19
1 AKP, ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ REFERANDUMU VE SOL: “YETMEZ AMA EVET”İN AÇMAZLARI İsmet Akça 2010 Anayasa değişiklik paketi ve ilişkili referandum sıcak yaz aylarında Türkiye’de siyasetin mücadele zemini olarak işlev görüyor. Tam bir ortaya karışık durumundaki anayasa paketi, özellikle destekçilerince demokrasi havariliği ve demokrasi karşıtlığının turnusol kâğıdı olarak inşa edilmeye çalışılıyor. Sekiz yıldır tek başına iktidarda bulunan AKP ve onun muhafazakâr ve liberal organik entelijensiyası başta olmak üzere evetçi bir cephe, bu paketin, 12 Eylül’le ve askeri vesayet rejimiyle hesaplaştığına, onu gerilettiğine ve onun organik uzantısı olduğu iddia edilen yüksek yargıyı demokratik reforma tabi tuttuğuna iknaya çalışıyor bizi. Hayır cephesinde bir yanda radikal milliyetçi, otoriter MHP çizgisi paketin ülkeyi, devleti, milleti böleceği şeklindeki bildik paranoya üzerinden siyaset yürütürken; Baykal döneminin cumhuriyetçi otoriterliğini sosyal liberal bir politik çizgiye dönüştürme çabası içindeki Kılıçdaroğlu CHP’si ise hayırının gerekçelerini daha fazla demokrasi ve özgürlük talebinin hem askeri vesayet rejimine hem de AKP’nin “çoğunlukçu diktatörlük eğilimine” karşı demokratik, sosyal, hukuk devleti perspektifi üzerinden kurmaya uğraşıyor. Bu iki pozisyona ek olarak bir de “Kürt Açılımı/Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” fonu önünde AKP’nin tasfiyeye kalkıştığı örgütlü Kürt hareketinin yok sayılmaya karşı anlaşılır boykot kararı var. Aslında süregiden politik tartışma hem (başta) iktidar hem muhalefet tarafından AKP’ye güvenoyu tartışmasına dönüştürüldü, aslında referandum süreci değil, 2011 genel seçimleri süreci başlamış durumda. Sosyalist sola gelince sosyo-politik ve örgütsel dağınıklığın derinleştirdiği ideolojik-politik krizin uzun zamandır birçok ülke meselesinde ortaya çıkardığı gibi tam bir pozisyon bolluğu hali var: “yetmez ama evet”, “yetmez ama evet + bölgesel boykot”, “Anayasaya evet, AKP’ye hayır”, “yetmediği için hayır”, “iki hayır birden”, “yetmediği için boykot” vb. Bu yazıda muradımız, sosyalist soldaki pozisyonlardan “yetmez ama evet” pozisyonuyla (ve diğer evetlerle) tartışmak ve bunun üzerinden daha genel olarak sosyalist politika ve stratejiyi düşünmek. Önce şu notu düşelim peşinen. Ahmet İnsel’in işaret ettiği üzere bu süreçte solun içinden çıkan tüm bu pozisyonlar şu iki konuda ortaklaşmaktadır: birincisi, gerçekten 12 Eylül rejiminden ve tüm bir militarist yapıdan çıkmak istiyorlar; ikincisi, AKP’ye dair, onun muhafazakâr, otoriter yönelimlerine dair taşıdıkları belli bir şüphe var. 1 Bu tespitle başlamak en azından bu kesimlerle sürdüreceğimiz tartışmanın, evet vermeyen faşisttir, militaristtir, anti-demokratiktir” pespayeliğini piyasada dolaşıma sokan muhafazakâr/liberal pozisyonun 2 hak ettiği eleştiriden üslup, dil ve içerik olarak kendimizi farklılaştırmamız gerektiğine de aret ediyor. Bununla birlikte, bunu söylemek aslen liberal demokrat kısmen de muhafazakâr evetçi tezlerle soldaki “yetmez ama evet”çi tezler arasında azımsanamayacak temasları, örtüşmeleri de göz ardı ettirmemeli. Bu durum aslında uzun zamandır sosyalist sol içinde “liberal sol” 3 1 Ahmet İnsel, “12 Eylül’den çıkma rekabeti”, Radikal İki, 01.08.2010. 2 Bu söylem öyle hegemonikleşebildi ki örneğin sosyalist solun içinden DSİP genel başkanı Doğan Tarkan da “hayır oyları çoğunluğu sağlarsa bu toplum 12 Eylül darbesini onaylamış olacaktır” diyebiliyor. “Neden yetmez, neden evet?”, Radikal İki, 08.08.2010. Öte yandan BDP İstanbul milletvekili Ufuk Uras ise referandumdan “Hayır” çıkarsa bunun Ergenekoncuların bir zaferi olacağını ve solun hayır diyen kesimlerini Ergenekonculukla suçlayabiliyor. Star Gazetesi, 12.08.2010. bir kanadın ayrışmasıyla ilintili. 3 Burada “liberal solu” içi boşalmış bir sıfat olarak kullanmayıp, Tanıl Bora’nın yaptığı “sol liberal” ve “liberal sol” ayrımına dayanıyorum. Hatırlanacak olursa sol liberal sosyal adalet meselelerine biraz daha duyarlı liberallerken; liberal sol siyasal liberalizmi (doğal haklar, temel insan hakları, anayasal devlet/hukuk devleti) merkeze alarak liberalizmi içeren bir sosyalizm tarifinden hareket eden ancak kapitalizmi ve sınıfsal meseleleri

AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Mesele, Eylül 2010 (45).

Citation preview

Page 1: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

1

AKP, ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ REFERANDUMU VE SOL: “YETMEZ AMA EVET”İN AÇMAZLARI İsmet Akça 2010 Anayasa değişiklik paketi ve ilişkili referandum sıcak yaz aylarında Türkiye’de siyasetin mücadele zemini olarak işlev görüyor. Tam bir ortaya karışık durumundaki anayasa paketi, özellikle destekçilerince demokrasi havariliği ve demokrasi karşıtlığının turnusol kâğıdı olarak inşa edilmeye çalışılıyor. Sekiz yıldır tek başına iktidarda bulunan AKP ve onun muhafazakâr ve liberal organik entelijensiyası başta olmak üzere evetçi bir cephe, bu paketin, 12 Eylül’le ve askeri vesayet rejimiyle hesaplaştığına, onu gerilettiğine ve onun organik uzantısı olduğu iddia edilen yüksek yargıyı demokratik reforma tabi tuttuğuna iknaya çalışıyor bizi. Hayır cephesinde bir yanda radikal milliyetçi, otoriter MHP çizgisi paketin ülkeyi, devleti, milleti böleceği şeklindeki bildik paranoya üzerinden siyaset yürütürken; Baykal döneminin cumhuriyetçi otoriterliğini sosyal liberal bir politik çizgiye dönüştürme çabası içindeki Kılıçdaroğlu CHP’si ise hayırının gerekçelerini daha fazla demokrasi ve özgürlük talebinin hem askeri vesayet rejimine hem de AKP’nin “çoğunlukçu diktatörlük eğilimine” karşı demokratik, sosyal, hukuk devleti perspektifi üzerinden kurmaya uğraşıyor. Bu iki pozisyona ek olarak bir de “Kürt Açılımı/Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” fonu önünde AKP’nin tasfiyeye kalkıştığı örgütlü Kürt hareketinin yok sayılmaya karşı anlaşılır boykot kararı var. Aslında süregiden politik tartışma hem (başta) iktidar hem muhalefet tarafından AKP’ye güvenoyu tartışmasına dönüştürüldü, aslında referandum süreci değil, 2011 genel seçimleri süreci başlamış durumda. Sosyalist sola gelince sosyo-politik ve örgütsel dağınıklığın derinleştirdiği ideolojik-politik krizin uzun zamandır birçok ülke meselesinde ortaya çıkardığı gibi tam bir pozisyon bolluğu hali var: “yetmez ama evet”, “yetmez ama evet + bölgesel boykot”, “Anayasaya evet, AKP’ye hayır”, “yetmediği için hayır”, “iki hayır birden”, “yetmediği için boykot” vb. Bu yazıda muradımız, sosyalist soldaki pozisyonlardan “yetmez ama evet” pozisyonuyla (ve diğer evetlerle) tartışmak ve bunun üzerinden daha genel olarak sosyalist politika ve stratejiyi düşünmek. Önce şu notu düşelim peşinen. Ahmet İnsel’in işaret ettiği üzere bu süreçte solun içinden çıkan tüm bu pozisyonlar şu iki konuda ortaklaşmaktadır: birincisi, gerçekten 12 Eylül rejiminden ve tüm bir militarist yapıdan çıkmak istiyorlar; ikincisi, AKP’ye dair, onun muhafazakâr, otoriter yönelimlerine dair taşıdıkları belli bir şüphe var.1 Bu tespitle başlamak en azından bu kesimlerle sürdüreceğimiz tartışmanın, “evet vermeyen faşisttir, militaristtir, anti-demokratiktir” pespayeliğini piyasada dolaşıma sokan muhafazakâr/liberal pozisyonun2 hak ettiği eleştiriden üslup, dil ve içerik olarak kendimizi farklılaştırmamız gerektiğine de işaret ediyor. Bununla birlikte, bunu söylemek aslen liberal demokrat kısmen de muhafazakâr evetçi tezlerle soldaki “yetmez ama evet”çi tezler arasında azımsanamayacak temasları, örtüşmeleri de göz ardı ettirmemeli. Bu durum aslında uzun zamandır sosyalist sol içinde “liberal sol”3

1 Ahmet İnsel, “12 Eylül’den çıkma rekabeti”, Radikal İki, 01.08.2010. 2 Bu söylem öyle hegemonikleşebildi ki örneğin sosyalist solun içinden DSİP genel başkanı Doğan Tarkan da “hayır oyları çoğunluğu sağlarsa bu toplum 12 Eylül darbesini onaylamış olacaktır” diyebiliyor. “Neden yetmez, neden evet?”, Radikal İki, 08.08.2010. Öte yandan BDP İstanbul milletvekili Ufuk Uras ise referandumdan “Hayır” çıkarsa bunun Ergenekoncuların bir zaferi olacağını ve solun hayır diyen kesimlerini Ergenekonculukla suçlayabiliyor. Star Gazetesi, 12.08.2010.

bir kanadın ayrışmasıyla ilintili.

3 Burada “liberal solu” içi boşalmış bir sıfat olarak kullanmayıp, Tanıl Bora’nın yaptığı “sol liberal” ve “liberal sol” ayrımına dayanıyorum. Hatırlanacak olursa sol liberal sosyal adalet meselelerine biraz daha duyarlı liberallerken; liberal sol siyasal liberalizmi (doğal haklar, temel insan hakları, anayasal devlet/hukuk devleti) merkeze alarak liberalizmi içeren bir sosyalizm tarifinden hareket eden ancak kapitalizmi ve sınıfsal meseleleri

Page 2: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

2

Yazı üç bölümden oluşuyor. Önce anayasa değişiklik paketinin içerik değerlendirmesi yapılıyor. İkinci bölümde, AKP’nin hegemonya projesi ve siyasal stratejisinin nasıl okunabileceği ve bu çerçevede bu referandumun nereye oturduğu tartışılıyor. Üçüncü bölümde ise “yetmez ama evet”çi temel tezler ele alınıyor ve bu pozisyonu doğuran tarih ve politika okumasının eleştirel bir değerlendirmesi yapılıyor. ANAYASA PAKETİNİN İÇERİĞİ4 Her ne kadar referandum sürecinde mesele anayasa değişikliklerinin içeriğinden bağımsızlaşarak bu pakete hangi politik anlamın yükleneceği mücadelesine dönmüş olsa da en nihayetinde bu pratik de paketin içeriğinden o kadar azade değil. “Yetmez ama evet” pozisyonu da sonuçta evetini her ne kadar aslen politik bir analiz üzerinden inşa etse de paketin içeriğiyle de destekliyor. Bu sebeple önce referandumda oylanacak başlıca değişikliklerin içeriğini değerlendirmek gerekmektedir. Daha kolay anlaşılabilir olması açısından paketteki değişiklikleri temel hak ve özgürlüklere ilişkin olanlar, militarist yapıyla ilgili olanlar ve yüksek yargıyla ilgili olanlar şeklinde sınıflandıracağım.

sorunsallaştırmaktan uzağa düşen veya anti-kapitalizmi ahlaki bir düzlemle sınırlı kalan bir pozisyon. Tanıl Bora, “Sol, liberalizm ve sinizm”, Birikim, 234, Ekim 2008. 4 Bu bölümdeki hukuki açıdan eleştirel değerlendirmelerin dayandığı ve çok daha ayrıntılı bilgi alınabilecek kaynaklar için bkz. Levent Gönenç, “2010 anayasa değişikliği teklifi üzerine bir değerlendirme”, Birikim, 254, Haziran 2010; Ece Göztepe, “2010 yılı anayasa değişikliğinin usul ve içerik açısından genel bir değerlendirmesi Türkiye’de demokrasinin kaderi”, Birikim, 254, Haziran 2010; İbrahim Kaboğlu, “Halkoyuna ‘Doğru’ Bilgilenme Hakkı”, Birgün, 22.07.2010, “Açılım ve Anayasa: İki Kötüye Kullanım”, Birgün, 24.06.2010, “2010 Paketi 1982 Metninden İleri mi?”, Birgün, 06.05.2010, “Anayasa Mahkemesi Üyeleri: Nicelik ve Nitelik”, Birgün, 15.04.2010; Fazıl Sağlam, “AKP’nin Anayasa Değişikliğine Bakış”, Cumhuriyet, 12-17 Nisan 2010.

- Temel hak ve özgürlüklere ilişkin olanlar - Kadınlara, çocuklara, yaşlılara, özürlülere, şehit ve gazi yakınlarına yönelik pozitif ayrımcılığın eşitlik ilkesine aykırı olmadığı ibaresinin konması (m. 10).

Bu eklemenin doğrudan fiili, politik bir anlamı ya da sonucu yoktur. Ortada pozitif ayrımcılığa anayasal bir engel bulunsaydı bir anlamı olabilirdi belki. Üstelik AKP bu konuda Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri bile kendine kriter alsa bundan daha fazla yol kat ederdi. Ayrıca AKP’nin toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikler karşısındaki açıkça muhafazakâr yaklaşımı, kota gibi icrai konularda patriyarkal duruşu da bu maddeyle ilgili düzenlemenin tamamen makyaj olduğunu göstermektedir.

- Ailenin korunmasıyla ilgili 41. maddeye “çocuk haklarının” eklenmesi. Yukarıdaki yorum burada da aynen geçerlidir.

- Kişisel verilerin korunmasına dair eklenen fıkra ile özel hayatın gizliliği (m. 20). - Yurtdışına çıkışları sınırlayan hallerin sınırlanması (m. 23).

Bu düzenlemeler olumlu olmakla birlikte referandumluk ve üzerinde politik fırtınaların koptuğu meseleler değildir.

- İdarenin işleyişiyle ilgili şikâyetleri incelemek üzere TBMM’ce seçilecek “kamu denetçiliği” kurumunun getirilmesi (m. 74).

İlk anda olumlu bir düzenleme olarak görülse bile demokratik denetim açısından işlevsel olabilmesi için yürütmeden bağımsız olması koşulunun garanti altına alınmamış olması (dördüncü oylamada şu anki 139 oyluk basit çoğunlukla, yani iktidar partisi tarafından uzlaşmaya gerek duymaksızın seçilebilir) bu düzenlemenin a la turca bir dostlar alışverişte görsün düzenlemesi olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.

- Beyan ve eylemleriyle partisinin kapatılmasına sebep olan milletvekilinin milletvekilliğini bağımsız olarak sürdürebilmesi (m. 84).

Bu alandaki çok daha geniş sorunlar baki kalmakla birlikte bu olumlu bir düzenlemedir.

Page 3: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

3

Son olarak bu başlık altında sendikal hayata dair düzenlemelere bakalım. - Aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olma yasağının kalkması (m. 51). - Siyasi amaçlı grev, genel grev, dayanışma grevi, iş yavaşlatma ve diğer direnişleri yasaklayan ibarenin kaldırılması (m. 54) - Kamu görevlilerine “toplu sözleşme hakkı” tanınması ve uyuşmazlık durumunda Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun zorunlu kılınması ve Kurulun kararlarının kesin ve toplu sözleşme hükmünde sayılması. (m. 53)

Kamusal tartışmalarda bu paketle ilgili belki de en büyük çarpıtmanın, tahrifatın yapıldığı konu budur, üstelik kendini solda tanımlayan “yetmez ama evet” cephesi, bu konuda yapılan tüm haklı uyarılara rağmen ısrarla sessiz kalmayı sürdürmektedir. Türkiye’nin taraf olduğu bütün uluslararası sözleşmelerde, uluslararası kuruluşların belgelerinde ve AİHM kararlarında da dile getirildiği gibi sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı bir bütündür. Grev hakkı olmaksızın diğer haklar zaten anlamlı bir biçimde kullanılamaz. Üstelik değişiklikle grev hakkı tanınmadığı gibi zorunlu tahkim dayatılmaktadır. Böylelikle fiilen grev engellendiği gibi grevsiz toplu iş sözleşmesi de aynı şu andaki toplu görüşme sürecinde olduğu gibi siyasal iktidarın tek taraflı dayatma oyunu olarak devam edecektir. Siyasi amaçlı grev vb. diğer direnişlere dair yasakların kalktığı iddiası ise tamamen bir yanılsama çünkü aynı maddenin ilk fıkrası greve ancak toplu iş sözleşmesi sırasında uyuşmazlık çıkması halinde başvurulacağını söyleyerek her türlü grevin yolunu kapıyor.5 Bu düzenlemeler bırakın demokratikleşmeyi, emeğin örgütlü mücadelesine yönelik anti-demokratik statükoyu açıkça devam ettirmektedir. Son olarak birçok sendikaya üyelik kendinde bir değer taşımaz, nasıl bir yasal çerçeve içinde hayata geçirileceği önemlidir. Mevcut düzenlemeler içinde bu yetkili sendikanın belirlenmesinde karmaşa demektir, bunu aşmanın tek yolu ise işyerinde referandum hakkı olabilir. Bu hak tanınmadan bu düzenleme hükümetlerin yandaş sendikacılığı semirtmesine yarayacaktır.

5 Bu konuda bkz. Aziz Çelik, “Grev Statükosu”, Radikal İki, 25. 07. 2010; Aziz Çelik, “Zorunlu Tahkimin Anlamı”, Birgün, 12.08.2010; Mesut Gülmez, “Grev ve Toplu Sözleşme Rüyası”, Radikal İki, 01.08.2010; Mustafa Öztaşkın, “Sendikalar Neden Hayır Diyor?”, Radikal İki, 08.08.2010. Bu konuda yapılan tüm uyarılara rağmen bu düzenlemelerin kazanımlar getirdiğini ileri süren sol evetçi bir akıl tutulması haline örnek olarak bkz. Oral Çalışlar, “Referandum çalışanların aleyhine mi?”, Radikal, 14.08.2010.

- Askeri vesayet rejimiyle ilgili olanlar - 1982 Anayasasının 12 Eylülcülerin yargılanmasını engelleyen geçici 15. maddesinin kaldırılması.

Bu madde ilk anda olumlu bir değişiklik gibi dursa da pratik bir sonucu olmayacaktır çünkü bu sene dolacak olan 30 yıllık zamanaşımı sorunu bu iktidara sunulan açık tekliflere rağmen çözülmemiştir.

- Yüksek Askeri Şura’nın (YAŞ) terfi işlemleri ve kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolunun açılması (m. 125).

1982’den beri neredeyse tüm kesimlerin eleştirdiği YAŞ kararlarının yargı denetimine açılmasında kısmi bir iyileştirmedir. Ama tam da bu konu ele alınmışken YAŞ’ın niçin bütün kararlarının yargısal denetime açılmadığının demokratikleşme perspektifinden bir açıklaması yoktur.

- Askeri yargının görev alanının sadece askeri kişilerin asker kişiler aleyhine işledikleri suçlarla sınırlanması (m. 145) ve sıkıyönetim ve savaş hallerinin dışında sivillerin askeri mahkemelerde yargılanamayacağı (m. 16).

Bu madde bu başlık altındaki pratikte görece olumlu bir sonucu olacak en belirgin düzenlemedir. Özellikle vicdani redcilerin askeri değil sivil mahkemelerde yargılanmaları sonucunu doğuracaktır. Ancak vicdanı red hakkının tanınmayıp es geçilmesi durumun vahametini devam ettirmektedir.

Page 4: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

4

- Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının Yüce Divan’da yargılanmalarının önündeki engelin kaldırılması.

Olumlu bir adımdır, tam değerlendirmesi aşağıdadır.

Anayasa Mahkemesi’ne dair değişikliklerde en tartışmalı alan burası. Hiç şüphe yok ki AYM’nin üye sayısının artırılması ve seçici makamlarının çoğullaştırılması öteden beri talep edilen olumlu değişiklikler olabilirdi. Ancak mevcut düzenleme bu açıdan pek de yol katetmemektedir. En temel sorun 12 Eylül rejiminin ve 1982 Anayasası’nın yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki hakimiyetini kurmak adına yetkili ama sorumsuz Cumhurbaşkanına tanınan belirleyici rolün devam etmesidir. Bu durum askeri vesayet eleştirilirken haklı olarak sıklıkla dile getirilen “yetkili ama sorumsuz genelkurmay başkanlığı” meselesiyle oldukça benzerdir. Üstelik bu durum kısmen AKP’nin kendi dar çıkarlarını güden acilciliğinin garabeti kısmen de orta vadede başkanlık sistemini dayatma arayışının bir sonucu olarak Cumhurbaşkanı’nın artık halk tarafından seçilecek olmasıyla daha da büyük komplikasyonlar doğuracaktır. 12 Eylül anayasasının getirdiği bu düzenlemelerden ileriye doğru demokratik bir sıçrayışın olmazsa olmazı sıklıkla sözü edilen vesayet rejiminin temel taşlarından yetkili ve sorumsuz Cumhurbaşkanlığının parlamenter rejime uygun sembolik bir makam haline getirilmesiydi. Ayrıca artık AKP’nin kontrolünde olan 12 Eylül YÖK’ünün göstereceği aday sayısının 1’den 3’e çıkarılması da eklendiğinde AKP’nin yaptığı 12 Eylülcü yapıyı neredeyse aynen korumaktır. Bu madde AKP’nin mevcut yapıyla değil de mevcut yapının içinin nasıl doldurulacağına dair bir derdinin olduğunu göstermektedir. Yine bu minvalde, her ne kadar Anayasa Mahkemesi’nin yüksek yargı kurumlarından Cumhurbaşkanına önerilecek üyelerin seçim sisteminde öngörülen sadece bir

- Yüksek Yargıyla İlgili Olanlar Neredeyse herkesin üzerinde hemfikir olduğu konu yargıyla ilgili değişikliklerin, yani Anayasa Mahkemesi (AYM) (m. 146-149) ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) (m. 159) ilişkin düzenlemelerin paketin merkezinde yattığıdır.

- Anayasa Mahkemesi: - Üyelerin taşıması gereken niteliklerde bazı değişiklikler; görev sürelerinin on iki yılla sınırlanması; çalışma düzeninin iki daire ve genel kurul olarak düzenlenmesi.

Bunlar belirli teknik eksiklikleri gündeme getirmekle birlikte politik tartışma yaratan düzenlemeler değillerdir.

- Bireysel başvuru hakkının getirilmiş olması. Bu olumlu bir düzenleme olup yine bazı teknik eksikler söz konusu olmakla birlikte üzerinde geniş bir mutabakatın olduğu bir düzenlemedir.

- Yüce Divan sıfatıyla yapacağı yargılamalarda TBMM Başkanı, Genelkurmay Başkanı ve tüm kuvvet komutanlarının (kara, hava, deniz, jandarma) görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan’da yargılanacakları.

Bu da olumlu bir düzenlemedir ancak Cumhurbaşkanı’nın bu kapsamın dışında tutulmuş olmasının AKP’nin dar politik çıkar gözetme davranışını ifşa etmektedir.

- Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının artırılması ve üye seçim yetkilerinin değişmesi. Daha önce 11 asıl artı 4 yedek üyeden oluşurken, şimdi yedek üyelik kalkıyor ve üye sayısı 17’ye çıkıyor. Şu anda 15 üyenin tamamı Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. 11 asil üyeden 3’ünü doğrudan, diğerlerini Yargıtay (2), Danıştay (2), Askeri Yargıtay (1), AYİM (1), Sayıştay (1), YÖK’ün (1) gösterdiği adaylar arasından. Yeni taslakta 17 üyeden 14’ü Cumhurbaşkanınca seçiliyor: 4ü doğrudan, diğerlerini Yargıtay (3), Danıştay (2), Askeri Yargıtay (1), AYİM (1), YÖK’ün (3) önerdiği adaylar arasından. Kalan 3 üyeyi de TBMM seçiyor (2 üyeyi Sayıştay 1 üyeyi de baro başkanlarının gösterdikleri aday arasından).

Page 5: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

5

aday için oy kullanma6 önerisini oybirliğiyle reddetmiş olmasıyla AKP’nin çok daha hızlı ve doğrudan biçimde AYM’nin içini şekillendirme stratejisi ciddi oranda boşa çıkmışsa da başka bazı düzenlemeler AKP iktidarının bu yönde temel bir derdinin olduğunu göstermektedir.7

6 Bu Cumhurbaşkanının takdir yetkisini neredeyse sınırsız biçimde genişletecekti zira bu oylama sistemiyle örneğin % 10, 5 vb. kadar düşük oy almış adaylar bile üçüncü seçilip Cumhurbaşkanı’na sunulabileceğinden Cumhurbaşkanı’nın da böyle bir adayı seçebilmesi anlamına gelecekti. Rektör atamalarında YÖK ve Cumhurbaşkanlığı arasında paslaşarak benzer bir mekanizmanın sürekli kullanılması bu durumun vahametini göstermekte. Manidardır ki AKP artık kendi kontrolünde gördüğü YÖK’ten önerilecek üyelerin seçiminde böyle bir sınırlama getirmeye gerek duymamıştır. Herhalde demokratik ve hukuki ilkeler doğrultusunda vardı bu durumun da bir hikmeti! 7 TBMM’nin üye seçiminde Almanya örneğinde olduğu gibi partiler üstü uzlaşmayı gözeten nitelikli çoğunluk arayışının bulunmaması, TBMM’nin seçeceği iki üyenin iktidarın kontrolündeki Sayıştay’dan gelecek olması, yine TBMM’nin seçeceği bir avukat üyenin Türkiye Barolar Birliği’ne değil de baro başkanlarına seçtirilmesi, mevcut Cumhurbaşkanı’nın atadığı halihazırdaki yedek üyelerin referandumda kabul çıkmasının ardından asıl üye olmalarını sağlayan düzenleme.

- Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu: - HSYK’nın üye sayısı artırılmaktadır. Mevcut durumda HSYK’nın Adalet Bakanı ve Müsteşarı dahil 7 asıl ve 5 yedek üyesi olup bu üyelerin her biri için Yargıtay (6 üye için) ve Danıştay (4 üye için) üçer aday belirliyor Cumhurbaşkanı birini atıyor. Paketteki düzenlemede kurul Bakan ve Müsteşar dahil 22 asıl 12 yedek üyeden oluşuyor. Bu üyeleri seçecekler ise şunlardır: Cumhurbaşkanı (4 asıl), Yargıtay (3 asıl, 3 yedek), Danıştay (2 asıl, 2 yedek), birinci sınıf adli yargı hâkim ve savcılarınca (7 asıl, 4 yedek), birinci sınıf idari yargı hâkim ve savcılarınca (3 asıl, 2 yedek), Türkiye Adalet Akademisi (1 asıl, 1 yedek). - HSYK’nın sadece meslekten çıkarma cezalarına karşı yargı yolu açılmaktadır.

HSYK’nın üye sayıları ve gelecekleri yerlere dair yapılan genişleme bu haliyle ilk bakışta olumlu bir düzenleme gibi gözükmektedir. Çok önemli bir anti-demokratik unsur seçilecek üye sayısı kaç olursa olsun seçimi yapanların sadece bir aday için oy kullanabilecekleri şeklindeki düzenlemeydi. Ancak bu garabet Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla iptal edildi. Bununla birlikte, söz konusu düzenlemeyi demokratik açıdan sakat kılan başka birçok unsur mevcut. Türkiye’de yıllardır dile getirilmesine ve AB kaynaklı izleme raporlarında net bir şekilde ifade edilmesine rağmen Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın kurul içindeki yerleri muhafaza edilmiştir; üstelik hâkim ve savcıların görevleriyle ilgili inceleme ve soruşturmalar HSYK Başkanı olarak Adalet Bakanı’nın oluruna bırakılmıştır. Her ne kadar rolü azaltılsa da Cumhurbaşkanı’nın hâlâ üye seçme yetkisi vardır. Birinci sınıf adli ve idari hâkim ve savcıların kurulda yer alabilmesi olumlu olmakla birlikte çoğunluğu oluşturmalarının bağımsızlığı zedeleyici bir unsur olabileceği zira kariyerlerinde yükselme beklentileri dolayısıyla Adalet Bakanlığı’nın üzerlerinde baskı kurabilme imkânının güçlü olduğu şeklindeki argümanı es geçmemek gerekir. Yeni HSYK’nın üyelerinin değişikliğin yürürlüğe girmesinden sonra 30 gün içinde gerçekleştirilmesi şeklindeki hüküm de siyasal iktidarın kendine uygun bir yapıyı en acelesinden oluşturma isteğini göstermektedir. HSYK’nın niye tüm kararlarının değil de sadece meslekten çıkarma kararlarının yargı denetimine açıldığı ise demokratik hukuk devleti ilkeleri açısından açıklanması zor bir durumdur. Son bir unsur da açık net bir ihtiyaç olmasına rağmen hâkim ve savcılar için ayrı kurulların oluşturulmamasıdır.

Yargıyla ilgili çok vahim bir düzenleme ise sıklıkla gözden kaçmaktadır: - Yargı yetkisinin sadece hukuka uygunluğun denetimi ile sınırlı olup, “hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz” olduğu (m. 125).

Page 6: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

6

Bu madde tam bir neoliberal yönetim rasyonalitesinin ürünüdür. İdari hukukta zaten yerindelik denetimi yapılmaz. Bu ifade eklenerek hedeflenen “kamu yararı” kavramı üzerinden alınan bazı hukuk kararlarıdır. Özellikle elektrik santralleri, nükleer santraller vb. uygulamalarla doğanın metalaştırılması, özelleştirmeler vb. konularda piyasa fetişisti, sermaye sevici neoliberal politikalara hiç olmazsa bazı örneklerde hukuk yoluyla biraz set oluşturulabilinmektedir. AKP bu değişikliği açıkça bu konularda idari yargıda önüne çıkan engelleri ortadan kaldırmak için istediğini kendi propaganda metninde de söylemektedir:

“Kamu yararı gibi sübjektif bir kavramla birçok özelleştirme kararı iptal edilmiş, böylece küresel sermayenin Türkiye’de yatırım yapması ile ilgili birçok zorluk çıkarılmıştır. Sadece doksanlı yıllarda Telekom’un özelleştirilmesine mani olunması sonucu Türkiye, yaklaşık 25 milyar dolarlık zarara uğratılmıştır. 25 milyar dolarla, Türkiye’nin eğitim ve sağlık alt yapısı bir yılda İsviçre düzeyine getirilebilirdi.”8

Eh politik hedef bu kadar açık ilan edilince insanın onu ideoloji ve yalan tahrifatıyla örtmesi gerekir tabii: vatandaşın eğitim ve sağlık hakkını savunan AKP yalanına karnı hâlâ tok olmayan varsa buyursun.

- AYM ile ilgili düzenlemelerde “aşırı yetkili ama sorumsuz” Cumhurbaşkanına tanınan rol üzerinden 12 Eylül rejiminin kurduğu yapı neredeyse aynen muhafaza edilmektedir. Burada yapılan düzenlemeler bu yapıya şimdi AKP’nin ileride de başka hükümetlerin nüfuzunu biraz

Anayasa Paketine Dair Nihai Bilanço - Temel haklar ve özgürlüklere dair düzenlemelerin tamamı makyaj düzenlemelerdir. Hayırı gerektirmedikleri gibi kimseyi de demokrasi havarisi kılmaz. Üstelik üzerinde muhalefetin itirazının da (eksiklikleri bir kenara bırakacak olursak) bulunmadığı konulardır. - Sendikal haklar konusundaki düzenlemelere gelince cevap açık ve net bir hayırdır. En temel hak ve özgürlükler arasında görülmesi gereken sendikal hak ve özgürlüklerin yıllardır süren gaspına devam edilmekte, hatta 12 Eylül anayasasından daha geriye gidilmektedir. Üstelik bu konuda yalan ve tahrifat da gırla gitmektedir. - Askeri vesayet ile hesaplaşma konusuna gelirsek. 15. maddeyle ilgili düzenleme AKP’nin paketin 12 Eylül’le hesaplaştığı kurgusunu inandırıcı kılmak için cephane sağlama hamlesidir. İçi boştur ve samimiyetsizdir çünkü 30 yıllık zaman aşımının kaldırılması yönündeki CHP ve BDP önergeleri AKP’liler tarafından reddedilmiştir. Daha önce de DTP’nin verdiği 12 Eylül’le ilgili araştırma önergesi AKP’lilerce reddedilmişti, yine TBMM’de faili meçhul cinayetlere ilişkin Meclis Araştırma Komisyonu kurulmasına yönelik bu cinayetlerin kurbanlarının ailelerinin önerisi AKP’lilerce reddedilmişti. YAŞ kararlarının kısmen yargıya açılması eksik ama olumlu, askeri yargının alanının sınırlanması ve genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarına yargı yolunun açılması olumlu adımlardır. Ancak bu adımların hiçbiri meseleyi referandum cenderesine sokmayı gerektirmeyen, üzerinde büyük oranda uzlaşmanın sağlanabileceği konulardı. AKP bu konuları referanduma taşıyarak kendi politik kurgusuna hizmet etmek şeklinde dar çıkarcı perspektifi öne çıkarmıştır. Bu başlık altındaki olumlu maddelerin paketi askeri vesayet rejimiyle veya 12 Eylül’le hesaplaşma paketi olarak tanımlatabilme gücü oldukça zayıftır. - Yargının “yerindelik denetimi yapmasının” engellenmesi adı altındaki düzenleme hukukun neoliberalizasyonu sürecinin bir parçası olarak okunmalı ve bu düzenlemeye net bir hayır denmelidir.

8 Anayasa Değişiklik Paketi ile İlgili Sorular ve Cevaplar, s. 40. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül de benzer biçimde Alsancak Limanı özelleştirmesini örnek vermektedir. Bkz. “Gönül: Ülkenin menfaatleriyle ilgili kararları hesap verecekler almalı”, Radikal, 30.07.2010; yine Başbakan da alanlarda yüksek yargıyı bazı özelleştirmeleri engellemesi dolayısıyla ideolojik olmakla eleştirmektedir. “Yüksek Yargı Başbakan’ı çıldırtmış”, Radikal, 15.08.2010.

Page 7: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

7

daha kolaylaştırmaktadır o kadar. Burada bir demokratik açılım falan değil statükoya yine statükoyu güçlendirme yönünde bir ayar söz konusudur. - HSYK ile ilgili düzenlemelere gelince burada yapılan müdahale kurulun yapısının görece daha geniş çevrelerden oluşması yönündedir. AKP’nin hızla güdümüne alma hamlesi Anayasa Mahkemesi kararıyla zayıflamıştır ancak yine de başka yan yollar devrededir. Gelinen noktada siyasal iktidarların dar vadeli çıkarları doğrultusunda manipülasyonlara karşı korunmuş bir kurul ortaya çıkmamaktadır. Tersi yönde endişeleri haklı kılan düzenlemeler söz konusudur. Hukuk, hukuk devleti en geniş anlamıyla tabii ki politiktir; ancak Türkiye’deki sorun hukuk üzerindeki politik müdahalelerin kısa vadeli dar ve kısmi çıkarlar doğrultusunda, salt kendine yontan mahiyette olmasından kaynaklanmaktadır. Mevcut yapı bu yöndeydi, AKP tasarısı da bunu pekiştirmektedir. Her ikisi de anti-demokratiktir. Bu durumu değiştirecek önemli düzenlemelerden AKP itinayla kaçınmıştır. Yargıyla ilgili yukarıda eksiklikler olarak saydığımız konular, maksimalist bir pozisyondan bir yoklar manzumesi sıralamak amaçlı değil pakete atfedilen demokratik ilerleme yaftasının kendi iddiaları açısından bile ne kadar temelsiz olduğunu göstermek amaçlıdır. Vahim olan basitçe AKP’nin yüksek yargıda kadrolaşma çabaları değildir, vahim olan anti-demokratik yapının muhafazası ve solda da “ne var daha önce de başkaları kadrolaşıyordu” diyerek bunun aslında anti-demokratik bir yapıyı ya aynen ya kısmi değişikliklerle muhafaza etmek demek olduğunun sessizlikle geçiştirilmesidir.9

Açık bir şekilde hayır demeyi gerektiren başka bir husus ise AKP’nin anayasa değişiklik sürecini işletiş tarzıdır. AKP, bırakın toplumdaki demokratik kitle örgütlerini, sivil toplum kuruluşlarını veya mecliste temsil edilemeyen partileri, mecliste temsil edilen partileri bile sürece katmamıştır. Bu konudaki isteksizliğinin güzel bir örneği anayasa değişikliklerinin son ana kadar kamuoyundan saklanmasıdır.

Sonuç olarak, bu paket ne cumhuriyetçi/milliyetçi otoriterlerin paranoyalarını mutlak haklı çıkarmaktadır ne de demokratik atılım iddiaları için asgari bir zemin sunmaktadır. Paketin olumlu maddeleri (askeri yargı, YAŞ, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının yargılanabilmesi, anayasa mahkemesine bireysel başvuru gibi) paketin şu anki politik tartışmalarda dile getirildiği haliyle demokratikleşme hamlesi payesini almak için oldukça zayıf olup, paketin demokratikleşmeye engel “miş” gibici ve aslında statükocu düzenlemeleri (sendikalar, AYM, HSYK, yerindelik denetimi) hayırı daha güçlü kılmaktadır.

10

9 Bu tarz bir yaklaşıma örnek olarak bkz. Ahmet Asena, “Maddeler bahane, hedef AKP”, Radikal İki, 15.08.2010. 10 Ocak ayında AKP’nin en yetkili seslerinden Cemil Çiçek tarafından anayasa değişikliği hazırlığı yok denirken, 22 Mart sabahı AKP internet sitesine konduğunda ancak bizlerin paketten haberi oldu. Buna anayasa değişikliği teklifinin hazırlanması ve TBMM’ye sunulması sırasında yangından mal kaçırma yaklaşımı sonucunda işlenen usul hataları da eklenebilir. Bkz. Ece Göztepe, a.g.m.

Bir çeşit “anayasa fetişizmi”nin hâkim olduğu Türkiye’de bugüne kadar çeşitli kurum ve kişilerce hazırlanan raporlarda görece demokratik bir anayasa için oluşmuş oldukça önemli birikime de pek itibar edilmemiştir. Yine AKP’nin derdi göreli de olsa belli alanlarda demokratikleşmeyi sağlamak olsaydı muhalefetin de (en azından önemli bir kısmının) üzerinde uzlaşmaya varacağı maddeleri ayırır bunları referandum cenderesine sokmazdı (ki bu AKP’ye önerilmişti). Nihayetinde toplumun birbiriyle içerik ilişkisi olmayan maddeleri oylamak zorunda bırakılmasının bizatihi kendisi vatandaşların özgür tercih hakkını kısıtlamaktır. AKP’NİN HEGEMONYA PROJESİ VE PAKETİN İŞLEVSELLİĞİ

Page 8: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

8

“Sosyalistler Anayasa dahil hiçbir ‘tekst’e tarihsel süreçlerden, sınıfsal dengelerden, o metni ortaya koyan öznenin amaç ve çıkarlarından bağımsız ‘anlamlar’ atfedip, ‘şeyleştirmezler.’ ‘Metin mesajın kendisidir’ savruluşuyla, Anayasaya zamandan, bağlamdan, içinde bulunulan siyasal konjonktürden bağımsız bakarsanız haliyle, ‘AKP niye bu metni, bu zamanda Türkiye toplumunun önüne koyuyor?’ sorusunu sorma zahmetine katlanmazsınız.”11

Hayri Kozanoğlu’nun isabetle işaret ettiği gibi “seçime bir yıldan az bir süre kala, meşruiyetini tazelemiş yeni meclisin önünde yeni bir Anayasa hazırlama fırsatı varken, toplumun neden referandum cenderesine sokulduğunu sorma hakkımız da bulunuyor. Böyle bir zamanlama ise, ister istemez referandumu AKP’nin 8 yıllık icraatının oylanması fırsatı haline getiriyor.”

Yukarıdaki alıntıda Hayri Kozanoğlu’nun işaret ettiği minvalde, politik aktörlerin hegemonya projeleri ve siyasal stratejileri, aralarındaki güç ilişkileri ve bunlara dair farklı okumalara bakmadan anayasa üzerinden dönen politik tartışma anlaşılamaz. Paketin salt içeriğine bakılırsa 13 Eylül sabahı evet ya da hayır çıkması Türkiye’yi ne anti-demokratik bir yıkıma ne de demokratik bir sıçrayışa götürmeyecektir. Bu, paketi anlamlandırmaya yönelik politik mücadelede evetçi muktedirler cephesinin kurmaya çalıştığı dikotomidir. AKP bu dikotomiyi paketin, askeri-bürokratik vesayet kafesinin zirvesi 12 Eylül’le hesaplaşmayı getirdiğini söyleyerek dayatmaya çalışıyor. AKP paketi bu haliyle toplumun oyuna sunarken siyasal hedefi göreli bir demokratikleşme veya 12 Eylül’le hesaplaşma falan değil. AKP’nin iki temel hedefi var. Birinci hedefi, Türkiye’de özellikle 12 Eylül’den sonra demokratik hukuk devleti kriterlerini asgari olarak bile karşılamayacak şekilde dizayn edilen ve içe kapalı yapısı büyük oranda cumhuriyetçi otoriter Kemalist elitlerce kontrol edilmesi öngörülen yüksek yargı kurumlarının denetim ve gözetiminden kurtulmak ve bu yapılara daha fazla nüfuz etmek. AKP bu paket ile ne 12 Eylül’le ne de yargının anti-demokratik yapısıyla hesaplaşmaktadır. Yaptığı şey 12 Eylül’ün kurduğu anti-demokratik yapıya bir “balans ayarı” yapmaktır. Yapıyı demokratik yönde değiştirmek değil, yapıya elinden geldiğince nüfuz etme siyaseti gütmektedir. AKP’nin bugüne kadar ki YÖK ve Cumhurbaşkanlığı politikaları bu konuda pek de fazla tartışmaya mahal bile bırakmayacak denli fahiş örneklerdir. Hukuk ile ilişkisinde de yargı reformunda da AKP’nin yol gösterici ilkesinin manipülatif politik müdahalelere karşı korunaklı bir hukuk devleti olmadığı aşikârdır.

12

AKP önce 2002 sonra 2007’de kazandığı seçim başarılarıyla Türkiye’de neoliberal kapitalizme yeni bir efsun sağlamıştır. Türkiye’de neoliberalizm bir yandan güçlü bir kültürel, ideolojik yapısal dönüşümü sağlayabilmişken diğer yandan da paradoksal olarak siyasal alanda hegemonik bir projeyle ortaya çıkarak neoliberal kapitalizmi yönetecek bir aktör bulamamıştır. ANAP’ın 12 Eylül gölgesi altındaki ilk seçimde sergilediği hegemonya hamlesi 1980’lerin ikinci yarısında hızla çözüldükten sonra, 1990’lar tam bir hegemonya krizi dönemi olmuştur. Merkez sağ ve merkez solun krizi, siyasal partilerin toplumsallıklarını yitirerek devlet alanı içine çekilmesi, otoriter devlet yapısının daha da güçlenmesi (burada sadece militarist Milli Güvenlik Devleti yapılanmasını değil, militarizmin ve neoliberalizmin eklemlenerek inşa ettiği ordusu, paramiliter güçleri, polisi, anti-demokratik yasaları ve

Bu bizi AKP’nin ikinci hedefine getiriyor: neoliberal, muhafazakar, otoriter popülizm üzerinden kurduğu hegemonyanın zayıflama sürecinde olduğunu görerek bu hegemonyayı yeniden tesise girişmek. Meselenin asıl can alıcı noktası budur.

11 Hayri Kozanoğlu, “Mani Oluyor Halimi Takrire Hicabım”, Birgün, 08.08.2010. 12 Hayri Kozanoğlu, “Mani Oluyor Halimi Takrire Hicabım”, Birgün, 08.08.2010.

Page 9: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

9

yargısıyla tüm bir Güvenlik Devleti kastediliyor), buna genel bir korku ve güven(siz)lik kültürü ve siyasetinin eşlik etmesi bu hegemonya krizinin görüngüleri olmuştur. Kapitalist bir toplumsal yapıda bir hegemonya projesinin hâkim sınıf fraksiyonlarını bir araya getirebilmesi, tâbi sınıflardan (ideoloji, maddi yararlar vb. mekanizmalarla) rıza devşirmesi, ayrıca doğrudan sınıfsal olmayan ama sınıfsal meselelerle eklemlenerek varolan kimlik politikası (örneğin Türkiye için Kürt sorunu, İslami ve laik kimlikler meselesi) ve toplumsal cinsiyet gibi konuları içerebilmesi gerekir. 1990’larda böyle bir projenin siyasal alanda inşa edilememesinin ardında şu iki temel dinamik vardır: neoliberalizmin sınıfsal (sadece iktisadi değil, siyasal, kültürel manada da) dışlayıcılığı ve iç savaş yürüten bir ülkede militarizmin ve güvenlik siyasetinin (siyasi, iktisadi, kültürel, ideolojik) tahkimi. Böyle bir yazıda uzun ve şümullü bir AKP analizine soyunulmayacak ama 2000’lerde AKP’nin böyle bir hegemonya projesini neoliberal, muhafazakar, otoriter bir popülist siyaset tarzıyla kurduğunu söyleyeceğiz.13

AKP’nin hegemonya projesine (aktif veya pasif) destek veren farklı kesimleri bir araya getiren politik söylem ise otoriter popülistti. Popülizm en geniş tabiriyle siyasetin çatışma eksenini iktidar bloğu karşısında halk (veya millet) bloğu şeklinde kuran, bu bloklar altında

Çok hızlıca üzerinden geçecek olursak, Türkiye kapitalizminin 2001’deki büyük krizinin ardından, AKP neoliberal sermaye birikimi stratejileri üzerinden (aslen finansal yatırımlar, emek maliyetinin bastırılması yoluyla rekabet edebilen ihracata yönelik sanayileşme, özelleştirmeler, tüm neoliberal yapısal reformlar) ve ortada başka bir projenin yokluğunda sermaye içi fraksiyonların desteğini kazandı. Buna ek olarak, bir yandan zaten zayıf olan sosyal devlet mekanizmaları neoliberal politikalarla yok edilirken, diğer yandan hem sosyal yardım ve hayırseverlik üzerinden hem de bugüne kadar dışlanmışları her ne kadar iğdiş edilmiş olsa da formel sosyal güvenlik mekanizmasına dahil ederek neoliberalizmin en çok dışladığı sınıfsal kesimlerden rıza devşirebildi. Bütün bu politikalarda dinci-muhafazakârlık da etkin bir şekilde devredeydi. 2002 sonrası sıcak para girişine dayalı ekonomik büyümenin yapısal olarak içinde barındırdığı kriz dinamiklerini erteleyebildiği oranda, AKP çeşitli toplumsal kesimlerde sosyo-ekonomik ümitvarlık halini canlı tutabildi. Ayrıca, AKP, kendisini zaten resmi kimlik politikalarının mağduru olarak kuran bir hareketin içinden gelen bir parti olarak Türkiye’nin devletçi-milliyetçi otoriter politikalarıyla kronikleştirdiği başta Kürt sorunu ve laiklik-İslamilik gibi kimlik sorunlarını da demokratikleşme yoluyla aşacağı vaadinde bulundu. Bu aynı zamanda otoriter-militarist devletin demokratikleştirileceği iddiasını da içeriyordu doğal olarak. Bu hegemonya projesinin tutmasında iki önemli unsuru belirtmeden devam etmeyelim. Birincisi, AB’ye üyeliğin tüm bu farklı kesimleri hatta daha da geniş toplumsal kesimleri içermek üzere “her şeyi çözecek büyülü bir hegemonya aygıtı” olarak inşa edilebilmiş olması. İkincisi, AKP karşısındaki muhalefetin izlediği cumhuriyetçi ve milliyetçi otoriter çizginin belli korkular üzerinden seslendiği toplumsal kesimlerin kapsamını bir hegemonya projesinin ihtiyaç duyacağı kadar geniş olma şansının bulunmaması.

13 AKP üzerine gitgide önemli bir literatür oluşmaya başlıyor. Burada yaptığımız türden analize ışık tutan bazı çalışmalar için bkz. Cihan Tugal, Passive Revolution: Absorbing the Islamic Challenge to Capitalism, Stanford University Press, 2009; Deniz Yıldırım, “AKP ve Neoliberal Popülizm”, İlhan Uzgel ve Bülent Duru (Der.), AKP Kitabı Bir Dönüşümün Bilançosu, Phoenix Yayınevi, 2009, ss. 66-107; Faruk Ataay ve Ceren Kalfa, “Neoliberalizmin Krizi ve AKP’nin Yükselişi”, Nergis Mütevellioğlu-Sinan Sönmez (Der.), Küreselleşme, Kriz ve Türkiye’de Neoliberal Dönüşüm, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009; Ayşe Buğra, “AKP Döneminde Sosyal Politika ve Vatandaşlık”, Toplum ve Bilim, Sayı 108, 2007; Yüksel Taşkın, “Türkiye’de Sınıfsal Yeniden Yapılanma, AKP ve Muhafazakâr Popülizm”, Birikim, Sayı 204, 2006.

Page 10: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

10

farklı sınıfsal ve diğer toplumsal kesimleri dizen, bunu da ideolojik çağırmalar kadar patronaj ilişkilerine dayalı yeniden dağıtım mekanizmalarıyla gerçekleştiren bir siyaset tarzı olarak tanımlanabilir. AKP, bu anlamda, Türkiye’de merkez sağın popülist söylemini devralarak Türkiye’de iktidar bloğunun Kemalist askeri-sivil bürokratik elitlerden (buna klasik merkez sağdan biraz daha farklı olarak zaman zaman, Refah Partisi’nde daha net ve açıkça zikredilen, sırtını devlete dayamış Batıcı- modernleşmeci büyük sermaye de ekleniyor), bunun karşısında millet bloğunun ise işçi, köylü, memur, esnaf, zanaatkar, tüccar, sanayici, sessiz muhafazakar kitleden oluştuğunu vazediyor. Hal böyle olunca Türkiye’de siyasal iktidar sınıfsal değil bürokratik niteliğiyle tarif ediliyor, burjuvazinin kendisi de bu yapı altında ezilenler arasında diziliyor. Eğer kapitalist hegemonya her şeyden önce sınıfsal çelişkilerin depolitizasyonu ise merkez sağ popülist siyasetin bizatihi kendisi hegemonik bir sınıf siyaseti aslında. Millet bloğunu temsil etme iddiasıyla ortaya çıkan sağ popülizm demokrasi meselesini de oldukça monolitik ve çoğunlukçu bir milli iradenin tecellisi tarifine indirgiyor. Bu yazıdaki tartışma açısından daha vahim olan ise, aşağıdakilerin, her anlamda dışlananların, ezilenlerin özneleşme ve kendi sosyo-politik kaderlerine hakim olma süreci olarak (en azından kendini salt liberal bir tarifle sınırlamaması gereken sosyalistlerce) okunması gereken demokrasinin sağ popülizm tarafından engellenmesi. Genelinde sağ popülizm ama özellikle de neoliberal popülizm, tâbi sınıflarla ve her türlü ezilenle, tahakküm altında olanla kâh birey kâh nüfus grubu olarak aktif değil pasif özneler olarak ilişki kurar ve modern demokrasinin belki de en önemli unsurlarından örgütlülüğe tahammül edemez. Buna göre, vatandaşın siyasal aktivitesi ancak seçimde oy vermekle sınırlıdır, bunun karşısında örgütsel her türlü mücadele popülist bir söylem içinde otoriter politikalara tabi tutulur. Salt bir iktisadi politika değil de bir siyaset tarzı olarak görülmesi gereken neoliberalizmin hüküm sürdüğü örgütsüz kapitalizm çağında, ekonominin teknikleştirilmesi, siyasetin (yukarıda tarif ettiğimiz şekilde) güvenlikleştirilmesi, kamusal-politik vatandaş-öznenin piyasanın tüketicisine dönüştürülmesi vb. mekanizmalar siyasal alanın daraltılması (yani bir anti-demokratikleşme) sonucunu doğuruyor.14

AKP’nin bu hegemonya projesi ise 2007 seçimlerinin alınmasından bir süre sonra gelişen bir dizi olayla çatırdamaya başladı. Burada sadece sıralamakla yetinelim. Dünya kapitalist krizinin Türkiye’ye teğet falan geçmeyip damardan zerk olması, bunun sonucu işsizleşme, küçük ve orta boy işletmelerin iflas dahil krize girmesi, sermaye içi hakim fraksiyonlar arasında kurulan geçici uzlaşmanın dağılması, neoliberal popülist yeniden dağıtımın su kaynaklarının seyrelmesi, ekonomik genişlemenin durması; kimlik politikalarında (Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere) açılım vaatlerinin tam tersi istikamete dönmesi veya büyük oranda lafta kalması; AKP dış politikasının dayandığı bazı ittifakların, özellikle ABD ile, ki yer verememiş olsak da hegemonya projesi açısından çok önemlidir, çatırdamaya başlaması.

AKP’nin sendikalar, feministler, çevreciler vb. örgütlü kesimlere karşı otoriter uygulamalarına dair dökülebilecek sayısız örnek örgütlülük alerjisine delalet ediyorsa, sesini yükselten çiftçiye, emekliye, isyan eden “şehit” ailesine vb. yönelik azarlamaları da herhangi bir muhalefete tahammülü olmadığını gösteriyor (buna, kendisine ters ses çıkardığında TÜSİAD, TOBB, medya organları vb. muktedirlerin aygıtlarına verdiği tepkileri de ekleyin isterseniz). Bu aslında, demokrasi=milli irade=çoğunluk=iktidar partisi (=lideri) şeklinde giden bir eşdeğerlilik zinciri kuran sağ popülizmin ister kamusal alan üzerinden ister hukuk işleyişi üzerinden herhangi bir eleştiriyi veya sınırlandırmayı kabul etmemesiyle ilgili.

14 Neoliberalizm demokrasi ilişkisi üzerine bkz. Ronaldo Munck, “Neoliberalizm ve Siyaset, Neoliberalizmin Siyaseti”, Alfredo Saad-Filho and Deborah Johnston (der.), Neoliberalizm. Muhalif Bir Seçki, Yordam Kitap, 2007; Necmi Erdoğan ve Fahriye Üstüner, “1990’larda “Siyaset Sonrası” Söylemler ve Demokrasi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 7 Liberalizm, İletişim, 2005.

Page 11: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

11

Tüm bunlar AKP’nin hegemonya projesi çerçevesinde biraraya getirdiği geniş koalisyonun farklı parçalarının farklı gerekçelerle de olsa geri çekilmeye başladığı ve bugüne kadar de-politize edebilmeyi başardığı konuların da önüne politikleşerek gelmeye başladığı bir süreci getirdi. Buna özellikle, muhalefetin CHP kanadında Kılıçdaroğlu’yla birlikte artık AKP’yi daha fazla sıkıştıracak bir siyasal stratejinin (sol popülist bir siyasal hat üzerinden işçi, köylü, memur, işsiz, kent yoksulları gibi kesimlere seslenilmesi; neoliberal kapitalizmi sosyal liberal bir modelle yönetme vaadi; TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin değiştirilmesi, 27 Mayıs darbesinin, 27 Nisan e-muhtırasının eleştirilmesi gibi hamlelerle askeri vesayeti eleştirme kartını AKP tekelinden çıkarması) devreye sokulması da eklenmeli artık. AKP kurmaylarının bu kavramsallaştırmalarla olmasa da bu süreçten bihaber olmadıklarını söyleyebiliriz. İki dönemlik bir iktidarın yaşadığı yıpranmayı tersine çevirmek üzere bir hamle yapılması gerekiyordu, yapıldı. AKP en başından beri bu anayasa paketini Meclis’te değil referandumda sonuca bağlama stratejisini güttü. Gerçekten de referandum şu anda bir AKP plebisitine dönmüş durumda. AKP’nin buradaki siyasal stratejisi yukarıda açıkladığımız zayıflayan hegemonya projesine yeniden kan katmaktı, bunun yolu da siyasetin çatışma eksenini yeniden askeri-bürokratik iktidar güçlerine karşı milli irade (=çoğunluk=demokrasi) cephesi ekseninde kurulmasıydı. Neoliberal, muhafazakar, otoriter popülist stratejinin işlemesi için, AKP’nin, oyunun kendisini en güçlü hissettiği sahada oynanmasını sağlaması gerekiyordu. AKP açısından anayasa paketi ve referandumun asıl işlevselliği burada yatmaktadır. Eğer bunu sağlarsa bir de 12 Eylül’ün tahkim ettiği otoriter kurumlar içindeki elitlerin değişimi mücadelesini de sağlamış olacak zaten. Bu minvalde, içeriğe bakıldığında her tür “yetmez ama evetçiyi” cezbeden pozitif düzenlemeler, AKP’nin hegemonyasını tahkim çabasında vermesi gereken maddi tavizler olarak görülmeli. AKP kendi çıkarlarını genel çıkar olarak inşa etmeye, yani hegemonya tesis etmeye çalışmakta. Bu anlaşılır bir durum. Hegemonya da kaba tahakkümden farklı olarak böyle bir şey. Bunu, salt kendi dar çıkarlarınızı dayatarak yapamazsınız, mutlaka toplumun farklı kesimlerindeki beklentileri kısmen madden karşılamak kısmen de onları karşılayacağınıza dair inanç yaratacak söylemler devreye sokmalısınız. Ancak, paketteki bu maddeler aslında zayıf kaldığı için, AKP referandumu büyük oranda plebisite döndürüyor ve paketi sağ popülist söylemine uygun biçimde etiketlemeye çalışıyor. Böyle bir hegemonik hamlenin verdiği tavizler karşısında, sosyalistlerin bunun aşağıdakilerin özneleşmesine (eğer demokrasinin sahih anlamı bu ise) katkısının olup olmayacağına bakması gerekir. Ne içerik tartışmamız ne de AKP’nin hegemonya projesi ve siyasal stratejisine dair böyle bir durum olmadığını gösteriyor bizce. AKP’nin otoriter popülizmi tam tersine oluşan toplumsal muhalefetin soğurulması ve pasifize edilmesi üzerine kurulu. Demokratikleşme yönünde bir dönüşüm yaratmaktan ziyade bunu yaratacağına dair bir inancı körüklüyor. Peki, o zaman “yetmez ama evet”çi pozisyon kendini nasıl kuruyor? “YETMEZ AMA EVET”: LİBERAL SOL POZİSYONUN İMKÂNSIZLIĞI “Yetmez ama evet” cephesinin web sayfasında “Anayasa Değişiklik Paketi Neler Getiriyor?” başlıklı bölüme baktığınızda insanın içeriğe dair neyi tartışacağız ki diyesi geliyor. Zira tüm maddeler hak ve özgürlükleri genişletici olarak sunulmakta, “yetmez ama evet”in yetmezinin yerinde yeller esiyor. Maddeleri bu şekilde olumlayıcı başka bir sunum kusura bakılmasın ama ancak AKP’nin “Anayasa Değişiklik Paketi ile İlgili Sorular ve Cevaplar” kitapçığında bulunabiliyor. Ancak hiç şüphe yok ki “yetmez ama evet” pozisyonundan daha incelikli değerlendirmeler mevcut. Bu değerlendirmelerde, aslında paketin ciddi eksikliklerine işaret eden ve paketin kendi iddialarını sorgulayan değerlendirmeler büyük oranda sol içinden hayır

Page 12: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

12

diyenlerin tezleriyle örtüşüyor. Ancak aradaki fark politik değerlendirmeye gelince ortaya çıkıyor. Deniliyor ki eksik de olsa demokratikleşmeyi, askeri vesayetle hesaplaşmayı vb. güçlendirecektir bu paket. Bu noktada “yetmez ama evet” pozisyonunun popülerleştirmeye çalıştığı temel argümanlara hızlıca bir bakalım. Sonra da bu politik değerlendirmenin arkasında yatan tarih ve politika okumasının açmazlarına değinelim.

1. Değişiklik paketinin tek tek hiçbir maddesinin bugünden daha geri bir noktaya götürmediği.15

Sadece hatırlatma: sendikal haklar, yargının yerindelik denetiminin iptali. Daha geri götürmüyor da ileri mi götürüyor? AYM konusunda tam bir yapısal statükonun muhafazası, HSYK’da ise yapısal statükoya çok zayıf müdahaleler, bir çeşit “balans ayarı”. Ayrıca “daha geri götürmemek” tek başına bir gerekçe olamaz ki, büyük oranda statükoyu koruyarak ilerleme gibi sunmak daha da sorunlu.

2. 1982 Anayasası değiştiriliyor. Anayasa 1921’den beri ilk defa sivil Meclis tarafından hazırlanıp halkoyuyla oylanacak.16

1982 anayasası bugüne kadar 16 kez değiştirilmiş, bunların 9’u AKP döneminde yapılmıştır. Üstelik 2001 değişiklikleri içerik olarak 2010 paketinden kat be kat daha önemli demokratikleşme adımları içeriyordu. Eğer bu süreçte tam katılımcı, gerçekten anayasanın içeriğine dair serbest kamusal tartışmanın sürebildiği bir süreç sonunda halkoyuyla oylansaydı “halkoyuyla anayasa yapılması” argümanının bir anlamı olabilirdi. Ama bunun tam tersi bir durum var. 12 Eylül’de Türkiye’de anayasa paketi değil AKP oylanacak. Bu bir diğer argümanı, bu “toplumun anayasa yapmaya dair psikolojik inançsızlığını yıkacak” tezini de geçersizleştiren bir durum. Ayrıca örneğin milliyetçi ve cumhuriyetçi otoriterlerin hâkim olduğu bir TBMM anayasa paketi hazırlayıp referanduma getirseydi bu kendinde eveti gerekçelendiren bir durum yaratır mıydı?

3. Eğer hayır çıkarsa 13 Eylül sabahı Türkiye’yi cumhuriyetçi-milliyetçi otoriterliğin zaferi bekliyor.17

Bu uzun zamandır siyaseti milliyetçi-cumhuriyetçi otoriterlikle muhafazakâr/liberal otoriterlik arasına sıkıştıran argümandır ve bu haliyle Türkiye’de ancak sağ popülizmi beslemektedir. Ayrıca, bizatihi meseleyi böyle koymanın kendisi açıkça bir korku siyasetidir. Muhafazakârlıklardan muhafazakârlık, otoriterliklerden otoriterlik beğen demektir. Bu argümantasyonun vardığı pespayelik ise “bugün hayır demek Ergenekonculuktur” demeye varıyor.

18 Bunu nasıl bir çoğulculuk anlayışıdır. Hayır diyenler kalkıp evet diyenlere siz AKP’cisiniz, BBP’cisiniz (Büyük Birlik Partisi) mi desinler?19

4. 12 Eylül ve askeri vesayet rejimiyle hesaplaşılıyor.

“Yetmez ama evet” pozisyonunun paket içinden kendini tahkim etmeye çalışırken en sık kullandığı argüman, paketteki düzenlemelerle 12 Eylül ve askeri vesayet rejimiyle hesaplaşıldığı. Hatta bu argüman akıl almaz biçimde “27 Mayıs’la da hesaplaşılıyor” noktasına kadar ilerletiliyor.20

15 Örnek olarak bkz. Ahmet İnsel, “Referandum Karşısında Özgürlükçü Sol”, Radikal İki, 18.07.2010; Doğan Tarkan, “Neden yetmez, neden evet?”, Radikal İki, 08.08.2010; Fuat Keyman, “Yeni bir Anayasa Koşuluyla “evet” ”, Radikal İki, 01.08.2010.

12 Eylül’le ilgili verilen örnek 15. maddenin kalkması. Bu maddeyle ilgili zaman aşımı sorununa ve bu sorunu aşmak üzere muhalefetin TBMM’de getirdiği önerilerin AKP tarafından nasıl reddedildiğini belirtmiştik. Bu durum ortada olduğu için çaresizce sarılınan bir diğer tez ise bu maddenin kalkmasının daha radikal bir hesaplaşma

16 Örneğin bkz. “Neden Yetmez Ama Evet Diyoruz”, http://www.yetmezamaevet.com/ 17 Bkz. Doğan Tarkan, “Neden yetmez, neden evet?”, Radikal İki, 08.08.2010. 18 Bkz. Doğan Tarkan, “Neden yetmez, neden evet?”, Radikal İki, 08.08.2010; Ufuk Uras’ın Star gazetesindeki 12.08.2010 tarihli röportajı. 19 Ya da insanın aklına Fransa’da neoliberal AB anayasasına sosyalistler hayır dediklerinde onları da acaba böyle yaftalayabildiler mi diye sorası geliyor. 20 Bkz. Doğan Tarkan, “Neden yetmez, neden evet?”, Radikal İki, 08.08.2010.

Page 13: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

13

için “sembolik ve psikolojik” zemin sunduğu. 15. maddenin “30 yıla yakın bir zamandır 12 Eylül cuntasını meşrulaştırmaya hizmet” ettiği ileri sürülüyor.21

“Ancak “12 Eylül’le hesaplaşma” parolasının, hem bu anayasa değişikliği paketinin içeriği, hem de AKP’nin genel duruşu açısından ikna edici olduğunu söylemek çok zor.”

Türkiye toplumuna 12 Eylül’le hesaplaşma konusunda ket vuranın 15. maddenin sembolik ve psikolojik etkisi olduğunu söylemek, 12 Eylül’ün ve onun kendisini nasıl olup da böyle meşrulaştırabildiğinin / toplumsallaştırabildiğinin dolayısıyla da onunla hesaplaşma mekanizmalarının hiç anlaşılmamış olduğuna delalet edebilir ancak. Aslında “yetmez ama evet” pozisyonun içinden zaten paketin böyle bir boyutunun olmadığı açıkça söyleniyor:

22

“Başbakan ne kadar “12 Eylül’de 12 Eylül Anayasasını sandığa gömeceğiz” iddiasında bulunsa da, 12 Eylül rejimine son verecek bir değişiklik olmayacak. 12 Eylül Anayasası’nın etkisi biraz daha sınırlanmış biçimde ama otoriter eğilimlerin ağır bastığı kurumsal çarpıklığıyla, rejime yön veren ruhuyla etkili olmaya devam edecek.”

23

Bizatihi bu değerlendirmeler içinde, AKP’nin hem parlamento hem de yerel yönetimler düzleminde bugüne kadarki tavrının tam tersi yönde olduğu, geçmişle hesaplaşma için siyasal, hukuksal, kültürel ve moral boyutları içeren kapsamlı bir çabaya ihtiyaç duyulduğu, resmi hakikat komisyonları gibi bu tarz hesaplaşma mekanizmaları için bırakın anayasaya çoğu kez yasalara bile ihtiyaç duyulmadığı vb. evet demeyenlerin de sahiplendiği gerekçeler de yer alıyor.

24

Ancak son tahlilde bu değerlendirmeler tam zıttı bir sonuca varıyor: “Bu paket, 12 Eylül’le hesaplaşmayı zorlaştırmıyor, kolaylaştırıyor”. Buna göre bu tarz hesaplaşma söylemlerinin AKP tarafından gündeme getirilmesinin hegemonik mücadele verilecek alanı, tabanı solcular için açtığı ileri sürülüyor. Evetin kazanması sonucunda ortaya çıkacak yeni siyasal-toplumsal dinamiğin AKP’yi 12 Eylül’den çıkışa zorlayacağı düşünülüyor.

25

5. Yargı oligarşisi krılıyor.

Aslında bu akıl yürütme aşağıdaki 5. ve 6. argümanların da bağlandığı ve paketin bütününe evet dedirten siyasal analiz. Bu analiz karşısında paketin içeriğinin ve AKP’nin hegemonya projesi ve siyasal stratejisinin böyle bir imkâna açık olmadığını göstermeye çalıştık. Aşağıda da bu yorumu mümkün kılan tarih ve politika okumasını tartışacağız.

Bir başka temel argüman ise siyaset üzerinde vesayet kuran rejimin aygıtları olarak görülen yargı kurumlarının demokratik düzenlemeye tabi tutulduğu. Örneğin, Mithat Sancar 12 Eylül’le doğrudan bir hesaplaşmanın söz konusu olmadığını, esas reformculuğun yargı ile ilgili olduğunu, bunun doğal bir sonucunun vesayet rejiminde gedik açmak olacağını söylüyor.26

“Evet, bu paketle cumhurbaşkanına tanınan yetkiler çok fazladır ve demokratik esaslarla uyuşmamaktadır. Ama sanki mevcut sistem, yürütmeye hiç yetki tanımıyormuş ya da daha az

Yukarıda paketin değerlendirmesinde böyle bir demokratikleşmenin söz konusu olmadığını, büyük oranda yapının korunarak bu yapıya nüfuz etme siyasetinin izlendiğini açıklamıştık. Aslında yetmez ama evet pozisyonunun içinden körleme gitmeyen incelikli analizler bu durumun farkında. İki alıntı:

21 Bkz. Ahmet Asena, “Semboller önemlidir”, Radikal İki, 01.08.2010. 22 Mithat Sancar, “12 Eylül’le hesaplaşmak”, Taraf, 22.07.2010. 23 Ahmet İnsel, “Referandum karşısında özgürlükçü sol”, Radikal İki, 18.07.2010. 24 Örneğin bkz. Mithat Sancar, “12 Eylül’le hesaplaşmak”, Taraf, 22.07.2010; Ahmet İnsel, “12 Eylül’den çıkma rekabeti”, Radikal İki, 01.08.2010. 25 Mithat Sancar, “12 Eylül’le hesaplaşmak”, Taraf, 22.07.2010; Ahmet İnsel, “12 Eylül’den çıkma rekabeti”, Radikal İki, 01.08.2010. 26 Mithat Sancar, “12 Eylül’le hesaplaşmak”, Taraf, 22.07.2010; “Anayasa paketi ve demokrat tutum”, Taraf, 25.03.2010; “Anayasa tartışmaları ve demokratik siyaset”, Taraf, 01.04.2010.

Page 14: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

14

yetki tanıyormuş gibi bir hava yaratarak tehlike değerlendirmesi yapmak da, en hafif deyimiyle iyi niyetle bağdaşmaz.”27

“AKP’nin değişiklik paketini sınırlı tutması, örneğin üye kompozisyonu demokratikleşecek olan yeni HSYK’yı gerçekten özerk bir yapıya kavuşturmaktan imtina etmesi, bu değişikliklerin çok kısmi olmalarına yol açtı. AKP tarzı reformun tüm nitel ve nicel eksikliklerini taşıyor anayasa değişikliği paketi. ‘Ben yaptım, oldu’ zihniyetini yansıtıyor.”

28

6. Yeni anayasa yapma imkânı ya elimizde olacak (evet) ya kaybolup gidecek (hayır). Evet demek daha radikal değişikliklerin ve aslında yeni anayasa yapma imkânını güçlendirir, toplumsallaştırır, hele ki yargı gibi hassas dokunulmazlara dokunuluyorsa.

Daha önce de belirtmiştik mevcut yapının anti-demokratik özelliklerine sığınarak değil tam da hem onun hem de o yapıyı asgari biçimde dahi demokratikleştirme şansı ve gücü varken ve de iddiası da buyken bunu yapmayıp, bu alıntıların da teyit ettiği üzere o anti-demokratik yapıyı koruyan bir siyasi hamleye karşı çıkmak (hayır demek, boykot etmek) niye gayet meşru bir politik tavır olmasın ki? Ancak yine iş yukarıda dile getirdiğimiz ve aşağıda eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutacağımız politik değerlendirmeye geliyor: “yine de bu daha fazlası için kapı açıyor”.

29

Bu AKP’nin ve onun muhafazakâr/liberal organik entelijensiyasının dayattığı bir ikilem ve 3. maddede dile getirilen duruma çok benziyor. Solcular, sosyalistler bunu niye olduğu gibi kabul etsin ki? Nedir bu anayasanın içeriğinde bu kadar “ya istiklal ya ölüm” dedirtecek. Yukarıda açıkladığımız üzere, 13 Eylül sabahı sonuç ne çıkarsa çıksın Türkiye’de 1982 Anayasası (tadil edilmiş haliyle de olsa) yerli yerinde durduğu sürece Türkiye’nin bir anayasa gündemi olacak. Bugün neredeyse ne evet ne hayır ne boykot cephesinde yeni anayasa istemiyoruz diyen yok ki. Herkes yeni anayasa istiyor. 2010 paketinin yeni anayasa isteyenlerin elini güçlendirebilmesi için paketin gerçekten tutarlı bir demokratik değişiklik yönelimi olması gerekirdi.

“Herkes biliyor ki, artık yeni anayasa bu Meclis’in değil, gelecek meclisin işi olacak. Dolayısıyla gelecek seçim kampanyasında yeni Anayasa, temel konulardan biri olacak. Ama bunun olabilmesi için, meclisin demokratik meşruiyetinin eksiksiz olması gerekiyor. Yüzde 10 seçim barajı bu meşruiyeti büyük ölçüde yaralıyor.”30

Aslında referandumda AKP’ye karşı çıkmak için bütün gerekçeleri kendi içinde barındıran incelikli “yetmez ama evet” argümanları, yine de son tahlilde, bu anayasa değişikliklerinin askeri vesayetle hesaplaşma, hukuk alanının demokratikleştirilmesi ve en nihayetinde demokratik bir anayasanın yapılması için bu pakete evet demenin gerektiği sonucuna varıyorlar. Bu politik değerlendirme bugün tam da otoritaryanizm karşısında siyasal liberalizmin tahkim edilmesini öncelikli politik mesele olarak tarif eden liberal sol politik pozisyona tekabül etmektedir. Bu politik pozisyonun, bu değerlendirmelerinin arkasında

Eğer durum bu alıntıda bizzat Ahmet İnsel’in dediği gibiyse, politik rasyonalitesi tam da demokratikleşme taleplerinin her mecrada soğurulmasına, radikalliğinin törpülenmesine yönelik işleyen AKP’yi tahkim edecek bir söylemdense, AKP’ye kendine demokratikleşme öznesi halini vehmetmenin böyle ucuz olamayacağını göstermek daha isabetli olmaz mı? Neoliberalizmin milliyetçi-cumhuriyetçi otoriter ve muhafazakâr-otoriter kanatlarına karşı sosyalist pozisyonu bugünden inşa etmek gerekmez mi?

27 Mithat Sancar, “Arato-Anakronik liberalizm ve zayıf demokrasi”, Taraf, 29.04.2010. 28 Ahmet İnsel, “Referandum karşısında özgürlükçü sol”, Radikal İki, 18.07.2010. 29 Örnek olarak bkz. Ahmet İnsel, “Referandum Karşısında Özgürlükçü Sol”, Radikal İki, 18.07.2010; Mithat Sancar, “Daha fazla demokrasi için…”, Taraf, 08.04.2010; Fuat Keyman, “Yeni bir Anayasa Koşuluyla “evet” ”, Radikal İki, 01.08.2010; Gençay Gürsoy, “Referandum yolunda ‘sol’un halleri”, Radikal İki, 01.08.2010. 30 Ahmet İnsel, “Referandum Karşısında Özgürlükçü Sol”, Radikal İki, 18.07.2010.

Page 15: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

15

Türkiye’nin geçmişi, bugünü ve geleceğini içeren belli bir tarih okuması ve bununla ilişkili bir politik pozisyon alış yatmaktadır. Türkiye’de 1980 sonrasında “muhalif ama hegemonik”31 bir pozisyon kazanan, yaygın olarak “güçlü devlet geleneği” tezi olarak bilinen ve farklı kuramsal ve politik pozisyonlara sahip sosyal bilimciler tarafından üretilen tarihsel anlatı Osmanlı-Türkiye tarihine dair devlet-merkezci bir analizde ortaklaşır. Bu hegemonik tarihsel anlatı, “güçlü devlet - zayıf toplum” yapılanmasında somutlanan özgül bir tarihsel süreklilik, burjuvazinin (bile) devlet karşısında zayıflığı ve devlete bağımlılığı, devletin burjuvazinin hegemonyası önünde bir engel teşkil ettiği, burjuvazi ve devlet seçkinleri arasındaki yarılma ve çatışmanın Türkiye’de iktidar ilişkilerinin ve toplumsal dönüşümün temel dinamiğini oluşturduğu, devletten özerkleşemediği ileri sürülen ekonomi ve (sivil) toplum alanlarındaki güçlere bigâne kalan toplum üstü/dışı bir devletin varlığı gibi tezleri içermektedir. Bu anlatıya göre, (ya kendinde bir özne olarak ya da sivil ve asker bürokratik seçkinlerde kişileşen) devlet sadece tâbi sınıflar ve toplumsal kesimler üzerinde değil aynı zamanda burjuvazi gibi hâkim sınıflar üzerinde de tahakküm kuran veya burjuvazinin kendini hegemonik bir güç olarak tahkim etmesine ket vuran kadir-i mutlak bir özne olarak resmedilir.32

Bu devlet-merkezci analiz tarzı Türkiye’deki militarist pratiklerin (özellikle de askeri müdahalelerin) analizinde de hegemonik bir yer işgal eder ve farklı politik pozisyonlarca (muhafazakâr, liberal, liberal-demokratik, sol-demokratik/liberal sol vb.) sahiplenilir. Buna göre, militarizasyon süreçleri, devletin hâkim sınıflar dahil tüm toplumsal güçler üzerinde hakimiyetini ifadelendiren güçlü devlet geleneğinin süregiden etkisiyle açıklanır. Açık veya örtük biçimde merkez-çevre, devlet-(sivil) toplum ikilikleri üzerine kurulu bu çalışmalarda bazen devlet elitleri ile siyasi elitler, bazen devlet elitleri ile zayıf burjuvazi, bazen de devlet elitleri ile tüm toplum arasındaki siyasal mücadele askeri müdahalelerin nedeni olarak ön plana çıkar. Devlet seçkinlerinin hâkim kesimi olarak askeri bürokrasi ile ya “milli iradeyi” temsil eden siyasi seçkinler veya sivil toplumun asli gücü olarak yüceltilen burjuvazi arasındaki çatışma militarist pratiklerin analiz edildiği genel çerçeveyi oluşturur.

33

Politik pozisyonu ne olursa olsun devlet-merkezci çalışmalarda, devletin militarist-milliyetçi kurumsallaşmasına kapitalist kurumsallaşması pahasına odaklanılır ve bunlar arasındaki ilişkisellik yok sayılır. Sosyo-politik iktidar ilişkileri seçkinler arası çatışmalara indirgenir; siyasetin toplumsallığı büyük oranda es geçilir. Bunun sonucunda, ne devletin kurumsal mimarisi ne de devlet aktörlerinin pratikleri (özellikle sınıfsal) sosyo-politik iktidar ilişkileri

31 Galip L. Yalman, “Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Alternatif Bir Okuma Denemesi”, Sürekli Kriz Politikaları. Türkiye’de Sınıf, İdeoloji ve Devlet, der. Neşecan Balkan, Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınları, 2004, s. 46. 32 Aynı hegemonik anlatıyı modernleşme kuramı, eleştirel kurumsalcılık, Weberyen yaklaşım ve Marksizm gibi farklı kuramsal pozisyonlardan üreten zengin bir külliyatın eleştirel değerlendirmeleri için bkz. Demet Dinler, “Türkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi”, Praksis, No:9, 2003; Galip L. Yalman, Transition to Neoliberalism. The Case of Turkey in the 1980s, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009; Nadir Özbek, “Alternatif Tarih Tahayyülleri: Siyaset, İdeoloji ve Osmanlı-Türkiye Tarihi”, Toplum ve Bilim, Sayı 98, Güz 2003; Fethi Açıkel, “Entegratif Toplum ve Muarızları: ‘Merkez-Çevre’ Paradigması Üzerine Eleştirel Notlar”, Toplum ve Bilim, sayı 105, 2006; Suavi Aydın, “Paradigmada Tarihsel Yorumun Sınırları: Merkez-Çevre Temellendirmeleri Üzerinden Düşünceler”, Toplum ve Bilim, sayı 105, 2006; İsmet Akça, “Militarism, Capitalism and the State: Putting the Military in its Place in Turkey”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006, s. 161-213. 33 Türkiye’de ordu üzerine bu analizlerin eleştirel bir değerlendirmesi ve 27 Mayıs örneği üzerinden militarizm kapitalizm ilişkiselliğinin nasıl okunabileceği üzerine bir analiz için bkz. İsmet Akça, “Ordu, Devlet ve Sınıflar: 27 Mayıs 1960 Darbesi Üzerinden Alternatif Bir Okuma Denemesi”, Evren Balta Paker ve İsmet Akça (der.), Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010.

Page 16: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

16

tarafından kurulmaz ve/ya sınırlanmaz. Türkiye’de devletin açıkça otoriter ve militarist kurumsallaşması, darbeler vs. salt devlet elitlerinin (asker-sivil bürokrasi) milli iradenin/milletin temsilcilerine (muhafazakâr ve liberal sağ söylem) ve/ya topluma (sol söylem) karşı salt kendi çıkarlarını tesis için kurulan bir yapı olarak analiz edilir. Bunun sonucunda, ne darbelerin ne militarist ve otoriter devlet formunun inşasında yukarıdaki ikilikleri yatay kesen çok daha karmaşık sosyo-politik iktidar ilişkileri, özellikle de sınıfsal temelli olanlar, tarihteki yerlerini alamazlar. Türkiye tarihi bu minvalde aşırı soyutlamaya dayalı değişmeyen bir süreklilikler tarihi halini alır. Bu durum, tarihsel süreçlere aşırı soyutlama yoluyla uygulanan bir tür şiddet anlamına gelir.34

Yukarıda tarif ettiğimiz tarzda bir tarihsel sosyoloji ve siyasal sosyoloji okuması bugün yaşanan gelişmeleri bir türlü gelmeyen ama beklenen “burjuva demokratik dönüşümün” yaşanması olarak da tarif etmektedir. Buna göre, Türkiye’de bir askeri vesayet rejimi vardır, Türkiye olağan burjuva parlamenter bir yapıya sahip değildir. Bu mesele siyasetin öncelikli ve asli meselesidir, tüm diğer meseleler ancak bu mesele çözüldükten sonra ele alınabilir. Bugün AKP ve onun temsilcisi olduğu “otantik Türk burjuvazisi” tarafından gerçekleştirilen de budur. AKP’nin seçim başarısı “Turgut Özal’ın başlattığı 12 Eylül darbesi yıkımından liberal tercihleri tatmin ederek çıkma çabasının” devamı olarak görülüyor ve AKP’nin “12 Eylül darbesinin yarattığı büyük toplumsal ve siyasal yıkımdan liberal-muhafazakâr hat üzerinden çıkışın son aşamasını gerçekleştirmek üzere” iktidara geldiği ileri sürülüyor.

1980 sonrası sosyal bilim literatüründe kendini tahkim eden Türkiye’nin tarihsel sosyolojisi ve siyasal sosyolojisine dair bu anlatı, aslında Türkiye merkez sağının onyıllardır iktidar stratejisinin temel direğidir. Yani, bu anlatı aslında Türkiye merkez sağının anlatısıdır. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de muhafazakâr ve liberal sağın bu anlatıya dört elle sarılması anlaşılır bir durumdur. Üstelik, 1980 sonrasının devlet karşıtı neoliberal tezleri de bu durumu pekiştirmiştir ve neoliberal sağın iktidar söylemlerine rahatlıkla eklemlenmiştir. Sosyalist solun dünya ve Türkiye ölçeğindeki siyasal ve teorik gerileyiş döneminde, bu tarz bir tarih ve politika okuması sol içinde de daha güçlü biçimde yer edinmiştir. 12 Eylül’ün neoliberal militarizminin biçimlendirdiği otoriter-militarist devlet yapılanması, salt askeri-bürokratik elitlerin iktidar arayışlarının bir ürünü olarak görülmüş, siyasal liberalizm eksikliği ceberut devlet geleneğinin ürünü olarak algılanmış ve bu duruma karşı alınacak pozisyonun siyasal liberalizmi tesis etmek olduğu düşünülmüştür. Bu analiz ve pozisyon alış bir yandan müstakil liberal-demokratik bir hattı doğurduğu gibi, sosyalist solun içinde de önemli bir mevzi kazanmıştır. Liberal sol olarak tarif ettiğimiz bu kanat Türkiye’nin asli politik gündeminin milliyetçi-militarist bir devlet yapılanmasına karşı siyasal liberalizm doğrultusunda bir demokratikleşmeyi tesis olduğunu ileri sürmektedir. Üstelik, bu siyasal liberalizm de birçok durumda öncelikle askeri vesayet rejimine karşı sivilleşme ile sınırlanabilmektedir. Bunun sonucunda da, Türkiye merkez solunun cumhuriyetçi-milliyetçi otoriter çizgisi karşısında Türkiye merkez sağının sağ popülist hegemonya stratejileri çerçevesinde işlevselleştirildiği askeri-bürokratik vesayet rejiminde bir çeşit gedik açma hamleleriyle ilgili somut gündemler karşısında, soldan bu politikaların sivilleşme ve askeri vesayetten çıkış hamleleri olarak desteklenmesi gerektiği tarzında bir politik pozisyon belirmektedir.

35

34 Marksizm içinden bu tarz bir “soyutlamanın şiddeti” meselesini kuramsal olarak tartışan şu çalışma oldukça önemlidir. Derek Sayer, The Violence of Abstraction. The Analytic Foundations of Historical Materialism, Basil Blackwell, Oxford and Cambridge, 1987. 35 Ahmet İnsel, “Burjuva demokratik dönüşüm ve sol”, Birikim, 220-221, Ağustos-Eylül 2007, s. 50-51.

Bu, Türkiye

Page 17: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

17

burjuvazisinin DP, AP, ANAP üzerinden geçerek verdiği “asırlık iktidar mücadelesinin son aşaması” olarak tarif ediliyor. Dolayısıyla, Türkiye tarihinde burjuvazinin asker-sivil bürokrasiye karşı, bu elitlerden özerkleşerek ilk defa tam olarak siyasal hegemonyasını tesis edebilmesinden bahsediliyor. Bunu yaparken de “otantik Türkiye burjuvazisi” adına AKP’nin burjuva demokratik devrimi gerçekleştirme sürecinde olduğu söyleniyor.36 Bu süreçte, sosyalistlerin bir yandan bu sürece kerhen de olsa destek vermesi gerekmektedir zira ancak bundan sonra “Türkiye’nin modern öncesi tarihi artık tamamen geride bırakılmış” olacağından sosyalist siyasetin imkânları konuşulabilecek ve askeri vesayetin tarumar edilmesinin ardından açılmış alanın bu sefer de burjuvazinin getireceği sınırlamalarıyla mücadele edilebilecektir.37

Paradoksal biçimde Ortodoks Marksizmin aşamacılık, düz çizgisel tarih anlayışı (önce burjuva demokratik devrim sonra sınıf mücadelesi ve sosyalist devrim) bu ortodoksiyi en çok eleştirenlerce yeniden üretiliyor. Normal olandan sapmış bir tarihin normalleşmesi üzerine kurulu böyle bir okuma idealleştirilmiş bir Avrupa burjuva toplumu gelişimi üzerinden Türkiye tarihini bir yoklar, anormallikler tarihi olarak okuyor ve tarihin normalleşme yönünde akışı üzerinden bir politik beklenti kuruluyor.

38 Bu tarz bir aşamacılık demokrasi ve sosyalizm arasında bir öncelik sonralık ilişkisi kurarken siyasal olan iktisadi olan ayrımını da zımni olarak yeniden üretmiş oluyor. Bunun sonucu demokrasinin anlamının siyasal liberalizme hatta sadece sivilleşmeye sınırlanması oluyor ya da diğer demokrasi meselelerinin bir sonraki aşama gelene kadar paranteze alınması. Bu da Türkiye sosyalist solunda ciddi bir özgül demokratikleşme perspektifi ve stratejisinin yokluğuna işaret ediyor.39

Özgül bir demokratikleşme stratejisinin yokluğu, demokratikleşmeyi elitlerin yukarıdan aşağı bir biçimde demokrasiye geçiş sürecini yönetme meselesine de sıkıştırmaktadır. Aslında, Türkiye’de demokratikleşme tartışmasının girdiği bu kanal, Doğu Avrupa ülkelerinden Ortadoğu’ya uzanan bir coğrafyada, ana akım liberal ‘demokratikleşme’ söyleminin hegemonikleşmesidir: demokrasi elitlerin yukarıdan ve kurumsal siyaset kanalları aracılığıyla yürüttüğü bir reform sürecidir artık. Hâlbuki Geoff Eley’in isabetle vurguladığı üzere, geçmiş iki yüzyılda gerçekleşen her türlü demokratik ilerlemenin ardında geniş kitlelerin seferberliği ve kolektif eylemi vardır. Bu bakımdan demokratikleşme, reformlarla ‘yukarıdan’ gerçekleştirilen bir kurumsal değişimden ziyade, geniş kitleleri mobilize eden sosyal ve siyasal çatışmaların bir ürünü olarak görülmelidir. Demokrasi konusunda gerçek ilerlemeler, evrimsel bir kurumsal reform sürecinin neticesi olmaktan ziyade, eski iktidar biçiminin şiddetle sarsıldığı, eski düzeni besleyen meşruiyet kanallarının ortadan kalktığı büyük kitle seferberlik ve mücadeleleri dönemlerinde söz konusu olmuştur.

40

36 Ömer Laçiner, “Şimdi alternatif zamanı”, Birikim, 220-221, Ağustos-Eylül 2007; “ ‘Aristokratlar’ ile burjuvazi mücadelesinde son aşamaya doğru…”, Birikim, 218, Haziran 2007. 37 Ömer Laçiner, “Şimdi alternatif zamanı”, Birikim, 220-221, Ağustos-Eylül 2007, s. 46-47. 38 Bu normal yoldan sapan kapitalizm tarihi analizi salt Türkiye’ye özgü de değil. Türkiye ile neredeyse benzer argümanların üretildiği Almanya örneği üzerinden böyle bir tarih anlatısının kuramsal ve ampirik eleştirisi için bkz. David Blackbourn, Geoff Eley, The Peculiarities of German History. Bourgeois Society and Politics in Nineteenth-Century Germany, Oxford University Press, Oxford, New York, 1984. 39 Bu yönde eleştiriler için ayrıca bkz. Foti Benlisoy, “Demokrasi ve Sosyalizm: ‘Olağanüstü’ Halde Siyasetin Sınırları”, Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol, sayı 30, Yaz 2008; “ “Geçiş Süreci”, aşamacılık ve siyasetin normalleşmesi”, Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol, sayı 31, Güz 2008. 40 Geoff Eley, “What Produces Democracy? Revolutionary Crises, Popular Politics and Democratic Gains in Twentieth-Century Europe”, M. Haynes ve J. Wolfreys (der.), History and Revolution, Verso, Londra, 2007. Türkiye’deki tartışmalara bu yönde bir müdahale için ayrıca bkz. Foti Benlisoy, “Luciano Canfora’nın Demokrasisi Aşağıdakilerin Gücü Olarak Demokrasi”, Mesele, sayı 34.

Page 18: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

18

Sosyalist bir demokrasi stratejisi ne meseleyi devlet elitlerinin vesayeti karşısında bir çeşit siyasal liberalleşmeye sıkıştırarak, ne de, Türkiye’de başka bir sosyalist tavır alışta sergilendiği üzere, salt neoliberal kapitalizme vurgu yaparak, yani Türkiye’de demokratikleşmeye dair siyasal liberalizmin de öngördüğü sorunlar alanını atlayarak inşa edilemez. Sosyalist bir demokrasi stratejisinin bunları eklemleyebilmeyi becermesi gerekir. Örneğin, Türkiye’de 12 Eylül’le beraber ve sonrasında neoliberalizmle (ki tekrar edelim asla salt bir iktisadi-sosyal politikalar bütünü olmayıp aynı zamanda siyasal alanı daraltıcı, politik özne olma imkânlarını bastırıcı bir siyaset tarzıdır da) milliyetçi-militarist hattın nasıl eklemlendiğini görmesi ve politik pozisyonunda da bu eklemlemeyi içermesi gerekmektedir. Bu onun demokrasi perspektifinin siyasal liberalizmin ötesine geçmesinin yegâne koşuludur. 12 Eylül ile hesaplaşmak onun militarizmi, milliyetçiliği olduğu kadar, hatta bunlardan da önce neoliberal kapitalizmi tahkim etmek üzere gerçekleştiğini görmekten geçer. Ama aynı zamanda, neoliberal kapitalizmi, Türkiye tarihinde kendi dinamikleri de olan milliyetçilik, militarizm meselesi olmadan tahkim edemeyeceğini de görmekten geçer. Bu ilişlkisellikler, eklemlenmeler tarih okumasında, politik analizde ve politik tavır alışta devreye girmediği sürece sahih bir sosyalist demokrasi perspektifi ve stratejisinin oluşması mümkün değildir. Aslında Türkiye merkez sağına ve bugün AKP’ye bakmak bu açıdan öğreticidir. Hakim sınıfın hegemonik siyaseti doğrultusunda sınıf siyaseti tam da bu eklemlenmeleri yaparak (ve de başka eklemlenmelerin önünü keserek) kurulmaktadır. Türkiye burjuvazisi ve onun en azından sağ siyasal temsilcileri (ve 1970ler, 1980lerin sonu 90ların başı, belki de Kılıçdaroğlu’ndan sonrası gibi parladığı dönemlerde merkez sol temsilcileri) sınıf mücadelesinin aşamacılık kabul etmeyeceğini, belli bir aşamaya geldiğinde soyut bir mekân ve tarihsel anda iki sınıfın karşı karşıya gelip verdiği bir mücadele olmadığının gayet bilincindeler. Sosyalist sola düşen de bunu diğer cepheden görebilmektir. Bizatihi sosyalist solun ve işçi mücadelesinin kendi tarihi bunun tarihidir zaten. Referandumda “yetmez ama evet”, AKP’nin elinden, askeri-bürokratik vesayete karşıtlık üzerinden kurduğu ilericilik kartını almak adına da savunulmakta.41

Bugün AKP, bırakın sosyalist solun liberal solun bile umut kapısı olamaz. Referanduma giden paketin içeriği de AKP’nin hegemonya projesinin ve siyasal stratejisinin niteliği de bunu göstermektedir. Bugün evet dememenin neredeyse tüm gerekçeleri evet diyenlerce verilmektedir. AKP’nin neoliberalizmle uyumlu ve ABD muhafazakârlığına yatkın olduğu, dolayısıyla “demokrasiyi Türkiye halkının gerçek bir edimi” haline getirmeyi istemeyeceği, bunun yerine sivil-asker bürokrasiden gelecek direnci “parlamento ile sınırlı olmayan bir sivil-demokratik-anayasa kampanyası ile aşmak yerine” karşıtı kurumlarla eli daha güçlü biçimde pazarlığa girişeceği ve “o ‘hassasiyetler’e olabildiğince dokunmadan kendi özel

Bunun gerekliliğine şüphe yok, ancak bunun mümkün olabilmesi için yukarıda tarif ettiğimiz tarz özgül sosyalist sol politik hat inşası ve demokratikleşme perspektifi ve stratejisi gerekmektedir. Bunun için de, yukarıda zikredilen tarzda bir tarih ve siyaset okumasını ve buradan neşet eden siyasal liberal pozisyonu aşmak gerekir. Sosyalist solun bugün politik görevini bir çeşit siyasal liberalizme sıkıştırmak ona bir çeşit merkez sol rol atfetmektir. İyi ama Kılıçdaroğlu CHP’yi sol liberal bir hatta dönüştürürse sosyalist solun farkı ne olacaktır? Özne inşası aşama kaldırmaz, süreç içinde süreklilik ister. Bugün siyasal liberal olarak inşa edilen bir öznenin üç gün sonra nasıl sosyalist bir özne olarak zuhur etmesi beklenebilir ki? SONUÇ YERİNE: SOSYALİST SOLUN İNŞASI ERTELENEMEZ!

41 Ahmet İnsel, “Referandum Karşısında Özgürlükçü Sol”, Radikal İki, 18.07.2010.

Page 19: AKP, Anayasa Değişikliği Referandumu ve Sol: “Yetmez Ama Evet”in Açmazları

19

hassasiyetlerine de anayasal güvence sağlamanın formüllerini bulmaya çalışacağı” tespitleri evet dememeyi gerektirir.42

“AKP, bu pretoryen merkeze karşı kendini “çevre” olarak tanımlasa da, son tahlilde Hegel’in efendi-köle ilişkisinde tarif ettiği diyalektik karşıtlığa bütünüyle uyan bir tavır sergiliyor. Çünkü AKP esas olarak sahibin yerini almak istiyor. Rejimin sahip değiştirmesini talep ediyor… Bunu yaparken, rejimi aşındırma görüntüsü altında, belki rejimi pekiştiriyor.”

Ahmet İnsel’in şu sözleri ne kadar isabetli:

43

Bütün bu tartışmalarda sıklıkla maruz kalınan bir söz şu oluyor: “Ne bekliyorsun, AKP muhafazakâr bir parti, sosyalist parti gibi mi davransın?”. El cevap hayır. Bu ülkede AKP adına sahibinin sesi olan liberaller, muhafazakârlar gırla. AKP’den sosyalist parti gibi davranmasını beklemiyorum ama sosyalistlerden sosyalist gibi davranmasını bekleyebiliriz. Sosyalist solun kendi özgün sosyalist sesini yükseltmesi gerekiyor, bunu da ancak neoliberal cumhuriyetçi-milliyetçi ve dinci-muhafazakâr otoriterliklerden olduğu kadar neoliberalizmi sorunsallaştırmayan liberal-demokratik tarzdan azade bir şekilde yapabilir. Bu ayrışma ancak Türkiye emekçilerini, ezilenlerini, dışlanmışlarını temsil edecek bir öznenin inşasıyla mümkündür. Örgütsel dağınıklığın pekiştirdiği politik-ideolojik dağınıklık sol entelijensiyada kamusal alan üzerinden, hatta medyatik kamusal alan üzerinden,

“Yetmez ama evet” diyen sol argümanların, evetin liberal sol, yetmezin sosyalist sol olma haline açıldığını görmeleri, bu ikiliği aşmak üzere hem bugünün politik mücadelesinde hem de tarihin ve bugünün okunmasında kendilerini Türkiye liberallerinden ve hatta muhafazakârlarından ayrıştırmaları gerekmektedir. Nasıl ki bir zamanlar Kemalizmden bu ayrışma gerçekleştirildiyse uzun zaman önce liberallerden de bu ayrışmanın gerçekleşmesi gerekirdi. Hala fırsat vardır.

44

42 Ömer Laçiner, “Şimdi alternatif zamanı”, Birikim, 220-221, Ağustos-Eylül 2007, s. 45-46. 43 Ahmet İnsel, “Pretoryen devlet ve sahipleri”, Birikim, 218, Haziran 2007. 44 Biz Türkiye solcularının tartışma zemininin büyük sermayedar Doğan grubuna bağlı Radikal İki olması nasıl normal görülebilir? Medyanın bir medyum olarak belirleyici hale gelmesinin düşünsel dünyamızı yapısal olarak nasıl formatladığı, hızlı ve tüketici akışkanlığın nasıl bütünsellik kayıplarına yol açtığı konuları hala aydınlatılmayı bekliyor. Bunları söylemek medyayı hiç kullanmayalım demek değil tabii ki, sosyalistlerin ezilenlerle temasının öncelikle medya üzerinden olamayacağı ancak ve ancak onların gündelik deneyimlerine temas edebilmekten geçtiği anlamına geliyor.

politika yapma çaresizliğini getirmiştir artık bugün. Sosyalist bir politik özne inşasından kaçındıkça, bunun fırsatlarını hoyratça teptikçe gitgide kampanya siyasetinin batağına çekiliyoruz. Bu sosyolojik durum ancak pratikte aşılabilir. Bugün referandum süreci bunu bir imkân haline getirmek için kullanılmalıdır. Bu herhangi bir evet cevabıyla mümkün olamaz, hayır veya boykot cevapları da bu işlevi gördüğü sürece sahici anlamlarını kazanabilir. Her türlü korkuyu aşarak, yedeğe alınmaya itiraz ederek, reel politik süreçlere müdahil olmanın sosyalistçe yolu bu olabilir ancak.