikçe yeterli bir örgütlenme düzeyine ulaşmadığı durumlarda, toplumsal iktidar da ekonomikiktidarın yörüngesinde demektir. Bu gibi durumlarda, ekonomik iktidarı elinde bulunduran sınıfları,demokratik hak ve özgürlüklere saygılı olmaya zorlayacak hiçbir güç yoktur. Toplumsal barış -bir avuçaydının huzursuzluğuna karşın- o dönem için sürekli ve sağlamdır.

Tersine, ekonomik bunalım dönemlerinde toplumsal iktidarın siyasal iktidar üzerindeki etkisi artar veekonomik gücün temsilcisi olarak siyasal iktidara ulaşanlar bile, toplumsal iktidara sahip olanlarabüyük ödünler vermek ?orunda kalırlar, iktidarlarını "barışçı" yoldan korumanın başka bir çaresi yoktur.Toplumsal iktidar dengesine ters düşen, ama ekonomik iktidara dayanarak sayısal çoğunluğusağlayan ve siyasal iktidar olanlar, toplumsal patlamaları önleyemezler. Kuşkusuz ki, toplumsal iktidarın tek sahibi, örgüt ve bilinç düzeyi ne olursa olsun, işçi sınıfı değildir.Diğer baskı gruplarının ve bu arada özerk anayasal kuruluşların da belirli bir ağırlıkları vardır. Buağırlık, onların kurulu toplumsal düzenin işlemesi bakımından taşıdıkları öneme bağlı olarak artar veyaazalır. Ekonomik iktidarın, yeterli bir kalkınma hızını sağlayabildiği ve bu grupların beklentilerine yanıtverebildiği oranda, toplumsal iktidar içinde de kendine uygun bir denge sağlaması olanaklıdır. Bunlar,düzenin güçlü olduğu, ekonomik iktidar-toplumsal iktidar-siyasal iktidar üçlüsünün aynı güçlertarafından denetlenebilmesi sonucu, toplumsal barış ve siyasal kararlılığın süreklilik kazandığıdönemlerdir. Ama ne zaman ki ekonomik iktidar bunalım içine düşer; "egemen sınıflar" toplumsaliktidar içindeki desteklerini işçi sınıfına ve onun siyasal örgütüne kaptırabilirler. Siyasal iktidar sayısalçoğunluğunu korusa bile, toplumsal barışı koruyamaz.

Sanayileşmenin ileri bir düzeye vardığı ülkelerde, toplumsal iktidar içinde sürekli olarak etkisinikoruyan güç işçi sınıfıdır. Ama işçi sınıfının mesleksel örgütleri kendi aralarında birleşememiş vekendilerinden yana olan siyasal örgütle bütünleşememişlerse, bu durumdan ekonomik iktidarıntemsilcilerinin yararlanması kaçınılmazdır. Ekonomik iktidar kendi siyasal örgütü ile bütünleştiği için,siyasal iktidara da egemen olacaktır. Oysa örneğin, toplumsal iktidar ile sol partilerin bütünleştikleriİskandinav ülkelerinde, siyasal iktidar genellikle ters yönde belirlenmektedir. Bilinçli ve örgütlü bir işçisınıfının tam desteğini sağlamış olan sol partiler ise, karşı güçler zorlamadıkça, "demokratik sol"yelpazeden kolay kolay sapmamakta ve barışçı yöntemlerden uzaklaşmamaktadırlar. Sosyalistlerinbarışçı yolları yadsıdıkları ülkeler, genellikle işçi sınıfının mesleksel örgütleri ile güçlü bir sol partininbütünleşmesinin gerçekleşemediği ya da barışçı yolların tıkanmış olduğu ülkelerdir.

Türkiye gibi sanayileşmenin belirli bir aşamasına varmış ülkelerde de, işçi sınıfının gücü farklı birdüzeyde olduğu halde, benzeri bir durumun var olduğunu görüyoruz. Toplumsal iktidar içindeki güçdengesinde işçi örgütlerinin ağırlığının göreli azlığına karşılık, orta sınıfı temsil eden baskı gruplarınınönemli bir kesimi, ekonomik iktidarın sanayileşmiş ülkelerdeki kadar güçlü olmamasının sonucu,zaman zaman işçi sınıfının yanına itilmektedir. Gelişme sürecindeki ülkelerde ekonomik iktidarınyapısal güçsüzlüğü, gücünü ondan alan sınıfların özgürlükçü olmalarını, orta sınıfların beklentilerinikarşılamalarını zorlaştırmaktadır. Böylece, ılımlı toplumsal adalet istekleri karşısında bile dehşetekapılabilen bir cepheyi temsil eden iktidarların, orta sınıfların önemli bir kesimine de ters düşmesikaçınılmaz olabilmektedir.

Demek ki, siyasal iktidarın, ya ekonomik iktidara ya da toplumsal iktidara dayanarak oluşması sözkonusudur. Toplumsal iktidara karşı oluşan siyasal iktidarların, belirli bir gelişme düzeyine ulaşmışolan ülkelerde, toplumsal barışı sağlamaları, kitle hareketlerini önlemekte aciz göstermemeleri,otoritelerini toplumun tümüne kabul ettirmede sıkıntı ile karşılaşmamaları zordur. Toplumsal iktidarındesteğine dayanarak, toplumsal düzende köklü bazı değişiklikler yapmak amacı ile oluşan siyasaliktidarları bekleyen en önemli tehlike ise, ekonomik iktidarı ellerinde bulunduran sınıfların direncidir.Bu, en azından başlangıç dönemi için, ekonomik sorunların artması anlamına gelir.

Page 78: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

79

2. DEVRİM SOSYOLOJİSİ

Çok farklı tanımları yapılsa da, devrim toplumsal düzendeki köklü değişimler anlamına gelir. Ekonomikyapıdaki ve siyasal durumlardaki değişmeler de bu genel değişimin parçalarıdır. Bu nedenle devrimsosyolojisi, siyaset biliminin en ilgi çekici bölümlerinden birisini oluşturur. Devrimci düşüncenindevrimci eyleme dönüşme sürecini ve devrim-karşı devrim olgularının bilimsel değerlendirmesini bubaşlık altında yapacağız.

a) Devrimci Düşünce ve Eylem

Devrimci düşüncenin tarihin her döneminde var olmasına karşılık devrim, ancak belirli koşulların biraraya gelmesiyle gerçekleşir. Ama buna bakarak, devrimci düşüncenin devrimin gerçekleşmesinderolü bulunmadığını söyleyemeyiz. Devrimci düşünce de, devrimi yaratan koşulların bir parçasıdır.Devrimci ortamın nesnel (objektif) koşulları ne kadar var olsa da, o koşulların bilincine varılmasında vekurulacak yeni düzenin temellerinin belirlenmesinde devrimci düşünce, yani devrimci ideoloji önemliyer tutar. Bilinç öğesinden yoksun toplumsal patlamalar, devrim sürecine, ancak dolaylı olarak katkıdabulunabilen ayaklanmalar olarak kalırlar.

Devrimci düşünce, tarihteki her devrimden esinlenen bir birikimdir. Her yeni devrimci ideoloji de, obirikimden yararlanır, ondan bazı öğeleri taşır. Fransız Devriminden Amerikan Devrimine, RusDevriminden, Kemalist Devrime, Küba Devriminden Çin Devrimine kadar, devrimcilerin söylev veyazılarında birçok ortak nokta bulunabilir.

Devrimci düşünce, içinde yer aldığı ideolojiye göre belirlense de, her şeyden önce, tamamen farklımutlu bir gelecek için, bugünkü toplumsal düzeni tümüyle yadsır, insanın özgürlüğünü, eşitliğini,toplumun mutluluğunu ve hakça bir düzeni savunur. Bunlar bütün dönemlerde, bütün toplumlar vebütün insanlar için önem taşıyan evrensel ilkelerdir, insanı, toplumsal düzenin ürünü olankötülüklerden korumak için, o düzeni yeni temeller üzerine yeni baştan kurmak gerektiği öne sürülür.Şimdiki düzen kötü, gelecekte kurulacak olan iyidir. Öyleyse devrime karşı çıkan herkes kötülüğedestek olmakta, toplumun mutlu geleceğini geciktirmektedir. Bu nedenle de, o kişi toplumundüşmanıdır ve geleceğin toplumunda yeri yoktur.

Devrimci düşünce, yepyeni bir gelecekten söz ederken, onu bir düş olmaktan çıkarmak vesomutlaştırmak için, geçmişin yitirilmiş mutlu bir döneminden de destek alır. Bu, tarihin derinliklerindekalmakla birlikte, geleceğin ideal toplumuna yakın gibi görünen bir dönemdir. Oysa bazen o sözüedilen dönemin var olduğu, ya da öne sürülen biçimde var olduğu bile kuşkuludur. Yakın geçmişyadsınırken, uzak bir geçmişi daha iyi koşullarda gelecekte yakalamak vaat edilir. Büyük dinler de çevrelerinde devrim yarattıkları için çağdaş devrimci düşünce ile geçmiştepeygamberlerin söyledikleri arasında bazı benzerlikler bulunması şaşırtıcı olmamalıdır. Peygamberlerde, içinde bulundukları toplumun düzenini en ağır biçimde suçluyorlardı. Çağdaş devrimciler ise,insanın bugünkü dramını "şeytan"lara dayandırırken gelecekteki "kurtuluş"unun da elinde olduğunusöylüyorlar. Peygamber gibi, devrimci de, "cennet"e ulaşmak için insandan özveri ve çaba istiyor. Hangi koşullarda devrimci düşünce devrimci eyleme ve giderek devrime dönüşür? Bu sorunun çokkolay ve kestirme bir yanıtının olmadığını söyleyebiliriz. Ama bu, devrimci bir ortam için gerekliipuçlarına sahip bulunmadığımız anlamına da gelmez. Bu konuda ilk vurgulayabileceğimiz nokta,sanılanın tersine, devrimle yoksulluk arasında mutlak bir bağlantının bulunmadığıdır. Yoksullukiçindeki bir toplumda devrim görülmezken, çok daha varlıklı bir toplumda devrim patlak verebilir.Örneğin geri kalmış ülkelerin yoksul köylüleri arasında, devrime yardımcı olabilecek bir başkaldırmaeğilimine rastlanmadığı gibi, gelişmiş batılı ülkelerin kenar mahallelerinde sefalet içinde yaşayan işsizve yarı-işsiz kesimlerde de benzer bir eğilime çoğunlukla rastlanmaz. Oysa varlıklı gelişmiştoplumlardaki yoksulluk, diğerlerinden daha büyük ve rahatsız edici bir çelişki oluşturur. Alışılmış ve bir anlamda kabul edilmiş yoksulluk, devrimci bir ortam doğurmaz. Çünkü benzeriortamlarda yaşayan toplum kesimleri için, kendi güncel yoksulluklarının dışında daha iyi bir dünyaumudu yoktur. Oysa umudun olmadığı yerde devrim de olmaz; insanlar bu dünyaya yöneltemedikleriumutlarını "öte dünya"ya yöneltirler. Hiç değilse öte dünyadaki mutluluğu tehlikeye atmak istemezler.Böyle bir ortamda, ancak ani ve önemli olumsuz değişmelerdir ki, patlayıcı bir gerilim yaratabilir. Karl Marx, kapitalist toplumda sanayi işçisinin durumunun giderek kötüleşeceğini ve bukötüleşmenin bir noktadan sonra devrimci patlamaya dönüşeceğini öngörüyordu. Alexis de Tocquevilleise konunun bir başka yanını vurgulamaya çalıştı:

Page 79: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

80

"Devrim her zaman durumun daha da kötüleşmesiyle patlak vermez. Daha sık rastlananı, ağıryasalara yakınmadan rıza gösteren bir halkın, o yasaların yükü biraz hafifleyince şiddetli bir biçimdetepki göstermesidir. Devrimin yıktığı rejim, yıkılmanın hemen arkasında ortaya çıkandan neredeyseher zaman daha iyidir. Deneyimler bize gösteriyor ki, kötü bir hükümet için en tehlikeli an, o hükümetinkendi kendisini düzeltmeye başladığı andır. Uzun bir baskı döneminden sonra halkını biraz,rahatlatmak isteyen bir prensi kurtarabilmek için, dahi olmak gerekir. Çaresiz olduğu düşünülereksabırla boyun eğilen bir kötülük, kurtulabilme düşüncesi doğunca tahammül edilmez olur." Bir kurama göre; devrimin gerçekleşebilmesi için önce toplumda umutların doğması, sonra da oumutların yerini düş kırıklığına bırakması gerekir. Yaşam koşullarının sürekli düzeldiği bir toplumda, okoşullarda hızlı ve beklenmeyen bir gerileme olursa, devrimci bir ortamla karşı karşıya bulunulduğusöylenebilir. Yeni umutların doğduğu ve yeni gereksinmelerin karşılanması şansının herkese açıkolduğu bir toplumda devrim olmaz. Nasıl ki, umutların doğmasına elverecek dönemlerden geçmemişolan toplumlarda da devrimin patlak vermesi söz konusu değildir.

Crane Brinton, İngiliz (1640-49), Fransız, Amerikan ve Sovyet devrimlerini karşılaştırmalı olarakinceledikten sonra, şu ortak noktaları saptıyor:

(1) Dört devrim de belirli bir gelişme düzeyine varan toplumlarda ortaya çıktı. Bir umutsuzluktandeğil, tersine, beklentilerin gerçekleşmemesinden ve devrimin daha iyi koşullar yaratacağı umudundandoğdu. (2) Dört örnekte de, devrim öncesinde şiddetli sınıf çatışmaları vardı. Ama ayrıcalıklı sınıfa karşıasıl mücadeleyi veren en yoksul sınıf değil, ayrıcalıklı sınıfa en yakın olanaklara sahip bulunan sınıftı.Aristokrasiyi burjuvazi, yani gelişen toplumsal-ekonomik koşullar içinde giderek güçlenen sınıf yıktı. (3) Devrim öncesinde görülen en dikkati çekici özelliklerden birisi de, aydınların rejimi tamanlamıyla terketmiş oluşlarıydı. Aydınlar bir yandan rejimi ve yöneticileri çok sert bir biçimdeeleştirirken, öte yandan da devrimci ideolojinin oluşumuna ve yayılmasına katkıda bulunuyorlardı. (4) Hükümet organları, yetersizlikten ya da ihmalden dolayı işlemez duruma gelmişlerdi. Yenikoşulların yarattığı sorunları karşılayamıyorlardı.

(5) Yönetici sınıf, bir zamanlar gücünü oluşturan niteliklere, kendine olan güvenini yitirmişti.Yönetici sınıfın bir bölümü devrimci harekete katılmıştı.

(6) Hükümet karşı karşıya bulunduğu parasal sorunları kesinlikle çözemeyeceği izleniminiveriyordu. Devletin kaynakları yetmiyor, başvurulan çözüm yolları birbiri peşisıra sonuçsuz kalıyordu. (7) Dört örnekte de, halkın hoşnutsuzluğunu gösteren ilk hareketleri hükümet güvenlik güçlerinikullanarak bastırmak istemişti. Ama güvenlik güçlerinin kötü kullanılması sonucunda karışıklıklarazalacağına artmış, yayılmıştı. Zamanla polisten ve askerlerden devrimcilere katılanlar olmuştu.Kalanlar ise rejimi savunmakta eskisi kadar hevesli davranmıyordu.

Devrimci düşünce eyleme dönüştüğü zaman, düşünce ile eylem arasında mutlak bir uyuşmaolamaz, ideolojinin öngördükleriyle, toplumun var olan koşulları arasında, istenilenle yapılabilenlerarasında her zaman bir farklılık bulunur. Aynı şekilde, kitlelerin beklentileri ve istekleriyle, devriminöncülerinin gösterdiği hedefler arasında da bir fark vardır. Bu fark açıldıkça, devrimcilerin şiddetkullanmalarındaki zorunluluk artar. Önder bu farkın olabilirlik sınırını iyi çizdiği ölçüde hareket alanınıgenişletir, kitleleri yönlendirme olanağı artar. Örneğin Mustafa Kemal'in büyüklüğü, devrimi, hareketintoplumsal tabanının beklenti ve isteklerinin çok daha ilerisine götürebilmiş oluşundadır. Andre Decoufle'nin de vurguladığı gibi; "Devrim kendine özgü bir zihinsel evren yaratır. Yalnız buevrenin incelenmesidir ki, devrimin niçin kendi yandaşları tarafından canlı bir gerçek olarakhissedilmesi ve yaşanmasına karşılık, karşıtları (ve daha genel olarak da onun dışında kalanlar)tarafından sapmış bir olay gibi kabul edildiğini açıklar. Bu basit bir çıkar karşıtlığı gibi görülürse, hiçbirşey anlaşılmamış demektir."

b) Devrim ve Karşı-Devrim

Biraz basite indirerek, devrimi "düzen değişikliği" olarak tanımlayabiliriz. Toplumsal düzenlerinbelirlenmesinde ise, en büyük etken teknolojik düzey ve ona bağımlı olarak ekonomik yapıdır.Ekonomik gücü ellerinde bulunduranlar ya da denetleyenler, toplumsal ve bu arada siyasal kurumların,o ekonomik yapının işlemesi ve gelişmesini kolaylaştıracak biçimde oluşmasını sağlamaya çalışırlar.Bunu sadece kendi çıkarlarının değil, aynı zamanda toplumsal gelişmenin de gereği olarak görürler.

Page 80: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

81

Çünkü toplumsal gelişmede itici güç olan ekonomiyi kendileri temsil etmektedirler. Eğer ekonomikiktidarı temsil eden bu kesimlere -alışılmışa uyarak- "egemen sınıf" dersek, bir toplumsal düzenibelirleyen temel ölçütün "egemen sınıf" olduğunu söyleyebiliriz. Bu sınıfın nitel ve nicel özellikleri,toplumsal bir düzenin yapısının ve işleyişinin biçimlenmesinde tek değil, ama "ana" etkendir. Herdüzen değişikliği isteği, şu ya da bu ölçüde ekonomik iktidarın el değiştirmesinin, dolayısıyla dadüzendeki temel gücün değişmesinin istenmesi anlamını taşır.

"Pazar Ekonomisi"nin büyük burjuvazinin egemenliğine götürdüğü, kolektivist ekonomilerde iseüretim araçlarının mülkiyeti devletin elinde olduğu için, egemen sınıfın bulunmadığı iddiası her zamandoğru değildir. Örneğin, üretim araçlarının yüzde 90'ının özel sektörün elinde bulunduğu İsveç'tebüyük burjuvaziyi egemen sınıf olarak kabul etmek çok zor iken; üretim araçlarının kamu mülkiyetindebulunduğu Sovyetler Birliği'nde, yüksek bürokrasi ve teknokrasi, gerçek bir egemen tabakagörünümündeydi.

Öyleyse, ekonomik güce sahip olmanın, başka bir deyişle üretim araçlarının mülkiyetini elindebulundurmanın, egemen sınıfı belirleyen kesin bir ölçüt olmadığını kabul etmek zorundayız. "Egemensınıf", üretim araçlarının mülkiyetine değil, üretim ve paylaşım sürecinde karar verme, denetleme,yönlendirme yetkisine sahip bulunanlardan oluşmaktadır. Bu nedenledir ki, herkese yetecek kadarüretilmedikçe, ekonominin yapısı ne olursa olsun, ayrıcalıklı sınıf olgusunu ortadan kaldırmakolanaksızdır. Ancak üretim ve paylaşım sürecindeki karar verme süreçlerine katılan kitlelerin genişliğioranında, düzenin demokratik olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle, demokrasi, düzeninolanaklarından yararlananların çokluğu ve yararları paylaşmanın hakçalığı ölçüsünde "ileri"dir. Eski dildeki "inkılap", "ihtilal" ve "ıslahat" sözcüklerinin karşılığında yeni dilde sadece "devrim"sözcüğünün kullanılmasının, çok ciddi bir kavram karışıklığına yol açtığını söyleyebiliriz, ihtilal, siyasaliktidarın sınıfsal yapısının değişmesidir; yani, farklı toplum kesimlerinin temsilcilerinin iktidara gelmesibir anlamda ihtilaldir. Böyle bir değişikliğin mutlaka şiddet yöntemleriyle gerçekleşmesinde bir zorunlukolmadığı ise, en azından kâğıt üzerinde geçerlidir.

Siyasal iktidarın yeni sahipleri için, izlenebilecek iki yol söz konusu olabilir: Ya ekonomik iktidarınolanaklarını, yeni siyasal iktidarın toplumsal tabanının çıkarları doğrultusunda sınırlandırmak, ya da -bir süreç içinde- doğrudan ekonomik iktidarın sınıfsal yapısını değiştirmek, yani ekonomik gücün eldeğiştirmesini sağlamak.

Ekonomik iktidarın sınıfsal yapısı, siyasal iktidarın yapısına uygun olarak değiştiği ve ikisi arasındaözdeşleşme sağlandığı zaman, devrim gerçekleşmiş demektir. Devrim, anlık bir değişme değil, uzuncabir sürecin ürünüdür. Bu süreci oluşturan birikimlerin birimi ise, eski dilde "ıslahat", şimdi alışılmışkarşılığı ile "reform"dur. Reformlar düzendeki parçasal köklü değişimler anlamına gelir. (Dilde reform,dinde reform, eğitim düzeninde reform, vergi sisteminde reform, bankacılık düzeninde reform, dışticarette reform, yerel yönetimlerde reform, devlet yönetimlerinde reform gibi...) "Yenidenbiçimlendirme" ya da "yeniden düzenleme" demek olan reformların bir araya gelmesiyle oluşan nicelbirikim, bir noktadan sonra düzenin niteliğini değiştirir.

Kemalizmi anlatırken de vurguladığımız gibi; nasıl bir devrim tanımından hareket edersek edelim,devrimleri ikiye ayırarak inceleyebiliriz: Birinci grupta, bir evrim sonucu oluşan devrimler vardır. FransızDevrimi, bunların en ünlü örneğini oluşturur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş, ama eskikoşullara göre oluşan ve eski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal kurumlardeğişmemekte direnmiş, toplumsal-ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamışlardır. Burada sözkonusu olan, eski kurumları yeni koşullara uydurmaktır. Yani üstyapıyı altyapıya uydurmaktır. İkinci grupta yer alan devrimler ise, belirli tarihsel koşullardan yararlanarak, toplumların evriminihızlandırmak, bazı evreleri atlamak amacını taşır. Bu tür devrimlerin en iyi örneğini de, Sovyet ve Türkdevrimleri oluşturur. Gerek Lenin, gerekse Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı'nın ülkelerindeki eskidüzeni koruyan güçleri, maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlukılmadığı yeni bir toplumsal düzeni yaratacak süreçleri harekete geçirmişlerdir. Amaç altyapıdeğişikliğini hızlandırmaktır. Bunun için de, ulaşılmak istenen altyapıya uygun üstyapı kurumları araçolarak kullanılır. Siyasal kurumlar, birinci gruba giren ülkelerde sonuç iken, ikinci grupta bir başlangıçnoktası oluştururlar.

Birinci türden devrime, daha çok gelişmiş ülkelerde, ikinci türden devrime ise, evrimleşme sürecindegeride kalmış olanlarda rastlanır.

Page 81: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

82

Toplumdaki güçler dengesinin değişmesine karşın, eski güçler dengesinde ağır basan güçlerinçıkarlarına göre biçimlenmiş olan kurumların değişmemekte direnmesi, devrimin nesnel (objektif)koşullarını oluşturur. Var olan bu düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin ilkelerini içeren ideoloji ise,devrimin öznel (sübjektif) koşulu sayılabilir. Devrimi, bilinçsiz bir ayaklanmadan, kızgınlık birikimlerininkırıpdökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik, sahip olunan "devrimci bilinç "tir.

Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak doğar, devrimci eylem içinde gelişir.Böyle bir devrimde, öznel koşulların (ideolojinin) ağırlığı, nesnel koşulların çok gerisinde kalır. Oysa -geri kalmış ülkelerdeki- ikinci türden devrimlerde, nesnel koşullar yeterince oluşmadığı için, öznelkoşulların önemi artar. Öznel koşullar, bir anlamda, devrimi olanaklı kılan nesnel koşullardaki eksikliğigiderme, boşluğu doldurma işlevini üstlenir. Burada ideoloji, gene devrimci eylem içinde bazıdeğişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde hazır olarak vardır ve çoğunlukla da, anaçizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Böyle bir durumu, giderek zaten o ülkelerin düzeyine dahahızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için, doğal karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji, devrimin öncüsügüçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler getirmekle birlikte, ana doğrultuda aynı kalır.

Her devrim, belirli toplumsal güçlere dayanarak gerçekleşir. O güçlerin yeterince gelişmediğiortamlarda ise, devrimci ideolojinin kendisi, yarattığı bilinç ve kitlesel etkiyle devrimci bir güçoluşturabilir. Bir ayaklanmanın, bir hükümet darbesinin, bir bağımsızlık savaşının, tarihi hızlandırmakamacındaki bir devrime dönüşmesinde, devrimci ideolojinin etkisi büyüktür. Ama ideolojinin devrimdekiağırlığının artması ölçüsünde, o ideolojinin dogmatikleşmesi olasılığı da artar. Çünkü ideoloji, biranlamda var olması istenilen, ama henüz var olmayan koşulların ürünüdür.

Marx, evrim sonucu ortaya çıkan devrimlerde ideolojinin oynadığı rolü şöyle anlatıyor: "Bilinçreformu, dünyanın kendi bilincine varmasını, kendisini yanıltan düş durumundan çıkmasını,eylemlerini, kendisine anlatmaktan ibarettir. O zaman görülecektir ki, maksat geçmiş ile gelecekarasına büyük bir çizgi çizmek değil, ama geçmişin düşüncelerini gerçekleştirmektir. Gene görülecektirki, insanlık yeni bir göreve başlamıyor, ama işin aslını öğrenmiş olarak eski işini gerçekleştiriyor."

Toplumsal evrimi hızlandırmaya yönelik devrimler açısından "bilinç" öğesi, dolayısıyla ideoloji dahabüyük önem taşır. Geri kalmış bir ülkede -kaynakların kıtlığından dolayı- ekonomik büyümeyisağlamak, halkı eğitmekten, kültürel alanda değişim yapmaktan daha zor olduğu için, devrimcilerönceliği ideolojiye verirler. Devrimin itici gücünü oluşturacak "yeni insanı" yaratmaya çalışırlar,ideolojinin öncülüğündeki "kültür devrimi"nin Kemalist devrimde olduğu kadar, Maoist ve Castristdevrimlerde de, birçok Afrika devriminde de ön plana çıkmasını doğal karşılamak gerekir. Devriminresmi ideolojisi yaygınlaştıkça, iktidarın karşıtları üzerinde bir baskı oluşturarak onların silahlarınınönemli bir bölümünü de ellerinden alır.

Marx'ın gelişmiş ülkelerdeki devrimler açısından yaptığı ideoloji değerlendirmesinden çok farklısınıChe Guevara geri kalmış ülkeler için yapıyor. O'na göre, bu gibi toplumlarda temel itici güç, ideolojininyaratacağı devrimci bilinç ve heyecandır: "Belirli bir ülkenin öncü insanlarının, üretici güçlerin genelgelişmesi üzerine kurulu bilinci, o ülkenin gelişme düzeyinde üretici güçlerle üretim ilişkileri gereklinesnel çelişkiler henüz bulunmasa bile, sosyalist bir devrimi başarıya ulaştıracak yolları bulabilir." Budüşüncedeki gerçek payı tartışmalı olsa da, geri kalmış ülkelerdeki devrimlerde, ekonomik vetoplumsal gelişmeyi hızlandırmak için, insanların bilinçli etkinliklerine öncelik tanındığı açıktır.

Her devrim, iktidarın sınıfsal yapısının değişmesiyle başlar. Eğer bir iktidara toplumda giderek dahaaz saygı gösteriliyorsa, bu başka bir iktidarın yolda olduğunu gösterir. Belirli toplum kesimlerinintemsilcileri gidip, gelişmekte olan toplum kesimlerinin temsilcileri, onların yerini siyasal iktidarı elegeçirdiğinde bu bir devrim başlangıcıdır. Böyle bir değişmenin, mutlaka silah zoruyla olması dagerekmez. Değişmenin barışçı yoldan gerçekleşmesi, devrimin sonraki aşamalarının da olabildiğinceaz sarsıntılı geçmesine olanak verir. Ama siyasal iktidar, ancak zor kullanılarak değişiyorsa, yenisiyasal iktidarı toplumun önemli bir kesimi yasal saymıyorsa, devrim süreci şiddete dayanarak yürür.Devrimin getirdiği yeni rejim, toplumun büyük çoğunluğunun gözünde yasallık kazanıncaya kadar,baskı ve şiddet yöntemleri giderek azalan ölçülerde sürer. Toplumda meşruluk kazanan bir rejimin,kendini saydırmak için güç kullanmasına gerek kalmaz.

Page 82: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

83

Eski düzenin egemen güçleri, kendi ayrıcalıklarını sona erdiren yeni düzeni gönül rızasıyla kabuledemeyeceği için, tarihte rastlanan devrimlerin çoğu, ilk aşamalarında, ölçüsü değişen bir şiddet vebaskı dönemi yaşamışlardır. Fransız devriminde, "devrimin kendi çocuklarını yediği" terör dönemi,Sovyet devriminde Stalin yönetimini de kapsayan yıllar, Humeyni devriminde -dış savaşa karşın- rejimkarşıtlarına uygulanan acımasız şiddet ve benzer örnekler çoğaltılabilir. Devrime karşı olan direncindüzeyi, devrimin başvuracağı baskı ve şiddetin düzeyini belirler.

Gaston Bouthoul, devrimlerin şiddet yöntemlerine başvurup vurmamalarını şöyle açıklıyor:"Devrimler, kurumlarla zihniyetler arasında uyum sağlamaya yöneliktirler. Yöntemleri şiddetten uzakolabilir (Hıristiyan ve Gandi'ci devrimler). Şiddete dayalı yöntemler, genellikle uzun bir hareketsizbarışçı dönemin sonunda ortaya çıkan son aşamadır; tıpkı Fransız devriminde olduğu gibi." Nasıl devrimci ideolojiler varsa, devrime karşı, yani karşı-devrimci ideolojiler de vardır. Yaklaşımlarıaçısından bunlar iki kümede toplanabilir: Birinci kümede olanlar, devrimleri önlenemez, kaçınılmaz,ama kötü, zararlı olgular olarak görürler. Onlara göre; devrimler toplumun yaşamasının değil,ölümünün tohumlarını taşırlar; bundan dolayı da, umutsuz da olsa, devrimlere karşı sürekli bir savaşımvermek gerekir. Andre Decoufle, bu ideolojiyi paylaşanların görüşünü şu cümlede özetliyor: "Uygarlıkölüme mahkûmdur, ama insanın görevi bu ölüm anını geciktirmektir. " Görüyoruz ki, bu tür karşı-devrimci ideolojiler, kökü çok daha eskilere giden, karamsar tutucu ideolojinin bir uzantısından başkabirşey değildir.

Joseph de Mastre, karşı-devrimci düşüncenin ünlü isimlerinden birisi olarak şöyle diyor: "Karşı-devrim, yıkmanın kendisinden başka bir şeyi yıkmaz... Hiçlik yolundan hareket edenler hiçbir şeyyaratamazlar... Karşı devrim olarak adlandırılan krallığın yeniden kurulması, karşıtın devrimi değil,devrimin karşıtı olacaktır."

İkinci kümede yer alan karşı-devrimci ideolojiler için devrim, toplumsal çılgınlıklar ve cinayetlerdenoluşur. Onlar için devrimler geçici ve yöresel olaylardır. Bu tür ideolojilere, özellikle devrimci hareketezilmesinden sonraki ortamlarda, karşı-devrimcilerin kendilerini güçlü hissettikleri dönemlerderastlanır. Onlara göre; devrimciler insan değil, geri kalmış insanlar ya da hayvanlardır. Böyle bir inanç,devrimci hareketlerin acımasızca ezilmesini meşrulaştıracak niteliktedir. Devrim toplumsal bir çılgınlıkanının ürünü iken, karşı-devrim akla ve doğal düzene yeniden dönüş demektir.

Karşı-devrim, ideolojik açıdan devrimin tersi iken, eylem açısından devrime çok yaklaşır. Devrimlemücadelede ideolojinin inandırma gücünün yeterli olmadığını, devrimci süreci başka yollardandurduramadığını görünce, o da silaha ve şiddete başvurur. Devrimin yarattığı korku büyüdükçe, karşı-devrim giderek bir kitlesel öldürme eylemine dönüşebilir.

Page 83: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

84

İKİNCİ BÖLÜMSiyasal Uzlaşma

Her çatışma, görünüşte ne kadar katı ve sert olursa olsun, belirli düzeyde bir uzlaşma ile sonuçlanır.Her siyasal sistem, aynı zamanda bir uzlaşma modeli demektir. Uzlaşma yoksa, sistem de yoktur.Çatışma güçler dengesini ortaya koyar; ödünler ve ayrıcalıklar o dengeye göre paylaşılır. Ve siyasalsistem oluşur.

Siyasal çatışmanın ereği, siyasal iktidarı ele geçirmek, olmazsa ortak olmak, en azından kendieğilimleri doğrultusunda etkilemektir, inanç sistemleri ve onlara koşut olan çıkar ve görüşler kitlelereçeşitli propaganda araç ve yöntemleriyle iletilirler. Kamuoyunu "oluşturmak", etkilemek için çaba sarfedilir. Siyasal çatışma ile ortaya çıkan güçler dengesi, siyasal katılmanın koşullarını belirler. Gerekpropaganda, gerekse siyasal katılma, uzlaşmaya giden yollardır.

Bölümün ve dolayısıyla kitabın sonunda, çatışma-uzlaşma sürecinin ürünü ve aynı zamandaçerçevesi olan siyasal sistemleri göreceğiz.

BİRİNCİ KISIM

Kamuoyu ve Propaganda

Kamuoyu, belirli bir tartışmalı konuda toplumun tümünün ortak görüşü, ortak kanısı değildir. Toplumuntümü için geçerli, oybirliği ile paylaşılan bir kanı söz konusu olamaz. Bu kanı, bireysel kanılarıntoplamından ibaret olmadığı gibi, bazen çoğunluğun bireysel kanılarının ürünü bile olmayabilir. MünciKapani'nin şu tanımı oldukça aydınlatıcıdır: "Kamuoyu, belli bir zamanda, belli bir tartışmalı sorunkarşısında, bu sorunla ilgilenen kişiler grubuna veya gruplarına egemen olan kanaattir."

Kamuoyu çoğunluğun kanısını yansıtabileceği gibi, bazı durumlarda yansıtmayabilir de. Azınlığınkararlı bir biçimde benimsediği bir görüş, çoğunluğun gevşek olarak benimsediği bir görüşe ağırbasabilir. Bu gibi durumlarda, kamuoyu azınlığın etkisi altında oluşabilir. Ama ne olursa olsun,kamuoyu siyasal yaşamda kendisini siyasal bir güç gibi duyurur. Ulusal düzeyde olsun uluslararasıdüzeyde olsun, demokratik bir rejimde olsun baskı rejiminde olsun hükümetleri etkiler, siyasalkararların yönlendirilmesinde rol oynar. Kamuoyunun oluşumunda ise, çeşitli propaganda tekniklerininönemi giderek artmaktadır.

1. KAMUOYUNUN OLUŞUMU

Kamuoyunun oluşumunda çeşitli araçlar ve aracılar görev üstlenirler. Oluşumun kendisi ise, birçoksüreçlerin ve bu süreçlerde kullanılan tekniklerin bir ürünüdür.

a) Araçlar ve Aracılar

Birey düzeyinde siyasal kanı ve tutumların nasıl oluştuğunu ve nasıl değiştiğini, siyasal boyutlarınıincelemiştik ("Siyaset Bilimi" kitabında). Kamuoyuna temel oluşturan siyasal kanılarınbiçimlenmesinde, elbette ki önce kişinin bireysel özellikleri rol oynar. Dünyaya gelinirken sahip olunanve çoğu kalıtım yoluyla kazanılmış bulunan fiziksel ve ruhsal özellikler bir hareket noktasıdır. Sonrabuna, aileden başlayarak bir dizi küçük grubun etkisi katılır. Çocuklukta kazanılan temel tutumlaragiderek başkaları eklenir. Kanı, kişisel tutumun belirli bir soruya verdiği yanıttır Ama kişi o konuylayakından ilgili değilse, ya bir kanı belirmez ya da beliren kanı çok gevşek olur. Bu gibi durumlarda kişietkileşime daha fazla açıktır.

Page 84: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

85

Nasıl ki, temel tutumların yani kişiliklerin belirlenmesinde, aileden başlayarak toplumsal çevreninbelirli bir etkisi varsa, o temel tutumlara bağımlı olmakla beraber, kanıların oluşum ve değişiminde degene aynı çevrenin etkisi bulunur. Aile, iş ve arkadaş grupları, üyesi olduğu sendika, dernek ya dasiyasal parti gibi kuruluşlar, bu süreçte derece derece rol oynarlar. Bireysel eğilimleri giderek grupkanılarıyla bütünleşir.

Belirli bir kamuoyu oluşturmak, kamuoyunu etkilemek isteyenler çeşitli yollara başvururlar. Yüzyüze, kulaktan kulağa kişisel etkileşimden, yazılı, sözlü ve görüntülü kitle iletişim araçlarına kadarçeşitli araçlar bu amaçla kullanılabilir. Çıkar grupları, siyasal partiler ve iktidarlar ve bu işi kendileriyapabilecekleri gibi uzmanlaşmış kuruluşlardan da yararlanabilirler. Amerika Birleşik Devletleri'ndebaşlayan bu uygulama giderek yaygınlaşmış, bir malı satmak için reklam kampanyası düzenlemekteustalaşmış firmalar, bir düşünceyi ya da bir önderi kitlelere benimsetmek için de benzeri yöntemlerikullanır olmuşlardır. Türkiye'de de büyük partiler, profesyonel reklamcılarla işbirliği yapmaktadır.

Acaba kamuoyunun oluşumunda kitle iletişim araçlarının etkisi nedir? Kişiler onlardan mı daha çoketkileniyor, yoksa yakın çevrelerindeki bazı kişilerden mi? Paul Lazarsfeld'in ABD'de yaptığıaraştırmalar, TV dahil en gelişmiş kitle iletişim araçlarının bile, yüz yüze ilişkilerdeki kadar etkiliolamadığını ortaya koyuyordu. Başka ülkelerde yapılan benzer araştırmalar da benzer sonuçlar verdi.Yazılı basın, radyo, televizyon, sinema gibi kitle iletişim araçları, kişilerin ancak var olan görüş vekanılarını güçlendirebiliyor, ama değişmelerinde fazla etkili olamıyordu. Kişiler kendi eğilimlerine uygungazeteleri alıyor, eğilimlerine uygun yazarları okuyordu. Radyo ve televizyonda da, eğilimlerine uygunhaber ve yorumlardan daha çok etkileniyordu.

1930 yılında, ABD'de, New Jersey senato seçimlerini kazanan aday, reklam masrafları için on bindolar öderken, yerel destekçilerine yirmi beş bin dolar ödemişti. Gene aynı ülkede, Roosevelt'inyeniden cumhurbaşkanı seçilmemesi için açılan kampanyayı, basının çok büyük çoğunluğudesteklediği halde Roosevelt yeniden seçilmişti. Rahatlıkla çoğaltılabilecek olan bu örnekler, kitleiletişim araçlarının kamuoyu oluşumundaki etkisinin abartılmaması gerektiğini göstermektedir. Nasıl ki,Türkiye'de de din adamlarının desteklediği bir parti, büyük basının tüm karşı propagandasına karşın,1970'li yıllarda beklenilenin üzerinde oy toplayabilmiştir.

Buna karşın, devlet ve siyaset adamları, hangi siyasal sistem içinde olurlarsa olsunlar, kamuoyunuetkilemek amacıyla kitle iletişim araçlarına büyük önem vermişlerdir. Hıfzı Topuz'un araştırması, II.Abdülhamit gibi bir diktatörün, sadece yerli basını değil yabancı basını bile denetlemeye çalıştığınıortaya koyuyor. Abdülhamit yerli basına sıkı bir sansür uygulamakla yetinmemiş, hakkında olumsuzyazılar yazılmasını önlemek için, Paris'te yayınlanan 17 gazeteye de para dağıtmıştı.

Dar çevrelerde asıl etkili olanlar "kamuoyu önderleri"dir. Kitle iletişim araçlarının yaymak istedikleridüşünce ve bilgileri alıp yorumlayan ve başkalarına aktaranlar onlardır. Gelişmiş ülkelerde bile varolan bu durum, özellikle geri kalmış ülkelerde çok daha fazla geçerlidir. Öğretmen, muhtar, imam, ağa,şeyh ve benzeri kişilerin aldıkları bilgileri kendi eğilimlerine göre süzgeçten geçirdikten sonra kırsalkesim insanına aktardıklarını biliyoruz. Kişilerin, kitle iletişim araçlarının yaymak istedikleri mesajlarıalmaları ve yorumlamaları zorlaştıkça, bu gibi kanı ya da kamuoyu önderlerinin etkisi artmaktadır.

Kamuoyu önderlerinin ya da genel olarak bilgi aktaran kişilerin özgürce davrandıklarını sanmakyanlıştır. Bilgiyi aktaran, karşısındaki kişinin hoşuna gidecek şeyler söylemek zorunluluğunuçoğunlukla duyar. Böylece karşısındakini etkilediği kadar ondan da etkilenir. Bir konuda oluşmaktaolan kamuoyu, karşılıklı etkileşim içinde, giderek kendi kendini güçlendirmiş olur.

Page 85: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

86

Artun Ünsal, bu ayıklama işleminden de önce daha genel bir "ön ayıklama" yapıldığına dikkatiçekiyor. Bu asıl ön ayıklamayı, sırayla haber ajansları ve kitle iletişim araçları yapıyorlar. Özellikleuluslararası düzeydeki haber toplama işlevi, birkaç büyük haber ajansının tekelindedir. Büyük ülkelerinçıkarları, bu büyük ajanslar aracılığıyla ilk ön ayıklamaya yansıyabilmektedir.

b) Süreçler ve Propaganda

Kamuoyu, ancak bazı bilgilere dayanarak oluşabilir. Kamuoyunun oluşumunda ilk aşama bubilgilerin iletilmesi olduğu için, önce bu iletme işlevini yerine getiren araçlar ve aracılar üzerindedurduk. Oluşumdaki ikinci aşama ise, iletilen bilgilerin alınmasını, algılanmasını kapsar. Bu aşamadabelirli süreçler ve propaganda teknikleri rol oynar. Verilen bilgileri alıp-ayıklama süreçlerini bilmek,kamuoyunu yönlendirmek isteyenler için çok önemlidir.

Kamuoyunu, duygularıyla değil, aklıyla değerlendirme yapabilen, bilinçli insan topluluğunun kanısısaymak kuşkusuz ki yanlış olur. Kitlelerin "bilinçli bir sağduyusu" olduğu görüşü bilimsel değil,ideolojiktir. Kamuoyunun öne sürüldüğü gibi sağlıklı oluşabilmesi üç koşula bağlıdır: Bireylerin yeterlive doğru haber almaları; aldıkları bilgileri duygularından uzak, akıllarıyla değerlendirmeleri; ve"çıkarlarını sağlama umuduyla", kamu işlerine yakın bir ilgi göstermeleri. Oysa bu üç koşulun bir arayagelmesi ve özellikle de, kamuoyunu oluşturanların çoğunluğunun bu durumda bulunması son derecezordur.

Alfred Sauvy, kamuoyunun oluşumu sırasında alınan bilgilerin bazı durumlarda biçim değiştirerek,sapmalara uğrayarak algılanmasında, belirli kuralların egemen olduğuna dikkati çekiyor: (1) Maddesel çıkarlar söz konusu olduğunda, bilgiler bu çıkarları koruyacak biçimde sapmayauğrayarak algılanıyor. Örneğin tüketiciler, fiyat artışlarını hep gerçekte olduğundan daha yüksekdeğerlendiriyorlar. Vergi mükellefleri, genellikle gelirlerinin tahminlerinden çok daha yüksek olduğunugörerek hayrete düşüyorlar. Tarımsal ürünlerle ilgili iyimser haberler kulaktan kulağa daha daiyimserleşerek, sayılar daha da artarak dolaşırken, karamsar haberler kısa ömürlü oluyor. Umut vericibilgiler abartılarak yayılırken, umut kırıcı olanlar çabucak unutuluyor.

(2) Duygulann ve tutkuların söz konusu olduğu durumlarda, bilgilerdeki sapma bu duygu vetutkuları güçlendirici yönde gerçekleşiyor. Dindar kişi mucizeler görmeye ya da duymaya, inançsızkişiye oranla çok daha yatkın oluyor. Aynı şekilde, örneğin uçan daireleri inanmayanlar değil,çoğunlukla inanma eğilimindekiler görüyorlar. Savaş sırasında düşmanın yaptığı vahşetle ilgili bilgilerçabucak yayılıp inanılırken, kendinden olanların benzer davranışlarıyla ilgili bilgiler kuşkuyla karşılanıpçabucak unutulabiliyor. Bir bilim adamı bile, kendi kuramını güçlendirecek deneyleri ve olayları hemengörürken, tersi durumları algılamakta zorluk çekebiliyor.

(3) Toplumsal ortak bir davayla ilgili olaylar söz konusu olduğunda, sapma, gruptaki dayanışma vetutarlılığı güçlendirecek ve desteklenen mücadeleyi haklı gösterecek biçimde ortaya çıkıyor. Savaştaordunun gücü, durumu, başarılarıyla ilgili olarak hep güven duyucu bir kamuoyunun oluşması olasılığıyüksek oluyor. Çünkü gereksinme bu yöndedir. Nasıl ki, barışta da siyasal partilerin üyeleri aynıolaylara farklı gözlüklerle bakıyorlar. Olayları ve koşulları, bir kuşku bunalımına yer vermeyecek,yapılan özverileri haklı gösterecek biçimde görüyor ve değerlendiriyorlar.

(4) İçtenlikle, bilinçsiz olarak, istenmeden yapılan sapmalarla, kişinin kendi tutumunu haklıgöstermek için bilerek ve isteyerek başvurduğu sapmalar hep aynı yönde oluyor. Söz konusu tutumunmaddesel, zihinsel ya da duygusal oluşu sonucu değiştirmiyor.

(5) Bireyin bir soruya yanıt vermesi sırasında ortaya çıkan sapma, böyle bir düşünme fırsatıolmadan kendiliğinden ve hızlı biçimde oluşan tepkilere göre çok daha az oluyor. Soru sorulurken"Emin misiniz? Doğrulayıcı bilgiler aldınız mı?" gibisinden açıklayıcı zorlamalara gidildikçe ve yanıt içinyeterli bir düşünme süresi bırakıldıkça sapma daha da azalıyor.

Çok önemli olaylar dışında, kamuoyunda hızlı değişmelerin olmadığını söyleyebiliriz. Kendikanısının tersini gösteren olaylar ya da kanıtlarla karşılaşan her birey, görüşünü ve tutumunudeğiştirmeye hazır değildir. Kimisi bu yeni verileri değerlendirmeye bir ölçüde olsun açıkken, kimisisavunmaya geçerek tutumunu daha da katılaştırabilir. Kamuoyundaki değişme, en ılımlılardanbaşlayarak, zamanla, ağır ağır gerçekleşir.

Page 86: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

87

Kamuoyu unutkandır ve geçmişten çok bugünkü verilerden etkilenir. Belleği geçmişle ilgili bir olayıbir kez saptırmışsa, onu düzeltmek çok zordur. Buna örnek olarak, bazı batılı ülkelerin kamuoyundavar olan "Türk-Ermeni sorunu" ile ilgili önyargıları gösterebiliriz.

Nasıl ki, kamuoyunun oluşumuna yardım eden bilgilerin algılanması belirli kurallara göregerçekleşiyorsa o oluşumu etkilemek amacıyla yapılan propagandanın da belirli kuralları vardır. Jean-Marie Domenach bu kuralları şöyle sıralıyor:

(1) Basitleştirme ve tek düşman kuralı- Propaganda her şeyden önce konuyu basitleştirip, herkestarafından kolaylıkla anlaşılabilecek hale sokmaya çalışır. "Yaşasın A", "Umudumuz B", "Kahrolsun C","Katil D" gibi sloganlar, etkili bir siyasal propagandanın vazgeçilmez öğelerindendir. Dost ve düşman,iyi ve kötü bellidir.

(2) Kabaca, genel ifadelerle anlatma kuralı- Bu kuralda, kitlelere verilmek istenen mesajlarınbasitleştirilmesinin doğal bir soncudur. Hitler ünlü Kavgam kitabında şöyle diyor: "Her propaganda,anlatım düzeyini, yöneldiği kitleler içindeki en düşük anlama yeteneğine göre düzenlemek zorundadır".Partiler iktidara ulaştıklarında çeşitli toplum kesimleri için neler yapacaklarını programlarında ayrıntılıbir biçimde yazabilirler. Ama sıra kitlelere yönelik propagandaya gelince, ayrıntılara yer olamaz."Kalkınma köylüden başlayacak", "işçi hakkını alacak", "Ekonomide öncü özel sektör olacak" gibigenel anlatımlar ön plana geçer.

(3) Tekrar kuralı- Hitler'e göre, propaganda az sayı da düşünce ile sınırlandırılıp, o az sayıdakidüşünce bıkmaz usanmaz bir biçimde tekrarlanmalıdır. Nazizmin propaganda işleri sorumlusuGöbbels'in şu sözü ünlüdür "Aynı şeyi iki bin yıldır tekrarladığı içindir ki Katolik kilisesi etkisinisürdürüyor". Aslında ticari reklamlarda da aynı kuralı geçerli olduğu söylenebilir. Sürekli duyulan şey,doğruymuş gibi bilinç altına yerleşebilir.

(4) Sevileni kullanma kuralı- Sıfırdan başlayarak bir topluma herhangi bir düşünceyi ya daherhangi bir ürünü istenildiği anda kabul ettirme olanağı yoktur. Ancak toplumun daha öncebenimsemiş olduğu şeylerden hareketle ona yeni bazı şeyler de verilebilir. Örneğin bir dini ya daideolojiyi benimsemiş olanlara, "Sizin inancınız yanlıştır" diye propaganda yapmak, davayı dahapeşinen kaybetmek anlamına gelir. Oysa, "Esasta ben de sizinle aynı inancı paylaşıyorum, ama..."diye başlamak, en azından söyleyeceklerinizin daha dikkatli dinlenmesini sağlayabilir.

(5) Oybirliği ve bulaşma kuralı- İnsan toplumda yalnız başına yaşamadığı için, grubun ya da üyesiolduğu birden çok grubun etkisi altında kalır. O gruplardaki egemen düşünceye ters düşmemeyeçalışır. Kararsız olan kişi ise, çoğunlukla bir görüşü olmadığından dolayı değil, ama farklı çevrelerinetkisi altında kaldığından dolayı bu durumdadır. Propagandanın amacı, belirli yöndeki etkilerigüçlendirmek ve toplumda önemli bir kesimin de o görüşü benimsediği inancını yaratmaktır.Çoğunluğa uymak, ondan etkilenmek genel ve güçlü bir eğilimdir.

Özellikle siyasette, her propagandanın bir karşı-propagandası bulunur. Kendi görüşlerini yaymakisteyenler, bir yandan da karşılarındakilerin görüşlerini çürütmeye çalışırlar. Karşı tarafınpropagandasını oluşturan öğeler birbirinden ayrılarak teker teker ele alınıp zayıflatılır. Hatta bu öğelerbazı durumlarda birbirlerine karşı kullanılır. Rakip propagandanın zayıf tarafları ön plana çıkarılarak,öncelikle o noktalar çürütülür.

Karşı-propaganda taktiklerinden birisi de, karşı görüşten çok, o görüşü savunan kişi ya da kişileriyıpratmaya yöneliktir. Örneğin bir siyasal partinin ya da hükümetin önde gelen üyelerinin özelyaşamlarındaki hoş olmayan yanlar, geçmişte başka düşünceleri savunmuş olmaları, ya da karanlıkilişkiler içindeymiş gibi görünmeleri, karşı propagandaya malzeme sağlar. Savunan kişi yıpratılarak,savunduğu düşüncenin önemi azaltılmış olur.

Karşı-propagandanın bulunması durumunda, en iyi düzenlenmiş propagandalar bile başarısızlığauğrayabilir. Otoriter rejimlerdeki resmi propagandanın etkisinin yüksekliği, karşı-propagandaolanaklarının büyük ölçüde kısılmış oluşundandır.

Page 87: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

88

Propaganda, kamuoyunun oluşumu sırasında özellikle kararsız kesimler üzerinde etkili olur. Büyükbunalım dönemlerinde ortaya çıkan kararsız ortamlarda, propagandanın etkisi ile kamuoyunun biruçtan öteki uca kısa aralıklarla kayması olasılığı artar. Ama koşulların altüst olmadığı dönemlerde,propaganda bir yandan kararsızları etkilemeye çalışırken, öte yandan da aynı görüşü paylaşanlararasındaki dayanışmayı arttırır, safların sıklaştırılmasını kolaylaştırır.

2. FARKLI TOPLUMLARDA KAMUOYU VE PROPAGANDA

Gerek kamuoyu, gerekse o kamuoyunun oluşumunda rol oynayan propaganda, siyasal çatışma veuzlaşma süreçlerinde büyük önem taşır. Ama bu önem, bir yandan toplumun gelişme düzeyine vekültürel özelliklerine, öte yandan da rejimin niteliklerine göre değişir.

a) Çoğulcu Sistemlerde Kamuoyu

Çoğulcu sistemler, toplumda koşulları, çıkarları ve dolayısıyla görüşleri birbirinden farklı kesimlerinvarlığını kabul ederler. Farklı koşulların ürünü olan çıkar ve görüşlerin yasal yollardan dile getirilmesini,savunulmasını sağlamaya çalışırlar. Toplumda belirli bir uzlaşmanın, ancak bu barışçı çatışmanınkonusunda ortaya çıkabileceğine inanırlar. Çoğulcu demokrasi ya da özgürlükçü demokrasi olarakadlandırılan siyasal sistem işte bu temel üzerinde oluşmuştur.

Bütün çağdaş siyasal sistemlerde yönetenler kamuoyuna önem verirler. Ama tekilci yanı baskıcısistemlerde yönetenler kamuoyunu tek yönde oluşturmak için tüm olanakları kullanırlarken, çoğulcutoplumlarda -çok yönlü etkiler altında- oluşan kamuoyunun, yönetenlerin kararlarında ağırlık taşımasısöz konusudur. Birinde kamuoyunun özgürce oluşumu, ötekisinde ise siyasal iktidar tarafındanoluşturulan ilkedir. Ama tüm temel hak ve özgürlüklerin sağlandığı hukuk düzeninde bile, kamuoyununtam anlamıyla özgür ve sağlıklı bir biçimde oluştuğu söylenemez. Çünkü kamuoyunu etkilemeyeçalışan çıkar ve baskı gruplarının ellerindeki olanaklar eşit değildir. Para gücüne daha çok sahip olantoplum kesimleri, kamuoyunu etkilemek açısından daha şanslıdır. Kamuoyunun oluşumunda önemliyeri olan basın özgürlüğünden, toplanma ve gösteri yapma özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğündenyararlanabilme düzeyi, parasal olanaklara bağımlıdır

. Bir siyasal sistemin, kamuoyunun oluşumuna katkıda bulunmak açısından tüm toplum kesimlerineeşit olanaklar sağlayabildiği ölçüde, sağlıklı bir toplumsal uzlaşmaya ulaşılabileceğini söyleyebiliriz.Kamuoyunun tek yanlı etkiler altında oluştuğu durumlarda dengeden uzaklaşılır, siyasal kararlar da tekyanlı olmaya başlar. Bu kararlarla çıkarları ya da dünya görüşleri bağdaşmayan toplum kesimleripatlamaya, rejime karşı çıkmaya itilirler.

Sartori'nin de vurguladığı gibi, bir kanının halk arasında yayılmasını sağlamakla, bir kanının halktarafından oluşturulmasını sağlamak arasındaki ayrım temeldedir. Birinci durum baskı rejimlerinde,ikinci durum ise demokratik rejimlerde söz konusu olabilir. Baskı rejimlerinde, kamuoyunu oluşturanaraçların hemen tümü devletin tekelindedir. Demokratik rejimlerde, böyle bir devlet tekeli dahabaşlangıçta reddedilmiş olmakla birlikte, kamuoyunun serbestçe oluşumunu zorlaştıran, hatta bazıdurumlarda önleyen engeller vardır. Kimi toplum kesimlerinin sesi daha fazla çıktığı gibi, kimi konularında serbestçe tartışılmasını engelleyen tabular bulunur. Bazı dinsel ya da ulusal konular bu çerçevedesayılabilir. Demek ki, çoğulcu toplumlarda oluşan kamuoyu ile tekilci toplumlarda güdülen kamuoyu arasındakitemel fark, bu konuda bir devlet tekelinin bulunup bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Ondan ötesi,bir nitelikten çok derece farklı olmaktadır.

Çoğulcu demokrasiler iktidarın bölünmesine dayanır. Çünkü denetlenemeyen, dengelenemeyen biriktidar, demokrasinin ve dolayısıyla da özgürlüklerin sonu olabilir. Demokratik bir sistemde kamuoyusiyasal kararlar üzerinde etkili olacağına göre, kamuoyunun oluşumuna malzeme sağlayacak olanhaber ve bilgi verme olanaklarının da tek elde toplanmamış bulunması gerekir. Toplumun haber almakaynakları çoğalıp çeşitlendikçe, doğru bilgiye ulaşma olasılığı da artar. Kitle iletişim araçlarına sahipolmak pahalılandıkça, kamuoyu oluşumunda varlıklı toplum kesimlerinin etkisinin artması doğaldır.

Page 88: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

89

Basım ve yayım teknolojisinin pahalılaşması ile birlikte, ABD'den Türkiye'ye kadar, hemen tüm çoğulcutoplumlarda gazete sayısının azaldığını ve belirli bir tekelleşmeye gidildiğini biliyoruz. Belirli toplumkesimleri belirli yayın organlarının tekeli altına girdikçe, o toplum kesimleri arasındaki karşıtlıklarındaha sertleşmesi ve kısırlaşması olasılığı yükselmektedir.

Bazı çoğulcu sistemlerde radyo ve televizyonun devlet tekelinde olduğunu biliyoruz. Bunun amacı,iktidarda bulunanlara, kamuoyunun oluşturulması açısından bir avantaj sağlamak değildir. Böyle birolanağı, haberleri saptırma ve halka yanlış bilgi verme için değerlendiren bir siyasal iktidar, görevinikötüye kullanıyor demektir. Radyo ve televizyon kadar yaygın ve etkili iletişim araçlarını devlettekelinde bulundurmanın çoğulcu bir sistemdeki nedeni, onların herhangi bir toplum kesimince tekyanlı kullanılmasını önlemektir. Oysa iktidarın onları tek yanlı kullanması da çoğulcu sisteminmantığına ters düşer.

Kamuoyunu etkilemek amacıyla sadece baskıcı rejimlerin propagandaya başvurduğunu sanmakyanlıştır. Varlıklarını sürdürmek için tekilci-baskıcı rejimlerin nasıl propagandaya gereksinimleri varsa,çoğulcu-demokratik rejimlerin de propagandaya gereksinimleri vardır. Ama birisi otoriter-totaliter birpropaganda yaparken, ötekisi demokratik bir propaganda yapar. Günün birinde baskıcı bir rejimlekarşılaşmak istemeyen toplumsal, robotlaşmış, her söyleneni itirazsız, düşünmeden benimseyenbireyler değil, sorumluluk duygusuna sahip, düşünen ve tartışan yurttaşlar yetiştirmek zorundadırlar.Demokrasilerde egemenlik topluma ait olduğuna göre, toplum tüm olup bitenlerden ve özellikle dekamuyu ilgilendiren tüm gelişme ve kararlardan doğru bir biçimde haberdar edilmelidir. Diktatörlükhastalığını önlemenin yolu, demokratik düşünüp davranmaya alışmış yurttaşlara sahip bulunmaktangeçer.

b) Tekilci Sistemlerde Kamuoyu

Baskıcı rejimler çok sesliliğe ve dolayısıyla da, kamuoyunun farklı etkilerin sonucunda oluşmasınaizin vermezler. Tüm iktidar tek elde toplanmıştır ve devlet eliyle sistemli bir biçimde yürütülenpropagandanın amacı da, iktidarın görüşünün tüm toplum tarafından benimsenmesini sağlamaktır.Rejimin temel felsefesine, resmi ideolojisine ters olan görüşlerin söylenmesi ve savunulması yasaktır.Çoğulcu sistemlerin karşıtı olarak, bu sistemlerin tümünü de "tekilci" olarak nitelendirebiliriz. Artıkserbestçe oluşan bir kamuoyu değil, güdümlü bir kamuoyu söz konusudur.

Komünist ve faşist baskı rejimlerinde, resmi ideolojinin zihinlere "tek doğru" olarak yerleştirilmesiçabası okullardan, işyerlerinden başlatılarak sürdürülür. Kulüp, dernek ve benzeri kuruluşlar hep aynıamaca hizmet eder. Radyo, televizyon ve yazılı basın hep tek seslidir. Ama bu tür tekilci toplumlardabile, "fısıltı gazetesi", gizli yayınlar, gizli toplantılar ve örgütlenmeler tam anlamıyla önlenemez. Varolan resmi kamuoyunun yanında, daha az etkili olmakla birlikte bir karşıt kamuoyunun varlığı dazaman zaman kendisini duyurur. 1956'da Macaristan'da, 1968'de Çekoslovakya'da ortaya çıkan ufakbir kıvılcım, bu iki kamuoyunun birincisinden bile daha etkili ve yaygın olabileceğini göstermiştir.Polonya'da Walesa önderliğindeki Dayanışma Sendikasının şaşırtıcı gücü, rejime karşı olankamuoyunun gücünü yansıtmaktadır.

En büyük baskılar ve ileri teknikler, mutlak "güdümlü" bir kamuoyu yaratamamaktadır. Ama çağdaşrejimler içinde bu konudaki en büyük başarıyı Lenin ve Hitler sağlamıştır.

Marx şöyle diyordu: "Gerçek baskıyı, ona bir baskı bilinci katarak daha da sertleştirmeli ve onunutancını ilan ederek daha da utandırıcı kılmalı". Lenin bu noktadan hareket ederek, her alanda siyasalifşaatlar ve suçlamalar yapılmasını istemişti. Leninci propagandacı, günlük sorunlardan hareket ederekhep onu sistemin temeldeki bozukluğuna bağlıyordu, işsizlikten savaşa, bir grevden piyasadakidurgunluğa kadar her sorun kapitalist sistemin bozukluğuna ve onun gerisindeki sınıf çatışmasınabağlanabilirdi.

Page 89: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

90

Bu birinci aşama ile kitlelerin hazırlanmasından sonra, sıra sloganlara geliyordu: "Toprak ve Barış","Ekmek, Barış, Özgürlük" ya da "Tüm iktidar Sovyetlere" gibi. Önemli olan, bu sloganlara takılıpkalınmamasıydı. Çünkü zaman içinde o sloganın anlamı kalmayabilir, hatta tersi savunulabilirdi.Örneğin 1917 Devrimini hazırlayan ortam içinde ve belirli bir aşamada iktidarın Sovyet olarakadlandırılan halk kurullarında olması istenmişti. Ama Sovyetlerde egemen olan partiler, karşı-devrimciburjuvazi ile işbirliği yapmaya başlayınca, artık o sloganın unutulması gerekiyordu.

Troçki, Leninci propagandayı şu sözlerle savunmaktaydı: "Bizi, kamuoyunu yaratmakla suçluyorlar.Bu doğru değil. Biz yalnızca kamuoyunu formüle etmeyi deniyoruz."

Leninci propaganda, sadece yetiştirilmiş propagandacıları değil, aynı zamanda yetiştirilmişkışkırtıcıları da kullanıyordu. Propagandacının görevi, bir kişiye ya da küçük bir gruba birçokdüşünceyi, bir ideolojinin temellerim iletmekti. Kışkırtıcı ise, tek bir düşünceyi ya da küçük bir düşüncegrubunu büyük bir kitleye götürmekle yükümlüydü. Kapitalist sistemin çelişkilerinin yarattığı somut birhaksızlıktan hareket eden kışkırtıcı, hoşnutsuzluk yaratmaya, bu açık haksızlığa karşı kitleyi hareketegeçirmeye çalışacaktı. O haksız durumun ideolojik açıklamasını yapma görevi ise propagandacıyaaitti. Propaganda ve kışkırtmanın arkasından da örgütlenme gelmeliydi.

Komünist Enternasyonalin ikinci kongresinde, partili milletvekillerine şu hatırlatma yapılmıştı: "Partiliher milletvekili diğer milletvekilleriyle ortak bir dil bulmaya çalışmakla değil, partinin kararlarınıuygulamak için düşman içine yollanmış bir kışkırtıcı olmakla görevlidir." Komünist milletvekilleri yasatasarıları kabul edilsin diye değil, propaganda ve kışkırtma aracı olmak için hazırlanmalıydı.

Leninci propaganda, kamuoyunu komünist partisinin üst düzey yöneticilerinin görüşleridoğrultusunda oluşturmaya çalışır. Doğrunun ne olduğuna orada karar verilir ve kamuoyu da oçerçevede oluşturulur. Ama bu çerçeve daraldıkça hoşnutsuzlukların artması, sonunda da parti içindebüyük temizliklerin yapılması kaçınılmaz olur. Parti yönetiminin ya da o yönetime egemen olan tek birkişinin izlediği siyaset gereği, bazı durumlarda tarihsel gerçekler bile saptırılmıştır.

Çağdaş siyasal propaganda tekniklerinin gelişmesine en büyük katkıyı Hitler ve Göbbels'in yaptığınısöyleyebiliriz, ikisi de tekilci bir toplum yaratmak amacıyla kullanılsa da, Leninci ve Hitlercipropagandalar arasında büyük farklar vardır. Kullandıkları araçları bile farklı amaçlar içinkullanmaktadırlar. Lenin "Toprak ve Barış" sloganını kullanırken, gerçekten de toprağınpaylaştırılmasını ve savaşın sona erdirilmesini öneriyordu. Oysa Göbbels, Alman halkının "Hıristiyanuygarlığını savunmak için" savaştığını söylerken, bunun gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktu. Lenincisloganlar akılcı ve somut bir temele dayanırken, Hitlerci sloganların tek amacı duygulara veheyecanlara hitap etmekti, halkta kin ve kudret arzusu yaratmaktı.

Göbbels propagandaya kitlesel bir boyut kazandırmıştı. Onun öğütlerine uyan Hitler, Alman halkınaşöyle diyordu: "Radyolarınızın düğmelerini sonuna dek çevirin, pencerelerinizi ardına kadar açın!" Mussolini, çağdaş insanın hayret verecek kadar inanmaya hazır bir yaratık olduğunu söylüyordu.

Hitler ise bu konuda daha da ilginç görüşlere sahipti: "Halk büyük çoğunluğuyla kadınsı bir ruh halinesahiptir. Düşünceleri ve davranışları, akıl yürütmenin ürünü olmaktan çok duygularının yarattığıizlenimlerin ürünüdür. (...) İktidara geldiğimiz zaman, her Alman kadının bir kocası olacaktır."

Hitler için propaganda amacıyla kullanılan temalar önemli değildi ve sık sık değişebilirdi. Önemliolan halkı harekete geçirmekti. Bu amaçla bilinçlerden çok bilinç altlarına sesleniliyordu. Bütüngösteriler inceden inceye düzenleniyor, hiçbir şey rastlantıya bırakılmıyordu. Hitler, "garip bir irade"ninkitlelere egemen olması için en uygun zamanın akşam saatleri olduğuna bile dikkat etmiş ve bunukullanmıştı.

Page 90: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

91

Hitlerci propaganda kesintisizdi. Hitler ve partisi her yerde hazır ve nazırdı. Sokakta, işyerinde,evlerde ve hatta yatak odalarının duvarlarında. Gazeteler, radyo ve televizyon sürekli biçimde aynışeyleri yineliyordu. Rus yazarı Çakotin'in de dediği gibi, bireylerin bilinç altlarına şu mantıkyerleştiriliyordu: "Hitler tek ve gerçek güç demektir. Madem ki herkes Hitler'le beraber, sokaktaki insanolarak ben de, eğer ezilmek istemiyorsam onunla birlikte olmalıyım." Gene Çakotin'e göre; Pavlov'unzil sesini duyunca ağzı sulanan köpek deneyinde olduğu gibi, kitlelerde koşullu reflekslergeliştiriliyordu.

Hitlerci propagandanın temel ilkelerinden birisi, halka düşünme fırsatı bırakmamaktı. Halkdüşünmemeli, kendisi yerine düşünülenleri duygularıyla benimsemeliydi. Bir gün Yahudi sorunu, birgün komünist barbarlığı, başka bir gün dış sorunlar gündeme geliyordu. Bu konulardan birisiyle ilgilipropaganda aniden durabilir ve beklenmedik bir anda yeniden başlayabilirdi.

Hitlerci propaganda halkın Hitler'i sevmesini değil, ondan büyülenmesini, onun elinde bir araç, birrobot olmasını sağlıyordu.

c) Geri Kalmış Ülkelerde Kamuoyu

Geri kalmış ülkelerin yapısal özelliklerinin, etkin ve yaygın bir kamuoyunun varlığını olanaksızkıldığını söyleyebiliriz. Nüfus çoğunluğunun kırsal bölgede ve birbirinden kopuk birimler halindeyaşaması; kitle iletişim araçlarının yetersizliği; okuma-yazma oranının ve genel olarak eğitim düzeyininçok düşük oluşu; birçoğunda daha bir dil birliğinin bile bulunmayışı; toplumsal gruplaşma veörgütlenmelerin zayıflığı gibi özellikler, bu sonucun doğmasında büyük rol oynamaktadır.

Bağımsızlığını yeni kazanmış olan birçok Asya ve Afrika ülkesinde henüz bir ulusal bütüne ait olmabilinci doğmamıştır. Geleneksel toplumdaki kabile türü içe dönük yaşam biçimini sürdürmektedir.Bireyin ilgisi ve bilgisi kabilesinin sınırlarını çok nadiren aşabilmektedir. Kentlerde oturan azınlık bile,çoğunlukla etnik ve dinsel gruplara bölünmüş olarak birbirlerinden kopuktur. Çoğunlukla bir dil ve inançbirliğinin bile bulunmayışı, kültür birliğini ve ulusal düzeyde kamuoyu oluşturulmasınıolanaksızlaştırmaktadır.

Böyle bir yapıda, radyo ve televizyon benzeri kitle iletişim araçları yaygınlaşsa bile, kamuoyununoluşumunda ilk adım demek olan bilgilerin kitlelerce alınıp değerlendirilmesi çok zordur. Eğitimdüzeyinin düşüklüğü, kitle iletişim araçlarıyla iletilmeye çalışılan bilgilerin yorumlanarak kitlelereaktarılması görevini gene de çok küçük bir okumuş azınlığa bırakacaktır. Birbirinden kopuk etnikgruplaşmaların egemen olduğu bir yapıda, kamuoyunun oluşumundan çok, geleneksel önderlertarafından güdümlü kılınması söz konusu olabilir. Örneğin parti tercihleri kişiden kişiye değil, köydenköye, kabileden kabileye, mezhepten mezhebe değişir. Geleneksel yapının bozulmadığı, işbölümününve farklılaşmanın yeterince gelişmediği bu gibi toplumlarda, çağdaş anlamda çıkar ve baskı gruplarıylasiyasal partiler de olamaz. Oysa kamuoyunun oluşumu açısından bu tür gruplaşma ve örgütlenmelerinrolü büyüktür. Geri kalmış ülkelerin çoğunda tek partili sistemlerin ve askeri diktatörlüklerin ağırbastığını görüyoruz. Geri kalmış ülkelerin yapısal özelliklerinin sonucu olan bu durum da, etkin birkamuoyunun oluşumunu engelleyici bir rol oynamaktadır.

Ülke geliştikçe kentleşme oranı artmakta, eğitim düzeyi yükselmekte, etnik bölünmelerin yerinitoplumsal işbölümünün yarattığı bölünme ve örgütlenmeler almakta, kitle iletişim araçları gelişmekte,kamuoyunun etkinliği artmakta ve rejim demokratikleşmektedir. Geleneksel yapı tekilci ve baskıcırejimleri kolaylaştırırken, yapının çoğulcu yönde değişmesi ile birlikte daha uyanık ve hareketli birkamuoyu doğabilmektedir.

Page 91: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

92

İKİNCİ KISIM

Siyasal Katılma ve Seçimler

Yurttaşların, devletin çeşitli düzeylerdeki karar ve uygulamalarını etkileme eylemlerine siyasal katılmadiyoruz. Mahalle ya da köy yöneticisinden devleti yönetenlere kadar, çeşitli düzeylerde yapılanseçimler, siyasal katılma olgusunun yalnızca bir bölümünü oluştururlar. Çağdaş demokrasileringelişmişliği, siyasal katılmanın yaygınlığı ve etkinliğiyle ölçülür olmuştur.

1. SİYASAL KATILMA

Yurttaşların siyasal yaşama nasıl ve ne ölçüde katıldıkları ile neden katıldıkları sorularını ayrı ayrıincelemekte yarar var. Eski Yunanın doğrudan demokrasisinden günümüzün sanayi demokrasisinegelinceye değin, siyasal katılmanın sadece biçimi ve düzeyi değil, aynı zamanda itici nedenlerinde deönemli değişiklikler ortaya çıkmıştır.

a) Katılmanın işlevi, Biçimi ve Düzeyi

Halkın siyasete katılması, "Halk Egemenliği" kavramının yaygınlaşması ve meşruluğun ölçütüolmasıyla gelişti. Günümüzde bir rejimin demokratikliği, halka tanıdığı siyasal katılma olanakları ileölçülür hale geldi.

Siyasal katılmanın amacı ve işlevinin ne olduğu sorusunun tek yanıtı yoktur. Siyasal katılmanın -rejimden rejime önem sıralaması değişen- birçok işlevi bulunduğu gibi, siyasal katılmanın kendisi de,araç olmanın yanı sıra aynı zamanda bir amaçtır. Hiçbir sonuç vermese bile, katılma yollarının açıkbulunması, toplumsal gerilimi azaltıcı, yurttaşlık duygularını güçlendirici bir etki yapar.

Siyasal katılmanın işlevlerinin başında, siyasal yöneticilerin ve toplumsal istemlerin belirlenmesigelir. Birçok kez bu iki işlev iç içe girmiş olmakla beraber, sınırlı bir demokrasinin tercih edildiğidurumlarda, siyasal katılma ile seçimleri eşdeğerli tutma eğilimi vardır. Seçim yolunu açık tutmaklabirlikte, halkın sorunlarını ve eleştirilerini dile getirme olanaklarını kısan rejimler, bir tür seçkinleryönetimini istiyorlar demektir. Halkın kendisini yönetecekleri seçmesi, ama gerisine karışmamasıgerektiğine dayalı bir mantık, çağdaş demokrasiye ters düşer.

Çağdaş demokrasiler, katılma olanaklarını sanayi kuruluşlarına ve özerk kurumlara kadaruzatmaktadırlar, işçilerin işletmelerin, öğretim üyelerinin ve hatta öğrencilerin üniversitelerinyönetimine katılmaları uygulamaları çoğalmaktadır. Ekonomik demokrasi olarak da adlandırılan birinciuygulamanın amacı, verimliliği arttırmak ve yabancılaşmayı gidermektir. Siyasal katılma, çeşitli toplumkesimlerine temsil olanağı sağlayarak, toplumda belirli bir dengenin ve uzlaşmanın oluşumunukolaylaştırır. Katılım olanakları değişik bir biçimde arttıkça, toplumdaki güçler dengesinin siyasetebarışçı yollardan yansıması ve siyasal istikrarın artması doğaldır. Eğer toplumdaki bazı kesimler yeterlikatılma olanaklarına sahip değilseler bir "katılma bunalımı" doğar. O toplum kesimleri, kendilerinegüçleri oranında etkin olma fırsatı tanımayan sisteme karşı çıkarlar. Batı Avrupa'da 1848 işçiayaklanmaları bu tür bir katılma bunalımının ürünüydü. Oy hakkının genişletilmesi, sendikal hak veözgürlüklerin sağlanmasıyla bunalım atlatıldı. Rejime karşı olan toplum kesimleri, rejimin temelgüvencelerinden birisi durumuna geldiler.

Page 92: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

93

Siyasal katılma, sistemin barışçı yollardan zaman içinde değişmesine olanak tanırken, aynızamanda karşı güçleri sistemle bütünleştirmiş ve bir anlamda sistemi de güçlendirmiş olur. Siyasalsistemin ve toplumsal düzenin, değişen koşullara göre kendilerini yenilemelerine olanak verir.

Faşist ve komünist rejimlerdeki siyasal katılmanın işlevi ve amacı ise farklıdır. Bu gibi rejimlerde,temsil ve dile getirmeden çok, resmi ideolojinin ve yöneticilerin onaylanmasıyla, halkı belirli yöndeharekete geçirme, "seferber etme" söz konusudur. Rejimin başarısı, bu işlevin yerine getirilmesinebağlıdır.

Kuşkusuz ki, tüm yurttaşlar siyasal yaşama aynı ölçüde katılmazlar. Amerikalı siyasal bilimci R. A.Dahl, katılmanın dört boyutta incelenebileceğini savunuyor: İlgi, önemseme, bilgi ve eylem. Siyasalolayları izleme derecesi "ilgi"yi, onlara verilen önem derecesi "önemseme"yi, onlarla ilgili olarak sahipolunan veriler de "bilgi"yi gösterir. Siyasal kararları etkilemek için gösterilen çabalar "eylem" dir. DenizBaykal'ın önerdiği üçlü sınıflandırma ise daha sade ve açıktır. Siyasal olayları izleme, onlar hakkındatutum takınma ve onların içine karışma. Böylece siyasal olayları izlemeden başlayıp, onları etkilemeyeyönelik eylemlere kadar uzanan bir siyasal katılma yelpazesi oluşmaktadır. Yurttaşların ne kadarınınhangi boyutta katıldığını saptamak, gerek siyaset bilimi açısından, gerekse ülkeyi yönetenler veyönetmek iddiasında olanlar için önemlidir.

Katılma düzeyleriyle ilgili farklı ve daha ayrıntılı sınıflandırmalar da yapılabilir. Ama hangisınıflandırma söz konusu olursa olsun, ilk ve en önemli kesimi, siyasal sürece hiçbir biçimdekatılmayanlar oluştururlar. Bunlar alınan ve alınacak siyasal kararlara hiçbir biçimde ilgi duymadıklarıiçin, onları önemsemeleri, o konularda bilgi edinmeleri ve eyleme geçmeleri de söz konusu değildir. Bukesimin toplum içindeki oranının büyüklüğü çeşitli biçimlerde yorumlanabilir. Siyasal ilgisizlik, koyu bircehaletten ya da umutsuzluktan kaynaklanabileceği gibi, özellikle ABD gibi yaşam düzeyinin çokyüksek olduğu toplumlarda, toplumsal-ekonomik ciddi sorunları bulunmayan orta sınıflardan dakaynaklanabilir. Siyasete ilgisizliğin nedenini oluşturan olumsuz etkenleri değiştirmek için çabagöstermek yararlıdır. Ancak, siyasal yaşama tamamen ilgisiz kitleleri zor kullanarak sandık başınagötürmeye çalışmak konusunda aynı şey söylenemez. Oy kullanmanın yasal zorunluluk halinegetirildiği yerlerde, bazı kitleler, ilgisiz ve bilgisiz olduğu konularda ve tamamen güdümlü biçimdekullanılmış olmaktadır. Böyle bir durum sağlıksızdır ve çoğunlukla da, tutucu bir yönde etkisi olacağıdüşünülerek planlanmaktadır.

Katılma düzeylerini değerlendirirken, onların da kendi içlerinde derecelendirildiklerini unutmamalıyız.Örneğin siyasal ilgi, olayları radyo ve televizyondan izlemekle sınırlı olabileceği gibi, yazılı basınıizlemeye, bu konudaki ayrıntılı haber ve yorumları okuyarak bir sonuç çıkarmaya, belirli çevrelerdeonları tartışmaya kadar da uzayabilir. Siyasal eylem, sadece oy vermekle sınırlı kalabileceği gibi,partilerin toplantılarına katılmaya, onlara üye olmaya, orada etkin görevler almaya, partinin adayıolmaya kadar da gidebilir.

Siyasal katılmanın yasal olmayan biçimleri de vardır. Yasadışı örgütlere ilgi duymak, onların üyesiveya yönetiticisi olmak, gizli toplantılara katılmak, yasaklanmış afiş asıp bildiri dağıtmaktan başlayıpsilahlı mücadeleye kadar uzanan eylemlere girişmek, hep bu çerçevede değerlendirilebilir. Yasadışısiyasal katılma biçimleri, rejimin katılığından ve baskılardan kaynaklanabileceği gibi, belirli düşünce veçıkar gruplarının toplumdan destek görmemelerinden, yasal yollardan etkili olamamalarından dakaynaklanabilir. Barışçı yollardan sağlanamayan etkinin yasadışı yollardan sağlanmasına çalışılması,aynı zamanda bir umutsuzluğun ifadesi olabilir.

b) Katılmayı Belirleyen Etkenler

Siyasal katılma da, birçok çapraz etkenin ürünü olarak ortaya çıkan bir tutumdur. Bireyselolanlardan başlayarak bu etkenleri şöylece sıralayabiliriz: Yaş ve cinsiyet, aile, eğitim, meslek, gelir,yerleşme biçimi

Page 93: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

94

. Yaş etkenini "Siyaset Bilimi" kitabında uzun uzun incelemiştik. Çeşitli araştırmalar, siyasal katılmaeğiliminin orta yaş gruplarında diğerlerine oranla daha yüksek olduğunu gösteriyor. Gençler bunalımlıdönemlerde, iç ve dış önemli sorunların gündemde olduğu ortamlarda yüksek oranda siyasal katılmaeğilimi içine girdikleri halde, bunu izleyen dönemlerde ilgilerinde azalma olabiliyor. Bu durum, özellikleyüksek öğrenim yapan gençlerde belirgindir. Gençlere umut verebilen yönetimler, onlardaki enerjiyiçok yapıcı bir katılımla değerlendirebilmektedir.

Kadınların siyasete duydukları ilginin erkeklerden daha az olduğunu da daha önce görmüştük.Özellikle çocuk doğurma işlevinin kadında oluşu, onu ev işlerine yönlendirmektedir. Böylece de,siyasal olayların onun ilgi alanı dışına taşması doğallaşmaktadır. Bu durumun doğal sonucu, kadınınsiyasal katılımının erkeğine bağımlı hale gelmesidir. İlgisinin az olduğu ya da hiç bulunmadığı biralanda, kadın erkeğinin yaptığı tercihi fazla düşünmeden ve önemsemeden kabul edebilmektedir.

Ailenin çocuğun eğitiminde ve dolayısıyla da temel tutumlarının oluşumundaki önemli rolünübiliyoruz. Özellikle siyasal ilgi düzeyinin yüksek olduğu ailelerde, çocuğun da ailesinin eğilimlerindenetkilenmesi doğaldır. Anne ve babanın eğitim düzeylerinin yüksek olduğu ailelerde bu etkinin dahabelirgin olması beklenebilir. Ama tersi durumlarda ve özellikle de çocuğun yüksek öğrenim yapmasıhalinde, çocuk üzerindeki aile etkisi azalacaktır.

Gözlemler, gelir düzeyi ile siyasal katılma eğiliminin doğru orantılı olduğunu ortaya koyuyor. Gelirdüzeyi yükseldikçe siyasal olaylara ilgi artarken, en düşük gelir gruplarına gidildikçe bu ilgi tamamenyok olabiliyor. Yoksul sınıfların temsiline yönelik siyasal partilerin bulunmadığı durumlarda, bütünpartilerin yöneticileri, yasama ve yürütme organının üyeleri, üst ve orta gelir düzeyindekilerle sınırlıkalabiliyor.

Siyasal katılma eğiliminin doğru orantılı artıp ya da eksildiği bir başka değişken de eğitim düzeyidir.Eğitimin, kişilerin siyasal olaylarla ilgili bilgi edinmelerini, o bilgileri yorumlamalarını, kendi toplumsaldurumları ve sorunlarıyla bağlantısını kurmalarını kolaylaştırdığı ölçüde siyasal katılma eğilimleriniarttırması doğaldır. Ama eğitim düzeyinin büyük ölçüde gelir düzeyine bağımlı olduğu daunutulmamalıdır. Alt gelir grupları aynı zamanda düşük bir eğitim düzeyinde bulunduklarından, onlarınsiyasete ilgisizliklerinin bu iki etkenin ortak ürünü olduğu söylenebilir.

Meslek, bir anlamda parayı kazanma biçimidir. Ne var ki, aynı gelir düzeyinde olanlar arasında bile,siyasal katılma eğilimi mesleklere göre farklılıklar gösterebilmektedir. En etkin siyasal katılmanıngenellikle serbest meslek gruplarında görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu arada iş çevresi de siyasalkatılma açısından önem taşıyabilmektedir. Eğitim düzeyinin düşük olduğu, aile etkisinin azaldığıdurumlarda, iş çevresinin etkisi artmaktadır.

Büyük kentte, kasabada ya da köyde oturan insanların siyasal yaşama aynı biçimde ve özellikle deaynı düzeyde katılmadıklarını biliyoruz. Büyük kentteki katılma daha bağımsız ve daha bilinçli iken,kırsal kesimdeki katılma çoğunlukla bağımlıdır. Bunda eğitim düzeyinin de rolü olmakla birlikte,toplumsal ilişkilerin ve genel olarak toplumsal ortamın etkisi daha fazladır. Küçük yerleşmebirimlerindeki aile ilişkileri ve dayanışma bir yandan, bazı durumlardaki ağa ve benzeri toplumsalgüçlerin etkisi öte yandan, kişinin bağımsız katılımını zorlaştırmaktadır. Türkiye'de her zaman kırsalkesimdeki seçime katılma oranının kentsel kesimlere göre yüksek oluşu da bu nedendenkaynaklanmaktadır. Kırsal kesimdeki kitle, kamuoyu önderlerinin gösterdiği yönde, güdümlü olarakharekete geçirilebilmektedir. Ama bu durumun, köydeki toplumsal-ekonomik yapıya bağlı olarakdeğişebileceği unutulmamalıdır.

Siyasal katılma açısından özel bir durum, etnik ya da dinsel "azınlık grupları"yla ilgilidir. Dayanışma,kendini ve benzerlerini çoğunluğa karşı savunma duygusu, bu gibi grupların siyasal yaşama daha çokkatılmalarında rol oynamaktadır. Üstelik siyasal yaşama yalnız daha çok katılmakla kalmamakta, aynızamanda aynı yönde katılma eğilimi taşımaktadırlar. Bu nedenle de, siyasal yaşamda toplumdakioranlarının üstünde bir ağırlık kazanabilmektedirler. Fransa'daki Ermeni, ABD'deki Yahudi azınlığımörnek olarak verebiliriz. Azınlık grubunun ekonomik gücü ve eğitim düzeyi yükseldikçe, söz konusuetki de doğal olarak artar.

Page 94: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

95

Katılmada rol oynayan saydığımız bu değişkenler, birey üzerinde aynı yönde etki yapıyorsa, güçlübir siyasal katılım beklenebilir. Ama ters yönde etkilerin birbirlerine yakın düzeyde olduğu durumlarda,hangi yönde davranacağını bilemeyen birey, kararsızlığa sürüklenip katılmamayı yeğleyebilir. Örneğinsandık başına gitmeyen seçmenlerin bir bölümü ilgisizlikten böyle davrandığı gibi, bir bölümü de kararvermekte zorluk çektiği için oy vermemeyi tercih etmektedir.

Konuyu kapamadan önce, bireyi siyasal katılmaya iten ya da ondan alıkoyan ruhsal ve kişiselnedenlere değinmekte yarar var: Siyasal katılma, bireye toplumda daha etkili olabilme olanağı sağlar.Bu etki, örneğin iktidar partisinin bir üyesi olmanın sağladığı olanaktan, ülkenin bir üst düzey yöneticisiolmanın sağladığı olanaklara kadar uzanır. Siyasal katılma, bireye bazı ekonomik olanaklar dasağlayabilir. Bu, belirli görevlere gelmek biçiminde olabileceği gibi, temsilcisi olduğu kesimlerinçıkarlarını kollamak biçiminde de olabilir. Hatta iktidar olanaklarını kişisel çıkar amacıyla kullanmakbiçiminde de ortaya çıkabilir. Siyasal katılma, aynı zamanda inandığı, doğru bildiği bir davaya ya datoplumuna hizmet fırsatıdır. Tüm bu etkenler, katılmayı özendirirler.

Siyasal katılmanın bireye somut bir doyum sağlayamaması; yeterince etkili olduğu izleniminiverememesi; katılıp katılmamanın bir şeyi değiştirmeyeceğine inanılması durumlarında ise, katılmaeğilimleri körelir.

2. SEÇİM SOSYOLOJİSİ

Seçim, ülkeyi yönetecekleri, kitleleri temsil edecekleri belirlemede başvurulan bir yoldur. Nasıl ki,yöneticilerin kalıtımla ya da zor kullanarak belirlenmesi de başka bir yoldur. Halkın alanlarda toplanıp,ülkeyi ilgilendiren kararları doğrudan aldığı eski kent demokrasilerinde bile, yöneticilerin kurayla vesırayla belirlenmesinin yanı sıra, bazı durumlarda seçime başvuruluyordu. Nüfus artışı, sorunlarınkarmaşıklaşıp uzmanlık gerektirmesi ve yurttaşların siyasal konulara ayıracak zamanlarının azalmasısonucu doğrudan demokrasi olanaksızlaştı. Halkı temsil edecek, halk adına ülkeyi yönetecekaracıların seçimi zorunlu hale geldi. Böylece ülkeyi, çoğunluk adına bir azınlığın yönettiği doğrudur.Ama yönetime gelme yolunun tüm toplum kesimlerine açık olması koşuluyla, bu durumundemokrasiyle bağdaşmadığı öne sürülemez.

a) Oy Vermede Rol Oynayan Etkenler

Genel olarak siyasal katılımı etkileyen koşullar, katılımın bir biçimi demek olan seçimleri deetkilerler. Gene de, seçimlere katılmanın ve verilen oyun yönünün belirlenmelinde rol oynayanetkenleri ayrıca incelemekte yarar var. Seçimlerin özellikle çoğulcu rejimler açısından taşıdığı önem,seçim sosyolojisinin, siyaset biliminin hızla gelişen ve üzerinde çok araştırma yapılan bir dalı olmasısonucunu doğurmuştur.

Lipset ve Lazarsfeld, sandık başına gidip gitmemekle ilgili olarak dört genel eğilimden söz ediyorlar:(1) Hükümetin izlediği siyaset, bir toplumsal grubun çıkarlarını ne kadar yakından etkiliyorsa, o toplumkesimindeki oy verme eğilimi o kadar çok artar. Kamu görevlileri bu konuda örnek gösterilebilir. Çünküiktidara gelenler, bir bakıma kamu görevlilerinin işvereni olmaktadırlar. (2) Hükümet kararlarınınkendisiyle ilgili sonuçları konusunda bir toplum kesimi ne kadar çok bilgi sahibiyse, o toplumkesimindeki oy verme eğilimi o kadar artar. Hükümet kararlarının yaratacağı sonuçların açık olupolmaması; toplum kesimlerinin onları kavrayabilmeleri için gerekli eğitim ve deneyim düzeyleri; otoplum kesimindeki bireylerin birlikte değerlendirme yapma olanağına sahip bulunup bulunmamaları(sanayi işçisi ile ev hizmetçisinin farkı) gibi koşullar bu konuda belirleyici olurlar. (3) Bir toplum kesimiüzerinde, siyasal katılım yönündeki baskılar ne kadar fazlaysa, o toplum kesimindeki oy verme eğilimio kadar artar. Ama bu baskıların birey üzerindeki etkisi, bireyin üyesi olduğu toplum kesimiyle olanilişkilerinin yoğunluğuna bağlıdır. Yani gecekondulu, yeni göçmen sandık başına gitmek için fazla biristek duymayabileceği gibi, henüz toplumsal ilişkileri yoğunlaşmamış bir genç ya da toplumsal ilişkilerigiderek çok azalmış bir yaşlı da genellikle aynı durumdadır. (4) Daha önce de belirttiğimiz gibi, grupüzerindeki baskılar aynı yönde olduğunda katılma eğilimi artarken, zıt yönlerde olduğu zaman katılmaeğilimi azalır.

Page 95: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

96

Elbette ki oy verme kadar, verilen oyun yönü de önemlidir. Kimler siyasal-toplunsal-ekonomikdüzende değişiklik yanlısıdırlar, daha eşitlikçi bir düzen için sol partilere oy verirler. Kimler kuruludüzenin korunmasını isterler, sağ partilere ve adaylara yönelirler. Eğer bütün seçmenlerin oylarınıtamamen çıkarlarını hesaplayarak, bilinçli olarak kullanmaları söz konusu olsaydı, gelir düzeyleridüşük olan toplum kesimlerinin sola, gelir düzeyleri yüksek olanların ise sağa oy vermeleri gerekirdi.Oysa seçmen davranışları her zaman akılcı ve tutarlı değildir.

Seçmen davranışlarını ekonomik çıkar dışında etkileyen koşullara değinmeden önce, oy ve gelirdüzeyi arasındaki bağlantının sanıldığından daha karmaşık olduğunu belirtmek zorundayız. Önemliolan gelir düzeyi değil, kişinin beklentileri ile gelir düzeyi arasındaki farktır. Umduğu ya da hak ettiğinidüşündüğü ile bulduğu arasındaki bu farktır ki, kişiyi durumundan memnun olmaya veya olmamayaiter. Dağdaki çoban sahip olduğundan daha fazlasını beklemiyor ve tüm umudunu öte dünyayasaklıyorsa sağcı olabilir. O çobanın yüz katı geliri olduğu halde, daha fazlasını hak ettiğini, haketmeyenlerin daha fazlasına sahip bulunduğunu düşünen bir mühendis de solcu olabilir.

Oy verirken seçmeni çıkarı dışında etkileyen dört nedenden söz edebiliriz: Güvenlik isteği, saygınlıkisteği, duygusal bağlılık, dinsel ve siyasal inançlar.

Güvenlik isteği, kişileri istikrar arayışına ve dolayısıyla tutuculuğa iter. Düşük, ama düzenli geliri olanbazı toplum kesimlerinin sağcı partileri desteklemesi bundandır. toplumda yeterince saygı görmeyen,ayrım uygulanan, bazı durumlarda ikinci sınıf yurttaş olduğu izlenimine kapılan etnik ya da dinselkökenli azınlık grupları genellikle ilerici, değişimden yana tutum takınırlar. Gelir düzeylerinin göreliyüksekliği bile bu eğilimi çoğunlukla değiştirmez.

Duygusal bağlılık bir partiye veya bir öndere yönelik olabilir. Zamanla ya kendisinin ekonomikkoşulları ya da partinin doğrultusu değiştiği halde bu duygusal bağlılık etkisini sürdürebilir. Önderinveya o partinin başarısı, o kişiye, tuttuğu takımın kazanmasına benzeyen ruhsal bir doyum sağlar.Dinsel ve siyasal inançlara bağlılığın da benzer bir durum yarattığını söyleyebiliriz. Bazı kişilermaddesel çıkarlarından çok inançlarına, ülkülerine önem verebilirler. Bu durum, maddesel çıkarkonusundaki bir umutsuzluktan, umudu öte dünyaya ya da yeni bir düzene bağlamaktan doğabileceğigibi, maddesel koşullar açısından bir sıkıntı olmamasından da kaynaklanabilir. Kişi doyumu, kendisiyleaynı inancı paylaşanlarla bir arada olmaktan, onlarla dayanışmaktan ve inançlarının başarısındansağlar.

Bu genel açıklamalardan sonra, "oy "un yönünün belirlenmesinde rol oynayan daha somutdeğişkenlere ve seçim sosyolojisi çalışmalarının bunlarla ilgili verilerine geçebiliriz

(1) Tarıma dayalı yarı-kapalı geleneksel toplumdan, endüstriye dayalı açık çağdaş toplumageçildikçe, oy vermedeki yöresel ve bölgesel etkiler azalmakta, toplumsal sınıfların etkisi artmaktadır.Bu yeni toplumsal ilişkiler için de kişinin yükselme olanakları ne kadar çoksa, tutucu eğilimler o ölçüdegüçlenmektedir. Kişinin içinde bulunduğu koşulları iyileştirme umutlarının azlığı ölçüsünde ise, düzendeğişikliği istekleri gündeme gelmektedir. Aynı şekilde, toplumdaki eşitsizlikler arttıkça sınıf bilincigüçlenmekte, genel olarak siyasal katılma ve özel olarak da yapılan siyasal tercihin sola kaymasıolasılığı yükselmektedir.

(2) Sanayileşmenin ilk aşamalarında kitleler yaşam koşullarının iyileşmesinden etkileniptutuculaşabilmektedirler. Ama zamanla kendi koşulları ile diğer toplum kesimlerinin koşullarınınkarşılaştırılması önem kazanmaktadır. Kendi koşulları iyileşirken başkalarının koşulları çok daha hızlaiyileşiyorsa, bu durum hoşnutsuzluk yaratabilmektedir. Türkiye'de, gecekonduya, ilk gelenlerin, şimdikidurumlarını köydeki koşullarla karşılaştırarak sağ partilere oy vermeleri, zaman geçtikçehoşnutsuzlaşıp sola kayma eğilimi göstermeleri bu açıdan yorumlanabilir. Nasıl ki, 1950'yi izleyenyıllarda, kamu görevlilerin gelirlerinin diğer toplum kesimlerine göre daha az artması, onların oylarınınsola kaymasında rol oynamıştır.

Page 96: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

97

(3) Gelir dağılımındaki payı azalan esnaf-zanaatkâr kesiminde faşist ve gerici eğilimler gelişmeyebaşlamaktadır. Türkiye'de yapılan araştırmalar, dine dayalı akımların da başlıca desteğinin bu toplumkesiminden kaynaklandığını göstermektedir.

(4) Sanayileşmenin ve kentleşmenin arttığı yörelerde sol oylar artarken, geleneksel toplumyapısının değişmediği ya da çok az değiştiği yörelerde durum tersine olmaktadır. Geleneksel yapıiçinde egemen olan toprak ağaları, şeyhler ve benzeri güçler, kendilerine bağımlı kitlelerin oylarınıistedikleri yönde harekete geçirebilmektedirler.

(5) Güncel önemli olaylar, özellikle kararsız seçmenlerin oyları üzerinde etkili olabilmektedir.Örneğin şiddet olaylarının artışının yarattığı korku, genellikle tutucu eğilimleri güçlendirmekte, arayışiçinde olanları istikrara, güçlü görünene itmektedir.

b) Seçme ve Seçilme Eşitliğini Bozan Nedenler

Bir siyasal rejim, ülkedeki toplumsal güçler dengesinin siyasal iktidara doğru yansıyabilmesiölçüsünde sağlıklıdır. Bazı toplum kesimleri siyasal iktidara güçlerinden fazla, bazıları ise güçlerindenaz etki yapabiliyorlarsa, siyasal bunalım kaçınılmazdır. Seçim, toplumsal güçler dengesinin siyasaliktidara yansımasının barışçı bir yoludur. Güç ve çıkar dengesinin yansımasındaki çarpıklıklar arttıkçabunalımlar da büyür. Seçmen iradesinin doğru yansımasını, seçme eşitliğini bozan engelleri bu açıdandeğerlendirmek gerekir.

Seçme eşitliğini bozan engelleri, birbirleriyle bağlantılı olmakla birlikte, hukuksal, toplumsal veekonomik olarak üçe ayırarak inceleyebiliriz.

Seçme eşitliğini bozan engellerin başında, herkesin oy hakkına sahip olamaması ya da herkesineşit oy hakkına sahip olamaması gelir. Özellikle geçen yüzyılın ilk yarısında en çok başvurulankısıtlama servet ve cinsiyetle ilgiliydi. Ancak varlıklı olan ve devlete belirli düzeyde vergi verenyurttaşlara oy hakkı tanınıyordu. Bazı durumlarda özel bir "seçmen vergisi" söz konusuydu. Amagörünüm ne olursa olsun, amaç dar gelirli ve yoksul kitleleri siyasal katılımın dışında tutmaktı. Örneğin,Osmanlı Imparatorluğu'nda yapılan 1877 seçimlerinde de, seçebilmek için devlete "bir miktar vergi"vermiş olmak, seçilebilmek içinse "az çok emlak sahibi olmak" gerekiyordu.

Çoğu kanlı mücadelelerle Batı Avrupa'da oy üzerinde ki servet kısıtlamasının sınırları daralırken,okumuşlara da seçme ve seçilme hakları tanınmaya başlandı. Servet kısıtlaması giderek tümdenkalkarken, eğitimle ilgili kısıtlamalar biçim değiştirerek de olsa, uzun süre varlığını korudu. Eğitim deekonomik olanaklara bağlı olduğuna göre, aslında bu, servetle ilgili kısıtlamanın başka bir görünümaltında ve yumuşayarak sürmesi demekti.

Nazi Almanyasmda Yahudiler oy hakkından yoksundular. Yakın bir döneme gelinceye kadar,ABD'de zencilerin seçme ve seçilme hakları önceleri yoktu, sonraları da kısıtlıydı. Bazı eyaletler, oykullanma hakkını, örneğin Anayasayı okuyup yorumlayabilme koşuluna bağlamışlardı. Görünüştehiçbir ırkı hedef almıyormuş izlenimini veren bu koşul, uygulamada eğitim düzeyleri düşük olanzencileri siyasal katılımın dışında tutabiliyordu. Siyasal katılımda ırk ayrımı uygulamasının en çağdışıörneğini Güney Afrika Cumhuriyeti vermektedir. Küçük bir beyaz azınlık, giderek yumuşamak zorundakalmakla birlikte, ülkeyi çoğunluktaki zencilere karşın yönetmekte direnmektedir.

Oy hakkına cinsiyetle ilgili olarak getirilen kısıtlama, hiçbir toplumsal gücü hedef almadığı için,varlığını çağdaş demokrasilerde de en uzun sürdürebilen kısıtlama oldu. Atatürk'ün Türk kadınınaseçme ve seçilme hakkını tanımasından uzun yıllar sonra bile, Batı'nın birçok demokrasisindekadınların oy hakkı yoktu, İsviçre'nin bazı küçük kantonlarında, bu uygulama günümüze kadarsürebildi.

Page 97: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

98

Hiçbir toplumsal sınıfı doğrudan hedef almadığı için varlığını uzun süre koruyabilen bir katılmakısıtlaması da yaşla ilgilidir. 1968 gençlik hareketlerinden sonra oy hakkıyla ilgili yaş sınırı hemen tümülkelerde 18'e inerken, Türkiye bu genel eğilimin dışında kaldı. 12 Eylül döneminde getirilendüzenlemelerle, gençleri siyasal katılımın dışında tutan hukuksal engeller daha da ağırlaştırıldı.Partilerin gençlik kolları oluşturmaları bile yasaklandı.

Belirli suçlardan mahkûm olmuş kişilerin yurttaşlık haklarının kısıtlanması ve bu arada seçilmehakkından yoksun bırakılması da çağdaş uygulamalar arasındadır. Adi suçlarla ilgili konulankısıtlamalar doğal karşılanırken, siyasal suçlarla ilgili kısıtlamalar genellikle tartışma yaratmaktadır.Özellikle ideolojik suçlar ya da düşünce suçları söz konusu olduğunda, konulan kısıtlamalarındemokrasiye uygunluğunu savunmak zordur.

Seçme eşitliğini bozan bir başka uygulama ise, bazı kişilere ya da toplum kesimlerine birden fazlaoy kullanma hakkının tanınmasıdır. Oy hakkının genelleşmesinden sonra, bazı toplum kesimlerininayrıcalıkları bu yoldan korunmaya çalışılmıştır. Servet sahiplerine, yüksek okul mezunlarına, bazen deaile reislerine birden fazla oy kullanma olanağı tanınabiliyordu. Bu uygulama, Cumhuriyetten öncekidönemde Türkiye'de de yapılmıştı.

"Gizli oy, açık sayım" ilkesi artık tüm çağdaş demokrasilerde geçerlidir. "Açık oy, gizli sayım" ilkesiniuygulayan bir rejimin demokratik sayılması söz konusu değildir. Bu nedenledir ki, Türkiye'de 1950yılına gelinceye kadar yapılan seçimler demokratik sayılmamıştır. Eğer bir seçimde ya dahalkoylamasında yalnız tek görüşün propagandasının yapılması serbest ise, oyların gizli verilip,sayımın açık yapılması birşeyi değiştirmez. Öyle bir ortamda seçmen iradesinin özgürce oluştuğu önesürülemez.

Seçme eşitliğini bozan ilginç bir uygulama, daha önce de değindiğimiz gibi, 1917 Devrimisonrasında Rusya'da görülmüştü. Kentlerde her 25 bin kişiye karşılık kırsal kesimde her 125 bin kişiiçin bir milletvekili seçilmesi kura1ı, ancak yeni rejimin yerleşmesinden sonra kaldırıldı. Seçim bölgelerinin sınırlarını keyfi olarak çizmek veya eşit olmayan bölgelerde eşit sayıda temsilciseçtirmek de seçme eşitliğini bozan bir uygulamadır. Bu tür eşitsizliklere çağdaş demokrasilerdeözellikle ikinci meclisler için yapılan seçimlerde rastlanabilmektedir. ABD'de 17 milyon nüfuslu NewYork eyaletinin de 250 bin nüfuslu Alaska'nın da ikişer senatörle temsil edilmesi çarpıcı bir eşitsizlikörneğidir. Fransa'da senato seçimlerinde yalnızca milletvekilleri, belediye ve il genel meclislerininüyeleri gibi sınırlı sayıda kişi oy kullanınca, çok nüfuslu kentlerin ağırlığı azalırken kırsal kesiminağırlığı artmış ve ikinci meclisin tutucu bir yapıya sahip olması kolaylaşmıştır. Belli bir siyasal eğiliminşansını arttırmak için seçim bölgelerini yapay olarak bölmek de, giderek azalmakla birlikterastlanılabilen ve 1960 öncesinde Türkiye'de, de görülen uygulamalardandır. Seçme eşitliğini bozan hukuksal engellerin sonuncusu olarak "tek turlu çoğunluk sistemi"nden sözedebiliriz. O seçim çevresinde en çok oy alan partinin tüm milletvekillerine sahip olması temelinedayalı bu sistem, 1960 yılına kadar ülkemizde de uygulanıyordu. Örneğin Demokrat Parti, 1954seçimlerinde oyların % 56,6'sını aldığı halde, yasama meclisindeki sandalyelerin % 93,2'sini elegeçirmişti. Oysa oyların % 34,8'ini toplayan Cumhuriyet Halk Partisi'nin aynı meclisteki sandalye oranı% 5,8 idi. Seçme eşitliğini sağlamaya en yatkın sistem "orantılı temsil"dir. Bu sistemde, ilke olarak herparti aldığı oy oranında milletvekili çıkarır.

Buraya kadar hukuksal engellerden söz ettik. Seçmen iradesinin özgürce yansımasını, bazıdurumlarda yasalar değil toplumsal ilişki ve baskılar da önleyebilir. Geleneksel yapının sürdüğü,derebeylik düzeni kalıntılarının varlığını koruduğu, eğitim düzeyinin düşük olduğu durumlarda, bireykendi özgür iradesinden çok, egemen güçlerin isteği doğrultusunda oy kullanmak durumunda kalabilir.Oyun gizli hücrelerde zarfa konması, böyle bir durumda seçme özgürlüğünü sağlamaya yetmez.Seçme ve seçilme eşitliğini bozan ekonomik engellere kitabımızın başka bölümlerinde de değinmiştik.Parti kurmak, tüm ülkeye yayılan bir örgüt için binalar kiralamak, o binaların masraflarını karşılamak,seçim kampanyaları için ilanlar ve broşürler bastırtırmak, büyük açıkhava toplantılarını ve gösteriyürüyüşlerini düzenlemek önemli parasal kaynakları gerektirir. Ekonomik bakımdan güçlü toplumkesimlerinin çıkarlarını savunan partilerle, dar gelirli ve yoksul toplum kesimlerine dayalı partilerinolanakları arasındaki eşitsizlik, ister istemez seçimlere de yansır. Hukuksal ve toplumsal görünümlüeşitsizliklerin de, büyük ölçüde bu ekonomik kökenli eşitsizliklerden kaynaklandığını söylemek yanlışolmaz.

Page 98: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

99

Demokrasiler, seçme eşitliğini sağlayacak önlemleri alabildikleri ölçüde gerçeklik kazanır ve sağlıklıişlerler.

Page 99: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

100

ÜÇÜNCÜ KISIM

Siyasal Sistemler

Siyasal sistemlerin, siyaset bilimiyle ilgili olarak, şu ana kadar incelediğimiz konuların bir bireşimi(sentezi) olduğu söylenebilir. Burada yalnız siyasal kurumların oluşturduğu siyasal rejimler değil, okurumların gerisindeki siyasal güç dengeleri, o dengelerin gerisindeki etkenler ve siyasal yaşamla ilgilitüm süreçler söz konusudur. Siyasal sistemler, siyasal çatışmanın hem ürünü hem de çerçevesidir. Bubaşlık altında, demokratik sistemleri, baskıcı sistemleri ve geri kalmış ülkelerin kendilerine özgükoşullarının ürünü olan siyasal sistemleri ayrı ayrı ele alacağız. Çağdaş olmayan siyasal sistemleri ise,inceleme alanımızın dışında bırakmaktayız.

1. ÇOĞULCU SİSTEMLER

Tarihte ilk demokrasi, Eski Yunan'da, kent devleti çerçevesinde var oldu. Bu, köleler, yabancılar vekadınlar dışında kalanların ülke yönetimini doğrudan üstlendiği, aracısız bir azınlık demokrasisiydi.Nüfusun fazla olduğu, sorunların karmaşıklaştığı ve ülke yönetiminin birçok uzmanlık dalının katkısınabağlı olduğu çağımızda, artık doğrudan demokrasi, bazı küçük yerel yönetimler dışında olanaksızlaştı.Yurttaşlar ülke yönetimine, büyük ölçüde temsilcileri aracılığıyla katılır oldular. Yönetimin seçimlebelirlenmesine, yasalar önünde eşitliğe, özgürlüklere ve yargı bağımsızlığına dayalı bir demokrasimodeli doğdu. Çağdaş demokrasiler, liberal demokrasi ve sosyal demokrasi olmak üzere, iki aşamadaincelenebilir. Demokratik siyasal sistemler, çoğulcu sistemler olarak da nitelendirilebilir. Çoğulcu sistemlerde "tekdoğru" yoktur ve dolayısıyla, yasal bir muhalefet ya da muhalefetler vardır. Çağdaş çoğulcu sistemler,toplumda çıkarları ve dolayısıyla dünya görüşleri farklı kesimlerin bulunmasını doğal sayarlar; bu farklıçıkar ve dünya görüşlerinin barışçı yollardan savunulmasına, siyasal iktidarın da bu barışçı savaşımsonunda oluşmasına olanak verirler.

a) Demokrasi Kuramı

Demokrasi günümüzde, azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve onlara bir gün çoğunluğadönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi biçiminde tanımlanabilir.Demokrasi tarihi, insanlar arasında toplumsal kökenli eşitsizlikleri gidermek için verilen savaşımıntarihidir. Demokratik düşüncenin tarihi de, eşitlikçi ve özgürlükçü düşüncenin evrimini yansıtır.Demokratik düşüncenin evrimi, insanın "akıllı" bir yaratık olduğu, kendisi için iyi olanla kötü olanı ayırtedebileceği inancından kaynaklanan, insana saygıya dayalı, iyimser bir dünya görüşünün evrimidir. Demokrasi üzerindeki ilk yazılı değerlendirmeye, Herodot Tarihi'nin üçüncü cildinde rastlanır. MÖ 5.yüzyılda kaleme alınmış olan bu yapıtta, demokrasi "halkın yönetimi, yasalar önünde eşitlik, bütünsorunların açık tartışmaya sunulması, yöneticilerin makamlarından hareketle sorumlu tutulmaları"olarak nitelendiriliyordu.

Gene aynı yüzyılda Atina'da doğan Sofizm de, demokratik kültürün temellerini oluşturmaya çalışanbir akımdı. Solistler, öncelikle, değişmez ve tek bir "doğru" olduğu inancını yıkmak için çabagösterdiler. Çünkü doğrunun ve gerçeğin tek olduğunun kabulü, aristokratik düşüncenin uzun yıllarboyu işleyerek topluma kabul ettirdiği değer yargılarının tek doğru sayılması demek olacaktı. Ünlü sofist Protagoras'ın koyduğu ilkeye göre, "insan her şeyin ölçütü"dür. "Gerçek" de, "doğru" dainsandan insana değişir. Devlet bilgisi yalnız belirli bir sınıfta değil, tüm yurttaşlarda bulunmalıdır. Herşeyin ölçütü insan olduğuna göre, adalet ve hatta devlet değişmez kurumlar oluşturmazlar.

Sofistlere göre, devlet güçlünün güçsüze zorla kabul ettirdiği düzenin adıdır. Eğer insanın haksızlıketmeye her zaman gücü yetseydi, "haksızlığa uğramayı ortadan kaldırmak için kimseyle anlaşmayayanaşmazdı".

Page 100: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

101

Tukidides Tarihi'nde yer alan, Perikles'in ünlü söylevi de, demokratik düşünceye önemli katkılarıolan bir belge sayılır. Perikles bu söylevinde, demokrasinin, birkaç seçkin yurttaşın değil, tümyurttaşların katkılarıyla var olan bir rejim olduğunu vurgular. Herkesin eşit hak ve yükümlülüklere sahipbulunduğunu, soylu oluşuna göre değil, yeteneklerine ve "kazandığı üne" göre devletteki yerinialabileceğini söyler.

Perikles konuşmasında, demokrasinin özgürlük, hoşgörü ve sorumluluk ilkelerine değindikten sonra,şöyle dîyor: "Devlet işlerine karışmayanlara, kendi işi gücü ile uğraşan sessiz bir yurttaş değil, hiçbirişe yaramayan biri gözüyle bakıyoruz. Bir politikayı, ancak birkaç kişi ortaya koyabilir, ama hepimizonu yargılayacak yetenekteyiz. Biz tartışmaya, siyasal eylemin önüne dikilen bir engel diye değil,bilgece davranmanın vazgeçilmez bir ön hazırlığı diye bakarız."

Perikles'in söylevinde, çağdaş demokratik düşüncede önem taşıyan bir öğe daha var:Demokrasinin, insanın kişiligini ve yeteneklerini geliştirmeye en elverişli bir rejim oluşu! Sokrates de,toplumun soylular tarafından değil, bilgili ve erdemli kişilerce yönetilmesi gerektiğini savunarak,demokratik düşüncenin evrimine katkıda bulunmuştur. Erdemin kalıtımsal olduğunu ve ancak soylukişilerde bulunduğunu kabul etmemektedir. Bazı insanlar doğuştan daha akıllı ve yetenekli olabilirler.Ama bilgi ve erdem, öğrenebilen ve öğretilebilen bir şeydir.

Aristo ise, çıkış noktasında eşitsizlikçi bir düşünceye sahip olduğu halde, çoğunluk yönetimininazınlık bir seçkinler grubunun yönetiminden daha iyi olacağı sonucuna varmıştır. Aristo, halktankişilerin teker teker "yüksek adamlar"dan daha az niteliklere sahip bulunduklarına inanıyordu. Amahepsi bir araya geldiklerinde, azınlık olan bu seçkinlerden "daha iyi" olmaları olanaklıydı. Üstelik,"çokluk bozulmaya azlıktan daha az elverişli"idi. "Az miktardaki su, çok miktardaki sudan daha çabukbozulur"du. Ama Aristo, halkın yönetici olmasından değil, yasaların yapılmasında ve çok sayıdaüyeden oluşan yargı organlarında ağırlık taşımasından yanaydı. Çünkü halkı oluşturan bireyler, tekerteker değil, ancak bir araya geldiklerinde seçkinlere üstündüler.

Aristo, servet ile siyasal iktidar arasında yakın bir ilişki kuruyordu, "insanların servetlerinden dolayıegemen sınıf oldukları yerde, ister azlık ister çokluk olsunlar, hükümet biçimi oligarşidir" görüşündeydi.Demokrasi için, kalabalık bir orta sınıfın varlığını şart görüyordu. Şiddetli toplumsal patlamaları, varlıklıküçük bir sınıfın yanında, çok kalabalık bir yoksul sınıfın bulunmasıyla açıklıyordu. Orta sınıfın zayıfolması, toplumun efendi ve kölelerden oluşması demekti.

Aristo'nun şu sözlerinde, geleceğin çoğulcu demokrasisinin kuramsal temellerini de bulabiliriz: "Eğerbir devlet yasıyorsa, bunun hikmeti, birliğe doğru gitmekte bir noktadan daha ileri varmamasıdır; devletbu noktayı aştı mı, ya ortadan kalkar, ya da kötü bir devlet haline gelir. Adeta müzikte uyumun tek seshaline gelmesi veya ritmin tek vuruş haline gelmesi gibi..."

Aristo'nun ilginç bir görüşü de, yöneticinin elindeki silahlı güçle ilgiydi. Yöneticinin elinde belirli birasker gücünün bulunması, ama bu gücün hiçbir zaman halkın gücünü aşacak düzeye varmamasıgerektiğine inanıyordu.

Demokratik düşüncenin ilk kaynaklarının Eski Yunan'da doğması bir rastlantı sayılamaz.Mezopotamya'da kısa ömürlü olan kent devleti, dağlarla bölünmüş, deniz ticaretine açık Morayarımadasının koşullarında uzun ömürlü olurken, doğrudan demokrasiye elverişli bir ortam dayaratmıştı. Ama kent demokrasisinin yıkılmasından sonra, demokrasinin ve özgürlükçü düşünceninyeniden doğması için yüzyıllar ve hatta çağlar boyu beklemek gerekti. Kaderci düşünceden başkasınaortam hazırlamayan, kapalı tarım ekonomilerine dayalı derebeylik düzeninin (feodalite) yıkılmayabaşlamasıyla birlikte, özgürlükçü düşünce de başka bir çerçevede yeniden canlandı.

Aristo'dan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşamış olan İngiliz John Locke'a göre, insanlar eşit ve özgüroldukları "doğa durumu"ndan toplumsal yaşama, güvenliklerini sağlamak için geçtiler. Özgürlüklerinikoruyabilmek için sadece "güvenlik ve cezalandırma" hakkını, toplumu yönetecek olanlara devrettiler.Eğer siyasal iktidar, koruyacağı yerde halkın doğal haklarını çiğnerse, devrim hakkı doğar. Yasamagücü ile yürütme gücünün ayrı ellerde oluşunun, yurttaşlar açısından bir güvence oluşturduğugörüşüne daha Locke'da da rastlıyoruz.

Page 101: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

102

Montesquieu, kuvvetler ayırımı düşüncesini geliştirdi ve O'nun etkisiyle, 1789 Fransız insan veYurttaş Hakları Bildirisi'nde şu ifade yer aldı: "Kuvvetlerin ayrılmadığı ve özgürlüklerin güvence altınaalınmadığı yerde anayasa yoktur." Ünlü Fransız düşünürüne göre, önünde kendisine engel olabilecekbaşka bir güç bulunmayan her yönetici, özgürlükleri çiğneyebilir, yetkilerini aşabilir. "Kuvvet kuvvetidurduramazsa, özgürlük olmaz." Montesquieu, demokratik cumhuriyetin varlığının, yasa yapma,yasayı uygulama ve yasaya göre ceza verme yetkilerinin (yani üç kuvvetin), ayrı toplumsal güçlere(kral, soylular, halk) paylaştırılmasına bağlı bulunduğunu öne sürmüştür.

Locke ve Mostesquieu gibi, 18. yüzyılda yaşamış olan Jean-Jacques Rousseau ise, her alandaeşitliği ve tam bir demokrasiyi savundu. O'na göre, en iyi çözüm, halkın iktidarını doğrudankullanmasıydı. Ama mutlaka temsilci kullanmak gerekirse, halk bu temsilcilerini, dilediği zamangörevinden alabilmeliydi. Oysa Montesquieu ve Sieyes gibi, aristokrasi ve burjuvazinin içinden gelendüşünürler, temsilcilerin kendilerini seçenler karşısında bağımsız olmalarını savunmuşlardır. Böyleolunca, halk seçecek, ama gerçekte bu iki ayrıcalıklı sınıfın seçkinleri yönetecektir. Bu nedenle,Rousseau, "Ulusun vekilleri, onun temsilcileri değil, olsa olsa memurları olabilirler" demektedir.

Rousseau'ya göre, özgürlüklerin güvence altında olabilmesi, servet eşitliği dahil, insanlar arasındaeşitliğin sağlanabilmesine bağlıydı. Böylece güç eşit dağıtılmış olacağı ve kimseye devredilmeyeceğiiçin, bazılarının, diğerlerinin özgürlüklerini ellerinden alma olanağı ortadan kalkacaktı. Ama halkegemenliği, yasaların halk tarafından yapılması anlamına değil, halkın onaylaması anlamınagelmektedir. Çünkü, "Tek tek bireyler iyinin farkındadırlar, ama onu tepeler. Halk ise iyiyi ister, ancakonu görmez. Hepsinin aynı şekilde yol gösterenlere gereksinmesi vardır." Bu, iktidarın, toplumuoluşturan bireylere paylaştırılmış olduğu gerçeğine ters düşmez. Ulusal egemenlik, parçalarıntoplanmasıyla oluşur!

Fransız Devrimi'ni izleyen Yakın Çağ'la birlikte, özgürlükçü düşüncenin gelişimi de hızlandı.Benjamin Constant, özgürlükleri kaldıran baskının bir kişiden gelebileceği gibi, kitlelerden degelebileceğini gördü. Çoğunluğun, azınlıkta olanları köleleştirebileceğini vurguladı. Siyasal iktidarın,vicdan ve düşünce özgürlüğüne, mülk sahibi olabilme özgürlüğüne, kesinlikle karışmaması gerektiğinisavundu. Constant'a göre Kent Demokrasisinde siyasal iktidara doğrudan katılan yurttaş, bununverdiği mutluluk ve güven uğruna, özgürlüklerine getirilen sınırlandırmalara katlanıyordu. Amagünümüzün temsili demokrasisinde, söz konusu olan çok soyut bir katılma olduğu için, özgürlüklerininkorunması, yurttaş açısından daha büyük önem taşıyordu.

Soylu bir ailenin çocuğu olan Fransız Alexis de Tocqueville, görevli olarak gittiği Amerika BirleşikDevletleri'ndeki gözlemlerine dayanarak yazdığı "Amerika'da Demokrasi" kitabıyla, demokrasikuramına önemli katkılar yaptı. Tocqueville'e göre, Amerika'da demokrasinin gelişmesini kolaylaştıranen önemli öğelerden birisi, Avrupa'daki gibi, eski ayrıcalıklı bir sınıfın (aristokrasi) varolmayışıdır.Güçlü bir orta sınıf bu sayede oluşabilmiştir.

Tocqueville, özgürlüklerin korunabilmesi için iki yol öneriyordu: Yerinden yönetim ve kitle örgütleri.Yönetim yetkilerinin tek merkezde toplanmasının önlenmesi ve özerk bölgelere dağıtılmasıyla, yalnızsiyasal özgürlükler güvence altına alınmakla kalmayacak, aynı zamanda yurttaşların, kendi yörelerininortak sorunlarıyla daha yakından ilgilenmeleri sağlanmış olacaktır. Dernekler, birlikler gibi kitle örgütleriaracılığıyla da, yurttaşların sorumluluk duygularının geliştirilmesinin yanı sıra, farklı çıkarlarınsavunulması sayesinde, toplumun baskıcı bir yönetime kalması önlenecektir.

John Stuart Mill, çoğunluğun azınlıkta olanları ezmesine engel olacak çözümler arayan birdüşünürdü. Tüm insanlığın bile, bir aykırı düşünceyi susturmaya hakkı olmadığını savunacak kadarözgürlükçüydü. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" biçimindeki bir devlet seyirciliğinin yanlışolduğunu, devletin "özgürlüğün koşullarını yaratmak" gibi bir görevi bulunduğunu savundu.

Demokrasi kuramının oluşumuna sosyalistlerin yaptıkları katkıları "Sosyal Demokrasi"yle ilgilisayfalara bırakarak, demokrasinin evrensel nitelikli üç temel öğesi olduğunu söyleyebiliriz: Seçim,özgürlük ve bağımsız yargı. Demokrasi, azınlıkta olanların da güvence altında olduğu, özgürlükleresaygılı bir çoğunluk yönetimidir, iktidar her siyasal sistemde vardır; ama "muhalefet"in yasal olaraktanındığı ve güvence altına alındığı tek sistem demokrasidir.

Page 102: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

103

Özgürlük ve yargı güvencesi olmazsa, sadece seçim, demokrasiyi değil, olsa olsa "çoğunlukdiktası"nı yaratır Özgürlüklerin içinde de, demokrasinin işlenmesi açısından, haber alma, düşünce veörgütlenme özgürlükleri ön sırada gelir. Özgür bir haber alma ortamı yoksa, insan özgür bir biçimdedüşünemez. Düşünme özgürlüğü, öncelikle yönetenlerden farklı düşünebilme özgürlüğüdür. Yoksayönetenler gibi düşünme özgürlüğü, Hitler ve Stalin yönetimlerinde bile vardı. Kendisine yöneltilenyanlı bir bilgilendirme, düşüncenin çerçevesini çizer ve düşünce özgürlüğünü ortadan kaldırır. Ama tekbaşına özgür düşünebilmek, anlatım ve örgütlenme özgürlüğü ile birlikte olmadığı zaman, fazla birağırlık taşımaz. Bu durumda "özgür muhalefet" in varlığından söz edilemez.

İktidarın sınırlandırılmasının ve bu sınırın bağımsız yargının denetimi ve güvencesi altındaolmasının önemi ise açık. Thomas Paine, bu önemi tek cümle ile anlatmak becerisini gösteriyor:"Hükümet organlarının seçimle işbaşına gelmeleri, seçilen kimseler sonradan sınırsız bir yetkiye sahipolacak iseler, keyfi baskıyı ortadan kaldırmaz..."

Spinoza'dan beri vurgulanan bir gerçek var: Bir karar organının yapısının demokratik olması kadar,hatta ondan da çok, yaptıklarının demokratik olması önemlidir. Çoğunluğun oylarına dayalı bir sistem,eğer bugün için azınlıkta kalan ve yarın çoğunluk haline dönüşebilecek olanların haklarına saygıgöstermiyorsa, bu demokratik bir sistem olmaktan çok, bir çoğunluk diktası'dır. Bir demokraside,adaletin ve özgürlüğün gereklerinin yerine getirilmesi, yöneticilerin keyfine ya da sağduyularınabırakılamaz. Adaletin ve özgürlüğün gerekleri, kurumsal güvencelere bağlanmak zorundadır.

Seçimin, demokrasi demek olmadığını, çağdaş diktatörlüklerin hemen tümünde seçimlererastlandığını biliyoruz. Ama seçimin varlığının, o rejimin demokratikliğinin kanıtı olmadığı ne ölçüdegerçekse, seçimsiz bir demokrasinin düşünülemeyeceği de o ölçüde açıktır. Seçim, halkın ülkeyönetimine katılmasının ilk ve vazgeçilmez koşuludur. Demokratik seçimin ilk iki önemli koşulu ise,farklı şeyler arasında seçim yapabilme hakkı ile genel ve eşit oy hakkıdır. Sadece benzerler arasındaseçim yapabilmeye olanak tanıyan bir rejim, demokratik olmadığı gibi; bazılarının oylarına daha çok,bazılarının oylarına daha az temsil hakkı tanıyan, toplumun bazı kesimlerinin çıkar ve düşüncelerinintemsiline olanak bırakmayan bir rejimin demokratikliği de tartışmalıdır.

Demokrasinin işleyebilmesi için, toplumda farklı çıkarlara ve dolayısıyla farklı görüşlere sahipbulunanların örgütlenebilmeleri ve görüşlerini barışçı yollardan rahatlıkla savunabilmeleri gerekir.Farklı çıkarlar arasında barışçı bir denge, ancak bu çerçeve içinde kurulabilir. Toplumsal barış da,rejimin istikrarı da, bu dengenin kurulabilmesine bağlıdır. Eğer toplumdaki bazı kesimlerinörgütlenebilme ve çıkarlarını barışçı yollardan savunma olanakları kısılırsa, çarpıtılmış, hakça olmayanbir denge ortaya çıkar. Sonuç, toplumsal huzursuzluklar ve patlamalar olur.

Örgütlenme olanaklarının kısılması, işverenleri değil işçileri, sermaye sahiplerini değil iktisadengüçsüz toplum kesimlerini etkiler. Sendikaların, siyasal partileri desteklemelerini önlemek de, ancakdar gelirli toplum kesimlerinin çıkarlarını savunan partilere olumsuz etki yapar. Birkaç varlıklı kişi birpartiyi finanse edebilir, ama birkaç işçi bir partinin masraflarını karşılayamaz.

Bir işveren -tek başına da olsa- belirli bir ekonomik güce ve bu güçten hareketle, önemli birtoplumsal ağırlığa sahiptir. Kendi görüş ve çıkarlarına uyan bir siyasal partiyi desteklemesidurumunda, bu desteğin tek başına bile bir anlam ifade edeceği açıktır. Oysa bir işçinin tek başına, neekonomik, ne toplumsal, ve ne de siyasal bir ağırlığı vardır, işçi, ancak örgütlendiği ölçüde, kendigörüş ve çıkarlarını savunmada etkili olabilir.

Demokrasi, farklılıkların birlikte yaşama biçimidir. Çoğulculuk, sayıdan çok farklılıktan kaynaklanır.Bu nedenle de, çok partinin varlığı, gerçek bir demokrasi anlamına gelmeyebilir. Demokrasinin amacı,farklılıkları yok etmek değil, uzlaştırmaktır. Pascal, yanlışın, gerçeğin tersi değil, zıt bir gerçeğinunutulması olduğunu söylemişti. Demokrasi, zıtların bir arada bulunması zorunluğundan kaynaklanır.Karşıtların birbirlerini yok etmeleri değil, tamamlamaları gerekir. Demokrasi bu nedenden dolayıuzlaşmayı zorunlu kılar. Uzlaşmasız yaşayamaz! Demokrasi, bir denge ve uzlaşma rejimidir. Dengeolmadan uzlaşma zaten olmaz. Ancak birbirlerini dengeleyebilecek güçler, uzlaşmayı zorunlu kılar.Dengelerin en önemlisi ise, para gücüne karşı, sayı ve örgüt gücünün oluşmasıyla kurulabilir. Tarihselevrim içinde, sendikaların ve kitle partilerinin ortaya çıkışı bu gereksinmeden kaynaklanmıştır. Beşişadamının karşısında parasal bir denge sağlayabilmek için, belki de beş yüz bin işçi ya da kamugörevlisinin bir araya gelmesi gerekir. Böyle bir şey ise, örgütlenme olmadan gerçekleşemez.

Page 103: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

104

Örgütlenmeyi zorlaştırmak, toplumda sağlıklı bir dengenin oluşumunu zorlaştırmak anlamına gelir.Toplumsal patlamaları ise, dengeler değil, dengesizlikler yaratır.

Hak ve özgürlükler, toplumda çatışma çıkmasını kolaylaştırmazlar, var olan çatışmaların yumuşayıp"meşru" bir düzeye aktarılmasına yardımcı olurlar. Örneğin Batı'da işçi sınıfı, kendi çıkarlarınınsavunulmasını kolaylaştıracak yasal olanaklara kavuştukça, şiddete dayalı yöntem ve amaçlardanuzaklaşmış, barışçı bir güç olmuştur. Oy hakkını, örgütlenme özgürlüğünü, grev ve toplu sözleşmehaklarını aldıkça, demokratik rejimin güvencesini oluşturan temel güçler arasına katılmıştır. Hak veözgürlükler, patlamaların nedeni değil, büyük patlamaları önleyecek "güvenlik kapakçıkları"dır.Demokrasilerdeki küçük boşalmalar, baskı rejimlerinde rastlanan büyük patlamaların seçeneğidir.(1980'lerin sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde yaşananlar, bu açıdan çok aydınlatıcı örnekleroluşturuyor.)

"İktidarın El Değiştirmesi" başlığını izleyen sayfalarda, iktidarın üç boyutuna değinmiştik. Nasıl kiiktidar, siyasal, toplumsal ve ekonomik olmak üzere üç boyutlu ise, demokrasinin de onlara koşut üçboyutu vardır. Siyasal, toplumsal ve ekonomik iktidarlara halkın ne kadar geniş bir bölümükatılabiliyorsa; siyasal, toplumsal ve ekonomik demokrasiler de o ölçüde ileri bir nitelik taşır.

Siyasal Demokrasinin ölçütü, seçme ve seçilme hakkından gerçek anlamı ile yararlananların toplumiçindeki oranıdır. Bu haklara tarihte getirilen en önemli kısıtlamanın, ekonomik kökenli olduğunubiliyoruz. Ancak belirli bir düzeyde vergi verenlerin siyasal karar mekanizmalarını etkileyebilmeleri,siyasal demokrasinin oldukça ilkel bir dönemini simgeler. Daha sonraki aşamalarda kullanılan belli bireğitim düzeyine sahip olma koşulu da, aslında sınıfsal kökenli bir sınırlamadır. Son olarak cinsiyet veyaş ile ilgili kısıtlamalar, yakın döneme kadar uygulanmıştır; bazı ülkelerde azalan ölçülerdeuygulanması sürmektedir.

Toplumsal demokrasinin ölçütü, toplumun çeşitli düzeylerindeki -siyasal ve ekonomik nitelikteolmayan- karar süreçlerine katılabilme ya da etkileyebilme olanaklarıdır. Bu olanaklardanyararlananların toplum içindeki oranı, toplumsal demokrasinin düzeyini belirler. Eğitim kurumlarındanbaşlayıp tüm toplumsal nitelikli kurum ve kuruluşlarda sürecek bir yönetime katılma, demokrasinintoplumsal boyutunun temelini oluşturur. Toplumdaki farklı görüş ve çıkarların serbestçeörgütlenebilmeleri, siyasal iktidarı barışçı yollardan etkileyebilmeleri ise, bu temelin doğal sonucuolması gerekir. "Dört ya da beş yılda bir oyunu ver ve gerisine karışma" mantığı, demokrasiyi sadecesiyasal boyuttan ibaret sayan, "ilkel" ve "seçkinci" bir demokrasi anlayışının ürünüdür.

Ekonomik demokrasi, üretim ve paylaşımla ilgili kararları alanların toplumsal kökenleri ve toplumiçindeki oranları ile bağlantılı olarak değerlendirilir. Toplumsal adaletin sağlanması, sadece siyasaldüzeydeki kararlarla gerçekleştirilemez. Çalışanların "birlikte yönetim" biçiminde ekonomik iktidarıdenetleyebilmeleri ölçüsünde, ekonomik demokrasi vardır. Ekonomik demokrasinin bir mülkiyet sorunuolmadığını hemen belirtmeliyiz. Nasıl ki büyük burjuvazinin tüm ekonomik gücü denetleyebildiği birülkede, devlet mülkiyetindeki üretim araçlarının da, son değerlendirmede bu sınıfı desteklemek içinkullanılması kaçınılmaz ise; üretimde devlet mülkiyetinin egemen olduğu komünist modellerde de, artı-değerin, devlet adına karar verme yetkisine sahip bir azınlığın yararı göz önünde tutularak kullanıldığıda bir gerçektir. Öyleyse önemli olan, üretim araçlarının mülkiyetine kimin sahip olduğu değil, üretimve paylaşmaya kimin karar verdiğidir. Zaten "egemen" toplumsal katmanı belirleyen de işte bu ölçüttür. Üretim sürecinde özel mülkiyetin egemen olması, ekonomik demokrasinin varlığı halinde, büyükburjuvazinin egemen sınıf olduğu anlamına gelmez. (Başta İsveç olmak üzere, İskandinav ülkeleri buaçıdan iyi bir örnek oluştururlar.) Siyasal, toplumsal ve ekonomik demokrasinin güçlülüğü oranında,"egemen sınıf"ların mülkleri ellerinden alınmadığı halde, egemenlikleri, yani kendi çıkar ve görüşlerinitopluma dayatma güçleri, ellerinden alınmış olacaktır.

Demokrasinin temel niteliklerini -Erhan Köksal'ın sınıflandırmasından da yararlanarak- şöylesıralayabiliriz: (1) Siyasal iktidarın özgür genel seçimlerle oluşması; (2) Gerektiğinde siyasal iktidarınkarar ve uygulamalarını da denetleyebilen bağımsız yargı; (3) Farklı toplumsal çıkar ve görüşleri temsileden siyasal partiler; (4) Farklı toplum kesimlerini temsil eden ve siyasal katılımı kolaylaştıran,dernekler ve sendikalar gibi, kitle örgütleri; (5) Yurttaşların gelişmelerden doğru bilgi edinme haklarınısağlayacak; özgür kitle iletişim araçları.

Page 104: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

105

Demokrasinin var olabilmesi için gerekli ekonomik koşullar incelendiğinde, özellikle şu üç noktadikkati çekiyor: (1) En azından, bireylerin yaşamsal gereksinmelerinin (yeme ve barınma gibi)karşılanabildiği bir üretim düzeyi; (2) Ekonomik yaşamdaki etkililikte, belirli bir sermaye-emek (işçi-işveren) dengesi; (3) Toplumsal sınıflar arasında çok büyük gelir farklarının bulunmaması.

Demokrasinin var olabilmesi için gerekli toplumsal koşulların başında ise şunlar geliyor: (1) Ulusalbütünlüğün sağlanmış olması; (2) Hiçbir toplumsal sınıfın diğerleri üzerinde kesin bir üstünlüğününbulunmaması; (3) Toplumsal sınıflar arasındaki geçiş akışkanlığının yüksek olması; (4) Toplumdaçoğunluğun, kitle iletişim araçlarını izleyebilecek bir eğitim düzeyinde bulunması; (5) insanların eşitlikve özgürlüğüne, hoşgörü ve uzlaşmaya dayalı bir değerler sisteminin, ulusal kültürde egemen olması.

Bu ekonomik ve toplumsal koşulların gerçekleşmesi ölçüsünde, demokratik bir rejime sahip olmaolasılığı artar. Demokrasi, yaşamsal gereksinmelerini yeterince karşılayamamış ve yeterli bir eğitimdüzeyine ulaşamamış toplum kesimleri için bir araçtır. Bu kesimlerin, sorunlarının çözümünükolaylaştırdığı, beklentilerini karşılayabildiği ölçüde demokrasiye sahip çıkmaları doğaldır. Ancak busınırın üzerindekiler ve özellikle de aydınlar için, demokrasi sadece bir araç değil, aynı zamanda,insanca yaşamanın vazgeçilmez bir koşulu olarak, amaçtır. Demokrasi, onu amaç olarakbenimseyenlerin artması ölçüsünde kökleşir, güçlenir.

b) Siyasal Demokrasi

Siyasal demokrasi, belirli tarihsel koşulların ürünü olarak ortaya çıktı ve liberalizmin ilkelerine uygun birgelişme gösterdi. Derebeylik düzeninin (feodalizm) yıkılmasına neden olan gelişmeler, aynı zamandasiyasal (liberal) demokrasinin oluşumunu da hazırladılar.

Demokrasi, ancak birbirini dengeleyen güçlerin varlığı oranında, gücün tek elde toplanmadığı,paylaşıldığı durumlarda olanaklıdır. Yoksa, egemen olan bir güç, bu egemenliğini paylaşmayı gönülrızası ile kabul edemez. Siyasal demokrasi, tarihsel evrim içinde, büyük ölçüde, topraksoylular(aristokrasi) ile kentsoylular (burjuvazi) arasındaki savaşımın ürünüdür. Bu iki güç arasındaki görecelidenge, ilk kez İngiltere'de ortaya çıktığı için, siyasal demokrasiyle sonuçlanan evrim de ilk kez buülkede, 13. yüzyılda belirginleşmiştir, İngiltere'nin bir ada ülkesi olması dolayısıyla savunmasınınkolaylığı, kralın emrinde güçlü ve sürekli bir ordunun bulunması zorunluğunu yaratmamıştır. Bu durum,kralla derebeyleri arasında belirli bir dengenin oluşumunu kolaylaştırmıştır. Kralın, vergi koyabilmekiçin topraksoyluların rızasını alması zorunluğunu getiren 1215 tarihli "Büyük Ferman" (Magna Carta),işte böyle bir dengenin ürünüdür.

Fransızca "parler" (konuşmak) sözcüğünden kaynaklanan parlamento, çıkış noktasında, kraladanışmanlık yapan soylular ve yaşlılardan oluşan bir kuruldu. Magna Carta ile birlikte bu kurulsüreklilik ve temsil niteliği kazanarak, danışmanlığın ötesine geçti. Bir yandan topraksoyluların, öteyandan da tüccar ve esnafın temsilcilerini barındırmaya başladı. Zamanla da, tamamen sınıfsal nitelikliiki meclise ayrıldı: Topraksoyluları temsil eden "Lordlar Meclisi" ile, kentsoyluları temsil eden "AvamMeclisi."

Derebeylik düzeninin oluşmasında, iki etken ana rolü oynamıştı: Doğu ticaret yollarının kapanmasıve kentlerin güvenliğinin azalması. Doğu ticaret yollarının kapanmasının nedeni, geçiş bölgelerininİslam toplumlarının egemenliğine geçmesiydi. Kentlerde güvenliğin azalmasının nedeni ise, Barbaristilaları olarak adlandırılan Norman ve Macar istilalarıydı. 5. yüzyıldan 9. yüzyıla kadar uzanan birsüreç içinde, bu iki etkenin bir araya gelmesiyle, kentler önemini yitirdi, ticaret yaşamı söndü, kentselekonomi geriledi, yoksullaşma başladı, iş ve güvence arayan insanlar, kentten köye akın ettiler.Derebeyler onlara bir yandan şatoları ve askerleriyle güvenlik sağlarken, öte yandan işlemek içintoprak verdiler. Serf adıyla, derebeyine ekonomik açıdan olduğu kadar hukuksal açıdan da tambağımlı bir sınıf doğdu. Tarımda ağır sabanın, savaş teknolojisinde ise zırhlı atlının devreye girmesi,bu gelişmeleri kolaylaştırdı.

Derebeylik düzeninin 11. yüzyıldan başlayarak çözülmesinde ise süreç tersine işledi: Bir yandanHaçlı Seferleri, öte yandan İskandinav halklarının Rusya üzerinden geliştirdikleri ilişkiler, doğu ticaretyollarının yeniden açılmasını sağladı ve kentlerde ticaret yaşamı canlandı. (Bu canlanma ilkin limankentlerinde olduğundan, ilk cumhuriyetler de oralarda kuruldu.) Doğu'nun ipeği ve baharatı Avrupa'ya

Page 105: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

106

gelirken, Avrupa'nın yünlü kumaşlarına da Doğu'da önemli bir pazar doğdu. Yünlü kumaşa doğanistem ise, derebeylik düzeninin yıkılmasında ayrıca rol oynadı.

Yün ticareti hayvancılığı özendirirken, hayvancılığın gelişimi tarımsal üretime ilgiyi azalttı. Tarımalanları meraya dönüştürülünce, çok sayıda çiftçi yerine, az sayıda çoban yeterli oldu. işsiz kalançiftçiler kente akın ederlerken, toprak fiyatları arttı. Toprakların, derebeylerin ve bazı varlıklı köylülerinelinde birikmesi süreci hızlandı. Tarımsal üretim, ticari amaca, kentlerin gereksinimini karşılamayayöneldi. Derebeylik düzeninin yıkılmasına, ticaretin gelişmesinin büyük katkı yaptığını görüyoruz. Kendikendine yeten kapalı tarım ekonomileri, bu süreç içinde çözülmeye yüz tuttular; ekonominin çerçevesigenişledi; ülkenin tümü bir pazar oluşturdu. Bölgeler arası ilişkiler arttı ve bölgesel dillerle Latinceninbirleşmesiyle ulusal diller doğdu; feodal devletlerin yerini ulusal devletler aldı. Ticaret ve sanayi ilegelişen yeni toplumsal sınıfların çıkarları ile, topraksoyluların sahip oldukları ayrıcalıklar ve derebeylikdüzeninin özellikleri çatışıyordu. Birinci aşamada kentsoylular (burjuvazi) kralı topraksoylulara(aristokrasi) karşı destekleyerek, mutlak krallığın kurulmasını sağladılar. Daha sonraki aşamada, bukez kralın yetkilerinin sınırlanması demek olan anayasal krallık doğdu. Kentsoylular yeterincegüçlendiklerinde, ya doğrudan cumhuriyet rejimi kuruldu, ya krallık -İngiltere'de olduğu gibi- bir süsolarak korunarak, siyasal iktidarın gerçekte halkın oylarıyla belirlendiği rejimlere geçildi.

Liberal ideolojiyi incelerken de belirttiğimiz gibi, bu ideolojinin temelini oluşturan eşitlik ve özgürlükilkeleri, kentsoylu sınıfın gereksinmelerine yanıt olarak doğmuştu. Yasalar önünde eşitliğingerçekleşmesi, topraksoyluların doğuştan sahip oldukları ayrıcalıkları yok edeceği için, iki sınıfarasındaki savaşımı kentsoyluların kazanmasını kolaylaştıracaktı. Özgürlük de, bir yandan eskidüzenin eleştirilmesini, öte yandan da yeni düzenin temelini oluşturan düşüncelerin yayılmasını vetoplumsal destek sağlanmasını olanaklı kılacaktı.

Üç tarihsel deneyin, liberal demokrasinin oluşumunda, biçimlenmesinde, önemli rolü var:İngiltere'deki evrim, Amerika ve Fransa'daki devrimler. Üçü de birbirlerini etkilemişler, ama tarihsahnesindeki sıralanışın tersine, evrensel etkiyi Fransız Devrimi yapmıştır.

İngiltere'nin bir ada ülkesi oluşunun, onun tüm toplumsal-siyasal gelişimine damgasını vurduğusöylenebilir. Özellikle ulaşım ve savaş teknolojisinin geri olduğu dönemlerde, adayı çevreleyendenizler, doğal ve önemli bir savunma silahı oluşturuyordu. Bu ise, krala bağlı, büyük ve sürekli birordu beslemek gereğini ortadan kaldırmaktaydı. Gerektiğinde topraksoylular askerlerini alıp geliyor,kralınki ile birlikte, ülkeyi savunabilecek yeterli bir güç ortaya çıkabiliyordu. 1066'daki Normanistilasından bu yana, İngiltere'nin bir daha böyle bir durumla karşılaşmamış oluşu anlamlıdır.

Bu doğal savunma ortamının sonucu olarak, İngiliz kralları derebeyleri üzerinde tam bir egemenlikkurmakta zorlanmışlardır. Kıta Avrupasının benzeri "mutlak krallık" girişimleri başarısızlıklasonuçlanmıştır. Derebeyler bir araya geldikleri zaman, kral karşısında bir güç dengesioluşturabilmişlerdir. Öte yandan, büyük ve sürekli bir ordunun yokluğu, askerlerin siyasal yaşamdaönem kazanmasını da önlemiş, sivil otoriteye saygı geleneği daha çabuk oluşabilmiştir. Tüm buetkenlerin birlikte, İngiltere'deki siyasal yapı değişikliğinin, geniş bir zamana yayılarak, Kıta Avrupasınagöre çok daha yumuşak bir biçimde gerçekleşmesini, sağladığını söyleyebiliriz. Bu göreceli "yumuşakgeçiş", siyasal kültürün de -Kıta Avrupasına göre- daha yumuşak ve hoşgörülü olmasında etkiliolmuştur.

İngiliz deneyinin bir başka önemli yanı da, din etkisinin -yine Kıta Avrupasına göre- çok daha azoluşudur. Avrupa'nın tersine, din adamları hiçbir zaman parlamentoda "ayrı bir güç" olarak temsiledilmemişlerdir. Protestanlık yayılırken, hemen krala bağlı bir "Anglikan Kilisesi" oluşmuştur. Belki de,dinin hep siyasal otoritenin gölgesinde kalmasının sonucu, Avrupa'daki kadar sert bir Katolik-Protestançatışması görülmemiştir. Bu da, siyasal çatışmayı yumuşatan, en azından daha da sertleştirmeyen biretki yapmıştır.

Sözünü ettiğimiz denge ve etkilerin ilk somut sonucunun, 1215 tarihli "Magna Charta" (Büyük Şart)olduğunu söyleyebiliriz. Kabul etmek zorunda kaldığı bu belge, kralın yurttaşların özgürlükleri vemalları üzerindeki keyfi müdahele yetkisini kaldırıyordu. 17. yüzyılda Kral I. Charles, Avrupa benzeri birmerkezi yönetim kurmayı denedi. Parlamentoya danışmadan İspanya ve Fransa'ya savaş ilan etti,savaş masraflarını karşılamak için de vergileri arttırdı. Bunun üzerine parlamento, 1628 yılında,"Haklar Bildirisi"ni (Petition of Rights) yayınladı. Bu bildiri ile, kralın yetkileri sınırlandırılıyor, kralın

Page 106: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

107

yasalara uygun olmadan kimseyi suçlayıp cezalandıramayacağı ve halka karşı orduyukullanamayacağı, hükme bağlanıyordu.

Kralın buna karşı sürdürdüğü savaşım, Olivier Cromwel önderliğindeki bir halk ordusunun kralasavaş açmasıyla ve 1649 yılında Avam Meclisi'nin kararı ile kralı idam etmesiyle sonuçlandı. 1658'deCromwell'in ölümüne kadar, İngiltere bir diktatörlük dönemi yaşadı. Arkasından, idam edilen kralınoğlu, II. Charles adıyla tahta geçti. Onun arkasından tahtı devralan kardeşi II. James, tıpkı babası gibi,yeniden bir "mutlak kral" gibi davranmayı denedi. Ama, parlamentoya karşı verdiği üç yıllık savaşımınsonunda, ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Bu olayın etkisiyle, 1689 yılında parlamento, ünlü "HaklarYasası"nı (Bill of Rights) yayınladı. Artık kral hiçbir yasayı yürürlükten kaldıramayacak, parlamentonunizni olmadan vergi ve asker toplayamayacak, yasal kurallara uymadan hiç kimse tutuklanamayacaktı.Zamanla İngiliz kralları yetkilerini teker teker yitirdiler; tacını koruyan, ama "yönetmeyen" bir hükümdardurumuna düştüler. Parlamenter rejimlerin cumhurbaşkanlarından pek bir farkları kalmadı. Aynı süreçiçinde Lordlar Mecîisi'nin yetkileri de Avam Meclisi'ne geçtikçe, krallık görünümü altında bir siyasaldemokrasi ortaya çıkmış oldu.

İngiliz toplumunun tarihsel evrimindeki yumuşak geçişlerin erdemlerini en iyi savunan düşünürEdmund Burke'dir (1729-1797). Mümtaz Soysal, İngiliz gelenekçiliğinin bu kuramcısının düşüncelerinişu birkaç tümce ile çok iyi özetliyor: "Modern toplumun gereklerinin yavaş yavaş oluşan bir gelişmeyleyerine getirilmesini çok daha akıllıca bir iş olarak değerlendirir. Değişen koşullar dolayısıyla ödünlerverilirken, çok önemli bir unsur olan 'eskilik' unsurunun ortadan kaldırılmamasına dikkat edilmelidir. Bueski unsurların değeri daha fazladır. Anayasa eskidikçe, bu eskilik ona daha çok güç kazandırır.Eskime, saygıyı, saygı da sağlamlığı getirir."

1492'de Kristof Kolomb tarafından keşfedilen Amerika kıtasının güneyi 16. yüzyıl başlarında, kuzeyiise ayın yüzyılın sonlarında Avrupalılar tarafından işgal edilmeye başlandı, ilk sürekli İngiliz yerleşimmerkezi, 1607 yılında Virginia'da Jamestown adıyla kuruldu. Kuzey Amerika'ya ilk yerleşen göçmenlerarasında İngilizler, onların içinde de "Püriten"ler ağırlıktaydılar.

Püritenlik, Hıristiyanlıkta her türlü yeniliğe karşı, katı ahlakçı, ama "Tanrı önünde eşitlik" ilkesinedeniyle eşitliğe bağlı bir tarikat idi. Zenginliği seçkinlik belirtisi saydıkları için, İngiltere'deburjuvazinin gelişmesine ve parlamentonun güçlenmesine katkıda bulunmuşlardı. I. Charles'ınidamında rolleri vardı. Krala bağlı İngiliz kilisesine karşı oldukları ve görüşlerini İngiltere'deuygulayamayacaklarını anladıkları için Amerika'ya göç etmişlerdi, İngiliz kilisesine karşı oldukları için,zamanla İngiliz sömürgeciliğine de karşı çıktılar ve 1776 Amerikan Devrimi'nde de rol oynadılar.Sanattan ve eğlencenin her türünden nefret ediyorlardı (1642' de tiyatroları kapattırdılar). Onların buölçüde katı, hoşgörüsüz, ödünsüz olmaları nedeniyle de, New England'da laiklik akımı gelişti.Püritenliğin etkisini göz önüne almadan, Amerikan Devrimi'ni ve Amerikan toplumunun bazıözelliklerini anlamak zordur. Eşitlikçi inançlarının etkisiyle, Kuzey Amerika'daki "çoğunluğa dayalı" ilkyönetimi kuran onlar olmuşlardır.

Amerika'da siyasal demokrasi, Avrupa'daki gibi, bir aristokrasi-burjuvazi çatışmasının ürünü olarakdoğmadı. Avrupa'nın katı rejimlerinden kaçarak, özgürlük düşünceleriyle birlikte bu ülkeye gelenlerin,İngiliz sömürgeciliğine karşı başkaldırmasıyla gerçekleşti. Bir yandan, Tanrı önündeki eşitlik nedeniyledoğuştan özgür olduklarına inanan püritenler; öte yandan, kralın ve soylunun bulunmadığı, her gelenekucağını açan uçsuz bucaksız topraklar; ticaret ve sanayinin daha sonraları geliştiği bir tarımtoplumunda, liberal ideolojinin temel taşlarını oluşturuyorlardı.

Halkın seçtiği meclislerle, İngiliz kralının atadığı valiler arasında sürekli bir sürtüşme vardı.Sonunda, "Yedi Yıl savaşları" nedeniyle parasal sıkıntı içine düşen kralın vergileri artırmasıyla,başkaldırma başladı, İngiltere'ye karşı 1765'te başlayan eylem, 1774'te Philadelfiya'da toplanan ülkeçapındaki ilk parlamento ile önemli bir aşamaya ulaştı, 19 Nisan 1775'te, sömürgeci güçlere karşı ilkkurşun atıldı. Thomas Jefferson tarafından son biçimi verilen "Bağımsızlık Bildirisi" ise 4 Temmuz1776'da yayınlandı. Liberal ideolojinin tüm kurum ve ilkelerini içeren bu bildirinin ilk maddesi, "Kişilerdoğuştan eşit, özgür ve bağımsızdırlar" diye başlıyordu, insanların doğuştan sahip oldukları ve hiçbirbiçimde ellerinden alınamayacağı hakları vardı, ikinci maddede, "Bütün güç halkta toplanır ve halktangelir" deniyordu. Basın ve inanç özgürlüklerine ayrı ayrı maddeler ayrılmıştı, İngiltere'deki Cromwelldeneyinin etkisiyle, 13. maddede şöyle deniyordu: "Barış süresince ordular bulundurmak, özgürlük içintehlikeli sayılmalı ve bundan kaçınılmalıdır. Ordu her durumda, sivil gücün emri altında bulunmalı vesivil güç tarafından yönetilmelidir."

Page 107: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

108

İngiliz ve Amerikan deneyimlerinden sonra patlak veren Fransız Devrimi, liberal demokrasininoluşumu açısından büyük önem taşır, İngiliz Devrimi zamana yayıldığı için, Amerikan Devrimi ise çokuzaklarda ve farklı koşullarda gerçekleştiği için, Fransız Devrimi kadar evrensel bir etkiyapamamışlardır.

Tipik aristokrasi (topraksoylular)- burjuvazi (kentsoylular) çatışmasının ürünü olan Fransız Devrimi'nihazırlayan koşullar üzerinde uzun uzun durmak gerektiğini sanmıyoruz. Oral Sander'in bir tümcedeözetlediği gibi; "Kral, kaynağını 'ilahi hukuk'tan alan haklarını, üretici olmayan soylular ve kilise ileişbirliği yaparak despotik bir biçimde kullanıyor, üretici olan burjuvazi ve köylüleri yönetimekarıştırmıyordu." Oysa 1713-1789 yılları arasında Fransa'nın dış ticareti beş katı artmıştı ve sadece bugösterge bile, Fransız burjuvazisinin gelişmişlik düzeyini gösteriyordu. Ekonomik bakımdan bu ölçüdegüçlenen bir toplumsal sınıfı, uzun süre ülke yönetiminden uzak tutmanın olanaksızlığı 1789'da çarpıcıbir biçimde ortaya çıktı.

Fransa'nın vergi gelirleri, aristokrasi ve din adamlarının sahip bulundukları ayrıcalıklar yüzünden çokdüşüktü. Savaşların getirdiği ek yüklerle krallık bir iflasın eşiğine varmıştı. Kral, topraksoylularıtoplayarak duruma bir çare bulmak istedi. Bütün topraklardan vergi alınmasına yanaşmayantopraksoylular, çözüm olarak, 1614'ten beri toplanmamış olan parlamentonun (Etats-Généraux)görüşünün alınmasını önerdiler. Aristokrasinin, din adamlarının ve burjuvazinin temsilcileri,parlamentoyu oluşturan üç mecliste ayrı ayrı toplanıyorlardı. 5 Mayıs 1789'da toplanan parlamentoda,burjuvazi ilk adım olarak, diğerlerinin de Halk Meclisi'ne katılmasını krala kabul ettirdi (27 Haziran1789). 9 Temmuz'da ise Halk Meclisi, bir anayasa hazırlamak amacıyla kendini Kurucu Meclis ilan etti.Kralın karşı çıkması üzerine, halk 14 Temmuz'da, baskı rejiminin simgesi durumundaki Bastilhapishanesini yıktı.

Kral 17 Temmuz'da Kurucu Meclis'i tanımak zorunda kaldı. 4 Ağustos'ta, derebeylerin feodaldüzende sahip oldukları tüm hukuksal ayrıcalıklar kaldırıldı. Tüm Fransızların yasalar önünde eşitliğikabul edildi. Toprak mülkiyeti sınırlandırılıp (toprak reformu), kamu görevlerinin parayla alınıp satılmasıyasaklandı. 26 Ağustos'ta ise, ünlü "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi" yayınlandı:

"İnsanlar özgür doğar ve özgür, eşit haklara sahip olarak yaşarlar; özgürlük, mülkiyet, güven vebaskıya karşı koyma, doğal ve kaldırılmaz haklardır; her türlü egemenliğin asıl kaynağı halktır;özgürlük, başkalarına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmek demektir; her yurttaşın, ister kişiselolarak ister temsilciler aracılığıyla, yasa yapılmasına katılma hakkı vardır; tüm yurttaşlar yasa önündeeşittirler; yasanın belirttiği durumlar ve öngördüğü yöntemler dışında hiç kimse suçlandırılamaz,tutuklanamaz ve alıkonamaz; hiç kimse, suçtan önce yapılmış ve onaylanmış bir yasadan başka biryasayla cezalandırılamaz; hiç kimse düşüncelerinden ötürü kınanamaz; her yurttaş, bu hakkınınkötüye kullanmış olmanın getireceği sorumluluk kendisine ait olmak üzere, dilediği gibi konuşmakta,yazmakta, yayınlamakta özgürdür... mülkiyet kutsal ve dokunulmaz bir hak olduğu için, yasaylasaptanmış kamu yararının gerektirdiği bir durumda parasının önceden ödenerek alınması dışında,kimsenin mülkiyeti elinden alınamaz..."

Tıpkı Marx ve Engels'in 1848'de yayınlayacakları "Komünizmin Manifestosu" gibi, bu da"Liberalizmin Manifestosu"dur. Aradan geçen iki yüz yılı aşkın süreye karşın önemini koruyan,evrensel bir değerler çerçevesi oluşturmaktadır.

Adam Smith'e göre, insan kendi çıkarlarını herkesten iyi bilir; çıkarlarının gereğini yerinegetirebilmesi için özgür olmalıdır. Her insan kendi çıkarı için çalışırken, aynı zamanda toplumun daçıkarına hizmet eder. Çünkü toplumun çıkarı, tek tek bireylerin çıkarının toplamından oluşur. Öyleyse,bireylerin kendi çıkarlarını sağlamak için yaptıkları çalışmalara, hiç kimse, bu arada devlet de engelolmamalıdır... İşte siyasal demokrasinin ana felsefesinin temelinde, Adam Smith'in bu düşüncelerivardır. Liberal devlet, yalnızca yasalar önünde eşitliği ve bireylerin özgürlüğünü korumakla yükümlü,yalnızca içte ve dışta güvenliği sürdürmekle görevli bir kurumlar bütünüdür.

Siyasal demokrasinin doğuşunda, tanrısal kökenli egemenlik anlayışının yerini halkın egemenliğianlayışının alması da rol oynamıştır. Egemenliğin kökeniyle ilgili bu değişiklik ise, büyük ölçüdelaikliğin yerleşmesiyle, kilisenin etkisinin azalmasıyla gerçekleşmiştir. Derebeylik düzeni ilebütünleşmiş olan kilise, yeni düzenin kurulmasıyla birlikte gücünden çok şey yitirmiştir. Toprağa dayalıüretim, kaderciliği yaygınlaştırarak kilisenin etkisini güçlendirirken, var olan koşulların ve kurumların

Page 108: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

109

hızla değişmeye başlamasıyla birlikte, kilisenin de desteklediği derebeyliğin doğal olduğu ve Tanrı'nınisteğine uygun bulunduğu inancı sarsılmıştır. Siyasal demokrasi, ulusal ve laik bir toplumsal çerçevedevarolabilmiştir. Egemenliğin tanrısal kökenli olduğunun kabul edildiği bir toplumda, siyasal iktidarınhalkın oylarıyla belirlenmesi herhalde düşünülemezdi.

Siyasal demokrasinin doğuşunda, belirli bir ekonomik değişmenin temel etken olduğunusöyleyebiliriz. Tarıma dayalı kapalı ekonomilerde, toprağı denetleyen güç, tüm toplumu denetimi altınaalabiliyordu. Onun karşısında denge oluşturabilecek başka bir güç yoktu. Böyle bir çerçeveninkırılmasıyla birlikte, ekonomik güçler çeşitlendi ve onlar arasındaki çıkar çatışmaları, demokrasiyiolanaklı kılacak bir denge ortamı doğurdu. Tüm ekonomik gücü elinde bulunduran topraksoylularınegemenliğinden, çeşitlenen ekonominin farklı dallarında güçlenen toplumsal sınıflar arasındaki güçdengesine geçilmesiyle birlikte, demokratik bir siyasal kurumlaşma olanaklı duruma geldi.

Siyasal demokrasi, sadece çoğunluğun yönetimi demek değildir. Çünkü çoğunluğun temsiline dayalıbir yönetim, çoğunluk diktası da olabilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, siyasal demokrasi, çoğunluğunyönettiği, azınlıkta olanların ise, yönetimin keyfiliklerine karşı korunduğu bir rejimdir. Siyasal iktidarınsınırlandırılması ve özellikle de bağımsız bir yargı denetimi, çağdaş liberal demokrasinin vazgeçilmezöğelerindendir. Siyasal iktidar üzerindeki yargı denetimi, azınlıkta olanların korunmasını, bireysel hakve özgürlüklerin güvence altına alınmasını sağlar.

c) Sosyal Demokrasi

Siyasal demokrasi, kapitalizmin gelişmesi sonucu, ekonomik bakımdan güçlü sınıflar arasında ortayaçıkan çatışmanın ve o çatışmanın sonunda oluşan bir güçler dengesinin ürünüdür. Bu çatışmada, işçisınıfı ve aydınlar kentsoyluların, köylü sınıfı ve kilise ise topraksoyluların destekçisi olarak roloynadılar. Gerek işçilerin, gerekse aydınların desteği bilinçliydi; çünkü kentsoyluların ideolojisi olanliberalizmin özgürlük ve eşitlik ilkeleri, kendilerinin de yararınaydı. Kilisenin topraksoylulara verdiğidestek de bilinçliydi; çünkü kilisenin kendisi de derebeylik düzeniyle bütünleşmişti. Liberaldüşüncelerin egemenliği, kilise aristokrasisinin birçok ayrıcalığının da sona ermesi anlamına gelecekti.Bu çatışmada kendi çıkarlarına ters davranan tek toplumsal sınıf olan köylülerin yönlendirilmesinde de,gene aynı kilise önemli rol oynamıştır.

Sosyal demokrasi, sanayi devriminin ve onun ortaya çıkardığı güçlü bir işçi sınıfının etkisiyleoluşmuştur. Eğer işçi sınıfı olmasaydı, siyasal demokrasi, ekonomik bakımdan güçlü sınıflarıngereksinimlerine yanıt veren bir azınlık demokrasisi, bir tekilci demokrasi olarak kalacaktı. LeventKöker, "Batı Demokrasisi"nin kapitalizmin değil, kapitalizme karşı olan toplumsal güçlerin ürünüolduğunu söylerken haklıdır.

Sanayi devrimiyle birlikte, bir yandan atölye üretiminin yerini büyük fabrikalarda yapılan üretimalırken, öte yanda, üretimde sağladığı hızlı artış ile yaşam koşullarını değiştirdi. Atölyelerdeki işçi-işveren yüz yüze ilişkisinin yerini, fabrikalarda yüzlerce, binlerce işçinin bir arada çalıştığı, işverentemsilcilerinin araya girdiği bir ortam aldı. Bu, sosyalist düşüncenin yayılmasına ve toplu eylemlereelverişli bir ortamdı.

Liberalizm, ekonomik bakımdan güçlü bir toplum kesiminin gereksinmelerinden kaynaklanmıştı. Oysasosyalizm, tam tersine, asıl sorunu ekonomik olan bir sınıfın sorunlarına yanıt olarak doğdu. Hukuksaleşitlik ve özgürlük, işçi sınıfı için de anlamlı ve önemliydi. Ama bu sınıfın ve benzerlerinin ekonomikgücünün zayıflığı, liberalizmin getirdiği hak ve özgürlüklerden yeterince yararlanmasını önlüyordu. BatıAvrupa'daki işçi sınıfı, liberalizmin sağladığı özgürlüklerden kendi temel sorununun çözümü içinyararlanmak amacıyla, uzun ve bazen de çok kanlı bir savaşım verdi.

İşçi sınıfının ve genel olarak, ekonomik bakımdan güçsüz toplum kesimlerinin savaşımının birinciaşamasını, yalnızca varlıklı toplum kesimlerine tanınan temel hak ve özgürlüklerin kendilerine detanınması için verilen savaşım oluşturmuştur. Yasalar önünde eşitliğin en doğal sonucu gibi görünengenel ve eşit oy hakkının elde edilebilmesi, seçilme hakkının elde edilebilmesi bile, böyle uzun ve kanlıbir kavganın ürünüdür. 1789 devriminin sonucu olan bu temel hak Fransa'da, ancak 1848ihtilallerinden sonra işçi sınıfını da kapsamına almıştır. Bu aşamayla birlikte, siyasal demokrasitamamlanmış, çoğulcu, katılımcı, sosyal bir demokrasiye giden yol açılmıştır.

Page 109: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

110

Derebeylik döneminde, ekonomik bakımdan güçlü tek bir sınıf vardı ve siyasal açıdan da o sınıfegemendi. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte yeni bir sınıf doğdu, ekonomik bakımdan güçlendikçe,siyasal alanda da etkili olmak istedi. Derken, sanayi devrimi ile, işçi sınıfı, ekonomik açıdan değil, amatoplumsal açıdan büyük güç kazandı. Sayı ve örgütlenme gücüne dayanarak, sonunda o da, siyasalrejimde etkili olmasını sağlayacak olanakları ele geçirdi. Böylece, tek bir gücün egemen olduğu birsiyasal sistem, birçok güç odağının bulunduğu bir siyasal sisteme dönüşünce, çoğulcu demokrasigerçek anlamıyla doğmuş oldu. Bütün toplum kesimlerinin, kendi çıkar ve görüşlerini savunmasınaolanak veren, demokrasinin ve özgürlüklerin güvencesini bu çoğulcu dengede bulan bir siyasal sistemoluştu.

Ekonomik sıkıntıları olmayan sınıflar, siyasal demokrasiden, yalnızca yasalar önünde eşitlik ile iç vedış güvenliğin sağlamasını bekliyorlardı. Oysa işçi sınıfının ve ekonomik bakımdan güçsüz toplumkesimlerinin devletten beklentisi sadece "korunmak" değil, aynı zamanda "yardım edilmek"ti.Kentsoylular "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" derken, devletten, büyük balığın küçük balığıyutmasına izin verecek bir "yansızlık" istiyorlardı. Sahneye çıkan yeni toplum kesimlerinin sorunlarıise, tersine, devletin işlere karışmasını ve zayıf olanı korumasını gerektiriyordu. Sosyal demokrasiböyle doğdu.

Liberal hak ve özgürlükler, devletin yalnızca koruması gereken hak ve özgürlüklerdi. Oysa sosyalhak ve özgürlükler, devletin vermesi, sağlaması, yaratması gereken olanakları içeriyordu. Liberalizminöngördüğü "serbest rekabet"in, beklenen olumlu sonucu verebilmesi, başlangıç noktasında koşullarıneşit olmasına bağlıydı. Oysa bazıları yarışa çok önde, bazıları ise çok geride başlıyorlardı. Giderekdevletin, toplumun tümüne eğitim, sağlık ve kültür olanakları sağlamayı üstlenmesi gerektiği kabuledildi, işsizlikle mücadele, devletin görevleri arasına girdi. Çalışan toplum kesimlerine, grev ve toplusözleşme hakkı tanındı. Toplumsal güvenceler (sosyal sigortalar) yaygınlaştırıldı. Devlet, liberal devletanlayışının çok ötesinde görevler üstlendi. Liberal demokrasinin içerdiği siyasal demokrasi, liberalizmindeğerlerini yansıtırken, sosyal demokrasi, liberalizm ile sosyalizmin bir sentezi olarak ortaya çıktı.Sosyal hakları içeren "sosyal devlet" kavramı, 1961'den başlayarak Türk anayasalarına da girdi.

Sosyal demokrasinin oluşumunda iki önemli deneyimden söz edebiliriz: İskandinav ve İngiliz. Her ikimodelin de çıkış noktasında, iki önemli benzerlik vardı: ikisi de, güçlü bir komünist hareketinrekabetinden uzakta ve işçi sendikalarının büyük desteği ile geliştiler. İskandinav sosyal demokrasileri içinde en ünlüsü İsveç'inki. İsveç'te sosyal demokratlar, 1932yılından bu yana, iki küçük ara dışında sürekli olarak iktidardalar. iktidar ortakları da, Köylü Partisi.Kuruluşunda tutucu özellikler taşıyan bu parti, zamanla küçük çiftçilere ve yoksul köylülere yönelmiş,giderek sosyal demokratlara yaklaşmıştı.

Bir anlamda "işçi-köylü ortaklığı"nın ilk başbakanı olan Allan Hannson, köylünün ürettiğinin satınalınabilmesi için, işçi sınıfının yaşam düzeyinin yükseltilmesi gerektiğine inanıyordu. Yüksek düzeydekigelirler ağır biçimde vergilendirildi. Devlet eliyle büyük yatırımlara girişildi. 1933 yılında 190 bin olanişsiz sayısı, dört yılda 10 bine düştü, işsizlik, yaşlılık, sağlık gibi toplumsal sigortalar kuruldu vegenişletildi. "Toplumsal adalet" yoksulluğu kaldırdı, o da "toplumsal barış" getirdi.

1936 yılında, işçi ve işverenin eşit olarak temsil edildiği bir "İş Piyasası Meclisi" kuruldu. O tarihtebaşlatılan uzlaşma süreci, kendi yan kurumlarını da yaratarak, grev ve lokavtı dışarıda tutan birçalışma barışı yaratmayı başardı. Özel sektör ekonomide ağırlığını koruyordu. Ama ekonomik iktidarınişverenlerin elinde olmasına karşılık, siyasal iktidar işçilerin yanındaydı. Sosyal Demokrat Partiüyelerinin büyük çoğunluğunu işçiler oluşturuyordu. Hükümete destek olan sayısız kooperatifler de,keyfi fiyat artışlarına karşı mücadelenin güvencesiydi. işte bu güç dengesi, belki de çağımızın eneşitlikçi ve barışçı toplumunu yarattı.

Sanayileşmede geri kalındığı halde, çok yüksek bir yaşam düzeyine ulaşıldı, işçiler, Avrupa'daki enyüksek ücreti almaya başladılar. Yoksulluk ve büyük sınıfsal ayrıcalıklar ortadan kalktı. Hakçasayılabilecek bir gelir dağılımının yanı sıra, her sınıftan halkın geleceği devlet güvencesi altına girdi.Eğitim başta olmak üzere, birçok kamu hizmeti parasız oldu. "Her aileye bir konut" hedefine büyükölçüde yaklaşıldı, işsizliğin önlenmesi ise, İsveç sosyal demokrasisinin en önemli hedefi olmayısürdürdü. Önceleri büyük kamu yatırımları ile sonuç alınmaya uğraşılırken, giderek meslek eğitimi veyönlendirmelerle bu sağlanmaya çalışıldı. Eşitlikçi toplum düzeni, Olaf Palme gibi bir başbakanın,

Page 110: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

111

makam arabası kullanmanın yasa ile yasaklandığı hafta sonlarında belediye otobüslerine binmesinekadar ulaştı. (Palme, yaşamını da, korumasız bir biçimde eşi ile yürürken uğradığı bir saldırı sonucuyitirdi.)

İsveç, Norveç ve Danimarka'da oluşan "sosyal devlet" ya da "sosyal demokrasi" modellerinin çokortak yanları var. Her üç ülkede de, demokratik solcular iktidarda uzun süre kalmak olanağını buldular.Birçok reform yaptılar, kapitalist ekonominin ve onun toplumsal sonuçlarının sivriliklerini törpülediler.Sağcı partiler ise, bu yapılanları bozmayı hiçbir zaman düşünmedikleri için, "toplumsal adalet" ve"özgürlük" aynı rejim içinde gerçekleşme fırsatını buldu.

Toplumdaki "egemen" ve "ezilen" sınıflar bir anlamda ortadan kalktı. Her sınıfın hakkınıkoruyabildiği, ulusal gelirin oldukça adaletli dağıtımı sonucu herkesin insanca yaşayabildiği bir düzendoğdu. Büyük ayrıcalıkların kalkması ile, sınıflar arası gerilim azaldı ve "sınıf düşmanlığı" kavramıbüyük ölçüde yok oldu. Solcu iktidarlar ile ılımlı sağ muhalefet arasında ana sorunlarda görüş birliğidoğması ve siyasal yaşamın büyük kararlılık kazanması, sınıflar arasındaki gerginliğin azalmasının birsonucu olarak ortaya çıktı.

Her üç ülkede de, sanayinin gelişmesindeki gecikme, sosyalist hareketin gelişmesini zorlaştırmıştı.Her üç ülkede de, solcu partiler iktidara ulaşınca "ihtilalcilik"ten tamamen uzaklaştılar; başka partilerleişbirliği yapmak zorunda kaldıklarından, giderek ılımlılaştılar. Hoşgörü ve uzlaşma geleneği böyleceoluştu. ingiltere'deki sosyal demokrasi modelinin temeli ise, 1945-50 ve 1964-70 yılları arasındaki işçiPartisi iktidarları sırasında atıldı. Yapılanları geriye götürme cesaretini ise -Margareth Thatcher dönemidışında- Tutucu parti iktidarları gösteremediler. Çünkü kazanımların arkasında ciddi bir toplumsaldestek bulunuyordu. İngiliz sosyal demokrasisinin hedefi "şans eşitliği"ni sağlamaktı. 1945 yılında İşçi Partisi ilk kez tekbaşına iktidar olunca, sessiz bir devrim başladı: Bir yandan geniş kamulaştırmalar, sosyal sigortalarıngenişletilmesi, hastahanelerin ve tedavinin parasız oluşu; öte yandan, ulusal gelirin hakça paylaşımıiçin alınan önlemler, yüksek gelirden yüksek oranda vergi ve çok yüksek bir miras vergisi... İngiltereMerkez Bankası, kömür madenleri, gaz, elektrik, demiryolları ve demirçelik sanayii, kamulaştırılankurum ve dallar içinde yer alıyordu. Hatta karayolu taşımacılığı bile kamulaştırılmıştı. Ama halk bunuve demirçelikteki kamulaştırmaları fazla benimsemediği için, Tutucu Parti iktidarları daha sonra buikisini yeniden özelleştirebildi.

Fransa, Avrupa'da, güçlü bir komünist partisinin rekabeti ve sendikaların yeterli desteğininsağlanamaması nedeniyle "sosyal demokrasi"nin oluşumunda zorluk çeken ülkelerden birisi. AmaSosyalist Parti'nin 1981'deki iktidarı ve özellikle de bir aradan sonra onu izleyen ikinci iktidarı ile birliktebu sürecin hızlandığını görüyoruz. Bu değişimin başlıca mimarı olan Başbakan Michel Rocard, yirminciyüzyılın sonu yaklaşırken, sosyal demokrasinin ana çizgilerini şöyle vurguluyor:

"Marksist şablonu terk ettik, ama şimdi moda olan serbest piyasa ekonomisini de benimsemiyoruz.Karma ekonomiyi çok farklı şekillerde yorumlamak mümkün. Ama temelde sosyalizmin sosyal adaletiçin mücadele olduğuna her zaman inanacağız. Rekabetin erdemleri var. Ama rekabet bazı kurallaragöre işlemelidir. Aksi takdirde en güçlü olanın kuralı geçerli olacaktır. Bu da haksız ve aptalcadır...Piyasa mekanizmasını yalnızca hükümet müdahaleleriyle değil, sendikalar ve diğer gönüllüörgütlenmeler aracılığıyla denetlemeyi amaçlıyoruz. Ekonomik krizi başarıyla göğüsleyen ülkeler,sosyal dayanışmayı koruyan, İsveç, Avusturya ve Almanya gibi, işçilerin güvenine sahip ve duyarlımali politikaları gelir politikalarıyla birleştiren hükümetlerin bulunduğu ülkeler olmuştur."

Türkiye'ye belirli bir "sosyal devlet" anlayışının Kemalizm ile birlikte girdiğini söyleyebiliriz. Çalışantoplum kesimleri, oy hakkından ücretli yıllık izine, sekiz saatlik işgününden parasız eğitime ve sağlıkhizmetlerine kadar birçok hakkı Kemalist devrim süreci içinde -savaşım vermeden- kazanmıştır.Kemalistlerin ağır bastığı (özellikle CHP'nin) 27 Mayıs döneminde hazırlanan 1961 Anayasası ise, tamanlamıyla bir "sosyal devlet" kurmayı amaçlıyordu. Bülent Ecevit, kendisinin de hazırlayıcıları arasındaolduğu bu anayasanın getirdiği sosyal demokrat özü şöyle özetliyor:

Page 111: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

112

"Mülkiyet ve miras hakkını tanıyan, ama bu hakların toplum yararına aykırı olamayacağını dabelirten; toprakta da özel mülkiyeti esas tutan, ancak bu mülkiyet hakkından, geçimi toprağa bağlıherkesin yararlanabilmesi için, bireylerin elindeki toprak genişliğinin sınırlanabileceğini söyleyen; özelgirişime serbestlik tanıyan, hatta güvenlik sağlayan, ancak özel girişimi 'milli iktisadın gereklerine vesosyal amaçlarına uygun' yürümeye mecbur tutan; yatırımlarda toplum yararını öncelikle gözetmeyiemreden; ücret adaletini ve bütün halk için sosyal güvenliği gerekli kılan; öğrenimde fırsat ve olanakeşitliğim şart koşan; kooperatifçiliğin geliştirilmesiyle devleti görevli kılan; tarımda emeğindeğerlendirilmesini isteyen; doğal servet ve kaynakları, devletin hüküm ve tasarrufu altında tutanAnayasamız..."

Sosyal demokrasinin iki ön koşulu, sanayileşme ve kitle örgütlenmesidir. Bu iki sürecin gelişmesiölçüsünde, Türkiye'de sosyal demokrasi gelişme şansını yakalayacaktır.

Toktamış Ateş'in de altını çizdiği gibi; "Sosyal demokrasi, devletin ödevlerini arttırdığı gibi, halkınödevlerini de arttırmaktadır. Siyasetin kapsamı genişlemiştir. Devletin tek görevi, aslında var olanözgürlükleri korumak değil; var olması gereken özgürlüklerin gelişmesini engelleyen unsurları saf dışıetmektir. Servetin belirli ellerde toplanması, gelir grupları arasındaki büyük farklar, fırsat eşitliğininyokluğu, işsizlik, sosyal demokrasinin ortadan kaldırılması gereken ilk hedefleridir. Çünkü bu şartlaraltındaki insanlar özgür olamazlar, özgürlük kavgasının yerini ekmek kavgası alır ve özgürlük, mutlubir azınlığın tekelindeki bir lüksten daha ileri bir şey olamaz."

Sosyal demokrasinin bu çerçevesi elbetteki değişmemiştir. Ama amaca ulaşmak için seçilenaraçlarda bazı değişiklikler olduğu açıktır. Ve, yirminci yüzyılın sonları yaklaşırken, değişen koşullarınsosyal demokrasiye getirdiği bu değişikliği Sosyalist Enternasyonal'in Başkanı Willy Brandt şöyleaçıklıyor: "Bu değişiklik, deneyimlerimizin bir sonucudur, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, çoğumuzdevletin ekonomideki rolüne bugün olduğundan daha büyük bir güven duyuyorduk. Bugün iseçoğumuz, kamu müdahelesi ile piyasada ifade edildiği şekliyle özel girişimlerin rolü arasında dahauygun bir dengeden yanayız."

Nasıl ki, siyasal demokrasi "hukuksal adalet" kavramından esinlenmiş ve "hukuk devleti" kavramınıyaratmışsa, sosyal demokrasi de "toplumsal adalet" kavramından etkilenmiş ve "sosyal devlet"kavramını yaratmıştır. Toplumsal adaletin, dolayısıyla sosyal demokrasinin gerçekleşmesi açısından,çalışan sınıfların örgütlenme özgürlükleri büyük önem taşır. Siyasal demokrasi, varlıklı toplumkesimleri arasındaki güç dengesine dayanırken, sosyal demokrasi, temelde emek-sermaye, işçi-işveren dengesine ulaşabildiği ölçüde gerçeklik kazanır. Sermayedar sınıfların gücü ekonomiktir.Emekçi sınıfların gücü ise sayısaldır, çoklukla ilgilidir. Ama o çokluk, ancak örgütlendiği zaman, gerçekbir güç oluşturur. Daha önce de vurguladığımız gibi büyük bir işadamı, tek başına da olsa ekonomikgüce, dolayısıyla siyasal bir ağırlığa sahiptir. Onun karşısında denge oluşturabilmek için, binlerceişçinin bir araya gelmesi, küçük ödentilerini üst üste koyması, aralarında bir görüş ve çıkar birliğikurması gerekir.

Örgütlenme özgürlüğü kısıtlandığında, çoğulcu demokrasiden de, sosyal demokrasiden deuzaklaşılmış olur. Etkili olmak için örgütlenmesi zorunlu olmayan varlıklı toplum kesimlerinin ağırlığı,böyle bir ortamda artar. Toplumda örgütlenme ve toplumsal kararları etkileme olanaklarıyaygınlaştıkça, kitlelerin her düzeydeki katılımı arttıkça, çoğulcu demokrasi gerçeklik kazanır;demokrasinin "sosyal" yönü güçlenir. Çoğulcu demokrasi, tüm toplum kesimlerine, örgütlenme vesiyasal iktidarı etkileme veya siyasal iktidara ulaşma için yasal mücadele yolunu açık tutandemokrasidir. Çoğulcu demokraside halk seyirci değil, oyuncudur. Çoğulcu demokrasi, halkın belirliaralıklarla sandık başına giderek belirlediği bir seçkinler yönetimi değildir.

2. TEKİLCİ SİSTEMLER

Demokratik rejimlerle baskı rejimlerini ayıran en önemli ölçüt, kendisine iktidar olma yolu açıktutulan, bir yasal muhalefetin bulunup bulunmamasıdır. Demokrasinin, azınlıkta olanlara, gününbirinde çoğunluk olabilme şansı tanıyan, egemenliğin halkta olduğu bir yönetim biçimi olaraktanımlanması bundandır. Bu tanıma yaklaştığı ölçüde, bir rejim demokratiktir ve bu tanımdanuzaklaştıkça rejim baskıcı bir nitelik taşır. Demokratik niteliği ağır basan rejimlerde bazı baskı öğeleribulunabileceği gibi, baskı rejimi özellikleri taşıyan rejimlerde bile bazı demokratik öğelere rastlanabilir.

Page 112: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

113

Bu başlık altında, önce baskı rejimlerinin özelliklerini ve o özelliklerin oluştuğu koşullarıinceleyeceğiz; bu konudaki bazı önemli kuramsal çalışmalara değineceğiz. Komünist ve faşist rejimlerise, baskıcı, daha doğrusu tekilci nitelikleri ağır basan çağdaş siyasal bütünler olarak ayrı ayrı elealınacaklar. Tekilci sistemler çoğulcu sistemlerin tersidir; doğrunun "tek" olduğu inancı üzerinekurulmuşlardır. Tek örgüt ve özellikle de tek parti anlayışı, bu "tek doğru" anlayışının doğal birsonucudur.

a) Diktatörlük Kuramı

Bazı siyasal bilimciler, diktatörlüğü baskı rejimlerinin özel bir biçimi olarak kabul ederler. Oysa yaygıneğilim, tüm baskı rejimlerini diktatörlük olarak adlandırmak yönündedir. Ünlü İngiliz diktatör Cromwellşöyle demişti: "On yurttaştan dokuzu benden nefret mi ediyor? Eğer sadece onuncusu silahlıysabunun bir önemi yok..." İşte tüm baskı rejimlerinin dayandığı temel felsefe budur.

Duverger, dikta rejimlerini "sosyolojik diktatörlükler" ve "teknik diktatörlükler" olarak ikiye ayırıyor.Sosyolojik diktatörlükler, toplumdaki yapısal ve inançsal bunalımların sonucu olarak doğarlar. Teknikdiktatörlükler ise, Duverger'ye göre, koşulların ürünü bir zorunluk olmaktan çok, bir tür "parazit"sayılabilir. Geçici bunalımlarla yapısal bunalımlar da, gene aynı çerçevede ikiye ayrılabilir. Büyük biryapısal değişimin ürünü olan baskı rejimlerinin uzun ömürlü olmalarına karşılık, geçici bunalımlarınürünü olan diktatörlükler kısa ömürlü oluyorlar.

Eski Yunan kent devletleri, denizciliğin gelişmesiyle, kapalı ekonomiden açık ekonomiye geçerken(MÖ 7 ve 6. yy.) yapısal bir değişiklik de gerçekleşti. Toprağa dayalı üretim ve topraksoylulara dayalıbir yapıdan, ticaretin ve el sanatlarının ağır bastığı, tüccarların ekonomik bakımdan en güçlü sınıfıoluşturduğu bir yapıya sarsıntısız geçilmesi olanaksızdı. Tarihin tanıdığı ilk büyük diktatörlük salgını,bu ortam içinde ortaya çıktı.

İkinci büyük diktatörlük salgını da, 1789 Fransız Devlimi ile birlikte başladı. Ortaçağın kapalı tarımekonomilerinin yerini, ticaret ve sanayinin egemen olduğu açık ekonomiler alırken, topraksoylularlakentsoylular arasındaki çatışma giderek sivrileşti. Topraksoylular giderek gücünü yitiriyor, kentsoylulargüç kazanıyordu; ama siyasal düzen, topraksoyluların ayrıcalıklarını koruyacak biçimde kurulmuştu.Devrimci, karşı-devrimci ve istikrar sağlamaya yönelik ortayolcu diktatörlükler birbirini izledi. Yapısal bunalımla birlikte, genellikle bir inanç bunalımı da doğar. Halkın çoğunluğunun siyasalinançlarına uyan rejim yasaldır; bu nedenle de, yasal iktidara saygı gösterilmesini sağlamak içinşiddete başvurmaya, açık baskı kullanmaya gerek kalmaz. Ama, örneğin halkın yarısı krallığı, diğeryarısı cumhuriyeti yasal sayıyorsa; yarısı egemenliğin tanrısal kökenli olduğuna, diğer yarısı ise halkegemenliğine inanıyorsa, orada bir inanç ve dolayısıyla da yasallık (meşruluk) bunalımı var demektir.Rejim, kendisini yasal saymayan kesime karşı, otoritesini ancak baskı ve şiddet kullanarak kabulettirebilir. Suudi Arabistan'da ancak kral soyuna dayalı bir iktidar halkın çoğunca yasal sayılabilir; amaTürkiye'de siyasal iktidarlar, özgür seçimlerle oluştukları ölçüde yasaldırlar.

Duverger, teknik diktatörlüğün ne olduğunu anlatmak için şu örneği veriyor: Çok iyi silahlı vedisiplinli bir grup maceracı, bir gemiye dolarak, Pasifik'teki, birkaç bin nüfuslu bir adaya çıksalar neolur? Oradakiler durumlarından ve yönetimlerinden memnun olsalar bile, bu bir avuç kişiye baş eğmekve onların yönetimini kabullenmek zorunda kalmazlar mı?

Teknik diktatörlüklerin en yaygın örneğini, silah zoruyla ele geçirilen ve sömürge durumuna sokulanülkelerdeki yönetim biçimi oluşturur, imparatorlukların ya da sömürgeci devletlerin, egemen olduklarıülkelere atadıkları yöneticilerin iktidarda bulunduğu rejimlerin ne yapısal ne de inançsal bunalımlarınürünü olmadıkları açıktır.

Page 113: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

114

Duverger, askeri diktatörlükleri de aynı çerçevede değerlendiriyor. Ama bunun, hiçbir bunalımınolmadığı bir toplumda ortaya çıkması biçiminde anlaşılmaması gerekir. Sosyolojik bir diktatörlüğeneden olmayacak boyuttaki bir yapısal ya da geçici bunalım, çeşitli yollardan yapılan kışkırtmalarlabüyütülüp, teknik bir diktatörlüğün ortamı hazırlanabilir. Ülkedeki bunalımın yapay olarak şişirilmesiiçin, askeri bir rejimi kendi çıkarına gören çeşitli iç ve dış güçler çaba gösterebilirler. Nazi rejiimininoluşmasında rol oynayan Reichtag (Ulusal Meclis) yangını bunun en ünlü örneklerindendir. Yangınınkomünistler tarafından değil, Naziler tarafından bir kışkırtma amacıyla çıkarıldığı, yıllar sonrakanıtlanmıştır.

Troçki'nin dediği gibi, normal koşullarda "orduya karşı devrim yapılamaz", ya da ordunun yaptığı birdarbeye de engel olunamaz. Bir teknik diktatörlüğün yıkılması, kısa dönemde, kendi iç çelişkilerineveya dış kaynaklı etkilere bağlıdır; ama sosyolojik bir diktatörlüğe dönüşmezse, uzun sürede mutlakayıkılır. 1920 yılında Berlin'de iktidara el koyan General Lüttwitz, eğer ertesi günü tüm ülkedegerçekleşen genel grev sonucu yıkıldıysa, bunda, darbeci generalin ordunun çoğunluğuncadesteklenmemesinin rolü büyüktü. Ordudan kaynaklanan bir darbeyi, gene ordunun kendisininönleyebileceğini söylemek yanlış olmaz.

Duverger'in araştırması gösteriyor ki, bir dikta rejiminin sert mi yumuşak mı, ilerici mi tutucu muolacağı, o diktatörlüğü kuran ve yönetenlerin niyetlerine bağlı değildir. Kadife eldivenli, hoşgörülü birdiktatörlük oluşturmaya niyetlenenler, kendilerine karşın, acımasız, hoşgörüsüz, katı bir rejimoluşturmak zorunda kalabilirler, ilerici, devrimci bir dikta düşünenler de, gene ellerinde olmadan,tutucu, çağdışı bir yönde gelişebilirler. Teknik diktatörlük, özellikle silahlı güce dayandığı için,yaşayabilmesi, öteki diktatörlüklerden çok daha fazla baskı ve şiddet kullanmasına bağlıdır. Diktanınyönünü ülkenin gelişme düzeyi ve güçler dengesi belirler. Üstelik bir diktatörlük, ilerici veya tutucuolabileceği gibi, bazı durumlarda orta-yolcu da olabilir.

Maurice Duverger'nin diktatörlük kuramını daha önce ana çizgileriyle görmüştük: Ülkenin gelişmedüzeyi yükseldikçe, dikta olasılığı azalır; ama bu diktanın tutucu olma olasılığı artar. Buna karşılık, gerikalmış ülkelerde dikta olasılığı ve o diktanın da ilerici olma olasılığı fazladır. Gelişmekte olan ülkelerinen üstünde, ya da gelişmiş ülkelerin en altında yer alanlarda diktatörlük olasılığı artarken, budiktatörlüğün devrimci ya da karşı-devrimci olma olasılığı hemen hemen aynıdır. 20. yy. komünist vefaşist rejimleri, daha çok bu gelişme düzeyindeki ülkelerde ortaya çıkmıştır. Ama, ülkenin gelişmedüzeyi ne olursa olsun, teknik diktatörlüklerin ilerici olması çok zordur. Askeri diktatörlükler, ancakekonomisi tarıma dayalı, toplumsal yapısı "ilkel" olarak nitelendirilebilecek ülkelerde ilerici bir nitelikkazanabilirler.

Duverger, bu genel çerçeveye ek olarak şu açıklamayı da getiriyor: "Eğer diktatörlüğün ortayaçıkması yeterince gecikmişse, eğer bunalım ilerlemişse, eğer yeni toplumsal güçler eskilerine oranladaha fazla gelişmişse, rejimin devrimci olma şansı daha fazladır. Eğer diktatörlük, toplumsal güçler veyeni düşünceler daha çekirdek halinde iken, erken doğum yaparsa, rejimde karşı-devrimci, tepkicieğilim ağır basar."

Baskı rejimleriyle ilgili genel değerlendirmeyi sonuçlandırmadan önce, bizim "denge kuramı"mızı birkez daha anımsamakta yarar var: Her siyasal iktidar, bir güç dengesini yansıtır. Toplumsal güçdengesini siyasal iktidara barışçı yollardan yansıtan rejim demokratiktir. Toplumdaki güç dengesinindeğişmesine karşın, siyasal iktidar değişmemekte direniyorsa, rejim içindeki çatışma, rejim üzerindekibir çatışmaya dönüşür. Bu, rejimin yükselen yeni toplumsal güçlere iktidar yolunu kapadığı anlamınıtaşır ki, artık toplumsal barışın bu çerçevede korunabilmesine olanak yoktur. Yeni güçlerin, güçleriölçüsünde etkili olabilmelerine elverecek yasal olanaklar sağlanıncaya kadar, tepki ve karşı tepkibiçiminde şiddete başvurulur. Baskı rejimleri gündeme gelir.

19. yy.'ın ilk yarısında Batı Avrupa'da görülen işçi ayaklanmaları, o rejimlerin giderek güçlenen buyeni sınıfa, kendi çıkarlarını ve dünya görüşünü savunmak için gerekli yasal hak ve özgürlüklerintanınmamasının sonucuydu, işçiler oy hakkını, örgütlenme özgürlüğünü, grev ve toplu sözleşmeözgürlüğünü ele geçirdiklerinde, rejime karşı bir güç olmaktan çıkıp, demokrasiyi savunan temelgüçlerden birine dönüştüler. Ama o noktaya ulaşılıncaya kadar, baskı ve şiddete dayalı çözümler sıksık gündeme geldi.

Page 114: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

115

Diktatörlüklerin oluşumunda, insanların mal ve can güvenliği arayışlarının rolü çoktur. BenjaminFranklin, bu gerçekten hareket ederek şöyle diyor: "Geçici bir zaman için biraz güvenceye kavuşmakamacıyla özgürlüklerini feda edenler, ne özgürlüğe ne de güvenceye layıktırlar. Sonunda her ikisinibirden yitirirler."

Baskı rejimleri, özgürlükleri kaldırmanın ya da kısıtlamanın nedeni olarak genellikle "ülkenin yüksekçıkarları"nı gösterirler. Ama o yüksek çıkarlar nedeni ile baskının sürmesinin sonu hiçbir zamangelmez. Diktatörlüklerin bu iç mantığını, Turhan Feyzioğlu şöyle açıklıyor: "Bu rejimlerin tehlikesişuradadır ki, idareyi elde tutanlar, er veya geç kendi şahıslarının veya partilerinin menfaatini,memleket menfaati ile bir görmeye başlarlar. Diktatörün şahsen namuslu bir adam olması, bir baskırejiminde namussuzluğun yayılmasını önlemeye yetmez. Çünkü diktatör bilir ki, yolsuzlukların veskandalların açığa çıkması, ispat edilmesi, rejimi tehlikeye düşürür."

Varlıklarını haklı gösterebilmek için, diktatörlükler -sık sık- toplumdaki ahlak gerilemesini,yolsuzlukları, hırsızlıkları, rüşvetin ve fuhuşun yaygınlaşmasını gerekçe olarak gösterirler. Oysaortaçağın korkunç Engizisyon baskısı bile, İtalyan ve İspanyol toplumlarını, daha "ahlaklı", dahanamuslu, daha iyi hale getirememiştir. Aşırı bir korku yaratarak bastırılan bazı kötü davranışların ise, okorku biraz zayıflayınca çok daha vahşi bir biçimde patlak vermesi önlenemez. Suçluluğun yokdenecek kadar azaldığı "toplumsal barış" örneği gösterilen bazı Doğu Avrupa toplumlarının, tek partidiktatörlüğünün gevşemesiyle birlikte, yaşadıkları şok, bu açıdan çok aydınlatıcıdır.

Diktatörlüğün zayıf yanlarından birisi de, ülkede "adam kıtlığı" yaratmasıdır. Her şeyin tepedenkararlarla ve otoriter bir biçimde yürütülmesi, insanları ülke sorunlarına karşı ilgisiz kılar; sorumlulukduygusunu yok eder. Bencillik yaygınlaşır. John Stuart Mill'in şu sözleri çok özlüdür: "Kendi elindedaha uysal birer alet haline gelmeleri için, insanları cüceleştiren bir devlet, sonunda anlayacaktır ki,küçük insanlarla gerçekten büyük işler başarmaya olanak yoktur."

Konuyu noktalarken, bir dikta rejiminden nasıl çıkılır, nasıl kurtulunur sorusunu yanıtlamak gerekir:Baskı rejimlerinin ani bir değişmeyle sona ermeleri, ancak savaş sonucu rejimin yıkılması, ordununzayıflaması veya rejimle bütünleşmiş olan diktatörün ölmesiyle olanaklıdır. Almanya'da nazizm,İtalya'da faşizm, savaş sonucu yıkıldılar, İspanya ve Portekiz, Franco ve Salazar'ın ölümüylediktatörlükten kurtuldu. Yunanistan'da albaylar cuntasının yıkılmasını, Türkiye'nin 1974 yılında Kıbrıs'ayaptığı askeri müdahalenin yarattığı etki sağladı. Askeri rejimlerde sık rastlanan darbeler ise, rejimideğiştirmekten çok, rejim içi iktidar mücadelesini yansıtır.

Baskı rejimlerinden evrimle çıkılması, zamanla iç ve dış koşulların değişmesine, rejimi baskı veşiddet kullanmaya iten nedenlerin ortadan kalkmasına bağlıdır. Kitlelerin istemlerine yanıt vermeyenbir toplumsal düzen eğer değişmemekte direniyorsa, bir baskı rejimine dayanmak zorundadır.Toplumsal istemleri karşılayacak olanakları arttıkça, baskı gereği azalır. Örneğin, ileri üretim düzeyi vedış sömürü olanakları batılı toplumların daha hakça bir paylaşımı kurumlaştırmasını ve demokratik birrejime geçişini kolaylaştırmıştır.

Açık ya da kapalı bir baskı, o toplumda var olan bir ayrıcalığın, ya da düzene yönelik bir tehlikeninürünüdür. Ayrıcalıklar kalktıkça, rejime yönelik tehditler azaldıkça, baskıların gerekçesi de yok olur.Çoğunlukla da, söz konusu tehditler, zaten bizzat o ayrıcalıkların yarattığı bir durumdur.

b) Marksist Rejimler

Marksist rejimler, adı üzerinde, büyük ölçüde Marksist kuramdan, Marksist ideolojiden esinlenmiş, onauygun olarak biçimlenmeye çalışmış ve çalışan rejimlerdir. Nasıl ki, batılı ülkelerde rejimin yasallığıliberal demokrasiye, bazı İslam ülkelerinde rejimin yasallığı İslama uygunluğuyla ölçülüyorsa, Marksistolarak nitelendirilebilecek olan ülkelerde de, rejimin yasallığının ölçütü, Marksizme olan uygunluğudur.Bu nedenle, önce kuramsal çerçeveyi, sonra bu tür rejimlerin oluşturduğu ortamı ve sonunda da,özelliklerini göreceğiz.

Marx'a göre, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, küçük işletmeler rekabete dayanamayıp kapanırken,büyük ölçeklerde üretim yaygınlaştı, iş bölümü ve sadece belli malların üretimini yapan, uzmanlaşmışişletmeler arttı. Böylece çeşitli işletmeler, birbirlerinin tamamlayıcısı olarak çalışmaya ve on binlerceişçinin katıldığı üretim, toplumsallaşmaya başladı. Buna karşılık, üretim araçlarının özel mülkiyeti

Page 115: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

116

nedeniyle, üretimin denetiminin özel kişilerin elinde olması sürüyor ve giderek daha az kişininegemenliğine giriyordu. Tüm üretimi yapan işçi, kendi ürettiği mal üzerinde hiçbir söz hakkına sahipdeğildi. Ama devlet, bu üretim, dağıtım ve paylaşma biçimini korumak üzere örgütlenmişti, işçininyarattığı artı-değer sayesinde güçlenen kentsoylu sınıf (burjuvazi) ve toprağın geliri sayesinde emeksarf etmeden yaşayan büyük toprak sahipleri, bu ayrıcalıklı konumlarından kendi rızalarıylavazgeçmeyecekleri için, çelişki giderek büyüyecek ve bu düzen, bir patlamayla yıkılacaktı.

Marksizme göre, kapitalist düzeni yıkacak güç, işçi sınıfıdır. Çünkü, tüm üretimi yaptığı halde,serbest rekabet nedeniyle, giderek boğaz tokluğuna çalışmak zorunda kalan sınıf da işçi sınıfıdır.Düzenden en çok zarar gören gücün, düzeni yıkacak olan hareketin dayanak noktasını oluşturmasıdoğaldır. Kapitalist toplum yıkılınca, bütün üretim araçlarının toplumsallaştırılacağı, tüm toplumsaldenetimin emekçi sınıfların elinde olacağı, sosyalist topluma geçilecektir. Sosyalist toplumun ilkaşamasında, üretim düzeyinin sınırlı olması nedeniyle, "herkesin toplumsal üretime yeteneğiölçüsünde katılacağı, buna karşılık, katkısı ölçüsünde pay alacağı" bir paylaşım söz konusudur. Amasosyalist toplumda herkes çalışmak ve üretmek durumunda olacağından, üretim ilişkilerindeki çelişkilerkalkacağından, giderek daha ileri bir üretim düzeyine ulaşılacaktır. Bu aşamada artık dağıtım sorunuçözülecek ve paylaşım, "herkesten yeteneğine göre alma, herkese gereksinmesi kadar verme" ilkesinegöre yapılacaktır.

Paylaşım ayrıcalıklarının ortadan kalkacağı bu aşamada, artık toplumsal ayrıcalıkların korunmasınagerek kalmayacağı için, devletin varoluş nedeni de ortadan kalkacaktır. Çünkü, devlet, "bir sınıfın diğerbir sınıf üzerindeki egemenliğini sürdürmeye yönelik bir makine"den başka bir-şey değildir (Lenin).Engels, "komünizmin üst aşaması"nda, devletin yok olmasıyla ortaya çıkacak durumu şöyleanlatmaktadır:

"Eskiden onların dışında olan, yabancı yasalar gibi, onların toplumsal hareketlerini dışarıdansınırlayan, onlara egemen olan yasalar, nedenlerini tamamen gören insanların kendileri tarafındanuygulanacak ve denetlenecektir. O ana kadar insanlara doğa ve tarih tarafından zorla kabul ettirilmişgibi görünen bir arada yaşama bile, kendilerinin özgür bir eseri haline gelecektir. O ana kadar tariheegemen olan yabancı ve öznel (sübjektif) güçler, insanların denetimi altına girecektir (...) Bu, insantürünün, zorunlulukların egemenliğinden özgürlüğün egemenliğine sıçrayışıdır."

Marksizm açısından, kapitalist düzenin yıkılması ve komünizmin üst aşamasına ulaşılması,kendiliğinden ve bir çırpıda olamayacağına göre, bu geçiş döneminde, burjuvazinin diktatörlüğü olanrejimin yerine, "proleteryanın diktatörlüğü" zorunludur. Lenin, işçi sınıfının diktatörlüğü olarakyorumlanabilecek olan bu kavramı şöyle açıklıyor:

"Proleterya diktatörlüğü, siyasal iktidarı ele geçiren, muzaffer işçi sınıfının sınıf kavgasıdır. Bu,yenilen, ama yok olmayan, direnmekten vazgeçmeyen, tersine, direncini yoğunlaştıran bir burjuvaziyekarşı verilen bir savaşımdır."

Görülüyor ki, proleterya diktatörlüğü, eskiden burjuvazinin, işçi sınıfına karşı kullandığı, devletinbaskı olanaklarını, bu kez işçi sınıfının burjuvaziye karşı kullanması anlamına geliyor. Marx, herdüzeyde, emekçilerin doğrudan seçeceği komite ve kurulların yönetime egemen olmasınıdüşünüyordu. Oysa Lenin, proleteryanın doğrudan egemen olacağı sistemi, "ezilenlerin öncülerininegemen sınıf olacağı" bir sisteme dönüştürdü. Proleterya diktatörlüğü, aslında işçi sınıfının değil, osınıfı temsil ettiğini öne süren Komünist Parti'nin diktası oldu. Komünist Partisi ise, herkesin üyeolamayacağı, Marksizmi benimsemiş bilinçli bir azınlığın örgütüydü. Stalin döneminde, proleteryadiktatörlüğü, Komünist Partisi'nin de değil, tek bir kişinin diktatörlüğüne dönüştü.

Marx'ın gelişmiş kapitalist ülkeler için öngördüğü, önce İngiltere'de, Almanya'da beklediği devrim,yarı kapitalist-yarı feodal bir ülke olan Çarlık Rusyasında patlak verdi. Bunun iki önemli nedeni vardı:Bir yandan, dış sömürünün sağladığı gelirler ve içteki yüksek üretim düzeyi, toplumdaki emekçisınıflara önemli ödünler verilmesine olanak sağlıyordu. Öte yandan, işçilerin uzun bir savaşımla eldeettikleri, sendikalaşma, grev, toplu sözleşme ve oy hakkı gibi olanaklar, sınıflar arası dengenin Marx'ınöngördüğü ölçüde bozulmasını önlüyordu. Çıkar çatışmasında, para gücünün karşısına sayı ve örgütgücü çıktı. Büyük patlama olmadı.

Page 116: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

117

Marksist devrim, "kapitalizmin en zayıf halkası" olan ülkede, Rusya'da 'gerçekleşti. Rusya'nın hiçbirdemokrasi deneyimi ve geleneğine sahip bulunmaması ve ilk Marksist devrimin gelişmiş kapitalistülkelerde yarattığı endişeler, bu ilk deneyimi olumsuz yönde etkiledi.

18. yy. sonlarında, Rus Çarlığı'nın çelişkili bir yapısı vardı. Bir yanda Moskova ve St. Petersburg(Leningrad) çevresinde yoğunlaşan kapitalist işletmeler ve onlara bağlı, çağdaş anlamda bir işçi sınıfı;öte yanda, kırsal kesimde egemenliğini sürdüren feodal ilişkiler. 1917 Devrimi, bu işçi sınıfınınkatkılarıyla, ama özellikle Çarlık ordusunun 1. Dünya Savaşı nedeniyle, maddi ve manevi açıdantükenmiş oluşundan yararlanarak gerçekleşti.

Asıl adı Rus Sosyalist Demokratik İşçi Partisi olan Rus Komünist Partisi'nin çoğunluk kanadıBolşevikler, ülke yönetimine el koyduğunda, dışta Almanya'ya karşı süren savaşa ek olarak, içte deyeni rejime karşı silahlı bir mücadele başladı, İngiltere, Fransa ve ABD, komünist rejimi yıkmak, "kötüve tehlikeli" bir örneği ortadan kaldırmak istiyorlardı. Özellikle tarım kesimindeki kamulaştırmalarüzerine, üretim durma noktasına geldi; buna direnen köylüler yer yer ürünleri bile yaktılar. 1921yılında, Lenin, NEP (Yeni Ekonomi Siyaseti) ile geri bir adım atmak, kırsal kesimde yapılan toprakreformunun arkasından özel mülkiyete açık kapı bırakmak ve kentlerde de, küçük özel girişimlere izinvermek zorunda kaldı.

1924 yılında Lenin ölünce, iki önder adayı, iki değişik çizgi öneriyorlardı: Troçki'ye göre, Russosyalizminin yaşayabilmesi, sürekli devrime, yani diğer kapitalist ülkelerde de benzer devrimlerinolmasına bağlıydı. Eğer tek ülkede (Rusya'da) sosyalizm yerleştirilmek istenirse, bu ekonomik açıdangüçlü olmayı ve dolayısıyla da fazla etkili ve güçlü bir bürokrasiyi zorunlu kılacaktı. Asıl gücünbürokrasinin eline geçmesi ise sosyalizmi yozlaştıracaktı.

Stalin için ilk amaç, tersine, sosyalizmi önce Rusya'da kurmak ve güçlendirmekti. Ancak çok güçlübir sosyalist ülke ortaya çıktıktan sonra, diğer ülkelerdeki devrimler kolaylaşacaktı. Mücadeledekazanan Stalin oldu ve ilk iş olarak NEP'e son vererek, toprakta kolektif mülkiyeti gerçekleştirip, güçlübir sanayi için beş yıllık planları başlattı. Hızlı sanayileşmeyle birlikte, en ufak bir muhalefete bilehoşgörü göstermeyen, aydınları ezen, toplumu oluşturan öğeleri tam bir denetim altına alan, aşırıbaskıcı bir polis ve korku devleti çıktı ortaya.

Böylesine katı bir diktatörlüğün gerekçesi olarak, rejimin içte ve dışta karşı karşıya olduğu tehdit vetehlikeler gösterilmiştir. Ama, zamanla, içte rejime karşı güçler hemen tamamen yok oldu. Dışta, İkinciDünya Savaşı sırasında Nazi ordularına karşı savaşan Kızılorodu'nun girdiği Doğu Avrupa ülkelerinde,Sovyet modelinden esinlenen rejimlerin kurulması sağlandı. Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında, geneMarksizmden esinlenen rejimler doğdu. 1952 yılında Sovyetler Birliği'nin atom bombasınıyapmasından sonra da, ortaya gerçek bir güç dengesi çıktı. ABD'nin önderliğindeki Batı ile, SSCB'ninönderliğindeki Doğu Blokları arasındaki bu güç dengesinin katkısıyla, "Soğuk Savaş"ın yerini"Yumuşama" (detante) dönemi aldı. Ama baskı rejiminin gösterilen tüm gerekçeleri ortadan kalktığıhalde, rejim ana özelliklerini büyük ölçüde korudu; düşünce, anlatım ve örgütlenme özgürlüğünü, yasalmuhalefeti, siyasal iktidarın özgür genel seçimlerle el değiştirmesini kabul etmedi. Lenin, "Toplumda sınıflar bir vuruşla ortadan kalkmaz; proleterya diktatörlüğü döneminde de sınıflarolmuştur ve olacaktır. Proleterya diktatörlüğü, ancak sınıflar tam anlamıyla kalkınca yok olacaktır."demişti. Oysa SSCB'de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kalkmasına ve Marksist anlamda biregemen sınıfın bulunmamasına karşın, devleti yöneten bir bürokrat, teknokrat seçkin azınlığınınayrıcalıklı konumu sürmüştür. Rejimin bir ölçünün ötesinde demokratikleşmesi ve yönetimin gerçeközgür seçimlerle belirlenmesi ise, bu saltanatın sonu olabilecektir. Rejim, bunca yıldan sonra, halkınbüyük çoğunluğunun gözünde yasallık kazandığına göre, bir baskı rejiminin sürmesi, rejimle ilgili bir"inanç bunalımı"na bağlanamaz. Öyleyse, temel neden, bir yanda toplumda demokratik kültürbirikiminin olmayışı, öte yandan da ayrıcalıklı bir kesimin varlığıdır.

SSCB, eğitim düzeyi ve özellikle de yüksek öğretim görmüş olanların sayısı ve oranı hızla artan birtoplum oluşturuyor, insanların eğitim düzeyi yükseldikçe ve daha özgürlükçü toplumlarla ilişkileriarttıkça, daha çok özgürlük istemeleri doğaldır. Özgür araştırma ve düşünce alışverişi, bilimselgelişmenin temel koşullarındandır. Merkezi planlama, zorunlu tasarruf ve disiplinli bir toplumsal yaşambiçimi ile geri kalmışlıktan kurtulup sanayileşen SSCB'nin hızlı kalkınması bir duraklama döneminegirmiştir. 1986'dan başlayarak, Gorbaçov'un daha katılımcı ve özgürlükçü bir yönde yapısal değişiklikçabalarının, bu nedenlerden kaynaklandığı söylenebilir.

Page 117: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

118

Ama bu genel değerlendirmeden sonra, Marksist rejimlerin son yıllarda geçirmekte oldukları köklüdeğişimi, biraz daha ayrıntılara inerek incelemekte -konunun önemi açısından- zorunluluk var. Tümdünyada dengeleri etkileyen bu değişimin ekonomik, siyasal ve bir ölçüde de dış nedenleribulunduğunu söyleyebiliriz:

(1) Ekonomik nedenler: Marx modelini oluştururken, bunun günün birinde "yarı-feodal" bir ülkedegündeme geleceğini hiç düşünmemişti. Oysa sanayi toplumunun sorunlarının ürünü olan Marksizm,giderek bir kalkınma ideolojisi olarak işlev yaptı. SSCB, bütün güçlerin merkezde toplandığı, tümkararların tek merkezden verildiği bir planlı ekonomi anlayışı ile sanayileşmesini gerçekleştirdi. Üretimve paylaşımın teknobürokrasi tarafından yönlendirildiği bir sistem yerleşti. Ama başlangıçtagerçekleştirilen hızlı kalkınma, giderek yerini geri teknoloji, düşük verim ve kötü dağıtıma bıraktı.

Batı'nın rekabetine açık olmak zorundaki uzay ve savaş teknolojisi oldukça gelişmişti. Ama diğerdallarda, sadece sayısal hedeflere yönelmiş kalitesiz bir üretim ile son derece başarısız bir dağıtımbüyük sorun yaratıyordu. Bu durumun nedeni, gerek üretimi gerekse dağıtımı yapanların, yaptıklarınınsorumluluğunu yeterince taşımamaları ve sonuçlarından da yeterince etkilenmemeleriydi. İşçiler hiçbirdüzeyde kararlara katılmıyorlardı. Paylaşımdan aslan payını alanlar ise, üretime hiç ya da çok azkatkıları olan bürokratlardı. Bölüşüm katkıya göre değil, bulunulan konuma (mevkiye) göre yapılıyordu,işçi açısından daha az ya da daha çok, daha iyi ya da daha kötü çalışmanın hemen hiçbir farkı yoktu.Ülkede 18 milyon bürokrat vardı. Sadece kırsal alanda, hiçbir şey üretmeyen 4 milyon bürokratbulunuyordu. Her şey yukarıdan gelen buyruklarla yürütülüyordu. Bozulma ve taşınma sırasındakikayıplar gibi nedenlerle, tarladan toplanan ürünün yüzde 40'ı boşa gidiyordu. Halkın elinde para var,ama bu parayı kullanabileceği yer yoktu. Varlığı sosyalist toplumun mantığına ters düşen grevleryaygınlaşmıştı.

Ekonomide, ABD ve Japonya ile rekabet edebilmek için, Avrupa Topluluğu ülkeleri bütünleşmekte,olanaklarını bir araya getirmekteydiler. Oysa Marksist ülkelerin büyük çoğunluğunun üyesi bulunduğuCOMECON aynı şeyi yapabilmekten uzaktı. SSCB'nin blok içindeki egemenliğine duyulan tepkinedeniyle, hemen her üye ülke böyle bir bütünleşmeye karşıydı.

(2) Siyasal nedenler: Marksist modellerin göreli olarak geri ekonomilerini miras olarak devralmışolmaları -onlar açısından- nasıl bir başlangıç şanssızlığı ise, ilk Marksist sistemin hiçbir demokrasi veözgürlük deneyimi olmayan Çarlık Rusya'sının koşulları üzerinde yükselmesi de başka bir şanssızlıktı.Bu durum demokratik bir kurumlaşmayı zorlaştırdığı gibi, gerek ekonomik gerekse siyasal koşullarıdaha uygun olan, belirli bir bağımsızlık ve özgürlük için savaşım geleneğine sahip Polonya,Macaristan, Çekoslovakya gibi ülkelerdeki Marksist rejimlerin daha farklı adımlar atmasını daönlüyordu. (Bu yoldaki en ufak gelişmelere bile Sovyet tankları izin vermiyordu.)

Sovyet Devrimi, ekonomik ve siyasal açıdan geri bir ülkede gerçekleşti. Halk yoksul ve eğitim düzeyiçok geriydi. Bu nedenle de, Lenin'in, bilinçli ve etkili üyelerden oluşacak bir tek partinin "öncü"lüğünegereksinme duyması doğaldı. Ancak 1980'lere gelindiğinde, ekonomik koşullar gibi toplumsal koşullarda tamamen değişmişti. Artık halk ne yoksuldu ne de bilgisiz. Eğitim düzeyi oldukça yükselmiş olan birtoplumda, "aydınlanmış küçük bir azınlık''in öncülüğünün, daha doğrusu diktatörlüğünün hiçbirinandırıcı gerekçesi kalmamıştı. Ama bu kesim, pek doğal olarak, geçmişte elde ettiği ayrıcalıklarındankendi isteği ile vazgeçmek niyetinde değildi. (Nitekim Gorbaçov'un reformlarına en büyük direnç vebaltalama da, onlardan ve uzantılarından geldi.)

Marksistlerin -kişi hak ve özgürlüklerini içeren- liberal demokrasi karşısındaki tutumları genellikleolumsuzdu. Ekonomik yapı değişmeden, burjuvazinin "egemen sınıflığı sona ermeden; tanınan seçmeve seçilme hakkının, düşünce, anlatım ve örgütlenme özgürlüğünün fazla bir anlam taşımayacağısavunuluyordu. Sömürüden kurtulmamış birey için kişi hak ve özgürlüklerinin "biçimsel" olarakkalacağı, söyleniyordu. Oysa şu sözler, 1990'ın son günlerinde, Türkiye Birleşik Komünist Partisi'ningenel sekreteri Haydar Kutlu'ya aittir: "Toplumun farklı kesimleri, kendi istemlerini dile getirebilmeimkânlarını da elde ettiler. Bu aslında salt bir burjuva demokrasisi meselesi değildir. Aynı zamandabütün insanlığın öteden beri geliştirdiği demokratik ve evrensel değerleri ve deneyi içeriyordu ki, bizişte bunu görmeyerek, öylesine burjuva demokrasisi diyerek yanlış yaptık."

Page 118: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

119

Gorbaçov'un yakın danışmanlarından Vitali Korotiç bu konuda daha da acımasız: "Bizim ülkemizdekurulan sistem Marksist değildi, sosyalist ilkelerden çok uzak olan korkunç totaliter bir sistemdi. BenceStalin'in sosyalizm görüntüsüne verdiği zarar, Humeyni'nin Islamın görüntüsüne verdiği zararabenziyor."

Ertuğrul Kürkçü ise, giderek tıkanıklık yaratan baskıcı yönetim biçimini, tarihsel olarak var olmayanbir temel üzerinde sosyalizm kurma zorunluğuna bağlıyor: "Aslında tarihsel olarak kapitalizmtarafından yerine getirilmiş olması gereken bir süreci tamamlamaya çalıştılar. Sermaye birikimininyoksunluğu ya dış borçlanma ile ya da köylü mülkiyetinin tasfiyesi, tüketimin kısıtlanması ve işçisınıflarının aşırı çalışmasıyla giderilebildi. Nüfusun büyük çoğunluğunun, kendi kendisini tasfiye edenve aşın çalışma talep eden bir yönetime gönüllü olarak onay vermesi söz konusu olmayınca da, eskidevletin despotik yönetim mirası yeni yönetimlerce devralındı."

(3) Dış Etkenler: Özellikle Stalin döneminde, Marksist rejimler topluluğunu "Demirperde ülkeleri"olarak adlandırmak alışkanlık haline gelmişti. Oysa "Soğuk Savaş" dönemi koşullarının geride kalmasıve özellikle de iletişim teknolojisindeki olağanüstü gelişmeler "Demirperde" kavramını yıktı. Bir yandanileri ölçüde sanayileşmiş ülkelerin ulaştıkları yaşam düzeyi (tüketim olanakları), öte yandan demokratiktoplumların özgürlük ortamı, Marksist sistemlerin halklarından saklanamaz hale geldi. Meksikalı yazarCarlos Fuentes, "Polonyalılar ve Çekler, kendilerini Hollandalılar ve Fransızlar ile karşılaştırma olanağıbuldular ve kendi durumları hoşlarına gitmedi." diyor. Geçmiş unutulmuştu. Yoksulluk ve cahillik geridekalmıştı. Artık insanlar, gördükleri ya da duydukları "daha iyi"yi, daha çok tüketmeyi, daha kalitelitüketmeyi ve daha çok özgürlüğü istiyorlardı. Yukarıda sözünü ettiğimiz ekonomik ve siyasalnedenlere, bir de ülkelerin siyasal sınırlarını tanımayan bir iletişim ağı eklenince, Marksist sistemlerinköklü bir değişim geçirmeleri kaçınılmaz oldu.

Marksist sistemlerde yaşanan bu köklü değişim dalgası, acaba Marksizmin sonunu mu haberveriyor; yoksa Marksizm, kabuk değiştirip bir başka aşamaya mı geçiyor? Bu sorunun yanıtınıverebilmek için, önce Gorbaçov'un "glasnost" (açıklık) ve "prestroika" (yeniden yapılanma) ilkelerininiçerik ve kapsamlarını kısaca görmekte yarar var.

"Glasnost" baskı rejiminin, "Prestroika" da ekonomik geriliğin ilacı olarak öne sürüldü. Hareketinöncüleri, bunu "olabildiğince demokrasi, olabildiğince sosyalizm" olarak özetliyorlar. Glasnost, sadecedüşünce ve eleştiri özgürlüğü demek değil. Asıl üst yönetim ile halk arasında kopan bağlantınınyeniden kurulması amacını taşıyor. Kitlelerin katılımının ve benimsemesinin sağlanması için, önemlikararların alınmasında açıklık isteniyor. Ülke yönetiminin her düzeyinde, yollanan mektupların ve yazılıbaşvuruların en geç bir ay içinde yanıtlanması kuralı getiriliyor. Her yöneticinin, belirli aralıklarla,yaptıkları hakkında bilgi vermesi isteniyor. Glasnost, "sürekli halk oylaması" olarak tanımlanıyor. Tekparti sistemi sona eriyor.

Prestroika'nın iki genel hedefi olduğu söylenebilir: Bir, merkezden yönetim ile özyönetim arasındabir noktayı bularak, ekonominin daha iyi işlemesini sağlamak; iki, daha iyi çalışanın, daha çok çabagösterenin bunun ürününü alabilmesine olanak vermek. Merkezden zorunlu planlama, sadeceekonominin bazı dallarına özgü hale getirildi. Alınan önlemlere karşın kârlı bir çalışma yapamayanişletmelerin kapatılması ilkesi kabul edildi, işletme içi demokrasinin gelişmesini sağlayacak önlemleralındı. Kolektif çiftliklerin (kolhoz ve solhoz) gerek toprak gerekse donanım kiralayabilmelerine olanaktanındı. Ekonomik canlanma ve teknolojik gelişme için, sınırlı bir özel girişim, rekabet ilkelerinin büyükölçüde geçerli olduğu bir piyasa ekonomisi, belirli koşullarda yabancı sermayenin (ve dolayısıylayabancı teknolojinin) girişi benimsendi.

"Marksizmin ve sosyalizmin sonu mu?" sorusuna verilen çeşitli yanıtlar var: (1) Planlı ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçiş, sosyalizmden vazgeçilip kapitalizminüstünlüğünün kabul edildiği anlamına gelmez. Piyasa ekonomisi eşittir kapitalizm demek yanlıştır.Çünkü kapitalizmden önce de piyasa vardı. Kapitalizm piyasayı kendine göre geliştirmiştir.Sosyalizmin piyasa ekonomisi de kendine özgü olacaktır. Gorbaçov'un en yakın danışmanlarından veprestroika'nın babalarından olan Abel Aganbegyan, sosyalist piyasa ekonomisi'nin iki temel farkınadikkati çekiyor: "Özel mülkiyet SSCB'de olacak, ama ücretli emek kullanamayacaktır. Emeğini satankişileri kullanan patronlar istemiyoruz. Bu birinci fark. İkinci fark da oradan kaynaklanıyor. Bizimülkemizde, gelir paylaşımı, sermayeye değil, işe, niteliğe bağlıdır. Yani para parayı kazanmaz, iş,emek parayı kazanır. Demek ki, biz kapitalist ülkelerden farklı olmayı sürdüreceğiz, ama piyasa her

Page 119: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

120

yerde aynıdır." Gene bazı yetkililere göre, örneğin fabrikalar üzerinde özel mülkiyet, ancakkooperatifler aracılığı ile söz konusu olacaktır. Polonya hükümet sözcüsü Zbyslaw Rykovvski ise şöylediyor: "Piyasa evrensel bir araçtır. Sistemle ilgisi yoktur. Şimdiye kadar ekonomik düşüncede kimsepiyasadan daha iyi bir araç bulamadı. Piyasanın ortadan kaldırılabileceği inancı, Stalin'in boşhayaliydi."

(2) Geçmişteki yanlış uygulamalar ile, devlet mülkiyeti ile toplum mülkiyetinin aynı şey olmadığıunutulmuştur. TBKP genel sekreteri Haydar Kutlu, bu farkı şöyle açıklıyor: "Devlet mülkiyetine karşısosyalist ülkelerdeki insanlar bir yabancılaşma duydular. Mesela evlerin içi son derece güzeldi, amadışına kimse el sürmüyordu. Çünkü evlerin dışı devletindi, ama içi kendilerinindi. Çünkü özel mülkiyetbilincine varmadan devlet mülkiyetiyle karşılaştılar. Toplumsal bir mülkiyete dönüşmüş değildi, hâlâdevletindi. Ve devlet mülkiyetine de insanlar, bu benim diyerek yaklaşamadılar. Oysa bizim diyebilmekiçin, önce benim dememiz lazım." Piyasa ekonomisiyle birlikte toplumsal mülkiyete geçilebilirdi.Şirketlerin halka açılması yoluyla mülkiyet yaygınlaştırılabilir, işçiler sadece iş örgütlenmesine değil,üretimin planlanmasına da katılabilirlerdi.

Türkiye İşçi Partisi'nin ilk genel başkanı Mehmet Ali Aybar da, üretim araçları üzerindeki devletmülkiyetinin sosyalizm ile aynı şey olmadığı kanısında, işçilerin, köylülerin, ürettikleri değerlerinbölüşümünü kendileri yapmadıkları sürece "sömürü" olayının sona ermediğini savunuyor: "işçiaçısından patronun özel bir kişi olması ile devlet olması arasında hiç fark yoktur."

(3) Bugünkü bunalıma bakarak "Marksizmin sonu geldi" demek, kapitalizmin geçirmiş olduğu dahabüyük bunalımları unutmaktan kaynaklanmaktadır. Geçmişte kapitalizmin son nefesini vermekteolduğunu düşünenler, kapitalizmin bunalımlardan ders ala ala güçlendiğini görmüşlerdir. Bu görüşüpaylaşanlardan Abel Aganbegyan şöyle diyor: "1929 bunalımı ortaya çıktığında kapitalizm 150yaşındaydı. O dönemde birçok kişi, bunun kapitalizmin sonu olduğunu düşünüyordu. Kapitalistlerkendilerini pencerelerden atıyorlar, kafalarına bir kurşun sıkıyorlardı. Birçok ülkede halkın üçte biriişsizdi. Ama sonunda bunalımın üstesinden gelindi. Oysa bizim bunalımımız 1929 bunalımı kadarderin de değil."

(4) Kapitalizm, yapılan eleştirilerden ders ala ala, özeleştiri yapa yapa güçlenmiştir. Buna karşılıkMarksist sosyalizm, şimdiye kadar "dinamik değil statik" bir konumda kalmıştır. KapitalizmRoosevelt'in, Keynes'in, Galbraith'in eleştirileri, katkıları ve eylemleriyle değişiklik geçirip, bunalımlarakarşı dayanaklılık kazanmıştır. Carlos Fuentes, bu görüşü şöyle geliştiriyor: "Öte yandan sosyalisteleştiri kapitalizmin sosyalleşmesini sağladı. Bugün dünyanın hiçbir yerinde saf, katı bir kapitalizm yok.Batı Avrupa'da ve özellikle Japonya'da devlet ekonomiye müdahale ediyor, özel sektörü düzenliyor,sınırlıyor, sosyalleştiriyor. Kapitalizmin özeleştiriden vazgeçtiği yerlerde -Thatcher'in İngilteresi veReagan'ın Amerikası- ödenen bedel ağır oldu. Bütçe açığı, sosyal eşitsizlik, eğitimin bozulması... Vebütün bunlar İngiltere ve ABD'nin uluslararası rekabette geri kalmasına yol açtı." Bu görüşüpaylaşanlara göre, şimdi girilen demokratikleşme süreci içinde, Marksizm de özeleştiridenyararlanacak, sosyalizm de dinamik bir yapı kazanacaktır. Vitali Korotiç şöyle diyor: "Biz Marksistkuramı çağdaş uygulamaya dönüştürmek istiyoruz. Marx kuramlarını 1840'larda oluşturdu. Aşağıyukarı 150 yıl önce. Biz ortodoks mümin olmak istemiyoruz, normal mümin olmak istiyoruz. Karmaekonomi olmalı, pazar ekonomisi öğeleri de olmalı. Pek çok deneyin yapıldığı bu yüzyılda, biz birdeney daha yapıyoruz."

(5) Marksist sistemler, aslında ya sosyalizm aşamasına uygun olmayan altyapılara sahip ülkelerdeoluşmuşlar, ya da geri koşullan yansıtan Stalin modelinin dayatılması ile karşılaşmışlardır. Bu ülkeler,asıl şimdi gerçek bir sosyalizme geçebilecek duruma gelmişlerdir. Karşılaşılan bunalım bir son değil,tersine, bir başlangıçtır. Rykowski bu görüşü şöyle savunuyor: "Sosyalizm şimdiye dek Stalintarafından yaratılan sistemle özdeşleştirilmiştir. Oysa, bu sistemin sosyalizmle bir ilgisi yoktur.Sosyalizm, özde demokrasi, özgürlük, bireye kendini geliştirme olanağını, sosyal adaleti ve sosyalgüvenliği sağlayabilmek anlamına gelir. Sosyalizm ayrıca işlerliği olan bir ekonomi demektir. Çünküböyle bir ekonomi olmadan, yukarıda saydığım değerler gerçekleştirilemez- Polonya aslında şimdisosyalizm yoluna giriyor. Marksizmin, saf, arı şekli Doğu Avrupa'yı terk etmiyor. Sahneyi terk etmekteolan, Marksizm'in yanlış yorumudur."

Page 120: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

121

Ertuğrul Kürkçü de aynı kanıyı paylaşanlardan: "Sorun, Doğu Avrupa ülkelerinde, SSCB'ninmüdahaleleriyle yukarıdan aşağıya komünizm kurma girişimlerinin çelişmelerinden kaynaklanmaktadır.Doğu Avrupa ülkelerinin bugün tarihsel olarak sosyalizm ve komünizm için çok daha olgun hale gelmişolduklarını düşünüyorum... iflas eden, sosyalizmi kapitalizmle aynı tarihsel perspektif üzerinde bir millikalkınma projesi olarak hayal eden milli komünizm teorisinin uygulamalarıdır."

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız görüşlerin de ışığında şunu söyleyebiliriz: ideolojileri veonların yansıdığı siyasal sistemleri gereksinmeler yaratır. Koşullar değiştikçe, gereksinmeler dedeğişir. SSCB'den başlayarak tüm Doğu Avrupa'yı kapsayan değişim rüzgârının neyin sonunu haberverdiğini söyleyebilmek, başlangıç noktasındaki tanımlara bağlıdır.

Gelişmeler, sosyalist düşüncenin değil, ama "merkezi zorunlu planlama + devlet mülkiyeti + tek partidiktatörlüğü" olarak özetleyebileceğimiz komünizmin sonunu haber vermektedir. Bu model, ekonomikve toplumsal açıdan geri kalmış bir toplumun ürünüdür. O toplum gelişince, model de geçerliliğiniyitirmiştir. Sosyalizmi üretim araçlarının mülkiyeti ile tanımlamak, belirli koşullarda işlerliği olan biraracı, amacın yerine koymak demektir. Çinli önder Deng Siao Ping'in dediği gibi; "Kedinin siyah ya dabeyaz olması fark etmez; önemli olan fare yakalamasıdır."

Öyleyse -Marksizmi de kapsayacak biçimde- genel olarak sosyalizmin amacının ne olduğusorusunu öncelikle yanıtlamalıyız: Sosyalizmin, yani toplumculuğun amacı, toplumsal ayrıcalıklarınbulunmadığı bir düzendir. Bu amaca belki hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşılamayacaktır; ama oamaca yaklaşıldığı ölçüde, sosyalizm yolunda ilerlendiği, toplumcu bir sistemin yürürlükte olduğusöylenebilir. Bir yandan toplumsal adalet, öte yandan emeğin ve toplumsal çıkarların önceliği,sosyalizmin iki temel ölçütünü oluşturur.

Karl Marx, devrimi, altyapı değiştiği halde değişmemekte direnen üstyapı kurumlarının, altyapıyauygun olarak yeniden biçimlenmesi şeklinde anlamıştı. Oysa Sovyet Devrimi (tıpkı Kemalist Devrimgibi) bu modele uygun değildi; tam tersine, geleceğin üst yapısı kurularak, ona uygun bir altyapıoluşumu hızlandırılmak istenmişti. Olaya bu açıdan bakarsak; asıl şimdi Sovyetler Birliği ve DoğuAvrupa'da yaşananı, Marksist anlamda bir devrim sayabiliriz. Çünkü söz konusu olan; değişenaltyapıya uygun yeni bir üstyapının ve bu arada yeni bir siyasal sistemin kurulmasıdır.

Gelişmelerin, ünlü "Birleşme Kuramı "nı anımsatan bir yanının olduğunu da söyleyebiliriz. Batıkapitalizmi, sosyalistlerin birçok isteklerini yaşama geçire geçire, bugünkü "sosyal hukuk devleti" ve"çoğulcu demokrasi" aşamasına gelmiştir. Sosyalist partilerin programlarının başında yer alan, "genelve eşit oy hakkı, sağlık sigortası, işsizlik sigortası, sekiz saatlik işgünü, yıllık paralı izin, parasız ilk-öğretim, grev ve toplu sözleşme hakları, gelir düzeyine göre vergi ödenmesi" gibi uygulamalar,başlangıcı çok gerilerde kalan ve -bu nedenle de- sosyalistlerin çabalarının ürünü oldukları unutulmuşkazanmalardır. Batı bu "sosyalist (yani toplumcu) adımları" atarak O'na yaklaşıyor. Buluşmanoktasının "Demokratik sosyalizm" (ya da Sosyal Demokrasi) olduğunu öne sürenlerin haklı olupolmaması, sosyalizmden ne anlaşıldığına bağlıdır.

Konuyu kapatmadan önce, komünizmin gelişmiş toplumlardaki konumuna değinmekte de yarar var:Bu akımın Batı Avrupa'daki temsilcileri, en güçlü dönemlerini, faşist yönetimlere duyulan tepkilerincanlı olduğu koşullarda yaşadılar. Mussolini sonrası İtalya, Mareşal Petain sonrası Fransa, savaşınekonomiye ve topluma getirdiği çöküntü ile birlikte, komünist partilerin yükseliş dönemlerinioluşturdular, İspanya'da Franco faşizmi çok uzun sürdüğü için (40 yıl kadar), demokrasi ve özgürlükgereksinmesi ağır bastı, tepkiden komünistlerden çok, demokratik solcular yararlandılar.

Ama 1980-85 arasında, komünist partilerin üye sayılarında, İtalya'da yüzde 9, Fransa'da yüzde 17,İspanya'da yüzde 18, Finlandiya'da yüzde 29, İngiltere'de, yüzde 38 azalma oldu. Fransız KomünistPartisi'nin 1977'de 240 bin olan üye sayısı ise 1985'te sadece 60 bindi. Fransız. Komünist Partisi, Naziişgaline karşı örgütün gösterdiği kahramanca dirençten de yararlanarak, 1946 seçimlerinde oylarınyüzde 28'ini toplamıştı. 1981'de bu oran yüzde 15'e inerken, Sosyalist Parti'nin -hiç zorunlu olmadığıhalde- hükümette komünistlere de 4 bakanlık vermesi eleştiriliyordu. Bu durumun komünistlerin işineyarayacağını söyleyenler çoktu. Ama 1986 seçimlerinde Sosyalist Parti'nin oyları artarken, KomünistPartisi'nin oy oranı yüzde 9.8'e kadar indi.

Page 121: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

122

Batı Avrupa'da artık Marx'ın öngördüğü, "boğaz tokluğuna çalışan" proleterya yok. "Mavi yakalılar"ınyerini, giderek "beyaz yakalılar" alıyor. Teknoloji geliştikçe, "emeğin sömürülmesi" azalıyor. Budurumda komünistler büyük bir açmaz içindeler, ideolojik katılığı sürdürmeye çalışsalar, giderek, aydıngevezeliğinin ağır bastığı düşünce kulüplerine dönüşecekler; değişen koşullara göre ideolojiyigeliştirmeye çalışsalar, bu kez de demokratik sola kayacaklar ve eskiden beri o noktada olanlarınhaklılığını kabul etmek zorunluluğuyla karşılaşacaklar. Öyleyse, ekonomi gerilemedikçe, toplumsaladaletten geri adımlar atılmadıkça, baskı rejimlerine dönülmedikçe, sanayileşmiş ülkelerde MarksizminLeninist-Stalinist yorumunun toplumdan yeniden ciddi bir destek bulması olanaksız. Ama, Fransa'nınsosyalist cumhurbaşkanı François Mitterrand'ın şu sözlerinde bir gerçek payı da bulunuyor: "Komünistpartiler tamamen yok olmamalı, çünkü toplumsal patlamalara karşı bir güvenlik kapakçığıoluşturuyorlar!" Araştırmalar da gösteriyor ki, artık komünistlere oy verenler komünist bir rejim kurulsundiye değil, düzene tepkiyi en iyi dile getirebilmek için veriyorlar.

Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Yugoslavya gibi ülkelerin demokratik sosyalizm yönündekihareketlere çok daha önce sahne olmasının nedenleri arasında, onların tarihinden gelen bağımsızlıkve özgürlük mücadelesi geleneği önemli bir yer tutar. Sovyet örneği de gösteriyor ki, yalnızcaaltyapının değişmesi yetmiyor; siyasal kurumların değişiminde kültürel etkenlerin de azımsanmayacakbir rolü var. Altyapısal olanakları çok daha yetersiz olan Türkiye'de, daha özgürlükçü bir rejiminbulunabilmesi, Kemalist Kültür Devrimi sayesinde gerçekleşebilmiştir. Altyapılarını değiştirenler,üstyapının istenen doğrultuda değişmesi için ayrıca çaba göstermek zorundadırlar.

c) Faşist Rejimler

İlk faşist rejim 1922 yılında İtalya'da doğdu. 1933 yılında iktidara gelen Alman Nazizmi, onun biruzantısı ve taklidi olarak ortaya çıktı. 1927 yılında Portekiz'de, 1930 yılında Japonya'da ve 1938yılında İspanya'da kurulan rejimler de, hep benzer bazı özellikleri taşıdılar. Daha çok belirli düzeyinüzerinde gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bu rejimlerin hepsini faşist olarak nitelendirmekeğilimi yaygınlaştı. Hepsi de tek partiye dayalı otoriter rejimlerdi ve ekonomik açıdan güçlü toplumkesimlerinin çıkarlarına öncelik veriyorlardı.

Marksizmin tersine, faşizm, akıldan çok duygulara seslenen, maddi değerlerden çok manevideğerlere önem veren bir ideolojidir. Başka bir deyişle, Marksizm maddeci, faşizm ise ülkücüdür.Mussolini, faşizmin akla ve bilime değil, inanca dayalı olması gerektiğini vurgulamıştır. Marksizminkendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmasına karşılık, faşizm bazı parçaların toplamıyla ortaya çıkmışgibidir. Faşizm, aristokrasinin ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkan tutucu ideolojinin, bir bakıma,farklı koşullardaki bir uzantısı sayılabilir.

Faşizm, eşitsizlikçi ve ırkçı bir ideolojidir; insanlar doğuştan eşit yaratılmamışlardır. Bazılarıyönetmek, bazıları ise yönetilmek için dünyaya gelmişlerdir. Buna uymak herkesin yararınadır; boyuneğmek, güdülmek için yaratılmış olan zayıf ve niteliksiz kişilerin yönetmesi durumunda, insanlıkbundan zarar görür. Bu nedenle, egemenlik halkın olamaz. Egemenlik hakkı en üstün olan kişinindir,tek şefindir. Bu tek şef, İtalya'da "Duçe" (Mussolini), Almanya'da "Führer" (Hitler), İspanya'da "Cadillo"(Franco) adını alır. Örneğin "Führer" halk seçtiği için değil, "Führer" olduğu için iktidara sahiptir ve bunedenle de, yani sadece kendi gücü ve niteliğine borçlu olduğu için, iktidarı sınırsız ve denetimsizdir.

Alfred Rosenberg'in şu tümcesi, Faşizmin ve Nazizmin önemli bir temelini yansıtıyor: "Nasıl ki bilinçaltı bilince aitse, halk da şefe aittir." Hitler halka şöyle sesleniyordu: "Ben sizde varım ve siz bendevarsınız."

Mussolini'ye göre; "faşizmin dogmalara değil, disipline gereksinimi vardır." Hitler ise, akla vedemokrasiye olan inançsızlığını şöyle dile getiriyordu: "Almanya'yı yıkıntıdan kurtaran, saçı dördebölen zekâ değildir. Akıl sizin bana gelmemenizi salık verirken, sadece inanç tersini söyledi... Birdevenin iğne deliğinden geçme şansı, büyük bir adamın seçimle keşfedilme şansından daha çoktur...En güçlünün rolü egemen olmaktır, yoksa en zayıf ile bütünleşmek değildir... Önemli olan inanmak,itaat etmek ve savaşmaktır."

Page 122: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

123

Faşizme göre, insanlar eşit olmadığı gibi, ırklar da eşit değildir. Nasıl ki bazı insanlar üstün vehükmetmek için yaratılmışlarsa, bazı ırklar da aşağı yaratılmışlardır. Üstün ırkların aşağı ırklarıyönetmesi de gene, insanlığın yararınadır.

Faşizm karamsar bir ideolojidir: Normal insan kötü ve yetersizdir. Çıkarının nerede olduğunubilemez. Onu yönlendirmek, doğru yolu göstermek gerekir. Onun bencil davranmasına, hayvansaliçgüdülerle hareket etmesine, kötülük yapmasına engel olmak için baskı zorunludur. Kendisi için neyindoğru neyin yanlış olduğunu bilemeyen insan için özgürlük zararlıdır.

Faşizmin otoriterlik özelliği, eşitsizlikçiliğinin ve karamsarlığının doğal sonucu olarak ortaya çıkar.Büyüğe ve en üstte de şefe, mutlak boyun eğmek esastır. Eşitlik olmadığına göre, tartışmaya da yeryoktur. Bu nedenlerden dolayı, demokrasi zayıf bir rejimdir, komünizmi ve ahlak çürümesiniönleyemez. Parlamenter demokrasi "sorumsuzluk ve güçsüzlük" rejimidir. Liberalizm "ahlak dışı" birideolojidir. Hitler'e göre, "zamanını ahmak milletvekillerini ikna etmekle geçiren bir bakan iş göremez."

Mussolini'nin ifadesiyle, "Faşizmin temeli devlet kuramıdır. Tüm bireyler ve topluluklar, devletkarşısında göreli bir nitelik taşırlar." Toplum bireylerin iradeleriyle oluşmaz. Birey amaç değil, devletinhizmetinde bir araçtır. Önemli olan birey değil, aile, grup ve toplumdur. Hiçbir şey devletin dışındaveya karşısında olamaz; her şey devletin içinde olmak zorundadır. "Tek şef, tek örgüt, tek devlet"biçiminde özetlenebilecek olan faşist totaliterlik, faşist tekelcilik, işte bu zihniyetin ürünüdür.

Faşizm barışçı değil, savaşçıdır, şiddet ve sertlik yanlısıdır, İtalya'da genç faşistlere şu ilkeaşılanıyordu: "Bir ömür boyu koyun gibi yaşamaktansa, bir gün aslan gibi yaşamak daha iyidir." Birey,milliyetçi ülküler uğruna, kendini gözünü kırpmadan feda etmelidir. Saldırgan bir ulusçuluk anlayışı,faşizmin ırkçı, eşitsizlikçi ilkelerinin doğal sonucudur.

Faşizm, bir balta çevresine bağlanmış değnek demeti anlamına gelen, İtalyanca "fascio"sözcüğünden kaynaklanmıştır. Fascio, güç ve birlik simgesidir. Mussolini'nin 1921'de kurduğu UlusalFaşist Partisi'nin 1922'de iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, faşizm ulusal anlamını yitirip, uluslararası birkavram olmaya başlamıştır.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, galip devletlerin yanında yer almasına karşın, "Büyük İtalya" düşleriyıkılmıştı. Savaşın yarattığı ağır ekonomik ve toplumsal sorunlar gündeme gelmişti. Yılda iki bine yakıngrev oluyor, yoğun işten çıkarmalar ve ücretlerin düşüklüğü karşısında fabrikalar işgal ediliyordu.Sanayileşmiş Kuzey İtalya'da durum böyleyken, Güney İtalya'da da toprak işgalleri yaygınlaşıyordu.Komünizm korkusu, üst ve orta sınıflarda belirginleşmeye başlamıştı. Benito Mussolini'nin örgütlediği"foşo" adlı çeteler, işçi hareketlerini bastırmak, toplumdaki patlamaları terörle sindirmek için hareketegeçtiler. Bu çetelerin bir araya gelmesiyle, 1921'de Ulusal Faşist Partisi kuruldu. Faşistler, toplumdadüzeni ve Büyük Roma Imparatorluğu'nun görkemli günlerine yeniden dönüşü sağlayacak bir güçolarak kendilerini kabul ettirmeye çalıştılar.

Faşizm, proleterleşmekten korkan orta sınıfların özlemlerine yanıt veriyordu. Orta sınıflar içinkomünizm ne ölçüde tehlike ise, kapitalizmin gelişmesi ve sermaye birikiminin hızlanması da o ölçüdeistenmeyen bir şeydi. Bu nedenle, faşist propaganda, ulusçulukla birlikte, bir ölçüde kapitalizm vebüyük sermaye eleştirisini de içeriyordu. Ekonomik bakımdan etkilenen alt sınıflar ile küçük mülkiyetsahibi orta sınıfların desteği böylece sağlandı. Ama faşist rejim oluşunca, büyük sermayenin çıkarlarıyönünde işledi.

1922 yılında, seçimlerde başarı sağlayan Faşistler, zor yoluna başvurarak, "Roma üzerine yürüyüş"düzenlediler. Devlet güçleri seyirci kaldı ve kral, Mussolini'yi başbakanlığa atadı. Mussolini, seçimyasasını değiştirerek, 1924 yılında seçime gitti. Partisi ancak % 30 dolayında oy toplayabildiği halde,yeni seçim yasası sayesinde, milletvekillerinin üçte ikisinden fazlasını kazandı. O çoğunluğunkararıyla, 1925 yılında tüm partileri kapattı ve yasama yetkisini de kendi elinde topladı.

Mussolini'nin, 1926 yılında, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, kendisinin iktidara gelmesindebüyük rol oynayan "faşo" adlı çeteleri tasfiye etmesi ilginçtir. Çünkü bu çetelerin üyeleri, çoğunluklatoplumun yoksul kesimlerinden gelen, işsiz kişilerdi. Varlıklı sınıflar için bir huzursuzluk kaynağıydılar."Faşo"ların üyelerinin en etkinleri öldürüldü, bir kısmı da hapsedildi. Giderek toplumsal yaşamın tümü,devletin mutlak denetimi altına girdi. Tek sendikada toplanan işçilerin, işverence önerilen ücreti kabul

Page 123: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

124

etmemesi devlete isyan sayıldı. 1932 yılında, Faşist Parti'nin Duçe'nin emrinde ve faşist devletinhizmetinde bir silahlı güç olduğu, açıklandı. Faşist Parti, inanç ve tartışmasız itaate dayalı dinsel birtopluluk gibiydi. Mussolini, "Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için, muhalefete gerek yoktur."diyordu.

İtalyan faşizmi, bu ülkenin ikinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasıyla yıkıldı. 1943 yılında Mussoliniöldürüldü ve ayağından asılarak halka gösterildi.

Alman faşizminin kurucusu olan Hitler'in oluşturduğu partinin Milliyetçi-Sosyalist Alman işçi Partisiadını taşımış oluşu dikkat çekicidir. Çünkü, tıpkı İtalyan faşizminde olduğu gibi, Alman Nazizminde de,çıkarlarına hizmet edilen toplum kesimi ile, dayanılan ve kullanılan toplum kesimi aynı değildir. Geneİtalya'da olduğu gibi, Hitler de, iktidara ulaşmasını üç koşulun bir araya gelmesine borçlu olmuştur:Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmak sonucu kırılan ulusal gurur, komünizm tehlikesi ve 1929yılında patlak veren büyük dünya ekonomik bunalımının yarattığı iflaslar ve işsizlik. Bunlara bir de,tarım ve sanayide tekellerin egemen olmasını ve bankaların sanayi tekelleriyle iç içe bulunmasınıeklemek gerekir. Almanya'nın ileri bir sanayi ülkesi olmasına karşılık, dış pazarlaı ve hammaddekaynakları İngiltere ve Fransa'nın elindeydi İtalya'daki "faşo"lar gibi, sol hareketleri ve fabrika işgallerini ezmek için Almanya'da da, silahlı "SA" örgütleri kuruldu. "SA"lar da, İtalya'daki gibi, toplumun altkesiminden gelen gençlerden oluşuyordu.

Hitler, bir yandan tüm sorunların nedeni olarak Yahudileri gösterirken, öte yandan da şu vaatlerdebulunuyordu: Tekelleri kamulaştırmak, toptancı ticaretin kârını paylaştırmak, büyük mağazaları küçükesnafa kiralamak, toprak reformu yapmak, üretime katkı yapmadan kazanç sağlayan "malikapitalizme" karşı önlem almak.

1933'te Cumhurbaşkanı mareşal Hinderburg'un Hitler'i başbakan atamasıyla birlikte, Nazilerin, İkinciDünya Savaşı macerasını açıp yenilinceye kadar sürecek olan iktidar dönemleri başladı. Bu dönemdemilyonlarca Yahudi, insanlık dışı yöntemlerle öldürüldü. Meclis binası (Reichtag) yakılıp komünistlerinüzerine atılarak, büyük bir solcu avı yapıldı. Ama tüm bunlardan önce, iktidarını sağlamlaştırırsağlamlaştırmaz, Hitler'in ilk yaptığı şeylerden birisi, tıpkı Mussolini'nin yaptığı gibi, kendisini iktidarataşıyan SA örgütünü yok etmek, önde gelen üyelerini öldürmek oldu. Vaat edilenlerle yapılanlararasındaki büyük çelişkinin, belki de kaçınılmaz bir sonucuydu bu. isminde sosyalist ve işçisözcüklerini taşıyan bir partinin büyük sermaye ile bütünleşmesini, bu inançlı genç insanlara kabulettirmek herhalde olanaksızdı.

Gencay Şayian, faşizmin toplumsal tabanının, ekonomik bunalımdan en çok etkilenen kesimlerolduğunu vurguladıktan sonra, şöyle diyor: "Bunalıma giren toplum için, mevcut egemen ideolojiyetersiz kalmaya, sistemin kurumları işlevlerini yerine getirmemeye, temsil edenlerle temsil edilenlerarasındaki bağ kaybolmaya başlayınca, faşist dönüşüm için ortam hazırlanmış sayılabilir."

Bir görüşe göre faşizm, yeterince dış pazar ve hammadde bulamayan sanayileşmiş kapitalistülkelerde ortaya çıkmıştır. Dış pazarları ele geçiren İngiltere ve Fransa'da demokrasi gelişirken,Almanya ve İtalya'da faşist rejimlerin ortaya çıkması bundandır. Dış pazarlara açılamayan ekonomibüyüyememekte, dıştan aktarılan kâr olmayınca, içte emekçi sınıflara ödün vermek, onların tepkileriniyumuşatmak olanağı kalmamaktadır. Bu durumda toplumsal patlamaları önlemek ve sermayebirikimini sağlayabilmek için, bir baskı ve şiddet rejimi kaçınılmaz olmaktadır. Oysa dış pazarlar, kâr-ücret çelişkisini ülke dışına taşımak veya taşırmak olanağını sağlamaktadır. Ekonomik bunalımdönemleri, geniş halk kitlelerini rahatlatabilecek olanakların kısıldığı koşulları içerdiği için, toplumsalhuzursuzlukları baskı ve şiddet kullanarak önlemek, bir çözüm olarak gündeme gelmektedir.

T. Adorno ve W. Reich gibi bilim adamları, faşizmin yalnızca ekonomik koşullardan hareketleaçıklanmasını kabul etmiyorlar. Toplumdaki kültürel özelliklerin de bu açıdan büyük önem taşıdığınısavunuyorlar. Adorno, "Otoriter Kişilik ve Faşizm" adlı yapıtında; otoriteye boyun eğme, batıl inançlarıkabullenme, hoşgörüsüzlük, ırkçılık, şiddetten hoşlanma gibi eğilimlerin ağır bastığı bir kültürelyapının, faşizmin egemen olmasını nasıl kolaylaştırdığını anlatıyor.

3. GERİ KALMIŞ ÜLKE SİSTEMLERİ

Page 124: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

125

Geri kalmışlık konusuna, yeri geldikçe, çeşitli başlıklar altında değindik. Ama burada, konuyu birbütün içinde yeniden ele almak gerekiyor. Toplumlar açısından, geri kalmışlığın özellikleri nelerdir?Niçin bazı toplumlar daha hızlı gelişirken, bazıları çok daha ağır gelişmişlerdir? Gelişmişlerle gerikalmış ülkeler arasındaki ilişkiler, her iki tarafı da nasıl etkilemektedir?

Ancak bu soruların yanıtlarını verdikten sonradır ki, geri kalmış ülke rejimlerini sağlıklı bir biçimdedeğerlendirebiliriz. Bu değerlendirmeyi yaparken, gene demokratik olmaya çalışanlarla diğerlerini ayrıbaşlıklar altında ele alacağız.

a) Geri Kalmışlığın Nedenleri ve Özellikleri

Geri kalmışlık ya da azgelişmişlik, her şeyden önce ekonomik bir kavramdır. Dünya nüfusunun dörtteüçünü oluşturan geri kalmış ülke insanlarının çoğunluğu yoksul ve açtır. Bu yoksulluk, onlarıntoplumsal yapılarını ve siyasal yaşamlarını da olumsuz yönde etkiler.

Geri kalmış ülkelerde teknoloji geri, üretim düzeyi düşüktür. Ekonomi tarıma dayanmakta, sanayiçok daha sınırlı bir önem taşımaktadır. Enerji tüketimi azdır. Yeraltı kaynakları başta olmak üzere,doğal kaynaklar ülkenin kendi olanaklarıyla yeterince değerlendirilememektedir. Çünkü sermaye,teknoloji ve nitelikli insan gücü yetersizdir. Aracılardan oluşan ticaret kesimi, ülke ekonomisinden aşırıbir pay almaktadır. Kişi başına düşen ulusal gelir çok düşük, gelir dağılımı genellikle çok dengesizdir.Gelişmiş ülkelere bağımlılık, özellikle ekonomik açıdan çok belirgindir, işsiz ve yarı-işsiz oranıyüksektir.

Geri kalmışlığın ekonomik özellikleri kadar, demografik özellikleri de belirgin ve önemlidir. Gelişmişülkelerde nüfus artış hızı, bazı durumlarda sıfıra yaklaştığı halde, içlerinde Türkiye'nin de bulunduğuÜçüncü Dünya ülkelerinde, % 3'e kadar yükselen yıllık nüfus artışlarına rastlanır. Daha önce dedeğindiğimiz gibi, sağlık teknolojisindeki gelişmeler, bu ülkelerdeki çok doğum-çok ölüm dengesinibozmuştur. Özellikle çocuk ölümlerindeki, aşı kampanyalarına bağlı azalma, nüfus artış hızını daha daarttırmıştır. Yüksek doğurganlığa bağlı hızlı nüfus artışı, kişi başına düşen ulusal gelirin yükselmesini,yaşam koşullarının düzelmesini zorlaştıran etkenlerden birisidir.

Doğum oranının yüksekliğine karşılık, ortalama ömrün gelişmiş ülkelere göre düşük oluşu, buülkelerdeki nüfus yapısının da farklı olmasını sağlar: Geri kalmış ülkelerin nüfusları gençtir.Toplumlardaki gelişme düzeyi arttıkça yaşlıların oranı da artar. Yaşlıların oranının arttığı toplumlardatutucu eğilimler güç kazanırken, gençlerin çoğunlukta olması, değişiklik isteklerinin ağır basmasıdemektir. Dış dünyayla kıyaslamanın yarattığı hoşnutsuzluk, toplumsal ve siyasal yaşamda istikrarızorlaştırır.

Geri kalmış ülkelerde beslenmenin yetersizliği, insan emeğinin yeterince verimli olmasını önler.Ekonomik olanakların kıtlığına bağlı olarak eğitim olanaklarının azlığı, işgücü verimini daha daolumsuz yönde etkiler. Kadın-erkek eşitsizliğinden başlayan toplumsal eşitsizlikler, toplumun tümdüzey ve boyutlarında belirgindir. Toplumsal katmanlar arasındaki, bazen uçuruma varan farklılaşma,gelişmiş ülkelere göre çok daha çarpıcı ve rahatsız edicidir. Bu dengesizlik, toplumsal patlamalarıkolaylaştıran, iç barışı zorlaştıran bir etki yapar. Büyük ayrıcalıkları olan toplum kesimleri, buayrıcalıklarını koruyabilmek için, her türlü baskı, sindirme veya uyutma yöntemlerine başvurmakzorunda kalırlar.

Geri kalmış ülkelerin önemli bir bölümü, daha kabile aşamasından kurtulup, ulusal birliklerini bilesağlayamamışlardır. Toplumun geleneksel yapısı çözülmeye yüz tutmuş, ama eski kurumların yeriniyenileri alamamıştır. Eski ile yeni arasında bocalayan kuşaklar birbirinden kopmuş, birbirlerinianlayamaz, birbirlerine yeterince sevgi ve saygı . duyamaz olmuşlardır. Toplumda hâlâ gelenekler vegelenekçi güçler egemendir; ama hızla artan sorunlar, hızlı bir yapı değişikliğini zorunlu kılmaktadır.Tüm bu çelişkilerin yarattığı gerilim, ülkeyi kolaylıkla iki düşman cepheye bölebilir. Bu sağlıksızdurumun bir nedeni de, orta sınıfların yok denecek kadar zayıf oluşudur. Varlıklı küçük bir azınlık ileyoksul büyük çoğunluk arasında denge oluşturabilecek böyle bir sınıfın güçsüzlüğünde, bu ülkelerineski bir sömürge oluşlarının, gelişmiş bir asker-sivil bürokrasiye sahip bulunmamalarının rolü büyüktür.Türkiye, İspanya, Portekiz gibi ülkeler, bu açıdan şanslı istisnalardır.

Page 125: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

126

Geri kalmışlık olgusunu tek bir nedene bağlamak, kuşkusuz ki olanaksız. Bu çeşitli nedenleredeğinmeden önce, bazılarının öne sürdüklerinin tersine, geri kalmışlığın ırksal nedenleredayandırılamayacağını vurgulamak gerekir. Bir zamanlar çok üstün bir uygarlık yaratmış olan İnkalarve Aztekler, beyaz ırktan değildiler. Bugün geri kalmış olan Hintliler ve Çinliler eskiden beyazlardançok daha ileri bir uygarlığın yaratıcısıydılar. Bugün bile beyaz ırktan olan birçok geri kalmış ya dagelişmekte olan toplum varken, sarı ırktan Japonlar, en ileri toplumlar arasında yer almaktadırlar.

Geri kalmışlığın nedenlerinin başında coğrafi etkenler gelir. Verimsiz, zengin maden yataklarındanyoksun topraklar ve kurak, çok sıcak veya soğuk bir iklim, daha başlangıçta gelişmeyi zorlaştıran birdoğal ortam oluşturur. Açık denizlerle bağlantısı olmaması, özellikle gelişmenin belirli bir aşamasındaolumsuz etki yapabilir. Yeni denizaşırı yolların aranması gereği, denizcilik teknolojisini geliştirmiş,başlıca denizci ülkelerin giderek sömürgeler edinmesine, hızla zenginleşmesine ve gelişmesine nedenolmuştur.

Demografik koşulların gelişmişlik düzeyi üzerindeki etkisini de biliyoruz. Hızlı nüfus artışı, çok dahahızlı bir gelişme sağlanamayınca, ekonomik büyüme hızını ağırlaştıran, sorunların çözümünü ve buarada açlık sorununun çözümünü zorlaştıran bir etki yapmaktadır.

Ekonomik gerilik, sermayenin ve sanayinin yetersizliği ile belirginleşir. Ama sermaye olmayıncayatırım yapılamaz, yatırım yapılamayınca gelir artmaz ve teknoloji gelişmez. Düşük gelir ve teknolojikdüzey ise, sermaye birikimini engeller. Bunlar geri kalmışlık kısır döngüsünün öğeleridir. Yeraltı veyerüstü kaynakları zengin olanlar, önemli ticaret olanaklarına sahip bulunanlar, coğrafi konumlarınedeniyle bazı teknolojileri daha önce geliştirme şansını ele geçirenler, sermaye birikimini sağlamış,gelişmelerini, ekonomik büyümelerini hızlandırmışlardır. Büyüyen ekonomi, yeni teknolojilerigeliştirmeyi kolaylaştırmış ve böylece, gelişmişlerle geri kalmışlar arasındaki açıklık kapanacağınadaha da artmıştır.

Gelişme düzeyi üzerinde rol oynayan önemli bir etken de, kültürdür. Örneğin Japonya'nın hızlagelişip ön sıralara yerleşmesinde, Japon halkının kültürel özelliklerinin belirleyici olduğunu biliyoruz. Bunedenle, bir Japon kalkınma modelini, o kültür yapısı olmadan, taklit etmek olanaksızdır. Eğer birtoplumda insanlar disiplinliyse, çalışkansa, işvereni bir çeşit baba ve işyerini de aile gibi görebiliyorsa,bunun nedenini o toplumun tarihsel evriminde aramak gerekir. İnsan-doğa ilişkisi ilk davranışbiçimlerini ve o doğal çevreye uygun teknikleri yaratır, insan, çevrenin önüne çıkardığı sorunlara göredavranır ve çözümler arar. Evrimin daha sonraki aşamalarında karşılaşacağı sorunlara da, öncekideneyimlerinin ışığı altında, önceki alışkanlıklarıyla yaklaşır. (Claude Levi-Strauss, ırkın kültürü değil,kültürün geniş anlamıyla ırkı belirlediği görüşünü savunuyor.)

Geri kalmış ülkelerin özelliklerinden söz ederken, emperyalizm olgusuna da değinmek zorundayız.Bu olguyu göz önüne almadan, bu ülkelerin siyasal evrimlerini yeterince değerlendirebilmek olanağıyoktur. Emperyalizm, bugünkü kullanımı içinde genel anlamıyla, bir ulusun başka bir ulusudenetleyebilmesidir. Çağımızda bu, sömürgeleştirme ve doğrudan işgal dışındaki süreçlerlegerçekleşebilmektedir. Lenin'e göre, emperyalizm, kapitalizmdeki tekelleşmenin son aşamasıdır. AmaMao, Sovyetler Birliği'nin de "halk demokrasileri"ni ekonomik denetim altına aldığına dikkat çekerek,bunu "sosyal emperyalizm" olarak adlandırmıştır.

Rudolf Hilferding, emperyalizmin üç aşamadan geçtiğini söylüyor. Birinci aşamada, gelişmişkapitalist ülkeler, geri kalmış ülkeleri ticaret yoluyla etkiliyor, dış pazarlarını genişletiyor. Bu aşamada,bir yandan bu ülkeler ekonomik sömürüye uğrarken, öte yandan geleneksel ekonomik yapıları yıkılıp,kapitalist süreçler harekete geçiyor, ikinci aşamada, geri kalmış ülkeler, gelişmiş ülkelerin gereksinmeduydukları hammadde ve tarımsal üretim üzerinde uzmanlaşmaya itiliyorlar. Yani, uluslararasıişbölümünde, sanayi üretimini gelişmişler, hammadde ve tarım ürünü üretimim ikinciler üstleniyorlar;sanayi mallarının fiyatları ile diğerlerinin fiyatları arasında denge hep birinciler lehine bozuluyor.

Eski sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaya başlamalarıyla birlikte, üçüncü aşamaya giriliyor,ileri teknoloji geliştirme olanağından yoksun, teknolojik açıdan dışa bağımlı olan bu ülkeler, emek-yoğun geri teknolojileri seçip, kendi sanayilerini yüksek gümrük duvarlarıyla koruyorlar. Bunun üzerine,gelişmiş ülkeler, geri kalmışların zayıf burjuvazisiyle işbirliği yapıp, o ülkelere "yabancı sermaye"aracılığıyla girmenin yolunu buluyorlar. Aslında söz konusu olan, çok uluslu tekelleşmiş sermayedir.

Page 126: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

127

Sanayileşmek için yabancı sermaye ve yabancı teknolojiye gerek duyan ülkelerin borç yükü sürekliartarken, giderek daha bağımlı duruma geliyorlar.

Emperyalizmin, geri kalmış ülkelerdeki geleneksel dengeleri bozduğu, ama onun yerine,kendininkine benzer dengeleri de kuramadığı söylenebilir. Çünkü geri kalmış ülkelerin benzeri dışpazarlar elde etmeleri, hele benzeri bir dış sömürü düzeni kurmaları çok zordur. Bu nedenle de, içtekisınıfsal çelişkiler, özellikle de emek-sermaye çatışması artar. Çünkü, dışardan aktarılacak olanaklarbulunmayınca, sermaye birikimi ancak geniş halk kitlelerinin kemerleri sıkmasıyla sağlanabilir. Oysabu kitleler, yaşamlarım sürdürebilmek için zorunlu gereksinmelerini bile güçlüklekarşılayabilmektedirler. Üstelik, emperyalizmin kitle iletişim araçlarıyla dünyaya yaydığı büyük tüketimeğilimi, böylesi bir fazla yetinme tutumunun gönül rızasıyla benimsenmesini olanaksız kılar.

b) Azgelişmiş Demokrasiler

Hiç kuşku yok ki, çoğulcu bir demokrasi, ancak çoğulcu bir toplumsal yapıda gelişebilir. Oysageleneksel yapının ağırlığını koruduğu, aşiret veya toprak ağaları ile dinsel güçler ittifakının karşısına,çağdaş teknolojiye dayalı üretici güçlerin çıkamadığı durumlarda, çoğulcu değil, ancak tekilcitoplumlardan söz edilebilir. Bu nedenle de, geri kalmış ülkelerde demokratik rejimlerin yaşayabilmesizordur.

Gabriel Almond'a göre; Batı'da önce uluslar, sonra hükümet otoritesi ve yasaya saygı alışkanlığıoluştu. Zamanla seçim, siyasal partiler, baskı grupları ve iletişim araçları gelişti. Bunların sonucuolarak, "uyruk"lar "yurttaş"a dönüştü. Sonunda da sıra, refah isteklerinin gerçekleşmesine geldi. Oysa,"Yeni ulusların devlet adamları, bu sorunların hepsiyle aynı anda karşı karşıya kalıyorlar." Almond vePowell'in birlikte belirledikleri gibi, geri kalmış ülkeler, devleti, ulusu, katılmayı ve paylaşmayı birliktegerçekleştirmek zorundalar.

Siyasal bağımsızlıklarını yeni kazanmış olan ülkelerin seçkinleri için demokrasinin belirli bir çekiciliğivardır. Çünkü içlerinde önemli bir kesim, Batı üniversitelerinde okumuş ya da Batı kültürünün dolaylıyollardan etkisinde kalmışlardır. Üstelik özgürlük, özellikle aydınlar için doğal bir gereksinmedir, insanbenliğini bulduğu ölçüde, toplumsal sorunlar üzerinde düşünmek ve düşündüğünü açıkçasöyleyebilmek ister, buna engel olunduğunda mutsuz olur. Bu açıdan da demokrasi, yeni uluslarınaydınları için çekicidir. Tüm aydınlar için olduğu gibi, onlar için de demokrasi yalnız bir araç değil, aynızamanda bir amaçtır.

Buna karşılık, geri kalmış ülkelerin hızla sanayileşmek zorunda olmalarının gerektirdiği özverilerindemokrasi içinde sağlanması kolay değildir. Halkın çoğunluğunun okuma-yazma bile bilmemesi, açlıkya da yarı-açlık içinde olması da demokrasiyi zorlaştırır; en az insanca yaşam koşullarına sahipbulunmayan toplum kesimleri açısından anlamsızlaştırır. Seçme ve seçilme hakkı, bu insanlar için,ancak yoğun yoksulluğu değiştirme umudu verebildiği ölçüde önem taşıyabilir. Yoksa seçimleranlamını yitirir ve Duverger'nin deyimiyle; "Demokrasinin biçimsel yöntemleri, uygulandıkları zaman,sadece kitlelere kendilerinin çıkarı için oy verdirten derebeylerinin egemenliğini gizlemeye yarar."Demokrasinin araç olarak görülmekten çıkıp amaç olabilmesi, halk kitlelerinin belirli bir eğitim veyaşam düzeyine ulaşmış olmasına bağlıdır. Geri kalmış ülkelerin, demokrasinin özünden çokbiçiminden yararlandıklarını söylemek yanlış olmaz. Siyasal bağımsızlıklarım elde ettikten sonra,Güneydoğu Asya ile Afrika ülkelerinin çoğu ilk aşamada parlamenter sistemi denediler. Hattaanayasalarının kaleme alınması için, ünlü batılı anayasa hukuku uzmanlarından yararlandılar. Ancakbunlar içinde, yalnız Hindistan, Türkiye ile birlikte, parlamenter sistemi demokratik bir yönde geliştirip,yaşatma şansına sahip oldu.

Türkiye ile Hindistan'ın bu başarısında, iki önemli ortak koşul rol oynadı. Güçlü, kalabalık birbürokrasi ve toplum üzerinde çok büyük etkisi olan bir ulusal önder. Türk toplumu, yüzyıllar süren birimparatorluğu yönetmiş sivil-asker bir bürokrat kadroya sahipken, Hint bürokrasisi, sömürgeci ülkeİngiltere tarafından yetiştirilmişti ve sadece sayıca kalabalık olmakla kalmıyor, bazıları da İngiltere'deeğitim görmüş olmanın etkilerini taşıyordu. Parlamenter demokrasiyi kurmak isteyen öncü güçler de,onların toplumsal dayanağını oluşturacak belirli bir orta sınıf da, bu sayede ortaya çıkmıştı.

Page 127: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

128

Türkiye'de Mustafa Kemal Atatürk'ün, Hindistan'da ise Pandit Nehru'nun bu gelişimde oynadıklarırolü biliyoruz. Ama bu iki ülke arasındaki, iki önemli farkı bu vesileyle vurgulamak gerekir: Hindistan'ınçok karmaşık bir etnik yapıya, çok uluslu ve çok inançlı bir toplumsal yapıya sahip olmasına karşılık,Türkiye uluslaşma sürecinde çok ilerlemiş, daha tutarlı bir toplumsal yapıya sahipti; demokrasiyikurmak açısından önem taşıyan ulusal bütünlüğünü sağlaması zor olmadı.

Bu birinci fark, Türkiye'de siyasal kurumların demokratikleşmesini kolaylaştırırken, rejimin dayandığısiyasal partiler açısından Hindistan daha şanslıydı. Türkiye'de Atatürk'ün kurduğu siyasal parti (CHP),çok köklü bir devrimin ve 27 yıllık tek parti yönetiminin yıpranmışlığı ile ikinci parti durumuna düşerken;Hindistan Kongre Partisi, Duverger'nin deyimiyle "Egemen Parti" niteliğini ve iktidarı korudu. Hatta,Nehru ailesinin (Pandit Nehru, kızı Indra Gandi, torunu Rajiv Gandi...) üyelerinin önderliği büyükölçüde sürdü ve rejimin istikrarında rol oynadı.

"Üçüncü Dünya" ülkeleri içinde parlamenter sistemi deneyenler, bu iki istisna dışında, ya zamanlarejimlerinin sivil veya askeri diktatörlüklere ya da başkanlık sistemine dönüştüğünü gördüler. LatinAmerika ülkeleri ise, zaten ABD rejiminin etkisi altında kalarak, doğrudan başkanlık sisteminidenemekle işe başlamışlardı. Bu ülkelerin toplumsal özelliklerinin ve demokratik kültür yokluğunun,parlamenter sistemden çok başkanlık sistemine yatkın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama bu türülkelerde, başkanlık sisteminin yürütmeye istikrar kazandırma şansının daha büyük olmasına karşılık,ülkedeki siyasal çatışmayı sertleştirme ve dikta eğilimlerini arttırma gibi bir etkisi olduğu dayadsınamaz.

Kemalist model, özellikle Ortadoğu ve Afrika ülkeleri üzerinde etkili olurken, Latin Amerika ülkeleriüzerinde de Meksika modeli etkili oldu. Toprak reformuna ve işçi sendikalarına önem veren birbaşkanlık sistemi olarak Meksika modeli, muhalefeti boğmamakla birlikte, Hindistan'daki gibi bir"Egemen Parti"ye dayanıyor. Kurumsal Devrim Partisi'nin ismi bile, geri kalmış ülkelerin ikili ve çelişkiligereksinmesi olan, hızlı değişme ile birlikte istikrarı çağrıştırıyor. Küba'daki Castro devriminin özelliklebaşlangıç yıllarındaki başarısı ve çekiciliğinin, Meksika modelinin Latin Amerika'daki etkisini bir ölçüdeazalttığını söyleyebiliriz.

Geri kalmış ülkelerde başkanlık sistemine daha çok rastlanmasının en önemli nedeni, parlamentersistemin siyasal istikrarı zorlaştırmasıdır. Ulusal bütünlüğü henüz yeterince sağlayamamış, hızlıtoplumsal değişme nedeniyle geleneksel yapı çökerken, zıtlıkların, çelişkilerin, bölünmelerin arttığı,eski ile yeninin yan yana yaşadığı ve eski ile yeni arasında bocalayanların çoğunluğu oluşturduğu birortamda, aynı partinin uzun süre çoğunluğu koruması kolay değildir. Koalisyonların gerektirdiğiuzlaşma ve hoşgörü alışkanlığı ise, henüz bu gibi ülkelerde yerleşmemiştir. Çünkü bunlar, yaşanarak,hata yapılarak, zaman içinde edinilen alışkanlıklardır. Oysa başkanlık sistemi yürütme organına istikrarve otorite sağlar.

İster parlamenter, isterse başkanlık sistemi aracılığıyla olsun, demokrasinin -kaba çizgilerle de olsa-uzunca süre uygulanabildiği Türkiye, Hindistan, Meksika, Şili, Arjantin gibi ülkeler, diğer geri kalmışülkelere göre daha fazla gelişmişlerdir. Demokrasinin tümüyle başarısız olduğu ülkeler ise, ekonomileritemelde tarıma dayalı olan, ya hiç ya da çok az sanayileşmiş, nüfusun ezici çoğunluğunun kırsalkesimde oturduğu ülkelerdir. Bu sınıfa giren ülkelerde, yalnız ekonomik yapı değil, toplumsal yapı dademokrasiye elverişli değildir.

Ulusal Birliğin yeterince sağlanamamış olduğu bu ülkelerdeki toplumsal özelliklerin demokratiksistemle bağdaşmayan yanlarını Erhan Koksal şöyle sıralıyor: "Siyasal ve toplumsal eşitsizlikleriiçeren, babaerkil davranışları destekleyen, otoriter siyasal yapılan kolaylıkla kabul eden, en azındanhoşgörü ile karşılayan, ulusal-hukuksal otoriteden çok, karizmatik, geleneksel, kişisel, olağanüstüotoritelere değer veren, hatta büyük ve boş inançların devlet yönetiminde etkili olabildiği bir değerlersistemi..."

Demokrasi, insan onuruna en uygun rejim olmakla birlikte, kurulması ve yaşatılması hiç de kolayolmayan bir rejimdir. 1929 büyük dünya ekonomik bunalımı gibi çalkantılara, gelişmiş ülkedemokrasilerinin bile dayanamadığı ve yıkılarak, yerlerine acımasız baskı rejimlerinin kurulduğu gözönüne alınırsa, azgelişmiş ülkelerin azgelişmiş demokrasilerinin bunalımlar karşısındakidayanaksızlığını doğal karşılamak gerekir. (Tıpkı, büyükleri nezle eden bir soğuğun, çocukların zatürreolmaları sonucunu doğurabilmesi gibi...) Demokrasi, gelişmiş ülkelerde doğal koşullarda, neredeyse

Page 128: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

129

kendiliğinden oluşmuşken, geri kalmış ülkelerde "sera"larda yetiştirilmektedir. Bu nedenle de,yaşaması ve gelişmesi için, giderek doğal ortamla bütünleşmesi için, ayrı bir özen göstermek gerekir.Bunalımlı dönemlerde, koşulların zorluklarını ve kişilerin günahlarını demokrasiye bağlamak yanlıştır.

c) Tek Partili Rejimler

Batılı ülkeler önce sanayi devrimini yaşadılar, kitlesel eğitim sonradan geldi. Oysa Üçüncü Dünyaülkelerinde, tersine, önce zihinler değişiyor, maddi çevredeki değişmeler arkadan geliyor. Maddikoşullar ağır değiştiği halde, manevi koşullar hızlı bir değişim geçiriyor. Gelişmiş ülkelerde olupbitenleri izleyen, onlardan etkilenen insanlar, kendi ülkelerindeki koşulların istekleri ölçüsündeiyileşmemesinden rahatsız ve mutsuz oluyorlar. Başka bir deyişle, ekonomik kalkınma toplumsaluyanışın gerisinde kaldığı, toplumsal düzen yarattığı beklentileri karşılayamadığı için, doğanhuzursuzlukları bastırmak, patlamaları önleyebilmek, insanları daha azına razı edebilmek için, baskırejimleri kaçınılmazlaşabiliyor.

Roger-Gerard Schwartzenberg'in de vurguladığı gibi, geri kalmış ülke rejimlerinin -bazı istisnalardışında- üç önemli özelliği var: Tek parti, kişisel iktidar ve baskı.

Orta sınıf güçlendikçe, demokrasinin yaşama şansı artar. Ezilmiş, çıkarlarını savunmak için yasalolanaklardan yoksun kalmış bir işçi sınıfı, komünizme temel oluşturur. Oysa geri kalmış ülkelerinçoğunluğunda, ne birinci duruma rastlanır ne de ikinci. Demokrasiyi kuramayan bu ülkelerin, Lenincikomünist tek partiye dayalı bir rejim oluşturmaları da zordur. (Çin, Vietnam, Kamboçya ve Kübarejimleri, bu modele bir ölçüde yaklaşmakla birlikte, özel koşulların ürünüdür. Çin'de ve Vietnam'da,daha çok kırsal kesime dayanan komünist partiler, ulusal kurtuluş savaşı ile, Küba'da ise, tüm barışçıyolları tıkayan bir diktatöre karşı mücadele ile bütünleşerek iktidar oldular. Kamboç rejimi ise, içtekievrimden çok, dış etkilerin ürünüdür.)

Geri kalmış ülkelerde rastlanan tek parti modelleri, daha çok Kemalist tek partiden etkilenmişolmakla birlikte, yerine göre faşist ve bazı durumlarda komünist tek parti özelliklerinden deesinlenmişlerdir. Ama buradaki tercihler, yöneticilerin kişisel eğilimlerinden çok, ülkelerinin koşullarınınsonucudur. Siyasal bağımsızlığın kazanılmasından sonra, geri kalmış ülkelerin önemli bir kesiminde, iki ya daçok partili demokrasi denemeleri yaşandığını daha önce de belirtmiştik. Ama ekonomik ve toplumsalatılımlardaki başarısızlıklar ve uyanan beklentilerin karşılanamaması sonucunda doğan düş kırıklığı,kendisine yıkılacak hedef olarak, çok partili sistemi seçmekte gecikmemiştir. Siyasal bağımsızlıklabirlikte doğan aşırı iyimser beklentilerin gerçekleşmemesi, kısa zamanda siyasal sisteme bağlanmış vetek parti yönünde hızlı bir gelişme ortaya çıkmıştır.

Tek parti, bu ülkeler açısından, bir yandan ulusal bütünleşme, bir yandan da ekonomik ve toplumsalçağdaşlaşma aracı olarak görülmüştür. Henüz bir ulus oluşturamamış olan bu toplumlarda, çok partilisistem, kabile ve aşiret bölünmelerinin, etnik ve bazı durumlarda dinsel farkılıkların, partiler aracılığı ileyansıması tehlikesini getirmiştir. Toplumun daha uluslaşmadan bölünmesi ve hatta -bazı durumlarda-daha küçük devletçiklere ayrılması olasılığı ortaya çıkmıştır.

Çad ilerici Partisi'nin 1963'deki genel kurulunda Tombalbaye'nin sarf ettiği şu sözler, tek partininnasıl modernleşme aracı olarak görüldüğünü çok iyi yansıtıyor: "Devam eden gelişme, tüm enerjilerinbir araya gelmesini ve herkesin aynı hedefte birleşmesini gerektirmektedir. Tek parti, bu alanda,harekete geçirici bir güç olarak, temel bir rol oynayacaktır."

Daha önce de vurguladığımız gibi, çoğulcu siyasal sistem, çoğulcu toplumsal yapının bir ürünüdür.Tekilci bir rejim, çoğulcu bir yapının üzerinde sıkıntı yaratır; tıpkı iki ayaklı bir insanın, tek paçalı birpantalonla yürümesi gibi... Ama toplumsal işbölümünün yeterince gelişmediği, toplumun çoğulcu birgörünüm kazanmadığı durumlarda, siyasal çoğulculuk gereksinme olmaktan çıkıp, yapay bölünmelerede neden olabilir. Lenin, tek sınıflı -yani sınıfsız- toplumun hedeflendiği Proleterya Diktatörlüğünde, tekpartiden fazlasına gerek olmadığını düşünürken, kendi içinde tutarlıydı. Geri kalmış ülkelerin çoğundaise, sınıflararası çelişkilerin belirginleşmediği, uzlaşmaz toplumsal çelişkileri olan toplumsal sınıflarınhenüz ortaya çıkmadığı gerekçesiyle, birden fazla siyasal partiye gerek olmadığı görüşüne yaygınolarak rastlanıyor. (Benzer bir görüş, cumhuriyetin ilk yıllarında KADRO Dergisi etrafında toplanan birgrup aydın tarafından Türkiye'de de savunulmuştu.)

Page 129: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

130

Geri kalmış ülke tek partileri, yapı olarak komünist ve faşist tek partiden çok Kemalist tek partiyedaha yakındır. Bu partiler, öncü ve aşırı disiplinli seçkin bir kitleye değil, olabildiğince yaygın halkyığınlarına dayanmaya çalışırlar. Çünkü amaç, itici bir güç oluşturmaktan çok, önderin otoritesinigüçlendirmek ve ona destek olmaktır. Ülkede var olmayan demokrasi parti içinde de yoktur. Parti içiseçimler, üyelerin yukarıda saptanan adayları onaylamalarından öteye anlam taşımazlar. Partidekideğişmeler tabandan değil, tavandan kaynaklanan kararlar sonucu ortaya çıkar. Tavanda egemenolan da, genellikle tek bir kişidir.

Bu yapıdaki bir tek partiye dayalı rejimin, otoriter olması, baskıcı olması kaçınılmazdır. Üstelikişbölümünün yeterince gelişmemesi sonucu, toplumsal işlev ve yetkilerin belirli kurum ve ellerdetoplanmış bulunması, rejimin bu özelliğini güçlendirmektedir. Ulusal birliğin sağlanması ve ekonomik-toplumsal gelişmenin hızlanması için, güçlü bir merkezi otoritenin varlığı da, çoğunlukla bir ön koşulgibi görünmektedir. Bu durum, Avrupa'da feodal beyliklerin yıkılıp ulusal devletin kurulmasıaşamasındaki "mutlak krallık" rejiminin varoluş nedenine benzetebiliriz, iktidarın derebeyler arasındapaylaşıldığı bir toplumun uluslaşabilmesi için, iktidarın tek elde toplandığı böyle bir aşamadan geçmesiherhalde kaçınılmazdı.

Tek parti diktatörlükleri, çoğunlukla, yasama meclisinin, seçimlerin -anlamlarını büyük ölçüdeyitirmiş olmakla beraber- korunduğu, sivil diktatörlüklerdir. Oysa Üçüncü Dünya'nın askeridiktatörlüklerinin, bu tür anayasal kurumlara, görünüşü kurtarmak için saygı gösterdikleri durumlaristisna sayılabilir. Bunun nedeni ise, askerlerin sivillere duydukları güvensizlik ve küçümsemedir;askeri diktatörlüklerin amacı, karışıklığı ve rüşveti önleyip, etkili bir yönetim kurmak, ulusal bütünlüğüsağlamaktır. Ama ya ordunun başındaki kişisel çekişmeler, ya da özellikle Afrika'da görüldüğü gibiastüst çelişki ve çekişmeleri, askeri iktidarın istikrarını olumsuz yönde etkiler. Sierra Leone veDahomey gibi ülkelerde, ilk darbeyi yapan general ve albaylar yüzbaşılarca, yüzbaşılar daastsubaylarca devrildi. Genç ülkelerde, darbe yapıp kendisini mareşal ilan eden çavuşlara bilerastlandığını biliyoruz.

ç) Askeri Diktatörlükler

Geri kalmış ülkelerde, sermaye sahipleri de, emekçi kesimler de yeterince güçlü değildir. Bu iki temelsınıfın güçsüzlüğü, ordunun rejim içindeki ağırlığını ve daha bağımsız hareket etme olanağını arttırır.Ordunun toplumsal güçler dengesindeki önemi, geri kalmışlık ölçüsünde ve bunalım dönemlerindedaha da artar. Sivil seçkinlerin güçsüzlüğü, asker seçkinlerin önemini büyütür. Karşı koyacak, dengeoluşturacak bir gücün ya da güçlerin yokluğu, askeri darbeleri ve askere dayalı rejimleri kolaylaştırır.Güçlü partilerin, sendikaların, derneklerin, etkili ve bağımsız kitle iletişim araçlarının bulunmayışıkarşısında, iyi örgütlenmiş tek güç olarak, ordunun ağırlığı çok artar. 1985 yılında dünyada var olan 56askeri diktatörlüğün hepsinin de geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde bulunması bir rastlantısayılamaz. Ülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe diktatörlük tehlikesinin azaldığını, ama tümden yok olmadığımbiliyoruz. Buna karşılık, geri kalmışlıktan kurtulmuş ülkelerdeki diktatörlüğün askeri olma olasılığı yokdenecek kadar düşüktür. Çünkü bu ülkelerde temel sınıflar güçlenmiş, toplumun çoğulcu yapısı içindesilahlı kuvvetlerin ağırlığı göreceli olarak azalmıştır. Ne komünist ne faşist diktatörlükler, askeridiktatörlükler değil, çağdaş tek parti diktatörlükleridir.

Siyasal sistem ve gelişme düzeyi ne olursa olsun, ordu her ülkede, bir tür kendine özgü baskı grubuolarak siyasal yaşamda ağırlık taşır. Bu niteliği ile de, siyasal süreçlere -azalan ya da artan ölçülerde-etki yapar. Ama ordu darbe yapıp doğrudan iktidara el koyduğu zaman, artık sistem nitelik değiştirmişdemektir. Bu önemli olayı incelerken, sırayla şu soruların yanıtlarını vermeye çalışacağız: (1) Ordununsiyasal gücü nereden geliyor? (2) Askeri diktatörlükler hangi koşullarda ortaya çıkıyor? (3) Askeridiktatörlüklerin yönünü ve biçimlenmesini hangi etkenler belirler? (4) Askeri diktatörlükler niçin ve nasılsonuçlanırlar?

(1) Ordu, çağdaş toplumlarda, en iyi örgütlü, en disiplinli, en gelişmiş silahlara sahip bir güçtür.Sopalarla, tırmıklarla, kılıç ve oklarla sarayların basıldığı, şatoların ele geçirilebildiği dönemler geridekalmıştır. Modern bir ordunun karşısında, sivil güçlerin direnme olanakları çok azdır. Eğer BirinciDünya Savaşı sırasında Rus Ordusu maddi ve manevi açıdan çökmüş olmasaydı, Lenin vearkadaşlarının 1917 Devrimi'ni gerçekleştirebilmeleri -belki de- olanaksızdı.

Page 130: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

131

Çağdaş ordular güçlerini yalnızca silahlarından değil, aynı zamanda tek merkezden yönetilen,disiplinli örgütlenmelerinden alırlar. Askerlerin sivil örgütleri küçümsemelerinin başta gelen nedenibudur. Sivil kurum ve kuruluşların laçkalaştığı bunalım dönemleri, askerlerin disiplinli örgütünü bir katdaha önemli kılar.

Ordu, gerek maddi gücü ve disiplini, gerekse ülke bağımsızlığının bir simgesi olarak, aynı zamandamoral bir güce de sahiptir. Bu moral güç, halkın ona duyduğu saygı ve güvenden oluşur. Tarihselevrime ve ülkenin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak, bunun düzeyi ülkeden ülkeye değişir. AmaABD gibi, demokratik gelenekleri oldukça güçlü ülkelerde bile ordunun yadsınamaz bir ağırlığı vardır.Ulusal savunmadaki başarısı ve iç siyasetteki yıpranmamışlığı bu önem ve ağırlığı arttırırken,savaşlardaki yenilgiler ve iç siyasete fazla karışmanın verdiği yıpranmalar olumsuz etki yapar.

Sonuç olarak, S. E. Finer'e katılarak şu soruyu sorabiliriz: "Ordu tüm sivil güçlerden yüz kat daha iyiörgütlenmiş olduğuna ve modern silahlara sahip bulunduğuna göre, askerlerin niçin bazen siyasalyaşama karıştıklarını sormak yerine, niçin her zaman karışmadıklarını araştırmak daha doğru olmazmı?"

(2) Bir orduyu siyasete doğrudan karışıp, siyasal iktidara el koymaya iten nedenler, o ordunungeleneklerinden kendini algılayış biçimine, sivil kurumların durumundan ülke ekonomisinin durumunakadar birçok etkenle bağımlıdır.

Ordunun hangi tarihsel koşullarda doğduğu önemlidir: Bazı ordular, Senegal'de. olduğu gibi, eskisömürgeye siyasal bağımsızlık verilmesinden sonra kurulmuştur. Bazı ordular, Cezayir'de olduğu gibi,bağımsızlık savaşı içinde oluşmuşlardır. Bazıları ise, Sovyet Rusya'da olduğu gibi, bir parti tarafındanörgütlenmiştir. Görece genç sayabileceğimiz bu orduların devlete ve sivil kurumlara bakış açılarıarasında bazı farklılıklar olması doğaldır. Üçünün de gelenekleri henüz oluşmamıştır; ama içlerindesivil iktidara en saygılısı, elbette ki, bizzat bir sivil güç tarafından biçimlendirilmiş bulunan "Kızıl Ordu"dur. Eğer bağımsızlık hareketine ya da devletin kurulmasına siviller öncülük etmemişlerse, genç birdevlette, askerlerin sivil iktidara saygısını sağlamanın çok kolay olmadığını söylemeliyiz.

Osmanlı Ordusu, tarihinde bazı ayaklanma girişimleri bulunmakla birlikte, merkezi iktidara saygıgeleneğinin bulunduğu eski bir orduydu. Buna karşılık, genç cumhuriyetin kurulmasında da, dayanılantemel güçtü. Kendi başkomutanı ve silah arkadaşlarının iktidarı devraldıkları andan başlayarak, siviliktidara saygı geleneğini yaratacak süreçler harekete geçti. Eski uzun geçmişi bu eğilimikolaylaştırıyordu. (Sivil iktidarların ve sivil kurumların ömürleri ne kadar uzun olursa, askerlerinsiyasete doğrudan karışma eğilimleri o ölçüde azalır. Darbeler sıklaştıkça, askerin siyasete doğrudankarışması da bir tür gelenek oluşturmaya başlar.)

Bağımsızlık ya da ulusal davalar için dışa karşı verilen savaşlardaki başarı ya da başarısızlığı da,askerlerin iç siyasete yönelik ilgilerinde önemli ağırlık taşır. Başarılı bir İsrail Ordusu, gücünün vetoplumdaki saygınlığının bilincindedir. Çok önemli nedenler bir araya gelmeden, iç siyasete girerekyıpranmayı elbette ki istemez. Ama yenik ve ezik Arap Orduları için durum farklı olmuştur. Dışdüşmanı yenemeyenler, içte düşman aramışlar (örneğin komünizm), bazı durumlarda ezikliklerini içdüşmana karşı gidermeye çalışmışlardır. Kara Afrika'da yaygın olduğu gibi, dışta hiç savaş vermemişordular ise, bazı durumlarda güçlerini içte gösterebilmek fırsatını ele geçirmekten memnun olabilirler.

Ordular, yapıları ve işlevleri gereği, ülkenin bağımsızlığına, her şeyin bir düzen içinde yürümesineve ulusal bütünlüğün korunmasına önem verirler. Kendi içlerinde önem taşıyan ve işlerin yürümesi içinönkoşul olan disiplinin, sivil yaşamda da işlerin yürümesi için şart olduğuna inanırlar, içteki gelişmelerinülkenin bağımsızlığım ve ulusal bütünlüğü tehlikeye attığını düşündüklerinde, darbe eğilimleri başlar.Sivil yaşamdaki düzensizlik ve disiplinsizliğin yaygınlaşması, bu eğilimleri güçlendirir.

Kendi kendini yönetemeyenler, başkaları tarafından yönetilmeyi beklemelidirler. Ülke sorunlarınıçözemeyecekleri izlenimini veren siviller, askerlerin işe karışmasına çağrı çıkarıyorlar demektir. Halkınsiyasal partiler, yargı organları, üniversiteler, sendikalar gibi sivil kurumlara olan saygısının,bunalımdan sivil önder ve kurumlar aracılığıyla çıkılabilmesi umudunun azalması ölçüsünde, ordununişe karışması olasılığı artar. Cumhurbaşkanı, başbakan, hükümet ve yasama organının saygınlığıözellikle önem taşır. 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde darbe girişimlerinin başarısızlıkla

Page 131: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

132

sonuçlanmasında, zamanın başbakanı İsmet İnönü'nün gerek ordu gerekse sivil kurumlar gözündekisaygınlığı önemli rol oynamıştır.

Geri kalmış ülkelerin çoğunda tek parti ya da egemen bir partiye dayalı siyasal sistemlerin varlığınıbiliyoruz. Askeri rejimlerin oluşması açısından, bu partinin gücü ile ordunun gücü ve konumuarasındaki denge önem taşır. Meksika'daki egemen parti devletle bütünleşmiş ve önemli bir halkdesteği sağlamıştır. Tunus'ta ve Hindistan'da, parti bağımsızlık savaşındaki yerinden dolayı çok saygınbir konumdadır. Bu durum, Cumhuriyet Halk Partisi açısından, 1970'li yıllara gelinceye değin, Türkiyeiçin de geçerliydi. Yugoslavya'da da, Tito'nun partisinin çok etkili bir örgütlenmesi vardı. Tüm bunlar,ordunun siyasal yaşama doğrudan karışmasını ve özellikle de askeri bir rejim kurmasını zorlaştırandurumlardır. Sivil düzenin başarısızlığı ve anayasanın toplumda belirgin bir saygınlığının olmaması,darbe ve askeri rejim olasılığını arttırır.

Fazla önemli toplumsal sorunlarının bulunmadığı ve özellikle de sivil güçlerin orduya başvurmamakonusunda uzlaştıkları ülkelerde askeri diktatörlük kurmak çok zordur. Sıkıyönetim ya da otoriter birsivil yönetim nedeniyle, ordu zaten etkili bir eylem ve baskı alanına sahipse; bu durum da, ordununsaygınlığının bu çerçeve içinde korunabilmesi koşuluyla, darbe ve askeri rejim olasılığını azaltabilir.

Orduda verilen eğitim, özellikle de subayların yetiştirilmesindeki öz ve biçim, askerlerin sivil kurumve kuruluşlara, ülkeyi yönetenlere bakış açılarını ve yaklaşımlarını yakından etkiler. Demokratik birsistemi amaçlayan toplumların, bu konuya özel bir önem vermeleri gerekir. Sivilleri küçümseyerek,askeri bir disiplinin sivil yaşamın düzenlenmesinde de geçerli olduğuna inanarak yetişen geleceğinsubayları, askeri darbelerin ve rejimlerin potansiyel gücünü oluşturur.

Ordunun, kendisine karşı koyabilecek bir gücün bulunmadığının bilincinde olması da, siyasetedoğrudan karışmasının ön koşullarındandır. Ordudan gelecek bir harekete gene ordu içinden başka birgücün karşı koyması olasılığı caydırıcı bir etki yapar. Ama söz konusu karşı güç, ülke içindenolabileceği gibi, ülke dışından da olabilir. Büyük devletlerin doğrudan karışmasıyla başarısız kalandarbe girişimlerinin istisna oluşturduğunu düşünmek yanıltıcıdır.

Bu söylediklerimizden hareketle, ancak bütün ordunun görüş birliğinde olduğu darbelerin başarıyaulaşabileceğini sanmak da doğru olmaz. Alain Rouquie, askeri darbe ve rejimlerin laboratuvarıniteliğindeki Latin Amerika deneyimlerini değerlendirerek şöyle diyor: "En kurumsal ve görünüştehemfikir müdahaleler bile, ancak kamuoyu ve özellikle ordunun kendisi, buna uzun bir sürehazırlanmışsa, kusursuz bir şekilde cereyan edebilir. Bunun tersi durumlarda, eylemde birliği sağlamakiçin, belli ölçüde şiddet gerekli olur... Çoğu zaman örgütlü bir akımı ya da sadece bir eğilimi temsileden bir altgrup, kendi düşünsel yöntemini, yani ideolojisini zorla kabul ettirir. Böylelikle eylemci birçekirdek, kadroların tümünü kendi yanına çekebilir ve ideolojik-stratejik zemini kendi yararına yenidendüzenleyerek egemenliğini kabul ettirir."

Ülkenin genel durumundan ya da ordunun içinde bulunduğu özel koşullardan dolayı orduda ciddi birhuzursuzluğun varlığı, siyasal yaşama doğrudan karışmayı kolaylaştırıcı bir etki yapar. Subaykesiminin 1960 öncesindeki geçim sıkıntıları ve sivil kesim karşısındaki ezikliğinin, 27 Mayıs'a gidişikolaylaştıran etkenler arasında yer aldığı söylenebilir. Bu durum daha sonra değişip tersine dönmeyebaşlamış, ordunun rejim içindeki etkisini yasal yollardan arttırıcı önlemler, anayasalara kadar girmiştir.(Türkiye'de 1960, 1971 ve 1980 müdahaleleri sırasında ülkenin içinde bulunduğu bunalımlarınyarattığı huzursuzluklar da bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.)

Ekonomik durumun, askerlerin siyasete karışmasında ve askeri diktatörlüklerin oluşumundaoynadığı rol herkes tarafından bilinir. Ama bu açıdan asıl önem taşıyan öğe, ülke ekonomisinin basitya da karmaşık bir yapıya sahip bulunmasıdır. Ekonominin gelişmişlik düzeyi, askerlerin kolay kolayiçinden çıkamayacakları kadar karmaşık bir yapı oluşturuyorsa, kolay ve kestirme çözüm hevesleriazalır; olası bir darbenin de, ekonomik güce bağımlılığı artar. Askeri darbelerin daha çok geri kalmışülkelerde ortaya çıkışındaki nedenlerden birisi de budur.

Ekonominin bir bunalım döneminde bulunması ve bunalımdan çıkılması için kitlelerden istenecekkemer sıkmanın derecesi ölçüsünde, askeri darbe ve diktatörlük olasılığı artar. Ekonomik istemlerikısmak, grevleri yasaklamak, huzursuzluğun yaratacağı toplumsal patlamaları önlemek, bir baskırejimi ile daha kolaylık gibi görünür. Bir anlamda gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi demek olanböyle askeri diktatörlüklerden, genellikle emekçi toplum kesimleri zararlı çıkarlar. (Bunalımdan

Page 132: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

133

çıkılması için ödenmesi gereken fatura ücretlilere kesilirken, ekonominin canlanması için işverenlereödünler verilmek zorunda kalınabilir. 12 Eylül rejiminde Türkiye'de de böyle olmuştur.)

Geri kalmış ülkeler, bu gerilikten kurtulmak için büyük çaba harcama durumunda olan ülkelerdir.Ekonominin büyümesi için yatırım yapmak, yatırım yapmak için kaynak yaratmak gerekir. Çok geri biryaşam düzeyindeki kitleler için, gönüllü tasarruf olanağı yoktur. Oysa yatırımlara kaynak yaratmak içinkemerleri sıkmak zorunludur. Ekonominin geriliği ölçüsünde, kitlelerden istenen özveri de artar.Zorunlu tasarruf gereği, ister istemez peşinden baskıyı getirir. 1960-70 yılları arasında dünyadagörülen 93 darbe ve devrimden 92'sinin geri kalmış ülkelerde ortaya çıkmasının hayret edecek bir yanıyoktur.

Geri kalmış ülkeler, aynı zamanda, küçük varlıklı bir kesimle büyük yoksul çoğunluk arasında dengeoluşturacak, Pierre Dabazies'nin deyimiyle "sentezi gerçekleştirecek" güçlü bir orta sınıftan dayoksundur. Oysa orta sınıf, askeri rejimlerin oluşacağı ortamın önlenmesinde önemli bir işleve sahiptir.Örneğin 19. yüzyılda İspanyol ordusu, Fransız ordusundan daha liberaldi. Ama güçlü bir orta sınıfınbulunmadığı İspanya'da ordu, yüzyıl boyunca birçok kereler darbe yaptı. Bir anlamda, orta sınıfınboşluğunu dolduruyor, kendisini onun yerine koyuyordu. Buna karşılık, bütün 19. yüzyıl boyunca vedaha sonraları, birçok kez fırsat çıktığı halde, Fransız ordusu siyaset sahnesinde görülmedi. Hattaiçinde sağcı eğilimler ağır bastığı halde, solcu hükümetler döneminde de görevini aynı saygı ölçüleriiçinde sürdürdü. Çünkü, Fransız Devrimi'nin ürünü olan güçlü bir orta sınıf vardı. Dabazies bu konudaşöyle diyor: "Demokrasilerin başlangıç dönemlerinde, toplumdaki bölünmeler darbeler yaratabilir. Amadaha sonra güçlü bir orta sınıf oluşunca, ordu kışlasına döner ve kendisi de bu sınıfın bir parçasıolmaya başlar."

Geri kalmış ülkelerin önemli bir kesimi, bağımsızlığını yeni kazanmış, kabile yaşamını geride bırakıphenüz uluslaşamamış olan toplumlardan oluşur. Örgütlü bir muhalefetin varlığı, bu gibi durumlarda,ulusal bütünleşmeyi zorlaştıran bir etken gibi ortaya çıkabilir. (Ama uluslaşma sürecinin geride kaldığıileriki aşamalarda durum tersinedir. Çıkarları ve dünya görüşleri iktidardakilerle bağdaşmayan toplumkesimlerine örgütlenme olanağının verilmemesi, bu aşamaya gelmiş olan toplumlarda ulusalbütünleşmeyi değil, bölünmeyi kolaylaştırır. Çünkü artık tek boyutlu bir bütünleşme değil, çeşitlilikiçinde bütünleşme olanaklıdır. Ne var ki, ordunun işlevi ve eğitimi, bu gerçeğin kavranmasını ve kabuledilmesini zorlaştırır.)

Geri kalmış toplumlar, henüz yeterli bir ulusal kimliğe sahip bulunmayan toplumlardır. Uluslaşmaaşamasını geride bırakmış Türk toplumu benzeri toplumlarda ise, geçiş dönemi bunalımlarında "yenibir kimlik" arayışı söz konusudur. Her iki durumda da, "tek şef", kimliği olmayan ya da kimliğini yitirmişbir toplumda, kendi kişiliğinde bir kimlik vererek, önemli bir boşluğu doldurur. Otoriter-ataerkil aileyapısı bu eğilimi güçlendirir. Bu ortam, askere dayalı rejimleri özendirici bir etki yapar.

(3) Ülkeyi kimlerin yönettiği, elbette ki bir siyasal sistemin niteliğinin belirlenmesi açısından önemtaşır. Ama kimlerin yaptığından daha önemli olan, ne yaptıklarıdır; hatta neyi, nasıl yaptıklarıdır. Askeridiktatörlüklerin de, kimisi ilerici kimisi tutucu, kimisi aşırı sert kimisi yumuşak, kimisi sivillerle işbirliğineaçık kimisi kapalı, kimisi kişilere dayalı, kimisi kurumlaşmıştır.

Askeri bir rejimle son bulan darbelerde üç olasılıktan söz edebiliriz: Ya darbeyi yapan tek birkomutandır ve ordu onun emirlerini yerine getirmekle yetinmektedir; ya darbe bir grup subayınöncülüğünde gerçekleştirilmiştir; ya da, askeri ast-üst ilişkileri korunarak, emir-komuta zinciri içindeiktidara el konulmuştur. Tek bir kişinin veya bir grup subayın öncülüğünde yapılan darbelerin, özellikleülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe, giderek azaldığı söylenebilir. Türkiye'nin de içinde bulunduğu, gerikalmış ülkeler grubunun üst kesimindeki toplumlarda, artık ordu emir-komuta zincirini bozmadanmüdahale etmeyi yeğlemektedir. Çünkü böyle bir darbenin başarı şansı çok daha yüksektir. Aşağıdangelen darbeleri yaşayan komutanlar, gerektiğinde kendileri orduyu harekete geçirmeyi daha uygunbulmaktadırlar. Genelleştirmemekle birlikte, genç subayların "ilerici" darbelerinin yerini, giderekgenerallerin "tutucu" darbelerinin almakta olduğu söylenebilir. Bu modeli, ülke içindeki egemençevreler kadar, etki alanı içinde bulunulan dış güçler de tercih etmektedirler. Riski daha az, denetlemeolanağı daha yüksektir. (Türkiye'de de, 27 Mayıs bir grup genç subayın ürünü idi; 12 Mart ve 12 Eylüldarbelerinde ise emir-komuta zinciri işledi.)

Page 133: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

134

Asker iktidarı ele geçirdikten sonra da, üç olasılık vardır: Ya iktidarı doğrudan kendisi kullanır(Mısır'da General Necip ve Albay Cemal Abdül Nasır darbesinde olduğu gibi); ya yürütmede sivillerbırakılır, ama Devrim Komuta Konseyi ve Milli Güvenlik Konseyi benzeri askeri kurullarla, askerimahkemelerle, son yetki ve denetim elde tutulur (Irak'ta General Kasım darbesinde, Türkiye'de 12Eylül'de olduğu gibi); ya da ordu, iktidarı kendi seçtiği siviller aracılığıyla kullanmayı seçer, geri plandakalır. Kendi içinden çıkanların sivilleşerek iktidarı devraldıkları, bu güvence içinde ordunun kışlasınaçekildiği durumlar da üçüncü olasılık içinde değerlendirilebilir.

27 Moyıs'tan sonra, ordu, sivilleşen general Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı, seçimlerikazanamayan İsmet İnönü'nün (o da eski general) başbakan olmasından sonra kışlasına çekilmeyikabul etmiştir.

Latin Amerika'da, kişilere dayalı askeri diktatörlükler, giderek yerlerini "bürokratik" askeriyönetimlere bıraktılar. Benzeri gelişmeler, dünyanın başka bölgelerinde ve bu arada Ortadoğu'da dagörüldü. Bir generalin komutasında yapılan darbelerde, ordu yetkilerini ona devretmiyordu. Ama darbeile başa geçen general, iktidar olanaklarını da kullanarak, ordu gücünü kendisine bağlı hale getirmeyeçalışıyordu. Bir yandan "silahlı kuvvetlerin saygınlığı ve refahı" için büyük harcamalar yapıyor, öteyandan kendine bağlı subaylarla ayrı bir örgütlenmeye gidip, ipleri elinde tutmak istiyordu. 1964sonrasında Brezilya'da olduğu gibi, general-cumhurbaşkanlarının düzenli olarak iktidarı devralmalarıile, "kişisel askeri diktatörlüklerin yerini "kurumsal askeri diktatörlükler" almış oldu. Artık iktidardarbelerle değil, ordudaki komuta zincirine uygun olarak, sırasıyla el değiştiriyordu. Alain Rouquie'nindeyimi ile, böylece "askeri devlet" meşrulaşmaktaydı.

Askeri rejimlerin yönünü ve biçimini, ülkenin gelişmişlik düzeyinden, iç ve dış desteklerin niteliğine,ordunun yapısından ideolojisine kadar bir dizi etken belirler.

Duverger'nin diktatörlükle ilgili kuramını bir kez daha anımsamakta yarar var: Gelişme düzeyiyükseldikçe, ordunun ülke yönetimine el koyma olasılığının azaldığını, ama yönetime el koyduğundada, bunun tutucu olma olasılığının arttığını söyleyebiliriz. Geri kalmış ülkelerde, askerlerin ülkeyönetimine karışmaları olasılığı yükselirken, bu barışmanın ilerici nitelikte olma olasılığının dayükseldiği öne sürülebilir. Çünkü ordu, çağın gereksinmelerine ve bu arada çağdaş teknolojiyegenellikle ilk açılmış kurum olarak, toplumun geri kalmışlıktan kurtulmasını şiddetle ister. Eskikurumları, eski yapıyı koruyarak çağın yakalanamayacağının bilincindedir. Üstelik, güçlü birsavunmanın da ülkenin gelişmişlik düzeyine, ekonomik olanaklarına bağlı olduğunu bilmektedir.

Gene Duverger'den hareketle, Arjantin, Brezilya, Kuzey Afrika ve bazı Ortadoğu ülkeleri gibi ortagelişme düzeyindeki ülkelerde de askeri rejim olasılığının yüksek olduğu söylenebilir. Tarihinden gelenbazı farklı koşulları bulunan Türkiye de, gelişme düzeyi olarak bu gruptadır. Duverger'ye göre, bugruptaki ülkelerde darbelerin ilerici ya da tutucu olması için, aşağı yukarı eşit şans vardır: "Bolluköncesi aşamasının üst düzeyinde, toplumun çağdaşlaşmayı önlemek isteyen kesimleri, gerici birtiranlık kurmak için genellikle fazla zayıftırlar; ama bizzat toplumun yapısı da, diktatörlüğün devrimciolmasını engeller."

Leo Hamon, Latin Amerika'daki askeri rejimlerle gelişmişlik düzeyindeki bağlantıya, bir başkaaçıdan dikkati çekiyor: "Latin Amerika'da, bağımsızlıktan sonra, 19. yüzyıldaki zihinsel ve toplumsalmodernleşme, koşulları Avrupa' nınkine yaklaştırırken, yüzyılın sonuna doğru giderek daha az askeridarbe görüldü. Ama toplumsal tarih sürüyor ve Avrupa'nın tanıdığından farklı sorunlar ortaya koyuyor;bugün Üçüncü Dünyanın sorunları olarak adlandırılan cinsten. Demografik patlama, hızlı kentleşmegibi, ortaya çıkan ancak çözülemeyen sorunlar bunlar. Ve bu sorunların yarattığı toplumsal 'şok'lar,'toplumsal tutarsızlıklar, siyasal müdahaleler için askerleri yeniden harekete geçirici nedenleroluşturuyor."

Leo Hamon'a göre; askerlerin toplumda köklü değişiklikler yapmaları olanaklı, ama çok zor. Çünkübu solun esiri olmadan sağa karşı bir devrim anlamına geliyor ki, toplumsal sorunları iyi bilmenin yanısıra, halkın desteğini sağlamak için -askeri disiplin dışında- başka etki yolları bulmayı gerektiriyor. Bukonuda gösterdiği iki başarılı örnek ise Atatürk ve Nasır. Nasıl ki, ordunun tümünün aynı siyasal bakışaçısını benimsemesi olanaksız ise, ordudaki yaygın ideolojinin ya da o ideolojiyi yorumlama biçimininzamanla değişmemesi de olanaksızdır, işçi ve işveren sınıflarının ideolojilerinde belirli bir süreklilikvardır. Çünkü onların üretim sistemi içindeki yerleri ve bu yerden kaynaklanan sorunları belli ve bir

Page 134: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

135

anlamda süreklidir. Oysa asker ya da sivil, kamu görevlileri için aynı şeyi söyleyemeyiz. Onlarınsorunları daha kısa vadeli ve değişkendir. Ülkenin iç ya da dış koşulları değiştiğinde, o sorunlaraçözüm getireceğine geçmişte inandıkları ideolojiyi bir yana bırakıp, başka çözümleri benimseyebilirler.Bu gibi durumlarda, eğer ideolojinin adı değişmiyorsa, içeriği değişti. Örneğin Türkiye'de 27 Mayıs'ıgerçekleştiren askerlerle, 12 Eylülü gerçekleştiren askerlerin Atatürkçülüğü aynı biçimde anladıklarınıöne sürmek zordur.

Alain Rouquie, "Solcu bir subay, solcu bir insan değildir" diyor. Bolivya'da solcu partilerin, bugerçeği, General Torres yönetiminde yaşayarak öğrendiklerini örnek olarak anlatıyor. Siyasal alandada, ordunun stratejisine "algıladığı tehditler"in yön verdiğini vurguluyor ve ekliyor: "Ordular hiçbirzaman ideolojiyle hareket eden aygıtlar değildir. Toplumsal güçlerden özerkleştikleri ölçüde, 'değişkenideolojileri' vardır." (Dış düşmanın büyüklüğüne inanıldığı ölçüde o toplumda ordunun sivil güçlerdenbağımsız hareket etme olasılığı artar.)

Arjantin'de 1930'daki faşist eğilimli yüzbaşılar, 1943 yılında "işçi yanlısı" albaylar olarak ortayaçıktılar. Dominik'te 1963'te Juan Bosch'un ilerici hükümetini de, bir süre sonra, onun yerine geçmişolan sağcı hükümeti de deviren aynı ordu idi. Brezilya'da solcu gerillaları bastırmada kullanılan ünlüsağcı eğilimli paraşütçü tugayı, 1978'de demokratikleşmenin öncüsü olarak ortaya çıktı. Bu büyükdeğişiklikteki en büyük rolü, dört yıldan fazla bu birliğin komutanlığını yapan General Hugo Abreuoynamıştı. Honduras'ta 1963'te kanlı bir darbe ile sağcı diktatörlük kuran General Lopez Arillano,1972'de bu kez halkın desteği ile, reformcu, ilerici, sendikal özgürlüklere saygılı bir kimlikle iktidarageldi.

Geleneksel "sağ-sol" ayrımının, askerlerin siyasal eğilimlerinin belirlenmesinde her zaman geçerliolmadığını söyleyebiliriz. Askerlerin siyasal tercihleri, belirli ideolojilerden çok, belirli kurumlara ya dabelirli olaylara yönelik olarak ortaya çıkıyor. Kralcı-cumhuriyetçi ayrımı veya laik ile laik-olmayanayrımı, askerlerin siyasal tutumlarının belirlenmesinde, soyut bazı ideolojik değerlendirmelerden dahageçerli olabiliyor. Askeri yaşamın kendine özgü koşulları ve eğitim biçimi, sağcı ya da solu birideolojinin aynen benimsenmesine genellikle izin vermiyor. Örneğin Fransa'da 1900-1940 yıllarıarasında milletvekilliği yapmış olan askerlerin çoğunluğu sağcı sayılıyordu. Gelenekçi vemilliyetçiydiler. Ama solun önerdiği toplusal reformlara, ekonomik çıkar gruplarının temsilcileri kadarkarşı çıkmıyorlardı.

Ordunun temel işlevi yurdu korumak ve gerektiğinde savaşmaktır, iyi savaşabilmek için, astın üstetartışmasız boyun eğmesi, tek bir kalıp içinde kişiliklerin geri plana itilmesi, yani sıkı bir disiplinönemlidir. Farklılıklara, farklı tutum ve davranışlara yer yoktur. Askeri ahlak anlayışı içinde, onur,cesaret, dayanışma ve özveri, en yüce değerleri oluşturur. Çünkü asker, gerektiğinde ölmeyi gözealabilmek zorundadır, işte bu ortamın ürünü olan bir askerin, özgür bir toplumdaki bölünmelerin,siyasal farklılıkların, bir noktanın ötesine gitmesini anlayıp hoşgörü ile karşılaması zordur. Demokratik,çoğulcu bir toplumdaki ordu, genel çıkarların unutulduğu, özel çıkarların ön plana geçtiği kuşkusunutaşır. Askeri mantık, düzen mantığıdır; tek biçim, uygun adım mantığıdır. Oysa siyasal mantık,kaçınılmaz olarak tüm farklılıkları göz önüne alan, almak zorunda bulunan bir mantıktır. Askeri mantık,farklılıkları ortadan kaldırmak ister. Siyasal mantık ise, özellikle demokratik bir toplumda, farklılıklarıkabul etmek ve olabildiğince uzlaştırmak zorundadır. Bu zıtlıktan dolayıdır ki, askeri mantıktanhareketle sivil toplumun sorunlarını çözmek ve hele demokratik bir yönetim biçimini gerçekleştirmekadeta olanaksızdır. Demokrasi yaşanılarak öğrenilir, oysa orduda demokrasi yaşanmaz, yaşanamaz.

Darbeye ve askeri rejime öncülük eden subayların sağ ya da sol eğilimli olmaları, aralarındaki temelbazı ideolojik benzerliklerin gözden kaçmasına neden olmamalıdır: Solcu subay da, sağcı subay kadar"devlet hayranı"dır, devletin güçlenmesini ister. Solcu subay da, en az sağcı subay kadar milliyetçidir.Solcu subay da, sağcı subay kadar, bölünmelerden, karışıklıktan, disiplinsizlikten hoşlanmaz. Birsubay, köklü bir toplumsal değişimden yana olabilir; ama en köklü toplumsal değişikliklerin bile, birdüzen içinde ve ülke bütünlüğünü tehlikeye atmadan gerçekleşmesi, onun için de ön koşuldur.Ordunun işlevinin ve işleve uygun olan eğitiminin doğal sonucu olan bu ortak ideolojik özellikler,özellikle solcu subaylar açısından önem taşır. Çünkü bunlar, siyasal yelpazede sağa doğru gidildikçesivillere de ters gelmeyecek özelliklerdir. Ama gene aynı özelliklerdir ki, solcu bir subay ile solcu birsivilin uzlaşmasını zorlaştırır.

Page 135: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

136

Geleneksel komutan, gene de, insanları yönetme sanatını öğrenebildiği ölçüde, siyasal bir niteliğesahiptir. Oysa günümüzün ileri savaş teknolojisi, teknisyen nitelikli, hatta bilim adamı nitelikli subaylarıön plana çıkarıyor. Bu yeni uzmansubay tipi, geleneksel komutandan çok farklıdır ve dolayısıyla dasiyasal bir kolaylığa sahip değildir.

Bir ordunun siyasal eğilimlerinde, elbette ki subay kesiminin toplumsal kökeni de önem taşır.Aristokrat kökenlilerin yönetimindeki bir ordu ile orta ve alt sınıflara dayalı bir ordunun olaylarayaklaşımının farklı olması doğaldır. Başta Ortadoğu olmak üzere, geri kalmış ülkelerde krallara karşıyapılan darbeler, genellikle aristokrat kökenli subayların uzaklaşıp, ordunun daha halkçı bir nitelikkazanması sonucunu da verirler. Bu yeni yapı da, daha sonraki gelişmeleri etkiler.

Subayların yetiştirilmesi dahil, ordudaki eğitimin biçim ve içeriği de, yaygın ideolojininbelirlenmesinde rol oynar. Aşırı katı bir disiplin, belirli ideolojilerin uzantısı olan yayınları sokmamak,belirli ideolojilerin yandaşlarını sistemli bir biçimde uzaklaştırmak, askeri okullarda ders verecekleriideolojilerini göz önüne alarak seçmek, ordudaki olası ideolojik yelpazeyi büyük ölçüde daraltır. Şili'deordu, cumhuriyetçiliği ve siyaset dışı olmasıyla ünlüydü. 1965'ten sonra, "kontrgerilla ve iç düşmanakarşı savaş" eğitimi görmüş olan komutanların etkisiyle hava hızla değişti. Aynı ordu, Allende'yi kanlıbir biçimde devirerek, Latin Amerika'nın en uzun ömürlü ve baskıcı askeri diktatörlüklerinden birisinikurdu.

Allende'nin demokratik yollardan iktidara gelmiş olan Marksist yönetiminin, darbe geleneği olmayanbir toplumda, kanlı bir biçimde sonuçlanmasında iki önemli öğe rol oynadı: içte burjuvazinin, dıştaABD'nin büyük destek ve özendirmesi. Hiç kuşku yok ki, bu iki etken olmadan, General Pinochet'ninkanlı diktatörlüğü oluşamazdı. Ama diktatörün yaptıklarının her zaman bu iki desteğin istekleriyle tamuyuşmadığı bir gerçektir ve askeri diktatörlüklerin özelliklerinin aydınlatılması açısından da önemlidir.Şili'de 1970'te kamulaştırılan büyük bakır madenlerini, askeri diktatörlük Amerikan şirketlerine gerivermemiştir. Devletin ekonomiden çekilmesini öngören ve burjuvazinin yararına işleyen modele karşın,devlet harcamaları, askerler zamanında, brüt ulusal üretimin yüzde 25'inden yüzde 30'una çıkmıştır.Çünkü ordu, ne elleri kolları serbest bağımsız bir güçtür, ne de iç ve dış destekçilerinin emrinde biraygıt. Ordunun yönelimleri, birçok etkenin bir bileşkesi olarak ortaya çıkar.

Ordudaki temel siyasal eğilimin tutucu ya da ilerici olması şu sorunların yanıtlarına da bağlıdır:Kurulu düzen, temel soruları çözme umudu veriyor mu? Yoksa farklı modeller, benzer koşullardabaşka ülkelerde daha mı başarılı? 1968 yılında Rio de Janerio'da yapılan 8. Amerikan OrdularıGenelkurmay Başkanları Toplantısı'nda ABD'yi General Westmoreland temsil ediyordu. Daha önceVietnam'da başkomutanlık yapmış olan generalin konuşmasıdaki şu cümle dikkati çekmekteydi: "Düşkırıklığının nedenlerini kökünden yok etmek için, toplumsal ve siyasal cephede verilecek mücadele,dar anlamda askeri mücadeleden daha belirleyicidir." Latin Amerikalı askerler arasında giderek etkiyapan bu görüş, ABD'nin "sınırlı demokrasi"leri doğrudan askeri rejimlere tercih etme eğilimi ilebirleşince daha da anlam kazanıyor.

Bertolt Brecht "Faşist, muhabbet tellalının fahişeyi koruması gibi, işçileri koruduğunu öne sürer"diyor. Oysa geri kalmış ülkelerde rastlanan sağcı askeri diktatörlüklerin hemen hiçbirisi bu sınıfagirmiyor. Çağdaş askeri diktatörlüklerin çoğunlukla özel bir ideolojileri ve yeni bir meşruluk temelleriyok. 12 Eylül'de Türkiye'de de görüldüğü gibi, amaç eskisinden çok farklı bir siyasal düzen değil,"siyasetin yok edilmesi". Başta siyasal partiler olmak üzere, egemenliğin kaynağı olarak halkı alan birmeşruluk temeli tümden yadsınmıyor. Ama siyasetçiler ve siyasetin kendisi kötüleniyor. Kitlelersiyasetten soğutulmaya çalışılıyor. Oysa Nazi, faşist ve komünist diktatörlüklerin çok farklı vekendilerine özgü birer meşruluk temelleri olduğunu biliyoruz.

(4) Askeri diktatörlükler niçin ve nasıl sonuçlanırlar? Bu sorundaki "niçin"in yanıtları, iç ve dışkoşullardan, bir de ordunun yapısından kaynaklananlar olmak üzere, üç grupta toplanabilir. Ekonomik ve toplumsal sorunları çözmedeki başarısı, tüm diğer rejimlerde olduğu gibi, askerirejimlerin de ömürlerini uzatır. Sorunları çözmedeki zorluklar ve toplumda sivil çözümlere yönelikumutlar yaygınlaştığı ölçüde, askeri yönetimi sürdürmek zorlaşır. Şili'de General Pinochet'nin askeridiktatörlüğü, elde ettiği ekonomik başarılar sayesinde, oldukça uzun bir süre varlığını koruyabildi. Amaiç ve dış desteklerinde "demokrasiye dönüş zamanının geldiği" eğilimi güçlendiği için, sonunda"yumuşak geçiş" kaçınılmaz hale geldi.

Page 136: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

137

Dış etki, Şili'de askeri rejimin oluşmasında da sonuçlanmasında da önemli rol oynamıştır. Ekonomikve askeri açıdan dış yardıma muhtaç, bazı büyük devletlerle -iç ve dış güvenlik dahil- karmaşık ilişkileriçine girmiş olan geri kalmış ülkeler için, her önemli adımda dış etkeni hesaba katmak kaçınılmazdır.Eğer işbirliği yapılan, destek sağlanan ülkeler demokratik ise, belirli sorunların ürünü olan askerirejimler, o sorunları şu ya da bu biçimde çözdükten sonra gitmek zorunda kalırlar. Aynı işlevi sivilgörünüm altında yerine getirebilecek bir rejim, dış destekçiler açısından da daha az sakıncalar taşır.Geri kalmış ülkelerdeki askeri yönetimler, etki alanında bulundukları dış güçlerin en azından "rıza"sıolmadan kurulamayacakları gibi, onların isteklerine karşı da uzun süre varlıklarını koruyamazlar.

Askeri diktatörlüklerin sonunu getiren en önemli etkilerden birisi de, doğrudan orduların yapılan veişlevleriyle ilgilidir. Hiçbir iktidar, kendi ideolojisinin dışındaki düşüncelerden hoşlanmaz. Ancakdemokratik iktidarlar, farklı ideolojilere rıza, hatta saygı göstermek zorunda kalırlar. Askeri iktidarlarınise, yapılarının ve eğitimlerinin sonucu olarak, kendilerininkinden değişik görüşlere hoşgörü ilebakmaları beklenemez. Ama askeri iktidarlar kurumlaşıp askeri devletlere dönüştükçe, toplumdayasaklanan çoğulculuk ordunun içinde gelişmeye başlar. Bazı durumlarda -Latin Ameririka'daki çeşitliörneklerde görüldüğü gibi- hava, deniz ve kara kuvvetleri ayrı siyasal partiler görünümü kazanırlar.Hatta aynı kuvvet içinde, sağ, sol ve orta kanatlar oluşabilir. Oysa sivil örgüt ve güçler arasındagerçekleştirilemeyen bir uzlaşmayı, ordu içinde gerçekleştirmek daha kolay ya da daha az sancılıdeğildir. (Rouquie, Fransa'da havacıların cumhuriyetçi ve sivillere yakın olmasına karşılık, Arjantin'deaşırı sağcı eğilimler taşıdıklarına dikkati çekiyor. Yaptıkları işe, kullandıkları silah ve araçlara,toplumsal kökenlerine, içinde bulundukları özel koşullara ve eğitim farklarına bağlı olan bu bölünmeleriaçıklamak için, tarihsel evrimi de göz önünde bulundurmak gerekir.)

Askeri siyasal sistemlerin hangi etkenlerin baskısı ile sona erdikleri kadar, nasıl sona erdikleri deönemli. Hemen belirtelim ki, bir askeri yönetim ne kadar çok kan dökmüşse, ne kadar çok baskıyapmış ve şiddet kullanmışsa, sona erişi de o ölçüde sıkıntılı ve sancılı olur. Oysa halkın verdiğidestek azaldıkça, muhalefet güçlendikçe, rejimin varlığını sürdürebilmek için baskı ve şiddete giderekdaha çok başvurması kaçınılmazlaşır. Bu gibi durumlarda "yumuşak geçiş" olanaksızlaşırken, askerirejimin sorumlularının -bazen de ağır biçimde- cezalandırılmaları gündeme girer. Hesapsorulmasından korkan askerler, yönetimin yeniden sivillere terk edilmesinden çekinmeye ve bunuönlemek için çeşitli yollara başvurmaya başlarlar. Sadece askeri rejim sırasında işkence yapmış,siyasal amaçla "devleti korumak için" cinayetler işlemiş olanlar değil, kapalı rejimden yararlanarakçeşitli yolsuzluklara karışmış olanlar da, sivilleşmenin önünde birer engeldir.

Alain Rouquie, Latin Amerika'da "kurumsallaşmış askeri hükümetler" arasında siviller tarafındandevrilmeye tek bir örnek gösterebiliyor: "Bolivya"da askeri cunta 1952 yılında halkın coşkulu sokakgösterileri ile yıkıldıktan sonra, sivil iktidarın ilk yaptığı şey, orduyu terhis edip, askeri kadrolarda büyükbir "temizliğe" gitmek olmuştu. (Gelişmiş ülkeler için verilebilecek belki tek örnek ise, 1920'de GeneralLüttwitz yönetimindeki askeri darbenin, Berlin'deki genel grev sonucu iki günde başarısızlığauğratılması olayıdır. Ama bu olayda, komutanların çoğunun darbeye açık bir destek vermektenkaçınmış olmaları da kuşkusuz büyük rol oynamıştır.)

Askeri rejimin sonuçlanmasında ikinci bir model olarak, askerlerin gidip, kurdukları sistemin kalmasıgösterilebilir. Örneğin yetkilerin büyük ölçüde devlet başkanına bağlı olduğu bir "başkanlık sistemi"oluşturulur ve o göreve de, askerlerin güvendikleri bir komutanın "sivilleşerek" gelmesi sağlanır.Zamanla da her "başkan", görevini kendisi gibi sivilleşmiş başka bir generale devreder. Bütün bunlarolurken, ordu perde arkasındaki "koruyucu ve kollayıcı güç" olarak devrededir.

Rouquie, "denetlenen ve baskı altında tutulan çok partililik" ya da "egemen bir askeri parti"ye dayalıçözümleri de üçüncü bir model olarak değerlendiriyor. Burada toplumsal güçler dengesine göre oluşanbir tercih söz konusudur. Eğer askerler kuracakları ya da kurduracakları partinin büyük ağırlıktaşıyacağına inanırlarsa, bu onlar açısından kuşkusuz en uygun seçeneği oluşturur. Ama bunusağlayacak kadar başarılı olamamış ve yıpranmışlarsa, denetim altında birçok partili sisteme razıolmak zorunda kalabilirler. Türkiye'de 12 Eylül'den çıkışta Amiral Bülent Ulusu'ya bir parti kurdurmaistekleri başarılı olamayınca; General Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı ve sınırları daraltılmış bir çokpartililik ile yetinilmek zorunluğu doğmuş, aynı zamanda General Turgut Sunalp'ın kurduğu partiye deaçık bir destek verilmiştir.

Page 137: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

138

27 Mayıs'tan sonra, ordunun kışlasına çekilmesi için, General Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı,gene eski bir general ve tarihsel kişiliği olan İsmet İnönü'nün başbakan, darbeye öncülük edensubayların da "ölünceye kadar" senatör olmaları gerekmişti. Daha sonra genelkurmay başkanı CevdetSunay, sivilleşerek cumhurbaşkanı seçildi. 12 Mart 1971 darbesinde ise, genelkurmay başkanı FarukGürler'in cumhurbaşkanlığı, ancak partilerin aralarında uzlaşmaları sayesinde başka bir eski askerin(Amiral Fahri Korutürk) o göreve seçilmesi ile önlenebildi. (Komutanlar arasında bu konuda görüşbirliği bulunmaması, formülün uygulanmasını kolaylaştırdı.)

Bazı istisnaları bulunmakla birlikte, askerler genellikle, bir takım güvenceler almadan iktidarı terketmezler. Üstelik, geri kalmışlık ya da gelişme sürecinin koşulları nedeniyle, hiçbir zaman da "geridönmemek üzere" gitmezler. Bütün toplumsal kurumlarda olduğu gibi, siyasal sistemler de, ömürleriuzadıkça güçlenirler. Zaman içinde bir yandan aksayan yönleri düzelir, öte yandanda toplumkendilerine alışır; uymayı, saygı göstermeyi doğal saymaya başlar. Oysa her askeri darbeden sonrakiyeniden düzenleme, bir türlü kurumlaşamayan, istikrar kazanamayan bir siyasal ortam oluşturur. Herdefasında birçok şeye yeniden başlamak gerekir. Geri kalmış ülkelerde, iki askeri yönetim arasındakisüre uzadıkça, sivil güçler arasında -özellikle askerlere başvurmama, özendirmeme konusunda-uzlaşma eğilimi arttıkça, sivil yönetim ve kurumlar o ölçüde güçlenir.

Duverger'nin deyimiyle; "Bir rejimin bilançosu sadece gerçekleştirdikleriyle değil, aynı zamandayarattığı tepkilerle ölçülür". Örneğin, eğer İtalya ve Fransa faşist diktatörlükler dönemini yaşamışolmasaydı, her iki ülkenin ağırlıksız komünist partileri, savaş sonrasının en büyük siyasal güçleriarasına giremezlerdi. Gene Duverger'ye katılarak, geri kalmış ve özgürlük geleneği bulunmayanülkelerde, baskı rejimlerinin bazen uzun sürebileceğini söyleyebiliriz. Ama bu gibi durumlarda bile,rejimle bütünleşen diktatörün ölümüyle birçok şey değişmektedir. Avrupa'nın en geri ülkeleri arasındasayılan İspanya ve Portekiz'in Franco ve Salazar diktatörlüklerinden sonra hızla demokrasiye ve ılımlısola kaymış oluşları elbette ki bir rastlantı değildi.

Ordunun tek tipçi otoriter yapısı, sivil yaşamı düzenlemeye uygun olmadığı için, askeri rejimler, birtepki olarak, kendilerinden sonra genellikle istemedikleri güçlerin iktidara gelmesi sonucunudoğururlar. Örneğin 27 Mayıs darbesi Demokrat Parti'yi iktidardan uzaklaştırmıştı, ama kapatılanpartinin uzantısı olan Adalet Partisi, kısa bir süre sonra, daha da güçlenmiş olarak iktidarı ele geçirdi.12 Mart darbesinin hedeflerinden birisi genel olarak sol, özel olarak da Cumhuriyet Halk Partisi'nin solkanadıydı. Oysa darbeden sonra o kanat önce partiye egemen oldu, ardından da, yapılan ilk genelseçimlerden birinci parti olarak çıktı ve uzun yıllardan beri ilk kez iktidara ulaştı. 12 Eylül'den sonraki ilkgenel seçimleri ise, darbecilerin destekledikleri parti değil, darbecilerin açıktan cephe aldıkları partikazandı.

Alain Rouquie, askeri darbelerin laboratuvarı sayılan Latin Amerika üzerindeki incelemelerininışığında, askeri rejimlerin, "hemen her zaman, bir gelir transferi ve toplumsal planda kartların yenidendağıtımı" sonucunu verdiğini söylüyor. Yansız bir siyasal hareket olamayacağına, her askeri rejim debelirli toplumsal güçlerle işbirliği yapmak zorunda kalacağına göre, bunu doğal, hatta kaçınılmazsaymak gerekir.

Page 138: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

139

Seçilmiş Kaynakça

Abadan, Nermin, 1965 Seçimlerinin Tahlili, SBF Yayınları, Ankara, 1966.

Abadan-Unat, Nermin, Kamuoyu, Teksir edilmiş ders notları, AÜ SBF, Ankara, 1987.

Ağaoğulları, Mehmet Ali, L'lslam Dans la Vie Politiaue De la Turquie, SBF Yayınlan, Ankara, 1982.

Akarcalı, Sezer, Propaganda Aracı Olarak Uluslararası Yayınlar, Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara,1989.

Aksin, Sina, "Atatürk Döneminde Demokrasi", Gündüz Ökçün'e Armağan, SBF Yay., Ankara, 1992.

Aslan, Asım, Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük, Teknografik Matbaacılık, İstanbul, 1985.

Atay, Hüseyin, (ve beş öğretim üyesi), İslam Gerçeği, AÜ İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara, 1995.

Ateş, Toktamış. Demokrasi, Eser Matbaası, İstanbul, 1976.

Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1963.

Baran, Paul. Büyümenin Ekonomi Politiği, Çev. E. Günce, May Yayınları, İstanbul, 1974.

Baykal, Deniz, Siyasal Katılma-Bir Davranış incelemesi, SBF Yayınları, Ankara, 1970.

Bayraktar, Mehmet, Islamda Düşünce Özgürlüğü, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara, 1995.

Bilge-Talu-Çerrahoğlu-Kumbaracıbaşı-Soral, Sosyal Demokrasi, Turhan Kitabevi, Ankara, 1984.

Brandt-Kreisky-Palme, La social-democratie et l'avenir, Gallimard, Paris, 1975.

Bozdağ, İsmet, Üçüncü Çözüm (İslamiyetin Sosyo-Ekonomik Modeli), Keran Kitapçılık, İstanbul, 1983.

Burdeau, Georges; Les Libertes Publiques, Pichon et Durand-Auzias, Paris, 1961.

Burns, Edward McNall, Çağdaş Siyasal Düşünceler, Çev. A. Şenel, Birey ve Toplum Yayınları,Ankara, 1984.

Cem, İsmail, Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul, 1973.

Cem, İsmail, Sosyal Demokrasi Nedir, Ne Değildir, Cem Yayınevi, İstanbul, 1984.

Charlot, Monica, La Persuasion Politiaue, Armand Colin, Paris, 1970.

Cohn-Bendit, Le Gauchisme, remede â la maladie senile du communisme, Seuil, Paris, 1968.

Coşturoğlu, Mustafa, "Terörün Tarihsel ve Toplumsal Kökeni", Birleşmiş Milletler Türk Derneği Yıllığı,1984, Ankara, 1985.

Crenshavv (Martha), "Teröristin Öznel Gerçeği", Yeni Forum, c. 11, Ankara, 1990.

Çam, Esat, Siyaset Bilimine Giriş, İÜ Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1975.

Çeçen, Anıl, Sosyal Demokrasi, Devinim Yayınları, Ankara, 1984.

Çeçen, Anıl, Halkevleri, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1990.

Daver, Bülent, Türkiye Cumhuriyetinde Lâiklik, SBF Yayınları, Ankara, 1955.

Page 139: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

140

Daver, Bülent, Çağdaş Siyasal Doktrinler, SBF Yayınları, Ankara, 1968.

Daver, Bülent, Siyasal Bilime Giriş, SBF Yayınları, Ankara, 1968.

Debray, Regis, Che'nin Gerillası, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1975.

Dicle, Atilla, Endüstriyel Demokrasi ve Yönetime Katılma, ODTÜ Yayını, Ankara, 1980.

Domenach, Jean-Marie, Politika ve Propaganda, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995.

Droz, Jacques, Histoire Generale du Socalisme (4 tomes), PUF, Paris, 1978.

Duclos, Jacques, Demokrasi ve Kişisel İktidar, Çev. Kerem Kurtgözü, Başak Yayınları, Ankara, 1987.

Duverger, Maurice, Diktatörlük Üstüne, Çev. B. Tanör, Dönem Yayınevi, İstanbul, 1965.

Duverger, Maurice, Sociologie Poîitûjue, PUF, Paris, 1966.

Ecevit, Bülent, Ortanın Solu, Kim Yayınları, Ankara, 1966.

Ecevit, Bülent, Demokratik Solda Temel Kavramlar, Ajans-Türk, Ankara, 1975.

Ecevit, Bülent, Atatürk ve Devrimcilik, Tekin Yayınevi, Ankara, 1976.

Ecevit, Bülent, Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, Tekin Yayınevi, Ankara, 1990.

Emrealp, Sadun, Azgelişmişlik ve Siyasal Yapılar, Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1984.

Ergil, Doğu, İdeoloji ve Milliyetçilik, Turhan Kitabevi, Ankara, 1983.

Ergil, Doğu, Laiklik, Turhan Kitabevi, Ankara, 1990.

Eryılmaz, Semih, Demokratik Sol, Kalite Matbaası, Ankara, 1975.

Feyzioğlu, Turhan, Demokrasiye ve Diktatörlüğe Dair, İstanbul Matbaacılık, İstanbul, 1957.

Fincancı, Yurdakul, Sosyal Demokrat İdeoloji, TÜSES, İstanbul, 1990.

Fişek, Kurthan, Yönetime Katılma, TODAIE Yayınları, Ankara, 1977.

Friedrich, Carl. S. ve Brzenzinski, Zbigniew K., Totaliter Dikörlük ve Otokrasi, Çev. O. Onaran, Siyasiİlimler Türk Der. Yay., Ankara 1964.

Fromm, Erich, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Payel Yayınevi, İstanbul, 1987.

Garaudy, Roger, İslamın Vadettikleri, Çev. Nezih Uzel, Pınar Yayınları, İstanbul, 1983.

Gorbaçov, Mihail, Seçme Konuma ve Makaleler Çev. M. Coşkun, Amaç Yayıncılık, İst. 1988.

Göze, Ayferi, Siyasal Düşünce Tarihi, İstanbul Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1982.

Gurvitch, Georges, Traite de sociologie, (Tome II), "La Sociologie electorale" (François Goguel etGeorges Du-peux), PUF, Paris, 1968.

Güleç, Cengiz, Türkiye'de Kültürel Kimlik Krizi, V Yayınları, Ankara, 1972.

Gülöksüz, Yiğit, Sosyalist Enternasyonal 18. Kongre, TÜSES, İstanbul, 1990.

Gürbüz, Yaşar, Karşılaştırmalı Siyasal Sistemler, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1987.

Page 140: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

141

Güvenir, Murat, İkinci Dünya Savaşı'nda Türk Basını, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, İst., 1991.

Hamon, Leo, Le röle extra-militaire de Vorm.ee dans le tiers monde, PUF, Paris, 1966.

Hoodbhoy, Pervez, İslâm ve Bilim, Cep Kitabevi, İstanbul, 1992.

İnceoğlu, Metin, Güdüleme Yöntemleri, AÜ BYYO Yayınları, Ankara, 1985.

Kalaycıoğlu, Ersin, Karşılaştırmalı Siyasal Katılma, İÜ SBF Yayınları, İstanbul, 1983.

Kapani, Münci, Politika Bilimine Giriş, AÜ Hukuk Fakültesi Yayınları, Ankara, 1978.

Kırçak, Çağlar, Tükiye'de Gericilik, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1993.

Kili, Suna, Atatürk Devrimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1981.

Kongar, Emre, Atatürk ve Devrim Kuramları, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1981.

Köker, Levent, İki Farklı Siyaset, Ayrıntı Yayınevi, İst., 1990.

Köker, Levent, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990,

Koksal, Erhan, Azgelişmiş Ülkelerde Demokratik Rejim Uygulaması, Teksir edilmiş doçençlik tezi,Ankara, 1981.

Lancelot, Alain, Les Attitudes Politiques, PUF, Paris, 1969.

Lenin, V. L, Devlet ve İhtilal, Çev. Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, 1969.

Lijphat, Arend, Çağdaş Demokrasiler, Çev. Özbudun Onulduran, Sanem Matbaacılık, Ankara, 1986.

Linz, Juan, J., Totaliter ve Otoriter Rejimler, Çev. E. Özbudun, Siyasi ilimler Türk Der. Yay., Ankara,1975.

Lipset, S. M., Siyasi İnsan, Çev. M. Tuncay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1961.Lipset-Lazarsfeld-Barton-Linz, The Psychology of Voting: an analysis ofpolitical behaviour (inLINDZEY; Handbo-ok of Social Psychologs), Addison-Wesley Publishing Co., Cambridge, 1954.

Lipson, Leslie, Demokratik Uygarlık, Çev. H. Gülalp, T. Alkan, Türkiye İş Bankası Yay., Ankara, 1984.

Lundberg-Schrag, Larsen. Sosyoloji, Çev. Ö. Ozankaya, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara,1970.

Macpherson, C. B., Demokrasinin Gerçek Dünyası, Çev. L. Köker, Birey ve Toplum Yay., Ankara,1984.

Malaparte, Gurzio, Hükümet Devirme Tekniği, Varlık Yayınları, İstanbul, 1966.

Mao Zedung; Halk Savaşında Temel Taktikler, Çev. E. Atalay, Ser Yayınevi, Ankara, 1969.

Mardin, Şerif, Din ve ideoloji, SBF Yayınları, Ankara, 1969.

Martinet, Gilles; La conauete des pouvoirs, SEUIL, Paris, 1968.

Mayo, Henry B., Demokratik Teoriye Giriş, Çev. E. Kongar, Siyasi İlimler Türk Der. Yay., Ankara,1964.

Moore, Barrington. Les origines sociales de la dictature et de la democratie. Maspero, Paris, 1979, Tr.P. Clinquart.

Page 141: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

142

Oba, Ali Ergin, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1994.

Oran, Baskın, Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği, SBF Yayınları, Ankara, 1977.

Oran, Baskın, Atatürk Milliyetçiliği, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1990.

Ozankaya, Özer, Atatürk ve Laiklik, İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1981.

Özal, Turgut, La Turquie en Europe, Paris, 1988.

Özbudun, Ergun. Türkiye'de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, AÜ Hukuk Fak. Yayınları, Ankara,1975.

Özdalga, Halûk, Çağdaş Sosyal Demokrasinin Oluşumu, Hil Yayınevi, İstanbul, 1984.

Özek, Çetin, Türkiye'de Gerici Akımlar ve Nurculuğun iç Yüzü, Varlık Yayınları, İstanbul, 1978.

Pelikan, Jiri, Doğu Avrupa'da Sosyalist Muhalefet, Çev. M. H. Spatar, Kaynak Yayınları, İstanbul,1984.

Prelot, Marcel, Cours de Sociologie Politique, Les Cours de Droit, Paris, 1964-65.

Reich, Wilhelm, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Çev. B. Onaran, Payel Yayınevi, İstanbul, 1975.

Rocard, Michel, Qu'est-ce que la social-democratie, Seuil, Paris, 1979.

Rodinson, Maxime, İslam ve Kapitalizm, Çev. Orhan Suda, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1964.

Rouquie, Alain, Latin Amerika'da Askeri Devlet, Baskıya Hazırlayan: Şirin Tekeli, Alan Yayıncılık,İstanbul, 1986.

Russel, Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi, Çev. Muammer Sencer, İlgi Yayınevi, Ankara, 1972.

Sabuncu, Yavuz, Sosyalist Ülkelerde Yönetime Katılma, Birey ve Toplum, Ankara, 1984.

Sabine, George, Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev. Harun Rızatepe, Türk Siyasi ilimler Der. Yay.,Ankara, 1969.

Sander, Oral, Siyasi Tarih (İlkçağlardan-1918'e), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1989.

Sarıca, Murat, Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1983.

Sartori, Giovanni, Demokrasi Kuramı, Çev. D. Baykal, Siyasi İlimler Türk Derneği Yay., Ankara, 1971.

Sartori, Giovanni. Demokrasi Kuramı, Siyasi ilimler Türk Derneği Yayınları, Ankara, 1977.

Sauvy, Alfred, L'Opinion Publiaue, PUF, Paris, 1964. Schwartzenberg, Roger-Gerard, SociologiePolitique, Edition-Montchrestien, Paris, 1971.

Sencer, Muzaffer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, May Yay., İstanbul, 1974.

Sencer, Muammer, Osmanlılarda Din ve Devlet, Erk Yayınları, İstanbul, 1974.

Soysal, Mümtaz, Halkın Yönetime Etkisi, TODAIE Yayınları, Ankara, 1968.

Soysal, Mümtaz, Anayasa Giriş, SBF Yayınları, Ankara, 1968.

Page 142: Ahmet Taner Kışlalı - Stratejik Operasyon · PDF fileAhmet Taner Kışlalı, 1939 yılında Zile'de doğdu. ... Her kitap, uzun süren bir oluşumun ürünüdür. Ailemden, öğrencilerime,

143

Soysal, Mümtaz, Siyasi Düşünceler ve Rejimler, Ders Notları, Ankara, 1977.

Schwartzenberg, Roger-Gerard, Sociologie Politique, Edition-Hontchrestion, Paris, 1971.

Şayian, Gencay, Çağdaş Siyasal Sistemler. TODAIE Yay., Ankara, 1981.

Şenel, Alâeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, SBF Yayınları, Ankara, 1982.

Tanyol, Cahit, Atatürk ve Halkçılık, Türkiye İş Bankası Yay., Ankara, 1981.

Tanyol, Cahit, Laiklik ve İrtica, Altın Kitaplar, İstanbul, 1989.

Therborn, G., Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu, Çev. Ş. Tekeli, V. Yayınları, Ankara,1989.

Timur, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1993.

Topuz, Hıfzı, Türk Basın Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1973.

Touchard, Jean, Histoire des Idees Politiques, PUF, Paris, 1962.

Trotsky, L., Terreurisme et communisme, Union Generale d'Editions, Paris, 1963.

Tunaya, Tarık Zafer, İslamcılık Cereyanı, Baha Matbaası, İstanbul, 1962.

Tunaya, Tarık Zafer, Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, Sulhi Garan Mat., İstanbul, 1969.

Tuncay, Mete, Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1976.

Uluç, Sıtkı, Avrupa'da İslam: Dönenler, Çeltüt Matbaacılık, İstanbul, 1989.

Uysal, Birkân, Siyasal Katılma ve Katılma Davranışına Ailenin Etkisi, TODAIE Yayınları, Ankara, 1984.

Unsal, Artun, Siyaset Bilimine Giriş, (Ders Notları 1980-81), Teksir, SBF, Ankara.

Volkan, Vamık D., Politik Psikoloji, AÜ Rektörlüğü Yayınları, Ankara, 1993.

Yavuz, Fehmi, Din Eğitimi ve Toplumumuz, Sevinç Matbaası, İstanbul, 1969.

Yayla, Attila, "Terörizm; Kavramsal Bir Çerçeve", AÜ SBF Dergisi, Aralık 1990.

Yücekök, Ahmet N., Türkiye'de Din ve Siyaset, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1969.

Wolfe, Bertram D., Devrim Yapan Üç Adam, Çev. Ü. Oskay), Türk Siyasi ilimler Der. Yay., Ankara,1969.