198

Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1
Page 2: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

2

Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları Üzerine Yazılar

Yazan:

Demir Küçükaydın

Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete ve internet sitelerinde

yayınlanmıştır.

Derleme tarihi: 04.03.2006

Köxüz Dijital Yayınlar

İndir – Bas – Dağıt

Bu kitap köxüz sitesinin dijital yayınıdır.

İndirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir.

Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Page 3: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

3

Kürt Ulusal Hareketinin Sorunları Üzerine Yazılar

İçindekiler

Kürdistan Press’e Yazılar ................................................................................................... 6

Kürtlerin Tarihi ve Kürt Burjuvazisi .................................................................................. 6

Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları ................................................................. 8

Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları ........................................................................... 11

Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları (2) ..................................................................... 12

Hiçbir Kürt Organında Yayınlanmayan Yazı ................................................................. 19

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve P.K.K. ......................................................................... 19

PKK'nın Bazı Özellikleri .............................................................................................. 19

Kürt Ulusal Hareketi'nin ve PKK'nın Zorlukları ve Sınırları ....................................... 23

Özgür Gündem’e Yazılar .................................................................................................. 28

Tarih, Politika ve Uluslar ................................................................................................. 28

Kürt Sorunu mu Türk Sorunu mu? ................................................................................... 31

Şu Azınlıklar Konusu ....................................................................................................... 34

Özgür Gündem Yayın Kurulu'na "Avrupa" Sayfasıyla İlgili Öneriler............................. 39

Özgür Politika’ya Yazılar .................................................................................................. 42

Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler .................................................................. 42

Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar ............................................................................ 46

Kadınlar Öne .................................................................................................................... 49

Bir Değişimde Üç Değişim .............................................................................................. 52

Aksayan Ayak ve Kadınlar............................................................................................... 76

Arafat ve Öcalan ............................................................................................................... 78

HADEP, Seçimler ve Baraj .............................................................................................. 80

HADEP’e Açık Mektup ................................................................................................... 83

Coşku Duymayandan Kuşku Duy! ................................................................................... 87

Bloğun Gücü ve Güçsüzlüğü ............................................................................................ 89

Page 4: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

4

Ankara’ya Giden Yol İstanbul’dan Geçer ........................................................................ 91

Barış Hareketi ve Kürtler ................................................................................................. 94

Dost Acı Söyler ................................................................................................................ 96

Güçlerin Yeni Bir Dizilişine Doğru ................................................................................. 99

Zihinsel Deneyler ........................................................................................................... 102

Farklı Ulusçuluklar ve Yeni Dönem .............................................................................. 105

Irak'ta da Demokratik Bir Cumhuriyet ........................................................................... 107

Doğruluk ve Başarı ......................................................................................................... 110

Zor Dönem ..................................................................................................................... 112

Bağımsız Bir Kürt Devleti ve Demokratik Cumhuriyet ................................................. 116

Diğer Devletlerdeki Kürtler ve Demokratik Cumhuriyet .............................................. 119

Kürdistan’daki Azınlıklar ve Demokratik Cumhuriyet .................................................. 122

Egemen Ulustan Bir Sosyalist Olmanın Zorlukları ........................................................ 124

KADEK’te Örgütsel Dönüşüm Projesi Üzerine Düşünceler ......................................... 129

Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih ............................................................................... 132

Siz Olsaydınız Ne Yapardınız? ...................................................................................... 135

Devam Ama Nasıl? ........................................................................................................ 138

Ülkede Özgür Gündem’e Yazılar ................................................................................... 142

Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Gerici Bir Taleptir? ...... 142

Ülkede Özgür Gündem Gazetesi Redaksiyonuna, ......................................................... 143

Salto Mortale .................................................................................................................. 149

Geliyorum Diyen Felaket ............................................................................................... 151

Akıntıya Karşı ................................................................................................................ 153

Şu Azınlıklar Tartışması ................................................................................................. 154

Salto Mortale .................................................................................................................. 156

Bildiri ve Sonrasının Düşündürdükleri .......................................................................... 158

Son Gelişmeler ve Öcalan’ın Durumu ........................................................................... 160

Seçimler, Taktikler, Program ve İdeoloji ....................................................................... 162

Kassandra’nın Laneti ...................................................................................................... 164

“Demokratik Toplum Hareketi”nin Geleceği................................................................. 165

Irak Seçimlerinin Düşündürdükleri ................................................................................ 167

Öcalan’a Karşı Öcalan.................................................................................................... 169

Page 5: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

5

Demek Doğru Yoldayız ................................................................................................. 172

Çeşitli Sitelerde Yazılar ................................................................................................... 174

PKK’da Neler Oluyor? ................................................................................................... 174

Tarihsel Nedenler ve Nesnel Sınırlar ............................................................................. 180

Ezilen Çoğunluğun İki Kanadı ve Konumları ............................................................ 180

Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı .............................................................. 182

Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi ............................................................... 185

İki Çizgi: Günay Aslan ve Yaşar Kaya ...................................................................... 187

Sosyalist ve Devrimci Demokrat Kürdistanlılara Mektuplar ......................................... 191

Sunuş .......................................................................................................................... 191

Freud, Güdük Fiiler ve Sınıfsal Eğilimler .................................................................. 193

Page 6: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

6

Kürdistan Press’e Yazılar

Kürtlerin Tarihi ve Kürt Burjuvazisi

Günümüzü, günümüzdeki çatışmaları anlamanın en iyi yollarından biri de, geçmiş üzerine

ama günümüzde yazılanları yani tarihleri okumaktır. Çünkü, sanılanın aksine, Tarih, Tarih'ten

ziyade bugünle ilgilidir. Onlar, yazarlarının günümüz çatışmaları içindeki tezlerini Tarih ile

kanıtlama çabasından başka bir şey değildirler. Bunun içindir ki, Tarih'i pek değil ama

günümüzü; yaşanmış bulunan Tarih'i değil ama yaşanan Tarih'i; bu Tarih içihde çatışan

güçleri; onların çıkarlarını ve ideolojilerini anlamanın en iyi yollarından biri de Tarih

kitaplarını okumaktan geçer. Keza, yaşanmış bulunan Tarih de, en keskin çizgileriyle, Tarih'in

Tarihinden çıkarılabilir.

Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi, diğer uluslar üzerindeki sömürü ve

egemenliğini haklı gösterebilmek için, o halkları geri ve barbar, kendisini de uygar olarak

sunar. Oryantalistik'ten Antropolojiye kadar, tarih ve ilkel toplumlarla ilgili bütün sözde

bilimlerin kaynağında bu kaygı vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle, sömürgeciliğin

ve emperyalizmin gelişmesi arasındaki ilişki gerçekten incelenmeye değer bir konudur. )

Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen ulusların burjuvazisi de, kendi Tarihini

yeniden yazar. Bu Tarihler, sömürenlerin iddialarının aksini, yani ne kadar uygar olduklarını

ya da bir zamanlar nasıl uygarlıklar kurduklarını anlatır. Bütün bunlar doğru da olabilir,

çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük uygarlık beşikleri, emperyalizmin sömürgesi ya da

yarı, yeni sömürgesi olmuşlardır.

Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen ulusun tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve

varsayımlarını paylaşmış olur, onun ufkuna hapis olur. Kendisinin nice medeniyetler

kurduğunu, nice uygar olduğunu kanıtlamaya çalışırken zımnen kendisini ezenlerin şu

varsayımını kabullenmiş olur: medeni olmayanlar ya da "yüksek bir kültürden" gelmeyenler,

medenileştirilmelidirler.

Yıllar önce Gine Bissau Kurtuluş Savaşı'nın önderi A. Cabral'ın bir yazısını okuyordum.

Cabral, büyük bir gayretle Gine'de bir zamanlar ne kadar yüksek bir kültür ve uygarlık

bulunduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sanki bunu kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş savaşına

daha bir haklılık kazandıracakmış gibi.

Cabral, tarihsel olarak haklı ve ilerici de olsa, bu çabalarıyla, farkına bile varmadan,

kendilerini ezenlerin ölçülerini, değerlerini, varsayımlarını kabul etmiş oluyordu.

Diğer yandan, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da, - Etiyopya hariç - hemen hiç bir medeniyet

varolmadığından, ister istemez, gerçek olmayan bir tarihi yaratmak zorunda kalıyordu.

Page 7: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

7

Kapitalist sömürgeciliğin gelişine kadar Siyah Afrika hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin

çeşitli aşamalarındaki topluluklardan oluşuyordu.

Afrika'da büyük medeniyetler kurulmuş olmaması niye utanılacak bir şey olsun? Aksine,

Afrika'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek tarihsel avantajı olamaz mı? Daha 500 yıl kadar

önce, Avrupa'nın kuzeyi, Çin, Hint ve Ön Asya medeniyetleri karşısında, bugünkü Afrika'nın

durumunda değil miydi? ...

Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor. Kürt burjuva ve küçük burjuva tarihleri,

egemen ulusların tarihçiliğine, onların varsayımlarıyla, değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyor.

Bu eğilim Kürt tarihçiliğinde oldukça güçlüdür de, çünkü, özellikle Türk burjuva tarihçiliği,

dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri Türk yapıp, Kürtlerin varlığını bile anmayı affedilmez

bir suç addedince, Kürt tarihçiliği, buna tepki içinde şekillenme durumunda kalıyor. Örneğin

Med'ler ve diğer birçok Ön Asya medeniyetleri Kürt yapılıyor.

Kürtlerin ya da Türklerin ya da Herhangi bir ulusun hiç bir medeniyet kurmamış olması niye

bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya da topluluğun, ayrılma hakkını elde etmek için,

buna meşruluk kazandırmak için, daha önce bir veya birçok medeniyet kurduğuna dair bir

sertifika göstermesi gerekmez.

Kürdistan ve Kürtlerin Tarihini, böylece ezen uluslar burjuvazisinin varsayımları

çerçevesinde ele alınmaya ve anlatılmaya çalışılması, Kürdistan burjuvazisi ve küçük

burjuvazisinin konumundan ve çıkarlarından kaynaklanır. Ve bu anlayış, potansiyel olarak,

koşullar değiştiğinde, başka ulusların kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesinin

temellerini oluşturur.

Kürt burjuvazisinin bu Tarih anlayışı, burjuva ideolojisinin egemenliğinin bir ifadesi olmakla

kalmaz, aynı zamanda, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine iki yönlü bir zarar verir. Bir

yandan, Kürdistan'da, hiç de küçümsenmeyecek bir sayıda bulunan, Kürt olmayan azınlıkları,

Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesinden soğutur; diğer yandan, ayrılma hakkını, sadece ulus

olmakla sınırlayan bir anlayışı kabullenmiş ve savunmuş olur. Ve nihayet, Kürt Tarihi

örneğinde, gerçeği değiştirdiği için, düşmanlarının eline silah verir.

Kürt sosyalistlerinin bir görevi de, Maddeci Tarih Anlayışının metodolojisi ile, Kürtlerin ve

Kürdistan'ın tarihini yazmaktır; Tarih'i tahrif eden, gerici varsayımlara dayanan, Kürdistan'ın

kurtuluş mücadelesini zayıflatan burjuva tarihçiliğine karşı mücadele etmektir. Kürdistan

sosyalistlerinin, Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesini zafere götürmek ve bu mücadeleye

gerçekten önder olabilmek için, burjuvaziye karşı entelektüel zaferlere ihtiyacı vardır.

17. 9. 1986

Bu yazıya ilişkin not:

Bu yazı Celal Aydın imzasıyla yazıldı. Kürdistan Press'de yayınlanıp yayınlanmadığını

hatırlamıyorum. Aşağı yukarı aynı, bazı değişiklikler içeren başka bir versiyonu daha sonra

Özgür Gündem'de yayınlardı.

05 Şubat 1999 Cuma 17: 13

*

Page 8: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

8

Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları

Kürdistan Press, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine "karınca kaderince" destek olmak; bu

mücadele içinde proleter, sosyalist ve enternasyonalist bir dünya görüşünün, bir metodun, bir

programın, bir stratejinin ve bir örgüt anlayışının giderek netleşmesine ve ağırlığının

artmasına katkıda bulunmak için çıkıyor.

Bizlerin tüm çabalarının eksenini oluşturan ve bundan sonra daha ne kadar da oluşturacak

olan Kürdistan'ın kurtuluşu, hatta genel olarak Kurtuluş Savaşları, evrensel tarih içinde nasıl

bir yere sahiptir? Birkaç kuşaktan milyonlarca emekçinin ve savaşçının tüm hayatlarına ve

çabalarına anlam veren Ulusal Kurtuluş, Evrensel Tarih'in akışı içinde nerede bulunmaktadır?

Bu soru sorulmalıdır, çünkü proletarya sosyalizmi, bu soruyu ortaya koyarak ve ona verdiği

cevapla diğer eğilimlerle ayrım çizgilerini çizebilir.

Dünyaya Kürdistan'dan değil, ama Kürdistan'a Dünyadan bakmak; ya da başka bir ifadeyle,

Çağımızı ve Dünya Tarihini Kürdistan'ın kurtuluşu bakımından değil, ama Kürdistan'ın

Kurtuluşu'nu Evrensel Tarih içindeki yeri bakımından kavramak, proletarya sosyalizmi için

olmazsa olmaz ön koşuldur.

Çünkü Proletarya, "Dünya Tarihsel" (Marks) bir sınıftır, yani o, ancak evrensel ölçüde ve

evrensel Tarih bağlamında var olabilir. Proletaryanın gücü de güçsüzlüğü de tam bu noktada

bulunmaktadır. Şöyle ki, Proletarya, evrensel Tarih ölçeğinde ve evrensel olarak var olabildiği

için, herhangi bir ulusun proletaryası gerçekte henüz bir sınıf değildir. Evrensel ölçüde var

olabilen bir sınıfın bir zümresi, bir bölüğüdür. Bir ulusun proletaryası, o ulusun proletaryası

olarak kaldığı sürece, bir sınıf olamadığı için, bağımsız bir dünya görüşü, bir program

geliştiremez. Herhangi bir ulusun proletaryası, eğer ait olduğu ulusun ezilenlerinin

mücadelesini örgütlemek ve ona önderlik etmek istiyorsa, önce o ulusun proletaryası

olmaktan çıkmak, Marks-Engels'in bir zamanlar övünçle kendilerini tanımladıkları gibi:

Kozmopolit olmak, ancak bundan sonra, bütünün bir parçası olarak kendi ulusal savaş

mevziinde yerini almak zorundadır. Yani inkarın inkarı. Ancak bunu yapabildiği takdirde,

ulusun diğer sınıfları karşısında bir karşı kutup, bir alternatif yaratıp ideolojik bir hegemonya

kurabilir.

Kürdistan Proletaryası'nın da Kürdistan'ın Kurtuluş mücadelesini örgütleyebilmesi için, önce,

Dünya Tarihsel bir metot ve dünya görüşüne, programa, strateji ve örgüt anlayışına ihtiyacı

vardır. Bu da kendi mücadelesini, evrensel Tarih içinde yerli yerine koymakla olabilir. Bu ilk

adım atılmadan daha ileriye gidilemez. Onun için bu ilk yazımızın konusu: "Evrensel Tarih

Bağlamında Kurtuluş Savaşları"dır.

***

Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına

rağmen, proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini,

Öznel nedenlerle yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle,

Ulusal Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler.

Page 9: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

9

Soyut gibi görünen bu önermeyi ve onun sonuçlarını iyi kavramak gerekiyor. Var olması

nesnel olarak zorunlu bir aşama, ne demektir? Örneğin insanlık, diyelim ki eski Grek

medeniyetinden direk kapitalizme fırlayamazdı, ne üretici güçlerin gelişmişlik; ne de meta

üretiminin yaygınlık düzeyi buna izin vermezdi. Bu bakımdan, aradaki Doğu medeniyetlerini

ve Avrupa derebeyliğini, dünya tarihinin gidişi içinde zorunlu olmayan bir aşama olarak

tanımlayamayız.

Ama çağımız, tamamen bunun aksi bir niteliğe sahiptir. En azından Birinci Dünya

Savaşı'ndan bu yana Tarih, Tarihsel akışın nesnel nedenlerine dayanan bir aşama içinde

değildir. Bugün yaşanan Tarih, yaşanması zorunlu olan tek tarih değildir. Tarih, bambaşka bir

yol, bilimsel sosyalizmin kurucularının Öngördüğü türden bir yol izleyebilirdi. Ve bu

durumda, milyonlarca insanın, birkaç kuşağın tüm mücadelesinin eksenini oluşturan Ulusal

Kurtuluş Savaşları diye bir şey olmazdı.

Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları, emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist

devrimi başarabilseydi, sömürge ve yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği

olmadan, iktidara gelmiş ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden

bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan bir yoldan şimdiye dek rahat rahat sosyalizme

geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri ve Moğolistan örneği, daha sonraki

yozlaşmanın yol açtığı sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını

Avrupa Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir yeryüzü"

kadar olması halinde, Tarihin nasıl bir mecraya akmış olacağını kolaylaştıran bir örnek

oluşturabilir.

Tarih böyle bir yol izlemediyse, bu, ne üretici güçlerin yeterince olgunlaşmamış olmasından,

ne de proletaryanın Antik Tarihin köle ya da serflerine benzer biçimde yeni ve üst bir toplum

kuracak nesnel yeteneği olmamasındandır. Bu, tamamen, proletaryanın kendi içindeki

ihanetler nedeniyle bu yeteneği gösterememesinden, yani öznel nedenlerdendir.

Kürt, Türk ve diğer bir çok ülke devrimcilerinin temel yanılgısı, tam da çağımızın bu tayin

edici karakteristiğini anlamamalarında yatmaktadır. Onlar, dünya tarihine ve çağımıza kendi

mücadelelerinin ekseninden baktığından, ama kendi mücadelelerine dünya tarihinin

ekseninden bakmadıklarından, bugün yaşanan Tarihi yaşanabilecek tek tarihmiş gibi

görüyorlar, dolayısıyla Ulusal Kurtuluşu, ya da kendi ülkelerinde proletarya diktatörlüklerinin

kurulması mücadelesini, tarihin geçilmesi zorunlu bir aşamasıymış gibi kavrıyorlar. Ama tam

da bu noktada, mantıki sonuçlarıyla, farkına bile varmadan Bilimsel Sosyalizmi reddetmiş

oluyorlar.

Evet, sosyalizme ne kadar içtenlikle inanırsak inanalım, nesnel olarak, bugün yaşanan Tarihi

yaşanması zorunlu tek Tarihmiş gibi görmek; ya da diğer bir ifadeyle ulusal kurtuluş

savaşlarını, dolayısıyla Emperyalizmi ve yeni/yarı/ tam sömürgeleri tarihsel akışın geçmesi

zorunlu bir aşamasıymış gibi görmek: Tarihin bu tarz gidişinin nesnel nedenlerden

kaynaklandığını kabullenmek, dolayısıyla Marksizm'in temelinde bulunan önermeleri

reddetmek anlamına gelir.

Ne olabilir bu objektif nedenler, çağımızın böyle akmasına yol açan? Üretici güçlerin

sosyalizm için olgunlaşmadığı ya da başka bir ifadeyle, kapitalizmin 20. yüzyılda

Page 10: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

10

emperyalizm yani çürüme çağına girmediği... Bu ise, Emperyalizm teorisinin ve onun

dayandığı tüm Marksist ekonomi politiğin yanlışlığı demektir.

Bir diğer nesnel neden, Proletaryanın, kapitalizm çürüme çağına girmiş olmasına rağmen,

köle ya da serfler gibi, üstün bir düzen kurma yeteneğinden yoksunluğu yani devrimci bir

sınıf olmadığı olabilir. Bu da Marksizm'in bir temel önermesinin reddi demektir.

Birinci eğilim, yani Tarihin bugünkü gidişini normal ve zorunlu bir aşama olarak görmek,

kapitalizmin ömrünü doldurmadığı anlayışına dayanıyorsa, bu otomatikman reformizme yol

açar. Madem ki güçler sosyalizm için olgunlaşmamıştır, o halde sosyalist devrim günün acil

bir sorunu değildir. Sosyal Demokrat partiler açıkça, Komünist partiler zımnen bu anlayışa

dayanmaktadırlar.

İkinci eğilim, yani bugünkü akışı zorunlu görüş, proletaryanın nesnel olarak devrimci bir sınıf

olmadığı, ya da artık bu vasfını kaybettiği görüşüne dayanıyorsa, bu da devrimi yapacak

başka bir güç aranması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu güç, kimine göre: üçüncü Dünya

halkları, kimine göre lümpenler, kimine göre tüketiciler vs. olabilir. Bu da pratikte, küçük

burjuva ütopyacılığının ve sosyalizminin ifadesidir.

Her ikisi de Marksizm'i redde varan bu görüşler ya da gizli varsayımların anlamadıkları ya da

göremedikleri bir şey var: eğer Marksizm yanlış ise, Marksizm'in yanlış olduğu bir dünyada,

doğanın tahribi korkunç bir hızla sürerken ve insanlığı birkaç kez yok edecek güçteki atom

silahları tepemizde dururken, insanlığın yaşama şansı yoktur.

Ama Marksizm yanlışlığı kanıtlanamayacak bir öğretidir de, çünkü eğer insanlık yok olsa

bile, bu Marksizm'in yanlışlığını kanıtlamaz: "ya sosyalizm ya barbarlık" dilemmasını ortaya

koyup, bu yok oluş tehlikesini herkesten önce görüp çanları çalanlar hep Marksistler

olmuştur. Ve bu Marksistlerin varlığındır, proletaryanın öznel yeteneksizliğinin ve ihanetlerin

onun görevini yapmasını engelleyen şey olduğunun kanıtı; Tarihin zorunlu bir dönemden

geçmediğinin kanıtı. Marksistlerin "ya barbarlık" feryadıdır, insanlığın var olacağı umudunu

yaşatan.

İnsanlığın kaderi, Önümüzdeki birkaç on yıl içinde kesin bir sonuca ulaşacağa benzer. Ve bu

kaderin ne olacağına dair tayin edici kavganın son sözü emperyalist ülkelerde söylenecektir.

Geri ülkelerin birçok devrimcisinde, Tarihin bundan sonraki gidişine ilişkin şöyle bir kavrayış

görüyoruz: Batı Avrupa ve Amerika'da Proletarya devrim yapamayacak, üçüncü Dünya

ülkeleri ve Sömürgeler bağımsızlıklarını kazanıp proletarya iktidarlarına yol açacak, giderek

zayıflayacak olan Batı Emperyalizmi kendi proletaryasını satın alamayacak, ondan sonra da

emperyalist ülkeler proletaryası ayaklanacak.

Bu görüştekiler, sadece proletaryanın devrimci kapasitesini inkar etmiş ve tarihin bugünkü

akışını zorunlu görmüş olmuyorlar, ama aynı zamanda, Tarihin böyle bir yol izlemesi halinde,

böyle uzun bur çevirme yapacak zamanı da olmadığını görmüyorlar.

İnsanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızdır. Bunu iyi kavramak gerekiyor.

Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, eğer emperyalizmi biraz sarsabilir, dünya ve özellikle ileri

ülkeler proletaryasına biraz itilim verebilirse, ona güçlerini toplamak için biraz zaman

kazandırabilirse ne mutlu.

Page 11: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

11

İlk bakışta, meselenin böyle bir konuluşu, Kürdistan özelinde sanki mücadele azmini

baltalarmış gibi görünebilir.

"Eğer sonuç ileri ülkelerde belirlenecekse, ve insanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş

olanaksızsa, kurtuluş savaşına girmenin ne anlamı var" diye düşünülebilir. Ancak, büyük

devrimler bunun tam tersini kanıtlamaktadır. Rus devrimcilerinin ulaştığı fedakarlık ve bilinç

düzeyine henüz hiç bir ülkenin devrimcileri ulaşamadı. Ama Rus devrimcileri, Rus

emekçilerini kurtarmak için değil, dünya proletaryasının kurtuluşuna azami katkıda

bulundukları için o destanları yaratabiliyorlardı. Lenin, Rus iççilerini, Kendilerini

kurtarmaları için değil, ayaklanan alman bahriyelilerine destek olmak için ayaklanmaya

çağırıyordu. Kürdistan'daki Kurtuluş Mücadelesini bütün gücümüzle destekleyeceğiz, onda

yer alacağız, ama insanlığın battığı bir dünyada Kürdistan'ın kurtuluşunun bir anlam

taşımadığını bile bile, insanlığın kurtuluşuna bir katkıda bulunabilmek için.

19. 09. 1986

Celal Aydın

*

Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları

Kürt ulusu, sadece bağımsızlığı için savaşırsa, belli dengeler ortamında belki bu bağımsızlığı

kazanabilir. Ancak, yıllardır süren Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının ortaya çıkardığı bir gerçek

vardır: sadece Kürtlerin ulusal bağımsızlığı için savaşmak, Kürdistan'ın kurtuluşunu

geciktirmekte, gerçek müttefikleriyle bağlar kurmasını engellemekte, yenilgilere ve moral

bozukluklarına yol açmaktadır.

İlk bakışta, şöyle bir akıl yürütme, son derece mantıki gibi görünmektedir. Ulusal kurtuluş

hedefi en geniş cepheyi kurmayı sağlar, ondan sonra ikincil sorunlar gündeme gelir. Bu

anlayışın programatik ifadesi, nasıl bir ekonomi temeli ve üstyapı (devlet vs. ) sorularını açık

bırakarak, bağımsız bir Kürt devleti için savaşmak olmaktadır.

Ne yazık ki, ya da çok şükür, Tarih, düz ya da metafizik mantığa göre hareket etmiyor.

Bağımsız bir Kürt devleti uğruna mücadele, Kürt sosyalistlerini Kürt burjuvazisinin

kuyruğuna takmakta, dolayısıyla küçük ve cılız ve korkak Kürt burjuvazisini kazanayım

derken, en geniş müttefiklerini kaybetmesine, proletaryanın kendi bağımsız programını

geliştirememesine yol açmaktadır. Sonuçta, burjuvazinin tüm korkaklıkları, yalpalamaları,

uzlaşmaları Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesine damgasını vurmakta, yenilgiler ve

umutsuzluklar birbirini izlemektedir.

Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası, bağımsız bir Kürt devleti için değil, ama Demokratik

bir Cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten

demokratik bir cumhuriyet için savaştıkları takdirde, belki Kürt burjuvazisini

kaybedeceklerdir ama çok daha büyük güçleri kazanacaklardır. Ulusal Kurtuluş, bunun

otomatik yan ürünü olacaktır.

Bugün Irak ve İran'ın bir bölümü Kürt gerillaların elindedir. İran, Irak ve Türkiye'de binlerce

devrimci, aydın, sosyalist kendi burjuvazilerinin saldırıları karşısında mülteci olarak, bu

Page 12: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

12

bölgelere değil de Avrupa'ya kaçıyor. Niçin? Çünkü, bağımsız bir Kürt devleti şeklindeki

program, demokratik cumhuriyetin önüne geçmiş durumda. Kürdistan'ın dağlık bölgelerine

hakim olan gerillalar, İran'da, Türkiye'de ve Irak'ta, gerçekten demokratik cumhuriyetler için

savaşsalar, buralar tüm devrimcilerin toplaşıp güçlerini düzenledikleri birer çekim merkezi

haline gelirler.

Kürdistan'da birçok azınlıklar bulunmaktadır. Bunlar Kürdistan nüfusunun hiç de

küçümsenemeyecek bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu azınlıklar için de, aynı nedenlerle,

bağımsız bir Kürt devleti kurma savaşı bir çekim merkezi oluşturmuyor. Bu azınlıkların genç

kuşakları Avrupa'ya sığınıyor.

Kürt sosyalistleri, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi, kendi bağımsız programlarını geliştirmeyi

göze aldıkları takdirde, kendilerini ezen ulusların işçi ve köylülerini, Kürdistan'daki azınlıkları

kazanabilirler. Kürtlerin kurtuluşu, Kürtlerin, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de

kurtarmayı hedeflemelerinden geçer.

Bağımsız bir Kürt Devleti programı, ne ezen ulusun işçi ve köylülerini ne de Kürdistan'ın

azınlıklarını harekete geçiremez. Bu yığınlar, Enternasyonalist görevlerinin hatırlatılmasıyla

seferber edilemez ve örgütlenemez. Bunun tek yolu, ezen ulusun ezilenlerine, onların can

yakan sorunlarına cevap veren alternatif bir program geliştirmektir.

Kürdistan'daki azınlıkları kazanmanın da tek yolu budur. Gerçekten Demokratik Bir

Cumhuriyet, planlı ekonomi, toprak reformu, tüm bu güçleri mücadeleye kazanabilir. Egemen

ulusların burjuvazisi ancak böyle tecrit edilebilir.

Kürdistan'da burjuva ve proleter programların farkı budur. Küçük burjuvazi ise bağımsız bir

program geliştiremiyor. Burjuvazinin programını benimsiyor ve sadece mücadele

biçimlerinde radikal olarak ayrım çizgisini çekmeye çalışıyor.

17. 09. 1986

Celal Aydın

*

Kürdistan Kurtuluşunun Bazı Sorunları (2)

Kürdistan Press'e daha yayınına başlamadan, birbirini tamamlayan ama farklı sorunları ele

alan bir seri makale yollamıştım. Bunlardan yukarıdaki başlığı taşıyan biri de 2. sayıda

yayınlandı. Bu makaleleri yazıp yollamaktaki amacım, Kürdistan Press'in sadece Kürdistan ve

Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesindeki olay ve gelişmelerin aktarıldığı bir gazete olmakla

kalmayıp, aynı zamanda Ulusal Kurtuluş Mücadelesine ilişkin temel programatik ve stratejik

sorunların tartışıldığı bir forum fonksiyonu da görmesine katkıda bulunmaktı.

Yazıyı yazarken, onun yanlış anlaşılacağını ve söylemediği şeylerden ötürü epey eleştiri

çekeceğini tahmin ediyordum. Fakat, ancak, yanlış da olsa, eleştiriler geldiği takdirde fiilen

bu forum gerçekleşmiş olur ve yanlış anlamalar giderilebilirdi.

Beklenen oldu. Kürdistan Press'in 9. sayısında, hem yazının anlaşılmadığını, hem de yaygın

önyargıları yansıtan Lokman Polat imzalı ve "Kürdistan Kurtuluşunun Sorunları Metafizik

Page 13: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

13

Mantıkla İzah Edilemez" başlıklı eleştiri yayınlandı. Bu eleştirinin yayınlanmış olmasına

herhalde hiç kimse eleştiriye uğrayandan daha fazla memnun olmamıştır. Çünkü, umut

ediyoruz ki, bu vesileyle, Kürdistan'ın kurtuluşunun temel sorunları üzerine bir program ve

strateji tartışması başlar.

***

L. Polat'ın eleştirisinin şahsımla ilgili ve yanlış bilgilerle dolu kısımlarına girmeyi gereksiz

görüyorum. Bu tür iğne batırışlarından rahatsız olmayacak derecede kalın bir derim var. Ama,

şahsım vesile edilerek H. Kıvılcımlı ve "Troçkizm" hakkında bazı peşin yargılar sıralanıyor

ki, esas konuya geçmeden önce kısaca bunlara değinmek gerekiyor.

Kıvılcımlı hakkındaki küçümseyici ve hor görücü ifadeler ancak onun hakkındaki tam bir

cehaletin ürünü olabilirler. Kıvılcımlı'nın l93O'lu yıllarda yazdığı "İhtiyat Kuvvet: Milliyet"

adlı eseri yayınlanalı yedi yıldan fazla oluyor. Acaba L. Polat ya da başka bir yazar, aradan

yarım asır geçmiş olmasına rağmen, ne Türkiyeli ne de Kürdistanlı sosyalistler arasında bu

ayarda bir eser ortaya çıkarılabilmiş olduğunu iddia edebilir mi?

H. Kıvılcımlı, özellikle l96O-7O'li yıllarda Ulusal Sorun konusunda zaman zaman susmuştur

da. Ama bunun kaynağı, onun Sovyetlerin politikasının sadık bir takipçisi olmasındadır. Bu

vesileyle Kürdistan Press sayfalarında Türk Solunun hastalığı olarak ve de haklı olarak

belirtilen milliyetçiliğin, sadece Türk Solunun değil ama l926'dan sonra III. Enternasyonal ve

Sovyet çizgisinin, dolayısıyla uluslararası bir hastalık olduğunun görmezden gelinişine de

değinmek gerekir. Aynı hastalık Kürt Solunda da vardır, ama Kürt ulusunun Kurtuluş Savaşı

verdiği bugünkü koşullarda, milliyetçiliğin ilerici yanı dolayısıyla Türk Solu'nda olduğu kadar

sırıtmamaktadır.

Gelelim "Troçkizm"e. L. Polat "Troçkist"lerin Lenin'i bir referans noktası olarak görmedikleri

gibi çok yanlış bir önyargıya sahip. Aynen şöyle yazıyor: "Dedik ki, C. Aydın bir Troçkistdir;

eğer bir Leninist olsaydı Lenin'in ezilen halkların ulusal kurtuluş savaşlarıyla ve de ulusal

demokratik devrimlerle ilgili söylediği bir çok sözlerin ve Üçüncü Enternasyonal'in bu

konuyla ilgili bir çok kararını buraya aktarırdık".

Bildiğimiz kadarıyla "Troçkist"ler kendilerini' "Troçkist" diye tanımlamazlar, "Devrimci

Marksist" ya da "Bolşevik Leninist" olarak tanımlarlar ve onlar, Marks, Engels, Lenin'in

geleneğinin en sadık, en Ortodoks ve en tutarlı izleyicileri oldukları iddiasındadırlar ve / veya

en azından böyle olmaya çalışırlar. Böyle olup olamadıkları ayrı bir sorun, ama L. Polat

arkadaşın sandığının aksine Marks-Engels-Lenin ve III. Enternasyonal'in ilk dört kongresinin

kararlarını referans alarak her zaman "Troçkist'lerle tartışmaya girebilirsiniz, çünkü onlar

zaten bu referans noktalarından hareket etmektedirler.

Bu vesileyle L. Polat'ın karıştırdığı bir noktaya daha değinelim. Bir görüşün taraftarı, taraftarı

olduğu görüşü her zaman hakkıyla ve doğru olarak savunamayabilir ve onu rezil edebilir. Bu

durumda, o toy savunucuya bakarak, o görüş hakkında bir karar vermeye ya da o görüşü

eleştirmeye kalkmak metodolojik olarak yanlış, ahlaki olarak da bir köylü kurnazlığının

ifadesi olur. C. Aydın da, taraftan olduğu görüşün toy ve onu rezil edici bir savunucusu

olabilir. Belki ileri sürdüğü öneriler, savunduğunu iddia ettiği görüşlerle ilgisiz olabilir. Bu

Page 14: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

14

durumda, C. Aydın'ın yazdıklarından hareketle, onun kendisini taraftar kabul ettiği çizgiyi

mahkum etmeye kalkmak, en hafif bir ifadeyle bilimsel bir sorumsuzluğu yansıtır.

L. Polat arkadaşımız muhakkak ki Marksizm-Leninizm'e inanıyor olsa gerek. Ama bu örneğin

gösterdiği gibi, bu inancını çok toyca ve inandığı fikri rezil ederek savunuyor. Şimdi birinin

çıkıp da, L. Polat'ın dediklerinden hareketle Marks veya Lenin'in düşüncesini çürütmeye

kalkması saçma olur. Aynı saçmalığa düşmemeyi, herhalde başkalarının da L. Polat'tan

bekleme hakkı olsa gerek.

***

L. Polat'ın eleştirisine konu ettiği yazının temel tezi şöyle ifade edilebilir: "Kürt Ulusu

bağımsızlığını elde edebilmek için, bağımsızlıktan daha fazla bir şeyler için savaşmalıdır." ya

da başka bir ifadeyle: "Kürt ulusu, kendini ulusal baskıdan kurtarmak için, kendini ezen

ulusların ezilenlerini de kurtarmaya kalkmalıdır.“

Bu "Daha fazla bir şey" de yazıda şöyle somutlanmaktadır:

"Kürdistan sosyalistleri ve proletaryası. bağımsız bir Kürt devleti için değil; ama demokratik

bir cumhuriyet, bir tek köyün bile kendi kaderini tayin hakkının engellenemeyeceği gerçekten

demokratik bir cumhuriyet için" savaşmalıdırlar. Yazının diğer bölümleri bu fikrin

gerekçelendirilişi ve taşıdığı potansiyellerin sergilenişidir.

Okuduğunu biraz anlayan herkes için, yukarıdaki önermelerden, L. Polat'ın iddia ettiği türden,

Kürtlerin ayrılma hakkını ya da Kürt ulusal kurtuluş savaşını inkar etmek ya da küçümsemek

gibi bir anlam çıkmaz. Aksine, yukarıdaki önermeler, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin hangi

strateji ve programla başarıya ulaşabileceği sorununu tartışmaktadır. Yukarıdaki önermeler,

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin küçümsediği açısından değil, ama belki, bu harekete,

potansiyellerinin ve limitlerinin üstünde devasa görevler yüklediği, Köylülüğün ya da Ulusal

Kurtuluş Hareketlerinin devrimci potansiyelini abarttığı için eleştirilebilir. Yazıyı yazarken,

okuduğunu anlayan bir okuyucunun, tezleri bu açıdan tartışması gerektiğini düşünmüştüm.

Bu yaklaşım oldukça yenidir ve ne Türk ne de Kürt solunda ortaya atılıp tartışılmamıştır.

Yeni olan yanını göze batırmak için bir kaç örnek verelim.

Bugün Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Türk Sol hareketini eleştirirken haklı olarak,

burjuvazinin kuyruğuna takılmakla ve Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin devrimci

potansiyelini görmemekle eleştiriyor. Ama tam da bu eleştiriyi yaparken, kendini, ezen

ulusların proletaryasının mücadelesinin bir nesnesi ve yedeği olarak görmüş oluyor. Getirilen

ve tartışılmak istenen teze göre ise, Kürtleri ezen ulusların proletaryası ve köylüleri, Kürt

Ulusal Kurtuluş Savaşı içindeki proleter ve sosyalist kanadın, ve bu kanadın öncülük yapması

halinde, Ulusal Kurtuluş Hareketinin yedeği ve nesnesi olarak getiriliyor.

Birbirini tamamlayan bu zıtlığı daha da göze batırmak için şöyle diyelim. Kürtleri ezen

ulusların sosyalistleri, Ulusal sorunu, Proletaryanın yedek gücü olarak görür. Örneğin Dr. H.

Kıvılcımlı'nın kitabı, yeni Türkçe'yle "Yedek Güç: Ulusal Sorun" başlığını taşır, böyle bir

kitabın muhatabı: Türkiye Proletaryasıdır. Ama Kürdistan Proletaryası için, Kürdistan'ın

Kurtuluş Savaşında, sosyalist bir kanadın başarısı için yazan bir sosyalist, kitabına şöyle bir

başlık koymalıdır: "Yedek Güç: Ezen Ulusların Ezilenleri".

Page 15: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

15

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketini yedek güç olarak gören Türkiye Proletaryası, nasıl bu yedek

olarak gördüğü gücü kazanmak için somut bir program ortaya koymak zorundaysa, aynı

şekilde, tersinden, kendini ezen ulusların ezilenlerini yedek güç olarak gören, Kürdistan

Proletaryası da, bunları kazanmak için somut bir program ortaya koymak zorundadır. Yazıda

bu programın ne olacağı tartışılmaktadır.

Anlaşılırlığı sağlamak için yapılan bu kısa açıklamadan sonra, gelelim L. Polat'ın

eleştirilerine:

l) "Toplumsal kurtuluş adına Ulusal Kurtuluşu reddeden. köylülüğü inkar eden saf proleter bir

devrim Kürdistan'ın içinde bulunduğu bugünkü koşullarda uygulanamaz ve en önemlisi bugün

Kürdistan'da gündemde olan sosyalist bir devrim değil, ulusal demokratik bir devrimdir.“

Yazımızın hiç bir yerinde ve yukarıda daha da açıklanan temel fikirlerinde "toplumsal

kurtuluş" ya da "saf proleter bir devrim" den söz edilmiş değildir. Söylediğim sadece

"demokratik cumhuriyet"tir. Söylemediğim şeylerden hareketle eleştirilmiş olmuyor muyum?

Ama L. Polat'ın böyle eleştirmesinin anlaşılmayacak bir yanı yoktur. O bir yerlerden

duymuştur ki "Troçkistler köylülüğü reddeder" ve "saf bir proleter devrim" için uğraşır. Eh,

C. Aydın da "Troçkist" olduğundan, ancak bunu savunuyor olabilir diye çıkarsamayı hemen

yapmıştır. Ne yazık ki, L. Polat böyle yaparak D. Perincek gibi burjuva sosyalistlerinin

yargılarını tekrarlamış olmakta, hatta D. Perincek'in "bir iktidarsızlık doktrini olan troçkizm"

gibi yargılarını benimsemekte bir mahzur görmemektedir. Doğrusu ilginç bir yakınlaşma.

2) L. Polat, "Demokratik Cumhuriyet" derken neyi dediğimi anlamamıştır. Eleştirisinin bir

yerinde, yukarıda da aktardığım Demokratik Cumhuriyet ile ilgili satırlarımı aktarıyor, ama,

benim "demokratik cumhuriyet" sözcüklerinden sonra virgül koyarak, bu konuda çok yaygın

yanlış anlamalara olanak vermemek için eklediğim cümleyi çıkararak. L. Polat'ın aktarırken

çıkardığı cümlecik şudur: "bir tek köyün bile kendi kaderini' tayin hakkının

engellenemeyeceği gerçekten demokratik bir cumhuriyet.“

Niçin böyle bir cümleciğe gerek gördük? Çünkü bu fikir, gerek Kürt gerek Türk soluna son

derece yabancı ve Marks-Engels-Lenin'in hemen hiç anlaşılamamış bir yanını ortaya koyuyor.

Çünkü, bu fikirden hareketle, bağımsız bir devletten öte bir şeyler için savaşmak gerektiği

çıkarsamasını yapıyorum.

Kürt ve Türk solunda Kendi Kaderini Tayin Hakkı, ancak ulus olunca sahip olunabilecek bir

şey olarak anlaşılmış ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkım savunmak için hep Kürtlerin

bir ulus olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Burada kasıtlı çarpıtmalara imkan vermemek için

Kürtlerin bir ulus olduğunu açıkça belirtelim. ) Ama sorunun bu şekilde koyuluşu tersinden,

ulus olmayan, tarihsel, coğrafi, sosyolojik ya da psikolojik olarak kendine ulus olduğuna dair

bir sertifika bulamayan bir topluluğun ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkından söz

edilemeyeceği varsayımını içerir.

Tartışmayı yeniden başlatmak, ama bir üst düzeyde başlatmak ve ilerde çok gerici sonuçlar

doğuracak bu varsayımın yanlışlığım göstermek için, iddia ediyoruz ki: ayrılma hakkı için

ulus, milliyet vs. olmak gibi bir önkoşul yoktur ve olmamalıdır. Bu, Marks-Engels-Lenin'in

Demokratik Cumhuriyeti ve Ayrılma Hakkı anlayışıdır. Gerçek demokratik cumhuriyette,

Page 16: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

16

isteyen köy, mahalle, ya da bölge halkı, istediği takdirde derhal ayrılabilmeli ve bunu

engelleyecek ne hukuki, ne idari bir mekanizma olmamalıdır.

Örneğin Lenin, Devlet ve İhtilal'de Engels'ten alıntı yapıyor:

"O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka

bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her

Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti;

bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve

bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize

göstermiş bulunuyor.“ (s. 95)

Ve Lenin'in konuya ilişkin yorumu:

"Engels bakımından, merkeziyetçilik, 'komünler' ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi

arzularıyla (a. b. ç. ) savunmaları şartıyla, her türlü bürokratizm ve her türlü yukarıdan

'buyurma'yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir mahalli idari özerkliği asla

bertaraf etmez" (s. 95)

Ne yazık ki, ne Kürt ne de Türk sosyalistleri, bugüne kadar, kendi kaderini tayin hakkının

ulus olma koşuluna bağlanamayacağı seklindeki bu anlayışa hiç değinmemişlerdir. Türkler

açısından böyle bir program, otomatikman Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkı demektir,

Kürtler için de aynıdır. Ve böyle bir programın, bağımsız bir Kürt devletine karşı olması diye

bir şey söz konusu değildir. Otomatikman bunu da içerir.

Böyle bir programı savunmakla, sadece Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkı değil, ama aynı

zamanda, Kürt Kurtuluş Savaşına, kendilerini ezen ulusların emekçilerini de kurtarma görevi

yüklenmiş olur. Ama böyle bir program, bağımsız bir devlet kurma hedefinden farklı bir

şeydir. Bağımsız bir devlet kurma programı, bu devletin alabileceği somut biçimleri ele

almaz. Ama sadece bu da değil, bağımsız bir devleti de güçleştirir.

Bir köyün bile isterse ayrılabileceği ve her türlü topluluğun kendi özgür iradeleriyle

birleştikleri bir Demokratik Cumhuriyet ne gibi devrimci potansiyeller taşımaktadır?

Ezen Uluslar Açısından: Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, böyle bir programı savunan bir

öncülüğe sahip olduğu takdirde, ezen ulusun ezilenlerini aktif olarak yanına kazanabilir ve

programı uğruna mücadele için örgütleyebilir. Çünkü böyle bir program, aynı zamanda, ezen

ulusların bürokratik, militer devlet cihazlarının parçalanmasıyla gerçekleştirilebilir.

Böyle bir program, ezen uluslar tarafından ezilen diğer ulusları da yanına kazanabilir. Örneğin

İran'da Azeriler de ezilen bir ulusturlar. Ama bağımsız bir Kürt devleti hedefi, Azerileri, Kürt

Devleti uğruna mücadeleye sevk etmez, ama Demokratik Cumhuriyet, onların mücadelesini

de ateşleyip, ivmelendirebilir.

Böyle bir program, Kürdistan'daki azınlıkları da aktif olarak mücadeleye çeker. Unutmayalım,

Kürdistan'daki Kürt olmayan azınlıklar, nüfusun neredeyse yarıya yakınını kapsamaktadır.

Sadece bağımsız bir Kürt Devleti programı, bu azınlıkların mücadeleye girmesi için çekici

değildir, çünkü ayrılmayı ulus olmaya bağlamaktadır. Ama yukarıdaki gibi bir program

Kürdistan'daki azınlıklara şunu demiş olur: "Sizler, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler,

Page 17: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

17

Yezidiler, Araplar, Azeriler, Türkler vb., bizim programımıza göre, eğer istediğiniz takdirde,

bir tek köy bile olsanız ve ayrılmayı istiyorsanız ayrılabilirsiniz.“

Ama Kürt burjuvazisi ve milliyetçiliği böyle bir program için savaşmadı ve savaşmıyor.

Bundan dolayı da, Kürt ulusunu son derece geniş potansiyel müttefiklerinden yoksun

bırakıyor. Ve tam da bu nedenle, sadece bağımsız bir Kürt devleti için savaştığından dolayı,

bağımsız bir Kürt Devletini kuramıyor.

Kürt Ulusal Kurtuluş Savaşının, kendini ezen ulusların emekçilerini de kurtarmak gibi bir

programı olmazsa, başarıya ulaşması zordur. ("Olanaksızdır" demiyorum. Belli dengeler

ortamında olabilir. Ama bu fiilen yeni bir Yalta demektir). Paradoksal bir ifadeyle, Kürtler,

kendilerini ezen ulusların emekçilerini kurtarmaya kalkarlarsa kendilerini de kurtarabilirler.

Ama böyle bir programı da ancak, Kürdistan Proletaryası ortaya koyabilir. Bunun şimdiye

kadar ortaya koyulamaması, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin İran, Irak, Türkiye arasındaki

üçgene, yani aynı zamanda Kürdistan'ın en geri, Proletaryanın en zayıf olduğu yere sıkışmış

olmasındandır. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi bu çelişkinin içinde bunalıyor. Buralarda güçlü

olan akımlar, yukarıdaki gibi bir program geliştiremediği, kendini ezenlerin ezilenlerini de

kurtarma mücadelesine girmediği için, daima devletler arası çelişkilere dayanmak zorunda

kalıyorlar. Ve tam da bu nedenle, daima ihanete uğruyorlar ve Kürt Ulusu binlerce evladını

yitirip acılar içinde kıvranmaya devam ediyor. Tarihten çıkarılacak ders budur.

L. Polat da, Kürt ulusunu yenilgilere mahkum eden bu anlayışı, bizi eleştirirken en açık

biçimde şöyle ifade ediyor:

"Kürt sosyalistleri bağımsız bir devlet kurmadan demokratik cumhuriyeti nasıl oluştururlar? "

Kıymetli eleştirmen, bizi metafizik mantıkla suçluyor ama, tam da metafizik yaklaşımı

kendisi ifade etmiş oluyor. Tarih ve sosyoloji bunun tersinin doğru olduğunu göstermiştir.

Yani "Kürt sosyalistleri, demokratik bir cumhuriyet programı ve bunun ürünü olan bir

ittifaklar manzumesi kurup Ulusal Kurtuluş hareketine öncülük etmeden, Kürtler'in bağımsız

bir devlet kurmazı çok zordur.“

İşte ortada iki ayrı stratejinin iki özlü ifadesi. Her ikisi de Kürtlerin Ulusal Kurtuluş Savaşının

başarısını amaçlıyor ama ayrı program ve stratejiler öneriyor. Burada, kolaycılığa kaçmadan

tartışılması gereken bu iki ayrı program ve stratejidir. Kürdistan Press, aynı zamanda bu can

alıcı konunun tartışıldığı bir forum olmalıdır.

L. Polat, yukarıda aktarılan satırlarıyla, bizi eleştirirken farkına varmadan iddiamızı da

doğrulamış olmaktadır. Yani kendisi bir sosyalist olarak, Kürdistan'da egemen olan tüm

akımlarla aynı görüşü paylaşmış oluyor: "önce bağımsız bir devlet". Bizim iddiamız da,

şimdiye kadar mücadelenin bu amaç için yürütüldüğüydü.

L. Polat, ne demek istediğimi anlamak için kafa yormadığından, söylemediğimiz şeylerden

dolayı bizi eleştiriyor. Bir iki örnek verelim:

"Kürt, Arap, Fars ya da Türk hangi devrimci kurtarılmış bölgelere gitmiş de oradan

kovulmuştur? " diye soruyor. Yazımın hiç bir yerinde kimsenin kovulduğundan söz etmedim.

Kurtarılmış bölgelerin bir çekim merkezi olmadığından söz ettim. Yani oraya gitmiyorlar ki

kovulsunlar. Bu gitmeyiş de o insanların niyetleriyle, mücadeleden kaçmalarıyla vs.

Page 18: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

18

açıklanamaz. Gerçekte bu insanlar ancak önerdiğimiz türden bir program için oraya gidip

savaşırlar. Ancak öyle bir program, bu insanlarda coşkunun zirvelerini ve sabrın derinliklerini

harekete geçirebilir.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bugün Kürdistan'ın kurtarılmış bölgelerinde bir demokrasiden

değil ama belki paternalist bir hoşgörüden söz edilebilir. Elbette bunun nesnel temelleri

vardır. Ama gerçek de budur. Ve bu gerçek, örneğin bir İspanya İç Savaşına bütün dünya

ilerici entelijansiyasının akması gibi bir coşkunun harekete geçişinin önünde bir engel

olmaktadır.

Aynı şey Kürdistan'daki azınlıklar için de geçerli. Bu insanların da Egemen devletlerin baskısı

karşısında Kürdistan'ın kurtarılmış bölgelerine değil de Avrupa'ya gittiğini ya da Ezen

ulusların işbirliğine yöneldiğini görmezden gelemeyiz. Onlar, "Kürtler savaştığı için

Avrupa'ya kaçıyorlar" demedim. Sorarım L. Polat'a, Hangi Kürt partisi Kürdistan'daki

azınlıklara, kendi kaderini tayin hakkını garanti eden bir program sunuyor? Yok böyle bir

parti. Kürt bağımsızlık hareketi, Kürdistan'daki azınlıklara da paternalist bir hoşgörüyle

yaklaşmaktadır. Ama böyle bir yaklaşım, o güçlerin enerjisini ve fedakarlığını harekete

geçiremez.

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, her yaptığını alkışlayanların değil, bir yandan kendisiyle

dayanışırken, diğer yandan kendisine en ağır eleştirileri yöneltenlerin gerçek dostları

olduğunu anlamalıdır. Kürt yoldaşlarımıza: onlarda yanlış gördüklerimizi söylemeyerekten,

onların sempatisini kazanmak istemiyoruz ve gerçek Kürt sosyalistlerinin de eleştirenleri

düşman gibi görmeyecek bir olgunluk içinde olduğuna inanıyor ve bizlerden bunu beklediğini

sanıyoruz.

l8. 02. l987

C. Aydın

Page 19: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

19

Hiçbir Kürt Organında Yayınlanmayan Yazı

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve P.K.K.

Bir Türk tarihçisi, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğinden kurtulan son

ulusun Türkler olduğunu söylemişti. Bu önermeyi bugün şöyle bir paradoksal önermeyle

tamamlamak gerekiyor: Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliğinden hala kurtulamamış son

ulus da Kürtlerdir. Kürtlerdir, çünkü Türk modernleşmesi ya da "burjuva devrimleri" -yine

paradoksal bir ifadeyle- burjuvaziye karşı yapılmış burjuva devrimleridirler. Bu "devrimler"

Osmanlı Egemenliği altındaki Hıristiyan ulusların burjuvazisine karşı Osmanlı "Devlet

Sınıfları" tarafından örgütlenen ve yönetilen hareketler olmuşlardır. Bu nedenledir ki Türkiye

Cumhuriyeti Devleti Osmanlı İmparatorluğunun yaşayan Ruhu olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altındaki Hıristiyan uluslar bu egemenliğe ilk

başkaldıranlar oldular. Ancak bu baş kaldırış, Balkanlarda ve Anadolu'da zıt sonuçlara yol

açtı. Balkanlarda Hıristiyan Kapitalizmi, Müslüman Prekapitalizmini yenip sürerek başarıya

ulaşır ve Balkan uluslarının yolunu açarken, Anadolu'da Kürt-Türk Müslüman Prekapitalizmi

Rum-Ermeni Hıristiyan Kapitalizmini sürerek ve yok ederek tasfiye etti. Bu süreç kıta

Avrupa’sı ve Britanya Adaları arasındaki gelişim zıtlıklarına benzetilebilir. Kıta Avrupa'sında

Sen Barthelmi katliamlarıyla burjuva gelişimi bir kaç yüz yıl geciktirilirken, İngiltere modern

gelişimin yoluna giriyordu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Eski Ermeni ve Rum burjuva

konakları, Kürt ve Türk feodallerinin evlerine ya da Osmanlı'dan miras Cumhuriyet adını

almış devletin hükümet konaklarına dönmüştü. Bu tersine gidiş Kürt Ulusal Kurtuluş

Hareketinin de gerilemesine yol açtı. Bundan sonraki dönemde Kürt Ulusal Kurtuluş

Hareketi'nin ağırlık merkezi İkinci Dünya Savaşının özel koşulları nedeniyle önce İran'a (Kısa

Ömürlü Mehabat Kürt Cumhuriyeti), İran'daki yenilgiden sonra da Irak'a kaydı. Bu dönem

boyunca Türkiye Kürdistan'ında (Kuzey Kürdistan) hemen hemen hiç bir ciddi ve kitlesel bir

direniş görülmez. Kürt emekçi yığınları zor ve dini tarikatlar aracılığıyla Türk gericiliğinin oy

deposu olarak kalırlar.

PKK'nın Bazı Özellikleri

1960'lı yıllarda Türkiye'de kapitalist gelişimin hızlanması ve işçi hareketinin doğuşuyla

birlikte yeniden doğan Türk Sosyalist Hareketi (İlk doğuş Ekim Devrimi Yıllarında olmuştur)

Kürt ulusunun memnuniyetsizliğinde doğal bir müttefik buldu. Türkiye'deki Kürt Ulusal

Kurtuluş Hareketi, Türk Sosyalist Hareketi'nin rahminde onunla aynı Marksist vokabüleri

kullanarak gelişmeye başladı. 60'lı yıllar boyunca ayrı bir kişiliği olmadı, 70'li yıllar Türk

Sosyalist Hareketinden kopma ve Kendi Kişiliğini Bulma mücadelesiyle geçti, 80'li yıllar

Türkiye Kürdistan’ında Bağımsız bir Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin doğuşuna tanıklık etti.

90'lı yıllarda ise müthiş kitleselleşmesi görülüyor. Bu kitleselleşen ve radikalleşen hareket ise

örgütsel ve politik ifadesini P.K.K.’ da buluyor.

Kürt Ulusal Hareketi gelişir ve güçlenirken, Türk sosyalist hareketi 1979'dan itibaren, önce

kendi hataları, sonra 12 Eylül darbesi ve en son olarak da Sovyetlerin dağılışıyla birlikte, hızlı

bir dağılış ve çözülme sürecine girdi ve aslında küçük ve etkisiz çevreler sayılmaz ise. bir

Page 20: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

20

toplumsal güç olarak yok olmuş durumda. Bu çöküş öylesine güçlü ki, yükselen Kürt

mücadelesi bile onu canlandıracak bir soluk veremiyor.

Türkiye Kürdistan'ındaki Kürt hareket ve partileri iki kaynaktan doğmuşlardır. Birincisi Irak

Kürdistan’ında mücadele eden hareketlerin uzantıları ve paralelleri. Bu daha ziyade

aşiretlerden güç alan partiler 50'li ve 60'lı yıllarda Kürtler arasında daha etkili ve organize

idiler. Türk Sosyalist hareketlerinin uzantısı ya da paraleli olan partiler ise 70'li yıllardan

sonra daha etkili olmuşlardır.

Türkiye Kürdistan’ındaki Kürt hareket ve partilerinin bu bölümü, içinden çıktıkları Türk

hareketlerinin problematiklerini ve sınıfsal eğilimlerini aynen yansıtmışlardır. 1960'ların

Reformist ve Burjuva sosyalist Türkiye İşçi Partisi ve 1970'larin yine aynı karakterde ve

Sovyet çizgisindeki TKP'den kopan ya da onun paraleli olan parti ve hareketler Altın çağlarını

1970'li yıllarda yaşadılar ve zamanlarına göre, feodal ve aşiret geleneğine dayalı hareketlere

göre büyük bir ilerlemeyi temsil ediyorlardı. Bunların en bilineni Kemal Burkay'ın lideri

olduğu parti ve harekettir.

Bu temel eğilimdeki partilerin ve hareketlerin ortak özelliği reformist olmalarıdır. Bunun yanı

sıra Sovyet çizgisinin sadık taraftarı olmakla da malûldüler. Bir yandan PKK'nın temsil ettiği

radikalleşme, diğer yandan da Sovyetlerin çöküşüyle birlikte hızlı bir gerileme ve çürüme

sürecine girmiş bulunmaktadırlar. Bu hareketler bugün PKK'nın temsil ettiği radikal ve

yığınsal Kürt hareketinin başarılarından son derece rahatsızdırlar ve içten içe onun yenilgisini

beklemektedirler. Eğer Türk Burjuvazisi, Türk ordusunun politikadaki geleneksel ağırlığını

sınırlayıp, İspanya'da Bask sorununun çözümünde olduğu gibi bir politikayı uygulayabilirse,

bu politikanın Türkiye Kürdistan’ındaki dayanağı muhtemelen bu partiler olacaktır. Bunlar

şimdilik sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar.

İsveç kamuoyu Kürdistan'daki gelişmeler hakkındaki bilgileri daha ziyade bu çizgidekilerin

süzgecinden ve yorumlarından geçmiş biçimiyle almaktadır. Bu çevrelerin İsveç’teki gücü

yanıltıcı olmamalıdır. Onların İsveç'teki gücü Türkiye Kürdistan’ındaki güçlerinden değil,

İsveç'in politikasından ve geçmişinden gelmektedir.

Türk Sosyalist Hareketinden kopan ikinci eğilim Küçük burjuva sosyalizminin ve

radikalizminin damgasını taşımıştır. Maocu, Arnavutlukçu ya da Latin Amerika'daki Kastrist,

Sandinist benzeri Türk hareketlerinin Kürt paralelleridirler. Bunların içinde en bilineni ve

doktriner olanı Rızgari idi. Bu hareketler Altın çağlarını 1980'e kadar olan dönemde kısa bir

süre ve Türkiye'deki radikalleşmenin bir yansısı olarak yaşadılar. PKK da bu kategoriden

sayılabilir. Ancak onun doğuşu diğerlerinden bazı bakımlardan ayrılır ve bu ayrılış noktaları

PKK'nın diğerlerine göre niçin başarılı olduğunu anlamak bakımından bazı ip uçları verebilir.

1970'li yıllarda, özellikle 1974'ten sonra Türkiye'de kitlelerin muazzam bir radikalleşmesi ve

kitle hareketinin yükselişi yaşanmıştır. Ancak bu radikalleşme tüm toplum kesimlerinde

senkronize olarak gerçekleşmedi. Önce şehirlerin işsiz kesimleriyle, küçük burjuvazi

radikalleşti. İşçi Sınıfı nispeten sendikalar aracılığıyla konumunu koruyabiliyor hatta gerçek

ücret artışları sağlayabiliyordu. Bu, söz konusu radikalleşme döneminde aynı zamanda ve bu

nedenle İşçi Sınıfının sanayi çekirdeği arasında reformist sosyalizmin ve Sosyal

Demokrasinin (TKP ve CHP) güçlenmesini de açıklar. Kürdistan ise daha geri toplumsal

Page 21: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

21

ilişkiler nedeniyle radikalleşmede geri kalmıştı. 1978'lere gelindiğinde artık radikalleşmiş

küçük burjuva ve işsiz kitleler yorulmaya başlamışken İşçilerin ve Kürt yoksullarının

radikalleşmesi başlamıştır. İşte PKK bu dönemde doğmuştur, ve özellikle kasaba ve şehirlerin

yoksul gençliği arasında taban bulmuş ve onun eğilimlerinin ifadesi olmuştur. PKK en son

doğan Kürt hareketidir Türkiye Kürdistan’ında.

Diğer yandan PKK'nın en az bilinen bir özelliği de Kürt ve Türk devrimcilerinin kurucuları

arasında birlikte yer aldığı ilk ve tek Kürt hareketi olmasıdır. Bütün diğer Kürt hareketleri

sadece Kürtler tarafından kurulmuştur.

PKK kökeni itibariyle Kastrist sayılabilecek Türk hareketlerinin geleneğinden

kaynaklanmakla ve onların Kürdistan'daki paraleli olmakla birlikte, güçlü bir Stalinist

vokabülerle konuşur. Ama bu onun Stalinist olduğu anlamına gelmez. Stalinist Kürt

hareketleri daha ziyade reformist sosyalist Kürt hareketleridir. O daha ziyade Vietnam ve

Çin'deki köylü ve Ulusal Kurtuluş hareketleriyle Küba ve Nikaragua'daki Kastrist ve

Sandinist hareketlerin arasında bir yerdedir. PKK'nın anti-demokratik eğilimleri onun

Stalinizm'inden değil, ulusal kurtuluş hareketlerinin kendi karakterinden gelmektedir. Bu

özellikler hangi ideolojiye bağlı olursa olsun bütün hareketlerde görülmektedir. Dünyada

PKK'nın yaptığı türden işler yapmamış ve yapmayan bir tek Ulusal Kurtuluş Hareketi

gösterilemez. Namibya, Filistin, Bask, İrlanda vs. gibi bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde

benzer pratikler görülmüştür ve görülür. Garip olan nokta onlarda hoş görülen bu pratiklerin

PKK'ya ve Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ne gelince çifte standarda tabi kılınmasıdır.

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin İhanet ya da Mücadele arasında üçüncü bir yola olanak

tanımayan sert ve keskin çelişkileri her türlü demokrasi ve tartışma denemesini olanaksız

kılmaktadır. Savaşan bir ordu, kendi safları arasında farklı strateji ya da tereddütlere tolerans

gösteremez. Orada siyasetin değil, savaşın fizik yasaları belirleyicidir. Burjuva ordularının

mutlak itaat ile sağladığı tek bir iradeye göre davranabilme özelliği, Kürt Ulusal Kurtuluş

Hareketi'nde de ancak tereddütlülerin ya da farklı strateji önerenlerin tasfiyesiyle

sağlanabilmektedir. Tarihteki en geniş demokrasi kültürünü almış, en entelektüel devrimciler

bile, örneğin Bolşevikler ve Jakobenler savaşın fizik yasalarına uymak zorunda kalmışlardır.

Teoride bu davranışlarını politik ilkeler haline getirmeseler bile.

Bu özellik, diğer yandan PKK hareketinin plebiyen-jakoben karakterinin bir yansımasıdır.

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve PKK içinde modern işçi sınıfı ve bu sınıfla kader birliği

etmiş, radikal ve devrimci bir entelijansiya çok az bir ağırlığa sahiptir. Çünkü Kürdistan'ın

geri kalmış sosyal gerçekliği her şeyden önce böyle bir oluşumun önünü kesmiştir.

Ulus, imajiner bir gerçeklik olarak varolabilmek için "Biz"i tanımlamak zorundadır. "Biz" ise

ancak "Başkası" ile tanımlanabilir. Ulusal uyanışlar ve bilinçlenmeler bu "Başkası"nı hemen

daima diğer uluslarda bulmuştur. Hemen hemen bütün ulusal kurtuluş hareketleri ve

uluslaşma süreçleri bir veya bir kaç düşman ulusa göre kendilerini tanımlamışlardır. Örneğin

Hıristiyan balkan halkları, Yunanlılar, Ermeniler için bu "başkası" Türkler, Türkler için de

Ermeniler ve Rumlar olmuşlardır.

PKK'nın bugün önderlik ettiği hareketin bir diğer özelliği de sözde ve eylemde gerçek

düşmanını ve "başkası"nı dışta değil içte aramasıdır. PKK Türk ulusunu Düşman olarak

Page 22: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

22

göstermez, ısrarla T.C.'den söz eder, yani Türk Burjuvazisinin devletinden ve Osmanlı

Devletinin yaşayan ruhundan. Eyleminde de Türk sivili öldürmekten çekinir, Türk askeri ve

polisi öldürür. Ama Kürtler söz konusu olduğunda sivili öldürmekten çekinmez. Bunun

nedeni ise PKK'nın köleleşmiş ve köleleştirilmiş Kürt ulusunun köle ruhunu atmadıkça hiç bir

şey yapamayacağı tespitindedir. PKK köle ruhlu, işbirlikçi kürde karşı yürütmüştür gerçek

savaşını ve aslında hala da buna karşı yürütmekte, Kürt ulusuna bir kişilik kazandırmaya, onu

köle ruhundan kurtarmaya, baş kaldırmayı öğretmeye çalışmaktadır. Kürt Ulusu'nu başka bir

ulusa karşı tanımlayarak değil, kendi köleliğine karşı tanımlamaya çalışmaktadır. PKK'nın

önderlik ettiği Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nde "Biz"i tanımlamaya yarayan "Başkası",

Türk emekçilerini de ezen T.C. ve "Köle Ruhlu", "teslimiyetçi" Kürt'tür.

Bunun tarihe yaklaşım bakımından da ilginç sonuçları ortaya çıkmaktadır. Burjuva sosyalist

ve reformist Kürt hareketler, hemen hemen bütün ulusların yaptığı gibi her zaman var olmuş

bir binlerce yıllık Kür Tarihi yaratmaya çalışırlarken ve Med'lerden beri Doğu Anadolu'da

kurulmuş bütün devletleri Kürt olarak vaftiz ederlerken, PKK bu eğilime taviz vermez hatta

onla alay eder. Bu, uluslaşma sürecinde ve ulus bilincinin oluşumunda pek rastlanılmayan

oldukça yeni bir olgudur. Bu yaklaşım ve özgünlük kavranamazsa PKK'nın niye daha çok

Kürt işbirlikçilere saldırdığı ve belki de Türk’ten fazla Kürt öldürdüğü anlaşılamaz. Onun

yüzeysel gözlemlerle en çok eleştirilmiş bu yanı aslında en ilginç ve takdir edilmesi gereken

yanıdır.

PKK Kürdistan'ın var olan en modern kitle hareketidir. PKK'dan önce az çok ciddiye alınacak

güce erişmiş bütün hareketler ya bir aşirete ya da mezheplere dayanıyordu. Bu da onların

temel zaafını oluşturuyor, eski paradigmaları aşıp (din ya da soy kardeşliği gibi) onların

yerine bir Ulus paradigmasını egemen kılmakta yetersiz kalıyorlar nispeten bölgesel olmaktan

kurtulamıyorlardı (Barzani, Talabani vb.). PKK hiç bir aşiret ya da mezhebe dayanmayan,

bütünüyle Ulus paradigmasına göre ortaya çıkmış ilk kitlesel gücü büyük harekettir. Bu

modern özelliği nedeniyledir ki PKK sadece belli bir aşiret, mezhep ya da belli bir ülke

toprakları içinde değil, bütün Kürdistan'da (Türkiye, Irak, Suriye, İran Kürdistanlarında)

bütün mezhep, din ve aşiretler arasında taraftar bulabilen ve örgütlü ilk harekettir.

PKK özellikle 1984 atılımından sonra Türkiye Kürdistan’ında artan bir hızla kitleselleşmeye

başlamıştır. Gücünün artmasıyla birlikte daha fazla kendine güven ve esneklik de

kazanmaktadır. Bu gün Türkiye Kürdistan’ında örgütlü ve savaşan tek güç vardır ve o da

PKK'dır.

PKK'nın esas kaynağı işçi, işsiz ve yoksul köylü Kürt gençliğidir. PKK'nın önderlik ettiği

gerilla hareketi aynı zamanda Türkiye Kürdistan’ında Kapitalizm Öncesinin tüm toplumsal

ilişkilerini de havaya uçurmaktadır. Bundan daha bir kaç yıl önce en atılgan hayal gücünün

bile kavrayamayacağı değişiklikler gerçekleşiyor. Aşiret bağları parçalanıyor. Oğullar ve

kızlar köle ruhlu ve bazen da işbirlikçi babalarına karşı kan ve soy bağlarını hiçe sayıp ulus

bağını ön plana çıkararak isyan ediyor. kaçıyor ve PKK saflarına katılıyor. Özellikle kadınlar

PKK'ya büyük destek veriyor. PKK saflarına katılarak ev köleliğinden kurtuluyorlar, gerilla

oluyorlar. Erkek gerillalarla aynı işi yapıyorlar. İktisadi gelişmenin onlarca yılda

gerçekleştirebileceği değişiklikleri PKK hareketi, hem de en zor alanda, kültür alanında birkaç

Page 23: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

23

yılda başarmış durumda. Bugün PKK gerillalarının üçte birine yakınını kadın ve kızlar

oluşturuyor. PKK hareketinin bu bakımdan sonuçları 1968'in Batı dünyasında yaptıklarına

benzetilebilir. 1968 bir toplumsal hareket olarak yenilmiştir ama politika ve kültür hayatında

artık geri dönülmesi bile düşünülmeyecek yeni değerler, yeni kültürel öğeler getirmiştir.

Kadın Hareketi için de benzer şeyler söylenebilir. PKK da yenilebilir, ama onun aracılığıyla

gerçekleşen bu değişiklikler, bu kültürel alt üst oluş bir daha yok edilemez.

Kürt Ulusal Hareketi'nin ve PKK'nın Zorlukları ve Sınırları

Geç gelmenin yukarıda bazılarına değinilen olumluluklarını taşıyan PKK, geç kalmanın

olumsuzluklarını da yaşıyor. PKK hareketinin önderlik ettiği Kürt Ulusal Hareketinin en

büyük talihsizliği, dünya tarihinin, belki de birkaç bin yılda bir görülen en büyük alt üst

oluşlarının yaşandığı; evrensel bir paradigma değişikliğinin sancılarının çekildiği; Doğu

Avrupa'da olduğu gibi Ulusal Hareketlerin bile ulusal imtiyazların korunması (zenginlik) veya

zenginler arasına alınma (Baltık Cumhuriyetleri, Hırvatistan, Slovenya, Doğu Almanya) gibi

egoist, zenginlik tarafından baştan çıkarılmış, iğfal edilmiş özelliklere dayandığı; Gezegen

çapında bir apartheit sisteminin şekillendiği; dünyanın koca bir Güney Afrika'ya dönüştüğü;

Kapitalizmin Tarihsel bir zafer kazandığı; toplumu değiştirmeye çalışan politik savaşçılığın

yerini kendini değiştirmeye çalışan sufiliğin aldığı; Epiküryen bir ahlakın egemen olduğu;

hemen hiç bir devrimci kabarışın görülmediği bir dünyada geç kalmış bir yükselişi yaşamakta

oluşudur. PKK ve Kürt Ulusal Hareketinin son yıllardaki yükselişi 1968'lerin devrimci

kabarışının son kuğu çığlığıdır. Ama bu çığlığı işitecek kimse yoktur artık.

Bu durum Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni ve PKK'yı geniş manevra alanlarından ve geniş

müttefiklerden yoksun kılmaktadır. Bu durum PKK'nın sınırları ve zayıflıklarında belirleyici

olmaktadır.

PKK'nın başarı için sadece kendi gücü yetmez. Egemenlerin çelişkilerinden yararlanabildiği

kadar Türkiye ve Dünyadaki ezilenlerin desteğini ve sempatisini de kazanmak zorundadır.

Dünyadaki ezilenlerin desteği nasıl kazanılabilir? Burjuva uygarlığın aynadaki aksi olan bir

planlı, eşitlikçi ve demokratik toplum ideali Batı'nın ezilenlerinde hiç bir titreşime yol açamaz

artık. Sosyalistler Burjuva uygarlığından başka bir uygarlığı programlaştırmak zorundadırlar.

Yeni Sosyal Hareketler, Proletarya nasıl baskıcı ve bürokratik burjuva devlet cihazını sınıfsız

bir topluma gidiş için bir araç olarak kullanamaz ise, bu uygarlığın maddi araçlarını da

kullanamayacağını göstermiştir. Bu evler, bu yollar, bu otomobiller vs. ile her türlü baskı ve

sömürü ortadan kaldırılamaz.

Bırakalım böyle bir programın taslaklaştırılmasını, henüz bu sorun bile dünyada henüz çok

sınırlı bir kesimde bir problem olarak tartışılmaya başlanırken, ne kültürel birikimi, ne sınıfsal

dayanağı, ne de paradigması bu sorunları ortaya koymaya olanak vermeyen Kürt Ulusal

Hareketi ve PKK'dan böyle bir başka uygarlığı programlaştırabilmesi beklenemez. Ve bu da,

marjinal gruplar bir yana, PKK'nın dünyanın ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanma şansı

olmadığı anlamına gelir. Vietnam savaşının sağladığı destek gibi bir destek PKK için

olanaksız görünüyor.

Page 24: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

24

Elbet Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde bu dolaylı yedek güç belirleyici değildir. Bu olmadan

da başarı kazanılabilir.

PKK'nın başarı için esas savaşı yürüttüğü Türkiye'nin ezilenlerinin desteğini ya da sempatisini

kazanması gerekir. Ancak böylece Türk burjuvazisini ve T.C. devletini tecrit edebilir. PKK bu

gerekliliğin bilincindedir de, bu desteği kazanabilmek için elinden geleni yaptığı da inkar

edilemez. Ancak burada da benzer sınırlarla karşılaşıyor.

PKK Türkiye Kürdistan’ında ve Türkiye'nin batısına göçmüş büyük metropollerin neredeyse

yarısını oluşturan işçiler ve yoksullar arasında büyük bir sempati ve desteğe sahip olmakla

birlikte bunu örgütleme ve mücadeleye sokma yeteneği gösterememektedir. PKK'nın esas

egemenlik alanı Türkiye Kürdistan’ının en geri bölgeleriyle sınırlı olmaya devam etmektedir.

Bu durum her şeyden önce onun Ulusal kurtuluşçu programatik sınırlarından

kaynaklanmaktadır. PKK Kürdistan şehirlerini ve Türkiye'nin de işçi ve ezilenlerini

kazanabilmek için, mücadelesinin nesnel sonuçlarından öte onlar için de bir program

geliştirmek zorundadır. Ama bunu yapabilmesi için onun bir Ulusal kurtuluş Partisi olmaktan

çıkıp bir Sosyal Devrim partisi olması gerekir. Bu ise Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin kendi

içinde bir devrim yaşamasını gerektirir. Ne yazık ki PKK içinde böyle bir dönüşümün

unsurları çok zayıftır ve Ulusal Mücadelenin başarılarının coşkusu altında giderek de

zayıflamaktadır.

PKK başarı için Türkiye'nin ezilenlerini kazanmak gerektiğini sezmektedir, şehirlere

yerleşmesi gerektiğini sezmektedir, bu yöndeki sıkıntılarını da gizlememektedir ama sorunun

programatik ve stratejik boyutunu görememekte, çözümü taktik ve örgütsel girişim ve

tedbirlerde aramaktadır. Örneğin artık fiilen bir toplumsal güç olmayan. dağılmış Türk Soluna

her türlü desteği sunarak bu zaafını gidermeye çalışıyor. Ama o cesedin artık kımıldaması

olanaksız gibi görünüyor. Ya da eylem ve propagandasında Türk ezilenleriyle bir hesabı

olmadığını sürekli vurgulamaya özen gösteriyor. Ama bu sefer şehirlerde oluşmuş ve bir türlü

örgütleyemediği taraftarlarının kontrolsüz davranışları (örneğin bir mağazaya yangın bombası

atılması ve panik içinde sivillerin ölmesi) bütün propaganda ve eylemin mesajını bir anda yok

edebiliyor ve kendisi çoğu kez kendisini destek amacıyla yapılmış bu eylemcileri

gücendirmemek için bu girişimlere sahip çıkmak zorunda kalıyor.

Bu durumda mücadelenin kendi dinamikleri yeni açılımları ortaya çıkarmadığı sürece

PKK'nın Türk ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanması da şehirlerdeki Kürt azınlıkları

örgütleyebilmesi de pek beklenemez.

Bu sınırları aşamayan PKK bazı özel konjonktürden ve egemenler arasındaki çelişkilerden

yararlanarak kendine bir manevra alanı yaratmaya çalışıyor. Ama bu da onun manevra alanını

aslında uzun vadede sınırlıyor ve güven sarsıcı tutarsızlıklara yol açıyor. Bunlar arasında Türk

devletiyle çelişkileri olan İran Yunanistan gibi devletlerin çok sınırlı sempati ve hoşgörüleri

sayılabilir. Körfez savaşından sonra Irak Kürdistan’ında Batılı ülkelerin koruması altındaki

bölgedeki manevra olanakları da PKK'nın lehine çalışmıştır. Özellikle Barzani ve Talabani

gibi geleneksel liderliklerin uzlaşmacılığından yılmış ve onlara güvenini yitirmiş birçok Kürt

ve Peşmerge PKK'ya katılmaktadır. PKK bugün Irak Kürdistan’ında da hesaba katılması

gereken ve gençliğini soluyan, giderek güçlenen bir güç olmuştur. Bu gelişme Barzani ve

Page 25: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

25

Talabani'nin ayaklarının altından kayan toprağı tutabilmek için T.C. ile daha yakın işbirliği

içine girmelerine yol açmaktadır. PKK'nın Irak Kürdistan’ında paraleli olan örgüt de bir

sosyal devrim partisine dönüşme yeteneğinden yoksundur ve hatta daha da elverişsiz bir

konumdadır. Irak'taki bu geçici durum uzun vadede PKK'nın başarısını garanti etmez. Batılı

Ülkeler ve Türkiye'nin garantörlüğü altında Irak'ta kurulacak bir Özerk Kürt bölgesi (Türk

Hükümeti buna teşne olduğunu bir resmi politika olarak açıkladı) geleneksel önderliklerin

gücü ve Irak Kürtlerinin yorgunluğu da göz önüne alınırsa PKK'yı bu desteğinden ve

gelişmesinden yoksun kılar.

Geriye Suriye kalıyor. Suriye şimdiye kadar Türkiye'nin GAP projesine karşı bir pazarlık

kozu olarak PKK'ya tolerans gösterdi ve hatta destek verdi. Bunu iyi değerlendiren PKK hem

Bekaa vadisinde emin bir üs buldu hem de Suriye Kürdistan’ındaki Kürtler arasında çok

büyük bir destek elde etti. Suriye Kürdistan’ındaki Kürtler Suriye vatandaşı bile

sayılmamalarına rağmen PKK Suriye ile uzlaşmasını bozmamak için, bizzat o Kürtlerin de

onayı ile Suriye rejimine karşı hiç bir örgütlenme ve hareket geliştirmiyor, hatta Suriye

rejimine bu Kürtlerin desteğini sunuyor. Aslında bir azınlığa dayanan Suriye rejiminin de bu

desteğe ihtiyacı var. PKK'nın bulunduğu zor şartlar içinde, bizzat Suriye Kürtlerinin de

onayını alan bu uzlaşma elbette anlaşılır bir durumdur.

Ancak Körfez savaşı ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden beri köprülerin altından çok sular

aktı. Suriye artık ABD'nin bir müttefikidir. Filistin'de bir uzlaşma ile de desteklenebilecek bir

Türkiye ve ABD baskısı Suriye'nin PKK'ya verdiği desteği ve toleransı bir anda kaldırmasının

yolunu açabilir. Bu durumda PKK'nın tek esas dayanağı yine Türkiye Kürdistan’ı olarak kalır.

Burada PKK yıllarca ne büyüyüp ne küçülen bir gerilla hareketi olarak bir savaş sürdürebilir.

Ama bu bir başarı getirmez ve uzun vadede onun gücünün azalmasına yol açar.

Türk egemen sınıfları şimdi bu avantajlarının bilincinde olarak PKK'yı Irak ve Suriye'deki

destek üslerinden yoksun bırakarak, Türkiye'de Kürtlere sözde bir dil serbestliği sağlayarak ve

MİT aracılığıyla Türkleri ırkçı bir temelde örgütleyip Kürt'lere jenosit ve sürgün tehdidini

kullanarak ve PKK ve onu destekleyen kitleleri askeri bakımdan ezerek PKK'yı kitle

desteğinden yoksun hale getirme planını uyguluyorlar.

Bu çıkmaz içindeki PKK ise, zamana karşı bir yarış içinde bu günkü elverişli konumunda hiç

olmazsa Kürt Ulusuna bir şeyler koparabilmek için, bir yandan askeri başarılar elde ederek ve

savaşı batıya yayma tehdidini kullanarak sertleşiyor, diğer yandan Türk Hükümetini

müzakere masasına çağırıyor ve amacının ayrılmak olmadığını, Kürt gerçekliğinin

tanınmasını istediğini söylüyor.

Ama Türk burjuvazisinin bu çağrıya iki nedenle kulakları sağırdır. Birincisi PKK bir ezilen

yığın hareketidir artık. Onunla uzlaşmak isyan etmiş yığınlarla baş edebilmenin zorluğu kadar

diğer ezilenlere vereceği cesaret bakımından da tehlikelidir. Diğer yandan Türk Ordusu

Kürdistan'da kesinlikle bir uzlaşmadan ve Kürt gerçeğini tanımaktan yana değildir ve ordunun

ağırlığı eskisi gibi sürmektedir. Dolayısıyla Türk burjuvazisi bu günkü güç dengeleriyle henüz

politik bir çözümü kabul etme noktasından çok uzaktır. Bu da Kürt halkı daha çok acılar

çekecek demektir.

Page 26: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

26

Bugünkü verili durumda PKK'nın Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni başarıya ulaştırması için

bir mucize lazım. Bu mucize Türkiye'deki Kürt yığınların bir ayaklanması ya da ani bir Kriz

durumunda Burjuvazi ve ordunun tecrit olması ve bölünmesi gibi bir durum olabilir. Ancak

şimdilik böyle bir belirti yok. Kısa vadede Politik bir Çözüm de yok. En büyük olasılık gerilla

hareketinin kronikleşmesidir. Bu da onun güçsüzleşmesini getirir.

Bu arada unutulmaması gereken başka bir gelişme var. Türk ordusu ve burjuvazisi 200 yıldır

Batı Burjuva uygarlığına oluşmaya o aile içine katılmaya çalıştı. Batı burjuvazisi ise onu hep

dışladı, daha doğrusu ne içine aldı ne de tam karşıya itti. 200 yıllık macerası olan bu

modernleşme çabalarının ideolojisi Kemalizm ise Bir yandan batı uygarlığının da sınırlarının

ortaya çıkmasıyla ve Türkiye'nin dışlanmasıyla, diğer yandan Kürt ulusal Hareketinin

varlığıyla fiilen tüm birleştirici gücünü yitirmiş iflas etmiş bir ideolojidir. Türk burjuvazisinin

ise onun yerine ikame edebileceği bir ideolojisi ve gücü de yok. Bu Kemalist ideolojiyi önce

sosyalistler özellikle 1970'li yılların yükselişinde amaçları bakımından değil, o amaçlara

ulaşamaması ve yol açtığı baskı ve eşitsizlikler nedeniyle epey eleştirip yıprattılar, sonra

yükselen Kürt hareketi Türk şovenizmi ve Kürt gerçekliğini yok sayması bakımından

eleştirdi. Şimdi ise İslami hareket bizzat hedefinin kendisi bakımından eleştiriyor. Batı

uygarlığının insanlara mutluluk getirmediğini söylüyor. Ne olduğu belli olmayan bir İslam

Uygarlığı öneriyor.

Türkiye'de son yıllarda yoksulluk iyice arttı. İşçiler ve İşsizler ihtiyaçları olan ideolojiyi artık

sosyalizmde bulamıyorlar bu da İslamcı Akımların giderek yükselmesine yol açıyor. Bugün

İstanbul'un İşçi Mahallelerinde İslamcı Refah Partisi şimdiden en büyük partidir. İslamcı bir

yükselişin önündeki en büyük engel PKK'nın yürüttüğü Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketidir. Bu

hareketin yenilgisi ve demoralizasyon Kürdistan'ın ezilenlerini yakın zamana kadar olduğu

gibi tekrar İslamcı partilere yöneltebilir. Bu takdirde Büyük şehirlerin işçileri ve Kürt

yoksullarının desteğini alan İslamcı Hareket iktidara gelir. İslamcılık burjuvazi için de bir

tehdit oluşturmaz. Çünkü o Üretim Araçlarının mülkiyetini sorgulamaz. Ayrıca Burjuvaziye

ihtiyacı olan ideolojiyi de sağlar. Kürt-Türk önemli değil, hepimiz Müslüman’ız diyebilir.

Batı Dışlıyorsa kapitalist-Hıristiyan uygarlığa karşı İslam Dünyası diyebilir ve bu ona Orta

Asya pazarlarında avantajlar da sağlayabilir.

Bu durumda büyük bir olasılıkla PKK'nın yenilgisi İslamcıların zaferi anlamına gelebilir.

Ancak PKK'nın zaferi Türkiye'yi Yunanistan veya İspanya benzeri, ikinci sınıf ta olsa bir

Avrupalı yapar ve Türk burjuvazisini Osmanlı artığı Kemalist Türk Ordusunun vesayetinden

kurtarabilir.

Tarihin garip alayı. PKK'nın temsil ettiği Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi, 200 yıldır modern-

kapitalist Batı'yı örnek almış Türk burjuvazisinin ona benzemek için son şansıdır. Türk

burjuvazisi ve Ordusu ise (ki bu ordu Türk modernleşmesinin itici gücü ve aracı olmuştur)

PKK'yı ezerek bu son şansını kendi elleriyle ve kanla boğmaya çalışıyor ve yıllardır reddettiği

İslamcılığa zaferi kendi elleriyle sunuyor.

Biz ezilenler açısından ise PKK'nın mücadelesi, zafere ulaşamasa bile, gezegen çapında bir

Güney Afrika'ya dönen dünyada, siyahların beyazlara karşı mücadelesi içinde bize, önce

Page 27: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

27

kendi köle ruhumuzla savaşmamız gerektiğini gösteren örneği, gücü ve güçsüzlükleriyle

geçmiş ve gelecek arasında bir köprü olacaktır.

C. Aydın

02.04.1992

Stockholm

Page 28: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

28

Özgür Gündem’e Yazılar

Tarih, Politika ve Uluslar

Günümüzü, günümüzdeki çatışmaları anlamanın en iyi yollarından biri de, geçmiş üzerine ama

günümüzde yazılanları, yani Tarihleri okumaktır. Sanılanın aksine Tarih, Tarih'ten ziyade

bugünle ilgilidir. Tarihler, yazarlarının günümüz çatışmaları içindeki tezlerini Tarih ile

kanıtlama çabasından başka bir şey değildirler.

Bunun içindir ki, Tarih'i değil ama günümüzü; yaşanmış bulunan Tarih'i değil ama, şu an yaş-

anan Tarih'i; bu Tarih içinde çatışan güçleri; onların çıkarlarını ve ideolojilerini anlamanın en

iyi yollarından biri de, Tarih kitaplarını okumaktan geçer. Aynı şekilde yaşanmış bulunan Tarih

de, en belirgin çizgileriyle yine Tarih'in Tarihi'nden anlaşılabilir.

Burjuvazi için Tarih bir Dünya Tarihi değildir. Tarih ulusların tarihidir ve uluslar da Tarih

boyunca var olmuşlardır. O halde, bir ulusun bir ulus olabilmesi için ulus olarak bir tarihi

olması gerekir.

Emperyalist ülkelerin ya da ezen ulusların burjuvazisi, diğer uluslar üzerindeki sömürü ve

egemenliğini haklı gösterebilmek için, o halkları geri ve barbar, kendisini de uygar olarak sunar.

Aslında Oryantalistik'ten Antropolojiye kadar bütün sözde bilimlerin kaynağında bu kaygı

vardır. (Bu bilimlerin doğuş ve gelişmeleriyle, sömürgeciliğin ve emperyalizmin gelişmesi

arasındaki ilişki gerçekten incelenmeye değer bir konudur.)

Ceza suçun cinsindendir. Ezilen uluslar kurtuluş savaşlarına girerken, ezilen ulusların burjuva-

zisi de kendi Tarihini yeniden yazar. Bu tarihler, çoğu kez kendilerini ezen ve sömürenlerin

gizli varsayımlarını paylaşarak ama ezenlerin tezlerinin aksini kanıtlamaya çalışarak

şekillenirler. Bunlar kendilerini sömürenlerin iddialaranın aksini, yani ne kadar uygur

olduklarını, ya da bir zamanlar nasıl büyük uygurlıklar kurduklarını anlatır.

Bütün bunlar bir anlamda doğru da olabilir, çünkü kapitalizm öncesinin bütün büyük uygarlık

beşikleri kapitalizmin gelişimiyle birlikte yeni/yarı ya da tam sömürge olmuşlardır.

Bu tarz bir tarih yazımı, ezilen bir ulusun kendine güvenini ve mücadele gücünü arttırdığı, o

ezilmeye karşı mücadeleyi güçlendirdiği ölçüde tarihsel olarak haklı ve ilerici bir görev de

görebilir ve bir çok durumda görmüştür de.

Ne var ki, bunu yaparken, ezilen ulus tarihçiliği, ezen ulusların tarihçiliğinin tüm yanlışlarını ve

ideolojik hegemonyasını kabullenmiş olur; onun ufkuna hapsolur. Bu hapsoluş da azlında ezilen

ulusların burjuvazilerinin toplumsal konumlarıyla ve küçük burjuvazilerinin tarihsel sınırlılıkla-

rıyla (burjuvazinin ufkunu aşma yeteneğinde olmayışlarıyla) doğrudan bağlantılıdır.

Ezilen ulus tarihçiliği, kendisinin nice uygar olduğunu, nice medeniyetler kurduğunu

kanıtlamaya çalışırken, zımnen kendisini ezen ulusun şu varsayımını da kabullenmiş olur:

Medeni olmayanlar ya da "yüksek bir kültür"den gelmeyenler ulus değildirler ve uluslara

tanınan haklardan yararlanamazlar; o halde medenileştirilmelidirler.

Page 29: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

29

Yıllar önce Gine Bissau'daki Kurtuluş Savaşı'nın önderi A. Cabral'ın bir yazısını okuyordum. A.

Cabral bu yazısında, büyük bir gayretle Gine'de bir zamanlar ne kadar yüksek bir kültür ve

uygarlık olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sanki bunu kanıtlasa, savaşçısı olduğu kurtuluş

savaşına daha bir haklılık kazandıracakmış gibi...

Cabral'ın bu çabası elbette ilerici ve haklıydı. Ama bu çabaları tarihsel olgulara denk düşseydi

bile, kendilerini ezenlerin, sömürgecilerin ölçülerini, değerlerini, varsayımlarını kabul etmiş

oluyordu.

Ama bunun yanı sıra, Sahra'nın güneyindeki Afrika'da -Etiyopya hariç- hemen hiç bir

medeniyet var olmadığından, ister istemez gerçek olmayan bir tarih yaratmak zorunda

kalıyordu. Kapitalizmin girişine kadar Sahra'nın güneyi hemen hemen sadece ilkel sosyalizmin

çeşitli aşamalarındaki topluluklardan oluşuyordu.

Afrika'da büyük medeniyetler kurulmamış olması niye utanılacak bir şey olsun? Aksine, Afri-

ka'nın Tarih'e geç girişi onun gerçek tarihsel avantajı olamaz mı? Daha 500 yıl önce, Avrupa'nın

kuzeyi, yani bugünkü Kapitalist uygarlığın beşiği, Çin, Hint ve Akdeniz uygarlıkları karşısında

bugünkü Afrika'nın durumunda değil miydi?

Haklı olsa da, Cabral'ın ki gibi bir tarih burjuva ideolojisinin egemenliğini güçlendiriyor ve

diğer yandan da gerçeklere denk düşmediğinden, olgular düzeyinde ezen ulusların tarihçiliği

karşısında güç duruma düşüyordu. Bütün bunların yanı sıra, Gine Bissau halkının ilerde başka

"tarihsiz halklar"ı ezmesinin ideolojik temelini atıyordu. Sonraki gelişmeler bunu acı acı

gösterdi.

***

Benzer bir eğilime Kürt tarihçiliğinde de rastlanıyor. Kürt tarihçileri kendilerini ezen ulusların

tarihlerine ve tarihçiliğine, onların varsayımları ve değerleriyle karşı çıkmaya çalışıyorlar. Orta-

doğu'da Med'lerden beri kurulmuş bir çok medeniyet ya da hanedanın Kürtler tarafından kurul-

duğu ilan ediliyor. Tarih ulusların bir tarihi olarak ele alınıp bir Kürt ulusal tarihi yaratılıyor.

Kürt tarihi ve tarihçiliği özellikle Türk burjuvazisinin dünyadaki bütün ulus ve medeniyetleri

Türk yapan ve Kürtlerin varlığını bile anmayı affedilmez bir suç addeden tarihine karşı

mücadelede şekillenmek durumunda kaldığı için bu eğilim oldukça güçlüdür de.

19 yüzyılın sonlarında Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışıyla birlikte doğan Türk tarihçiliğinde

bir A. Cabral'ın ya da bu günkü Kürt tarihçiliğinin haklılığı ve ilericiliği de olmamıştır. Osmanlı

imparatorluğu her ne kadar bir yarı-sömürge idiyse de Türkler bu devlet içinde egemen ulusu

oluşturuyorlardı ve Türk tarihçiliğinin bir Türk tarihi yaratma çabaları daha başından beri

emperyalizme karşı olmaktan ziyade diğer uluslar üzerindeki Türk egemenliğini sağlamlaştırm-

aya ve meşrulaştırmaya yönelik olmuştur.

Böylesine bir tarih ve tarihçilik, kedi lanetini ve seviyesizliğini ona karşı şekillenen Kürt tarihçi-

liğine de bulaştırıyor. Ama Kürt burjuva tarihçiliğinin bu seviyesizliği böylesine kolayca

kapıvermesinin nesnel toplumsal bir temeli de var. Çünkü kürdistan aynı zamanda bir uluslar

mozayiğidir. Yarın bağımsız bir Küdistan kurulursa, Kürdistan'daki azınlık ulusların kendi

kaderini tayin çabalarına karşı şimdiden içgüdüsel olarak hazırlık yapılıyor.

Page 30: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

30

Türkler de Kürtler de tarih boyunca herhangi bir medeniyet kuramamışlarıdır. Osmanlı impara-

torluğu bir Türk medeniyeti değil, İslam ve Bizans (ama daha çok Bizans) medeniyetinin bir

rönesansıdır. Eyyubiler bir Kürt devleti değil, bir islam devletiydi. Herhangi bir ulusun hiç bir

medeniyet kuramaması niye bir eksiklik olsun? Herhangi bir ulusun ya da topluluğun, ayrılma

hakkını elde etmek için, buna meşruluk kazandırmak için, daha önce bir veya bir çok

medeniyet, devlet kurduğuna dair bir sertifika göstermesi gerekmez.

Uluslara birer tarih yaratma çabaları, son derece somut bir program sorununa verilen bir cevapla

ilgilidir. Kurulacak devletin örgütlenme biçimine ilişkin bir sorundur bu.

Tarih'i şu veya bu ulusun başarılarınıın, medeniyetlerinin tarihi olarak anlatma ve anlama,

zımnen, tarihi olmayan ulusların -gerçekte ulusların bir tarihi de yoktur- ulus olmadığı,

dolayısıyla da bağımsız bir devlet kurma, kendi kaderini tayin hakları olmadığı varsayımını,

gizli olarak içinde taşır. Bu, ulus olmayan insan topluluklarının, ulus olduğuna dair bir sertifika

gösteremeyenlerin ayrılma hakkının olmayacağı anlamına gelir; diğer bir deyişle, bürokratik ve

militer bir devlet cihazının varlığını meşrulaştırmaya yarar.

Türkiye Sosyalist hareketinde “Kendi Kaderini Tayin Hakkı” daima bir ulus olup olmama

çerçevesinde tartışıldı. Aslında bilimsel sosyalizmin klasiklerinde, “kendi kaderini tayin

hakkı” bir ulus olup olmamaya bağlı olarak ele alınmaz. Herhangi bir insan topluluğunun,

bu topluluğun "biz" duygusu ya da bilinci neye dayanırsa dayansın (örneğin bir bölgede, ya da

bir mahallede yaşamak gibi), kendi kaderini tayin ya da ayrılma hakkını kullanmayı

engellemiyecek bir demokratik cumhuriyet bağlamında ele alınır.

Gerçek demokratik cumhuriyet "özgür komünler"in özgür iradeleriyle gönüllü birliğinden

oluşabilir ve oluşmalıdır. Marks, Engels, Lenin sorunu hep böyle ele almışlardır. Bu demektir

ki, bir köy ya da mahalle halkı bile, ayrılma hakkına sahip olmalıdır ve bu ayrılma

hakkının kullanılmasını engelleyebilecek hiç bir kurum olmamalıdır.

Burjuvazi ayrılma hakkını bu geniş kapsamıyla katiyen kabul edemez. Çünkü böyle bir devlet

küçük bir sömürücü azınlığın büyük bir ezilenler kitlesine karşı baskısının aracı olamaz. Bu

nedenledir ki burjuvazi, ayrılma hakkını ulus olmaya bağlamakta, bunun için bir ulus olduğunu

kanıtlamak, ulus olduğunu kanıtlamak için de bir ulus tarihi yaratmak; yoksa da icat etmek

zorunda kalmaktadır.

Kürt burjuvazisinin Tarih yazışı da, sadece gerçeği tahrif etmekle kalmaz; sadece burjuvazinin

hiç de demokratik olmayan bir devlet özlemini açığa vurmakla kalmaz ama aynı zamanda Kür-

distan'daki Kurtuluş Savaşı'na da zarar verir. Kürdistan toprakları üzerinde, Süryaniler, Türkler,

Keldaniler, Asuriler, Zazalar, Araplar, Çerkezler vs. hiç de küçümsenmeyecek bir azınlıklar

toplamı oluşturmaktadırlar. Kendi kaderini tayin hakkını bir devlet biçimi sorunu değil, bir

ulus sorunu olarak ele almak, bu azınlıkları mücadelenin dışında bırakmakta; hatta zaman

zaman ezen ulus burjuvazisinin kucağına atmaktadır.

Ezenlere karşı verilen her savaş ezilenlerin içindeki bir iç savaşla birlikte yürür. Kürdistan'daki

kurtuluş savaşı ve ona damgasını vuran hareket her gün biraz daha olgunlaşırken, diğer yandan

da radikalleşme eğilimi gösteriyor. Bu hareket reformist eğilimlere karşı mücadelede önemli

politik mevziler kazandı ve kazanıyor. Ne var ki, ideolojik mücadele alanında politik alan kadar

Page 31: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

31

başarı görülmüyor. Hatta bu alanda burjuva ideolojisinin kesin bir egemenliğinden söz

edilebilir. Hatta bu egemenlik nedeniyledir ki, radikallik, burjuva ideolojisinin egemenliğinin

gücü ölçüsünde radikalliğini mücadele biçimleri ve taktikler düzeyinde ifade etmek; bu nedenle

de zaman zaman tüm potansiyelleri harekete geçirememek durumunda kalıyor.

Kürdistan proletaryasının Kürt Ulusal Kurtuluş savaşındaki ağırlığı giderek artarken; bu

yükseliş kendi ideolojik ifadesini de bulmak zorundadır. Örneğin, Kürt proletaryası ve sosyalist-

leri, Kürt burjuva tarihçiliğinin karşısına sosyalist tarihçilikle çıkmak zorundadır. Bu tarihçilik

hiç de burjuvazinin varsayımlarını paylaşmayacaktır. O dünyanın "barbar" ya da "uygar"

halkları arasında bir ayrım yapmayacaktır. O Tarihi ulusların tarihi değil, gerçek devrimci,

devrimci de gerçekçi olmak zorunda olduğu için, bir bütün insanlığın tarihi olarak alacaktır.

Kürdistan sosyalistlerinin, Kürdistan'daki ulusal kurtuluş savaşına önderlik edebilmeleri için

burjuvazi karşısında entellektüel zaferlere de ihtiyacı vardır. Burjuva tarihçileğine karşı bir

mücadele verilmeden de böyle bir zafer kazanılamaz. Ama aslında bu entellektüel zafer demo-

kratik cumhuriyet diye ifade edilebilecek bir programatik hedefin ta kendisinden başka bir şey

de olmayacaktır.

Kürdistandaki ulusal kurtuluş mücadelesinde giderek ağırlığı artan Kürt sosyalist ve işçilerinden

bunu beklemek ona limitlerinin üzerinde bir görev yüklemek olmuyor mu? Sanmıyoruz.

Kürdistan'ın en ileri kesiminde yükselen hareket büyük ölçüde 68'in çocuğudur ve Kürdistan'da-

ki İşçi sınıfı herhalde Ekim Devrimi'ni yapan işçilerden kültürel bakımdan daha geri ve

nicelikçe de daha az değildir.

Demir Küçükaydın

05.08.1991

Kürt Sorunu mu Türk Sorunu mu?

Toplumsal olaylara değişik koordinat sistemlerinden bakılabilir. Bakılan koordinat sistemi

politik çalışmanın muhataplarını, öznesini, nesnesini, içeriğini ve nihayet dilini bile belirler.

Ama yeni öznelerin ortaya çıkışı ister istemez o güne kadar kabul görmüş koordinat

sistemlerini ve bakışlarını sorguya çeker.

Bunun en bilinen örneği Eurosentrizmdir (Avrupa merkezcilik). Bu anlayışta, Avrupa (bazan

da ABD ve Kanada) toplumun ve tarihin öznesi ve merkezi durumundadır. Her şey onlara

göre durumu içinde değerlendirilir. İnsanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan "Üçüncü Dünya"

insanları (ki bu "Üçüncü Dünya" tanımı da Avrupa merkezlidir.) sadece bir nesne olarak

hesaplanırlar. Bu yaklaşımın en kaba ve bilinen örneği dünya haritalarıdır. Bu haritalarda

aslında dünyanın "kenarında" bulunan Avrupa hep merkezdedir.

Türk solu "Kürt Sorunu"nu bu güne kadar, eğer tabiri caiz ise, hep "Türk merkezli" olarak

tartışmıştır. Bu "Türk Merkezlilik" daha sorunun adlandırılmasında bile görülür: "Kürt

Sorunu"!.. Yani sorun olan Kürtlerdir, Türkler değil. Ama aslında sorun Kürtlerden değil

Türklerden kaynaklanmaktadır; sorun olan Türklerdir.

Sorun bir kere böyle koyulunca bu muhatabı ve özneyi de belirler: "Kürt Sorunu"ndan söz

ederseniz: muhatabınız Kürtler değil Türkler olur. Sorunu çözecek özne olarak da Kürtleri

Page 32: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

32

değil Türkleri veya "Türkiye İşçi Sınıfını" veya başka bir Türk kesimini (örneğin Burjuvaziyi

veya Devleti) görmüş olursunuz. Kürtler tartışmaların, politikanın hep nesnesi

durumundadırlar.

Tipik bir örneği hatırlatmakla yetinelim. Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın 1930'ların başında

Türkiye'deki ulusal sorun ile ilgili olarak, strateji bağlamında yazdığı ve Türk solunun hala

aşılamamış en radikal tavır alışlarını yansıtan kitabinin adı: "İhtiyat Kuvvet: Milliyet

(Şark)"tır (Yeni Türkçe'siyle: “Yedek Güç: Ulus (Doğu)” gibi ifade edilebilir). Yani kitapta

Kürtler yedek bir güç olarak ele alınmaktadır. Kitabın adı Türk İşçi Sınıfı merkezlidir.

Kıvılcımlı'nın bu kitabı yazdığı dönemlerde bu tarz bir ele alışın meşru bir yanı da vardı.

Kitap işçiler ve onların öncüleri için yazılmıştı ve o zamanlar Kürdistan'da bir işçi sınıfı yok

denecek kadar azdı.

Ve nihayet Türk sosyalist ve devrimcilerinin "Kürt Sorunu"ndan bahsetmelerinin genel olarak

anlaşılır bir yanı da vardır, çünkü onların gerçek muhatabı Türk veya Türkiye işçileri,

aydınları ve ezilenleriydi.

Ama bu gün, Kürt ulusu bir özne olarak tarih sahnesine çıkmışken, hele hele Kürt

aydınlarının, solcularının, sosyalistlerinin hala bir "Kürt Sorunu"ndan söz etmeleri ve

tartışmaları, Kürt solunun köle dilinden hala kurtulamadığını ve henüz Kürt halkına ve

kendine güvenemediğini gösteriyor.

Kürt solu 1960'larda Türk solunun içinde ve onunla birlikte ama onun egemenliği altında

doğdu; Türk solunun 60'larda yürüttüğü strateji tartışmaları içinde şekillendi. Türk solunun

strateji tartışmalarında Kürtler bir nesne, bir yedek güç olarak ele alınıyorlardı ve bu nedenle

de bir "Kürt Sorunu"ndan söz edilmesi kendi içinde az çok tutarlı oluyordu. Kürt Solu da

fazla düşünmeden Türk Solu'nun kullandığı kavramları alıyordu. Bu Kürt Ulusal Kurtuluş

Hareketinin henüz yeterince gelişmemişliğinin; kendine güvenemeyişinin bir yansımasıydı

da. Ve bütün ezilen ulus ve ırk hareketlerinin ilk aşamalarında görüldüğü gibi yalvarıcı,

kölece bir yanı vardı. Ruhça köle edilmişlik dile de yansıyordu. Ama bu gün, artık Kürt

hareketi bütün heybetiyle ortaya çıkmışken Kürt sosyalistlerinin bu göbek bağlarından

kurtulması gerekiyor.

Kürt solu bugün yeniden bir strateji tartışması yapmak zorundadır. Sadece son yıllarda

dünyadaki ve onu kavrayıştaki değişmeler nedeniyle değil, değişik bir özne açısından; yani

Kürdistan İşçi Sınıfı ve Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi açısından da tartışmak zorunda

olduğu için. Böyle bir koordinat sistemi değişikliği eşliğinde Kürt Ulusal Kurtuluş

Hareketinin Sorunları ("Kürt Sorunu" değil) tartışılmadıkça, Kürt solu bağımsızlığını ve

kişiliğini kazanamaz. Böyle bir koordinat sistemi değişikliğinin başlaması bile kendi başına

Kürt solunun rüştünü ispat ettiğinin bir kanıtı olur.

Kürt solunun tartışması gereken artık "Kürt Sorunu" değildir. Kürdistan'daki Ulusal

Kurtuluş Hareketinin; Kürt işçi ve halk hareketinin sorunlarıdır. Kürt Ulusal kurtuluş

hareketi hangi güçlerle, hangi güçlere karşı mücadele etmeli veya edebilir?

Ama sorun bir kere böyle koyuldu mu o zaman "Türk Sorunu"nu tartışma gereği de ortaya

çıkar. Türk veya Türkiye sol hareketi nasıl kendi strateji tartışmaları içinde "Kürtleri bir

Page 33: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

33

yedek güç olarak nasıl kazanabiliriz?" sorusunu sordu ve Kürtler için program geliştirdiyse

ya da geliştiremediyse; Kürt solu da "Türklerin ezilenleri kazanılabilir mi; kazanmak için ne

yapmak; nasıl bir program sunmak gerekir"i; diğer bir deyişle "Türk Sorunu"nu tartışmak

zorundadır.

Şimdiye kadar hep Türk işçi ve ezilenlerinin Kürtleri nasıl kurtaracağı ya da onları nasıl

kazanacağı ya da onlara ne verip ne vermeyeceği tartışıldı. Bugün için Türk işçi ve

ezilenlerinin Kürtlere bir şey verebilecek ya da onları kurtarabilecek bir hali yok; en azından

kısa vadede böyle görünüyor. Ama ortada canlı ve hızla yükselen bir ulusal uyanış; bir Ulusal

Kurtuluş Hareketi var. Bu hareketin öncüsü de en azından kendisini Sosyalist görüyor. Bu

koşullarda Kürtlerin Türk ezilenlerini nasıl kurtaracağını; onlara ne verebileceğini

tartışmak gerekiyor. Bu tartışmanın muhatabı ve öznesi Kürt sosyalistleri ve işçileri

olacaktır; nesnesi ise Türk sosyalistleri ve işçileri.

Böyle bir tartışma sadece Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Kürt Solu ve İşçi sınıfı için gerekli

değil. Türk solunun da (Kürt solunun yıllarca olduğu gibi) bir tartışmanın nesnesi olmanın ne

mene bir şey olduğunu kaslarında sinirlerinde hissedebilmesi; bizzat "Kürt Sorunu"nu

tartışmanın ve ondan söz etmenin bile Kürtlerin ezilmişliğini yeniden nasıl ürettiğini

kavrayabilmesi; mesiyanizminden kurtulabilmesi; kısaca Türk solunun eğitimi için de

gerekli.

Ulusal Kurtuluş Hareketleri tarihine bakıldığında bu hareketlerin kendi "Türk Sorun"larını

pek tartışmadıklarını; bu sorunun onların ufku dışında kaldığını görüyoruz. Bu aslında Ulusal

kurtuluş Hareketleri içinde Proletaryanın ve sosyalist geleneğin zayıflığının bir sonucuydu.

Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi modern sınıfların hareketi olarak tarihe geç girdi; denebilir ki,

Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi en geç kalmış Ulusal hareketlerden biridir. Ama bu geç

gelmişlik onun aynı zamanda gücünü oluşturabilir. Modern işçi sınıfının gücü ve hareketteki

ağırlığı ölçüsünde bundan önceki Kurtuluş Hareketleri gibi sadece ezilen ulusu değil; kendini

ezen ulusun ezilenlerini de nasıl kurtaracağını bilinçli bir görev olarak; sadece nesnel bir

yardım olarak değil; önüne koyabilir ve sonuncu ulusal kurtuluş hareketlerinden biri olduğu

gibi ilk ulusal temelde şekillenmiş bir sosyal kurtuluş hareketi de olabilir.

Kıvılcımlı'ya nazire: “İhtiyat Kuvvet: Ezen Ulusun Ezilenleri (Batı)”yı yazmalı Kürt

Sosyalist ve İşçi Hareketi. En azından böyle bir girişimde bulunabileceğine dair çok emareler

var. Ve de sorunu koymak çözümün yarısıdır.

İşte bundan sonraki yazılarda "Türk Sorunu"nu ya da diğer bir ifadeyle Kürt Ulusal

Kurtuluş Hareketinin Sorunlarını açmaya çalışacağız. Ama katiyen "Kürt Sorunu"nu değil.

Demir Küçükaydın

11.08.1991

Page 34: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

34

Şu Azınlıklar Konusu

Azınlıklar Konusu Türkiye'deki tartışmalarda "Ulusaların Kendi Kaderini Tayin Hakkı"

sorununun; daha somut ifade etmek gerekirse "Kürt Sorunu"nun gölgesinde kalmış

bulunuyor. Bu yazıda “azınlıklar sorunu”nun tartışılmasına bir giriş yapmayı deneyeceğiz.

Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için hemen belirtelim ki, "ulusal sorun" herhangi bir

toprak parçasında yaşayan insanların büyük çoğunluğunun kendilerini kader ortaklığı vs.

içinde hissedip bir "ulus" olarak kendi kaderini belirleme hakkıyla ilgilidir. Somut bir örnek

verirsek, örneğin Türkiye'nin doğusundaki birçok bölgede kendilerini Kürt olarak tanımlayan

insanlar çoğunluktadırlar. Uygar, insan haklarına saygılı, demokratik bir ülkede bu sorun son

derece sancısız ve basit bir biçimde, örneğin son zamanlarda Slovakların Çeklerden, eskiden

de Norveç'in İsveç'ten ayrılmasında olduğu gibi, çözülebilir. Önce bir genel oylamayla kimin

kendini hangi ulustan addettiği ortaya çıkarılır; farklı ulusların çoğunluk oldukları alanlar

herhangi bir tartışmaya yol açmayacak şekilde net olarak belirlenir. Böylece sınırları

belirlenmiş uluslar kendi demokratik seçimlerini yapıp meclislerini kurarlar ve diğer uluslarla

birlikte bir federasyon mu, konfederasyon mu, ortak bir devlet mi kuracaklarına kendileri

karar verirler. Sorunun normal ya da somut tarihte anormal derecede az görülen çözümü böyle

olabilir. Aslında "Ulusal Sorun" çözümü teorik düzeyde en basit olan sorundur. Pratik

düzeyde çok zor olmasının nedeni bu hakkın kullanılmasını engellemeyecek türden bir

demokrasinin son dere-ce nadir bulunan bir rejim olmasındandır.

Bizim bu yazıda tartışmak istediğimiz bu "Ulusal Sorun" ya da klasik ifadesiyle "Ulusların

Kendi Kaderini Tayin Hakkı" değil; "Azınlıklar Sorunu".

"Azınlıklar Sorunu" ise, teorik düzeyde bile çok daha karmaşık bir sorundur ve özellikle

son bir kaç yılda da görüldüğü gibi potansiyel yakıcılığı hiç de ulusal sorundan daha az

değildir.

Hiç bir ülkede, bu ülke en demokratik ve uygar biçimlerle belirlenmiş bile olsa, sadece bir tek

ulustan insanlar yoktur. Gerek tarihten gelen, gerek modern işgücü göçünden dolayı ortaya

çıkan azınlıklar vardır.

Örneğin Türkiye'de Kürtler, Kürdistan'da Türkler azınlık durumundadır. Her ikisinde de

Çingenelerden Çerkezlere, Süryanilerden Araplara kadar onlarca azınlık vardır.

Eğer bu azınlıklar sadece belli köylerde, mahallelerde veya şehirlerde yekpare olarak

bulunuyor olsalardı, sorun yine "Ulusal Sorun" gibi çözülebilirdi.

Ama modern toplum Şehirleri ve Metropolleri yaratmıştır. Modern toplumun nüfusunun ço-

ğunluğu şehirlerde yaşar. Şehirler modern toplumun sinir düğümleridir. Ve modern şehirler,

Ortaçağ kentlerinde Yahudilere yapıldığı gibi azınlıkları “getto”lara tıkamazlar. Getto benzeri

yerleşimler (New York'ta Harlem, Berlin'de Kreuzberg göz önüne getirilsin) görülse de

bunlar hukuki dayatmalarla değil, kendiliğinden oluşmuş yoğunlaşmalardır ve hiç bir zaman

ortaçağ gettoları gibi yekparelik göstermezler.

Tartışmaya açmak istediğimiz sorun şudur: Bu azınlıkların özgül sorunları nasıl

çözülecektir?

Page 35: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

35

Şöyle mi denecektir?

"Demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden idare şeklidir. O halde biz

çoğunluk olarak hangi dili konuşuyorsak, hangi dilde gazeteler çıkarıyor, radyo televizyon

yayınları yapıyorsak, hangi dilde eğitim yapıyorsak azınlıklar da buna uymalıdır. Bu son de-

rece demokratik bir çözümdür".

Evet gerçekten de bu demokratik bir "çözüm" olur! Fakat “genel olarak demokratik”. Burada

genel olarak demokrasi ile özel bir türden demokrasi ayrımına biraz girelim.

Genel olarak demokrasi, gericiliğin, şovenliğin, baskıcılığın aracı olmaya müsaittir.

(Marksist geleneği benimseyen okuyucular için hemen şunu belirtelim ki, genel olarak de-

mokrasinin bu baskıcılıkla, ezici bir milliyetçilikle, her türlü azınlıkların ezilmesiyle bağdaşa-

bileceğini Lenin de söylüyor: "Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle

bağdaşabilir" diyor.)

Gerçekten de genel olarak demokrasi çoğunluğa karar hakkını vererek bütün silahları ona

sunar. Çoğunluk, pek ala demokratik bir şekilde çoğunluk olmasına dayanarak, azınlık olanı,

yine demokratik bir şekilde, bire kadar kılıçtan geçirme kararı alabilir. Bu bir abartık ifadeyse

de genel olarak demokrasinin ne olduğunu kavramayı kolaylaştırır. Somutta henüz kimse

kılıçtan geçirmiyorsa da bir çok durumda taksitle öldürebiliyor. Günlük hayattan bir örnek

verelim. Bir çok toplantıda, özellikle geri ülkelerin insanlarının toplantılarında, sigara içenler

çoğunluktadır. Genellikle sigara içmeyenlerden sigara içilmemesi yönünde öneriler gelir.

Toplantıda oylamaya sunulur ve sigara içen çoğunluğun kararıyla sigara içilebilmesine karar

verilir. Yani sigara içmeyenlerin de içenlerin dumanıyla taksitle öldürülmesine. Genel olarak

demokrasi böyledir.

Ama özel bir demokraside, daha başlangıçtan, "hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızası

hilafına bir zarar veremeyeceği" gibi bir ilke, örneğin bir Anayasa Maddesi olması gerekir.

Böyle bir demokraside, on bin kişilik bir toplantıda, 9999'unun da sigara içtiği bir toplantıda,

bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri "demokratik

bir şekilde" oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmazsa yasa dışına düşülmüş, başta

konulan ilke ihlal edilmiş demektir. Bu durumda o bir kişi 9999 kişiyi mahkemeye verip

hapse tıktırabilir. Özel bir demokrasi, çoğunluğun karar alma hakkını birtakım ilkelerle

sınırlar.

Aslında demokrasinin gelişmesinin tarihi, çoğunluğun karar alma alanına yeni sınırlar

getirilmesinin tarihidir. Örneğin bugün Avrupa ülkelerinin çoğunda homoseksüeller, sakatlar,

çocuklar, yaşlılar, sigara içmeyenler, uyuşturucu müptelaları çoğunluğun karar alma alanını

kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyorlar. Çoğunluk homoseksüel olmasa da

kendi ahlakını homoseksüellere dayatamıyor. İki erkeğin ya da iki kadının "ailesi" bir çok

ülkede yasallaşmış durumda. Sakatlar da örneğin merdivenlerin yanında tekerlekli

sandalyelerin hareket edebileceği düz yollar veya asansörler vs. talep ediyor. Çoğunluk "hayır

vergilerimizi küçük bir azınlığın bu talebine harcayamayız" diyemiyor. Örnekler

çoğaltılabilir.

Page 36: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

36

Şu soru sorulabilir: "Nasıl oluyor da çeşitli azınlıklar çoğunluğa kendi karar alanını

sınırlandıracak bir ilkeyi çoğunluk kararı olarak kabul ettirebiliyor?"

Bu kabulde elbette geleneklerin, kültürün, yerleşik daha genel ilkelerin bir rolü vardır. Ancak

bir de "ekonomi politiği" var gibi görünüyor. Azınlığın direnişinin çoğunluğa o hakkın

verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı görülünce o haklar bir ilke haline dönüşüyor. Bir

diğer tarihsel eğilim de bir toplumun zenginliği ölçüsünde bu sınırların ve ilkelerin çoğalma

eğilimi göstermesidir.

Demek ki, "azınlıklar sorunu"nu genel olarak demokrasi sınırları içinde ele almak, aslında

"azınlıklar sorunu" diye bir sorunun varlığını reddetmek; sorunu ve azınlıkları baskı altına

almak demektir.

Soru şudur: en azından tarihsel deneylerin ışığında ve insanlığın içinde bulunduğu çağımız

koşullarında azınlıklar sorununu çözecek ilke ne olabilir?

En uç örnekten başlayalım. Azınlıklara da tıpkı belli bir toprak parçasında çoğunluğu oluştu-

ran ulus gibi "Kendi Kaderini Tayin Hakkı" tanınabilir mi ve bu bir çözüm olabilir mi?

Bu uç örnek kafadan uydurma değildir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda Avusturya'lı

Marksistlerin tartıştıkları bir problemdi bu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bir "uluslar

mozayiği" idi. Bu nedenle Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin 1899'daki Brünn

Kongresi'nde gündemin ilk maddesi olarak tartışılan "Ulusal Sorun"da iki karar tasarısından

biri olan "Kültürel Özerklik" aşağı yukarı böyle bir anlayışı ifade ediyordu. "Kültürel

Özerklik" denirken "kültür" özerk olacak şeyin içeriğinden ziyade , özerkliğin neye göre -

yerelliğe göre mi kültüre göre mi- ifade etmek için kullanılıyordu.

Benzer bir yaklaşım Almanya'daki Türkler arasında da bir eğilim tarafından savunulmuştur.

Bu yaklaşıma göre Almanya'nın dört bir yanına dağılmış olan Türkler belli bir toprak parçası

olmayan bir devlet oluşturuyorlar. Kendi hukuk sistemleri, mahkemeleri, okulları kısaca belli

bir torak parçası haricinde bir devleti devlet yapan her şeyleri olacaktır. Bu devletin meclisle-

ri, bakanları, bütçesi, vergi toplayacak memurları, vergi kaçıranları hapse atacak polisleri, o

polisleri ve vergi tahsildarlarını eğitecek okulları vs. olacaktır.

Bu planın saçmalığı ortadadır. Her şey bir yana pratik olarak uygulanması olanaksızdır. Belki

zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda uygulanabilir ama zaten o zaman da devlete

ihtiyaç olmaz.

Bu biçimiyle saçmalık ortada olduğundan, bu kültür ve dile göre belirlenmiş devletin sadece

kültür ve dil alanıyla sınırlı bir egemenliği daha rasyonel gibi gelebilir. (Lenin'in de eleştirdiği

meşhur tasarı böyledir.) Yani azınlıklar için yetkileri sadece kültür ve dil alanıyla ilgili alt

devletçikler. Kültür ve Dil deyince de her şeyden önce okullar akla gelir. Yani her azınlık

okullarında hangi dille, nasıl bir program uygulanacağını kendi belirleyecektir.

Böyle bir sistem ise modern toplumda yeni kastlar yaratmaktan başka bir sonuç vermez.

Azınlıkların okullarının ayrılması gericiliğin, ve çoğu kez de çoğunluk olan ulusun

gericiliğinin talebidir.

Page 37: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

37

Lenin de bu okulların ayrılması talebine itiraz ederken ABD'in güney eyaletlerini ve o sırada

Yahudi okullarının ayrılmasını öneren çarın bakanlarını örnek verir.

Buna günümüzden de örnek verebiliriz. Örneğin Almanya'da Türkiye'li çocuklar çeşitli

bahanelerle geri zekalı çocukların gönderildiği "Sonderschule"lere yollanıyorlar.

İtiraz o okullarda hangi dille eğitim yapıldığına değildir. Yapılan veya yapılacak eğitimin

içeriğinedir. Eğitimin içeriğini bu durumda sadece papazlar ya da imamlar belirler.

Ama okulların ayrılması pratik olarak da modern toplumda uygulanamaz. Diyelim ki

İstanbul'da yaşayan, şehrin çeşitli semtlerinde oturan 100 Süryani çocuk için sorun nasıl

çözülecek. Şehrin herhangi bir yerinde açılacak bir okula gitmeleri demek çoğunun ömrünün

yolda geçmesi ya da pratik olarak okula gidememesi demektir.

Buna şöyle bir itiraz yapılabilir: "Belli bir sayının üstündeki azınlıklara bu hak tanınmalıdır".

Ama o zaman da bu "belli bir oran"ın ne olduğu ve onu kimin saptayacağı sorunu ortaya

çıkar. Pekala toplumun çoğunluğu en büyük azınlığı bile dışlayacak bir oran belirleyebilir.

Öte yandan bu oran ne kadar düşük olursa olsun dışlanan azınlık ezilmiş olmayacak mı?

Demek ki, kültür ya da dile göre azınlıkların ayrı devletler halinde örgütlenmeleri veya

okullarını ayırmakla yetinmeleri hem gericidir, hem de uygulanma olanağı yoktur.

Azınlıklar için bir tek ilke olabilir: Dillerin ve milliyetlerin eşitliği.

Bu genel ilke pratikte neyi ifade eder?

Okullar ayrılmaz, azınlıkların ayrı devletleri; ya da sırf kültür sorunlarıyla ilgili devletleri

olmaz ama hepsi eşit haklardan yararlanırlar. Herkes istediği dili ana dil olarak seçme ve

istediği dilde eğitim yapmakta serbest olur. Diğer milliyetlerden çocuklarla mahallesindeki

aynı okula giden Süryani çocuğa devlet ona dilini öğretecek bir öğretmen temin eder. Bir tek

azınlık cocuk için bile bu yapılabilir. Ve eğer örneğin Tarih Kitapları Türk çocuklarına Türk

Tarihi öğretiyorsa Süryani çocuğun da Süryani tarihi öğrenme hakkı garanti altında olur.

(Zaten bu nedenledir ki "ulusal tarihler"le böyle bir demokratik sistem bağdaşmaz. Böyle bir

sistemde ancak insanlık tarihi öğrenilebilir.)

Eklemeye gerek yok ki, her azınlık kendi dilinde gazetesini çıkarabilir, radyo, Televizyon

yayını yapabilir. Kendi milliyetinden insanlarla ülke, hatta dünya çapında birlikler, örgütler

kurabilir. Bütün bunlar hem o ülkenin hem de tüm insanlığın maddi manevi zenginleşmesin-

den başka bir şeye hizmet etmez.

Lenin'in de savunduğu, İşçi hareketinin bu klasik "Dillerin ve milliyetlerin eşitliği" ilkesi

"azınlıklar sorunu"nun çözümü için gerek şartı oluşturur. Ama yeter mi? Tarihsel deney

yetmediğini gösteriyor.

Örneğin ABD'nin kuzey eyaletlerinde çok uzun zamandır siyah ve beyaz çocuklar aynı

okullara gidiyorlar ama ırkçılık ve siyahların alt konumunda bir değişme olmadı.

Azınlık demek, somut hayatta, bazı istisnalar dışında, daha baştan dil bakımından, kültür

bakımından, yoğunlaşılan iş alanı bakımından, ilişkiler bakımından dezavantajlı bir durumda

Page 38: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

38

bulunmak demektir. Modern toplum aynı zamanda bu farklılıkları da besler ve bir kastlaşma

eğilimini de içinde taşır.

Bunun için azınlıkların daha baştan var olan ve kendini üreten dezavantajlı durumunu

dengeleyecek "pozitif diskriminasyon" denilen mekanizmalar da gerekir.

Azınlıklara tüm organlarda, örgütlerde en azından nüfus içindeki ve eğer daha yüksek

orandaysa o örgüt içindeki oranları ölçüsünde temsil kotaları verilmelidir.

Örneğin işçi sendikalarında azınlıklar, cinsler, yaş grupları vs. en az nüfus içindeki oranları ya

da o örgüt içindeki oranları ölçüsünde temsil edilmelidirler.

Bu da yetmez, ulusal hasıladan o azınlığın nüfus içindeki oranından daha büyük bir

bölümü fiili eşitsizliği gidermeye hizmet edebilmek için azınlıklara ayrılmalıdır.

Özetlersek: Herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde kültürünü

geliştirme hakkı temel insan haklarından biri olarak kabul edilmelidir. Buna ek olarak fiili

eşitsizliği gidermeye yönelik ekonomik (daha büyük pay) ve hukuki (kotalama)

ayrıcalıklara gerek vardır.

Bunun için ise şimdiden sendikalar gibi kitle örgütlerinde azınlıkların diskriminasyonunu

dengelemek için azınlıklar için kotalar koyulması yönünde mücadele edilmelidir.

Çoğunluk elbette bunu kabul etmeyecek ve bunun örneğin "işçi hareketini bölücülük" oldu-

ğunu söyleyecektir.

Bu burjuvazinin "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz" demesine benzer. Toplumsal mü-

cadeleler tarihi herhangi bir baskı biçimine uğrayanların diğer baskı biçimine de otomatikman

karşı çıktıklarını göstermiyor. Aksine diğer baskı biçimlerine karşı kör kalıyorlar. İşçi

hareketi kadınların, ulusların, azınlıkların ezilmesine hiç bir tepki göstermedi. Beyaz ve Erkek

olarak kaldı. Hatta seksizm ve ırkçılık işçiler arasında çok yaygındır da. Kadın Hareketi işçi

ve siyah kadınlar karşısında aynı körlükle maluldu. İşçi ve siyah kadınların ayrı girişimlerini

bölücülük olarak tanımladı. Siyah hareketi de işçilere ve kadınlara karşı aynı körlükle

maluldu.

Bu hareketlerin her birinde diğer baskı biçimlerine uğrayanlar bir özne olarak ortaya çıktıkça

ve hareketler mücadele içinde radikalleştikçe diğer baskı biçimlerinin yol açtığı sorunlara da

sahip çıkıldı.

Bugün Türkiye'deki İşçi Hareketi Erkek ve Beyaz'dır (daha doğru ifadeyle Türk'tür). Böyle

kaldıkça da İşçi hareketinin dar sınıfçılığı; hatta korporatizmi aşma şansı yoktur. Böyle oldu-

ğu içindir ki, ne kadınların, ne azınlıkların ne de diğer ezilenlerin sorunlarını bayrağına

yazmamakta; toplumda alternatif bir güç oluşturamamaktadır. Türkiye'deki İşçi hareketinin

kadınların ve azınlıkların "bölücü" eğitimine ekmek kadar, su kadar ihtiyacı vardır. İşçi

hareketi bunu başarırsa, yarın bütün toplum da başarır.

Ve böyle bir projeye Kürtlerin Ulusal Hareketinin de çok daha acil olarak ihtiyacı vardır.

Böyle bir proje bugünkü Türkiye'nin bütün azınlıklarının sempatisini kazanır ve ulusal hare-

ket bir ulusun uyanışıyla sınırlı olmaktan çıkıp bir toplumsal devrim hareketine dönüşebilir.

Page 39: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

39

Demir Küçükaydın - 03.11.1992

Özgür Gündem Yayın Kurulu'na "Avrupa" Sayfasıyla İlgili Öneriler

24 Ekim 1992 tarihli Özgür Gündem gazetesinde sekizinci sayfanın "Avrupa"ya ayrıldığı

görülüyor. Aynı sayfada bu yeni girişimi açıklayan Hüseyin Akyol'un "Merhaba" başlıklı kısa

sunuş yazısı da var.

Ancak 25 Ekim 1992 tarihli sayıda ise sayfanın başlığı "Avrupa" değil, "Radyo - Televizyon".

Bir davranış sürçmesi olsa gerek. Başlangıç için pek önemli sayılmayabilir. Ancak bu

vesileyle "Avrupa" sayfasıyla ilgili önerilerimi sizlere iletmek isterim.

Diğer gazetelerin (Hürriyet, Milliyet vs.) Avrupa baskıları var. Bu baskılar Türkiye'dekilerden

özellikle Avrupa'ya ilişkin haberleri bakımından ayrılıyor. Bu o gazetelerin anlayışının

normal sonucu.

Özgür Gündem bu gazetelerden öncelikle iki bakımdan ayrılmalıdır:

1. Buradaki Türkler, Kürtler ve diğer Türkiye'liler "Gurbetçi"ler, "Yurt Dışındaki Vatandaşlar

/ İşçiler" olarak değil; eğer deyim yerindeyse "Avrupa'daki Türkiye'li Göçmen Azınlıklar"

olarak ele alınmalı. Sorun basit bir adlandırma sorunu değildir; olaya bakışla ilgilidir.

Örneğin Türk Devleti Avrupa'daki Türkiye'lileri "Gurbetçi" olarak ele almakta ve onları dış

politikasının basit bir aracı olarak kullanmaya çalışmakta ve kullanmaktadır. Ama daha

kötüsü Türk ve Kürt sol hareketlerinin de olaya aynı anlayışla yaklaşması, buradaki insanları

sadece oradaki mücadelenin maddi ve manevi destekçileri olarak görmeleridir.

Bu yaklaşım Avrupa'daki Türkiyeli Göçmen Azınlıkların buradaki korkunç durumlarına karşı

mücadeleye girmesini; bir toplumsal hareket oluşturmasını (örneğin Siyahların Amerika'da

50'li ve 60'lı yıllarda yükselen medeni haklar hareketi gibi bir hareket) engellemektedir.

Avrupa'daki göçmen azınlıklar yeni bir öznedir. Er veya geç Avrupa'da bir güç olarak ortaya

çıkacaktır. Gerek Avrupa Devletlerinin gerekse T.C.'nin bütün çabası bunu engellemeye

yöneliktir. Türk basınının bütün Avrupa sayfaları veya baskıları bu amaca yöneliktir. Özgür

Gündem onlardan bu bakımdan ayrılmalı böyle bir hareketin oluşmasına hizmet etmelidir. Bu

Avrupa'da politika yapmak; Avrupa politikası yapmak demektir. Bu politikanın öznesi ve

muhatabı Türkiyeli Göçmen Azınlık olmalıdır.

Sorunu biraz aşırı çekiştirerek somutlamaya çalışayım. "Avrupa" sayfasında iki gün arka

arkaya "Kürtler Avrupa'da 37 bölgede seçime gidiyor" ve "Avrupa'da Ulusal Meclis Sevinci"

başlıklı iki büyük haber yorum var. Aslında bunlar "Avrupa" sayfasına değil Türkiye ya da

Kürtlerle ilgili sayfalara girmesi gerekir. Bu olay elbet bir Avrupa sayfasında da yer alabilir

ama olaya Avrupa'daki göçmen azınlıkların sorunları açısından yaklaşılırsa haberin veriliş

biçiminin kökten değişmesi gerekir. Örneğin denilebilir ki: "T.C. hala Avrupa'daki

"Gurbetçiler"e oy hakkını vermesin Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi Avrupa'daki Kürtlere

sadece oy hakkı değil 500 üyeli Ulusal Mecliste 10 üyelik kontenjan tanıyor."

(Bu yaklaşım sadece Buradaki göçmen azınlık açısından değil, Türkiye'deki Demokratik

mücadele açısından da önemlidir. Örneğin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 10 üye

Avrupa'daki Türkiye'lilerce seçiliyor!)

Page 40: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

40

Ya da Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin Avrupa'daki Kürt göçmen azınlığın buradaki

mücadelesiyle ilişki ve çelişkileri ele alınabilir. Çünkü bu ikisi arasında bir çelişki olduğu

kanısı çok yaygındır.

2. Elbet Avrupa'da Göçmen Azınlıkların henüz doğuş halinde de olsa örgütlülükleri ve

hareketlilikleri var. Ancak göçmen azınlıklar da kendi içinde sınıflardan oluştuğundan bu

sınıfların eğilimleri de var. Bütün diğer gazetelerin "Avrupa" baskıları bunlar içindeki en

tutucu, en köle, biraz da Sosyal Demokrat eğilimlerin ve örgütlerin propagandalarını

yapıyorlar; sadece onlarla ilgili haberleri veriyorlar. Özgür gündem onların susuşa

getirdiğinin kürsüsü olabilir. Yani göçmen azınlıklar hareketi içinde demokrat ve radikal

bir eğilimi ifade etmelidir.

3. Bütün diğer basında Avrupa baskıları ayrı. Özgür Gündem aynı duruma düşmemelidir.

Yani Avrupa bölümü sırf Avrupa baskısı için olmamalı, aynen Türkiye baskısında da yer

almalı. Böylece gizli paternalizme son verilmeli. Avrupa'daki Göçmen Azınlıkların Türkiye

ve Kürdistan haberleri okuması nasıl normal karşılanıyor ise Türkiye'dekilerin de Avrupa'daki

göçmen azınlıkların haberlerini ve mücadelelerini okuması normal karşılanmalı. Türkiye'deki

insanların da bizlerin buradaki mücadelelerinden öğrenecekleri vardır.

Bu üç nokta diğer basından ayrı; Özgür Gündem'in yapmaya çalıştığı gazeteciliğe uygun bir

Avrupa sayfası için olmazsa olmaz ilkelerdir.

Akıl vermek kolay. Peki pratik olarak ne yapılabilir?

Aslında Ertuğrul Kürkçü Hamburg'a bir konferans için geldiğinde Özgür Gündem'in

Avrupa'da epey okunduğundan; Avrupa'daki Türkiye'li göçmen azınlıkların radikal ve

demokrat bir sesi de olması gerektiğinden; bu konuda yardımcı olabileceğimizden söz

etmiştik. O da böyle bir Avrupa Sayfası projesi olduğundan söz etmişti. Anlaşılan bu sayfalar

o projenin hayata geçirilmesi.

Ancak bu güne kadar kimse bizimle temas kurmadığından önerimizin bilinmediğini

varsayıyorum.

Ben kişi olarak haftada birkaç kere Avrupa'daki göçmen Azınlıkların bakış açısından

yorumlar ya da makaleler yazabilirim. Ayrıca biraz uzun aralıklarla da olsa incelemeler

yazabilirim.

Henüz kimseyle konuşmadım ama böyle bir sayfanın hazırlanmasına katkıda bulunabilecek

birçok arkadaş olacağını düşünüyorum. Örneğin yine Hamburg'tan Selçuk Eralp şimdiden

katkıda bulunmaya başlamış ve "Geciktirilmemesi Gereken Bir Tartışma: Rostok Olayı"

başlıklı bir yazısı yayınlanmış.

Yardımda bulunabilecek arkadaşların bir çoğu bilgisayarın yabancısı değildir. Yazıların seri

olarak iletilmesi için faks'ın yanı sıra modem'den de yararlanılabilir. Tabii kimi teknik

sorunları (kaç "baut"luk olduğu; Türkçe karakterlerin ASCII içindeki yerleri gibi) çözmek

şartıyla.

Eğer konsept ve öneriler ilginizi çekiyorsa Özgür Gündem'den bir sorumlunun buraya gelmesi

ve konuşulması en iyisidir.

Page 41: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

41

Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Demir Küçükaydın

(Bu Mektup Hakkında Not: 04.01.1993 tarihinde emniyete alınmış.)

Page 42: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

42

Özgür Politika’ya Yazılar

Kürt Ulusal Hareketi ve Avrupa'daki Kürtler

Kürt Ulusal hareketinin yükselişe geçtiği ve PKK'nın gerilla savaşına başladığı seksenlerin

ortalarına doğru Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler de, özellikle en yoğun oldukları

Almanya'da ilk kez, bir yandan ırkçı saldırılar karşısında öz savunmadan kaynaklanan, diğer

yandan, ayrımcılığa karşı eşit haklar istemi çerçevesinde, tıpkı elli ve altmışların

Amerika'sında olduğu türden bir "siyahlar" hareketi geliştirme eğilimi gösteriyorlardı.

Bir bakıma Avrupa'daki Kürtlerin seksenli ve doksanlı yıllarda yaşadığı, Kürdistan'daki

mücadelelere yönelik politikleşmeyi, Avrupa'daki Türkler yetmişli yıllarda yaşamıştı. Türkiye

yetmişli yıllarda tarihinde gördüğü en kitlesel radikalleşme ve politikleşme dalgasınına

paralel, Avrupa'daki Türkler de hızla politikleşme eğilimi göstermişlerdi. Bu politikleşme ve

radikalleşme, tıpkı daha sonraki on yıllarda Kürtlerde de görülecek türden, "ana

vatan"larındaki radikalleşmeden kaynaklanıyordu.

Avrupa'da politikleşen bu Türklere karşı, Türk sol hareketlerinin tavrı ve bakışı ne ise, aynısı

daha sonra Kürt hareketlerinin Avrupa'da politikleşen Kürtlere bakışı o olmuştur. Onları "ana

vatan"daki mücadelenin bir maddi ve lojistik destek üssü olarak görmek ve onlar aracılığıyla

Avrupa kamu oyu ve devletleri üzerinde bir etkide bulunmak ve dolayısıyla Türk devletine

karşı bir baskı aracı olarak kullanmak. Onların kendi sorunları temelinde bir politika akla bile

gelmez; hatta bu yöndeki kimi eğilimler, esas mücadele alanında güç kaybına yol açacağı, güç

ve enerjileri böleceği, angajmanı azaltacağı gibi düşüncelerle bastırılır.

Aslında burada çok ilginç bir paradoks vardır. Bu göçmenleri böylesine bir diyaspora

milliyetçiliğine yönelten; içinden çıkıp geldikleri ülkedeki gelişmelere bu kadar hassas kılan

tam da yaşadıkları toplumda uğradıkları dışlanma ve baskıdır. Bu yaşanan bakı, sömürü ve

dışlanmaya olan tepki, bir bakıma ana vatana yönelik bir politikleşmeyle kendini dışa

vurmakta ve adeta bir süblimasyon gerçekleşmektedir.

Ne var ki taşıma suyla değirmen dönmez. 12 eylül darbesi gelip de, bütün toplumsal

hareketlenmeyi ve muhalefeti ezince, aynı baskılara uğramasa bile, ateşiyle ısındığı

hareketlenmenin yok olmasıyla beraber Avrupa'daki Türklerin hızlı bir apolitikleşmesi

başladı. Ama aynı sırada Türkler arasında yavaş yavaş, Avrupa'daki uğradıkları ayrımcılığa

ilişkin bir hareketlenme eğilimi de ortaya çıkıyordu. Bir süre sonra dernekler ve mitingler

giderek azalan sayıda insanların uğrak yeri oldu. Ayağın altından bu toprağın kayışı, kimi

Türkiyeli solcu grupları Avrupa'daki Türklerin sorunlarına yönelmeye itti. Ama bu yönelim

aynı zamanda sadece Türkiye'deki yenilginin değil, dünya çapındaki yeni muhafazakarlığın

gerici atmosferinde, aynı zamanda ideolojik bir sağa kayışla birlikte gerçekleştiğinden,

göçmenlerin sorunlarına yönelme ideolojik sağa kayışın nedeni ya da zorunlu bir sonucuymuş

gibi görünmesi yanılsamasına yol açıyordu.

Page 43: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

43

Kürt hareketi ise tam bu sırada, Kürdistan'daki yükselişini yaşamaya başlamıştı ve o yükselişe

paralel, on yıl önce Türklerin yaşadığı türden Avrupa'daki Kürtlerin politikleşmesi ve

radikalleşmesi yükseliyordu. Bu koşullarda, göçmenlerin sorunlarına ve hareketine yönelme,

sadece Kürdistan'a yönelik mücadelenin enerjisini saptırıcı; sadece ideolojik olarak sağ kayış

değil ama aynı zamanda, bu yönelenlerin Kürtlerin mücadelesine karşı tavırları nedeniyle,

sanki Kürt mücadelesine karşı bir manüplasyonmuş gibi kavrandı Kürt hareketi tarafından.

Dolayısıyla daha başlangıçta, Avrupa'da, ki Avrupa'nın en güçlü ülkesi Almanya'da ve

Almanya'daki en büyük göçmen grubu olan Türkiye'den gelen Türkler ve Kürtler arasında bir

uyumsuzluk ortaya çıktı. Aslında bu uyumsuzluğa yol açan nesnel nedenler değil, öznel

şartlanmalar ve yanılsamalardı. Yoksa Avrupa'daki bir göçmen Türk hareketinin yükseliş

eğilimi ve Kürtlerin mücadelesinin yükselişi bir zamandaşlık gösteriyordu ve başka

yaklaşımlar altında pek ala birbirlerini güçlendirici bir etkide bulunabilirlerdi.

Ne var ki gelişme böyle olmadı. Kürtler sadece kendi ulusal hareketlerinin ötesini

görmediklerinden değil; sadece göçmenlerin sorunlarından dolayı ve onlara yönelik bir

hareketlenmenin Kürdistan'daki mücadeleden güç ve dikkatleri saptıracağı korkusundan değil;

ama aynı zamanda, Avrupa ülkelerinin Türkiye'ye baskı yapmasını sağlama ve onlarla

göçmen sorunu dolayısıyla arayı bozmama yaklaşımının da etkisiyle göçmen

hareketlenmesine soğuk hatta rakip olarak baktılar ve en iyi durumda onları Kürdistan'da

yürütülen mücadelenin duyurulması için platformlar olarak kullandılar.

Bu yaklaşım en açık, yabancıların Alman devletinin ırkçı politikalarına karşı yaptığı toplantı

ve yürüyüşlerde görülüyordu. Örneğin bütün uluslardan konuşmacılar, guruplar, Alman

gericiliğinin ırkçı kavramı olan "misafir işçilik" kavramını reddeder; bu kavramın yabancıları

her türlü haktan yoksun bırakmanın kılıfı olduğunu söyler; madem biz burada çalışıyor ve

vergi veriyoruz tümüyle eşit haklar istiyoruz derken. Kürt Konuşmacıların hemen daima,

konuyla ilgiyi şöyle kurdukları görülüyordu. "Bizler Türkiye'deki baskılar nedeniyle ve işgal

altındaki ülkemizin geri bırakılmışlığı nedeniyle buradayız. Biz burada zorunlu bir misafirlik

yaşıyoruz. Ülkemizi kurtardığımızda kendi ülkemize döneceğiz. O halde bizim ülkemize

dönebilmemiz için, Türkiye'ye daha fazla baskı yapın. O zaman biz bir problem olmaktan

çıkarız. "

Göçmenlerin direniş çabaları karşısındaki bu derin anlayışsızlık ve hor görü yabancıların

kendi sorunları temelinde, daha henüz emekleyen bir hareketlenmeyi canlandırmaya yönelik

mitinglere karşı tavırlarda da görülüyordu. Bu tür gösterileri, Kürtler büyük kitleleriyle ele

geçiriyorlar ve onları Kürdistan'daki mücadelenin sorunlarına ilişkin mitinglere çeviriyorlardı.

Eninde sonunda Kürtlerin çoğunluklarıyla ele geçireceği ve gerçek hedefinden bambaşka bir

hedefe yöneleceğinden göçmenler miting tertiplemez ve mitinglere bile gitmez olmuşlardı.

Kürtler en iyi halde bu mitinglere; o mücadeleye destek vermek için değil; kendi

mücadelesinin tanıtımını yapmak için katılıyorlardı.

Avrupa'daki yabancılar içinde en örgütlü, politikleşmiş, militan ve özellikle Almanya'da en

büyük göçmen gurubunu oluşturan Türkiye'den gelenlerin yarısına yakınını oluşturan

Kürtlerin Avrupa'daki yabancıların sorunlarına soğuk, ilgisiz hatta bir rekabet havası içinde

yaklaşmaları; yeni yeni doğma eğilimi gösteren Türkiyeli göçmenler hareketinin daha baştan

Page 44: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

44

topallamasına yol açmakla kalmadı, uzun vadede Türkiyeli göçmenlerin de bu sefer Kürtlerin

uğradığı baskılar karşısında aynı ilgisizliği ve düşmanlığı göstermelerinin yolunu açmış oldu.

Kürt Ulusal Hareketi'nin, Kürdistan'dan göçmüş, Avrupa'nın veya Türkiye'nin batısının

şehirlerine yerleşmiş Kürtleri, Kürdistan'daki mücadelenin sadece madde ve insan kaynağı

olarak görmesi ve onları kendi sorunlarından hareketle örgütlemeye yönelmemesi uzun

vadede Kürdistan'daki mücadelenin tecrit olmasında ve sonunda aldığı ağır darbelerde tayin

edici bir rol oynamıştır.

Türkiye'nin batısında, bunun nasıl politik İslam'ı güçlendirdiği; bu korkudan bu sefer şehir

orta sınıflarının nasıl Genel Kurmayın arkasına takıldığı gibi konulara başka bir yazıda

değinmiştik. Benzeri Avrupa'daki etkilerde de söz konusudur. Kürt mücadelesi, Avrupa'da

Türkiye'deki Kürtlerin durumuna benzer durumda bulunan göçmenlerin mücadelesi

karşısındaki ilgisiz hatta rakip yaklaşımı; onu en yakın en kolay kazanabileceği

müttefiklerinden etmiş ve bu güçler Türk devletinin kontrolü altına girmişlerdir.

Batı Anadolu ve Avrupa'daki Kürtlerin Kürdistan'daki mücadelenin maddi ve insan destek

üssü olarak görülmesi Türkiye ve Avrupa'da farklı sonuçlara yol açtı. Türkiye'nin Batısındaki

Kürtler Politik İslama yöneldiler; Avrupa'da ise, diyaspora milliyetçiliği nedeniyle iyice Kürt

Ulusal hareketine. Bu Avrupa'daki zayıflığın görülmesini büyük ölçüde engelledi.

Elbette Avrupa'daki Türklerin kendi kontrolü dışında politikleşme ve özerk bin göçmenler

hareketi oluşturma eğilimlerini gören Türk Devletinin aldığı tedbirler; Türkiye'de yükselen

şovenizmin, özellikle o sıralar hızla yaygınlaşan uydu yayıncılığı ve Türk kanalları

aracılığıyla, Avrupa'ya yansıması; Alman devletinin bazı idari ve hukuki kolaylıklarla

kişilerin kişisel düzeyde birey olarak konumlarını değiştirmeye olanak sağlayan ve toplumsal

bir hareketlenmeyi engelleyen uygulamaları; duvarın yıkılmasıyla birlikte, Doğu Avrupa'dan

gelen göçmenlerin en alttaki Türkiyelilerden daha alt bir konuma geçmeleri; Türkler içinde

işçilerin giderek azalması ve doğu Avrupa'dan gelen ucuz iş gücünü çalıştıran Türk iş

yerlerinin çoğalması ve dolayısıyla Türklerin hem toplumsal konum hem de prestij

bakımından eskisinden daha üst bir konuma geçmesi gibi bir çok etkenin sonunda doksanların

ortalarına gelindiğinde bir göçmen hareketlenmesinden bir şey kalmamış, Türklerin büyük

bölümü de politik İslam, faşistler ve bir miktar da aleviler kanalıyla örgütlenmiş ve Türk

devleti tümüyle kontrolü ele geçirmiş bulunuyordu.

Avrupa'nın en güçlü ülkesinin en büyük göçmen azınlığı bir yanda Türk Devletinin kontrolü

altında, onun dış politikasının araçları olan Türkler; diğer yanda Kürt Ulusal Hareketinin

kontrolü altında onun lojistik destek üssü ve Avrupa ülkelerine baskı yapmasının aracı olan

Kürtler olarak paylaşılmış bulunuyorlardı. Bu tabloda Avrupa'daki ikinci sınıf insanların

sorunları ve hareketinin hiç bir yeri bulunmuyordu.

Yeni politika bu tabloyu değiştirmeyi sadece mümkün kılmıyor aynı zamanda gerekli de

kılıyor.

Yeni Politika, artık Avrupa ülkelerine baskı yapmaya yönelik değil, Türkleri ve Batıdaki

Kürtleri bir demokrasi programı etrafında kazanmaya yönelik olduğundan; Avrupa'daki

Kürtlerin bu politikada doğrudan bir işlevi kalmıyor. Mücadelenin ağırlığı Dağlardan

Page 45: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

45

Kürdistan'ın şehirlerine; Kürdistan'dan Türkiye'nin batısına ve Avrupa'dan Türkiye ve

Kürdistan'a kayıyor. Bu durumda Avrupa'daki Kürtlerin konumu çok değişmiş bulunuyor.

Avrupa'daki Kürtler için bir bakıma seksenlerin başında Avrupa'daki Türklerin bulunduğu

duruma benzer bir durum söz konusu. Kürdistan ve Türkiye'deki mücadele ise bundan sonra

eski taktiklerden ve mücadele biçimlerinden çok farklı belki daha az çoşkulu ve daha çok

siper savaşına benzeyen bir mücadele olacaktır. Bu da buradaki adanmışlığı ve coşkuyu

azaltacaktır muhtemelen.

Avrupa'daki Kürtler Türkiye ve Kürdistan'daki mücadeleye destek vermezler mi? Verebilirler

ama bunun için eski yaklaşımları ve alışkanlıkları bir kenara bırakmak gerekiyor. Avrupa'daki

Kürtler, örgütlüklerini ve enerjilerini, Avrupa'da bir göçmen azınlık olarak, örneğin Kürt

dilinin ve kültürünün resmen tanınması ve eşit haklar gibi bir mücadeleye yöneltirlerse;

sadece kendi gerçek konum ve sorunlarından yola çıkan bir hareketlenme sağlamazlar ama

aynı zamanda Türkiye'deki mücadeleye muazzam bir katkı olur bu.

Elbette bu mücadele diğer göçmen azınlıkları da kapsamalı ve bunun için de sadece Kürt

dilinin tanınması gibi bir çerçevede değil daha kapsayıcı dillerin ve kültürlerin eşitliği gibi bir

çerçevede yürütülmelidir. Bu takdirde Avrupa'daki Kürtler yepyeni müttefikler bulacaklardır.

Ama sadece bu değil, böyle bir mücadele, Türklerin küçümsenmeyecek bir kesimini de

kazanabilir ve Türk devletinin Türk göçmenler üzerindeki tekelini kırabilir. Avrupa'da

yükselen ırkçılığa karşı mücadelenin de böylece önüne geçebilecek Kürtler, Avrupa'da çok

daha geniş bir cephenin de parçası hatta öncüsü olabilirler.

Avrupa'da Kürtlerin, diğer göçmen azınlıkları da yanına çekerek başlatacağı bir eşit haklar,

ırk ayrımcılığına karşı mücadele , dillerin ve kültürlerin eşitliği mücadelesi, sadece bir

mücadele olarak bile, Türkiye'deki mücadelelere bir ilham kaynağı ve destek olur. Somut

başarılar kazanılması halinde ise, örneğin Kürtçe'nin dil eşitliğinden yararlanması gibi bir

hedefe bir kaç ülkede ulaşılmasında; Türkiye'yi fiili bir durumu tanımak zorunda bırakır ve bu

Türkiye'deki anti demokratik güçlere en ağır darbelerden biri olur.

Avrupa'daki Kürtlerin bu yeni stratejiye yönelmesi, hem kendi doğrudan sorunlarından yola

çıkan bir hareketlenme; hem de Türkiye ve Kürdistan'daki mücadele için Türkiye'deki anti

demokratik güçleri arkadan kuşatma ve katkı olur. Ama böyle bir mücadelenin en büyük

kazancı, bu mücadele içinde insanlardaki değişim olacaktır.

demir@comlink. de

09 Şubat 2000 Çarşamba

Page 46: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

46

Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar

Hayal kırıklıkları daima beklentiler ölçüsünde büyük olur. Hiç bir beklentiniz yoksa, hiç bir

hayal kırıklığına da uğramazsınız. Kürt Ulusal Hareketi'ni oluşturan hareketlerin çoğu, ilk

doğuşlarını Türk sol hareketinin içinde yaşadılar. Bu nedenle ondan çok şeyler de beklediler.

Ama Türk sol hareketlerinden beklentilerine uygun davranışlar görmedikçe, beklentileri

ölçüsünde büyük hayal kırıklıkları yaşadılar ve bu nedenle o ölçüde de sert eleştirilerde

bulundular.

Ama bu beklentilerin büyüklüğünün nedeni sadece içinden çıkmış olmak değildir, bir bakıma

karşı tarafın değerini ve gücünü abartma; kendi değerini ve gücünü görememe, yani bir

bakıma hala düşünsel bir bağımsızlığa ulaşamamanın da sonucudur. Denebilir ki, Kürt

hareketinin hayal kırıklıkları ölçüsünde Türk solcularına eleştiri yöneltmesi, onlardan

beklentilerinin hala bitmediğinin ve onların yapmasını bekledikleri işleri kendisinin

yapabileceğine güveninin olmamasının bir göstergesidir. Türk solcularına yönelik sert

eleştiriler, ifade edilmemiş olsa bile, Türk solcularından büyük beklentilerin, dolayısıyla da

Kürt hareketlerinin henüz kendilerine hala tam bir güven oluşturamadıklarının bir ifadesidir.

Kürt Ulusal Hareketi, Türk solundan hiç bir şey beklememelidir; beklememeyi öğrenmelidir.

Bir beklentisi olmaz ise, daha baştan, onun, ezilen ulusun sorunları karşısında bütün egemen

ulus, ırk, cins sınıflar gibi davrandığı, davranacağı; başka türlü olmasının da

beklenemeyeceği; yani imtiyazlarının kölesi olduğunu bir veri olarak alır ise; o zaman

eleştirmeye gerek bile duymaz. Onu böylece gerçek yerine koyduğunda da artık prensip

üzerine tartışma biter ve pratik, somut hedeflere yönelik taktik esneklik başlar.

Yeni politikanın özü: Kürt Ulusal Hareketinin Türkleri de kurtarmaya kalkmasıdır. Yani bir

diğer deyişle, bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme niyeti göstermesidir. Bunun

başarılı olması için ise, Türklerin en geniş muhalif kesimlerinin bir araya gelmesi

gerekmektedir. Bu görevi, Kürt Ulusal hareketi şimdiye kadar hep Türk solcularından bekledi

ve beklentileri de hep hayal kırıklığıyla sonuçlandı.

Yeni politika bu tür beklentileri de terk etmeyi gerektiriyor. Hareket hattı Türk solundan hiç

bir şey çıkmayacağı ve çıkamayacağı varsayımına dayanmalıdır. Çıkarsa, fazladan gelmiş

Tanrının bir lütfü gibi elbette seve seve kabul edilebilir.

Türk solundan niye bir şey çıkamaz?

Çünkü Türk solu Kürt hareketinin aksine yıllardır bir gerileyiş yaşadı. Kürdistan'da Kürtler

siyasi bakımdan dev adımlarıyla ilerlerken, Türk solu da tüm Türkler gibi, bildiklerini de

unutup geriledi. Ya eskinin görüşlerini, yaşayan bir fosil gibi taşlaşarak, sürdürüyor ya da

günün moda ve içi boş klişelerinin ardında oradan oraya savruluyor. Denebilir ki, radikal ve

yoksullara dayanan eğilimler birinci; daha orta sınıflara dayanan eğilimler ikinci türde

düşünüp davranıyor.

Kürt Ulusal Hareketi, Türklerin çoğunluğunu, "Demokratik Cumhuriyet" dediği programına

kazanabilmek için, Türk solunun gettosunun sirenlerinin çağrılarına kulaklarını tıkamalıdır.

Page 47: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

47

Bunun ilk koşulu da, ondan beklentilerin terk edilmesidir. Kürt Ulusal Hareketi, işin başa

düştüğünü görmelidir.

İşin başa düştüğünü görmek ve Türk sol hareketinden hiç bir şey beklememek, yeni politikayı

başarıya ulaştırmak için, bu günkü koşullarda, bir ruhsal dönüşüm olarak şarttır. O zaman her

şey başka bir ışık altında görülebilir. O zaman çeşitli aydın ya da sol grupların rekabetleriyle

tıkanmış gettonun içine girmeden, onun etrafından dönülüp bu getto kuşatılabilir ve ancak

ondan sonra kazanılabilir.

Dinamik ve gençliğini soluyan Kürt Ulusal Hareketi, Türklerin çoğunluğunu Demokratik

Cumhuriyet denen demokratik dönüşümler programına nasıl kazanabilir? Aslında kazanmak

da doğru bir sözcük değil; bu programın hukuki bir temellendirmesi olan Sami Selçuk'un

konuşmasının Türklerin yüzde altmışının desteğine sahip olduğu anketlerle ortaya çıktığına

göre; bu desteğin nasıl örgütlenip mobilize olacağı ve bir güç haline geleceğidir sorun. Soru

budur. Bu sorunun cevabı, hemen partilere, eğilimlere ve kişilere bakılarak aranmadan önce,

sosyolojik düzeyde verilmelidir. Yani Kürt Ulusal hareketi, hangi toplumsal kesimlere

dayanarak, Arşimetin dediği gibi, büyük toplumsal güçleri yerinden kımıldatabilir ve bir

toparlanma için bir maya görevi görebilir?

Ne orta sınıfların ÖDP'sinin, ne de radikal sol hareketlerin örgütleyemediği, bir ölçüde Refah

tarafından kapılmış, ama büyük çoğunluğu hala parsellenmemiş olan, batının şehirlerindeki

Kürt yoksullar ve işçiler, böyle bir toparlanmanın çekirdeği olabilir. Kürt Ulusal Hareketi

nasıl Ankara'dan çıkıp Kürdistan'a ayak bastığında, Kürdistan'ın en yoksul bölgelerinin, şehir

ve kasabaların yoksullarına dayandı; ve bu sayede Türk solunun içinde bir öğrenci grubu

olmaktan bir ulusal uyanışın ve ayaklanmanın hareketi oldu ise; şimdi aynı yolu, ama bu sefer

ters yönde, Kürdistan'dan Batının şehirlerine doğru kat ederken, şehirlerin o en yoksul Kürt

işçi , işsiz ve emekçilerine dayanarak, toplumsal bir canlanma hareketi olabilir.

Bu yaklaşım sadece bu kesimlerin toplumsal konumları nedeniyle de değil, bu kesimler henüz

Türkiye'nin en "bakir" kesimleri olduğu için de gereklidir. Bir toplumsal kesim, bir kere

politize olup belli partiler tarafından paylaşıldı mı, bir daha orada başka ve yeni

örgütlenmelerin; başka ve yeni sorunların egemen olması, adeta olanaksız hale gelir. Ev

doludur, yenilerine yer yoktur. Zorla girmek, büyük çatışmalara ve enerji kayıplarına ve

hedefin gözden yitirilmesine yol açar. Türkiye'nin batısındaki bütün diğer kesimler, adeta sol,

islamcı ve faşist partiler tarafından paylaşılmış bulunmaktadır. Tek Kürt yoksullar şimdilik bu

paylaşmanın büyük ölçünde dışındadırlar. Refah'ın etkisi ise, geçmişin kalıntısı ve derine

işlememiş ve bu günkü politik konjonktürde kolayca temizlenebilecek bir etki olarak

görülebilir.

Peki şehirlerin bu yoksullarına nasıl ulaşılabilir? Bunlar batının şehirlerinde nasıl bir atılımın

çekirdeği olarak bir politik özne haline getirilebilir? Yeni Program bunun politik koşullarını

yaratıyor, Türk solundan beklentilerin terk edilmesi psikolojik koşullarını yaratır. Ama bunlar

henüz işin başıdır. En büyük zorluk, kültürel engellerdedir.

PKK, Türkiye Cumhuriyeti'nin en geri, en yoksul bölgelerinde ve en yoksul insanlar arasında

güçlendi, kökleri hep orada oldu; dolayısıyla o bölge ve insanların kültürel biçimleri ona

damgasını vurdu. PKK aslında, politik olduğu kadar, bir kültürel dönüşüm ve modernleşme

Page 48: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

48

hareketidir. Zaten onun gücü bir politik dönüşümün kültürel dönüşüm ve modernleşme

hareketiyle senkronize olmasından gelir. Bu dönüşümler birbirlerini beslemişlerdir. PKK bir

politik hareket olarak bu kültürel dönüşümleri hızlandırmış; onları sıradan bir kültürel

modernleşme ve dönüşüm hareketi olmaktan çıkarmıştır; ama bu Kültürel modernleşme de,

PKK'nın bir saman alevi gibi büyümesine ve insanların ona, çoğu kimsece anlaşılmayan,

bağlılıklarına yol açmıştır. Örneğin PKK'nın Kürt kadınına verdiği özgürlükler; kadını o

feodal bukağılarından kurtarma; kadınların ona en büyük fedakarlıkla adeta borçlarını öderce

sarılmalarının ardındaki nedendir. Denebilir ki PKK aslında bir kadın hareketidir. Kocalarının

kaytarmalarına karşı onlara baskı yapıp; zorla politik aktiviteye iten, çocuklarını gerillaya

yollayan kadınların ve aile baskısına karşı isyan eden genç kızların hareketidir PKK.

Ama bütün bunlara rağmen, PKK yine de, kendisini oluşturan ve destekleyen kitlenin kültürel

sınırlarının damgasını taşır. Ona damgasını vuran hala büyük ölçüde feodal ve köylü

kültürünün çizgileridir. Alışkanlıklar ve gelenekler sanıldığından çok daha güçlüdür. Bu güç

nedeniyledir ki, Öcalan da bir çok yerde, enerjisinin yüzde doksan beşini bu sorunlara

ayırdığından yakınmaktadır.

Kürt Ulusal Hareketinin şehirlere göçmüş Kürtler arasındaki etkisinin sınırlı kalması ve onları

örgütleyememesinin ardında, onlara yönelik bir program olmaması kadar, PKK'nın politik

kültürünün, bu artık şehirli olmuş Kürt yoksulları için itici etkilerinin de çok büyük bir rolü

vardır. Ama artık şehirlerde büyümüş ve Kürt ulusal hareketinin dinamizmini temsil eden

yeni güçler vardır ve bunların enerjisi ve inisiyatiflerini harekete geçirecek koşullar

yaratılırsa; tıpkı Gerillanın ilk yıllarındaki gibi bir mucize bile yaratılabilir.

Örneğin HADEP'in temelini oluşturan ve artık yıllardır şehirlerde yaşayan yoksullar ve

kadınlar bu toparlanmanın çekirdeği olabilir. Ama bunun için, onların inisiyatiflerinin ve

yaratıcılıklarının serbest bırakılması gerekmektedir. En küçük birimlerde bile partililer o

temsilcilerini hiç bir atama olmadan kendileri seçmeli; kararları kendileri alıp uygulamalı ve

bu böylece bir piramit gibi yükselmelidir. Disiplinin temeli bu inisiyatif olmalıdır. Atamalar

yerine, o kişilerin kendi kaliteleriyle insanların güvenini ve sevgisini kazanıp seçilmeleri

yoluna girilmelidir. Bu aynı zamanda bir güven oylaması anlamına da gelir.

Ancak, bu geniş kitlenin girişimleri ve inisiyatifi, Batının şehirlerindeki yoksul Kürtlerin de

anlayabileceği ve kendilerini bulabilecekleri bir hareket yaratabilir. Ancak bu yoldan,

Batıdaki o tıkanıklığa son verilip başka güçlerin harekete geçmesinin zemini hazırlanabilir. O

parsellenmiş kesimler sarsılıp yeniden davranışa sokulabilir.

Bu şehirli yoksullar kitlesinin davranışları ve politik kültürü çok başka olacaktır. Hatta bu

Kürt ulusal hareketinin geleneksel olarak çekirdeğini oluşturmuş kesimlerde kuşku ve

güvensizlik bile yaratabilir. Ama kültürel biçimler ile politika arasında bire bir uyum olmadığı

kimse için bir sır olmamalıdır.

Ya da daha somut ve Türkiye'yi ve Kürdistan'ı yerinden oynatacak, Batı'nın insanlarını her

şeyi yeniden düşünmeye ve mücadeleye çekecek bir öneri. HADEP bütün organlarına, en

küçük mahalle toplantısından, genel başkanına kadar, kadınları seçmelidir. Bütün organlar

yüzde yüz kadınlardan oluşmalıdır. Okumuş yazmışlık falan hiç aranmamalıdır. Hiç

korkmaya gerek yok. HADEP kadınların yönettiği bir parti olmalıdır. Şimdiye kadar bütün

Page 49: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

49

örgütlerde nasıl hep yöneticiler erkek, sıradan üyeler kadın olduysa, şimdi bütün yöneticiler

kadın; üyeler erkek olmalıdır. Örneğin HADEP kendi içinde böyle devrim yapabilecek bir

atılımı göze alabilir; kadınların inisiyatifinin önünü açarsa, en kısa zamanda sadece Türkiye'yi

değil, bütün bölgeyi allak bullak eden bir toplumsal hareket haline dönüşebilir. Aslında hiç

gecikmeden yapılması gereken budur. Olayların beklemeye zamanı yok.

Tarihte bütün tıkanıklıkları hep kadınlar çözmüştür, yeter ki, onların önü tıkanmasın.

[email protected]

18 Şubat 2000 Cuma

Kadınlar Öne

Canlıların evrim tarihinde cinslerin keşfi başlı başına bir devrim oluşturmuş ve bu keşiften

sonra yeni türlerin ortaya çıkışı büyük bir hız kazanmıştır. Dişi ve erkek ayrımı onların

çocuklarında yeni genetik özelliklerin ortaya çıkmasına bu da türlerin yaşamasına ve

çeşitlenmesine yol açmıştır. Ve bu ayrım, giderek özellikle çocukların belli bir bakım

gerektirdiği "yüksek" canlılarda çoğu kez bir tür iş bölümünün, bu da toplumsal

örgütlenmenin ilkel biçimlerinin temel dinamiğini oluşturmuştur.

İnsanın insan oluşunda emeğin rolü üzerinde epey durulmuştur. Ama, Kadının rolü hep es

geçilmiştir. Ancak toplumsal bir örgütlenme olmadan, alet kendi başına, gereğinde alet

kullanan bir çok canlıda görüldüğü gibi, kimi organların bir uzantısı olmaktan başka bir işlev

göremez. Ama Toplum'un ortaya çıkışıyla, artık organların ve türlerin değil de, toplum

biçimlerinin değişimi olanağı ortaya çıkar. Alet, Toplum'un olduğu yerde bir üretici güç

haline gelir. Toplumu yaratan ise kadın olmuştur.

Cinsel yasaklar, insanın hayvanlıktan kurtuluşunun ve toplumun ortaya çıkışının yolunu

açmıştır. İnsan, doğanın çok güçsüz bir yaratığı olarak, ancak toplu halde davrandığı takdirde,

ve ama bu davranış basit bir aritmetik toplam gibi ortak çıkarlar temelinde değil de, bir bütün

uğruna parçayı feda etme temelinde davranabildiği takdirde varlığını sürdürebilirdi. İnsan'ın

her canlının en doğal iç güdüsü olan, yaşama iş güdüsünü, tehlikelerden kaçma iç güdüsünü,

toplum denen soyut varlık uğruna yenebilmesini gerektiriyordu. Kişinin kendini daha üstün

bir varlık uğruna feda edebilmesidir toplumu bir sürüden; insanı hayvandan ayıran.

Bu muazzam devrimi ancak kadınlar yapabilirdi. Dişiler zaten, bütün "yüksek" canlılarda

görüldüğü gibi, çocukları uğruna kendilerini feda edebilme yeteneğine sahiptiler. Buradan,

daha büyük bir birlik uğruna feda etmeye kolayca geçilebilirdi. Bu yüksek şey ise, yine ancak

kadın aracılığıyla bilinebilen soy olabilirdi. Böylece cinsel yasaklar, hem bir yandan soyun,

ailenin, akrabalığın, yani toplumun mekanizmasını ve örgütlenmesini belirliyor, hem de

kendine egemen olmayı, belli yasakları çiğnememenin, dolayısıyla parçayı bütüne tabi

kılmanın yolunu açıyordu. Bu nedenle, bütün "ilkel" toplumlarda, kabilenin eşit bir üyesi

olabilmek, sancılı imtihanlardan geçmekle mümkün olur. Bütün bunlar, parçanın bütüne tabi

olmasının, hayvansallığı ifade eden iç güdülerin yenilmesinin; toplumsal kutsallaştırmanın

ifadesidir.

Page 50: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

50

Erkek hayvansaldır, kadın bitkisel. Erkek avcıdır, kadın toplayıcı. Erkek öldürür, kadın üretir.

Kadın çevreyi düzenler, erkek tahrip eder. Erkek savaşcıldır, kadın barışcıl. Bu nedenle bütün

kültürlerde evrensel olarak, kadın kıyafeti toplayıcılığa dayanan kökleriyle eteklik; erkek

kıyafeti, avcılığa uygun olarak pantolondur. Ve çoğu kez erkek isimlerinin kökeninde hayvan,

kadın isimlerinin kökeninde bitki isimleri yer alır.

Çocukları yemesin diye erkekleri dışlayan, toplayan, çocukları büyüten, bin bir denemeyle

yeni otlar, kökler, sepetler, kilimler, çömlekleri icat eden, hatta muhtemelen erkeklerin

avlayarak öldürdüğü hayvanları ehlileştiren, bütün bunları diğer kadınlarla paylaşan, bunun

için dili geliştiren, on binlerce yıl boyunca gelmiş geçmiş her biri isimsiz bir mucit ve kaşif

olan, kadınlara borçludur insanlık bütün kültürünü. İnsanı hayvanlıktan çıkaran kadındır. Bu

nedenledir ki, bütün "ilkel" toplumlarda kadın, bir tür ana tanrıca, şaman, kutsal anadır.

İnsanlığın medeniyete, yani sınıflı topluma, geçmesiyle birlikte Kadın'ın toplumsal alt

konuma geçirilişinin hikayesi de başlar. Klasik uygarlıkların geliştiği bütün yerlerde, kadının

toplumdaki yeri aşağı düşer. Hatta uygarlık ile, kadının konumu arasında kesinlikle bir ters

orantı vardır. Çin, Hint, Akdeniz uygarlığının geliştiği bütün yerlerde kadın yerin dibine

yollanmıştır. Harem denen cinsel köle zindanlarını; kadınların ayaklarını dumura uğratmayı;

ölen kocalarıyla birlikte yakmayı; gömmeyi hep medeniyet keşfetmiştir. Kadının bu alt

konuma geçirilişi, fiziksel baskı ve terörün yanı sıra ideolojik bir savaşla birlikte

yürütülmüştür. Ademin Cenneten atılmasının suçunu Havva'ya yüklemekten, kadın tanrıların

meduza veya masalların dev anaları gibi gösterilmelerine kadar, tarih öncesinin masal ve

efsanelerin ardına gizlenmiş tarihi aslında, Tıpkı, Atatürk'ün Nutku; ya da Stalin'in SBKP

tarihi ya da "Barbarları" anlatan "uygarların" vekayinameleri gibi, gerçek tarihi erkeklerin

bakış açısından tahrif eden ve yeniden yazan tersinden okunması gereken yalanlardır. Bu

fiziksel ve ideolojik savaşın nasıl kanlı yürüdüğünü, en geç uygarlığa geçen Avrupa'nın yakın

tarihindeki cadı yakma ve kovuşturmalarından biliyoruz. O yakılan cadılar, ilkel sosyalist

toplumların "kadın ana"larının geleneklerini sürdüren son temsilcilerdiler. Onlarla birlikte

sadece kadınlar aşağılara itilmiyor, topluma eşitlikçi ve özgürlükçü, devlet tanımayan

ilişkileri unutturuluyordu.

Açın bir dünya haritasını bakın. Klasik uygarlıkların ulaşamadığı yerlerde, kadının

toplumdaki yeri yüksektir. Eski uygarlık beşiklerinin dağları, yollara, bezirgan ilişkilere

uzaklığı ve kolay zapt edilemezliği ile, ilkel sosyalist eşitlikçi ve özgür ruhun sığınakları ola

gelmişlerdir. Buralarda, kadınların toplumdaki yerleri de bezirgan kasabalarına ve uygar

şehirlere göre çok daha yüksek olmuştur. Ve dikkat edilirse, kadının toplumdaki bu yerinin

yüksek olduğu bölgeler, aynı zamanda, Batıni, yani muhalif tarikatların da yaygın olduğu

yerlerdir. Örneğin İslam aleminin bütün dağları Alevi - Batınidir. Ege dağları veya dersim

dağları: buralarda "kadın ana"lar hala vardır, yaşayan "cadılar" olarak; genellikle alevidirler

ve uygarlık oralara fazlaca girememiştir.

Dünya'da da böyledir. Avrupa'nın hiç bir zaman doğru dürüst medenileşmemiş kuzeyinde

kadının yeri, kapitalizmin bütün farkları yok edici erezyonuna rağmen bir güney Avrupa

ülkesiyle kıyaslandığında farklıdır. Dikkat edilirse, buralarda Roma uygarlığının ruhu Katolik

Kilisesi fazla derine işleyen bir etki gösterememiştir, ve buralar aynı zamanda Protestanlığın

Page 51: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

51

güçlü olduğu yerlerdir. Kapitalizm de buralarda doğup hızlı bir gelişim gösterebilmiştir.

Demek ki, insanlığın kapitalizme geçişi ile, kadının toplumdaki konumunun yüksekliği de

ilişkilidir. Modern uygarlığa geçişte kadının bu ana maya rolü yeterince incelenmiş değildir.

Modern tarihte, bütün büyük ayaklanmaları kadınlar başlatmış ve onlar kadınlara nispeten

daha geniş özgürlükler getirmiştir; bütün restorasyonlar ve karşı devrimler de kadının bu

kısmi kazanımlarını geri almıştır. Fransız Devrimi'nden, Ekim Devrimi'ne ve Cezayir

Kurtuluş Savaşı'ndan İran Devrimi'ne kadar bütün devrim ve karşı devrimler tarihi bunu

kanıtlar.

*

Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde de bu yasa geçerliliğini sürdürür. Ulusal hareketin yükselişi,

Kadının eski feodal baskılardan kurtulabilmesi için ona muazzam bir olanak sunmuştur. Kürt

ulusal hareketi aslında büyük ölçüde, kadınların başını çektiği bir modernleşme hareketidir

de. Ve bu dinamizmle, Avrupa'da ve Türkiye'de Feminist hareketin yatağına çekildiği

koşullarda, anca benzeri İsveç gibi toplumlarda görülebilen kadın partisinin kuruluşuna kadar

giden bir dinamizm göstermiştir.

Kürt Ulusal Hareketi, bugün büyük dönüşümler geçirmektedir. Bu dönüşümlerin yol açtığı

problemler kadar, her mücadele biçiminin kendi tehlikeleri vardır. Örneğin silahlı mücadele,

başına buyruk çeteciliğe, güce tapmaya, savaşı ve silahı kutsallaştırmaya, terörizme yönelik

eğilimleri de besler. Bu nedenle, sürekli olarak bu eğilimlere karşı bir mücadele gerekir. Ama

legal ve açık mücadele biçimlerinin de kendi tehlikeleri vardır. Bunlar da, reformizmi, zengin

sınıfların ağırlığını, parlemantarist eğilimleri, bölgeciliği vs. güçlendirir. Legal yollar sadece

mücadeleye değil, bu tür eğilimlere de yeni olanaklar sunar. Bu eğilimlere karşı, teknik

tedbirlerle karşı durulamaz. Bu tür eğilimlere ancak, belli toplumsal güçler bir set çekebilir.

Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi, kendi içinde Kürdistan'daki bütün sınıfların eğilimlerini de

taşımaktadır, ulusal baskıya karşı mücadelenin içinde daima bu farklı sınıfların eğilimlerinin

de bir mücadelesi var olmuştur ve olacaktır. Bu mücadele genellikle, farklı konulara vurgular

biçiminde süregelmektedir. Bu gün bütün bu eğilimlerin büyük bölümü HADEP içi ve

çevresinde toplanmış bulunuyor. HADEP içindeki mücadeleler, aslında Kürt Ulusal Hareketi

içindeki farklı sınıfsal eğilimlerin mücadeleleridir. Ulusal hareketin çekirdeğini oluşturan

yoksullar, şehirlerin ve legal mücadelenin yollarını daha iyi bilen orta sınıflara karşı; onların

bundan yararlanarak politikayı belirleme çabalarına karşı, gerillanın prestijiyle ve kimi zaman

da dayatmalarla bir ölçüde tehlikeleri engelliyebildi ve memnuniyetsizlikleri bastırabildi.

Ancak bundan sonra mücadele biçimleri ve ekseni tamamen değiştiğinden, eski yöntemlerle

aynı sistemi sürdürmek hem olanaksızdır hem de bölünmelere yol açar.

Bu çıkmazdan çıkışın, yeni mücadele biçiminin ve mücadele alanının yer değiştirmesinin

tehlikelerini en aza indirebilecek tek toplumsal güç Kadınlardır. Kürt Ulusal Hareketini

sırtında taşıyan ve hala bir yükseliş yaşayıp kadınların yeni katmanlarının katılışıyla

canlılığını sürdüren kadınlar mücadelenin önüne geçmelidir. Bu, sadece yeni mücadele

biçimlerinin yeni tehlikelerine karşı bir sigorta oluşturmaz; yaratıcı girişimlerin de yolunu

açar. Ve nihayet, hep geriliğinden söz edilmiş Kürdistan'da kadınların böyle bir öne çıkışı,

Türk kadınlarının ve geniş yığınlarının her şeyi bir başka ışık altında görmelerine yol açabilir:

Page 52: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

52

Bu da Kürt hareketini bu gün bulunduğu tecritten çıkarıp, Batı'da yeni kıpırdanışların yolunu

açabilir. Ve en nihayet, ilerde bir restorasyonda, kadınlara karşı onları tekrar eski rollerine

itecek girişimler başladığında, bu girişimlere karşı şimdiden daha elverişli bir pozisyonda

bulunmak ve daha geniş mevzileri elde tutmak çok önemlidir.

Bunun ilk şartı, kadınların öne geçmesidir. Kadınların öne geçmesi somut olarak, HADEP'te

bütün organlara en azından yarı yarıya ve daha iyisi ise tamamen kadınların getirilmesiyle

olabilir.

Türkiye'yi de, Kürdistan'ı da bu çıkmazdan ancak kadınlar çıkarabilir. Kadınlar öne. Ve kuru

bir slogan olarak değil somut olarak: Kürt Ulusal hareketinde Bütün Organlarda ilk elde

kadınlar çoğunluğa. Bu Türk devletinin bütün manevralarını boş çıkarabilecek stratejik bir

hamle olur. Türkiye'yi de, Dünyayı da sarsar. Yeni yedek güçleri harekete geçirir. Karşı

tarafın tecridini güçlendirir. Ve yeni mücadele biçiminin tehlikelerine karşı bir pan zehir

oluşturur.

Politikayı küçük hesaplar ve pazarlıklar olarak görenler için hayalci görünen bu öneri;

Politikayı özünde büyük bir taktik esneklik, diplomatik ustalık ile birleştirilmiş stratejik

manevralar olarak gören bir anlayış için son derece gerçekçidir.

[email protected]

09 Mart 2000 Perşembe

*

Bir Değişimde Üç Değişim

Artık "İmralı Süreci" diye adlandırılan, Kürt Ulusal Hareketinin yeni stratejisi, dikkatlice

incelendiğinde, onun bir stratejik değişim içinde üç stratejik değişim içerdiği görülür. Bu üç

stratejik değişiklik, onun karşısına ve yanına aldığı yeni güçleri belirlemektedir.

Birinci stratejik değişiklik kendini demokratik görevlerle sınırlamadır.

Yirminci yüz yıl boyunca, demokratik taleplerden kaynaklanan hareketler ve ulusal kurtuluş

hareketleri, ilk önce Rusya'da ve daha sonra da bizzat Rusya'nın sunduğu dünya dengelerinin

ek etkisiyle, iktisadi ve kültürel koşulların bulunmadığı bir çok ülkede, gerek kendi

burjuvazilerinin korkaklığı ve ihaneti; gerek uluslararası burjuvazinin tehdit ve baskıları

karşısında, sosyalist tedbirler geliştirmek ve sosyalist devrimlere dönüşmek zorunda kaldılar.

Yani demokratik karakterli devrimler sosyalist devrimlere dönüşmek zorunda kaldılar ve

kendilerini demokratik görevlerle sınırlamadılar. Yirminci yüzyılın bütün trajedisi bu

dönüşümde, toplumsal ve kültürel koşullar oluşmadan, köylü ve ulusal karakteri ağır basan

devrimlerin sosyalist karakterli dönüşümler yapmak zorunda kalmalarında ve buna karşılık

koşulların var olduğu ülkelerin ise onlara yardıma gelmemelerinde gizlidir. Bu gün

bakıldığında yirminci yüz yıl tarihinin, bir çıkmaz sokağın ucuna kadar gidip geri dönüş ve

kalınan yerden başlamak gibi görünmesinin nedeni de budur.

Page 53: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

53

Fakat yirminci yüzyılın bitişiyle de çakışan büyük alt üslük sonucunda bu gün gelinen

noktada görülen odur ki, demokratik karakterli hareketler, ideolojik şekillenmeleri geçen yüz

yılda sosyalist devrimlere dönüşmeye dayansa bile, kendilerini demokratik karakterdeki

görevlerle sınırlamak zorunda kalıyorlar. Pratik ve teori arasında, geçen yüzyıldaki

bakışıksızlık bu sefer ters yönde varlığını sürdürüyor. Yirminci yüzyılda, on dokuzuncu yüz

yıl yadigarı programları demokratik görevlerle sınırlı partiler sosyalist devrimlere

yöneliyordu, şimdi ise, yirminci yüzyıl yadigarı programları sosyalist devrim hedefleyen

partiler kendilerini demokratik taleplerle sınırlamak zorunda kalıyor.

Bir kaç örneği hatırlatmak yeter. Geçen yüz yılın son devrimlerinden olan Nikaragua,

başlangıçta, sosyalist bir devrime doğru, tıpkı örneğin Küba'da olduğu gibi hızlı bir değişim

geçirdiyse de, bir süre sonra bu hızını kesmek ve demokratik bir programla kendini sınırlamak

zorunda kaldı. Ama daha çarpıcı bir örnek Güney Afrika'dır. Güney Afrika'daki hareket, hem

programataik ve ideolojik olarak kendini demokratik görevlerle sınırlamayacağını ifade

ediyor hem de Rusya dahil hiç bir devrimin dayanmadığı kadar güçlü bir işçi sınıfına

dayanıyordu. Bu hareket bile kendini demokratik görevlerle sınırlamak zorunda kaldı. Geri

ülkelerdeki bütün diğer kurtuluş hareketlerinde, örneğin en radikal görünen Zapatistalarda

bile bu değişim gözlenmektedir. Eşitlikçi bir toplum ideali bir şekilde hepsinde korunmaktadır

bir bakıma, ama bu o kadar uzak bir geleceğin sorunudur ki, somut politika ve strateji

açısından bir anlamı yoktur artık.

Kürt Ulusal Hareketi de bu genel eğilime uymak zorundaydı ve uydu. Kendini demokratik

görevlerle sınırlayacağını açıkça ifade etti. Birinci önemli stratejik değişiklik budur. Bu

değişiklik, Kürt Ulusal Hareketine, sosyalist bir devrim umuduyla destek veren küçük

sosyalist ve radikal grupların, yeni stratejiye tepki duymalarına ve diğer değişiklikleri

anlayamamalarına yol açmaktadır.

Kendini bu demokratik görevlerle sınırlama, yoksullara dayanan bu hareketlerin demokratik

hedeflerine ulaşabilmek ve onları savunabilmek için yeni yollar aramasına yol açmaktadır.

Sürekli devrimi yaratan dinamik; yani uluslar arası burjuvazinin baskısı ve kendi

burjuvazisinin korkaklığı ve ihanetinin yoksulları öne çıkarması; bu sefer kendini başka bir

biçimde dışa vurmaktadır. Yirminci yüzyılda, nasıl yoksullara dayanan demokratik karakterli

dönüşümler birikmiş enerjisini sosyalizme doğru, tabiri caiz ise derinliğine ileri giderek

değerlendirmeye çalıştıysa, bu yüz yılda da, bu enerjiyi genişliğine yayılarak değerlendirmeye

çalışacak gibi görünüyor. Ya da şöyle ifade edelim. Geçen yüz yılın bir ülke içinde derinliğine

ilerleyerek sosyalizme ulaşma hedefi yerini; ulusal sınırlar dışında, bir bölgede demokrasiyi

yayma hedefiyle yer değiştirmektedir. Demokratik görevlerin sınırları aşılamıyor ise; sosyalist

devrime dönüşün yolu kapandı ise; ulusal sınırları aşarak; demokrasiyi ulusal sınırların

ötesine yayarak bu çıkmazdan çıkılma denenemez mi? Geçen yüz yıl sosyalist devrime

dönüşerek çıkış arama damgasını vuruyordu ise bu yüz yıla da demokratik görevleri ulusal

sınırların dışına yayarak bu çıkış arama temel rengini verecek gibi görünüyor.

Bu eğilim ilk önce Meksika'daki Zapatist harekette görüldü. Bu hareket ulusal baskıya karşı

ama aynı zamanda yoksullara dayanan bir hareketti. Giderek kendini demokratik görevlerle

sınırlamasına paralel olarak, Meksika'da ve dünyada demokrasiyi hedefleyen ve neo

Page 54: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

54

liberalizmi karşıya alan taleplerle yeni dayanacağı güçlere yöneldi. Ulusal bir hareket

olmasına rağmen, ulusal baskıya bütünsel bir demokrasi aracılığıyla ulaşmanın yolunu denedi

ve deniyor. Çok küçük bir nüfusa, çok küçük bir gerilla gücüne dayanmasına rağmen tecrit

olmamayı ve Meksika hatta bir derecede de dünyadaki muhalefet için bir katalizör rolü

oynamayı başarıyor. Ve bu tür yönelişlerin potansiyelleri hakkında belli ip uçları vererek

ilginç bir keşif kolu deneyi sunuyor.

Kürt Ulusal Hareketi de aynı yola girmiş bulunuyor. Yeni stratejinin dünya tarihsel bakımdan

önemi burada bulunmaktadır. Burada ikinci ve üçüncü değişiklikler gündeme geliyor.

İkinci stratejik değişiklik, ulusun kültür, etni ve dile bağlı tanımından hukuki bir tanımına

geçiştir.

Ulus ilk doğduğunda, yani Amerika'da tam da bu kültür, etni ve dilden soyut anlamıyla ortaya

çıkmıştı. Dünyadaki bu ilk ulusal devletlerden biri, ne bir dil ne de bir soy ortaklığına

dayanıyordu. Belli bir toprak parçasında, hukuki olarak tanımlanmış insanlardan oluşuyordu

ulus. Kültür, dil, etni ulusun tanımının dışındaydı yani politik bir anlama sahip değildi.

Bindiği gibi ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışmasını öngörür, ulusal olan hukuki bir

tanıma indirgenince etni, kültür ve dil politik olmaktan çıkıyorlardı. Ne var ki, daha sonraki

dönemde ulusçuluk düşüncesi ve modernleşme, uzun yıllardan beri benzer dili konuşan, az

çok ortak bir kökten geldiğine inanılan bölgelerde yayılınca, Kültür, etni ve dil giderek politik

bir anlam kazandı ve ulus olmak gibi ulusçuluk da bunlardan ayrılamazmışçasına algılanmaya

başladı.

Son yıllarda gerek dünya ölçüsünde muazzam işgücü göçleri, gerek çeşitli ulusların Avrupa'da

olduğu gibi başka bir ulus kurmaya yönelişleri, gerek bilgisayar ve iletişim alanındaki

gelişmeler ve gerekse yine bilgisayarların sanayie uygulanmasına bağlı olarak, klasik fordist

standart üretim ve tüketim kalıpları yerine, daha esnek ve çeşitli versiyonları olan üretim ve

tüketimin olanaklılaşması gibi gelişmeler, yirminci yüzyılın uluslaşmalarına damgasını

vurmuş olan etni, kültür ve dile dayanan ulus tanımlarının değiştirilmesinin ve ulusçuluğun ve

ulusların çıktığı ilk dönemin anlayışlarına geri dönülmesinin koşullarını yarattı. Bir bakıma

ulusçuluk da, ilk çıktığı yere, ulusun hukuki tanımına dönüyor.

(Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya'daki ulusal hareketler hiç bu tabloya uymaz

görünüyorlarsa da, onlar da aslında, yirminci yüzyılın başında, Osmanlı ve Habsburg

hanedanlarının sonunu getiren gelişmelerin olduğu yere dönmüş bulunuyor. Oralarda filim

kopmuştu, şimdi kaldığı yerden devam ediyor, o ulusal hareketler bu günün dünyasına değil

geçmişe aittirler.)

İşte Kürt Ulusal Hareketi, Anayasal vatandaşlık temelinde kültür, dil ve mahalli otonominin

gelişmesi gibi formülasyonlarla aslında ulusun yeni bir tanımına geçmiş bulunuyor. Böylece

sınır çizgilerini, Kürtler ve Türkler arasında değil, Kürtlerin ve Türklerin, dil, etni ve kültüre

dayanan eski ulusçuluk tanımında ısrar edenleriyle, dili ve etniyi ulusun tanımının dolayısıyla

politik alanın dışına itenleri arasında çiziyor. Bu yeni çizgiyle her iki tarafta da yeni güçler

kazanırken bazı güçleri de kaybediyor. Klasik ulus tanımında ısrar eden Kürt burjuvazisi ve

milliyetçiliği, tam da bu nedenle, Kürt Ulusal hareketini ihanetle suçluyor ve en saldırgan

tavrı alıyor. Aynı şekilde Türkler arasında da Genel Kurmaydan MHP ve Ecevit'e kadar bütün

Page 55: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

55

bu yeni ulusçuluk karşısında kesin bir tavır alıyor. Böylece, yeni çizgi, her iki tarafın dil ve

etniye dayanan milliyetçilerini kendisine karşı olmakta birleştiriyor. Bunlar, Kürt Ulusal

hareketine karşı, yeni çizgi kendi paradigmalarının aşılması anlamına geldiğinden zımni ve

fiili bir çıkar ortaklığı ve iş birliği içinde bulunuyorlar. Bu nedenledir ki, kendini demokratik

görevlerle sınırlamanın milliyetçi ve burjuva eğilimleri kazanması gerçekleşmemekte;

milliyetçiler milliyetçiliğin klasik tanımı reddedildiği için; klasik sosyalistler ise, ulusçuluğun

daha esnek bir biçimine rağmen kendini demokratik görevlerle sınırladığı için, yeni çizginin

karşısında yer alıyorlar. Ama gerek bu milliyetçi anlayış, gerek sosyalist anlayış, ikisi de

geçmişin dünyasının ifadeleri olduğu, bu gün var olan gerçekten uzak oldukları için; yeni

çizgi ile karşıtları arasındaki çatışma geçmişin, taşlaşmışın yeni olanla ve geleceğe ait olanla

çatışmasıdır.

Elbette bu yeni ulus tanımı, Türklerin çok büyük bir bölümünün de çıkarınadır. Türkiye'de bu

ulusçuluğun bu iki biçimi arasında, Özellikle PKK'nın mücadelesinin yükselmesiyle başlamış

bir mücadele sürmektedir. Ne var ki, bu mücadele daha ziyade ideolojik ve kültürel bazda

sürmekte, Kürt Ulusal hareketinde olduğunun aksine, somut bir program ve onu savunacak

politik güçten yoksundur. Türk tarafında, örgütlü ve güçlü olan, Ulusun klasik tanımıdır, Kürt

tarafının aksine. Kürt tarafı, yeni çizgisiyle, Türkiye'deki paralellerine örgütlenme ve bir

politik güç olma olanağı sunarken, Türk tarafı da, yeni çizgiye karşı saldırısı ve baskısıyla,

Kürt tarafındaki klasik milliyetçilere aynı olanağı sunmaktadır. Klasik Türk milliyetçiliğinin

kalesi Genel Kurmayın klasik Kürt Milliyetçilerinin güçlenmesine, Kürt Milliyetçilerinin de

var oluşlarını sürdürüp etkilerini arttırabilmek için yeni çizginin başarısız kalmasına gerekleri

vardır.

Üçüncü stratejik değişiklik, ulusal bir hareketten sosyal bir harekete dönüşme özelliğidir.

Genel anlamıyla elbette her ulusal hareket bir sosyal harekettir: Ama daha dar anlamda sosyal

bir hareket, dinamiğini ulusal olmayan (sınıfsal, cinsel ve daha başka) ayrımlardan alan

hareket demektir. Ulusun bir tanımından diğer tanımına geçmek, henüz ulusal hareket olma

özelliğini aşmak anlamına gelmez; ama bunu olanaklı hatta zorunlu kılar.

Ulusal bir hareket adı üstünde, ulusal baskıyı ortadan kaldırmaya yöneliktir, bu baskı sadece

ayrı bir devlete ulaşmakla değil; ulusu başka biçimde tanıyarak ve dil gibi özellikler politika

dışına, yani ulusun tanımının dışına itilerek de ortadan kaldırılabilir. Ulusal baskıya son

vermeye yeni biçimde, sadece ulusun yeni bir tanımıyla ulaşılabilir, klasik biçimde tıpkı

ayrılmayla veya ayrılma hakkını elde etmeyle ulaşılabileceği gibi.

Ama bunu başarabilmek için, eski ulus anlayışını egemen kılan güçlerin tasfiyesi

gerekmektedir. Teorik olarak, pek ala, yeni bir ulus tanımına dayanan ama aynı zamanda hiç

de demokratik olmayan bir rejim mümkündür. İşte, Kürt Ulusal Hareketi, sadece ulusun yeni

tanımıyla yetinmiyor, yetindiği takdirde ulusun yeni bir tanımına ulaşılamayacağını,

dolayısıyla ulusal baskıyı ortadan kaldıramayacağını görüyor; Ulusal baskıyı ortadan

kaldırmak için ise, demokratik ve sosyal dönüşümleri de hedefleyerek, ulusçuluğun eski

tanımına dayanan güçlere karşı bütün demokratik güçleri kapsayan bir harekete dönüşmeyi de

hedeflemiş bulunuyor; ama böyle yaptığında da ulusal bir hareketten bir sosyal harekete

Page 56: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

56

dönüşüyor. Ama bu sosyal hareket ise, kendini demokratik görevlerle sınırlıyor. Böylece daire

kapanıyor ve yeni strateji bir tümlük olarak ortaya çıkıyor.

[email protected]

15 Mart 2000 Çarşamba

*

Newroz'un Dönüşümü

İnsanlık, tarihindeki büyük devrimleri bayramlaşmıştır. İnsan, on binlerce yıl, bir kıtlık

ekonomisi içinde ve açlık tehdidi altında yaşamıştır. Ancak son beş bin yılda, ılıman iklim

ırmak boylarında düzenli ekinciliğin ve hayvancılığın keşfiyle, açlık tehdidinden

kurtulabilmiş, düzenli bir artı ürün elde edebilmiştir.

Düzenli bir artı ürünün olmadığı; avcılık ve toplayıcılık ve gel geç bahçecilikle yaşayan bir

toplumda, düzenli olarak tekrarlanan bir bayram olanaksızdır. Orada, rastlantısal olarak elde

edilen bol ürünün tüketilmesi söz konusu olabilir ki, bu bayramdan ziyade şölendir.

Bayram, her şeyden önce, yaşamın çalışmadan sürdürülebileceği günlerdir. Ekincilik ve

hayvancılığın keşfi düzenli tekrarlanan bir kutlamayı mümkün kılmakla kalmamış, insanlar

bizzat bu bayramları mümkün kılan keşifleri, yani insanlık tarihinin bu en büyük devrimlerini

bayramlaştırmıştır.

Örneğin Kurban Bayramı, insanlığın avcılığın kıtlık ekonomisinden, hayvancılığın bolluk

ekonomisine geçişin bayramıdır. Kurban bayramı efsanesinde, İbrahim'in çocuğunu kurban

etmesi, kıtlık ekonomisini; meleğin getirdiği koyun ise göçebeliğin bolluk ekonomisini

sembolize eder.

Aynı şekilde, ılıman iklim kuşağında, tarım ekonomisine geçmiş bütün toplumlarda, bahar

aylarında doğanın canlanmasından kaynaklanan bayramlar vardır. Tiyatronun doğuşuna

kaynaklık eden eski Yunanlılardaki eğlenceler, Avrupa'da kökleri Hıristiyanlık öncesine

dayanan Paskalya ve İrani kavimlerde yaygın olan Newroz da tarıma dayalı ekonominin

ortaya çıkardığı bayramlar olarak görülebilir.

Bütün büyük dinlerin kökeni tarım ve ticarete dayanan toplumlarda olduğu için, dinsel

bayramların kökeninde genellikle tek tanrılı dinler öncesinin bayramları ve onların anlam

değiştirmeleri vardır.

İslamlık, nasıl İslamlık öncesi Sami kavimlerin geleneği Kurban bayramını kendisine mal

ettiyse; İran gibi güçlü bir uygarlık beşiği, Müslümanlaşırken Newroz gibi İslamiyet öncesi

bayramlarına dinsel bir anlam da vermiş ve onları sürdürmüştür.

Böylece, dinlerin yayılması aracılığıyla, bu bayramlar, ilk doğuşundan çok başka koşullarda

ve başka anlamlar içinde yaşamaya devam etmişlerdir. İnsanların hafızasından silinmiş de

olsa, bu bayramlar büyük devrimlerin izi olarak, yepyeni işlevler kazanarak devam

etmişlerdir.

Page 57: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

57

Hıristiyanlık kölelerin dinidir ve Hıristiyanlık: "Allah altı günde tüm alemi yarattı yedinci gün

dinlendi" diyerekten, kölelere haftada bir gün dinlenme sağladı. Bu tatil de bir bayram gibi

görülebilir. Bu öyle büyük bir kazanımdır ki, modern işçi hareketinin mücadeleleri ile

kazanılmış sekiz saatlik iş günü, yıllık ve hastalık izni gibi gelişmeler bile, yılda elli iki

günlük bir tatil kazanımının yanında küçük kalır. Bu bakımdan Pazar günleri de, çalışanlar

açısından büyük bir devrimin sonucudur ve bizzat kendisi bunun bir kutsanmasıdır da.

*

Ulusal bayramların temelinde ise, burjuva devrimleri veya bunları sembolize eden olaylar

bulunmaktadır, bağımsız bir devletin kurulması gibi.

Çoğu ulusta topu topu, devrim veya bağımsızlık ilanı gibi, en büyük olaylara denk gelen bir

veya iki önemli ulusal bayram vardır. Ama Türk devletinde, 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30

Ağustos ve bir çok şehrin "kurtuluş" bayramları da sayılırsa, beş kadar ulusal bayram vardır.

Ortada refah getiren bir devrim olmayınca, Türkiye'nin egemenleri, refah yerine, çalışanlara

bayramlarla tatil günü rüşvetleri vererek iktidarlarını korumayı denemişlerdir. Bu beş bayram,

Türkiye'de doğru dürüst burjuva devrimi yapılmadığının itirafından başka bir şey değildir.

Bütün dünyada, adam gibi devrim yapmış burjuvazi, bağımsızlık ya da devrim günün

bayramlaştırarak bir günle yetinmiştir.

Çalışılmayan bir gün, burjuvazi açısından artı değer üretilememiş, dolayısıyla kayıp bir gün

demektir. Bu nedenle, normal olarak burjuvazinin bayramlarla arası hoş değildir. Türkiye'de

de son yıllarda burjuvazi palazlandıkça, bunca bayrama ne gerek var diyerekten çok bayram

ve kaybedilen iş günleri için memnuniyetsizliğini dile getirmektedir ama, bir refah

sağlamaktan ve gerçek politik iktidara sahip olmaktan öyle uzaktır ki, ancak 27 Mayıs'a

dokunabilmiştir.

Türk devletinin kuruluşu, Osmanlı "devlet sınıfları"nın eseridir. Bunlar için ise, bir

kapitalistin artı değer hesabından ziyade, egemenliği sürdürmenin kendisi, bunun için de

rüşvet ve tehdit önem taşır. Bunun için Türkiye'deki ulusal bayramların hepsi, bir tatil günü

olarak çalışanlara rüşvet olduğu kadar; militarizm gösterileriyle, ordunun ve bürokrasinin bir

kutsanma ayinine dönüşmesiyle bir tehdittir.

*

Bütün bayramlar gerçekleşmiş olaylara, dönüşümlere dayanırlar. Bir Mayıs ise, henüz

gerçekleşmemiş ve belki hiç gerçekleşmeyecek bir dönüşümün bayramıdır. Bu nedenle bir

bayram bile değil, bir birlik ve mücadele günüdür. Tarihte, henüz gerçekleşmemiş bir projeye

dayanan ve bizzat o projeyi gerçekleştirmenin de aracı olan ilk bayramdır; Politik bir

mücadele aracıdır. Bütün bayramlar, kutlayıcılarını ulus ya da dinlerle sınırlarlar. Bir Mayıs

insanlık tarihinde, bütün dinlerden ya da uluslardan insanların ortaklaşa kutladığı ilk ve tek

bayramdır. Bu özelliği de onun projesinin özünü yansıtır.

Ne var ki, 1 Mayıs, Uzun yıllar, bürokratik diktatörlüklerde, ulusal bayramların yerine

geçirilmiş resmi ve militarizm gösterisine dönüşmüşlerdir. Kimi Türkiye gibi ülkelerde, kendi

gerçek projesinden çok farklı, özünde demokratik karakterdeki hareketlerin sembolü olarak

bir anlam kazanmıştır. Zengin ülkelerde ise, görevli sendika bürokratlarının, küçük aşırı sol

Page 58: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

58

grupların ve diaspora milliyetçiliğinin bir gösterisi olarak kutlanır. Bu anlamda, 1 Mayıs,

kendi özgün anlamıyla artık dünyanın hiç bir yerinde kutlanılmamaktadır. Somut, mümkün ve

gerekli bir proje olarak eşitlikçi bir toplum ideali tekrar ortaya çıkmadıkça da, 1 mayış, başka

politik program ve güçlerin bir aracı olarak kalmaya devam edecektir.

*

Dinsel ve geleneksel bayramlar, politik bir anlama sahip olmadıkları sürece burjuva devletleri

için bir problem oluşturmazlar. Ancak, bunlar, örneğin Kürt Ulusal hareketinde olduğu gibi,

politik bir anlam kazandığı durumlarda, şiddetin hedefi haline gelirler. Newroz, politika dışı

anlamı ve biçimiyle kutlandığı sürece bir sorun olmamış, bir folklorik adet olarak muamele

görmüştür. Ama ne zaman ki, ulusal baskıya karşı Kürt direnişinin sembolü olmuş, bütün

şiddeti üzerine çekmiştir.

Gelenek, geleneksel değildir; modern toplumda gelenekler inşa edilir. Kürt modernleşmesi de,

uluslaşma ve modernleşmeyle birlikte binlerce yıl gerilere kadar giden ulusal bir Newroz

geleneği inşa etmektedir. Nasıl dinler önceki bayramların anlam ve fonksiyonlarını

değiştirerek onları kendilerine mal ettilerse, Kürt Ulusal hareketi de, Newroz'u bir ulusal

bayram olarak kendine mal ediyor. Böylece Newroz, muhtemelen doğuşundan sonra birincisi

İran uygarlığının dini Zerdüştlük, ikincisi İslam olan üçüncü önemli dönüşümünü yaşıyor. Bir

büyük devrimin, tarım ekonomisinin ve doğanın canlanışının bayramı bir ulusun canlanışının

bayramına dönüşüyor. Ve , bir Mayıs gibi, yeni anlamıyla henüz bir bayram bile değil, bir

mücadele günü. Bu gün Kürtler ilerde ulusal baskıdan kurtulmuşluklarının sembolü olarak

Newroz'u kutlayabilmek için, şimdi onu kutlarmış gibi yapıyorlar. Bu günkü Newrozlar,

Newrozları kutlayabilme Newrozlarıdır, birer politik mesaj, birer politik manevra, birer

kararlılık ve güç gösterisidirler. Doğrusu da budur.

*

Ama Newroz, bu dönüşüm içinde bir dönüşüm daha yaşıyor. Newroz'un, henüz bir bayram

bile olmayan, program olan niteliği de, Kürt Ulusal Hareketinin geçirdiği muazzam değişimle

birlikte değişme işaretleri veriyor. Kürtler, başkalarını kurtarmadıkça kendilerini de

kurtaramayacaklarını gördü; ulusun yepyeni bir tanımında bir demokratik cumhuriyet projesi

geliştirdi. Kutlama biçimli son Newroz gösterilerinin parola ve sloganları, bizzat bu yeni

projenin bir ifadesi oldu. Bu muazzam Newroz gösterileri, Newroz'un bir ulusal bayrama

dönüşümü içinde, ulusun yeni bir tanımına dönüşümünün de ifadesi. Kürt ulusu, Bir ulus

olarak bayramı kutlarken, aynı zamanda onu bir yeni projenin gösterisine dönüştürdü.

Bu nedenle bu Newroz, bir yandan, katılım ve gösterileriyle büyük bir devrimci kabarışın

ifadesi olduğu kadar; o gösterilerdeki sloganlarıyla ve çağrısıyla yeni bir projenin de ilk

kitlesel ifadesi oldu. Bu muazzam patlama, eğer ezilmemeyi başarır, enerjisini başarılı olarak

kullanabilirse, sadece Kürtlerin ve Türklerin değil, bütün bölgenin kaderini değiştirebilir.

Newroz gösterileri, bayram biçimi altında, bütünüyle yasal zeminler kullanılarak nasıl politik

bir mücadele yapılacağının; kitlelerin yaratıcılığının güzel bir örneğidir ve Kürt Ulusal

hareketinin, yılların mücadelesi içinde politik bakımdan her türlü taktik kıvraklık ve

esneklikle, hedeflere bağlılığı birleştirmeyi çok iyi öğrendiğini ve olgunlaştığını gösterdi. Ve

Page 59: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

59

bu halk, Newroz gösterileriyle, başta Türkler olmak üzere diğer halkları projesine kazanma

savaşına girmiş bulunuyor.

22 Mart 2000 tarihli Özgür Politika'daki şu haber böyle bir gelişimin müjdecisi olabilir:

"Kürdistan İşçi Kadınlar Partisi (PJKK), Newroz'un Kürt ve Türk halklarının ortak bayramı

olmasını diledi. PJKK, Newroz'un 21. yüzyılda barış ve demokrasi temelinde halkların

kardeşlik ve birlikteliği hedefi ile yaşamsallaştığını hatırlattı."

Bir ulusal hareketten sosyal harekete, ulusun dile ve etniye ve kültüre dayanan tanımından,

hukuki tanımına geçiş, ifadesini bu "ortak bayram" ve "kardeşlik" projesinde buluyor.

Bu Newroz'un sloganları, siyasi taleplerine gereken güçleri kazanıp örgütleyebilir ve zafer

kazanırsa, Newroz, Orta doğudaki halkların ortak bir demokrasi bayramı olabilir ve bir

dönüşüm daha geçirebilir.

[email protected]

22 Mart 2000 Çarşamba

*

Newroz Depremi ve Türk Solu

Türkiye'nin batısı jeolojik bir depremle sarsılmıştı bir süre önce. Newroz'da Türkiye'nin

doğusunda, Kürdistan'da, toplumsal bir deprem yaşandı.

Newroz'da yaşananların bir deprem olduğunun anlaşılmasını engelleme; bu depremi

gözlerden, gönüllerden ve bilinçlerden uzak tutma, bizzat mücadele konusunu oluşturuyor;

onu önemsiz gösterme, hatta mümkünse hiç söz etmeme: toplumsal depremi lokalize edip şok

dalgalarının yayılmasını engellemenin tek yolu olarak görülüyor.

Bu deprem sadece Türk devletini ve onun borazanı basını değil, yeni stratejinin muhaliflerini

de derinden rahatsız etti. Hepsi olanın anlam ve önemini çok iyi kavramış bulunuyorlar, ve

tam da öyle olduğu için, Newroz depremi karşısında, sanki hiç bir şey olmamış gibi, "deliye

taşı andırmamak" veya "eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmemek" için, görmem, duymam,

konuşmamı oynuyorlar. Bizzat bu sessizlik, bu geçiştirme çabası ortada ne kadar önemli bir

gelişme olduğunun en önemli delili. Önce İmralı'da ortaya atılan, HADEP ve PKK tarafından

benimsenen yeni strateji, program ve mücadele biçimlerine, Kürt yığınları ayaklarıyla oy

vermekle kalmadı bizzat uygulamaya geçti.

Devletin de, basının da, yeni stratejinin muhaliflerinin de böyle davranmasının

anlaşılmayacak bir yanı yok. En önemliyi en önemsiz, en önemsizi en önemli gösterme; yani

şu Türkiye'de çok kullanılan deyimle "gündemi belirleme", bizzat bir toplumsal mücadele

aracıdır.

Ama, aslında Türkiye'nin belki de demokratik hedeflerin tek tutarlı savunucusu olan

sosyalistlerin de özünde aynı şekilde davrandıkları ve bir intihar politikası güttükleri

Page 60: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

60

görülüyor. Elbette, sosyalistler, programatik olarak, en azından prensip düzeyinde, Kürt

ulusunun haklarını kazanmasından; Türkiye'deki baskıcı, militer, bürokratik ve keyfi sistemin

kökten değişmesinden yanadırlar. Onların bu inançlarından hiç kimse kuşku duymaz. Ama

tam da bu nedenle izledikleri politikaya intihar politikası demek gerekiyor; çünkü izledikleri

politika, bu istemlerin karşısındaki güçlerin ekmeğine yağ sürüyor ve onların pozisyonlarını

güçlendiriyor.

Onların hepsinin temel yanlışı, "Kürt Sorunu"nu, sorunlardan bir sorun olarak görmelerinde;

Kürt Ulusal Hareketi'ni dinamik bir mücadele öznesi olarak görmek istememelerinde; onun

varlığından rahatsız olmalarında; onun varlığında kendilerine bir rakip görmelerindedir. Bu

durum onları, Kürt Ulusal Hareketi'nin başarıları karşısında; ya da oradaki önemli dönüşümler

karşısında, susmaya, olanları önemsiz göstermeye itmektedir ve bu politikalarıyla, nesnel

olarak Genel kurmay ve onun basit bir psikolojik savaş aracı olmuş Türk basınının soldan iş

birlikçisi haline gelip intihar etmektedirler. Bu devekuşu politikasının adı da, "sınıfa

dayanan"; "sınıf dinamiklerinden hareket eden politikalar" olmaktadır sözüm ona.

Türk solunun genellikle pek işçi sınıfıyla başı hoş olmamıştı geçmişinde. Reformistlerinde

işçiler demek aslında sendikacılar ve sendikal hareket demekti; radikallerinde ise işçi sınıfı

sadece bir retorik olarak yer alırdı. Ama son yıllarda, hemen hemen bütün Türk solunun, "işçi

sınıfı"cı, "sınıfa dayanan politikalar"cı olduğu görülüyor. Ne oldu da hidayete erdiler? Bu

söylem, gerçek sorunu, yani "Kürt Sorunu"nu gözden kaçırmanın, gizlemenin aracıdır. Bu

günün gerçek sosyalist politikası ancak "Kürtçü" olmakla yapılabilir. Bu gün, her kim sınıftan

söz etmektedir; her kim "Kürt Sorunu"nun önemini gözden kaçırmaya, onu sorunlardan bir

sorun gibi göstermeye çalışmaktadır, onun sosyalizmle ilgisi yoktur.

Bulundukları ülkenin doğusunda, insanlar son derece açık politik bir programla, kendi ulusal

sorunlarını da aşmış olarak neredeyse bir serihildan gerçekleştiriyor. Ve bu Türk solunda ne

bir heyecan, ne bir silkinmeye yol açıyor.

İnsan bekliyor ki, Newroz'da gerek mesajları gerek katılımıyla bir serihildan olan gösteriler

karşısında, sosyalist partiler, örneğin bir Özgürlük ve Dayanışma Partisi, aceleyle en yetkili

organlarını toplayıp, bu yeni durum karşısında neler yapılacağını görüşsün; Newroz'un önemi

ve mesajlarına Türklerin dikkatini çekmek, onun karşısındaki susuş duvarını yıkmak için

somut girişimlerin neler olacağına kafa patlatsın.

İnsan bekliyor ki, sosyalist partiler bir araya gelip, Kürt Ulusunun yaptığı teklife, yani

Newroz'un Türklerin ve Kürtlerin ortak bayramı olması teklifine, Türk Tarafından olumlu

cevap verip, gelecek sene, Türk tarafında da, Newroz'u vesile ederek, anayasal vatandaşlık

temelinde, bütün dil ve kültürlerin eşit olduğu bir cumhuriyet ve demokratik dönüşümler için;

devletin resmi Newrozuna karşı, Kürtlerin Newrozuna el veren ve böylece fiilen halkların

kardeşliğini gerçekleştiren kutlama biçimli gösteriler kararı alsın ve şimdiden bu mesajı

versin.

İnsan bekliyor ki, Newroz'un "W" harfine karşı yürütülen yasak ve koğuşturmaları gülünç

duruma düşürmek; onlara karşı mücadele etmek için, örneğin klasik parti ve mücadele

biçimlerine itibar etmediği vurgusu yapan ÖDP, örneğin adındaki "ve" bağlacını bundan

sonra "we" olarak değiştirme kararı alıyor.

Page 61: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

61

İnsan bekliyor ki, bütün sol basın bir araya gelip, bundan sonra bütün "ve" bağlaçları yerine

"we"; weya bütün "v" harfleri yerine "w" kullanma kararı alıyorlar.

Böyle hassasiyetlerin hiç birinden iz yok. Nedir bu körlük ve Kürt Ulusal Hareketi

karşısındaki kompleksler.

İçine girilen yeni dönem, bu tür mevzii savaşlarını, siper savaşlarını, bu tür yeni mücadele

biçimlerini gerektiriyor. Bunun nasıl uygulanacağını, Kürtler bizzat Newroz gösterileriyle

örnekliyorlar. Böyle bir "w" için yapılacak mevzii savaş az mı önemlidir? Hani genel olarak

belirsiz bir tarihte devrim için uğraş değil de, şimdiden küçük de olsa değişiklikler önemliydi?

Hani, artık eski yaratıcılıktan yoksun örgüt ve mücadele biçimleri sürdürülmeyecek, yaratıcı

olunacaktı? Genç kuşaklar, bu beyni kireçleşmiş, Osmanlı yadigarı bürokratik kastın artık

komik olmaktan bile çıkmış bunaklığına karşı böyle yaratıcı biçimlerle bir politik mücadeleye

çekilemez mi? Hayır. Baylarımız ciddi politikacılardır. Dünyanın bir çok sorunu vardır ve

Kürt sorunu da bunlardan sadece biridir. Herkes haddini, hududunu ve yerini bilmelidir.

Örneğin ÖDP MYK'sı 25 Mart 2000 tarihinde toplanıyor. Peki Newroz, nasıl bir yer alıyor bu

toplantıda?

"Bilgilendirme bölümünde; Genel Başkan’ın faaliyetleri yazılı olarak heyete sunuldu.

Yıldırım Kaya’nın Diyarbakır’da katıldığı Newroz kutlamaları bilgisi yazılı sunuldu. Masis

Kürkçügil’in Portekiz’de gerçekleştirilen uluslararası toplantı konusunda sözlü bilgi aktarımı

gerçekleştirildi."

İşte sloganlarında ifade ettiği programı ve katılımıyla bir tür serihildan olan Newroz'a,

Türkiye'nin en büyük ve en popüler sosyalist partisinin verdiği değer bu kadar. O, diplomatik

ilişkiler bağlamında, Portekiz'deki uluslar arası toplantıdan daha fazla bir anlama sahip değil.

Hatta metinde Newroz'dan da değil, Newroz hakkındaki Yıldırım Kaya'nın raporundan söz

ediliyor.

Raporun başka bölümlerine bakıyoruz, acaba başka yerde bir şey var mı diye. Kürt sorununun

geçtiği bir yer daha görüyoruz. Aktaralım:

"Son dönemin tartışma konularından Cumhurbaşkanlığı seçimi, 312. Madde etrafında devam

eden siyasi yasaklar konusu, silahlanmaya yönelik adımlara karşı tutum, kıyak emeklilik,

sendikasızlaştırma ve sigortasız işçi çalıştırma, militarizm, AB ve esnekleşme, tarım alanına

ilişkin politikalar, nükleer santraller ve enerji, Kürt sorunu, özelleştirme saldırıları...vb.

konulara ilişkin eldeki verilerle parti tutumunun bir kez daha basın açıklaması, basın

toplantısı vb. araçlarla kamuoyuna duyurmak üzere, Propagandadan Sorumlu Genel Başkan

Yardımcısı Saruhan Oluç’un görevlendirilmesine,(...)"

İşte, yine aynı sorun. Kürt sorunu sorunlardan bir sorun.

Raporun daha aşağılarına bakıyoruz. 1 Mayıs ile ilgili bir bölüm var. Aktaralım:

"1 Mayıs çalışmaları hakkında yapılan görüşme sonucunda;

1 Mayıs’ın, konfederasyonların ortak katılımı doğrultusundaki çalışmalarının desteklenerek,

onların belirleyeceği alanlara örgütlerimizin yönlendirilmesine,

Page 62: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

62

Dışımızdaki “emekten, barıştan, demokrasiden ve özgürlükten” yana olan güçleri de katarak

bir çalışmanın yürütülmesine,

Çalışmaların yaygın ve düzenli olması için merkezi komisyon kurulması ve bu komisyona

bağlı olarak il ve ilçelerde hemen çalışmaların başlatılmasına,

1 Mayıs’ın ana teması olarak sendikaların benimsediği “Küresel Saldırıya Karşı Küresel

Direniş” şiarının desteklenmesi ve alt başlıkların afiş tasarımı ve diğer dokümanlarda

zenginleştirilmesine, yazılı çalışmaların MYK’na sunulduktan sonra basılı hale getirmek ve

tüm çalışmaları 1 Mayıs kutlamalarına kadar yürütmek üzere MYK’dan (...)’nın

görevlendirilmesine"

Yaşanmış ve Kürt Ulusu tarafından toplumsal bir program sunan Newroz'a bir satırı çok

gören ÖDP MYK'sı, 1 Mayıs'a beş paragraf ayırıyor. Sosyalistliğe bu yakışır

Ya içerikçe? Kürt ulusunun Newroz'da yaptığı kitlesel teklife ve şiarlara bir cevap var mı?

Bunun öne çıkarılması ve tanıtılması var mı? Yok. Soyut ve canlı politikayla ilgisi olmayan,

aslında ilgisi ve gerçek fonksiyonu Kürt sorununu gözden gizlemek olan, "küresel saldırıya

karşı küresel direniş" gibi sloganlar önde.

Kürtlerin Newroz'una, onun sloganlarına sahip çıkarak; yapılacak 1 Mayıs'la karşılık vermek

gerekirken, tam da bu gözlerden ve gönüllerden uzaklaştırılıyor.

Bu günün Türkiye'sinde tek doğru 1 Mayıs, Kürtlerin Newroz vesilesiyle yaptığı gösteri ve

davete, Türkler açısından 1 Mayıs vesilesiyle benzer gösteriler yaparak icabet etmek olabilir.

Yani, Dillerin ve kültürlerin eşitliği özgürlüğü temelinde, hukuki olarak tanımlanmış bir

vatandaşlığa dayanan demokratik dönüşümler yapmış bir cumhuriyet. Bunun için de, ilk elde,

Genel Af, İdamın kaldırılması ve Kürtçe'nin serbest bırakılması aktüel talepleri.

Türk Sosyalist partilerinin yaptığı ise, bunları arka plana itmek, can alıcı olanı, sorunlardan

bir sorun gibi göstermek.

Bu gün kutlanması gereken Bir Mayıs, "işçici" ya da "enternasyonalist" veya "anti globalist"

Bir Mayıs değil, "Kürtçü", Kürt ulusunun milli bayramı Newroz'un çağrısını izleyen

"Milliyetçi" bir Bir Mayıs olmalıdır. Böyle bir Bir Mayıs, Türkiye'nin egemenlerini rahatsız

eder ve gerçek Enternasyonalist görevini yerine getirebilir. Globalizmi veya işçileri veya

enternasyonalizmi slogan olarak öne çıkarmak fiiliyatta, Enternasyonlist görevlerden

kaçmanın örtüsüdür.

Bu Newroz'un ilk dersi şudur: genel olarak demokrasi mücadelesinin bir gücü olan Türk Solu,

fiili politikalarıyla bu mücadeleye ve bu mücadelenin en dinamik gücü Kürt ulusal hareketine

karşı çalışmaktadır. Ondan bir şey beklememek gerekiyor. Türkler arasında, Kürt Ulusal

hareketinin çağrısına cevap verecek güçler, ancak bunların dışından çıkabilir.

[email protected]

31 Mart 2000 Cuma

*

Page 63: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

63

Yeni Politikanın ve Eleştirilerin Özü

Politikada bir gücü kazanmak demek başka bir gücü yetirmek demektir. Çünkü toplumda

konum ve çıkarları birbirine zıt ve birbiriyle çelişen insan kümeleri vardır. Bunlardan birini

kazanmaya yönelik bir çaba diğerini yitirmeye yol açar. Birini kaybetmeden başka birini

kazanamazsınız.

Büyük politik ve stratejik dönüşümler daima belli güçleri kazanırken, belli güçleri kaybetme

sonucu verir. Soru şudur: "Kürt ulusal hareketinin gerçekleştirdiği son politika değişikliği,

güçlerin hangi dizilişine dayanmaktadır?"

Ne var ki, bunu ele almadan önce, kısaca karıştırılan başka bir sorunu ayırmak gerekiyor. Bir

politik ve stratejik dönüşüm boşlukta gerçekleşmez. Politika değişikliği, belli güç ilişkileri

ortamında gerçekleşir; hareketler, strateji ve politika değişikliğini, bir seri diplomatik ve

taktik manevralarla gerçekleştirmek zorundadırlar. Diplomatik ve taktik manevraları, stratejik

değişikliğin kendisiyle karıştırmamak gerekir.

Örneğin, gerilla savaşının bırakılması ve Türkiye hudutlarının dışına çıkma kararı, bir

stratejik veya programatik değişikliği değil, mücadele biçimlerinde bir değişikliği ifade eder.

Kürt ulusal hareketi pek ala eski program ve stratejisiyle de silahlı mücadeleye son vermiş

olabilirdi. Bunun tersi de mümkündü, yeni strateji, eski mücadele biçimleriyle de

sürdürülebilirdi. Ancak bu ikisinin ilişkisinde, belirleyici olan, strateji ve politikadır,

mücadele biçimleri değil. Mücadele biçimlerine bakılarak bir politikanın doğruluğu veya

yanlışlığı söylenemez, ama mücadele biçimlerinin doğruluğu veya yanlışlığı, ancak politika

ve strateji içinde değerlendirilebilir.

Unutmamalı, son derece doğru bir politika ve strateji, son derece aptalca, mücadele ve örgüt

biçimleriyle sürdürülebilir. Bunun tersi de doğrudur. Son derece yanlış bir politika, son derece

akıllıca mücadele ve örgüt biçimleriyle götürülebilir. Mücadele ve örgüt biçimlerinin

doğruluğu ve haklılığı, politika ve stratejinin doğruluğu ve haklılığı anlamına gelmez.

O halde, her ciddi politikacı, her hangi bir gücün politikasının ve stratejinin gerçek mahiyetini

anlayabilmek için, onu gerçekleştiği, ifade edildiği biçimlerden soyutlayıp ele almalı, onun

özünün ne olduğunu ortaya çıkarmalı, sonra bütün o örgüt ve mücadele biçimlerini;

diplomatik manevraları; ideolojik argümanları, bu soyutlanarak özü ortaya çıkarılmış hedefler

ve strateji bağlamında; ona hizmet edip etmedikleri bakımından değerlendirmelidir.

Ne var ki, bir politikayı yaratanlar ve uygulayanlar, onu şimdi bizim burada ele aldığımız

gibi, belli soyutlama düzeylerinde geliştirip, sistemlice ortaya koyma durumunda olmazlar.

Onlar bunu çoğu kez, olayların dayatmasıyla, ne yaptığının tam bilincinde olmadan; daha

ziyade sezişleriyle gerçekleştirir ve ifade ederler. Tarihte yaptıkları değişiklikleri bilinçlice

yapıp, anlamlarının bilincinde olanların biricik örneği, Rus devrimcileridir. Bu bakımdan bir

politikanın ve stratejinin ne olduğu anlayabilmek sanıldığından çok daha karmaşık ve zorlu

bir iştir.

*

Page 64: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

64

Şimdi bu genel metodolojik yaklaşımlar ışığında, Kürt ulusal hareketinin, yeni stratejisinin ne

olduğunu anlamaya çalışalım.

Kürt Ulusal Hareketi, Ulusal baskıya karşı oluşmuş bir harekettir ve var oluşundan

kaynaklanan temel hedefi, Kürtler üzerindeki ulusal baskıyı ortadan kaldırmaktır. Bu genel

hedef içinde, Kürtler üzerindeki ulusal baskının ortadan kalkmasına, ancak Kürtlerin kendi

ulusal devletiyle ulaşılabileceği, bütün Kürt siyasi akım ve hareketlerinin ortak varsayımı

olagelmiştir.

Bu varsayımda, ulusal baskının son bulmasına, bir ulusal devletle ulaşılabileceği anlayışında,

ulus esas olarak, diliyle tanımlanmış oluyordu. Kürt ulusunu, ana dili Kürtçe olanlar ve ana

dili Kürtçe olduğu için baskı altında olanlar oluşturuyordu.

Ne var ki, Kürtlerin, Dünyanın en kritik bölgesinde, her biri çok güçlü olan ve dünyayı

yöneten güçlerce ağırlıkları hesaba katılmak durumunda olan devletler ve uluslar arasında

(Türkler, Araplar, Farslar) parçalanmışlığı durumu, bağımsız bir Kürt devletine ulaşarak

ulusal baskıdan kurtulma yolunu, hele ABD'yi bir ölçüde dengeleyen Sovyetlerin çöküşüyle

adeta olanaksız kılıyordu. En son, en modern ve büyük Kürt örgütü olan, PKK'nın başkanı

Abdullah Öcalan'ın yeryüzünde başını sokabileceği bir ülke bile bulamaması, bu zorluğun en

somut kanıtını oluşturuyordu.

Bu dünya koşullarında Kürt ulusal hareketi için adeta umutsuz ve çıkışsız bir durum ortaya

çıkıyordu. Ayrı bir devlet için mücadelenin, bütün haklılığına rağmen, dünya çapında ve

bölge çapındaki büyük güçlerin karşı ağırlığı karşısında adeta hiç bir başarı şansı

bulunmuyordu. Bu umutsuz durum karşısında, tek umut dünya ve bölge ölçüsündeki güçlerin

çelişkilerini temel alarak, tıpkı Güney Kürdistan'daki örgütlerin yaptığı gibi ayakta kalma ve

onların bir dengesi olarak varlığını sürdürme olasılığı kalıyordu. Bu ise, sadece çatışan

güçlerin bir piyonu ve uzantısı olmaktan başka bir sonuç vermezdi. Bir gücün kendi hedefleri

açısından, çatışan güçlerin çelişkilerinden yararlanması ile, çatışan güçlerin basit bir uzantısı

olması arasında bir fark vardır. Bir dönüştürücü stratejik hedef ve program yoksa, basit bir

uzantı durumuna düşmek kaçınılmazdır.

Bu durumda, Kürt ulusal hareketi için bir tek şans kalıyordu, Kürt ulusunu kurtarabilmek için,

kendisini ezen ulusları da kurtarmayı hedeflemek. Bunu mücadelenin olağan bir yan ürünü

olarak değil; doğrudan somut bir hedefi olarak ortaya koymak. Böylece, ulusal baskıya karşı

klasik ve alışılmış, yirminci yüzyılın stradart çözümünden daha farklı bir yaklaşım

gerekiyordu.

Dünyada, belli bir dil ve etniye dayanan uluslar artık bu günün dünyasının ihtiyaçları için,

gelişimin bir olanağı değil bir engeli olmuşlardı. Her yerde, "çok kültürlülük", "çok etnililik";

kültür ve dil farklarını" ortadan kaldırılması gereken arazlar değil, "bir zenginlik" olarak

gören bir söylemin egemenliği vardı. Bütün bu söylemin yolu da zaten gerçek fonksiyonu

böyle bir programa ideolojik ve metodolojik temel sağlamak olan, relativist post-modern

görüşlerce açılmış bulunuyordu.

İşte bu ideolojik iklimde, zaten önceden beri var olan tohum halindeki eğilimleri ve nihayet

de gelişmelerin dayatmasıyla, dünyada ilk kez bir ulusal hareket, Kürt Hareketi, yaygın ulus

Page 65: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

65

tanımını değiştirerek, ulus tanımında dil ve kültürü politik alanın dışına iterek; hem ulusal

baskıya son verme, hem de bölgedeki uluslara bir perspektif verme yoluyla, içinde bulunduğu

çıkmazdan kurtulmayı deniyordu.

Bu adeta bir paradigma değişimi anlamı taşıyordu. Eski biçimde, egemen ulusun ulus tanımı

zorunlu olarak aynen benimsendiğinden, bu dayatılmış ayrım çizgisi içinde, ancak ayrı bir

devlet yoluyla ulusal baskıya son verilebileceği noktasına ulaşılıyor ama gerçek durumun

buna imkan tanımaması çıkışsız bir durum yaratıyordu. Şimdi ise, ezilen ulus, ezen ulusa,

başka bir ulus tanımını önermektedir: gelin ulusun tanımını hukuki bir noktaya getirelim; dili

ulusun tanımının dışına çıkaralım demektedir. Bu size de, bize de, hatta bütün bölgeye de,

rahat ve istikrar getirir. Hem günün dünyasının ihtiyaçlarına uygundur; hem de bölgenin

sorunlarına bir çözüm sunar. Hem de bölgeyi büyük güçlerin rekabeti karşısında koruyucu bir

fonksiyon görür. Eski çözümde (dile dayanan ulus temelinde ayrı devlet) ezilen ulus,

"ayrılıkçı" iken, yeni çözümde (dili ulusun tanımının dışına çıkararak bütün dilleri eşitlemek)

ezilen ulus "birlikçi" olur.

Bu yaklaşım, fiilen ezen ve ezilen ulus için başka bir bölünmeyi, dolayısıyla başka bir güçler

dizilişini gerektirir. Öncelikle, her iki ulus ta, ulusu "dile" göre tanımlayanlar ve

tanımlamayanlar; dili, kültürü ve etniyi politik alanın dışına atmak isteyenler ve istemeyenler

diye bölünür.

İşte, Kürt ulusal hareketinin yeni stratejisinin ve programının özü budur. Böylesine ufuk açıcı

bir proje ve bu projeyi destekleyen dinamik bir halk var ortada.

Kürtler arasında, yeni sürece muhalif olanlar, itirazlarını bütünüyle mücadele biçimleri,

taktikler vs. noktalarına bakarak getiriyorlar. Onların gerçek itirazları ise aslında, yeni

projeyedir. Onlar aslında, eski anlayışların ve çözümlerin yeni olana direncini temsil

etmektedirler. Türk solunun da bütün duyarsızlığının ardında, bu muazzam değişikliği

anlamamak yatmaktadır. Onlar da aynı şekilde, geçmişin dünyasını yansıtmakta ve bu

nedenle, Kürt hareketinin projesine paralel bir Türk tarafından proje getirilmesinin önünde

adeta bir engel haline dönüşmektedirler.

Kürt hareketi, elbette yığınla yanlış işler, güç ve zaman israfları yapıyor. Ama bütün bunlar,

bu yeni proje açısından değerlendirilebilir. Örneğin, bu stratejinin bizzat uygulayıcıları, bu

projeyi yeterince anlamış değiller ve onu geniş yığınların bilincine kazımak için gerekeni

yapmıyorlar. Yeni politikayı taktikler ve mücadele biçimlerine ilişkin değişikliklermiş gibi

kavrıyor ve o düzeyde savunuyorlar. Eleştirmenleriyle aynı zeminde bulunuyorlar. Toyca

savunarak rezil ediyorlar.

Evet, yeni politikanın kendisi var olanlar içinde en doğru politikadır. Bir ulusal hareketin

ulaşabileceği en ileri noktayı temsil eder. Bu politika ancak başka bir açıdan eleştirilebilir:

çözümü hala ulusal olanla politik olanın çakışmasında aradığı için. Ama bunu bir ulusal

hareketten beklemek anlamsız olduğu gibi, bu yöndeki bir eleştiri, bu günün Orta Doğusunda,

Kürt hareketinin projesine güç de verir.

Kimileri bizim Kürt ulusal hareketini eleştirmediğimizi söylüyorlar. Hayır eleştiriyoruz. Hatta

okuyup anlayabilen için her yazımız bir eleştiridir. Hem programatik olarak başka bir

Page 66: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

66

program sunuyoruz, hem de çoğu kez, onu bizzat kendi amaçları açısından da akıllıca

davranmamakla eleştiriyoruz. Ama bütün bu eleştirilerimiz, ya daha ilerden ya da onun kendi

amaçları açısındandır. Yeni çizginin muhaliflerinin geriden yaptıkları türden bir eleştiri

değildir ve olmayacaktır bu eleştiri. Aksine, muhalifler, belki çok akıllıca hatta "doğru" işler

yapıyor olabilirler; ama onların programları yanlış; eski, aşılmış varsayımlara dayandığından,

hiç bir çıkış sunmadığından, o en "doğru" ve "haklı" argümanları bile, yanlış bir politikaya

hizmet ettiğinden; dolayısıyla yanılsamalara yol açtığından; doğru bir politikaya tabi

yanlışlardan çok daha yanlıştırlar.

Yanlışlar üzerine kurulu bir dünyada doğru bir hayat olamayacağı gibi; yanlış politika ve

stratejiler içinde doğru taktik ve mücadele biçimleri olamaz.

http://www.comlink.de/demir/

[email protected]

13 Mayıs 2000 Cumartesi

*

HADEP Ne Partisi Olmalı?

“Soruyu doğru sormak, problemi çözmenin yarısıdır” derler. HADEP bağlamında yürütülen

“Kürt Partisi” mi “Türkiye Partisi” mi tartışmalarında doğru bir yönelişe ulaşmak için de

soruyu doğru sormak gerekir.

Mantıki olarak bakıldığında bunlar birbirinin alternatifi olmayan farklı kategoriden

kavramlardır. “Kürt Partisi” kavramı, dayanılan güçlere ilişkindir, hedefler hakkında bir fikir

vermez; “Türkiye Partisi” ise hedeflere ilişkindir ve dayanılan güçler hakkında bir fikir

vermez ve onları belirlemez. Farklı kategorilerden kavramların birbirine karşı olarak

koyulması ve böyle bir tartışma yürütülüyor olması, ortada bir sorun olduğunu, ama adının

konulamadığını ve başka biçimler altında ortaya çıktığını gösterir.

Siyasi partiler, kendilerini her şeyden önce programlarıyla tanımlarlar. Programın kendisi,

içeriğiyle, talepleriyle, bizzat o programı gerçekleştirecek güçleri de belirler. Modern

partilerin sınırları, ideolojiler, etniler, kültürler aracılığıyla değil, SOMUT HEDEFLER,

YAPILACAK İŞLER PLANI, yani PROGRAM aracılığıyla belirlenir. Modern toplumda,

toplumu değiştirebilecek güçleri bir araya getirmenin başka bir yolu yoktur. Ancak küçük

burjuva sektler kendilerini belirlerken ideolojileri, inançları, etnileri ve bunlar çoğu kez

doğrudan ifade edilemeyeceğinden, bunların sembollerini sınırları çizmenin aracı olarak

kullanırlar. Modern toplumsal sınıflar ve onların partileriyle, eskinin kalıntısı tabakalar ve

onların parti ve hareketleri arasındaki temel farklarından biri de budur. Türkiye politikasında

sembollerin ve hiç bir somut hedef önermeyen ama belli bir gruba aidiyeti belirleyen rozet

sloganların müthiş ağırlığı buradan gelir

Page 67: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

67

Dolayısıyla bir bakıma, “Kürt Partisi”, “Türkiye partisi” tartışması, bir yanıyla, hedeflere göre

mi, yoksa belli güçlere göre mi sınırların çizileceği tarzındaki, bilinçsiz bir metodolojik

tartışmanın da yansımasıdır ve modern bir parti mi yoksa bir sekt mi olunacağını belirleme

gücündedir. Ve bu anlamda, derinden derine, eski ve yaygın anlayışlarla, modern bir politika

anlayışının farkını ve çatışmasını yansıtır. Farklı kategoriden sorunları karşı karşıya getiren

mantıki yanlışın mantığı burada gizlidir.

Mantıksal olarak program önce gelir ama tarihsel olarak, partileri yaratan ve onlara damgasını

vuranlar somut toplumsal güçler olur. Partiler son duruşmada belli toplumsal güçlerin

eğilimlerini yansıtırlar, dolayısıyla, mantıki olarak ikincil düzeyde olan güçler sorunu, tarihsel

düzeyde birincildir.

Dolayısıyla HADEP’i HADEP yapan da, programı değil, somut toplumsal güçler olmuştur. O

Kürt direniş ve uyanışının bir ifadesidir. Bu güç onu ortaya çıkarmıştır. Bu gücün kendi

içindeki bir arayış, bir tartışma ve arayış olarak bakıldığında, “Türkiye Partisi” mi “Kürt

Partisi” mi tartışması aslında, hangi güçlere dayanılacağı veya ittifak yapılacağı tartışmasının,

yani bir strateji tartışması olarak algılanmalıdır somut bağlamı içinde.

Kürtlerin hareketini ve direnişini yaratan koşullar aynen varlığını sürdürdüğünden, Kürtler

açısından bu koşulları ortadan kaldırmak, temel hedef olmaya devam etmektedir. Peki değişen

ve bu tartışmayı zorlayan nedir?.. Eski stratejiyle, yani güçlerin yer alışıyla Kürt hareketini

yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığı...

Eski stratejide, Kürtlerin hedeflerine ulaşması, Türkiye’nin de demokratikleşmesi sonucunu

vereceği, Türkiye’deki ezilenlerin konumunu düzelteceği için, Türklerden bu nedenle destek

talep ediliyor; ama temel güç bir bütün olarak Kürtler ve onların mücadelesi görülüyordu.

“Kürt Partisi” formülasyonu bir bakıma bu eski stratejinin savunusu anlamına gelmektedir.

Yeni stratejide ise, Kürtlerin üzerindeki baskının ortadan kalkması Türkiye’nin

demokratikleşmesinin ürünü olarak koyulmaktadır. Burada, artık Türkiye’nin ezilenleri ve

demokratik güçleri bir yedek değil, ikinci bir temel güç olarak ele alınmaktadır. Diğer bir

ifadeyle, önceki stratejide, Kürtler kendilerini kurtararak Türkiye’nin ezilenlerini de

kurtaracak iken, yeni stratejide, Türkiye’nin ezilenlerini de kurtarmaya kalkarak kendilerini

de kurtarabilecekleri noktasından hareket edilmektedir.

Bu yaklaşım, ulusal baskıya karşı direnişler tarihinde bir tür “Kopernik Devrimi”dir. Bunun

etkileri çok daha derinden ve uzun vadeli olacaktır. Ancak, kısa vadeli mücadelelerle kolay

zafer beklentileri içinde olanlar için, bu günkü durum bir hayal kırıklığı yaratır. Ama işte,

Filistin’den Bask’a veya İrlanda’ya kadar örnekler ortada. Oralarda yıllar önce başlamış

“Barış görüşmeleri”ne ve resmen tanınmalara rağmen hiç bir somut ve kalıcı garanti ve

demokratikleşme sağlanamamışken, yeni stratejiden başka hiç bir çıkış yolu olmadığı çok

daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Yeni strateji, bir hareketin başarısı için en önemli iki

koşulu sunmaktadır her şeyden önce Kürt hareketine, politik inisiyatif ve moral üstünlük.

Karşı tarafın aczi, Barış gruplarına tavırdan, Ecevit’in siyasileşmeye ilişkin söylediklerine

kadar her alanda görülmektedir.

Page 68: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

68

Şimdi sorun, bu yeni stratejinin nasıl bir programda ete, kemiğe bürüneceğidir. O halde,

tartışmayı “Kürt Partisi” mi “Türkiye Partisi” mi çıkmazından çıkarıp, somut bir program

tartışmasına çekmek gerekmektedir. İçinde hiç bir yuvarlak laf olmayan somut talepler ve

yapılacak işlerden ibaret bir program; işsizlik ve pahalılığa son vermeyle demokrasiyi, yani

Kürtlerin üzerindeki baskının kalkmasını birbirine bağlayan; biri olmadan diğerine

ulaşılamayacağını gösteren bir program.

Sonra bu programı, Kürtlerin özlemlerinin de partisi olacak bir “Türkiye Partisi” mi yoksa,

Türkiye’nin ezilenlerinin özlemlerinin de partisi olacak bir “Kürt Partisi” mi, yoksa ikisinin

birden mi gerçekleştirebileceğini toplumsal güçlerdeki gelişmeler belirler. Bu gün hala önemli

olan, kimin yapacağı değil neyin yapılacağıdır. Ve en büyük kazanç, ezilenlerin kafasında

neler yapılacağının yer etmesidir.

HADEP, Kürtlerin demokratik özlemlerinin tutarlı savunucusu olduğu ölçüde “Türkiye

Partisi” ve “Türkiye Partisi” olduğu, yani Türk ezilenlerinin çıkarlarını savunabildiği ölçüde

de bir “Kürt Partisi” olabilir.

Ama bütün bunları başarabilmek için de, öncelikle bir erkekler partisi olmaktan çıkıp,

kadınların öne geçtiği bir parti olmak zorunda. Kürt uyanışının bel kemiği kadındır ne var ki

kadınlar, HADEP’in esas karar ve yönetim organlarında gerçek ağırlıkları ölçüsünde yer

almıyor. HADEP’in bu tıkanıklığı ile, kadınların kenara itilmişliği ve kadın kollarına

hapsedilmişliği arasında çok derinden bir ilişki bulunmaktadır.

HADEP Bir “Kürt” ve “Türkiye” partisi olmak istiyorsa, her şeyden önce bir “Kadın Partisi”

olmalıdır. Ancak kadınlar hem HADEP’i ehlileştirmek isteyenlerin, hem onu bir sekt olarak

tutmak isteyenlerin girişimlerine bir baraj oluşturabilirler. Ancak kadınlar, Batı’nın

ezilenlerinde ilgi ve umut uyandırabilirler.

HADEP’in yönetim organlarının en az yarısından fazlası ve başkan, genel sekreteri gibi,

kamu oyunda partiyi temsil eden yöneticileri kadın olmalıdır. Nasıl tok açın halinden anlamaz

ise, nasıl Türkler Kürtlerin uğradığı baskıya duyarsız ise, Erkek milleti de kadınlar mücadele

etmedikçe kadınlara zerrece olanak tanımaz. Bunun için erkeklere karşı mücadele etmek

gerekmektedir.

Tecrübe ve bilgi yok falan diye çekinmek gereksiz. Kimse anasının karnından politikacı

çıkmaz. Suya girmeden de yüzme öğrenilmez. Kaldı ki, Kürt kadını onlarca yıldır süren

mücadelede, politikada yeterince piştiğini bir çok kereler kanıtladı; en yaratıcı taktikler ve

politik esneklikle hedefe kilitlenmeyi birlikte götürebiliyorlar. Bu gün yüzünde dövmeleriyle,

rengarenk elbiseleriyle zılgıt çeken en sıradan Kürt kadını bile şu piyasayı kaplayanlardan bin

kere daha iyi ve doğru politika yapabilir. Sorun “Türkiye” ya da “Kürt” partisi mi diye

koymak yanlıştır, doğrusu Erkekler Partisi mi yoksa Kadınlar Partisi mi şeklindedir. Sorunun

bu tarz koyuluşu bütün çatışan tarafların gerçek niteliğini ortaya koyar.

http://www.comlink.de/demir/

[email protected]

10 Kasım 2000 Cuma

Page 69: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

69

*

Yeni Stratejinin Yaygınlaşması

Her ulusal kurtuluş hareketinin başarısı yan ürün olarak ezen ulusun üzerindeki anti

demokratik rejimlerin zayıflaması ve çökmesi, dolayısıyla demokratikleşmesini getirir. Dünya

dengeleri, Kürt Ulusal Hareketinin kendi gücüyle ulusal baskıdan kurtulmasını olanaksız

kılınca, Kürt Ulusal Hareketi'nin yaptığı strateji değişikliğinin özü, ezen ulusun

demokratikleşmesi ulusal kurtuluşun yan ürünüyken, ulusal kurtuluşa demokratikleşmenin

yan ürünü olarak ulaşmaktır. Yani eski stratejide bir sonuç ve yan ürün olan, yeni stratejide

bir hedef; eski stratejide bir hedef olan yeni stratejide bir yan üründür.

Bu sadece basit bir yer değiştirme değil, güçlerin yer alışında köklü bir değişiklik anlamına

gelir, zorunluluklar hedefi büyütmeyi getirmiştir. Sorun artık sadece Kürtleri ulusal baskıdan

kurtarmak değil, Türkleri de anti demokratik devletten kurtarmaktır. Ama hedefin

büyütülmesi aynı zamanda yepyeni güçler ve olanaklar da demektir. Bir Türk, Kürtlerin

ulusal baskıdan kurtulması için kılını kıpırdatmayabilir hatta bu baskıdan yana bir tavır

alabilir. Ama kendisini yoksulluk ve keyfilikten, anti demokratik rejimden kurtaracak bir

harekete aktif olarak katılabilir.

Bu mekanizma, bütün ezilenlerin hareketlerinde vardır. Herhangi bir nedenle baskı altında

olanlar, başlangıçta sırf o nedene ilişkin mücadeleye girerler. Ama güçlerinin sınırlılığı onları

başka ezilenlerin sorunlarını da kendi sorunları yapmaya, yani hedef büyütmeye ve yeni

güçleri kazanmaya ve onları harekete geçirmenin yollarını aramaya zorlar. Bu nedenledir ki,

işçi ve sosyalist hareketin önderleri, işçileri kendileri için mücadeleye çağırmanın sendikalizm

olduğunu, sosyalistlerin görevinin onları tüm ezilenler ve gayrı memnunların sorunları için

mücadeleye çağırmak olduğunu söylemişlerdir. İlk bakışta güçleri dağıtıyor ve mücadeleyi

zayıflatıyor gibi görünen şey aslında mücadeleyi güçlendirir.

İşçi hareketiyle paralellik kurarsak, Kürtlerin sadece kendi ulusal kurtuluşları için mücadele

ettikleri dönem, bir bakıma işçilerin sadece kendi ücret artışları için mücadele etmelerine

benzetilebilir. Bu elbette mücadelenin zorunlu bir aşamasıdır, ilk okuludur. Ama bunun belli

sınırları vardır. O sınırlara ulaşıldıktan sonra, hala ilk okulu okumakta ısrar etmek, tutuculuk

ve yenilgiye yol açar. İşçi hareketi bu noktada kendini aşmak, sadece işçiler için değil,

köylüler, ezilen uluslar, ezilen cinsler için de tedbirler önermek zorundadır. Bu ise hedef

büyütmek, basit bir ücret mücadelesinden öte, bir toplumsal dönüşüm için harekete geçmek

demektir. Artık ücret artışları ve sosyal haklar mücadelesinin yan ürünü olarak demokratik

haklarda gelişmeler değil, demokratik ve siyasi haklardaki gelişmelerin yan ürünü olarak

ücret artışları ve sosyal haklar elde edilmeye çalışılır.

İşte Kürt ulusal hareketinin yeni stratejiyle yaptığı budur. Onun bir ulusal hareketten bir

sosyal hareket dönüştüğünü söylemek bu anlama gelmektedir. Bu, değişimi onun

hedeflerinden vazgeçmesi olarak anlayan ya da öyle gösterenler, aslında aşılmış bir döneme

Page 70: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

70

takılmışlıklarını sürdürmektedirler ve niyetleri ne olursa olsun, nesnel olarak hareketin

gelişimi için bir engeldirler.

Kürt hareketinin zorlukları, yanlış bir politikanın ve stratejinin yarattığı zorluklar değildir.

Doğru bir politikayı uygulayacak araçların olmamasının ortaya çıkardığı zorluklardır.

Örneğin, kültürel zorluklardır, dayandığı tabanın yoksul ve köylülükle bağı güçlü kesimler

olması, pratikte önemli sınırlar getirmektedir. Kültürel bakımdan daha iyi eğitilmiş kesimler

ise, okumuşluk, kültürel düzey ve gelir durumu arasındaki bağ nedeniyle genellikle

reformizme ve dar milliyetçiliğe eğilimlidirler. Kültür ve bilgi olarak geri bıraktırılmış yoksul

ve ezilenlerin ezeli sorunudur bu. Kızıl Ordu'da bu nedenle her birliğin bir meslekten

subayının yanı sıra bir de "komiser"i bulunuyordu.

Kürt hareketinin ikinci bir zorluğu, Türkiye'de onun yaptığını yapacak bir karşılığının

bulunmamasıdır. Yani kendi ücret mücadelesi için, Kürtlerin sorunlarına sahip çıkacak bir işçi

hareketinin olmamasıdır. Bütün Türk solu, Mac Donalt'dan Nazım'ın Mezarına; "Tenceremiz

boş"tan, IMF veya Globalizme kadar, bütün ekonomik temelde veya somut politik anlamı

olmayan hedefler için uğraşmaktadır. Kendi ücreti için Kürtlerin haklarını, dolayısıyla köklü

demokratik dönüşümleri gündemin birinci maddesi yapmamaktadır. Ama ekonomik kriz

derinleştikçe, Kürtlerin yeni stratejisinin sağladığı olanaklarla, belki biraz geç de olsa onlar da

bu yönde bir eğilim göstermek zorunda kalacaklardır. Örneğin Avrupa'daki Aleviler bu yönde

ciddi bir gelişim içinde bulunuyorlar.

Ne var ki, bu engel ve zorlukların yanı sıra, Kürt hareketinin bizzat kendisinin de, henüz

kabul ettiği yeni stratejiyi tüm alanlara yayıp mantık sonuçlarına götürdüğü söylenemez. Bu

olanaklar henüz yeterince değerlendirilmiş değildir.

Geçiş dönemleri daima böyledir, eskinin ve yeninin anlayışları bir süre yan yana ve bir arada

bulunur. Yeni bir anlayış siyasetin ve uygulamanın bütün alanlarında aynı hızla ve bir anda

yerleşmez. Bu en iyi Avrupa'daki; Irak, İran ve Suriiye'deki Kürtler bağlamında görülüyor.

PKK Kürdistan'ın bütün parçalarında etkisi olan tek harekettir. Ama yeni stratejinin

Türkiye'ye ilişkin olarak yaptığını, diğer parçalar ve Avrupa bağlamında henüz geliştirebilmiş

değil. Burada hala, eski stratejinin anlayışları yeni anlayışla birlikte var olmaya devam ediyor.

Eski Stratejide, bu ülkelerde ve Avrupa'daki destek, esas olarak, Türkiye'deki mücadelenin bir

arka planı ve lojistik desteği olarak görülüyordu. Bu eğilim ve anlayış hala varlığını

sürdürüyor. Ama dikkatli düşünülünce bunun aşılması gerektiği de açıktır. Türkiye'de yapılan

hedef büyütme ve güç genişletmenin benzeri, bütün alanlarda yapılmalıdır. Ve nasıl

Türkiye'deki demokratikleşmenin sonucu olarak orta doğuda bir demokratikleşme

düşünülüyorsa, orta doğudaki bir demokratikleşmenin bir sonucu olarak da Türkiye'deki bir

demokratikleşme olasılığı üzerine düşünülmelidir.

Diğer bir ifadeyle, Kürt Ulusal Hareketi, Demokratik Cumhuriyet hedefini, İran, Irak ve

Suriye gibi ülkeler için de ortaya koyup, bu ülkelerdeki demokratikleşme mücadelesinin

önüne geçmelidir. Bu ülkelerdeki etki, Türkiye'deki mücadelenin desteği ve aracı olarak değil,

eşit düzeyde bağımsız bir mücadele olarak ele alınmalıdır. İlk bakışta bunun hareketin

güçlerini dağıtacağı sanılabilir. Ama aksine yeni güçleri harekete geçirir. Orta doğu gibi bir

Page 71: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

71

alanda, dünyanın yedi düveline karşı bağımsız bir politika uygulayabilmek, hedefi daha da

büyütmek ve yeni güçleri harekete geçirmekle olabilir.

Aynı durum Avrupa için de geçerlidir. Avrupa'daki Kürtler uzun yıllar ve hala, "gurbetçiler"

olarak ve Kürdistan'daki mücadelenin bir lojistik destek alanı olarak, Türkiye'de devam eden

mücadelenin araçları olarak değerlendirildiler. Ama bu yaklaşım da sınırlarına ulaşmış

bulunmaktadır.

Öncelikle, Avrupa'daki Kürtler'i Avrupa'da geçici olarak yaşayan "gurbetçiler" olarak değil,

Avurpa'daki Kürt azınlık olarak görmeyi ve bu azınlığın Avrupa'daki hakları için mücadeleye

girmesi üzerine düşünmek gerekiyor.

Kürt Ulusal Hareketinin Avrupa'daki Kürtlere yaklaşımı henüz hala Türk devletinin

Avrupa'daki Türklere yaklaşımından farklı değildir. Türk devletinin onları döviz makinesi ve

dış politikasının araçları olarak görmesi gibi, Kürt hareketi de Lojistik destek alanı ve Avrupa

ve Türkiye'deki politikasının araçları olarak görmektedir. Elbette Türkler haksız, Kürtler haklı

bir politikanın araçları olmaktadırlar ama yaklaşımın paralelliği ortadadır. Kürt Hareketi

Avrupa'daki Kürtleri; Avrupa'daki Kürtlerin kendileri de kendilerini, "gurbetçiler", "Yurt

dışındaki Kürtler" değil; Avrupa'nın siyahları; Avrupa'daki Kürt azınlık olarak görmeyi

öğrenmelidirler. Bunun ne gibi muazzam olanaklar yarattığı ve yeni stratejinin de bunu nasıl

zorunlu kıldığı o zaman daha iyi anlaşılabilir.

Şimdiki Kimlik beyanları bu politika ve yaklaşımlar üzerine düşünme, tartışmak ve çıtayı

yükseltmek için iyi bir başlangıç olabilir. Avrupa'daki Kürtlerin de, Avrupa için bir

Demokratik Cumhuriyet benzeri hedefleri olması ve en örgütlü politik gruplardan biri olarak,

demokratik mücadelenin önüne geçmesi, yepyeni güçleri harekete geçirebilir.

Yani strateji değişikliği sadece Türkiye'de değil, bütün Orta Doğu ve Avrupa'da.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

29 Mayıs 2001 Salı

*

Demokrasi Söyleminin Somut Anlamı

Küçük Burjuva Sosyalizminin ve/veya radikalizminin varacağı yer daima burjuva reformizmi

olur. Neden böyledir?

Sınıflar Modern üretim yöntemiyle, yani kapitalizmle, doğrudan ve zorunlu bir varoluş ilişkisi

içindeki, durum ve çıkarları birbirine zıt insan kümeleridir. Bu ne demektir? İşçi ve işveren

olmadan; işçinin işgücünü satın alan ve onunla bir üretim yapan bir sermayedar olmadan

kapitalizm mümkün olmaz. Küçük esnaf, köylü, bürokrat vs. olmasa da kapitalizm var olur.

Hatta daha mükemmel bir kapitalizm olur. Bunlar kapitalist üretimin doğrudan ve zorunlu

koşulu değildirler.

Page 72: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

72

Ama kapitalizm bir vahiy gibi gökten inmemiştir. O kapitalist olmayan bir dünyada ortaya

çıkmıştır. Dolayısıyla sermayenin gerçek tarihsel hareketi, Marks’ın Kapital’de, saf haliyle

analiz ettiği harekete hiç uymaz. Sermaye, saf kapitalist bir dünyada yeniden üretmez kendini,

kapitalist olmayan bir çevreye yayılarak üretir. Sermaye cinsler ve ırklar karşısında nötrdür.

Ama “ırk” ve cins ayrımlarının olduğu bir dünyada azami kar başka güçlerin etkisine girer.

Sermaye açısından bir malın niteliği, yani kullanım değerinin şu veya bu olmasının önemi ve

anlamı yoktur, ama somut doğada vardır. Dolayısıyla sermayenin gerçek tarihsel hareketi,

Kapital’de ele alınan sermayenin saf hareketine hiç benzemez. Çarpılmalara uğrar, başka

üretim biçimleriyle ve sınıflarla simbiyoz (ortaklaşa) bir yaşama geçer.

Aslında, Marksizmin ve sosyalist mücadelelerin gelişim tarihi, sermayenin bu gerçek tarihsel

hareketinin anlaşılması ve bizzat bu gerçek tarihsel hareketin ortaya çıkardığı öznelerin

mücadeleye katılışının tarihidir. Marks, Büyük Toprak Sahipliği ve Rant teorisiyle bunun ilk

adımını atar. Ama bu aynı zamanda, köylülük ve ulusal kurutuluş hareketleri gibi iki başka

özne demektir. Dolayısıyla bunlarla ilişkiler gündeme girer. Kadın, Siyahlar, Ekoloji, Barış

gibi hareketlere baktığımızda, bunların sermayenin gerçek tarihsel hareketinin sonucu olarak

var oldukları açıktır. Bunlar sermayenin saf mantığı bakımından, varlığı zorunlu hareketler

değildirler. İnsanlar solucanlar gibi cinsiyetsiz ve hepsi tornadan çıkmış gibi aynı olsa, dünya

sınırlı olmasa ve artık maddelerin fiziksel özellikleri yaşam koşullarını ortadan kaldırmasa, bu

hareketlerin hiç biri olmaz ama kapitalizm yine ve çok daha mükemmel olarak var olur. Bu

nedenle modern toplumda iki sınıf vardır ve insanlığın geleceğini bu iki sınıf arasındaki

mücadele belirleyecektir: İşçi Sınıfı ve Burjuvazi.

Ama sermayenin gerçek tarihsel hareketi, sadece kapitalizmi değil, bu iki temel sınıfın konum

ve çıkarlarında, strateji ve politikalarında da değişikliklere yol açar. Örneğin Büyük toprak

sahiplerinin varlığı, işçilere köylülük gibi bir müttefik kazandırırken, burjuvaziye de rant

haracı ödediği bir rantiyeler tabakasının desteğini sağlar.

Ancak, sınıflar, sadece iktisadi ilişkiler içindeki yatay bir bölünmeye denk düşmezler, ama

aynı zamanda tarihsel ve kültürel bir bölünmeye de denk düşerler. Küçük burjuvazi, geçmiş

üretimin yadigarı olarak veya kapitalist üretimle dolaylı ilişkili olarak, burjuva uygarlığından

daha geri bir dünyaya aittir. Dolayısıyla burjuva uygarlığını ve ufkunu aşma yeteneği

gösteremez, kültürel temelleri buna yetmez.

Yanı tarihsel ve kültürel bölünmüşlük olarak baktığımızda, küçük burjuvazi işçi sınıfına

burjuvaziden daha uzaktır. Bu nedenle küçük burjuva devrimciliğinden işçi sınıfı

sosyalizmine ulaşan pek çıkmaz. Çünkü, kültürel ve metodolojik olarak burjuva dünyasının

ufku onlara yakındır ve onu aşamazlar. İyi sosyalist, burjuva dünyasını ve ufkunu aşabilen

burjuva aydınlardan çıkar.

Bütün işçi ve sosyal hareketler tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Radikal sosyalistler

ve devrimciler, radikalizmlerinin ayrılmaz bir unsuru olan sekterlik ve dogmatizmlerinden

uzaklaşmaya başladıklarında, istisnasız olarak, reformizme ve burjuvazinin siperlerine

geçerler. Böylece bilinen ve birbirini haklı kılan bir bölünme ortaya çıkar: devrimci olanlar

genellikle dogmatik ve sekter, daha esnek olanlar, daha açık olanlar reformist ve burjuva

eğilimdedir.

Page 73: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

73

Küçük burjuvazi ve burjuvazi, radikal devrimcilik ve reformizm, sertler ve yumuşaklar

arasındaki ve son duruşmada hep burjuvazinin kazanacağı mücadele de bir sınıf

mücadelesidir, ama bu mücadele, modern bir sınıfla, o modern toplumun kültür, kavram

sistemi ve metodolojisine sahip olmayan bir sınıf arasındaki mücadeledir.

Küçük burjuvazi, burjuvaziyle demokratik koşullarda ideolojik ya da politik mücadeleye

girdiğinde kaybetmeye ve burjuvazinin kontrolü altına girmeye mahkumdur. Yani demokratik

bir işleyiş içinde, burjuva reformizmi, küçük burjuva radikalizmini veya devrimciliğini her

zaman yener ve çoğunluğu kendi politikasına kazanabilir.

Biçimsel demokrasi ve özgürlükler alanında yenilgiye mahkum olduğundan ve bu aynı

zamanda burjuvazinin öncülüğü ve kontrolü alması dolayısıyla hareketin de yenilgisi

olacağından, radikal demokrasi ve devrimcilik, biçimsel demokrasiyle bir arada yaşayamaz.

Biçimsel demokrasi kabul edilip uygulandığı takdirde, hareketin kontrolü liberal burjuvaziye

geçecek, ve hareket yenilecek demektir, hareketin başarısı ise, liberal burjuvazinin hareketin

iplerini ele almamasıyla, bu ise ancak biçimsel demokrasi mekanizmalarına (seçimler, her

türlü fikir özgürlüğü vs.) itibar edilmemesiyle mümkündür. Diğer bir deyişle, küçük burjuva

radikalizmi, burjuva reformizmiyle mücadelesinde, dezavantajlı olacağı koşullarda savaşı

kabul etmez. Demokratik ve radikal hareketlerin demokrasi ve fikir özgürlükleriyle başının

hoş olmamasının nedeni budur.

Burjuva reformizmi ise, küçük burjuvazi karşısında kendisine elverişli konumu sağlayan

biçimsel demokrasinin savunuculuğuna geçer. Böylece kendi reformist politikasının gerici

niteliğini tartışma konusu yapmaktan kurtularak, aslında politikanın içeriğiyle ilgisiz

demokrasiyi politikanın temel tartışma konusu yapar. Yani bir politikanın demokratik olarak

belirlenmesi onu otomatik olarak doğru yaparmış gibi konu ele alınır. Bir politikanın karar

alınış biçiminin, onun doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemediği gerçeği ortadan kaybolur.

Ama zaten bu noktada savaş kaybedilmiş ve burjuvazinin ufkuna hapsolunmuş demektir

küçük burjuva radikalizmi bakımından. Çünkü artık politikaların içeriği değildir tartışılan,

tarih ve toplum üstü bir anlam verilen “insan hakları”, “demokrasi” gibi kavramların, yani

burjuva ideolojisinin egemenliği vardır artık. Radikal hareketlerin demokratikleşmesini, bu

sınıfsal bağlamının dışında, sadece biçimsel demokrasi uygulamaları olarak koymak,

burjuvazinin çıkarlarının örtüsüdür.

Radikal ve devrimcilerin buradan tek çıkış yolu vardır. Modern işçi tabakalara dayanmak.

Ancak kapitalist uygarlığın ürünü olan modern işçi sınıfı demokrasiyi burjuvaziye karşı güçlü

bir silah olarak kullanma yeteneğindedir. Dikkat edilsin, radikal hareketlerden demokrasi

bayrağıyla kopanların hiç birinin, bu radikal hareketlerin nasıl olup da modern işçi tabakalara

dayanacağı, bu geçişin nasıl sağlanacağı sorununu tartıştığı görülmez.

Radikal hareketler açısından sorun, dayanılan toplumsal tabanın nasıl değiştirilebileceği ve

bunun mümkün olup olmadığıdır. Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır.

Ama Kürt hareketinde muhalefete geçenlerde de, dünün burnundan kıl aldırmayan Dev-

Yol’cu liderlerinde de böyle bir yaklaşımın izi bile görülmez. Yazının başında da dendiği

gibi, küçük burjuva radikalizminin varacağı yer burjuva reformizmidir.

Page 74: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

74

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

11 Ocak 2002 Cuma

*

Büyük Dönüşüm

PKK’nın aldığı Türkiye ve Avrupa’da PKK olarak faaliyeti durdurma ve aynı zamanda

hemen her orta doğu ülkesinde o ülkede bir demokratik cumhuriyet kurma hedefine bağlı

olarak bir çok örgüte dönüşme yönünde aldığı/alacağı kararlar, hem programatik ve stratejik

dönüşümlere uygun düşmektedir, hem de taktik olarak tam da zamanında alınmış

bulunmaktadır.

Taktik olarak da gecikmeden alınmış bir karardır. Yakında Irak ve peşinden bütün Orta

Doğu’daki dengeler alt üst olacaktır. Böyle alt üstlük günlerinde sanılanın aksine en çok

ihtiyaç duyulan şey güç değil, ne yapacağına dair bir perspektiftir ve o perspektiflere uygun

örgütlenme biçimleridir. Kürt Ulusal Hareketi şimdi böyle bir dönüşümü başararak,

zamanında çok iyi bir satranç hamlesi yapmış ve iyi bir yer tutmuş bulunuyor.

Futbolda, toplu oyunun yanı sıra bir de topsuz oyun vardır. Modern iyi futbolcu, sadece toplu

oyunu değil, aynı zamanda topsuz oyunu da bilen oyuncudur. Toplu futbol top ayağınıza

geldiğinde onu rakibe kaptırmadan en uygun olana aktarmaktır. Topsuz oyun ise, oyunun

akışını okuyup, topun gelebileceği ve geldiği takdirde oyunun kaderini etkileyebilecek bir

yerde bulunmaktır. İyi golcüler, bunun kokusunu alanlardır genellikle.

Bundan bir kaç yıl önce, Öcalan kaçırıldığında, herkes Kürt hareketinin bittiğini, bir dönemin

sona erdiğini söylüyordu. Biz o zamanlar, Kürt hareketinin bir ulusal hareketten bir sosyal

harekete dönüşme kararı aldığını, muazzam bir stratejik dönüşüm başardığını ve bunu

olağanüstü kötü şartlarda başardığını; gerçek yükselişin şimdi başlayacağını yazıyorduk.

Hatta “bir kaç yıl sonra Öcalan Türkiye’ye başbakan bile olabilir” dediğimizde bizimle herkes

alay etmişti.

Şimdi bu günden geriye bakıldığında ne görüyoruz?

Bir örgütün, alışılmış program ve stratejisini değiştirmesi kadar zor bir iş yoktur. Bu gibi

girişimler daima büyük bölünmelerle sonuçlanırlar. Yılgınlık ve bölünmeler sonucunda

genellikle tüm örgüt dağılır gider.

Kürt hareketi hemen hemen hiç fire vermeden bunu başardı. Hatta bu bir bakıma hareketin dar

görüşlü, klasik milliyetçi yanı güçlü unsurlardan temizlenmesini bile sağladı denebilir. Çünkü

bu yeni strateji klasik milliyetçilerle modern milliyetçilik anlayışı arasındaki bir bölünmeyi

gerektiriyordu.

Ama bu dönüşümde önemli olan, bunun olağanüstü kötü koşullarda başarılmış olmasıdır.

Düşünün ki, Türk devletinin elinde esir bir başkanınız var ve herkes bu değişiklikleri onun

canını kurtarma kaygısıyla yaptığını söylüyor. Bu koşullarda, bütün bu baskılara rağmen

Page 75: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

75

sadece dönüşüm başarılmadı, aynı zamanda büyük bir fire verilmeden ve büyük ölçüde

arınılarak başarıldı.

Kürt Hareketi’nin ağırlığı yeni stratejiye uygun olarak Türkiye’deki şehirlere kaymış oluyor,

mücadele ve taktik biçimleri buna uygun değiştirmek gerekiyordu. Kısa bir bocalama

devresinden sonra, Kürt hareketi, özellikle HADEP aracılığıyla yüz bin katılımlı Kongreleri,

milyonluk Newroz’ları ile yeni dönemin mücadele biçimlerine nasıl bir uyum sağladığının

sinyallerini vermeye başlamıştı. PKK’nın çözüleceğini bekleyenler, bu sefer onun politikayı

kullanmaya başladığından, tehlikenin buradan geldiğinden söz etmeye başlamışlardı. Bu bir

yenilginin itirafından başka ne anlama gelirdi.

Şimdi Kürt hareketi, özellikle son Kürtçe Öğrenim kampanyasının gösterdiği gibi, yeni

mücadele ve örgüt biçimlerini en doğru ve başarılı biçimlerde kullanmayı öğrendiğini

gösteriyor. Tekrar gündemin ön sıralarına geçiyor.

Bu gün Kürt hareketine egemen olan hava, yorgunluk, ne yapacağını bileme, dağınıklık değil;

bir kendine güven, canlılık, yeni vizyonlar ve daha da geniş bir kitleselleşmedir.

Bu arada Kürt Ulusal Hareketi, sadece Türkiye ile ilgili bir Demokratik Cumhuriyet

programının sınırlılıklarını da görüyordu. Kürtler dört beş ülkede daha olduğuna göre, bu

ülkelerde de demokratik Cumhuriyetler için mücadele edilmeliydi. Olayların mantığı bunu

zorluyordu.

Ama bu da yetmezdi, çünkü bu ülkelerdeki halklar binlerce yıldan beri beraber yaşamışlar bir

çok ortak özelliklere sahiptiler. Ayrıca modern üretim bile bir birleşmeyi zorlamıyor muydu?

İşte Avrupa, bu günkü dünyaya ayak uydurabilmek için birleşmek zorundaydı. Buradan bir

demokratik Orta Doğu federasyonu projesine geçmek tek mantıki sonuç oluyordu.

Öcalan’ın AİHM’ne verdiği savunma bu projenin tarihsel ve ideolojik arka planını

oluşturmaya yönelikti. Ama bu adımı attıysanız, buna ilişkin ve uygun örgüt biçimlerini de

yaratmanız gerekir. Böyle bir demokratik Orta Doğu federasyonuna ulaşmak için, her

ülkedeki demokratik mücadeleyi o ülke koşullarında yürütecek farklı mücadele biçimleri ve

taktikler izleyecek aynı amaca farklı noktalardan ve koşullardan yürüyerek gelen örgütler

olması gerekir.

Kanımızca yapılan örgütsel değişiklikler yeni programa uygundur. PKK adeta bir orta doğu

enternasyonali kurmaktadır.

İşçi hareketinin programı dünya çapında olduğu için, partisi de dünya çapında olurdu. Her

ülke bunun bir seksiyonunu oluştururdu. Kürt hareketinin hedefi bölge çapında olduğundan,

partisinin bölge çapında olmasının ve her ülkenin bunun bir seksiyonunu oluşturmasından

daha doğru ne olabilir? Yapılan örgütsel düzenlemeler programatik değişikliklerin ruhuna

uygundur.

Burada hayret verici olan Kürt hareketinin nasıl olup da bunu başarabildiğidir. Bu muazzam

bir değişikliktir. Şimdi bölge karışmanın arifesindeyken, Kürt Ulusal hareketi, programını,

stratejisini, taktiklerini ve örgütlenme biçimlerini değiştirmiş ve hazırlıklarını tamamlamış

olarak çok iyi bir yer tutmuş bulunuyor. Topsuz oyunu iyi oynadığını gösterdi.

Page 76: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

76

Ama bu aynı zamanda, eğer Kürt hareketi tecridi bir yarabilirse, sadece Türkiye’yi değil, Orta

Doğu’daki ve dünyadaki dengeleri alt üst edecek demektir. Bizzat bu program ve strateji de

elbet bu tecridin yıkılması için gerekli koşulu oluşturmaktadır.

İlerde, bölge çapında ulusları birleştirme girişimi, emperyalistlerin baskısıyla karşılaşınca, bu

sefer de, nasıl şimdi, Kürtleri kurtarmak için bölgeyi kurtarma projesi geliştirmek zorunda

kaldı ve bir ölüm parendesi attıysa, acaba zaman da, bu sefer bölgeyi kurtarmak için insanlığı

kurtarma projesi geliştirebilir mi? Diğer bir deyişle, ulusun tanımından dil ve etniyi dışlama

projesinden; ulusal olanla politik olanın bağını koparma projesine geçebilir mi?

Tarih bu sorunun cevabını açık tutuyor. Buna şimdiden kategorik olarak, hayır yanıtı

verilemez. Kürt hareketi şimdiye kadarki değişimleriyle, en iyimser tahminleri bile aşma

yeteneğinde olduğunu gösterdi. Ama bu soru ilerde er veya geç Kürt ulusal hareketinin

karşısına çıkacaktır. Çünkü Demokratik Cumhuriyetlerin Orta Doğudaki bir birliği,

emperyalist ülkelerin topunu da karşısında bulacaktır. Unutmayalım, Orta doğu, Kafkaslar ve

Orta Asya dünya kapitalizminin Aort damarıdır.

15 Şubat 2002 Cuma

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

*

Aksayan Ayak ve Kadınlar

Kadınlar bütün devrimlerin ana mayası ola gelmişlerdir. Kürdistan’daki her hangi bir

mitingin, bir toplantının en sıradan resmine bakın. Orada kadınları görürsünüz. O resimler

tıpkı Büyük Fransız Devrimini canlandıran resimlere benzerler. Kürdistan’da bir devrim

yaşanıyor. Ama bu devrim, Türkiye ile zamandaş bir devrimci durumla çakışmadığı, yani

senkronize olmadığı için algılanamıyor ve bir rejim değişikliğiyle sonuçlanmıyor.

Kürt hareketini bunca badireye rağmen ayakta tutan, oğullarını ve kızlarını gerillaya yollayan;

kocalarını itekleyen kadınların eseri olduğu çok az bilinir. Kadınların hareketin kaderi

üzerindeki bu belirleyici sosyolojik etkilerine rağmen, kadınların hareketin politikası

üzerindeki etkileri çok sınırlı kalmaya devam etmektedir. Örneğin HADEP yönetiminde

yükseldikçe kadınların ağırlığı, toplumsal hareket içindeki ağırlıklarıyla ters oranda

azalmaktadır. Televizyonda politik sorunların tartışıldığı programlarda bir kadın görmek bir

istisnadır.

Elbet Kürt Ulusal hareketi Kadına ataerkil köleliğin zindanından bir çıkış olanağı sunmuş ve

kadınların konumunda hayal bile edilemeyecek gerçek değişikliklere yol açmıştır ve

kadınların bu hareketin bel kemiğini oluşturmalarının temel nedeni de budur. Ama yapılanlar

hala yapılabileceklerin küçük bir bölümüdür.

Page 77: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

77

Kadınların politikada da hareket içindeki ağırlıklarına uygun oranda yansıması Kürt ulusal

hareketinin karşılaştığı bir çok sorunun bir darbede çözümünü sağlayabilir.

Örneğin Kürt hareketinin en büyük zorluğu, Batı’da kendisine partner olabilecek radikal bir

demokratik hareketin bulunmamasıdır. Kürt hareketi bu eksikliği kapamak için elinden geleni

yapmıştır. Ama sorun genellikle örgütsel tedbir ve girişimlerde veya lojistik destek

bağlamında ele alınmıştır. Sosyolojik ve tarihsel sorunları çözümü de sosyolojik ve tarihsel

anlamı olan, yani programatik ve stratejik tedbirler ve dönüşümlerle olur.

Demokratik Cumhuriyet programı bu yönde çok önemli bir adımdır. Ama bu programa bağlı

olarak Türkiye’de ve Batı’da örgütlenme, “Türkiye Partisi” olma girişimleri şimdiye kadar

başarılamamıştır. Bunun nedeni Programın ve stratejinin yanlışlığı değil, doğruluğuna

rağmen, Türkiye’nin batısındaki ideolojik, kültürel ve ruh haline ilişkin farklılıklardır. Ruh

hali farklıdır, çünkü Kürtler yükselen bir hareketi yaşar ve arınırken, Türkler, gerileyen,

yenilmiş bir hareketin çürüyen ruh dünyası içindedirler. Çok umut bağlanan Türk

sosyalistlerinin tavrına da damgasını vuran bu genel eğilimdir. Bu sosyalistler özünde

milliyetçi demokratlardır. Kendilerini sosyalist sandıkları için demokrat olamamaktadırlar;

milliyetçi bir sosyalizm anlayışıyla damgalı olduklarından sosyalist de olamazlar. Böylece

Türkiye, sosyalist ve demokratları olmayan liberaller ve devlet partisi arasındaki bir

çatışmanın çıkmazına hapis olmaktadır. Bu hapislik ise tekrar çürümeyi pekiştirmektedir. Bu

çıkmazdan nasıl çıkılabileceği, Kürt hareketinin başarısının da, Türkiye’deki Demokrasinin

de hayati sorusudur?

Kürt ulusal hareketindeki kadınlar bu fasit daireyi kırabilecek biricik güçtür. Bu güç sadece

bu sorunu çözmez, yanı sıra bir çok sorunu da çözer. Bunun için yapılması gereken,

kadınların, hareketteki gerçek yerinin, politika ve örgüt alanlarına da yansımasıdır.

Bunun için yapılacak iş, kadınların HADEP veya o kapatılırsa onun yerine kurulacak partinin,

bütün yönetim organlarında en azından çoğunluk olması; ve etkinin yeterince sarsıcı

olabilmesi için, merkez organının, yani başkanlık ve merkez yönetiminin tümüyle kadınlardan

oluşmasıdır. Kürt Ulusal Uyanışı böyle bir devrimci atılıma cesaret edebilir ve başarırsa,

sadece çok geniş yedek güçleri harekete geçirmekle kalmaz, bir çok sorunu da bir yan ürün

olarak bir çırpıda çözer.

Kadınların yönetiminde kesin ağırlığı olan bir HADEP, Türkiye’nin Batı’sında yaşayan,

şimdiye kadar Kürt hareketi hakkındaki bilgisi özel savaşın dezinformasyonundan ibaret geniş

kitleleri sarsar. Sadece Türk kadınlarını değil, özellikle Kürt hareketin ilgisiz duran ve politik

İslam’dan korkusundan genel kurmayın arkasında sipere yatan şehir orta sınıflarını derinden

etkiler, onların sinirlerinde titreşimlere yol açar. Böyle bir titreşimin yol açacağı dalgalar,

Türk sosyalistlerinin de Kürt hareketi karşısındaki konumlarını gözden geçirmelerine bile yol

açma potansiyeli taşır. Böylece felçli olan öbür ayakta, tekrar sinirler duyarlı hale gelebilir.

Kürt ulusal hareketi, Kürt ulusunun bütün sınıflarını kapsamaktadır. Ulusal hareketin fakir

tabakalarının öncüsünün ağırlığı legal alanda azalma eğilimi gösterir, Kürt burjuvazisi bin bir

yoldan kendi sınıfsal eğilimlerini yansıtma, gerçek politikayı orasından burasından tırtıklama

ve törpüleme olanağı bulur. Bunu engellemek için ise bu sefer alınan idari tedbirler,

inisiyatiflerin engellenmesine, enerji ve coşkunluk kayıplarına yok açar. Ama kadınların

Page 78: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

78

bütün organlarda çoğunluğu alması durumunda, kadınlar arasında bu burjuva eğilimler hemen

hiç mertebesinde olacağından, bir yaratıcılık ve inisiyatif patlaması gerçekleşebilir.

Dünya’da Kürt hareketi hemen hemen hiç bilinmemektedir. Kürt hareketinin yapacağı böyle

bir dönüşüm, dünyadaki çok geniş ilerici çevrelerin Kürt hareketine bakışını etkileyecek ve

onların konumlarını gözden geçirmelerine yol açacaktır.

Ve nihayet, sonuncu ama önem bakımından değil, ilerde devrimci kabarış yatağına

çekildiğinde, şimdiye kadar bütün toplumsal mücadele deneylerinin gösterdiği gibi, kadına

tekrar evine ve çocuklarına dönmesi dayatıldığında, daha iyi bir ortalama için de bu

gereklidir.

Kadınlar bunu erkeklerden beklememeli, böyle bir proje için mücadeleye girmeliler.

Unutmamalı kadınlara 8 Martlarda övgüler yağdırmak ama fiili ilişkilerin değişmesi için hiç

bir şey yapmamak da, erkek egemenliğini sürdürmenin bir stratejisidir. Kadınlar, erkeklere

hiç güvenmemeli, sapanlarından taşı hiç eksik etmemeli.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

06 Mart 2002 Çarşamba

*

Arafat ve Öcalan

Arafat, 1950’lerin ve altmışların başlarının, sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş ve bağımsızlık

hareketleri döneminin çocuğudur. Filistin hareketinin bütün önderleri gibi, Arap Milliyetçiliği

hareketinden gelir. Bunlardan Havatmah ve Habaş gibileri daha sonra 68’lerin etkisiyle sola

doğru bir kayma gösterdilerse de, kökenlerindeki milliyetçi doku her zaman belirli bir ağırlığa

ve dolayısıyla da ufuk darlığına neden olmuştur.

Öcalan ise, 68’in çocuğudur. Onun politikleşmesinin temelinde Vietnam’daki Tet saldırısıyla

başlayan, dünya ölçüsündeki radikalleşme vardır. Filistin hareketinin önderlerinin önünde,

örneğin İsrail Devletine karşı mücadele eden, ve bu mücadeleleri sonunda, “yaşasın Arap ve

Yahudi halklarının kardeşliği” son sözleriyle idama giden, Yahudi Deniz Gezmişler olmadı

hiç bir zaman, Ama Öcalan’ın ve PKK’nın ideolojik şekillenmesinde Mahirler, Denizler tayin

edici bir öneme sahip oldular.

Böylece daha baştan kökten bir farklılık oluştu Filistin ve Kürt hareketi arasında. Kürt

hareketi, daha baştan kendisini ezen ulusların ezilenlerini de kazanma, onları düşman

görmeme anlayışıyla şekillenirken, Filistin hareketinin, en ilerici biçimlerinde bile Yahudi

ezilenlerini kazanma ve düşman görmeme pratik hiç bir anlamı olmayan pazar vaazlarından

başka bir anlam taşımıyordu. Filistin hareketinde hiç bir zaman, Yahudileri de kurtarmak gibi

bir problem olmadı, Kürt hareketinde ise ezenini de kurtarmak her zaman temel bir yönelişti.

Page 79: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

79

Filistin hareketinde hiç bir zaman, İsrailde bir devrim için Filistinlilerin safında çarpışan

Yahudiler olmadı, ama PKK içinde yüzlerce, Türkiye’deki bir devrim için Kürtlerin safında

çarpışanlar, hatta yöneticiler oldu. Filistin hareketinde Kemal Pir’lerin, Duran Kalkan’ların

paraleli hiç bir zaman olmamıştır ve hayal bile edilemez.

Ama daha da önemlisi ise, onların farklı sınıfsal eğilim ve çıkarların ifadesi olmalarıdır.

Arafat, her bakımdan burjuva bir önderdir. Arap ve Filistin burjuvazisinin eğilimlerini

yansıtır. Batı başkentlerinde onun Filistin’li radikallere karşı daha baştan açıkça veya el

altından desteklenmesi; Arap ülkelerinin mali yardımları, son duruşmada onun Filistin

burjuvazisinin eğilimlerini ve çıkarlarının ifadesi olmasıyla ilgilidir.

Buna karşılık Öcalan ve PKK, kelimenin tam anlamıyla Kürt yoksullarının, pleblerin

eğilimlerini yansıtmışlar ve bunun ifadesi olmuşlardır. Kürt hareketinin çok daha güçlü ve

etkili olmasına rağmen, Arafat’ın aksine, Öcalan’ın sürekli dokunulmaz parya muamelesi

görmesinin temel nedeni budur.

Temeldeki bu ideolojik ve sınıfsal farklılıklar, her ikisi de haklı ve ezilen ulusa ait iki

hareketin farklı programlar ve stratejiler ve mücadele biçimlerine yönelmesi sonucunu verdi.

Birincisi, Milliyetçilik anlayışı bakımından, Kürt hareketi gerek kökenindeki ideolojinin

olanakları gerek sınıfsal temelinin uygunluğu nedeniyle, dil, etni ve kültüre dayanan bir

milliyetçilikten, hukuki tanıma dayanan bir milliyetçiliğe kolayca geçebildi. Filistin hareketi

ise, aksine Araplıkla sınırlı bir milliyetçiliğin sınırlarını aşamadığı gibi, başlangıçtaki,

Hıristiyan Arapların ağırlığında da yansıyan laik karakterini bile yitirdi. Böylece Arap ve

Filistin milliyetçiliği dine dayanan İsrail milliyetçiliğinin aynadaki aksine dönüştü.

Kürt hareketi de, Filistin hareketi de olağanüstü büyük güçlerle karşı karşıyadır. Tek başlarına

bu güçleri yenmeye güçleri yetmez. Bu çıkmazdan kurtulmak için ideolojik ve sınıfsal

temellerine uygun olarak farklı yönelişler geliştirdiler.

Filistin hareketi, programatik düzeyde değişiklikler yapıp stratejik bir yenilenmeye gitmedi.

Örneğin, Arap ve Yahudilerin birlikte yaşadığı, laik ve demokratik bir Filistin, hatta Orta

Doğu federasyonu gibi bir strateji ile çok daha geniş bir cephe kurmayı hiç denemedi. Ne

ideolojik ne de sınıfsal temelleri böyle bir yönelişe olanak sağlamadı.

Bu gün, diyelim ki Filistinlilerin, madem ben yaşamıyorum, sen de yaşama diyen eylemleri

İsrail’e geri adım attırsa ve küçücük Filistin devleti kurulsa bile, bu devlet, İsrail için ucuz iş

gücü sağlayan bir Bantustan’dan farklı olmayacaktır. Ortaya bir Apartheit rejimi çıkacaktır.

Ne Araplar ne de Yahudiler için bir refah ve demokrasi getirmeyecek, her iki tarafta da

gericiliği güçlendirecek, gelir farklarını derinleştirecektir. Filistinlilerin, Arapların hiç bir

Yahudi’nin ruhunda titreşimler yaratabilecek bir programı yoktur.

Ama Kürt hareketinin programı, eğer bilinse, Türkiye’deki insanların yüzde yetmişinin de;

Iraklıların da, Suriyelilerin de, Farsların da ruhunda titreşimler yaratacak bir programdır.

Politikada, gücünüz yetmiyorsa, güç kazanmanın iki yolu vardır.

Birinci yol, hedefleri daha dar ve mütevazı kılarak daha geniş bir müttefikler manzumesine

ulaşmaktır. Radikal hareketlerin sonunda fiilen geldikleri ılımlı reformizm genellikle budur.

Page 80: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

80

İkinci yol, hedeflerinizi daha da genişleterek ve büyüterek yeni güçlere yönelmenizdir. Kürt

hareketinin yaptığı da budur.

Bunu şöyle somutlayalım. Bağımsız bir Kürt devleti hedefiniz var diyelim. Buna

ulaşamayacağınızı görüyorsunuz. Güç ilişkileri buna el vermiyor. Bu durumda, örneğin kısmi

bir otonomi ve bazı kültürel haklar noktasına çekilebilirsiniz. Bu noktaya çekilmenin size bazı

güçlerin desteğini veya tarafsızlığını sağlayabileceğini düşünebilirsiniz. Ancak bu stratejinin

bir sakat yanı vardır. Karşı taraf için bu bir başarı olarak görüleceğinden, bu geri adımınız

daha büyük zaaf olarak görülecek böylece o kısmi haklara da ulaşmanız olanaksızlaşacaktır.

Bunu dengelemek, karşı tarafı kendinize razı edebilmek için, el altından radikallerin, terörist

eylemlerin önünü açarak, karşı tarafı kendinize razı etmeyi denemeniz gerekir. Bu nedenle,

dünyanın her yerinde, ulusal hareketlere burjuva önderlikler ve radikal hareketlerin terörist

yöntemleri bir arada bulunur. Bask veya Filistin’deki bombalamaların veya intihar

eylemlerinin ardında burjuvazinin karşı tarafı sıkıştırmasına ilişkin taktikler vardır. Kısmi

reformlara çekilme ve terör aynı madalyonun iki yüzüdür.

Bir de ikinci yol vardır. Kürt devleti hedefinize ulaşmaya izin vermiyor koşullar. Ama Ulusu

Dil veya kültüre göre değil, yurttaşlık hukukuna göre tanımlamış daha büyük bir bütün içinde,

ulusal baskı ve farklılıkları yok etmeyi hedefleyebilirsiniz. Bu stratejide, birincisinden farklı

olarak, hedeflerde gerileme değil, büyüme ve radikalleşme vardır. Büyüyen hedefler

aracılığıyla daha büyük güçler kazanılmaya çalışılır. Tabii böyle bir strateji, ezen ulusların

geniş ezilen kesimlerini, muhalif kesimlerini de kazanmaya yönelik olacağından, terör

yöntemlerine gerek duymaz. Başarısı halinde ise, bütün bir bölgeyi alt üst eder.

Arafat ile Öcalan’ın farkı, bu iki stratejinin farkıdır. Bu iki farklı stratejinin ardında ise, farklı

ideolojiler ve sınıfsal eğilimler vardır.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

23 Nisan 2002 Salı

*

HADEP, Seçimler ve Baraj

Tarih kulağını ters eliyle ve kafasının üstünden dolandırarak gösterir. Ya da şöyle diyelim,

Ekim Devrimi, “İhtilali Kebir” gibi yıldızın parladığı anlar dışında, iyileri öne çıkararak değil,

daha kötüleri, dayanıksızları eleyerek işini görür.

Şimdi de olan bu. Kürt ulusal hareketi Türkiye’yi değiştiriyor. Ama bu, bu ulusal hareketin

göz alıcı bir zaferi biçiminde gerçekleşmiyor. Onun varlığını, anlamını kabul etmeyenlerin

onu yok etmek isteyenlerin, elenmesi biçiminde gerçekleşiyor.

İşte baraj sistemi. Bütün partiler Genel kurmayın karşısında yerle yeksan olarak, sırf HADEP,

yani Kürt ulusal hareketi, Kürt uyanışı mecliste yansımasını bulmasın diye, barajı düşürmeye;

bu anti demokratik seçim ve partiler yasasında zerrece düzeltmeye yanaşmıyor. Ve

yanaşmadıkları için de belki hepsi barajın altında kalacaklar ve silinip gidecekler.

Page 81: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

81

Silinmemeleri için bir tek yol var: HADEP ile seçim ittifakı. HADEP ittifaklara en açık,

bunun için en sorunsuz parti. Ama seçim barajını kaldırmaya yanaşmadıkları gibi HADEP ile

ittifaka da yanaşmıyorlar.

Böylece Kürt sorununu inkar ve bastırma anlayışı barajın korunmasına ve Kürtlerle ittifakın

reddedilmesine, bu da inkarcıların barajın altında kalarak elenmelerine; Kürt hareketine karşı

geliştirdikleri silahların kendilerini vurmasına yol açıyor. HADEP ile bir araya gelme cesareti

olmayanların yaşama ve bir alternatif olma şansı yok.

Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor, Kürt hayaleti. Ve bu hayalet, kendisini görmek

istemeyenleri çarpıyor. Şu çok konuşulan Derviş’in geleceğini de Kürt hayaleti belirleyecek.

Derviş, sadece uluslararası finans kapitalin ve Türk burjuvazisinin uzun vadeli ve genel

çıkarlarını savunan bir politikacı değil; kökeniyle Türkiye’deki Devlet sınıfları geleneğinin bir

uzantısı. Bu iki egemen gücün kesişme ve uzlaşma noktası. Bu anlamda, sistemin kendini

yenilemesi için Özal’dan beri ortaya çıkabilmiş en yetenekli ve ideal tip.

Ancak bu yetenekler gerçekten var mı yok mu, yine Kürt sorununda görülecek. Derviş’in

birleştirmeye çalıştığı “sol liberal” güçler aynı zamanda HADEP’in de ittifaka hazır olduğu

güçler. Ve HADEP sosyalist Enternasyonal tarafından sosyal demokrat olarak kabul edilen bir

parti. Derviş’in hem solu birleştirmekten, hem istikrarlı bir çoğunluktan söz etmesi ve hem de

HADEP ile en küçük bir ittifaka yanaşmaması, kendi projesini baştan başarısızlığa mahkum

etmesi, intihar etmesi demektir. Derviş’in ya da burjuvazinin projesini gerçekleştirmesinin,

tek yolu var: HADEP ile, yani Kürt Ulusal hareketiyle ittifak. Derviş, eğer Kürtlerle ittifakı

göze alabilirse, YTP gibi “sol” ve liberalleri (kısmen ANAP ve M. Ali Bayar) hatta AKP’den

korkan Kemalistleri arkasına alıp burjuvazinin gönlündeki çoğunluğu sağlayabilir ve Özal’ın

yeni bir versiyonu olabilir. Bu da uzun vadede Türkiye’deki egemen sınıfların konumunu

güçlendirir. Ama bütün bunların gerçekleşmesi için Derviş’in bunu yapabilecek politik

öngörü ve cesareti olması gerekir. Şu ana kadar Kürtler’e karşı bir söz etmedi ve kapıları

kapamadı; örneğin Cem gibi bir davranış içine girmedi. Bu onun sorunun önemini gördüğüne

gösterir ama bu, öneme uygun cesur bir davranış içine girebileceği anlamına gelmez henüz.

Hasılı, burjuvazinin gönlündeki önderin, yani Derviş’in de geleceği Kürt sorunundaki tavrına,

dolayısıyla HADEP ile bir ittifaka girme cesareti gösterip gösterememesine bağlı.

Yazının başında, tarihin, işini iyileri öne çıkararak değil, daha kötüleri eleyerek gördüğünden

söz etmiştik. Kürt hareketi ve HADEP’in böylesine kritik bir işlev üstlenmesi, onun

yetenekleri sayesinde değil, yeteneksizliklerine rağmen gerçekleşiyor.

HADEP elbette bu gün Türkiye’de her türlü demokratik talep ve özlemin destekleyicisi bir

partidir ve bu nedenle Sosyalistlerin ve demokratların bütün diğer partiler karşısında

desteklemeleri gereken bir partidir. O bu niteliklerini Kürt hareketinin, ezilen ulus hareketinin

demokratik karakterinden alır. Bu işin alfabesi.

Ancak politika, sadece sosyolojik eğilimlerin ifade bulmasından ibaret değildir, politika aynı

zamanda bir sanattır. Yani yaratıcılığın ve esteteğin olması gereken bir alandır. Bu anlamda

HADEP çok kötü politika yapmaktadır. Bunun nedeni de, HADEP’in Kürt hareketinin

Page 82: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

82

demokratik özellikleri kadar, Kürt burjuvazisinin dar görüşlülüğünü ve kişiliksizliğini de

yansıtmasıdır.

Sanılanın aksine, Kürt ulusal hareketinde, ister HADEP ister PKK ister KADEK içinde olsun,

stiller, kültürel farklılıklar, vurgu farklılıkları; ayak sürümeleri, bilinçli ya da bilinçsiz fiili

sabotajlar, rekabetler biçiminde görülen çok sert bir sınıf mücadelesi sürer. Bu zıtlık en açık

bu ulusal hareketin iki farklı ifadesinin üstlerine doğru çıktıkça daha açık olarak ortaya çıkar.

PKK ya da KADEK’de üstlere doğru çıktıkça, burjuvazinin ve ulusal motiflerin ağırlığı azalır

plebiyen bir karakter öne çıkar. HADEP’te ise, üstlere doğru çıktıkça burjuvazinin ağırlığı

artar. KADEK’in üstündekiler, yıllardır dağlarda proleterleşmiş kaybedecek şeyleri olmayan

gerillalardır. HADEP’te ise üsttekiler avukatlar, doktorlar, aydınlar iş adamlarıdır.

Bu zıtlık en açık, Öcalan ve HADEP’in politikaları arasında görülebilir. Öcalan, politik

bakımdan son derece esnek, gerektiğinde çok cesur adımlar atabilen, ve bütün bunlara rağmen

ve bunlar sayesinde programatik hedeflerini koruyan, güçlendiren bir politikacıdır. Buna

karşılık, HADEP’te her şey zıddına döner. Politik ve taktik esneklik politik programsızlığa ya

da kişiliksizliğe; programatik sağlamlık adına yapılanlar da bir dar görüşlü milliyetçiliğe

dönüşür.

Örneğin, HADEP hala şu Türkiye partisi olma meselesini anlayamaz ve çözemez. Biz

Türkiye partisiyiz diyor. Halbuki bu denilmez, yapılır. Tıpkı iyi bir sanat eserinde gerçek

fikrin doğrudan ifade edilmemesi gibi. HADEP bir Kürt partisi olarak Türkiye politikası

yapmayı beceremiyor. Biraz da bu nedenle barajı aşamıyor ve diğer partiler onu son anda baş

vurulabilecek cepte keklik görmelerine çanak tutuyor ve bu da onun tıkıldığı gettonun

duvarları dışına çıkmasını engelliyor. Ama bütün bunların nedeni, Kürt burjuvazisinin sınıfsal

eğilimlerinin, dar görüşlülüklerinin, korkularının HADEP’e çok yoğunlaşmış olarak

yansımasıdır. KADEK ve HADEP arasında şöyle bir zıtlık var. PKK’da üstte yaratıcılık, alta

indikçe kabızlık artar. HADEP’te ise, altta yaratıcılık, üstlere çıktıkça kabızlık artar.

Bunun aşılmasının bir tek yolu var. Kürt hareketini sırtlayan kadınların, HADEP’in

yönetimine gelmesi.

Lenin, ölümüne yakın, bürokratlaşmayı görünce, en azından bir tutamak noktası sağlamak, bir

soluklanma ve zaman kazanma sağlar düşüncesiyle, merkez komitesine yüz kadar hiç

politikaya bulaşmamış işçi almaktan söz ediyordu. İşte HADEP’in ihtiyacı olan da böyle bir

şey, zılgıt çeken, hareketin yükünü taşıyan kadınları öyle göstermelik oranlarla, sembolik

organlara değil, bütün yönetim organlarına getirmeli. Bu hem burjuvazinin yol açtığı

kabızlığa son verir, hem de barajın aşılmasının yolunu açar. O zaman Türkiye kadınlarına da

mesaj veren bir Kürt partisi olur. Kolombun yumurtası gibi, bu kadar basit.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir

13 Ağustos 2002 Salı

*

Page 83: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

83

HADEP’e Açık Mektup

Bu gün Türkiye’de etki yapmak, genç ve modern kesimlerin ruhunda titreşimler yaratmak

ancak sorunları, sıkıntıları, açmazları ve korkuları açıkça ortaya koyan bir yöntemle mümkün

olabilir. Derviş’in genç kuşaklarda böyle bir etki yaratmasının nedeni, en azından böyle

davranıyor izlenimi verebilmesinde yatar.

HADEP ise diğer klasik partiler gibi davranıyor. O şarkın ezeli, “ağır ol da molla desinler”

anlayışının dışına çıkamıyor. Örnek mi? HADEP’in bütün sözcüleri, HADEP’in tek başına

seçim barajını aşacak güçte olduğundan söz ediyor. Eğer böyle ise izlenen politikalar ve

taktikler buna uygun değil, yok eğer izlenen politika ve taktiklerin doğru olduğu

düşünülüyorsa bu sözler gerçek durumu ve HADEP’lilerin gerçek kanaatlerini yansıtmıyor.

Bu durumda da HADEP’in üslup olarak diğer partilerden hiç bir farkı kalmıyor.

Şimdi bir de tersini düşünelim. HADEP yöneticilerinin açıkça, “Maalesef tek başımıza barajı

aşmamız çok zor. Bu durumdan kurtulmak için, bu anti demokratik seçim yasasının barajını

aşmak için yollar arıyoruz. Ama bütün partiler bizi dışlıyor ve bizimle bir arada olmaktan

korkuyor. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde millet vekillerinin, “Şeytan da oluruz,

Bolşevik de” demeleri gibi, biz de, önümüze konan bu anti demokratik engeli aşmak ve

koyanları yenilgiye uğratabilmek için şeytanla bile iş birliği yapmaya hazırız” tarzında

konuştuklarını var sayalım. Bu takdirde, hem içtenlikle sorunlar ve korkular ortaya koyulmuş

olur, hem de yapılanlar ile söylenenler uygun olur.

Ama en önemlisi, bu, Türkiye’nin boğucu bezirgan politika ortamına, onun çok yabancı

olduğu içtenliği getirir ve değişik bir soluk olur. Ancak o zaman HADEP batının şehirli

modern sınıflarının, şimdiki HADEP ve diğer partiler gibi davranan ana babalarının

içtenliksizliğinden tiksinen genç kuşaklarının ruhunda bir titreşim yaratabilir. Ancak o zaman

HADEP olmaya çalıştığı, “Türkiye Partisi” olma yolunda gerçek bir adım atabilir.

Niçin inanmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Siz de biliyorsunuz ki, HADEP için en büyük

sorun, barajın altında kalma korkusudur. Ne derseniz deyin, bütün taktiklerinize bu kaygı

damgasını vurmaktadır. İnsanlar da aptal değil bunu herkes de görüyor ayrıca. İşin kötüsü,

kendi aranızda sizde böyle konuşuyorsunuz. O zaman bu parçalanmış bir kişiliğin şizofrenik

ruh hali olmuyor mu? Siz de biliyorsunuz ki, HADEP bir türlü, Batı’da yaşayan modern

kuşaklara ve orada yaşayan Kürtlere yeterince ulaşamıyor. Siz de biliyorsunuz ki, yüzde on

barajını aşamaması ve Meclis’e girememesi Kürt hareketi için ciddi bir moral kaybına yol

açabilecektir. Bunları açıkça söyleseniz ne kaybedersiniz?

Siz ise gerçek kaygılarınızdan değil, İktidara gelmekten söz ediyorsunuz. Ayıp. Kendi

sözlerinizi siz ciddiye almıyorsunuz veya ciddiye alacağınız sözler söylemiyorsanız, sizi

kimsenin ciddiye almasını bekleyebilir misiniz? Bu tür palavralarla taraftarlarınıza mücadele

morali mi verdiğinizi düşünüyorsunuz? İnsanlar aptal mı? Bir zamanlar Aybar’ın “Başa

güreşeceğiz” palavraları gibi, iktidar palavralarına insanlar değer verir mi sanıyorsunuz?

Yapabileceğiniz ve söylemeniz gereken, iktidar palavraları atmak değil, mütevazı bir hedef,

örneğin “ezilenlerin ve demokratik güçlerin, muhalefetin sesini parlamentoya taşımayı

Page 84: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

84

hedeflediğiniz, iktidar hayalleri görmediğiniz”dir. Böyle açık konuşursanız, başka bir örnek

sunmuş, en azından kendinize ve halka karşı dürüst davranmış olursunuz.

Her sözünüze “barış ve demokrasi güçlerinin birliği”, “ilkelerde birlik” gibi sözlerle

başlıyorsunuz. Ne demektir bunlar? “Barış ve Demokrasi” gibi, “Emekten Yana” gibi, her biri

muz gibi söyleyenin niyetine göre değişen kavramlarla politik ittifaklar kurulabilir ve politika

yapılabilir mi? En kanlı savaşların barış bayrağıyla yapıldığı kimse için bir sır değilken, bu

kırk yıllık yavanlık ve sıradanlıkları tekrarlayarak mı politika yapacaksınız? Türkiyeli

sosyalistlerin yıllardır tekrarladıkları en büyük saçmalıklardan biri olan “ilkelerde birlik”

sözünden başka onlardan alacak şey mi bulamadınız? “İlkelerde birlik”le hiç bir birlik

kurulamaz, ancak sektler kurulabilir. Bırakalım ittifakları bir yana, modern partiler bile ilkeler

ile değil, somut yapılacak işler planı olan programlar temelinde kurulabilir.

Modern toplumda birlikler ve ittifaklar somut hedefler, yapılacak işler temelinde kurulabilir.

“İlkelerde Birlik” her zaman somut hedefler üzerine bir ittifak kurmaktan kaçışın parolasıdır.

Aslında siz de, o “ilkelerde birlik” lafını ağzından düşürmeyen Türk sosyalistler de, yıllardır

nesir konuştuğunu bilmeyen Molliere’in kahramanı gibi, fiilen böyle davranırlar. Saadet

partisi ile seçim görüşmeleri, tam anlamıyla bundan başka nedir ki? Barajı aşma somut

hedefinde bir ittifak.

Böylece şu netameli konuya geliyoruz. Saadet ile seçimde barajı aşmak için ittifak. İlke

düzeyinde buna elbette itiraz edilemez. Sorun bunun gerçekten, Kürtlerin ve ezilenlerin

mücadelesine, hizmet edip etmediği, mücadele azmini ve moralini güçlendirip

güçlendirmediğidir.

Eğer baştan, yukarıda ifade edildiği türden bir açık politika yapılsaydı, bu açık politika

çerçevesinde açıkça, bizi tecrit etmek ve oylarımızı zebil etmek isteyenlerin oyunlarını

bozmak için şeytanla bile işbirliğine hazırız denilseydi, gizli kapaklı değil, kamu oyu önünde,

açıktan, teklif yapılsaydı, bu takdirde böyle bir teklif mücadele moralini bozmak bir yana

kamçılar, hatta bizzat Saadetin çalkalanmasına kadar gidebilirdi.

Ama siz ne yapıyorsunuz? Bir yandan ilkeler sözlerini ağzınızdan düşünmüyorsunuz. Diğer

yandan gizlice Saadetle görüşüyorsunuz. Bu gizliliğin kendisinin bile, sizin için nasıl bir

tuzak olduğunu anlamak ve görmek istemiyorsunuz. İşte bir gazete ifşa ediverdi. Sizin açıkça

yaptığınız takdirde size puan kazandıracak bir girişim, birden bire sanki gizli bir günahınız ve

gazetenin yaptığı da kamu oyunu aldatılmaktan kurtarmak oluverdi.

Elbette Saadetle bile seçim ittifakı yapılabilir. İttifakların biricik ilkesi, ilkelerin değil somut

çıkarların ve hedeflerin geçerli olduğudur. O zaman da, her ittifakın götürdükleri ve

getirdiklerini hesaplamak gerekir. Ama bundan da önemlisi, ittifak girişiminin başarılı ya da

başarısız olması durumunda da, sizin güçlenmenizi sağlayacak bir politik çizgidir yukarıda

ifade edilen türden.

Saadetle görüşmeler neye yaradı? HADEP saflarında kafa karışıklığına yol açtı. HADEP’e

bin bir korkusunu yenerek yaklaşmaya başlayanların tekrar uzaklaşmalarına; HADEP’in

destekleyicileri arasında hiç de az olmayan sosyalist ve Alevi bir çok kişinin kırgınlığına ve

burukluğuna.

Page 85: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

85

Bu biçim ve koşullarda, Saadetle bir seçim ittifakının, götüreceklerinin getireceklerinden az

olmayabileceği hesaplanmalıdır.

Saadetle ittifak, elbette Meclis’e adam sokmayı başardığı takdirde, Kürtler arasında belli bir

moral yükselişine yol açabilir. Bir çok insan içine sinmese de bu ittifaktan dolayı,

HADEP’ten yüz çevirmeyebilir. Ama bir çoğu da çevirecektir. Özellikle sol ve Alevi güçlerin

desteğinin azalması ve yitirilmesi de olacaktır. Oyları etkilemese bile coşkuyu kıracaktır.

Burada sorun kayıpların kazançları karşılayıp karşılamayacağıdır.

Ancak biraz daha yakından bakınca, bu gün izlenen politikayla ve stille, kayıplarının

kazançlarından fazla olduğu görülür. Hatta bu ittifakın, barajı aşma amacına bile hizmet

edeceği şüphelidir. Çünkü moral etkenleri bir yana bırakalım, sadece HADEP tarafından

kayıp oylar ve güçler olmayacaktır, Saadet tarafında daha büyük kayıp olur. Saadetin, önemli

bir seçmen kitlesi, HADEP ile ittifak durumunda, AKP veya MHP’yi desteklemeyi tercih

eder. Onların ikinci bir alternatifleri var, ama HADEP’i destekleyenlerin yok. Saadetin

tabanındaki direnç, HADEP’inkinden de büyük olacaktır. Bu şu demektir, yüzde dört saadet

oyu için yapılan ittifak, saadetten yüzde iki oy gelmesine, HADEP’in de yüzde bir civarında

oy kaybetmesine yol açabilir. Böylece, yüzde birlik bir artış da meclise girmeye izin

vermeyebilir. Bu takdirde, meclise girmeden beklenen moral kazancı da olmayacağından, çok

daha büyük zararlara yol açar. Attığın taş ürküttüğün kuşa deymez.

Tekrar ediyoruz, bu günkünden başka, içtenlikli bir stille, Saadet ile seçim ittifakı girişimi, bu

ittifakın kurulması veya kurulmaması halinde HADEP’in güçlenmesine de hizmet edebilir.

Ama bu yukarıda anlatılan stille mümkün olabilir. Zaaflarını, korkularını, kaygılarını

planlarını açıkça ortaya koyan bir politika stiliyle.

Ancak bütün bunlara gerek yok. HADEP son derece kolay olarak, tecrit çemberini kırıp bu

engeli aşabilir. Seçim barajını aşamasa bile, bu takdirde mücadele azmi ve moralinde bir

gerileme değil, yükselme sağlar.

HADEP kapatıldığı gettonun duvarlarını parçalamak zorundadır. Bütün vuruşunu bu noktaya

yapmalıdır. Bu yapılması gerekenler somut olarak şöyledir.

Sol ve sosyalistlerle ilkelerde birlik olanaksızdır. Zaten denildiği gibi, ilkelerde birlik, somut

hedeflerde ittifaktan kaçışı meşru gösterme aracından başka bir şey değildir. Onlarla

programatik olarak da bir çok bakımdan zordur ittifak yapmak. Tipik örnek olarak Avrupa

Birliği gösterilebilir. Öncelikler de farklıdır. Sosyalistlerinki örneğin IMF’dir, HADEP’inki

demokratikleşme. İMF ile ancak demokratikleşme aracılığıyla mücadele edileceği, ana

halkanın bu olduğu gibi sorunlar ise, ittifaklar değil, ideoloji alanına girerler, bu tür

tartışmaların bu bağlamda bir anlamı yoktur. Ya da sosyalistler Egemen ulusun

sosyalistleridir, onların Kürt halkının çektiklerini anlaması ve aynı hassasiyetle yaklaşması

düşünülemez.

HADEP her şeyden önce bütün bunları veri kabul etmelidir. yani bu öncelikleri,

hassasiyetleri, programı farklı oldukça da şoven; “ilkelerde birlik” diyerek örneğin somut bir

barajı aşma ittifakından kaçan Türk sosyalistlerini, nasıl köşeye sıkıştırıp, onları kendisiyle bir

seçim ittifakına zorlayacağını planlamalıdır. Sorun bunların oyu kadar, bu sosyalistler

Page 86: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

86

aracılığıyla gettonun duvarlarının parçalanması kadar, sosyalistlerin kaçış yollarının

tıkanmasıdır.

Bu hedefe ulaşmak için HADEP’in yapması gereken, geç kaldığı ama hala yapabileceği

şudur: bütün bu sol ve sosyalist parti ve gruplardan ağırlığı olan veya kamu oyunun tanıdığı

kişileri, kendi listelerinden, Özellikle Türkiye’nin Batı’sındaki şehirlerden, onlardan hiç bir

angajman beklemeden Bağımsız aday olarak göstermek.

Somut yazalım, bir kaç sembolik isim verelim. ÖDP’den Ufuk Uras, Oğuzhan Müftüoğlu,

Saruhan Oluç, EMEP’ten Levent Tüzel, Aydın Çubukçu, diğer Parti ve eğilimlerden veya

bağımsızlardan Haluk Gerger, Doğan Tarkan, Ertuğrul Kürkçü, Eşber Yağmurdereli, Metin

Çulhaoğlu, Mihri Belli, veya bu parti ve grupların kendilerinin önerebileceği isimleri, İnsan

Hakları alanından Eren Keskin, Akın Birdal, Hüsnü Öndül, Pınar Selek; hatta Saadet

Partisinden Bekaroğlu; SHP’den Fikri Sağlar gibi daha bir çoğu sıralanabilecek isimleri, hiç

bir karşılık beklemeden Batı’nın büyük şehirlerinden, veya bulundukları şehirlerden ön

sıralarda bağımsız adaylar olarak gösterip, bunların Meclis’te kendi seslerini duyurmaları için

kapı açacağını, bu kişilerin cevabını beklemeden, ve onlarla önceden özel görüşmeler

yapmadan, (çünkü o zaman bunların baştan yolları kapama olanakları olur, onlara kaçacak

delik bırakmamak gerekir, HADEP şimdiye kadar hep kaçacak delik bıraktı) açıkça kamu oyu

önünde ilan edip, onları teklifine cevap vermeye çağırmalıdır. Onlardan programatik, politik

ve ideolojik hiç bir talebi olmadığını, sadece listelerinden bağımsız aday olarak göstermek

istediğini, bu değerli insanların Meclis’e taşınmasına aracı olmak istediğini açıkça

belirtmelidir.

Bu listeye elbette Orhan Pamuk’tan, Yaşar Kemal’e, Ahmet Altan’dan, Etyen Mahçupyan’a

kadar bir çok isim eklenebilir.

Bu yapıldığı takdirde kimsenin kaçacak bir yeri kalmaz. Kaçtıkları takdirde kendileri

kaybederler, onlara yönelik sempati HADEP’e akar. Kaçmazlarsa güç verirler. Ancak bu

takdirde, ve bu derhal yapıldığı takdirde, Türkiye’nin şehirli, modern batılı nüfusunda bir

yankı yaratılabilir ve gettonun duvarlarında çatlaklar oluşturulabilir. İşçi sınıfı maalesef şimdi

AKP’nin, yani Politik İslam’ı bayrak yapmış burjuvazinin peşinde, ona kısa vadede

ulaşılamaz. Ama bu şehir orta sınıfları sarsılabilir.

Acil yapılması gereken budur. İkinci olarak eski önerimizi tekrarlayacağız. Kadınların bütün

organlarda çoğunluğa getirilmesi önerisi. Bunu yapmıyorsanız, hiç olmazsa, adaylarınızın en

az yarısını kadınlardan seçin. Ama öyle kıytırık, göstermelik yerlerde değil, seçilme garantisi

ve olasılığı olan yerlerde. O zaman sadece Türkiye’deki kadınlar sarsılmayacak, HADEP’e de

bambaşka bir dinamizm gelecektir. Unutmayın, şu ana kadar iki gazeteci HADEP’e oy

verebileceğini söyledi. Bunların ikisinin de kadın olması bir rastlantı değildir.

Bunları yaptığınız takdirde, yüzde on barajını aşamasanız bile, bu Türkiye’deki ezilenlerin

moralini ve mücadele azmini güçlendirir. Önemli olan da budur.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

27 Ağustos 2002 Salı

Page 87: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

87

*

Coşku Duymayandan Kuşku Duy!

Tarihteki bütün önemli değişiklikler, milyonlarca insanın girişim, enerji ve iradi çabalarının

belli bir noktada yoğunlaşmasıyla gerçekleşir. Bir sistem ne kadar çürürse çürüsün; bir

gelişme ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın, geniş kitlelerin fedakarlıkları, iradi çabaları,

coşkuları, enerjileri harekete geçmeden hiçbir değişiklik gerçekleşmez. Olaylara daha

yakından bakıldığında, insanların fedakarlıklarının, iradi çabalarının, coşkularının da

genellikle tam da çürüyen sistemlere karşı olgunlaşan bir gelişmenin ortaya çıktığı

zamanlarda yükseldiği görülür. Ve insanlardaki fedakarlığın, iradi çabaların, coşkuların

yükselişi de bir sistemin çürüdüğünün, yeni bir gelişmenin olgunlaştığının ifadesinden başka

bir şey değildir.

DEHAP çatısı altında oluşan Blok bunun en güzel ve tipik örneği. Yıllardır bir araya

gelememiş, birbirine yakın olsa bile, birbirinden uzak düşmüş eğilimler ilk kez bir araya

gelebildiler. Bu bir araya geliş, sistemi değiştirmek için bir iradi çabanın, bir fedakarlık ve

coşkunun harekete geçmesi olduğu kadar; bir sistemin artık iyice çürüdüğünün ve onun içinde

yeni olanın artık iyice olgunlaştığının da ifadesi ve bu nesnel toplumsal eğilimin politik

yansımasıdır.

Bu sorun elbette daha kategorik düzeyde, öznel olanla nesnel olanın ilişkisidir. Öznel iradi

çabaların bile son duruşmada nesnel eğilmelerin ifadesi ve yansıması olduğu önermesinden

hiç de hiçbir şey yapmamak gerektiği gibi bir sonuç çıkmaz. Bir zamanlar Engels’in de

dikkati çektiği gibi, tarihte en büyük iradi çabaları en kaderci ve determinist tarikatlar

(örneğin Hıristiyanlıkta Kalvinizm, İslam’da Kaderiye) göstermiştir. Benzer şekilde, modern

tarihte, maddi üretim hayatının son duruşmada her şeyi belirlediğini söyleyen Marksistler,

insanlığın son iki yüz yıllık tarihinde en büyük fedakarlıkları, en büyük coşkunluğu ve iradi

çabaları göstermişlerdir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren bütün önemli

toplumsal gelişmeler, modern çağın kadercileri olan kendini sosyalist olarak tanımlayan

milyonlarca ve milyonlarca militanın ve sempatizanın enerjisi, coşkusu fedakarlıkları

olmadan tasavvur bile edilemez.

Neden böyledir? Çünkü bir coşku, bir fedakarlık, bir iradi çaba, her şeyden önce, sınıf

mücadelesi içinde bir tavırdır; sınıfsal bir konumlanıştır; sınıf mücadelesinin bir aracı ve

yoludur.

Bu en iyi son olarak Bloğun yarattığı heyecanlarda görülebilir. Blok, ÖDP ve SHP’nin utanç

verici ve hiç de sürpriz olmayan tavırlarına rağmen, büyük bir enerji, coşku ve iradi çabayı

harekete geçirmiş bulunuyor. Ama aynı zamanda, bu çaba, enerji ve coşkuya karşı bir

küçümseme, alay, sanki hiç böyle bir şey yokmuş gibi bu canlılığı görmezden gelme eğilimi

görülüyor. Hayır, bunu sadece karşı tarafta veya örneğin ÖDP’lilerde görmüyoruz, bizzat bu

Bloğu destekleyen parti ve eğilimlerin içinde de görüyoruz. Çünkü bu parti ve eğilimler de

kendi içinde farklı eğilim ve çıkarları barındırırlar ve onların arasında bir çatışma söz

konusudur.

Page 88: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

88

Geçenlerde başıma gelen çok ilginç bir olaydan yola çıkayım. Hamburg Halk Evi’nde, Bloğu

desteklemek üzere toplanmıştık. Toplantı yapıldığı saatlerde, Türkiye’den ÖDP’nin de bloğa

katıldığına dair haberler geliyordu. “Sen, ben bizim oğlan”dan ibaret katılımcılar olarak

hepimiz heyecanlanmış ve şimdi bir girişimde bulunmanın doğru olmayacağı; bloğu

destekleyen parti ve örgütler ve bunun da harekete geçireceği daha geniş çevrelerle bir sonraki

hafta çok daha geniş güç ve olanaklarla toplanmanın daha doğru olacağı sonucuna ulaşmış,

heyecanla toplantıdan dağılmıştık. Bir çorba içmek üzere genellikle Kürtlerin gittiği bir

lokantaya uğramıştım. Orada tesadüfen gördüğüm bir iki Kürt tanıdığa sevinçle bloğun

oluştuğunu söylediğimde, aynı sevinci beklerken, onların sevinmek yerine sinirli bir şekilde

“İyi olmadı, Türk soluyla bir şey olmaz, şimdi Kürtlere daha çok baskı olacak. ANAP veya

Saadetle olsaydı Kürtler Meclise girebilirdi veya bağımsız adaylarıyla” itirazlarıyla

karşılaşınca şaşırmış ve donup kalmıştım.

Aslında şaşacak bir şey yok, Kürt hareketinin Türk sosyalistleriyle yaptığı bu ittifaktan

rahatsızlık duyan veya zerrece bir coşkunluk göstermek bir yana, içten içe veya açıktan

memnuniyetsizliğini açığa vuran Kürt burjuvazisinin eğilimleri, Özgür Politika’ya yazan bir

çok yazarın satır aralarında veya açıktan görülebilir. Bu bloğun başarısız olması, örneğin

barajın altında kalması, sonra da “Bakın biz dememiş miydik, Türk soluyla ittifak yanlıştır

bize hiçbir şey kazandırmaz” diyerek, Kürt hareketi içindeki yoksulların radikal ve demokrat

eğilimlerini baskı altına alıp kenara itmeye ve hareketin içindeki ağırlığını arttırmaya çalışan

çok ciddi bir burjuva eğilim vardır.

Kürt burjuvazisi, cılız ve korkak olduğu için Kürt ulusal hareketinin önderliğini ele

geçirememiştir, bunun yerine önderliği, devrimci demokrat plebiyen ve yoksul tabakalara ve

bunların eğilimlerinin temsilcisi PKK – KADEK çizgisine kaptırmıştır. Ancak bu durumdan

son derece rahatsızdır. Bilmektedir ki, etkisi ve prestiji nedeniyle bu çizgiye açıktan karşı

çıkması tümüyle tecridine yol açar. Bu durumda, onun bayrağı altında, sinsice sabotajlarla,

ayak sürümeleriyle, engellemelerle, saptırmalarla uzun vadeli, kendisine sıranın gelmesini

bekleyen bir strateji izlemektedir. Bloğun başarısızlığına içten içe sevinecek ve timsah

gözyaşları dökecekler onlardır.

Dolayısıyla bloğun başarısı için çalışmak, çabalamak, coşkunluk duymak ve bu coşkunluğu

başkalarına bulaştırmaya çalışmak bir sınıf mücadelesi konusudur aynı zamanda. Sanki hiçbir

şey olmamış gibi, susmak, zerrece heyecan duymamak; blok konusunda bir satır yazmamak

ve insanları bu bloğun başarısı için harekete geçirmeye çalışmamak da başka bir sınıfın

mücadele stratejisidir.

Her kim ki, bu gün, Bloğun oluşmasından dolayı bir coşkunluk duymuyor ve bu içindeki

coşkunluğun salgın hastalık gibi başkalarına bulaşması için çalışmıyorsa; her kim ki bu gün,

bu bloğun tarihsel ve politik önemini küçümsüyorsa; her kim ki bütün enerjisini ortaya

koymuyor ve insanları böyle davranmaya çalışmıyorsa, o demokrasiyle sosyalizmin bu

sembolik ittifakının başarısından rahatsız olan, bunu açığa vurmaktan korkan bir burjuvadır.

Bu ittifakın başarısı, sadece Genel Kurmay ve Türkiye’nin egemenleri için değil; sadece

Kürtlerin haklarını kabul eden ama onları kendilerine bazı haklar bahşedilebilecek bir nesne

olarak gören ırkçı Türk “sol”cuları için değil, Türk ezilenlerine bıkmadan el uzatan

Page 89: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

89

demokratik Kürt hareketinin bu tavrından hep rahatsızlık duyan, gönlü Emperyalistler ve

onların Türk burjuvazisi içindeki paralelleriyle işbirliklerinde olan; onlarla bir işbirliğinin

Kürtlerin ulus olarak ezilmesinin sonunu getireceği hayalini yayan Kürt burjuvazisi için de

ağır bir darbe olacaktır.

Her kim ki, Bloğun barajı aşabileceği başarısından kuşku duyarak insanların enerji ve girişim

çabalarını öldürmeye kalkar, her kim ki, barajı aşmasa bile bu bloğun oluşumunun tarihsel

anlamını küçük görür o bir bozguncudur. Coşku duymayandan kuşku duy!..

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

24 Eylül 2002 Salı

*

Bloğun Gücü ve Güçsüzlüğü

Bayrakların toplumsal ve politik işlevleriyle onların içerikleri arasında hiçbir doğrudan ilişki

yoktur. Bunun en klasikleşmiş örneği, Sri Lanka’nın Kürtleri olan Tamillerin ulusal baskıya

karşı mücadelelerinin öncüsü olan “Tamil Kaplanları”nın adının ve bayrağının, o sıra

tesadüfen ellerinde bulunan bir kibrit kutusunun kapağındaki resimden alınmış olmasıdır. O

kaplan resmi yerine başka bir resim olsaydı Tamil halkı daha az direniş ve cesaret

göstermezdi. Bir bayrağın üzerindeki renkler, şekiller veya o renk ve şekillerin üzerinde yer

aldığı maddenin cinsi ile (pamuktan bir bez parçası, atlas veya kağıt) ile o bayrağa sahiplenen

kitlenin özlemleri ve varoluş nedenleri arasında hiçbir doğrudan ilişki olmadığının kanıtıdır

bu.

Bunun bir başka klasik örneğini de dünyanın ilk modern partisi olan, Alman Sosyal Demokrat

İşçi Partisi sunar. Alman işçi hareketi içindeki Marksist ve Lassalcıların, daha sonra Marks’ın

kenarına düştüğü notlar nedeniyle meşhur olan, Gotha’daki birleşme kongresinde kabul edilen

program, sosyalist teori açısından akıl almaz yanlışlarla doludur. Ama bir program da aynı

zamanda çoğu kez bir bayraktır. Alman İşçileri onu programdan ziyade bir bayrak olarak

almış ve onda, içinde yazılanları değil gönlünde yatanları görmüştür. Bayrak olarak bir işlev

gördüğü sürece onun içeriğinin önemi olmaması ve Alman işçileri onda gerçek yazılanları

değil özlemlerini gördüğü için, Marks onca yıl o programa sesini çıkarmamıştır.

Bloğa gelirsek, aynı durum söz konusudur. Bloğun programı bir yığın yuvarlak ve hamasi

sözlerle doludur. Bloğu oluşturan örgütlerin programdan anladıkları da farklıdır. Bir sosyalist

Blok destekçisi örneğin Avrupa Birliği’ne karşı mücadele için Bloğu önerirken bir başka Blok

bileşeni pek ala Avrupa birliğine girmek için bloğu önerebilmektedir. Aslında ikisi de, bloğun

gerçek programı olması gereken Demokratik Cumhuriyet programından uzaktır. Bloğun Türk

sosyalist kesimi ekonomisttir. Yani işçilerin sorunları üzerinde, IMF özerinde yoğunlaşmayı,

Avrupa’ya Hayır demeyi, emperyalizmden söz etmeyi sosyalistlik ve sınıfçılık

zannetmektedirler. Bu nedenle, Avrupa’ya veya IMF’ye karşı direnebilmek için, önce bu

Page 90: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

90

pahalı, baskıcı bürokratik devlet cihazının parçalanması ve onun yerine gerçek iktidarın

halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olduğu, bürokratik, baskıcı ve militer olmayan bir devlet

cihazına geçilmesi, sorununu es geçmekte, sanki bu mecliste bir çoğunluk olunsa, iktidara da

sahip olunabileceği hayali yaymaktadırlar. Meclisteki bir çoğunluğun, bu günkü pahalı,

baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazının tasfiyesi için sadece güçlü bir mevzi kazanmak,

belki de ikili bir iktidar durumu yaratmak anlamına geleceği gerçeğini görmezden gelmekte

ve sahte hayaller yaymaktadırlar.

Bloğun Kürt Ulusal hareketi kanadında da işler daha iyi değildir. Legal ve parlamenter

mücadelede, Kürt burjuvazisinin artan ağırlığı ve daha güçlü damgası nedeniyle, Demokratik

Cumhuriyet, Kürtlerin kurtuluşunun da bir yan ürün olduğu stratejik bir hedef veya program

değil, içi boşalmış, var olan devlet sistemi içinde, güç dengelerinin el verdiği kimi demokratik

görünümlü küçük reform ve uygulamalar anlamını kazanır. Türk ezilenlerini çekebilecek ne

bir program ne de sloganlar geliştirilebilir.

Tabii böyle anlayışlar ortamında çıkacak programın doğru olması elbette beklenemez. Ama

yukarıda da belirtildiği gibi, bunun hiçbir önemi de yoktur bu gün için. Bu gün bloğu

destekleyenler o programda yazılanların gerçek anlamından dolayı değil, bloğun kendisi

özlemlerini yansıtan bir bayrak olduğu için destekliyorlar. Çok daha doğru bir programın,

daha büyük fedakarlıkları ve coşkunluğu harekete geçirebileceğini kimse söyleyemez.

Ancak, burada ortaya çıkan çok özgül bir durumdan da söz etmek gerekiyor. Gerek bloğu

oluşturan taraflar, gerek programları, eksiyle eksinin çarpımının artı olması gibi, tek başlarına

eksi değerler ifade ederlerken bir araya geldiklerinde, toplamları bir artı değeri ortaya

çıkarmaktadır. Kürt hareketinin demokrasi özlemleri ve vurgusu, solun ekonomizmini

nötralize etmekte, ekonomist Türk sosyalistlerin vurguları da, Kürt hareketine damgasını

vuran ulusal dar görüşlülüğü nötralize etme işlevi görmektedir. Böylece, ortaya, Türk

ezilenlerin sorunlarını sorun eden Kürt Ulusal hareketi; Kürt halkının uğradığı ulusal baskıya

direnen Türk emekçi ve sosyalistleri sonucu bloğun tümlüğü içinde ortaya çıkmaktadır.

Bloğun büyük tarihsel ve sosyolojik anlamı tam da buradadır.

Bu mekanizma aracılığıyla Blok, farkına varmadan, onlarca yılda başarılabilecek bir siyasi

eğitimi, pratikte ve miting alanlarında fiilen başarmakta, Ezilen Kürt ulusunu Türk

ezilenlerinin; Türk ezilenlerini ezilen Kürt ulusunun sorunları ve hassasiyetleri konusunda

eğitmektedir. Bu eğitim sadece kitlelerde değil, tarafların konuşmacılarının kavramlarındaki

değişmelerde de görülebilir. Hep Kürt emekçilerinden söz edenler, bir ulusun adeta seçim

gösterileri biçiminde yansıyan ayaklanmasıyla yüz yüze geldikçe Kürtlerden söz etmeye

başlamışlardır. İşte yığınların pratik içindeki eğitimi denen şey tam da budur. Bu muazzam

patlayıcı bir bileşimdir. Hani nasıl astrolojide yıldızların belli dizilişleri büyük mucizelerin

veya olayların habercisi olarak görülürse, sosyolojide güçlerin bu tür dizilişleri daima büyük

hareketlenmelerin ve değişimlerin habercisi olarak kabul edilebilir.

Bloğun programı gibi, onu oluşturan örgütler ve adaylar konusunda da programdakine benzer

bir durum geçerlidir. Bir örgüt olarak işlevleri bakımından, bloğu oluşturan örgütlerin,

yaratıcılığı ve girişim yeteneğini geliştirmeleri bir yana ona çoğu kez engel oldukları,

iticilikleri kimse için bir sır değil. Ve her gün duyduğumuz, gördüğümüz bir yığın pratik

Page 91: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

91

olayda bunun örnekleriyle de karşılaşılır. Ama burada da onların bu işlevleri değil, bayrak

olarak işlevleri söz konusudur. Burada da olumsuzlukların olumluluklara yol açması

mekanizmasıyla karşılaşıyoruz. Bloğun aceleyle kurulmuş olması, ekonomizmin ve ulusal dar

görüşlülüğün egemen olduğu bir güçlü örgütsel mekanizmanın oluşumunu engellemiş

bulunuyor; bu sayede girişim ve yaratıcılık yeteneği kendini açığa vurabilecek kanallar

buluyor ve bu eksikliğin kendisi bu girişim ve yaratıcılık yeteneğinin harekete geçmesini

zorluyor. Böylece var olan örgütler, hem bir bayrak işlevi görürken, henüz kalın bir kabuk

olmaya fırsat bulamamış yapılarıyla tıpkı yağmurun oluşması için, havadaki toz ve

bakterilerin tohum işlevi görmesi gibi, girişim ve yaratıcılığın potansiyellerinin gerçekleşmesi

için olumsuzluklarını gideren bir işlev görmektedirler.

Adaylar için de aynı şeyler söylenebilir. Onlar da birer bayraktırlar. Nasıl bayrakların nitelik

ve içerikleriyle bayrak olarak işlevleri arasında doğrudan bir ilişki bulunmuyorsa, adayların

insan ve politikacı olarak kaliteleri ile onların bu gün gördükleri bayrak olarak işlevleri

arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Elimizdeki ucuz bir pamuklu veya atlas olmuş; rengi veya

şekli buymuş, şu an önemli değil, bayrak olarak, bir hareketin kendini tanımlaması ve

etrafında toplanmasını işlevini görüyorsa, şimdilik sorun yok demektir.

Özetle, bloğun gerçek gücünü onun güçsüzlükleri yaratmaktadır. Blok eksi değerlerden artı

değerler çıkaran bir mekanizmayı harekete geçirmiştir, ya da daha doğrusu, eksilerden artı

çıkarmanın politik biçimi olmuştur Blok.

Unutmayalım, Blok eğer barajı aşarsa, bunu doğru programı, girişim yeteneğini besleyen

örgütleri veya karizmatik adayları olduğu için değil, programının yuvarlaklığı; oluşturan

partilerin kabızlığı; adaylarının kalitesizliğine rağmen, kitlelerin yaratıcılığı ve girişim

yeteneğiyle bunu başaracaktır. Ve sadece Programının yuvarlaklığı; örgütlerin kabızlığı;

adaylarının ve konuşmalarının kalitesizliğine rağmen değil, tam da öyle olduğu için. Eksi

değerleri artıya dönüştürme yeteneğinde olduğu için, ya da bu dönüşümün kendisi Blok

anlamına geldiği için.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

22 Ekim 2002 Salı

*

Ankara’ya Giden Yol İstanbul’dan Geçer

Fransız Devrimi iki yüzyıldan fazla bir gecikmeyle Türkiye’ye geliyor. Ama bu geliş,

Batı’dan değil, Doğu’dan, yani Kürdistan üzerinden, bir kuşatmayla gerçekleşiyor.

“Avrupa’ya giden yol Diyarbakır’dan geçer” sözü, her ne kadar, Avrupa’nın Türkiye’yi içine

alacağı ve bunun için de Türkiye’nin demokratikleşmesini istediği gibi bir sahte hayal yayarsa

da, Avrupa sözcüğünde ifadesini bulan, Fransız Devriminden kaynaklanan demokratik

Page 92: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

92

özlemlerin, özel savaş döneminin zorladığı Ezop diliyle kısa formülasyonu olarak, Fransız

Devrimi’nin Türkiye’ye Kürdistan üzerinden girdiğini ve girebileceğini ifade eder.

Son seçim dolayısıyla yapılan mitingleri olağan seçim mitingleri olarak anlamak, olan biteni

hiç anlamamak olur. Bu mitingler demokratik karakterli devrimci bir kabarışın habercisidirler.

Ve bu kabarış, İstanbul’dan ya da Batı’dan Doğu’ya doğru, Diyarbakır’a doğru değil;

Diyarbakır’dan İstanbul’a doğru bir yol izlemektedir. (Ve bu tarihin yumağının tersinden

sökülmesi gibi başka bir yazı konusu olabilecek ek sorunlara yol açmaktadır.) Kürdistan’daki

kabarış, Batı’ya Batı’daki Kürtler aracılığıyla sızmaya, demokratik soluğunu duyurmaya

başlıyor.

Bu kabarış, bu seçimlerde, ham Kürdistan’daki Kürtlerin ezici çoğunluğunu birleştirmiştir

hem de, Türkiye’nin Batı’sında yaşayan Kürtleri kendi bayrağı altında toplamıştır. İstanbul

mitingi başta olmak üzere, Türkiye’nin Batı, Kuzey ve Güneyindeki mitinglerin kanıtladığı

budur.

Ne var ki, bu güç tek başına Türkiye’yi değiştirmeye yetmez. Türkiye’nin de çoğunluğunun

bu bayrağın altına kazanılması gerekir. Kısaca Demokratik Cumhuriyet olarak ifade edilen

yeni strateji bu çoğunluğu kazanmak için gerekli programatik temeli sağlamaktadır. Bu

anlamda esas zor ve gerekli olan temel vardır. Sorun, ön yargıların nasıl yıkılıp, Türkiye

vatandaşlarının çoğunluğunun bu gerçeği nasıl kavrayacağıdır.

Bu seçimlerde Kürdistan’dan başlayan demokratik devrimci dalga, ilk kez, bizler gibi küçük

ve tecrit olmuş marjinal grup ve kişiler dışında, yüzde on barajının zorlamasıyla da olsa,

Türklere de ulaştı. Blok bu buluşmanın ifadesinden başka bir şey değildir. Yani Türk

sosyalistlerin, aydınların DEHAP çatısı altında Kürt ulusal hareketiyle bir araya gelişleri ve

onu desteklemeleri, özünde Kürt Ulusal Hareketinin Türkler içinde müttefikler bulmaya

başlamasıdır. Bu bakımdan, niteliksel olarak köklü bir dönüşüm anlamına gelir. Bundan

sonrası bu yeni nitelik çerçevesinde bir genişleme olacaktır.

Ama batıdaki mitinglerin gösterdiği temel bir gerçek var. O mitinglere bütün damgasını ve

ağırlığını vuran Kürtler. Örneğin, Morlar (Feminizm)ve Kızıllar (Sosyalizm), Sarı, Yeşil,

Kırmızılar (Kürt Ulusal Hareketi) denizinde, küçük adacıklar olarak kalmaya devam

ediyorlar. Eskiden hiç görülmezlerdi, şimdi ilk kez görülüyorlar. Bu nitel bir değişim, ama

henüz geniş kitlelere ulaşmış değil.

Avrupa’ya giden yol nasıl Diyarbakır’dan geçerse, yani Demokratik devrim ancak Kürt

Ulusal Hareketine dayanarak ve onun özlemlerine cevap verilerek gerçekleşebilirse;

Ankara’ya giden yol da, İstanbul’dan geçer. Yani Diyarbakır’da başlayan Demokratik Devrim

diğer bir ifadeyle Kürt Ulusal Hareketi, ancak İstanbul üzerinden, yani batıdaki işçi sınıfı ve

orta sınıfları kazanarak, Ankara’ya, yani iktidara gelebilir. Ve İstanbul, sadece Ankara’nın

değil, bütün Orta Doğu ve Balkanların da anahtarıdır. İstanbul bu gün neyi konuşursa,

Türkiye yarın onu konuşur. Türkiye bu gün neyi konuşursa, Orta Doğu ve Balkanlar onu

konuşur. Bu Doğu Roma’dan beri Bizans ve Bizans’ın bir devamı olan Osmanlı’nın

kanıtladığı bir gerçektir. Bölge, binlerce yıllık ortak tarihi ve coğrafyasıyla bir bütündür.

Page 93: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

93

Eyüp Mitinginde en kötü tahminlerle 300 veya 350 bin kişi olduğu tahmin ediliyor. Birinci

Parti olan AKP’nin Zeytinburnu’nda yaptığı mitinge 100 bin kişinin geldiği göz önüne

alınırsa, kat edilen yolun ne olduğu daha iyi anlaşılır. 300 veya 350 bin katılımcı, her

katılımcı en kötü olasılıkla iki oy olarak hesaplanırsa, en azından 600 veya 700 bin oy

anlamına gelir ki, bu da iptal ve sayılmayan oylar ile yüzde on demektir. İstanbul’da yüzde on

ise, Türkiye’de yüzde on olarak kabul edilebilir.

Bu şu demektir: İstanbul, büyük bir olasılıkla Meclis’e girmenin yolunu açtı ama henüz

iktidarın değil. Eğer yüzde on aşılamaz ise bu küçük bir farkla olacaktır. Özellikle İşçi sınıfı

ve Aleviler henüz Blok’tan çok uzak duruyorlar. İşçi Sınıfı AKP’nin, Aleviler CHP’nin

saflarında olmaya devam ediyor. Şehir Orta sınıfları ise, bloğun varlığından bile haberdar

değil.

Eğer blok, bir ay önce kurulabilseydi veya seçimlere daha bir ay olsaydı, Kürdistan’da

başlayan devrimci kabarışın dalgaları İşçilere ve Alevilere, hatta şehir orta sınıflarına ulaşmış,

oralardan ilk kopmalar sağlanmış olurdu. Hatta şu İstanbul mitingi bir hafta önce yapılmış

olsaydı bile bu gün çok başka bir noktada olunabilirdi. Ya da Kadınlar bir veya iki yıl önce, o

zamanlar defalarca önerdiğimiz gibi HADEP’in başına gelmiş olsalardı, şimdi bütün bu

sorunlar aşılmış, ön yargılar yıkılmış olurdu.

Şimdi sorun şu: şu bir kaç gün içinde ne yapmak gerekiyor?

Karşı tarafın en zayıf yeri, Kadınlar ve Aleviler. Eğer hala Bloğun ve DEHAP’ın varlığın

duymamış milyonlarca Alevi ve Kadına varlığı ve programı anlatılabilirse, çok kısa zamanda

buradan büyük kopmalar sağlanabilir.

Aleviler CHP’den son derece memnuniyetsizdir. Bu memnuniyetsizlik çeşitli Alevi ileri

gelenlerinin açıklamalarında yankısını buldu, ama bu memnuniyetsizlik henüz DEHAP’a

yönelme noktasına ulaşmış değil. DEHAP’ın Alevilerin uğradığı ayrımcılığa karşı programını

ve DEHAP’ın varlığını bu geniş Alevi kitlelere ne yapıp edip ulaştırmak gerekiyor. Bu

yapılabildiği takdirde bir iki gün içinde bütün dengeler alt üst olabilir.

Kadınlar da öyle. DEHAP en çok kadın milletvekili adayı olmasına rağmen, (ki bizce

yetersiz, en az yarısı olmalıydı), bu henüz Türkiye’nin kadınlarınca ve orta sınıflarınca

bilinmiyor. Kadın adaylar, Kadın çalışmasıyla görevlendi ve kadınların gettosuna kapandı.

Onlara sadece kadınların sorunları söz konusu olduğunda fikirleri soruldu. Bu en büyük

yanlıştır. Bu tıpkı, Alman solcularının, yabancı üyelerini yabancılar içindeki çalışmayla

görevlendirmeleri ve sadece yabancılar sorunu söz konusu olduğunda, kafalarını onlara

çevirerek fikirlerini sormalarına benzer. (Bu durumu normal karşılayıp, isyan etmeyen ve

yabancılar konusunda konuşmayı reddedip sadece Alman ve dünya politikası hakkında

konuşmayı akıl edemeyen yabancıların suç ortaklığı da ayrı bir konu.) Biri nasıl en

rafinesinden ırkçılıksa, (solcunun ırkçılığı da böyle olur); diğeri de en rafinesinden cins

ayrımcılığıdır.

Çok geç de olsa, ilk yapılması gereken, kadınların Bozlak, Tüzel, Abbasoğlu, Birdal’ların

önüne geçmesi; onların kadınların gölgesinde kalmasıdır. Kadınların erkeklerin alanına el

Page 94: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

94

atması kadın gettosundan çıkması gerekiyor. DEHAP ancak bu takdirde, diğer partilerden

farklı olup, bunu geniş Türk kitlelerine ve kadınlarına hissettirebilir.

İşçi hareketi nasıl işçilerle ilgilenmekten çıkıp, tüm toplumun sorunlarını sorun yaptığında

gerçek bir işçi hareketi olabilirse; bir Ulusal hareket nasıl, bir ulusun sorunlarının dışına çıkıp,

tüm toplumun demokratik özlemlerinin sözcüsü olmaya soyunduğu takdirde gerçekten bir

Ulusal hareket olabilirse, Kadınlar da kadınların sorunları alanından çıkıp, tüm toplumun

sorunlarını sorun ettiklerinde, yani kadınların gettosundan çıkabildiklerinde gerçek gerçekten

bir kadın hareketi olabilirler.

Ankara’ya giden yol İstanbul’dan geçiyorsa, İstanbul’un Anahtarı da kadınların ellerinde

bulunuyor.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

29 Ekim 2002 Salı

*

Barış Hareketi ve Kürtler

Yazacak öyle çok konu var ki, insan hangi birini ele alacağını şaşırıyor. En iyisi bu sefer de,

kısa kısa en önemli görünenlerine değinmek.

Avrusya ve ABD arasındaki bloklaşma giderek net bir biçim alıyor. Bu gün Çin de Alman,

Fransız, Rus pozisyonlarına yakınlığını bildirdi. Ancak bu bloklaşmanın ABD karşısında, en

azından bir zamanların Sovyetler birliği kadar olsun bir denge oluşturma şansı oldukça az

görünüyor.

Elbette iktisadi güce; insan kaynaklarına, ülkelerin yüz ölçümlerine vs. bakıldığında Avrupa,

Rusya ve Çin'in oluşturduğu Avrasya bloğu ABD ve Müttefiklerini fersah fersah geride

bırakır. Ancak iktisadi büyüklükler otomatikman askeri bir büyüklüğe ve siyasi bir iradeye

denk düşmez. ABD'nin üstünlüğü burada, zaten ABD tam da bu geçici üstünlüğünü

pekiştirmek, bu üstün durumdan yararlanmak için bu savaşları başlatmış bulunuyor. Avrupa

da ilerde daha kötü şartlarda kalacağını gördüğü için, hiç istemediği halde isyan bayrağını

açmak zorunda kaldı.

Ama bir çatışma bir kez başladı mı, o savaşın kendi dinamiği ve mantığı giderek belirleyici

hale gelir. Şimdi ABD ile aynı amacı paylaşıp farklı yollar biçiminde görülen çatışma, bir

süre sonra gerçek özü olan farklı amaçlar tarafından belirlenmeye başlar. Bir noktadan sonra

da bu gün karşıda olanlarla fiili ve zorunlu ittifaklar gündeme gelir.

Öyle görülüyor ki, bu çatışmanın iç dinamiğiyla, ABD bir süre sonra atom silahlarına baş

vuracaktır. Karşı tarafı tümüyle etkisizleştirmek ve sindirmek için.

*

Page 95: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

95

Türkiye'deki barış hareketi kendini sadece ABD'nin Irak'a saldırısıyla sınırladı. Türk

Ordusunun Kuzey Irak denilen Güney Kürdistan'a girmesine ise karşı çıkmayı aklından bile

geçirmedi. Halbuki Türk Ordusu başından beri Irak'a karşı savaşa girmeyeceğini, "Irak'ın

toprak bütünlüğünü korumak için" gireceğini açıkça söylüyor. Bunu gerçek olguların diline

çevirirsek, Güney Kürdistan'daki ulaşılmış fiili otonomi ve bağımsızlığın siyasi bir biçim

almasını engelemek için, yani Kürtleri ezmek onların kazançlarını yok etmek için oraya

gireceğini açıkça söylüyor. Barış hareketi ise, sanki hiç böyle bir şey yokmuşçasına, sanki

Türk ordusu da Irak'a karşı savaşa girecekmişçesine bir propaganda ve hareket yürütüyor.

Barış hareket ve girişimlerine, tüm medyanın genel kurmayın kontrolu altında olduğu bir

memlekette böyle çok yer verilmesinin anlamı da burada gizli. Çünkü böyle bir barış hareketi,

tıpkı Gül hükümetinin diplomatik manevraları gibi, Genel Kurmay'ın ABD ile pazarlıkta fiyat

yükseltmesinin araçlarından başka bir işlev görmemektedir.

Halbuki barış hareketi ancak, Türk Ordusunun Kürdistan'a girmesine karşı çıkan; halen orada

olan birliklerin çekilmesini ve Türkiye'de Kürtlerin tüm demokratik haklarının verilmesini

talip eden bir çizgi izlese, barış hereketi olarak dünya çapındaki harekete kendi bulunduğu

savaş mevziinden çok daha büyük katkıda bulunurdu.

Genel Kurmayın bütün mantığı, Kürt bağımsızlığını veya otonomisini tehdit olarak

görmesinde. Bu tehdit mantığına doğrudan saldırmayan her politika, tıpkı AKP'de olduğu gibi

Genel Kurmaya teslim olamk zorundadır. O halde ABD'nin destek taleplerine hayır

diyebilmenin koşulu, Kürtlerin özgürlük taleplerine destek vermektir. Ve ancak kendi

ülkesindeki Kürtlere her türlü özgürlüğü verebilen bir rejim başka ülkelerdeki Kürtlerin

haklarının gelişmesinde kendine bir tehdit değil bir destek görür. Kürtlerin otonomi veya

bağımsızlığını düşman gören bir rejim ABD'nin isteklerine hayır diyemez.

O halde demokratik bir cumhuriyet için, Kürtlerin özgürlükleri için mücadele, Türkiye'de

savaş karşı mücadelenin yakalaması gereken ana halkadır. Ne yazık ki şu an Türkiye'de,

ABD'nin Irak'a saldırısına karşı var ama, Genel Kurmay'ın Güney Kürdistan'ı işgaline karşı

hiç bir hareket yok.

Ayrıca Kürtlerin özgürlüğünde bir tehdit değil destek gören bir rejim sadece kendisi ABD'nin

isteklerine daha güçlü direnmez, aynı zamanda Güney Kürdistan'daki Kürtlerin de ABD'ye

karşı direnişlerinin yolunu açar. O zaman onların Türkiye ve Saddam korkusundan ABD'nin

kanatları altına sığınmalarına gerek kalmaz. Türkiye ve Güney Kürdistan'daki Kürtlerin

destek vermediği ve karşı çıktığı bir harekat ise ABD için göze alınamayacak büyük bir risk

olurdu. İşte o zaman barış hareketi gerçekten barışa bir katkıda bulunabilirdi. Bu gerçek bağa

gözlerini kapıyan barış hareketi de Türkiye sosyalist hareketi gibi intihar etti.

*

Türk Genel Kurmayı Güney Kürdistan'a girince oradan bir daha çıkmayacağı hiç kimse için

bir sır olmasa gerektir. Kıbrıs'a da geçici olarak, darbeye karşı girmişti güya, şimdi Güney

Kürdistan'a ya da diğer adıyla Kuzey Irak'a öyle girecek. Güya göç dalgasını önlemek için

insani amaçlarlaymış. Kürtler olsa olsa Türk ordusundan kaçıp, Güney'e doğru bir göç dalgası

başlatırlar. Muhtemelen de böyle olacak. Bu da tam Türk ordusunun gizli planıdır. Kaçan

Kürtlerin yerine Tıpkı Kıbrıs'ta olduğu gibi, Kerkük ve Musul Türkmenlerinden

Page 96: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

96

kolonizatörler yerleştirmek ve uzun vadede, şimdi tıpkı Kıbrıs'ta başardığı gibi, bu

kolonizatör tabakaya dayanarak orada çoğunluğu ele geçirip fiili bir ihak başarmak. Uygun bir

fırsatta da bunu siyası bir ihakla taçlandırmak.

Kimi Kürtler, ABD'nin buna müsaade etmeyeceğini, Türk ordusunun şiddetinden ve şerrinden

kendilerini koruyacağını sanıyorlar. Hatta aklını Öcalan düşmanlığıyla bozmuş kimileri, Türk

Ordusunun KADEK'i ezeceği ve böylece kendilerine yol açılacağını sanıyorlar. Fena halde

yanılıyorlar.

Kürtlerin yapması gereken en acil iş: Türk Ordusunun Güney Kürdistan'a girmesine kesinlikle

karşı çıkmak; şu an oradaki birliklerin çekilmesini talip etmek ve Türk ordusu Kuzey Irak

topraklarına girdiği takdirde bütün Kürtleri ulusal direnişe çağırmaktır. Eğer KADEK, KDP,

KYB ve diğer idrili ufaklı gruplar bir araya gelip, Kürdistan'a girecek Türk ordu birliklerine

karşı böyle bir tavır koyabilirlerse, barış için en büyük katkıyı da yapmış olurlar.

Böyle bir birlik ve kararlılık bütün dünyadaki ve Türkiyedeki Kürtlerde mücadele moralini

yükseltir ve direnişi harekete geçirir. Bu güç karşısında, Orta doğudaki en büyük ordulardan

biri olun Türk ordusu bile çekinmek zorunda kalır. Böyle bir birlik, bölgedeki demokratik

güçleri canlandırır, muhaliflerin seslerinin daha güçlü çıkmasına yol açar.

Kaldı ki, bu günkü Avrupa ve ABD çatışması da bunun için uygun koşullar yaratmış

bulunuyor. ABD'nin en büyük ve etkili stratejik müttefiğine karşı böyle bir tavır onun

rakiplerinin doğrudan veya dolaylı desteklerini sağlayabilir veya en azından kendine daha

geniş bir manevra alanı elde edebilir.

Ama şu ana kadar böyle açık bir çağrı ve programla ortaya çıkan olmadı. Öcalan'a sahip

çıkmak, onun yaratıcılığını, hedefe bağlılığını ve taktik esnekliğini uygulayabilmekle olur.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

12 Şubat 2003 Çarşamba

*

Dost Acı Söyler

Ulusların da dinler gibi, o ulustan olduğuna inananlar olmasa var olmayacağını

düşünenlerdenim. Bu nedenle nazsıl dinsiz isem ulusum da yok.

Ama bir ateist olmama rağmen, sünni müslüman hanefi kültürüyle yetişmiş bir insan olarak

elimde olmadan kültürel olarak müslümanımdır. Bu kültürün davranışlarıma sinmiş biçimleri

ve elimde olmadan varoluşumun bir parçası olmuş sıfatlar beni Türkiye'de sünni, müslüman

ve hanefi olmayanların uğradığı baskılardan korur. Adım bir hristiyan ismi, örneğin Gabriel

değildir. Ya da sünnet edilmişimdir. Kimbilir böyle daha nice, çoğu bilince çıkmamış

işaretlerle sünni müslüman kültürüyle damgalıyımdır. Özel olarak konu olmazsa herkez

benim bir sünni müslüman olduğumu düşünür. Böylece, bilinçli ya da bilinçsizce, Ateist de

Page 97: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

97

olsam sünnilerin yaşadıkları imtiyazları paylaşırım, en azından sünni müslüman olmayanların

uğradıkları baskılara uğramam.

Fakat dünya ölçüsünde, ezilenlerin bayrağı bu gün için müslümanlık olduğundan,

müslümanlar zengin batı ülkelerinde özel olarak baskıya uğradıkları için, yine bir ateist

olarak, bu sefer de politik olarak müslümanımdır.

Konumum milliyetler karşısındada böyle. Ama devletler ulusal olduğu için daha da zor.

Evet, milletim yok. Ama elimde olmadan öncelikle kültürel olarak Türk'üm. Ama hukuki

olarak da Türk'üm. Ana dilim Türkçe'dir. Adım Türkçe'dir. Bütün bunlar bana Türkiye

Cumhuriyeti vatandaşı olarak imtiyazlar sağlar. Elimde olmadan imtiyazlıyımdır.

Elbet tıpkı politik olarak müslüman olmam gibi, örneğin Almanya'da politik olarak

Türk'ümdür. (Gerçi son yıllarda Türkler, kahvelerinde ya da iş yerlerinde özellikle

Polonyalıları çalıştırdıkları, ve konumları yükseldiği için, örneğin artık Türk değil daha

ziyade Polonyalı olmak gerekiyor politik olarak.) Ama Kürtlerin ve diğer ulusların uğradığı

baskıya karşı imtiyazlarını paylaştığım Türklerin içinden, Türklere karşı daha iyi mücadele

edebilmek için de politik olarak Türk'ümdür.

Bu nedenle eleştirimin okları daima Türklere yönelik olur, özellikle de bir parçası olduğum

Türk sosyalistlerine.

Bu, egemen olanın içinden desetklemeye çalıştığımız ezilenlerin hatalarına bir eleştirimiz

olmadığı anlamına gelmez elbette. Ama bu eleştiriyi çok zorda kalmadıkça yapmamaya

çalışırız.

Bunun bir çok nedeni vardır. Birincisi, ezilenlerin yapacakları yanlış işlerin onların

haklılıklarına zerrece halel getirmeyeceği anlayışımızdız. Yani diyelim ki, Kürt hareketi, bir

sürü yanlışlar yapıyor, hatta bu nedenle kendini tecrit ediyor. Bu onun haklılığına zerrece

halel getirmez. Haklılık, toplumsal konumdan, ezme ezilme ilişkisinden kaynaklanır. Bu

nedenle, elinde olmadan da olsa ezen ulustan bir insan olarak, bizim görevimiz onların

temeldeki haklılığına, kendi haksızlıklarımıza ve aptallıklarımıza vurgu yapmaktır.

Ama sadeca bu da değil. Ezilenlerin de, tıpkı ezenler gibi, yanlış yapma ve kötü olma hakları

olması gerekir ve onların bu hakkını savunmak gerekir. Örneğin, gazetelerde egemen ulustan

biriyle ilgili bir haberde, onun milliyetinden hiç söz edilmez, ama ezilen ulustan biriyse,

garanti bu sıfatıyla anılır. Örneğin bir mitingte birileri diyelim ki yanlış bir şeyler yapmışsa,

bunlar eğer ezen ulustan ise, onların ulusundan değil, siyasi grup olarak adından söz edilir;

ama aynı işi yapanlar ezilen ulustan bir politikanın taraftarları ise, adlarının önüne Kürt sıfatı

konularak anılırlar. Türkiye sosyalistleri arasında çok güçlü olan bu ırkçılığa karşı bir denge

sağlamak için de, yani ezilenin de kötü olma ve yanlış yapma hakkını savunmak için de,

ezilen ulusun yanlışları hakkında konuşmamayı ve iğneleri elimizde olmadan imtiyazlarını

paylaştığımız egemen ulusa yöneltmeyi tercih ederiz.

Tabii sadece bu kadar değil. Tok açın halinden anlamaz. Egemen ulustan bir insan olarak,

hiçbir zaman ezilen ulustan (cinsten, "ırktan", dinden de) insanların duyarlılıklarını

kavrayamam. Dolayısıyla bu kavrayışsızlığı da hesaba katmam gerekir.

Page 98: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

98

Tabii sadece bu kadar değil. İnsanım, çiğ süt emmişim. İster sosyalist, ister dinsiz ve

milliyetsiz olayım. Toplumsal mücadeleler tarihi, siyasi bir tercihin insanı otomatikman,

insani zaaflarından azade kılmadığını gösteriyor. Ezen ulus, cins, "ırk", din içinden ezilene

dostane eleştirilerin ne kadarının gerçekten ezilene yardımı hedeflediği, ne kadarının en keşfi

zor biçimlerde bu imtiyazlı konumu korumaya ve yeniden üretmeye yaradığı da belli değildir.

Lenin'in de ölümünün sonlarına doğru dikkati çektiği gibi, sosyalist amaçlarla yardım etmeye

kalktığınızda bile, ezen ezilen ilişkisini yeniden üretirsiniz.

Ve nihayet, bütün bunlar olmasa bile, sizin egemen ulustan bir insan olarak ezilen ulustan

insanlarca eleştirilerinizin nasıl algılanacağı gibi bir sorun vardır. Bu hassasiyetler de

önemlidir.

Hasılı bütün bu problemleri biliyorum ve bunlara uygun olarak davranmaya çalışıyorum. Ama

durum çok kritik olduğu için, ezen ulustan birinin ukalalıkları olarak da kavransa çenemi

tutamayacağım. KADEK'in son dönemdeki politik, stratejik ve taktik bakımlardan gördüğüm

yanlışlarına değineceğim.

Sorunu, Öcalan'ın görüştürülmemesi olarak koymak çok büyük bir hatadır. Bizzat Öcalan'ın

kendisi buna karşı çıkardı. Bu Kürt hareketini sadece zayıflatmamakla kalmıyor, karşı tarafın

eline daha güçla bir silah veriyor. Öcalan'ın Kürt hareketi için önemsiz olduğunu

söylemiyorum. Aksine, Öcalan'la görüşülemeyen şu dönemdeki politikalara bakınca, aslında

Kürt hareketinde politik düşünme yeteneğindeki tek önderin Öcalan olduğu çok daha iyi

görülüyor. Ama bu açmazdan kurtulmanın ve Öcalan'ı Türk hükümetinin bir silah olarak

kullanmasını engellemenin tek yolu, Öcalan olmadan da, o varmış gibi politika yapabilmektir.

Bunun şartı da Öcalan'la görüşmeyi temel sorun yapmamaktır.

Açıktır ki Öcalan'ın görüştürülmemesi tamamen politiktir. Sorun Öcalan değil, Kürt

hareketine ve Kürtlerin kazanımlarına karşı başlatılacak saldırıdır. Savaşın kuralı, savaşı

düşmanın istediği şartlarda kabul etmemek, onu kendi istediğiniz şartlara çekmektir. Savaşı

Öcalan'la görüşme konusunda kabullenmek veya oraya çekmek baştan kendini yenilgiye

mahkum etmek demektir. Buna karşı yapılacak iş, en geniş ittifak sağlamaktır. Bunun da

yolu, Türkiye'deki Barış hareketi içinde yer alıp, bu hareketin sadece ABD'nin Irak'a saldırısı

üzerinde yoğunlaşmasını eleştirerek, Kürt ulusunun haklarını tanımamanın Türkiye'yi nasıl

ABD'ye destek gerekçesi haline getirildiğini göstererek, savaş karşıtı hareket ile

demokratikleşme projesini biribirine bağlamak olur. Ancak bu mekanizmayla karşı taraf uzun

vadeli tecrit edilebilir.

Bununla aynı zamanda, Güney Kürdistan'da da, bütün Kürt örgütleri Türk ordusunun işgaline

karşı, "insani yardım"larına karşı, bir Kürtler cephesi oluşturulmaya çalışılırdı. Her iki hareket

de, otomatikman hem somut olarak savaşı engelleyici ve ABD saldırısını zorlaştırıcı, aynı

zamanda demokratik güçleri güçlendirici, onlara perspektif kazandırıcı olur ve karşı tarafı

tecrit ederdi.

Ama bütün bunlar yapılmıyor. Sorun mekanik olarak, Savaş Karşıtlığı ile Öcalan'la

görüşmeyi birbirine bağlamak oluyor. Bu programatik ve stratejik hata.

Page 99: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

99

Hata burada da bitmiyor. Öcalan şu tarihe kadar görüşemezse savaş başlar deniyor. Sonra da

biraz revize ediliyor esnetiliyor. Bu sefer taktik ve mücadele biçimleri düzeyinde hata

yapılmış ve Genel Kurmay'ın bahanesine adeta çanak tutulmuş oluyor. Örneğin, Türk ordusu

Güney Kürdistan'a girdiği takdirde, onu savaşılacağı söylense, barış hareketine hem güçlü bir

silah verilmiş olur, hem de Güney Kürdistan'daki güçlü bir direnişin tohumları atılmış ve

öncülüğü elde edilmiş olurdu.

Bütün bu stratejik ve mücadele biçimlerine ilişkin tecrit oluşa, bütün dünyada savaş karşı

gösterilerin yapıldığı günde, Strasburg'ta ayrıca yürüyüş yapmak, yani fiziksel oarak da

kendini tecrit etmek tüy dikiyor.

Tehditlerle, bir oraya bir buraya sallanarak ciddi politika yapılamaz. Öcalan "beni

anlamıyorsunuz" derken ne kadar doğru söylüyor.

Bütün bu eleştirilerle, elinde olmadan egemen ulustan bir insan olarak, çok ince bir şekilde bu

egemenliği yeniden üretiyor ve onu hizmet ediyor olabilirim. Bu rezervle okunmasını dilerim.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

18 Şubat 2003 Salı

*

Güçlerin Yeni Bir Dizilişine Doğru

Türkiye'deki Kürt Ulusal Hareketi'nin en güçlü örgütü, bütün diğer Kürt hareketlerinden farklı

olarak, bütün bölge için bir demokratikleşmeyi bir program olarak koymuştur. Böylece

Kürtlerin ulusal baskıdan kurtuluşu ile bölge halklarının kendilerini ezen Müslüman, Baasçı

ya da Kemalist diktatörlüklerden kurtuluşunu birbirine bağlanmıştır. Elbette bu Kürt

hareketinin kendi kafasından uydurduğu, zorlama bir bağ değil, nesnel koşulların zorunlu

kıldığı bir bağıdır.

Bu günkü dünyada, her hangi bir ülkedeki Kürtlerin, Kürtler olarak kendi güçleriyle

kendilerini ezen devleti yenip, bağımsızlıklarına kavuşmaları olağanüstü elverişli koşullar

oluşmadıkça mümkün değildir. Bu günkü dünya ise böylesi koşulların oluşmasını adeta

olanaksız kılmaktadır.

Bu durumda Kürt ulusal hareketi için iki yol kalmaktadır. 1) Kendi güçsüzlüğünü bir ölçüde

olsun amorti edebilmek için, bölgedeki çatışan büyük güçlerden birine dayanmak. 2) Kendini

ezen ulusların ezilenlerini kazanmak için bir program ve strateji geliştirmek.

Örgütlü ve askeri bakımdan bir anlam ifade eden Kuzey Kürdistan'da PKK, Güney

Kürdistan'da Talabani ve Barzani vardır. Kuzey ve Güney bölünmesi, aynı zamanda yukarıda

değinilen bu iki farklı stratejiye, iki farklı programa tekabül etmektedir.

Page 100: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

100

Kuzey Kürdistan'daki PKK – KADEK çizgisi, Öcalan'ın kaçırılmasıyla birlikte, zaten tohum

halinde var olan bir anlayışı mantık sonuçlarına götürmüş ve Demokratik Cumhuriyet ve

Ortadoğu Demokratik Cumhuriyetler Federasyonu gibi projelerle, Kürtlerin ulusal baskıdan

kurtuluşu ile egemen ulusların halklarının kurtuluşunu birbirine bağlamıştır.

Buna karşılık Güney Kürdistan'da aşağı yukarı aynı dönemde, gerek ABD'nin askeri

bakımdan Saddam'ın kuvvetlerinin uzak durmasını sağlayan uçuş yasağı ve gerek Irak'ın

sattığı petrollarden belli bir yüzdenin doğrudan doğrudan mahalli Kürt yönetimlerine

aktarılmasıyla, uluslar arası hukuk bakımından olmasa bile, Güney'deki Kürtler fiili bir

bağımsızlık yaşamışlar ve akan petrol gelirleri aracılığıyla da, hemen hemen hiçbir dönemde

olmadığı kadar nisbi bir refahı tatmışlardır. Bu reel durum sadece Güney'deki değil,

Kuzey'deki Kürtlerin bile çok büyük bir bölümünde, ulusal baskıdan kurtuluşa giden yolun bu

olduğu anlayışının güçlenmesine yol açmıştır.

Bu kuzey ve güney kürdestan arasındaki strateji ve program farkı, aynı zamanda Kürt Ulusal

hareketi içindeki iki farklı sınıfsal pozisyonun yansımasıdır.

Böylece, bir yanda, ABD ve Avrupa'nın desteğiyle ağır bir derbe almış ve önderi düşmanın

eline düşmüş; bir türlü tecrit çemberini aşamayan, seçimlerde kurduğu blok yüzde altıda

takılan PKK-KADEK çizgisinin kısa vadede hiçbir başarı vaadetmeyen program ve stratejisi;

diğer yanda, neredeyse filli bir bağımsızlığa; nispi bir refaha ulaşmayı başarmış görünen

Talabani ve Barzani'nin program ve stratejisi. Herşey PKK'nın aleyhine görülüyordu.

Geniş Kürt kitleleri her iki gelişmeyi de dikkatlice izliyor; Kürt köylüler, Türk hükümetinin

basıkları karşısında Güney Kürdistan'a geçeceklerini söylüyor; kimi PKK-KADEK'i kerhen

destekleyen yazarlar, bu sefer ABD'nin Irak'ı ele eçirdikten sonra, Orta Doğu'da fiili durumun

siyasi bir biçim alacağını, yani Irak federasyonunun bir unsuru Kürt devleti kurulacağını;

petrol gelirleri ile de bu devletin mis gibi yaşayıp; sunduğu refah ve Kürtlere özgürlükle bir

süre sonra bölgedeki bütün Kürtleri kazanacağını düşünüyorlardı. Yasemin Congar, son

duruşmada Diyarbakır'daki mi, Güney Kürdistan'daki mi Kürdün daha demokratik ve refah

içinde yaşadığının tayin edici olacağını yazıyordu.

Barzani-Talabani çizgisinin bu fiili başarıları, PKK-KADEK çizgisinin muhaliflerinin iyice

saldırganlaşmasına yol açıyordu. Hatta bunlar içinde öyle ileri gidenler vardı ki, ABD'nin

Barzani ve Talabani'yi koruyacağı, Türk devletinin de PKK'yı ezeceği ve kendilerine yolun

açılacağını yazıyla olmasa bile sözle açıktan söylüyorlardı.

Böylece PKK-KADEK çizgisi, Türkiyle ezilenlerini henüz kazanamadığı veya bunları temsil

edecek bir ittifak yapacak güç olmadığı için Türkiye'nin ezilenlerinden; Güneydeki Kürtler ve

Kuzey'dekilerin bir bölümü ise, ABD'nin sağladığı askeri, siyasi ve iktisadi olanakların

büyüsüne kapıldığı için; Kürt Ulusunun önemli bir bölümünden çok tehlikeli biçimde tecrit

oluyordu. Denebilir ki, bu dönem PKK-KADEK'in yaşadığı en zor ve tehlikeli dönemdir.

Ne var ki, şimdi güçlerin bu tehlikeli dizilişi dramatik değişiklikler geçiriyor. Bu değişikliğe

yol açan Türk devletinin, bir bakıma PKK'nın tersi bir stratejiye geçmek zorunda olmasıdır.

Nasıl PKK-KADEK çizgisi, Kürtlerin kurtuluşu için bölge çapında bir demokratikleşme

programı oluşturduysa; Türk devleti de ayakta kalmak için bölge çapında bir anti demokratik

Page 101: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

101

bir bölge programı oluşturmaktadır. Aslında ABD ile Türk devletinin yaptığı görüşmelerde,

Türk devletinin öne sürdükleri, çok önemli bir strateji değişikliği anlamına gelmektedir.

Şimdiye kadar Türk devleti, diğer ülkelerdeki Kürtlerin otonomisine, fiilen sabote etmeye

çalışsa da, politik düzeyde açıktan karşı çıkamıyor ve buna karşılık bir programı

bulunmuyordu. Bunlar diğer devletin iç işi olarak görülüyordu. Ama şimdi ortaya çıkan

durum farklıdır. Türk devleti, diğer ülkeler içinde otonomiye, demokratik ve seçilmiş mahalli

idarelere de karşı çıkmakta; bütünüyle merkezi bir devlet ve ordunun bütün iktidarı, elinde

tuttuğu bir modeli dayatmaktadır. Yani Türkiye'nin devlet örgütlenmesinin ta kendisini tüm

bölgeye yaymak istemektedir. Ve öyle görülüyor ki, ABD dünyanın en büyük ordularından

biri olan Türk ordusunu kaybetmekten ve Kuzey'deki bir cephenin olanaklarından mahrum

olmaktansa, Türk devletinin isteklerini esas olarak kabul etmiş bulunmaktadır.

Bu şu demektir: Kürtlerin şimdiye kadarki kazanımlarının artık hiçbir değeri yoktur. Sadece

fiili bağımsızlık değil, çok sınırlı bir otonomi bile artık bir hayaldir. Ama sadece bu değil, bu

programı uygulamak için Türk ordusu, fiili Kürt devletini işgal izni almış bulunmaktadır.

Bu da otomatikman güçlerin yeni bir dizilişi demektir.

Birincisi, şu ana kadar başarılı görünen ve bir çoklarını büyüleyen Talabani ve Barzani

stratejisinin fiili bir başarısızlığı söz konusudur. Güney'deki Kürtler de şu soruyu kendilerine

sormak zorunda kalacaklardır: ABD ya da diğer devletlere de güvenilmeyeceğine, bu sefer de

yine satıldığımıza ve sırf kendi gücümüzle bu kuşatılmışlık içinde, bölge devletleri arasındaki

çelişkilere dayanarak bir yere ulaşmak da mümkün olmadığına göre, başarı için nasıl bir

strateji izlemek; hangi güçleri birleştirmek için nasıl bir program gerekir?

Bu sorunun PKK-KADEK tarafından verilmiş cevabı vardır: Demokratik Cumhuriyet.

İktidarın seçilmiş idarecilern elinde bulunduğu; bu gerçek iktidara sahip yerel yönetimlerin

özgür birleşmeleriyle oluşmuş; ulusu dil, den, kültüre göre değil, tıpkı ABD veya İsviçre'de

olduğu gibi yurttaşlığa göre tanımlayan; tüm dil ve ulusların eşitliğine dayalı bir demokratik

cumhuriyet. Ancak böyle bir program, kendileri de bizzat anti demokratik rejimler altında

inleyen bölge halklarını kazanabilir. Önümüzdeki dönem, bu program ve stratejinin

güneydeki Kürtler tarafından da tartışılıp kabulü dönemi olabilir.

İkincisi, Türk Ordusu'na karşı Güney Kürdistanlıların da PKK ile aynı gemide olduklarını

görmeleri. ABD'nin kendilerini koruyacağı ve Türk Ordusunun PKK'yı ezeceği, PKK'yı yem

ederek bu fırtınayı atlatıp, kazançlı çıkılacağı hayallerinin bitmesi. Bu da Türk ordusunun

işgaline karşı ortak ve fiili bir mücadele demektir. Belki ilk kez, bütün Kürtlerin ortaklaşa

olarak Türk ordusuna karşı mücadele olanağı ortaya çıkıyor.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

26 Şubat 2003 Çarşamba

*

Page 102: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

102

Zihinsel Deneyler

Yirminci yüzyılın başında, 1905 civarında, hemen hemen aynı yıl içinde, fizikte ve sosyal

bilimler alanında, birbirinden habersizce, iki önemli teori ortaya koyuldu: Einstein’in İzafiyet

Teorisi ve Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi. Bu teorilerin ikisinin de ortak özelliği, zihinsel

deneylere dayanması ve ulaştığı sonuçların, “sağ duyuya”, alışılmış yargılara aykırı

olmasıydı.

Einstein teorisini ışık hızıyla giden asansörler, trenlerle açıklıyordu. Bu deneyler ancak

zihinde yapılabilirdi. Sonuçlar ise bilinenlere çok aykırıydı. Örneğin, hiç bir şey ışıktan daha

hızlı gidemeyince ve ışık hızı da sabit olunca, hızlanan cismin daha ağır çekmesi veya

saatlerin daha yavaş çalışması gibi sağ duyuya çok aykırı sonuçlara ulaşılıyordu.

Troçki’nin Sürekli Devrim teorisi de benzer şekilde, sınıfların karakterleri ve çıkarlarından

hareketle devrimde nasıl davranacakları üzerine bir düşünce deneyine dayanıyordu. Bu

deneyin sonunda ise, ilk bakışta Tarihsel maddeciliğin önermelerine karşı görünen sonuçlar

ortaya çıkıyordu. Tarihsel maddeciliğe göre, üretici güçler gelişmelerinin belli bir

aşamasında, o güne kadar içinde geliştikleri üretim ilişkileriyle çelişkiye düştüğünde toplum

bir devrim dönemine girerdi. Kapitalist üretim ilişkileriyle de, üretici güçlerin en büyük

çelişkisi, en ileri ve en gelişmiş ülkelerde olacağından, sosyalist devrimin en ileri ülkelerde

olması gerekiyordu. Bu günün dünyasının Marksistlerinin unuttuğu, ama o zaman

doğruluğundan kimsenin şüphe etmediği bir önermeydi bu.

Ama Troçki, geri bir ülkede sınıfların karakterleri ve çıkarlarını bir devrimci durumun kendi

iç mantığı içinde ele aldığı bir zihinsel deney yaptığında, Rusya gibi geri bir ülkede,

burjuvazinin işçi ve köylülerden korkusu nedeniyle demokratik görevlerden kaçmasının,

işçileri, köylülükle ittifak kurarak demokratik devrimi yapmak zorunda bırakacağı, bunun da

Rusya gibi geri bir ülkede, işçileri iktidara getireceği, iktidara gelmiş işçi sınıfının da, toplum

henüz sosyalizm için olgun değil, o halde ben kendimi demokratik görevlerle sınırlıyorum

diyemeyeceği, olayların zorlamasıyla sosyalist dönüşümler yapmak zorunda olacağı sonucuna

ulaşıyordu. Yani tarihsel maddeciliğin formüle edildiği satırların teorisine göre sosyalist

devrimin ileri ülkede, yani kapitalist üretim ilişkileriyle en büyük çelişki içinde olması

gerekirken, bu kafadaki deneyin sorucuna göre, geri bir ülkede olabileceği sonucu ortaya

çıkıyordu. Bu sonuç, sağ duyuya aykırı, dinden imandan vazgeçme gibi bir şeydi. Tabii bu da

korkunç sorunlar yaratıyordu.

İzafiyet ve Sürekli Devrim teorileri, bütün o sağ duyuya aykırı ön görülerine rağmen, ikisi de

yirminci yüzyıldan sağ salim ve güçlenerek çıkmış teorilerdir. Ne evreni, ne de bu gün

yaşadığımız toplumu ve tarihi bu teorileri bilmeden anlamak mümkün değildir. Eğer

yanlışsalar, gerçekten çok güzel ve tutarlı yanlıştırlar.

Örneğin yirminci yüzyılın bütün sosyalist devrimleri, hep geri ülkelerde, demokratik

karakterli devrimlerin sonunda oldu. Tam da böyle olduğu için, bürokratik diktatörlükler

haline geldiler ve yine tam bu nedenle faşizmler, savaşlar dünyasında yaşamaya devam

ediyoruz.

Page 103: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

103

Şimdi, Güney Kürdistan’da egemen olan çizginin yarattığı sorunları görebilmek için benzer

bir zihinsel deneyi, Kürt hareketinin iki temel eğilimi ve ABD, Irak ve TC gibi üç gücün

ilişkileri için yapalım.

Kürt hareketindeki birinci temel eğilim, PKK-KADEK’in temsil ettiği, Demokratik-

Cumhuriyet programı ve bu program aracılığıyla Kürtleri ezen ulusların ezilenlerini

kazanmak. Bu program, ancak, yurttaşlığa dayanan bir ulusçulukla gerçekleşebilir. Hedefi

ayrılıp bağımsız devlet kurmak değildir, isteyenin ayrılıp bağımsız devlet kurabileceği bir

demokrasidir.

İkinci Temel eğilim ise, Talabani-Barzani ve hemen hemen bütün diğer Kürt örgüt ve

hareketleridir. Program Kürtlerin bağımsızlığıdır. Kendini ezen ulusların ezilenlerini

kazanmak, onlar için doğrudan kazançlar sağlayacak ve bununla onları ortak mücadeleye

çekecek programı bir yana, böyle bir sorunu bile yoktur. Ulusçuluğu, soy, dil ve ulusun

çakışması anlayışına dayanan, demokratik karakterde olmayan bir ulusçuluktur. Ayrılmak ve

bağımsız devlet kurmak hedeftir. O bağımsız devletin içinde bile, isteyen her köyün

ayrılabileceği bir demokratik cumhuriyet ön görülmez.

Eğer programınız ve çizginiz doğruysa, en elverişsiz uzlaşmalar bile size hizmet eder, ama

programınız ve çizginiz yanlış ise, en elverişli uzlaşmalar bile, uzlaştıklarınıza yarar.

Birinci çizgi için müttefik çok açıktır: Kürtleri ezen ulusların ezilenleri. Hepsi için demokratik

cumhuriyet ve federasyon. ABD, Avrupa veya bölge ülkeleri arasındaki çelişkilerden elbette

taktik düzeyde yararlanılabilir ve yararlanılmalıdır. Ama bütün bunlar, stratejik bir anlam

taşımazlar, o stratejiye hizmet eden taktik olurlar.

İkinci çizgi ise, diğer ülkelerin ezilenlerini kazanmak diye bir ufuktan ve sorundan yoksun

olduğundan, gerek bölge ülkelerinin gerek ABD ve Avrupa gibi büyük güçlerin, veya bu

güçlerle bölge ülkelerinin arasındaki çelişkilerden yararlanarak, hedefine ulaşmak için

bunlarla ittifak yapmak zorundadır. Bu ittifaklar taktik değil, stratejik bir anlama sahiptirler.

Ve her ittifak son duruşmada, ittifak yapılanlara hizmet eder.

Politikada bir gücü kaybetmeden başka bir gücü kazanamazsınız. Kendi ulusunuzun

burjuvazisini kaybetmeden veya onun tarafından kaybedilmeden başka ulusun ezilenlerini

kazanamazsınız. Keza büyük emperyalist güçler tarafından kaybedilmeden ezilen halkları

kazanamazsınız. Ama başka ulusların ezilenlerini kaybetmeden de, emperyalistleri

kazanamazsınız.

Son yıllar, PKK-KADEK’in aldığı ağır darbe ve aynı sürede ABD’nin koruması altında

Güney Kürdistan’da alınan yol, ikinci eğilimin prestijini ve ağırlığını arttırdı ve Kürt

aydınlarının büyük bir bölümünü kendi yörüngesine çekti. Bu yolu böyle cazip kılan,

Sovyetlerin yıkılışı ve ABD’nin tek güç olması ve ezilenlerdeki demoralizasyon ve yılgınlıktı.

Şimdi, Irak’ın mucizevi direnişi, birden bire bu çizginin aslında ne kadar çürük başarı

getirmekten uzak olduğunu gösteriyor. Eğer ABD’yi Iraklılar, ellerinde bayraklarla

karşılasalar ve bir direniş göstermeselerdi, bu çizginin sınırlılıkları ve olumsuzlukları ortaya

çıkmaz, görünmez, geniş Kürt kitleleri için muazzam bir çekim gücü olurdu.

Page 104: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

104

Ne var ki, şimdiki direniş bile, bu çizginin, Kürtleri nasıl kötü bir duruma düşüreceğini

göstermektedir. Bütün dünya ABD’nin saldırısına karşı savaşırken, bu çizginin etkisindeki

Kürtler, ABD’nin korucuları gibi bir duruma düşmüş bulunuyorlar. İkinci çizginin temsil

ettiği Kürt hareketi, ABD’nin desteğini aldı ama, bütün dünya halklarının desteğini ve

sempatisini yitirdi. Buna rağmen, ABD başarı kazandığı takdirde, yine de Kürtler açısından

olumsuzluğu pek görülmez. Ama başarı halinde bile, tıpkı İsrail gibi, ABD’nin bir karakolu

olarak görülecek ve halkların sempatisinden yoksun olacaktır.

Ama bir an için Irak’ın direnerek, savaşı uzatarak, ABD’nin içindeki direniş aracılığıyla vs.

ABD’yi çekilmeye zorladığını düşünelim. Yani kafamızda bir deney yapalım. O zaman ne

olur? Birincisi, Irak orduları, kendi düşmanıyla iş birliği yapmış Kürtlere karşı onları

cezalandırmak için saldırıya geçer. O zaman ne olur? Birinci Körfez savaşında olan, Kürtler

bu ceza seferinden kurtulmak için, İran’a ya da Türkiye’ye doğru kaçmak zorunda kalır.

Kendisinin en büyük düşmanlarından birine sığınmak zorunda kalır. Türkiye de bu durumda,

bunu fırsat bilerek, Kürtleri koruma gerekçesiyle, Musul ve Kerkük’e kadar girebilir.

Yani Kürtler en büyük düşmanları olan Türk ordusuna sığınıp, kendi elleriyle Musul ve

Kerkük’ü Türk ordusuna teslim etme durumunda kalabilirler. Sonra ne olur? İran ne yapar?

Bunlar ayrı sorun. Bunun gerçekleşmemesi böyle bir olasılık olmadığı anlamına gelmez. Ama

bu kafadaki deney bize bu çizginin tehlikelerini gösterir.

Ama Demokratik bir Cumhuriyet programı Kürdistan’da başat olsa, Kürt hareketi bu kötü

durumlardan hiç birisine düşmez. Belki hemen başarı kazanamaz ama bölgedeki bütün

demokratik güçler için bir örnek olup onların güvenini kazanır. Türk Genel Kurmayına,

Saddam’a, İran’ın molla oligarşisine, Suriye’nin Baas diktasına karşı, tüm demokratik

hareketleri birleştiren bir güç olabilir. Hem Kürtlerin ulusal baskıya karşı özlemlerini, hem

bölge halklarının kendi egemenlerine karşı direnişlerini, hem de dünya halklarının

emperyalizme karşı direnişlerini bir bütün içinde birleştirebilecek biricik program demokratik

cumhuriyettir.

Son aylarda ABD’nin kolay bir başarısı varsayımıyla, KADEK’in demokratik hareketleri

kazanmaya çalışmakla vakit ve enerjisini kaybetmemesini oldukça saldırgan bir üslupla

önerenlerin, Irak’ın direnişiyle birlikte sesleri kısıldı. Şimdi, Irak’ın ABD’ye karşı bir zafer

kazanması olasılığı karşısında soğuk terler döküyorlar. Şimdi bunların biraz iki ellerini başları

arasına alıp düşünmelerinin ve KADEK’in Demokratik Cumhuriyet çizgisine karşı en azından

daha saygılı bir konuma gelmelerinin zamanıdır.

02 Nisan 2003 Çarşamba

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

*

Page 105: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

105

Farklı Ulusçuluklar ve Yeni Dönem

Kürt Ulusal Hareketi çok geç doğmuş ve çok uzun sürmüş bir hareket olduğu için, ez azından

son yüz yıl içinde, ulusal hareketlere damgasını vuran temel eğilimler, tıpkı bir fay hattındaki

jeolojik katmanlar gibi, var olmaya ve yaşamaya devam ederler. Yani Kürt hareketindeki

farklılıklar sadece sınıfsal eğilimlerden değil, aynı zamanda, ulusal hareketlerin farklı

dönemlerinin, farklı paradigmalarından da kaynaklanırlar. Her paradigma ve dönem içinde,

farklı sınıfsal eğilimler, kendini yeniden ifade eder. O paradigma aşıldığında, o eğilim ve

hareketler tümüyle yok olmazlar, büyük kan kayıplarına uğrasalar da bazen yaşayan bir fosil

gibi, yeni koşullara kendilerini uyarlayarak bir şekilde varlıklarını sürdürürler.

Örneğin, ulusal hareketlerin ilk kuşağı ve ilk ulusçuluk, Amerika kıtasında görülen,

sömürgelerin ana vatanlarından ayrılışlarıyla ortaya çıkan ulusları yaratır. Bu günün kana

dayanan ulusçuluğunun havsalasının almayacağı bir şekilde ortaya çıkar bu uluslar; kendi

dillerinden, "kanlarından" olanlardan ayrılırlar. Güney Amerika'daki ulusların kurucuları,

İspanya'daki İspanyolların torunlarıydı. Amerika Birleşik devletlerini kurmak için İngiltere'ye

isyan edenler de, Amerika'ya göç etmiş İngilizlerin torunlarıydı. Bu günün, ulusları dile ve

soya göre tanımlayan ulusçuları için kabulü ve tasavvuru olanaksız bir gerçektir bu. Ulusun

ve ulusçuluğun özü en iyi burada görülür: ulusların "ulus"larla ilgisi yoktur. Örneğin Kürt

Ulusal Hareketinde bu ilk dönem ulusçuluğunun en küçük bir izi bile görülmez. (Bu gün

Kıbrıslı Türkler arasında, çok farklı koşullarda, bu tür bir ulusçuluğun çok zayıf bir

yankısının, tekrar bir ölümden sonraki dirilişe uğrayışından söz edilebilir. Sömürgedeki

"soydaşlar" "anavatana" isyan ediyorlar.)

İkinci Kuşak ulusal hareketler ve ulusçuluk demokratik ve cumhuriyetçi bir karakterdedir.

Ulus, eski feodal ve aristokratik düzenle savaş içinde ortaya çıkar. Ulusu tanımlayan

yurttaşlıktır, soy ya da dil değildir. Bunun en klasik örneği Fransa'dır. Ve Alsas-Loren'deki

Almanlar, kendilerini feodal boyunduruktan kurtaran Fransızlarla aynı ulusal devletin

yurttaşları olmayı tercih ederler. Bu da yine bu günün ulusçusunun hiç görmek istemeyeceği

ve havsalasının almayacağı bir davranıştır.

Bu tür bir ulusçuluk, daha sonra burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesiyle ortadan kalktı.

Bunun yerini, Bonapartist-Alman tipi kana, soya, dile, kültüre dayanan ulusçuluk aldı, 19.

yüzyılın ikinci yarısından itibaren. Türk ulusçuluğu böyle bir ulusçuluk biçiminde ortaya

çıktı, Türk ulusçuluğunun baskısına karşı doğun Kürt ulusçuluğu da, bu tür bir ulusçuluk

biçiminde ortaya çıktı.

Bu arada, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından, 1917'ye kadar, işçi hareketinin demokratik

cumhuriyet programı, Fransız tipi demokratik bir ulusçuluğun taleplerini otomatikman

karşılıyor ve bu geleneği sürdürüyordu. Ne var ki, Sovyetlerdeki bürokratlaşmaya paralel

olarak, demokratik cumhuriyet programı ve bu tür bir ulusçuluk da hafızalardan silindi gitti.

Ortaya, çok başka, bir yandan, feodal gericiliğe ve sömürgeciliğe karşı, genellikle ezilenlere

de dayanan, tarihsel ve sosyolojik olarak demokratik karakterde ama aynı zamanda siyasi

bakımdan demokratik olmayan ve büyük ölçüde dile, soya, kültüre dayanan bir ulusçuluk

Page 106: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

106

yayıldı. Bu tür bir ulusçuluk, büyük ölçüde, işçilerin ve burjuvazinin zayıflığı koşullarında

ortaya çıkabilen bürokratik egemenliklerin anti demokratik modernleşmelerini yansıtıyordu.

Bu bakımdan, yirminci yüzyılın bütün ulusları ve ulusal hareketleri bir bakıma, bu tür bir

ulusçulukla damgalıdırlar.

Denebilir ki, Kürt ulusal hareketi geç ortaya çıktığından, Amerika Kıtasında ya da Fransa'da

görülen birinci ve ikinci kuşak ulusçulukların izleri Kürt hareketinde görülmez ama, daha

sonraki Alman tipi ve ikinci dünya savaşı sonrasının, bir yandan tarihsel olarak demokratik

karakterde ama politik olarak demokratik olmayan, diğer yandan cumhuriyetçi ama büyük

ölçüde soya dayanan ulusçuluk anlayışıyla damgalı "bürokratik ulusçuluğu"nun damgalarını

taşır yirminci yüzyıldaki Kürt ulusal hareketleri. 1968 öncesinde doğan Kürt ulusal hareketleri

ile, 1968 ve sonrasında doğan ulusal hareketler arasındaki ayrım, aynı zamanda, Alman-

Yunker ulusçuluğu ile, bürokratik modernleşmeci ulusçuluklar ayrımıdır.

Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde, bir yandan Avrupa Birliği gibi birleşmelerin

zorlaması; diğer yandan muazzam işgücü göçlerinin yarattığı yeni göçmen azınlıklar bunlara

paralel olarak, post fordist üretim yöntemleri ve elektroniğin yaygınlaşması, klasik ulusların

standartlaşmaya ağırlık vermesinin aksine, artık standartlaşmış bir dünyada, farklılığı

zenginlik gören, bir tür post-modern ulusçulu ortaya çıktı. Bu ulusçuluk, bir çok bakımlardan

Fransız devriminin demokratik ulusçuluğuna benzerse de, ondan çok farklıdır. Örneğin

demokratik vurgu yoktur. Ya da Fransız devrimi ulusçuluğu, farklılığı zorla kaldırmaya karşı

çıkmazdı ama farklılığı yüceltmez ya da korumazdı. Kendiliğinden, ekonomi dışı cebir

olmadan, kendiliğinden yok olmasına da sesini çıkarmazdı, hatta bunu hedeflerdi. Post

modern ulusçulukta ise, bu farklılığın korunması ve yüceltilmesi söz konusudur.

PKK son yıllarda, Sovyetlerin çöküşünün ve post-modern ulusçuluğun yükselişinin yarattığı

uygun ideolojik atmosferde, Kürtleri bulundukları tecrit durumundan kurtaracak, onlara yeni

müttefikler bulacak demokratik cumhuriyet programıyla, bir bakıma, tekrar, Fransız tipi

ulusçuluğu yeniden canlandırdı. Böylece Kürt hareketi içinde, Fransız (Demokratik), Alman

(Bonapartist), "Sosyalist" (Bürokratik) ve Avrupai (post-modern) ulusçuluklar, bir arada ve

karşılıklı etki-tepki ve birbirleriyle de mücadele içinde bulunmaktadırlar.

Türkiye'deki farklı toplumsal güçler arasındaki mücadele, farklı ulusçuluk anlayışları arasında

bir mücadele olarak da ortaya çıkar. Türkiye'ye egemen olan üçüncü kuşak, Alman tipi

ulusçuluktur. Bunun karşısında Kıbrıslı Türklerin Amerika kıtası tipi birinci kuşak ve

PKK'nın temsil ettiği Kürtlerin Fransız tipi ikinci kuşak ulusçuluğu ile kısmen Türkiye'nin

şehirlerinin orta sınıflarında görülen post-modern ulusçuluk yer alır. Türk sosyalistlerinin

anti-emperyalist bürokratik ulusçuluğu bu ulusçuluklar karşısında, zaten ideolojik ve sınıfsal

akrabalıklarının da bulunduğu Türkiye'ye egemen Bonapartist ulusçulukla ittifak eder.

Kürt hareketinde, son yıllarda, güney ve Kuzey bölünmesi, bir bakıma Barzani-Talabani'nin

Alman tipi Ulusçuluğu ile PKK'nın geliştirmeye çalıştığı, Fransız tipi ulusçuluk arasındaki

bölünmeydi.

PKK çok şanssız bir harekettir. Dünya çapındaki gelişmelerin ağır darbelerini yer. 1980'lerde

tam yükselirken, Duvar yıkılır, Türkiye ve Dünyada kitle hareketlerinde muazzam gerileme,

milliyetçiliğin ve dinsel hareketlerin yükselişi karşısında tecrit olur ve ağır darbeler alır. Yani

Page 107: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

107

kendi yükselişi dünya çapındaki bir yükselişle senkronize değildir, aksine dünya çapında bir

düşüş içinde küçük bir yükseliş olarak ortaya çıkar.

1990'ların sonunda, Demokratik Cumhuriyet stratejisiyle yeni bir yükselişin temellerini atar.

Ama bu anlayışın tohumları yeni yeni yeşerirken, Duvar’ın yıkılışı gibi dünya tarihsel bir

gelişme, yani ABD'nin Irak işgali ve Güney'deki gelişmeler muhtemelen, Alman tipi

ulusçuluğun yeni bir yükselişini getirebilir. Dün PKK'nın başarılarının etkisiyle onun peşine

takılanlar, şimdi muhtemelen, ondan yüz çevireceklerdir.

Böylece PKK tekrar yeni darbeler alacak ve yeni başarısızlıklara uğrayacaktır. Ama toplumsal

gelişmelerde başarı değildir doğru bir tavrın ölçüsü. Aksine onlar gerçekleşmediklerinde de

doğruluklarını kanıtlarlar.

Örneğin, sosyalizm hiçbir zaman başarıya ulaşmadı. Başarıya ulaşamadığı için yanlış olduğu

söylenebilir mi? Hayır. Aksine, insanlığın bu gün çektikleri, onun doğruluğunun kanıtıdırlar.

Aynı şekilde, dünyadaki gelişmeler PKK'nın temsil ettiği çizgiye hiçbir başarı sunmayabilir.

Bu onun yanlışlığını göstermez ve göstermeyecektir. Bölge halklarının çektikleri ve

çekecekleri, PKK'nın programının Kürtler ve bölge için doğruluğunu, tersinden kanıtlamaya

devam edecektir.

Binlerce yıllık devletçilik geleneği ve bonapartist-bürokratik diktatörlükler altında inleyen

birbiri içine girmiş halkların, binlerce yıl beraber yaşadığı bu bölgede, ancak, bürokratik

devlet cihazlarını parçalayan, onların yerine ucuz ve demokratik bir cihaza dayanan; bütün

dillerin, kültürlerin eşitliğine dayanan Fransız devrimi tipi bir ulusçuluk; ulusal baskılara ve

bürokratik keyfiliklere son veren demokratik cumhuriyet tek çözüm olarak kalmaya devam

eder.

16 Nisan 2003 Çarşamba

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

*

Irak'ta da Demokratik Bir Cumhuriyet

Demokratik bir Cumhuriyet programının sadece Türkiye için değil, aynı zamanda Irak ve

bütün bölge ülkeleri için de geçerli biricik strateji ve program olduğu bu gün daha açık olarak

görülüyor.

Siyasi mücadelede esas sorunun iktidarı, gücü, kitle desteğini ele geçirmek olduğu sanılır.

Ama toplumsal mücadeleler tarihi, esas sorunlu bölgenin, bu gücün, bu desteğin ele

geçirildikten sonra başladığını gösterir. Gücü elinde tutanların ne yapacağını bilememeleri

veya önceden yapacaklarını söylediklerini yapma kararlılığından yoksun oluşlarında toplanır

esas sorun.

Page 108: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

108

Kararlılık ve bir perspektife sahip olma ise, son duruşmada uzun hazırlık yıllarının ve

dayanılan toplumsal temelin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu gün Irak'ta ve Güney Kürdistan'da

bu ne yapacağını bilememe, tarihin sunduğu fırsatı değerlendirememenin tipik bir örneğiyle

karşılaşıyoruz. Bunun nedeni de, bir uzun hazırlıktan yoksunluk, bir toplumsal temel

yoksunluğundur.

Bu gün, Irak'taki yerli tek silahlı ve örgütlü güç Kürtler. Ne yazık ki, Barzani ve Talabani'nin

örgütlü güçlerinin, tüm Irak için bir demokratik cumhuriyet projeleri yok ve böyle bir

projeleri olmadığı için de, tüm demokratik güçleri birleştirme olanak ve şansları bir yana

böyle bir perspektif ve sorunları bile yok.

Halbuki bu günkü güçleriyle Kürtler, tüm Irak için bir demokratik Cumhuriyet programıyla

ortaya çıksalar bir anda, bütün Irak'taki demokratik güçlerin önderliğini ele geçirip, tüm bölge

çapında bir depremin başlatıcısı olabilirler.

Onlar ise hala, "padişah olsam soğanın cücüğünü yerim" diyen çoban gibi davranıyorlar. Bu

günkü konumlarının önlerine, bırakalım bir özerk Kürt bölgesini, bırakalım bağımsız Kürt

devletini, bütün bölgenin demokratik dönüşümüne önderlik etme gibi bir fırsatı çıkardığını

bile görmüyorlar.

Görmemeleri bir rastlantı mı? Hayır. Çünkü ne bir teorik-ideolojik hazırlıkları ne de bunun

için gerekli bir toplumsal temelleri var.

Bir an için Irak'ta Öcalan gibi, "Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa" diye bir

kitap yazmış bir politik önderin olduğunu var sayın. Ve yine var sayın ki, bu hareketin veya

partinin uzun yıllardır böyle bir programı ve ideolojik hazırlığı var. Yine var sayın ki, bu güç,

şimdi Barzani veya Talabani'nin gücüne ve olanaklarına sahip. Ve böyle bir programı

benimseyen, böyle bir sorunu olan bir sosyal temeli de var. Yani içinde her dinden, her

ulustan elemanlar var. Yani bu günkü PKK'yı alalım ve onların gücü, etkisi ve olanaklarıyla,

Barzani veya Talabani'nin yerine koyalım.

Bu günkü koşullarda böyle bir güç, bir anda sadece Irak'ı değil, bütün bölgeyi sarsacak ve

ABD'nin ve emperyalizmin planlarını alt üst edecek, bir hareket yaratabilir ve böyle bir

harekete öncülük edebilir.

Tarih Barzani ve Talabani'nin, ya da Irak'taki Kürtlerin önüne harika bir fırsat sunmuş

bulunuyor. Ama onlar bu fırsatı kullanmak bir yana, görme yeteneğinde bile değiller. Hayal

güçlerinde veya programlarında soğanın cücüğünden ötesi yok.

Bu gün Irak'ta, sadece Şiiler, sadece Kürtler veya sadece Sünni Arapların çıkarlarını

korumaya yönelik değil, tüm bunlar içindeki demokrasi güçlerini birleştirecek bir partiye veya

partilere ihtiyaç var. Bunun için ise, tüm bunların demokratlarını birleştirecek bir program, bir

perspektif.

Böyle bir perspektifi olmayanın, böyle bir programı olabilir mi? Böyle bir programı olmayan,

bütün demokrasi güçlerini birleştirebilir mi?

Kendini sırf Kürtlerin veya Şiilerin veya Arapların çıkarlarıyla sınırlayan hareketlerin böyle

perspektifleri ve programları olamaz. Dolayısıyla, Demokratik Bir Cumhuriyet, aynı

Page 109: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

109

zamanda, tüm bu güçler içinde, yani Kürtler, Şiiler, Araplar vs. içinde, bir demokratik

cumhuriyetten yana olanlarla, demokratik bir cumhuriyeti değil de, bağlı olduğu dini ya da

etnik kimliğin dar çıkarlarını hedef alanlar arasında bir bölünme gerektirir.

Eğer laik değilseniz, yani devletin tüm dinler karşısında tarafsız ve din ve devlet işlerinin

birbirinden ayrılmasını savunmuyorsanız, örneğin Şiiler içinde, Irak'ta bir Şii İslam devletini

savunanlarla bölünmüyor ve onlara karşı mücadele etmiyorsanız, Irak'taki tüm dinlerden

demokratları yanınıza çekemezsiniz. Dolayısıyla tüm dinlerden laiklerin ve demokratların

birliğini kuramazsınız.

Eğer tüm milliyet ve dillerin eşitliğinden yana değilseniz, bir demokratik cumhuriyet

programınız yoksa, tüm uluslardan ve dillerden demokratları aynı cephede birleştiremezsiniz.

Yani sorunu Musul, Bağdat veya Basra'nın, Kürt, Arap veya Şii mi olacağı değil de, Musul,

Bağdat ve Basra'da, tüm dillerin ve dinlerin eşitliği, devletin bunlar karşısında tarafsızlığı

olarak koyulursa, sorun doğru koyulmuş olur. Ve sorunu doğru koymak çözümün yarısıdır.

Irak'ta eksik olan budur.

Ve bu günkü Irak'ta sorunu böyle koydukları takdirde bunun etrafında bütün dil ve dinlerden

insanları toparlayabilecek tek güç olarak ortada Kürtler var ama onlar sorunu böyle

koymuyorlar. Tüm Irak'ın önüne bir demokratik Cumhuriyet perspektifiyle çıkmıyorlar, kendi

bölgelerinin sınırlarıyla uğraşıyorlar. Halbuki bu günkü güçleriyle laik bir Irak için

ağırlıklarını koysalar, Mollaların egemenliğindeki bir Şii özerk bölgesine karşı olan geniş bir

Şii kitlesinin ortaya çıkmasına yol açabilir ve onlarla ittifak kurabilirler.

Sorunu böyle koyan bir güç ortaya çıktığı an, ABD ve diğer emperyalistler, derhal, aşiret veya

çeşitli milliyetlerin veya dini cemaatlerin, üst sınıflardan liderleriyle ittifak içine girecektir.

Çünkü, böyle bir demokratik güçler birliği halklar ve cemaatler arasındaki düşmanlıkların

önüne geçip, onları birleştirebilir. Bu ise Emperyalizmin hesapları için öldürücü bir darbe

demektir.

Demokratik Cumhuriyet sadece dinlerin ve milliyetlerin özgürlüğünü sağlamaz, aynı

zamanda, onların emperyalist dayatmalara ve bölme çabalarına karşı durma; onları birleştirme

olanağı yaratır. Böyle bir Demokratik Cumhuriyet, sadece Irak'ı değil, bütün bölge ülkelerinin

ezilenlerini de kazanır.

Demokratik Cumhuriyet'in Sürekli Devrime benzer bir karakteri vardır. O varlığını

sürdürebilmek ve emperyalist dayatmalara direnebilmek için, tüm bölgedeki demokratik

güçleri kazanmak, yayılmak zorundadır.

Ancak bir Demokratik Cumhuriyet programı, emperyalizmin bölgeye egemen olmak için,

bölgedeki cemaat ve ulusları birbirine karşı kullanma, bölme politikalarına karşı bir parat

oluşturabilir.

23 Nisan 2003 Çarşamba

[email protected]

*

Page 110: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

110

Doğruluk ve Başarı

Sadece sosyalistler arasında değil, genel olarak politikaya ilgi duyan insanlar arasında da,

doğru bir politikanın başarılı olacağı ya da başarılı politikaların doğru olduğu yönünde gizli

bir var sayım egemendir. Devrimci bir politikanın ise ilk sorgulaması gereken bu varsayımın

kendisidir. Ve bu sorgulamanın gerçek bir radikalizme ulaşmak ve onu sürdürebilmek için

hayati bir önemi vardır.

Sanılanın aksine doğur politikalar nadiren başarılı olurlar, başarılı olanlar ise doğru politikalar

değildir. Doğru politikalar, başarısızlıklarında da doğruluklarını kanıtlayan politikalardır.

Sosyalizm hedefini ele alalım. Genelleşmiş meta üretimine dayanan bir sistemin yani

kapitalizmin, hiçbir zaman insanlara sömürü, baskı ve savaşlardan azade bir hayat

sağlayamayacağı noktasından hareket eder ve bu sistemi yok etmekten çıkarlı ve buna

yetenekli olabilecek tek toplumsal gücün, ücretliler olduğunu söyler.

Bu hedef (meta üretimin tasfiyesi) ve bu strateji (yeryüzünün ücretlilerine dayanmak) yani bu

politika, henüz hiçbir başarıya ulaşamamıştır. Peki bu onun yanlışlığını gösterir mi? Hayır.

Aksine, onun başarısızlığı, yeryüzünde baskı, sömürü ve savaşların giderek daha kıyıcı

olmasından başka bir sonuç yaratmamıştır. Başarısızlığı bile o politikanın, yani o hedeflerin

doğruluğunun kanıtıdır.

Tabii ki bu mücadelede her şey her zaman böylesine net değildir. Örneğin, İşçi Sınıfından

başka bir özne yoktur sosyalizmi getirecek. Köylüleri veya küçük burjuvaları sosyalist

yapmaya kalkarsanız onları sosyalist yapamazsınız ama sosyalizmi bir köylü ve küçük

burjuva sosyalizmine dönüştürürsünüz. Bu nedenle, diyelim ki, bir ekonomik krizin veya bir

ulusal baskının radikalleştirdiği, sosyalizmin belli bir prestiji olduğu dönemde, geniş köylü,

gençlik ve küçük burjuva kesimlerin sosyalizme akışları gerçekleşir. Elbette onlar var olan

sosyalizmler içinde, kendi meşreplerine en uygun olanları seçerler veya böylesi yoksa kendi

meşreplerine uygun olanı yaratırlar. Aynı dönemde, diyelim ki, işçi hareketi başka güçlerin

baskısı altında dünya tarihsel bir yenilgi, dağınıklık ve demoralizasyon içindeyse. Böyle bir

dönemde, gerçekten onu gerçekleştirecek özneye uygun bir sosyalizm zerrece bir

kitleselleşme gösteremezken, küçük burjuva ve köylü sosyalizminin başarıdan başarıya

koştuğu görülebilir. Bu başarının çekiciliğine dur diyebilmek, Odyseus’daki gibi, sirenlerin

ayartıcı seslerine kapılmamak için, kendinizi geminin direğine bağlamanız gerekir. Tarihsel

olarak belki kısa ama insan hayatı bakımından uzun, (ve insanlar dünyaya kendi hayatlarını

ekseninden bakarlar) belki birkaç kuşaklık bir dönem boyunca, kendinizi başarısızlığa

mahkum etmeniz gerekir. Yani sadece başarısızlık doğruluğu kanıtlamaz, bazen doğruluğu

koruyabilmek için, kendinizi uzun bir süre başarısızlığa da mahkum etmeniz gerekir.

Ve bütün bunlara rağmen nihai başarı yine de garanti değildir. Sosyalizmin zaferinin hiçbir

garantisi yoktur. Komünist Manifesto’nun daha ilk satırlarında, tek yönlü olmayan, açık uçlu

bir tarih anlayışı ifade edilir. Bir yanda çöküş ve bir yanda devrim ve kurtuluş. Her ikisi de

sadece bir olasılıktır.

Page 111: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

111

Ne var ki, işte o burjuva ve küçük burjuva sosyalizmleri, tarihin bu açık uçluluğunu,

sosyalizmin hiçbir garantisi olmadığı, bunun sadece bir olasılık, hem de oldukça zayıf bir

olasılık olduğunu unutturmuş, düzgün, zorunlu olarak sosyalizme giden bir tarih anlayışı

egemenliğini kurmuştur. Sosyalistler, bir olasılığı gerçekleştirmekten değil, tarihin tekerleğini

hızlandırmaktan söz eder olmuşlardır. O hızlanan tekerleğin, sosyalizm kadar yok oluşa ve

barbarlığa götüreceğini unutulmuştur.

Hatta, insanlık tarihinin ve yaşadığımız son birkaç yüzyıllık modern tarihin yasaları,

sosyalizmin, yok oluş veya barbarlık karşısında bir olasılıktan ziyade sadece küçük bir

rastlantı olabileceğini ima etmektedir. Çünkü Tarih boyunca hiçbir normal doğum yoktur.

Yani hiçbir zaman en gelişmiş, en ileri olanın kendi içinde bir devrim gerçekleşmemiştir.

Eğer tarih aynı kurala uyar ve bizlerin hatırı için bir istisna yapmazsa ve en ileri içinde bir

devrim gerçekleşmezse, yani Amerika’da bir devrim olmazsa, insanlığın yaşama şansı veya

sosyalizmin şansı hiç yok demektir.

Mekanik burjuva materyalizmi, nasıl doğa tarihini, ilkel hücrelilerden omurgalılara,

memelilere ve insana doğru, adeta zorunlu olarak yükselen, bir süreç olarak ele alırsa, burjuva

ve küçük burjuva sosyalizmleri de toplum tarihini, ilkel komünle başlayan ve sosyalizmle

taçlanan bir süreç olarak ele alır. Doğada insan, toplumda sosyalizm, aynı tek uçlu zorunlu

akışın sonucu olarak kavranır.

Halbuki, sadece toplumun tarih değil, doğanın da tarihi, insanın evrimin ulaşması gereken bir

zorunluluk değil, çok küçük bir olasılığın gerçekleşmesi olduğunu göstermektedir. Yani insan

gibi sosyalizmin gerçekleşmesi de, sadece küçük bir tesadüfün gerçekleşmesinden başka bir

şey değildir ve olamayacaktır.

Ve tarihe böyle bakıp sosyalizmi küçük, küçücük bir olasılık olarak gördünüz mü, sosyalizmi

tarihin zorunlu gidişi ve sosyalistlerin mücadelesini de bu gidişi hızlandırmak olarak gören

yaklaşımlardan çok farklı bir başarı anlayışınız olur. Sosyalistler, küçük bir olasılıktan başka

hiçbir başarı vaat etmeyen bir politikanın izleyicileri olmak zorundadırlar. Yani sadece geçici

başarıların ayartıcılığına karşı durmak da değildir sorun, nihai başarı bile bir küçük olasılıktan

başka bir şey değildir artık. Böylece, devrimci sosyalizm, sondaki başarı ile doğruluk

arasındaki bağı da koparmak zorundadır.

İşte bu nedenle, doğru olanın başarılı, başarılı olanın doğru politika olduğu yolundaki gizli

varsayımla mücadele, aslında küçük burjuva ve burjuva tarih ve toplum anlayışlarıyla bir

mücadeledir. Ve bu metodolojik yanılgılardan kurtulmadan, sosyalizmin hiçbir başarı şansı

olamaz. Paradoksal gibi gelebilir ama, sosyalizm başarıya ulaşabilme olasılığını korumak

istiyorsa, başarı ile doğruluğun ilişkisini koparmak, başarıda doğruluğunu görme anlayışından

kopmak zorundadır. Başarıda doğruluğunu görmeyen bir sosyalizmin küçük de olsa başarı

şansı olabilir.

Bu günlerde Kürt ulusal hareketi de, sosyalizmin bu tarihsel problemleriyle başka bir düzeyde

karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Bir süredir KADEK, bölge için bir demokratik çözüme vurgu

yapıyor. Akıntıya karşı duruyor.

Page 112: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

112

Kürtlerin önemli bir bölümünün, Barzani ve Talabani’nin ABD’nin desteğiyle elde ettikleri

başarının büyüsüne kapıldıkları bir dönemde başka havalar çalıyor. Talabani ve Barzani’nin

başarılarını görenler, onların politikalarının doğru olduğunu düşünüyorlar.

Sosyalizm için geçerli olan, aynen Kürt ulusunun mücadelesine de aktarılabilir. KADEK’in

politikalarının bu güne kadar, örneğin Talabani veya Barzani gibi bir başarıya ulaşmamış

olması, onun yanlışlığını göstermez. Başarıları onların doğruluğunun kanıtı değildir.

Hatta daha ileri gidelim. Eğer ABD kendi çıkarları açısından akıllıca ve uzun vadeli bir

politika uygularsa, geniş Kürt kitlelerini daha da fazla kendi çıkarlarıyla uyumlu politikaların

etkisine çekebilir. Örneğin, diyelim ki, çok güçlü otonomisi olan Kürt bölgesini ya da

bağımsız bir Kürt devletini destekleyerek, Kürdistan’daki petrollerin gelirinin büyük bir

bölümünü o bölgeye aktarabilir. Bu koşulda, KADEK politikası, başarıda doğruluğu gören

geniş Kürt kitlelerini gözünde ikna gücünü büyük ölçüde yitirebilir. Ve daha sonra tarihin

yolları öyle değişir ki, KADEK de sosyalist hareket gibi hiçbir zaman başarıya

ulaşamayabilir.

Bütün bu hiçbir başarı vaat etmeyen olasılıklarda bile, KADEK’in bu günkü politikası yanlış

olmaz. Hatta bizzat başarısızlıkları onun doğruluğunun kanıtı olur. Nasıl sosyalizmin

başarısızlığı, yani savaşların, yoksulluğu ve baskının sürüşü onun doğruluğunun kanıt ise, orta

doğu için bir demokratik çözüm programının başarısızlığı da, orta doğuda kanlı

boğazlaşmalar, baskı, sömürünün sürmesi ile doğruluğunu kanıtlayacaktır.

Elbette bu demokrasi programının şansı, dünyada bir sosyalizmin başarı şansından çok daha

yüksektir. Tarih, bu şansın yüksek olduğunu da ima ediyor. Bütün uygarlık alanları içinde

(Çin, Hint, İran) sadece Orta doğu parçalandı. Bu binlerce yıllık uygarlık alanını birleştirici

güçleri Çin, İran ve Hindistan’dan daha zayıf değildir. Demokratik cumhuriyet, tarihin bu

birleştirici eğiliminin bir ifadesidir. O nedenle şansı da daha büyüktür.

29 Nisan 2003 Salı

[email protected]

http://ww.comlink.de/demir/

*

Zor Dönem

Duvarın yıkılışının sosyalist harekete yaptığı etkinin benzerini ABD’nin Irak işgali Kürt

Ulusal Hareketi içindeki Devrimci Demokratik akıma yapabilir. Bu nedenle Kürt Ulusal

hareketi içindeki Devrimci Demokratik kanadı, daha somut ifadesiyle PKK-KADEK çizgisini

çok zor bir dönem bekliyor.

Duvarın Yıkılışı, ve bu yıkılış sırasında ortaya çıkan eğilimler sosyalistler tarafından hala

analiz edilmiş ve gereken sonuçlar çıkarılmış değil. Halbuki sosyalistler bu gibi büyük, çağ

değiştiren kitlesel olayların analizine dayanırlar. 1789 ve 1848’in dersleri, 1917’ye kadar, tüm

Page 113: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

113

dünya sosyalist hareketinin çıkarsamalarının verilerini oluşturmuştu. 1917’nin dersleri de

sonraki dönemin. Peki, şu çağ değiştiren, Sovyetlerin çöküşü ve duvarın yıkılışından

çıkarılacak sonuçlar hiç yok mudur? Hangi sosyalistin analizlerinde bunların küçük de olsa

izlerine rastlayabilirsiniz? Hiç kimsenin. Bu alanda ara sıra gösterdiğimiz çabalar hiçbir yankı

bulamadan bir suskunluk duvarına çarpar. Çünkü hiç de gönül okşayıcı sonuçlar değildir

onlar, Türkiye’nin sosyalistleri ise “Türk’e Türklük propagandası” yapan Türkler gibi,

kendilerine sosyalizm propagandası yapar durumdadırlar. Elbette böylelerinin ruhunu

okşamaz o çıkan sonuçlar.

Bu derslerden birini hatırlayalım. Biraz provake edici biçimde formüle edelim. Önceki bütün

devrimlerde, devrim ilerledikçe, ona ezilenlerin aktif katılımı yükselir ve devrim eylemi

içinde bu ezilenlerin hızla siyasi bakımdan da olgunlaşmasıyla devrim giderek daha ileri

hedeflere yönelir. Başlangıçta hayal bile edemeyeceği noktalara varır. Örneğin Fransız

devrimi başladığında, kimse Kralım kafasını kesip Cumhuriyet kurmayı düşünmüyordu. Ama

o devrim Paris’in baldırı çıplaklarını öne çıkarıp eğittikçe ve devrim radikalleştikçe, Kralın

kafası da gitti, Cumhuriyet de Kuruldu. Ekim Devrimi başladığında, kimse sosyalist bir

devrime geçiş düşünmüyordu. Herkes, geri bir ülke için demokratik dönüşümler yeter diyordu

ve devrim de zaten klasik Demokratik Cumhuriyet, 8 saatlik işgünü, barış, ekmek gibi

parolalarla patlamıştı. Ama birkaç ay içinde fiilen bir sosyalist devrime dönüşmek zorunda

kalmıştı. Bu nedenle, sosyalizmin bütün büyük teorisyenleri, devrimin kitleleri eğittiğinden

söz ederler.

Doğu Avrupa devrimlerinde ise, tam tersi görülür. Devrim ilerledikçe, ezilen kitlelerin

katılımı arttıkça, devrim, başındaki taleplerinden hızla daha geri noktalara kayar. Doğu

Avrupa’daki rejimlere karşı muhalefetin iki ayağı vardı, bir tarafta liberaller ve sosyal

demokratlar, yani kapitalizme dönüş isteyenler, diğer tarafta devrimci sosyalistler, yani

bürokrasinin iktidarını yıkıp, gerçek işçi iktidarına dayanan, her türlü demokratik özgürlüğe

dayalı bir sosyalist devrim için mücadele edenler. Hareketler başladığında, batı basınının

liberal ve sosyal demokratları bütün öne çıkarma çabalarına rağmen, sosyalist kanadın etkisi

hiç de küçük değildir ve iyi bir başlangıç sağlayacak durumdadır. Yani sosyalistler, devrimin

kitleleri radikalleştirmesinin, önceki devrim deneylerinin derslerine dayanarak, kendi

politikalarını öne çıkarabileceğini umabilecek durumdadırlar. Polonya’da başlangıçta

Dayanışma içinde çok güçlüdürler. Çekoslovakya’da Peter Uhl gibiler, muhalefetin

sembolleri arasındadırlar. Ama kitleler öne çıktıkça, sosyalistlere yönelmek ne kelime,

hareket hızla sosyalizmden uzaklaşır ve arasına mesafe koyar.

Bu eğilim en açık biçimde doğu Almanya’da görülmektedir. İlk sokağa çıkmalar

başladığında, harekete, Brecht’in şiirinin verdiği ilhamla, Bürokrasinin Halk söylemini ona

karşı bir silaha dönüştüren, “Biz Halkız” sloganı vardır. Yani Bürokrasinin iktidarını

tasfiyedir slogan ve zımnen, zaten ortadaki kapitalist ekonomi olmadığından, bir sosyalist

devrim talebini içermektedir. Ama bu başlangıç aşamasında henüz işçiler ve yoksullar yoktur

meydanlarda. Harekete daha ziyade aydınlar ve daha tuzu kurular, hatta bürokrasinin

reformist kanadı katılmaktadır. Ama ne zaman ki işçiler ortaya çıkar, işçiler her zamanki

pratik zekalarıyla, küçük bir gramatik değişimle, yani Almanca’daki “das” yerine “ein”ı

koyarlar, ve “Biz Halkız” sloganının yerini alan “Biz Bir Halkız” sloganı devrimin bayrağı

Page 114: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

114

olur. Bunu anlamı şudur: Sosyalizm falan istemiyoruz. Batı Almanya ile birleşip, Alman

kapitalistler tarafından sömürülmek istiyoruz, bu sizim için en demokratik sosyalizmden bile

bin kat iyidir. İşçiler aynen böyle düşünüyorlardı ve de öyle yaptılar. Yani devrime işçiler

katılıp o devrimci hareket içinde radikalleştiklerinde, bu radikalleşme önceki bütün

devrimlerden farklı olarak, sosyalizme doğru değil, ondan uzaklaşma biçiminde gerçekleşti,

ne kadar radikal ise o kadar kapitalizm taraftarı oldu. Eğer provakatif olarak ifade etmek

gerekirse, on dokuz ve yirminci yüzyılın devrimlerinden farklı olarak, doğu Avrupa

devrimleri, kitleleri eğitmedi, aptallaştırdı.

Tabii bir devrimci ve sosyalist iseniz, bunun sonuçları üzerine ciddi düşünmeniz gerekir. Bu

sorunlar üzerine düşünen ve kafa patlatan bir sosyalist gören varsa beri gelsin. Bu sadece

sonuçlardan biri. Ama çok ciddi bir sonuç. Bunun gibi daha niceleri var.

Biz yine bunda kalalım. Bu sonucun da başka bir sonucu var. Yani Sovyetler ve doğu

Avrupa’da onlarca yıl, bürokrasiye karşı mücadelenin öncülüğünü ve bayraktarlığını

sosyalistler yapmalarına rağmen, bu sonuç dolayısıyla onların bütün o muazzam çabaları

sanki hiç olmamış gibidir. İsim ve mücadelelerini kimse hatırlamaz bile. Tarih böylesine

nankördür de.

Şimdi gelelim, Kürt Ulusal Hareketine. Kürt Ulusal Hareketi, Doğu Avrupa’daki bu alt

üstlüğün doğrudan etkilerini yaşamadı. Doğu Avrupa’daki çöküş gerçekleşirken, Kürt Ulusal

Hareketi zirvesini yaşıyordu, kendi gücünden emin ve zaferleriyle sarhoştu. Daha sonraki

Körfez Savaşı da nispeten uygun koşullar yaratmıştı. Bu nedenle, Duvarın yıkılışının

dalgalarının dünya çapındaki çöküntülerini, kürdistan özelinde, Kürt mücadelesinin yükselişi

nötralize edebiliyordu. Duvar çöküntüsü, daha ziyade dolaylı müttefiklerde bir gerileme,

(gerek uluslar arası alanda gerek Türkiye’de demokratik ve sosyalist muhalefetin çökmesi

biçiminde) Türkiye’de gericiliğin ve özel savaş rejiminin dizginlerinden boşanması biçiminde

gerçekleşti.

İdeolojik planda ise olumlu denebilecek etkileri oldu. Kürt ulusal hareketi içindeki devrimci

demokrat kanadın, sosyalizm diye öğrendiği Stalinizmin ideolojik bukağılarından

kurtulmasını ve devrimci demokrasinin daha otantik biçimlerine dönmesini ve belli bir

esneklik kazanmasını kolaylaştırdı. Görünüşte bu kimi sosyalist tabuların yıkılması ve

sosyalizmden uzaklaşma gibi görünse de, aslında devrimci demokrasinin özüne bir dönüş

anlamı taşıyordu. Diğer yandan, Kürt Ulusal Hareketi içindeki burjuva kanadın, eski dönemin

sosyalist söylemini terk etmesini ve aslına uygun bir dile dönmesini sağladı. Bir bakıma taşlar

yerli yerine oturuyordu.

Ama bütün bunlar, henüz Kürt hareketi içinde devrimci demokrasinin zayıflamasını

getirmiyordu. Talabani ve Barzani, kimi zaman İran, kimi zaman Saddam, kimi zaman

Türkiye desteğiyle birbiriyle savaşıyorlar ve Kürtler için hiçbir çekim gücü

oluşturmuyorlardı. PKK’nın temsil ettiği devrimci demokrasi büyük başarılar kazanamasa ve

ağır darbeler alsa da gücünü ve prestijini koruyordu. PKK bu sayede, en zor koşullarda, en

zorlu stratejik değişimleri hiçbir önemli güç kaybına uğramadan ve ciddi bir bölünme

yaşamadan gerçekleştirebiliyordu. Burjuvazi hala ayrı bir bayrak açamıyor, devrimci

Page 115: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

115

demokrasinin bayrağı altında, doğrudan veya dolaylı etkilemelerle yerini korumaya

çalışıyordu.

Ama son yıllarda, Güney Kürdistan’da ABD’nin koruması altında, Petrol gelirlerini Güney

Kürdistan’a aktarması, Barzani ve Talabani’yi adeta zorla birleştirmesi, bunun sonucu olarak

ortaya çıkan refah ve özgürlük ortamı, zaten Duvar’ın yıkılışıyla sosyalizm terminolojisinin

yükünden kurtulmuş burjuvazinin önemli bir bölümünün, Kürtlerin Kurtuluşunun açıkça

ABD ile ittifaktan geçtiğini savunabilmelerinin yolunu açmıştı. Ama özellikle Kuzey

Kürdistan’daki geniş Kürt kitleleri hala devrimci demokrasinin önderliğe altında

bulunduğundan, ve kısmen de hala henüz hiçbir şey garanti olmadığından, eski

aldatılmışlıkların anısıyla, yine de köprüler atılmıyordu devrimci demokrasiyle.

Ama şimdi durum kökten değişmiş bulunuyor. ABD’nin Güney Kürdistan’da güçlü bir Kürt

Özerk Bölgesini destekleyeceği belli oldukça, sadece şimdiye kadar kerhen devrimci

Demokrasi ile yan yana yürüyenler, artık açıkça onunla köprüleri atma eğilimi gösteriyorlar.

Ve henüz saldırı oklarını henüz doğrudan o devrimci demokrasiye karşı yöneltemedikleri için,

eşeğini dövemeyenin semerini döveceği misali, Devrimci demokrasinin ittifak aradığı Türk

soluna ve onunla ittifaka saldırarak, onun gölgesinden çıkıp ayrı bayrak açıyorlar.

Ama sadece bu değil, geniş Kürt yığınlarında, tıpkı Doğu Avrupa’daki kitlelerde olduğu

türden bir değişimin ip uçları görülüyor. O kitleler, hiç de öyle sosyalizm falan deyip,

insanlığın çoğunluğuyla kader ortaklığı yapmaya yanaşmadılar ve kendilerini kurtarmaya,

Batı Avrupa ile birleşerek imtiyazlılar arasına katılmaya karar verdiler.

Kürt hareketinin uzun yıllar tecrit durumu, onu kendisini ezen halkların ezilenlerini kazanmak

sorunuyla yüz yüze getiriyordu. Yani kendisini kurtarmak için kendisini ezenleri de

kurtarmaya kalkma zorunluluğuyla karşılaşıyordu. Zaten, stratejik dönüşüm bunun bir

ifadesiydi. Ve tam da bu nedenle, ezenlerin ezilenlerini kazanmak için yaptığı bu değişiklikle

Kürt burjuvazisini yitiriyordu. Bu bölünme iki farklı ulusçuluk anlayışında ifadesini

buluyordu.

Şimdi Doğu Avrupa’nın benzeri Kürdistan’da olabilir. Kürt ulusunun şimdiye kadar Kuzey

Kürdistan’da yoğunlaşmış yoksul kesimleri de, Devrimci Demokrasinin, Demokratik

Cumhuriyet programı, Kürt Arap, Fars, Türk bütün halkların ortak kurtuluşu programı için

uzun vadeli ve sonu belirsiz bir savaşa girmekten ise, doğu Almanlar veya Doğu Avrupalılar

gibi, kazanan ata oynayıp kısa yoldan özlemlerini gerçekleştirmeyi seçebilirler. Yani devrimci

demokrasinin programı bütün çekiciliğini ve ikna gücünü, tıpkı Duvar’ın yıkılışında,

sosyalizmin başına geldiği gibi, yitirebilir. Ve böylece Devrimci Demokrasi, tıpkı sosyalizm

gibi, yoksul Kürt kitleleri içindeki desteğini hızla yitirebilir ve Yoksul kitleler Kürt Ulusal

hareketi içindeki burjuvazinin, şimdilik Barzani-Talabani’de sembolleşen bayrağı ardında

onun zafer arabasına binebilir.

Ve işin daha da kötüsü, ABD’nin desteği ile, bu Türkiye’de büyük bir basınç oluşturup,

egemen kastın, yukarıdan kimi düzenlemeler yapmasının yolunu açabilir. Çünkü, Bürokratik

kast bu gün çok tehlikeli biçimde tecrit olmuş bulunuyor. Bu tecritten kurtulup iktidarını

sürdürebilmek için, Kürtçe’yi Türkiye’nin ikinci dili yapmak gibi, şimdiye kadar dayanılan

aşiretler yerine, Kürt burjuvazisini yedeğe alan, ama iplerin elinde kalmasını sağlayan, bir

Page 116: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

116

düzenleme yapabilir. Ortaya çıkan Demokratik bir Cumhuriyet değil, şimdiki Bürokratik

Cumhuriyetin Kürtlerin desteğini almış yeni bir versiyonu olabilir.

Bu takdirde, ABD ve Kürt burjuvazisi, PKK’nın onlarca yılda onca fedakarlıkla kenarına bile

ulaşamadıklarına, kendi bayraklarıyla ulaşabilirler. Bu da Kürt Ulusal hareketi içinde,

Devrimci Demokrasinin adeta olmamışa dönmesine ve unutulmasına bile yol açabilir.

Örneğin, bu gün, Stalin’in kamplarında bürokrasiye karşı mücadelede ölmüş yüz binlerce

Bolşeviği, Devrimci Marksist’i hatırlayan bile yok. Hatırlamak bir yana bunların varlığından

bile haberi yok kimsenin. Ve kimse de hatırlamak bile istemiyor. Şimdi aynı akıbet PKK ve

onun mücadelesini de tehdit etmektedir.

Bu Kürt hareketi içindeki devrimci demokrasinin, şimdiye kadar karşılaştığı en zorlu meyden

okumadır. Bu meyden okumaya şimdiye kadar başarılı olmuş yöntemlerle cevap verilemez.

Ama bir cevap bulabilmek için, yuvarlak sözlerin ardına gizlenmeden, eğilimleri ve tehlikenin

büyüklüğünü ve sonuçlarını açıkça ortaya koymak ve açıkça tartışmak gerekir. Sosyalistlerin

bir tek silahı vardır: açıklık. Problemleri ve tehlikeleri, hiçbir gizleme, güzelleştirme, önemsiz

gösterme çabasına girmeden, moral bozar diye korkmadan açıkça ortaya koymak ve

tartışmak.

07 Mayıs 2003 Çarşamba

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

*

Bağımsız Bir Kürt Devleti ve Demokratik Cumhuriyet

Demokratik Cumhuriyet sorununu şimdiye kadar genellikle, Kürtleri ulusal baskıdan

kurtaracak stratejik nitelikleri bakımından ele almaya ağırlık verdik. Kürtler, dört bir yandan

çevriliydiler. Bu durumda ulusal baskıya karşı mücadelenin tecritten ve yok olmaktan

kurtulmak için müttefikler araması gerekiyordu. Bu müttefikler genellikle, Kürdistan’a

egemen devletlerin aralarındaki çelişkilerde bulunuyordu. Ancak bu durumda ya bu devletler

anlaşıyor ve bunun sonucunda Kürtler katliamlara uğruyordu, ya da her devlet diğerinin

içindeki Kürtleri diğerine karşı destekliyor bu da Kürtlerin Ulusal baskıya karşı

mücadelelerini bölüyordu.

Bu çıkmazdan çıkışın şu yolları vardı:

Bir olasılık dünyanın gelişmiş ülkelerinde bir sosyalist devrimin gerçekleşmesi ve bunun geri

ülkelerdeki ulusal ve sınıfsal baskıların kaldırılması ve bunlara karşı direnişler için muazzam

bir destek sunması olabilirdi. Artık hayal gücünden bile uzaklaşmış bu olasılık Kürtlerin

Üzerindeki ulusal baskı dahil tüm sorunların bir çırpıda çözümünü getirirdi.

Page 117: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

117

Ne var ki, tarihin yumağının ters ucundan çözülmeye başlaması, yani geri ülkedeki Ekim

devriminin ileri ülkelere yayılamaması ve bunun sonucu da yozlaşması, dolayısıyla

çözülemeyip bir kör düğüm, bir Gordiyos düğümü olması, bu çözümü olanaksız kıldı.

İkinci olasılık, Bölge devletlerinden birinde en azından demokratik karakterde bir devrim

gerçekleşmesiydi. Bu devrim gerçekleştiği ülkedeki Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını

tanır ve böylece diğer ülkelerdeki Kürtlerin özgürlüğü ve oralarda da demokratik devrimler

gerçekleşmesi için diğer ülkelerdeki demokratik hareketleri desteklerdi. Böylece Demokratik

devrimin Kürt ulusal hareketiyle ittifakı, Kürtlerin ulusal baskıdan ve diğer ulusların da

Kemalist, Baas ya da Molla rejimlerinin egemenliğinden kurtulmasını sağlardı.

Maalesef birinci kör düğüm, geri ülkelerdeki devrimci ve demokratik hareketleri zayıflatarak,

bu olasılığı da ortadan kaldırıcı bir etki yaptı ve Kürt ulusunun kaderi üzerinde ikinci bir Kör

düğüm oluştu.

Bu durumda Kürtlerin karşısında iki olasılık kalıyordu.

Bu iki olasılıktan biri şöyle özetlenebilir:

Kürtler tersinden giderek bu iki Gordiyos düğümünü çözmeyi deneyebilirlerdi. Kürt ulusal

kurtuluş hareketi, bölge devletlerinden en azından birinde demokratik bir devrim yaparak,

yani aslında kendisini ulusal baskıdan kurtarması gerekenleri uğradıkları baskıdan kurtararak,

ulusal kurtuluştan hareketle demokratik devrim yaparak, bölge çapında demokratik devrimin

yayılması sürecini başlatabilirdi. Ama ezen ulusun ezilenlerini kazanmak için, sadece

bağımsızlık veya belli bir devlet içindeki Kürtlerin özerkliği gibi bir program yetmezdi.

Mücadelenin nesnel sonuçları değil, bizzat hedefleri, ezen ulusun ezilenlerini kazanmaya

yönelik olmalıydı. Bunun da bir tek somut ifadesi olabilirdi: Demokratik Cumhuriyet. Kürt

ulusal hareketi, ulusal baskıya son verebilmek için, bir sosyal harekete dönüşmeyi, kendini

ulusal baskıdan kurtarabilmek için kendini ezenleri de diğer baskılardan kurtarmayı

hedefleyebilirdi.

Sadece Kuzey Kürdistan’daki, yani nispeten Kürdistan’ın en gelişmiş bölgesindeki hareket,

PKK, kimi geleneklerinin katalizatörlüğü ve uğradığı dünya çapındaki tecrit ve kuşatmayı

yarma zorunluluğuyla bu programı benimseyebildi. Ama bu politik benimseyiş sınıfsal ve

kültürel sınırlara takıldı. PKK’nın büyük bölümü yoksullar hatta büyük ölçüde işçiler

olmasına rağmen, toplumsal konumuyla işçi veya yoksul olan bu tabakalar ruhsal

durumlarıyla köylü, kültürel bakımdan kapitalizm öncesi bir karakter taşıyorlardı. Bu da

onların hem Kürt burjuvazisi karşısında bağımsız bir politika oluşturmalarını engelliyor hem

de batının büyük şehirlerinin işçi ve emekçilerini kazanmasını olanaksızlaştırıyordu. Bu

açmazdan kurtuluşun biricik yolu, egemen ulusun demokratik ve sosyalist hareketinin, ezilen

ulusun bu stratejisinin kendisine sunduğu olanakları değerlendirerek bir itilim kazanması

olabilirdi. Ne var ki, gerek duvarın yıkılış öncesinin gerek yıkılış sonrasının egemen

ideolojilerinin yarattığı tahribat, böyle bir egemen ulus solunun ortaya çıkışını

olanaksızlaştırmıştı. Böylece doğru bir strateji, hem kendi kültürel ve sınıfsal sınırlarına hem

de dönemin yarattığı yoksunluklar duvarına çarparak, kendini gerçekleştirme olanağı

bulamıyordu. Ya da gerçekleşmesi, çok uzun bir zaman gerektiriyordu.

Page 118: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

118

Eğer Kürdistan, Bask veya Katalan gibi ulusal baskı altında ama ülkenin kültür ve ekonomice

en gelişmiş bölgesi olsaydı, bu strateji en azından Kültürel ve sınıfsal sınırlara takılmadan,

dayanacağı bir modern proletarya bulacağı için başarıya ulaşabilirdi. Ne var ki, Kürdistan’ın

aynı zamanda, bulundukları ülkelerin en geri bölgeleri olması, bu olasılığın gerçekleşmesini

olağanüstü güçleştiriyordu.

Bu durumda son bir olasılık vardı, büyük bir emperyalist gücün, Kürtleri desteklemesi, bu

takdirde Kürtler, kendini kuşatan ülkeler karşısındaki müttefik eksikliğini ve güçsüzlüğü

aşabilirlerdi.

Şimdiye kadar bölge devletlerinin Arap, Fars ve Türk devletleri gibi, gerek petrole gerek

büyük ordulara ve geleneklere sahip olan devletler olması, büyük emperyalistlerin Kürtlerin

mücadelesi karşısında bir müttefik olarak son duruşmada her zaman onların yanında

bulunmasına yol açmıştı. Zaman zaman aralarındaki çelişkiler nedeniyle, sadece karşı tarafı

sıkıştırmak için Kürtleri destekler gibi yaptılarsa da, bu tıpkı bölge devletlerinin aralarındaki

çelişkiler nedeniyle zaman zaman yaptıkları manevralara benziyordu. Zaten bölge

devletlerinin bu manevraları da çoğu kez dünya çapındaki rekabetin bu devletler aracılığıyla

yansımasından başka bir şey değildi. Yani Emperyalist ülkeler Kürtlerin Kurtuluşunu değil,

bölge devletlerini desteklemeyi tercih ederlerdi.

Ne var ki, bu durum ABD’nin Irak’ı işgaliyle ilk kez kökten değişti. ABD’nin dünyaya

egemenlik planı, bu bağlamda bölge devletlerini kendi kontrolüne alma planı, onu bu

devletlerin baskısı altındaki Kürtlerle müttefik yapmaktadır. Böylece hiçbir zaman doğru

dürüst bir müttefik bulamayan Kürtler bir anda dünyanın en büyük askeri ve politik gücünün

desteğini elde etmiş bulunmaktadırlar.

Bu durumda Kürtler arasında, özellikle de kraldan fazla kralcı diyasporada şöyle bir

düşüncenin geliştiği görülmektedir. “İşte ABD’nin çıkarları bizi desteklemeyi gerektiriyor.

Bu güce dayanarak bir süre sonra, çeşitli biçimlerde, üzerimizdeki ulusal baskılara son

verebilir ve hatta bağımsız ve birleşik bir Kürdistan devleti kurabiliriz. Bu durumda,

Demokratik Cumhuriyet gibi, ezen ulusun ezilenlerini kazanmaya yönelik, uzun ve yorucu

işlerle uğraşmanın gereği yok. Şimdiye kadar gelselerdi. Ne yapalım günah bizden gitti. Hatta

ABD gibi güçlü bir müttefiğin desteğini kaybetmemek için, artık onlarla aramıza mesafe

koymamız gerekir.”

Böyle düşünen Kürtler, tıpkı Avrupa’ya katılarak Türk devletinin keyfiliğinden ve

baskısından kurtulmak, demokrasi ve ekonomik refahtan nasiplenmek isteyen ve bunun için

de Kıbrıs Cumhuriyeti ile birleşmek isteyen Kıbrıs’ın Türkçe konuşanları gibi; veya “halk

biziz” diyerekten bürokrasiyi tasfiye eden bir sosyalizmi seçerek bin bir türlü zorlukla dolu

sonu belirsiz bir maceraya girmekten ise, “biz bir halkız” diyerekten Batı Almanya ile

birleşerek bir an önce refah ve demokrasiye kavuşmak isteyen doğu Alman işçileri gibi

davranmaktadırlar. Birinin Batı Almanya ile, diğerinin Avrupa ile birleşerek ulaştığına veya

ulaşmak istediğine Kürtler de ABD ile ittifak kurarak ulaşmak istemektedirler. Bu da en az

Kıbrıslı Türklerinki veya Doğu Almanlarınki hatta Avrupa’ya bir an önce girelim diyerek bir

an önce bu gerilik ve keyfilikten kurtulmak isteyen Türklerinki gibi son derece anlaşılır bir

beklenti ve davranıştır ve onlardan zerrece farkı yoktur. Tek farkları farklı emperyalistlere

Page 119: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

119

dayanmaları olabilir. Bu bakımdan ABD ile diğerleri arasında bir fark yoktur. Avrupa ve

Almanya ABD’nin bu gün yaptıklarını yapacak güçte değildir sadece. Olsalardı neler

yapabileceklerini görmek isteyenler, aralarındaki rekabet için hangi katliamlara nasıl destek

verdiklerini Yugoslavya’da görebilirler.

Bu durumda, ABD desteğiyle, bir şekilde bağımsızlığa ya da Kürtler üzerindeki ulusal

baskının son verilmesine ulaşılabileceğini düşünen ve giderek sayıları artan Kürtler için bu

gün, Kürtler üzerindeki ulusal baskının kalkmasının biricik yolunun kendilerini ezen ulusların

ezilenlerini kazanmak olduğun söylemenin, (hele bunu söyleyen bizim gibi egemen ulustan

biriyse, egemen ulusun çıkarlarını korumak ve Kürtlere düşmanlık gibi algılanacağı bir

ortamda) bir değeri olmadığını biliyoruz. Bu nedenle Kürt devletinin gerçekten bağımsız

olabilmesinin bir koşulu olarak demokratik cumhuriyet üzerinde, yani strateji olarak değil,

programatik bir hedef olarak demokratik cumhuriyetin olmazsa olmazlığı üzerinde duracağız.

Bağımsız bir Kürt devleti de, eğer gerçekten bağımsız olmak istiyorsa Demokratik bir

Cumhuriyet olmak zorundadır. Ve Demokratik bir Cumhuriyet de orta doğuyu kapsamak

zorundadır. Gelecek hafta bu konuyu ele alalım.

10 Haziran 2003 Salı

[email protected]

http://www.comlink.de/demir

*

Diğer Devletlerdeki Kürtler ve Demokratik Cumhuriyet

Dünyadaki en büyük Kürt şehri Kürdistan’da değildir. Bu şehir, Doğu Roma, Bizans ve

Osmanlı’nın, yani İyonya ve Balkanların, Levant’ın baş kenti olan İstanbul’dur. Bu on

milyonu aşkın nüfuslu megapolde azınlık olarak yaşayan Kürtlerin sayısı, Kürdistan’ın en

büyük şehrinde yaşayan Kürtlerden fazladır.

Sadece İstanbul değil, Mersin’den Ankara’ya, İzmir’den Antalya’ya batı Anadolu’nun bütün

büyük şehirlerinde çok büyük Kürt azınlıklar yaşamaktadır ve bunların her birinin nüfusu,

Kürdistan’daki bir çok büyük şehrin nüfusundan fazladır.

Sadece Türkiye’de değil, Irak, İran, Suriye ve hatta Lüban’da da bu ölçüde olmasa bile, büyük

şehirlerde küçümsenmeyecek Kürt azınlıklar bulunmaktadır. Bir Bağdat, bir Tahran, veya bir

Halep’te de hiç küçümsenmeyecek bir Kürt nüfusu bulunmaktadır.

Sadece Orta Doğu’da değil, Avrupa’nın bütün büyük şehirlerinde de, örneğin Berlin, Londra,

Paris’te de yine Kürdistan’ın her hangi bir ortalama büyüklükteki şehrinden daha büyük Kürt

nüfusları yaşamaktadır. Yakın zamana kadar, Avrupa’nın her hangi bir büyük şehrinde

yapılan Bir Mayıs gösterisine bakmak bile bu nüfusun büyüklüğü hakkında bir fikir verirdi.

Avrupa’nın bir çok ülkesindeki Kürtler, bu ülkede kendilerine azınlık hakları tanınmış bir çok

Page 120: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

120

azınlıktan daha büyük bir nüfusu kapsarlar. (Örneğin Almanya’daki Danimarkalılar göz

önüne getirilebilir.)

(Avrupa’daki Türk imgesi, aslında bir Kürt imgesidir. Avrupa’da Türk Mutfağı diye bilinen

aslında Kürt mutfağıdır. Batı Anadolu’dan Avrupa’ya göçenlerin büyük bir bölümü, kısmen

dış görünüşü kısmen de yaşam tarzıyla Avrupa’nın şehir yaşamına entegre olduğu için

varlıkları ve farklılıkları görülmez ve bu nedenle Avrupa’da son yıllarda yaygınlaşan Türk

imgesi, büyük ölçüde Türkiye’den gelmiş Kürtlerden kaynaklanır.)

Bir Barzani ve Talabani’nin, ya da değişik bir şekilde ifade edersek, Kürtlerin ulusal baskıdan

kurtulması için biricik yolun Kürdistan’daki bağımsız bir Kürt devleti olduğunu düşünenlerin

yani bir Demokratik Cumhuriyet’i önemsemeyenlerin, belki Kürdistan’dakinden bile daha

büyük Kürt nüfusunu barındıran, hadi Bırakalım Avrupa’yı şimdilik bir yana, Kürdistan’a

egemen devletlerin Kürdistan dışı şehirlerinde yaşayan Kürtler için hiç bir programı yoktur.

Onlara sunabilecekleri biricik program, bağımsız devlet kurulduktan sonra geri dönmeleri

olabilir. Bunun ise gerçek yaşamla hiçbir ilişkisi yoktur.

Sadece Kürtlerin bağımsız bir devletini hedef alan bir yaklaşımın, diğer devletler içindeki

Kürtler için düşüneceği tek rol, bağımsızlık mücadelesi boyunca maddi manevi destek,

bağımsız bir devlet kurulduktan sonra da, o bağımsız Kürt devletinin diğer devletlerle

ilişkisinde, pazarlık ve baskı fonksiyonu görecek dış politikanın ve diplomasinin basit bir

uzantısı olmaktır. Bunun nasıl bir politika olduğunu merak edenler, bu günkü Türkiye’nin

diğer ülkelerdeki Türklere ilişkin politikasına bakabilirler. Diğer ülkelerdeki Türk azınlıklar,

ister tarihten kalmış ister modern iş gücü göçlerinin ürünü olsunlar, Türkiye açısından sadece

bir tek işleve sahiptir: Türk devletinin dış politika manevralarının basit bir aracı olmak.

Bunların hakları ve o ülkelerdeki demokratik mücadeleler ve kazanımlar Türkiye’yi zerrece

ilgilendirmez, hatta bu kazanımlar ve mücadeleler azınlık Türkleri Türk dış politikasının aracı

olarak kullanmayı zorlaştıracağı için, bunlara düşmandır.

Kendisi de Demokratik bir Cumhuriyet olmayan bir Kürt devleti, Kurulduktan sonra da diğer

ülkelerdeki Kürtleri, tıpkı kurulmadan önce gördüğü gibi veya şimdi Türk devletinin diğer

ülkelerdeki Türkleri gördüğü gibi görecektir.

Bu şu demektir, Kürt devleti, diyelim ki bir İstanbul’da yaşayan Kürtlerin sempatisini,

Türkiye ile devletler arası ilişkilerinde, dış politikası ve diplomasisinin bir aracı olarak

kullanacaktır. Tıpkı Türkiye’nin bu gün Avrupa’daki Türkleri veya Kürdistan’daki

Türkmenleri kullanmaya kalktığı gibi.

Ama bu da karşı tedbiri kışkırtır. Yani Kürt azınlık üzerindeki baskı artacak demektir. Bu

durumun aşırı noktalara varması halinde, Yugoslavya benzeri pogromlar, katliamlar da

gündeme gelecek demektir.

Diğer bir deyişle, Demokratik bir Cumhuriyet’i hedeflemeyen bir bağımsız bir Kürt devleti ile

Kürtlerin üzerindeki ulusal basıkların son bulacağı düşüncesi, Kürdistan dışında yaşayan

Kürtlerin, yani çok büyük bir Kürt nüfusunun üzerindeki ulusal baskıların artması sonucunu

doğurur. Gerilimlerin tırmanması ise “etnik temizlik”lerin gündeme gelmesini. Bu da

Page 121: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

121

devletler arası savaşları. Tabii bütün bunlar emperyalizmin dayatmaları karşısında en küçük

bir direnme yeteneği gösterememeyi getirir.

O halde, bağımsız bir Kürt devleti, gerçekten kendini emniyete almak için diğer ülkelerde

yaşayan Kürtlerin haklarını gündeme getirmek ve o ülkelerde demokratikleşmeyi istemek

zorundadır. Yani onlar için, modern iş gücü göçünün yarattığı büyük şehirlerde toplanmış

azınlıklar için, bir demokratik program geliştirmek zorundadır. Peki ne olabilir böyle bir

program? Bu program, bütün dillerin ve ulusların eşitliği olabilir. Yani, diğer ülkelerdeki

Kürtlerin, bulundukları ülkelerin çoğunluğu ile, aynı dil ve kültüre ilişkin haklardan

faydalanmasını istemesi ve o ülkelerdeki Kürtleri bunun için mücadeleye teşvik etmesi

gerekir.

Ve elbette bunu sadece Kürtler için değil, genel bir ilke olarak tüm milliyetler için istemelidir.

Ama ne demektir bu? Bu dillerin, milliyetlerin ve kültürlerin eşitliği demektir. Diğer bir

deyişle, ulusun tanımından, dil, kültür ve soyu dışlamak, onu hukuki ya da coğrafi olarak

tanımlamak demektir.

Yani bağımsız bir Kürt devleti, diğer ülkelerdeki Kürtleri, diğer devletlerle ilişkilerinde dış

politikasının basit araçları olarak kullanarak kanlı pogromlar ve savaşlar yoluna girmek

istemiyorsa, onların demokratik haklarını, yani ezilen modern azınlıklar olarak haklarını

gündeme getirmek zorundadır. Ama bunu gündeme getirmesi demek, o ülkelerde ulusun

tanımından etniyi, dili, kültürü dışlanmasını istemek, yani bütün dil, milliyet ve kültürlerin

eşitliğini savunmak demektir. Ama bunu savunmak demek, Demokratik bir Cumhuriyet’i

savunmak demektir. Çünkü Demokratik Cumhuriyet’in eksenini dillerin, ulusların ve

kültürlerin eşitliği oluşturur. Ama diğer ülkelerdeki Kürtler için o ülkelerde Demokratik bir

Cumhuriyet’i isteyebilmek için de, bağımsız Kürt devletinin kendisinin bir Demokratik

Cumhuriyet olması gerekir. Sırça köşkte oturan başkasını taşlayamaz. Ama kendisinin

Demokratik bir Cumhuriyet olması demek, kendisinin tüm dillerin, ulusların ve kültürlerin

eşitliğini kabul etmesi demektir, yani ulusun tanımından dili kültürü ve etniyi dışlaması

demektir. Bu da ulusu coğrafyaya göre veya hukuken tanımlamak demektir. Ama bu da somut

olarak şu demektir: Kürt devleti, diğer ülkelerdeki Kürtlerin, demokratik özgürlüklerden

yararlanmalarını savunabilmek için Kürt devleti olmaktan çıkmak, demokratik bir Kürdistan

devleti olmak zorundadır.

Hasılı, PKK’nın kuşatma altında varmak zorunda kaldığı programa, yani Demokratik bir

Cumhuriyet programına, olayların mantığı Bağımsız bir Kürt devletini de zorlar. Demokratik

bir cumhuriyet olmadığı takdirde, bağımsız bir Kürt devleti varlığını sürdüremez. Dengeler

sürdürmesine elverse bile bu kan revan içinde olabilir.

Bu yazıda, Demokratik Cumhuriyet’in zorunluluğunu, Kürdistan dışındaki Kürt azınlıkların

konumu ve çıkarı bağlamında göstermeye çalıştık, gelecek yazıda da Kürdistan’daki azınlıklar

açısından göstermeye çalışalım.

17 Haziran 2003 Salı

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

Page 122: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

122

*

Kürdistan’daki Azınlıklar ve Demokratik Cumhuriyet

Geçen yazıda, eğer gerçekten bağımsız bir Kürdistan ve Kürtlerin üzerlerindeki her türlü

ulusal baskıdan kurtuluşları isteniyorsa, gelişmelerin iç mantığının, bağımsız bir Kürt

devletini, Demokratik bir Cumhuriyete dönüşmek zorunda bırakacağı, Demokratik bir

Cumhuriyetin ise, tüm dillerin ve ulusların eşitliği ilkesine dayanabileceği, dolayısıyla

bağımsız bir Kürt devletinin, Demokratik Bir Kürdistan Cumhuriyeti olmak zorunda

olduğunu göstermeye çalışmıştık. Yani PKK’yı Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya son

vermek için, Demokratik Cumhuriyet stratejisini geliştirmeye zorlayan nesnel güçler, aynen

bağımsız bir Kürt devletini de Demokratik bir Cumhuriyet olmaya zorlar.

Bu yazıda sorunu bir de tersinden koyalım. Nasıl Kürdistan’ın dışında büyük Kürt azınlıklar

varsa, Kürdistan’da da büyük Kürt olmayan azınlıklar bulunmaktadır. Zazalar, Türker,

Farisiler, Türkmenler, Azeriler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler, Asuriler ve daha

burada sayılamaycak niceleri gibi. (Elbette kimileri Zazaların Kürt, Türkmenlerin Türk,

Süryanilerin Asuri vs. olduğunu söyleyebilir. Bunların bir önemi yoktur. Her hangi bir grup

insan kendisinin ayrı bir milliyet olduğunu düşünüyorsa ayrı bir milliyettir. Bunun için

Tarihten, antropolojiden veya etnolojiden bir delil veya sertifika göstermesi gerekmez.)

Bağımsız bir Kürt devleti bu azınlıklar karşısında nasıl bir tavır alacaktır?

Bu azınlıklar karşısında onların özgürlüklerini tanımayan bir tavır aldığı takdirde, bu

azınlıkların memnuniyetsizliği, özellikle Arap, Türk ve Fars devletleri tarafından kaşınacak,

bu azınlıklar, bu ülkelerin gerici rejimlerinin dış politikasının ve diplomasisinin uzantıları ve

Kürt devleti üzerinde baskının araçları olarak kullanılacaktır. Tabii bu kaşıma sadece

“akraba” azınlıklarla sınırlı kalacak diye bir kural da yoktur. Diğer memnuniyetsizlikler de

aynı şekilde kaşınır, düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi gereğince.

Buna karşılık muhtemelen Kürt devleti de aynı araçlarla cevap verecektir. Yani o da diğer

ülkelerdeki Kürtleri, o devletlere karşı dış politika ve diplomasisinin bir aracı olarak

kullanmaya ve böylece durumu dengelemeye çalışacaktır. Ama bu her iki tarafta da, giderek

ulusal düşmanlıkların büyümesine, pogrom eğilimlerinin güçlenmesine yol açacaktır.

Bir soy, dil veya kültüre dayanan ulusçuluk açısından başka bir olasılık da yoktur. O ulusa, o

soy ve kültüre, o dile ait olmayanlar, o ulustan sayılmaz. Dolayısıyla aslında kurtulmak

istenen ama zorunlu olarak katlanılan bir hastalık gibi görülürler. Bu ulusçuluğun ardında

kaçınılmaz bir şekilde saflaştırma eğilimi bulunur. Onların varlığına, diline katlanılır, tolerans

gösterilir. Bu bir eşit hak olarak görülmez.

Demek ki, Kürtler de bir devlete sahip olduklarında, bu gün Türkiye, İran ve Arap ülkelerinde

egemen olun ulusçuluk anlayışına dayanan bir devlete sahip oldukları takdirde, yani Kürtlerin

devleti bir Kürt devleti olduğu takdirde, tıpkı bu gün var olan diğer devletler gibi davranacak

ve onları mahveden bütün sorunlar onun da başına yığılacaktır.

Page 123: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

123

Ancak bir yol daha vardır, bölünmeyi ulus değil, demokrasi düzeyinde yapmak. Diğer

devletlerle, ayrılığı, Kürtlük, Türklük veya Araplık noktasından değil, demokratik haklar

noktasından yapmak. Yani diğer devletlerin dayandığı ulusçuluk anlayışıyla bölünmek.

Onların soya, dile, kültüre dayanan ulusçuluk anlayışları yerine, coğrafyaya, hukuka ve

yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk anlayışını savunmak. Ama onlara karşı bunu savunabilmek

için, önce Kürt ulusu içindeki aynı ulusçuluk anlayışını paylaşanlara mücadele gerekir.

Kürdistan’daki azınlıklar karşısında ikinci olasılık, bunların tüm haklarını tanımak ve

savunmaktır. (Burada, hoşgörüye dayanan, katlanmaya dayanan bir tanımadan söz etmiyoruz.

Bu gerici sonuçlar doğuran bir yaklaşımdır.) Bu takdirde, diğer devletler kendi “soydaş”

azınlıklarını bu bağımsız Kürt devletine karşı kullanamaz, aksine bu “soydaş” azınlıklar o

devletlerdeki gerici ve anti demokratik rejimler için bir tehlike olarak ortaya çıkar.

Peki Kürdistan’daki azınlıkların haklarını tanımak ve savunmak nedir somutta? Bu tüm

dillerin ve ulusların eşitliği demektir. (Ortak anlaşma dilinin, en büyük nüfusça konuşulan bir

dil olması, örneğin Kürtçe olması teknik bir sorundur. Önemli olan, bütün dillerin eşitliği,

herkesin ana dilinde eğitim yapma ve dilini kullanıp geliştirme hakkıdır.) yani Kürdistan’daki

azınlıklar sorunundan da çıkıp yine aynı noktaya varıyoruz. Kürt devleti sadece var oluş

kaygısıyla hareket etse bile, komşu devletlerin baskı ve provakasyonlarına son verebilmek

için, kendi içinde tüm dillerin ve ulusların eşitliğini tanımak ve savunmak zorundadır. Ancak

bu takdirde, kendisine karşı kullanılabilecek bu azınlıklar silahını o ülkelerin gerici

rejimlerine karşı döndürebilir.

Bunun nasıl bir mekanizmayı harekete geçirebileceğini görmek için hiç de uzaklara gitmeye

gerek yok. Şu Avrupa birliği bile bir fikir verir. Avrupa Birliği, azınlıkların haklarını garanti

ediyor. Eh refah da var. Bu durumda Kıbrıs’ın Türkçe konuşanları, hatta Türkiye’den oraya

kolonizatör olarak yerleştirilenlerin bir kısmı bile, Avrupalı olmak, Güney ile birleşmek

istiyor. Bunun için Türkiye’nin gerici, anti demokratik rejiminin militan muhalifleri oluyorlar.

Toparlarsak, Kürdistan’daki diğer milliyetler ve azınlıklar sorunu da, Kürt devletini Kürt

devleti olmaktan çıkmak, Demokratik bir Kürdistan Cumhuriyeti olmak zorunda bırakır.

Bunu yapmadığı takdirde ise, belki varlığını sürdürebilir ama bu kan revan içinde bir sürdürüş

olur. Ama olayların mantığınca, bağımsız bir Kürt devleti nasıl bağımsız bir Demokratik

Kürdistan Cumhuriyeti olmak zorundaysa, Demokratik bir Kürdistan Cumhuriyeti de Bir

Kürdistan Cumhuriyeti olarak kalamaz, Bir Orta Doğu Demokratik Cumhuriyeti veya

Federasyonu gibi bir şey olmak zorundadır.

Çünkü kendisi demokratik cumhuriyet olduğu an, komşu devletlerin tümünün gerici ortak

cephesini yaratır. Onlar böyle yeni bir ulusçuluk anlayışında kendilerinin ölüm fermanını

göreceklerdir. Ama bu devletlerin bütün azınlıkları ve diğer ezilenleri de bu demokratik

cumhuriyette kendileri için en büyük desteği ve ideali görecektir. Böylece olayların mantığı

bütün orta doğu çapında, iki ulusçuluk anlayışı arasında bir hesaplaşma eğilimi taşır. Böylece

Fransız devrimi, ya da burjuva devrimi, iki yüz yılı aşkın bir gecikmeyle, tıpkı Fransız

devriminin feodal prenslikler anlayışını tasfiye etmesi gibi, kan ve soya dayanan ulusçuluklar

anlayışını tasfiye ederek bölgeye girebilir.

Page 124: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

124

Hasılı, orta doğuda her hangi bir ülkede demokratik karakterde bir değişim; bir devrim veya

köklü bir alt üst oluş, en azından orta doğu çapında bir “sürekli devrim” özelliği taşır. Var

olmak için yayılmak zorundadır. Diğer gerici rejimler de var olmak için onu yok etmek.

Bölgede her hangi bir gücün bu yeteneği gösterememesi, bölgenin tıpkı bu günkü Afrika’ya

dönüşmesine yol açar. Küçücük., zayıf ve birbirine düşman devletler, burjuva uygarlığının

sömürdüğü bu petrol yatakları için her halde en ideal çözümdür.

Bu atılımı hangi ulus başarırsa, o tıpkı Fransız devriminden sonra Avrupa’da olduğu gibi,

Orta Doğu halklarının sempatisini kazanır. Şu an için buna en yakın görünen ulus Kürtler.

Sadece onların içinden böyle projesi ve ulusçuluk anlayışı olan bir parti çıkmış bulunuyor. Ne

Türkler, ne Araplar ne de Farslarda böylesine bir entelektüel, teorik ve programatik hazırlık

görülmüyor. Ama bu şu anın fotoğrafıdır. Yarın ne olacağı bilinemez. Belki İran’daki bir

devrimci kabarış aynı yolu çok daha hızlı aşmayı sağlayabilir.

Ama bölge Dünyanın enerji kaynaklarının düğüm noktasıdır. Orta Doğuya yayılan bir

Demokratik Cumhuriyet, burjuva uygarlığı için bir tehdit demektir. Bu takdirde

Emperyalistlerin tehdidine karşı, burjuva uygarlığına karşı bir program geliştirmek zorunda

kalır. Ama bu da, artık ulusun yeni tanımıyla yapılamaz, ulusal olanla politik olanın çakışması

ilkesini aşmayı zorlar. Yani bu sefer sürekli devrim dinamiği onu dünyaya yayılmak ve

ulusçuluğu da aşmak zorunda bıraktırır.

Birikimleri bütün bunları aşmaya yeter mi? Şimdiden bir şey söylenemez. Ama şu an çok

soyut gibi görünen bu tartışmalar ve yazılar, bunun bir hazırlığı olarak da görülebilir. Oku ne

kadar uzağa atmak istiyorsanız yayı o kadar germelisiniz. Yayı germeye devam. Belki tarihin

tersinden çözülmeye başladığı için çözülemeyip için kör düğüm olmuş yumağı yine tersinden

bir çözme denemesiyle çözülebilir veya ayakları önde gelen bebeğin başı öne çevrilebilir.

18 Haziran 2003 Çarşamba

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

*

Egemen Ulustan Bir Sosyalist Olmanın Zorlukları

Bu günün dünyasında sosyalist olmak zordur. Bu dünyada egemen ulustan bir sosyalist olmak

daha zordur. Ama Türkiye’de egemen ulustan bir sosyalist olmak çok daha zordur. Hele hele

şu son dönemde, ABD’nin Orta Doğu’ya el koymasından beri, Türkiye’de Kürt Ulusal

Hareketinin destekleyen sosyalist olmak olağanüstü zordur.

Biraz bu zorluklara değinelim. Çünkü bizzat bu zorluklar bize içinde bulunduğumuz dünyanın

sorunlarını daha iyi kavrama olanağı sağlar. Yani sanki öznel zorluklarımızdan bahsedermiş

gibi yapıp, yine toplumdaki eğilimler ve çatışan güçleri anlamaya çalışalım.

Page 125: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

125

Bu günün dünyasında sosyalist olmak, zaten Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan

farksızdır. Doğu Avrupa’nın halkları, hatta buna Çin ve Hindi Çinini de ekleyelim, aşağı

yukarı insanlığın neredeyse beşte ikisi, sosyalizm diye bürokratik diktatörlüklerin egemenliği

altında yaşadığı için, eğer sosyalizm bu ise olmaz olsun deyip, sosyalizmden nefret etmiş,

sosyalizm sözcüğüyle ortak bir hecesi var diye sosis bile yemez olmuştur. “Yok o sosyalizm

değildi” itirazlarını dinlemek bile istememektedir.

Zengin ülkelerin nüfusunun büyük bir çoğunluğu ise (yani yuvarlak hesap beşte bir), yer yüzü

ölçüsünde eşitlikçi bir düzen, bu günkü maddi yaşam düzeyinde bir düşüş, bir gerileme

anlamına geleceğinden, sosyalizmle selamını sabahını çoktan kesmiştir. Geri kalan beşte iki

ise, ilk beşte ikinin yaşadıkları nedeniyle aynı soğukluk içinde olmanın yanı sıra, beşte birin

yaşadığı refahın göz kamaştırıcılığı ile, sosyalizm diye bir hayal bile kuramaz olmuş, kral olsa

soğanın cücüğünü yiyecek çoban gibi, o gözünü kamaştıranlar gibi olmaktan başka hayali

kalmamıştır.

Geriye sözünüzü dinleyecek kim kalır? Kendine sosyalist diyenler. Yani toplumsal bir gücün

nesnel eğilimlerinin ifadesi olanlar değil, bir dönemin kalıntısı olarak var olmaya devam

edenler.

Ama bu var olmaya devam edenler, zaten o bürokratik egemenliklerin bayrağını hala

sosyalizm diye savunanlar ise ve sosyalizmin bir canlanışının geçmişin kalıntısı bu kuşağın

ortalıktan kaybolması gerçekleşmeden pek mümkün olamayacağını düşünenlerdenseniz,

varolan sosyalistlerin Müslüman mahallesinde de salyangoz satıyorsunuz demektir.

Bu kadar olsa gene iyi. Ya bir de egemen ulustan ezilen ulusun bir ulusal hareketini

destekleyen bir sosyalistseniz yandınız demektir. Diyelim ki, ezilen ulustan bir sosyalist

olsanız (örneğin Kürdistanlı olsanız) veya egemen ezilen ulus ilişkisinin bulunmadığı bir

ülkede yaşıyorsanız (örneğin İsveç’te veya Norveç’te) şimdi anlatacağımız sorunlarınız

olmayacaktır. Yukarıdaki iki kategori zorlukla uğraşmanız yeter. Ama bunlara bir de egemen

ulustan bir sosyalist olmanın ek zorlukları biner.

Her hangi bir baskıya karşı mücadele, diğer baskılara karşı mücadeleyi anlamayı ve

desteklemeyi otomatik olarak getirmez. Hatta genellikle diğer baskı biçimlerine karşı

mücadelenin o mücadeleyi zayıflattığı, güç ve enerjileri başka mücadelelere çektiği, hatta

böldüğü düşünülür. İşçi hareketi ve sosyalistler, uzun yıllar feministleri, siyahları ya da ezilen

ulusları hareketi bölmekle suçlamışlardır. Tersinden kadın veya ezilen ulus ve ırk hareketleri

de işçi hareketi veya birbirlerine karşı aynı tavırlar içinde olmuşlardır. Bütün bu durumlarda,

eşitlikçi veya kurtuluşçu bir hareketin, diğer baskı biçimleri karşısında, kolaylıkla o baskı

biçimlerini yaratan egemenliğin korunması ve savunmasına hizmet edebileceği görülür.

Türkiye’de olan tam da budur. Sosyalizm, egemen ulus sosyalistlerinin, egemen ulus

konumunu gizlemenin, ezilen ulusun mücadelesine destek vermekten kaçmanın örtüsüdür.

Birileri ne kadar sosyalizm diyorsa o kadar egemen ulus konumunu problem etmekten kaçıyor

demektir. Yani egemen ulus sosyalistleri, dogmatik de olsa sosyalist olmaktan da çıkmışlar,

egemen ulusun egemenliğinin korunmasının araçları haline dönmüşlerdir. Ve Egemen ulus

sosyalistlerinin yüzde doksanı da bu durumdadır. Bu durumda, sizin, ezilen ulusu destekleyen

egemen ulustan bir sosyalist olarak söyleyecekleriniz, bu sosyalizmi egemen ulus konumun

Page 126: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

126

gizlemenin aracı olarak kullananlar karşısında, sosyalizm maskeli milliyetçi “Müslümanların”

mahallesinde salyangoz satmak olmaktadır.

Geriye çok az da olsa, yine de birazcık, ezilen ulusu destekleyen sosyalistler kalır. Ama

bunlar da hala, eski dünyanın varsayımları ve kavramlarıyla bunu yaparlar. Aslında eğer

olgulara gözlerini kapamasalar ya da çıkarsamalarını mantık sonuçlarına götürseler, o hareketi

desteklemeyecek olanlardır. Bu çelişkilerden söz edip, onlarla farkınızı koyduğunuzda, bu

sefer ezilen ulusu destekleyen sosyalistlerin Müslüman mahallesinde salyangoz satar duruma

düşersiniz.

Bu kadar olsa gene iyi, sorunun bir de ezilen ulus tarafı vardır. Eskiden, ABD ve Avrupa ile

Türkiye’nin oligarşisi Kürtlere karşı iş birliği içindeyken, Alman silah bağışları ve Amerikan

tekniği ile Kürt hareketi ezilirken, iyi kötü, az kalmış destekçilerden biri olarak insan yine de

belli bir kabul görürdü. Ama şimdi, bir yanda Avrupa Birliği kriterleri aracılığıyla ulusal

baskının hafiflemesi yolları açılmışken veya ABD’nin desteği ile belli kazanımlar sağlamak

mümkün görülüyorken, artık bir destek değil bir kendisinden bir an önce kurtulunması

gereken bir yük olarak görülmeye başlanmışsınızdır. Yani desteklediğiniz ezilen ulusun

giderek artan bir bölümü de bu destekten rahatsızdır artık. Yani sevdiğinizin gönlü

başkasındadır ve kendisini artık rahatsız etmemenizi istemektedir.

Ama sadece bu kadar da değil. Eşeğini dövmeyen semerini döver derler. Biraz da semerlik

yapmanız gerekir. Kürt ulusal hareketine egemen olan özgürlük hareketi, bütün bu baskılara

rağmen iyi kötü hem toplumsal konumu, hem eski geleneklerinin etkisiyle bu eğilimlere

direnir, ezenin ezilenlerini kazanma stratejisini izler. Bu stratejiden rahatsız olan milliyetçiler

ve burjuvalar, bunu açıktan söyleyecek cesaret ve güce henüz sahip olmadıklarından,

doğrudan özgürlük hareketine saldıracak yerde, onun egemen ulustan destekçisi sosyalistlere

saldırmayı hem ideolojik hem de programatik ve stratejik çıkarları bakımından eşi bulunmaz

bir durum olarak görürler. Doğrusu kendi açılarından son derece akıllıca da davranmış olurlar.

Böylece bir taşta iki kuş vururlar. Bir yanda egemen ulustan olduğunuz için, egemen ulusun

ezilenlerini kazanma stratejisine dolaylı bir eleştiridir, diğer yanda sosyalist olduğunuz için

sosyalizm idealine karşı bir eleştiridir. Yani Kürt ulusal hareketi içindeki Kürt burjuvazisi,

devrimci demokrasiye karşı mücadelesini de sizin sırtınızda yürütür. Yani sadece bir yük

değilsinizdir, dövülecek iyi bir semersinizdir.

Bu kadar olsa yine iyi. Bütün bunları söyleyemezsiniz de. İki nedenle. Birincisi, görevinizin,

esas olarak “kendi” ulusunuzun milliyetçiliği ile mücadele olduğunu düşünürsünüz. Bu

nedenle, ezilen ulusun saflarından yapılanları duymazdan, anlamazdan gelirsiniz. Egemen

ulustansınızdır. Bunun nasıl içe işlediğini, egemen ulus konumunun en keşfi zor biçimlerde

savunulabileceğini bildiğinizden, insanım çiğ süt emmişim, sosyalizm beni egemen olmanın

imtiyazlarından azade kılmaz; belki bu imtiyazları en ince biçimde savunmanın aracı olabilir

diye düşünür kendinize karşı son derece kuşkucu yaklaşırsınız.

Bütün bunlar olmasa bile, haklı ve doğru olsanız bile, ezilen bir ulus dediklerinizi egemen

ulustan olanın yukarıdan akıl vermesi olarak görebilir. Bu psikolojik boyutu da hesaplarsınız.

Dilinizi tutarsınız.

Page 127: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

127

Bütün bu zorluklar, aslında hem dünyada eşitlikçi bir toplum özleminin, hem de Kürt ulusal

hareketinin demokratik özlemlerinin zorluklarının, yani nesnel eğilimlerin yarattığı nesnel

zorlukların, egemen ulustan bir sosyalistin öznel zorlukları gibi yansımasıdır. Yukarıda

sıralanan öznel gibi görünen zorluklar, nesnel zorlukların öznel bir görünüşünden başka bir

şey değildir. Ama bu öznel görünüş, küçücük bir noktada olağanüstü yoğunlaşmış bir

görünüş.

30 Temmuz 2003 Çarşamba

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

*

İki Ulusçuluk ve Öcalan’ın Önerisi

Ulusçuluk, nam-ı diğer milliyetçilik, bir ulusun çıkarlarını her şeyin önünde düşünmek olarak

anlaşılır. Böyle tanımlandığı sürece ulusçuluğun ne olduğunu anlamak mümkün değildir.

Çünkü bu tarz bir anlayış, ulusçuluğun ulus anlayışını veri kabul eder, ulusçuluğu ulusçu

olmayana göre tanımlamaz. Ulusçuluğun karşıtı olarak, sınıfın çıkarını ulusun çıkarının

üstünde tutma biçiminde tanımlanan Enternasyonalizm de, ulusçuluğun bu tarz bir anlayışının

bütün temel hatasını içinde taşır ve onu yeniden üretir. Çünkü ister sınıfın ister ulusun çıkarı

üstün görülsün, her iki anlayış da, kendini aslında tam da tanımlanması gereken ulusçuluk

içinde tanımlamaktadır. Ulusçuluk ve enternasyonalizm, bunların ikisi de ulusçudur. Çünkü

enternasyonalistler de ulusçuların ulus anlayışını kabul ederler.

Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışıdır. Yani, politik olanı

ulusal olana göre tanımladığınız andan itibaren ulusçusunuzdur, ulusal veya sınıfsal çıkarı

önde tutun fark etmez. Ayrılığınız ulusçuluğun ufku içindedir. Ulusçuluk ve

enternasyonalizmin bu özdeşliği en iyi biçimde, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinde

görülür. Bu enternasyonalizm ilkesi, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği

anlayışının savunusudur ve onu yeniden üretir. Yani enternasyonalizm de özünde milliyetçi

bir ideolojidir.

Milliyetçi olmayan bir anlayış, ulusal olanla politik olanın çakışması anlayışının reddine

dayanabilir. Yani nasıl tanımlanırsa tanımlansın, her hangi bir ulustan olmanın, kişisel bir

inanç sorunu olarak ele alınmasıdır. Nasıl bu gün, dinsel olanla politik olan arasında, bir

çakışma aranmıyorsa ve din kişinin bir özel sorunu olarak politik alının dışına sürülmüşse;

ulusçu olmayan bir anlayış, ulus karşısında da benzer bir yaklaşım içinde olabilir. Bu

bağlamda çeşitli ulusçuların ulusu neye göre tanımladıklarının önemi yoktur. Nasıl

tanımlanırsa tanımlansın; yani ister kana, ister dile, ister demokratik yurttaşlığa, ulusal olanı

kişinin bir özel sorunu olarak almak ulusçu olmayan bir anlayış olabilir.

Nasıl dinsel olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışı ile (yani teokratik anlayış veya

bunun özel İslami biçimi şeriatçılık) dini kişinin vicdan sorunu olarak gören anlayış, bir arada

bulunamaz ve birinin kabulü diğeri üzerinde bir diktatörlükse, aynı şekilde ulusal olanla

Page 128: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

128

politik olanın çakışması anlayışı ile ulusal olanı tıpkı din gibi kişinin bir özel inanç sorunu

yapan anlayış bir arada bulunamazlar. Birinin kabulü diğeri üzerinde diktatörlüktür. Ve bu

gün yeryüzündeki bütün devletler, ulusçuluk ilkesi açısından birer şeriat devletidirler. Ve

örneğin bütün enternasyonalistler de, analojiye bağlı kalırsak, aşağı yukarı, din ilkesine

dayanan devletlerin halklarının kardeşliğini savunan şeriatçılardır. Çünkü ulusal olan ile

politik olanın çakışması ilksini kabul etmekte, ona dayanmakta ve onu yeniden

üretmektedirler.

Bunlar işin alfabesi, henüz sosyalistlerin bilmediği alfabe. Bu günün dünyasında bu alfabe

bilinmeden, burjuva uygarlığının temel var oluş biçimine karşı bir program geliştirilemez ve

politika yapılamaz. O halde sosyalistler alfabeyi bilmeden politika yapan kara cahillerdir.

Peki bu gün tartışılan nedir? Her ne kadar “ulusal devletin sonu”ndan söz etmek modaysa da,

tartışılan, ne ulusun ne de ulusal devletin kendisidir, ulusun ve ulusal devletin nasıl

tanımlanacağıdır. Yani aslında bütün tartışma, ulusçular arasındadır. Ulus etni, kan, soy dile

göre mi yoksa yurttaşlığa göre mi tanımlanacaktır? Bu gün ulusun tanımında kullanılan, Etni,

kan, soy, dil, kültür vs. politik alanın dışına itilerek; ulus belli bir coğrafyada yaşayan

yurttaşların birliği olarak tanımlanmak istenmektedir; ama nasıl tanımlanırsa tanımlansın,

ulusun kendisi değil. Ve bu tartışmada, sosyalistler bırakın ulusçuluğa karşı olmayı;

ulusçuluğun, kronolojik olarak daha sonra doğmuş olmakla birlikte ilkel, demokratik ve

cumhuriyetçi olmayan biçimini savunmaktadırlar.

Kürtler içinde Abdullah Öcalan ulusun bu tür demokratik ve cumhuriyetçi bir tanımını

savunmaktadır. Buna karşılık, bu gün Türklerin çoğu ve Türkiye’ye egemen olanlar ve diğer

Kürt hareket ve partileri; özünde ulusun dile, kültüre, etniye, soya göre tanımlanmasını

savunmaktadırlar. Öcalan, yaptığı muazzam stratejik dönüşle, ayrım çizgisini kökten

değiştirmiştir. Artık bölünme, Kürtler ya da Türkler arasında değil; Kürtlerin ve Türklerin

ulusu, dil, soy, etni, kültüre göre tanımlamakta ısrar edenleri ile; demokratik ve cumhuriyetçi

geleneğe uygun olarak, bunların politik alanın dışına itilerek yurttaşlığa göre tanımlanmasını

isteyenler arasındadır.

Soruna böyle baktığımızda, örneğin Kemalistlerle “ilkel milliyetçi” denen Kürtlerin aynı ulus

ve ulusçuluk anlayışını paylaştığı görülür. Her ikisi de ulusu, dile, soya, yani somut olarak

Kürtlüğe ya da Türklüğe göre tanımlamaktadırlar. Ve böyle bir tanıma karşı çıkan; ulusu

demokratik ve cumhuriyetçi bir temelde yurttaşlığa göre tanımlayan ulusçuluk karşısında

çıkar ve kader ortaklığı içindedirler.

Burada problem, bu iki farklı ulusçuluğun Türkler ve Kürtler içindeki gücünün asimetrik

durumundadır. Kürtler içinde böyle bir parti vardır; en azından Kuzey Kürdistan’da en büyük

parti durumundadır. Ama Türkler arasında programı böyle bir parti yoktur ve henüz bir

kültürel ve entelektüel akım olarak, sadece büyük şehirlerin aydın kesimi içinde küçük bir

taraftar kütlesi vardır.

Bu çelişki şöyle daha iyi görülebilir. Abdullah Öcalan, savunmasında şöyle yazıyor:

“Örneğin İsviçre, Belçika, İspanya, Rusya, ABD ve daha birçok ülkede olduğu gibi, ne kadar

dil ve kültür varlığı olursa olsun, tek bir İsviçre, Belçika, İspanya ve ABD ulusu nasıl

Page 129: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

129

mümkünse, Türkiye ulusu olarak tek ulus da mümkündür. Türk yerine Türkiye ulusu daha

gerçekçi, tarihi ve sosyal realiteye daha uygundur.”

Yani ezilen ulus olarak, Türk ulusuna, gelin ulusu dile, kültüre göre değil, demokratik bir

cumhuriyetin yurttaşlığına göre tanımlayalım, bu ulusun adının “Türkiye Ulusu” olması bizim

için problem değil diyor.

Ama Öcalan’ın karşısında Türkiye’de henüz şöyle bir parti yok:

“Evet, Öcalan Türkiye ulusu denmesini uygun görüyor. Ama bu yanlış olur. Türkler uzun

yıllar gerek Kürtler, gerek diğer uluslar karşısında egemen ulus konumundaydılar ve bunun

yarattığı büyük kırgınlıklar vardır. Bu kırgınlıkların giderilebilmesi ve gerçek bir eşitlik

hedeflendiğinde, böyle bir adlandırma yanlış olur. Başka bir isim üzerinde düşünmek gerekir.

Türkiye, batılıların Osmanlı İmparatorluğu’nu tanımlamak için kullandığı bir deyimdi.

Batının bu topraklara verdiği bir isimdir bu topraklarda yaşayanların oralara verdiği isim

değildi. Yani sömürgeciliğin, oryantalizmin damgasını taşır; buna kölece sahiplenmeyi ifade

eder. Başka bir isim olarak düşünülebilecek Orta Doğu ise fazla Avrupa merkezli bir

adlandırmadır. Yeri Avrupa’ya göre tanımlar. Daha uygunu, Anadolu ve Mezopotamya

Demokratik Cumhuriyeti ve bu cumhuriyetin yurttaşlarından oluşan Anadolu ve

Mezopotamya Ulusu olabilir. Soylar, diller, kültürler karşısında da daha tarafsızdır, daha

nötrdür.”

Böyle iki tavır birbirini tamamlardı. Tıpkı Lenin’in Polonya’nın ayrılmasını savunurken,

Rosa’nın birliğe vurgu yapması gibi. Böylesi yok Türkiye’de. Neden yok? Çünkü,

Türkiye’nin sosyalistleri, yani Enternasyonalistleri, ulusu dil, soy, kültüre göre tanımlayan bir

ulusçuluğun enternasyonalistleridirler. Bu enternasyonalistlerle bölünecek, demokratik ve

cumhuriyetçi enternasyonalisti bile yok. Bırakalım enternasyonalizmi bile sorgulayacak;

ulusçuluğun kendisiyle bölünecek gerçek sosyalistleri bir yana.

[email protected]

http://www.comlink.ed/demir/

05 Ağustos 2003 Salı

*

KADEK’te Örgütsel Dönüşüm Projesi Üzerine Düşünceler

KADEK geçenlerde yaptığı Genişletilmiş Yönetim Kurulu Toplantısında bir çoklarının yanı

sıra örgüt yapılanmasında önemli değişiklikler yapma yönünde karar almış. Bu kararlarda

yapılması gerekenler ve nedenleri özetle şöyle belirleniyor:

“Demokratik çözüm, özüne uygun bir örgütsel ve toplumsal yapılanmaya ihtiyaç

duymaktadır. Yönetim tarzının demokratikleşmesi kadar; mücadelenin militan ve kitle

tabanının sınırsız katılımı da demokratik olmanın gereğidir. Demokrasi mücadelesi yürüten

parti, kurum ve kuruluşlar demokrasiyi bir söylem olmaktan çıkararak bir yaşam biçimi haline

getirmek istiyorlarsa, karar alma ve pratikleşme süreçlerini en geniş kesimlere açmalarının

gereği vardır. Bu da demek oluyor ki, Leninist Parti yapılanmasının mutlak yönetim ve

Page 130: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

130

bundan kaynaklanan bireyin vazgeçilmez hale gelmesi, katı hiyerarşi ve disiplin anlayışının

yanı sıra, partinin bütün toplumsal kesimlere mutlak öncülüğü demokratik yapılanmaya tezat

oluşturmaktadır. KADEK'in Leninist Parti modelinin etkilerini taşıması, söylemine denk bir

demokratikleşmeyi engellemiştir. Demokratik düşünce ve söylem yeterince yaşama

yansımamıştır. Demokratik çözümün olgunlaştığı bugünkü koşullarda, eğer sürecin tıkanması

istenmiyorsa örgütsel ve toplumsal yapılanma alanında ciddi bir reformu gerçekleştirme

ihtiyacı vardır. Parti bir siyasal mücadele aracı olarak işlevini görürken, demokratik kurum ve

kuruluşların öncüsü konumundan çıkmalıdır. Her demokratik yapı kendi içinde öncü ve

katılımcı özelliklerini taşıma kapsamında işlev yüklenmelidir. Partilerin, demokratik kurum

ve kuruluşların ortak çabaları eşit katılım temelinde Demokratik Toplum Koordinasyonu'nda

ifadesini bulmalıdır.”

Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, “mutlak yönetim”, “katı hiyerarşi ve disiplin”, “bütün

toplumsal kesimlere mutlak öncülük” gibi özelliklerin artık örgütün toplumu dönüştürme

projesini gerçekleştirmede bir engel olduğu ifade ediliyor.

Gerçi biz dışardan bir gözlemciyiz, ama bu konuda görüşlerimizi, bu dönüşüm hakkındaki

tartışmalara bir katkısı olabileceğini düşünerek kısaca ifade etmeyi deneyelim. Böylece bu

dönüşümün fiili gerçekleşmesine, yani sorunlar üzerine demokratik bir tartışma ortamının

oluşmasına küçük bir katkı da olur.

Kararda, örgütün yapısı ve işleyişinin bu günkü program ve stratejinin gereklerini başarıyla

yapmasına engel olduğu, bu yapı ve işleyiş düzeltilerek bunun üstesinden gelinebileceği

varsayımına dayanılıyor. Ve kanımızca esas yanlış bu varsayımda ve bu sorunun özünün

ortaya koyulmasını engelliyor.

Önderler ve önderi oldukları kitleler ilişkisi, aynen örgütler ve kitleleri açısından da

geçerlidir. Yani o önder ya da örgüt, destekleyicisi olan kitlenin kültürel ve siyasi eğilimlerini

yansıttığı ölçüde ve yansıttığı için onun önderi veya örgütü olabilir ve bu durumunu

koruyabilir. Bununla çeliştiği an, o nesnel eğilim kendine uygun örgütü ve önderi çıkarır ya

da var olanlar içinden bulur. Sanılır ki, kitleler ya da destekleyiciler örgütlerin pasif

izleyicileridirler, aslında büyük ölçüde tam tersi doğrudur. İlişki tıpkı son duruşmada

düşünceyi varlığın belirlemesi gibidir.

Ama belli toplumsal kesimler arasında sadece siyasi değil kültürel ayrımlar ve gerilimler de

vardır ve örgütlerde en azından bunlar da siyasi eğilimler kadar tayin edicidirler. Ve bunlar

gerçek dönüşümlerin önünde son derece ciddi zorluklar yaratırlar. Bir örnek verelim. Örneğin

bu gün Özgür Politika gazetesinin içeriği, biçimi, yazdığı konular sadece Kürtleri, Kürtler

içinde de sadece KADEK’e yakın olanları ve ona sempati duyanları ilgilendirir. Bir de

“bakalım bunlar da ne diyor” diyen gözlemcileri. Şimdi bu içerik ve biçimle istediğiniz kadar

iyi dağıtın, istediğiniz kadar güzel düzenleme yapın, çok sayfayla çıkarın vs. sadece o verili

kitle içindeki sınırları zorlayabilir, başka toplum kesimlerine gidemezsiniz.

Ama başka toplum kesimlerine gitmek istediğiniz, onların kültürel kotlarına ve politik

ilgilerine yönelik bir gazeteye dönüşmeye çalıştığınız an, bu sefer de, bu kotlar ve ilgiler sizin

gerçek okuyucu kitlenizin ilgisini çekmeyecek, hatta belki tepkisini çekecektir. O zaman

diğerini kazanamadan var olanı da kaybetme tehlikeniz ortaya çıkar.

Page 131: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

131

Bu sadece örgütlerde böyle değildir. Her hangi bir lokanta bile açsanız, yer, çaldığınız müzik,

sunduğunuz yemek, dekorunuz, belli bir kesimi iterken belli bir kesimi çeker. Belli bir sabit

müşterisi olan bir lokantanın, var olan müşterisinin müzik, yemek zevkleriyle çelişki içindeki

başka bir müşteri kitlesine açılması ve bunu yaparken eski köklü müşterilerini koruması ve

onların müzik ve yemek zevklerini dönüştürmesi bile çok zor bir işken, bir örgütün bunu

başarabilmesi korkunç zordur. Sadece çok sistemli, sorunu doğru koyan, bu saydığımız

güçlükleri açıklıkla ortaya koyan bir politikayla bu başarılabilir.

Bir hastalığı tedavi etmek için onun nedenini bilmek gerekir. KADEK’in kanımızca son

derece doğru olan program ve stratejisine, ondan nesnel olarak çıkarlı, gerek Kürt gerek Türk

modern yoksul kesimleri ve aydınları kazanamamasının nedeni, örgütsel çalışma ve işleyişe

ilişkin uygulamalar değildir. Elbet bunların da bir etkisi vardır ama bu örgütsel işleyiş ve

çalışma biçimlerinin kendileri bizzat bir sonuçtur. Onların nedeninin ne olduğu araştırılırsa şu

görülür: PKK’nın destekçisi kitle ile PKK’nın programını gerçekleştirebilecek nesnel hedef

kitle arasında bir gerilim ve uyuşmazlık vardır. Var olan kitleyi harekete geçiren, bağlılığını

sürdürmesini sağlayan kültürel kotlar ve siyasi ilgiler; nesnel hedef kitleyi, yani şehirlerin

modern kitlesini çekmez; onu kazanabilecekler ise, var olanın kaybına yol açar.

O halde sorun şudur: bir yandan var olan şimdiye kadar bu hareketi sırtlamış ve hala götüren

ama daha ileriye götürmekte sınırları ortaya çıkan kitleyi yitirmeden, küstürmeden son

yıllarda zaten önemli ölçüde değişmiş, şehirli modern ve yoksul kitle ve aydınların desteği ve

aktif katılımı nasıl sağlanabilir? (Bunun örgütsel ifadesi de şöyle olur: var olan üye ve militan

bileşimi ve yapısı yitirilmeden nasıl yeni ve modern bir üye ve militan bileşimine geçilebilir?)

Kanımızca sorunu örgütsel tedbire indirgeyen çözüm önerisi, zorluğun kendisiyle

yüzleşmiyor. Sosyolojik bir sorunu, tüzük ya da çalışma tarzı değişikliği gibi idari tedbirlerle

çözülebilecek bir sorun gibi ele alıyor.

Bu zorluğa daha somut bir örnek verelim. Çünkü genel ifadeleri insanlar genellikle

anlamıyorlar. Yukarıdaki değişimlerin ifade edildiği bildirinin sonunda şu cümleler var:

“Özgürlük Hareketi, devrim niteliğindeki bu çıkışla, demokratik uygarlığı yaratmada Kürt

halkını tamamen bunun öncü gücüne dönüştürmede kendisine güvenini bir kez daha ortaya

koymuştur. Başkan APO'dan alınan güçle bu devrimi başarmanın kesin karalılığı

içerisindedir.”

Şimdi bu sözler bir KADEK destekçisine, bir KADEK’liye muhtemelen heyecan verir. Ama

bu sözler, daha iyisi olmadığı için, KADEK’e yakın duran, bırakalım batılı veya Türk’leri bir

yana, bir çok modern Kürt genç işçisini ve aydınını bile, “başkan APO’dan alınan güçle” gibi

bir ifadeyle kendini ifade eden bu hareketten uzak durmaya zorlar. APO’nun önemsiz

olduğundan değil, sadece böyle ifade edildiği için. Bir iman bildirimi gibi tekrarlandığı için, o

“Leninist” denen ve terkedileceği söylenen örgütsel gelenekleri ve politik kültürü hatırlattığı

için. Gücün gerçekten Apo’dan alınıp alınmaması değildir sorun, bunun ifade edilmesi ve

ediliş tarzıdır. RSDİP de gücünü Lenin’den alıyordu, ama onun bütün yayınları taransa böyle

bir politik kültürü yansıtan bir tek cümlecik bile bulunamaz. Ve zaten, değişim hedeflerini

ifade eden bildirinin sonundaki bu ifade bile, o değişimin, dayanılan toplumsal yapıya ilişkin

Page 132: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

132

bir değişimi başaramayacağını, dolayısıyla hedeflenen örgütsel işleyişe ilişkin değişimin de

yüzeyde kalacağını gösterir.

Tam da o terk edilmek istenen ve kanımızca yanlış olarak “Leninist Örgüt” denen tarzdır bu.

Lenin’in üyesi ve önderi bulunduğu Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nde Lenin için kimse ve

hiçbir organ böyle bir söz etmezdi ve edemezdi. Ve o parti, bizzat Rus Devrimi tarihini yazan

burjuva tarihçisi Carr’ın bile teslim etmek zorunda olduğu gibi, dünya tarihinin gelmiş geçmiş

en demokratik partisiydi. Böyle olmasının nedeni de, onun Rusya’nın geriliği ile tezat içinde

bütün Rus entelijansiyasının ve genç işçi sınıfının en ilerilerini bağrında toplamış olmasıydı.

Sorun bu güne kadar KADEK’i sırtlamış ve hala götüren yoksul ve fedakar ama bugün artık

onun gelişmesine engel olan kitlenin desteğini yitirmeden, Türkiye ve Kürdistan’ın en ileri

aydınlarının ve işçilerinin desteğini nasıl kazanabileceğidir.

Sorunu doğru koymak çözümün yarısıdır.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

20 Ağustos 2003 Çarşamba

*

Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih

Dünyaya kendi köylerinin veya ülkelerinin; tarihe kendi hayatlarının ekseninden bakanların

onun ani dönüşlerini anlama şansı olmaz. Bu gün ne olduğunu anlayabilmek için ona dünya

tarihsel bir eksenden ve yüzlerce yılda ortaya çıkan genel eğilimlerden bakmak gerekir. Bizler

için kural gibi görünen çoğu kez bir istisnadır.

Evreni göz önüne getirelim. Evrende milyarlarce galaksi her galakside milyarlarca yıldız var.

Bunların bir çoğunda, en azından kendi benzerini üreten moleküllerin, yani canlıların yapı

taşlarının veya canlıların var olduğu düşünülebilir. Ama evrene onun tüm tarihi ve yapısı

açısından baktığımızda ortada adeta mucizevi denebilecek sayısız koşulun bir araya

gelmesiyle oluşmuş bir durum olduğunu görürüz. Örneğin, evren aşağı yukarı on beş milyar

yıldır vardır. Başlangıçta evren sadece hidrojen ve helyumdan oluşuyordu. Yani birinci kuşak

yıldızlar ve onların etrafında oluşması mümkün gezegenlerde bunlar dışında elementler

olmayacağından canlı yaşamın doğma olasılığı yoktur. Hayat, Phoeniks gibi ömrünü

doldurmuş yıldızların küllerinden doğar. Yani bu elementleri demire kadar yakan ve

dönüştüren ve daha sonra da patlayan ve bu patlama esnasında da diğer ağır elementleri

yaratan yıldızların külleri belli bir yoğunluğa ulaşmalıdır ki, hayatı oluşturan maddelerin belli

bir yoğunluğu ortaya çıkabilsin. Olaya böyle baktığımızda, evren tarihinin büyük bir

bölümünde, hayatın ortaya çıkmasının en elementer koşullarının olmadığı görülür.

Yani en azından ikinci ya da üçüncü kuşak yıldızlardan sonra, her hangi bir yıldızın etrafında

oluşabilecek bir gezegende hayatın ortaya çıkması için gerekli elementler bulunabilir. Yani

Page 133: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

133

hayatın ortaya çkış koşul olarak, evren tarihinin on milyar yılını, yani en azından üçte ikisini

ya da dörtte üçünü bir çırpıda silmeniz gerekir.

Ama evrendeki yıldızların yüzde doksanı ortak bir eksen etrafında dönen çift yıldızlardır ve

çift yıldızların etrafında gezegen oluşamaz. Yani evrendeki yıldızların yüzde doksanının bir

yana atmanız gerekir. Tek yıldızlar içinde büyük ve küçük olanları bir kenara atmanız gerekir,

birincilerin ömrü; ikincilerin yaydığı enerji ve çekim gücü gezegenler oluşmuşsa bile orada

yaşamın ortaya çıkmasına el vermez. Ancak güneş gibi orta boy ve tek yıldızların etrafında ve

ne çok yakın ne çok uzak çok dar bir kuşakta bu olasılık vardır. Ama bu yıldızın galaksideki

yıldızların büyük bölümünün toplandığı merkezde veya spirallerin yoğun bölgelerinde de

olmaması gerekir, çünkü diğer yıldızlarla etkileşimler ve çarpışmalar, süpernova patlamaları

vs. hayatın ortaya çıkması için koşulları yok eder. Daha burada sayılmayacak kadar çok başka

koşullar da gerekir.

Böylece, ilk başta sanki evrimin zorunlu bir sonucuymuş gibi görünen, birden bire adeta

mucize denebilecek bir sırat köprüsünden geçiş gibi ortaya çıkar. Günümüzün bilimi ile on

dokuzuncu yüz yılın bilmi arasındaki temel fark da buradadir. On dokuzuncu yüzyılda, evren,

doğa ve toplum, canlılara insana ve sosyalizme giden zorunlu bir süreç gibi görünür.

Günümüzün astronomi ve paleontolojisinin ortaya çıkardığı ise, bunun bizlerin kültürel değer

yargılarıyla dolu olan bir tasavvur olduğunu gösterir. Böyle bir zorunlu gidiş yoktur. Eğer bir

zorunlu gidişten söz edileceksi, tam aksi yöndedir. On dokuzuncu yüzyılda zorunlu gidiş gibi

görünenler aslında olağanüstü rastlantılardır. Astronomi ve paleontoloji, yani evrenin ve

canlıların tarihinin bu günkü kavranışı, eski kavrayışı çoktan havaya uçurdu. Ne var ki,

sosyolojide, yani toplum tarihinde hala büyük ölçüde eski anlayış egemenliğini sürdürüyor.

Bunun nedeni, tarih ve toplum hakkındaki bilgilerimizin yetersizliği değil, sosyolojik ya da

psikolojik ya da kültürel olgulardır. Örneğin, ezeli adaletin bir gün gerçekleşeceğine dair

mesihçi diyebileceğimiz kültürel yargılar veya bu kültürel yargılarla şekillenen insanların iyi

bir gelecek beklentisi olmadan mücadele etmeye eğilim göstermeyen psikolojileridir. Tabii

ayrıca bunun ardında, başarıya gör programlanmış, aslında sınıflı toplumdan ve özellikle de

kapitalizmden kaynaklanan bir ahlak, değer yargıları ve politika anlayışı da yatar. Hiçbir

başarı beklemeden bir mücadele ve politika anlayışı tasavvurun bile ötesindedir bu kültür ve

dünya için.

Eğer bu kültürel, psikolojik yargılardan arınarak, tıpkı canlıların ya da evrenin tarihine

baktığımız gibi insanlığın tarihine bakabilmeyi öğrensek, yaşanmış ve yaşanan tarih bize olası

tarihlerden sadece biri olarak görünür.

(Ve yine o zaman tarih, sosyalizme doğru giden zorunlu bir süreç gibi değil, tıpkı evrenin

varlığı, tıpkı canlıların ortaya çıkması, tıpkı insanın ortaya çıkması gibi, olağanüstü koşulları

gerektiren bir mucize olarak görünür. O zaman sosyalizm uğruna mücadele, “tarihin gidişini

hızlandırmak” gibi bir anlam içinde değil, korkunç zayıf bir olasılığı gerçekleştirmek olarak

ortaya çıkar. Mücadeleye ve tarihe böyle baktığınız an ise, artık değer yargılarınız ve politika

anlayışınız, öncelikleriniz de değişir. Politika başarıya kenetlenmişlikten ziyade, uzun vadeli

etkilere, gelenek bırakmaya öncelik verir. Politikanız umuttan değil umutsuzluktan yola çıkar.

Page 134: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

134

Bu ise tam aksine bir kültürle yoğrulmuş geniş insan yığınlarıyla korkunç bir uyumsuzluk

yaratır vs..)

Örneğin ulusal hareketlerin kendileri, tarihin çok özel bir gidişini var sayarlar. Olası

tarihlerden sadece birinde mümkündür ulusal hareketler. Eğer yirminci yüzyılın başında veya

yirmi dokuz bunalımından sonra ABD, Almanya gibi ülkelerde sosyalist devrimler olsaydı,

dünya tarihinde ulusal kurtuluş savaşları diye bir olgu hiç olmayabilirdi. Nasıl bu tarihte

bizler kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş gibi bir şeyi yaşamadıysak ve bunun

sorunlarını tasavvur edemiyorsak öyle. Öyle bir tarihte de ulusal kurtuluş hareketlerinin var

oluşun bile tasavvur edemeyecektik.

Bütün bunları niye yazıyoruz? Bu her alana aktarılabilir. Bizzat ulusal hareketlerin izlediği

yollara bile. Bir düşünün şöyle, 1960’ların dünyasında birisi çıksa, Sovyetlerin çökeceğinden,

kapitalizmin dünya tarihsel bir zafer kazanacağından söz etse, kim inanır ve böyle bir gidişi

tasavvur edebilirdi. Bunu tersine de çevirebiliriz. Kapitalizmin bu zaferinde, otuz yıl

sonrasının dünyasında kapitalizmin var olmayacağını biri söylese kim inanır. Onu deli diye

tımarhaneye tıkmaz mıyız veya rüya gördüğünü söylemez miyiz? Daha mı az olasıdır

böylesine bir tarih gidişi bu günü ortaya çıkaran gidişten? Değil.

Kürt Ulusal hareketi açısından düşünün yetmişli ya da doksanlı yılları. Barzani ABD

tarafından satılmış, on binlerce Kürt ölmüştür. Yetmişli yılların Kürt basınında çıkan

yorumları okuyun o zamanlardan. Ya da doksanlarda Talabani’nin Saddam ile şapur şupur

öpüştüğü sahneleri göz önüne getirin. Kim inanırdı o zaman birileri, yirmi yıl sonra ABD’nin

yaptıklarını hiç kimsenin hatırlamak bile istemeyeceğini söyleseydi? Kim inanırdı, Talabani

Saddamı öptükten sonra, onun politik ölümü bizzat Kürtlerce ilen edilmişken, şimdiki

duruma.

1960’larda veya yetmişlerde diğer ulusların ve kendilerini ezen ulusların ezilenlerini

kazanmak biricik doğru strateji olarak görülüyordu Kürt ulusal hareketi için, hiç bir Kürt

ABD’nin desteği ile bir başarıyı tasavvur bile edemezdi; şimdi ise tam tersi, diğer ulusların

ezilenlerini kazanmaya kalkmanın aptallık olduğu, bununla vakit kaybetmenin Kürtlerin

davasına zarar vereceği düşünülüyor. Günün kahramanları tekrar Talabaniler Barzaniler’in

temsil ettiği çizgi. Öcalan’ın temsil ettiği çizgi bu gün hiçbir başarı vadeder görünmüyor.

Tıpkı onbeş ya da yirmi beş yıl önce Talabani ve Barzani çizgilerinin başarı vadeder

görünmediği gibi.

Ama on veya yirmi yıl sonra bu gün artık Kürtler tarafından bile artık hatırlanmak istenmeyen

ve tabulaştrılarak canlı canlı gömüldüğü İmralı’daki mezarında unutulmak istenen Öcalan’ın,

kan gölüne dönmüş bir Orta Doğu’da, biricik kurtarıcı olarak görülmeyeceğini; bu günün

kahramanlarının adını bile kimsenin hatırlamak istemeyeceğini kim garanti edebilir?

Hava ile iklimi karıştırmamak gerekir. Beş on yıl sıcak yazlar yaşayabilirsiniz. Ama iklim çok

uzun vadeli eğilimleri ifade eder. Bu gibi hava değişikliklerini iklim değişikliği olarak

tanımlamak yanlıştır. O iklimlere ise dünya tarihinden baktığımızda, şu an bir buzul çağında

yaşadığımız, yer yüzü tarihinin sadece yüzde onunu bu günkü gibi buzul çağlarının kapladığı,

dünya tarihinin yüzde doksanında buzulların olmadığı görülür. Yani istisnai olanın içinde

istisnai bir durumu genel bir eğilim gibi almamak gerekir.

Page 135: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

135

Emperyalizmin karakteri, ABD’nin karakteri değişmedi. Yani iklim değişikliği yok. Geçici

çıkar çakışmalarını onun karakterinin değişimi gibi yorumlamak, büyük yanılgılara ve acılara

yol açar. Birdenbire yakıcı sıcakta susuz, dondurucu soğukta yorgansız kalabilirsiniz.

07 Ekim 2003 Salı

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

*

Siz Olsaydınız Ne Yapardınız?

Hasan Bildirici’nin “Kürt Siyasetinde Değişim Rüzgarları” başlıklı seri yazısının, 12 Ekim

Pazar günkü altıncısında sayın Yaşar Kaya, her zamanki açık sözlülüğüyle şöyle diyor:

“Savaş döneminden kalma gazetemizi, sızmacı Türk solunun çok geri unsurları kullanıyorlar.

Bu işte Kürtlük yok ve halk şikayetçi. Bir şey değişmiyor, değişmesi gerekir. Türk solunun

durumu başlı başına bir tartışma konusudur.”

Ne düşüncelerini açıkça söylediği için Yaşar Kaya; ne bu düşünceleri olduğu gibi yansıttığı

için Hasan Bildirici; ne de bunları okuyucuya duyurduğu için Özgür Politika kınanabilirler.

Aksine, var olan eğilimlerin açıkça ifadesini sağladıkları ve tartışılmasının yolunu açtıkları

için tebrik edilebilirler. Toplumlar da insanlar gibidir, bilinç altına atma ve bastırma sonradan

büyük patlamalara yol açar.

Yaşar Kaya’nın dilinden ifade edilen görüşler, sadece Yaşar Kaya’nın değil, bu gazetede

yazan yazarların; sadece yazarların değil Kürtlerin ve sadece Kürtlerin değil KADEK’in

çizgisini destekleyen ve sempati duyanların da ezici bir çoğunluğunun görüşleridir. Bunu

görmemek için kör olmak gerekir. Sokakta yürürken karşılaştığınız insanların bakışları,

görmezden gelişleri veya selam verişleri her şeyi anlatır. Öcalan ABD tarafından Türkiye’ye

teslim edildiğinde, Kürtler yapayalnız kalmışken, gözleri parlayarak selam verenler artık

selam verme zorunda kalmamak için kafalarını çeviriyorlar. Dolayısıyla, sadece Yaşar

Kaya’nın görüşleri olarak değil, çok güçlü bir eğilimin ifadesi olarak ele alınmalıdırlar. Bizzat

bu gazetedeki yazarlarca, ya Ezop diliyle dolaylı bir biçimde, ya da açıkça kimi ağır

nitelemelerin hedefi oluyoruz. Yaşar Kaya’nın “Sızmacı” olarak nitelemesi gibi daha

geçenlerde “Kolonizatör” olarak nitelendik.

“Nitelendik” diyorum, çünkü, Türkiye Solu kökenli olup da bu gazetede yazan topu topu dört

beş kişiyiz. Bu nedenle Yaşar Kaya’nın ifade ettiklerini üstüme alınmam son derece

normaldir. Ayrıca bu zaten uzun süredir kafamda evirip çevirdiğim bir düşünceyi

okuyucularla tartışmak ve onlara danışmak için de iyi bir vesiledir.

Sayın Yaşar Kaya, bizleri “Türk solunun çok geri unsurları” olarak niteliyor. Türkiye

solundan gelen diğer yazarları bilmem ama, kendi payıma, “çok geri bir unsur” olduğumu

kabul ediyorum. Ne yazık ki insanların ve solcuların yetenekleriyle ezilen bir ulusun davasına

Page 136: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

136

yakınlık arasında doğrudan bir ilişki yok. Hatta aksine, yetenekliler var olan toplumda hızla

yükseldikleri için, ezilen bir ulusun davasına hepten duyarsız hale geliyorlar. Bu durumda

belli bir duyarlılık ancak bizim gibi “çok geri unsurlara” kalıyor.

Ama itirazım şu “sızmacılık” nitelemesine. Burada bir yanlış değerlendirme var. Bunu biraz

açalım. Bu aynı zamanda tartışmak istediğim konuyla ilgili.

Sanılır ki, bir Türk ya da Türkiyeli solcu olarak Kürt basınında yazmak hoş ve “sızmacılık”

yapmaya değer bir iştir. Aksine. Bu konuya geçenlerde “Eğemen Ulustan Bir Sosyalist

Olmanın Zorlukları” başlıkla yazıda kısmen değinmiştim. Kısaca tekrarlayayım.

Önce egemen ulustan bir sosyalist olarak şu çelişkiyi yaşarsınız: Her türlü milliyetçiliğe karşı

görüşlerinizle, ezilen bir ulusun, milliyetçi bir hareketin desteklenmesinin çelişkisidir bu.

Dolayısıyla milliyetçiliğe karşı görüşlerinizi bir kenara koyar, ezilen ulusun haklılığı

noktasına vurgu yaparsınız. Ama bu aynı zamanda, politik olarak ezilen ulusu desteklerken

aynı zamanda yapmanız gereken ulusçuluğa karşı ideolojik mücadeleyi boşlamanız demektir.

Ezilen ulusun organında yazarak ona sunduğunuz sembolik desteğin sevabının, sosyalist

olarak ideolojik mücadeleyi yeterince yapmamanın günahlarını affettireceğini düşünürsünüz.

Diğer yandan, egemen ulustan biri olarak yazdığınızdan, politik eleştirilerinizi bile ifade

etmemeye çalışırsınız. Çünkü bunlar egemen ulusun çıkarlarının gizli bir savunusu olabilir.

Öyle olmasa bile ezilen ulusun hassasiyetleri nedeniyle yanlış anlaşılabilir vs.. Dolayısıyla

egemen olustan bir sosyalist olarak, ezilen ulusun organlarında yazdığınızda, size çok dar bir

alan kalır. Ezilen ulusun haklılığına ve o hareketin gelişiminin tarihsel ve sosyolojik anlamını

açıklamaya ve ezen ulusun ve onun sosyalistlerinin duyarsızlıklarını ve milliyetçiliklerini

eleştirmeye yönelik yazılarla yetinirsiniz.

Tabii bizim durumumuzda ek bir sorun daha vardır. İsmet İnönü, “büyük bir devletle ittifak

yapmak, bir kaplanla aynı yatağa girmek gibidir” diye bir laf etmişti. Düşünün ki devletler

arası ilişki bile böyledir. Ya hele hiçbir politik ağırlığı olmayan bir kişi olarak, neredeyse

devlet gibi bir hareketi desteklemenin nasıl sorunlar yaratacağı da tahmin edilebilir.

Ben şahsen bütün bunlara iki nedenle katlandığımı söyleyebilirim.

Birincisi, İsa’nın insanların günahlarının kefareti için acı çekmesine benzetilebilir.

Türkiye’nin sosyalisteleri Kürt ulusunun acıları karşısında öylesine anlayışsız ve milliyetçi bir

tavırdadır ki, onun günahlarının kefareti olarak yaptıklarımı yapmaya çalışıyorum

İkincisi şuydu. Dikkat edilirse, ben Kürt ulusal harketinin organlarında, ABD’nin Öcalan’ı

Türkiye’ye teslim ettiği; tüm dünyada Öcalan’ı kabul edecek bir tek ülkenin bile bulunmadığı;

Türk ulusunun neredeyse tamamının Özel Savaşın terörü ve propagandası altında kalıp

inkarcılığın ve şovenizmin zirveye vardığı; Kürt ulusal hareketinin yapayalnız kaldığı

koşullarda yazmaya başladım. Politik bir ağırlığımız elbette yoktu. Ama bir Türkiyeli olarak

Kürt organlarında yer almamızın sembolik ve manevi bir anlamı vardı. Yani Kürtlerin

mücadele azim ve moraline küçük de olsa bir katkı anlamı taşıyordu. Aynı zamanda

Türkiyeliler içinden de Kürtlerin davasına bir destek sunarak, halklar arası kardeşliğe küçük

de olsa bir katkı anlamını taşıyordu.

Page 137: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

137

Bütün bunlar için değerdi. Yani durumu “sızma” değil; “acılara katlanma”, “kaferetini

ödeme”, “destek”, “örnek sunmak” gibi kavramlar açıklar.

Bu açıklamaya bağlı olarak gelelim şimdi okuyuculara danışmak istediğim soruna.

Biliniyor, diyalektik olarak, her şey zıttına döner. Dün doğru olan bu gün yanlış olur. Kürt

organlarında, bir Türkiyeli sosyalist olarak yazmaya devam etmenin, artık Kürtlerin

mücadelesine destek anlamına geldiği konusunda ciddi kuşkularım var. Bu gün, Türkiye solu

kökenlilerin, Kürtlerin organlarında yazmayarak, Kürt ulusal hareketine daha fazla destek

sunabileceklerini düşünüyorum. Niçin böyle?

Birincisi, Kürt ulusal hareketi artık yapayalnız ve sembolik desteklerin bile önemli olduğu bir

durumda değil. Dünyanın en büyük gücünün konum ve çıkarları ile Kürt ulusunun çıkarları

arasında, en azından şimdilik, belli bir yakınlık ya da çakışma var. Böyle bir durumda, hala

Türkiyeli sosyalistlerin Kürt organlarında yazması gereksiz bir sürü gerilimlere ve yanlış

anlamlara yol açabilir. Zaten, bizlere gösterilen soğukluk, hatta düşmanca tavrın ardında bu

kaygı ve korkunun büyük bir payı bulunmaktadır.

İkincisi, Kürt hareketi içinde, Öcalan’ın temsil ettiği çizgi ile Barzani ve Talabani’nin temsil

ettiği çizgi arasındaki gerilim ve mücadelede, bizlerin Öcalan çizgisini dekteklememiz,

Öcalan çizgisinin konumunu onun rakipleri karşısında zayıflatmaktadır. Şöyle ki, bizlerin

desteği, Türklük kaygılarıyla bir destekmiş gibi gösterilmekte ve böylece Öcalan’ın çizgisinin

Kürtlerce değil, Türklerce savunulduğu imgesi yaratılmaktadır.

Üçüncüsü, Öcalan’ın çizgisine düşmanlık ve eleştiriler, doğrudan ona değil, bize

yöneltilmektedir. Biz bir bakıma Öcalan’ın çizgisine yönelik yıldırımları toplayan bir

paratöner işlevi görüyoruz. Eğer Kürt hareketine ve onun içinde de Öcalan’ın temsil ettiği

çizgiye bir faydası olsa, paratonerliğe de okey. Ama artık faydası yok. Biz aradan çıkarsak,

eleştiri ve yıldırımlarını ya keserler ya da gerçek adresine yöneltirler. Böylece Kürt Devrimci

demokrasisi de bu saldırılara açıktan cevap verir.

Ve nihayet, Kürt organlarında yazmak, Kürdistan’da sosyalist harekete de zarar vermektedir.

Kürt burjuvazisinin sosyalizme karşı artan düşmünlığı ve mücadelesi, bizlerin Türkiye’li

sosyalistler olmamız nedeniyle Türk milliyetçiliğine karşı bir mücadeleymiş gibi

sunulabilmektedir. Bu belden aşağı vuruş karşısında, sosyalist görüşlerimizi savunmaya

kaltığımızda, bu pozisyonlar Türklükle ilişkilendirilmektedir. Halbuki biz aradan çıkarsak,

Kürdistanlı sosyalistlerle karşı karşıya kalacaklarından, onlara karşı Türklük ya da

Türkiyelilik noktasından değil, doğrudan ideolojinin kendisinden dolayı saldıracaklardır.

Yanlış anlaşılmak istemem. Sorun, Türkiyeli bir sosyalist olarak, Kürt ulusal harketinin

başarısına nasıl daha fazla katkı yapılabileceğidir. Bu günün koşullarında, Kürt organlarında

yer almamanın daha büyük katkı yapmayı sağlayabileceği görülüyor. Bu organlarda yer

almamak desteğimizin olmayacağı anlamına gelmiyor.

Bu ilk defa da başımıza gelmiyor. Bir zamanlar, Özgür Gündem’de yazıyorduk. Kürt ulusal

hareketi o zamanlar yükselişini yaşıyordu. Bu yükselişin güveni ve zafer sarhoşluğuyla, o

zaman oralarda yazan Türkiyeli solculara, “düşün yakamızdan” denilmiş ve Kürt hareketinin

Page 138: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

138

çıkarabildiği en geniş katılımlı gezete kapatılmıştı. Bu bir çoklarını kırdı ama bizi değil. Biz

yakadan düştük ve bu sefer dışardan desteğe devam ettik.

Biz bir hareket hakkındaki tavrımızı onun bize karşı tavrına göre belirlemeyiz. Kürt ulusu

ezilen bir ulustur. Kürt ulusal hareketi haklı bir harekettir. Bu hareket içindeki ayrılıklarda da

PKK-KADEK’in temsil ettiği eğilim, en modern, en yoksullara dayanan harekettir. O hade,

genel olarak Kürt ulusal hareketini ve o hareket içirnde de PKK-KADEK çizgisini

desteklemek gerekir. Bunlar işin alfabesi ve geçerliliklerini sürdürüyorlar.

O halde, okuyuculara soruyorum. Kürt organlarında yazmamızın Kürt ulusal hareketine ve

onun içinde de PKK-KADEK çizgisine bir yararı var mıdır, varsa nedir? Yanlış ve yanlış

anlışılabilir bir karar almamak için görüşlerinizi bekliyorum.

Bu durumda siz olsaydınız ne yapardınız?

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

15 Ekim 2003 Çarşamba

*

Devam Ama Nasıl?

Geçen haftaki yazının sonunda sorduğumuz soru şuydu:

“Kürt organlarında yazmamızın Kürt ulusal hareketine ve onun içinde de PKK-KADEK

çizgisine bir yararı var mıdır, varsa nedir? Yanlış ve yanlış anlışılabilir bir karar almamak

için görüşlerinizi bekliyorum.”

Soruya bir çok cevap geldi, ağırlık “Yazmaya devam” diyenlerdeydi ama gerek “devam”

gerek “tamam” diyenlerin hiç biri, yukarıya aktarılmış sorunun cevabını objektif ve rasyonel

olarak tartışmıyordu. Çoğu duygusaldı ve yanlış anlamalar vardı. Örneğin yazı bulutsuz gökte

çakan bir şimşek gibi algılanmıştı veya bir kırgınlığın duygusal dışa vuruluşu olarak

kavranmıştı. Ama bu yanlış anlamların en önemlisi, sanki Kürt Ulusal Mücadelesini ve bunun

içinde de KADEK’in çizgisini destekleyip desteklemeyeceğimizi sormuşuz gibi

tartışılmasıydı. Bunun en son ve somut örneği sayın Ayçiçek’in yazısının başlığnda görülür:

“Yürüyüşe Devam”. Sanki “tamam” diyen varmış gibi. Soru, yürüyüşün hangi biçimde devam

etmesi gerektiğiydi. Soruyu böyle anlamak, Kürt medyası dışında bir devam olanağı olmadığı

gibi biz gizli varsayımla mümkün olabilir.

Cevaplarda ortaya çıkan bütün bu yanlış anlamaları, olgusal ve metodolojik yanlışları tek tek

burada ele almak ne mümkün ne de gerekli. Bunları ayrıca uzun bir yazıda ele alıp,

İnternetteki sayfamızda yayınlayacağız, ilgi duyan oradan okuyabilir. Burada kısaca

ulaştığımız sonucu belirtelim.

Bu günkü verili durumda, Türkiyeli bir sosyalist olarak, Kürt organlarında yazmanın zararı

yararından fazladır. Çünkü, demokratik Cumhuriyet Programı karşısında etnik milliyetçiliğin

ve sosyalizme karşı globalizm hayranlığının bin bir biçimde ifade edilen saldırıları karşısında,

Page 139: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

139

demokratik programı ve sosyalist inançlarınızı savunmaya kalktığınızda daha baştan

yeniksinizdir. Çünkü karşınızdaki sizinle Kürt ve Türk olarak tartışmaktadır. Bu açmazdan

kurtuluşun tek yolu, bu koşulda savaşmamak, savaşı kendi alanımıza çekmektir. Bu saldırılara

Kürt ve Kürdistanlı demokrat ve sosyalistler cevap verirse bir anlamı olur.

Onların hem cevap vermesi hem de bunu elverişli bir pozisyonda yapması için, Türkiyeli

sosyalistlerin aradan çıkması gerekir. Yani Kürt organlarında, Türkiyeli veya Türk bir

sosyalist veya demokrat olarak yazmanın, ideolojik ve siyasi zararı, orada yazmanın manevi

ve sembolik yararından fazladır.

Kaldı ki bu baştan yenik durum olmasa bile, bu organlar böyle bir mücadelenin aracı olarak

da kullanılamaz. Çünkü cevap verseniz, sürekli ideolojik polemikler yapma durumunda

olursunuz. Bu hem tepki çeker hem buna izin verilmez. Cevap vermeseniz, eliniz kolunuz

bağlı sürekli darbe yer durumda kalırsınız. Bu berbet durumdan kurtulmak için yapacağnız

tek şey, gazetenin sorumlularından böyle saldırılara fırsat vermemesini istemek olabilir ki, bu

fiilen fikirler sansür koyulmasını istemek anlamına gelir ki, düşülebilecek en kötü durumdur.

Daha yüzlerce nedenin yanı sıra bu iki nedenle, Kürt hareketinin organlarında, dayanışma için

bir Türk veya Türkiyeli olarak yazmanın yararları, bir demokrat veya sosyalist olarak baştan

yenik olmanın ya da susmak veya susmalarını istemek zorunda kalmanın zararlarını hiçbir

şekilde karşılayamayacağı için bundan sonra, Kürt hareketinin organlarında Türkiyeli veya

Türk bir yazar sıfatıyla yazmayacağım. Kişisel kanımca, yazmaya devam etmek, gerek

sosyalist inançlarıma, gerek Kürt ulusunun üzerindeki baskının kalkması mücadelesine,

gerekse de Kürt Ulusal Hareketi içindeki Devrimci Demokratik Harekete (yani KADEK’in

programına) yarar değil zarar vermektedir.

Elbette herkesin durumu farklıdır. Ve nihayet bu organlarda yazarak mı yazmayarak mı daha

faydalı olunacağı, hedef ilişkin bir ayrılık değil, taktik bir ayrılıktır. Farklı taktiklerin de

denenmesi her zaman yararlıdır. Kararımız yanlışsa da en azından bu yanlışı gösteren;

doğruysa yanlışların giderilmesini sağlayan bir örnek ve deneme olur.

Ama Kürt hareketinin organlarında bir Türkiyeli veya Türk Sosyalist veya Demokrat olarak

yazmayacağımız, yazmaya son verdiğimiz anlamına gelmiyor. Aksine daha fazla, dilimizi ve

elimizi tutmadan yazacağımız anlamına geliyor. Ve hatta istenirse yazılarımızın Kürt

organlarında daha fazla yer alması anlamına da gelir. Nasıl ve ne demek?

Toplum bilimciler demiri, insanların küçük bir zümresinin kullandığı olanakları geniş

kitlelerin kullanımına açtığı için en demokratik maden (metal) diye tanımlarlar. Gerçekten de

demir, tunç devrinden sonra, tarımsal üretimi, dolayısıyla uygarlığı ve refahı nehir

boylarından kurtararak ve kapitalizm çağında da sanayi devrimiyle, o zamana kadar üst

sınıflara has olanakları geniş kitlelere yayarak, iki kez bu demokratik özelliğini kanıtlamıştır.

Benzer şekilde İnternet de en demokratik bilgi ve enformasyon aracıdır, medyadır. Radyo

veya televizyonu bir yana bırakalım, bir dergi ve gazete çıkarmak bile büyük bir sermaye, güç

ve örgüt birikimini gerektirir. Bir zamanların en demokratik medyası olan teksir makinesi,

mumlu kağıt ve daktilo bile, sıradan çalışan bir insanın kapasitesini aşan bir para gerektirirdi,

en azından küçük bir grup olmak gerekirdi. Ama internet, söyleyecek sözü olan bir insana,

Page 140: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

140

haftada bir bir dergiye verilecek para karşılığına bir yıllığına bir sayfa açıp, milyonlarca

insana ulaşma olanağı sağlar.

Biz Kürt medyasına yazmadan önce de internet aracılığıyla yazılarımızı yayınlıyorduk. Zaten

Kürt medyasına yazmamız da bu araçla olmuştur. (İnternetteki yazılarımız okunarak,

gazetelere yazmamız önerilmişti.) Bu dönem boyunca, gazetelerde haftada bir sınırlı bir

alanda yazılanlar yetmediği için yazmaya devam ettik ve fikirlerimiz esas olarak okuyuculara

zaten gazete aracılığıyla değil, internet aracılığıyla ulaşmaktadır. Ve İnternet’te

yayınladıklarımız gazetede yayınlananlardan fazladır.

Bundan sonra tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi, her hafta yine yazmaya devam edeceğiz.

Bunları “Demokratik Bir Cumhuriyet İçin”, “Kürdistanlı Sosyalist”, “Tarihsel Maddecilik ve

Sosyalizmin Sorunları” gibi internet site-yayınlarında yayınlamaya devam edeceğiz. Eğer

Özgür Politika’yı çıkaran arkadaşlar, bu yazıların okuyucularına ulaşmasını yararlı görürlerse,

-ki görüşlerimizde bir değişme yok, aynı şeyleri, daha geniş bir konular yelpazesinde, daha

açık, direk ve sınırsız olarak yazmaya devam edeceğiz- yazılarımızı bize hiç sormadan,

istedikleri gibi iktibas edip yayınlayabilirler. Yani belki böylece, istenirse, yazılarımız Kürt

basınında daha sık ve daha fazla yer alabilir. Böylece yazar olarak yazmamamızın yol

açabileceği eksiklik ve olumsuzluklar minimuma indirilebilir.

*

İçinde bulunduğumuz duruma yukarıdan kuşbakışı bakabilmeliyiz. Önümüzdeki zorlukları

açık yüreklilikle ortaya koyabilmeliyiz. Büyük ölçüde iman gücüyle yürüyen bir harekette

zordur ama yine de yapılması gerekir.

Dünyanın işçileri, ister Stalinizmin yarattığı demoralizasyon, ister dünya işçilerinin

bölünmüşlüğü veya ikisi ve başka faktörler nedeniyle olsun, artık sosyalizm için mücadele

etmiyor veya etmeye cesaret edemiyor. İşte, Güney Afrika’daki Kurtuluş Hareketi. Sosyalist

geleneği ve İşçilere dayanan toplumsal yapısına rağmen sosyalist dönüşümleri istemedi veya

cesaret edemedi. İşte Brezilya, muazzam İşçi ve Köylü Mücadelelerinin yarattığı hareket ve

bu hareketlerin örgütlü ifadesi İşçi Partisi, bütün Sosyalist geleneğine ve ideolojik arka

planına rağmen, bir Sosyal Demokrat “Kriz Yönetimi” programından ötesine gitmiyor,

gidemiyor. Nedenleri ayrı konu. Ama bu gün dünyada en umutvar olabilecek iki hareketin

durumu bile böyle.

İşçilerin sosyalizmi istememesi veya istemeye cesaret edememesi, sosyalizmin yanlış

olduğunu gösteriyor mu? Hayır. Aksine, savaşları, açlığı, yoksulluğu, atom savaşı

olasılıklarını bir kenara koysak bile insanlık hızla yok olmaya doğru gidiyor. Tüm

yeryüzündeki öko sistem bir tek canlı gibi de görülebilir. Modern kapitalist uygarlığın

şehirleri, yolları, fabrikaları bu canlının vücudurnda yayılan ve metastas yapan karnser

hücreleri gibidir. Bu kanserin ne ölçüde ve nasıl yayıldığı, geceleyin uzaydan çekilmiş

fotoğrafların şehir ışıklarında görülebilir. Bugün insanların bakış açısından refah adası gibi

görülen yerler, bu kanserin en öldürücü biçimde yayıldığı yerlerdir. O halde, kimse yüz

vermese de, insanlığın yaşaması için bile, sosyalizm için mücadele etmekten başka çare yok.

Page 141: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

141

Benzer durum Kürt Devrimci Demokratik hareketi için de geçerli. İstanbul’un, Tahran’ın

veya Bağdat’ın işçileri, ulusal ve dinsel baskılara karşı gerçek bir demokratik cumhuriyeti

programlaştırıp mücadeleye girmedikleri sürece, Tıpkı Güney Afrika veya Brezilya işçilerinin

sosyalizm için mücadeleye girmemeleri veya cesaret edememeleri ve kısmi iyileştirmeleri

daha gerçekçi ve gerçekleşebilir bulmaları gibi, Kürtler de böyle bir Cumhuriyet için

mücadeleye girmektense, daha somut ve erişilebilir görünen, Kürtler üzerindeki ulusal

baskıya son veren, bağımsız bir Kürt devleti yönünde mücadeleye yöneleceklerdir.

Bunun için brezilyalı veya Güney Afrikalı İşçiler kınanamayacağı gibi Kürtler de kınanamaz.

Ama nasıl, sosyalizm olmadığı sürece insanlık açlık, savaşlar, baskı ve yoksulluklar

ortamında kalacaksa ve sonunda sosyalizme gelmediği takdirde yok olmaya mahkumsa;

demokratik bir Cumhuriyet olmadığı sürece de Orta Doğu ve orda yaşayan tüm halklar, etnik

ve dinsel bölünme ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum olacaklardır.

Bizler mücadele azmimizi ve gerekçemizi başarı beklentilerinde değil doğrulukta aramalıyız.

Nasıl hiç bir başarı vaad etmese de dünyada sosyalizm için mücadele etmek doğru ise; orta

doğuda da, hiçbir başarı vaad etmese de, dinsel, etnik, kaltürel, dilsel ayrılıklar karşısıda

tarafsız ve eşit bir Demokratik Cumhuriyet için mücadele etmek de doğrudur.

Sorun buna azami katkının nasıl yapılacağıdır. Biz bu katkının bu günkü verili koşullarda ve

bizim durumumuzda, Kürt basınında yazmamakla olacağını düşünüyoruz. Doğruluğu veya

yanlışlığı zamanla görülebilir.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

22 Ekim 2003 Çarşamba

*

Page 142: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

142

Ülkede Özgür Gündem’e Yazılar

Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Gerici Bir

Taleptir?

Toplumsal mücadeleler tarihinde taleplerin gerçek anlamlarıyla onların ifade edildikleri

bağlamda kazandıkları anlam genellikle birbiriyle çakışmaz. İlerici ve kurtuluşçu amaçlarla

kitlelere mal olmuş talepler özünde son derece gerici bir hedefin ifadesi olabilirler.

Örneğin. , bir çok işçi eyleminin ya da işçilerden yana partinin dilinden düşürmediği “emek en

yüce değerdir” sloganını düşünün. Aslında bu su katılmamış bir burjuva slogandır. Zaten

tarihsel olarak da burjuvazinin teorisyenleri tarafından bulunmuş, değerin yoğunlaşmış emek

olduğu yasasının bir politik slogan haline getirilmesinden başka bir şey değildir. Marksizm

ise, bütün burjuva ekonomi politiğinden, işgücü denen metaın kullanımı sonunda ortaya çıkan

değerin emek olduğu önermesiyle ayrılır. Çünkü ortaya çıkan değer, sadece işgücünün fiyatı

olan ücreti değil, artı değeri de, yani rantı, faizi, sanayi ve ticaret karını içerir. “Emek en yüce

değerdir” demek: bilimsel olarak, “ücret + kar + faiz + rant en yüce değerdir” demektir.

Elbette, sloganların bilimsel ve gerçek anlamları değil somut olarak kazandıkları anlamlar

önemlidir toplumsal mücadelelerde, ama bu yanlış içerikler aynı zamanda egemen sınıfların o

müthiş ideolojik hegemonyasının da bir dışa vurumudur. Ve uzun vadede bu gerçek anlamlara

göre çıkar sonuçlar.

Toplumsal mücadeleler tarihinde böyle yüzlerce örnek gösterilebilir. Ama biz, yeni kurulacak

parti vesilesiyle kimsenin doğruluğunu sorgulamayı aklından bile geçirmediği, “Kürtlerin ve

Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet” sloganını ele alalım.

Elbette bu slogan bugünün verili koşullarında, Kürtler üzerindeki ulusal baskıya karşı

mücadelenin bir sloganı olarak ve Kürtler içinde de Türkiye’nin ezilenlerini ve demokratik

güçlerini kazanarak, demokratik dönüşümler aracılığıyla Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya

son verme stratejisinin bir ifadesi olarak, tıpkı “emek en yüce değerdir” gibi, kazandığı somut

anlamla ilerici bir işlev görmektedir. Ama bu günkü ilişkiler çerçevesinde kazandığı somut

anlama karşıt olarak, bu program gerici bir programdır ve gerici bir ulusçuluk anlayışına

dayanır.

Burjuvazi, devrimci çağında, ulusu etniyle, dille vs. değil, insan veya yurttaşlık haklarıyla

tanımlıyordu. Amerikan Ulusu, bu dünyanın en eski ulusu, hiçbir etniye ya da dile en küçük

bir gönderme içermez örneğin.

Ancak daha sonra burjuvazi gericileşince, ulusu, dile, dine, tarihe, etniye, kültüre, ırka göre

tanımlamaya başlamıştır. “İnsan ve Yurttaşlık Hakları”nın yerini, “Ulusların Kaderini Tayin

Hakkı” almıştır. “Ulusların Kaderini Tayın Hakkı”nın, ulusu dile, dine, etniye göre

tanımlayan gerici özü, onun özellikle, Rus, Osmanlı ve Avusturya Macaristan gibi gerici

Page 143: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

143

imparatorluklara karşı burjuva direnişin bayrağı olması nedeniyle görülememiştir. Onun

gerici özü, ulusu beyazlara göre tanımlayan güney eyaletlerinin “kendi kaderlerini tayin” için

ayrılmalarında görülür. İnsan ve yurttaşlık haklarına dayanan kuzey, insanı ve yurttaşı bir ırk,

dil, din ile tanımlamaya karşı savaşmıştır.

Ulusun hiçbir dinsel, dilsel, ırksal, soysal, tarihsel gönderme içermeden insan ve yurttaşlık

haklarıyla tanımlandığı bir ülkede, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”, ulusu din, dil, etni, vs.

gibi gerici bir kritere göre tanımlama hakkı anlamına gelir. Ezilen sınıfların yapması gereken

bu hakka karşı çıkmaktır. Avrupalı İşçiler, Marks, Engels de böyle yapmışlar ve Güney’in

ayrılması karşısında bu ayrılma hakkını reddeden Kuzey’in savaşını desteklemişlerdir.

Kürt ve Türklerin kurucu olduğu bir cumhuriyet parolası, ulusu bir dil, etni, din, soy veya

tarihle tanımlamayı reddetmez, sadece onu bir değil iki, dil, etni veya soyla tanımlar. Bu

nedenle devrimci ve demokratik değil gerici bir ulusçuluğun parolası olabilir.

Devrimci bir parola, ulusun tanımında hiçbir, dilsel, dinsel, etnik, soysal, tarihsel gönderme

içermeyen; ulusu insan ve ondan başka bir şey olmayan yurttaşlık haklarıyla tanımlayan bir

ulus parolası olabilir.

Birden fazla etniye göre tanımlanmış uluslar parolası, sadece gerici ve yanlış değildir, aynı

zamanda, her zaman en kanlı ve gerici bölünmelerin temelini atar. Yugoslavya, tıpkı Kürtlerin

ve Türklerin kurucu olduğu bir Cumhuriyet gibiydi, daha çoğuna göre tanımlanmıştı.

Yöneticiler, tıpkı şimdi Öcalan’ın yeni Kurulacak parti için önerdiği gibi, her ulustan

dönüşümlü olarak seçiliyordu. Sonuç ortada.

Hedef Kürtlerin ve Türklerin kurucusu oldukları değil, Kürt Türk ya da başka bir etni veya

dinden olmanın hiçbir politik anlamının olmadığı; herkesin ana dilde eğitim hakkının olduğu;

tüm dil, din, etni, kültürlerin eşit olduğu; en küçük bir köyün bile isterse ayrılacağı

Demokratik bir Cumhuriyet olmalıdır.

Yeni partinin nasıl bir parti olacağı tartışılırken, bu en temel programatik ilkeyi hatırlatalım

dedik.

demir@comlink. de

http: //www. comlink. de/demir/

*

Ülkede Özgür Gündem Gazetesi Redaksiyonuna,

Sayın Ülkede Özgür Gündem Gazetesi Redaksiyonu,

İki hafta kadar önce sayın Pınar Selek, bundan sonra artık iki haftada bir değil de haftada bir

yazmamı istedi. Ben de aslında bir çok çekincelerin bulunmasına rağmen (örneğin bir

sosyalist olarak yazarsam onlara sansür uygulanacağı gibi), özellikle yeni bir parti kurma

çalışmalarının bulunduğu bu aşamada, haftalık yazılarla olsun bu tartışmalara girerek fiilen

onun olmayı amaçladığı gibi sadece Kürtlerin partisi olarak kavranmamasına dolayısıyla

Page 144: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

144

hedefine ulaşmasına küçük de olsa bir katkım olabilir diye düşünerek teklifi kabul ettim ve

geçen hafta Pazartesi günü akşamı yazımı yazıp yolladım.

Yazılarım bildiğim kadarıyla Çarşamba günü yayınlandığından (Çünkü benden en geç Salı

öğleye kadar iletmem istenmişti çok önceleri) Çarşamba günü tesadüfen telefon etmiş bir

gazete okuyucusuna yazımı okudun mu diye sorduğunda, gazetede yazım olmadığını söyledi.

Üzerine düşünmeyi bile gerekli görmedim. Her zaman olduğu gibi bir organizasyonsuzluk,

koordinasyonsuzluktur. Sayfayı düzenleyen haftalık yazmaya başladığımı bilmiyor olabilir

veya belki bu uygulama gelecek haftadan itibaren başlayacaktır diye düşündüm.

Ancak, yanılmıyorsam Cuma günü, gazetede yazımın yayınlandığını ama (gazetede yazımı

okuyan okuyucu aynı zamanda benim yazılarımı internet üzerinden okuduğundan, orijinal

başlığını biliyordu) başlığının değiştirilmiş olduğundan söz etti ve sonundaki “gerici”

sözcüğünün olmadığını söyledi. Ancak o arada bağlantı koptuğu ve sonradan tekrar bağlantı

kuramadığımdan, bunun sadece o sözün mü yoksa, “Niçin gerici bir taleptir” tarzındaki yan

cümleciğin mi eksildiği olduğun anlayamadım. Ancak bunun önemi yok.

İster sadece “gerici” sözü çıkarılmış ve başlık “Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir

Cumhuriyet Niçin Bir Taleptir? ” şeklinde olsun; ister son cümlecik çıkarılmış “Kürtlerin ve

Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet” şeklinde olsun, eğer o arkadaşın bana söylediği

yalan değilse, yazımın başlığı değiştirilmiş bulunmaktadır.

İlk bakışta bir cümlenin veya bir yan cümleciğin değişmesi pek önemli gibi görülmeyebilir

veya bu öyle görülmek istenmeyebilir. Ancak bunu çözümlediğimizde bunun son derece

vahim sonuçları olduğu görülmektedir. Hem de bir çok farklı düzeylerde.

Şimdi öncelikle kısaca bunları ele almak istiyorum.

Gazetede yayın gününden başlayalım.

Birincisi, bırakalım devrimciliği veya demokratlığı bir yana, en sıradan bir burjuva basanında

bile, en sıradan insani ilişkide bile, bir insandan şu gün yayınlanmak üzere bir yazı istenmişse

ve o yazı o gün örneğin her hangi bir teknik nedenle yayınlanmamışsa, o insana bir haber

verilir, kusura bakmayın, şu şu nedenlerle yazınızı bu gün yayınlayamadık falan gibi bir

şeyler söylenir. Bu her sıradan uygar insanın yapması gereken bir davranıştır. Bu insanlara ve

onların emeğine verilen bir değerin ifadesidir. Düşünün ki bu bile yapılmıyor.

Belki denebilir ki, bundan sonra Çarşamba günleri değil, Cuma günleri yazınız

yayınlanacaktır onun için özel olarak telefon edilip haber verilmemiştir. Ama bu daha da

kötüdür. Bu aynı zamanda bundan sonra yazılarımı haftanın başka günleri yazmam demektir

ki, yaşamımı buna göre düzenlememi gerektirir. Böyle bir durumda, bunun yapılabilmesi için,

aksine böyle bir değişikliği sadece bildirmek değil, mümkün olduğunca önce bildirmek ve

böyle bir düzenlemenin kendisine uyup uymadığını o kişiye sormak gerekir. Bütün bunlar

yapılmıyor. Hiçbir açıklama, bilgilendirme hiçbir şey yok. Tesadüfen o günlerde Türkiye ile

haberleşmem olmasa, hiçbir şeyi bilmem bile söz konusu değil.

Hayvanlara bile insanlar daha saygılı davranırlar. Anlaşılan bizlere bir hayvan kadar bile

değer verilmiyor. Zaten bir değer verilmesini de beklemiyoruz. Ona da eyvallah. Eğer

Page 145: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

145

başlıktaki değişiklik olmasaydı, şimdiye kadar onlarca kere olduğu gibi, bunu da görmezden

gelir; anlamamış gibi yapar, aptallığa vurur geçiştirirdik. Başlıktaki değişiklik olmasaydı bu

satırları yazma gereğini bile duymazdım.

(Kim bilir belki daha önce de yazılarımda benzer değişiklikler yapılmıştır. Bilmiyorum.

Çünkü ben gazeteyi sadece internetten izleyebiliyordum ve çok uzun zamandır internetten de

izlemek mümkün olmuyor. )

Ama başlıktaki değişiklik sorunun sadece bir ihmal, koordinasyonsuzluk ve hatta kabalıkla

açıklanabilmekten uzak olduğunu, ortada kasıtlı bir durum olduğunu göstermektedir.

Birincisi, bir yazarın yazısını her hangi bir nedenle değiştirmek için, bırakalım demokratlığı,

ilericiliği ya da bilmem hangi güzel ve olumlu nitelemeleri bir yana, en sıradan, hiçbir iddiası

olmayan insanlar bile, o yazara sorar izin isterler.

Ama bizim gazetemiz. Yazarların yazılarını istediği gibi kesip biçmekte, onlar haber verme

gereği bile duymamaktadır. Bu nasıl bir anlayıştır ne denir söyleyecek söz bulamıyorum.

Ama burada muhtemelen her zaman olduğu gibi, muhtemelen şöyle bir itiraz yapılacaktır.

“Heval kusura bakmayın, sayfayı yapan arkadaşın gözünden kaçmış, kasıtlı bir şey yoktur.

Henüz tecrübesizdir. Lütfen öyle büyütmeyin. ” Tamı tamına böyle olması gerekmiyor. Olayı

önemsizleştiren, tesadüflere, acemiliklere bağlayan bir açıklamayla geçiştirme.

İlk zamanlar bunların gerçekten öyle olduğuna da inanıyordum. Arada geçen zamandaki

tecrübelerim bana hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını; o güdük fiiller (unutmalar, iş sürçmeleri. ,

acemilikler) gibi görülenlerin aslında politik ve ideolojik tavırların ifadesi olduğunu çoktan

öğretti. Bu bakımdan böyle masallara karnım tok.

Önce şunu belirteyim. Yazımın başlığından, ister bir kelime ister bir cümlecik çıkarılmış

olsun, sonuç değişmemekte, yazının başlığının bütün anlamı ters yüz edilmiş olmaktadır.

Çünkü ben yazımın başlığına; son derece bilinçli ve kasıtlı olarak “Niçin Gerici Bir taleptir”

ifadesini koydum. Kişi olarak uzun başlıkları pek sevmememe rağmen. Çünkü yazının

mesajını başlıkta net bir şekilde ifade etmediğim takdirde ne dediğimin anlaşılmayacağını

veya görmezden gelineceğini bildiğim için, provakatif olmak; yeni parti kuruluş

çalışmalarında bir tartışma başlatmak, insanları düşündürmek için kasıtlı olarak böyle formüle

ettim.

Ben de 40 yıldır aktif politika içinde olan bir insanım ve neyin niçin ne zaman nasıl yapılacağı

hakkında bir fikrim vardır. Bir gazete sayfa düzenleyicisinin veya redaktörünün onları

“düzeltmeye” kalkmasına ihtiyacım yoktur.

Ve yazımı tırpanlayan kişi ya da kurul, onu tam da bu en can alıcı noktasında hadım

etmektedir. Bu açıkça siyasi ve ideolojik bir tavırdır. Bunun tesadüfle, ihmalle, tecrübesizlikle

falan ilgisi yoktur. (Ve muhtemelen, delilim olmadığı için kanıtlayamam ama yazının

yayınlanmasının iki gün gecikmesi de teknik ya da başka bir nedenle değil, tamı tamına

yazının başlığının değişmene yol açan nedenle ilgilidir. )

Hepimiz siyasi insanlarız. Hepimizin inandığı ya da doğru kabul ettiği görüşler inançlar var.

Bunların farklı olduğu da kimsenin meçhulü olmasa gerekir.

Page 146: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

146

Açıkça şu söylenebilir. “Kusura bakmayın bu yazı bu biçimiyle gazetemizin politikasına

uymamaktadır. Bunu böyle yayınlamayız. Şöyle bir değişiklik öneriyoruz. Ne dersiniz? ” O

zaman da yazar kendine göre öneriyi kabul edip etmeyeceğine , yazıp yazmayacağına kendisi

karar verir.

Ama bu yapılmıyor. Sanki ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranılıyor. Haber bile verilmiyor.

Ama bu haber vermeme bile, olayı sanki hiçbir siyasi veya ideolojik anlamı olmayan, tesadüfi

bir olay gibi, önemsiz gibi göstermenin bir aracı aslında.

Yani doğrudan ve açıktan bir siyasi veya ideolojik itiraz yapılmayarak ama fiilen yazının

başlığı, sanki tesadüfen, önemsiz bir kelime değişikliği ile yayınlanmış gibi gösterilerek belli

bir anlayış sansür edilmekte ve bastırılmaktadır.

Eğer bu değişiklikten, sayın Pınar Seleğin haberi vardı ve onun bilgisiyle yapıldıysa, buna

yaparak, hem verdiği sözü tutmamış olmaktadır hem de bunu benden gizlemiş demektir. Bu

durumda, söyleyecek söz bulamam.

Ama sayın Seleğin bu değişikliği bildiğini bile sanmıyorum ve onun hiçbir zaman böyle

davranmayacağına inanıyorum.

Eğer sandığım gibiyse, bu ister sayfa düzencisi, ister sayfa sorumlusu, ister redaksiyon

tarafından yapılmış olsun, bu tür gizli engellemelerin adı, benim bildiğim kadarıyla sabotajdır.

Sadece benim yazıma karşı değil, benim yazımda yansıyan politik program ve çizgiye, yani

aynı zamanda büyük ölçüde, Abdullah Öcalan’ın da savunduğu çizgiye karşı sabotajdır.

Hiçbir rastlantısal yanı yoktur. Farklı bir program ve anlayışın, açık bir siyasi mücadeleye

girmeden, kendisini, gizlice engellemelerle dayatmasıdır.

Şimdi bunu kanıtlayacağım. Birincisi, yazının başlığında, görmediğim için hala bilmiyorum.

Hangi türden değişiklik yapılmış olursa olsun, yapılan değişiklik, bütün anlamı ve mesajı ters

yüz etmektedir.

Örneğin, eğer birinci ihtimal ise, yani sadece “gerici” sözü yoksa, başlık şöyledir: “Kürtlerin

ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet Niçin Bir Taleptir? ” bu başlık sanki talebin

gericiliği veya ilericiliği değil de, “Kürtlerin ve Türklerin kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet’in

talep olup olmadığı tartışılıyor anlamı çıkmaktadır. Bu da fiilen, şu ana kadar Türkiye’de

kimse benzerini söylemediğinden, yazıda Türklerin ve Kürtlerin Kurucu Olduğu bir

Cumhuriyet’in savunulduğu ve buna talep değildir diyenleri karşı bunun bir talep olduğu gibi

bir anlama gelmektedir. Yani talep olup olmadığını tartışan bir başlık gibi formülasyon ise

eğer bu fiilen bu talebin savunulduğu anlamına gelmektedir.

Yok eğer tüm cümlecik düşmüş ise, “Kürtlerin ve Türklerin Kurucu Olduğu Bir Cumhuriyet”

biçimindeyse, daha da kötüdür. Karşı olduğu sloganı savunur bir yazı başlığı olarak anlaşılır.

Ortada taammüden işlenmiş ama kolayca bir kaza süsü verilebilecek tarzda zekice planlanmış

bir cinayet bulunmaktadır. Burada öldürülen bir insan değil bir duruş bir politik anlayış, bir

programdır.

Ama sadece bu kadar değil. Burada öldürülen sadece benim savunduğum program da değildir.

Page 147: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

147

Bunun bile affedilir bir durumu yoktur. Ama ortadaki durum çok daha vahimdir. Benim bir

çok konuda farklı görüşlerim olduğu bilinmektedir, bu öldürülen de öyle bir görüş olsaydı,

hadi bu bir derece anlaşılabilirdi. Ama burada, Gazetenin ya da onun eğilimlerini yansıttığı

siyasi hareketin resmen savunduğunu iddia ettiği görüşlere karşı bir sabotaj ya da cinayet söz

konusudur.

Bunu önce biçimsel sonra da içeriksel olarak kanıtlayayım.

Herkesin bildiği sırdır ki, bu gazete Öcalan’ın görüşlerine paralel görüşleri savunmakta, en

azından okuyucuları ondan bunu beklemektedir.

Herkesin bildiği gibi, ben Öcalan’a mektuplar yazdım. Bu mektuplarla birlikte, Ortadoğu

Demokrasi Manifestosu diye bir metni de ilettim. Öcalan bu mektupları okudu. Hatta

Avukatlarına, “Küçükaydın’ın yazılarını okudunuz mu diye sorarak” onları kendi üslubuyla

okunmak için tavsiye etti (ve bu ifade tavsiye olmaktan çıkarılmak için, tıpkı bu başlık

hikayesinde olduğu gibi, Öcalan’ın Orijinal Görüşme Notlarındaki “Okudunuz mu” ifadesi,

tavsiye anlamından çıkarılarak “Okudum” olarak değiştirildi gazetede yayınlanan versiyonda.

Orada da bir cinayet vardı ve bu sabotajla aynı nedenle yapılmıştı. )

Bu yazının başlığı, o Öcalan’ın okunmasını, tavsiye ettiği metinlerdeki görüşleri

savunmaktadır. Yani Öcalan’ın en azından tavsiye ettiği bir görüştür cinayete kurban giden.

Biçimsel olarak sadece bu kadar değil. Biliniyor. Öcalan, o mektupları okuyunca, “benim

görüşlerimi radyo ve televizyonda vs. savunabilir, geliştirebilir” diyerek adeta bir açık çek

verdi. Yani benim yazılarımdaki görüşler, kendi görüşlerinin savunusu ve geliştirilmesi olarak

kabul edilmektedir Öcalan tarafından. Ve böyle anlaşılması istenmektedir.

Bu cinayet işleyen, muhtemelen, cinayetini, Öcalan’ın görüşlerini tartışılmaz kılma adına

işlemiş olsa gerektir. Çünkü yüzeysel bir bakışla, benim Öcalan’ın “Türklerin ve Kürtlerin

kurucu Olduğu Cumhuriyet” sözüne karşı olduğum bu nedenle de Öcalan’a karşı görüşlere

gazete sayfalarında hiç olmazsa yazı başlığı olarak yer vermemek için, küçük bir hileye baş

vurulmuş gibi kavranılmış ya da böyle yapılmıştır ya da böyle temellendirilmiştir

muhtemelen.

Ancak bu doğru değildir. Eğer gerçekten içten gelen, demokratik bir cumhuriyet olarak

savunulsa, pek ala, Öcalan’ın bize ilişkin bütün o söyledikleri, yazıya dokunmamanın bir

gerekçesi ya da bahanesi olarak da iyi bir sığınak sunar.

Niçin bu tercih edilmemektedir de, tam tersi tercih edilmektedir. Çünkü, ulusun tanımından

dilin, dinin, kavmin, soyun çıkarılması benimsenmemektedir. Yani Öcalan’ın “İlkel

milliyetçilik” dediğine yakınlık duyulmaktadır. Ama bu açıkça ifade edilmemekte, sanki

yazımın başlığı değiştirilerek ve bana haber verilmeyerek, küçük hilelerle Öcalan

savunuluyormuş gibi yapılarak, aslında Öcalan’ın savunduğu demokratik milliyetçilik

anlayışı sabote edilmektedir.

Buraya kadar söylediklerim biçimsel yanıdır. Elbette ben Öcalan’ın yazılarım hakkında

söylediklerini gerekçe göstererek onların benimsenmesi veya kabul edilmesini istemiyorum.

Bunu zaten yazdığım mektupta da açıkça belirtmiştim. Bu da bilinmektedir. Böyle şeylere

ihtiyacım yoktur.

Page 148: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

148

Bunları burada belirtmemin nedeni, yazının başlığını değiştirenin muhtemelen Öcalan’a laf

söyletmemek adına böyle bir şey yaptığı bahanesini elinden almak, Öcalan’ı savunma

postunun ardına gizlenişin ardındaki sınıfsal eğilimi ve programatik farklılığı göstermektir.

Gelelim içeriksel kanıta. Eğer gerçekten Demokratik Cumhuriyet, gerçekten ulusun

tanımından dile, etniyi vs. dışlamak kabul edilmiş olsa, benim yazımın itirazsız koyulması

gerekir. İlk bakışta benim yazımın Öcalan’ın söyledikleriyle çeliştiği bile düşünülebilir.

Ancak durum öyle değildir.

Fikirlerin özü kavrandığında, Öcalan’ın zaman zaman söylediği “Türklerin ve Kürtlein kurucu

olduğu” cumhuriyet gibi sözler, kısmen bir kavramsal netlik olmamasından kaynaklandığı

gibi, aynı zamanda burada Öcalan, bu sözleriyle Ulusun Kürtlere ve Türklere göre, yani bir

yerine iki etniye ve dile göre tanımlanmasını değil; Kürtlerin ve Türklerin dile ve etniye göre

tanımlanmayacak, ulusun kurucuları olmasını kastetmektedir. Yani Kürtler ve Türkler burada,

ulusun tanımında dayanılacak etni, dil, ya da “ulusları” değil; kuracakları ulusu kendilerine

göre tanımlamayacak Toplumsal güçleri ifade etmektedir.

Ancak, bir “ilkel milliyetçi” “Kürtlerin ve Türklerin kurucu” olmasını, ulusun tanımı olarak

görür ve anlar. İşte benim yazımda yaptığım da tam da bu görüşün ve anlayışın üzerine

gitmekti. Tam da üzerine gittiğim için, yazım kaza süsü verilmiş ve sözde Öcalan’ı savunan

bir cinayete kurban gitti.

Öcalan’ın son görüşme notlarında bu çok açıktır. Öcalan kendini sürekli geliştirmeye çalışan

ve düşünen bir insan olarak, son görüşme notlarında bu noktayı daha da açık olarak

koymaktadır.

Örneğin şöyle diyor:

“Biz demokratik bütünlüğü geliştiriyoruz. Devletin üst kimliği içinde bütün kültürler

kendilerini ifade eder; demokratik bütünlük içinde her kültür kendini özgürce ifade eder

diyoruz. Devletin üst kimliği vatandaşlık bağını ifade eder. Avrupa ulusu da bir üst kimliktir.

25 devlet Avrupa Anayasasına imza attılar. Avrupa ulusu kavramı ilan edildi. Avrupalılık bir

üst kimliktir. Bu Avrupa’da nasıl oluyorsa, Türkiye’de de olabilir. Türkiye’deki farklı milletler

Türkiye ulusu içinde yer alır. Her millet kendi dilini özgürce kullanır, yayınını yapar,

eğitimini yapar, kültürünü özgürce geliştirir.

Bir formül öneriyorum. Bundan sonra önerim şu: Üç kimlikli hareket edilecek. Birincisi

Avrupa ulusu, ikincisi Türkiye ulusu, üçüncüsü her etnik kimliğin kendi kavimsel özelliğidir.

Örneğin Avrupa ulusundanım, Türkiye ulusundanım, aynı zamanda Kürd’üm, Türk’üm,

Çerkez’im. Böyle devam eder”

Çok açık ki, Türkiye’yi coğrafi bir kavram olarak ele almakta, resmi dili teknik bir sorun

olarak almakta, bunun ötesinde tamı tamına bizim yazımızda önerdiğimiz biçimde, tüm

dillerin eşitliğinden söz etmektedir. Ulusu etnilerin toplamı olarak tanımlamamaktadır.

Avrupa ve Türkiye’yi politik olarak tanımlarken, “etnik kimliğin kavimsel özelliği”nden söz

etmekte, etniyi politik alanın dışına atmaktadır. Bu tamı tamına bizim dediğimize denk

düşmektedir.

Page 149: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

149

Yani yazımın başlığını değiştirip sansür edenler, fiilen özünde Öcalan’ın yaklaşımını sansür

etmektedirler.

Bunları belirtmemin nedeni Öcalan’ın ardına gizlenmek değildir. Sadece yazıyı sansür

edenlerin Öcalan’ın ardına gizlenmelerini engellemek için belirttim.

Öcalan savunur ya da savunmaz: benim görüşlerim bellidir. Bunları Orta doğu için

Demokrasi manifestosu adlı metinde yazdım. Bana bu gazetede yazmam teklif edildiyse bu

görüşlerim bilinerek, bunları savunacağım bilinerek teklif edilmiş demektir. O halde,

görüşlerime karşı böyle gizlice yapılmış sansürleri kabul etmem mümkün değildir.

Ve kamu oyu önünde açıkça bir özeleştirisi yapılmadıkça, ve en iyisi bu mektubum açıkça

yayınlanmadıkça, yazmaya devam etmemin söz konusu politik çizgiyi ve davranışları

gösterenleri güçlendireceği ve cesaretlendireceği için gazetenize yazmayacağımı bildiririm.

Saygılarımla

Demir Küçükaydın

15 Kasım 2004 Pazartesi

*

Salto Mortale

Kürt özgürlük hareketi, Öcalan’ın kaçırılışından ve mahkemeye çıkarılışından sonra, yeni

programatik ve stratejik yönelişlerini Öcalan’ın ağzından ilk olarak açıkladığında, herkes

şaşkınlık içinde felç olmuşken, biz bunu, “bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme

niyeti” ve projesi olarak selamlamıştık. Ama aynı zamanda, bu girişimin önemini ve

zorluklarını vurgulamak için, bunun aynı zamanda bir “Salto Mortale” (Ölüm Perendesi)

olduğunu da ekliyorduk.

Niçin ölüm perendesidir? Ölüm perendesinde, Yer çekiminin gücüne karşı eski bastığınız

yerden kopmuşsunuzdur, ama henüz yeni bir yere de ulaşmamışsınızdır. Boşlukta ve yer

çekiminin dayanılmaz gücünün baskısı altındasınızdır. Yeterince hızlı ve atik değilseniz, derin

bir boşluğa ya da kafa üstü düşmenizi hiçbir güç engelleyemez.

Bir Ulusal hareketten sosyal harekete dönüşme de, o ana kadar dayanılmış toplumsal güçlerin

en azından bir kısmıyla kopmak, buna karşılık başka güçlerle birleşmek demektir. Ve bu

güçler, bir mıknatısın uçları gibi birbirini iten güçler ise, arada bir boşluk vardır ve birini

kaybetmeden diğerini kazanamazsınız. Birini kaybetmeyi göze aldığınız takdirde diğerini

kazanacağınızın garantisi yoktur; ama kaybetmeyi göze almadan da kazanma şansınız yoktur.

Öte yandan bundan kaçma şansınız da yoktur. Yapmadığınız takdirde yine öleceksinizdir ama

bu sefer sürünerek.

Yirminci yüzyılın bütün mücadeleleri bu “salto mortale” sorunuyla yüzleşmek zorunda

kalmıştır. Ve ancak buna cesaret edenler belli bir başarı kazanabilmiştir.

Sorunun özü şöyle de ifade edilebilir: işçilere ya da diğer yoksul tabakalara dayanan bir

hareket, burjuvaziyi kaybetmeden ve onun tarafından kaybedilmeden, diğer ezilenleri

Page 150: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

150

kazanamaz. Bu ise, o hareket içinde, başka bir program ve strateji için burjuvaziye karşı bir iç

savaş demektir.

Bunu bir matematik formüllerle ifade etmeyi deneyelim. Düz mantık sorunu şöyle görür: işçi

sınıfı + köylüler ve küçük burjuvazi + burjuvazi. Bu sınıfların ortak cephesi kurulursa en

geniş cephe kurulmuş olur. Böylece başarı için en büyük güçlerin bir araya getirilmesi koşulu

tamamlanır.

Bu ister bir ulusal hareket, ister demokrasi mücadelesi, ister kadınların veya Alevilerin

hareketi olsun, hep o öznenin birliği olarak ifade edilir. “Halk Cephesi” denirdi geçen

yüzyılın sosyalist hareketinde buna. Şimdi “Demokrasi Güçlerinin Birliği”, “Alevilerin

Birliği”, “Kadınların Birliği”, “Kürtlerin Birliği” biçiminde, o öznenin adıyla anılıyor.

Ancak bu mantığın çok basit bir temel hatası vardır. Bu mantık basit aritmetiğin mantığıdır,

cebirin değil. Bu mantık, sıfırın ve eksilerin bilinmediği bir dünyanın mantığıdır. Dolayısıyla

bu formül gerçek ilişkileri yansıtmaz.

Gerçek ilişkilerde, yukarıdaki işçiler+köylüler+burjuvazi formülünde, burjuvazinin önünde

bir eksi işareti vardır. Dolayısıyla, işçiler veya yoksullar burjuvaziyi kaybetmeyecek

programlara yöneldiklerinde, diğer yoksul ve ezilenleri kaybederler.

Türkiye’nin sosyalist ve devrimcileri, bütün o radikal ve devrimci söylemlerine rağmen,

hiçbir zaman burjuvaziyi kaybetmeyi göze alan somut bir program koyamadılar. Yani

bürokratik, askeri ve militer devletin tam bir tasfiyesi; ulusun tanımından tüm din, dil, etni

belirleyicilerinin çıkarılması; bütün dil ve kültürlerin eşitliği hiçbir zaman somut ve acil bir

program olarak onların programı olmadı. Çünkü, bu, yerine ve hareketine göre, “anti

emperyalist”, “milli”, “liberal” gibi sıfatlarla anılan burjuvaziyi karşıya almak dolayısıyla da

“Halk cephesini” zayıflatmak olarak görülüyordu. Ama bu burjuvaziyi yitirmeme kaygısı, en

büyük devrimci demokratik gücün, ezilen ulusun yitirilmesine yol açıyordu. Burjuvaziyi

kaybetmeyi göze alamadığı için Kürtleri kazanamıyordu. Yani Yetmişli yıllarda görkemli bir

yükseliş yaşayan Türkiye sosyalist hareketi, bir ölüm perendesine cesaret etmek bir yana,

sorunu böyle koymadı bile. Bunun için de yenildi. Sanılanın aksine yenilginin gerçek nedeni,

sosyalist hareketin bu programatik ve stratejik günahıdır.

İşti şimdi aynı sorunla Kürt hareketi karşı karşıyadır. Bütün Kürtlerin Birliği, tıpkı Halk

Cephesi gibi, bir hayaldir. Olduğunda da burjuvazinin önderliğinde bir birlik demektir zaten.

Kürt özgürlük hareketi, Türkiye’nin ve diğer orta doğu halklarının ezilenlerini kazanmak

istiyorsa, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi göze almak zorundadır. Kürt burjuvazisini

kaybetmeden diğerlerini kazanamaz. Bunu yapmadığı takdirde akıbetinin ne olacağını görmek

istiyorsa, Türk sosyalistlerine baksın.

Ama bunu yapmak ve başarmak ise; her şeyden önce bu sorunu ve zorluğu açıkça ortaya

koyup onları açıkça tartışmakla olur. Ancak o zaman ezilenlerin inisiyatifi ve yeni güçler

harekete geçip zorlukları aşma olanakları sunarlar.

Şimdiye kadar bütün diğer Partiler bu temel soruna gözlerini kapadılar, ve gözlerini

kapadıkları bu sorun tarafından çarpıldılar. Demokratik Toplum Hareketi de şimdiye kadar

değişik bir performans gösterebilmiş değil. Ne burjuvaziyi yitirmeyi göze alabiliyor, ne de bu

Page 151: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

151

göze alışın ortaya çıkaracağı sorunları ve bunların nasıl aşılabileceğine dair bir tartışmayı.

Dolayısıyla öncekilerle aynı akıbete uğramaması için bir neden yok.

Pek iç açıcı bir sonuç değil ama böyle. Dost acı söyler!

18 Kasım 2004 Perşembe

demiraltona@hotmail. com

http: //www. comlink. de/demir/

*

Geliyorum Diyen Felaket

Bugünkü Irak, giderek, parçalanmadan önceki Yugoslavya’ya benziyor. Orada da, tıpkı bir

zamanların Yugoslavya’sında olduğu gibi etniler ve dinler bölünmesine karşı çıkanların sesi

daha az duyulur oluyor ve etkileri azalıyor. Bir çok gazeteci gibi, Cemal Uçar’ın da aktardığı

izlenimler, bir etniler ve dinler boğazlaşmasına doğru hızla yol alındığını gösteriyor.

Etniye, dile, soya, dine, tarihe dayanan gerici milliyetçilik, doğduğu günden beri, her zaman

halkların katliamlarına yol açmıştır. En katliama yol açmadığı yerlerde bile, zorunlu kitle

sürgünlerine.

Bu milliyetçiliğin ilk büyük zafer yürüyüşü Balkanlarda oldu. Bunu Balkanlar’dan

Müslümanların sürülüşü ve daha sonra da bizzat kalanların birbirini boğazlaması izledi. Bunu,

Anadolu’daki Ermeni katliamları, Mübadeleler izledi; onu Yahudilerin toplu imhası. Pek az

bilineni ve bu gün Hitler’in günahları nedeniyle sözü edilmeyeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan

sonra yine bu gerici milliyetçiliğin bütün Avrupa’da milyonlarca Almanın sürülmesine ve bu

sürgünlerde tıpkı Ermenilerinkinde olduğu gibi yüz binlerce, kimi tahminlere göre

milyonlarca insanın ölümüne yol açtığıdır. İsrail, tıpkı Türkiye’nin Ermeni, Süryani

katliamları ve Rum mübadeleleri üzerinde yükselişi gibi, Arapların sürülüşü ve katliamı

üzerinde var oldu. Ve şimdi Irak dolu dizgin bu noktaya doğru gidiyor.

Bu gidiş durdurulabilirdi. Barzani ve Talabani, eğer PKK gibi bir programa sahip olsalardı,

ulusu Kürtlük veya Araplık gibi, etnik, dilsel, tarihsel biçimde tanımlamayıp, Irak’ta, tıpkı

gerçek bir laik sistemde devletin nasıl dini olmaz ve bütün dinler eşit olursa, dili, etnisi, soyu,

tarihi olmayan bir demokratik Irak ve Orta Doğu’yu savunsalardı, bütün bölge ezilenlerinin

kalplerini ve desteğini kazanırlar; Irak’ı parçalamak isteyen ve bunun için de Irak’ı dil, etni ve

din dengelerine göre örgütleyerek bu türden bölünmelerin yolunu açan ABD ve diğer

emperyalistlere karşı direnişin mayalandığı bir merkez olabilirlerdi. Böylece Irak’ın, ve

muhtemelen sonra da bütün Orta doğu’nun bu kanlı boğazlaşmaya gidişini durdurabilirlerdi.

Ama bunu yapabilecek ne sınıfsal temelleri vardı ne de ideolojik şekillenmeleri. Kerkük’ün

Kürtlüğü noktasında yoğunlaşarak; daha önce Saddam’ın etniye dayanan milliyetçiliği ile

yaptığına, yani Kürt ve Türkmenleri Kerkük'ten sürmeye; aynı mantıkla cevap vermeye

kalktılar. Bir tarihsel haksızlığı yeni bir haksızlıkla düzeltmeye kalktılar.

Page 152: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

152

“Kerküğün Kürt veya Arap olması önemli değildir. Bizler insanların Kürt, Arap, Türkmen,

Ermeni, Süryani; Sünni, Şii olmalarının hiçbir politik anlamlarının olmadığı bir demokratik

Irak istiyoruz. Bu demokratik Irak’ın, tarihi, dili, dini, etnisi olması gerekmiyor. Tıpkı

Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık ve onun insan ve yurttaş olarak hak ve görevleri ulusu

tanımlamalıdır” demediler.

Elbette, Kürtler, bu bizzat kendileri gerici ulusçuluğa göre şekillenmiş, dile, etniye, dine,

soya, tarihe dayanan devletlerde ezilmektedirler. Ama bu ezilmeden kurtulmanın yolu,

kurbanı olunan gerici milliyetçiliğin bir benzeri olamazdı. Elbette çok elverişli güç

dengelerinde bu da olur ve her zaman olduğu gibi, yine etnilerin, dillerin, dinlerin sürgün ve

imhasıyla olur.

Ama büyük politikacı, Tarihin önüne sunduğu istisnai anda, güçlü olduğu noktada, var olan

paradigmaları aşıp, yeni bir açılım getirendir. Barzani ve Talabani, bu fırsatı elde ettiler ve her

zaman olduğu gibi, sınıfsal konumları, ideolojik şekillenmeleri nedeniyle Padişah olsa

soğanın cücüğünü yiyecek bir çobandan daha fazla bir ufuk genişliği ve çözüm gücü

gösteremediler.

İşin kötüsü, kendisi bizzat Kürtlerin de büyük felaketlerine yol açacak bu politika, PKK gibi

şu an bu etniye, dile, oya dayanan milletçiliği aşabilecek ve bunu programlaştırmış biricik

hareketin de sarsılmasına yol açtı.

Çok yazık! PKK’nın politikasının ve projesinin, Orta Doğu’da ulusları dile, dine, soya, etniye

gör tanımlayanlarla bölünmüş bir Demokratik Cumhuriyetin biricik doğru proje ve politika

olduğu, kanlı katliamlar ve sürgünlerden geçerek anlaşılacak. Ve bu anlaşıldığında insanlar

dillere, dinlere, etnilere göre öylesine derin bölünmelere uğramış olabilir ki, tekrar bir birliğin

bütün yolları tıkanmış olabilir.

ABD buna oynuyor. Kendileri gerici milliyetçiliğe dayanan ve bun nedenle Kürtleri ezen

uluslar ve devletlere ile; onlara karşı yine onların dayandığı milliyetçilik anlayışıyla cevap

vermeye kalkan Barzani ve Talabaniler bu oyunun başarısının en büyük destekçileri oluyor.

*

Bosna’daki savaşın en hızlı günlerinden birinde çalıştığım taksiye Yugoslavya’dan geldiği

belli olan Boşnak olduğunu sandığım bir genç binmişti. Konuşurken Sırp mı, Hırvat mı,

Boşnak mı olduğunu sormuştum. “Saraybosnalıyım” demişti.

Şehrini sormadığımı, Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğun sorduğumu söyleyip soruyu

tekrarlayınca; o da tekrar “Saraybosnalı’yım” dedi. O zaman bunu bilinçli olarak söylediğini

fark ettim. Karşımdakinin soya, etniye, dile, dine dayanan milliyetçiliği reddeden biri

olduğunu tahmin edemezdim. Karşımda, hala o etniler ve dinler boğazlaşmasında beynini ve

yüreğini yitirmemiş bir insan vardı. Kendisini Boşnak, Sırp, Hırvat vs. olarak, bir etniye, bir

dine göre tanımlamayı reddediyordu.

Bu gün de Irak’ta (Sadece Irak’ta mı? Her yerde ama Özellikle Orta doğu’da) “Türk müsün,

Kürt müsün, Arap mısın, Fars mısın, Yahudi misin? ” sorusuna, her türlü etnik, dilsel, dinsel,

tarihsel göndermeyi reddederek, Kerküklüyüm, Musulluyum; Bağdatlıyım, diyecek, Kürt,

Türk, Arap, Fars olmayı reddedecek, o Saraybosnalı genç gibi insanlar gerekiyor.

Page 153: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

153

27 Temmuz 2004 Salı

demir@demirden-kapilar. net

http: //www. comlink. de/demir/

*

Akıntıya Karşı

Birinci Dünya Savaşı patladığında, hemen hemen bütün ülkelerin işçileri kendi

burjuvazilerinin ardında saf tutmuş; o muazzam Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi savaş

kredilerine oy vermiş ve İkinci Enternasyonal bir anda çökmüştü. Bu müthiş savrulma

karşısında aklını ve yüreğini yitirmeyen; “akıntıya karşı” duran bir avuç sosyalist, İsviçre’nin

Zimmerwald adlı dağ köyünde toplandıklarında topu topu dört at arabasına sığıyorlar ve

“Enternasyonal’in kuruluşundan yarım yüz yıl sonra, bütün dünyanın enternasyonalistleri

dört at arabasına sığacak kadar kalmışız” diye kendi aralarında trajik durumu ifade eden

espriler yapıyorlardı.

Ama çok değil, üç yıl sonra, o dört at arabasına sığan devrimcilerin programı, tüm ülkelerin

işçilerinin ve köylülerinin programı haline geliyor, milyonlarca işçi ve köylü; ezilen halklar

elleri veya ayaklarıyla bu programa oy veriyorlardı.

Yeni ve sağlam bir başlangıç yapmak için, dört araba kararlı insanın hiç de az bir sayı

olmadığını tarih göstermiş bulunuyor.

Şimdi Orta Doğu’da olan da benzeri bir durum. Elbette ortada Enternasyonaller yok. Egemen

ulusların (Türk, Arap, Fars, İbrani) işçi ve sosyalistleri yurttaşı oldukları, ulusu dile, etniye,

soya, dine göre tanımlayan devletlerin bu niteliğini sorgulamayı akıllarından bile

geçirmiyorlar.

Tam da ulusun dile, dine, etniye, soya, tarihe göre tanımlanması nedeniyle baskı altında

olanlar ise (Filistinliler, Kürtler, Hıristiyanlar, Sünniler, Şiiler) kendilerinin ezilmesine yol

açan modeli sorgulamayı akıllarından bile geçirmeden, aynı modele göre ezilmelerine karşı

direniyorlar.

Bütün bunun bir tek istisnası, yirminci yüzyılın son büyük devrimci kabarışının, yani 1968’in

çocuğu olan; yirminci yüzyıla damgasının vuran, Çin, Yugoslavya, Küba, Vietnam’da ulusal

kurtuluş hareketlerini başarıya götüren ve yoksullara dayanan partilerin son örneği olan PKK.

Bu örgütün önderi olan Öcalan, Mao, Tito, Ho, Fidel’lerde ifadesini bulan çizginin son

temsilcisiydi.

Sadece bu parti, ulusun tanımından dili, dini etniyi dışlayarak; ulusal baskılara son verme

programına sahipti. En dinamik ulusal harekete dayanan en büyük parti arkasındaki kitle

desteğini koruduğu ve bu çizgiyi sürdürdüğü sürece, Orta Doğu’daki halkları bir Yugoslavya

veya Kafkaslarda olduğu gibi salhaneye sürmek kolay değildi. Bu nedenle bütün

emperyalistler ve bölge devletleri, Kürt burjuvazisinin de içerden ve dışardan işbirliği ile bu

örgütü çökertmeyi ve desteği yok etmeyi temel görev bellediler. Ama yine de elle tutulur bir

başarı elde edemediler.

Page 154: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

154

Bütün bu muazzam komploya yine de uzun süre direnildi. Ancak, şimdi ABD’nin Irak’ı

işgalinden beri, durum tamamen değişmiş bulunuyor. Şimdiye kadar, açıktan karşı

duramayacağını bildiğinden, onu içinden etkilemeye ve yönlendirmeye çalışan burjuvazi,

artık hızla kopuyor ve açıktan karşı çıkıyor. Hala etki alanında kalanlar ise, giderek daha bir

saldırgan dille konuşuyor ve pervasızlaşıyorlar. Örgütün bürokratlaşmış kadroları bu gidiş

karşısındaki sessiz duruşlarıyla bu gidişi destekliyorlar. Koca örgüt tıpkı bir zamanların İkinci

Enternasyonal’i gibi giderek içi çürümüş bir ağaç gövdesine benziyor. Örgütün kadroları

saldırılara ideolojik olarak teslim olmuş bulunuyor. Şu ana kadar ister içerden, ister dışardan,

ister ayrılanlardan gelen eleştiri ve argümanlara karşı bir tek tutarlı ve cepheden karşı çıkış

bile görülmedi.

Böyle durumlarda bütün kararsız unsurları dışlayıp, az öz ve kararlı insanlarla yola çıkmanın

hayati önemi vardır. Bölge tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcındaki gibidir.

Birinci Dünya Savaşında, savaşın patlaması ister istemez kesin bir ayrışmaya yol açmıştı;

PKK’da ise ortada hala neredeyse bir devlet gibi bir yapı olduğundan, projesine karşı olanlar

onun içinde ve çevresinde bulunmaya devam etmektedir.

“Bu örgütün ve hareketin olanaklarının hiç biri olmasaydı, o zaman hala kim bu projeyi

savunurdu? ” kriteriyle iş görmek ve böylece bütün güvenilmez ve çürüklerden arınmak

gerekir.

Bu gün akıntıya karşı durmayı bilecek, dile, dine, soya, etniye dayanan ulusçulukla hiç bir

tereddüte yer vermeden bölünecek ve ona açıkça karşı duracak; en azından, dili, etnisi, dini

olmayan, insan haklarına dayanan devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu savunacak dört at

arabasını dolduracak insan çıkarsa, Orta Doğuyu bekleyen kanlı boğazlaşmalar, çürümeye

değil bir sıçrayışa varabilir.

Zimmerwald’ın dört arabaya sığanları olmasaydı; savaşın boğazlaşmaları devrimlerle değil;

perspektifsizlik ve çürümeyle sonuçlanırdı.

demir@gmx. li

http: //www. comlnik. de/demir/

20 Eylül 2004 Pazartesi

*

Şu Azınlıklar Tartışması

Gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan tutarlı bir Devrimci Demokrasinin yokluğu

nedeniyle, hemen her tartışmada olduğu gibi azınlıklar konusunun tartışılmasında da, tüm

kavramlar anlamlarını yitiriyor; herkes tam bir köle diliyle konuşuyor ve tartışmalar netlik

sağlamak bir yana kafa karışıklıklarıyla sonuçlanıyor.

Şu an Türkiye’de şu görüşleri savunan bir Fikir Akımı, bir Toplumsal Hareket, bir Parti

olduğunu var sayalım:

Page 155: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

155

“Ulusun dile, dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlanması bir gericiliktir. Devletin nasıl

dini yoksa ve olmaması gerekiyorsa, yani inanç “özel” bir sorun ise, dil, din, etni, kültür de

öyle olmalıdır. Devletin dili, dini, etnisi, tarihi, soyu, sopu olduğu yerde otomatik olarak baskı

altındaki azınlıklar da oluşur. ”

Böyle bir çizgi karşısında, bu gün ortalığı kaplamış görüşlerin gerici ve uzlaşmacı nitelikleri

apaçık ortaya çıkardı.

*

Azınlıklar sorunu, birisi ezilenleri bölücü ve gerici; diğeri devrimci ve demokratik olmak

üzere iki şekilde “çözülebilir”.

Birincisi, o azınlıkların tanınmasıdır. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Türkiye’de

devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise de, devlet laik değildir ve Sünni İslamın özel bir

yorumu devletin gayrı resmi dinidir. Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere

imam atar, onların maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vs. . Bütün bunların laiklikle hiçbir

ilgisi yoktur. Şimdi böyle bir devlette, Alevilerin de tanınması, yani örneğin Cem Evlerinin de

Camiler gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, Sünnilere tanınan ayrıcalıkların aynen

Aleviler için de geçerli olduğunu var sayalım.

Bu “çözüm” gerici bir “çözüm”dür. Bu çözüm, devletin inanç alanına karışmasını

sorgulamaz. Sadece somut olarak devletin tanıdığı ya da desteklediği din veya dinler değişmiş

olur.

Devrimci ve demokratik çözüm, devletin Alevileri de tanıması değil, dini tümüyle özel bir

sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşitliği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır.

Yani örneğin İmamların maaşının, yetiştirilmesinin vs. de tıpkı şimdi Alevilerde olduğu gibi

bütünüyle cemaatin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır. Devletin görevi, çoğunluk dininin,

azınlık inançlarını baskı altına almasını engellemek olur. Yani en Sünni semtte bile, isteyenin

ramazanda güpe gündüz yemek yeme hakkını savunmak olur.

Türkiye’de bir politik İşçi Hareketi, dolayısıyla Devrimci Demokrasi bulunmadığı için, bu

alandaki bütün tartışmalar, gerici çözüm çerçevesinde yapılmakta, Burjuvazin ile bürokrasi

arasındaki o kayıkçı dövüşü ve zımni uzlaşma teşhir edilememektedir. Bu gün mazlum rolü

oynayan, politik İslam bayraklı Anadolu Burjuvazisi, hiçbir şekilde böyle bir tutarlı laikliği

savunmamaktadır. Onun sorunu, devletin resmi İslam’ının kendi savunduğu İslam

olmamasıdır. Tersinden Aleviler de, çoğu kez gerçek bir laiklikten ziyade, ya politik İslam'a

karşı resmi İslamla ittifaka girmekte ve bürokrasinin yedeği olmaktadırlar ya da Aleviliğin de

tanınması gibi gerici talepler ileri sürmektedirler.

Halbuki gerçek bir laiklik programı, sadece Alevilerin değil, Ateistler, Eziciler, Hıristiyanlar

gibi tüm diğer inançların da sorunlarını bir çırpıda ve kökten çözer.

Sorun aynen ulusal sorunda da görülmektedir. Şimdi Kürtler “biz Asli unsuruz” diyerek

aslında tıpkı, Alevilerin de gerçek bir laiklik yerine Sünnilerle aynı haklardan yararlanma

politikasına benzer bir politika izlemektedirler. Yani devletin Türk devleti olmaktan çıkıp,

Türk-Kürt devleti olmasını istemektedirler. Evet bu da bir “çözüm” olabilir, ama tıpkı

Alevilerin diyanette yer alması gibi bir “çözüm”dür. Demokratik bir Cumhuriyet ile böyle bir

Page 156: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

156

talebin ilişkisi olmaz. Sorun devletin Kürt-Türk devleti olması değil, Türk devleti olmaktan

çıkarılmasıdır.

Demokratik bir Cumhuriyette, devletin nasıl dini olmazsa, din nasıl bütünüyle özel bir sorun

olarsa, devletin dili, etnisi, soyu, tarihi de olmaz. Ulusun tanımı bunlarla değil, insan

haklarıyla yapılır. Örneğin tüm dillerin ve kültürlerin eşitliği, herkesin ana dilinde eğitim

hakkı. Böyle bir toplumda, her hangi bir dil ya da kültür imtiyazlı olmayacağından, her hangi

bir etnik, kültürel ya da dilsel politik azınlık da olmaz. Tıpkı gerçek bir laiklikte devletin dini

olmadığı için herhangi bir dinsel politik azınlık da olmayacağı gibi.

Her hangi bir veya birkaç dilin, bir ortak konuşma dili olarak seçimi ise, teknik bir çözümdür

ulusun tanımına ilişkin değildir. Bu dilin en büyük çoğunlukların, örneğin Türklerin ve

Kürtlerin dili olması bile gerekmez, pek ala o ülkede hiç konuşulmayan bir dil, örneğin

İngilizce bile seçilebilir.

En devrimci demokratik eğilimleri dile getiren Kürt hareketi bile, hala sorunu kurucu asli

unsur çerçevesinde tartışmakta; ulusun dile ve etniye göre tanımlanmasını sorgulamamakta;

tutarlı bir devrimci demokrasi programını ortaya koyamamaktadır.

Ama bu geri çekilişten dolayı Aleviler gibi Kürtler de suçlanamaz. Bunun baş suçlusu, böyle

bir programı bayraklarına yazmayan sosyalistlerdir. Türkiye’de veya Orta Doğu’da ulusu dil,

etni, din, kültürle tanımlamayı reddeden ve buna karşı mücadele eden gerçek bir Demokratik

Cumhuriyeti savunan politik işçi hareketi olmadığı için, Kürt hareketi de kendi devrimci

demokratik eğilimlerini ifade edememektedir.

Görev, inancın, dilin, kültürün kişisel bir sorun olduğu, bütün dil, inanç, kültür ve dillerin eşit

olduğu gerçek bir Demokratik Cumhuriyet’i savunacak devrimci demokratik bir politik akım,

bir hareket ve politik bir örgüt ve güç yaratmaktır. Ancak böyle bir program ve çizgi, bu gün

ortalığı kaplamış güçlerin, gerici ve uzlaşmacı niteliklerini görmeyi sağlayan bir mihenk taşı

olabilir ve devrimci demokrasiyi daha tutarlı bir çizgiye çekebilir.

demir@gmx. li

http: //www. comlink. de/demir/

18 Ekim 2004 Pazartesi

*

Salto Mortale

Kürt özgürlük hareketi, Öcalan’ın kaçırılışından ve mahkemeye çıkarılışından sonra, yeni

programatik ve stratejik yönelişlerini Öcalan’ın ağzından ilk olarak açıkladığında, herkes

şaşkınlık içinde felç olmuşken, biz bunu, “bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme

niyeti” ve projesi olarak selamlamıştık. Ama aynı zamanda, bu girişimin önemini ve

zorluklarını vurgulamak için, bunun aynı zamanda bir “Salto Mortale” (Ölüm Perendesi)

olduğunu da ekliyorduk.

Page 157: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

157

Niçin ölüm perendesidir? Ölüm perendesinde, Yer çekiminin gücüne karşı eski bastığınız

yerden kopmuşsunuzdur, ama henüz yeni bir yere de ulaşmamışsınızdır. Boşlukta ve yer

çekiminin dayanılmaz gücünün baskısı altındasınızdır. Yeterince hızlı ve atik değilseniz, derin

bir boşluğa ya da kafa üstü düşmenizi hiçbir güç engelleyemez.

Bir Ulusal hareketten sosyal harekete dönüşme de, o ana kadar dayanılmış toplumsal güçlerin

en azından bir kısmıyla kopmak, buna karşılık başka güçlerle birleşmek demektir. Ve bu

güçler, bir mıknatısın uçları gibi birbirini iten güçler ise, arada bir boşluk vardır ve birini

kaybetmeden diğerini kazanamazsınız. Birini kaybetmeyi göze aldığınız takdirde diğerini

kazanacağınızın garantisi yoktur; ama kaybetmeyi göze almadan da kazanma şansınız yoktur.

Öte yandan bundan kaçma şansınız da yoktur. Yapmadığınız takdirde yine öleceksinizdir ama

bu sefer sürünerek.

Yirminci yüzyılın bütün mücadeleleri bu “salto mortale” sorunuyla yüzleşmek zorunda

kalmıştır. Ve ancak buna cesaret edenler belli bir başarı kazanabilmiştir.

Sorunun özü şöyle de ifade edilebilir: işçilere ya da diğer yoksul tabakalara dayanan bir

hareket, burjuvaziyi kaybetmeden ve onun tarafından kaybedilmeden, diğer ezilenleri

kazanamaz. Bu ise, o hareket içinde, başka bir program ve strateji için burjuvaziye karşı bir iç

savaş demektir.

Bunu bir matematik formüllerle ifade etmeyi deneyelim. Düz mantık sorunu şöyle görür: işçi

sınıfı + köylüler ve küçük burjuvazi + burjuvazi. Bu sınıfların ortak cephesi kurulursa en

geniş cephe kurulmuş olur. Böylece başarı için en büyük güçlerin bir araya getirilmesi koşulu

tamamlanır.

Bu ister bir ulusal hareket, ister demokrasi mücadelesi, ister kadınların veya Alevilerin

hareketi olsun, hep o öznenin birliği olarak ifade edilir. “Halk Cephesi” denirdi geçen

yüzyılın sosyalist hareketinde buna. Şimdi “Demokrasi Güçlerinin Birliği”, “Alevilerin

Birliği”, “Kadınların Birliği”, “Kürtlerin Birliği” biçiminde, o öznenin adıyla anılıyor.

Ancak bu mantığın çok basit bir temel hatası vardır. Bu mantık basit aritmetiğin mantığıdır,

cebirin değil. Bu mantık, sıfırın ve eksilerin bilinmediği bir dünyanın mantığıdır. Dolayısıyla

bu formül gerçek ilişkileri yansıtmaz.

Gerçek ilişkilerde, yukarıdaki işçiler+köylüler+burjuvazi formülünde, burjuvazinin önünde

bir eksi işareti vardır. Dolayısıyla, işçiler veya yoksullar burjuvaziyi kaybetmeyecek

programlara yöneldiklerinde, diğer yoksul ve ezilenleri kaybederler.

Türkiye’nin sosyalist ve devrimcileri, bütün o radikal ve devrimci söylemlerine rağmen,

hiçbir zaman burjuvaziyi kaybetmeyi göze alan somut bir program koyamadılar. Yani

bürokratik, askeri ve militer devletin tam bir tasfiyesi; ulusun tanımından tüm din, dil, etni

belirleyicilerinin çıkarılması; bütün dil ve kültürlerin eşitliği hiçbir zaman somut ve acil bir

program olarak onların programı olmadı. Çünkü, bu, yerine ve hareketine göre, “anti

emperyalist”, “milli”, “liberal” gibi sıfatlarla anılan burjuvaziyi karşıya almak dolayısıyla da

“Halk cephesini” zayıflatmak olarak görülüyordu. Ama bu burjuvaziyi yitirmeme kaygısı, en

büyük devrimci demokratik gücün, ezilen ulusun yitirilmesine yol açıyordu. Burjuvaziyi

kaybetmeyi göze alamadığı için Kürtleri kazanamıyordu. Yani Yetmişli yıllarda görkemli bir

Page 158: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

158

yükseliş yaşayan Türkiye sosyalist hareketi, bir ölüm perendesine cesaret etmek bir yana,

sorunu böyle koymadı bile. Bunun için de yenildi. Sanılanın aksine yenilginin gerçek nedeni,

sosyalist hareketin bu programatik ve stratejik günahıdır.

İşti şimdi aynı sorunla Kürt hareketi karşı karşıyadır. Bütün Kürtlerin Birliği, tıpkı Halk

Cephesi gibi, bir hayaldir. Olduğunda da burjuvazinin önderliğinde bir birlik demektir zaten.

Kürt özgürlük hareketi, Türkiye’nin ve diğer orta doğu halklarının ezilenlerini kazanmak

istiyorsa, Kürt burjuvazisini kaybetmeyi göze almak zorundadır. Kürt burjuvazisini

kaybetmeden diğerlerini kazanamaz. Bunu yapmadığı takdirde akıbetinin ne olacağını görmek

istiyorsa, Türk sosyalistlerine baksın.

Ama bunu yapmak ve başarmak ise; her şeyden önce bu sorunu ve zorluğu açıkça ortaya

koyup onları açıkça tartışmakla olur. Ancak o zaman ezilenlerin inisiyatifi ve yeni güçler

harekete geçip zorlukları aşma olanakları sunarlar.

Şimdiye kadar bütün diğer Partiler bu temel soruna gözlerini kapadılar, ve gözlerini

kapadıkları bu sorun tarafından çarpıldılar. Demokratik Toplum Hareketi de şimdiye kadar

değişik bir performans gösterebilmiş değil. Ne burjuvaziyi yitirmeyi göze alabiliyor, ne de bu

göze alışın ortaya çıkaracağı sorunları ve bunların nasıl aşılabileceğine dair bir tartışmayı.

Dolayısıyla öncekilerle aynı akıbete uğramaması için bir neden yok.

Pek iç açıcı bir sonuç değil ama böyle. Dost acı söyler!

18 Kasım 2004 Perşembe

demiraltona@hotmail. com

http: //www. comlink. de/demir/

*

Bildiri ve Sonrasının Düşündürdükleri

Bir takım Kürt aydınları bir araya gelip International Herald Tribune bir ilan veriyorlar.

Veremezler mi? Verebilirler.

Bu ilanda Basklılar veya Türk devletinin Kıbrıs Türkleri için istediği kadar olsun haklar talep

ediyorlar. Edebilirler elbette.

Hatta isteyen Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasını, federasyonu veya ayrı devlet kurmasını

isteyebilir.

En azından bunları isteme özgürlüğünü savunmak hepimizin görevidir. Bir yanlış anlamaya

meydan vermemek için önce bunu not edelim.

Türkiye’nin devlet partisinin ve iktidar partisinin borazanlarının, içlerindeki tüm inkarcı, etnik

milliyetçi anlayışlarını ve birikmiş ırkçı kinlerini kusarak bu bildiriye ve imzalayanlara karşı

cadı kazanı kaynatmalarının da anlaşılmayacak bir yanı yok. Onlar da kendi çıkarlarını ve

imtiyazlarını savunuyorlar.

Page 159: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

159

Bunlara karşı “eleştiri silahı” değil, “silahların eleştirisi” gerekir. Bu da açıktır. Konumuz

bunlar değil bu yazıda.

Biz bu ilanın somut sosyolojik ve tarihsel anlamı üzerinde biraz duralım.

Bu ilan eylemi gerek bildirinin içeriği (ulusu etni ve dille tanımlayan ve böyle tanımlanmasını

sorun etmeyen Talepleri), gerek biçimiyle (Avrupa ve Amerikan Gazetelerine İlan, uluslar

arası burjuvaziden destek) ve imzacılarıyla (Aydınlar ve burjuvalar) Kürt Burjuvazisinin

eylemidir.

Ve Kürt burjuvazisinin, şimdiye kadar güçsüzlüğü nedeniyle ayrı bir bayrak açmaktan

korktuğu PKK – Kongra Gel çizgisiyle açık bir kopuşmaya girdiğinin ve ona karşı bayrak

açtığının bir göstergesidir.

Bu ayrışma ABD’nin Irak’ı işgalinden beri sürüyordu. Ancak kendini yeterince güçlü

hissetmediği ve tabanını etkilemek bakımından daha uygun bir taktik olarak değerlendirdiği

için doğrudan PKK-Kongra Gel’e ve Öcalan’a karşı değil, dolaylı biçimlerde, örneğin

Türkiye solu kökenli yazarlara saldırılar biçiminde, ifadesini buluyordu.

Osman Öcalan’ın ayrılması bu ayrışmanın ulaştığı boyutun ilk işaretiydi; bu bildiri ise artık

Kürt aydınlarının ve burjuvazisinin çok büyük bir bölümünün, Öcalan’ın Programı karşısında

açıktan yer aldığını göstermektedir.

Bu da bulutsuz gökte çakan bir şimşek değildir; gören göz için her şey çok açıktı.

Burada daha kritik olan nokta, Zana ve arkadaşlarının bu bildiriyi imzalamasında ifadesini

bulan, Özgürlük hareketi saflarındaki karasızlık, programsızlık ve burjuvazi ile açıktan bir

ideolojik ve programatik kapışma konusunda gösterilen cesaretsizliktir.

Özgürlük hareketinin kendi içindeki bürokratlaşma gençlerin, kadınların ve yoksulların

devrimci ve demokratik eğilimlerini iğdiş etmektedir. Bu bürokratlar ilk fırsatta burjuvazinin

gemisine atlamak için fırsat kollamakta ve içinde bulundukları gemiyi batırmak için

ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Bu gün özgürlük hareketi çok zayıf durumdadır. Kürt burjuvazisi ABD ve Avrupa’nın

desteğine dayanmaktadır. Özgürlük hareketi hala partnersizdir. Yani Türkiye’nin emekçileri

hala dile, dine etniye göre tanımlanmayan bir demokratik cumhuriyeti; yani Türk devletinin

Türk devleti olmaktan çıkarılmasını bayrağına yazmaktan çok uzaktır. (Ve bunun en büyük

suçlusu da Türkiye’nin sosyalistleridir. )

Bu koşullarda, ABD ve Avrupa’nın desteğini almış; özgürlük hareketin bürokrasisinde gerçek

bir işbirlikçi bulmuş olan Kürt burjuvazisinin baskısını püskürtmek ve karasız ve yalpalayan

unsurları tavır almaya zorlamak için biricik güç, özgürlük hareketini destekleyen gençler,

kadınlar, yoksullar ve diğer ezilen gruplardır.

İşçi sınıfı nasıl bürokratik, baskıcı, militer burjuva devletini, sınıfsız topluma giden yolda bir

araç olarak kullanamazsa ve onu parçalamak zorundaysa; Özgürlük Hareketi de bu gün var

olan bürokratik, hantal, omurgasız aparatı devrimci demokratik bir kitle hareketi ve

örgütlenmesi yaratmakta kullanamaz; onu parçalamak; tamamen aşağıdan gelme inisiyatife

Page 160: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

160

dayanan; bürokratik ve hantal olmayan; hareketin üzerinde yükselmeyecek ve ona hizmet

edecek; onun aracı olacak yepyeni bir yapılanma oluşturmak zorundadır.

Özgürük Hareketi İçindeki kadınlar, gençler, yoksullar ve diğer ezilenler bu inisiyatifi ve

cesareti gösterebilir; hareketin içinde bir devrim başarabilirse, Türkiye’yi de Bölgeyi de alt

üst edebilecek bir süreci başlatabilirler. Ama bunun için ilk şart, gençlerin, kadınların ve

yoksulların Kürt burjuvazisine ve harekete egemen aparata isyan etmelerdir.

İsyanla da oynanmaz. Ayaklanma sanatının değişmez kuralı: hücum, hücum, hücumdur.

Tereddüt, durgunluk, uzlaşmalar düşmanın toparlanması ve yenilgi demektir.

Kendi hataları karşısında acımasızlık, cesaret, girişim ve cüret. İhtiyaç olan ve az bulunan

bunlardır.

14 Aralık 2004 Salı

demiraltona@hotmail. com

http: //www. comlink. de/demir/

*

Son Gelişmeler ve Öcalan’ın Durumu

Modern işçi hareketi bağımsız bir programla ortaya çıkıp, var olan bütün bölünmeleri ortadan

bölmediği sürece, ister dünya, ister ülke, ister örgütsel düzeylerde olsun bütün politik

manzaraya iki eğilim damga vurur.

Biri burjuvazinin reformcu, liberal eğilimi; diğeri küçük burjuvazinin radikal ve sekter

eğilimi. Bu iki eğilim sürekli olarak birbirini besler ve birbirlerinin varlılığını meşrulaştırırlar;

ama ikisi de, bizzat bu bölünmeyle bölünen gerçekten devrimci demokratik veya sosyalist

eğilime karşı suç ve çıkar ortaklığı içinde olurlar.

Bunlardan liberal ve reformist olan daima yeni olgulara dikkati çeker ve onlardan reformist

sonuçlar çıkarır; diğeri o yeni olgulara gözlerini kapayıp aslında bir şeylerin değişmediğini

söyler. Ama aslında ikisi de aynı gizli varsayımı paylaşırlar: radikaller bir şeylerin değiştiğini

kabul ettikleri takdirde karşı tarafın çıkardığı sonuçları çıkarmak gerektiğini; reformistler de

yeni olgular yoksa çıkardıkları sonuçların çıkarılamayacağını.

Ama bunların karşısında susup suç ve çıkar ortaklığı içinde bulundukları bir üçüncü alternatif

daha vardır her zaman: bir şeylerin değiştiği hem kabul edilip hem de başka devrimci sonuçlar

çıkarılabilir.

Globalleşmeden bir örnek verelim. Liberaller globalleşmenin ortaya çıkardığı yeni süreçlere

dikkati çekerek, onun nimetlerini anlatıyorlar. Peki radikaller ne yapıyor? Aynı sonuçları

çıkarmamak için neredeyse hiç bir şeyin değişmediğini söylüyor; globalleşmeye karşı çıkmak

adına kana, soya, dile, dine, etniye dayanan ulusal devletleri savunuyorlar.

Son duruşmada biri burjuva, diğeri küçük burjuva iki eğilim karşısında bir üçüncü devrimci

eğilim de vardır. Globalizm karşısında ulusal devletleri savunmak değil; nasıl tanımlanırsa

Page 161: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

161

tanımlansın tüm ulusal sınırların kaldırılmasını savunmak. Çünkü en demokratik ülkenin

ulusal sınırları bile, milyarlarca yoksulun o sınırların dışında bir hapishanede, rezervatta

yaşaması anlamına gelmektedir, yanı ırkçı bir dışlamanın aracıdır. Paranın ve malların

serbestçe dolaştığı bir dünyada, hala ulusal devletleri ve bağımsızlığı savunmak, yani iş

gücünün serbest dolaşımına karşı çıkmak aslında yoksul insanlığın kendi zincirlerini; kendi

hapishane duvarlarını savunmasıdır. O halde yapılacak iş, duvarları savunmak değil

yıkmaktır. Örneğin Avrupa Birliği’ne girmeye karşı çıkmak değil; Avrupalılığa karşı

çıkmaktır; yani Avrupa’nın sınırlarına. İşgücünün serbest dolaşımını; yani globalizmi tüm

mantık sonuçlarıyla savunmaktır. Zaten dünyanın milyarlarca emekçisi bu programa

ayaklarıyla oy verip uygulamaya geçiyor.

Ama bu alternatif karşısında, globalisti de anti globalisti de, reformisti de radikali de susuş

kumkumasına girerler.

Son ayrılıklar da böyledir. Bir yanda değişim isteyen reformist bir liberalizm diğer yanda

değerleri savunma ardına gizlenen bir sözde radikalizm.

Halbuki Demokratik Cumhuriyet ve Orta Doğu projesi, ne biri ne diğeridir?

O, ulusal ve diğer baskıları devrimci demokratik bir tarzda, ulusun tanımından dili, dini, soyu,

kültürü, etniyi çıkararak; ulusu politik anlamda etnisiz, dilsiz, soysuz, tarihsiz, dinsiz yaparak;

ve böylece gerçek bir eşitliği sağlayarak aşma projesidir.

Ama projeyi gerçekten ortaya koyup temellendiren hapiste olunca, bu onu uygulayacak sağ ve

sol, liberal ve sekter yorumlarının çarpılmasına ve çekiştirmesine uğramakta; bütün anlamını

ve vuruculuğunu yitirmekte; iğdiş olmaktadır.

Hapiste ya da sürgünde yaşamaya mahkum olup da, fikirlerini yayınlamak ya da

uygulamak için, başkalarına muhtaç olanların her zamanki kaderidir bu. Fikirlerinizin

ve önerilerinizin en yakınlarınızın elinde ve dilinde bütün içlerinin boşaldığını,

engellendiğini görürsünüz. Teori, Program, Strateji o en yakınınızdakilerin idari, teknik

ve taktik kaygılarına tabi ve kurban olur.

Newroz gösterilerinde, yüz binlerce İnsan Öcalan’a Özgürlük diye bağırdı. Bu o insanların

kendi özgürlükleriyle Öcalan’ın özgürlüğünü ayrı görmediklerini gösterir. Elbette bu

doğrudur ve Kürtler üzerindeki baskı ile Öcalan’ın içerde bulunuşu birbirinden ayrılamaz.

Ama Öcalan’ın özgürlüğü, sadece ulusal baskının sonu anlamına geleceği için değil; bizzat

özgürlük hareketi içinde onun fikirlerine ve önerilerine uygulanan baskının; bu fikir ve

önerilerin uğradığı kırılma ve anlam yitimine uğramanın bir son bulması için de gerekli.

Ve son gelişmelerin gösterdiği gibi, ikincisi olmadan birincisinin gerçekleşmesi çok zor.

demir@comlink. de

http: //www. comlink. de/demir/

22 Mart 2004 Pazartesi

*

Page 162: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

162

Seçimler, Taktikler, Program ve İdeoloji

Sınıflar ve ordular savaşı arasındaki temel fark: sınıflar savaşında biri daha baştan yenik ve

altta diğeri muzaffer ve üsttedir; ordular savaşında savaşın başında kimse yenik ya da

muzaffer değildir. İkinci bir temel fark şudur: ordular savaşında taraflar, farklı bayraklar,

üniformalar, cephe çizgileri ile en kör gözün bile seçebileceği kadar ayrıdırlar; sınıflar

savaşında ise, baştan üstte olanlar aslında daima küçük bir azınlık olduklarından, üstünlüğün

devamı ancak cephelerin karışmasıyla ve ortadakinin bir sınıf savaşı olduğunun gizlenmesiyle

mümkündür. Yani ortadakinin bir sınıflar savaşı olduğun gizlemek ve cepheler karıştırmak

bizzat o savaşın bir yürütülüşüdür üst sınıflar için.

Bu onların politikayı yapış tarzlarında da yansır, örneğin üst sınıflar, programatik ayrılıklarda,

sanki ortadaki taktik ya da örgüt anlayışına ilişkin ayrılıklarmış gibi davranırlar.

Fakat benzer eğilim, alt sınıflar içinde, çok başka bir nedenle, küçük burjuvazide de görülür.

Küçük burjuvazi, kültürel ve ideolojik olarak burjuvaziye alternatif olabilecek bir program

oluşturma yeteneğinde olmadığından, ona olan muhalefetini özellikle belli mücadele biçimleri

ve davranış kotları biçiminde dile getirmek zorunda kalır. Köylü ruhunun egemen olduğu

hareketlerde, özellikle sembollerin ve liderlerin sembol olarak birer program anlamı

kazanmasının nedeni budur. Bu hareketlerde, kişi tapınması gibi görünen aslında, küçük

burjuvazinin burjuvaziye karşı kendi konumunu ifadesinin bir aracı; onun yoğurt yiyişidir; üst

egemen sınıflardaki benzerleriyle karıştırılmamalıdır.

Burjuvazi ve küçük burjuvazinin sınıfsal çıkar ve hedeflere ilişkin ayrılıkları taktikler, örgüt

biçimleri, davranış kotlar veya semboller biçiminde dile getirmesi birbirine benzese de,

burjuvazi bunu yaparken, üst bir sınıfın konum ve çıkarını gizler; küçük burjuvazi ise, ezilen

bir sınıfın kültürel ve ideolojik sınırlılıkları nedeniyle böyle davranır. Yani biri haksız diğeri

haklıdır.

Sadece modern işçi sınıfı, o taktikler, mücadele biçimleri, sembollerde yansıyan ayrılıkların,

aslında programatik ayrılıklar olduğunu göstermekten çıkarlıdır. Çünkü o ancak böyle

davranarak kendisinin program ve hedeflerinin ayrılığını gösterebilir; politikanın gerçek

anlamını deşifre edip saydamlaştırabilir.

*

Üst sınıfların bu tavrı örneğin, seçim sonuçları karşısındaki eleştirilerde çok açık görülebilir.

Kürt burjuvazisi eskiden mecburen kabul eder göründüğü ve bir pazarlık gibi yorumlayıp

uyguladığı Öcalan’ın ulusun dine, dile, soya, etniye göre tanımlanmasına son vererek ulusal

baskıya son verme; yani devrimci ve demokratik bir ulusçuluk anlayışı ile tüm orta doğuda

ulusal baskı ve ayrılıklara son verme, bunun için de bütün ulusların ezilenlerini birleştirme

program ve stratejisinden çoktan yüz çevirmiş bulunuyor. Seçimler bu yüz çevirişin

belgelenmesidir.

Ama bu program ve stratejiye muhalefetini açıkça, mertçe, Öcalan’ın formüle ettiği ulusun

tanımından dili, dini, soyu, etniyi, dışlayan ulusçuluk anlayışına ve bunun programatik ve

stratejik ifadesine değil, örneğin bu politikanın taktiklerine saldırarak sürdürmektedir.

Page 163: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

163

Örneğin Kürt burjuvazisi çıkıp, “Öcalan’ın önerdiği program yanlıştır. Kürtlerin, diğer

ulusların ezilenlerini kazanmak ve orta doğu demokratik cumhuriyeti gibi hedefler gütmesi,

olmayacak duaya amin demektir; dünyaya yön veren güçlerle ittifak kurup bağımsız bir Kürt

devletine veya fiili bağımsız bir otonomiye ulaşmak biricik doğru hedeftir” demiyor.

Peki ne yapıyor? Sanki o programa karşı değilmiş de taktiklere karşıymış gibi yapıyor. Yok

Türk solcuları zaten bir gücü ifade etmiyor, yok Karayalçın bir özel savaşçı. Bunlarla ittifak

yapmak yanlıştı diyor örneğin.

Bütün bunlar doğrudur da, ama politikada güvenilmez unsurlarla ittifaklar yapılmayacağı ne

zamandan beri kuraldır? Amerika örneğin Karayalçın’dan daha mı güvenilir ve tutarlıdır?

ABD’nin ellerinde daha mı az Kürt kanı vardır? Demek ki sorun aslında güvenilirlik değil,

taktiklere ve ittifaklara ilişkin değil, programatiktir.

Şöyle bir itiraz yapılsa bu anlaşılır. “SHP ve Türk Sosyalistleriyle ittifak Kürt hareketinin

devrimci demokratik, ulusu yeniden tanımlayan hedeflerini belirsizleştirmektedir. Ne Türk sol

partileri ve ne de SHP için radikal ve devrimci demokrasi gerçek bir siyasi hedef değildir.

Bunların bizzat kendileri de aynı ilkel, ulusu dile, soya, tarihe göre tanımlayan anlayışı

savunmaktadırlar. Dolayısıyla bu seçim ittifakı, tecritten kurtulmak, Türkiye’nin tüm

ezilenlerine bir mesaj vermek amacıyla yapılsa da, amacına hizmet etmemekte, devrimci ve

demokratik profil ve çizginin yitirilmesine yol açmaktadır. Bu mahzur, onların DEHAP çatısı

altında girmeleri ve onların değil, devrimci demokratik program ve sloganların damga

vurmasıyla giderilebilir, onlarla bir araya gelişin zararını karşılayıp ittifakı bir yarara

dönüştürebilirdi. ” Yapılan eleştiri, bu örnekteki gibi, devrimci demokrasi için en iyi taktiğin

ne olacağı noktasından değildir; hedefin kendisinedir.

Peki Özgürlük Hareketinin buna cevabı ne olmalı?

Ne Yar’dan ne Ser’den geçmeyeyim diyen Yar’ı da kaybeder Ser’i de?

Özgürlük Hareketi için elbette ciddi bir tecrit tehlikesi vardır. O, hala güçlü ve örgütlü olması

nedeniyle Kürt burjuvazisinin kendisine açıkça karşı çıkamayışını, ona karşı bir silah olarak

kullanmak ve tecrit olma tehlikesinden kurtulmak zorundadır. Ama taktik bir ittifak

programatik ve stratejik hedeflere hizmet ediyorsa; taktikler program ve ideolojiye feda

edilmiyorsa anlamlıdır. Bunun ilk koşulu da programatik ve ideolojik ayrılıkları vurgulamak

ve savunmaktır. Yani Kürt Burjuvazisiyle taktik ittifaklar yaparken, örneğin onlara

gazetelerde yazma olanağı verirken, aynı zamanda aynı gazetenin sayfalarında bunları açıkça

programatik ve ideolojik olarak eleştirmek; onların eleştirilerinin gerçek programatik yanını

göstermek demektir.

Aynı şey SHP ve Türk Solu için de geçerlidir. Elbette onlarla da ittifak yapılmalıdır. Ama

onların da son duruşmada, aynı Kürt burjuvazisinin dayandığı milliyetçi anlayışa dayandığı;

tutarlı bir demokrasi mücadelesinden ve programından yana olmadıkları da gösterilmeli ve

onlara da programatik ve teorik olarak saldırmaktan korkulmamalıdır.

Bu modern işçilerin stilidir. Sadece modern işçi sınıfı, ittifak yaptıklarına daha çok ideolojik

saldırı oklarını yöneltip, onlarla arasındaki programatik ayrılıkları vurgular.

05 Nisan 2004 Pazartesi

Page 164: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

164

*

Kassandra’nın Laneti

Eski toplumlarda geleceği görenlere kahin denirdi. Ama sanılanın aksine kahinlerin gerçek

işlevi geleceği görmek değildi. Onlar bu gün “derin devlet”lerin, stratejlerin, “think tank”ların

yaptığı işi yaparlardı. Kahinler, bilgileri ve tecrübeleri, ilişki ve haber kaynaklarıyla, politik

kararları alanlara danışmanlık ederlerdi. Onlar geleceği görmezler, geleceği şekillendirirlerdi.

Gerçekten geleceği görenler ise, Kassandra’nın lanetine uğrarlar. Onlar olacakları görürler,

ama kimse dediklerine inanmadığı için geleceği şekillendiremezler. Bilindiği gibi, Yunan

mitolojisindeki Kassandra, Apollon’u aldattığı için onun tarafından cezalandırılmıştır.

Geleceği görmekte, söylemekte ama ona kimse inanmamaktadır. Truva’nın düşeceğini, Atın

bir hile olduğunu söyler, ama ona kimse inanmaz.

Günümüzün Kassandraları, toplumsal eğilimleri görenler, yaşanan ana uzaktan

bakabilenlerdir.

“Bir imparatorluk kurmak ancak halkları etnilere, dillere göre bölmekle ve onları birbirine

karşı kullanmakla olur. Buna ulusun tanımından, dili, dini, etniyi, kültürü, tarihi dışlayan,

gerçekten insan haklarıyla özdeşleşmiş bir yurttaşlık hakları anlayışına dayanan bir

demokratik cumhuriyet projesiyle dur denebilir. Bu başarılmadığı takdirde Ortadoğu bir

halklar mezbahasına dönecektir” diyoruz. Dinleyen yok.

Herkes Avrupa Birliği’ne giriyoruz diye pembe hayaller görüyor. Sosyalistler “Demokratik

Cumhuriyet de neymiş canım, biz sosyalist cumhuriyet için savaşıyoruz” diyorlar, işçi sınıfını

tecrit ediyor, ekonomizme mahkum ediyor, toplumu perspektifsiz bırakıyor. Kürt burjuvazisi,

“kim şimdi demokratik cumhuriyet ile uğraşacak işte dünyanın en büyük gücü bizi

destekliyor, herkes gibi biz de devletimizi kurarız, kimse de kılımıza dokunamaz” diyor ve

Kürt köylülüğünü kendi beşinden sürüklemeye başlıyor. Türk burjuvazisi ve ordusu, PKK’yı

tasfiye edersek bu iş bitti sayılır hesabını yapıyor. Eğer bu güne kadar bur Türk Kürt çatışması

çıkmadıysa, Bunun Kemal Pirlerin, Deniz Gezmişlerin, İbrahim Kaypakkaya’ların yüzü suyu

hürmetine olduğunu, onların örneğinden beslenen ve bu geleneği savunan Öcalan ve PKK

sayesinde olduğunu görmüyor ve tam bir inkarcılıkla ABD ve Avrupa’nın planlarına destek

çıkıyor. Öcalan’ın etkisi bittiği, PKK tükendiği gün, Türkiye dahil Orta Doğunun bir mezbaha

olmasını engelleyecek hiçbir güç kalmayacağını kimse görmek istemiyor.

Dokunulmaz kılarak öldürme, Doğunun eski geleneğidir. Kendisini sözde dokunulmaz tabu

kılan örgütü bile Öcalan’a karşıdır bu gün. Öcalan’ın dediklerini ciddiye alan yok. Bütün Kürt

basını ve yayınları yirmi dört saat Öcalan’a karşı fikirlerin propagandasını yapıyor. Öcalan’ın

“Demokratik Ulusçuluk” dediği, Devrimci demokrasinin, ulusu dile, dine, etniye, tarihe göre

tanımlamayı reddeden ulusçuluğunu açıktan savunan ve etniye, dile, dine dayanan ulusçuluğa

karşı açıktan bir ideolojik mücadele yürütüp saldırı inisiyatifini ele alan bir allahın kulu yok.

Bu iki ulusçuluk sanki bir arada olabilirler ve birbirlerini desteklerlermiş gibi koyuluyor. Bu

anlayışla, Öcalan’ın örgütü, Kendal’ların, Ümit Fırat’ların yazdığı bildirileri destekliyor.

Aymazlık öyle ki, en bilinçli bilinenler bile, bunda ne varmış, diyebiliyorlar ve içsel

uzlaşmazlığı görmek istemiyorlar.

Page 165: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

165

Defalarca yazdık, burjuvaziyi kaybetmeden ve burjuvazi tarafından kaybedilmeden diğer

ezilen halkları ve sınıfları kazanmak mümkün değildir. Bu ise kesinlikle demokratik bir

ulusçulukla olabilir. Ulusu, yani devleti, yani politik olanı dile, dine, etniye, soya göre

tanımladığınız an, burjuvazi tarafından kazanılmış olursunuz ve ezilenleri kazanamazsınız.

Yirminci yüzyılın bütün sosyal mücadelelerinin bu dersini kimse hatırlamak istemiyor.

Öcalan’ın şu çığlığını iyi işitin ve unutmayın:

“Ben şimdiye kadar barış için elimden gelen her şeyi yaptım. Hükümet beni ciddiye almıyor,

Kongra Gel de beni ciddiye almıyor. Bir ağır tecrit hükümlüsünün bu konularda bu kadar

konuşması doğru değil. Ben Kurt ve Türk halkının ihtiyaçlarını düşünerek bunu yaptım. Ama

bundan sonra nefesim yetmiyor. Gücümün yetmemesinden ziyade, bahsettiğim dört özellik

nedeniyle fazla anlamlı bulmuyorum. Yirmi yıl, otuz yıl mücadele verdim, ancak bu kadarına

yol açtım.

“Benzeri şeyler 1948’de Filistin’de de oldu. Sonuç korkunç savaşlardır. İsrail’i nasıl

Araplara karsı savaştırıp Arapları mahvettilerse, burada da yürütülen, iti ite kırdırma

politikasıdır. Türk-Kurt savası başlıyor, ABD iki tarafı kullanıyor. AB de kullanacak. Ben

bunun önlenmesi için caba harcadım. Başbakan eğer halkını düşünüyorsa adim atar. ”

Öcalan da gelişmelere bir parça olsun uzaktan bakanlar gibi, felaketi haber veriyor ama onu

kendi örgütü dahil kimse dinlemiyor.

Gerçek önder sadece belli bir kitlenin eğilimlerini ifade eden değildir, gerçek lider, gereğinde,

tarihsel eğilimleri görerek, kitlenin eğilimlerine karşı durmayı, Kassandra’nın lanetine

uğramayı bilendir.

Şunu hiç unutmamalı: Kassandra’nın söylediklerini dinlemeyenler, tanrıların, lanetine

uğramaktan kurtulamazlar. Yani modern toplumun diliyle, toplumsal sınıfların ve eğilimlerin

lanetine.

demiraltona@hotmail. com

11 Ocak 2005 Salı

*

“Demokratik Toplum Hareketi”nin Geleceği

“Demokratik Toplum Hareketi” yeni bir partiye dönüşebilir mi? Hukuken evet. Ama bir

sosyal ve politik hareket olarak bu mümkün görülmüyor. Niçin? Bu şunun ya da bunun şöyle

davranması, şu veya bu eksiklik yüzünden değil, çok daha derin tarihsel ve toplumsal

nedenler nedeniyle öyledir. Bunları kısaca ele almayı deneyelim.

Hukuki değil ama sosyolojik anlamıyla yeni bir parti, güçlü bir sosyal hareketin ve genellikle

buna eşlik eden büyük bir paradigma değişiminin politik ifadesi olarak ortaya çıkar. Örneğin

PKK veya aynı sosyal hareketin değişik hukuki ifadeleri olan DEP, DEHAP, HADEP böyle

ortaya çıktı. Bu temel yoksa, yeni diye kurulanlar eskilerin yeni bir baskısı olur.

Page 166: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

166

Yeni girişime bu açıdan bakıldığında, yeni partinin daha önce DEP, HADEP, DEHAP’ın

dayandığı harekete ve sosyal temele dayandığı görülüyor. Ortada yeni ya da değişik bir sosyal

hareket ve temel yoktur. Sadece Öcalan ve giderek gücü azalan bazı kesimler tarafından ifade

edilen, sosyal temelin genişlemesi ve değişmesi gerektiğine dair bir niyet vardır. Ama bu

niyet, başka bir hareket; toplumsal temel ve paradigma değişikliği ile gerçekleşebilir.

Ama dayanılan eski sosyal temelde ve dayanılan harekette beklenenin ve istenenin tam tersi

yönde bir değişim bulunmaktadır. Özgürlük Hareketi’nin gücü karşısında açıktan ayrı bir baş

çekemeyerek onun dümen suyunda sıranın kendisine gelmesini bekleyen burjuvazi, artık bu

harekete isyan bayrağı açmaktadır. Bu taşra avukatları, aydınlar ve işadamlarının bu isyanı

elbette yine doğrudan değildir. “Dışardan müdahale olmasın”dan; “Eğer olacaksa Kürt partisi

olsun”a kadar dolaylı biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Giderek güven kazanan ve sesi daha gür

çıkan bu burjuvazi karşısında, radikal kanat sürekli geri adım atmak zorunda kalmakta; ona

açıktan ideolojik ve politik olarak karşı çıkmayı göze alamamaktadır. Dolayısıyla son

duruşmada onun tarafından teslim alınmaya mahkumdur. Sonuç olarak yeni parti eğer

kurulursa, eskilerinden daha fazla “Kürt Partisi” olacaktır.

Zaten sorunun Türk ve Kürt partisi diye koyulması yanlıştır. Bir partinin Kürt ve Türklerden

oluşması başkadır; Kürt ve Türklerin partisi olması başkadır. Kürt ve Türklerin Partisi, her

biri kendini dil, etni, soy ile tanımlamış uluslardan insanların, kendini Kürt ve Türk olarak

tanımlayanların bir araya gelmesidir. Bunun devrimci demokratik hiçbir özelliği yoktur. İlk

zorlamada da tam eklendiği yerden kırılır. Tıpkı demir ve Bronz iki çubuğun kaynakla

birleştirilmesi gibidir. Yugoslavya vs. bunun nasıl olduğunu gösterir.

Ulusun dil, din etni vs. ile tanımlanmasına karşı çıkanların; yani kültürel ya da etnik olarak

Kürt veya Türk olmakla birlikte, ulusun Türklük ya da Kürtlükle tanımlanmasına karşı

çıkanların, daha provakatif bir ifadeyle, Türklük düşmanı Türklerin; Kürtlük düşmanı

Kürtlerin, Türklüğe ve Kürtlüğe, yani ulusun, yani politik olanın Türklük ya da Kürtlükle

tanımlanmasına karşı çıkarların bir partisi yeni bir parti olabilir.

Böyle bir parti, iki ayrı metalin eklenmesine değil; tıpkı kalay ve bakırın eriyip kaynaşıp

başka bir alaşımın ortaya çıkmasına; insanlığa çağ atlatan tunca benzer ve gerçekten tüm

bölgeye çağ atlatabilir.

Bırakalım böyle bir sosyal hareketi; bırakalım böyle bir ideolojik veya kültürel akımı, daha

sorunu böyle koyan bile yok. Böyle bir anlayışı programlaştıran Ortadoğu İçin Manifesto adlı

metne kimse ilgi göstermiyor; yayınlanma ve tartışılma olanağı bile bulamıyor.

Bu yönde tek çaba Öcalan’dan geliyor, Özellikle “demokratik ulusçuluk” ve “konfederalizm”

kavramlarıyla bu çabalarını sürdürüyor. Ama dayandığı kavramsal araçların sınırları ve belki

de içinde bulunduğu koşullar nedeniyle ulusçuluğun sırrına eremediği için el yordamıyla

gidiyor. İşin ilginci onun bu çabalarının sonuçları örgütü tarafından bile anlaşılmıyor ve

dolayısıyla da savunulmuyor.

Bu durumda, Orta doğudaki politik gelişmelerin, altındaki sosyal temeli hızla kaydırdığını

gören radikaller (plepler); ideolojik ve programatik olarak da dayanacak bir şey göremeyince,

tecrit olmamak için giderek Öcalan’dan uzaklaşmakta (ama uzaklaşmasını gizlemek için daha

Page 167: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

167

fazla Öcalan’ı dokunulmaz kılmakta ve bayrak yapmaktadır) Kürt hareketi içindeki burjuvazi

ve plepler ilişkisi tersine dönmektedir. Dün burjuvazi Pleplerin bayrağı altına sığınmıştı;

şimdi plepler burjuvazinin bayrağı altına sığınıyorlar. Yeni parti toplantılarının

atmosferinden; son tartışmalı bildirilere ve PKK’dan ayrılmalara kadar tüm olaylar bu

eğilimin ifadeleridir.

Özgürlük hareketi içindeki devrimci ve demokratik eğilim şunu görmek zorundadır: Dile,

dine, etniye, tarihe vs. dayanan bir ulusçuluk ile; bütün bunları politik anlamdan dışlayan ve

dili, dini, etnisi, tarihi olmayan bir ulusçuluk anlayışı bir arada olamaz. Bu kopmayı göze

alamayan; bir Kürt ve Türk partisi değil ama, ulusun Kürtlük ya da Türklükle tanımlanmasına

karşı çıkanların bir partisini kuramaz. Bunun için de önce bu amacın benimsenmesi;

benimseyenlerin bir sosyal hareket oluşturması ve sonunda da bu hareketin modern bir siyasi

hareket olarak örgütlenmesi gerekir. Bu günün dünya şartlarında buna giden yol ise uzundur

ve başarı şansı çok azdır da.

Bu yola girmeye cesaret edemeyenler, ne kadar karşı olurlarsa olsunlar, son duruşmada

ulusun Kürtlük ya da Türklükle tanımlanmasından yana olanlara teslim olmaktan

kurtulamazlar.

Kimilerinin sandığının ve görmek istediğinin aksine, federasyon, demokratik cumhuriyete de

gidebilecek yolda bir aşama değildir; ona tamamen karşı bir ulusçuluk anlayışına dayanır.

Sorun Federasyn veya konfederasyon değil; o federasyon veya konfederasyonu karmak

isteyeceklerin nasıl bir ulusçuluk anlayışına dayandıklarıdır. Sorunu federasyon olarak

koymak daha baştan ulusu dile, dine, etniye göre tanımlamayı var saymaktadır. Demokratik

cumhuriyet ise, bir köyün bile, isterse hiç bir gerekçe getirmeden ayrılabileceği; ulusun insan

haklarıyla özdeş yurttaşların haklarıyla tanımlandığı; iktidarın gerçek seçilmiş temsilcilerin

elinde olduğu; bürokratik; baskıca ve militer bir aparatın olmadığı bir cumhuriyettir.

Sosyalist hareketin tarihini bilenler bilir. Plekhanov, Menşevikler karşıydı ama onlarla

kopuşmayı göze alamadığı için sonunda onlara teslim olmuştu.

demiraltona@hotmail. com

http: //www. comlink. de/demir/

25 Ocak 2005 Salı

*

Irak Seçimlerinin Düşündürdükleri

Irak Seçimleri ABD’nin Dünya İmparatorluğu planının büyük bir başarı şansı olduğunun

göstergesidir. Ve bu seçimler aynı zamanda, bu plana karşı durmak isteyen, ezilen insanlığın

ve işçi sınıfının nasıl bir strateji izlemesi gerektiğinin ip uçlarını ve derslerini sunmaktadır.

Irak Seçimleri, bir işgal gücü tarafından yapılmış olmasına rağmen, katılımıyla işgalcinin

hedeflediği amaca ulaştı. İşgalci, işgalini seçilmiş bir meclisin ve hükümetin olduğu bir

ülkede bulunmak biçiminde hukuki bir meşruiyetle örtme olanağına kavuştu. Ayrıca bu

Page 168: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

168

seçimler gerek Irak’ta, gerek uluslar arası planda ABD’ye bu günkünden çok daha geniş

manevra olanakları sunmaktadır. Artık farklı güçleri birbirine karşı daha iyi oynayabilecektir.

Bu da daha az bir askeri güçle daha büyük kontrol demektir.

Peki ABD nasıl oluyor da böylece kolayca amaçlarına ulaşıyor?

ABD’ye bu zaferleri bizzat onun sözde düşmanları tarafından altın bir tepsi içinde

sunulmaktadır. İster Doğu Avrupa’nın bürokratları, ister Saddam, ister Türkiye’nin Devlet

partisi ve burjuvazisi, ister İran’ın mollaları olsun, hepsi gerici milliyetçiler oldukları ve

zerrece demokrasiye tahammül edemedikleri için, yarattıkları gayrı memnun çoğunluğun

ABD’nin müttefikleri haline gelmesine veya en azından tarafsız kalmalarına yol

açmaktadırlar. Daha önce Doğu Avrupa’da görülen şimdi Orta Doğu’da gerçekleşmektedir.

Eğer Sünnilere dayanan bir iktidar varsa, bu devlet kendini Araplıkla tanımlamışsa,

demokratik özgürlükler yoksa, orada Kürtler, Şiiler, demokrasi olmadığı için kendi öz

savunma mevzileri oluşturamayan işçiler ve emekçiler eziliyorlar ve hoşnutsuzlar demektir.

Bu iktidarı yıkmak isteyen gücün otomatik olarak müttefikleri olurlar. Tam da bu nedenle

Bağdat bir tek kurşun atılmadan teslim oldu; bu nedenle seçimlerde ABD hedefine ulaştı.

ABD sanıldığının aksine çok akıllıca bir stratejik dönüş yapmış bulunuyor. Eskiden,

diktatörlükleri ve gerici rejimleri ABD destekler; Avrupa da ABD karşısında oradaki liberal

ve demokratik muhalefeti ABD’ye karşı bir denge unsunu olarak kullanmaya çalışırdı. Ama

ABD’nin statükoyu değiştirmeye kalkması ve dolayısıyla var olan ve zaten şimdiye kadar

kendisine hizmet etmiş iktidarları karşıya alması, durumu tersine döndürdü. Örneğin Irak’ta

Kürtler ve Şiiler ABD’nin müttefikleri haline geldi. Buna karşılık Saddamcılar, İktidardan

nasiplenmiş Sünniler veya El Kaideciler, İran, Suriye, Suudi Arabistan kanalıyla Avrupa’nın

dengesi haline geldi.

Bu stratejik hamle ABD’ye tarafsızlığı ya da desteği sağlanabilecek çok büyük bir güçler

sunmaktadır. Bu ABD’nin en büyük silahıdır.

Bu hamleye karşı, ezilenler ve işçiler ne yapmalıdır?

Bu durumda, örneğin Türkiye’deki çoğu sol grubun yaptığı gibi, bombalamaları veya işgalci

Amerikan askerlerinin öldürülmelerini büyük bir direniş veya ikinci bir Vietnam diye

selamlamak bölgenin gerici rejimleriyle paralel konumlara düşmeyle sonuçlanmaktadır. Diğer

tarafta, örneğin Barzani’nin yaptığı gibi, ABD demokrasi getiriyor diyerekten ABD’nin dünya

çapındaki gerici imparatorluk planlarının basit bir aracı olmak var.

Hem ABD’ye ve müttefiklerine; hem bölge gericiliklerine ve Avrupa’ya yedek olma

durumuna düşmemek için ne yapmak gerekir?

Bu onların ortak paydasına karşı savaşmakla olabilir. Ancak o zaman bağımsız bir çizgi ve

taktik esneklik bir arada yürütülebilir.

Nedir onların ortak paydası? Her ikisi de, devletin, yani ulusun, yani politik olanın dile, dine,

etniye, cinse göre tanımlanması ilkesine dayanmaktadır. Türk devleti nasıl Türklüğe

dayanıyorsa; Barzani de Kürtlüğe dayanmaktadır.

Page 169: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

169

ABD bir dünya imparatorluğunu, dünyaya ancak bu tür ulusçuluk anlayışları egemen olduğu

sürece kurabilir ve sürdürebilir. Aynı şekilde, bölge gericilikleri de, İsrail’den Türkiye’ye,

Arap ülkelerinden İran’a kadar, ulusu din, dil, etni, cins ile tanımlayan bu gerici ulusçuluğa

dayanmaktır. ABD ile ona karşı çıkanlar arasındaki tek fark, ulusların, devletlerin, hangi dile,

dine, etniye dayanacağı noktasında toplanmaktadır.

ABD’nin Irak’ta kurduğu sistemde olduğu gibi, temsili, din, dil ve etniye göre yapmanın

hiçbir demokratik yanı yoktur. Çünkü bu bölümleme hem ezilenleri böler, hem de o din, etni,

dillerden olanları bir tek bütün olarak kabul eder. Ama ABD’nin desteklediği bu anti

demokratik gericiliği demokratik temsilmiş gibi sunma olanağı sağlayan, yine bizzat kendileri

de ulusu, dil; din, etni, kültür, tarihle tanımlayan, dolayısıyla diğer dil, etni, din, kültürden

olanları ezen bu günkü gerici devletlerdir.

Daha somut olarak, örneğin Türkiye’de Türk devletinin Türk devleti olmaktan çıkması, yani

dini, dili, tarihi, cinsi, soyu, sopu olmayan bir Demokratik Cumhuriyet için mücadele

demektir bu. Devlet, yani politik olan bunlarla tanımlanmadığı an bu alanlarda hiçbir baskı

ilişkisi kalmaz. Devlet Türk devleti değilse, her yurttaşın istediği dili ana dil seçme ve ana

dilde eğitim hakkı varsa, hiçbir dil baskı altında olmaz. Devletin dini yoksa ve eşitliği

sağlamak dışında hiçbir müdahalesi yoksa, hiçbir inanç veya din baskı altında olmaz.

Aynı şekilde, Kürdistan’daki özerk yönetim veya devletin, etnisinin, dilinin, dininin, soyunun,

tarihinin, olmaması; yani dili, dini, cinsi, tarihi, soyu, sopu olmayan bir demokratik

cumhuriyet için mücadele demektir bu.

Ancak böylece, her etninin, dinin, dilin, soyun, sopun “hain”lerinin, ulusu dinle, dinle,

etniyle, soyla, tarihle tanımlayanlara karşı ortak cephesi kurulabilir.

Dünyanın bütün “hain”leri birleşiniz! . . .

31 Ocak 2005 Pazartesi

demiraltona@hotmail. com

http: //www. comlnik. de/demir/

*

Öcalan’a Karşı Öcalan

Öcalan’ın görüşme notlarını ve buna karşılık Öcalan’ın temsil ettiği çizgiyi savunduğunu

iddia edenlerin veya öyle olduğu düşünenlerin yazı ve beyanatlarını okuyan aradaki zıtlığı ve

uçurumu görmeden edemez.

Bu zıtlığı gizlemenin ya da meşru göstermenin başlıca argümanları şunlardır.

1) Öcalan dışarıdaki durumu bilmiyor, bilseydi o da öyle konuşur ve davranırdı.

2) Öcalan biliyor ama taktik icabı öyle konuşuyor.

Durumun böyle olmadığı, Öcalan’ın tam da ne dediğini bilerek öyle konuştuğu delil ve akıl

yürütmelerle gösterildiğinde ise bu fark şu argümanla meşru gösterilmeye çalışılıyor:

Page 170: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

170

Aslında onlar da Öcalan gibi düşünüyorlar ama, onlar Öcalan gibi konuştukları takdirde, bu

günkü müthiş kayışın karşısında duramazlar, her şey kaybolur. Bunun için o akımın içine

girip, ona uyup kontrolden çıkmasını engellemek için öyle davranıyorlar.

Bu argüman ise somutta, hala Öcalan’ı bir kerteriz noktası alanları, ortadaki apaçık zıtlık

karşısında, izlenen politikalara açıktan bir direnişten caydırmanın, onları tereddütte

bırakmanın bir aracıdır.

Bir parça politikayla meşgul olmuş, tecrübesi olan herkes bilir ki, politikada neyi

söylemişseniz onu söylemiş olursunuz. Karşı bir politikayı hangi gerekçeyle savunursanız

savunun o andan itibaren, o politikanın bir aracısınızdır. Çözümün değil sorunun

parçasısınızdır.

Bu argüman ayrıca en temel tekzibini Öcalan’da bulur. Öcalan’ın durumun ne kadar kritik

olduğunu bildiği çok açıktır bütün ifadelerinde. O niye böyle “akıntıya uyma taktiği”

izlememektedir de, karşı durmaktadır açıktan ve hiçbir yanlış anlamaya imkan vermeyecek

şekilde?

Aslında en ideal çözüm Öcalan’ın şimdi ölmesi olurdu. Gerçi şimdi canlı canlı mezarda ama

yine de arada kafasını kaldırıp bir şeyler söylüyor ve kulağını ona dikmişlerin kafasını

karıştırmaya devam ediyor.

Bu durumda tek yol kalıyor. Olanları olmamışa çevirmek için, söylenenleri tahrif etmek ve

onlara bambaşka anlamlar yüklemek. Ezilenler yollarını kaybetmemek için, tıpkı pusula

bilmeyen gemicilerin sahilden sahilden gitmesi gibi, belli kişileri ve sembolleri kerteriz

noktası mı bellemiştir. Bu kerteriz noktası ele geçirilerek onlar yanıltılabilirler. Hele bir atı

alan Üsküdar’ı geçsin, gerisi kolaydır. Hep de öyle olur. Stalin, Lenin’e karşı savaşını Lenin’i

bayrak ederek yapar. Muaviye Askerlerinin Mızraklarına Kuran-ı Kerim astırır. Karşı tarafı

bir kere tereddüde düşürüp de o kritik anda olabilecek direnişi kırıp engelledi mi? Gerisi

kolaydır. Demir tavında dövülür.

Burası şarktır. Binlerce yıllık firavunların, nemrutların şarkıdır. Stalin’lerin resimleri ve

tarihleri değiştirmesinden binlerce yıl önce “sapkın” Firavun Eknaton ve karışı meşhur

Neferetiti’nin ölümlerinden sonra taşlardan kazındığı yerdir. Orada her sülale tarihi ve

takvimi kendisiyle başlatır. Orada, harflere küçük bir iki nokta koyularak, “kabul ediniz” emri

“katl ediniz”e çevrilir.

Şimdi olan da budur. Hala Öcalan’a bağlı olanlar var ve o onları uyarmaya devam ediyor.

Yapılanların onun temsil ettiği çizgiye karşı olduğu anlaşılırsa, bu aniden bir dirence ve net

bir saflaşmaya yol açabilir. Onları tereddütte bırakmak gerekir. Bunun en iyi yolu, Öcalan’a

karşı Öcalan’ı çıkarmak olabilir.

Öcalan’ın konuşmalarından montajlar yapılarak, söyledikleri bağlamından koparılarak, kendi

sesinden Öcalan Öcalan’a karşı çıkarılabilir. Böylece olası direnişler tereddütler denizinde

daha doğmadan boğulabilir.

Dün akşam paltalk adlı programda, Şark’ın bu bin yıllık geleneğinin yeni bir versiyonu vardı.

Öcalan’ın eski konuşmalarından yapılan montaj bu günkü Öcalan’a karşı çıkarılıyor; izlenen

politikaları aslında Öcalan’ın istediği izlenimi veriliyordu.

Page 171: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

171

İşin kötüsü Öcalan demiyor mu sık sık “siz bu dediklerime dayanarak bir şeyler yazarsınız”

diye. Kendisi demiyor muydu konuşma akışı içinde “dikkatsiz söylenmiş ifadeler temizleyin”

diye. Kim ne diyebilirdi ki? Öcalan’ı Öcalan’a karşı çıkarmak için bizzat Öcalan’dan da izin

alınmıştır artık.

Çok mu soyut bu söylenenler. Somutlayalım.

Buyrun şu haberi okuyalım:

“KONGRA GEL Siyasi Komitesi üyesi Cemil Bayık, Kerkûk'ün bir Kürt şehri olduğunu

belirterek, Kürtlerin Kerkûk'ü kendi federe devletlerine katmalarının yerinde bir tutum

olduğunu söyledi. ”

Bu mudur Öcalan’ı temsil ettiği söylenen örgütün en itibarlı gerilla komutanının söylemesi

gerekenler?

Türk devletiyle aynı düzeyde mi konuşacaktır o? Öcalan’ın yaptığı paradigma değişikliğinin

en küçük bir izi bulunabilir mi bu konuşmada?

Öcalan’ın politikalarını zerrece anlamış birisinin şöyle demesi gerekmez mi?

“Kerkük’te Kürtler, İstanbul’da Türkler, Bağdat’ta Arapça konuşanlar, Basra’da Şii

inancındakiler çoğunluk olabilir. Biz her dile, her ulusa bir devlet anlayışının yanlışlığını

savunuyoruz. Biz tıpkı ABD’de olduğu gibi ulusun bunlarla tanımlanmasına karşıyız, insan

haklarıyla özdeş bir yurttaşlık haklarından yanayız. Yani bizler, Kerkük’ün Kürt, İstanbul’un

Türk, Bağdat’ın Arap, Basra’nın Şii şehri olmasına karşıyız ve bunu değiştirmek için

savaşıyoruz. Programımız budur.

“Bunun için de öncelikle, Kürdistan’ın Kürt devleti değil, Kürdistan’da yaşayan herkesin eşit

bir yurttaş olduğu; kendini Kürtlük ya da başka bir dinsel, dilsel, etnik, kültürel, tarihsel

ölçütle tanımlamayan bir devlet olması için; Türkiye’nin Türk devleti değil, Türkiye denen

topraklarda yaşayan herkesin eşit bir yurttaşı olduğu; dilsiz, dinsiz, etnisiz; soysuz, tarihsiz,

tıpkı ABD’deki gibi, insan ve yurttaşlık haklarıyla tanımlanmış demokratik bir devlet olması

için mücadele ediyoruz. Bizim savaşımız, şu veya bu şehrin etniye, dine veya dile göre

tanımlanmış hangi ulusa ait olduğu için bir savaş değil; bu savaşın kendisine karşı bir

savaştır. Kürdistan’da kendini Kürtlükle tanımlamayan bir demokratik Cumhuriyet

olduğunda Kerkük’ün nüfusunun çoğunun Kürt olması nasıl bir politik anlama sahip olmaz

ise; Türkiye’de kendini Türklükle tanımlamayan bir demokratik Cumhuriyet olduğunda

İstanbul’un nüfusunun çoğunun Türkçe konuşması veya Sünni olması nasıl bir politik anlama

sahip olmaz ise öyle. Ve o zaman aynı ilkeye göre tanımlanmış bu demokratik cumhuriyetlerin

ayrı olmasının da bir anlamı olmaz ise öyle. Bu da pratik ve somut olarak, Ortadoğu

Demokratik Cumhuriyeti’dir. ABD’nin Bölgeyi sözde demokrasi adına, dillere, dinlere

etnilere göre tanımlanmış uluslara bölme planına karşı biz bizzat ABD’nin kendisinin

dayandığı ilkelere dayanılarak karşı çıkılabileceğini söylüyoruz. Wilson’un sözde Ulusların

kaderini tayin Hakkı ile değil; Washington’ların, Jefferson, Tom Paine’lerin, Lincoln’ların

insan hakların dayanan ulusçuluklarının geleneğini savunuyoruz ve bölge halklarını bunları

savunmaya çağırıyoruz. ”

Bu kadar zor mu bunları söylemek?

Page 172: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

172

Öcalan’a karşı Öcalan’ı çıkarıp gerici ulusçuluğu savunmaktansa; Amerika’ya karşı

Amerika’yı çıkararak devrimci ve demokratik ulusçuluğu savunmak gerekmez mi?

01 Mart 2005 Salı

demiraltona@hotmail. com

http: //www. comlink. de/demir/

*

Demek Doğru Yoldayız

İki hafta önce yazdığımız “Öcalan’a Karşı Öcalan” başlıklı yazı tam bir “arı kovanına

çomak sokmak” oldu.

Aynı gün Eyyüp Demir’in Ülkede Özgür Gündem’de ve Cahit Mervan’ın Avrupa’da çıkan

Özgür Politika’da yazdıkları yazılar aynı görüşleri dile getirdiler: ikisi da sorunu Türklük ve

Kürtlük temelinde koydular ve gerici ideolojik ve politik görüşlerine Kürtler arasında bir

üstünlük sağlamak için yazarın “Türk” olduğuna dayandılar.

En kör göz bile bu bayların bakışı ile Öcalan’ın bakışı ve sorunu koyuşu arasındaki yüz

seksen derece zıtlığı görmeden edemez. Örneğin Öcalan bu bayların tam aksine “Türk”leri

tartışmaya çekmek istemektedir. Bu baylar ise, fikrin içeriğine girmeden, o fikrin bir Türk

tarafından söylenmiş olmasını onun Kürtlere karşı olduğunun bir kanıtı olarak

getirmektedirler.

Sırf bu tavır zıtlığı bile bu bayların ideoloji program ve stratejileriyle Öcalan’ın birbirine zıt

olduğunu kanıtlar.

Peki Öcalan’a karşı olunamaz mı? Olunabilir. Bizim tek dediğimiz, Öcalan’a karşı olanların

bunu açıkça yapmamaları, yaptıkları takdirde tecrit olacaklarını bildiklerinden, ezen sınıfların

binlerce yıllık yöntemlerini kullanarak Öcalan diyerekten yapmalarıdır. Tam da bu kötü

oyunu afişe ettiğimiz için de bize saldırmaktadırlar.

Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Ortadaki sınıf mücadelesidir. Eğemen sınıf elbetteki

savaşı istediği yere çekmek isteyecektir. Sınıf mücadelesinin varlığını inkarın kendisi sınıf

mücadelesinin varlığının en esaslı kanıtı olduğu gibi, bizzat sınıf mücadelesinin bir aracıdır.

Bunlar işin alfabesi. Onlar elbette Türklerden ve Kürtlerden söz edeceklerdir. Kürtler ve

Türkler içindeki farklı sınıflar ve bu farklı sınıfların farklı program, strateji ve ideolojilerini

görmek ve göstermek istemeyeceklerdir. Bunda anlaşılamayacak bir şey yok

Ama esas korkunç olan, bu baylara karşı bir tek yazının çıkmamış olmasıdır. Tehlikeli olan,

bu bayların o gerici bakış açısına karşı bir yazının; bu gericiliği ve Öcalan’ın ve özgürlük

hareketinin çizgisiyle zıtlığı gösteren bir tek yazının çıkmamış olmasıdır. Sanki gazetenin

yazarları arasında farklı yorumlar arası bir tartışmaymış, dışarıdan seyredilen bir

müsabakaymış gibi sorunun ele alınması ve öyle görülmek istenmesidir. Bu gerici

milliyetçiler değildir tehlikeli olanlar, bu gerici milliyetçileri tehlikesiz gibi gören ve

Page 173: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

173

gösterenler; onlarla uzlaşanlardır. Onlara karşı şu veya bu nedenin ardına gizlenerek açıktan

ideolojik, programatik ve stratejik bir mücadeleye girmeyenlerdir.

Avrupa’da Özgür Politika’ya çok uzun zamandır yazmıyorum. Çünkü gazeteyi Türk

solcularının ele geçirdiği, orada Kürtlük olmadığı söylenerek, Türk solcuları aracılığıyla

Öcalan’a saldırılıyordu. Bu oyuna alet olmamak için, gazetede yazmamaya karar vermiş ama

gazeteyi çıkaranlara isterlerse yazılarımı hiç sormadan iktibas edebileceklerini belirtmiş ve

son yazımda yazmıştım.

Böylece gazeteyi çıkaranlara, “Evet işte Türk solcuları yazmıyor, biz Kürtler onların

yazılarını alıp yayınlıyoruz. Sorun Kürtlük Türklük değil, farklı sınıflar, programlar ve

stratejiler sorunudur. Bir hesabın varsa gel bizle gör” deme fırsatı veriyorduk.

Onlar bunu yapmadılar ve bu tuzağın bilinçli veya bilinçsiz aktörleri olmaya devam ettiler.

Şimdi yine aynı durum karşısındayız. Kürt hareketi içindeki gerici burjuvazi, gerici

milliyetçilik devrimci demokrasiye; demokratik milliyetçiliğe, yani Öcalan’a, yine bizim

üzerimizden saldırıyor. Sorun bir üslup sorunu, farklı yorumlar sorunu gibi koyuluyor ve iki

çizgi aynı kaba koyuluyor ve bilinçli veya bilinçsiz olarak bu oyuna alet olunuyor. Ben böyle

bir oyuna alet olmam. Savaşın kuralı düşmanın istediği şartlarda savaşı kabul etmemektir.

Bunun da tek yolu vardır. Artık bu gazeteye yazar olarak yazmam. Ama her hafta sözümü

sakınmadan yine yazımı yazarım ve internette yayınlarım. Bu gazete bana sorma bile gereği

duymadan onları yayınlayabilir.

Böylece bu gerici milliyetçilere karşı, “Biz alıp yayınlıyoruz o yazıları, bir hesabın varsa

bizimle gör. İşte bu görüşleri Kürtler de savunuyor, Şimdi ne diyeceksin? ” der. Ozaman bu

gerici oyun açığa çıkar.

O zaman gerçek ayrılığın Kürtler ve Türkler arasında değil; Devletin Kürtlük veya Türklükle

tanımlanmasında bir sorun görmeyen gerici milliyetçilerle; Devletin kürtlüğe ya da Türklüğe

göre tanımlanmasına karşı olanlar arasında olduğu görülür.

O zaman Cahit Mervan ve Eyyüp Demir’in Doğu Perincek ve Yalçın Küçük ile aynı gerici

milliyetçilik anlayışını paylaştığı; buna karşılık Öcalan ile Küçükaydın’ın bu gerici

milliyetçiliğe karşı aynı devrimci demokratik programı savunduğu görülür.

14 Mart 2005 Pazartesi

demiraltona@hotmail. com

http: //www.comlink. de/demir/

Page 174: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

174

Çeşitli Sitelerde Yazılar

PKK’da Neler Oluyor?

Bir süredir tanıdıklarımız bize Kongra-Gel, DEHAP veya Kürt Hareketinde ne gibi gelişmeler

olduğunu soruyorlar.

Neler olduğunun ayrıntıları konusunda bildiklerimiz başkalarından farklı değil. Şimdiye kadar

bölük pörçük, oradan buradan duyduklarımız aşağı yukarı bu gün Radikal’de Çıkan Murat

Yetkin’in “Kandil Dağında Ayrılık” başlıklı yazısında anlatılanlara benziyor. (Bu yazı şurada

var: http://f50.parsimony.net/forum202930/messages/1994.htm )

Ancak bu gazetecinin anlattıkları bizlere o güçlerin konumu ve olan bitenlerin ardındaki

toplumsel eğilimler hakkında bir bilgi vermez. Bunlar işin daha ziyade, ayrıntı, magazin kısmı

gibidirler. Esas sorun bu ayrılıktaki eğilimlerin karakteri ve ayrılığın nedenleri ve de o

hareketin bu krizi nasıl aşabileceğidir.

Bütün bu konuları içeren uzunca bir yazıyı bir süredir yazmak istiyoruz. Ama şu sıralar

rahatsızlığımız nedeniyle uzunca bir süre oturup yazı yazmamız mümkün olmuyor.

Konu bizim için yeni değil. Çok uzun zamandır, bu konuda yeri geldikçe değinmeler,

çözümlemeler ve öneriler yazdık. Madem ki yazamıyoruz, en azından bu eski yazılardan

küçük bir derleme yapmak bir çok konuyu aydınlatıcı olabilir.

*

Bu arada olanların anlamı üzerine de kısa birkaç söz.

PKK bir yoksullar hareketi olarak doğdu. Sadece bir Kürt hareketi değil bir Kürdistan

hareketi olarak doğdu. Kürdistan’ın en ezilenlerini birleştirdi. Kürtlerin en yoksullarını;

Kürdistan’ın en ezileni olan kadınları ve en çok ezilen milliyetler ve dinlerden olanları

(Ezidiler, Asuriler, Aleviler) içinde birleştirdi.

Başlangıçkta, özellikle Gerillanın yükseldiği dönemde, köylülüğün ortaya çıkardığı şehirli ve

aydın düşmanlığı; çetecilik gibi sorunlarla karşılaştı. Bir süre sonra bu sorunlar ikinci plana

düştü ama bu sefer, hareketin büyümesi ve kazandığı başarı, Kürdistan’da burjuvazinin

kitlesel bir şekilde hareketin safları ve destekleyicileri arasına yönelmesine yol açtı.

Bu bir yandan hareketin yeni alanlara açılmasının olanaklarını yarattı; (Legal partiler, geniş

bir diplomasi ağı vs.gibi) ama bu aynı zamanda, bu burjuvazinin harekete damgasını vurması

tehlikesini getiriyordu.

PKK’nın buna bulduğu çözüm şöyle oldu: son derece uzun bir eğitim ve sıkı bir seçimden

geçmiş kadroların oluşturduğu çekirdek örgüt. Bunun etrafında burjuvaziyi de kapsayan bir

kitle örgütleri ağı.

PKK denen örgüt, esas olarak bu gerilla ve militan kadrolardan oluşuyordu. Aslında bunlar

ikisi tek bir bütündü. Çünkü sürekli olarak bir rotasyon uygulanıyordu. Yani birkaç ay

Page 175: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

175

gerillada olan, oradan bir kitle örgütlenmesine, oradan başka bir yayında çalışmaya, bir

şehirden diğerine, bir ülkeden diğerine sürekli yer değiştiriyordu. Kadrolar için tam anlamıyla

bir lokma bir hırka ilkesi geçerliydi. Kadın ve Erkek kadroların evlenmeleri bile yasaktı.

Bütün bunlar aracılığıyla, bu püriten yaşam, sürekli rotasyonla birlikte örgütün radikal

devrimci çizgisini korumasını mümkün kılıyor; burjuvalaşmaya ve konformizme karşı bir

savunma sağlıyordu. (Ayrıca bu yasak, genç kız ve kadınların, feodal baskıdan kaçıp gerillaya

katılıp toplumda saygın bir yer edinmesini de mümkün kılıyordu. Ve onların gerillaya katılışı,

radikal çizgiyi savunmanın ve sürdürmenin bir garantisi oluyordu.)

Ama bu tedbirler aynı zamanda örgütün önündeki en büyük engeller haline de geliyordu. Ne

kadar rotasyon da uygulansa, ne kadan püriten bir yaşam da zorlansa, kadrolar zamanla

bürokratik bir aparatın özelliklerini ve eğilimlerini yansıtıyordu. Yani Burjuvazinin zehrine

karşı kullanılan ilacın kendisi de giderek bir zehir haline geliyordu. Ya da ilacın yan etkileri,

hastalık kadar tehlikeli olabiliyordu.

Gerilla savaşı sürdüğü sürece bu büyük bir sorun yaratmadı gene de. Ama Öcalan’ın ABD

tarafından Türkiye’ye teslimi ve Stratejik dönüşüm ile birlikte, bu örgüt yapısı ile ortaya

koyulan söylem arasında giderek artan bir gerilim ortaya çıkmaya başladı.

Madem ki artık demokratikleşmeden söz ediliyordu, sivil toplumdan geniş örgütlenmeden söz

ediliyordu o halde bu kadrolar dağılmalı, evlenme yasağı gibi engeller kalkmalıydı.

Bu durumda PKK şöyle bir açmazla karşı karşıya kalıyordu. Eğer söylemine uygun davransa,

kısa süre içinde, burjuvazi tüm örgütü kontrol altına alırdı. Eğer davranmaz ise, giderek

olumsuzluğu öne çıkan o dar çerçeveyi kırması olanaksızlaşırdı.

Yani kırk katır mı kırk satır mı? Devrimci demokrasi, bütün tarih boyunca karşı karşıya

kaldığı açmazla bir kez daha karşı karşıya kalıyordu.

Aşağıdaki çeşitli yazılarımızda, bu açmazı yaratan tarihsel ve sosyolojik nedenler konusunda

ortaya koyduğumuz teorik açıklama ve bu açmazdan çıkış için önerdiğimiz yollar görülebilir.

Burjuvazi çok akıllı olarak elbette, madem ki demokratikleşme diyoruz o halde, bu bürokratik

aparatı kaldıralım; evlenme yasağını kaldıralım gibi bir söylem tutturuyor ve inisiyatifi ele

geçiriyordu.

Biz ise, PKK’nın nasıl olup da, devrimci ve radikal yapısını modern ezilen sınıflara

dayanmaya kaydıracağı noktasında yoğunlaştık. Yani tam aksi yönden soruna yaklaştık.

PKK’nın içindeki sol kanat ise, eski deneyleriyle sorunu hep bir örgütsel tedbirler ve kadro

politikası sorunu olarak gördü. İdeolojik savrulmalar karşısında sesini bile çıkarmayıp, nasıl

olsa ipler bizim elimizde diye düşündü.

Bizzat Öcalan bile, sorunu her zaman bir kadro ve örgüt sorunu olarak görüp, PKK’nın

benimsediği program ile o programı gerçekleştirebilecek modern yoksul tabaklar arasındaki

açmazı nasıl aşacağı sorunuyla hiçbir zaman yüzleşmeyi denemedi.

Örneğin, bir tarihte, Öcalan’ın bir avukatıyla tesadüfen karşılaşmış ve ona ABD’nin Irak’a

müdahalesinden sonra, Kürt organlarında yazan Türkiyeli yazarlara giderek artan bir

düşmanca tavırdan söz etmiştik. Daha sonra bir görüşme notunda bizim bu gözlemimizin

Page 176: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

176

Öcalan’a aktarıldığını okumuştuk. Öcalan’ın tepkisi ilginçtir. Örgütlü bir şey mi bu tepki diye

sormaktadır. Ancak örgütlü ise tehlikeli görmektedir. Evet biraz öyledir ama bu aynı zamanda

sorunu bütünüyle örgütsel tedbirler düzeyinde ele aldığının da bir göstergesidir.

Eğer ABD Irak’a girmeseydi, yine de bu günkü kriz bu ölçüde ortaya çıkmayabilirdi. Çünkü

PKK her şeye rağmen oturmuş yapısıyla daha yıllarca durumu götürebilir ve bu arada ileride

çıkacak uygun bir fırsatta yeni bir kitle hareketlenmesi yükselişine dayanabilir veya ona

katalizatörlük edebilirdi.

Ne var ki, duruma ABD el attı ve dünyada olduğu gibi Kürt hareketi içindeki bütün dengeleri

de alt üst etti.

Eskiden, Talabani ve Barzani hem birbirleriyle, hem Türk devletinin desteği ile PKK’ya karşı

savaşıyorlar, hem Saddam’la öpüşüyorlar hem Türkiye’nin Kırmızı pasaportunu taşıyorlardı.

Onlar böyleyken, PKK önce gerillada başarılar kazanıyordu; 92’den sonra ise gerillada

ilerlemesi dursa hatta gerilese bile bu sefer diplomasi ve yayıncılıkta, televizyonlarıyla vs.

başarıdan başarıya koşuyordu. Gerillaları ve kadroları Barzani ve Talabani’nin çürüme ve

rüşvet içinde boğulan peşmergeleriyle kıyaslanmayacak bir modernlik; ahlaki ve insani

değerler bakımından üstünlük içinde bulunuyordu.

Bu koşullarda PKK yükseliyor, diğerleri geriliyordu. Barzani ve Talabaninin aşiretlere

dayanan yapısı karşısında, PKK gerçekten modern ve yoksullara dayanan bir hareket olma

niteliğini de koruyordu. Kadınları, azınlıkları ve yoksulları içinde barındırıyor, onların

eğilimlerini temsil ediyor ve onların haklarını koruyordu.

Bu da her yönden PKK’ya doğru bir akış ve destek yaratıyordu. Ve bütün bunlar, dünyada,

dünya tarihsel yenilgilerin olduğu koşullarda, yani Sovyetlerin çöküş, Globalizmin ve Post

modernizmin zafer yürüyüşü yaptığı koşullarda olabiliyordu. Bu koşullarda PKK’nın

sınırlılıkları ve açmazları da görülmüyordu elbette.

Ne var ki, ABD’nin bütün Orta Doğuya el koyma ve bu bağlamda Güney Kürdistan’daki

Barzani ve Talabani’yi PKK karşısında zorla alternatif yapmaya karar almasıyla birlikte bütün

dengeler değişti.

ABD önce, Barzani ve Talabani’ye sağlayacağı fiili askeri ve ekonomik özerkliğe Türkiye’nin

olurunu almak için Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti. Yani, “işte bak, Kürt sorununun başını

sana veriyorum. Artık, Güney’de benim projeme dokunma” dedi ve Türkiye bunu kabul etti.

ABD Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederken buna paralel olarak Barzani ve Talabani’yi adeta

zorla barıştırdı. Bunu sağlamak için, Petrol satışlarından gelen muazzam paraları onların

emrine verdi. Bu ekonomik güç ve ABD’nin askeri koruması eski dengeleri zamanla

değiştirmeye başladı.

Artık roller değişmişti. PKK başını kaptırmıştı. Buna karşılık. Barzani ve Talabani, ABD’nin

kendilerine akıttığı petrol paralarıyla hızla bir zenginleşme yoluna girmişti. Güney

Kürdistan’da hastaneler, üniversiteler açılıyor. Ekonomik hayat canlanıyor. ABD’nin

korumasıyla Türkiye veya Saddam tarafından işgale uğrama tehlikesi giderek yok oluyordu.

Page 177: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

177

Öcalan bu durumda, aslında çok akıllıca muazzam bir stratejik dönüş de yaptı. Kürt

ulusçuluğundan, Fransız devriminin, ABD veya İsviçre’nin devrimci demokratik

ulusçuluğuna bir geçiş yaptı. Artık ne dünya çapındaki dengeler (yani ne Avrupa, ne Amerika,

Ne Rusya) ne bölge çapındaki dengeler (Ne Suriye, Ne Yunanistan, Ne İran) bir hareket

olanağı sunmuyordu. Dünya çapında işçi hareketi de tam anlamıyla bir yenilgi içinde

bulunuyordu. Kürt hareketinin modern ve plebiyen kanadı her türlü destek ve yedekten

yoksun tam bir tecrit içinde bulunuyordu. Bu koşullarda, yapılabilecek biricik şeyi yaptı.

Bölgenin tüm ezilenlerini birleştirecek bir demokratik programa geçti. Bu uzun vadeli bir

değişimdi. Bir ulusal hareketin bir ulusal hareket olmaktan çıkma planıydı aynı zamanda.

Ulusal baskıya, ulusun tanımından etniyi, dili, soyu dışlayarak son verme stratejisiydi. Sadece

akıllı değil, aynı zamanda devrimci demokratik ideallere bir dönüştü. (Öcalan’ın “Sümer

Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” kitabı, dile etniye göre, bir ulusçuluktan el

yordamıyla bir demokratik ulusçuluğa geçme çabasıdır. Bu yönde el yordamıyla bir arayıştır.)

Ama bu stratejinin ifadesi bir çok zorlukla maluldü.

Birincisi, bu strateji gerek kaynaklandığı gelenekler (Marksizm diye bilinen Stalinizm); gerek

egemen ideolojik iklim (Post modernizm, globalizm, sivil toplumculuk) dolayısıyla, çok

elverişsiz kavramsal araçlarla dile getiriliyordu.

İkincisi, Öcalan’ın hapiste olması nedeniyle ve aynı zamanda taktik manevralar nedeniyle bir

ihanetin rasyonalleştirilmesi; teorize edilmesi veya Öcalan’ın kendisini kurtarmak için ortaya

attığı bir saçmalık olarak görülüyordu.

Aslında böyle olmadığı bilinmesine rağmen böyle tanıtılması özellikle Kürt milliyetçilerinin

ve burjuvazisinin ve milliyetçi Türk sosyalistlerinin işine geliyordu. Ezilen ulusun davasına

ve demokratik programına ilgisizliklerini, yani kendi ihanetlerini, bir ihanete karşı devrimci

uzlaşmazlıkmış gibi satmalarına imkan veriyordu.

Aslında, başlangıçta programatik ifadesini bulamamış Kürt burjuvazisi ile devrimci

demokrasisi arasındaki ayrılık, Öcalan’ın yeni stratejisiyle programatik ifadeye de kavuşmuş

oluyordu.

Biri ulusu dil ve etniyle tanımlıyor. Diğeri ise, ulusun tanımından etniyi, dili çıkararak ulusal

baskıya son vermeyi hedefliyor.

Biri Kürtlerin birliği diyor. Diğeri. Kürt devrimci demokrasisiyle ezen ulusların ezilenleri ve

demokratlarının birliği diyor.

Ve sonuçları itibarıyla biri “Bağımsız Kürdistan”, diğeri “Ortadoğu Demokartik

Federasyonu” diyor.

Ne var ki, bu son derece demokratik ve akıllıca yapılmış hamle ezen ulusun ezilenlerinde bir

yankı bulamıyordu dünya koşullarının elverişsizliği nedeniyle. Diğer yandan, başarıdan

başarıya koştuğu sürece Kürt burjuvazisini de en azından kendi peşinde sürükleyebiliyordu bu

proje en azından Kuzey’de.

Ama bu arada ABD’nin uygulamasının sonuçları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.

Güney’deki fiili bağımsızlık ve artan refah, Kürtlerin dikkatini artık Öcalan’dan Barzani

Page 178: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

178

Talabani’ye doğru yöneltiyoırdu. Artık, Öcalan’ın inişi, Barzani ve Talabani’lerin yükselişi

başlamıştı.

Bunun en açık belirtileri Türkiye’deki genel seçimlerde görüldü. Bizzat Özgür Politika

gazetesine yazan, etnik milliyetçiliğin şampiyonu yazarlar Türkiye’nin solcularıyla

oluşturulan seçim bloğuna son derece soğuk hatta düşmanca yaklaştılar. Türkiye’nin

ezilenleriyle bir ittifaktan ise, Kürdistan’da bağımsız adaylar gösterme veya ANAP, Saadet

gibi partilerle ittifak sağlayarak Meclis’e girmeyi savundular. Ancak Öcalan ve gerilla

önderliğinin zorla dayatmasıyla sonradan gönülsüzce desteklermiş gibi yaptılar ve her adımda

sabote ettiler.

Seçimlerde barajın aşılamaması ve Güney’deki gelişmeler ve ABD’nin Barzani ve Talabani

ile geçirdiği cicim ayları, Kürtler arasında Barzani-Talabani’nin temsil ettiği burjuva çizgiye

muazzam bir kayış yarattı. PKK’nın en güvenilir kadroları bile artık, fiilen kendi

programlarını savunmaz olmuş, gerek tabanın baskısı gerek kendilerinin eğilimleriyle fiilen

birer Barzanici haline gelmişlerdi.

Ama bu koşullarda bile doğrudan Öcalan’a saldırılamıyordu. O zaman Öcalan’ın stratejisinin

sembolü isimlere saldırılmaya başlandı. Yani gazetede yazan Türkiye sosyalist hareketinden

gelen yazarlara.

PKK’lılar bu saldırılar karşısında hiçbir ses çıkarmamaya ve bunu kendi denge politikalarının

bir aracı olarak kullanmayı biricik politika olarak benimsediler. Barzani ve Talabani’nin

çizgisi fiilen PKK’yı teslim almıştı. Almadıysa bile en küçük bir direniş bile görülmüyordu.

Öslında Öcalan ve Öcalan’ın çizgisini destekleyen PKK’nın çekirdeği hariç, bütün kadrolar

artık fiilen Öcalan’ın çizgisini terk etmiş, Barzani ve Talabanilere doğru kayışın yönergesine

girmiş bulunuyordu. Tabii bu kayış her zaman olduğu gibi, Öcalan dokunulmaz tabu kılınarak

yapılıyordu.

İşte bu koşullarda KONGRA-GEL kongresi yapıldı. PKK’lılar hala, Askeri gücü elinde

bulundurduklarından KONGRA-GEL’in demokratik ve geniş bir örgüt görünümü

sağlayacağından ama fiili bir gücü olmayacağından emin görünüyorlardı. Planlar buna göre

yapılmış bulunuyordu. Tıpkı Türkiye’deki Parlamento’nun Ordu ile ilişkisi gibiydi bu.

Türkiye’de gerçek güç ve ipler nasıl ordunun elindeyse, PKK’da da gerçek güç ve ipler gerilla

komutanlarının yani onlar aracılığıyla da Öcalan’ın elinde bulunacaktı. Bu onların Kongra

Gel’den ayrılığı biçiminde ifadesini buluyordu.

Ne var ki, burada hesaplanmayan, artık o kayışın bizzat gerillaları bile etkilediğiydi.

Burjuvazinin eğilimi, artık bizzat PKK’nın en üst organlarından bir destek buluyordu.

Bu destekle burjuvazi Konra Gel konresinde adeta bir darbeyle kontrolü ele alır.

KONGRA-GEL kongresinde, Başkanlık Konseyi, kendilerinin yönetime girmeme kararı

almalarına rağmen, Osman Öcalan kendini aday gösterir ve girer. Ayrıca Amerikancılığı ve

sağcılığı ile bilinen bir çok ismin de onun yönetimine gelmesini sağlar. Buna karşılık hareketi

başından beri götürmüş Öcalan’a bağlı komutanlar seçilemezler bile. Burjuvazi demokratik

olarak KONGRA-GEL’i ele geçirmiştir.

Page 179: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

179

Aslında Kongre’de olan şudur. Kürt burjuvazisi, ya da Barzani-Talabani çizgisi ya da etniye,

dile dayanan milliyetçilik, Kongra-Gel kongresinde iktidarı ele geçirmiş, Kongra-Gel’in

yönetimine geçmiştir.

Tabii çok demokratik gibi görünmekle birlikte aslında bu da tam bir darbe gibi yapılır. Biraz

tarihteki yüzük veya hakem vakasına benzer. Aynı toprakların aynı egemen sınıfları vardır

ortada. Yaptıkları Muaviye’nin yaptığının bir benzeri gibidir.

Bilinir, iki hakem Muaviye ve Ali’yi halifelikten almaya karar verirler. Ali’nin hakemi önce

Ali’yi halifelikten alır, ama bu noktada Muaviye’nin hakemi oyunu oynar ve Muaviye’yi

halife ilan ediverir.

Konra Gel Kongresinde de aynısı olur. Tüm komutanlar hiçbir şekilde Kongra-Gel

yönetimine girmemeye karar verirler. Kimse aday olmaz iken, Osman Öcalan ve benzerleri

aday olur ve seçiliverirler.

Tabii bu arada, Peygamber’in de peygamberliği elinden alınır. Öcalan’a “Halk Önderi”

denilir. Eskiden “Ulusal Önder”dir.

Burada burjuvazi yine ezeli kurnazlığını yapar karşı tarafı kendi oyununa getirir. “Madem ki

halk ve demokratikleşme deniyor o zaman halk önderi olsun”. Tabii bunun ardında ulusal

önderliğin Barzani ve Talabani için boşaltılması söz konusudur. İki taraf da bunu böyle

anlamaktadır. Ama böyle ifade etmemektedir. Bunlar PKK’nın kendi özel jargonu içinde

böyle anlaşılmalıdır. Bizler için hiç bir şey ifade etmeyen sözler, o özel jargon içinde çok sert

bir sınıf mücadelesinin ifadesidir.

Bu sonuç, PKK’nın eski plebiyen kökenli ve gelenekli kadrolarında müthiş bir sarsıntıya yol

açar. Ama kimse de sesini çıkaramamaktadır.

İşte bu ortamda, Öcalan, İmralı’dan müdahale eder ve yeni çizginin kendisine karşı olduğunu;

Barzani’nin etnik milliyetçi çizgisi olduğunu, kendi projesinin inkarı olduğunu söyler. Bu

PKK’nın gerilla komutanlarına ve esas çekirdeğine tekrar güç verir ve aslında bir tür Askeri

darbe olur. Hasılı Türkiye’de gerçek iktidar nasıl Türk ordusunun elindeyse, Kandil’de veya

Kürt hareketinde de gerçek iktidar Gerilla’nın ve kadroların elindedir.

Yani Sağ çizginin Osman Öcalan öncülüğünde Kongra-Gel kongresinde yaptığı darbeye karşı

Abdullah Öcalan, sol çizgi aracılığıyla karşı darbe ile cevap vermiştir. Ama kendi otoritesine

güvenerek, onlara tekrar geri dönüş yolunu da açık bırakır.

Eğer bu günkü eğilim sürerse, Kürtler arasında Barzani ve Talabani çizgisine kayış sürerse,

uzun vadede Öcalan’ın çizgisinin hiçbir şansı bulunmamaktadır. PKK içindeki şimdiye

kadarki bütün bölünme ve ayrılmalarda ayrılanlar her zaman politik olarak sıfır

oluvermişlerdir Ama bu sefer pek öyle olmayabilir. Olsa bile sonuç değişmez. Artık koşullar

eskisi gibi değildir.

Öcalan çizgisinin inişini nasıl ABD’nin politikaları belirlediyse, bu inişi yine ABD

politikaları tekrar durdurabilir. Tabii isteyerek değil, mecburen, nesnel sonuçları itibariyle.

Şimdiye kadar, ABD’nin Kürtlere bağımsızlık vereceği sanılıyordu. Bu arada herkes bir

hafıza kaybına uğramıştı. Ama şimdi, ABD’nin hiç de bağımsız bir Kürdistan demediği,

Page 180: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

180

Şiileri, Arapları, Türkiye’yi vs. gözetmek zorunda olduğu görülünce o yakın zamana kadar

süren Barzani ve Talabani çizgisine hızlı kayış biraz olsun yavaşlamış, hatta kimileri tekrar

ABD’nin bir emperyalist olduğunu hatırlamaya başlamış bulunuyor.

Irak’taki olumsuz gelişmeler, Öcalan’ın stratejisinin tekrar bir çekicilik kazanmasına yol

açabilir. Kürtler tekrar bölge güçleri arasındaki çatışmalarda bir piyon durumuna düştüklerini

gördükçe, bölge halkalarına Öcalan’ın projesiyle yaklaşmanın bu çıkmazdan biricik çıkış

olduğunu görebilirler. Çok zayıf da olsa bu olanak hala var. Ama bunun olabilmesi için,

Türkiye, İran ve Arap aleminde böyle bir projeyi benimsemiş modern bir parti ve hareketin

ortaya çıkması gerekiyor. Yani Öcalan’ın Kürtler içinde yaptığını Fars, Türk ve Araplar

içinde yapacak; etniye, soya, dile dayalı ulusçuluğa karşı devrimci ve demokratik bir

ulusçuluğu yükseltecek hareketler ortaya çıkmadıkça, Kürt hareketinin bunları yaratması

kendi toplumsal ve kültürel sınırları nedeniyle olanaksız görünüyor.

Şimdiye kadar görülen o ki, PKK’nın kendisi bu dönüşümü ve toparlanmayı yapacak

durumda değil. O sınırlarını aşamıyor. Yapmak istediği projenin gerektirdiği cesur adımları

atma; modern yoksul sınıflara dayanmanın yollarını arama çabasında değil.

Aşağıdaki yazılarda bu sürecin daha genel tarihsel ve sosyolojik kavramlarla açıklanması ve

çıkış yolları yer alıyor.

Tarihsel Nedenler ve Nesnel Sınırlar

Demokrasi Üzerine Yazılar: 12

Ezilen Çoğunluğun İki Kanadı ve Konumları

Şimdiye kadar Demokrasi konusunu, iki soyutlama düzeyinde ele aldık: ya sınıf ayrılık ve

çelişkilerinden soyutlayarak, örneğin sınıfsız toplumların olmuş ya da olası ilişkileri

bağlamında, bir çoğunluk ve azınlık ilişkisi olarak ele aldık; ya da bir adım daha atarak, sınıflı

toplumlarda ezilen ve sömürülen çoğunluk ve ezen ve sömüren azınlığın birbiriyle ve

demokrasiyle ilişkileri bağlamında. Böyle ele aldığımızda da, örneğin demokrasinin ezen ve

sömüren azınlığın egemenliğinin bir aracı olmaya uygun olamayacağı ve gerçek tarihte de

olamadığı sonucuna ulaşmıştık. Ama bunun yanı sıra ezilenlerin de, demokrasiyi pek

kullanamadıkları gibi bir olguyla karşılaşmıştık. Dolayısıyla bu paradoksun açıklanmasına

sıra gelmişti. Bunun için de bu paradoksun, nasıl bir tarihsel sürecin sonucu olarak ortaya

çıktığını araştırdık ve bunun, doğumda bir ters gelişin komplikasyonları olduğu sonucuna

vardık. Ne var ki paradoksu, bir tarihsel perspektife oturtma, komplikasyonların kaynağını

bize göstermekle birlikte, bunların nasıl bir mekanizma ve işleyişle ortaya çıktığı sorunu hala

ortadadır.

Bu cevabın ip ucunu, bizzat yine bize bebeğin ters gelmesi benzetmesi sağlar. Bebeğin ters

gelmesi demek, İşçi Sınıfının, kapitalizmi aşabilecek olan sınıfın, devrim yapamaması

dolayısıyla, ağırlığın demokratik ve ulusal karakterdeki hareketlere kayması demektir.

Demokratik ve ulusal karakter demek ise, her şeyden önce, küçük burjuvazi ve köylülük

Page 181: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

181

demektir. Dolayısıyla, ezilen çoğunluk ve ezen azınlık ilişkisini ele alırken, ezilen çoğunluk

içindeki, işçiler köylüler, küçük burjuvazi gibi ayrımları kavramsal araçlarımız arasına

katmamız gerekmektedir. Paradoksun işleyiş mekanizmalarının sırrı, ezilenlerin arasındaki

ayrımlardadır. Bu ayrımlara ilişkin kavramsal araçlara baş vurmak gerekmektedir.

Şimdilik, kolaylık olması bakımından, ezen azınlığı burjuvazi ile, ezilen çoğunluğu da İşçi

Sınıfı ve Küçük Burjuvazi ile sınırlayalım. Bunların ilişkilerinin durumuna bakalım.

Sınıfları belirleyen, burjuva sosyolojisinin yaptığı gibi gelir düzeyleri değil, onların iktisadi

ilişkiler içindeki konumlarıdır. Bu konumlara baktığımızda, var olan toplumda, iki tür iktisadi

ilişki görülür. Geçmiş toplumun yadigarı olan iktisadi ilişkiler; modern toplumun ilişkileri.

Modern toplumda iki temel sınıf vardır: İşçi sınıfı ve burjuvazi. Yani kapitalizm sadece işçi

sınıfı (iş gücünü satanlar) ve burjuvazi (üretim araçlarını elinde bulundurup iş gücü satın alıp

artı değere el koyanlar) ile mümkündür. Yani memurlar, küçük köylüler, esnaflar, rantiyeler

olmadan da bir kapitalizm mümkündür ve bu aslında en ideal kapitalizm olur.

Sınıfsal konumu gelir durumu belirlemez dedik. Gelişmiş ülkelerin bir işçisi, gelir durumu ve

yaşam kalitesi itibariyle pek ala geri bir ülkedeki 40-50 işçi çalıştıran, kelimenin gerçek

anlamıyla bir burjuvadan çok daha üst bir durumda olabilir. Bu birinin burjuva, diğerinin işçi

olma gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Bir de modern üretimle doğrudan ilişkisi olmayan (örneğin memurlar) ya da geçmiş üretimin

yadigarı (köylüler, küçük dükkancılar, esnaflar) tabakalar vardır. Bunlara küçük burjuvazi

deniyor.

Klasik el kitapları, küçük burjuvazinin, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki gri bölgeyi

doldurduğunu ve ikisi arasında yalpaladığını söyler. Ne var ki, bu tanım daha ziyade batı

Avrupa’nın klasik gelişimini ve gelirlere göre bir konumlanmayı ifade eder.

Batı Avrupa’da sanayileşme döneminde, gelir ve yaşam düzeyi bakımından gerçekten de

küçük burjuvazi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında yer alıyordu aynı zamanda hem emekçi hem

de üretim araçlarının sahibi olması nedeniyle de böyle bir ara bölgeyi dolduruyordu. Ancak

bu günkü dünyada, bu değerlendirme ve şema artık yetersizdir. Gelir düzeyi bakımından,

dünya ölçüsünde baktığımızda, işçi sınıfının gelişmiş ülkelerdeki çekirdeğinin, geri ülkelerin

ve bu ülkelerdeki ezilenlerin çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvalarından daha yüksek bir

yaşam ve gelir düzeyinde olduğu ortadadır. Aynı şekilde, aşağı yukarı ülkelerin içinde de

böyle bir durum vardır. İşçi sınıfının örgütlü çekirdeği, küçük burjuvaziden daha iyi bir

durumdadır.

Bu durumun, klasik şemalara sığmayan ilginç sonuçları ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfının, bu

toplumu aşma yeteneğindeki çekirdeği ve zümreleri, sistemle uzlaşıp, onun içinde sınırlı

iyileştirmelere yani reformizme yönelmektedir; artık toplumun önüne bir projeyle çıkmaz,

kendini savunmaya yönelir. İşçi sınıfının alt ve örgütsüz tabakaları ise, daha ziyade toplumsal

konumları ile işçi olmakla birlikte ruh durumlarıyla daha köylü bir karakter gösterirler.

Dolayısıyla bu tabakaların radikalliği de, küçük burjuva radikalizminin damgasını taşır.

Ama sadece işçilerin alt kesimleri değil, küçük burjuvazi dediğimiz kesimlerin de büyük bir

bölümü, işçilerin çekirdeğinden, hatta işçilerden daha yoksul olduğu için, radikalleşme

Page 182: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

182

eğilimi gösterir. Yani işçi sınıfının çekirdeği reformistleşirken, küçük burjuvazi radikalleşir.

Bu ise, görünüşte, klasik, küçük burjuvazinin burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer aldığı ve

yalpaladığı genel şemaya uymaz. Aksine, gerek dünya, gerek tek tek ülkeler ölçüsünde, sağda

burjuvazi, ortada küçük burjuvazi, solda işçi sınıfı şeklindeki şemaya hiç uymayan bir

gerçeklikle karşılaşılır. Evet sağda kabaca gene burjuvazi vardır, solda ise, klasik şemaya

aykırı olarak, işçiler değil, küçük burjuvazi ve işçilerin alt tabakaları vardır. Ortada ise işçi

sınıfının reformist çekirdeği. Bu tabloda, klasik tablodaki işçi sınıfına dayanan modern

sosyalizmin yeri yoktur. Bu gün bütün dünyadaki siyasete bu tablo damgasını vurmaktadır.

Bütün dünyada, radikal demokratik hareketlere, küçük burjuvazi, reformist hareketlere de işçi

sınıfı damgasını vurmaktadır.

Tekrar edelim, iktisadi konumlar ve bundan çıkan siyasi tavırlara göre: soldan sağa doğru,

işçiler, küçük burjuvazi, burjuvazi ya da sosyalist, radikal, liberal tayfının yerini, küçük

burjuvazi, işçiler burjuvazi, yani kızıla boyanmış bir radikalizm, reformizm ve liberalizm tayfı

almıştır.

Küçük burjuvazinin bu “kızıla kayma”sı ve toplumsal muhalefetlere damgasını vurması

demek, ezilen çoğunluğun hareketlerine, dolayısıyla onların demokrasiyle ilişkilerine küçük

burjuvazinin damgasını taşıması demektir. Bu damganın niçin demokratik sistemler

kuramadığı ve uygulayamadığının sırrını ise bize sınıfsal bölünmelerin aynı zamanda tarihsel

ve kültürel bir bölünmeyi de yansıttıkları noktasından anlaşılabilir.

Toplumsal konuma göre sıralamada, burjuvazi hep sağdadır. Ama tarihsel ve kültürel konuma

göre, burjuvazi, küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer alır. Bu konumlanış, nedenleri ve

demokrasi konusundaki sonuçları da gelecek yazının konusu olsun.

01 Eylül 2000 Cuma

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

*

Demokrasi Üzerine Yazılar: 13

Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı

Geçen yazıda, kolaylık olsun diye, üç temel sınıfı, yani burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi

sınıfını, iktisadi ilişkiler içindeki konumları bakımından ele almış ve bu ilişkinin, yer

yüzündeki işçi sınıfının bölünmesi nedeniyle, nasıl bir yer değiştirmeyle sonuçlandığına

dikkati çekmiştik: Burjuvazi (liberal), küçük burjuvazi (radikal), işçi sınıfı (sosyalist)

biçiminde de ifade edilebilecek klasik konumlanış yerini, burjuvazi (liberal), işçiler

(reformizm,sosyal demokrasi) ve küçük burjuvazi (kızıla boyanmış radikalizm) şeklinde bir

konumlanışa bırakmıştır.

Ne var ki, bu konumlanış yatay bir ilişkiyi ve yer değiştirmeleri ele alır. Sınıflar arası ilişki,

sadece yatay bir ilişkiyi değil, zamansal ya da tarihsel bir ilişkiye de karşılık düşer ve bu

ilişkide, sınıfların konumları, yatay ilişkiden tamamen farklıdır.

Page 183: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

183

Modern toplum, gerçekte saf olarak var olmaz, geçmişin kalıntılarıyla bir aradadır. Geçmişin

kalıntılarını ise, küçük burjuvazi temsil eder her şeyden önce ezilen sınıflar içinde. Buna

karşılık ise, işçi sınıfı, bir bakıma, bu toplumun inkarını, geleceği, onda doğmakta olanı.

Soruna sadece ekonomik ilişkiler, zenginlik ve gelirler bağlamında baktığımızda, küçük

burjuvazi, işçiler ve burjuvazi arasındaki bölgede yer alır; ama, tarihsel ve kültürel boyutuyla

baktığımızda, bu sefer Küçük burjuvazi ve işçiler uçlarda yer alırlar; biri geçmişi diğeri

geleceği temsil eder; burjuvazi bunların arasında yer alır. Kapitalizm öncesi, küçük

burjuvazide, kapitalizm burjuvazide, sosyalizm işçilerde, ifadesini bulur. Gelecekle geçmişin

arasında burjuvazinin ve kapitalizmin şimdisi vardır.

O halde, küçük burjuvazi, kapitalizmden daha alt ve geri bir üretim ilişkisini ve kültürel

yapıyı temsil ettiğinden, kapitalizmi aşma yeteneğinde olamaz, onun karşısında zafer

kazandığında bile en fazla ona bir gençlik aşısı verir. Jakobenizm denen küçük burjuva

radikalizmini, Marks’ın burjuva görevlerin plebiyen yollarla yapılması diye tanımlaması da

zaten bu anlamdadır. Tarihsel olarak burjuva uygarlığından daha geri bir üretim ilişkisinin

sınıfsal ifadesi olduğundan, küçük burjuvazinin ufku, burjuva uygarlığının ufkunu aşamaz. Bu

kültürel ve kavramsal temelden yoksundur.

Küçük burjuvazinin muhalefeti, ne kadar keskin ve radikal biçimler alırsa alsın, programatik

düzeyde bütünüyle burjuva uygarlığının ufku içinde kalmaya mahkumdur. Örneğin yirminci

yüz yılda bütün geri ülkelerde v e demokratik hareketlerde olduğu gibi, kendini ne kadar

sosyalist bir söylemle ifade ederse etsin, sözlerin ve kavramların gerçek anlamlarına ve

kullanımlarına bakıldığında, onların burjuva uygarlığının ufkunu aşamadıkları görülür.

Dolayısıyla burjuva uygarlığı tarafından teslim alınmaya mahkumdurlar. Küçük burjuvazinin

burjuvazi karşısındaki en büyük siyasi başarıları bile, kültürel yenilgilere karşılık düşer.

Küçük burjuvazinin burjuva uygarlığını her fetih edişi, onun tarafından fetih edilişle

sonuçlanır.

Küçük burjuvazi ve işçi sınıfının burjuva uygarlığı ile ilişkilerini bir tarihsel analojiyle

açıklamayı deneyelim. Uygarlıkla karşılaşan ve onu fetih eden göçebe uluslar, bu fetih

ettikleri tarafından fetih edilirler. Yıktıkları uygarlığın yerine, ondan daha üstün bir uygarlık

kuramazlar, en fazla ona yeni bir atılım ve canlanma sağlarlar. Çünkü onlar, içinden geldikleri

üretim ilişkilerinde, o fetih ettikleri uygarlığın tüm kurumlarını kapsayacak bir kültürel

temelden ve kavramsal araçlardan yoksundurlar. Ancak, benzer gelişmişlik düzeyine ulaşmış,

örneğin yerleşik bir kent yaşamına geçmiş halklar bir eski uygarlığı fetih ettiklerinde yeni ve

başka bir uygarlık kurabilirler. Çünkü onlarda, artık bir uygarlığın kurumlarını kapsayıp

örgütleyecek bir kültürel ve kavramsal temel vardır. Bu iki farklı biçimden birinciye göçebe

Türkler örnek gösterilebilir. Hiç bir yende orijinal bir uygarlık kuramazlar, fetih ettikleri

tarafından fetih edilirler. Buna karşılık, Araplar yerleşik bir toplumdan çıktığından,

uygarlıkların beşiğinde orijinal bir İslam uygarlığı kurarlar.

Modern toplumda, burjuva uygarlığı karşısında, onunla çelişki içinde bulunan iki büyük

toplumsal güç olan ve ezilen çoğunluğu oluşturan küçük burjuvazi ile işçi sınıfının konumları,

klasik orta doğu uygarlıkları karşısında Türklerle Arapların durumuna benzer. Bu benzetmede

küçük burjuvazinin payına, yerleşik bir toplumun kavram, kurum ve kültürüne sahip olmayan,

Page 184: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

184

göçebe Türkler, İşçi sınıfının payına da, yerleşik bir toplumun kurum, kavram ve kültürüyle

daha eski uygarlıkları fetih edip onlardan daha gelişkin bir uygarlık kuran Araplar düşer.

Sınıfları ve sınıflar arası ilişkiyi, tarihsel ve kültürel bir boyutla dakikleştirdiğimizde, sınıflar

arası ilişkilerin iktisadi ilişkilere nazaran kökten değişimi ile karşılaşırız. Örneğin Tarihsel ve

kültürel boyut itibariyle, burjuvazi ve işçi sınıfı birbirine daha yakındır, işçi sınıfı ile küçük

burjuvaziden. Aynı şekilde, küçük burjuvazi de, işçi sınıfına değil, burjuvaziye daha yakındır.

İşçi sınıfı ve küçük burjuvazi birbirlerine en zıt ve uzak iki sınıfı oluştururlar. İşte küçük

burjuvazinin politik konumu ile kültürel konumu arasındaki bu çelişki, küçük burjuvazinin

damgasını taşıyan hareketlerin niçin demokratik sistemlerle sonuçlanmadığının anahtarıdır.

Sınıflar arası ilişkiyi, böyle tarihsel ve kültürel ilişki olarak ele almak, bize bir yığın olayı

kolaylıkla açıklama olanağı da sağlar. Küçük burjuva dünyasından, kültürel ortamından,

küçük burjuva sosyalizminin saflarından hemen hemen hiç bir zaman modern sosyalizmin

çıkamamasının sırrı buradadır. Bütün büyük sosyalist teorisyenlerin, burjuva kültürünü

hazmetmeye uygun bir ortamdan gelmeleri ve bu kültürü özümleyerek aşmış olmaları bir

rastlantı değildir. Marks, engels, Lenin, Troçki, Lüksemburg, Benjamin, Adorno, Mandel gibi

Marksizm’in bütün büyük teorisyenlerinin burjuva uygarlığının kültürünü çok iyi özümlemiş

ve onu içinde taşıyarak aşmış kişilerden oluşması bir rastlantı değildir. Buna karşılık, küçük

burjuva teorisyenlerin Mao’dan Enver Hoca’ya veya İbrahim Kaypakkaya’ya kadar, Marksist

bir terminoloji ile konuştuklarında bile, metodoloji düzeyinde burjuva uygarlığının bile

gerisinde kalmaları bir rastlantı değildir Bu nedenle bir rastlantı değildir bütün küçük burjuva

radikal ve sosyalistlerinin sonradan burjuva liberallere ya da reformistlere dönüşmeleri. Bu

sadece bir siyasi kayış değil, burjuva uygarlığı tarafından bir kültürel fetih ediliştir. Bu

nedenle, olağanüstü azdır, modern işçi sosyalisti.

Tabii burada, işçi sınıfı deyince, radikal dergilerde işçi sınıfını temsil eden küçük kafalı, koca

pazulu, tulumlu ve anahtarlı, Neandertal adamına benzeyen yaratığın işçi sınıfıyla ilgisi

yoktur. Bu olsa olsa, işte o küçük burjuvazinin, kapitalizm öncesi dünyanın kültürünü

yansıtan küçük burjuvazinin, işçi sınıfı tasavvurudur.

İşçi, başka bir şeyi olmadığı için, iş gücünü satarak yaşayan insandır. Gelişmiş ülkelerin ve

bütün dünyadaki şehirlerin, yani burjuva uygarlığının iktisadi, siyasi ve kültürel düğüm

noktalarının, nüfusunun büyük çoğunluğunu iş gücünü satarak insanlar yani işçiler oluşturur.

Ve bu günkü uygarlığı sırtlayanlar, tam da böyle insanlardır. Uzayda uyduları yerleştirenler,

Banglore’de tavuk kümesi gibi küçük odalarda bilgisayar programlarını yazanlar, güney doğu

Asya’da elektronik aletleri üretenler vs.. Onlar bu uygarlığı yaratmakla kalmazlar aynı

zamanda bu uygarlığın yaratığıdırlar, ve tam da bu nedenle o uygarlığın kültürel temellerini

içlerinde taşırlar ve bu sayede onu aşabilme yeteneğindeki tek toplumsal güç olmaya devam

ederler. Dünya işçi sınıfının bu günkü bölünmüşlüğü, ve işçi sınıfının modern burjuva

uygarlığını yaratan ve taşıyan çekirdeğinin, nispi refahı ve burjuvaziyle uzlaşmalarıdır

insanlığın durumunu umutsuz kılan da zaten.

İşçi sınıfının burjuva uygarlığıyla ilişkisi, onu içinde taşıyarak aşma, diyalektik inkar

ilişkisidir, küçük burjuvazi ise, burjuva uygarlığın kavrama yeteneğinde olmadığı için, ve o

uygarlık onun karşısında üstün ve egemen bir toplumsal konumu ifade ettiği için, ekonomik

Page 185: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

185

ve sınıfsal tepki yok ederek ya da yok sayarak inkar biçiminde yansır. Bir bakıma, küçük

burjuva direnişler ne kadar radikal ve yoksul tabakalara ve kapitalizme uzak ilişkilere

dayanıyorsa o kadar yok ederek ve yok sayarak inkarcıdır. Ve bütün inkarcılıklar gibi, inkar

ettiğinden daha geriye düşmekle ve onu teslimiyetle sonuçlanır.

09 Eylül 2000 Cumartesi

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

*

Demokrasi Üzerine Yazılar: 14

Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi

Önce kısa bir hatırlatma. Yirminci yüzyılda bütün demokratik karakterli hareketlerin, ezilen

çoğunluğa dayanmalarına ve de demokrasi çoğunluğun çıkarlarını savunmanın aracı olmaya

en uygun sistem olmasına rağmen, niçin pek demokrasi diye bir dertlerinin olmadığı sorusuna

cevap arıyorduk. Bu cevabı ararken, önce tarihsel bağlamda, bugün yaşanan tarihin bir ters

doğum olmasına, yani kapitalizmi yıkma yeteneğindeki sınıfın onu yıkamamasına, dolayısıyla

onu yıkma yeteneğinde olmayanların öne çıkmasına yol açtığına dikkati çektik. Yani

kapitalizm ve emperyalizm tarafından ezilenlerin, ama o kapitalizmin kendi ürünü, kendi

yarattığı olmayan ezilenlerin, hareketleri damgasını vuruyordu tarihsel döneme. Bu ilişkinin

mekanizmalarını kavrayabilmek için, sınıfların tarihsel ve kültürel konumlanışı sorununu

ortaya koyduk. Bu kavranışta küçük burjuvazinin işçilere değil burjuvaziye yakın olduğu;

ama daha geri bir üretim temelinin kültürel temeli nedeniyle onu aşma yeteneğinde

olamayacağı, onun tarafından fethedilmeye mahkum olduğunu gördük. İşte bu özellik bize,

küçük burjuva radikalizminin niye demokrasi diye bir derdinin olamayacağının

mekanizmasını anlama olanağı sağlar.

Bu arada şu küçük burjuvazi ve burjuvazi kavramına da bir değinelim. Küçük burjuvazi

sadece toplumsal konumlanışı değil, kültürel bir konumlanışı ifade etmektedir. Yani modern

toplum ve üretimin kültürel temelinden uzaklığı, kapitalizm öncesi dünyaya aitliği de

belirlemektedir. Bu anlamda sadece, köylüler, esnaflar, zanaatkarları değil, işçi sınıfının,

genellikle alta tabakalarını oluşturan, toplumsal konumuyla işçi ama henüz ruh durumuyla,

kültürel yapısıyla köylü ve esnaf tabakaları da bu kategoride sayılabilir. Aynı şekilde,

burjuvazi de, sadece sermaye sahiplerini değil, burjuva dünyasının kültürünü edinmiş

aydınları, dolaylı ilişki içinde olmakla beraber, modern küçük burjuva tabakaları (memurları

vs.) içerir. Hatta, kendiliğinden işçi bilinci ve hareketi, yani reformist işçi hareketi de

burjuvaziye dahildir. İşçi hareketi ancak sosyalist ve devrimciyse, burjuva ufkunu aşıp ayrı bir

güç olarak ortaya çıkabilir. Bu nedenle, işçi hareketinin alt tabakaları küçük burjuva ise, üst

tabakaları da burjuvadır, hem toplumsal eğilimleri, hem de kültürel yapısıyla.

Durum böyle görülünce, yirminci yüzyıldaki bütün devrimci, demokrat ve radikal hareketlerin

toplumsal temelinin küçük burjuvazi olduğu görülür ve bunlar genellikle burjuvaziye değil,

emperyalizme, sömürgeciliğe, onların işbirlikçisi bürokrat ve kapitalizm öncesi tabakalara

Page 186: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

186

karşıdırlar. Yani burjuvazi de muhalefet içindedir bir ölçüde. Bu demokratik muhalefet içinde,

küçük burjuvazi büyük çoğunluktur, burjuvazi ise azınlık. Ve bunlar arasında, demokratik

hareketin içinde bir çatışma ve kavga, bir sınıf mücadelesi vardır. Bu mücadele burjuvazinin

kültürel üstünlüğü nedeniyle biçimsel demokrasi alanında ortaya çıkar.

İlk bakışta, zaten çoğunluk olduğu için küçük burjuvazinin, demokratik hareket içinde

demokratik biçimlerin var olup güçlenmesinden çıkarlı olduğu düşünülebilir. Ancak,

sınıfların, tarihsel ve kültürel konumlanışı göz önüne alındığında, durumun hiç de öyle

olmadığı görülür.

Küçük burjuvazi, burjuvaziyle ideolojik ya da politik mücadeleye girdiğinde kaybetmeye ve

burjuvazinin kontrolü altına girmeye mahkumdur. Yani demokratik bir işleyiş içinde, burjuva

reformizmi, küçük burjuva radikalizmini veya devrimciliğini her zaman yener ve çoğunluğu

kendi politikasına kazanabilir. Radikal küçük burjuvazi, bunu toplumsal bir eğilim olarak bilir

ve sezer. Biçimsel demokrasi ve özgürlükler alanında yenilgiye mahkum olduğundan ve bu

aynı zamanda burjuvazinin öncülüğü ve kontrolü alması dolayısıyla hareketin de yenilgisi

olacağından, radikal demokrasi ve devrimcilik, biçimsel demokrasiyle bir arada yaşayamaz.

Biçimsel demokrasi kabul edilip uygulandığı takdirde, hareketin kontrolü liberal burjuvaziye

geçecek, ve hareket yenilecek demektir, hareketin başarısı ise, liberal burjuvazinin hareketin

iplerini ele almamasıyla, bu ise ancak biçimsel demokrasi mekanizmalarına (seçimler, her

türlü fikir özgürlüğü vs.) itibar edilmemesiyle mümkündür. Diğer bir deyişle, küçük burjuva

radikalizmi, burjuva reformizmiyle mücadelesinde, dezavantajlı olacağı koşullarda savaşı

kabul etmez. Demokratik hareketlerin anti demokratik olmasının nedeni budur.

Elbette küçük burjuva radikalizmi bunu bilinçli olarak yapmaz, daha ziyade iç güdüsel,

toplumsal eğilimleri ifade ettiğini düşündüğü sembollerle gerçekleştirir. Zaten küçük

burjuvazinin burjuva ufkunu aşan bir program geliştirememesi nedeniyle, burjuva dünyasına

zıtlığı yansıtan semboller ve rozetler büyük önem taşırlar.

Ama böylece, küçük burjuva radikalizmi, uzun vadede yenilgisine yol açacak, ki bu son

duruşmada yine onun burjuva dünyası tarafından hazmedileceğinin bir ifadesidir, bir açmazla

karşılaşır. Burjuva reformizmi, küçük burjuvazi karşısında kendisine elverişli konumu

sağlayan biçimsel demokrasinin savunuculuğuna geçer. Böylece kendi reformist politikasının

gerici niteliğini tartışma konusu yapmaktan kurtularak, aslında politikanın içeriğiyle ilgisiz

demokrasiyi politikanın temel tartışma konusu yapar. Yani bir politikanın demokratik olarak

belirlenmesi onu otomatik olarak doğru yaparmış gibi konu ele alınır. Bir politikanın karar

alınış biçiminin, onun doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemediği gerçeği ortadan kaybolur.

Özetle, demokrasi sınıf savaşının aracıdır. Burjuvazi, kültürü nedeniyle, kendisine üstün bir

konum sağlayacağından küçük burjuvaziye karşı önderlik savaşında demokrasiden yana olur.

Küçük burjuvazi de biçimsel demokraside kaybedeceğini bildiği için, demokrasiye kuşkuyla

bakar ve bu nedenle bütün radikal ve devrimci demokratik hareketler biçimsel demokrasi

(sınırsız fikir ve örgütlenme özgürlüğü, her düzeyde seçimler) karşısında kuşkulu hatta

düşmancadır.

Burada ele aldığımız soyut gibi görünen ifadelerin, Kürt ulusal hareketiyle yakından ilgili

olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Kürt ulusal hareketi, bir yandan radikal ve devrimci idi, ama

Page 187: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

187

aynı zamanda kültürel bakımdan, kapitalizm öncesinin baskısı altındaydı. Bu radikal çizgi,

hareketi yüklenen yoksul insanların ağırlığı; gerillanın prestiji ile; sürekli rotasyon, burjuva

dünyasının baştan çıkarıcılığına karşı olduğu düşünülen yaşam tarzına yönelik tedbirler ile bir

ölçüde korunabildi. Bu koşullarda bile, sürekli oluşan bir bürokrasinin hantallığı ve

sabotajları; burjuva dünyasının bin bir yoldan sızışı sürekli bir kan kaybına yol açtıysa da,

şimdiye kadar tahribatlar yukarıdan kontrol mekanizmalarıyla daima sınırlı tutulabildi. Bu

mekanizmalar olmasa, hareket Kürt burjuvazisinin kontrolü altına geçer ve her şey yitirilirdi.

Ancak bu mekanizmalar artık hareketin bu günkü hedefleri bakımından işlevini yitirmektedir.

Demokratik biçimlere geçiş, Kürt burjuvazisinin hareketi kontrol altına alması ve bu da

yenilgi demektir. Yeni biçimlere geçemeyiş ise, gerekli toplumsal güçlerin harekete geçmesi

ve örgütlenmesinin bir engelidir ve yine yenilgi demektir. Bu çıkmazdan nasıl çıkılabilir?

Ancak kapitalist uygarlığın ürünü olan modern işçi sınıfı demokrasiyi burjuvaziye karşı güçlü

bir silah olarak kullanma yeteneğindedir. Kürt hareketinin demokratikleşmesini, bu sınıfsal

bağlamının dışında, sadece biçimsel demokrasi uygulamaları olarak koymak, kesinlikle Kürt

burjuvazisine hizmet eder ve onun çıkarlarının örtüsüdür. Kürt hareketi ne yapıp yapıp şehirli

modern işçilere dayanmak zorundadır. Kimi eleştirmenler, Kürt hareketinin nasıl yapıp da

modern işçi tabakalara dayanacağı, bu geçişin nasıl sağlanacağı sorunu yerine, biçimsel

demokrasi çağrılarıyla, aslında Kürt burjuvazisine imkan hazırlıyorlar. Eskisi gibi

dayatmalarla işin götürme çabaları da aynı şekilde sonuçlanır. O halde, sorun, demokratik

veya eski yöntemler değil; dayanılan toplumsal tabanın nasıl değiştirilebileceği ve bunun

mümkün olup olmadığıdır. Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır.

15 Eylül 2000 Cuma

[email protected]

http://www.comlink.de/demir

*

İki Çizgi: Günay Aslan ve Yaşar Kaya

Yeni açılan Kürdistan Post sitesinde (http: //www. kurdistan-post. com/) iki farklı görüş

kendini şöyle ifade ediyor:

Biri Yaşar Kaya. Aynen şöyle yazıyor:

“1960’larda ortaya atılan Ortadoğu Devrimci Çemberi bir hayaldi. Türk, İran, Pakistan

askeri oligarşileri CENTO’yu kurmuşlar, Kürtlerin idam fermanına Bağdat Paktı’ndan sonra

ikinci mührü basmışlardı. Ama ne Türk solunun, ne İran solunun ne de Pakistan solunun

birbirinden haberi yoktu. Şimdi ki Ortadoğu Demokratik Federasyonu da öyledir.

KÜRTLERİN FARS, ARAP VE TÜRKLERİ DEMOKRATİKLEŞTİRECEK KÜLTÜRLERİ

YOKTUR. Kürtler inkar ve imhaya karşı can derdindeler, Acemi Politikacı Abdullah Gül

ağzından kaçırdı, düşmeden bir hafta önce Saddam “gelin Kürtlerin kafasını birlikte keselim”

dedi. Biz kabul etmedik diyor. Ortadoğu’da Kürt gerçeği budur. Halen herkes bizi kesmede

Page 188: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

188

işbirliği yapıyor. Bu gerçeği en çok Kürtler görmeli dediğimiz için biz “ilkel milliyetçi”

oluyormuşuz. Bırakın bizde İttihat ve Terakki, Yusuf Akçura, Mustafa Kemal, Karakol

Cemiyeti kadar milliyetçi olalım. Bunu da tartışalım dediğimiz için biz bir çizgi oluyormuşuz.

Şunu açıklıkla söyleyelim ki 45 yıldır durduğumuz çizgideyiz. Biz hancı olarak gelip geçen

çok yolcu gördük. Dedik ya artık Ortadoğu’da herkesin elinde bir yol haritası var. Bizim

çizgideki rehberimiz Kürt halkıdır. Herkese yeni çizgiler dileğiyle. . . ”

Diğeri Güney Aslan. O da aynen şöyle yazıyor:

“Kürtler artık kendi sorunlarıyla ilgilenmek ve buna uygun çözümler üretmekle yetinemezler.

Böylesi bir alışkanlık Kürt siyasetini marjinalize eder, Kürt toplumunu da edilgen bırakır.

KÜRTLER BUNDAN BÖYLE BİRLİKTE YAŞADIKLARI ARAB’IN, TÜRK’ÜN VE FARS’IN

SORUNLARINA DA KENDİ SORUNLARI GİBİ SAHİP ÇIKMALI VE ONLARIN

SORUNLARINA DA GEÇERLİ ÇÖZÜMLER ÜRETMELİ VE BUNLARI HAYATA

GEÇİRMENİN YOLLARINI ARAYIP BULMALIDIRLAR. Bundan kaçınmak, bunun

gereklerini yerine getirmemek ya da bu görevleri savsaklamak Kürd’ün –biçimi ne olursa

olsun -köle statüsünde kalmasına hizmet etmekten başka bir anlamını olmayacaktır ve bunun

vebali de ağır olacaktır. ” (Biz majiskülledik)

Bu iki yazı aynı sayfada bulunuyor. Aşağıda her iki yazının da tamamı var.

İkisi de aynı konuyu tartışıyor ve farklı cevaplar veriyor.

Bu tartışma aynı zamanda bir strateji tartışmasıdır.

Bu tartışmayı açıkça yapmak gerekmiyor mu?

Bu yazılar bir başlangıç olamaz mı?

Başka cevaplar var mı?

*

“Yeni Çizgi – Yaşar Kaya

Evet biz Kürt ulusal ve demokratik mücadelesi içinde bir çizgiyiz. Bir defa Kuzey

Kürdistan’da 1950’li yıllarda başlayan inkara karşı çıkma eyleminin emekçilerindeniz. O

karanlık dönemlerin bedelini ödeyerek yola devam etmişiz.

İkincisi her dönemde ne zaman Kürt halkının ciddi eylemleri olmuşsa, ister basın-yayın, ister

legal partiler, ister kültür alanında olsun, hiç bir mevziyi terk etmeksizin, emeğimizi

koymuşuz. Biz onun için bir çizgisiyiz. Kürt ulusal mücadelesinin en yakıcı dönemini olan

silahlı mücadele döneminde, ateş hattında basınını, partilerini, kurumlarını ve diplomasisini

yürütmüşüz. Onun için biz Kürt hareketi içinde bir çizgiyiz.

Üçüncüsü Kürt sorununun Kemalist bir gözle gören Türk sol kurum, kuruluş ve partilerinde

yer almadığımız için biz bir çizgiyiz. Elimizden geldiğince kafaları Kemalizm’in

kurtçuklarıyla dolu olan solun halkımızın önüne koyduğu safsataları deşifre edip Kürdistan

devriminin ideolojik olarak yönünü saptıranları bu halka teşhir ettiğimiz için bir çizgiyiz.

Kimse bizim çizgimizden rahatsız olmamalı. Kürt halkının yüce çıkarları nerede ise biz

elimizden geldiğince onu savunmuşuz. Bunu savunmaya devam edeceğiz. Geniş ve kanlı Kürt

Page 189: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

189

coğrafyasında kurulmuş olan elli yıllık partiler Kürt aydınına gel benim kölem ol, bana

xulamlık yap, benim propagandamı yap, gereği kadar kullanır, sonra burnunu sürterim,

haddini bildiririm demişler. Hiç birisi, bana fikir ver, kişilik sahibi ol, üretim yap, bana proje

üret dememiştir. Biz bu iptidai kafalara karşı çıktığımız için bir çizgiyiz.

Biz çok sesliliği, özgür vicdanı, fikir özgürlüğünü, fikri suç saymayan basını savunduğumuz ve

köhne, çağdışı, küflü geri fikirlerle, tek parti ideolojilerini, dikta rejimlerini yerdiğimiz ve her

türlü geriliğe savaş açtığımız, her türlü ilerici, devrimci demokrasiye omuz verdiğimiz için bir

çizgiyiz.

Kürt ulusal dirilişinde Kürt devriminin arka bahçesi Kürt kültür rönesansına büyün önem

verdiğimiz ve ulusal bilinci besleyen ulusal kültürün önemine değindiğimiz için biz bir

çizgiyiz.

Örgütlenmenin parti kurmanın, kurum yaratmanın ve yaşatmanın çağın bilimsel gereğine

uygun olmasında ısrarcı olduğumuz ve legaliteyi vazgeçilmez bir metod olarak şeffaflığı ve

asrın bütün yaralarının merhemi olarak demokrasiyi tanıdığımız için biz buyuz.

Kürt ulusal hareketi ve aktifistlerinin çağı çok geriden takip ettiklerini söylüyorum. Biz her

türlü tartışmaya açığız. Karşı sözü olanlar elbette söylerlerse menmun oluruz. Gayem bir

manifesto yazmak değildir. Türk solu, Arap dejenere komünistliği, Fars kurnazlığı, Tudeh

solculuğu biz Kürtlere tam elli yıl kayıp ettirdi. Her ülke, her halk kendi solunu kendi yaratır,

kendi devrimini kendisi yapar. Bu sömürgeci rejimlerin burjuva inkarcılığı kadar, bu

ülkelerin devlete bağlı solu Kürtleri serseme çevirdi. İşte kırk yıldır biz buna karşı çıktık.

Çizgi oluşumuz işte bundandır.

Kuzey Kürdistan’da yaratılan Kürt legalitesinin, ehliyetsiz ellerde çok kötü bir şekilde tahrip

edildiğini söylediğimiz için, itiraz ettiğimiz için mi çizgi olduk? Böyle çizgilere can kurban,

kadası belası ne ise çekilir elbet.

Ortadoğu’da bir ucu Kemalizm, bir ucu Saddam baazcılığı olan tek parti ideolojileri son

buldu. Kemaliz’min AB’ye girmenin önünde en büyük engel olduğunu Avrupalı söyledi.

Ecevit, Bahçeli, Mesut Yılmaz bir gecede acımasızca tarihin çöplüğüne gittiler. Bu en çok da

biz Kürtlere bir şey anlatmalıydı.

1960’larda ortaya atılan Ortadoğu Devrimci Çemberi bir hayaldi. Türk, İran, Pakistan askeri

oligarşileri CENTO’yu kurmuşlar, Kürtlerin idam fermanına Bağdat Paktı’ndan sonra ikinci

mührü basmışlardı. Ama ne Türk solunun, ne İran solunun ne de Pakistan solunun

birbirinden haberi yoktu. Şimdi ki Ortadoğu Demokratik Federasyonu da öyledir. Kürtlerin

Fars, Arap ve Türkleri demokratikleştirecek kültürleri yoktur. Kürtler inkar ve imhaya karşı

can derdindeler, Acemi Politikacı Abdullah Gül ağzından kaçırdı, düşmeden bir hafta önce

Saddam” gelin Kürtlerin kafasını birlikte keselim” dedi. Biz kabul etmedik diyor.

Ortadoğu’da Kürt gerçeği budur. Halen herkes bizi kesmede işbirliği yapıyor. Bu gerçeği en

çok Kürtler görmeli dediğimiz için biz “ilkel milliyetçi” oluyormuşuz. Bırakın bizde İttihat ve

Terakki, Yusuf Akçura, Mustafa Kemal, Karakol Cemiyeti kadar milliyetçi olalım. Bunu da

tartışalım dediğimiz için biz bir çizgi oluyormuşuz. Şunu açıklıkla söyleyelim ki 45 yıldır

durduğumuz çizgideyiz. Biz hancı olarak gelip geçen çok yolcu gördük. Dedik ya artık

Page 190: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

190

Ortadoğu’da herkesin elinde bir yol haritası var. Bizim çizgideki rehberimiz Kürt halkıdır.

Herkese yeni çizgiler dileğiyle.”

*

“Yeni Dönemin Kürt Siyaseti – Günay Aslan

Denilebilir ki son iki yüz yılı ulusal ayaklanmalar ve onun arkasından yaşanan yenilgilerle

geçiren Kürtlerin yüzüne tarih ve talih ilk kez küresel süreçle birlikte gülmeye başlamıştır.

Zira, bin yıllardır bölgemizde ve ülkemizde kurulan her yeni dengeye “kurban” edilen Kürt

halkının merkezinde yeraldığı yeni bir denge ilk kez kuruluyor. Bu dengeyle birlikte de

Kürtlerin uluslararası demokratik toplumun eşit ve özgür bir üyesi olma statüsünü elde

etmelerinin yolu açılıyor. Bunun kıymetini bilmek ve hayatın sunduğu bu fırsatları iyi

değerlendirmek gerekiyor. Bunun için de yeni bir bakış açısı, çağa ve moral değerlere uygun

bir siyaset anlayışı ve buna uygun bir yapılanma kaçınılmaz oluyor.

Bu yönlü işaretler de yok değil. Ne de olsa, Soğuk Savaşın sona ermesi ve küresel çapta yeni

dengelerin kurulmaya başlanması süreci, tarihten günümüze kurulan her yeni dengeye

“kurban”edilen ülkemizi de yaşamsal önemde etkilemiş, yeni bir arayışa sürüklemiş ve bu

arayış da Irak Savaşı’ndan sonra daha bir boyutlanmıştır. Bölgesel gericiliğin tasfiyesinde

önemli bir mevziinin(IRAK) ele geçirilmiş olması, Kürt siyaset sınıfını da derinden sarsmış

ve onu yeni bir siyaset oluşturmanın ve de buna uygun yeni bir yapılanmayı hayata

geçirmenin arayışına itmiştir.

Özellikle de Irak Savaşı sonrası başlayan yeni dönem, bir bütün olarak Kürt siyasetinin siyasi

yetersizliğini aşmasında, çevresini saran kuşatmayı kırmasında ve geleceği kucaklamasında

önemli fırsatlar sunmuştur. Şimdi sorun bu fırsatların değerlendirilip değerlendirilemeyeceği

noktasında düğümlenmiştir.

Yeni Yaklaşım Kaçınılmazdır

Bu fırsatları değerlendirmenin biricik yolu da Kürt siyasetini dar örgütsel, ailesel, aşiretsel,

sınıfsal, din ve mezhepsel ve hatta ve hatta dar ulusal özelliklerin egemenliğinden

kurtarmaktan geçmektedir. Örgütsel, sınıfsal, dinsel ve de ulusal değerlerini tabulaştırmış,

deyim yerindeyse bu değerlerin kölesi haline gelmiş güçlerin küresel süreçte yapacakları bir

şey olamaz. Ülkemize, bölgemize ve de dünyamıza yeni bir bakış açısıyla, insanı merkezine

alan, “mülti-kültürel” bir bakış açısıyla bakmayan, zorlansa da, dünyayı sarıp sarmalayan

“evrensel entegrasyonun” böylesi bir bakışı zorunlu kıldığını kavramayan bir siyasetin Kürtler

adına bir çıkış yapması ve bölgesel ya da küresel bir alternatife katkı sunması olası değildir.

Bu adım atılmadan da ne ulusal aidiyetinin kölesi haline gelmiş bölge halklarının

demokratikleşmesi, ne de “ulusal özellikleri”tekelinde tutan bölgesel gericiliğin tasfiyesi

mümkün olabilecektir.

Bu bakış açısının küresel Kürt siyasetine damgasını vurması halinde ise hem Kürtlere

muazzam mevziler kazandıracak, hem de insanlığın gelişimin sürecine ivme katacaktır.

Evet, Küresel süreç, Kürt siyasetine, içinde hapsolacağımız ve üstelik yine de başkaları

tarafından yönetilmekten kurtulamayacağımız yeni sınırlar çizmek yerine, aidiyetlerimizi

kendimizi ve toplumuzu geliştirecek yeni siyasetlerin aracı yapmayı, bundan hareketle de

Page 191: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

191

bölgesel gericiliğin çözülmesine öncülük etmeyi bir misyon olarak biçmiş bulunmaktadır. Dar

ulusal, sınıfsal, ailesel, aşiretsel, mezhepsel ve dinsel sınırlar yerine kendi özelliklerini

özgürce ifade edebilen, buradan hareketle de koruyup geliştirebilen ve dünya insanlığıyla

buluşturup kaynaştıran bir bakış açısı artık kaçınılmaz hale gelmiştir.

Kürt ve Kürdistan sorunu artık Türkiye’nin, İran’ın, Irak’ın ve Suriye’nin sınırlarının dışına

taşmış ve uluslararası toplumun “istikrar, güvenlik ve refah” arayışının önemli bir aracı

olmuştur. Kürtlerin bir bütün olarak bölgedeki ırkçı ve despotik rejimlerin çözülmesinde bir

“manivela” ya da “çözücü” işlevi görecekleri de artık bir “kader” haline gelmiştir. Tarih

onlara böyle bir misyon yüklemiştir ve bundan kaçış da mümkün değildir. Bölgesel gericiliğin

tasfiyesinde ve bölgenin uluslararası demokratik topluma entegre edilmesinde ve dolayısıyla

da tarihin Kürtlere sunduğu “öncü rolün” yerine getirilmesinde böylesi bir kılavuza ve onun

etkin araçlara yaşamsal ihtiyaç duyulmaktadır.

Kürtler artık kendi sorunlarıyla ilgilenmek ve buna uygun çözümler üretmekle yetinemezler.

Böylesi bir alışkanlık Kürt siyasetini marjinalize eder, Kürt toplumunu da edilgen bırakır.

Kürtler bundan böyle birlikte yaşadıkları Arab’ın, Türk’ün ve Fars’ın sorunlarına da kendi

sorunları gibi sahip çıkmalı ve onların sorunlarına da geçerli çözümler üretmeli ve bunları

hayata geçirmenin yollarını arayıp bulmalıdırlar. Bundan kaçınmak, bunun gereklerini yerine

getirmemek ya da bu görevleri savsaklamak Kürd’ün –biçimi ne olursa olsun -köle statüsünde

kalmasına hizmet etmekten başka bir anlamını olmayacaktır ve bunun vebali de ağır olacaktır.

Bir sonraki yazıda bu konuya devam edecegiz.”

*

Sosyalist ve Devrimci Demokrat Kürdistanlılara Mektuplar

Sunuş

PKK’ya ve / veya Kürt Ulusal Hareketinin derimci demokratik kanadına, yıllardır, çok uzun

bir süre birbiri ardınca bıkmaksızın uyarılar yaptık, çıkış yollarını gösterdik. Bunları kimi

zaman doğrudan, kimi zaman kırmamak için satır aralarında ifade ettik.

Şimdi o uyarılarını yaptığımız tehlikeler birer tehlike olmaktan çıkmış birer gerçeklik olmuş

durumda. Bu uyarı ve eleştirilere yukarıdan bakıp yokmuş gibi davrananlar, şimdi ne

yapacaklarını bilemez durumdalar. Batan gemiyi terk eden fareler gibi, bir an önce postlarını

kurtarmanın derdine düşmüş bulunuyorlar.

Yoksul ve ezilen Kürdistanlılar: Kebapçıların mutfaklarında yemek yapıp bulaşık yıkayan

avurdu çökük ezgin yoksul Kürdistanlı genç işçiler; Ezidiler, Aleviler, Kadınlar ve Genç

Kızlar; Hıristiyanlar; bir zamanlar devrimci demokratik özlemlerin ifadesi olan

Kürdistanlılığın yerini Kürtlüğün alması karşısında; yani devrimci ve demokratik eğilimleri

ifade eden bir milliyetçilikten; etniye, dile dayanan bir milliyetçiliğe; bu gerici milliyetçiliğe

Page 192: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

192

doğru muazzam kayışın karşısında bu güne kadar her şeylerini verdikleri örgütün kadrolarının

hiçbir şey yapmaması ve yapamamasını görünce şaşkınlıkla kalakalıyorlar.

Kendine güvenli, neyi savunduğunu bilen, ona inanan bir ses bekliyorlar. Çıt çıkmıyor.

Örgütün bürokratlaşmış kadroları; bürokratlaşmamış olsa bile; sadece zafer ve güce göre

şekillenmiş militanları ne yapacaklarını bilemiyorlar.

Halbuki, PKK’yı PKK yapmış, ona gerçek kimliğini ve desteğini vermiş Kürdistan’ın

ezilenleri, hala bu muazzam kayışa karşı bir direniş hattı oluşturabilir. Onların beklediği hala

net açık bir görüş ve tutarlı bir tavır. Kendilerine gerçekleri olduğu gibi söyleyecek bir ses.

Öcalan hala onların eğilimlerine ve duygularına; bu devrimci ve demokratik eğilime tercüman

olmaya devam ediyor. Ama Öcalan ile aralarındaki bağlantı kayışları kopmuş, çalışmıyor.

Öcalan’ın sözleri daha ağzından çıktığı an, bağlantı kayışlarının elinde ve dilinde anlamını

yitirip boş sözlere; papazların Pazar vaazlarına dönüyor; yayın organlarında politikayı değil

kimliği tanımlayan Pazar vuzından öte bir işlevle yer almıyor.

Çok ilginçtir, şu an Kürdistan’da ve Kürtler arasında, bu muazzam savruluş karşısında, tutarlı

bir ideolojik tavrı sürdüren ve savunan bir tek Allahın kulu yok. O anlı şanlı, tafrasından

yanına varılmazların hiç biri ortada görülmüyor. Tüm örgütü Öcalan’a karşı ve ona ihanet

içinde. Öcalan’ın kendi eğilimlerini dile getirdiğini bilen ve sezen en alttaki ezilen

Kürdistanlılar ise Öcalan’ın, böyle onu bir an için dilinden düşürmeyip tanrılaştıranların bu

gizli suikastı karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlar.

*

Biz ise uyarılarımızı, önerilerimizi şimdiye kadar yaptığımız gibi bundan sonra da yapmaya

devam edeceğiz. Sanki dinleyen varmış gibi.

Bizim için yeni değil bunlar. Biraz hatırlatalım.

Hani şu bir zamanlar sosyalist denen ülkeler var ya. Onların sosyalist değil, işçi sınıfının

üzerindeki bürokratik diktatörlükler olduğunu; Ekim Devriminin tecrit olması nedeniyle,

Rusya gibi muazzam köylü bir ülkede, yirmilerin ortalarında bir bürokratik kastın bir karşı

devrimle iktidarı ele aldığını, onlarca yıl söyledi Devrimci Marksistler. Ama onların gücü

yoktu ki sözleri dinlensin. Fikirlere ardındaki güç kadar değer verirdi o anlı şanlı sosyalistler.

Onlar “doğru” yoldaydılar. Doğru oldukları için işte güçlüydüler.

Sonra birden o “Sosyalist Sistem” olmamışa döndü. O yanlarına varılmaz sosyalistler, derhal

eski dogmatik görüşlerinden kurtulup globalleşmenin ve liberalizmin savunucuları oldular. O

anlı şanlı TKP’lerden, SBKP’lerden ortada kimseler kalmadı.

Bu bayların kerameti kendilerinden menkuldur. Onlar dün o bürokratik diktatörlükmlere

sosyalizm derken de doğruydular bu gün globalleşme veya liberalizme övgüler düzerken de

doğrudurlar. Hatta bunun için diyalektik üzerine yemin bile edebilirler. Hani şu diyalektiğin

babalarından Hegel değil midir “gerçek olan aklidir” diyen.

Egemen sınıfların eski mesleğidir. En devrimci sözleri içini boşaltıp en gerici çıkar ve

konumların aracı yapmak. Şark’tır orası, boyuna takılan işkence aletine de güzel bir çiçeğe de

lale der.

Page 193: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

193

Ama unutulan bir şey var. Biz o baylar sosyalistliklerinden kıl aldırmazken de o baylara karşı

sosyalizmi savunuyorduk; şimdi o baylar en gerici milliyetçilikleri; kapitalizmleri;

liberalizmleri savunurken de sosyalizmi savunuyoruz.

Nasıl her şeylere kadir tanrı, bir topal şeytanı yok edemez ise, biz şeytanın yer yüzündeki

gölgeleri de var olmaya devam ediyoruz.

Şimdi bu filmi bir defa daha göreceğiz anlaşılan. Bu sefer kürdistan’da. Daha düne kadar

Kürdistan’da sosyasitliği, devrimci demokratlığı kimseye bırakmayanlar şimdi ışık hızıyla ve

tabur tabur ABD’nin, liberalizmin; etni, dil ve soya dayanan milliyetçiliğin faziletlerini

keşfediyorlar. Devrimci demokratik ideallerini terk edip onlara eski bir elbise kadar bile değer

vermeden çöpe atıyorlar.

Bu baylarımız dün de doğru yoldaydılar bu gün de doğru yoldalar; onlar doğruluklarını

yollardan değil; yollar doğruluklarını onların varlığından alır. Onların bulunmadığı yolların

doğru olması mümkün değilir. Onların kerameti kendilerinden menkuldür.

Biz ise, dün de bu baylara karşı devrimci demokrasi ve sosyalizmi savunuyorduk bu gün de

savunmaya devam edeceğiz.

Çünkü biz insanlığın kurtuluşuna, zafer kazananların, galiplerin değil; mağlupların, daha

baştan yenik olan ve yenilgiye mahkum olanların daha büyük ve gerçek katkıyı yaptığını

düşünen bir mezhepteniz.

Yıllar önce bir yazımızda şöyle demiştik:

“Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir tavrın,

bir zafer beklentisine bile ihtiyacı yoktur. Tarihte eğer ezilenlerin kurtuluşu yolunda zaman

zaman bir parça ilerlemeler kaydedildiyse, bunlar zafer kazananlar değil, yenilenler

sayesinde olmuştur. Kurtuluşa azami katkı, çoğu kez yenilgiyi gerektirmiştir, zaferi değil.

Zaferi kazanan kilisenin değil, onun yaktıklarının, cadıların örneğin daha çok katkısı vardır

insanlığın kurtuluşuna.

Bir zafer bile beklemeyen, umutsuz bur durumdan yola çıkan ve umudu bile olmayan bir tavır

olabilir ancak umudun kendisi.” (Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak,

http://www.comlink.de/demir/konular/programatik/gelecek.htm )

Uyarıları, eleştiileri, önerileri yapmaya devam. Sanki dinleyen varmış gibi. Önemli olan bir

gelenek birakmak, bir örnek sunmak, dersleri sistemleştirmektir.

Biz ideolojik mücadeleye devam deceğiz. Kullanmasını bilene en gelişmiş teorik silahları

sunmaya devam edeceğiz. Kimsenin onları eline almayacağını bile bile.

*

Freud, Güdük Fiiler ve Sınıfsal Eğilimler

Freud’un esas büyük katkısı, en sıradan, nedensiz gibi görünen rüyalar ve unutkanlıklar; dil

sürçmeleri gibi güdük fiilerin ardında bir nedensellik olduğunu ve bunun ardında da iç

Page 194: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

194

güdülerle bilinç arasındaki gerilimin yarattığı bilinç altının varlığını keşfetmesidir. Yoksa bu

büyük keşfi somutlamaları, uygulamaları ve sunduğu açıklamalar, Orta Avrupalı bir küçük

burjuvanın dünyasını tarih ve toplum üstü evrensel bir insan özü olarak ele almaktan öteye

gitmez. Burjuvazi, Freud’u her zaman gerçek katkılarıyla değil, tam da bu yanlış yanıyla ele

alır ve sahiplenir.

Bu ele alışta, örneğin cinsel içgüdüler ve bastırmalar, insanın insan olma sürecindeki o müthiş

zembereğe bir ilgi ve vurgu görülmez; kapitalist toplumun şehir küçük burjuvasının

yabancılaşması ve ahlaki bastırmaları ve bunların ortaya çıkardığı nevrozlar evrenselleştirilir

tarih ve toplum üstü açıklamalar haline getirilir.

Halbuki, insanın insan olma sürecinde, cinsellik, bastırıp yüceltmeye uygun biricik canlı iç

güdüsüdür. Açlık, susuzluk, yaşama iç güdüleri bastırılamaz. Biricik bastırılabilecek güdüdür

cinsellik. Ancak cinsel yasaklar, bu iç güdüyü bastırma ve yüceltme, sürülükten topluma

geçme olanakları doğur. Cinsel yasaklar için soy, soyu tanımlamak için te totem olmazsa

olmaz koşuldur. Komünün tüm üst yapısı ve toplumsal örgütlenmesi toteme göre şekillenir;

totemi yaratan ise, soydur. Soy ise ancak cinsel yasakların olduğu yerde var olabilir. Bu

anlamda ele alındığında, insan totemi yarttığı gibi, totem tarafından yaratılmıştır. Kelimenin

gerçek anlamıyla insanı totemler yaratmıştır. Totemleri o ilk komünlerin allahları olarak

tanımlarsak; insanın Allah tarafından yaratıldığı; Allah’ın insan tarafından yaratıldığından hiç

de daha az doğru değildir.

Ama tarih gibi doğa da hiçbir şeyi karşılıksız vermez. Cinselliğin bastırılması ve bilincin ve

toplumsallığın gelişmesiyle birlikte; bilinç altı da gelişir. Bilinç altındaki birikimler ve

patlamalar da. Bu nedenle insan çıldıran hayvandır. En akıllı varlık olan insan, iç güdülerine

en egemen bu varlık, tüm hayvanlar aleminden iç güdülerine bastırmasıyla ayrılan bu varlık,

bir anda en ilkel sürü hayvanından bile daha ilkel olarak o bilinç altının; bastırılmış güdülerin

esiri olabilir.

Başa dönersek, işte Freud’un en büyük katkısı, sadece nevrozlar ve rüyalar gibi önemli ve

dikkati çeken değil; unutkanlık ve dil sürçmeleri gibi en dikkati çekmeyen, nedensiz gibi

görünen olyların ardında bile; bilinç altına itme mekanizmalarının bulunduğunu

göstermesidir.

Geçenlerde, Öcalan’a yazdığım ikinci mektubun hala verilmediğini, verilip verilmediğine dair

sorularıma da cevap verilmediğini. Neden böyle davranıldığını sorduğumda, bana “bir kasıt

yoktur. Şu ara çok önemli şeyler var, unutmuşlardır” diye cevap veriyordu.

Bu cevabın doğru olduğunu var saysak bile, yani ortada politik olmayan kasıtlı unutmalar

olmadığını var saysak bile, sonuç değişir mi?

O unutmaların, o güdük fiillerin ardında sınıfsal eğilimler, güdüler olduğu Freud’tan beri

bizler için bir sır değildir.

Bir komplo’dan bile söz edilebilir. Ama bu kelimenin gerçek anlamında bir komplo değildir.

Sınıfsal eğilimlerin yarattığı; kendiliğinden işleyen; konuşulmamış, görüşülmemiş bir

komplodur bu. Öne çıkarılan her görüş, öne çıkarılmayana karşı; söylenen her görüş

söylenmeyen, unutulan ve unutturulana karşı bir komplodur.

Page 195: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

195

Bizim yazılarımızı, görüşlerimizi gizleyen, gündemden düşüren, yok veya önemsiz sayan her

davranış, Kürdistan’da devrimci demokratik ve sosyalist görüşlere karşı bir komplodur. Bütün

bu davranışların ardında; en bilinçsiz olunduğu durumlarda bile sınıfsal içgüdülerin yarattığı

bir komplo vardır.

Bu nedenle yazılarımız bir mihenk taşıdır.Eğer gerçekten Kürdistanlı sosyalistler veya

devrimci demokratlar kimin hangi safta olduğunu anlamak istiyorsa söylediklerimiz

karşısında gösterilen tavırlara baksın.

Çünkü onlar Kürdistan’da devrimci demokrasi ve sosyalizmin dayanabileceği biricik doğru

teorik temeli sunarlar. O yazılarda ifade edilen teorik ve politik çizgiye dayanmadan,

Kürdistan’da veya dünyanın başka bir ülkesinde, ne sosyalist ne de devrimci demokratik bir

alternatif geliştirmek; saldırıya karşı güçlü savunma mevzileri oluşturmak ve bir karşı saldırı

geliştirmek mümkün değildir. Bu görüşler, Marksizmin ve işçi hareketinin son yüz elli yıllık

mücadelesinde geliştirdiği deneylerden çıkan en gelişmiş teorik araçlara dayanmaktadır.

Bir örnek verelim, Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğuna dair bir tek derli toplu yazı var

mı? Yok. Bu konuda tek biz yazdık ve işin ilginci yazdıklarımız bizzat Demokratik

Cumhuriyet’i savundaklerini söyleyenler tarafından, yayınlanmadı ve engellendi. Şimdi onları

engelleyenler, ona açıktan saldırıyorlar. Bunlar bir rastlantı değildir.

PKK kadroları, Demokratik Cumhuriyet’i anlamadıklarından, onu savunamadıklarından

yakınıyorlar. Ama onun ne olduğunu gösterecek yazıları dün okumadıkları ve okumadıkları

gibi, bu gün de öyle davranmaya devam ediyorlar.

Demokratik Cumhuriyet’in ne olduğuna dair bir teorik temel, onun doğruluğuna dair bir

inanç, bir bilgi yoksa nasıl savunulabilir ki?

Bu teorik temel ve açıklamalar ise, İşçi hareketinin deneylerini sistemleştirilmiş biri

tarafından, İşçi Sınıfının Devrimci demokratik Kürt hareketine bir desteği olarak

sunulmaktadır. Bunlara el bile sürülmemekte, gözlerden uzak tutulmakta, sonra da toplu

günah çıkarma ayinlerinde, biz anlayamadık diye ağlaşılmaktadır.

İnsan moral makinasıdır. Bir şeye inanmıyorsanız, doğruluğundan emin değilseniz nasıl

savunursunuz ki? İnanmadığınız, savunmak için teorik olarak cihazlanmadığınız bir görüşü

savunmanızın olanağı var mıdır? Yoktur.

Böyle bir durumda, bir yandan Demokratik Cumhuriyet’i anlatan yazıları gizlemek,

bilinçlerden uzak tutmak; sonra da demokratik Cumhuriyet’i anlamadık diye ağlaşmak, bu

sınıfsal iç güdülere dayanan sözleşilmemiş bir komplodan başka bir şey değildir.

Açık konuşalım. PKK’ya, Kürdistanlı Devrimci Demokratlera eğer varsa sosyalistlere

demokratik cumhureyet stratejisini anlamaları ve savunmaları için en mükemmel, en gelişmiş

araçları sunduk. Bunların hiç birine dokunan olmadı ve olmuyor.

Örnek verelim.

Demokratik Cumhuriyet Programını ve stratejisini, Komünist Manifesto’ya benzer bir

biçimle, edebi bakımdan oldukça da iyi bir metin olarak; sadece Kürtlerin değil, Orta

Doğu’daki tüm etnilerden, dinlerden, dillerden insanların kendilerini bulacakları bir biçim

Page 196: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

196

içinde anlatan ABD’nin büyük orta doğu Projesine bir alternatif olarak koyan Ortadoğu İçin

Demokratik Manifesto adlı bir metin yazdık.

Bu metin hem programatik ve stratejik açıklık sağlamakta, hem de ideolojik silahlar

sunmaktadır.

Bu metni bütün Kürt yayın organlarına mail ile yolladık, sayfamızda yayınladık. Bir tek kişi

çıkıp, suskunluktan kurtulması, üzerine tartışılması için bir şey yazmadı ve hiç biri

yayınlamadı.

Bu gaflet ve önüne hazır olarak verilen silahı almama konusundaki gafletten uyandırmak için,

tuttuk bu metini, yayınlaması için PKK’ya yayın evlerince yayınlanmasını önerdik. Hiçbir şey

istemediğimizi belirttik: Kimse cevap bile vermeye değer bulmadı.

Bıkmadık, son kongre öncesinde, metni tuttuk hem Öcalan’a hem de Kongra Gel kongresine

yolladık ve Kongra Gel’e program olarak önerdik. Ne gündeme alındı, ne cevap verildi.

Ondan sonra da “Çizgiyi Anlamadık” diye ağlaşıldı.

Bıkmadık. Öcalan’a yolladık aynı zamanda bir mektup olarak. Belki Öcalan’a sunulmuş bir

mektup olduğu için yayınlanır diye düşündük. Yayınlamadılar. Tartışmadılar.

Mektup diye mektupları sunan kısa mektubu yayınladılar. Mektubun asıl kendisi olan bu

metni ve Beşikçi Eleştirisini yayınlamadılar.

Daha sonra Öcalan, Görüşme Notları’nda “Demir’in yazılarını Okudunuz mu” diye sorarak

zımnen tavsiye etmesine ve okunmasını önermesine rağmen. Yine yayınlamadılar. Hatta bu

sözlerini de tahrif ettiler. Öcalan “Okudunuz mu?” diye sorar ve zımnen okunmasını

önerirken, gazete sayfalarında yayınlanan görüşme notlarında “Demir’in yazısını Okudum”

şeklinde yayınlandı. (Bu “güdük fiil”erin, “Dil sürçmelerinin” ardında rastlantılar değil,

sınıfsal içgüdüler olduğuna daha önce değindik.)

Öcalan tuttu bir de bizim, kendi görüşlerini geliştirip savunabileceğimizi söyledi. Böyle bir

görev istemiyorduk ve yapmazdık ama en azından, Öcalan’ı dokunulmaz tabu kılanların onun

dediklerini bir emir olarak görmeleri beklenirdi. Yani bu durumda, Öcalan’ın okunmasını

önerdiği metinleri basması beklenirdi. Tekrar yayınlanmasını önerdik: cevap bile verilmedi.

Ama bütün bunları yapmayanlar; “Okudunuz mu”yu “okudum” yapanlar. Çok önemli

meseleleri görüşmekten toplu halde “demokratik cumhuriyeti anlamamışız” ayinleri yapanlar,

aynı gazete sayfalarında, TV’de, Öcalan’ın görüşlerine; demokratik Cumhuriyet Programı ve

stratejisine açıkça karşı oldukları bilinen, Ahmet Kahraman, Haydar Işık gibileri karşısında

ağızlarını açarak bir tek söz söylemiyorlar; onlara karşı kendileri bir tek sözcükle mücadele

etmiyorlardı.

Bu görevi yine aynı komplonun bir parçası olarak, Türk Solu kökenli yazarlara bırakıyorlar,

onlar da, kendilerini defalarca uyarmamıza rağmen bile bile bu oyuna ve komploya alet

olmaya, Özgür Politika sayfalarında yazmaya devam ediyorlardı.

Bunun adı da “Kürt Gerçekliği” oluyordu. Kadrolar arasında şöyle davranılmaktadır. Önce

Öcalan’ın görüşleri ya da eski devrimci demokratik gelenekten gelen görüşler sıralanmakta,

ama bunlar hep hamasi bir şekilde pratikten uzak olarak, birer besemele gibi tekrarlanmakta;

Page 197: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

197

ondan sonra “Kürt gerçekliği”nden söz edilerek, biraz önce söylenenlerin 180 derece aksi,

aslında kendi savunduğunu söylediği stratejiye karşı görüşler savunulmaktadır. Bunun adına

da politika denmekte ve bunun politika olduğu sanılmaktadır.

Sorunun, yani Demokratik Cumhuriyet’in, ulusun nasıl tanımlanacağı sorunu olduğu, bu

noktada açık teorik ve ideolojik mücadeleye girmek gerektiği; gereğinde kısa vadede ilkel bir

milliyetçiliğin akıntısına kapılanlardan tecrit olmayı göze almak gerektiği görülmemekte ve

kimse buna cesaret edememektedir.

Sadece bu kadar da değil. Cahit Mervan isimli kişi örneğin Özgür Politika sayfalarında,

Öcalan’a yazdığımız mektupları, Öcalan’ın görüşlerinin savulmamasına ilişkin

gözlemlerimizi aktarmaları; Öcalan’a ihbarcılık yapıyormuşuz diye tanımlamakta ve bu

yayınlanmakta: kimse çıkıp buna bir tek kelimeyle olsun cevap vermemektedir.

Açık ki, bütün gazete ve televizyonun bütün en kritik noktalarında bulunanlar, demokratik

Cumhuriyet’e karşı ve Ulusun dil ve etniyle tanımlanmasından yana olanlardan oluşmaktadır.

Yani PKK’nın kontrolündeki bütün organlar, aylardır, hatta yıllardır, Öcalan’a karşı bir

ideolojik mücadelenin araçlarıdır. Burada saldırı doğrudan Öcalan’a karşı değil, bir savaş

hilesiyle, onunla özdeş olduğu düşünülen görüşler ve semboller üzerinden yapılmaktadır.

Herkes toplu halde bir ihanete ortak olmaktadır. Bizim gazeteden ayrılışımız bu ihaneti açıkça

ortaya koymasına ve defalarca uyarmamıza rağmen bu ihanete devam edilmektedir.

Bu gün koskoca örgütte, ulusun dele, etniye dine göre tanımlanmasına açıktan karşı çıkacak,

karşı tarafa açıktan ideolojik mücadeleye girecek bir tek kimse bulunmamaktadır. Aslında

PKK fiilen ideolojik olarak çökertilmiş bulunmaktadır. Gerici milliyetçilikle mücadele

etmeyenler de onun hizmetindedirler.

Şimdi artık onların karşısında konuşacak bir tek sözleri kalmamış bulunuyor.

Bunun en ilginç örneği Ahmet kahraman’la yaşandı. Ahmet kahraman bir yazısında Mihri

Belli üzerinden Gazetede yazan Türkiye solu kökenli yazarlara ağır ifadeler kullandı. Bunun

üzerine gazetede birkaç gün sonra, Ahmet Kahraman adına, o da yine Türk solu kökenli

yazarların uyarısıyla, özer dilendi. “Gözden kaçmış” dendi.

Ama sonra da A. Kahraman, “ben dediğimin arkasındayım benim adıma kimse özür

dileyemez dedi” ve bunu da kuzu kuzu yuttular.

Bu gün, etniye dayanan milliyetçiliğe açıkça karşı olmadan, demokratik cumhuriyet

savunulamaz. Hem Kürt gerçekliği diyerek, ulusu dil ve etniyle dayanan görüşlerle kuzu kuzu

bir arada yaşayacak onların saldırıları karşısında zerrece tepki göstermeyeceksiniz, hem de

sözde demokratik bir cumhuriyeti savunduğunuzu söyleyeceksiniz. Buna kargalar güler.

Buna karşı mücadele etmek istiyorsanız yapmanız gerekenler şunlardır.

1) Gazetedeki Türk yazarlara “Lütfen artık yazmayın. Sizleri alet ederek Öcalan ve

Demokratik Cumhuriyet stratejisine saldırıyorlar. Bu saldırılara biz cevap vermek

istiyoruz ve öncelikle bizim cevap vermemiz gerekir. Yazılarınızı yine yazar ve başka

yerlerde yayınlarsanız biz sizin yazılarınızı gereğinde oradan alıp yayınlarız. “Biz

yayınlıyoruz işte” deriz. Bu saldırılara ancak biz Kürt devrimci demokratları veya

Page 198: Demir Kucukaydin - Kurt Hareketinin Sorunlari Uzerine Yazilar - V-1

198

sosyalistleri cevap verirsek anlamlı olur. O zaman Kürt Türk tarzında değil, Kürtler

içindeki bir sınıf mücadelesi ve ideolojik mücadele olarak tartışma olabilir”. denerek

onların yazmaması sağlenmelı.

2) Gazete’de yazan, Demokratik Cumhuriyet karşıtı yazarlara da yol gösterilir. Ya da

onların her imasına, her dokundurmasına açıktan yine gazete sayfalarında Kürt

devrimci demokrat ve sosyalistlerince karşı yazılar yazılır. Onlara ideolojik olarak göz

açtırılmaz.

3) Bizim şimdiye kadar yazdığımız yazılardan özellikle Demokratik Cumhuriyet’i ve

yeni stratejiyi açıklayanlar, İsmail Beşikçi Eleştirisi, derhal yayınlanır ve aynı

zamanda toplu olarak tartışılır.

4) Orta Doğu İçin demokrasi manifestosu, Kongra-Gel tarafından Program Taslağı

olarak gündeme alınır ve tartışılmaya başlanır.

Karşi mücadeleye girebilmek için öncelikle ideolojik silahlanma ve cihazlanma

gerekmektedir. Bunu bizim yazdıklarımızdan başka size sağlayacak kitap bulunmamaktadır.

Bunlar acil olarak ilk elde yapılabilecek olanlar ve yapılması gerekenler.

01.09.2004