18
Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir? Nazım BERATLI Bu soru, büyük İngiliz tarihçi Edward Hallet Carr’ın, 1960’tan bugüne kadar dünya tarih yazıcılığına yön vermiş ünlü eserinin de adıy- dı. Nedir tarih? Geçmişteki “büyük adamların” maceralarının anlatıldığı bir menkıbeler silsilesi mi? Ulusların geçmişte ne gibi kahramanlıklar yaptığını anlata- rak, bugünkü sefaletlerini unutmalarına yarayan bir efsaneler toplamı mı? Yoksa bir hamaset ede- biyatı mı? Bugünkü politikacıların güncel iddiala- rına kanıtlar arayarak onları haklı çıkarmaya çalı- şan bir uğraş mı? Toplumsal sınıfların nasıl olu- şup geliştiğini anlatan bir ideolojik gayretkeşlik mi? Yoksa geçmişte her ne olduysa onu doğru anlayıp, kendi dimağının süzgecinden geçirerek, gelecekte de neler olabileceğine değgin kendinize ait bir projeksiyon oluşturma çabası mı? Eminim ki okur, kendi meşrebine göre bu sorular- dan birini seçmiş, ötekileri elinin tersi ile bir kena- ra itmiştir. Ama tarih, bunların hepsidir. Her biri de ayrı ayrı zamanlarda egemen olmuş tarih yazı- cılığı disiplinleridirler. Bunlardan her biri, ayrı bir tarih yazma disiplinidir. Tarih yazıcıların tümü, bunlardan birini benimser ve kendi “tarihini” ka- leme alır. 19. yüzyıla kadar, tarih zaten genel olarak yazıl- maz, sözlü edebiyatın içinde anlatılan efsaneler, menkıbeler biçiminde kuşaktan kuşağa aktarılarak gelişe-değişe giderdi. Yazılı örnekler olan vakayi- nameler, padişahların (büyük adamların) kendi ödedikleri yazıcıların, kendilerine methiyeler düzmesinden ibaretti. Daha çok hristiyan dünya- sında yer bulan kronikler ise nesnellikten tümüyle uzak (tarih ve nesnelliği ayrıca ele alacağız) belirli kişilerin kimi olayları kendilerince yazıya dökme- sinden ibaretti. Ulusların geçmişte yaptıkları büyük işlerin anlatıl- ması esasına dayanan tarih yazıcılığı, 19. yüzyılın ulus devletler kurma çağının tarihçilerinin, ve daha çok da Alman ekolünün tarih yazımı üslubu olup Hitler ile doruğa çıktıktan sonra, 1948’den itibaren ayakları toprağa basmıştır. Bu ekolün kurucusu, tarih yazıcılığını bir sosyal bilim haline getirdiğini iddia eden ve bugün de genel kabul görmüş olma- makla birlikte, üniversite tarih kürsülerinin kurucu- su olması bakımından, tarih yazarlığına getirdiği varsayılan “nesnel kurallar” nedeni ile “meslekten tarihçilerin” büyük değer verdiği Leopold von Ranke’dir; ki kendisinin bütün tarih yazma gayreti- ni Bismarck’a teorik zemin yaratmaya adadığı bili- nir. Tarihi “büyük adamlar”ın değil de toplumsal sınıf- ların yaptığına inananlar, Karl Marx’ın tarih anlayı- şının yolundan ilerleyenlerdir. Onlara göre tarihin bütün sırlarını, toplumsal altyapının yani üretim biçimlerinin gelişmesi sürecinin içinde izah edebi- lirsiniz. Ve Marx’ın ünlü deyişiyle “tarihte her ne olduysa, başka türlü olamayacağı için öyle olmuş- tur”… 19. yüzyıl koşullarında bu anlayışa hak ver- mekle birlikte, ben 20. yüzyıl tarihçiliğinin, özellik- le Carr ve Sir Elton arasındaki sürtüşme ile şekille- nen ve Fransa’da Marc Bloch ve Lucien Febvre’ın yönetimindeki Annalés dergisi çevresinde toplanan, en özgün örneği Fernand Braudel olan düşünürlerin katkılarıyla son biçimini alan tanımını akla daha uygun bulurum. İki noktayı eksik bırakmış bulunuyoruz ki bunlar- dan ilki, İbn-ı Haldun’dur. Daha Endülüs Emevileri

Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Sayı 3 / Yaz-Güz 2006

3

Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?

Nazım BERATLI

Bu soru, büyük İngiliz tarihçi Edward Hallet Carr’ın, 1960’tan bugüne kadar dünya tarih yazıcılığına yön vermiş ünlü eserinin de adıy-dı. Nedir tarih?

Geçmişteki “büyük adamların” maceralarının anlatıldığı bir menkıbeler silsilesi mi? Ulusların geçmişte ne gibi kahramanlıklar yaptığını anlata-rak, bugünkü sefaletlerini unutmalarına yarayan bir efsaneler toplamı mı? Yoksa bir hamaset ede-biyatı mı? Bugünkü politikacıların güncel iddiala-rına kanıtlar arayarak onları haklı çıkarmaya çalı-şan bir uğraş mı? Toplumsal sınıfların nasıl olu-şup geliştiğini anlatan bir ideolojik gayretkeşlik mi? Yoksa geçmişte her ne olduysa onu doğru anlayıp, kendi dimağının süzgecinden geçirerek, gelecekte de neler olabileceğine değgin kendinize ait bir projeksiyon oluşturma çabası mı?

Eminim ki okur, kendi meşrebine göre bu sorular-dan birini seçmiş, ötekileri elinin tersi ile bir kena-ra itmiştir. Ama tarih, bunların hepsidir. Her biri de ayrı ayrı zamanlarda egemen olmuş tarih yazı-cılığı disiplinleridirler. Bunlardan her biri, ayrı bir tarih yazma disiplinidir. Tarih yazıcıların tümü, bunlardan birini benimser ve kendi “tarihini” ka-leme alır.

19. yüzyıla kadar, tarih zaten genel olarak yazıl-maz, sözlü edebiyatın içinde anlatılan efsaneler, menkıbeler biçiminde kuşaktan kuşağa aktarılarak gelişe-değişe giderdi. Yazılı örnekler olan vakayi-nameler, padişahların (büyük adamların) kendi ödedikleri yazıcıların, kendilerine methiyeler düzmesinden ibaretti. Daha çok hristiyan dünya-sında yer bulan kronikler ise nesnellikten tümüyle

uzak (tarih ve nesnelliği ayrıca ele alacağız) belirli kişilerin kimi olayları kendilerince yazıya dökme-sinden ibaretti.

Ulusların geçmişte yaptıkları büyük işlerin anlatıl-ması esasına dayanan tarih yazıcılığı, 19. yüzyılın ulus devletler kurma çağının tarihçilerinin, ve daha çok da Alman ekolünün tarih yazımı üslubu olup Hitler ile doruğa çıktıktan sonra, 1948’den itibaren ayakları toprağa basmıştır. Bu ekolün kurucusu, tarih yazıcılığını bir sosyal bilim haline getirdiğini iddia eden ve bugün de genel kabul görmüş olma-makla birlikte, üniversite tarih kürsülerinin kurucu-su olması bakımından, tarih yazarlığına getirdiği varsayılan “nesnel kurallar” nedeni ile “meslekten tarihçilerin” büyük değer verdiği Leopold von Ranke’dir; ki kendisinin bütün tarih yazma gayreti-ni Bismarck’a teorik zemin yaratmaya adadığı bili-nir.

Tarihi “büyük adamlar”ın değil de toplumsal sınıf-ların yaptığına inananlar, Karl Marx’ın tarih anlayı-şının yolundan ilerleyenlerdir. Onlara göre tarihin bütün sırlarını, toplumsal altyapının yani üretim biçimlerinin gelişmesi sürecinin içinde izah edebi-lirsiniz. Ve Marx’ın ünlü deyişiyle “tarihte her ne olduysa, başka türlü olamayacağı için öyle olmuş-tur”… 19. yüzyıl koşullarında bu anlayışa hak ver-mekle birlikte, ben 20. yüzyıl tarihçiliğinin, özellik-le Carr ve Sir Elton arasındaki sürtüşme ile şekille-nen ve Fransa’da Marc Bloch ve Lucien Febvre’ın yönetimindeki Annalés dergisi çevresinde toplanan, en özgün örneği Fernand Braudel olan düşünürlerin katkılarıyla son biçimini alan tanımını akla daha uygun bulurum.

İki noktayı eksik bırakmış bulunuyoruz ki bunlar-dan ilki, İbn-ı Haldun’dur. Daha Endülüs Emevileri

Page 2: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Kıbrıs Yazıları

4

zamanında yazan bu büyük ustayı incelemeye sabrı ve nefesi yetenler, her ne kadar da efsane ve menkıbe anlatıcılığı yaptığını, sonucu itibarı ile her tarihsel sorunu gidip Tanrı’ya bağladığını, yani kendi çağının ilkeleri ile yazdığını görürlerse de, metodoloji olarak tarihi araştırma için koydu-ğu ilkelerin, Marx’ı da, modern tarih metodolojisi uzmanlarını da etkilediğini anlayabileceklerdir. Eksik bıraktığımız ikinci nokta ise, Post- Modern tarih anlayışıdır. Post-modern düşünürler, “tarih” diye bir bilim olmadığına, edebiyat ve diğer sos-yal bilimlerin tarihi zaten anlattığına inanır ve üniversitelerin tarih kürsülerinin gereksiz olduğu-nu, zira bunun bir bilim olmadığını savunurlar. Aslına bakılırsa, 19. yüzyıl ortalarına kadar tarih zaten edebiyatın içinde yer almakta olup halâ da bağımsızlığını kazanmış olmadığından, postmo-dernistler yeni birşey söylüyor değillerdir. Kaldı ki bir yandan tek bir tarih olmadığı, kültür, iktisad, sosyal, sanat ve zihniyetler için ayrı ayrı tarihler yazıldığı; öte yandan da en “ciddi” aka-demisyen tarihçilerin bile tarihin bir bilim olup olmadığına henüz karar verememiş olmaları (zira bilimsel tüme varım yöntemleri her zaman tarihi anlamaya yetmediği gibi, sonuçta “yorumsuz tarih olmaz” demeyen tarihçi de bulunmadığına göre, bu bir subjektivite= öznelliktir ve subjektif bir bilim olamaz) ve nihayet, aynı Osmanlı Tarihini bırakınız popüler tarihçileri, akademisyenlerin bile her birinin başka başka yazdıkları düşünülürse, postmodernizmi anlamak çok zor değildir. Aslına bakarsanız, post-modern düşüncenin tarih tezi, bir yandan Carr’ın Tarih Nedir’de söylediği gibi “ma-dem ki uyduracaksınız, hiç değilse zevkle okuna-cak şeyler uydurun!” önermesinin tekrarıdır; öte yandansa, Prof. Mete Tunçay’ın dediği gibi, “ev-rensel bir tarihe inanmamakla 19. yüzyıl tarih yazıcılığı anlayışına yani her ulusun kendi tarihini yazıp (uydurup) kendi ulusunu övmesine yol açma tehlikesine neden olabileceği için yeni bir görüş olmayıp eskilerin tekrarından ibarettir.”

E. H. Carr – Tarih Nedir ve Braudel

1961’de, İngiltere’de meslekten olmayan bir ta-rihçi Tarih Nedir? diye incecik bir kitapçık yayın-lar... Edward Hallet Carr adını taşıyan bu eski diplomat-gazeteci bir anda İngiliz bilim çevrele-rinde tarihin duayeni sayılan Sir Geofrey Elton’un fikirsel rakibi haline gelir. Yüzyıl başlarından beri, Fransa’da da Annales diye bir tarih dergisi çıkmaktadır. Bu derginin başında da Fernand Braudel bulunmaktadır. Özellikle “Uzun Zaman”

adlı makalesinde, Carr ile nerede ise örtüştüğü gö-rülen Braudel, İngiliz meslektaşı ile birlikte, 20. yüzyıl tarih yazıcılığı ve tarih felsefesinin zirvesine tırmanır, yüzyılın en büyük tarihçileri ünvanına layık görülürler... Günümüzde, tarihin yazılış meto-du ele alındığında, Carr ve Braudel’den söz edil-memesine olanak yoktur. Bu iki düşünürün ortaya koydukları yeni tarih anlayışı, ne geçmişteki olayla-rın abartılarak anlatılması, ne belgelerin kutsanma-sı, ne de kanıtlanmış olguların, ard ardına dizilme-sine dayanır.Carr ve Braudel (ve elbetteki Braudel’in hocaları Febvre ile Bloch’un) karşı çık-tıkları tarih yazma anlayışı neydi? Ve bu anlayışa ilk defa onlar mı karşı çıkıyorlardı?

Leopold von Ranke’nin 19. yüzyılda formüle ettiği, “kanıtlanmış olguların ardarda dizilmesi” esasına dayalı, güvenilir kaynak olarak yalnızca devlet ar-şivlerini kabul eden, “belgelerde ne varsa o doğru-dur” diyen, tarihi bir diplomasi tarihi olarak algıla-yan, tarihi “büyük adamların” yaptıklarına indirge-yen; yani tarih yazıcılığını ulus devletin emrinde bir propaganda metinleri yazarlığına çeviren ve bunu da “nesnel tarih yazıyorum, doğrusu budur ve asla ve kat’a başka türlüsü olamaz” diye sunan anlayış, Klâsik Historisizm diye anılır. Buna ilk karşı çıkan ise Karl Marx’tır. Marx, tarihi büyük adamların değil, toplumsal sınıflar arasındaki savaşımın yaptı-ğını ileri sürer ve kendi tarih anlayışını, Tarihsel Maddecilik diye isimlendirir. Ona göre tarihin giz-leri, büyük adamların yaşam öykülerinde ya da savaş hikâyelerinde değil, toplumsal ilerlemeyi sağlayan üretim güçleri arasındaki mücadelenin, üretim sürecinin gelişmesinin, sayfaları arasında olup doğal bilimlerde olduğu gibi toplumsal bilim-lerde de insanın iradesi haricinde şekillenmekte olan yasalarca yönlendirilir. Günümüzün en önemli marxist tarihçileri olan Hobsbawm ve Thompson, bu alanın tartışılmaz otoriteleri arasında yer alırlar. Tarih konusu açıldığında, aynen politika, felsefe ve ekonomide de olduğu gibi, Karl Marx hakkında, ayrı bir bölüm yazmak gereği vardır. Zira o, kendi-sine taraftar olsun ya da olmasın, 20. yüzyılın bütün tarihçilerini etkilemiş bir düşünürdür. Bu çalışma-nın ileri kısımlarında böyle bir bölüm olduğu için bu bahsi kısa kesip 1930’larda Fransa’da ortaya çıkan ve bütün 20. yüzyıl tarihçilerini etkileyen bir başka akımdan söz edelim.

Lucién Febvre ve Marc Bloch önderliğinde ortaya çıkıp Fernand Braudel ile doruğa varan bu akım Annalés Ekolü diye anılır. Toplumsal Tarih Yıllığı Dergisi (Annalés, yıllıklar demektir) etrafında top-

Page 3: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Sayı 3 / Yaz-Güz 2006

5

lanan 1930’ların genç tarihçilerinin ortaya çıkar-dığı bu yeni anlayış, tarihin total olarak yazılma-sını öngörür ve kısa zaman aralıklarının ele alın-masının o zamanı anlamaya yetmeyeceğini ileri sürer. Fernand Braudel’in ll. Filip Zamanında Akdeniz ve Akdeniz Dünyası adını verip Alman esir kampında kaleme aldığı doktora tezi ile en yetkin örneğini veren bu tarz, üniversiteye sunul-duğunda, jüri arasında bir bölünmeye yol açmış, zamanın otoritelerinin bir kısmı bunun bir dahinin çalışması olduğunu savunurken, geriye kalanlar böyle bir tarih çalışması olamayacağını ileri sür-müşlerdir. Zaman ilk grubu haklı çıkarmıştır. Ni-tekim Braudel daha sonra kaleme aldığı Fransa Tarihi ve Maddi Uygarlık gibi eserleriyle, 20. yüzyılın en önemli tarihçisi olduğunu kanıtlar.

Kıta Avrupa’sında bunlar olurken, İngiltere’de ortaya çıkan bir eski gazeteci- diplomat, 1961’de bir kitapçık yayınlar: What’s the History? (Tarih Nedir?). Son kırk yıla damgasını vuran bu yazarın adı Edward Hallet Carr olup tarihin metodu olarak ileri sürülen bütün verileri bir bir ele alarak, hiç de nesnel olunamayacağını ortaya koyar. Ve “tarih-ten önce tarihçi incelenmelidir” der... “Tarihçinin nesnelliği, nesnel olunamayacağını bilmesinden ve kendi zamanını aşabilmesinden ibarettir” diye de ekler...

Günümüzün yeni tarih yazıcılığı kuramı ise her alanda olduğu gibi Post Modernizm.... Keith Jenkins gibi Anglo Amerikan yazarların önderli-ğindeki bu akım, aslında tarih diye bir bilim bu-lunmadığını, üniversitelerin tarih bölümlerinin kapatılmasını ve tarihin yine ediplerin-filozofların tekeline bırakılmasını, zaten “meslekten tarihçi-ler” okunmayan risaleler yazdıkça, bunun kendili-ğinden olacağını savunuyorlar. Post modernist olmamakla birlikte, onların “meslekten tarihçile-rin” okunmayan tarihleri ile ilgili görüşlerine hak veren Richard J. Evans gibi ciddi tarihçiler bu-lunduğunu da ekleyerek konuyu kapatalım.

Nesnel Tarih Olur Mu?

Carr’a göre tarih yazmak, geçmişteki olaylara bakan tarihçinin, bunları kendi zihinsel süzgecin-den geçirip kendi yorumu ile geleceğe yönelik projeksiyonlar yapmasıdır. Ve elbette ki bu faali-yet, seçilen konudan başlayarak yazarın ulaşabil-diği kaynaklar, onlar arasından yaptığı seçim, okuduğunu anlayabilecek zeka ve bilgiye sahip olabilmesi, anladığını yorumlarken kullandığı kendi inançları, düşünce yapısı ve hatta kişiliği ile

bağımlı olduğundan nesnel değildir. Tarihçinin nesnelliğinin, nesnel olmadığının farkında olma yeteneği ile ölçüldüğü ve büyük tarihçinin ele aldığı olguları inceleyip geleceğe yansıtırken, yorumların-da, o anda kendisinin bulunduğu konumu aşıp aşa-maması ile ilgili olduğu görüşü de Carr’a ait bir görüştür.1

Braudel ise, Uzun Tarih adlı makalesinde artık bü-tün sosyal bilimlere hakim olunmadan tarih yazıla-mayacağını ve tarihin bazı kesitlerini ele alıp ince-lemekle doğru tarih yazmanın mümkün olmadığını ileri sürer. Zira, o ele alınan dönemin nasıl ortaya çıktığı ve neye yol açtığı anlaşılmadan, o dönemi anlamak mümkün değildir. Bir başka yerde ise, “yalnız bu yüzyılla ilgili yüz çeşit tarih yazılabile-ceğini” söyler.2 Çağımızın bir başka büyük tarihçisi John Tosh, “Tarihte tartışma götürmez nitelikteki bilgi alanları, doğal bilimlere oranla çok sınırlıdır. Günümüzde tarihte nesnellik savunusu yapanların, yeterince yüzleşmediği bir sınırlamadır bu...”der.3 Iggers, “Tarihin hiçbir maddi nesnesi olmaması yüzünden, tarihsel araştırmalarda nesnelliğin ola-naksız olduğunu”4 belirtir ve tarihçinin “içinde düşündüğü dünyanın mahkûmu”olduğunu ileri sü-rer.5 Richard Evans da “bugün artık kesin tarih olamaz”der.6

Evans, tarihi fizik kadar kesin ve nesnel yapmak iddiasındaki Ranke’nin bile nesnel olmadığını, ta-rafsız olmadığı çok iyi bilinen Venedik arşivinden başka kaynak kullanmadığını yazar.7 Braudel, yal-nız 20. yüzyıl hakkında “bin tarih portresi”8 yazı-labileceğini söyler. Fontana da “tarihin göreceliği-nin en güzel kanıtı, ayni olay üzerinde yorumların değişik oluşudur”9der ve Fransız İhtilâli’nin bazı tarihçilerin gözünde insanlığın ilerlemesinin köşe başlarından biri bazılarının gözünde ise bir yıkım ve isyan dönemi olarak tanımlanmasını örnek verir. 1 Edward H.Carr, Tarih Nedir?, İstanbul, İletişim Ya-yınları, 1996, s. 145. 2 Fernand Braudel, Tarih Üzerine Yazılar, Ankara, İmge Yayınları, 1992, s. 51, 107. 3 John Tosh, Tarihin Peşinde, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997 s. 131. 4 George. G. Iggers, Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 8. 5 Iggers, a.g.e., s. 9. 6 Richard Evans, Tarihin Savunusu, Ankara, İmge Ya-yınları, 1999, s. 181. 7 Evans, a.g.e., s. 30. 8 Braudel, a.g.e., s. 107. 9 John Fontana-Edward H.Carr, Tarih Yazımında Nes-nellik ve Yanlılık, Ankara, İmge Yayınları, 1992, s. 64.

Page 4: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Kıbrıs Yazıları

6

Tarihçinin objektif olma şansı bulunmamaktadır. Daha konuyu seçerken, yazar bir taraf konumuna gelmektedir. Yorum, yazarın zekasına, bilgi düze-yine, dünya görüşüne, ulaşabildiği kaynaklara, bu kaynakların gerçek anlamını anlayabilecek bilgiye sahip olup olmamasına, niyetine ve daha bir sürü faktöre bağlı olup öznelliğin ta kendisidir.

Peki ama ya Belgeler?

Tarih konusunda kafa yormamış “aydınlar”, pro-paganda metinlerini tarih diye sunanlar ve 19. yüzyıl Rankeci tarih disiplininin takipçileri, çeşitli amaçlarla “tarihin nesnel” olabileceğini ileri sü-rerken, Ranke’den beri nesnellik iddialarını arşiv çalışmalarına ve orada buldukları “belgelere” dayandırırlar. İleride de ele alacağımız “belge fetişizmi”nin de nesnellik konusunda tarihçiye hiçbir yararı olamaz. Zira tek başına “belge”nin nesnel olduğunun hiçbir kanıtı yoktur. Devlet yazışmalarının, o günkü politika-cı/yönetici/egemen aleyhine olmasını kim bekle-yebilir? Kronik yazarının, vak’anüvisin kendisinin geçimini sağlayanın aleyhine olabilecek birşeyi kaydetmesini kim ümit edebilir? Geçmişe değgin anılar, yazarının fikrinden başka neyin ifadesidir? Olayların olduğu gibi aktarıldığının garantisi ne-dir? Mahkeme tutanaklarının, olayı doğru aktardı-ğının ya da egemen leyhine adaletin tahrif edilme-diğinin teminatı nerededir? Carr şöyle der:

“19.yüzyıl olgular fetişizmi bir belgeler fetişizmi ile tamamlanmış ve haklı kılınmıştır. Belgeler, olgular tapınağındaki “kutsal sandıktaydı”. Saygılı tarihçi onlara başı önünde yanaşıyor ve onlardan huşû dolu bir sesle söz ediyordu. Bir olguyu bel-gelerde bulursanız, o öyledir. İşin aslına bakarsa-nız bu belgeler- resmi buyrultular, anlaşmalar, kira kayıtları, hükümet raporları, resmi yazışma-lar, özel mektuplar, anılar- bize neyi söyler? Hiç-bir belge bize o belgeyi yazanın, kendisinin ne düşündüğünden –neyin olmuş olduğunu, düşün-düğünden, neyin olmuş olması gerektiğini ya da olabileceğini düşündüğünden, yahut belki yalnızca başkalarının onun kendisinin ne düşündüğünü sanmalarını istediğinden, ya da kendisinin ne dü-şündüğünü sandığından fazla birşey söylemez. Bunların hiçbiri tarihçi onlar üzerinde çalışmaya ve onları çözmeye girişmedikçe bir anlam taşı-maz.”10

Evans ise ayni konuya şöyle yaklaşır:

10 Carr, a.g.e., s. 21-22.

“Tarihsel belgelerin dili, hiçbir zaman saydam de-ğildir ve tarihçiler bunların içinden bakarak arkala-rındaki gerçekliğin kolayca görülemeyeceğini, uzun bir zamandır biliyorlar. (...)Geçmiş öyle sıradan bir metinden çok daha fazla birşeydir ve geçmişi bir metin olarak okumaya çalışmak, onun gerçekliğinin yalnızca küçük bir bölümünü zaptetmek demektir. (...) Tarihçinin ne yazdığı ile belgenin ne söylediği, iki ayrı şeydir. (...) Arşivler kimi belgelerin tesadü-fen saklandığı, kimi belgelerin ise bilinerek yok edildikleri ya da rastlantısal olarak kayboldukları yerlerdir.”11

Tosh, gelecek kuşaklar için yazılmış anlatıların özellikle güvenilmez olduğunu, kilise ve hükümdar kroniklerinin partizan olduklarını, otobiyografilerde bile çarpıtma bulunduğunu anlatır. Ve ekler “Bun-lar güvenilir midir? Bu soru, paleografi ve diplo-matik gibi her türlü yardımcı tekniğin kapsamını aşar... Bunu cevaplayabilmek için tarihsel bağlamı bilmek ve insan tabiatını kavrayabilmek gerekir. İşte bu noktada, tarihçi kendi benliğine döner.”12 Kendine dönmek! Yâni, yazarın kendi subjektivitesine... Yazarın aklına, bilgisine, zekâ düzeyine ve hatta komplekslerine... Zaten Carr da bundan dolayı, “Tarihçinin kendisi, tarihin ürünü-dür... Tarihten önce, tarihçi incelenmelidir”der.13 Bizim kültürümüzde bunu yapmanın olanağının bulunmadığını, konunun hemen “kişiselleşmek” diye algılanacağını da ekleyerek, devam edelim.

Bu konuya noktayı koymak için, bir büyük tarih ustasının Lucién Febvre’ın belgeler konusunda söylediklerini de ekleyelim: “Kuşkusuz tarih yazılı belgelerle yapılır. Ama yazılı belgeler yoksa onlar-sız da yapılabilir ve yapılmalıdır... İnsandan kalma olan, insana bağlı olan, insana yarayan, insanın dile getirdiği ve onun varlığını, uğraşlarını, zevkle-rini ve yaşam biçimlerini anlatan ne varsa, bunla-rın hepsiyle tarih yapılabilir ve yapılmalıdır.”14

O zaman tarihçi, hadi yorumda nesnel olmasın ama, olayların aktarımında, doğruyu nasıl bulacaktır?

Peki, tarafsız tarih yazmak mümkün müdür?

Değildir...

E. H.Carr, şöyle der: “Tarihî olguların oluşturdu-ğu tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel sert

11 Evans, a.g.e., s. 110, 116 ,98 , 92, 93. 12 Tosh, a.g.e., s. 61-62. 13 Carr, a.g.e., s. 54. 14 Fontana-Carr, a.g.e., s. 39.

Page 5: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Sayı 3 / Yaz-Güz 2006

7

bir çekirdeğin var olduğuna inanmak, ahmakça ama silinmesi güç bir yanılgıdır.”15

Tarih ve Politika

Tosh, “Tarih siyasal bir savaş meydanıdır”16 der. “Otoriteye başkaldıranlar da bu başkaldırıyı boğ-maya çalışanlar da tarihin desteğini yanlarına almaya çalışırlar... Oysa günümüzde iktidarın tarih yorumu ders kitapları, basın ve televizyon dolayısıyla heryere nüfuz ediyor.”17 Jenkins de der ki: “ ... Bir şeyin söylenmesini engelleyen ve sadece belli şeylerin söylenmesine izin veren şey, nihai olarak iktidardır: Hakikat onu doğru kılacak güce sahip birilerine bağlıdır ... (Doğru olsun, olmasın)”.18

İster “mektepli”, ister amatör olsun; ister modern, isterse antik zamanlarda kaleme sarılmış bulun-sun, hiçbir tarih yazarı yoktur ki politik bir güdü-lenmeden nasiplenmiş olmasın. Muhalif de muva-fık da, resmi tarihçi de alternatifçisi de, Marxist’i, Rankeci’si, Annalesçi’si de kısacası, tarihçilerin tümü tarihi politik bir amaçla yazarlar. Araların-daki fark, politik hedeflerinden ibarettir. En “nes-nel” olduğu iddiasında bulunanlar, aslında en indigemeci propaganda yazarlarıdırlar. En bilim-sel olduğu iddiasında olanlarsa, kürsü başkanlığı, profesörlük, bir konferansa daha katılma, daha çok ödenek, adam yerine konmak ya da akademi-den politikaya sıçrayıp bakanlık kapmak amacına kılıf arayanlardır aslına bakarsanız.

Jenkins, “tarih kısmen insanların kimliklerini yaratma tarzıdır” der ve ekler: “Böylesine önemli bir meşrulaştırıcının, maddi ihtiyaçlardan ve ikti-dar ilişkilerinden doğduğu açıktır... Tarih kuram-dır, kuram ideolojidir ve ideoloji de çıkardır.”19

Tosh da, “Tarih yorumu şu ya da bu şekilde ahlâ-ki ve siyasi tutumların şekillendirdiği değer yargı-larıyla ilgili bir konudur”20 derken, ayni gerçeğe parmak basmaktadır. “Çalışmalarının bugünkü toplumsal konumlarından bağımsız olduğunu idda eden tarihçilerin, böylelikle çalışmalarının nes-nelliğini garantiye aldığını düşünmek yanılgıdan ibarettir”21 cümlesi de Tosh’undur. Zira her tarih 15 Carr, a.g.e., s. 17. 16 Tosh, a.g.e., s. 11. 17 Tosh, a.g.e., s. 11. 18 Keith Jenkins, Tarihi Yeniden Düşünmek, Ankara, Dost Yayınları, 1997, s. 43. 19 Jenkins, a.g.e., s. 31. 20 Jenkins, a.g.e., s.134. 21 Jenkins, a.g.e., s.136.

yazarı, konu seçerken, başlangıcı saptarken, hangi olgulara dayanacağını kararlaştırırken, o olguları açıklayacak belgeleri arayıp bulurken ve nihayet yorumunu yaparken, kendi dünya görüşünden, ken-di iktidar tahayyülünden, o iktidarla kendisi arasın-daki ilişkilerden bağımsız davranamaz. Bu, sözkonusu bile değildir. Tarih, bilim olmak iddia-sında bulunan bilimsel disiplinler arasında, politi-kanın en çok ihtiyaç duyduğu alan olduğu için poli-tik öngörüsü ya da tercihi olmayan birisi, zaten bu alana girmezdi. Girseydi bile politikacılar ona rahat huzur vermezlerdi.

Tarih Bir Bilim Midir?

Burada hemen bir saptamada bulunalım: Tarihin bir bilim olduğu iddiası “meslekten tarihçiler”in söyleyegeldiği gibi önce Leopold von Ranke tara-fından ortaya atılmış olmakla birlikte, böyle bir bilimsellik iddiasının genel kabul görmesine neden olan, “profesyonel tarihçiler” değil, Karl Marx’ın bizzat kendisidir. Marx, kendi sosyalizm anlayışını öncekilerden ayırmak için kendi anlayışını “Bilim-sel Sosyalizm” diye tanımlamıştır. Bu isimlendir-menin kendisinin ütopik sosyalistler diye tanımla-dığı öncüllerinden iki farkı vardır. Marx, doğal yasalar gibi, toplumsal yasalar da bulunduğuna inandığı için, ekonomide yaşamı yönlendiren ana etkenin “artık değer” olduğunu ileri sürmüştür. Tarihsel gelişimin de üretim güçleri arasındaki ça-tışmaların bir sonucu olduğunu düşünen Karl Marx’ın sosyalizm düşüncesine ikinci katkısı da tarihi bu gözle yorumlayan Tarihsel Maddecilik adını taşıyan ve bugün de pek çok tarihçiyi etkile-yen önermesidir. Bilimsel sosyalizmin önerdiği herşey bilimsel olduğuna göre, Marx’a göre tarih de doğal bilimler gibi bir bilim olup, doğal bilimlerde olduğu gibi tarihte de olayların gelişimini önceden öngörmemizi sağlayacak, genel yasalar vaz etmek mümkündür. Bu satırların yazarı, tarihsel materya-list görüşe katılmakla birlikte, tarihte geçmişe bakıp geleceği de birebir öngörecek genelleyici yasaların bulunmadığını düşünmektedir. Ünlü galat-ı meş-hur’un aksine, “Tarihte tekerrür yoktur”... Zira tarih içinde ayni koşulların bir kez daha oluşması mümkün değildir. Zaten, tekerrüre inanmak, Karl Marx’ın kendisine ters düşmek olurdu, zira tarihte ayni koşulların birden çok kez oluşması için ilerle-menin durması, zamanın donması gerekirdi. Birbi-rine hiç benzemeyen, değişik ortamlarda farklı ko-şullarla ortaya çıkmış ve bir defa yaşanmış olayla-ra bakarak, yeterli örneklemeyi elde etme olana-

Page 6: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Kıbrıs Yazıları

8

ğı yoktur ki geneli, yâni zamanın tümünü, bağ-layacak bilimsel yasalar vaz edilebilsin.

Tarihsel olayların yaşanmış ve bitmiş, bir daha tekrarlanamaz, denenemez ve kanıtlanamaz oluşu, tarihin bir bilim olmayıp, sanat ve hatta zenaat olduğunu ileri süren düşünürlerin başlıca dayana-ğıdır. Marx’ın tarihi bir “bilim” olarak yorumla-ması, yorumun gerekçeleri ve açınımı göz önüne alınmadan, basit bir slogan olarak ele alınıp bel-lendiği zaman içeriğinden de soyutlanıp skolastik bir ilke halini alır. Karl Marx, evet tarihi bir bilim olarak el alıyordu ama hangi şartlarda ve nasıl bir tarihten söz ederek? Alman İdeolojisi’nin el yaz-ması nüshasında, altını bizzat Marx’ın kendisinin çizdiği bir dipnot vardır. Düşünür oraya şöyle yazmış:

“Biz, yalnız bir tek bilim tanıyoruz o da tarih bi-limidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi doğa tarihi ve insan tarihi olarak ikiye ayırabiliriz. Bu-nunla birlikte bu iki yön birbirinden ayrılamazlar; insanlar varoldukça, insanlar tarihi ve doğa tarihi karşılıklı olarak biribirini koşullandırırlar. Doğa tarihi, yeni doğa bilimi ile belirtilen şey, burada bizi ilgilendirmez. Buna karşılık insanların tarihi ile ayrıntılı bir biçimde uğraşmamız gereke-cek...”22

Bu pasajdan, Marx’ın “tarih” deyince ne anladığı da ortaya çıkar. Bu anlayış, çağdaş tarihçilerden yalnız Braudel ile örtüşüyor. Braudel’in, üç kattan oluşan devinimli “tarih’i”, “değişimin bilimi” dediği tarih anlayışı, anlayış olarak Marx’ınkinin aynısı!23 Ama o bir Marxist değil! Ona göre, ze-minde doğanın değişimi yatar. Bu çok yavaş geli-şen bir değişimdir ve insan gözü ile takibi müm-kün değildir. Orta katta, toplumun değişimi, üre-tim biçiminin değişimi bulunur. Bunun da hızı, ilkinden süratli ama en üsttekinden yavaştır. En üst katta ise bireysel ve politik değişiklikler yaşa-nır. Siyasi tarih, bu kattadır ve en süratli değişim de burada olur. Tarih bu değişimleri inceleyen bilimdir Braudel’e göre...

Bunun yanında, 19. yüzyıl pozitivistlerinin başını çektiği bir tarihçiler grubu, tarihin bir sosyal bilim olarak sayılabileceğini ileri sürerler. Bu görüş Ranke’nin önderliğindeki pozitivistlerle sınırlı 22 Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, An-kara, Sol Yayınları,1976, s. 41. 23 Fernand Braudel, ll. Philippe Zamanında Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, Ankara, İmge Yayınları,1993, s. 21.

olmayıp, örneğin Carr, Braudel, Collingwood gibi çağımızın büyük tarihçileri de tarihin bir bilim olduğunu ileri sürerler. Ne var ki Carr, tarihin bir bilim olmadığını ileri sürenlerin dayanaklarına say-gı duyduğunu belirtir.24 Öte taraftan Tosh, tarihin bilimsel yöntemleri kullanarak araştırma yapan bir disiplin olduğunu söyler. İggers, tarihin sanat da değil, zenaat olduğu görüşündedir.25 Postmodernistler zaten üniversitelerde böyle bir kürsünün gereksiz olduğu düşüncesindedirler.26 Jenkins, bu tartışmanın bile modasının geçtiğini ileri sürer.27 Ama tarihin bir bilim olmadığı konu-sunda kuşku duymaz. Ona göre tarih, ideolojik bir faaliyetten ibarettir. Evans’ın bu konudaki düşünce-si ise tarihin bilimsel yasanın değişmez kesinlikteki kestirim gücüne yaklaşmasının bile sözkonusu ol-madığıdır.28 Evans da tarihin bir sanat olduğunu düşünüyor. Durkheim, böyle bir bilim bulunmadı-ğını, bunun ancak sosyolojinin ilerlemesine yaraya-cak bir yardımcı bilim olarak ele alınabileceğini ileri sürer.29 Fernand Braudel, “Tarih bana toplum-sal bilimin bir boyutu olarak görünmektedir” der.30 Hayden White, “bilimsel yöntemler kullanan bir zenaattir” diye yazar.31

Bence tarih, bağımsız bir bilim, değildir. Tarihçilik, bilimsel bir disiplinle geçmişe değgin araştırmalar yapan ve bunları yeni baştan günümüzün bakış açıları ile kurgulayan bir sanattır. Ne var ki “Tarih-çilerin metinleri kurguysa (bir anlamıyla edebi kompozisyonlar olarak öyledir) bu kurguların hammadesi de doğrulanabilir olgulardır.”32 Ancak bütün o “doğrulanabilir olgular”, zaman içerisinde, aynı nedenlerin, aynı sonuçları yaratacağına ait genelleyici yasalar vaz edemediklerinden, tarih bir bilim değildir. Peki, o zaman romancı ile tarihçinin farkları nedir?

Hobsbawm, bu konuyu şöyle açıklar: “Tarih bir tahayyül etme sanatı olsa bile bulunmuş nesneleri icad etmeyen, onları düzenleyen bir tahayyül sana-tıdır. Gerçi tarihçi olmayan insanlar, özellikle de tarihsel malzemeleri kendi amaçları doğrultusunda

24 Braudel, a.g.e., s. 74. 25 Iggers, a.g.e., s. 148. 26 Evans, a.g.e., s. 12. 27 Jenkins, a.g.e., s. 66. 28 Evans, a.g.e., s. 66. 29 Iggers, a.g.e., s. 35. 30 Braudel, Tarih Üzerine Yazılar, s. 113. 31 Evans, a.g.e., s. 71. 32 Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s. 411.

Page 7: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Sayı 3 / Yaz-Güz 2006

9

kullananlar, aradaki bu ince ayırımı vurgulamayı bilgiçlik taslamak ve önemsiz bir çaba olarak görebilirler.”33

Bir başka büyük İngiliz tarihçi, Collingwood, “İmgelemin işleri olarak, tarihçi ile romancının işleri, farklı değildir. Farklı oldukları yer, tarihçi-nin işinin doğru olduğunun söylenmesidir”34 diye yaklaşır konuya. Ve “tarih bir bilim olsa bile, özel türden bir bilim olurdu” diyerek, tarihin felsefi bir sanat olduğunu ileri sürer.

İşte bu aktarılanlardan dolayı, tarihçinin kendi zihninde yeniden canlandırdığı geçmişin, gerçeğe ne kadar benzediği, onun bitirdiği okullar ile de-ğil, kendi zihni ile ilişkilidir. Bunun için, geçmişe ait kaynaklara ulaşabilmek, bunları yorumlayacak bir dünya görüşüne sahip olmak ve geçmişe ait bu kaynakları ele alırken, tarih metodolojisinden yararlanacak zekâ ve bilgiye hakim olmak gere-kir…

Collingwood, “Tarihsel soruşturma, tarihçinin önüne kendi zihin güçlerini serer. Tarihsel olarak bilebildiği herşey, kendi kendine düşünebildiği düşünceler olduğundan...”35 Yâni, aynı kanıtlar karşısında, her tarihçi kendine göre ve kendi kadar düşünür, her hangi bir tarihsel olgu ya da belgeyi, her tarihçi ancak ve yalnızca, kendi gibi kavrar.

Burada metodoloji ile ilgili bir opsiyon bıraktığı-mızı belirtmekte de ayrıca yarar var. Zira metod sorunu da ayrıca ele alınması gereken, başlı başına bir önemli sorundur. Konuyu, Evans’tan bir pasaj-la bitirelim:

“Tarih yalnızca terimin zayıf anlamıyla bir bilim değil, yetenekli ellerde edebi bir biçim ya da dille ortaya konulabilen ve diğer edebi sanat ürünleriy-le kıyaslanabilecek ve böyle olduğu geniş ölçüde teslim edilebilecek bir sanattır ya da öyle olma-lıdır. Ve büyük Fransız tarihçisi Marc Bloch’un ısrarla belirttiği gibi bir zenaattır; çünkü onun uygulayıcıları malzemelerini ve aletlerini nasıl kullanacaklarını iş üstünde öğrenirler... Gerçekten bilimsel bir tarih arayışı içinde olmak, bir serap peşinde koşmaktır. ”36

Tarihsel Olgu Nedir ve Nasıl Seçilir?

33 Hobsbawm, a.g.e, s. 411. 34 Richard G. Collingwood, Tarih Tasarımı, Ankara, Gündoğan Yayınları, 1996, s. 290. 35 Collingwood ,a.g.e, s.261. 36 Evans, a.g.e., s. 79.

Ranke’ci tarih yazımının bir başka ustası, C. P. Scott, “Olgular kutsal, kanılar özgürdür”37 der. Çok doğru gibi görünen bu sözler hakkında, Carr şunları söyler:

“Sağduyucu tarih görüşü(ne göre)... Tarih doğru-lanmış bir olgular kümesidir. Tıpkı bir balıkçının tablasındaki balıklar gibi, belgeler, yazıtlar vb için-de olgular hazır dururlar. Tarihçi onları alır evine götürür, pişirir, canı nasıl istiyorsa o şekilde sofraya koyar... Şimdi, besbelli ki böyle şey olmaz... Olgu-lar yalnızca tarihçi onlara başvurunca konuşurlar: hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam içinde söz hakkı verileceğini kararlaştıran, tarihçidir... Sezar’ın o küçük çayı, Rubicon’u geçişinin bir tarih olgusu olduğuna karar veren tarihçidir... Bu binaya yarım saat önce, bisikletle ya da yürüyerek gelmiş olmanız da Sezar’ın Rubicon’u geçmesi gibi, geçmişe ait bir olgudur fakat büyük ihtimalle tarihçiler bunu görmezlikten geleceklerdir... Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihi olguların oluşturduğu, tarih-çinin yorumundan bağımsız ve nesnel sert bir çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça fa-kat silinmesi çok güç bir yanılgıdır....’ Bizim okuduğumuz tarih, doğrusunu söylemek gere-kirse hiç de olgusal değildir. Bir dizi kabul edil-miş yanılgıdan ibarettir.’... Çağdaş tarihçinin iki görevi birden vardır: Az sayıdaki anlamlı olguları bularak onları tarihin olgularına dönüştürmek ve pek çok olguları tarihi değildir diye bir kenara bı-rakmak. (...) Olgular gerçekte hiç de balıkçının tablasındaki balıklar gibi değildir. Olgular uçsuz bucaksız ve hatta bazan sınırsız bir okyanusta dola-şan balıklara benzerler, tarihçinin ne yakalayacağı kısman şansa, fakat asıl avlanmak için okyanusun neresine gideceğine ve hangi oltayı seçeceğine bağ-lıdır... Genellikle tarihçi, istediği türden olguları elde edecektir. (Zira N. B) Tarih, yorum demek-tir...”38

Geçmişte yaşanmış tarihsel yaşanmışlıkların her biri bir olaydır! Ne var ki geçmişte yaşanmış olay-ların tümü de birer tarihsel olgu değildir. Bir ola-yın tarihsel olgu nitelemesine hak kazanması için, o olayın yaşandığı dönemi etkileyen, ona damgasını vuran olaylardan biri olması da yetmez, geleceği de etkilemiş olması gerekir. Doğal olarak, geçmişte yaşanmış sayısız olaydan, hangilerinin tarihsel ol-gular olduğuna tarihçinin kendisi karar verir. Tosh, “Her tarih seçicidir ve bu seçmede kullanılan ilke

37 Carr, a.g.e., s. 17. 38 Carr, a.g.e., s. 15-17-19-20-30.

Page 8: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Kıbrıs Yazıları

10

özünde diğerinden daha doğrudur diye bir şey de yoktur.” der. Ayni tarihçi devamla ekler ki: “ Dolayısıyla tarihçilerin şurada bir yerde bulunan olgulara kendi kimliklerini silerek yaklaştıkları şeklindeki inanış (pozitivizmin temel ilkesi) yanıl-samadan başka birşey değildir.”39 Tarihçi, sadece ele aldığı olgunun nesnel olduğunu garanti edebi-lir. Yâni, ele aldığı olayın gerçekten geçmişte yaşandığını kanıtlayabilir. Ama onun o olayı, olgu olarak kabul etmesi bile öznelliğin ta kendisidir. Zira, o olayı “tarihsel olgu” olarak ele almak ya da almamak, bütünüyle tarihçinin inisiyatifine kalmış bir şeydir.

Tarihçi “nasıl olduysa” değil, “ nasıl anladıysa” da değil; “nasıl olduğunun sanılmasını isterse” onu haklı çıkaracak olayları, olgu olarak seçebilir. Birine “olgu” olarak görünen bir olay; ötekinin gözünde “önemsiz ayrıntı” olarak beliriverir ve genellikle hangi olayın kendi dönemine damgasını vurduğunu, bilimsel bir kesinlikle vurgulayacak herhangi bir kural da henüz vaz edilebilmiş değil-dir.

Kaynaklar

Yalnız amatör tarih meraklıları değil, pek çok ciddi tarihçi de tarihin kaynaklara dayalı olarak yazılmasının, onun nesnel olmasının bir kanıtı olarak ileri sürülebileceğini iddia eder. Aslında bu düşünce de Leopold von Ranke’nin, 20. yüzyıl tarih yazıcılarına musallat ettiği bir yanılsamadır. Ranke, Comte’un Toplumbilim’i kurmasından esinlenerek, o güne kadar edebiyat içinde yer alan tarih yazıcılığından, yeni bir toplumsal bilim ya-ratmaya sıvanmış, Prusyalı bir aristokrat olarak arşive kapanıp bir takım kurallar geliştirmekle bilim dünyasına yeni bir disiplin hediye edebile-ceğini düşünürken aslında bütün yazdıklarının Prusya’da ulus devlet ideolojisi yaratmak üzere kaleme alındığının gözlerden uzak kalabileceğini sanmıştır.40 Onun katı kuralcılığı, sonunda tarihsel kaynak olarak devlet arşivlerinde tutulan belgeler-den başka hiçbirşeyin değerli olamayacağına değ-gin bir yanlış inanış ortaya çıkarmıştır.

Oysa, Evans’ın deyimiyle,

“bir sonraki kuşaktan tarihçilere, Ranke yeterince Rankeci gelmiyordu! (...) Onun yazıları kimileri-nin düşündüğü gibi renksiz olmaktan çok, meta-forlarla doluydu. Nesnel tarih yazdığına ilişkin

39 Tosh, a.g.e., s. 21, 127. 40 Iggers, a.g.e., s. 26.

inancı, büyük ölçüde çalışmalarının önemli bir kıs-mını Venedik sefirlerinin çeşitli Avrupa devletleri-ne gönderdikleri, tarafsızlık ve değer yargısından yoksunluk havası veren belgelere ve raporlara da-yandırmış olmasından kaynaklanıyordu.”41

Devlet arşivlerindeki belgelerin ne kadar nesnel olabileceğini yukarıda tartıştık ama bütün bir 20. yüzyıl tarih yazıcılığına egemen olan anlayışın, üniversitelerin tarih bölümlerinde lisans öğrencile-rine dayattığı metod bilgisi, bugün hala geçerliliğini koruyor. “Meslekten tarihçiler”, tarihsel kaynakları ikiye ayırıyorlar: Tarihsel olaya bizzat tanık olmuş kişilerin kaleminden dökülen belgelere Birincil Kaynaklar deniyor. Tarihsel olayı, nispeten geç zamanda başkasından işiterek kaleme almış olanla-rın yazılı mirasları ise İkincil Kaynak diye adlandı-rılıyor.Bu türden kaynaklarla, “nesnel tarih” yazıla-cağını öngören Ranke’nin izinden giderek, belgele-rin tersten de okunması, çağdaşı başka belgelerle karşılaştırılması, yazıldığı çağın genel tarih bilgisi ile irdelenmesi ve böylece mutlak gerçeğe yakla-şılmasının mümkün olabileceği öğretiliyor. Birincil Kaynaklar söz konusu olduğu zaman, sırf kaynağa dayanarak doğru tarih yazmanın kesin garantisi de yoktur. Örneğin 1425 Hirokitya Savaşı ile ilgili olarak, elimizde hem Memlük vak’anüvislerinin ve hem de Lüzinyan kroniklerinin birinci elden kronik-leri bulunmaktadır. Birinin ak dediğine ötekinin kara diyeceği açıktır. Gerçeği yazan bunlardan han-gisidir? Ya da bunların gerçek olması mümkün müdür? Sırf belgesel kaynaklara, birincil kaynakla-ra dayanarak Hirokitya savaşını yazmaya kalkan bir tarihçi, sadece savaşın galibinin Memlük ordusu olduğunu yazıp noktayı koymak zorunda kalacak değil midir?

Elbette ki tarih, kanıtlanmış tarihsel olgulara daya-narak geçmişi bugün yeniden inşaa etmek için ta-rihsel kaynaklara ve belgelere muhtaçtır ama tarih belgelerde yazanlardan ibaret değildir. Ve dahası, belgelerde bulunabilenler tarihin çok küçük bir kısmıdır. Kaynakların bize aktardıkları da öyle...

“Tarihsel anlatıların çoğu, tarihsel geçmişe ilişkin ve tarihçinin kafasından çıkan, açıklanmış, yeniden işlenmiş, inşa edilmiş ve yapısı bozulmuş öykülerin bileşiminden çıkar... Malzemenin sınırlılıkları ile çalışmak zorundayız. Ve bu sınırlılıklar, katı ve şiddetlidir... Tarihçiler yalnız başka tarihçilerin anlattıklarının değil fakat ayni zamanda geçmişin de

41 Evans, a.g.e., s. 30.

Page 9: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Sayı 3 / Yaz-Güz 2006

11

yapısını bozarlar.(...) Tarihsel yorum sadece olgu-lardan çıkmaz”.42

İşte bundan dolayı, Lucien Febvre, insana ait bü-tün kalıntıların kaynak olduğunu ileri sürer. Tarih-çi bunlar arasından işine yarayacak olanları anla-yıp, kavrayıp seçebildiği oranda iyi ya da kötüdür. Ayni Lucien Febvre şöyle der: “Ben kendi hesa-bıma, arşivler ve kütüphanelerde, herhangi bir kimse hakkında, herhangi bir önfikir veya yönlen-dirici plan olmaksızın – veya çözülecek bir prob-lem olmaksızın -ne bulurlarsa onu arayan allame-lere şiddetle itiraz ettim”.43 EricHobsbawm ise: “Biz soruların ve yanıtların, materyallerin ince-lenmesi sonucunda kendiliğinden ortaya çıkaca-ğına inanan pozitivistler olamayız. Genellikle bizim sorularımızla açığa çıkana kadar, hiçbir materyalden sözedilemez”44 diye yazar.

“Kuşkusuz tarih yazılı belgelerle yapılır. Ama yazılı belgeler yoksa, onlarsız da yapılabilir ve yapılmalıdır. Balı alınacak her zamanki çiçeklerin yokluğunda, tarihçinin zengin buluşları içinde ne varsa, hepsi kullanılarak yapılmalıdır. Sözlerle de tarih yapılabilir, resimlerle de. Toprak parçasıyla da, çatı kiremitiyle de. Tarla biçimleri ve yaban otlarıyla da. Ay tutulmasıyla da, at yularıyla da. Jeologların uzmanca taş kanıtlarıyla da, kimyacı-ların kılıçların madeni üzerine yaptıkları araştır-mayla da... İnsandan kalma olan, insana bağlı olan, insana yarayan, insanın dile getirdiği ve onun varlığını, uğraşlarını, zevklerini ve yaşam biçimlerini anlatan ne varsa, bunların hepsiyle de tarih yapılabilir ve yapılmalıdır”45 de der Febvre...

Öğrencisi Fernand Braudel’in neden bütün sosyal bilimlere hakim olmadan sadece “kaynak” okuna-rak tarih yazılamayacağını savunduğu da böylece ortaya çıkar. Günümüzün Türk “tarih yazarlarını”, özellikle de “meslekten tarihçi” olanlarını oku-dukça, insanın Fernand Braudel’i dönüp dönüp yeni baştan okuması gerekiyor. Jenkins, “Birincil, ikincil kaynak tartışmaları özgün kaynağa öncelik tanımakla, belgeleri fetişleştirmekte ve tüm tarih yazma sürecini çarpıtmaktadır.”46 demektedir. Onun bu saptamasını aktaran Evans da ona hak

42 Evans, a.g.e., s. 153, 146. 43 Lucien Febvre, Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalist-ler, Ankara, İmge Yayınları, 1995, s. 138. 44 Hobsbawm, a.g.e, s. 313. 45 Carr-Fontana, a.g.e, s. 39. 46 Evans, a.g.e., s. 102.

vererek, “artık bundan vazgeçilmelidir.” 47 diye eklemektedir.

Manuel Moreno,

“Gerçeklere hepten uzak, yalnızca geçmiş üzerine çalışan, ölü belgeleri toplayan, arşiv ve kitaplıkların duvarlarıyla maddi nesnelerin üretiminden kopmuş bulunan günümüzün tarihçisi, kentsoylu sınıfının büyük zaferi, en bağlı, en ucuz ve en verimli memu-rudur. Toz, nem ve güve ortamının sabırlı işçisi-dir.”48 diye yazıyor. Ve Fontana da ona katıldığını dile getiriyor. Aynı yazarın katıldığını belirttiği bir başka görüş de Guy Dhoquois’a ait. Dhoquois, ar-şivlerden çıkamayan ve “birincil kaynak” arayan günümüzün “tarihçileri”ni şöyle tanımlıyor:“ ...tüm ideoloji şamataları karşısında sağır kalan, arşivler içinde körü körüne kendisine bir çıkış yolu kazma-ya çalışan yaşlı köstebekler.”49

Jenkins, bu konuda daha da ileri gider ve “kaynak” lâfına itiraz eder. O, bunun yerine “geçmişe ait iz-ler” denilmesinden yana olup, tarihsel gerçeğin yakalanmasının mümkün olmadığını düşünür. Do-layısıyla, bütün tarih bölümlerinde okutulan paleog-rafi ve diplomatikin (eski yazılar ve belgelerin iç-ten, eleştirel gözle okunması) tek başlarına hiçbirşey ifade etmediklerini söyler. Jenkins’e göre, aslolan kaynakların anlattıklarının temelinde yatan-ları meydana çıkarabilmektir.50

Evans’ın da bir saptamasını daha ekleyelim: “Artık kesin tarih olamaz.”51 Marc Bloch ise şöyle yazar: “Tarihçi hiç de özgür bir insan değildir. Geçmişe dair ancak bu geçmişin kendine açıklamak istedik-lerini bilebilmektedir.”52

Jenkins’in yukarıda aktardığımız görüşlerine ulaş-manın sırrı, Febvre’ın sözlerinde yatmaktadır. “Ta-rih, ölü belgeler, donmuş zaman kesitleri, Evans’ın deyimi ile “akademi koridorlarunda dolaşan Ranke’nin ruhu”53 etkisi ile değil; insana ait herşeyle; arşiv duvarlarının dışında devam eden yaşamın da farkında olarak yazılabilir.

Tarihte Nedensellik

47 Evans, a.g.e., s. 102. 48 Evans, a.g.e., s. 28-29. 49 Evans, a.g.e., s. 28. 50 Jenkins, a.g.e., s. 59. 51 Evans, a.g.e., s. 181. 52 Marc Bloch, Feodal Toplum, Ankara, Opus Yayınları, 1997, s. 33. 53 Evans, a.g.e., s. 179.

Page 10: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Kıbrıs Yazıları

12

Karl Marx’ın tarih yazıcılığı düşüncesine bir kat-kısı olan Nedensellik, yani her olayın bir olayın sonucu ve bir başka olayın nedeni olduğu düşün-cesi, alışılagelmiş bir kural olarak ele alınsa da tarihte rastlantıların da rolü olduğu için, (bazı istisnalara da pay ayırmak gerektiğinden) kural değildir. Kendi pratik tarih çalışmalarımda, bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmış olmakla birlikte, (zira ele aldığım konularda bu türden geleceği belirlemiş rastlantılara rast gelmedim ya da onları farkedemedim) tarihte bu çeşit bir genel kaide aramanın bir zorlama olacağını düşünüyorum. Zira tarihte genel olarak olayların ve olguların bir sonuç olduğu ve bu sonucun da bir başka olay ya da olgunun nedeninin oluşturduğu düşüncesi el-bette ki doğrudur ama; benzer nedenlerin, benzer sonuçlar doğurduğu kesinlikle söylenemez. Zira o benzer nedenlerin ortaya çıktıkları koşullar, her zaman için farklı olduğundan; farklı ortamlardaki aynı nedenler, farklı sonuçlar doğururlar. Bu ba-kımdan ünlü “galat-ı meşhur”un tam tersine, “ta-rihte tekerrür yoktur”! Yine düşünceme göre, Marx’ın kendisi de böyle düşünmekteydi. Ama onu anlamayan indirgemeciler, düşünürün “tanrı beni marxistler’den korusun” demesine hak verdi-recek kadar onun adına onun hiç düşünmediği birşeyi ileri sürmektedirler.

“Doğrudan Marx’ı ya da eserlerinin akademik eleştirilerini okumuş bir avuç denilebilecek insan dışında herkes onu, insan tabiatına ait koyu bir determinizm ve katıksız bir sinizm ile özdeşleşti-rir... Bu önermelerin hepsi de Marx’ın ölümünden bu yana geçen yüz yıl boyunca... matxistlerce benimsenmişlerdir, ama aslında hepsi de Marx’ın gerçekten yazdıklarının kaba bir şekilde basitleşti-rilmesinden ibarettir.”54

“Marx’a geri dönmek mi istiyorsunuz? Gerçek Karl Marx’a, aslına uygun Marx’a, zor bir yazar olan Marx’a, olabildiğince Alman, bir Alman filozofları soyuna ve bu nedenden dolayı çok az vülgerleştirilebilen Marx’a, terminolojisi kuşku-suz kusursuz olmayan Marx’a mı geri dönmek istiyorsunuz? O zaman Marx’ı okuyunuz. Onun zor nüfuz edilebilen düşüncesini kavrayabilmek için eserlerini okuyunuz. Ve onu dokunulmaz bir varlıkmışçasına savunmaktan vaz geçiniz”55 der Lucien Febvre.

Empati ve Düşgücü

54 Tosh, a.g.e., s. 153. 55 Febvre, a.g.e., s. 139.

Leopold von Ranke’den beri, tarih yazımında Em-pati’nin üzerinde durulmaktadır. Ranke’nin kendisi bile tarihçinin kendisini, ele aldığı dönemde yaşa-yan insanların yerine koymadan, onların neyi nasıl algıladığını anlayamayacağını ve dolayısıyla da anlayamadığı şeyi anlatamayacağını öngörmektey-di.

Empati ve düşgücü ise son derecede kişisel şeyler-dir ve tarih yazıcılığını, bilimden sanata doğru götü-ren özelliklerdir. “Geçmişin insanlarına empatiyle yaklaşabilme yeteneği, kendi kimliğine ilişkin belli bir bilinci gerektirir ve kimi tarihçiler, çırak tarih-çinin eğitiminde psikanalize de yer verilmesini öne-recek kadar ileri götürmüşlerdir işi...”56

Weber, anlamayı Ranke gibi sezgisel-empatik bir süreç olarak tanımlamayı reddeder ve bunun neden-sel-analitik son derecede aktif bir süreç olduğunu ileri sürer. Ne var ki Weber’in tanımı da anlama sürecini subjektif olmaktan kurtaramaz. Onun tanı-mı da esas alınsa, anlama süreci son derecede kişi-sel bir süreç olmaktan kurtulamaz. Herkes kendi kadar anlayabilir. Ve elbette ki anlayabildiği kadar anlatır... Bazan da onu bile başaramaz.

Collingwood ise tarih yazarlığı ile empati arasında-ki ilişkiyi şöyle açıklar:

“Tarih çoğu kez yanlış olarak betimlendiği gibi ardarda gelen olayların öyküsü ya da değişmenin açıklaması değildir... Tarihsel bilgi, aklın geçmişte ne yaptığının bilgisidir ve ayni zamanda bunun yeniden yapılması, geçmiş edimlerin şimdide sürdü-rülmesidir. Dolayısıyla nesnesi salt bir nesne değil, onu bilen zihnin dışında birşeydir... Tarihçi için, tarihini incelediği etkinlikler, seyredilecek gösteri-ler değil, kendi zihninde, içeriden yaşanacak etkin-liklerdir.”57

Jenkins, empatinin olanaklı birşey olmadığını, son tahlilde onu da egemen ideolojinin yönlendirdiğini düşünür. Yâni tarih yazımında ana yönlendirici ideolojidir Jenkins’e göre. Ne var ki, ideoloji de eninde sonunda kişisel birşeydir. Tosh, “Geçmiş, arkasında bıraktığı belgelerde hiçbir zaman bütü-nüyle yakalanmaz. Tarihçiler kayıtlarda hep boş-luklarla karşılaşırlar ve bu boşluğu da ancak , geçmişte neler olmuş olabileceğine dair bir his ya da içgüdü ile tamamlarlar” der ve bunu Tarihsel Düşgücü olarak adlandırır.58 Ona göre bu düşgücü

56 Tosh, a.g.e., s. 118. 57 Collingwood, a.g.e., s. 261. 58 Tosh, a.g.e., s. 118.

Page 11: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Sayı 3 / Yaz-Güz 2006

13

olmadan tarih yazılamaz ama bunu öğretebilecek bir yol da yoktur. Keskin zekâ, empati ve sağlam bir teorik bilgilenme ile bu düşgücünün geliştiri-lebileceğine inanan John Tosh, yine de sonucu itibarı ile bir hikâye kurgulama olan tarih yazımı-nın, salt birincil kaynaklara vakıf olmakla başarı-labilecek bir iş olmadığını, son yüzyılda bu anla-yış ile yığınla okunmayan tarih kitabı yazıldığını ve lise öğrencilerinin de tarihten soğutulduğunu belirterek, sanatsal duyarlılığı olan bir tarih yazarı olarak, Fernand Braudel’i örnek gösterir ve “bun-lardan çok fazla sayıda yoktur” der.

Collingwood, “imgelem”e ayrı bir bölüm ayırır.

“İmgelemin işleri olarak, tarihçi ile romancının işi farklı değildir...Romancının yalnız tek işi vardır: Tutarlı bir resim kurmak. Tarihçinin iki işi vardır: Hem bunu yapması ve hem de gerçekte olduğu gibi şeylerin ve gerçekte olup bittikleri gibi olay-ların bir resmini kurması gerekir... Tarihçinin resmi, zaman ve uzaya oturmalıdır... Sanatçınınki bunu gereksinmez... Her tarih kendi kendiyle tu-tarlı olmalıdır...Tarihçinin resmi kanıt denilen birşeyle kendine özgü bir ilişki içinde (yazar N. B)”59

John Tosh, tarih yazımında empati ve düşgücünün sanatsal etkisini şöyle açıklar: “Ta-rihsel düşgücünün doğru kullanılmasına dayanan sağlam bir bakış açısı, edebi yatkınlık geliştiril-meden okura aktarılamaz”60. Konuyu, Eric Hobsbawm’ın sözleri ile kapatalım: “Tarih bir tahayyül etme sanatı olsa bile bulunmuş nesneleri icad etmeyen, onları düzenleyen, bir tahayyül sanatıdır. Gerçi tarihçi olmayan insanlar, özellik-le de tarihsel malzemeleri kendi amaçları doğrul-tusunda kullananlar, aradaki bu ince ayırımı vur-gulamayı, bilgiçlik taslamak ve önemsiz bir çaba olarak görebilirler.” 61

Yorum

Okur, buraya kadar aktarılanlardan, yorum olmaz-sa tarih olamayacağını gördü. Bir kitabımda (Kıb-rıslı Türkler’in Tarihi) dünyanın bütün tarihçileri-nin bildiği bu önermeyi yaptığım için, DAÜ Tarih Bölümü’nde kendisine ders de verdirilen (sonra-dan doçent ünvanı da aldı) Nuri Çevikel, doktora tezinde beni “metodoloji bilmemek” ile suçlamış-tı. İşin garip tarafı Çevikel’in metnine “doktora”

59 Collingwood, a.g.e., s. 290-291. 60 Collingwood , a.g.e., s. 119. 61 Collingwood , a.g.e., s. 411.

da verildi Hacettepe Üniversitesi tarafından. Bunu not etmemin nedeni, gelecekte sözkonusu üniversi-tenin tarih bölümünün bilimsel ciddiyeti konusunda doktora tezi yazmaya kalkacak geleceğin “meslek-ten tarihçileri”ne, (eğer gelecekte de böyle bir ta-nımlama olacaksa) şimdiden bir katkıda bulunmak. Mollalıkla, akademisyenliği birbirine karıştıranları tarihe mal etmezsek, Türk bilim dünyasının içinde bulunduğu durumun nedenlerini gelecek kuşaklara anlatamayız.

Jenkins, “Benim açımdan yorumu belirleyen şey, yöntem ile kanıtın ötesinde bütünü ile ideolojidir” 62 demektedir. John Tosh, tarihçinin tarihsel olaylar arasından, Carr’ın deyimi ile “çağına damgasını vuran” tarihsel olguları seçip anlatması faaliyetinin sağlıklılığını, onun zekâsı, düşgücü ve empati yete-neğine bağlar. Ve tarihçinin “bilim adamlığı”nın, güçlü bir sözel donanım ve edip kişlikle birleşme-mesi halinde, onun geçmişi anlayabileceğini, ama anlatamayacağını ileri sürer.63 Tosh’un bütün kriter-lerin öznel olduğuna, hiçbir nesnel ölçüt ileri sür-mediğine dikkat çekip ilerleyelim. Ama ilerlemeden önce, yazarın, iyi edip olmadan iyi tarihçi olunama-yacağına dair görüşünü de okura bir daha anımsata-lım.

Carr, tarih yazımında yorumun rolünü ve altında yatan saikleri şöyle anlatır: “Tarihte yorum her zaman için (tarihçinin N. B) değer yargılarına bağ-lıdır ve nedensellik de yoruma bağlıdır.”64 Evans, “tarihin kendisi dondurulmuş yorumdur”65 derken Keith Jenkins de “Sözkonusu olan asla kuru kuruya bir olgu meselesi değil, açıklamaların inşaası sıra-sında olguların karşılıklı olarak taşıdıkları ağırlık-lar, konumlar, bileşimler ve anlamlardır. Bu kaçı-nılmaz bir yorum boyutudur ve... problematik bir nitelik taşır” diye yazar.66

Özetle, tarih diye okuduğumuz şeyin aslında tarih yazıcısının geçmişe dair ürettiği yorum olduğu İbn-i Haldun’dan beri bilinen bir gerçektir.67

Tarihte Yöntem ve Kuram

19. yüzyıl ortalarında, Leopold von Ranke, tarihi bir sosyal bilim haline getirmek iddiası ile ortaya çıktı- 62 Jenkins, a.g.e., s. 27. 63 Tosh, a.g.e., s. 118-119. 64 Carr. a.g.e., s. 126. 65 Evans, a.g.e., s. 103. 66 Jenkins, a.g.e., s. 45. 67 Bu konunun meraklısı Mukaddime’nin ilk cildine bakabilir. İbni Haldun, Mukaddime, Cilt 1, çev. Tarık Dursun, Ankara, Onur Yayınları, 1977.

Page 12: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Kıbrıs Yazıları

14

ğından beri, üniversite kürsülerinden tarih adına seslenmeye başlayanlar, bu “bilimsellik” iddiala-rına dayanak olarak geliştirilmekte olan Tarih metodolojisini göstermişlerdir. Tarihsel araştırma, belirli bilimsel kurallar çerçevesinde yapılacak ve bu yolla “tarafsız, nesnel, bilimsel tarih” yazıla-caktı. Aradan geçen yüzelli yılı aşkın zamandan bu yana, yazılan tarihler, özellikle de “mektepli” tarihçilerin yazdıkları, ne kadar tarafsız, nesnel ve bilimsel olunabildiğinin kanıtlarıdırlar. Tarih ile siyaset arasındaki sıkı ilişki, siyasetçilerin her çağda kendi süfli amaçlarına ulvi bir kılıf uydur-mak üzere tarihten yararlanmayı alışkanlık haline getirmiş olmaları ve “meslekten” tarihçilerin iyi niyetlilerinin bile hiç bir zaman, “ödenek çıkar-mak, terfi etmek, kürsü başkanı olmak” gibi amaç-lardan azâde olmamaları; kötü niyetli ve yetenek-siz olanlarınınsa “adam yerine konmak, konfe-ranslara davet edilebilmek, bakan v.s. olabilmek” üzere siyasetçilere hep muhtaç olmaları; onların o yöntem iddialarının hiç de nesnel, tarafsız, bilim-sel tarih yazabilmelerine cevaz vermemiştir.

Ranke’nin kendisinin, Bismarck’a zemin oluştur-mak üzere çalıştığı bilinir. Sir Elton, Britanya aristokrasisinin sözcüsüdür. Hobsbawn Marxist, Jenkins post-modernist, Annales ekolü yazarları açıkca sol görüşlüdürler. Hepsinin de belirleyici yanı, kafalarındaki iktidar tahayyülünden ibarettir. Bunların hepsi de “meslekten tarihçiler” olup, herbirinin kafalarındaki “metod” da farklı farklı-dır. Tosh her ne kadar da “onlar kuramdırlar, tarihin bilimsel metodunu Ranke tarif etmiştir” dese de, örneğin Jenkins buna açıkca karşı çık-makta, ve Ranke’nin, Marx’ın, Weber’in, yapısal-cıların, Annales ekolünün, postmodernizmin herbirinin kendi metodları olduğunu öne sürmek-tedir.68 Jenkins şu soruyu soruyor: “Diyelim ki siz, en doğru tarihsel metodun Marx’ınki olduğunu benimsiyorsunuz. Peki o zaman, madem ki her olayın zemininde ekonomik gerekçeler yatmakta-dır, başlangıcı nereden alacaksınız?”69 Her Marxist tarihçiye göre, ayrı bir başlangıç olmaya-cak mıdır? Yâni tek bir tarih metodu bulunmadığı gibi, ayni metodu benimseyenlerin de ayni olayı başka başka ele alması, ayni süreci farklı yerlerde başlatıp, farklı yerlerde bitirmesi, mümkün-dür.Örneğin, kapitalizmin başlangıcını nereden itibaren ele almak gerekir? Marx “feodalizmin bağrından” der, Weber çok daha eski zamanları

68 Jenkins, a.g.e., s. 63. 69 Jenkins, a.g.e., s. 60.

adres diye verir. Öte yandan, aynı Karl Marx, “Ha-reket noktamız ilk ilişkidir”70 der. Bugünkü enflas-yonun tarihini yazarken, Fransız İhtilâli mi başlan-gıç olmalıdır, Reformasyon mu, Febvre’ın yaptığı gibi 12. yüzyıl mı yoksa antik Yunan’dan da eski olan tecimsel faaliyetler mi? Marxist tarih metodu, bunun yanıtını elbette ki veremez. O zaman, bilim-sel standardizasyonun ölçütü nasıl tespit edilecek-tir?

Walter Benjamin, bilimde kuramın geneli tanımla-mak iddiasınıdan dolayı soyut olduğunu, yöntemin-se nesnel olmak zorunda olduğunu söylüyor.71 Öne-rildiği varsayılan bu “bilimsel” tarih metodu ise ne nesnel ne de evrensel! En azından, dört ya da beş farklı metodolojisi olan bir bilimselliğe inanmak da mümkün değil. Öte yandan, tarihçiyi olgu seçimin-den, kaynak araştırmasına; yorumdan, geçmişi ye-niden inşaa etme sürecine kadar yönlendiren bir başka güdülenme, bir başka büyük yönlendirme vardır ki yazdığı her satıra damgasını vurmaktadır. O da İdeolojidir...

Carr işte bundan dolayı “Tarihten önce, tarihçiyi inceleyiniz, her tarihçi çağının sözcüsüdür” der ve “Tarihçinin kendisi, tarihin ürünüdür” diye ekler.72 Jenkins’e ait olan saptamaya, bana göre Tosh da katılır. O “tarihte tahrifatın önüne ancak sağlam bir teoriye sahip olunmakla geçilebilir” der ama, teori diye Marxizm’i tanımlar ve kendisi marxist değildir.73

Tarih yazıcılığında, temel yönlendiricinin taşınılan ideoloji olduğu söylendikten sonra, eklemek gerekir ki tarihçi ile partizanı da birbirinden ayırmak gere-kir. İdeoloji, inanıldığı veya savunulduğu sanılan herhangi bir “izm” olarak ele alınmamalıdır. İdeo-loji, bireylerin içinde bulundukları toplumun yüzlerce yıllık geçmişinden kaynaklanan kültürü ile doğan, yaşamın her alanında yaşanılan mut-luluklar, mutsuzluklar, başarı ve başarısızlıklar, bilgilenme ve bilgisizlikler, tatmin ve tatminsiz-likler, ve hatta hırslar ve duygulanmalar ile geli-şen, son derecede bireysel bir yaşam felsefesidir bana kalırsa. En sürüye ait olanda bile saklanan bireysel özgünlükler bulmamak insan doğası ile örtüşmezdi. Ne var ki kişideki bu düşünce komp-

70 Karl Marx-Friedrich Engels, Ekonomi Politiğin Eleş-tirisi’ne Katkı, Ankara, Sol Yayınları, 1974, s. 28. 71 Walter Benjamin, Moskova Günlüğü, İstanbul, Metis Yayınları, 2001, s. 59. 72 Carr, a.g.e., s. 30-54. 73 Tosh, a.g.e., s. 142-168.

Page 13: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Sayı 3 / Yaz-Güz 2006

15

leksinin oluşumunda, toplumun belirleyici yönü dikkatle ele alınmalıdır. Bir paradoks gibi görünse de en bireyci olduğunu sanan kişide bile belirleyi-ci olan, toplumsal yaşamdan edinilen izlenimlerle oluşturulan düşüncelerdir. 16. yüzyılda yaşayan insan ile 21. yüzyılda yaşayan insanların, huyları aynı olsa bile ideolojileri aynı olamaz. Zira, farklı toplumsal koşulların ürünleridirler. Ama 16. yüz-yılda, ya da çağımızda yaşayan iki farklı insan da farklı ideolojilere sahip olabilirler. İdeolojiyi bu anlamda ele aldıktan sonra üzerinde durulması gereken bir diğer nokta, ideolojisinin yönlendir-mesi ile tarih yazan tarihçi ile, ideolojiyi temsil ettiği varsayılan birilerine hoş görünmek üzere kaleme sarılan indirgemeciler arasındaki farkı da gözler önüne sermektir. Örneğin, Eric Hobsbawm’ın marxist bir tarihçi olduğunu, Carr için Stalinci denildiğini, Thompson’un marxizmi savunduğunu bilmeyen yoktur ama onlar ile Sov-yetler Birliği Bolşevik Partisi Tarihi yazarları arasında dağlar kadar fark vardır. Stalinist olduğu ileri sürülen Carr, Stalin’i eleştirdiği için Sovyet-ler Birliği’nden afaroz edilmiştir.74 Lucien Febvre’ın, Marc Bloch’un ya da Fernand Braudel’in Marx’a karşı olduklarını ya da onu savunmadıklarını hiç kimse ileri süremez ama Annales ekolünün Marxist tarih yazdığını söyle-yecek bir babayiğit de bulunamaz. Kendisi bir marxist olan Hobsbawm, “bizim Annales ile fazla bir farkımız yok”75 derken, ekolün kurucularından Febvre, Marxist indirgemeci tarihçilere demediği-ni bırakmaz ve onları “klasik bir Alman filozofu olan Marx’tan sapmakla” suçlar.76 Kısacası, ideo-lojinin yönlendirmesi ile tarih yazmak başka birşeydir, ideolojiyi temsil ettiği varsayılan bir “merkez”in kararlaştırdığı bir politik hedefi haklı çıkarmak üzere tarihten argüman aramaya giriş-mek ise bambaşka... İlki, şu ya da bu düşüncenin etkisi ile geçmişte neler olduğunu anlayıp anlat-maya çalışan, bunun için ideolojisine bağımlı olarak, inandığı bilimsel yöntemle geçmişi araştı-rıp anladığı gibi anlatan bir bilim ada-mı/sanatçı/zenaatkâr’dır. İkincisi ise basit bir pro-paganda metinleri yazarı.

74 Carr’ın yazdığı Bolşevik İhtilali Tarihi, bu alanda yazılmış en iyi eserdir belki de ama Stalin’in emrindeki bir propagandacılar grubuna yazdırdığı, Bolşevik Parti-si Tarihi ile uyuşmuyor diye, bir Stalinist olarak bilinen yazarın, Sovyetler Birliği’ne girişi yasaklanmıştı! 75 Hobsbawm, a.g.e., s. 275. 76 Febvre, a.g.e., s. 139.

Karl Marx ve Tarih

Eric J. Hobsbawm, “ Günümüzde Marxist olmayan bir tarihçinin, tarihçi olarak günlük çalışmalarının seyri içinde, Marx’tan veya herhangi bir Marxist tarihçinin eserlerinden hiç söz etmemesi muhteme-len imkânsızdır.”77 der. Tosh da doğru bir tarih yazmak için, sağlam bir teoriye sahip olmasının şart olduğunu ileri sürdükten sonra, günümüzdeki en sağlam teorinin de Marxizm olduğunu, kendisinin marxist olmadığını ortaya koyarak ileri sürer.78 Lucién Febvre’a göre: “... Tarihçi Marx’tan bir satır bile okumamış olsa, kendini başka alanlarda anti- marxist saysa bile, Marx’ın aşikâr bir ustalık-la ifade ettiği fikirlerin çoğu, bir kuşağın ortak ha-zinesini oluşturan tabanın içine çoktan beri dahil olmuştur...”79 Bu bakımdan ondan etkilenmeden tarih yazmak olası değildir. Burada bir daha tekrar-lamak zorundayız ki Febvre, Fransız Annalés eko-lünün kurucusu olup Marxist bir yazar olarak kabul edilmemektedir.80

Iggers, “Marx olmaksızın, kendisini hem Marx’a muhalefetiyle, hem de Max Weber’in çalışmalarıyla tanımlayan modern sosyal bilim kuramının büyük bir bölümü düşünülemezdi bile”81 diye yazar. Fernand Braudel, ünlü Uzun Zaman adlı makalesin-de, “Marxizm’in bu yüzyıl esnasında mesleğimizi nasıl bir kuşatma altında tuttuğu farkedilecektir... Bu muazzam etki, mesleğimizin çok sayıdaki dönü-şümünde rol oynayarak, onu alışkanlıklarını bıra-karak yenilerini edinmeye; kendinin, çıraklıklarının ve hatta başarılarının dışına çıkmaya zorlamış-tır.”82 der. Bu büyük tarihçilerden sadece Hobsbawm’ın marxist olduğunu tekrarlamamızı okur herhalde hoş görecektir. Peki Karl Marx ne demiştir, tarih hakkında ne yazmıştır ki karşıtları tarafından bile, onun 20. yüzyıl tarih yazıcılığında, belki de tarih “biliminin kurucusu” olduğu ileri sürülen Ranke’den daha çok etkisi olduğu düşü-nülmektedir?

Karl Marx’ın tarih anlayışı ile kendine kadar gelen, tarihi büyük adamların, olağanüstü zekâların, tanrı-nın; yâni insan üstü güçlerin yaptığına dair inanca tam ters bir anlayıştır. Karl Marx’ın yakın dostu ve fikir yoldaşı Fredrich Engels tarafından “Tarihsel

77 Tosh, a.g.e., s. 160. 78 Tosh, a.g.e., s. 152-153. 79 Tosh, a.g.e., s. 138. 80 Iggers, a.g.e., s. 85. 81 Iggers, a.g.e, s. 79. 82 Braudel, Tarih Üzerine Yazılar, s. 123.

Page 14: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Kıbrıs Yazıları

16

Materyalizm” diye adlandırılan tarih anlayışı, (yaygın kanaatin tersine bu tanım Marx’a değil, Engels’e aittir) tarihi insanla başlatır. İnsan cinsi-nin gereksinimlerini sağlamak üzere doğayı kendi lehine değiştirmek için alet kullanarak, hayvandan farklılaştığı an, üretime başladığı an; Marx’a göre tarihin de başlangıcıdır.83 Alman İdeolojisi’nde Karl Marx, kendi tarih anlayışını şöyle özetler:

“Bu tarih anlayışı demek ki temel olarak, gerçek üretim sürecinin gelişmesine dayanır, ve bu görüş, hayatın doğrudan maddi üretiminden hareket eder. İnsan ilişkilerinin biçimini bu üretim tarzına bağlı ve üretim tarzı tarafından... meydana getirilmiş olarak, bütün tarihin temeli olarak kavrar. Bu da onu...çeşitli teorik üretimlerin ve din, felsefe, ah-lâk v.b. bilinç biçimlerinin tümünü onunla açık-lamaktan, ve onun oluşumunu bu üretimlerden hareket ederek izlemekten ibarettir... Bu da doğal olarak işi bütünlüğü içinde göstermeye (ve değişik yönlerinin karşılıklı olarak etkileşimini izlemeye) olanak verir. Bu tarih anlayışı... pratiği fikirlere göre açıklamaz, fikirlerin oluşumunu maddi prati-ğe göre açıklar... Tarihin, dinin, felsefenin devin-dirici gücü eleştiri değil, devrimdir.”84 . “İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar. Doğrudan veri olan ve geçmişten ka-lan koşullar içinde yaparlar.”85 “Varlıkların top-lumsal üretiminde, insanlar aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan ilişkiler kurarlar. Bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçleri-nin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapı-sını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasi üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasi ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanla-rın varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir. Tam tersine onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da onların hukuki ifadesinden başka birşey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman toplum-

83 Marx-Engels, Alman İdeolojisi, s. 42. 84 Marx-Engels , Alman İdeolojisi, s. 74-75. 85 Karl Marx, Louise Bonapart’ın 18. Brumierre’i, Ankara, Sol Yayınları, 1976, s. 13.

sal devrimler çağı başlar... İktisadi temeldeki de-ğişme, kocaman üst yapıyı da büyük ya da az bir hızla altüst eder...”86

Ünlü Komünist Manifesto’ya yazdığı önsözde, F. Engels, Marx’ın tarih anlayışını şöyle özetler: “Her tarih döneminde, egemen olan iktisadi üretim ve mübadele biçimi ve ondan zorunlu olarak doğan sosyal örgütlenme, o dönemin üzerinde kuru-lu olduğu temeli oluşturur. Ve o dönemin politik ve düşünme tarihi, bu temele dayanarak açıklanabi-lir.”87

Marx’a göre toplumsal ilerleme böyle gelişir ve tarihi de üretici güçlerin çatışması oluşturur. Büyük adamlar, kahramanlar ve benzeri tarih konuları deyim yerinde ise sadece “doğru yerde ve doğru zamanda” orada bulundukları için şanslı olan kişi-lerdir ve toplumsal gelişmenin durumu, o kişiler olmasaydı da olaylar aynı sonuçları doğururdu. (Belki de adı başka olan “kahramanlar”la N. B.) “Tarih çok kere sıçramalarla ilerleme kaydeder ve onu her yerde izlemek gerekir ki bu da, sadece pek önemli olmayan birçok malzemenin ele alınmasını gerekli kılmaz, ayni zamanda, düşünce zincirinin de sık sık kesintiye uğramasını gerektirir.”88 Belki de bundan dolayı Marx’ı anlamak, kolay değildir.

Engels’in, Marxizm’im klâsiklerinden biri olan Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, adlı ese-rinde, sanki de bu yanlış anlamaları öngörmüş gibi şöyle bir pasaj bulunur: “Bütün geçmiş tarih... ken-di çağlarının ekonomik koşullarının ürünüdür.. Toplumun ekonomik yapısı, her zaman, belirli bir tarihsel dönemin hukuki, politik kurumlarının oldu-ğu kadar, dinsel, felsefi ve öteki ideaların bütün üst yapısının asal bir açıklamasını ancak kendisinden başlayarak yapabileceğimiz, gerçek temeli oluştur-maktadır.”89

Engels, sonradan “vulgerleştirilerek” tarih eşittir ekonomi tarihine dönüştürülecek olan bu anlayışın özünü de ayni yerde şöyle anlatıyor: “Bundan ön-ceki o insanın varlığını, bilinci ile açıklama yöntemi yerine, insanın bilincini, varlığı ile açıklamanın 86 Marx-Engels, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı , s. 25-26 87 Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1976, s. 15. 88 Marx-Engels, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı, s. 38. 89 Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sos-yalizm, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 90.

Page 15: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Sayı 3 / Yaz-Güz 2006

17

yöntemi bulunmuştu.” 90 Yâni, “bilinç varlıktan ibarettir” denilmiş değildi!

Marx, Febvre’ın deyimi ile “zor bir düşünür”dür. Kendine kadar olan hemen bütün düşünürlerden farklı bir düşünceyi, farklı bir üslupla anlattığı için, anlaşılması çok kolay değildir. Bu bir yana, günümüzde Marxist olduğunu ileri sürenlerin çoğunluğu da, aslında onun eserlerini okumuş değillerdir. “ ... Doğrudan Marx’ı ya da onun eserlerinin akademik yorumlarını okumuş olan bir avuç denilebilecek insan dışında herkes onu, in-san tabiatına ilişkin koyu bir determinizm ve ka-tıksız bir sinizm ile özdeşleştirir.”91 Belki de ege-men eğitim sisteminin etkisiyle, çağımızda insan-lar zor sorunları kavramak için onları basitleştirme yoluna giderler. Bu belki eğitim düzeyindeki ma-tematikte mümkündür ama felsefede uygulanabilir olduğunu söylemek çok zordur. Sonuçta Karl Marx’ı bilmeyen “Marxistler” onun tarih anlayışı-nı aşağıdaki şekle dönüştürerek algılarlar.

Tarih, kayıtsız şartsız ekonomik güçlerin kontrolü altındadır. Bütün toplumlar, ayni evrelerden geçe-rek sosyalizme giderler. Bütün çağlarda insan davranışlarının ana saiki maddi çıkarlar olmuştur. Sınıflar bu çıkarların kollektif temsilcileridir ve bütün tarih de bu sınıfların çatışmasından ibarettir. İdeoloji, sanat ve kültür de ancak bu çatışmanın aynası olarak ele alınırsa bir anlam taşır. Hiçbiri-nin kendi tarihsel dinamiği yoktur. Tarihi yapan kitlelerdir ama onlar bile önceden belirlenmiş bir şemaya göre gelişirler, onun dışına çıkamazlar.

Ortalama insanın ve daha kötüsü Marxist olduğu-nu sanan ortalama “marxist”in, Karl Marx’a malettiği bu tarih anlayışı doğru değildir. Bu Marx’ın kaba bir indirgenmesi ve şematize edil-mesidir. Ne tarih, ne yaşam ve ne de Marx’ın ken-disi bu kadar basit olmayıp çok daha derinlikli şeylerdirler. Yukarıdaki önermelere bir yanıt ol-ması bakımından Engels’in aşağıdaki mektubu ilginçtir:

“Materyalist tarih anlayışına göre tarihte nihai olarak belirleyici olan unsur, gerçek hayatın üre-timi ve yeniden üretimidir. Ne Karl Marx ne de ben bundan daha fazlasını söylemişizdir. O yüz-den birileri çıkıp da bunu çarpıtarak, ekonomik unsurun yegâne belirleyici unsur olduğunu söyler-se, bu önermeyi anlamsız, soyut ve boş bir ibare

90 Engels, a.g.e., s. 90. 91 Tosh, a.g.e., s. 153.

haline getirmiş olur. Ekonomik koşullar, alt yapıyı meydana getirir ama üst yapının belirli unsurları da tarihsel mücadelenin akışını etkiler ve birçok du-rumda da bunların şeklinin belirlenmesinde baskın gelirler.”92

Marx’ın kendisi de daha 1877’de, bir mektupta şöyle diyordu: “Batı Avrupa’da kapitalizmin doğu-şuna ilişkin tarihsel şemamı, hangi tarihsel koşullar içinde bulunursa bulunsun, her halkın izlemesi mu-kadder olan genel bir tarih-felsefe teorisine dönüş-türdüler.”93

Lucién Febvre’ın Marxist tarihçileri “Klâsik bir Alman filozofu olan Marx’a dönmeye” davet etmesi bundan dolayıdır. Öte yandan çağımızın bilinen en önemli Marxist tarihçileri arasında yer alan Thompson da “bir kapanma olan Marxizm ile Marx’tan gelen açık araştırma ve eleştiriye dayalı bir gelenek olan Marxizm’in birbirlerinden ayrıl-ması gerektiğini” belirterek, birincisini, “teolojik bir alan” yâni bir tür din, skolastik (ortaçağın dü-şünce biçimi...Kitapta varsa doğrudur!) bir kavram olarak yorumlar.94

Devrim sürecinin başlaması için olmazsa olmaz koşul olarak, sınıf bilincini (Yani öznel bir koşulu) ortaya süren bir düşünür, ancak bu kadar kaba bir biçimde indirgenip basitleştirilebilirdi. Marx’ın anlattığı alt yapı ile üst yapı arasındaki diyalektik ilişkiyi anlayamayıp bunu iki boyutlu bir tahakküm ilişkisi sanan “marxist” tarih yazarları, ona karşıtla-rından daha çok zarar vermektedirler. Engels Anti Dühring’de şöyle demektedir: “İnsanlık tarihi ala-nında, sağlam bilgimiz, (örneğin) bioloji alanından çok daha sınırlıdır... Bu alanda son tahlilde kesin hakikatler, mutlak olarak değişmez has hakikatler avına çıkan biri... Napolyon’un 5 Mayıs, 1821 de öldüğü gibi, en kötü cinsten yavanlık ve beylik dü-şünceler dışında, çok az avla dönecektir.”95

Tarihçiler ve Tarihleri

Tarihçi deyince, bundan tarih yazan insanları anla-mak gerektiğini bir kez daha vurgulayalım. Bu bi-zim değil, Tosh’un, Febvre’ın, Carr’ın bütün ciddi tarih düşünürlerinin fikridir. Lise tarih öğretmenleri

92 21 Eylül 1890 günü Bloch’a yazılmış mektup için bkz. Tosh, a.g.e., s. 155. 93 Kasım 1877 tarihli mektup için bkz. Tosh, a.g.e., s. 156. 94 Iggers, a.g.e., s. 89. 95 Friedrich Engels, Anti-Duhring, Ankara, Sol Yayınla-rı, 1975, s. 161.

Page 16: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Kıbrıs Yazıları

18

hiç üzerlerine alınmasınlar. Onlar, ellerine verilen bir metni anlatmakla yükümlü uygulayıcılardır. Tarihçi ise tarihsel bilgi ve yorum üreten kişidir. Fontana, şöyle diyor: “Tarihçi, kendini yetiştiren toplumsal düzenin açıktan savunucusu olmadığın-da bile, eğer gerçek yaşamın yanında ya da hatta onun üzerinde, dünya ölçüsünde geçerli bir aka-demik değerin varlığını tasarlıyorsa...(düzeni savunanlardan NB) daha az tiksinti verici olma-yan bir suç ortaklığı içinde bu düzenle işbirliği yapıyor demektir.”96

Hobsbawm ise akademik tarihçilerin, gönüllü olarak sistemin memurları, işçileri durumuna düş-tüklerini ileri sürer. Jenkins, bir adım daha ileri gider. Üniversitelerin milyonlarca dolar ödenek aldıktan sonra, sistemi eleştirmeye güçlerinin olamayacağını ve akademik doğru ile gerçek’in “iktidarın doğruları” ve “iktidarın gerçekleri”nden başka hiçbirşey olamayacağını savunur.97 Evans, Tarihin Savunusu’nda bu görüşlere karşı çıkarak, homojen bir “akademisyenler grubu”ndan söz edilemeyeceğini, üniversitenin de toplum gibi heterojen bir yapı gösterdiğini, akademisyenler arasında, toplumda da olduğu gibi, her türden insanın bulunabileceğini söyler. Evans’ın savunu-sunun kendi bile, “akademik tarihçiler”, “meslek-ten tarihçiler” gibi tanımlamaların, kendi başlarına hiçbir değer taşımadığının zımnen kabulüdür. Ne var ki, çağdaş tarih düşünürleri arasında, mektepli tarihçilik ekolünün en önde gelenleri olan Tosh ve Evans’ın bile bu “tarihçi grubu” ile ilgili olarak kabullendikleri bir gerçek vardır ki, o da şu-dur:“Son yüzyılda yazılan tarih kitaplarının çoğu okunmamaktadır. İşin garibi, yazarları da o metin-leri yazdıklarının okunması için değil, Febvre’ın deyimi ile “mesleklerini bildiklerini ve bunu uy-guladıklarını göstermek üzere”98 kaleme almışlar-dır. Örneğin batıda, “meslekten tarihçi” olmayan Thompson’un çağın en büyük tarihçilerinden biri olduğunu reddeden yoktur.99 İşte bundan dolayı son yüzyılda yazılan “bilimsel” (akademik anlam-da) tarih metinlerini, meslektaşları bile okumaya sıkılmakta, lise öğrencileri tarih dersinden nefret etmekte ya da “ezberlenecek” bir metin olarak görmektedirler.

Peki, bu neden böyledir?

96 Carr-Fontana, a.g.e., s. 28. 97 Evans, a.g.e., s. 207-208. 98 Tosh, a.g.e., s. 111. 99 Evans, a.g.e., s. 211.

Ranke ile başlayan tüm metodik gelişmelere, Marx’ın, Weber’in, bütün kuram çalışmalarına, Toynbee’nin bütün iddialarına, Annales’in bütün “toptancı” görüşlerine, yapısalcılara, yeni yapısalcı-lara, postmodernist’lere rağmen, tarih hâlâ bir anlatıdır. ”Meslekten tarihçiler” arasında buna karşı çıkan geniş bir çevre olsa da... İngilizce’deki history; İtalyanca’daki storia, Fransızca historie, Almanca geschichte sözcüklerinin hem tarih hem de hikâye anlamına gelmesi boşuna değildir. Bütün o kaynak, belge şu bu en sonunda, doğru dürüst bir biçimde aktarılamazsa okunmaz. Okunamayan ça-lışmanın da bir değeri olmaz. Aksini düşünen çok sayıda “meslekten tarihçi” olsa bile, bir makine mühendisinin yazdığı bir rapor ile bir tarihçinin yazdığı tez arasında, üslup bakımından hiçbir ben-zerlik olamaz. Bilimsellik adına, tarihin edebi yanı, sanatsal duyarlılığı ortadan kaldırılamaz. “Profesyonel tarihçiler, aklı başında hiç kimsenin, baştan sona okuyamayacağı, okunmak için değil de sanki göndermeler yapmak için yazılmış kitaplar yayınlamaktadırlar... Eğer bu yeteneğe sahip olmuş olsalar, hiç kuşkusuz pek çoğu roman ya da şiir yazardı.”100

Tosh, tarih yazıcılığındaki ana tekniğin, geçmişi yeniden yaratma, yani anlatı ve yorumlamak oldu-ğunu ileri sürer. Yazarın ustalığı, bu iki ana öge arasında yarattığı gerilimle okuru sürüklemesinden gelir Tosh’a göre. Sadece kaynaklara vakıf olmakla bunun başarılmasının mümkün olmadığını ileri sürerken o, “bu iş romancıda ya da şairde olduğu gibi bir düşgücü ve ayrıntıları görme yeteneği is-ter” diye de ekledikten sonra, “Braudel’in 16. yüz-yıl Akdeniz panaromasını nasıl çizdiğini hatırlayın. Bunun dışındaki vasıtaları ne olursa olsun, böylesi tarihçiler ayni zamanda sanatçıdır ve sayıları ger-çekten çok azdır”101 diye de ekler. Cobb’a göre, “tarih yazmak bir kişinin kendini en mükemmel dışa vurumudur.”102

Tosh, yukarıda da sözü geçen kimsenin okumadığı tarih kitaplarını “iç bayıcı” diye tanımlar ve bunun nedeninin, yazarın ayrıntı kalabalığına hayatiyet verecek düşgücünden yoksun olmasına, bağlar. 103

Ünlü Antik Roma Tarihi uzmanı Mommsen, “ger-çek tarihçinin eğitilemeyeceğini, öyle doğulduğu-

100 Evans, a.g.e., s. 75. 101 Tosh, a.g.e., s. 106. 102 Tosh, a.g.e., s. 132. 103 Tosh, a.g.e., s. 118.

Page 17: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Sayı 3 / Yaz-Güz 2006

19

nu”104 yazar. Tosh’un da “insana hikâye yazmak öğretilemez” demesinden, ona hak verdiği görülür. Oxford’da Çağdaş Fransız Tarihi dersleri veren Zeldin ise bu konuda şöyle düşünür:

“Kişisel olarak, herhangi bir kişiyi herhangi bir şekilde tarih yazmaya zorlamak gibi bir dürtüm yok. Yazdığınız tarihin, sizin kişiliğinizin bir ifa-desi olduğuna inanıyorum. İnsanlara tarih yazma-nın öğretilemeyeceği konusunda, Mommsen’e katılıyorum. Genç tarihçileri, önlerinde izlemeleri gereken örnekler koymaktansa, kendi kişiliklerini, kendi bakış açılarını ve kendi tuhaflıklarını geliş-tirmeleri yolunda özendirmenin, çok daha fazla şeyler kazandıracağına inanıyorum. Özgün tarih, özgün bir kafanın ürünüdür ve bunu yaratabilecek hazır bir reçete yoktur.”105

Evans, “çağdaş tarihçiler”in Mommsen’in görüşü-nü paylaştıklarını yazıyor.106

İşte bundan dolayı, anlatıyı bırakın, tarih metodu konusunda 20. yüzyılın en büyük uzmanlarından biri olan Carr, “meslekten tarihçi” değildir. Dip-lomatlık, gazetecilik’ten gelmiştir. Braudel, çağın en büyük tarihçisinin bir avukat, Carr ise bir mü-hendis olduğunu düşünmektedirler. Prof. Baykan Sezer de Türk tarih yazıcılığında, Türk tarihi için devrelendirme önerebilen, yani metodik fikir üre-ten iki tarih yazarı olduğunu, bunlardan birinin Fuat Köprülü, ötekinin de Rıza Nur olduğunu belirtmektedir.107 Rıza Nur’un tıp doktoru olduğu-nu bilmeyen yok ama Köprülü de tarih lisansı sahibi değildi. Ciddi ve okunan Türk tarihi yazar-larının çoğunluğu da tarih lisansı haricinden gel-me. Braudel’in “İstanbul’daki meslektaşım” de-diği Ömer Lütfü Barkan iktisatçı, Doğan Avcıoğlu sosyolog, Ahmet Refik emekli subay, Zeki Velidi Togan medrese çıkışlı, Taner Timur siyasal bilim-ci, İlhan Tekeli inşaat mühendisi, Stefanos Yerasimos mimar, Mustafa Akdağ edebiyat dok-toru, İsmail Cem gazeteci, Çetin Yetkin hukukçu-dur v.b.. Türk üniversitelerinde okutulan tek telif metodoloji kitabı olan Kütükoğlu’nun, tarih felse-fesi ve tarih yazarlığı ekollerine sadece otuzbeş sayfa ayrılmış metod anlayışı ve yaşamında hiç Marx okumadığını söyleyen metod hocalarıyla,

104 Evans, a.g.e., s. 70. 105 Evans, a.g.e., s. 70. 106 Evans, a.g.e., s. 71. 107 Baykan Sezer, Osmanlılık, İstanbul, İstanbul Üni-versitesi Ebebiyat Fakültesi Yayınları, Sosyoloji Yıllı-ğı, 2000, s. 78.

daha iyisinin olması da zaten beklenemezdi...Marc Bloch, boşuna “Tarihin tarihçiler elinde yok edildi-ğini görmek, acı verici”108 dememiş!

Peki Tarih Yalan mıdır? Okur Kime İnanacak-tır?

Üniversitelerin tarih bölümlerinde okutulan “meto-doloji” elbette ki tarih yazıcılığında bir anlam ifade eder. Ne var ki, herşey değildir. Arşiv taramaları, bütün o kaligrafi eğitimleri, dil eğitimleri, belge değerlendirme yöntemleri, birincil kaynaklar, ikin-cil kaynaklar ayırımları, elbette ki tarih yazıcılığının kullandığı önemli “avadanlıklar”dırlar. Ancak, ö-nemli olan avadanlığın kendisi değil, onu kullana-nın marifetidir. Bizim ele aldığımız konuda, yani tarihi kaleme alırken, Febvre’ın “insana ait herşey ile tarih yazılabilir” saptamasını bir defa daha hatırlatarak, yaşamda ve doğada olduğu gibi, tarih yazıcılığında da mutlak olan hiçbir usul, yöntem ya da tarzın olmadığını söylemeliyiz.

Febvre, “ben kendi hesabıma, aranacak birşey ol-madan ‘bakalım ne buluruz” diyerek “arşive dalan allâmeleri, hiç anlamadım” şeklinde bir cümle kullanıyor. Hobsbawm, “aranacak birşey olmadan ne bulursak bulalım kafasıyla arşive girilmeyeceği-ni” öne sürüyor... İlgili başlık altında türlü çeşitli katkılarla değinildiği gibi, önceden bir tezi olmayan tarih yazarı olamaz... Belgeler, kaynaklar ya o tezi doğrular veya yanlış olduğunu ortaya koyar. Tez olmadan, tarih yazılmaz. Arşivi bunun dışında ka-rıştıranlara, “köstebekler” diyen tarihçi de olduğunu yine ilgili başlık altında aktardık. Üniversitede, Kütükoğlu’nun tarihin anlamına ve gelişmesine otuzbeş sayfa ayırdığı tarih metodu kitabını not almak kastı ile okumakla tarih yazmak, çok farklı şeylerdir.

Bütün o metodoloji kalabalığı en sonunda gelir, bir noktada tıkanır. Metodu doğru kullanan, (yanlış kullananları zaten konunun dışında tutuyoruz) bu metodla elde ettiği geçmişe ait bilgiyi, bugünün bilgisi ile yorumlayabilecek bilgi birikimine sahip midir? Örneğin 16. yüzyıl Anadolu’sunda geçen bir olayla, konumuzun ilgisi bakımından, Kıbrıs Sür-günü ile ilgili bir ferman ele geçiren ve eski yazı okumayı da bilen herhangi bir tarihçi, sürgün olayı-nı mutlaka doğru mu anlayıp anlatır? Hayır! Bu tarihçi 16. yüzyıl Anadolu’sundaki Suhte isyanları-nı, Kızılbaş sorununu, o yüzyıldaki Osmanlı devlet ve toplumsal yapılanmasını, devletin o dönemdeki

108 Bloch, a.g.e., s. 33.

Page 18: Bilim mi– Sanat mı- Propaganda mı? Tarih Nedir?tarihyazimi.org/upload/makale/beratli-n-2006-bilim-mi-sanat-mi-propaganda-mi-tarih... · Sayı 3 / Yaz-Güz 2006 3 Bilim mi– Sanat

Kıbrıs Yazıları

20

İran ilişkilerini, Avusturya ile olan sürtüşmesini, o yüzyılın Osmanlı resmi terminolojisinin anlamla-rını, ayni yüzyılda Anadolu’daki göçebe/yerleşik sürtüşmesinin toplumsal ve tarihsel nedenleri ile sonuçlarını ve o yüzyıldaki Osmanlı toplumunda egemen olan paradigmaları (birden çoktu çünkü) ve daha birçok şeyi bilmiyorsa, ele geçirdiği fer-manda yazılanları doğru anlayıp, anlatması müm-kün değildir. “Tarihçi”nin, ele geçirdiği fermanı okusa bile anlaması için gerekli olanlar bunlarla da sınırlı değildir. Eline eski bir yazı geçiren ve bunu okuyacak kaligrafi bilgisine sahip olan bu kişi eğer sosyoloji, antropoloji ve coğrafya bilgisi yönünden yetersizse, okuduğunu yine de doğru anlayamaz. Örneğin Halep bugün Suriye devleti içindedir diye 16. yüzyılda da burada sadece A-raplar’ın yaşadığını sanır ve “Kıbrıs’a Arap da gönderildi” hükmüne varır... “Taşlık yer” tanımı-nın Osmanlı dilinde Taşeli yarımadası olduğunu bilmediğinden, “tarlası taşlı olanlar adaya sürül-dü” hükmünü verir... “Yukarı Canip”in Osmanlı dilinde İran olduğunu bilmeyen de “dağlık alan-larla ilişkisi olanlar, Kıbrıs’a sürüldü” hükmüne varabilir... Göçebeliğin sosyal antropolojik yapı-sını bilmeyenin, yağmayı suç sanması sonucu “atalarımız hırsızlarmış” hükmüne varılması, Osmanlı’nın alevileri “başka bir suçla suçlayınız” fermanını bilmeyenin, “ırz düşmanları da adaya sürüldü” demesi, sosyoloji bilmeyen tarih yazar-larımızın, yaşamın içinde kullandığımız dili Rum-larla İngilizlerin bozduğunu sanması ve böyle de yazması, Osmanlı toplumsal düzeninden bihaber tarihçilerimizin “bazı köylerimiz tenasur etti, yani hristiyanlığa döndü” demeye cüret edebilmeleri v.s. ... Bunların tümü, eline her belge geçirenin bunu doğru anlamaya yetecek bilgi birikimine sahip olmamışsa saçma tarihler yazmaktan kurtu-lamayacağının cahilce örnekleridirler.

Metodolojinin tıkandığı noktanın ikinci ayağını da tarih yazarının eline geçirdiği belgeyi, doğru oku-yup anlamını anlasa bile, nasıl yorumlayacağına ilişkin mutlak bir kuralın bulunmadığının ileri sü-rülmesidir. Aslında, bu iddia gerçek dışıdır! Her tarih yazarı, eline geçen bilgiyi kendi ideolojisi ile yorumlar... Burada, özenle altı çizilmelidir ki kişi-nin gerçek ideolojisi, yani yaşama ve evrene karşı tavrı ile kendisinin sahip olduğunu iddia ettiği ide-oloji farklı şeylerdirler. Ama eninde sonunda, her-kesin kendine ait bir ideolojisi vardır. Ve elbette ki kişinin yorumu, kendine ait olacağı için; kendi dün-ya görüşünden bağımsız olamaz.

Tarihin öznelliği de işte bu noktada başlar. Tarihçi-nin ideolojisi ile gerçek ne kadar uyum içindeyse, yazacağı tarih de nesnelliğe (tarihte nesnelliğin ne olduğuna dair yukarıdaki bölüm de akıldan çıkarıl-mamalı) o kadar yaklaşır. Ne var ki iyi bir tarih yazmak için bunlar da yetmez! Düşünürün dediği gibi “özgün bir tarih, özgün bir kafanın eseridir”. Tarihçi, bütün bu özelliklerin yanında, ele aldığı dönemin vurucu ayrıntılarını görebilecek bir yete-neğe ve bunları doğru yorumlayacak bir zekâya da sahip olmalıdır. Bu da yetmez, tarih, geçmişin gü-nümüz bilgileri ile yeniden inşaa edilmesi olduğuna göre, hikâyesini doğru kurgulayacak bir yetenek, hikâyenin sonuna kadar okunmasını sağlayacak bir gerilim/çözülme dengesini kurabilecek kadar yazar-lık bilgisine ve kullandığı dile hakim olmak gibi bir entellektüel birikime sahip olmak gibi özelliklere de ihtiyaç duyulur.

Böyle tarihçiler var mıdır? Evet, elbette... Çağımız-da bunların doruğunda da Fernand Braudel otur-maktadır.

Okur, elindeki kitapta neler yazdığına bakma-dan önce, yazanın kim olduğuna bakmalıdır...