Upload
letram
View
223
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
1
T.C.
ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
BATI DĠLLERĠ VE EDEBĠYATLARI
(ĠTALYAN DĠLĠ VE EDEBĠYATI)
ANABĠLĠM DALI
DINO BUZZATI’DE FANTASTĠK ÖĞELER
Yüksek Lisans Tezi
Hüsniye Özgül BALKAN
Ankara-2011
2
T.C.
ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ
BATI DĠLLERĠ VE EDEBĠYATLARI
(ĠTALYAN DĠLĠ VE EDEBĠYATI)
ANABĠLĠM DALI
DINO BUZZATI’DE FANTASTĠK ÖĞELER
Yüksek Lisans Tezi
Hüsniye Özgül BALKAN
Tez DanıĢmanı
Prof. Dr. Nevin ÖZKAN
Ankara-2011
i
ÖNSÖZ
Çağdaş İtalyan Edebiyatı‟nın en önemli yazarlarından biri olan Dino
Buzzati‟nin öyküleriyle ilk tanışmam, İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü‟nde
öğrenimim sırasında edebiyat dersinde olmuştur. Öykülerini okudukça kullandığı
simgelerle düşüncelerini anlatmadaki ustalığının farkına vardım. Böylece Buzzati
daha çok ilgimi çekmeye başladı. Yüksek Lisans öğrencisi olduktan sonra kendisinin
diğer bazı yapıtlarını okuma fırsatım oldu. Bu yapıtlarını okuduktan sonra, kendisine
ve üslubuna hayran kaldım. Bu nedenle tez çalışmamı Buzzati üzerine yapmaya
karar verdim. Ayrıca ülkemizde Buzzati‟nin bazı yapıtlarının Türkçeye çevrilmesi,
kendisinin edebi tarzına ve yapıtlarına olan ilgimi daha da artırdı. Bu, Buzzati ile
ilgili araştırma yapmam konusunda önemli nedenlerden biri olmuştur.
Bu tez çalışmasında Buzzati‟nin yaşamına, diline, üslubuna ve yapıtlarında
vermek istediği mesajlara değindim. Ayrıca Buzzati yapıtlarında fantastik öğeler
kullandığı için, fantastik edebiyatla ilgili genel bir bilgi verip bu edebiyatın
İtalya‟daki etkisini genel hatlarıyla incelemeye çalıştım.
Tez çalışmam boyunca bana yol gösteren, sabrını yitirmeyen, hiçbir koşulda
benden yardım ve desteğini esirgemeyen, kendisini her zaman takdir ettiğim
saygıdeğer hocam ve tez danışmanım Sayın Prof. Dr. Nevin Özkan‟a sonsuz
teşekkürlerimi borç bilirim. Ayrıca yaşamım boyunca her zaman yanımda olan
aileme, bu çalışmayı yaparken bana yaptıkları katkılarından dolayı İtalyan Dili ve
Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyelerine ve arkadaşlarıma gönülden teşekkür
ii
ederim. Çalışmamın bir bölümü için benden yardımlarını esirgemeyen İspanyol Dili
ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Sayın Prof. Dr. Ertuğrul Önalp‟e
teşekkürlerimi sunarım.
Hüsniye Özgül BALKAN
Ankara - 2011
iii
ĠÇĠNDEKĠLER
ÖNSÖZ .................................................................................................................... i
ĠÇĠNDEKĠLER .................................................................................................... iii
1. GĠRĠġ .................................................................................................................. 1
2. DINO BUZZATI’NĠN YAġAM ÖYKÜSÜ VE ÇAĞI ĠÇĠNDEKĠ
YERĠ ........................................................................................................................ 4
3. GENEL HATLARIYLA FANTASTĠK EDEBĠYAT VE ĠTALYA’DA
ETKĠLERĠ ............................................................................................................ 14
4. “BÀRNABO DELLE MONTAGNE” ADLI ROMANDA DAĞLARIN
ÇEKĠCĠLĠĞĠYLE ZAMANIN AKIġI ÖĞELERĠ ARASINDAKĠ
UYUM ................................................................................................................... 35
5. “IL SEGRETO DEL BOSCO VECCHIO” ADLI ROMANDA
ORMANIN GĠZEMLĠ BÜYÜSÜ VE ÇEVRE MOTĠFLERĠ ......................... 55
6. “IL COLOMBRE” ADLI ÖYKÜ DERLEMESĠNDEKĠ ÖYKÜLERĠN
ĠNCELENMESĠ VE BU YAPITTA GÖRÜLEN DANTE ETKĠSĠ ................ 75
7. DINO BUZZATI’NĠN DĠLĠ VE ÜSLUBU .................................................. 130
8. SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME ................................................................ 134
ÖZET ................................................................................................................... 137
ABSTRACT ........................................................................................................ 138
KAYNAKÇA ...................................................................................................... 140
1
1. GĠRĠġ
İçinde bulunulan dönemin gerçeklerinden kaçış ya da eleştiri amaçlı
fantastik öğelerin kullanıldığı fantastik edebiyatı benimseyen, Faşizm döneminin,
İkinci Dünya Savaşı zamanının ve sonrasının önemli İtalyan yazarlarından biri 1906-
1972 yılları arasında yaşamış olan Dino Buzzati‟dir.
Buzzati, yapıtlarında kendine özgü simgesel üslubuyla olay ve nesnelerin
ardındaki gizemi fantastik öğelerle ortaya çıkarmıştır. Aynı zamanda şair ve tiyatro
yazarı olan Buzzati, şiir ve tiyatro alanlarında önemli yapıtlar vermiştir. Buzzati
gazetecilikle uğraştığından, bu meslekten edindiği birikimlerini yapıtlarında ortaya
koymayı başarmıştır. Ayrıca, yaptığı başarılı resimlerle ressamlık yönünü de ön
plana çıkarmıştır.
Bu tez çalışmasının amacı, Buzzati‟nin Bàrnabo delle montagne, Il segreto
del Bosco Vecchio ve Il colombre adlı yapıtlarındaki fantastik simge ve öğeleri
ortaya çıkarıp içlerindeki gizem ve ironiyi yorumlayarak, yazarın topluma vermek
istediği düşünce ve mesajları gözler önüne sermektir. Ayrıca bu tez çalışmasında,
verilmek istenen düşünce ve mesajların günümüz toplumunda bile geçerliliğini
koruduğunu göstermek ve Buzzati‟nin büyülü ve gizemli dünyasını keşfetmek
isteyenlere yararlı bir kaynak sunmak amaçlanmıştır.
Çalışmamızın “Genel Hatlarıyla Fantastik Edebiyat ve İtalya‟da Etkileri”
başlıklı bölümde fantastik edebiyatın kökeni, özellikleri ve bazı fantastik yapıtlarla
2
ilgili bilgiler verilecektir. Ayrıca bu bölümde İtalyan fantastik edebiyatının bazı
önemli edebiyatçılarından olan Dante Alighieri‟nin La Divina Commedia, Giovanni
Boccaccio‟nun Decameron, Ludovico Ariosto‟nun Orlando Furioso, Torquato
Tasso‟nun Gerusalemme Liberata, Tommaso Campanella‟nın La città del sole, Carlo
Collodi‟nin Le avventure di Pinocchio. Storia di un brattino ve Marco Lodoli‟nin I
fannulloni adlı yapıtlarından örnekler verilecektir.
“Bàrnabo delle montagne Adlı Romanda Dağların Çekiciliğiyle Zamanın
Akışı Öğeleri Arasındaki Uyum” başlıklı bölümde Buzzati‟nin ilk romanı Bàrnabo
delle montagne incelenecektir. Söz konusu romanda geçen „Dağ‟ ve „Zamanın akışı‟
konuları irdelenip yazarın anlatmak istediği mesajlar vurgulanacaktır. Ayrıca söz
konusu roman incelenirken, romanın hem İtalyanca aslından hem de “Dağların
Adamı Barnabo” adıyla yayımlanmış Türkçe çevirisinden yararlanılacaktır.
“Il segreto del Bosco Vecchio Adlı Romanda Ormanın Gizemli Büyüsü ve
Çevre Motifleri” başlıklı bölümde Buzzati‟nin ikinci romanı Il segreto del Bosco
Vecchio incelenecektir. Söz konusu romanda fantastik öğeler aracılıyla ortaya çıkan
Buzzati‟nin çevreci yönü ve çocuklarla doğa arasındaki uyum irdelenecektir. Ayrıca
söz konusu roman incelenirken, romanın Türkçe çevirisi olmadığından yalnızca
İtalyanca aslından yararlanılacaktır.
“Il colombre Adlı Öykü Derlemesindeki Öykülerin İncelenmesi ve Bu
Yapıtta Görülen Dante Etkisi” başlıklı bölümde, elli bir öyküden oluşan ve asıl adı Il
colombre e altri cinquanta racconti olan Il colombre adlı yapıt ele alınacaktır. Söz
3
konusu yapıtla ilgili çalışma yapılırken, bu yapıttaki on dört öykünün Fransızca
çevirilerinin de olduğu Il colombre-Le K adlı kitap incelenecektir. Bu kitaptaki
öykülerdeki simgeler yorumlanarak ana fikirler üzerinde durulacaktır. Ayrıca kitapta
yer alan “Yüzyılın Cehennemlerine Yolculuk” adlı bölümdeki öykülerde Buzzati‟nin
büyük kentlerdeki yaşam şartlarından dolayı insanların mutsuzluklarını nasıl ele
aldığı gözler önüne serilecektir. Il colombre-Le K kitabındaki “Yüzyılın
Cehennemlerine Yolculuk” adlı bölümde yer alan iki öyküye ek olarak, Buzzati‟nin
bu yapıtında hissedilen Dante‟nin etkisini daha iyi aktarabilmek için Il colombre e
altri cinquanta racconti kitabındaki bu bölümde yer alan diğer altı öykü de
incelenecektir. Ayrıca bu bölümde Buzzati‟nin söz konusu yapıtıyla Dante‟nin La
Divina Commedia adlı yapıtı arasında karşılaştırma yapılacaktır. Buzzati‟nin söz
konusu yapıtı incelenirken, yapıtın İtalyanca aslından ve “Colombre” adıyla
yayımlanmış Türkçe çevirisinden yararlanılacaktır. Dante‟nin söz konusu yapıtı
incelenirken yalnızca “İlahi Komedya” adıyla yayımlanmış Türkçe çevirisinden
yararlanılacaktır.
Buzzati‟nin resimleri, Buzzati‟nin bu çalışmada incelenen yapıtlarının ve bu
yapıtların Türkçe çevirilerinin kapak resimleri ise çeşitli internet kaynaklarından elde
edilmiştir.
4
2. DINO BUZZATI’NĠN YAġAM ÖYKÜSÜ VE ÇAĞI ĠÇĠNDEKĠ YERĠ
Dino Buzzati Traverso 16 Ekim 1906 tarihinde Belluno kentindeki San
Pellegrino kasabasında ailesine ait bir villada dünyaya gelir. Ailenin üçüncü çocuğu
olan Buzzati‟nin Augusto, Angelina ve Adriano adında üç kardeşi vardır. Babası
Giulio Cesare Buzzati, Pavia Üniversitesi ve Milano Bocconi Üniversitesi‟nde
uluslararası hukuk profesörü olarak çalışmıştır. Annesi Alba Mantovani ise yazar
Dino Mantovani‟nin kardeşidir. Yaz aylarını Belluno‟da, kış aylarını ise Milano‟da
ailesiyle birlikte geçiren Buzzati, daha sonraki yazacağı yapıtlarına ilham kaynağı
olan çocukluk yıllarında edindiği izlenimleri şöyle dile getirir:
“Çocukluk yıllarında edindiğim derin izlenimler, doğduğum yer olan
Belluno Vadisi‟nden, çevresinde yer alan vahşi dağlardan ve oraya çok
yakın olan Dolomitler‟den kaynaklanır. Bütünüyle kuzey Avrupa etkisini
taşıyan bu dünyaya gençlik anılarım ve kışın ailemin yaşadığı Milano kenti
de dâhildir.” (Carnazzi, 1999: 53)
Buzzati ilk gençlik yıllarından itibaren resme, müziğe, şiir ve öykü yazmaya
ilgi duyar. Piyano ve keman çalmayı öğrenir. Buzzati 13-14 yaşlarında Poe ve
Hoffmann gibi yazarları okumaya başlar. Buzzati, babasının öldüğü 1920 yılında La
canzone delle montagne (Dağların Türküsü) adlı ilk yapıtını yazar.
Buzzati Milano Parini Lisesi‟nde, arkadaşı Arturo Brambilla ile tanışır.
Buzzati arkadaşına mektuplar yazar ve bu yazdığı mektuplar, Luciano Simonelli
tarafından Lettere a Brambilla (Brambilla‟ya Mektuplar) adı altında yayına
5
hazırlanarak 1985 yılında basılmıştır. 1867-1939 yılları arasında yaşayan ünlü İngiliz
kitap ressamı Arthur Rackham‟ın yaptığı fantastik resimlerden etkilenir ve
Dostoyevski‟yi okur. Ayrıca Buzzati Antik Mısır kültürüne ilgi duyar.
Buzzati‟nin 1920 yılında ölen babasıyla ilgili aklında kalan anılar belli
belirsizdir, hatta kendisi babasıyla ilgili şunları söylemiştir:
“Aklımda ona ait belli belirsiz anılar var. Belki de sakalının oluşu çocuk
olan bende onun çok yaşlı olduğu izlenimini uyandırıyordu. Onun kesinlikle
son derece şık birisi olduğunu söyleyebilirim: Doğal bir seçkinliği vardı, şık
olmayı seviyordu, kendisine olan hâkimiyetini asla kaybetmiyordu. […]
Eğer ondan bir şeyler aldıysam, bu da şüphesiz giyime olan zevkimdir.”
(Carnazzi, 1999: 54)
Buzzati‟nin gençlik yıllarına dayanan dağlara tutkusu yaşamı boyunca
devam edecek ve yapıtlarına yansıyacaktır. Dolomitlere olan ilk gezilerini önce
kardeşi Augusto, ardından arkadaşları Brambilla, Alessandro Bartoli ve Emilio
Zacchi ile gerçekleştirir.
1924 yılında hukuk fakültesine kaydolan Buzzati, 1928 yılında
üniversiteden mezun olur. 1928 yılında “Corriere della Sera” gazetesinde muhabir
olarak çalışmaya başlar. Muhabirlik görevini sürdürürken, makalelerinin, tiyatro
yazılarının, öykülerinin ve resimlerinin basıldığı “Il Popolo di Lombardia” adlı
haftalık dergi ile çalışmaya başlar. 1933 yılında gazetedeki görevi nedeniyle
Filistin‟e gitmiştir. Aynı yıl ilk romanı Bàrnabo delle montagne (Dağların
Bàrnabo‟su) yayımlanır. Roman 1994 yılında Mario Brenta‟nın yönetmenliğinde
6
filme aktarılmıştır. 1935 yılında ikinci romanı olan Il segreto del Bosco Vecchio
(Eski Ormanın Gizemi) yayımlanır. Bu roman da 1993 yılında Ermanno Olmi‟nin
yönetmenliğinde beyaz perdeye aktarılmıştır.
1939 yılında Corriere della Sera‟nın muhabiri olarak Afrika‟ya gider. 1940
yılında ise yeniden askere çağrılan Buzzati, savaş muhabiri olarak bir savaş
gemisinde görevini sürdürür. Aynı yılda Kafka etkisinin hissedildiği başyapıtı Il
deserto dei Tartari (Tatar Çölü) yayımlanır. Bu roman 1976 yılında Valerio Zurlini
yönetmenliğinde filme aktarılır. 1942 yılında I sette messaggeri (Yedi Haberci) adlı
öykü derlemesi yayımlanır. 1945 yılında resimlerini kendisinin çizdiği çocuk romanı
olan La famosa invasione degli orsi in Sicilia (Ayılar Baskını) ile Eppe Ramazzotti
ile birlikte yazdığı Il libro delle pipe (Pipo Kitabı) adlı yapıtı okuyucu ile buluşur.
1949-1958 yılları arası yayımlanmış önemli yapıtları şunlardır: Paura alla
Scala (Scala‟da Duyulan Korku, 1949), In quel preciso momento (Tam O Anda,
1950), Il crollo della Baliverna (Baliverna‟nın Çöküşü, 1954), Sessanta racconti
(Altmış Öykü, 1958), Esperimento di magia (Büyüsel Deney, 1958) ve Le storie
dipinte (Resmedilmiş Öyküler, 1958). Buzzati, Sessanta racconti ile İtalyan
edebiyatı alanında önemli bir ödül olan Strega ödülünü kazanmıştır.
Buzzati‟nin Un caso clinico (Klinik Bir Vaka) adlı tiyatro yapıtı, 1953
yılında Milano‟da Giorgio Strehler yönetiminde sahneye konulmuştur. Bu oyunda
Kafka etkisi hissedilir. Ayrıca bu oyun, 1955 yılında Paris‟te Albert Camus
tarafından uyarlanarak Un cas intéressant adıyla Georges Vitaly yönetiminde
7
sahneye konulmuştur. Diğer bazı önemli tiyatro yapıtları ise şunlardır: Piccola
passeggiata (Küçük Bir Gezinti), La rivolta contro i poveri (Fakirlere Karşı İsyan),
Drammatica fine di un noto musicista (Ünlü Bir Müzisyenin Hazin Sonu), Sola in
casa (Evde Tek Başına), L’orologio (Saat), Il mantello (Pelerin), L’uomo che andrà
in America (Amerika‟ya Gidecek Adam) ile La fine del borghese (Burjuvanın Sonu).
1961 yılında annesini kaybeden Buzzati ona duyduğu sevgiyi şu övgü dolu
sözlerle dile getirmiştir:
“Öldüğünde çok yaşlıydı ve ardında doldurulması imkânsız bir boşluk
bıraktı. Olağanüstü bir kadındı, harikulade bir tebessümü vardı. Hayatta
olduğu sürece onunla birlikte yaşadım ve kendime bir aile kurmayı arzu
etmedim.” (Buzzati, 2010: 13)
1960 yılı ve sonrasında iki romanı yayımlanmıştır: İlki, bilimkurgu
türündeki Il grande ritratto (Büyük Portre, 1960), ikincisi Un amore‟dir (Bir Aşk,
1963). Aynı dönemde yayımlanan diğer önemli yapıtları ise şunlardır: Il colombre e
altri cinquanta racconti (Colombre ve Diğer 50 Öykü, 1966), La boutique del
mistero (Gizem Butiği, 1968), Le notti difficili (Zor Geceler, 1968), Poema a fumetti
(Çizgi Roman Biçiminde Şiir, 1969) ve I miracoli di Val Morel (Val Morel‟in
Mucizeleri, 1971).
Buzzati gazetedeki görevi nedeniyle Tokyo, Kudüs, New York, Washington
ve Prag‟a gitmiştir. Pop art (Pop Sanatı) ile ilgili Una folle camera da letto (Çılgın
Bir Yatak Odası) adlı makalesi 1964 yılında Corriere della Sera‟da yayımlanır.
8
Buzzati‟nin Prag‟a gittikten sonra yazdığı Le case di Kafka (Kafka‟nın Evleri)
başlıklı köşe yazısı Corriere della Sera‟da 1965 yılında yayımlanır. Buzzati, Prag
kentiyle ilgili edindiği izlenimleri şu sözlerle belirtir:
“Fakir ve hüzün dolu insanlar izlenimi yaratan halkına rağmen, fantastik bir
kent olan Prag‟ın güzelliği karşında hayran kaldım.” (Carnazzi, 1999: 66)
Buzzati‟nin Il capitano Pic e altre poesie (Yüzbaşı Pic ve Diğer Şiirler) adlı
şiir kitabı 1965 yılında yayımlanır. Kendisinin şiir konusuyla ilgili düşünceleri şu
şekildedir:
“Şiir… dört ya da beş kelimenin gizemli olarak bir araya gelmesinden
oluşabilir. Şiir, özellikle etkileyici bir durumu anlatan bir öykünün içinde
veya bir kapının çıkardığı seste olabilir… Bana göre, şiirle ilgili şeyler
genellikle aniden büyük şeyleri çağrıştıran küçük şeylerdir… Tecrübem
beni, şiirin belirleyici özelliklerinden birinin kendi içinde gizemli bir varlık
olduğu sonucuna götürüyor. Her şeyden önce şiir, fiziksel enerjinin bir
yayılımıdır.” (Crotti, 1977: 2)
Buzzati Almerina Antoniazzi ile 1966 yılında 60 yaşındayken evlenir. Ay‟a
ilk ayak basan insan hakkında 1969‟da Corriere della Sera‟da yayımlanan
makaleleriyle 1970 yılında Mario Massai gazete ödülüne lâyık görülmüştür. 1971
yılında gazetedeki son köşe yazısı olan Alberi (Ağaçlar) yayımlanır. Buzzati, 28
Ocak 1972 tarihinde Milano‟da hayata gözlerini yumar.
10
Ölümünden sonra yayımlanan başlıca yapıtları şunlardır: Cronache terrestri
(Dünya Kayıtları), I misteri d’Italia (İtalya‟nın Gizemleri), Dino Buzzati al Giro
d’Italia (Dino Buzzati İtalya Bisiklet Turunda), Le poesie (Şiirler), 180 racconti (180
Öykü), Il reggimento parte all’alba (Alay, Şafak Vaktinde Hareket Ediyor), Il
meglio dei racconti (En İyi Öykülerinden Seçmeler), Le montagne di vetro (Camla
Kaplı Dağlar) ve Lo strano Natale di Mr. Scrooge e altre storie (Bay Scrooge‟un
Garip Noeli ve Diğer Öyküler).
Buzzati‟nin resme olan ilgisi yaşamında önemli bir yere sahiptir. Buzzati
ressamlığı boş zamanlarını geçirmeye yarayan bir uğraş olarak değil, bir meslek
olarak gördüğünü şu sözleri ile dile getirir:
“Resim yapmak ile yazmak aslında benim için aynı şeydir. Resim
yapmaktaki ya da yazmaktaki amacım aynıdır, o da öykü anlatmaktır.”
(http://www.italialibri.net/autori/buzzatid.html, 21.02.2010)
Dino Buzzati
11
Yapıtlarıyla Franz Kafka‟nınkiler arasında benzerlikler olduğundan Buzzati,
“Il Kafka italiano” (İtalyanların Kafka‟sı) olarak adlandırılmıştır. Ancak bu
benzetmeden duyduğu rahatsızlığı şu sözleriyle dile getirir:
“Kısacası Kafka Kafka‟dır, ben benim. Bu konuyu artık bırakalım.”
(http://www.lastampa.it/redazione/cmsSezioni/cultura/201004articoli/
54504girata.asp, 28.04.2010)
Nesnenin ardındaki gizemi aramaya çalışan, kullandığı yalın üslupla vermek
istediği mesajlara yapıtlarında değinen Dino Buzzati‟ye yirminci yüzyıl edebiyat
dünyasında önceleri yeterince önem verilmemiştir. Nitekim İtalyan eleştirmenler
Buzzati‟yi Kafka taklitçisi olarak görerek yapıtlarını “Öykücükler” şeklinde
değerlendirmişlerdir. Oysa yapıtları Fransız eleştirmenlerin beğenisini kazanmıştır.
Belki de bunun nedeni, belli bir grubun ya da akımın savunucusu olmayan
Buzzati‟nin kendine özgü bir tarzının olmasıdır. Görüldüğü üzere, farklı
eleştirmenler tarafından farklı bakış açılarıyla değerlendirilen Buzzati‟nin değeri
ölümünden sonra anlaşılmıştır.
14
3. GENEL HATLARIYLA FANTASTĠK EDEBĠYAT VE ĠTALYA’DA
ETKĠLERĠ
Gerçek dünyadan kopmadan hayal gücüyle ortaya çıkan yaratıkların,
hayaletlerin, ruhların, sihrin, cesur savaşçıların, tehlikede olan soylu kızların,
mitolojik figürlerin konu olduğu fantastik edebiyatın kökenine inildiğinde, içinde
geçen “Fantastik” sözcüğünün Nouveau Larousse Illustré‟de Latince aynı anlamı
taşıyan “Fantasticus” (Ertem, 2003: 189) sözcüğünden geldiği yazılıdır. Anlamı ise
“Gerçek olmayan, kuruntularla ilgili, düşsel” (Ertem, 2003: 189) olarak ifade edilir.
1831 tarihli Le Dictionnaire de l’Académie “Fantastique” sözcüğünün anlamını “Boş
düşlere ve kuruntulara dayanan” (Steinmetz, 2006: 8) diye belirttikten sonra “Ayrıca
cismani bir varlığı, bir gerçekliği olmayan görüntü anlamına da gelir” (Steinmetz,
2006: 8) olarak açıklar. 1863 tarihli Littré ise bu kelimenin iki anlamını şu şekilde
verir: “1- Yalnızca imgelemde var olan; 2- Yalnızca cismani bir varlığın görüntüsüne
sahip olan”. (Steinmetz, 2006: 8) İkinci anlamı ayrıntılı olarak açıklarken fantastik
öykünün tanımını yaparak Romantizm dönemindeki ünlü Alman yazar ve besteci
E.T.A. Hoffmann‟a da değinir. Bu ifade ise şöyledir: “Fantastik öyküler: Genel
olarak söylendiği gibi peri masalları, hortlak öyküleri ve özellikle Alman
Hoffmann‟ın itibar kazandırdığı doğaüstünün önemli rol oynadığı bir öykü türü”.
(Steinmetz, 2006: 8)
Fantastik edebiyat, insanoğlunun ilk ortaya çıkışından itibaren savaşçıların
göstermiş olduğu kahramanlıkları övmek ya da tanrılardan merhamet dilemek
amacıyla kutsal nitelikli ya da destansı özellikteki dizelerde kendisini belli etmiştir.
15
Bu dizelerle ortaya çıkan ilk dramlar da tanrıların birbirleriyle olan mücadelelerini
dile getirmiştir. Antik Mısırlılar, İsa‟nın doğumundan birkaç bin yıl önce günümüzde
Mısır piramitlerinde yer alan figürlerde algılanması mümkün olsa da, çok karmaşık
bir mitoloji oluşturmuşlardır. Yunan ve Roma mitolojilerindeki tanrılar ile Hintli ve
Kızılderili ilâhi varlıklarla ilgili anlatılar da fantastik bir özelliğe sahiptir. Yunan
mitolojisine örnek olarak Homeros‟un İlyada ve Odysseia destanları verilebilir.
Antik Mısır fantastik edebiyatının önemli örneklerinden biri de The Tale of the
Shipwrecked Sailor (Gemi Kazasına Uğramış Denizcinin Öyküsü) adını taşır. Romalı
şairler Ovidius‟un Metamorphoses (Dönüşümler) ile Virgilio‟nun Aeneis adlı
yapıtları Roma edebiyatında mitolojik figürler içeren yapıtlardır. Hint fantastiğinde
ise Sanskritçe yazılmış yapıtlara örnek olarak hayvan fabllarından oluşan
Pançatantra adlı masal serisi, önemli Hint destanları olan Mahabharata ve
Valmiki‟nin yazdığı Ramayana verilir. Mezopotamya mitolojisinden örnek olarak
Akad çivi yazısı kullanılarak yazılmış ve içinde Sümerlerin yaşantıları ile ilgili
bilgiler bulunan Gılgamış Destanı akla gelir.
Fantastik denince, tanınmış Bulgar kökenli Fransız düşünür Tzvetan
Todorov akla ilk gelen adlar arasındadır. Fantastik edebiyatla ilgili olarak
L’Introduction à la littérature fantastique (Fantastik Edebiyata Giriş) adlı yapıtı
yazmıştır. Bu yapıtı Türkçe‟ye “Fantastik: Edebi Türe Yapısal Bir Yaklaşım” olarak
çevrilmiştir. Todorov‟a göre, fantastik bir yapıt okunduğunda anlatılan olayların
yanılsama mı yoksa gerçek mi olduğuna karar verme durumunda kalınır. Meydana
gelen olaylar bir yanılsama ise bu durumda bildiğimiz gerçekliğin yasaları
değişmeden aynı kalır. Ancak olaylar gerçekten meydana geldiyse ve gerçekliğin bir
16
parçası ise, gerçeklik bilmediğimiz yasalarla açıklanır. Bu iki durumdan birine karar
verildiği takdirde, Todorov‟un “Tekinsiz” ya da “Olağanüstü” diye nitelendirdiği
türlere geçiş yapılmış olur. Fantastik işte bu noktada olayların yanılsama mı, yoksa
gerçek mi olduğuna karar verme aşamasındaki kararsızlığı ifade eder. (Todorov,
2004) Böylece Todorov, fantastiği şu şekilde tanımlar: “[…] Fantastik, kendi doğal
yasalarından başka yasa tanımayan bir öznenin görünüşte doğaüstü bir olay
karşısında yaşadığı kararsızlıktır.” (Todorov, 2004: 31) Todorov‟a göre gerçek dışı
sahneler gerçek, doğaüstü ve hayal arasında okuyucuyu kararsızlığa düşürerek onda
korku ve sıkıntıya yol açabilir. Yapıttaki konu ile insanların inançları arasında bir
ilişki varsa, okuyucu konudan oldukça etkilenir. Örnek verilecek olursa, Hristiyan
dünyasında manastır, mezarlık, kripta (yeraltı kilisesi), ortaçağ şatosu gibi öğeler
okuyucuda korkuya neden olur. Çünkü okuyucu mezarlıktaki seslerden, hayalet ve
benzeri bazı olağanüstü yaratıklardan korku duyarak gerçek yaşamda da bu tür
şeylerin olabileceğini sanabilir. Masal ve efsanelerde yer alan bulutların üstüne inşa
edilmiş şatolar, cücelerin ve devlerin yaşadığı diyarlar, ejderhalar gibi fantastik
öğeler ise okuyucunun yalnızca hayal gücünü süsleyerek hayal dünyasına renk katar.
(Yılmaz, 2006)
Onbirinci yüzyıldan itibaren Fransa‟da gelişme gösteren ve fantastik öğeleri
içinde barındıran bir edebi tür ortaya çıkar. Aynı konunun etrafında geçen bu edebi
tür, belli başlı kişilerin aynı olduğu bir dizi kompozisyondan meydana gelir.
İtalyancada “Ciclo” adı verilen bu kompozisyon dizisinin bir türü olan ve Fransa‟yı
konu alan “Ciclo carolingio” da Frank ve Lombard Kralı, Kutsal Roma Germen
İmparatorluğu‟nun kurucusu Charlemagne ve şövalyelerinin Hristiyanlığın yayılması
17
için gösterdikleri kahramanlıklar destan biçiminde anlatılır. Konusunu Bretanya
menkıbelerinden alan “Ciclo bretone” ise Kral Arthur ve emrindeki “Yuvarlak Masa
Şövalyeleri” olarak tanınan şövalyelerinin aşklarını ve maceralarını konu alan
kahramanlıkları destan biçiminde anlatır.
Onikinci yüzyıldan itibaren fantastik öğeler içeren yapıtlar yaygınlaşmıştır.
Onikinci yüzyılın önemli yapıtlarından birisi, Monmouth‟lu Geoffrey‟in yapıtı olan
Historia Regum Britanniae‟dir (Britanya Krallarının Tarihi). Onüçüncü yüzyıla ait
önemli yapıtlar Nibelungenlied (Nibelungen Destanı) ile Snorri Sturluson tarafından
yazılan The Prose Edda‟dır (Düzyazı Biçiminde Edda). Ondördüncü yüzyılda
fantastik öğelerin yoğun olduğu önemli yapıtlar Grettir’s Saga (Grettir Destanı) ile
Sir Gawain and the Green Knight‟tır (Sir Gawain ve Yeşil Şövalye). Sir Thomas
Malory‟in Le Morte d’Arthur (Arthur‟un Ölümü) adlı yapıtı onbeşinci yüzyılın
önemli fantastik yapıtlarındandır. Edmund Spenser‟in Faerie Queene, Wu Ch‟eng-
en‟in Journey to the West (Batıya Yolculuk), İngiliz şair ve tiyatro oyun yazarı
William Shakespeare‟in A Midsummer Night’s Dream (Bir Yaz Gecesi Rüyası) adlı
yapıtları onaltıncı yüzyılda okuyucu ile buluşan aynı türden yapıtlardır.
Onyedinci yüzyıldaki önemli yapıtlardan birisi İngiliz şair John Milton‟un
yazdığı Paradise Lost (Kayıp Cennet, 1667) adlı epik şiirdir. Bu şiirde Adem ve
Havva‟nın Şeytan tarafından doğru yoldan saptırılarak Eden Bahçesi, yani
Cennet‟ten kovuluşu anlatılır. Yazmış olduğu çocuk öyküleriyle tanınan Fransız
Charles Perrault da bu yüzyılın önemli yazarlarından biridir. Fantastik edebiyat
onsekizinci yüzyılın sonunda bir tür olarak ortaya çıkar. Aynı yüzyılın önemli
18
yapıtlarından biri ise İrlandalı şair ve yazar Jonathan Swift‟in, Türk ve Dünya
edebiyatında “100 temel eser” arasında bulunan Gulliver’s Travels (Gulliver‟in
Gezileri, 1726) adlı kitabıdır. Bu kitapta Lemuel Gulliver‟in yaptığı gezilerdeki sıra
dışı ve olağanüstü öyküler anlatılır. Söz konusu yapıt, Gulliver‟in düşsel ülkelere
yaptığı yolculuklar aracılığıyla dönemin İngiliz toplumuna keskin bir eleştiri yöneltir
ve o dönemdeki toplumun bencillik, çıkarcılık ve zalimliklerine karşı bir tavır niteliği
taşır.
Fantastik öğeler, Romantik dönemde başta İngiltere, Almanya ve Fransa
olmak üzere, birçok ülkede kendini göstermeye başlar. İngiltere‟de “Gotik Edebiyat”
denilen bir tür ortaya çıkar. En çok 1790‟larda ilgi gören bu tür Ortaçağ yapı ve
yıkıntılarını anımsatan imgeleri nedeniyle “Gotik” diye adlandırılmıştır. Gizem ve
korkunun egemen olduğu bu türe ait olan romanlarda vampirler, korkunç yaratıklar,
içinde karanlık mahzenler, gizli duvar kapıları, yeraltı geçitleri ve tuzakların olduğu
kale ve manastırlar gibi öğeler yer alır. Bu roman türüne ait ilk yapıt İngiltere‟de
onsekizinci yüzyılda Horace Walpole‟un kaleminden ortaya çıkar ve The Castle of
Otranto (Otranto Şatosu, 1764) adını taşır. Walpole‟u The Mysteries of Udolpho
(Udolpho‟nun Sırları, 1794) ile The Italian (İtalyan, 1797) gibi yapıtlarıyla tanınan
Ann Radcliffe izler. Matthew Gregory Lewis The Monk (Keşiş, 1796), William
Beckford Doğu‟yu ele alan Vathek (1786), Charles Robert Maturin Melmoth the
Wanderer (Gezgin Melmoth, 1820), Mary Wollstonecraft Shelley Frankestein
(Frankeştayn, 1818), Bram Stoker Dracula (Drakula, 1897) ve John William Polidori
The Vampyre (Vampir, 1819) adlı yapıtlarıyla bu türde yapıtlar kaleme alan
yazarlardandır. Ayrıca Amerikan Romantik Akımının öncülerinden kabul edilen
19
ondokuzuncu yüzyılda yaşamış Amerikalı şair ve öykü yazarı Edgar Allan Poe
yapıtlarında gotik atmosferi yaratmayı başarır.
Alman Romantikleri arasında yapıtlarında fantastik öğeleri kullanan
edebiyatçıların en önemlileri şunlardır: Ludwig Tieck, Achim von Arnim ve E.T.A.
Hoffmann. Hoffmann‟dan etkilenerek yapıtlarında fantastik öğeleri kullanan bazı
önemli Fransız edebiyatçıları ise Charles Nodier, Gérard de Nerval, Théophile
Gautier, Guy de Maupassant, Prosper Mérimée ve Honoré de Balzac‟tır.
Ondokuzuncu yüzyılda yer alan ve fantastik öğeler içeren önemli
yapıtlardan bazıları şunlardır: Elias Lönnrot‟un Fin halk öykülerini derleyerek
yazdığı ve Finlilerin ulusal epik destanı kabul edilen Kalevala (1835), Gustave
Flaubert‟in Salammbô, Lewis Carroll‟un Alice in Wonderland (Alice Harikalar
Diyarında, 1865), H. Rider Haggard‟ın King Solomon’s Mines (Kral Süleyman‟ın
Hazineleri, 1885) ile Oscar Wilde‟ın The Happy Prince and Other Tales (Mutlu
Prens ve Diğer Öyküler, 1888) adlı yapıtları. Dünyaca ünlü Fransız yazar Jules
Verne ise bu yüzyılda bilimkurgu türünden yapıtlar vermiştir.
Yirminci yüzyıla ait fantastik öğeler içeren yapıtlar denince; L. Frank
Baum‟un The Wonderful Wizard of Oz (Oz Büyücüsü, 1900), James Barries‟in Peter
Pan, Lond Dunsay‟in The Gods of Pegana (Pegana‟nın Tanrıları, 1905), Edgar Rice
Burroughs‟un Tarzan of the Apes (Maymunların Tarzanı, 1914), Donald
Barthelme‟nin Snow White (Pamuk Prenses, 1967) adlı kitapları akla gelir. Ayrıca
yine aynı yüzyılda yazılmış J. R. R. Tolkien‟in Yüzüklerin Efendisi (1954-1955),
20
Gabriel García Márquez‟in Cien años de soledad (Yüzyıllık Yalnızlık, 1967) ve J.K.
Rowling‟in Harry Poter (1997-2007) serisi aynı yüzyılda okuyucu ile buluşmuş ve
günümüze kadar gelmiş ünlü yapıtlardandır.
İtalyan fantastik edebiyatına baktığımızda, bu edebiyatta fantastik öğelere
doğru eğilimin Roma kültür ve sanat geleneğine doğru uzandığını görürüz. Bu
geleneğe uygun olarak inşa edilmiş kiliselerin ön cephelerinde bulunan süslemelerde
canavar, denizkızı, melek ve şeytan motifleri göze çarpar. İtalyan Edebiyatı‟nda
fantastik anlatının özelliği ise şudur: “[…] İtalyan Edebiyatı‟nda fantastik anlatı,
Akdenizli ruhunun, olayları ve durumları dramatiklikten uzaklaştırma eğiliminden ve
Akdeniz‟in ferahlatıcı havasından olsa gerek, kuzey Avrupa‟daki karanlık ve
korkutucu öğelerden çok uzaktadır ve daha ziyade ironiktir.” (Yılmaz, 2006: 131)
İtalyan fantastik edebiyatı denince, ilk akla gelen önemli yapıtlardan biri
1265-1321 yılları arasında yaşamış ünlü Floransalı şair Dante Alighieri‟nin öbür
dünyaya yaptığı hayali yolculuğu anlatan başyapıtı La Divina Commedia‟dır (İlahi
Komedya)1. Örneğin Cehennem adlı birinci bölümün yirmidördüncü kantosunda,
yılanların hırsızların ruhlarını soktuktan sonra hırsızların küle dönmesi ve sonra
küllerin bir araya gelmesiyle ruhların yeniden eski durumuna gelmesi fantastik bir
şekilde anlatılır. Dante rehberi Virgilio ile birlikteyken şahit olduğu bu görüntüyü
yapıtında şöyle anlatır:
1 Çalışmada Dante‟nin bu yapıtından yapılan alıntılarda Rekin Teksoy‟un çevirisinden
faydalanılmıştır. Alighieri, Dante, Ġlahi Komedya- Cehennem- Araf- Cennet, Çev. Rekin Teksoy,
İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2001.
21
“[…]
Yanımızda bulunan birine birden saldıran
bir yılan, adamın vücudunu delip geçti,
boyunla omuzların birleştiği noktadan.
O ya da I harfi yazacak zaman dolmadan,
adam tutuşup cayır cayır yandı,
külleri etrafa dağıldı;
böylece yok olduktan sonra yerde,
küller kendiliğinden toplandı,
yeniden aynı görüntü ortaya çıktı.2
[…]” (Alighieri, 2001: 202-203)
Yapıtın ikinci bölümü olan Araf‟‟ın yirmisekizinci kantosunda Dante,
„Yeryüzü Cenneti‟ adlı güzel bir ormanda kendini bulur. Ormanın içindeki ırmağın
iki kolu vardır. “Lethe” adlı kolu işlenen günahları, diğer kolu olan “Eunoe” ise
yapılan iyilikleri akla getirir. Dante‟ye bunları Matelda adında bir kadın şu şekilde
anlatır:
“[…]
Gördüğün su, suları çoğalıp, eksilen
ırmaklar gibi, soğukta dönüşen buharla beslenen
bir kaynaktan çıkmıyor;
hiç azalmayan, hep aynı akan iki yöne
boşalttığı suyu, yalnızca Tanrı‟nın isteğiyle
yenileyen bir pınardan çıkıyor.
Burada akarken, günah izlerini siler
belleklerden; öbür tarafta ise,
2 Aynı görüntü ortaya çıktı: Yeniden insan biçimine dönüştüler (Ç.N.).
22
yapılan iyilikleri akla ekler.
Burada adı Lethe‟dir; öbür tarafta
Eunoe olur adı; önce burada, sonra
orada tadana etkisini gösterir:
tadı her tadın üstündedir.
[…]” (Alighieri, 2001: 500-501)
Yapıtın üçüncü ve son bölümü olan Cennet‟in otuzbirinci kantosunda
Dante‟nin Tanrı‟ya ulaşmış mutlu ruhların, meleklerin beyaz bir gül gibi
sıralandıklarını gördüğü sahne yapıtta şu şekilde yansıtılır:
“İsa‟nın kanını dökerek evlendiği
kutsal erleri3, beyaz bir gül gibi
görünüyordu gözlerime;
ötekiler4 ise, kimi kez çiçeklere,
kimi kez emeklerinin bala dönüştüğü yere5
konan bir arı sürüsü gibi uçarken,
kendilerini böyle güzelleştiren,
gönül verdikleri varlığı6 görüyorlardı,
utkusuna övgüler düzüyorlardı,
binlerce yaprağın7 süslediği büyük çiçeğe
dalıyor, sonra sevgilerinin sürekli
oturduğu yere8 yükseliyorlardı.
Yüzleri alev rengiydi, kanatları
altın sarısı, kardan bile beyazdı
3 Evlendiği kutsal erleri: Yandaş kıldığı kutluları (Ç.N.).
4 Ötekiler: Melekler (Ç.N.).
5 Yere: Kovana (Ç.N.).
6 Varlığı: Tanrı‟yı (Ç.N.).
7 Yaprağın: Kutlunun (Ç.N.).
8 Yere: Tanrı‟ya (Ç.N.).
23
geri kalan organları.
Basamak basamak indikçe çiçeğin içine,
kanat çırpa çırpa9 edindikleri
erinci, isteği sunuyorlardı.
[…]” (Alighieri, 2001: 783-784)
1313- 1375 yılları arasında yaşayan öykü yazarı Giovanni Boccaccio‟nun
ünlü yapıtı Decameron‟da10
da fantastik öğeler yer alır. “Decameron” Yunanca
kökenli bir sözcük olup, “On günün kitabı” anlamına gelir ve içinde yüz öykü yer
alır. Bu öykü derlemesindeki altıncı günde anlatılan onuncu öyküde keşiş Cipolla‟nın
köylülere verdiği vaazda gerçekleşmesi mümkün olmayan öğeler bulunur. Örneğin,
Cipolla köylülere Cebrail‟in tüyünü göstermek istediğini belirtir. Ancak haberi
yokken iki kişi tüyü kutudan alıp yerine kömür koyar. Durumu fark eden Cipolla,
vaazında köylüleri kandırarak kömürün, ermiş Lorenzo‟nun yakıldığı ateşten geriye
kaldığını söyler. Cipolla‟nın vaazı yapıtta şu şekilde yer alır:
“Kardeşlerim, bacılarım, gençliğimde, başkeşiş beni dünyanın güneşin
doğduğu yerlerine göndermişti. […] Braccio di San Giorgio‟yu11
geçtikten
sonra, kendimi Dalaveristan ve Soytaristan‟da buldum. […] Daha sonra,
bütün suların aşağıya doğru aktığı Baschi dağlarına geldim. Anlayacağınız o
kadar çok yol almıştım ki, kendimi ta Hindistan‟ın Pastinaca bölgesinde
buldum. Üstümdeki şu cübbe adına ant içerim ki, orada havada uçuşan
bıçaklar gördüm. […]
9 Çırpa çırpa: Tanrı‟ya doğru uçarak (Ç.N.).
10Çalışmada Boccaccio‟nun bu yapıtından yapılan alıntılarda Rekin Teksoy‟un çevirisinden
faydalanılmıştır. Boccaccio, Giovanni, Decameron, Çev. Rekin Teksoy, İstanbul, Oğlak Yayıncılık,
2000. 11
Boğaziçi (Ç.N.).
24
Aradığımı bulamamıştım daha. İleriye doğru gidersem dalgalarla boğuşmam
gerekeceğinden, geri dönüp Kutsal Topraklara geldim. Buralarda yaz
boyunca soğuk ekmeği dört dinara veriyorlar, sıcak ise bedava. Burada
saygıdeğer Kudüs patriği messer Ne-olur-kız-ma-ba-na‟yı buldum. Ermiş
Antonio tarikatı cübbesini sırtımdan eksik etmediğimi görünce, koruması
altındaki kutsal emanetleri görmemi istedi. O kadar çok kutsal emanet vardı
ki, hepsini saymaya kalksam, birkaç mil yol gitmekten daha uzun sürer. Sizi
düş kırıklığına uğratmamak için, yine de birkaçının adını söyleyeceğim.
İlkin bana Kutsal Ruh‟un parmağını gösterdi. Parmak sapasağlamdı. Sonra
ermiş Francesco‟ya görünmüş olan meleğin kâkülünü; kerubi meleklerinden
birinin tırnağını; Verbumcaro-kafanı-pencereye-tosla‟nın kaburga
kemiklerinden birini; kutsal Katolik İnancının giysilerini; İsa‟ya
bağlılıklarını bildiren çobanlara Doğu‟da gözüken yıldızın ışınlarını; ermiş
Michele‟nin iblisle dövüşürken vücudundan boşalan terin doldurulduğu
şişeyi; ermiş Lazzero‟nun çene kemiğini ve daha bir sürü şey gösterdi. Ben
de ona Montemorello yamaçlarına ilişkin, halk ağzı ile yazılmış bir öykü ile,
uzun süredir aramakta olduğu Caprezio‟nun birkaç bölümünü armağan
ettim. Karşılık olarak o da kutsal armağanlara ortak etti beni, Kutsal Haç‟ın
dişlerinden birini, Süleyman Peygamberin tapınağındaki çanların sesini
içeren küçük bir şişeyi, daha önce sözünü ettiğim Cebrail‟in tüyünü ve ermiş
Gherardo da Villamagna‟nın nalınının tekini verdi. Nalın yanımda değil,
Floransa‟da Gherardo de‟ Bonsi‟ye verdim, o ermişi çok seviyor. Patrik
ayrıca, kızartılarak kurban edilen ermiş Lorenzo‟nun yakıldığı ateşten arta
kalan birkaç kömür parçası da verdi bana. […] ” (Boccaccio, 2000: 419-421)
Aynı yapıttaki onuncu günün dokuzuncu öyküsünde messer Torello‟nun
Pavia‟ya gidişi fantastik bir şekilde anlatılır: Messer Torello tacir kılığındaki Sultan
Salahaddin‟i çok güzel bir şekilde evinde ağırlar. Salahaddin, Torello‟nun göstermiş
25
olduğu misafirperverliğinden oldukça memnun kalır. O sırada Haçlı Seferi başlar.
Torello eşinden, savaşta ölürse verdiği süre dolmadan evlenmemesini rica eder.
Torello savaşta esir düşer ve İskenderiye‟de hapse girer. Parasız kaldığı için kuş
eğitir. Salahaddin onun bu ustalığını duyunca onu şahinci olarak görevlendirir. Bu
vesileyle Salahaddin onu tanır. Savaş sırasında ölen bir şövalye Torello sanılır. Bu
nedenle Torello‟nun eşi Torello‟nun belirlediği süre dolduktan sonra evlenecektir.
Aradan biraz zaman geçince, Torello belirlenen sürenin bitmesine az kaldığının
farkına varıp eşinin evleneceği ihtimalini düşünür. Bu nedenle üzüntüsünden
hastalanır. Durumun ciddiyetini anlayan Salahaddin bir büyücünün yardımıyla
Torello‟yu Pavia‟ya ulaştırmaya karar verir. Kendisine içirilen ilacın etkisiyle
uyuyan Torello, bir yatağın üzerine yatırılır. Sonra büyücü, Torello‟yu yatmakta
olduğu yatakla beraber yok eder. Yapıtta bu sahne şu şekilde anlatılır:
“Vakit iyice ilerlemişti. Büyücü bir an önce işe başlamak istiyordu. Bir
hekim sulu bir ilaç getirdi. Kuvvet şurubu olduğunu söyleyip messer
Torello‟ya içirdi. İlaç etkisini gösterdi ve messer Torello uykuya daldı.
Uyumakta olan messer Torello, Salahaddin‟in buyruğu üzerine yatağın
üstüne yatırıldı. Yanı başına Salahaddin çok değerli kocaman bir taç
yerleştirdi. Tacın üstünde messer Torello‟nun karısına armağan edildiğini
belirten bir de yazı vardı. Daha sonra Salahaddin messer Torello‟nun
parmağına bir meşale gibi ışıklar saçan yakut taşlı, değer biçilemez bir
yüzük geçirdi. Beline, yine değeri kolayca hesaplanamayacak taşlarla bezeli
bir kılıç, boynuna da değerli taşların yanısıra görülmemiş irilikte incilerden
oluşan bir gerdanlık taktı. İki yanına da içleri altın sikke, inci, yüzük, kemer
ve tek tek sayması çok uzun sürecek mücevherler dolu iki tas yerleştirdi.
Messer Torello‟yu son bir kez öpüp, büyücüden yolcuyu göndermesini
istedi. İçinde messer Torello‟nun yatmakta olduğu yatak Salahaddin‟in
26
gözleri önünde yok oldu. Salahaddin ile adamları ise, messer Torello‟dan söz
etmeyi sürdürdüler.” (Boccaccio, 2000: 682-683)
Ferraralı şair Matteo Maria Boiardo‟nun (1441-1494) Orlando Innamorato
(Aşık Orlando, 1495) adlı, Haçlı Seferleri‟ni konu alan şövalye şiirinin devamı
niteliğinde olan Ludovico Ariosto‟nun (1474-1553) yazdığı Orlando Furioso (Çılgın
Orlando) adlı şövalye şiirinde fantastik öğeler sıkça yer alır. Orlando Innamorato
Paris‟in Müslümanlar tarafından kuşatılması sahnesinde sona erer. Orlando Furioso
bu yapıtın bittiği yerden başlar. Orlando Furioso‟nun 40 kantodan oluşan ilk baskısı
1516 yılında yayımlanmıştır. Dil ve üslup bakımından yeniden incelendikten sonra
1521 yılında ikinci kez yayımlanmıştır. İçindeki kanto sayısı 46‟ya çıkarıldıktan
sonra 1521 yılında üçüncü kez yayımlanmıştır. Yapıttaki fantastik öğelerle dolu
bölümlerden birisinde, Astolfo adlı savaşçı kanatlı atla Fransa, İspanya ve
Etiyopya‟ya gittikten sonra Cehennem‟e ve Yeryüzü Cenneti‟ne geçer. Yeryüzü
Cenneti‟nden San Giovanni Evangelista ile birlikte Angelica‟ya olan aşkından
delirmiş olan Orlando‟nun aklının bulunduğu Ay‟a geçerler. İnsanoğlunun
„Çılgınlık‟ haricinde Dünya‟da yitirdiği ne varsa Ay‟da toplanmıştır. Yapıtta
çılgınlığın asla yitirilmediği, daima dünyada olduğu belirtilir. Astolfo‟nun Ay‟da
oluşu ve Orlando‟nun yitirdiği aklı alışı yapıtta şu şekilde anlatılır:
“Bizim burada olmayan
başka nehirler, başka göller, başka dağlar
bulunur Ay‟da.
Kentleriyle, şatolarıyla ve büyük evleriyle
27
Şövalye‟nin12
şimdiye kadar hiç görmediği
başka ovalar, başka vadiler ve başka kırlar
bulunur Ay‟da.
Perilerin hayvan avladığı
geniş ve ıssız ormanlar
bulunur Ay‟da.” (Prosciutti, 1978: 88)
[…]
“Apocalisse‟nin yazarının13
verdiği izinle
alır Orlando‟nun aklını Astolfo.
Şişeyi burnuna götürdüğünde
akıl sanki onun beynine gitmiştir.
Ve sanki söylediğine göre Turpin‟in
o andan itibaren uzun bir zaman
akıllıca bir yaşam sürmüştür Astolfo.
Ve yine söyler ki Turpin,
hata yapmıştır Astolfo
Orlando‟nun aklını bir kez daha almakla.” (Prosciutti, 1978: 91)
Ünlü İtalyan şair Torquato Tasso‟nun (1544-1595) başyapıtı olan ve Birinci
Haçlı Seferi‟nde Kudüs‟ün kuşatılması sırasında Hristiyanlarla Müslümanlar
arasındaki mücadeleleri anlatan destansı şiiri Gerusalemme Liberata (Kurtarılmış
Kudüs)14
adlı kitapta fantastik öğelere rastlamak mümkündür. Örnek olarak yapıtın
birinci kantosunda Tanrı, dük Goffredo di Buglione‟yi Haçlı ordusunun komutanı
olarak seçer. Bu isteğini ona iletmesi için meleklerinden Cebrail‟i görevlendirir.
12
Astolfo‟nun (Ç.N.). 13
San Giovanni Evangelista (Ç.N.).
14
Çalışmada Alpay İzmirlier‟in çevirisinden faydalanılmıştır. Tasso, Torquato, KurtarılmıĢ Kudüs
(Seçme Kantolar), Çev. Alpay İzmirlier, Elçin Kumru, M. Volkan Taşan, Ankara, İtalyan Kültür
Heyeti, 1995.
28
Cebrail insan kılığında yeryüzüne inerek Goffredo‟nun yanına ulaşır ve Tanrı‟nın
buyruğunu kendisine iletir. Goffredo bu görevin kendisine verilmesinden dolayı
sevinçlidir. Yapıtta bu bölüm şöyle anlatılır:
“[…]
Goffredo, her sabah yaptığı gibi,
Tanrı‟ya sabah duasını ettiği anda
Cebrail güneşle birlikte ama ondan
daha parlak olarak Goffredo‟ya göründü doğudan;
ve ona şöyle dedi: „Goffredo işte tam zamanı
savaşmak için uygun olan mevsimin;
o halde beklemek neden,
işgal altındaki Kudüs‟ü kurtarmak için?
Artık prenslerini başına topla,
özendir tembelleri bu görevi bitirmeye.
Tanrı seni seçiyor onların kumandanı,
onlar da gönüllü olarak girecekler senin emrin altına.
Tanrı elçi olarak yolluyor beni: ben de onun adına
onun arzusunu iletiyorum sana. Büyük zafer hakkında
ne çok umuda sahip olmalı ve sana
emanet edilen orduyla da ne çok ilgilenmelisin!‟
Sustu; ve gözden kaybolur kaybolmaz uçtu
en yüksek ve en huzurlu bölgelerine doğru gökyüzünün.
Goffredo‟nun yüreği çarpıldı bu sözlerle
gözleri de kamaştı ışıltıdan.” (Tasso, 1995: 14)
Rönesans‟ta ortaya çıkan ve kökeni Eflâtun‟a dayanan Ütopya Edebiyatı‟nın
önemli yapıtlarından biri, İngiliz yazar ve devlet adamı Thomas More‟un yazdığı
29
Ütopya15
dır. Bu tür edebiyatta, bir siyasi düşünceden söz etmek ya da bu düşünceyi
eleştirmek için fantastik öğeler kullanılmıştır. Aynı edebi türden bir diğer yapıt ise
1568-1639 yılları arasında yaşayan İtalyan filozof Tommaso Campanella‟nın yazmış
olduğu ve Türkçe‟ye de çevrilen La città del sole‟ dir (Güneş Ülkesi, 1602)16
.
Yapıtta, herkesin topluma yararlı bir görevinin olduğu ve her şeyin ortak olduğu bir
ülkede her şey astrolojik ölçütlere göre belirlenmektedir. Örneğin, Güneş Ülkesi‟nde
hayvanların çiftleştirilmesi astrolojik ölçütlere uygun olarak gerçekleşir. Yapıtta bu
bölüm şu şekilde anlatılır:
“At, öküz, koyun, köpek ve bütün evcil hayvanların üretilip yetiştirilmesi
onlarca soylu bir uğraştır. Aygırlarla kısrakları, ancak çiftleşme zamanı bir
arada otlatırlar. Bu da Ok burcunun Merih ve Müşteri gezegenleriyle bir
çizgide olduğu zamana rastlatılır. Öküzler için Öküz burcuna, koyunlar için
Koç burcuna göre davranırlar. Kümes hayvanlarının çiftleşmesi Sevir
burcuna göre ayarlanır. Kadınlar tavşanları ve kazları Kent dışındaki
çayırlara götürür ve çitlerle çevrili yerlerde peynir, yağ ve başka sütlü
besinler yaparlar. Oralarda tavuk horoz besler, meyva yetiştirirler. Bütün
bunları Buccolica adlı kitaptan öğrenirler.” (Campanella, 1996: 55)
Bu ülkedeki insanlar zamanı Güneş‟in hareketlerine göre hesaplarlar.
Yapıtta bu hesaplama şöyle belirtilir:
“Güneşliler, zamanı yıldızların seyrine göre değil, Güneş‟in dolaşımına göre
parçalara böler ve her yıl birinin öbürünü ne kadar geçtiğini hesaplarlar.
15
Ütopya, “Gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce” anlamına gelir. 16
Çalışmada Vedat Günyol ve Haydar Kazgan‟ın çevirisinden faydalanılmıştır. Campanella,
Tommaso, GüneĢ Ülkesi, Çev. Vedat Günyol, Haydar Kazgan, İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1996.
30
Onlara göre Güneş, her yıl yeryüzüne daha çok yaklaşmakta ve gitgide
daralan çemberi tropiklere ve Ekvator‟a yanaşmaktadır. Ayları Ay‟ın, yılları
da Güneş‟in dolaşımına göre hesaplarlar. Onun için, iki hesap arasında
şaşmaz bir uygunluk vardır. Bu uygunluk her on dokuz yılda bir Ejderha
başının (80 yıldız kümesinin başı) dolaşımını tamamladığı zamana rastlar.
[…]” (Campanella, 1996: 68)
İtalya‟da Romantik dönemde edebiyat, İtalya‟nın birliğini kurması yönünde
halkı toplumsal olarak aydınlatma görevi üstlendiğinden, Giacomo Leopardi (1798-
1837) ve Alessandro Manzoni (1785-1873) gibi dönemin edebiyatçıları gotik ve
fantastik öğelerin egemen olduğu edebiyata uzak kalmışlardır.
1826-1890 yılları arasında yaşayan ve “Carlo Collodi” adıyla bilinen
Toscanalı yazar Carlo Lorenzini‟nin çocuk romanı olan Le avventure di Pinocchio.
Storia di un brattino (Pinokyo‟nun Maceraları. Bir Kuklanın Öyküsü, 1883) adlı
yapıtında fantastik öğelere sıkça rastlanır. Örneğin, yapıtta Peri‟nin iyileştirmek için
kendisine vermek istediği ilacı Pinokyo içmemekte direnir. Bunun üzerine sırtlarında
tabutla dört mezarcı tavşan Pinokyo‟yu almaya gelir. Ölmekten korkan Pinokyo ilacı
içmek zorunda kalır. Yapıtta bu bölüm şu şekilde anlatılır:
“O anda odanın kapısı ardına kadar açıldı ve sırtlarında küçük bir tabut
taşıyan simsiyah dört tavşan içeri girdi.
-Benden ne istiyorsunuz?- diye bağırdı Pinokyo, yatağın üzerine oturarak.
-Seni almaya geldik- diye yanıt verdi en iri tavşan.
-Beni almak mı?... Ama ben daha ölmedim!...
-Henüz değil: Ama seni iyileştirecek olan ilacı içmeyi reddettiğin için, çok
az ömrün kaldı.
31
-Hayır, olamaz, Perim, Perim- diye o anda bağırmaya başladı kukla. -Hemen
o bardağı veriniz… Yalvarırım, elinizi çabuk tutunuz, çünkü ölmek
istemiyorum, hayır… ölmek istemiyorum… ” (Prosciutti, 1978: 449-450)
Peri tarafından iyileştirilen Pinokyo başından geçenleri Peri‟ye anlatırken
altın parası hakkında yalan söyleyince burnu uzar. Kuklacı Ateşyiyen Pinokyo‟ya
babasına götürmesi için bir miktar altın para verir. Pinokyo yolda giderken bir tilki
ve bir kediye rastlar. Pinokyo‟yu paralarının çoğalması için Mucizeler Tarlası‟na
götüreceklerine söz verirler. Konaklamak için bir hana girerler. Pinokyo uyandığında
onların gitmiş olduklarını fark eder. Yola koyulduğunda iki katil Pinokyo‟ya saldırır.
Onlardan birisi Pinokyo‟nun ağzının içinde sakladığı paraları almaya çalışırken
Pinokyo onun elini ısırarak kurtulmayı başarır. Bu kişiler Pinokyo‟yu yakalamak için
arkasından koşarlar. Yakaladıklarında ölmesi için ormandaki bir ağaca bağlarlar.
Pinokyo‟nun ağzından ertesi gün paraları almak için oradan uzaklaşırlar. Pinokyo
bunları anlattıktan sonra Peri, Pinokyo‟ya şu soruyu yöneltir:
“-Sonra, paraları nereye koydun?- diye sordu Peri, Pinokyo‟ya.
-Onları kaybettim,- diye yanıt verdi Pinokyo; ama yalan söyledi, çünkü
paralar cebindeydi.
Yalan söyler söylemez zaten uzun olan burnu hemen iki parmak daha uzadı.
[…]
Peri ona bakıp gülüyordu.
-Niçin gülüyorsunuz?- diye Peri‟ye sordu kukla. Kuklanın o sırada gözle
görülür bir şekilde uzayan burnundan dolayı kafası karışmış ve endişeli bir
hali vardı.
-Söylediğin yalanlara gülüyorum.
-Yalan söylediğimi nasıl anlıyorsunuz?
32
-Çocuğum, yalanlar hemen tanınır. […] ” (Prosciutti, 1978: 451)
Ondokuzuncu yüzyılda yaşayan Paolo Mantegazza‟nın (1831-1910),
fantastik öğeler içeren L’Anno 3000: Sogno (3000 Yılı: Bir Düş) adlı bilimkurgu
türündeki romanı 1897‟de yayımlanmıştır. Yine aynı yüzyılda yaşayan macera
romanı yazarlarından Emilio Salgari‟nin (1862-1911) aynı türdeki Le meraviglie del
Duemila (2000 Yılının Mucizeleri) adlı yapıtı 1907 yılında okuyucu ile buluşmuştur.
Çağdaş İtalyan yazarlardan biri olan Marco Lodoli (1956) yapıtlarında
fantastik öğeler kullanır. Örneğin I fannulloni (Aylaklar, 1990)17
adlı yapıtının
başkahramanı olan Lorenzo Marchese‟nin ölümü fantastik bir şekilde anlatılır.
Lorenzo‟nun eşi Caterina‟nın erken ölümü Lorenzo‟yu derinden etkiler. Yaşlandığı
için, artık tren yolculuğu yaparak değerli taşlar satmak yerine evinin altında bir
basımevi açar. Lorenzo günün birinde yaşama sevinciyle dolu biriyle, hiçbir şeyin
imkânsız olmadığını düşünen ve insanın hayaller dünyasında ölmesi gerektiğini
savunan Gabèn adında bir çılgın genç ile tanışır. Onunla birçok kez çılgınca işler
yapar. Aylakların müdavimi oldukları bir lokale gittikleri zaman Gabèn kendisini
oradakilere “Büyükelçi” olarak tanıtır. Lokaldekiler Gabèn‟in ülkesi hakkında
kendisinden bilgi almak ister. Gabèn tam olarak ülkesini söylemese de özellikleri
hakkında birtakım bilgiler verir. Bu bilgilerden ülkesinin aslında ölülerin yaşadığı
öbür dünya olduğu anlaşılır. Gabèn‟in ülkesinin özellikleri yapıtta şu şekilde
anlatılır:
17
Çalışmada Nevin Özkan‟ın çevirisinden faydalanılmıştır. Lodoli, Marco, Aylaklar, Çev. Nevin
Özkan, İstanbul, İletişim Yayınları, 1993.
33
“[…] Gabèn‟in ülkesinde her şey başka bir biçimde ve başka amaçlar için
var oluyor. Tabiî, dağlar mavi, nehirler sakin, çöllere kar yağıyor, ılık rüzgâr
yemyeşil denizdeki yelkenleri ve yolda yürüyenlerin gömleklerini şişirip,
çamların ve palmiyelerin dallarını, kızların saçlarını kıpırdatıyor, hep sonuna
kadar açık duran pencere ve kapılardan giriyor. Ama asıl önemli, olağanüstü
olan bu değil. Önemli olan orada yaşayanların tümünün tek bir kişi olması,
gerçekten öyle: çocukların, yaşlıların ve gençlerin farklı farklı yaşamlarına
paylaştırılmış, koridor, köprü, hatta yıkıntılarla birbirine bağlanmış, birçok
eve bölüştürülmüş tek bir canlı var. Başkası yok. […] Gabèn‟in ülkesinde
zaman yok, zamanın hiçbir anlamı yok, önce ve sonra yalnızca şimdiki
zamanda meydana geliyorlar, bir tek varlık kâh süt emiyor, kâh dünyaya son
kez bakıyor, saatler ise kol ya da ayak bileğine takılacak bilezik
değerindeler. Bu yüzden ölüler son derece yavaşça yitip gidiyorlar. Her ne
kadar artık çalışmaya ya da konuşmaya istekli olmasalar da, çoğu kez
akşamları sokaklar ve evler boyunca gezinmeyi sürdürüyorlar. […]” (Lodoli,
1993: 64-65)
Bir gün Gabèn‟in ülkesindeki ölülerden bazıları otobüsle Roma‟ya gelir.
Otobüse lokaldeki müşterilerin hepsi binmez. Lorenzo ölüler ile Gabèn‟in kullandığı
otobüsle Roma‟yı dolaşır. Plaja geldiklerinde otobüsten inerler. Denizden kayıkla ölü
eşi Caterina gelir ve Lorenzo onunla konuşur. Sonra otobüse binerek oradan
uzaklaşırlar. Lorenzo‟nun ölüm anı ve otobüsle sonsuz yolculuğa çıkışı yapıtın
sonunda şöyle anlatılır:
“Gabèn mikrofondan:-Hoşçakalın,- dedi ve kapılar sonuna kadar açıldı.
Esneyerek ve gerinerek dostlarımız aşağı indi.
Otobüste yalnızca ben, Caterina ve diğer ölüler kaldı.
34
Döşemenin üzerinde birçok sahte banknot, kıymetli taş, şiir kitabı, birkaç da
resim vardı. Onlardan birini elime aldım: Benim çocukluğumdu, resme
girmemiş olan birine, belki de anneme elimi uzatmaktaydım. Bir diğeri:
Caterina‟yla ben ilk otel odamızda, ilk yatağımızın üstüne oturmuştuk, o
zaman henüz gençtik. Bir başkası: park yerinde arkadaşlar, vinçler vardı, ben
ve diğerleri otobüsteydik, pencerelerden el sallıyorduk.
-Anladım,- dedim Gabèn‟e.
-Döneceğiz,- dedi, gülümseyerek. -Hepimiz yeniden birlikte olacağız.
-Anladım, Büyükelçi. ” (Lodoli, 1993: 83)
35
4. “BÀRNABO DELLE MONTAGNE’’ ADLI ROMANDA DAĞLARIN
ÇEKĠCĠLĠĞĠYLE ZAMANIN AKIġI ÖĞELERĠ ARASINDAKĠ UYUM
Buzzati‟nin ilk romanı olan Bàrnabo delle montagne 1933 yılında
yayımlanmıştır. Söz konusu yapıt “Dağların Adamı Barnabo” adıyla 2010 yılında
Türkçe olarak yayımlanmıştır. Romanda orman bekçilerinin şefinin haydutlar
tarafından öldürülmesi, sonra haydutların saldırısı karşısında barut deposunu
savunmasız bırakan Bàrnabo‟nun işinden olması, Bàrnabo‟nun bu yaptığından dolayı
utanç duyması, daha sonra yeniden işine döndüğünde haydutları öldürmekle
vicdanını rahatlatamayacağını anlamasıyla dağlarda yalnızlık içinde yaşamına devam
etmesi anlatılır. Bu romanın okullar için yapılan baskısını hazırlayan Giuseppe
Trevisani‟ye Buzzati söz konusu romanla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
“Gerçekten çok uzun ve yorucu bir çalışma oldu. Bugün baktığımda bir-iki
kusur buluyorum; ama benim için özellikle zor olan, bir dil arayışıydı.
Yazmanın ne demek olduğunu bu şekilde anladım. Asla
yayımlanmayacağını düşünerek yazdığım tek kitap bu oldu.” (Buzzati, 2010:
15)
Romanın başkahramanı Bàrnabo, San Nicola kasabasında bulunan Grave
Vadisi‟ndeki “Mardenlerin evi” de denilen orman bekçilerinin evinde kalan genç bir
orman bekçisidir. Orman bekçilerinin görevi dağlardaki barut deposunu korumaktır.
Orman bekçilerinin şefi, Antonio Del Colle‟dir. Del Colle öyküler anlatır. Anlattığı
öykülerden birisi de barut deposunun oluşturulmasıyla ilgilidir. San Nicola‟yı
Vallonga‟ya bağlayan bir yol yapılması planlanır. Yetkili kişiler anlaşır ve yaşlı
36
Bettoni bu işi üstlenir. San Nicola‟da çalışmalar başlar. Dağı delmeleri için
Bassa‟dan işçiler gelir. Çok miktarda barut tozu Palazzo‟daki kayaların altına
bulunan bir barakanın içine konur. Sonra bu çalışmanın durma nedenlerini fantastik
bir öğe olan “Ruh” sözcüğünü kullanarak Buzzati şu şekilde anlatır:
“Ancak ilk boğazın bitiminde, çalışanlar mayınları patlatacakları sırada
çalışmayı durdurmak zorunda kalırlar. Bunun nedeni, barutun patlamaması
ve geceleyin aletlerin çalınmasıdır. Yapılan bu işin çılgınca olduğu yönünde
yakınmaya başlarlar: Para israf edilmiştir. Dağların huzurlu bir şekilde
kalması gerektiği söylenir. Ve San Nicola‟nın çanları, kötü ruhlar gitsin diye
çalınır.” (Buzzati, 1994: 22)
Bir gece işçilerden birisi soygun için bir eve gider. Bu durum karşısında
işçilerini yeterince gözetim altında tutmadığı için suçu Bettoni‟ye yüklerler. Patlayıcı
deposunu havaya uçurma konusunda tehditler başlayınca yolun geçmesi gereken
noktanın biraz üstünde, bir sarp kayanın yan kısımlarında barut deposuna
çevirecekleri bir çeşit mağara bulurlar. Mağarayı barut deposuna çevirdikten sonra
bekçilik yapması için orman bekçilerini görevlendirirler. Kış gelince çalışma yarıda
kesilir. Bir sonraki yıl yeniden çalışmaya başlanacak iken paranın yeterli olmadığı
fark edilir.
Bir gün keşfe çıkan subaylar korunaklı, iyi bir şekilde inşa edilmiş ve
sınırdan uzak olmayan bu depoyu görünce, kullanma gereği duyarlar. Söz konusu
yere başka patlayıcılar ve mermi koyarlar, bekçilik görevi yine orman bekçilerine
düşer. Her akşam nöbet tutan kişi, Mardenlerin evinden çıkarak barut deposuna
37
ulaşır. Deponun yanında her defasında üç kişinin olması gereken küçük bir baraka
bulunur.
Mardenlerin evi artık iyice eskidiğinden, orman bekçilerinin Yeni Ev‟ini
Mardenlerin evinin bulunduğu vadinin yamacının karşısına yaparlar. Yeni Ev‟in
açılışı için bir tören düzenlenir. Yeni Ev‟in olduğu yeri, romanının vazgeçilmez
öğelerinden biri olan “Dağlar”ı kullanarak yazar, adeta resmedermiş gibi, şu şekilde
betimler:
“Düzlük öğlen vakti sakindir; orman her seferinde homurdanır ve tüm büyük
sarp kayalar çok iyi görülür. Bugün bu kayalar beyaz renktedirler ve
bembeyaz bulutlar orada burada gölgeler oluştururlar: San Nicola‟nın üç
tepesi, Mardenlerin sarp kayası, Baston del Re ve daha sağda, her zaman
aynı dorukta, batıdan doğuya doğru gidildiğinde Palazzo, Polveriera Tepesi
ve daha sonda Pagossa‟nın profili vardır. Hepsinin üstünde, kar tabakalarıyla
Yüksek Tepe ve birbirine çok yakın dört çan kulesine benzeyen Lastoni di
Mezzo vardır.” (Buzzati, 1994: 28)
Del Colle törende armonika çalarken orada bulunan insanlar sessiz bir
şekilde onu dinlerler. Bu sessizlik içinde rüzgâr sesini çıkarmaz. Yazar burada
kişileştirme yaparak rüzgârın sessiz kalışını şu şekilde anlatır:
“[…] Rüzgâr durdu, çünkü eski şarkılar çalındığında herkes sessizdir.”
(Buzzati, 1994: 29)
38
Müzikten sonra, insanlar kasabaya gitmeye başladıklarında, Del Colle de
Mardenlerin evine gitmek için yola koyulur. Buzzati o anki manzarayı fantastik
öğeler kullanarak tasvir eder. Buzzati, ayrıca, bu tasvirde geçmişe giderek dağların
değiştiğini, çevreci yönünü ön plana çıkararak ormandaki cinlerin insanların verdiği
rahatsızlıkla ormandan uzaklaştıklarını şu şekilde vurgular:
“Köknar ve karaçam ormanının ortasında güneş zayıfladı ve birazdan Col
Verde‟nin arkasına inecek. Dağlar da zaman geçtikçe değişti. Uzun yıllar
önce, ormanlarda, küçük cinler bulunurdu. Del Colle onları birkaç kez
görmüştü. Öylesine hafiftiler ki; çimen gibi yeşildiler, yol çalışmalarını
engelleyen onlar olabilir miydi? Kesin olan şu ki, her gün birilerinin attığı
silahlarla, işçilerin gelmesiyle, mayınların çıkarttığı büyük gürültülerle cinler
belki de rahatsız oldular ve kimbilir nerelere gizlendiler.” (Buzzati, 1994:
30)
Del Colle eski evine ulaşıp da armonikasını çalmaya başladığında orman
cinlerinin eskiden olduğu gibi ortaya çıkma ihtimali vardır. Ayrıca, Del Colle
geçmişini hatırlar. Buzzati fantastik öğeleri dâhil ederek bu durumu gizemli bir
şekilde şöyle yansıtır:
“Özellikle dalların sıkça olduğu orman karanlıklaşırken eski evin önüne
vardı. Del Colle cebinden küçük bir armonika çıkardı. Eskiden de böyleydi.
Cinler o şarkıları seviyorlardı ve biraz sonra, akşam olduğunda, kütüklerin
arasından ortaya çıkıverirlerdi.
Çalıyor, çalıyordu ve bu arada güneş alçaldı. Kırılan ve düşen bir dal, yerde
biriken çok ince yaprakların üstüne düşerek küçük bir ses çıkardı. Bir
gürültü daha duyuldu. Yaşayan canlılara kötülük yapmayan küçük cinler
39
yeşil yüzleriyle, tüy gibi hafif hâlleriyle yoksa geri mi dönmüştü? Del Colle
her şeyin gençliğindeki gibi olduğunun farkına vardı. Karanlıkta yeniymiş
gibi görünen Mardenlerin evi, sessiz orman, akşamın kokuları. Ancak o
zamanlar Del Colle‟nin sakalı yoktu, damarları bu kadar kalın ve nefesi de
bu kadar ağır değildi. Ceketinin üstünde güzel nakış desenleri olduğunu
hatırladı. O da, diğerleri gibi, San Nicola‟nın evlerinin orada âşık olmuştu.
Eğlencelerde beraber şarkı söylerlerdi ve kasabada mutlu mutlu bütün gece
dolaşılırdı.” (Buzzati, 1994: 30)
O sırada Del Colle eve girmeye çalışan iki haydut tarafından öldürülür.
Öldürülmeden önce haydutların yaklaştığını fark eden Del Colle‟yi, fantastik öğeler
kullanarak, Del Colle‟nin sanki ölüme yaklaştığı izlenimine gizem ve korkuyu
katarak Buzzati şöyle anlatır:
“Köknarların tepesinde bir esinti; küçük, düz alanın etrafında çok hafif bir
fısıltı var. Acaba cinler korkup yeniden kayıplara mı karıştılar? O sırada
ormanların arasında Del Colle‟nin hiç duymadığı ağır bir sessizlik vardır.
Kulaklarını dört açarak adımların yakınlaştığını duyar ve insan seslerini
algılar. Bir kütüğün arkasına saklanarak sessiz kalmayı yeğler. Yoğun
karanlıkta Del Colle köknarların arasından silahlı iki adamın çıktığını görür.
Aralarında konuşurlar, ama konuştukları anlaşılmaz. İçlerinden biri eve
yanaşır ve kapıyı açmaya çalışır. İşte buradalar, o lanet olasıcalar.” (Buzzati,
1994: 30-31)
Del Colle‟nin ölümünden sonra müfettiş olayla ilgili birkaç kişiyle konuşur
ve haydutları aramanın kolay olmadığından söz eder. Ona göre bu iş aylarca
sürecektir ve kimse yürüyüşe elverişsiz sarp kayalara çıkmayı istemeyecektir.
40
Romanda o akşam çevrenin tasviri, rüzgârın kişileştirilmesiyle ve ay motifinin
kullanılmasıyla gizemli bir şekilde ve korku uyandıracak şekilde şöyle yer alır:
“[…] Ancak rüzgâr köknarların ve karaçamların arasında, yüksekte uyanıktır
ve bütün gece boyunca barut deposunun bulunduğu vadide yürüyen birisi
vardır. Muhtemelen ay çıktığından, nöbetçi daha dikkatli, çünkü o büyük
taşın olduğu yerde sanki bir şey hareket ediyor gibi. Bu arada ayın ışıkları
orman bekçilerinin Yeni Ev‟inin üstüne vuruyor, düz alanın içine,
çimenlerin üstüne ve tüm taşlı sokaklara ulaşıyor. Ama hiç kimse kalbi hızlı
bir şekilde çarpan (gece vakti iyice duyuluyor) nöbetçinin dışında bu kadar
ışığı göremiyor.” (Buzzati, 1994: 36)
Orman bekçilerinden Molo, Durante, Montani ve Fornioi, Del Colle‟yi
öldüren haydutları dağlarda ararlar, ama izlerine bir türlü rastlayamazlar. Aradan
zaman geçer ve Del Colle unutulur. Zamanın akışıyla geçmişin unutulması ve San
Nicola‟da olup bitenler, rüzgâr öğesinin simgesel olarak zamana benzetilmesi ve saat
öğesinin kişileştirilmesiyle romanda şu şekilde anlatılır:
“Del Colle de eninde sonunda unutulur. Arabesk süslemeli namlusuyla
İngiltere‟de yapılmış ünlü av tüfeği orman bekçilerinin şefi olan Giovanni
Marden‟in eline geçer: Biraz eski olmasına rağmen çok güzel bir tüfektir.
Hiç kimse fark edemeden zaman geçmeye devam eder; artık sonbahara
doğru gidiyoruz ve çoğu anı önemini yitirmekte. Geceleyin silahlı bir şekilde
dolaşmaya çıkmak üzere duvardaki tüfeği kim almışsa, duvarın üstündeki
beyaz lekeyi kaplayacak şekilde aynı çiviye asarak tüfeği eve bırakır. Günün
belirli saatlerinde çeliği parlatan güneş ışınları yansır. Bu arada toz ortaya
çıkar, neredeyse görülmüyor, ama birkaç hafta sonra her yerde birikir. Toz
41
eski kitapların üstünde, saçakların üstünde, mobilyaların üstünde ve San
Nicola‟daki çan kulesinin tepesinde bulunan dört kadranlı saatin içinde, her
yerdedir. Çanı çalan kişi geceleyin kulaklarını dört açar; ona saat her
seferinde güçlükle nefes almaya başlar gibi gelir. Gerçekten de saatin
kalbinin çarpması, bütün kuleyi çınlatacak kadar artar. Sonra, yavaş yavaş
zayıflar, uzaklaşır, belki de rüzgâr onu alıp götürür.” (Buzzati, 1994: 41)
Günün birinde, kimsenin haberi olmaksızın, Bàrnabo ile orman
bekçilerinden biri olan Bertòn haydutları aramak üzere dağlara gitmek için yola
koyulurlar. Dağlara tırmandıktan sonra çakıllı bir yerde dururlar. Bàrnabo buradan
dağlara bakar. O andaki dağların gizemli görünümü romanda şöyle tasvir edilir:
“İşte, asıl dik kayanın yüzünün altındaki çakıllı bir yerde bulunuyorlar. Tepe
gözükmedi. Yalnızca baş taraftaki dik yükseltiler ve üstlerindeki gökyüzü.
Tüm cesaretleri kıran, çok soğuk bir rüzgâr esiyor. Bu arada yüksek sarp
kayaların üstüne güneşin ilk ışıkları vuruyor. Şimdi Bàrnabo dağları
görüyor. Dağlar gerçekten de kuleye, kaleye, yıkıntı içindeki kiliseye
benzemiyorlar. Karlı toprak kaymalarıyla, uzun ve ince yarıklarıyla, çakıllı
kumlu dar geçitleriyle, sonsuz uçurumlarıyla, boşluğun dışına yönelmiş
çıkıntılarıyla kendilerine özgüler, oldukları gibiler.” (Buzzati, 1994: 52)
Bàrnabo ile Bertòn o gün haydutları bulamazlar. Akşam dönerlerken bir
silah sesi duyarlar. O sırada gökyüzünde uçan kuzgun sürüsündeki kuzgunlardan biri
yaralanır ve bu şekilde uçmaya çalışarak oradan uzaklaşır. Bàrnabo‟nun daha sonra
arkadaşı olacak kuzgun romanda bu şekilde ortaya çıkar. Silah sesinden sonra
yaralanan kuzgun romanda şu şekilde anlatılır:
42
“O anda sürüdeki bir kuzgun umutsuzca sesler çıkarmaya başlar,
kanatlarını daha çabuk vurmasına rağmen, diğerlerinin arkasında kalır.
İşte, silahtan çıkan kurşunun ulaştığı yer. Arkadaşları uzaklaşırken,
hayvan tuhaf bir şekilde uçmaya başlar, yaralanmıştır, dağa doğru yönelir.
Düşecek gibi olur, sonra kızgınlıkla doğrulur. Her zamanki uzun
bağırışıyla Bàrnabo‟nun başının üstünden geçer. Uzaklarda kaybolur…”
(Buzzati, 1994: 55)
İtalyan şair Eugenio Montale (1896-1981), Buzzati‟nin “Tatar Çölü”
romanının adı geçtiğinde Kafka‟nın adını ananların aslında “Dağların Bàrnabo‟su”
nu okumadıklarını dile getirerek, bu romandaki kuzgun öğesine gönderme yapar. Bu
konudaki düşüncesini tam olarak şöyle belirtir:
“Tatar Çölü söz konusu olduğunda Kafka‟nın adından bahsedenler, eğer
Dağların Bàrnabo’su adlı önceki romanı bilmiyorlarsa, affedilmelidir. Bu
roman neredeyse aynı konuyu (yalnızlık içinde geçen yaşamın yüceliği ve
onurunu) işler ve Buzzati‟nin gerçekten de özgün olan ilk karakterini
ortaya çıkarır: Kuzgun. […]” (http://lafrusta.homestead.com/
rec_buzzati.html, 24.12.2010)
Bàrnabo ile Bertòn silah sesini duyunca, ormanda gizlenerek kimin ateş
ettiğini aralarında tartışırlar. O andaki ormanın sakinliği ve rüzgârın esişi vurgulanır.
Romanda bu bölüm rüzgârın kişileştirilmesiyle gizemli bir hava içinde şu şekilde
yansıtılır:
“İnce bir ses tonuyla fısıltıyla konuşurlar, ellerinde tüfekle kütüklerin
arasında uzanırlar. Her şey bazı pusulardaki gibi çok sessizdir. Bununla
43
beraber köknarların tepesinin arasından rüzgâr geçmeye başlar; terk edilmiş
çalılıkta sakin bir gürültü var. Eğlensin, eğlensin rüzgâr; uzaktan gelen
rüzgâr orada kimin gizlendiğine bakmak için durmaz. Silahtan çıkan
dumanla karşılaşır, onu yanında sürükler, yükseğe çıkarır, sürekli yalnız olan
en üstteki tepelerin arasında dağıtır.” (Buzzati, 1994: 55-56)
Bàrnabo ile Bertòn haydutları aramak için ikinci kez dağlara çıkarlar, ama
yine haydutları göremezler. Dönüşte Bertòn barut deposuna doğru, Bàrnabo ise eve
doğru yola koyulur. Bàrnabo yolunun üzerinde neredeyse ölmek üzere olan yaralı
kuzgunu görür ve yanına alır. Ama bir şeylerin yolunda gitmediğini hissederek eve
gitmekten vazgeçip barut deposuna gitmeye karar verir. Bàrnabo‟nun o anki ruh
durumu, dağları sessizliği, gizem, korkunun ve yaşamın monotonluğunun da
hissedildiği şekilde romanda yansıtılır:
“O dağda doruğa tırmanan Bàrnabo bir kuşu öldürmekten korkuyor mu?
Bununla beraber, elinde kuzgunla Bàrnabo tepedeki dik kayanın yüzüne
düşünceli bir şekilde bakmak için durur. Bir şeyin ondan uzaklaştığının
farkına varır; bunu durdurmayı başaramaz. Diğer akşamlarda olduğu gibi
aynı gölgeleri ve aynı açık renkteki dik kayalarıyla Polveriera Tepesi‟ni
görür. Bàrnabo tepeye tırmanır. Ancak ona ne kalmıştır ki? Birkaç saat önce
sesinin dağıldığı yerde şimdi rüzgârdan başka bir şey yoktur.
Bilinmeyen vadilerden çok uzaktaki gürültüleri duyuran büyük bir sessizlik
hüküm sürmektedir. Kuzgun hareketsiz bir şekilde durur. Belki de ölmek
üzeredir. Bàrnabo ceketinin büyük arka cebinin içine onu koyar ve inmeye
devam eder. Ama fikir değiştirir: Eve inmek yerine barut deposuna geri
dönecektir. Hâlâ erkendir ve yokluğu fark edilirse, başına dert açabilirler.”
(Buzzati, 1994: 59)
44
Bàrnabo barut deposuna yaklaşırken silah sesi duyar ve dört haydudun barut
deposuna doğru yürüdüğünü görür. Orman bekçilerinden Franze ve daha sonra ona
yardım etmeye gelen Bertòn depoyu korumaya çalışır. Bàrnabo haydutlardan
korktuğu için arkadaşlarına yardım edemez. Daha sonra romanın sonuna kadar içinde
duyduğu utanç ve pişmanlıkla yaşamını sürdürmeye çalışacaktır. Buzzati, insanın
karşısına çıkan engellerden korkmayıp onları yenmesi gerektiğini vurgular. İnsan
karşısına çıkan engellerle mücadele etmezse, zaman geçtikçe bundan utanç ve
pişmanlık duyabilir. Bàrnabo‟nun haydutların saldırısı sırasında ve sonrasında
yaşadığı korku, utancı ve huzursuzluk şu cümlelerle yansıtılır:
“Bacaklarında bir titreme. Dili hareket edemiyor. Bàrnabo birkaç adım
geriye çekilir, büyük bir taşın arkasına geçer. Yakında silah atışları artarken,
korkudan uyuşmuş olduğunun farkına varır.” (Buzzati, 1994: 59)
[…]
“Bàrnabo, kayanın arkasında taş kesilmiş bir şekilde, şimdi bütün vücudunu
etkileyen bir titreme hisseder. Tehlike sona ermiştir, ancak onun kendini
göstermeye cesareti yoktur. Alçaklık, işte yaptığı şey alçaklıktır.” […]
“Saatler boyunca huzur bulmaksızın ormanın içinde dolaşır, hatırladıkça acı
çeker, neden o kadar korktuğunu kendine sorar. […]” (Buzzati, 1994: 60)
Hiç kimse Bàrnabo‟nun haydutlardan korktuğu için kaçtığına tanık olmaz.
Ancak görevinin başında bulunmadığı için ceza olarak orman bekçiliği görevine son
verilir. Bàrnabo kuzgunun ölmediğini fark eder. Ancak yola çıkarken kuzgunun
peşinden geldiğini anlayamaz. Bàrnabo‟nun yola çıkacağı zamanda doğada ve
bulunduğu ortamda bir sakinlik ve yalnızlık göze çarpar. Romanda bu bölüm şu
şekilde tasvir edilir:
45
“… Sonra pencereyi ardına kadar açar: Biraz havanın değişmesi gerekir, aksi
halde bu akşam kimse uyuyamayacaktır. Temiz ve tatlı bir rüzgâr içeri girer.
Güneş gökyüzünün doruğundadır ve bulutlarla sürekli savaşmaktadır. Bir
şarkının yankısı kulaklarına ulaşır, öyle uzak bir sestir ki, sanki gerçek değil
gibidir. Bàrnabo‟nun boğazında bir acıma hissi oluşur ve dudaklarında hafif
bir tebessüm belirir. Bir sinek çevresinde uçmaya başlar. Her şey yerli
yerindedir, her şey sessizdir. Bu, gitme zamanıdır.” (Buzzati, 1994: 65)
Bàrnabo yolculuğu sırasında akşamı bir handa geçirir. Artık yalnız
başınadır; odasındayken zamanın çabucak geçtiğini, dağlara duyduğu özlemin
farkına varır. Bu nedenle ona dağları hatırlatan şeyleri unutmamaya çalışır. Hüzün ve
özlem kokan bu bölümler romanda şöyle aktarılır:
“Yukarıda, Polveriera‟ya çok yağmur yağacak. Bàrnabo bir sandığın
üzerinde duran torbasını görür. Üç ya da dört saat önce Yeni Ev‟de
hazırladığının aynısıdır. Yine de sanki üzerinden çok daha fazla zaman
geçmiş gibi gelir. Bàrnabo‟yu orman bekçisi olarak sürdürdüğü tüm
yaşamından ayırmak için birkaç saat yürümesi yeterli olur. Geçmiş zamana
ait geriye ne kalmıştır ki? Torba, elbise ve birkaç giysi. Sonra,
ayakkabılarının yan tarafında bulunan çivilerin arasına yerleşmiş birkaç
küçük taş-toprak. Bunlar hâlâ dağın ve çok yüksekteki çakıllı kumların
kalıntılarıdır.
Şimdi Bàrnabo büyük sarp kayalara ait bir şeyleri kendisinde tutan geçmiş
zamanı ona hatırlatabilenleri endişeyle ve umutsuz bir istekle aramaktadır.
Başparmağındaki yarayı bile sever; ona acı veren tepedeki kayalardır.
Önceden kapanmış ve kurumuş kesiğe dikkatli bir şekilde bakar. İz çok
çabuk kaybolursa, yazık olacaktır. Bu nedenle yaranın iki kenarını açar,
deriyi çekiştirir, yaradan birkaç damla kan çıkartır. Tıpkı Polveriera
46
Tepesi‟ndeki büyük kayaların altında iki gün önce olduğu gibi. Acıyı
yeniden duyarak, geriye dönmüş, zamanı geri almıştır, hâlâ dağlarda
geçirdiği zamanda gibidir, bilinmeyen tepeden dönen galip Bàrnabo‟dur.
Yağmur çinko çatının üstüne gürültülü bir şekilde çarpar. Hiç olmazsa
Bertòn olsaydı, konuşurlardı. Şimdi Bàrnabo yatağına oturur ve akşamın
olmasını bekler.” (Buzzati, 1994: 68-69)
Sabah olduğunda Bàrnabo, Bersaglio‟daki kuzeni Giovanni Bella‟nın evine
gitmek üzere yola çıktığında, yaralı kuzgunu görür. Kuzgun Bàrnabo‟ya dağları
hatırlatır, o nedenle kuzenine giderken onu da yanına alır. Bu bölüm romanda şu
şekilde anlatılır:
“Böylece Bàrnabo onu omzuna aldı. O yaralı hayvan ona sarp kayaları
hatırlatacaktı. O da kayaları, sınırsız çakıllı kumları tanıyordu.
Konuşamaması yazıktı.” (Buzzati, 1994: 69-70)
“Kuzgun” bu romanda Bàrnabo‟nun kuralları ihlal ettiği için ovada cezasını
çekerken onun adeta oradaki tutsaklıkla geçen yaşamını simgeler. Kuzgun
Bàrnabo‟ya sürgün yaşamında eşlik eder, onunla birlikte cezayı çeker ve Bàrnabo
dönmeye yakın dağlara doğru gider. Romanda “Dağ” gerçek bir yaşamı ve
mutluluğun yerini; “Ova” ise acı çekilen anın yaşanıldığı ve hatanın bedelinin
ödendiği yeri simgeler. Bàrnabo ovaya, bir mitsel dünyevi Cennet‟ten (Dağ) kaçış
olarak sığınır ve oraya hapsolur. Artık orman bekçisi olarak değil, terk edilmiş bir
evin sıradan bekçisi olarak kabul edilinceye dek cezasını çeker ve günahlarından
arınmak için dağlardaki bekleyişten farklı bir bekleyiş ve acı içinde ovada yıllarını
geçirir. (Crotti, 1977)
47
Kuzeninin evine gitmesiyle artık bundan sonra Bàrnabo‟nun beş yıl sürecek
olan ovada köy yaşamı başlar. Bu arada zaman geçmiştir ve bir bulut simgesel olarak
zamanın akışını gösterir. Bu bölüm romanda şöyle anlatılır:
“Köy yaşamı. Bir ceviz ağacının gölgesinde, Temmuz ayının öğleden
sonrasında Bàrnabo çekiçle bir orağa vurur. Metalik ses uzaklara yayılır.
Doğudaki büyük beyaz bulut uzunca bir zamanın geçtiğini göstermektedir.”
(Buzzati, 1994: 71)
Bersaglio‟daki yaşam ilk başta ona yabancı gelir, ama zamanla alışır.
Kuzgun, aradan dört yıl geçtikten sonra Bàrnabo‟yu terk ederek dağlara doğru uçar.
Bàrnabo‟nun ruh durumunu yansıtan kuzgunun gidişine üzülen Bàrnabo kendisini
yalnız hisseder ve sessizlik içinde geçmişi düşünmeye başlar. Romandaki o hüzün ve
özlem dolu satırlar şöyledir:
“[…] Yine de Bàrnabo sandalyenin üstünde kendisini çivilenmiş gibi
hisseder; ovanın ortasında, sessiz evin içinde tümüyle terk edilmiş, yalnız
olduğunu anlar. Çünkü söylenecek çok az şey vardır: O kuzgun dağlardan
onunla gelmişti ve o yaşamdan kalan son şeydi. Bàrnabo‟nun aklına, çakıllı
kumlara kadar çıkan, artık yeşilliklerle dolu eski bir yolun varlığı gelir.
Yukarıda, bazen tuhaf gürültüler çıkaran toprak kaymalarının olduğu yoğun
sarp kayalar yükselir. İşte, olağanüstü bir sessizliğin içinde, sabahın beyaz
güneşiyle yine bu kayaları düşünür. Lambanın ışığının hafifçe titremeye
başlamasının nedeni anlaşılmaz. Bàrnabo, bir heykel gibi, geçmişi hatırlar ve
dışarıda bütün gece sürecek olan cırcır böceklerinin şarkılı gösterisi başlar.”
(Buzzati, 1994: 74)
48
Bertòn bir gün Bàrnabo‟yu görmeye gider. Yurtdışındaki bir akrabasının
yanına gitmek için kendi isteğiyle San Nicola‟dan ayrılmıştır. Bertòn, Bàrnabo dört
yıl önce San Nicola‟dan ayrıldıktan sonra orada olanları kendisine anlatır. Bertòn‟un
anlattığına göre, haydutlar uzun bir süre aranmıştır, ama bulunamamıştır. Montani
haydutların Mardenlerin evine gitmiş olabileceklerini düşünmüştür, bu nedenle bir
müddet geceleri evde nöbet tutmaya başlamıştır. Gerçekten de bir gece haydutlardan
biri eve gelmiştir. Haydut Montani‟yi evden kovmuştur, bu yüzden Montani evden
çıkmak zorunda kalmıştır. Sabah olduğunda ise Montani onu evde görememiştir.
Aradan biraz zaman geçer, kış olur. Montani dağlarda iki haydut görür ve onlardan
birinin eve gelen haydut olduğunu fark eder. Ancak kış şartlarından dolayı onları bir
türlü yakalayamamıştır. Bu olaydan sonra dağlardaki gizemli günlere sanki geri
dönülmüştür. Dağların bu fantastik, masalsı ve gizemli havası romana şu şekilde
yansır:
“San Nicola‟nın dağlarıyla ilgili efsanelerin parlak zamanları mı geri
dönmüştü? Montani‟nin serüveninden sonra haydutlarla ilgili söylenti artık
yoktu. Kış boyunca takip edildiklerinden, bilinmeyen düzlüklere doğru yola
mı çıkmışlardı? Montani tam üç kez onlarla mücadele etmek üzere
dönmesine rağmen onları göremedi. Ertesi kışa kadar yeni bir şey olmadı. O
zaman dağlardaki geçidin üstünde insan izleri belirdi. Orman bekçilerinin
bakışları haydutları aramak için, içgüdüsel olarak sarp kayalara doğru
çevriliyordu. Özellikle akşamları San Nicola‟nın aşağısında, Yeni Ev‟de
vadi boyunca yayılan evlerde Ermeda‟nın18
ölümünden sonraki gibi tuhaf
öyküler anlatılıyordu. Bulutlar belli günler sarp kayalıkların doruklarının
18
Del Colle‟nin anlattığı öykülerden birisi de Ermeda‟nın öyküsüdür. San Nicola‟nın zengin beyi olan
Ermeda, üç adamıyla birlikte Vallonga‟dan gelip Col Nudo‟nun yakınlarındayken çıkan sis nedeniyle
yolunu şaşırarak Pagossa‟nın altındaki büyük, dar geçide ulaşır. Uzun bir süre aranır, ama bir türlü
bulunamaz.
49
etrafında yoğun halkalar meydana getiriyordu ve en açık günlerde kayalıklı
vadilerden yükselen ince tabakalı sisler görülüyordu. Saatler boyunca
dağlarda yaşayanlar çevrede inceleme yapmak için toplanıyorlardı ve
geçmişin ruhları yeniden yaşama dönmüşcesine, geceleyin ormanın sınırında
bekçilik yapıyorlardı.” (Buzzati, 1994: 80)
Sonbaharda bitmeyen bir yol için uzak bir yerdeki barut deposunu tutmanın
anlamsız olduğu düşüncesiyle San Nicola‟daki deponun ortadan kaldırmasına karar
verilir. Haydutlar o sıralarda yine barut deposuna saldırırlar, ama istediklerini elde
edemeyip orayı terk etmek zorunda kalırlar. Haydutlardan birisi bir sonraki yıl
haydutların yine gelecekleri konusunda onlara uyarıda bulunur. Bu ihtimale karşı
kıştan önce patlayıcıların daha sonra başka depolara gönderilme amacıyla en yakın
kışlaya teslim edilmesi planlanır. Bu nedenle orman bekçilerinin Yeni Ev‟de
durmasına gerek kalmaz, San Nicola‟da yaşamaları daha uygundur. Kalmak isteyen
orman bekçileri, belediye bekçilerinin yanında aynı kışlada kalacaklardır.
Bertòn‟un kendisini görmeye gelmesiyle Bàrnabo yeniden dağları, barut
deposunu ve içinde duyduğu utancı hatırlar. Bertòn‟u gördükten sonra zamanın
çabucak geçtiğinin farkına varır. Yaşamını boş yere bir ovada beklerken tüketeceğini
düşünür. İçindeki dağlara dönme isteği zamanın akışıyla azalır. Romanda bu durum
şöyle belirtilir:
“Geçen yaz Bertòn‟un ziyaretinden sonra Bersaglio‟nun tarlalarının
üstünden dağın soluğu geçmişti. Belki fark etmeksizin Bàrnabo zamanın
akışıyla geriye doğru gitmişti. Belli akşamlar duyduğu üzüntü hissi geri
dönmüştü. Sabah çok erken Bersaglio‟dan kuzeyde bulunan yollara yönelen,
50
giden yolculara bakmak için duruyordu. Unutulan utanç yüreğinde tekrar
belirivermişti. Bàrnabo kıra, büyük ovaya sığınmıştı. Belki de ona, faydası
olmayan bir bekleyiş içinde yavaş yavaş yaşamını tüketmek düşüyordu.
Bertòn‟un ziyaretiyle ona aniden ne kadar çok yılın geçtiğini hissetmişti.
Bàrnabo çoğu kez mutlu anıların yarattığı etkiyle olası bir dönüşü
düşünmüştü. Sonra, günden güne umudu azalmıştı ve dağlar, barut deposu,
Grave Vadisi hiç var olmamış gibi yeniden bir sisin içinde kayboluvermişti.”
(Buzzati, 1994: 88)
Bir sonraki yıl yaz mevsiminde Bertòn Bàrnabo‟ya bir mektup gönderir.
Mektupta Bertòn işlerinden dolayı San Nicola‟ya uğrayacağını, oraya Bàrnabo ile
birlikte gitmek istediğini belirtir. Bunun üzerine Bàrnabo ile Bertòn Yeni Ev‟den
ayrılan orman bekçilerinin geçici olarak yaşadığı belediye bekçilerinin kışlasına
giderler. Orman bekçileri Bàrnabo‟yu tek başına Yeni Ev‟e bekçi olarak
görevlendirirler. Ayrıca, haydutların 25 Eylül‟de gelme ihtimali nedeniyle o zaman
kendilerinin de Yeni Ev‟e geleceklerini söylerler.
Bàrnabo yeni eve gittikten sonra haydutları gelecekleri güne kadar bekleyişi
başlar. Yalnızlık dolu bekleyişi sırasında kendisini huzurlu hissetmediği, hiçbir şeyin
eskisi gibi olmadığını anlaması romanda şu cümlelerle ifade edilir:
“Bàrnabo ateşin oraya oturdu. Nihayet sakinleştiğini ve eskisi gibi yeniden
güzelce yaşamaya başladığını düşündü. Ama artık kendisini sakin
hissetmiyordu: Yıllarca yapmış olduğu gibi, bir şeyi beklemeyi sürdürdü.
[…]” (Buzzati, 1994: 96)
51
[…]
“Her şey önceki gibi kaldı, ama hiçbir şey aynı değildi. Çaba göstermesine
rağmen, en keyifli günlerde bile Bàrnabo orman bekçisiyken geçirdiği belli
başlı sabahların güzelliğini bulamadı.” (Buzzati, 1994: 97)
Eylül ayının sonu gelir. Bàrnabo haydutların saldıracağı günün bir gün
öncesinde diğer orman bekçileri için hazırlık yapar ve onların gelmesini beklemeye
başlar. Geçmişteki hatasından dolayı içinde taşıdığı utancın haydutların geleceği gün
yok olacağını düşünür. Akşam olduğunda orman bekçileri bir türlü gelmez. Bu
nedenle ertesi gün Bàrnabo haydutların gelişini tek başına bekleyecektir. Ertesi
günün sabahı Bàrnabo evden çıkmadan önce o büyülü dağ ortamının sakinliği,
doğadaki “Bulut”, “Kaya” ve “Rüzgâr” gibi bazı öğeler kişileştirilerek romanda
şöyle yer alır:
“Polveriera Tepesi‟nin arkasında en sonunda zayıf bir ışık görünür. Her şey
kusursuz bir sessizlik içerisindedir; bulutlar gökyüzünü berrak bir şekilde
bırakarak kaçmıştır ve ormanın üstünden uzun soluğuyla soğuk bir rüzgâr
geçmektedir. Sarp kayalar hâlâ gecenin gölgesi içinde dinlenmektedirler:
sanki olduklarından daha büyük ve kristal gibi berraktırlar. […]” (Buzzati,
1994: 104)
Bàrnabo haydutların gelişini beklemek için barut deposunun orada gizlenir.
En sonunda haydutların geldiğini görür. Ama zaman geçtikçe birçok şeyin
değiştiğini, eskiden yaşananların zamanla unutulduğunu ve haydutları öldürmekle
huzur bulamayacağını anlar. Bu durumu en iyi aşağıdaki iki ifade anlatır:
52
“[…] Bàrnabo gerçekten de kendisi için intikam alma ihtiyacı hissetmez. O
alçaklığın yapıldığı an artık uzaklardadır. Uzun yıllar geçmiştir, bunu şimdi
fark eder.” (Buzzati, 1994: 107)
[…]
“Her şey zamanla yok olacaktır, o saçma utancı, kuzgun, Bersaglio,
Bertòn‟un gidişi. Her sabah güneş sarp kayaları aydınlatmak için dönecektir.
Sonbahar, kar, ardından da ilkbaharın şarkıları gelecektir.” (Buzzati, 1994:
108)
Bàrnabo haydutları öldürmediği için duyduğu huzurla tek başına eve döner.
Romanın sonunda dağlarda artık haydutların ve cinlerin olmadığı, zamanın ise
durmadan akıp gittiği şu cümlelerle özetlenir:
“[…] Sarp kayalar tümüyle yalnız kaldı, artık haydutlar, cinler yok, hepsi
bitti. […]” (Buzzati, 1994: 108)
“[…] Gece yavaş geçer. Birazdan gün ağarmaya başlayacak, yeni bir gün
doğacaktır. Yaşam dünyadan durmaksızın geçmeye devam eder.” (Buzzati,
1994: 109)
55
5. “IL SEGRETO DEL BOSCO VECCHIO” ADLI ROMANDA ORMANIN
GĠZEMLĠ BÜYÜSÜ VE ÇEVRE MOTĠFLERĠ
Buzzati‟nin 1935 yılında yayımlanan Il segreto del Bosco Vecchio adlı
ikinci romanında Buzzati; “Eski Orman”ın mirasçılarından biri olan Sebastiano
Procolo‟nun, diğer mirasçı olan yeğeni Benvenuto Procolo‟yu mirasın geri kalanını
alabilmek için öldürmeye çalışmasını, ancak bunu başaramamasını, sonraları ona
karşı sevgi duymasını, ardından da yeğenini kurtarmak için kendini feda etmesini
anlatır. Nasıl ki Bàrnabo delle montagne romanında temel hayvan figürü olarak
“Kuzgun” kullanılmışsa, Il segreto del Bosco Vecchio romanında “Saksağan”
kullanılır. Ancak Il segreto del Bosco Vecchio romanındaki saksağan konuşmaktadır.
Ayrıca, Il segreto del Bosco Vecchio romanında Bàrnabo delle montagne romanında
olduğu gibi “Rüzgâr” ve “Cin” motifleri kullanılır. Ancak Il segreto del Bosco
Vecchio‟da Bàrnabo delle montagne romanının aksine, bu motifler insan gibi
konuşur. Ayrıca Buzzati insanların çevreye karşı duyarlılık gösterip onu koruması
gerektiğini vurgular. Eserin sonunda kötü bir karaktere sahip olan Sebastiano Procolo
ve rüzgâr Matteo ölerek hak ettikleri cezayı bulurlar. Böylece iyi yürekli Benvenuto
Procolo ve doğadaki canlılar kötülerden kurtulmuş olurlar. Il segreto del Bosco
Vecchio romanında çevreye verilen önemin yanı sıra, Benvenuto‟nun çocukluktan
gençliğe geçişi ve Sebastiano‟nun iyi bir insana dönüşümü anlatılır. Düşüncemize
göre, Il segreto del Bosco Vecchio romanına adını veren “Orman” öğesi
Benvenuto‟nun çocukluk çağını simgeler. Zira çocuklar masumdur ve temiz
düşüncelere sahiptir. Bu nedenle çocuklar ormandaki canlıları korur, onlara kötülük
56
yapmaz. Çocukların ormandaki canlılarla iletişimleri güçlüdür, onlara karşı büyük bir
sevgi duyarlar.
Il segreto del Bosco Vecchio romanının başkahramanı olan Sebastiano
Procolo‟nun “Eski Orman”a ve yeğeni Benvenuto‟ya çıkarları uğruna zarar vermeye
çalışması, çocuklarla doğanın müthiş uyumu ve romanın sonunda Sebastiano‟nun
yaptığı kötülüklerin bedeli olarak sonunun gelmesi romanda şöyle anlatılır: Fondo
Vadisi‟nde yer alan “Eski Orman”ın sahibi olan Antonio Morro asker olan yeğeni
Albay Sebastiano Procolo‟ya söz konusu ormanlık alanın bir bölümünü miras olarak
bırakır. Kalan bölümünü ise Sebastiano‟nun yeğeni, on iki yaşındaki Benvenuto
Procolo‟ya miras olarak bırakır. Benvenuto‟nun kimsesi olmadığı için bakımını
Antonio Morro üstlenir. Ama Morro öldükten sonra Sebastiano bu işi devralır.
Sebastiano emekli olunca amcasının kendisine bıraktığı ormana gider ve orada
yaşamaya başlar. Evin civarındaki bir ağacın üzerinde bekçilik yapan saksağan kuşu
eve gelenleri haber vermektedir. Bize göre, saksağan doğayı koruyan çevreci kişileri
simgeler. Buzzati bu romanda çevrenin insanlar tarafından kirletilip mahvedildiğini
vurgulayarak, söz konusu düşüncesini saksağan aracılığıyla aktarır. Bir gece
saksağan yanlış uyarı verir. Bu duruma oldukça sinirlenen Sebastiano, kuşu silahla
vurarak ölümüne neden olur. Sebastiano onu vurduktan sonra saksağanla arasında bir
konuşma geçer. Bu hüzün dolu konuşmanın bir kısmı şöyledir:
“-Bu aptal şakalara oldukça alışkınım. Senin yüzünden uykumu kaçırmak
istemiyorum- diye bağırdı, Sebastiano Procolo. -Bu gece on defa işaret
verdin ve kimse gelmedi.
57
-Alçak!- diye bağırıyordu saksağan. -Şimdi beni ağır yaraladın. Bu akşam
kimin geçtiğini sana söyleyemeyeceğim.
[…]
Bir sessizlik oldu ve albay sesler duymaya başladı. Sonra bu seslerin, ağacın
tepesinden düşen saksağanın kan damlalarının sesi olduğunu fark etti.
-Buradan kim geçti? Kimin için işaret vermiştin?- diye yine sordu
Sebastiano Procolo.
-Sana söylemem- diye yanıt verdi saksağan. -Israr etmen faydasız.
Yine bir sessizlik. Ağacın gövdesinde bir tıkırtı duyuldu.
-Belki de önemsiz bir yaradır,- dedi, dikkatle bakan albay.
-Önemli değil, endişelenme. Zaten ha bugün ha yarın bu lanetli yerden çekip
gitmek istiyordum. Nasıl da safmışım, yaptığım işin beğenildiğini
düşünüyordum. Ancak bu yere artık dayanamıyorum. Her şey tükenmiş, her
şey gittikçe bozuluyor. Morro öldü. […]
-Sesini kesmezsen, sana bir daha ateş ederim.
Saksağanın ne dediği anlaşılmıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Sesi her
zamankinden daha boğuktu ve zorlukla çıkıyordu.
-Beni alçakça yaraladın, diye söylendi sonunda saksağan. -Belki de
öleceğim. […]” (Buzzati, 1999: 29-30)
“Eski Orman”ın sıra dışı bir özelliği vardır. Bu ormanda cinler yaşar. Her
ağaçta bir cin vardır. Bu cinler insan ya da hayvan kılığına girebilir. Zararsız olan bu
cinler insanlar için bir tehlike oluşturmazlar. Orman cinlerinin bu özellikleri,
başrahip don Marco Marioni‟nin vadiye yaptığı yolculuktan sonra yazdığı notlarında
şöyle yer alır:
“Fondo‟da bakışlarımı mükemmel bir manzaraya çevirmek hoşuma gitti;
dağlarda yaşayanların „Eski Orman‟ dedikleri, gövdelerinin yüksekliği bir
58
olan, uzun boylarıyla San Calimero çan kulesini aşan görkemli bir ormanı
gezdim. Gördüğüm kadarıyla, oradaki ağaçlar, diğer bölgelerin ormanlarında
da bulunan cinlerin evleridir. Orada oturanlardan konuyla ilgili bilgi istedim,
sanki haberleri yok gibiydi. Her kütükte bazen hayvan ya da insan
görünümünde ortaya çıkan bir cin var, sanırım. Onlar gösterişi olmayan,
zararsız varlıklar olup, insanlar için tehlike oluşturmaya yatkın değiller.
[…]” (Buzzati, 1999: 33)
Ormanda cinlerin varlığına yalnızca çocuklar inanır. Ancak büyüyünce
onlara inanmaktan vazgeçerler. Romanda bu durum, şu cümlelerle açıklanır:
“Yalnızca çocuklar, henüz önyargılardan uzak olduklarından, ormanın cinler
tarafından mesken tutulduğunun farkına varıyorlardı. Çok az bilgi sahibi
olmalarına rağmen, onlar hakkında sık sık konuşuyorlardı. Ancak, yılların
geçmesiyle, ebeveynleri bu yaratıkların anlamsız ve uydurulmuş şeyler
olduğunu kendilerine aşıladığında, düşüncelerini değiştiriyorlardı.” (Buzzati,
1999: 33)
Cinler, insanların ağaçları kesmesiyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
kaldıklarının farkındadırlar. Bu nedenle orman cini olan Bernardi insan kılığına
girerek ormanların kesilmesini önlemek ve arkadaşlarının yaşamlarını kurtarmak için
çaba gösterir. Bize göre, orman cinleri ile Bernardi doğayı koruyan çevreci kişileri ve
doğayla arasında bir uyum olan çocukları simgeler. Aynı zamanda Orman
Komisyonu‟nun üyesi olan Bernardi, ağaçların kesilmesini önlemek için ormanın
kurucusu olan „Giacomo‟ adlı haydutun ormanı kurma nedenini anlatır. Ormandaki
ağaçların Giacomo‟nun dönüşünü beklediğini, bu nedenle ağaçların kesilmemesi
gerektiğini vurgular. Burada da bir bekleyiş söz konusudur. Düşüncemize göre, nasıl
59
ki Bàrnabo delle montagne romanında Bàrnabo ve diğer orman bekçileri barut
deposunu korumak için haydutları bekliyorlarsa, bu romandaki ağaçlar da
Giacomo‟nun dönüşünü beklemektedir. Bernardi‟nin Sebastiano‟ya anlattığı ormanın
kuruluş öyküsü şöyledir:
“[…] Bir zamanlar, yüzyıllar önce, bu toprak tümüyle boşmuş. Sahibi
„Giaco‟ da denilen, haydut Giacomo‟ymuş. Savaşçılığıyla ön plana çıkan bu
adamın küçük bir ordusu varmış. Bir gün çok yorgun ve yaralı bir vaziyette,
artık bir askeri bile olmadan dönmüş. O zaman düşünmüş: „Daha dikkatli
olmak gerek, bir dahaki sefer beni takip edebilirler, oysa gizlenecek bir
deliğim bile yok: sığınabileceğim bir orman dikmem gerek‟. Dediğini
yapmış, bu ormanı dikmiş, ama ağaçlar yavaş büyüdüğü için, onları seksen
yıl beklemiş. O zaman askerlerini toplamış ve yeni bir savaş için yola
çıkmış. O zamandan beri yıllar geçmiş. […]
İyi ama, albay, kim diyebilir ki, Giacomo dönmeyecek? Size şunu
söyleyeceğim: o zamandan bu yana bekleniyor, bu akşam bile dönebilir. Ve,
emin olunuz ki, artık ne bir kuruşu ne de bir askeri olmayacak. Hepsi
tüfeklerle ve kalın sopalarla donanmış yüzlerce adam ve belki kadınlar bile
peşinden geliyor olacak. Aç ve yorgun hâlde gelecek, yalnızca küçük bir
palası olacak. Saklanabileceği ormanını dokunulmamış olarak bulmak hakkı
değil mi? Orman onun değil mi?” (Buzzati, 1999: 26)
Sebastiano‟nun ağaçları kesme niyetini öğrenen Bernardi çare olarak rüzgâr
Matteo‟ya başvurmaya karar verir. Çok güçlü bir rüzgâr olan Matteo‟yu gücünden
dolayı rahatsız olan cinler bir mağaraya hapsederler. Bernardi‟nin niyetini öğrenen
Sebastiano ondan önce davranarak yıllarca mağarada hapis kalan Matteo‟yu kurtarır.
Bunun üzerine Matteo, Sebastiano ölünceye kadar isteklerini yerine getireceğine ve
60
ona bağlı kalacağına yemin eder. Düşüncemize göre rüzgâr, zor ve çaresiz durumda
kaldığında kendilerini bu durumdan kurtaranın her türlü isteğini yerine getirmek
zorunda kalan kişileri simgeler. Sebastiano‟nun ağaçları yıktırmak için verdiği emir
yüzünden ağacı kesilen bir orman cini ölmek üzereyken Bernardi onun için bir veda
konuşması yapar. Bu konuşmanın önemli kısımları aşağıdadır:
“-Bu olanlara bir türlü alışamadık, diye devam etti Bernardi sakin bir ses
tonuyla. -Ancak bunu önlemek için ne kadar çaba gösterdiğimi biliyorsun.
Aldatıldığımızı ve rüzgârın ele geçirildiğini de biliyorsun.
[…]
-Yerini hazır bulacaksın, sabırla bundan çok daha güzel bir ağaç dikeceksin.
Oradaki ormanın köknarları 300 metreye ulaşıyor ve bir baştan bir başa
bulutları aşıyor. Sonuç olarak, orada kendini iyi hissedeceksin. Kim bilir,
belki de iki-üç ay sonra Eski Orman‟daki kardeşlerini unutmuş olacaksın,
mutlu olduğumuz zamanları bile artık hatırlamayacaksın. ” (Buzzati, 1999:
43-44)
Bir gece ormanda bir eğlence düzenlenir. Bu eğlencede çocuklarla doğanın
uyumu görülür. Şarkı söyleyen Matteo‟ya Benvenuto eşlik eder. Bunu gören
Sebastiano, Benvenuto‟ya kızar. Bunun üzerine Benvenuto arkadaşlarıyla beraber
oradan uzaklaşır. Benvenuto‟nun gitmesiyle Matteo gösterisini yarıda keser ve
orman cinleri oradan uzaklaşır. Bu duruma sinirlenen Sebastiano, Bernardi ile bir
konuşma yapar. Konuşmasında Bernardi, orman cinlerinin çocuklara karşı bir sevgisi
olduğunu dile getirir. Önce Sebastiano konuşmaya başlar. Söz konusu konuşma
romanda şu şekilde yer alır:
61
“-Bu saçmalık da nedir böyle?- diye bağırdı. -Çocuklar gittiği için mi
eğlenceyi yarıda kestiniz? Hâlâ buradayım ben, anlaşıldığı üzere.
O sırada Bernardi albaya rastladı.
-Bu durumda hiçbir şey yapamam, diye cevap verdi Bernardi. -Anlaşılan
Matteo çekip gitmiş. Hem, açık söyleyeyim, arkadaşlarım çocuklara karşı
daima bir sevgi duymuşlardır.” (Buzzati, 1999: 54)
Konuşmaları bitince önce Bernardi, sonra Sebastiano oradan ayrılır.
Sebastiano yürürken gölgesinin kendisini takip ettiğini görür ve onunla konuşur. Bize
göre, gölgesi Sebastiano‟nun vicdanının sesini yansıtmaktadır. Sebastiano‟nun
gölgesini gördüğü an ve onunla yaptığı konuşma romanda şöyle yer alır:
“Nihayet albay da sönmüş feneri biraz sallandırıp gıcırdatarak hareket etti.
Altı ya da yedi adım attı, aniden arkasına dönerek durdu: Birinin onu izlediği
izlenimine kapılmıştı.
Bakındı, ama kimse yoktu. Ay ışığının altında her şey hareketsiz ve sessizdi.
O sırada iyice biçimsiz, kara ve upuzun bir gölgeyi ardında bıraktığını fark
etti. Ayın batmak üzere oluşu ve ışıklarının eğikliği bile gölgenin o
olağandışı uzunluğunu açıklamaya yetmiyordu.
Albay birkaç adım daha attı, sonra yeniden döndü: -Benden ne istiyorsun,
lanetli gölge?- diye sinirli bir ses tonuyla sordu.
-Hiçbir şey- diye cevap verdi, gölge.” (Buzzati, 1999: 55)
Sebastiano‟nun amacı, ormanın tek sahibi olmaktır. Bu nedenle
Benvenuto‟nun ölmesini ister. Bu isteğini rüzgâr Matteo‟ya belirtir. Matteo
Sebastiano‟ya bağlılık yemini ettiğinden, Benvenuto‟nun isteğini yerine getireceğini
söz verir. Günün birinde Benvenuto ormana doğru giderken Matteo ona saldırır.
62
Bunun üzerine Benvenuto bir kulübeye sığınır. Kulübe Matteo‟nun gücü karşısında
dayanmaya çalışır. Bize göre kulübe, zorluklar karşısında ilk başta umudunu
kaybetse de pes etmeyip zorluklara direnmeye çalışan ve sonunda onların üstesinden
gelebilen kişileri simgeler. Matteo artık eskisi gibi güçlü olmadığından Benvenuto
ölmekten kurtulur. Benvenuto Matteo‟nun gücünün tükendiğini, bu nedenle
Matteo‟nun kendisine bir zarar veremeyeceğini anlayınca bunu kulübeye belirtir.
Kulübe ilk başta inanmak istemese de Matteo‟nun çabalarının sonuçsuz kaldığının en
sonunda farkına vararak Benvenuto‟ya hak verir. Bu konuyla ilgili olarak Benvenuto
ile kulübe arasında şu konuşma geçer:
“-Sus, kurtuldum- diye yavaş yavaş konuştu çocuk, yeniden cesaretlenerek.
-Görülen o ki Matteo‟yu tanımıyorsun- diye homurdandı kulübe. -Bir barajı
sanki mukavvayı yıkarmış gibi yere yıktı. Ona karşı koymamı mı istiyorsun?
Bizi cezalandırmak için böyle yapıyor. Beni havaya savurmak onun için
çocuk oyuncağı. İşte bak, senin yüzünden başıma nasıl bir bela açıldı.
-Kurtulduk, diyorum sana- diye tekrarladı çocuk umutla. -Anlamıyor
musun? Artık o çok yorgun.
Rüzgârın esişi gerçekten de her defasında daha hafif ve kısa süreliydi.
Tahtaların gıcırtıları azaldı. Yaklaşık onbeş dakika içinde yarıklardan giren
güneş ışınları zeminin üstünde artık dans etmiyordu. Hâlâ Matteo‟nun öfkeli
sesi duyuluyordu, ama artık güçsüzdü.
-Haklı olduğuna inanmaya başlıyorum- diye söylendi kulübe. -Çok şükür, bu
ses de geçti. Artık bir zamanların Matteo‟su yok, işte bu. Yirmi yıl hapis
kalmış. Nedeni bu olmalı. […] ” (Buzzati, 1999: 60)
Benvenuto tatilde amcası Sebastiano‟nun evine kalmaya gider. Kaldığı
odaya akşam uyumak üzere bir de fare gelir. Bize göre fare, kendine güvenen ve
63
yaşamın zorluklarıyla mücadele edebilen kişileri simgeler. Buzzati, bu romanda
insanların doğaya zarar verip hayvanları öldürdüğünde, doğanın insanlardan intikam
aldığını vurgulayarak söz konusu düşüncesini fare aracılığıyla aktarır. Fare, fırtınalı
gecelerde Benvenuto‟nun kaldığı odadaki yatağın şiltesinde uyur. Benvenuto ile
aralarında bir konuşma geçer. Bu konuşmada fare, fare öldürmenin uğursuzluk
getirdiğini, Morro‟nun bu nedenle öldüğünü belirtir. İkisinin arasındaki konuşma
aşağıdaki gibidir:
“-Birkaç gündür uykusuzluktan ölüyorum- diye söylendi fare. -Hem bu
kadar sıkışık bir vaziyette uyumaya alışkın değilim, şilte her zaman benim
kontrolümde olmuştur.
-Her gece burada fırtına olur mu?
- Neredeyse her gece- diye yanıt verdi fare. -Her halükarda olma ihtimali
vardır. Tedbirli olmak iyidir.
-O halde her gece buraya gelecek misin?
-Bilmiyorum, sen çekip gitmezsen, bana başka bir şilte temin etmesi için
albaya söyleyeceğim. Bu şekilde yatarken hiç rahat edilmiyor.
-Amcamın sana olumlu yanıt vereceğine inanıyor musun?
-Hı, hı, o da ilk başta rahatsız olmuştu, beni öldürmekle bile tehdit ediyordu.
Sonra ona anlattım. Morro‟nun neden öldüğünü biliyor musun? Bir fareyi,
kardeşimi öldürmüştü. Fare öldürmek uğursuzluk getirir. Sana söylüyorum,
albay sözlerimin etkisi altında kaldı, bana kötülük yapma tehlikesi artık
yok.” (Buzzati, 1999: 74)
O gece fırtına çıkmaz. Benvenuto ile fare birbirlerinden duydukları
rahatsızlıktan ötürü huzurlu bir şekilde uyuyamazlar. Benvenuto durumu amcasına
anlatır. Amcasının desteğini alan Benvenuto akşam fareyi öldürmeye karar verir ve,
64
elinde ayakkabı, farenin odaya girmesini bekler. Fareyi gördüğünde ona ayakkabıyı
fırlatır. Ancak fare ölmez, duyduğu acıyla Benvenuto‟yu tehdit ederek bağırır:
“-Alçak- diye haykırdı. -Günün birinde pişman olacaksın! Bacağımı kırdın.
Seni bağışlamıyorum, bunu bil! ” (Buzzati, 1999: 74)
Günün birinde Sebastiano Benvenuto ile beraber ormana gider. Amacı
Benvenuto‟yu ormanda bırakarak ölmesini sağlamaktır. Ormana girdiklerinde bir
bahaneyle Sebastiano çocuğu yalnız bırakarak yanından uzaklaşır. Sebastiano
ormanda yürürken yere düşer ve pusulası kırılır. Bu nedenle yönünü bulamaz ve
ormanda kaybolur. Geceyi ormanda geçiren Sebastiano, uyandığında ormandaki
bilinmeyen bir rüzgârın sesini duyar. Bu rüzgâr, bir çocuğun ormanda tek başına
bırakıldığını duyurur. Ormanda sonra Benvenuto‟ya rastlayan Sebastiano onunla
beraber yürürken yine o rüzgârın sesini duyar. Daha sonra rüzgârın sesi kesilir.
Sebastiano ve Benvenuto ormanda yürümeye devam ederken bir saksağana rastlarlar.
Bu kuşun ormana gelme amacı, Sebastiano‟nun evinde bekçilik yapan kardeşini
ziyaret etmektir. Sebastiano ve Benvenuto kuşun sayesinde eve ulaşırlar.
Sebastiano‟nun sözlerinden saksağan, kardeşinin öldüğünü anlar. Oradan gitmek
yerine, üzüntüsünü içine atıp kardeşi gibi bekçilik yapmak için kalır. Saksağanın
kardeşinin öldüğünü Sebastiano‟dan öğrendiğini yansıtan konuşma şu şekildedir:
“-Nereye gitmek istiyordun?- diye sordu, Procolo.
-Sana söyledim ya, senin yanında bekçilik yapan kardeşime gidiyorum.
-Faydası yok,- diye söylendi Procolo, -Kardeşin artık yok.
-Gitti mi? Bilmiyordum. Nereye gitti?
65
-Gitmedi, öldü. Üst üste yanlış işaretler verdiğinden bir gece onu öldürdüm.
Saksağan bir an sustu. Yüreği hızla çarpıyordu, soluk soluğa kalmıştı. Sonra
yavaşça mırıldandı.
-Çok uzaklardan geldim… onu üç yıldır görmüyordum. Şimdi ise bana
düşen buralardan gitmek.
-Artık yapacak bir şey yok. Bence ne istersen onu yap. Kalmak istiyorsan,
kal. Ve bekçilik yapmak istiyorsan, bekçilik yap…- dedi Procolo.” (Buzzati,
1999: 86)
Sebastiano‟nun ormandaki o gizemli rüzgârın söylediklerinden dolayı
endişesi azalmaz. Ormandaki seslerin Benvenuto‟ya gerçekleri açıklayacağı ve
Benvenuto‟nun bunları arkadaşlarına anlatacağı korkusuyla Sebastiano‟nun içi bir
türlü rahat etmez. Bu nedenle Sebastiano, Benvenuto‟yu gizlice takip eder, hatta
Benvenuto‟nun arkadaşlarıyla ormanda oynadığı yere gider. Sebastiano ormandaki
canlılarla çocukların bir uyum içinde olduğunu, kendisinin gelmesiyle bu uyumun
yok olduğunu fark eder. Düşüncemize göre, Buzzati bu romanda çocuklarla doğanın
müthiş uyumunu ortaya çıkarır. Yetişkinler, doğaya zarar verdiklerinden, doğayla
olan iletişimlerini kaybederler. Çocuklar büyüyünce doğaya duydukları o çıkarsız,
temiz duygular yok olup gider. Romanda, çocukların doğayla o müthiş uyumu ile
Sebastiano‟nun gelmesiyle bu uyumun yok olması aşağıdaki ifadelerden
anlaşılmaktadır:
“Albayı derinden şaşırtan şey, çocukların oyunları sırasında ormanın o
bölgesini canlandıran özel bir yaşamsal kaynaşmadır. Çocukların varlığı
çevredeki ağaçlara çok sayıda değişik kuşların toplanmalarını sağlar gibidir.
Asıl olağanüstü olan, o yörelerde dolanan sincapların ve yediuyuklayanların
66
sayısıdır. Ayrıca, o saatlerde üstteki dalların hışırtısı daha yoğundur, sanki
orman cinleri aralarında ilginç bir iletişim kurmaktadırlar.
Bu coşku uzun sürmez. Albay geleli az zaman geçmişti, ve işte kuşların
şarkısı zayıflamaktaydı, sincaplar yediuyuklayanlar kaçıyordu, dallarda
sessizlik vardı ve ara sıra gökyüzünde tehlikeli bulutlar belirmekteydi.
Ayrıca çocukların oyunları aniden yavaşlıyordu. Ormana ve havaya tarif
edilemez bir isteksizlik yayılmaktaydı.” (Buzzati, 1999: 88)
Matteo mağarada hapis kaldığında, vadinin yeni efendisi Evaristo adında bir
rüzgâr olmuştur. Matteo‟nun artık eski gücü olmadığından, Evaristo bu görevi
sürdürür. Evaristo ormana giderek duyduğu haberler hakkında ormandaki canlılara
bilgi verir. Bu yönüyle Evaristo bir anlamda gazetecilik yapmaktadır. Bize göre,
Buzzati burada kendisinin yapmış olduğu gazetecilik mesleğine bir gönderme yapar.
Evaristo Buzzati‟nin gazetecilik yönünü simgeler. Evaristo‟nun anlattığı haberlerden
birisi yük arabasıyla, içinde ne olduğu bilinmeyen bir sandık taşıyan bir arabacıyla
ilgilidir. Evaristo‟nun verdiği haber doğrudur, çünkü daha sonra bu arabacıyı
Sebastiano görür. Sebastiano sandığın içindekini merak edince, arabacı sandığı açar.
İçinden sayısız kelebek dışarı çıkarak ormana dağılır. Daha sonra bu kelebekler
ormana yumurtalarını bırakır. Yumurtalardan çıkan tırtıllar ağaçların yapraklarını
yiyerek ormana zarar vermeye başlarlar. İlkbahardan önce yumurtaların yok edilmesi
gerekir, ama geç kalınmıştır. Saksağana göre, bu durumda yapılacak tek şey,
İtalyanca adı Icneumone adlı kanatlı bir böcek türünü tırtılların üzerine salmaktır.
Bunun için Matteo‟nun yardımı gerekir. Matteo bu böcekleri getirir. Bu hayvanlar
iğneleriyle tırtılların gövdelerine yumurtalarını bırakırlar. Aradan biraz zaman
geçince yumurtalardan tırtılları yararak canlılar çıkar ve bu şekilde çıkan canlılar
67
nedeniyle tırtıllar ölür. Buradan da anlaşılmaktadır ki -yazarın verdiği mesaja göre-
doğa, zor durumda kaldığı zaman kendisini tedavi edebilecek güce sahiptir.
Bir gün Benvenuto ormandayken Bernardi‟ye rastlar. Bernardi çocukların
büyüdüklerinde doğayla artık bir uyum içinde olmadıklarını, kendi çıkarları için
doğaya zarar verdiklerini vurgular. Benvenuto‟nun büyüyünce diğer insanlar gibi
ormanla artık iletişim kuramayacağından söz eder. İkisinin bu konuyla ilgili
konuşmaları şu şekildedir:
“Bernardi, sağ elini onun omzuna koyarak, -Sen iyi yürekli bir çocuksun.
Yazık ki sen de çekip gideceksin ve artık görüşemeyeceğiz, dedi.
[…]
- Ne yapacağımı sen nasıl bilebiliyorsun ki?- diye sordu Benvenuto.
-Biliyorum, çünkü senin gibi çok kişi gördüm. Yaşamları gereği, hepsi aynı
şeyi yaptı. […]
-Sonra her zamanki yaşantılarına yeniden başlamak için ilkbaharda
döndüler. Ama bazı şeyler bir daha yoluna girmedi. Orman sanki onlara
farklı göründü. […]
-Biz her zamanki gibi orada, ağaç kütüklerinin arkasındaydık ve onlara
selam veriyorduk. Onlar bize bir kere bile olsun bakmadan yakınımızdan
geçiyorlardı. Biz onları adlarıyla çağırıyorduk. Hiç kimse dönmüyordu.
Artık bizi göremiyorlardı, işte nedeni bu, artık sesimizi duymuyorlardı. Eski
oyun arkadaşları olan rüzgârlar üstlerinden geçiyor, onlara „Hoş geldin‟
diyerek dalların arasından ıslık çalıyorlardı. Umursamaz bir havayla gençler
„Rüzgâr esiyor‟ diye söyleniyorlardı: „Birazdan fırtına çıkacak.‟
-Kuşlar da şarkı söylemeye başlıyorlardı: „Günaydın, sizi yeniden görmekten
dolayı mutluyuz; Tanrı isterse şimdi aramızda biraz kalacaksınız.‟ Sanki bir
68
duvara konuşuyormuş gibi gençler telaşsız bir şekilde konuşmaya devam
ediyorlardı, içlerinden biri soruyordu: „Burada avlanma yasağı olmayan bir
yer bilmiyor musun?‟
[…]
-Yarım saatten fazla burada kaldılar. Ormana hiçbir şekilde dikkat etmeden
aralarında konuşuyorlardı. Sonra birisi şöyle dedi: „Hâlâ ne yapmak için
duruyoruz? Ölümcül bir nem var.‟ Geldikleri gibi gittiler. Açıklığa çıkmadan
önce içlerinden biri hâlâ yanık bir sigarayı yere attı. […]” (Buzzati, 1999:
113-115)
Benvenuto‟nun okul arkadaşlarıyla, okulundan olmayan ve Fondo‟da oturan
çocuklar arasında bir çeşit savaş başlar. Benvenuto‟nun arkadaşları olmadığı bir gün,
Benvenuto ormandaki kulübede kalır. Bu sırada Fondo‟daki çocuklar kulübenin
oraya gelerek yangın çıkartırlar. Benvenuto sağ salim kurtulur, ancak dumanın
etkisiyle öksürük nöbetleri geçirmeye başlayarak hastalanır. Düşüncemize göre bu
durumdan, Benvenuto‟nun doğanın hastalanmasına paralel olarak hastalandığı
anlaşılır. Benvenuto Sebastiano‟nun evinde hasta yatarken Sebastiano ormanda
dolaşmaya çıktığında, bir grup hayvanın -baykuşun başkanlığında- etrafında
toplandıklarını görür. Sebastiano gizlice onları dinleyemeye koyulunca Sebastiano
hayvanların toplanma nedeninin, kendisinin ormanda Benvenuto‟yu yalnız bırakma
nedenini araştırmak olduğunu anlar. Bize göre baykuş doğayı simgeler, doğanın
sesini yansıtır. Baykuş, Sebastiano‟nun Benvenuto‟yu ormanda ölmek üzere
bıraktığına karar verir. Baykuş bu konuyla ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir:
“ „Peki o hâlde neden‟ diye devam etti, hâlâ otoriter bir ses tonuyla, baykuş.
„Neden o hâlde Procolo çocuğu yalnız bırakmak istedi? Onu rahat bırakmak
69
için mi? Rahat oynasın diye mi? Yalnız başına düşünsün diye mi? Hayır. Ne
kadar çaba gösterilirse gösterilsin, mantıklı açıklama bulmak mümkün değil.
Bu nedenle Procolo‟yu cezalandırıyoruz: çocuk, açlıktan ölsün diye yalnız
bırakıldı!‟ ” (Buzzati, 1999: 122-123)
Romandaki en önemli öğelerden birisi, yaptıklarından dolayı gölgesinin
Sebastiano‟yu terk etmesidir. Bu olaydan sonra Sebastiano kaybettiği onurunu
yeniden elde etmek için iyi bir insana dönüşür. Ormanda hayvanların kendisini
yargılaması sona erdiğinde, Sebastiano evine gider. Evindeyken gölgesiyle konuşur
ve gölgesinin kendisini terk etmek istediğini öğrenir. İkisinin arasında geçen
aşağıdaki konuşmada gölgenin niyeti açıkça ortaya çıkar:
“O sırada birisi arkasından alçak sesle ona seslendi: -Procolo, albay!
Gizemli yankılar çıkaran, boğuk ama kararlı bir sesti.
-Ne var?- diye sordu albay aniden dönerek; kimseyi göremeyince tavana
kadar yükselen biçimsiz bir gölge olan kendi gölgesini fark etti.
-Albay!- dedi gölge, -Ben seni küçüklüğünden beri takip ediyorum,
uyuduğunda bile seni asla terk etmedim, seninle uzun yürüyüşler yaptık,
dörtnala ata bindik. Hiçbir şey düşünmediğin zaman bile, sana sadık bir
şekilde eşlik ettim. Kalkmak istersen kalkıyordum, her zaman isteğini yerine
getirdim, hiç de yakınmadım. Sonra bir gün sen üniformana veda ettin.
Biliyorsun, bir yanımda asılı duran, sallanan o kılıcı artık taşımamak hoşuma
gitmiyordu… Yine de sessizce itaat ettim. Hatırlıyorsun, Procolo, değil mi?
-Öyledir, diye söylendi albay. -Bütün bunlarla ne demek istiyorsun? Lafı
nereye getirmek istiyorsun?
-Haklısın, diye fısıldadı gölge, -En iyisi açık konuşmak: seni terk etmem
gerektiğini söylemek istiyorum.
-Beni terk etmek mi? Ne dedin?
70
-Seni terk etmem gerekiyor, diye tekrarladı gölge. -Gitmem gerekiyor, çünkü
onurunu lekeledin.
-Onurunu lekelemek mi?- diye kızdı albay. -Belki de ormandaki davadan
dolayı mı böyle söylüyorsun? Böyle bir komediyi ciddiye alman mümkün
mü?
-Kararın kuşlara ya da insanlara ait olması biz gölgeleri pek ilgilendirmez,-
diye açıkladı gölge. -Dava sana verilen cezayla son buldu. Ayrıca bizler
kuralcı olabiliriz, ama inan, bunlar şakası yapılacak şeyler değil. Ben Albay
Procolo‟nun gölgesiyim, ve böyle kalmak istiyorum. Eskisi gibiyim,
aynıyım, oysa sen çok değiştin. Artık bir arada olamayacak kadar farklıyız.
İnan bana, elli altı yıldır bir arada olmamız benim de hoşuma gitmiyor;
denilebilir ki bu, bir ömür kadar uzun, unutmak kolay değil. Ama artık bitti.
Procolo hiçbir şey söyleyemedi. […]” (Buzzati, 1999: 124-125)
Gölgesi gittikten sonra Sebastiano artık yalnızca iyilik yapmaya başlar:
Fareye Benvenuto‟yu öldürme emri vermiştir, ancak fare bu emri gerçekleştirmeye
çalışırken Sebastiano verdiği emirden vazgeçerek fareyi öldürür. Sebastiano
doktorun tedavisiyle iyileşemeyen Benvenuto‟yu iyileştirmek için Bernardi‟ye
başvurur. Benvenuto cinler tarafından iyileştirilir. İyileştikten sonra okula dönen
Benvenuto kışın karın üzerinde muhteşem bir şekilde kayarak arkadaşlarını şaşırtır.
Arkadaşları bu duruma sevinir, çünkü eskiden güçsüz olarak gördükleri Benvenuto,
artık onlardan biri olmuştur. Düşüncemize göre, bu olayla Benvenuto büyüdüğünü
kanıtlayarak, çocukluk çağından gençlik çağına ilk adımlarını atmış olur. Yılbaşı
akşamı Sebastiano evindeyken Matteo çığ düştüğünü, Benvenuto‟nun karın altında
gömülü kaldığını Sebastiano‟ya haber verir. Bunun üzerine Sebastiano Benvenuto‟yu
kurtarmaya gider. Matteo‟nun dediği yere giden Sebastiano Benvenuto‟yu karın
altından çıkarmak için uğraşsa da başarılı olamaz. Dinlenmek için bir ağacın
71
gövdesine yaslanır. Soğuğa dayanamayan Sebastiano ölür. Ölmeden önce yanına
gelen Matteo‟dan Benvenuto‟nun ölmediğini, Matteo‟nun kendisine şaka yaptığını
öğrenir. Matteo bu şakayı Sebastiano yılın ilk saatlerini mutlu geçirsin diye
yapmıştır. Sebastiano‟nun öleceğini anlayan Matteo ettiği yemine sadık kalarak
kendisinin de ölmesi gerektiğini anlar. Sebastiano ölürken alayının ölümüne eşlik
ettiğini görür ve onurlu bir şekilde hayata veda eder. Fantastik bir şekilde anlatılan
Sebastiano‟nun ölümü romanda şöyle tasvir edilir:
“Albayı gelecek günler artık hiçbir şekilde ilgilendirmiyordu. Albay,
karanlık bir insan topluluğunun hızlı bir şekilde ilerlediği vadinin sonuna
doğru bakıyordu. Hızlı ve kararlı adımlarla uygun adımlarla yürüyen ve
oldukça düzenli bir şekilde sıralanmış yüzlerce insandılar. Sanki karın
üzerinde değil de, güzel bir yolda yürüyor gibiydiler. Önde bayraklı bir
adam vardı, ardından başkaları geliyordu. Albay Procolo‟nun alayı olduğunu
anlamak için büyük bir zekâya sahip olmak gerekmiyordu. Bir bando eksikti,
yine de tüm gökyüzü müzikle, zafer motifleri taşıyan bir ezgiyle kaplıydı,
sanki.
Yarı beline kadar kara gömülü olan Procolo, gururlu bir şekilde dik duran
başıyla ağaca yaslanmış, duruyordu. Alayı yerdeki engellere, kara ve dik
yokuşa rağmen görkemli bir düzen içinde ilerliyordu. Artık ay ışığında
parlayan süngüleri ayırt ediyordu ve askerlerini birer birer hatırlamaya
başladı. Bayrakla önünden geçtiklerinde, Procolo‟nun sağ kolu bariz bir
şekilde kasıldı: muhtemelen Procolo bayrağı selamlamak istiyordu, ama buz,
kolu artık tümüyle sertleştirmişti.
Bir zafer kazanmışcasına yürüyen görkemli grup, vadinin doruğuna kadar
çıktı ve yavaşlamadan Eski Orman‟daki ağaçların arasına daldı. Askerler
uzun süre sıra sıra geçmeye devam ettiler. Procolo alayının bu kadar
72
olağanüstü büyüklükte oluşuna ilk başta şaşırdı. Aslında tanık olduğu
durumdan memnuniyet duyuyordu.
Belli bir süre sonra süngülerin parıltısı yok oldu, çünkü ay batmıştı. Kar
solgunlaştı. Askerlerin görüntüsü karardı, artık tanınmaz hâldeydiler.
Doğuda zayıf, yeni bir ışık belirdi.
Geçit töreni bittiğinde yıldızlar solmaya başladı ve son askeri müfreze
ormanda kayboldu. Rüzgârların sesi kesildi, beyaz gece boyunca bitap düşen
hayvanlar inlerine, yuvalarına çekildiler.
Her şey, sessizlik ve sükûnet içinde güneşin doğuşunu bekledi. Köknara
yaslanmış duran albay, gururla başı yukarıda, tamamen hareketsiz ama hâlâ
dimdikti. Kolları ve ayakları hareketsiz, gözleri donuktu, ağzı ve abasının
kıvrımları bile kıpırdamıyordu. Sonunda kalbi de durdu.” (Buzzati, 1999:
146-147)
Matteo ölmek üzereyken Benvenuto ile vedalaşır. Benvenuto Matteo‟yu
ölmemesi için ikna etmeye çalışsa da Matteo ölmesi gerektiğini belirtir. Ayrıca
Benvenuto‟ya artık büyüdüğünü, bu nedenle doğayla arasındaki iletişiminin
kaybolacağını vurgular. İkisinin arasında aşağıdaki konuşma geçer:
“-Bu gece bana ölmek düşüyor. Artık yok oluşum başlıyor, birazdan havaya
yükseleceğim, yavaş yavaş gökyüzünde yok olacağım,- dedi Matteo.
[…]
-Hayır- dedi Benvenuto. -Matteo, gitme. Hayır, ölemezsin. Daha yapacak
çok şey var. Düşün, kalırsan, bir zamanların Matteo‟su olacaksın, gücüne
yine kavuşacaksın, üç ay sonra ilkbahar gelecek ve güzel bir mevsim olacak.
Düşün, Evaristo çekip gidecek, yeniden vadinin sahibi sen olacaksın, büyük
fırtınalar meydana getireceksin ve herkes senden korkacak. Baştan
başlayacağız. Sonra, güzel gecelerde ormanda müzik yapacaksın, insanlar
73
çok uzak kasabalardan müziğini duymak için gelecekler. Ağaçların arasında
orman cinleri olacak ve bir zamanlar olduğu gibi seninle şarkı söyleyeceğim.
-Faydası yok- dedi rüzgâr. -Gerçekten gitmem gerekiyor. Zaten, bu gece
belki de senin çocukluğu bırakacağın önemli bir gece. […] Sen yarın çok
daha güçlü olacaksın, yarın senin için yeni bir yaşam başlayacak, ama artık
çoğu şeyi anlamayacaksın: ne ağaçları, ne kuşları, ne nehirleri, ne de
rüzgârları konuştukları zaman duyabileceksin. Ben kalsam bile
söylediklerimin birini bile anlayamayabilirsin. Sesimi duyabilirsin, ama sana
anlamsız bir ses gibi gelebilir, hatta bu olanlara gülebilirsin. Hayır, doğru
zamanda ayrılalım, belki de böylesi daha iyi. ” (Buzzati, 1999: 148-149)
Mattteo Benvenuto‟ya veda ederken Sebastiano‟nun onurlu bir şekilde, tam
bir beyefendi gibi, öldüğünü ifade edip gökyüzüne yükselerek kaybolur:
“Matteo -Elveda, Benvenuto, elveda!- diye sesleniyordu gittikçe zayıflayan
bir sesle. -Ara sıra beni hatırla. Sana bir şey daha söylemem gerekiyor: bu
gece amcan Sebastiano öldü, onu karın ortasında bulacaklar, kimse nedenini
anlamayacak. Ona yakışır bir son oldu, soylu kişilere lâyık bir ölüm oldu.
Rüzgârın sesi boşlukta zayıfladı. Matteo, şefkat dolu duygularını çocuğa
göstererek ona veda etmeye devam etti. Ama artık duyulamayacak kadar
yükseklerdeydi.
Benvenuto bir şeyler söylemek istiyor, ama konuşamıyordu, boğazına bir
şey düğümleniyordu. Güneş doğarken şapkasını salladı, ardından tam bir
sessizlik çöktü.” (Buzzati, 1999: 151)
75
6. “IL COLOMBRE” ADLI ÖYKÜ DERLEMESĠNDEKĠ ÖYKÜLERĠN
ĠNCELENMESĠ VE BU YAPITTA GÖRÜLEN DANTE ETKĠSĠ
Buzzati‟nin 1966 yılında Il colombre e altri cinquanta racconti (Colombre
ve Diğer Elli Öykü) adlı öykü derlemesi yayımlanmıştır. Bu tez çalışmasında, içinde
on dört öykünün ve bu öykülerin Fransızca çevirilerinin de olduğu Il colombre-Le K
adlı kitaptan ve Il colombre e altri cinquanta racconti adlı kitaptaki altı öyküden
yararlanılacaktır.
Il colombre-Le K adlı kitaptaki ilk öykü olan ve yapıta adını veren Il
colombre adlı öyküde bir gemi kaptanı olan Stefano‟yu, „Colombre‟ adlı bir balığın
yaşamının sonuna kadar izlemesi ve bu nedenle Stefano‟nun bu balıktan kaçmak için
denizlerde boş yere yaşamını tüketmesi anlatılır. Düşüncemize göre, „Colombre‟
insanın karşısına çıkan engeli simgeler. İnsan karşısına çıkan engeli korkmadan
aşarsa, bu engelin ardında kendisine mutluluk getirecek fırsatlar ya da durumlarla
karşılaşır. Bu nedenle insanın sabırla karşısına çıkan engelle yüzleşmesi gerekir. Söz
konusu öykü bir yandan kaderden kaçışın mümkün olmadığını, diğer yandan ise
insanın kendi kaderini kendisinin yarattığını gösterir. Ayrıca, insanın karşısına bir
engel çıktığında, ondan kaçmak yerine onunla mücadele etmesi gerektiği vurgulanır.
İnsan kendi iradesini kullanarak gözünde büyüttüğü engelleri yenebilir.
Stefano‟nun kaderini etkileyecek olan „Colombre‟ ile karşılaşması, yaşamı
boyunca kendisini takip edecek „Colombre‟den kaçışı ve ömrünün sonunda
„Colombre‟ ile yüzleşmesi söz konusu öyküde şöyle anlatılır: Stefano Roi on iki
76
yaşını doldurduğu zaman deniz kaptanı ve güzel bir yelkenlinin sahibi olan babasıyla
denizde yolculuk yaparken, denizin içinde bir nesnenin kendilerini takip ettiğini
görür. Babası, denize baktığında bunun olduğunu anlar. Onun düşüncesine göre,
Stefano‟yu takip eden „Colombre‟ adında bir canlıdır. Endişeli bir şekilde baba,
oğluna bu canlıyla ilgili şu bilgiyi verir:
“Ben şimdi senin için korkuyorum. Suda gördüğün ve bizi takip eden o şey,
sıradan bir şey değildir. O bir „Colombre‟dir. Dünyanın her denizinde,
denizcilerin korktuğu balıktır. İnsandan daha kurnaz, korkunç ve gizemli bir
köpekbalığıdır. Belki de hiç kimsenin asla bilemeyeceği nedenler yüzünden
kurbanını seçer ve parçalayarak onu yemeyi başarana dek, tüm yaşamı
boyunca, yıllarca onu takip eder. Tuhaf olan ise şudur: Kurbanın bizzat
kendisinden ve kendi kanından olan insanlardan başka hiç kimse onu
görmeyi başaramaz.” (Buzzati, 1990: 22)
Babası bunun üzerine oğlunu denizden uzaklaştırmak için elinden geleni
yapar. Stefano‟yu karaya indirir ve denizden uzak bir kente okuması için onu
gönderir. Yaz tatilinde döndüğünde Stefano, balığın kendisini takip edip etmediğini
görmek için deniz kıyısına bakmaya gider. Stefano denizde yine o balığı görür.
Böylece onu gece ve gündüz bekleyen düşman bir yaratık fikri onda gizli bir
saplantıya dönüşür. Uzak kentteyken bile onu düşünür ve kendisini beklediğini bilir.
Aradan zaman geçip Stefano büyüyünce, kentin büyük bir mağazasında iş bulur.
Babası ölünce yelkenlisi satılır ve böylece Stefano iyi bir servetin mirasçısı olur. Bu
arada içinde „Colombre‟nin düşüncesi yok olacak yerde, artar. Stefano yirmi iki
yaşındayken işinden ayrılarak babasının mesleğini yapmak üzere doğduğu kente
gider. Annesinin köpekbalığından haberi yoktur. Stefano gemisiyle deniz
77
yolculuklarına çıkar. Anlaşılan odur ki, bu şekilde yapmakla korkularıyla yüzleşmek
ister. Deniz yolculuğunda „Colombre‟ onu takip etse de gemideki insanlardan
yalnızca o, „Colombre‟yi görür. İşinde ustalaştığı zaman, babasından kalan küçük
mal varlığıyla küçük bir buharlı yük gemisi satın alır. Ardından bir ticaret gemisi alır.
Ama işinden elde ettiği başarı ve kazanç içindeki tedirginliği yok etmede işe
yaramaz. Uzun yolculuklardan sonra karaya ayak basar, ancak yeniden deniz
yolculuğuna çıkma isteği hemen kendini gösterir. „Colombre‟nin kendisini
beklediğini ve „Colombre‟nin yıkım ile eş anlamlı olduğunu bilse de önüne
geçemediği bir istekle durmadan denizlerde yolculuk yapar.
Stefano yaşlanır. Zengindir, ama mutsuzdur, çünkü düşmandan kaçmak için
tüm yaşamını denizlerde kaçarak geçirmiştir. Stefano ölmek üzere olduğunu anladığı
zaman, en soylu arkadaşın bile gösteremediği bağlılığı göstererek onu izleyen
„Colombre‟ ile yüzleşmek üzere, bir kayıkla yanına giderek onunla konuşur.
„Colombre‟ sanılanın aksine, Stefano‟ya vermek üzere denizin kralından kendisine
güç, şans ve gönül rahatlığı getirecek „Deniz İncisi‟ni ağzının içinde taşımaktadır.
Stefano bunu gördüğünde pişman olarak boş yere „Colombre‟den kaçtığını anlar.
Stefano ile „Colombre‟ arasında şu şekilde bir konuşma geçer:
“Köpekbalığı küçük bir fosforlu küreyi yaşlı kaptana sunarak dilini dışarı
çıkardı.
Stefano onu parmaklarının arasına aldı ve baktı. Aşırı büyüklükte bir inciydi.
Kendisine sahip olan kişiye şans, güç, aşk ve gönül rahatlığı veren ünlü
„Deniz İncisi‟ni tanıdı. Ama artık çok geçti.
78
-Eyvah!- dedi kederli bir şekilde başını sallayarak. -Nasıl bir yanlışlıktır bu.
Yaşamımı cehenneme çevirmeyi başardım: seninkine de zarar verdim.
-Elveda, zavallı adam- diye cevap verdi „Colombre‟. Ve ebediyen karanlık
sulara gömüldü.” (Buzzati, 1990: 34, 36)
İki ay sonra bazı balıkçılar kayığın içinde, Stefano‟yu parmaklarının
arasında küçük bir taş tutmuş vaziyette ölmüş olarak görürler. Buzzati öykünün
sonunda „Colombre‟yi şu şekilde tasvir eder:
“ „Colombre‟ büyük boyutlarda olan, korkunç ve son derece nadir görülen
bir balıktır. Denizlerde ve kıyılarda oturan insanlarca „Kolomber,
kahloubrha, kalonga, kalu-balu, chalung-gra‟ şeklinde de adlandırılır.
Doğabilimciler anlaşılmaz bir şekilde onu tanımazlıktan gelirler. Bazısı da
onun var olmadığını savunur.” (Buzzati, 1990: 36)
L’erroneo fu (Bir Yanlışlık Oldu) adlı ikinci öyküde yanlışlıkla gazeteye,
hakkında ölüm ilanı verilen kırk altı yaşındaki ressam Lucio Predonzani‟nin çıkarı
için ölmüş gibi görünmeye devam etmesi, ama bu durumun daha sonra kendisine
zarar verdiğini anlamasıyla kendisini manevi anlamda ölüme sürüklemesi anlatılır.
Bu öyküde yer alan „Tabut‟ öğesi, Lucio‟nun mutsuzluğunu simgeler. Bize göre,
Buzzati bu öyküde şöhretin ve ondan elde edilen zenginliğin insana mutluluk
getirmediğini vurgular.
Lucio‟nun kendisini hem iş hem özel yaşamında mutsuzluğa sürükleyecek
olan kendi ölüm ilanını gazetede görmesinden sonra, söz konusu öyküde olaylar şu
şekilde gelişir: Lucio bir gün gazetede ölüm ilanını görür. Bu ilana göre Lucio,
79
hastalık nedeniyle ölmüştür. Oldukça şaşırıp sinirlenen Lucio gazetenin müdürüyle
bu durumu konuşur. Müdür bu yanlışlıkla verilen ilanın aslında kendisinin lehine
çevrilebileceği konusunda onu ikna eder. Lucio ölmüş gibi davranırsa tablolarından
daha çok kazanç elde edebileceklerdir. Lucio bu durum karşısında müdürün önerisine
sıcak bakar. Ayrıca, müdürün isteğiyle, Lucio Güney Afrika‟da yaşayan kardeşinin
yerine geçer ve kardeşine benzeyebilmek için sakal bırakır. Dostları ve özellikle de
en yakın arkadaşı olan Oscar Pradelli, Lucio‟nun yas tutan eşini ziyaret ederek
acısını paylaşırlar. Önceleri değeri fazla etmeyen tablolarının ölümünden sonra
değeri artar. Lucio eski tarih atarak tablo yapmaya devam eder. Sakalı uzadığında bir
ay sonra kendisini Güney Afrika‟dan dönen kardeşi gibi tanıtarak ortaya çıkar. Bir
gün ailesine ait mezarlığa gider. Orada akrabalarının tabutlarının olduğu yerde adının
yazılı olduğu tabutu görür. Neyse ki içi boştur.
Oscar Pradelli‟nin ziyaretleri daha da yoğunlaşır. Matilde sanki bundan
memnun gibidir. Oscar‟ın bu ziyaretlerinden kuşku duyan Lucio, bunu Matilde‟ye
belirtir. Matilde Oscar‟ı savunarak onun Lucio‟nun tek gerçek arkadaşı olduğunu,
kendisini teselli ettiğini, bu nedenle ondan kuşkulanmaması gerektiğini ifade eder.
Ayrıca kentte resimlerinin sergisi açılır ve oldukça başarılı olur. Bu sergiden sonra
Lucio ve yapıtları tümüyle unutulur. Bir gün eve döndüğünde, Oscar‟ın eve geldiğini
anlar. Evin içinde samimi ve rahat bir hava vardır. Durumu anlayan Lucio evi terk
eder. O andan itibaren kendisini gerçek bir ölü gibi görür. Bu nedenle adına
yaptırılan tabutun içine girip kapağını kapatır. Aslında Lucio‟yu öldüren gazetedeki
ilan değil, eşinin en sevgili dostuyla ilişkisidir. Lucio‟nun tabutun içine girmesi,
80
kendi mutsuzluğunun içine gömülmesini ve kendisini artık manevi olarak bir ölü gibi
kabullenmesini simgeler. Öykünün sonunda bu hüzün dolu sahne şu şekilde anlatılır:
“Bir gün kıra yaptığı bir geziden eve döndüğü zaman, girişe sevgili arkadaşı
Oscar Pradelli‟nin asılmış olan yağmurluğunu tanıdı. Ev sakindi, oldukça
samimi ve rahattı. Evde alçak sesler, fısıldaşmalar, sevgi dolu iç çekişler
duyuluyordu.
Ayaklarının ucuna basarak eşiğe kadar geriledi. Mezarlığa doğru yürümek
için yavaş yavaş çıktı. Tatlı, yağmurlu bir akşamdı.
Ailesine ait küçük kilisenin önündeyken, etrafına baktı. Hiç kimse yoktu. O
zaman tunçtan yapılmış kapı kanadını açtı.
Acele etmeksizin, karanlık çökerken, „onun‟, Lucio Predonzani‟nin oldukça
yeni tabutunu kapatan vidaları bir çakıyla yavaş yavaş çıkardı.
Tabutu açtı, sonsuz uykularında ölülere yaraştığını düşündüğü bir duruş
takınarak büyük bir sakinlikle tabutun içine sırt üstü yattı. Hiç tahmin
etmediği kadar rahattı.
Duruşunu bozmadan, yavaş yavaş, kapağı üstüne çekti. Ufak bir aralık
kaldığı zaman, birisinin onu çağırıp çağırmadığını anlamak üzere etrafı bir
an dinledi. Ama hiç kimse onu çağırmıyordu.
O zaman kapağı tümüyle indirdi.” (Buzzati, 1990: 52, 54)
Riservatissima al Signor Direttore (Müdür Beye Özel) adlı üçüncü öyküde
Buzzati çalıştığı gazetenin müdürüne yaptığı utanç verici davranışı ve bundan dolayı
duyduğu pişmanlığını anlatır. Buzzati bu öyküde, Ileano Bissàt‟ın yapıtlarını kendisi
yazmış gibi göstermesinin kendisine hiçbir şey kazandırmadığını, aksine mutsuzluk
verdiğini belirtir. Buzzati‟nin bu öyküde asıl vurgulamak istediği düşünce şudur:
İnsan, başarı kazanmak adına başkalarının yaptıklarını bizzat kendisi yapmış gibi
81
göstermemelidir. Başarı, ancak insanın kendi çabasıyla özgün işler yapmasıyla elde
edilir. Başkalarının yaptıklarından ise yalnızca esinlenilebilinir. Buzzati, otuz yıl
önce gazetede muhabirken, müdürü Buzzati‟nin yazdığı haberleri beğenmeyip
düzeltir. Buzzati buna içten içe üzülür. Yazdığı haberler beğenilmese de Buzzati‟nin
işine son verilmeyişinin nedeni, kentte dolaşarak haber toplamak için sarf ettiği
büyük çabadan kaynaklanır. Buzzati, kendisinden daha genç bir meslektaşının
makalesini okuduğunda ya da yaşıtının kitabı yayımlandığında ve bunların başarılı
olduğunu gördüğünde kıskançlık duymaktadır. Ayrıca, bazen edebi yazılar yazmaya
çalışsa da istediği gibi olmaz.
Bir gün Ileano Bissàt adında, hastalık nedeniyle işini kaybetmiş, edebi
kalemi kuvvetli, Buzzati‟nin eski bir lise arkadaşının amcası Buzzati‟den iş için
yardım ister. Ileano yazdığı roman ve öykülerin gazete tarafından yayımlanmasını
ister. Buzzati, sıradan bir muhabir olduğundan onun imzasının yeterli olmadığını,
önemli yazarların yazılarının gazete tarafından yayımlandığını dile getirir. Ancak
Ileano, yazdıklarına bir göz atması konusunda Buzzati‟ye ısrar eder ve oradan ayrılır.
Buzzati yazıları eve götürür ve aradan biraz zaman geçince onları inceler. Özellikle
romanı incelediğinde oldukça beğenir ve biraz da Ileano‟yu kıskanır. Çünkü
Buzzati‟nin tam olarak ifade edemediği duyguları Ileano şaşırtıcı bir başarıyla
romanında yansıtmıştır. Buzzati aynı zamanda bu durumdan tedirgin olur, çünkü
roman yayımlandığı takdirde Ileano‟nun kendisini geçeceğinden endişelenir.
Buzzati‟nin o andaki ruh durumu öyküde şu şekilde anlatılır:
“Otuz yıl sonra hâlâ sakinleşmeyen yabani bir kıskançlığın etkisi altında
kaldım. Olamazdı böyle bir şey! Roman olağanüstü, yeni ve iyiydi. Belki
82
çok güzel değildi, belki güzel bile değildi, ya da tamamen çirkindi. Ama
rahatsız edici bir şekilde bana uygundu, bana benziyordu, bana benmişim
gibi bir his veriyordu. Yazmak istediklerimin hepsi orada birer birer vardı,
oysa ben yetenekli değildim. Dünyam, zevklerim, nefretlerim. Yapıtı aşırı
derecede beğendim.
Hayranlık mı? Hayır. Yalnızca öfke duyuyordum, ama güçlü bir öfke:
Çcukluğumdan beri yapmayı düşlediğim, ama başaramadığım şeyleri yapmış
olan birisi karşıma çıkıvermişti. Tuhaf bir tesadüf olduğu kesindi. Ve şimdi
o zavallı kişi, çalışmaları yayımlandığında, yolumu kesecekti. Son bir
umutla, kendime hâlâ bir yol açabilme konusunda düşlediğim gizemli
krallığa ilk olarak o girecekti. Diyelim ki ilham sonunda yardımıma gelse, ne
yapardım? Kopya çeken, hileci bir kişi olurdum.” (Buzzati, 1990: 64, 66)
Ileano bir gün Buzzati ile yeniden yazılarıyla ilgili konuşmak üzere
gazeteye gelir. Ileano yazılarının tanınmayan bir kişi olduğundan
yayımlanmayacağını anlar. Paraya ihtiyacı olduğundan Buzzati ile bir anlaşma yapar.
Bu anlaşmaya göre yazıları Ileano yazacak, Buzzati de kendisi yazmış gibi altına
imzasını atacaktır. Buzzati kazandığının yüzde seksenini ona verecektir. İlk başta
Ileano‟nun teklifini reddeder, ama içindeki başarı ve yükselme hırsının önüne
geçemeyince, teklifi kabul eder. Öykülerin gazetede yayımlanmasının ardından
romanı piyasaya çıkar. Yazdıkları oldukça beğenilir. Buzzati bu durumdan utanç
duymaktan ziyade, zevk almaya başlar. Öyküler bitince Ileano, Buzzati‟ye daha çok
öykü yazar. Buzzati başarı kazanınca, muhabirliği bırakıp üçüncü sayfa yazarı olur,
artık çok kazanmaya başlamıştır. Ileano‟nun ise üç çocuğu daha dünyaya gelir; bir
otomobile ve deniz kıyısında bir eve sahip olur. Ileano oldukça alçakgönüllüdür;
Buzzati onun sayesinde ünlü olmuştur, ancak Ileano bu durumu Buzzati‟nin yüzüne
83
vurmaz. Ne var ki aldığı para ona az gelir, bu nedenle Buzzati‟den daha çok para
istemeye başlar. İnsanlar Buzzati‟nin kazandığı o kadar parayı nereye harcadığını
merak eder, çünkü Buzzati‟nin dikkati çeken bir harcaması yoktur. Böylece cimri biri
olarak anılmaya başlar. Aldığı paranın Ileano‟ya yetmemesi, Buzzati‟nin borca
girmesine neden olur.
Aradan otuz yıl geçer. Bir gün Buzzati ile Ileano arasında bir tartışma çıkar.
Bunun nedeni, Ileano‟nun yapılan anlaşma sonucunda kendisine verilen miktardan
yine daha fazla para istemesidir. Buzzati bu isteği kabul etmez. Ileano Buzzati için
artık yazı yazmayı bırakır. Buzzati, öykünün sonunda, gazetenin müdürüne
seslenerek, kendisini kurtarması için ondan bir miktar para ve mektubunun gazetede
yayımlanmasını ister. Öte yandan müdüre güvendiğini belirtir: müdürün bu mektubu
gazetede yayımlamayacağından emindir. Olur da yayımlarsa, gazetenin bundan zarar
göreceğini vurgular. Öykünün sonunda bu durumu ifade eden cümleler şöyledir:
“[…] Bizi kuşatan insanlığın bataklıktaki umursamazlığının içine yanan
meteorlar gibi aniden düşen bazı „yazılarımı‟ hatırlıyor musunuz?
Mükemmel değil miydiler? Bana yardım edin. Küçük bir artış, ayda ikiyüz-
üçyüzbin yeterli olur. Evet, hiç olmazsa şimdilik ikiyüzün yeterli olacağını
düşünüyorum. Ya da en kötü ihtimalle, ne bileyim, birkaç milyon ödünç
verseniz? Gazete için daha ne istiyorsunuz? Böylece ben de kurtulurum.”
[…]
“Bir virgül bile çıkarmaksızın, bu mektubu üçüncü sayfada yayımlamanız
yeterlidir.”
84
[…]
“Hayır. Sizin kötü biri olabileceğiniz ve beni yok etmek isteyeceğiniz ile
ilgili anlamsız bir ihtimalin üstünde bile durmam, asla ve asla bu utanç verici
mektubu […] yayımlatmazsınız. Gazete bundan sert bir darbe alır.” (Buzzati,
1990: 76, 78)
L’arma segreta (Gizli Silah) adlı dördüncü öykü, Amerika ve Rusya
arasında çıkan Üçüncü Dünya Savaşı‟nda atılan gizli silahla ilgilidir. Bu öyküde gizli
silahla kastedilen, iki ülkenin ideolojilerinin birbirlerine yayılmasının simgesel
olarak anlatımıdır. Bu öyküde sonradan fikir değiştiren ülkelerin aralarında ateşkes
yapılsa da, aralarındaki düşmanlığın sürdüğü vurgulanır. Öykünün sonunda ise gizli
silah sonucu Amerika‟daki demokratik fikirler Rusya‟ya, Rusya‟daki komünist
fikirler Amerika‟ya ulaşır, ancak iki ülke arasındaki soğuk savaş kaldığı yerden
devam etmektedir. Amerika ve Rusya arasında Antarktika‟da bulunan Whipping
Toprağı nedeniyle uyuşmazlık vardır. Burası henüz keşfedilmemiş ve gizemli
dağların arasında bulunur. Ayrıca, yalnızca bazı gizli servislerce bilinen birkaç gizli
hazineyi bulunduruyor olmalıdır. Öyküde bu açıklamadan sonra soğuk savaş ve gizli
silahlarla ilgili şu şekilde bilgi verilir:
“Denilebilir ki, insanların şaşkınlığı arasında, soğuk savaşın düellosu
birdenbire tehlikeli ve güçlü bir biçime girdi. Her iki taraf şüpheli olduğu
kadar tehdit edici konuşmalar yaptı. Ve ısrarla „akla sığmayan, inanılmaz,
olağanüstü‟ olarak tanımlanan, birkaç saat içinde düşmanı tümüyle teslim
olmaya zorlayacak yeni ve gizli silahlardan bahsedildi.” (Buzzati, 1990: 82)
85
Bu arada Moskova, Amerikan sınır nöbetçilerinin kırk sekiz saat süre
içerisinde Whipping Toprağı‟nı boşaltması konusunda ültimatom verir.
Washington‟dan cevap gelmez. Amerika‟da, bu tehlikeli durum karşısında oldukça
önem taşıyan tertibatın uygulanması emri yayılır. Tehlikenin yaklaşmasıyla insanlar
kendi derdine düşmeye başlar. Amerika‟da üçüncü derece (en yüksek) genel alarm
verilir, çünkü Amerika‟ya Rusya‟dan füzeler atılacaktır. Bunun üzerine Amerika da
Rusya‟ya füze atar. Ardından büyük bir patlamayla beyaz bir sis tabakası Amerika‟yı
kaplar. Ancak sanıldığı gibi insanlar ölmez. Patlamadan sonra yayılan sis örtüsü ve
yayılımı öyküde şu şekilde tasvir edilir:
“Ardından, artık patlamalardan sarsılmayan o bembeyaz sis örtüsünün
yavaşça indiği görüldü. Hiç kimse ne olduğunu bilmiyordu. Ve yerin
seviyesine indiğinde daha korkunç sonuçlar doğuracağı düşünülüyordu.
Nitekim beyaz buhar alçaldı ve aynı sis, evlerin içine, yerin altlarına,
sığınakların içine, daracık aralardan girerek her yere yayıldı. En erişilmez
yerlere gizlenerek oralarda kapalı kalan insanlar, korkudan taş kesilmiş bir
şekilde engel tanımayan beyaz gaz buharının içeri girdiğini gördüler. Birkaçı
öksürmeye başladı. Diğerleri diz çökerek dua ediyorlardı. Ölüm gelmişti.
Ne var ki öksürükler dindi. Baygınlık geçirmemelerine inanamayan insanlar
sessiz bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı. Hiçbir şey yoktu. Ne boğulma, ne
yanık, ne de acı hissi.
[…]
Beyaz buhar, Beyaz Saray‟ın en kurşungeçirmez sığınağının da içine kadar
girdi. Orada, aşağıda, herkes maske takmıştı ama maskelerin içlerine bile
küçük buhar akışları sızdı. Her biri buharın, hafifçe bir dokunuş gibi,
yanaklarına süründüğünü hissediyordu.” (Buzzati, 1990: 88, 90)
86
Rusya‟da da aynı şekilde gaz yayılır. Her iki devletin ideolojileri o gazın
yayılımıyla birbirlerine geçer, yani Amerika‟ya Marksizm, Rusya‟ya Demokrasi
yayılır. Gazın yayılımı sonuncunda iki devlet ateşkes ilan eder. Bu ateşkesle zafere
ulaştıkları düşünülür, ancak ilk temaslardan sonra soğuk savaş tekrar başlar.
Povero Bambino! (Zavallı Çocuk) adlı beşinci öyküde Adolf Hitler‟in beş
yaşındayken annesi Clara tarafından parka götürüldüğü zamanlar arkadaşlarının
kendisiyle alay edişi anlatılır. Buzzati bu öyküde, insanın çocukluğundaki bazı
kusurlara bakılarak onun geleceğiyle ilgili önyargılı bir yaklaşım içinde bulunmanın
yanlış olduğunu vurgulamak ister.
Öykünün çocuk kahramanı olan küçük Dolfi‟nin arkadaşları onunla alay
etmek için ona „Marul‟ adını takarlar. Dolfi esmer, zayıf, solgun ve güçsüz bir
çocuktur, bu nedenle arkadaşları onunla oynamaz. Dolfi de bunu bildiğinden,
genellikle onlara yanaşmayıp tüfeğiyle tek başına oynamayı tercih eder. Annesinin
ısrarlarına rağmen, kendisine „Marul‟ dendiğinden çocuklarla oynamak istemez.
Bunlar sarışın ve güçlü çocuklardır. Hızlı hareket ederler, koşarlar, Dolfi ise bunları
yapamaz. Diğer çocukların savaş için sapan, tüfek, yay, miğfer gibi araçları vardır.
Dolfi‟nin ise yalnızca bir tüfeği vardır. İçlerinden mühendis Weiss‟in oğlu Max‟ın
gerçek askerlerinki gibi tümüyle parlak bir zırhı vardır.
Daha sonra çocuklar Dolfi‟nin yanına yaklaşarak tüfeğiyle ilgili övgü dolu
sözler söylerler ve onun bu tüfekle yüzbaşı olup savaşabileceğini dile getirirler.
İlginçtir, bu kez ona „Marul‟ diye hitap etmezler. Dolfi çocukların bu davranışından
87
oldukça memnun kalır. Çocukların savaş planına göre iki ordu vardır: General
Max‟ın ordusu ve General Walter‟ın ordusu. İlki dağları işgal eder, ikincisi ise geçiş
yolunu zorlayacaktır. Dağlar, gerçekte, düzensiz çalıların olduğu otla kaplı iki nehir
kenarıdır, geçiş yolu ise inişli bir yoldur. Dolfi yüzbaşı rütbesiyle General Walter‟ın
ordusuna atanır. İki grup gizlice savaş planı yapmak için ayrılırlar. Böylece Dolfi‟ye
diğer çocuklar tarafından ilk kez değer verilir. Dolfi Walter‟ın kendisine verdiği
görevle öncü birliği yönetecektir. Dolfi‟yi geçiş yolunu araştırması için grubun
başına gönderirler. Dolfi dik bir inişin çevrelediği yolun başında görünür. Walter‟ın
emriyle ve o sırada geçen askeri bir ordudan gelen borazan sesiyle cesaret bularak
grubundaki çocuklara saldırı emri verip, büyük bir süratle yoldan aşağıya iner.
Yerden on santim yükseklikteki bir ipe ayağı takılan Dolfi yere düşer. Burnu kötü bir
şekilde yaralanır ve tüfeği elinden düşer. O sırada çalılardan birden beliriveren
düşmanlar suya batırılarak yapılmış topraklı topları ona atarlar. Ardından General
Walter ve grubundakiler onun üstüne hücum ederler. Uzaklaştıklarında, Dolfi
ağlamaklı bir şekilde tüfeğini bulduğunda, artık kullanılamayacak durumda olduğunu
görür. Ardından annesi onu gördüğünde oğlunun bu durumuna içten içe acıyarak
diğer sarışın ve güçlü çocuklar gibi bir çocuğu olmadığına üzülür. Ayrıca oğlunun
sıradan bir çalışan olmasını değil, önemli bir konuma gelmesini istemektedir. Ancak
bu hayalini gerçekleştiremeyeceğini düşünerek çocuğunun kaderi konusunda
endişelenir. Annesinin oğluyla ilgili endişe dolu düşünceleri öyküde şu şekilde
yansıtılır:
“[…] Hangi mutsuz kader onu bekliyordu? Niçin parkı dolduran o sarışın ve
kanlı canlı çocuklar gibi birini dünyaya getirmeyi başaramamıştı? Niçin
Dolfi büyürken bu denli çok sıkıntı çekiyordu? Niçin her zaman böyle
88
soluktu? Niçin onlardan daha az sevimli görünüyordu? Niçin damarlarında
kan yoktu ve her zaman başkaları tarafından istenildiği gibi yönetiliyordu?
Hayalinde oğlunun onbeş-yirmi yıl sonra nasıl olabileceğini
canlandırabilmek için çaba gösterdi. Onu, üniformalı olarak bir süvari
birliğinin başında; gösterişli bir kıza sarılmış olarak, veya büyük bir
dükkânın patronu ya da kaptan olarak hayal etmek istiyordu. Ama bunu
başaramıyordu. Onu hep elinde bir kalemle oturmuş ve önünde büyük kâğıt
yığınlarıyla, okul sıralarında, evin içindeki yazı masasında, tozlu büro
masalarında kamburu çıkmış bir vaziyette görüyordu. Bir bürokrat, hüzünlü
bir emir insanı. Her zaman bir zavallı, yenik biri gibi yaşayacaktı.” (Buzzati,
1990: 112)
Dolfi‟nin annesiyle konuşan genç bir kadın Dolfi‟ye acıyarak onun zavallı
bir çocuk olduğunu dile getirir. Başka bir kadın ise Dolfi‟nin annesine, çocuklarla
uğraşmanın insanı üzdüğünü söyler. Çocuğun annesinin Clara Hitler, dolayısıyla da
çocuğun Adolf Hitler olduğu anlaşılır:
“-Ay, zavallı yavrucak!- diye acıma hissini dile getirdi Bayan Clara ile
konuşmakta olan genç, şık kadın. […]” (Buzzati, 1990: 112)
[…]
“-Nasıl da üzüyor insanı bu çocuklar!- diye haykırarak veda etti diğer kadın.
-Güle güle, Bayan Hitler! (Buzzati, 1990: 114)
Cacciatori di vecchi (Yaşlı Avcıları) adlı altıncı öyküde yaşlı bir adamın
gençlerin kendisini dövüp öldürmesinden korktuğu için onlardan kaçışı anlatılır.
Yaşlıları sevmeyen gençler, özellikle de kenar mahallede oturanlar, geceleri yaşlıları
avlamak için harekete geçer. Bulduklarında onlara her türlü eziyeti ederler, hatta
89
kimi zaman onları öldürürler. Gazeteler, radyo, televizyon ve filmler gençlere destek
vermektedir. Bunun üzerine yaşlılar, ruhlarının genç olduğunu göstererek gençlerin
isteklerini ve üzüntülerini paylaşmaya çalışırlar. Ne var ki gençler yaşlılara karşıdır.
Yaşlılara karşı dernekler ve tarikatlar kurulur. Gençler kendilerini dünyanın hâkimi
gibi hissederler ve aile reislerinin sahip olduğu egemenliği kendileri için isterler.
Sloganlarına göre, „Yaş bir suçtur.‟
Gençler özellikle genç kadınlarla arkadaşlık yapan yaşlı erkekleri yakalarlar.
Bu yaşlılardan birisi, kâğıt üretilen küçük bir tesisin yöneticisi olan kırk altı
yaşındaki Roberto Saggini‟dir. Gece vakti Roberto sigara almak için arabasını
durdurur. Arabanın içinde kız arkadaşı onun gelmesini beklemektedir. Roberto sigara
alıp arabasına dönerken gençlerin kendisine doğru yaklaştıklarını fark eder.
Arabasına ulaşamayacağını anlayınca, kız arkadaşı Silvia‟ya oradan arabayla
uzaklaşmasını söyler. Silvia hemen denileni yapar. Roberto sigara aldığı bara
sığınmak ister, ama dükkânın kapandığını fark eder. Gençlerden birisinin üstünde
büyük olarak yazılmış, beyaz renkli „R‟ harfinin bulunduğu koyu kırmızı bir kazağın
olduğunu görür. Bu genç, gazetelerin aylarca kendisinden bahsettiği, en acımasız
çete reisi olan Sergio Régora‟dır. Sonra Roberto yolunu kesmeye çalışan yine
üstünde beyaz renkli „R‟ harfinin yer aldığı kazağı olan, elinde kırbacıyla bir kız
görür. Roberto gençleri atlatarak büyük çadır ve karavanların bulunduğu lunaparka
doğru gider. Gençlerden birisi, Roberto‟nun kendi babası olduğunu anlayıp Sergio‟ya
bunu dile getirir. Bu genç, babası Roberto‟yu yakalamak için bir an tereddüt eder,
ancak Sergio‟nun teşvikiyle cesaretlenerek, Sergio ve diğer gençlerle birlikte
babasını yakalamaya gider.
90
Önce bir sirk çadırının alt kısmına saklanan Saggini, sonra yakınında duran
bir çingene arabasındaki kadına kendisini gizlemesini rica eder, ama kadın isteğini
reddeder. Aradan biraz zaman geçer. Ardından gençlerden biri Roberto‟ya saldırır.
Roberto kendisini savunmak için o gence vurduğunda, onun kendi oğlu Ettore
olduğunu fark eder. Roberto oğluna yardım etmek isterken diğer gençler ona
saldırmaya çalışırlar. Kendisi için lunaparkta artık gizlenecek bir yer olmadığını
anlayan Roberto, oradan hızla uzaklaşır. Gençler onu yine takip etmeye başlarlar.
Roberto, Sergio‟yu gördüğünde yolundan çekilmek için geriye adım atar.
Dayanacağı bir yer bulamayınca dik bir uçurumdan aşağı düşer, ancak ölmez.
Böylece gençlerden kurtulmuş olur. Polisten korkan gençler oradan uzaklaşır. Sergio
kız arkadaşıyla baş başa kalır. İkisi de şaşırmış bir vaziyette kendilerinin yaşlanmış
olduklarını fark ederler.
Ardından öyküde Roberto konusu işlenir. Roberto yalnız kalmıştır. Kendisi
de artık yaşlı biri olduğundan, gençler bu kez onu yakalamak üzere peşine düşerler.
Buzzati burada Sergio‟nun hemen yaşlanmasını simgesel olarak anlatır. Buzzati‟nin
bunu yaparken asıl vurgulamak istediği, gençliğin kısa sürdüğü, günün birinde
insanın yaşlanacağı, bu nedenle gençlerin yaşlılara iyi davranmaları gerektiğidir.
Öykünün sonunda Sergio ile kız arkadaşının birbirlerinin yaşlandıklarını nasıl fark
ettikleri ve Sergio‟nun artık yaşlı biri olduğu için gençlerin onu takip etmeye
başlamaları şu şekilde anlatılır:
“Birbirlerini incelemek için yanaştılar.
-Aman Tanrım, yüzüne ne oldu böyle? Niçin saçlarında o kadar çok beyaz
var?
91
-Senin de, senin de korkunç bir yüzün var!
Beklenmedik bir huzursuzluk duydu. Böyle bir durum Régora‟nın başına hiç
gelmemişti. Kendisine bakmak için bir vitrine yanaştı.
Camda yaklaşık elli yaşlarında, gözleri ve yanakları kırışık, boynu
pelikanlarınkini andıran bir adam gördü. Gülümsemeyi denedi, iki dişi
eksikti.
Bu bir kâbus muydu? Döndü. Kız gözden kaybolmuştu. Meydanın sonunda
büyük bir süratle üç genç ortaya çıkıverdi. Sonra beş, ardından sekiz oldular.
Dehşet verici uzun bir ıslık çaldılar: „Yakalayalım şu yaşlıyı!‟
Régora bütün gücüyle koşmaya başladı. Ancak oldukça güçsüzdü. Korkusuz
ve merhametsiz gençlik çağı, uzun sürecekmiş ve hiç bitmeyecekmiş gibi
gelirdi insana. Oysa mahvolması için bir gece yeterli olmuştu. Artık
tüketeceği hiçbir şey kalmamıştı. Şimdi yaşlı oydu. Ve sırası gelmişti.”
(Buzzati, 1990: 134, 136)
La giacca stregata (Büyülü Ceket) adlı yedinci öyküde bir terzinin öykünün
kahramanına diktiği kıyafette ceketin gizemli oluşu, ancak bu ceketin cebinden çıkan
paraların öykünün kahramanına mutluluk getirmediği anlatılır. Buzzati bu öyküde
kirli işler sonucu ya da emek sarf edilmeden kazanılan paraların insana yaramadığını,
bir an için sahibine mutluluk getirdiğini, ama sonra kişiyi mutsuzluğa sürüklediğini
vurgular. Buzzati bu düşüncesini „Ceket‟ motifiyle simgesel olarak yansıtmaya
çalışır.
Öykünün kahramanı, katıldığı bir davette bir adamın kıyafetini çok beğenir,
bu nedenle adamdan kıyafeti diken terziyi öğrenir. Adı Alfonso Corticella olan bu
terzi keyfi olursa ve az sayıda kişiye diker. Ancak terzi, öykünün kahramanının
davette tanıştığı adama üç sene önce diktiği kıyafetin faturasını hâlâ göndermemiştir.
92
Bir gün öykünün kahramanı bu terziye kıyafet diktirmek için gider. Terzi ona gri
renkte bir takım diker, ama ondan da diktiği kıyafetin faturasını hemen istemez.
Öykünün kahramanı o anda terziyi sempatik bulsa da, eve döndüğünde içinde bir
huzursuzluk olduğunu fark eder. Kıyafeti dikilip kendisine geldiğinde onu çok
beğense bile, ilk başlarda giymek istemez. Ceketi, pantolonu ve yeleği giymeye karar
verdiği gün, takımın mükemmel bir şekilde üstüne oturduğunu görür. Kâğıtları hep
sol cebine koyma âdeti vardır. Ama bürosundayken tesadüfen elini sağ cebine
koyduğunda, içinde on bin liretlik kâğıt para olduğunu fark eder. Terziye bir
müşterinin yaptığı bir ödemenin söz konusu olabileceğini, terzinin yanında cüzdanı
olmadığından vitrin mankeninin asılı ceketine koyduğunu düşünür. Bu nedenle
parayı geri vermek için sekreterine mektup yazdırmaya karar verir. O sırada elini
ceketin sağ cebine soktuğunda, cepte başka bir kâğıt paranın daha olduğunu anlar ve
terziye mektup göndermekten vazgeçer. Üçüncü kez denediğinde de aynı şey olur:
“Sekreter gittikten sonra, cepten kâğıt para çıkarmak üzere cesaretimi
topladım. Onbin liretlik bir banknottu. O zaman üçüncü kez denedim. Ve bir
banknot daha çıktı.” (Buzzati, 1990: 146)
Eve gittiğinde, ceketinin cebinden yine paralar çıkarmaya devam eder.
Ellisekiz milyon parası olan ceketin sahibi, paraları eski bir bavulun içine koyar.
Paraları çıkarışı ve bavula koyuşu şöyle anlatılır:
“Dibi yokmuş gibi görünen cepten büyük bir çabuklukla peş peşe
banknotları çıkarmaya başladım.
[…]
93
Önümde şaşırtıcı bir banknot yığını duruyordu. Şimdi önemli olan, hiç
kimsenin haberi olmadan bu banknotları gizlemekti. Halı dolu eski bir
bavulu boşalttım ve içine yavaş yavaş saydığım paraları koydum. Ellisekiz
milyon para vardı.” (Buzzati, 1990: 146, 148)
Cebinde para olduğunu anlayınca, memnuniyet duyar, ama bir banka
arabasının soyulduğu haberini duyduğunda keyfi kaçar. Onu şaşırtan ele geçirilen
paranın tam tamına ellisekiz milyon olmasıdır. Ayrıca, arabayı soyanlardan biri
koşuşturan insan kalabalığını yarmak için ateş ettiğinde, yoldan geçen biri ölmüştür.
Akşam olunca, ceketin sahibi yine cebinden para çıkarmaya başlar. Bu kez
yüzotuzbeş milyon çıkarır. O gece, belki bir tehlikenin önsezisiyle, belki de hak
etmeden elde ettiği olağanüstü bir şanstan dolayı duyduğu vicdan azabından,
uyuyamaz. Sabah hemen gazete almak için dışarı çıkar ve gazeteyi okuduğunda çok
şaşırır. Çünkü bir mazot deposundan çıkan yangın, büyük bir mobilya mağazasının
para kasasındaki yüzotuzbeş milyonu yakıp kül etmiştir. Ayrıca iki itfaiyeci yangında
ölmüştür. O andan itibaren ceketinden elde ettiği paraların kendisine ağır suçlardan,
kandan, umutsuzluktan, ölümden, hatta cehennemden geldiğini anlar. Öte yandan bu
olaylarla bir ilgisi olmadığını düşünerek paraları çıkarmaya devam etmektedir. Göze
batmamak için eski dairesini terk etmeksizin büyük bir villa satın alır; değerli bir
tablo koleksiyonuna sahip olur; lüks arabalara biner; şirketinde çalışmayı bırakır ve
kadınlarla birlikte dünyayı gezer. Borcunu ödemek için terziyi aradığında, onun
yurtdışına gittiğini öğrenir. Ceketin sahibinin yıllardır oturduğu apartmanda altmış
yaşında emekli bir kadın gazdan zehirlenerek ölmüştür. Kadın, bankadan çektiği
otuzbin liretini kaybettiği için intihar etmiştir. Paralar, anlaşıldığı üzere, cekettedir.
94
Artık olanlara daha fazla dayanamayan ceketin sahibi, ceketten kurtulmaya
karar verir: Hiç kimsenin olmadığı, uzak bir yere arabayla gider. Arabasını bir çayıra
bırakır. Oradan uzaklaşıp başka bir yerde ceketi yakar. Ceketin yanmasıyla birlikte,
ceketten çıkan paralarla sahip olduğu her şey ortadan kaybolur. Gizemli bir şekilde
sahip olduklarının yok oluşu öykünün sonunda şu şekilde anlatılır:
“Çayırların üstünde duran arabam artık yoktu. Kente döndüğümde ise,
görkemli villam ortadan kaybolmuştu. Yerinde, üzerinde „Satılık Belediye
Arsası‟ tabelası duran çayırla kaplı bir yer vardı. Ve, nasıl iştir, banka
hesaplarım tamamen boşalmıştı. Çok sayıdaki kasamın içindeki hisse
senetleri ortadan kaybolmuştu. Eski bavulumun içindeyse tozdan başka
hiçbir şey yoktu.” (Buzzati, 1990: 156)
Ceketin sahibi yeniden çalışmaya başlar. İşin ilginç yanı, hiç kimse onun bu
beklenmedik yıkımına şaşırmamaktadır. Yıkımına neden olan o alçak gülümsemeye
sahip terzinin kendisine para almak için bir gün uğrayacağını düşünür.
Teddy Boys adlı sekizinci öyküde banliyölerde yaşayan gençlerin soylu
gençlere özenmeleri; onlar gibi giyinip davranmaya çalışmaları, hatta onların
yaşadığı yerlere gelip kılıçlarını kullanarak onlarla mücadele edişleri anlatılır.
Buzzati bu öyküde soylu insanların sıradan insanları hor görmemelerini, onların da
umulmadık bir anda kendilerini alt edebileceğini vurgulamak ister.
Banliyölerde yaşayan gençler, soyluların yaşadığı yerlere geceleri giderler.
Gece bekçileri yerleri yeterince koruyamadığından, bu görevi soylu gençler üstlenir.
Bir akşam onaltı-onyedi yaşlarındaki üç genç, soyluların oturduğu yerlere
95
geldiklerinde, soylu gençlerden Fabrizio Cortezani, Franz De La Hurthe ve öykünün
kahramanı Lionetto Antelami ile karşılaşırlar. Fabrizio ile o gençlerden biri arasında
bir düello olur ve düelloyu Fabrizio kazanır. Sonraki gecelerde benzeri olaylar
meydana gelir ve soylu gençler düellolarda galip gelirler. Banliyölerden gelen
gençlerden hepsi soylu gençlerle savaşmaya cesaret edemez. Bunlardan zayıf, soluk
benizli ve karalar giymiş bir genç, bir arkadaşının Lionetto tarafından en azından beş
kez cezalandırıldığını görür. Korktuğu için uzaklaşırken Lionetto ona meydan okur.
O gencin Lionetto‟ya nefret dolu bakışları vardır.
Bir gece Lionetto, bir arkadaşıyla birlikte yine o genci görür ve onunla
alaycı bir şekilde konuşmaya başlarlar. Bunun üzerine o genç de kılıcıyla meydan
okur ve bir düello gerçekleşir. Düello sırasında onlara bakan Lionetto‟nun sevdiği
kız Giuliana için ölmek istediğini belirten gencin sözleri karşısında Lionetto oldukça
öfkelenir ve kılıcıyla ona daha sert bir şekilde saldırmaya başlar. Ancak genç,
Lionetto‟nun saldırılarından inanılmaz bir şekilde kurtulmayı başarır. İnsan alt
edemediği kişiyi gözünde büyütür. Lionetto da bu genci yenemeyeceğini
anladığından, genç onun gözünde büyür. Öykünün sonlarına doğru Lionetto‟nun
düşüncelerini Buzzati şu şekilde yansıtır:
“Garip. Biraz öncekinden daha uzun görünüyor sanki. Oysa boyu neredeyse
benimle aynı. Eğri büğrü dudakları, dişleri gözükecek şekilde hafif aralık.
Sanki gülüyor.”
[…]
“Gülüyor, alaylı bir şekilde gülüyor, zavallıcık. Şimdi uzun, çok uzun, boyu
benden tam bir baş daha uzun. Ve kuru kafa misali çukur, karanlık, yuvarlak
96
iğrenç gözleriyle beni yiyor. İki değil, üç, dört, daha da çok, uzun, ince, hızlı
bacakları var. Bir kılıcı değil, değirmen çarkı gibi dönen iki, beş, elli kılıcı
var. Göz ucuyla arkadaşıma bakıyorum. Duvara yaslanmış, hareketsiz bir
şekilde duruyor, yüz ifadesi çok garip.” (Buzzati, 1990: 176)
O genç, Lionetto‟ya saldırmaktan vazgeçmez. Lionetto saldırılarına
direnmeye çalışsa da bir türlü başaramaz. Göğsünden aldığı darbeyle yaralanarak
ölür. Öykünün sonunda yer alan bu bölüm şöyle anlatılır:
“Korkunç örümcek beni izliyor. Ben kendimi savunuyorum, savunuyorum.
Bileğime bir kramp giriyor. Dayanabilecek miyim? Güçlükle nefes
alıyorum. Hızlı olmak gerekiyor. Arap manevrasına başvuracağım. Her
zaman değil, ama çok önemli durumlarda işe yarar… İşte!
Ateşin ucu burada, göğsümün içinde, gittikçe daha da içinde. Kim ışıkları
söndürüyor şimdi? Niçin bu kadar karanlık?” (Buzzati, 1990: 176)
La Torre Eiffel (Eyfel Kulesi) adlı dokuzuncu öyküde Eyfel Kulesi‟nin
yapılışı, yapılışındaki sır ve gökyüzünü fethetme arzusu ile yükselişi anlatılır. Bu
öyküde „Kule‟ insanın sonsuzluğa ulaşma isteğini, „Kulenin yıkılması‟ ise insanın
söz konusu isteğinin gerçekleşmediğini simgeler. Düşüncemize göre, Buzzati bu
öyküde hiçbir şeyin sonsuz olmadığını, her şeyin günün birinde sonunun geleceğini
vurgular. Eyfel Kulesi‟ni Paris‟e inşa etmek isteyen mühendis Gustave Eiffel,
becerikli bir makine işçisi olan André Lejeune ile kulenin yapımında çalışması için
anlaşır. Resmi projede kulenin yüksekliği üç yüz metre olarak yer alır, ama
mühendise göre bu yükseklik daha fazla olacaktır. Ayrıca mühendis, André‟ye
kuleyle ilgili sırrı koruması gerektiğini belirtir: André hiç kimseye kulenin yapımıyla
97
ilgili en ufak bir bilgi vermeyecektir. André bu sırrı koruyacağına söz verir ve
böylece kulenin inşasında görev alır.
Kulenin dev gibi dört ayağı yerleştirildikten sonra çelik iskeleti göz
alabildiğine yükselir. Bir insan kalabalığı şantiyenin çevresinde kulede çalışanlara
durmuş, bakmaktadır. Kule tabanının kemerleri birleştirilir, dört omurga dikine
yükselip yavaş yavaş incelerek tek bir omurgada birleşir. Sekizinci ayda yüz metre
yüksekliğe erişilir. Ekimin ilk günlerinde çalışanları beyazımsı bir duman kaplar. Bu
dumanın çıkışı öyküde şöyle tasvir edilir:
“Alçak bir bulut tabakasının Paris‟in üstüne çöktüğü düşünüldü, ama durum
öyle değildi. Etrafta hava açıktı. Ekibimin en küçüğü ve en uyanığı,
arkadaşım Claude Gallumet -Boruya bak- dedi. Demir iskelete sabitlenmiş
kauçuk büyük bir borudan beyazımsı bir duman çıkıyordu. Dört tane boru
vardı, bunlar kulenin her bir köşesine yerleştirilmişti. Onlardan yoğun bir
buhar geliyordu. Ne yukarı ne aşağı ilerlemeyen bir bulut yavaş yavaş
oluşmaktaydı ve bu büyük pamuktan şemsiyenin içinde çalışmaya devam
ediyorduk. Peki ama neden? Sır yüzünden mi?” (Buzzati, 1990: 186)
Kule iki yüz metreye ulaşır. Şantiyenin etrafında kalabalık artık yoktur, sis
tabakası, çalışanları kalabalığın bakışlarından gizlemektedir. Gazeteler sis tabakasını
överek o tabakanın yukarıdaki işçilerin aşağıda duran çukuru görmelerini
engellediğini ve bunun baş dönmesini önlediğini yazar. Oysa çalışanlarda baş
dönmesi olmaz, çünkü onları çevrelerindeki çatılara bağlayan sağlam deri kemerleri
vardır.
98
Yaklaşık iki yıl geçtikten sonra, kulenin yüksekliği üç yüz metreye ulaşınca,
Mühendis Eiffel isteyen kişilerin işten ayrılabileceğini, kendisinin gönüllü çalışanlara
ihtiyaç duyduğunu belirtir. André ve kalmak isteyen diğer gönüllüler sırlarını
koruyarak kulenin inşasına devam ederler. Kulenin yüksekliği arttıkça çalışanların
inmeleri ve çıkmaları çalışma saatinin yarısını alır, bu nedenle demir direklerin
arasına barakalar kurulur. Bu barakalar kentten görünmez, çünkü yapay bir sis bulutu
tarafından gizlenmektedirler. Zaman geçtikçe, çalışanlar sırrın ne olduğunu anlamaya
başlarlar. Bu sır, kulenin inşasının asla bitmeyeceğidir. Öyküde bu bölüm şöyle
anlatılır:
“O dönemde o olağanüstü gerçek, yani sırrın nedeni yavaş yavaş sezilmeye
başlandı. Kendimizi artık makine işçisi gibi hissetmiyorduk; öncüydük,
kâşiftik, kahramandık ve azizdik. Eyfel Kulesi‟nin inşasının hiç
bitmeyeceğini yavaş yavaş sezmeye başladık. Mühendisin o kocaman tabanı,
kuşku götürmez biçimde abartılı görünen o dev demir ayakları istemesinin
nedeni şimdi anlaşılıyordu. İnşası hiç bitmeyecekti ve bulutları, fırtınaları,
Gaurisangar tepelerini aşarak Eyfel Kulesi sonsuz bir şekilde yükselmeye
devam edecekti. Tanrı bize güç verdikçe, gittikçe yukarı çıkarak çelik
kirişleri birbirinin üstüne cıvatayla tutturmaya devam edecektik ve bizden
sonra da çocuklarımız devam edecekti. […]” (Buzzati, 1990: 192)
Mühendis Eiffel ölmüştür. Bir gün Mühendis Eiffel‟in oğlu çalışanların işi
bırakmalarını ister. Kulenin üç yüz metreden sonra yükselen kısmını yıkıp üstüne bir
başlık koyarlar. O sis dumanı içinse Seine Mahkemesi‟ne dava açılacaktır. Kule
griye boyanır ve cumhurbaşkanının katılımıyla açılışı yapılır. Kulenin çalışanları o
gün üzüntü duyarlar.
99
Ragazza che precipita (Düşen Kız) adlı onuncu öyküde on dokuz yaşındaki
Marta adlı genç bir kızın, kent yaşamındaki zenginliğin çekiciliğine özendiği için ona
ulaşmaya çalışması ama başaramaması simgesel olarak anlatır. La Torre Eiffel
öyküsündeki göğe yükselişin aksine, bu öyküde yere düşüş söz konusudur. Ancak
her iki öyküde de istenilen hedefe ulaşamama söz konusu edilir.
Marta kentin o gösterişli büyüsünden etkilenip, zengin kent insanının
bulunduğu ortamlara ulaşabilmek için gökdelenin en yüksek yerinden kendini atar.
Kentteki o göz boyayan güzellikleri gördükten sonra yere düşüşü şu şekilde tasvir
edilir:
“Tüm bu şeyleri gördüğünde Marta çılgınca parmaklıklı korkuluktan daha
ileriye sarktı ve düşmek için kendisini aşağı bıraktı. Havada serbest kaldığını
sandı, oysa düşüyordu. Gökdelenin olağandışı yüksekliğinin verdiği bir
algılamayla, aşağıda sokaklar ve meydanlar son derece uzaktılar, kimbilir
aşağıya ulaşmak ne kadar uzun sürecekti. Ve kız düşmeyi sürdürüyordu.”
(Buzzati, 1990: 200)
Kızların gökdelenden düşmeleri nadir değildir ve bu durum kiracılar için
ilginç bir eğlencedir. Bu nedenle o dairelerin kiraları oldukça yüksektir. Gökdelen
çok yüksek olduğundan Marta‟nın yere düşmesi zaman alır. Düşerken sıradan olan
elbisesi günbatımının lirik ışığıyla şık görünür. Ayrıca düşerken gökdelendeki
dairelerden birtakım zengin insanlarla büroda çalışanlar onu aralarına çağırıp düşme
nedenini merak etseler de kız onların yanına gidemez ve fazla konuşamaz. Çünkü
aşağıdaki o ışıltılı kent yaşamına hiç zaman kaybetmeden ulaşmak için can
100
atmaktadır. Hava artık kararmaya başlamıştır, bu nedenle kızın kıyafetini güneşin o
parlak ışıkları yerine, artık gökdelendeki dairelerden gelen ışıklar aydınlatmaktadır.
Marta havanın kararmasıyla üşümeye başlar. O sırada arabalardan inen insanların
aşağıdaki büyük bir binaya girmek için can attıklarını görür. Bu binada Marta‟nın
çocukluğundan beri düşlediği büyük bir eğlencenin düzenlenmekte olduğu
besbellidir. Marta‟nın o partiye zamanında varabileceği kesin değildir, çünkü
kendisinden daha iyi giyimli ve daha güzel bir kızın partiye gidebilmek için ondan
daha büyük bir hızla düştüğünü görür. Ancak sonra yalnızca ikisinin düşmediğini, şık
giyimli başka genç kızların da düştüğünü fark eder. Marta‟nın kıyafeti onlarınkinin
yanında oldukça sıradan kalır. Bu bir tür yarıştır. Anlaşılan odur ki, bu yarış, genç
kızların ideallerine kavuşmak uğruna verdikleri çabayla birbirleriyle yaptıkları bir
yarıştır. Marta‟nın bu kızların düşüşünü görmesi ve kızların tasviri öyküde şu şekilde
yer alır:
“Öfkeyle, yaklaşık otuz metre yükseklikten başka bir kızın düşmekte
olduğunu fark etti. Ondan kesinlikle daha güzeldi ve birinci sınıf bir gece
elbisesi giymişti. Nasıl da ondan daha yüksek bir hızla düşüyordu! Marta‟nın
ona bağırmasına rağmen, kısa sürede onu geçti ve aşağıda gözden kayboldu.
Kesinlikle ondan önce eğlenceye varacaktı, belki her şey onun yerine
geçmek için hesaplanmış bir plandı.
Ardından yalnızca ikisinin düşmediğini fark etti. Gökdelenin yan tarafları
boyunca birçok genç kız yüksekten aşağıya aniden düşmekteydi. Uçmanın
heyecanı içinde yüzleri gergindi, ellerini keyifli bir şekilde sallayarak, -İşte,
buradayız, bizim zamanımız, eğlenelim, dünya bizim, öyle değil mi?- der
gibiydiler.
101
Demek ki bu bir yarıştı. Diğerleri güzel elbiselerle gösteriş yaparken, onun
yalnızca sıradan bir elbisesi vardı. Üstelik birkaçı, çıplak omuzlarına geniş
birer vizon etol sarmıştı.” (Buzzati, 1990: 208)
Kendini boşluğa bıraktığında kendinden emin olan Marta, belki soğuktan
belki de telafi edilemez bir hata yapmış olmaktan duyduğu korkuyla bir titreme
hisseder. Gece vakti büyük binaya arabaların gidip gelmeleri biter ve oradan insanlar
küçük topluluklar halinde çıkarlar. Sonra binanın girişinin ışıkları söner. Marta
eğlenceye vaktinde varamayacağını anlar. Sabah olduğunda ise yaşlanmış hâlde
düşerken gökdelenin yirmisekizinci katında oturan yaşlı kadın onu görür ve durumu
kocasına anlatır. Karı-koca düşen diğer kızlar için de yorum yaparlar:
“-Alberto- diye bağırdı eşi. -Gördün mü? Bir kadın geçti.
-Nasıldı?- diye sordu adam, gazeteden gözlerini kaldırmadan.
-Yaşlı bir kadındı. Korkmuş görünüyordu,- diye cevap verdi eşi. -Çökmüş,
yaşlı bir kadındı.
-Her zaman böyle oluyor,- diye homurdandı adam. -Bu alçak katlardan
yalnızca düşen yaşlı kadınlar geçiyor. Güzel kızlar beş yüzüncü katın
üstünden görülüyor. O dairelerin fiyatlarının o denli pahalı olması boşuna
değil.
-Bu dairenin avantajı var,- diye belirtti eşi. -Yere düştüklerinde buradan
düşme sesi duyulabiliyor.
Adam, birkaç dakika dinledikten sonra, başını sallayarak, -Bu defa o da
duyulmadı,- dedi. Ve bir yudum daha kahve içti.” (Buzzati, 1990: 212)
Buzzati bu öyküde, gerçekleşmesi güç amaçlar uğruna yaşamların boş yere
tüketilmesini ve bunun sonucunda telafi edilemez zararlara maruz kalındığını
102
vurgular. Buzzati bu düşüncesini, genç kızın amacına ulaşmak için gökdelenden
düşmesi, bu uğurda ömrünü harcaması ve yaşlanması şeklinde simgesel bir anlatımla
açıklar.
Le gobbe nel giardino (Bahçenin İçindeki Tümsekler) adlı onbirinci öyküde
Buzzati‟nin evinin bahçesinde birden ortaya çıkan tümsekler anlatılır. Bahçe
Buzzati‟nin yaşamını, içindeki tümsekler ise öldüğü arkadaşlarını simgeler. Buzzati
bu öyküde insanların ölen yakınlarını unutmayıp daima hatırlamaları ve onlarla ilgili
anılarını canlı tutmaları gerektiğini vurgular. Öykünün sonunda Buzzati, öldükten
sonra unutulmaktan dolayı duyduğu endişesini dile getirerek, kendisinin daima
hatırlanıp ardında bırakacağı yapıtlarının okunmasını ve onlara değer verilmesini
ister.
Buzzati gençliğinde gece vakti evinin bahçesinde dolaşırken ayağı bir
tümseğe takılır. Bahçıvanı Giacomo‟ya bu tümseğin ortaya çıkma nedenini sorar.
Giacomo‟dan onun bir mezar tümseği olduğunu, bu tümseğin ölen arkadaşına ait
olduğunu öğrenir. Buzzati‟nin arkadaşı Sandro Bartoli yirmi bir yaşındayken dağda
kafatasının parçalanması sonucu ölmüştür. Bartoli dağın eteklerine gömülmüştür,
ama Giacomo Buzzati‟ye bu bahçenin Buzzati‟nin bahçesi olduğunu, bu nedenle
onun yaşamında meydana gelen ne varsa, bu bahçede ortaya çıkacağını vurgular.
Buzzati olanlara inanamayıp, tümseğin düzleştirilmesinden yanadır, ancak bahçıvan
yalnızca kendisinin değil, bin bahçıvanın da tümseği düzleştiremeyeceğini vurgular.
Buzzati geceleyin bahçesinde dolaştığında, bazen tümseğe takılır. İlginç olan,
Buzzati‟nin her arkadaşını hatırladığında bu olayı yaşamasıdır. Aradan biraz zaman
103
geçince, Buzzati arkadaşının hiç kimse tarafından hatırlanmadığını düşünmeye
başlar. Bartoli‟yi simgeleyen o tümseğin tasviri ve Buzzati‟nin konuyla ilgili
düşüncesi öyküde şu şekilde yansıtılır:
“Doğal olarak tümseğe ayağım takıldığı zaman onu, kaybettiğim sevgili
arkadaşımı düşünüyordum. Ama tam tersi de olabilirdi. Demek istiyorum ki
tümseğe çarpıyordum, çünkü o anda arkadaşımı düşünmekteydim. Bu,
anlaşılması oldukça zor bir durumdur.” (Buzzati, 1990: 220)
Zamanla bahçesindeki tümseklerin sayısı artar. Bu, Buzzati‟nin
arkadaşlarının öldüğü anlamına gelir. Buzzati‟nin artık bahçıvanına sormasına gerek
kalmaz. Tümseklerin ölen arkadaşlarını simgelediğini anlar. Daha sonra Buzzati‟nin
bahçesinde çok büyük bir tümsek dikkatini çeker. Bu tümsek, gençlik yıllarında en
sevdiği arkadaşı Arturo Brambilla‟yı simgeler. Buzzati‟nin Brambilla ile birçok ortak
noktası bulunur. Bu tümseğin tasviri, Buzzati‟nin Brambilla ile olan arkadaşlığını
anlatan satırlar öyküde şu şekilde yer alır:
“Sonra bu yaz o kadar yüksek bir tümsek ortaya çıktı ki ona yakın
olduğumda silüeti yıldızları görmemi engelliyordu. Bir fil gibi, küçük bir ev
gibi büyüktü. Üzerine çıkılması korkunç zordu, tırmanılacak türden bir
şeydi.
[…] Gitmiş olan gençliğimdeki en sevdiğim arkadaşımdı, onunla aramda
birçok ortak nokta vardı. Dünyayı, yaşamı ve en güzel şeyleri beraber
keşfetmiştik. Şiiri, resmi, müziği, dağları beraber öğrenmeye başlamıştık.
[…]” (Buzzati, 1990: 224)
104
Buzzati öykünün sonunda yalnızca kendisinin değil, herkesin bahçesinde
tümseklerin meydana gelebileceğini yazar. Bahçede kendisini simgeleyen küçük bir
tümseğin de ortaya çıkabileceğini ve bir kişinin ona ayağı takıldığı zaman kendisini
düşünebileceğini umut eder:
“Kör olası karakterim nedeniyle metruk ve ıssız bir koridorun sonunda bir
köpek gibi yalnız ölebilirim. Bununla beraber o akşam bahçede ortaya çıkan
küçük tümseğe bir kişinin ayağı takılacaktır, ertesi gece de aynı şey olacaktır
ve her defasında, umudumu bağışlayınız, bir parça özlemle „Dino Buzzati‟
adında bir kişiyi düşünecektir.” (Buzzati, 1990: 228)
Piccola Circe (Küçük Fettan) adlı onikinci öyküde Buzzati‟nin Umberto
adındaki evli bir arkadaşının genç bir kızı sevmesi, ama bu sevginin arkadaşına
mutluluk getirmemesi anlatılır. Buzzati bu öyküde, evliyken bir insanın başka bir
insanla ilişki yaşamasının yanlış olduğunu ve olumsuz sonuçlara yol açacağını
simgesel bir anlatımla vurgular. Buzzati söz konusu düşüncesini „Köpek‟ simgesiyle
anlatmaya çalışır.
Buzzati‟nin Umberto Scandri adında otuz altı yaşında, evli, matbaacı olan
ve editörlük yapan, ressam, içten, iyi ve akıllı bir arkadaşı vardır. Umberto‟nun eşi
ise uysal biridir. Zaman içerisinde Buzzati ile Umberto‟nun görüşmeleri azalmaya
başlar. Buzzati onun artık eskisi gibi neşeli ve sevecen biri olmadığını, arkadaşını
üzen bir şeylerin bulunduğunu anlar. Umberto ise sorununu Buzzati‟ye açmamayı
tercih eder. Günün birinde Umberto Buzzati‟ye derdini anlatır. Umberto genç bir kızı
sevmektedir, ancak kız onu sevmez. Kız güzeldir, ancak hesapçı, kurnaz, paraya
105
düşkün ve taş kalplidir. Umberto kızın bu olumsuz yönlerini bildiği hâlde, ondan bir
türlü vazgeçemez.
Bir gün Buzzati kızı Umberto‟nun stüdyosunda görür. Lunella adlı bu kız
sıradan, ancak şık ve kendine has özellikleri olan biridir. Ama Umberto‟nun
anlattıklarıyla tam tersi özellikler sergilemektedir. Çünkü kız Buzzati‟de neşeli,
kaygısız, yaşama sevinci olan biri izlenimini uyandırır. Kız abartılı bir şekilde
kendisini överek, Umberto ile cilveli cilveli konuşur. Umberto‟ya „Sümük‟ adını
takan kız, kendini beğenmiş bir tavırla Umberto‟dan kendisine „Sincabım‟ demesini
ister. Buzzati bu olanları yadırgasa da Umberto kızın davranışlarından oldukça
memnun görünmektedir.
Buzzati uzun zaman boyunca arkadaşını ve kızı görmez. Bir gün
Umberto‟nun eşi, Umberto‟nun eve ve bürosuna uğramadığını söyleyerek
Buzzati‟den kocasını bulması için yardım ister. Bunun üzerine Buzzati Lunella‟nın
evine gider. Lunella Umberto‟yu iki aydan beri görmediğini belirtip, umursamaz bir
tavırla konuyu geçiştirmeye çalışır. Konuşmaları sırasında Lunella birden „Bobi,
Sümük!‟ (Buzzati, 1990: 242) diye seslenerek iki köpeğini çağırır. Buzzati „Sümük‟
adlı bokser cinsi köpeği tanır gibi olur. İki köpek kızın üstüne atlayarak ona sevgi
gösterisinde bulunurlar, ancak kız bundan hoşlanmayıp köpekleri bir sopayla
eğitmeye çalışır. Bu arada bokser cinsi köpeğin sergilediği garip davranışlar
Buzzati‟nin dikkatini çeker. Köpek sanki Buzzati‟den kaçıyor gibidir:
106
“Çağrılan iki köpek salona girdi. Küçücük bir fino köpeği ve bir bokser.
Bokser oldukça şişman ve yumuşaktı ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama,
sanki önceden bir yerlerde onu görmüş gibiydim.”
[…]
“Bokserin bana bakmadığını gördüm. Üstelik varlığımdan rahatsız olmuş
gibiydi. Ona dokunmaya çalıştığımda ise kenara çekildi. Garip. Bokserler
genellikle doğrudan insanın yüzüne bakarlar.” (Buzzati, 1990: 242)
Lunella bokser köpekle eğlenmeye başlar. Lunella bokserin zeki olduğunu
göstermek için köpeğin burnuna bisküvi koyarak o şekilde durmasını ister. Köpek
dayanamayıp bisküviyi almaya çalışınca, kız hemen köpeğe vurur:
“O anda kız sol eliyle bisküviyi köpeğin burnunun üzerine koydu. Ve sağ
eliyle tehditkâr bir şekilde değneği salladı.
-Bekle, Sümük, doğru dur!
Burnunun üzerinde dengeli bir şekildeki bisküviyle bokser hareketsiz
duruyordu ve ağzının iki tarafından iki sıra hâlinde salyalar akıyordu.
-Bekle diyorum!
Bekleyiş bir dakika sürdü. Sonunda bokser artık dayanamadı ve bisküviyi
almaya çalıştı. Kız yıldırım hızıyla ona değnekle sert bir darbe indirdi.
Bisküvi yere düştü.
[…]
Bokser bisküviyi alarak bir anda midesine indirdi.” (Buzzati, 1990: 242)
Buzzati köpeğin adının „Sümük‟ oluşundan ve köpekteki yara izinden
şüphelenir. Bunun üzerine kız, türlü bahanelerle Buzzati‟nin bu konudaki merakını
gidermeye çalışır. İkisi arasında geçen konuşmalar şu şekildedir:
107
“-Niçin ona adını „Sümük‟ koydunuz?- diye sordum. -Umberto‟yu da bu
şekilde çağırmıyor muydunuz?
-Doğru. Ancak bu basit bir tesadüf… Kimbilir, belki Umberto‟yu
sevdiğimin bir işaretidir.
[…]
-Garip- dedim. -Sol gözünün köşesinde bir yara izi var. Tam da
Umberto‟nunki gibi.
-Gerçekten mi?- diye sordu Lunetta, neşeli bir şekilde. -Fark etmemiştim. ”
(Buzzati, 1990: 246)
Diğer köpeği kıskandığı için kızdan tekme yiyen bokser, masanın altına
gider ve oradan üzgün bir şekilde Buzzati‟ye bakar. Buzzati o köpeğin arkadaşı
Umberto olduğunu anlamıştır:
“Masanın altına uzanmış titreyen köpek, gözünü hiç ayırmadan bana baktı.
Kederli, yenik, sönük, yıkılmış, küçük düşmüş yine de hayal meyal
kaybedilen gençliğinin gururunu hatırlayan birinin bakışlarına sahipti.
Bana bakıyordu. Ve gözyaşları gözlerinden damla damla akıyordu. O göz
bebekleri, o yüz ifadesi, o ruh. Bana nasıl da bakıyordu! Zavallı Umberto!”
(Buzzati, 1990: 248)
Viaggio agli inferni del secolo (Yüzyılın Cehennemlerine Yolculuk) adlı
sekiz öyküden oluşan bu bölümde Buzzati‟nin gazetedeki görevi nedeniyle
„Cehennem‟ diye adlandırılan, aslında Milano olan yere gidişi ve orada yaşadıkları
simgesel olarak anlatılır. Bu bölümde Buzzati, Dante Alighieri‟nin La Divina
Commedia (İlahi Komedya) adlı başyapıtından etkilenir. Dante yapıtında öbür
dünyaya yaptığı yolculuğu anlatır, Cehennem adlı bölümünde ölmüş günahkârların
108
ruhlarının öbür dünyada yer alan cehennemde nasıl ceza çektiklerini dile getirir.
Buzzati‟nin yapıtında ise dünyevi yaşamla cehennem aynıdır. Yapıtta dünyevi yaşam
cehenneme benzetilerek, dünyadaki insanların yaşamlarının sanki cehenneme
döndüğü vurgulanır.
Viaggio agli inferni del secolo bölümünün Un servizio difficile (Zor Bir İş)
adlı ilk öyküsünde Buzzati‟nin çalıştığı gazetenin müdürü Buzzati‟ye bir iş verir.
Buzzati, tesadüfen Milano Metrosu kazıları sırasında Furio Torriani adlı bir işçi ve
onun bir arkadaşı tarafından keşfedilen „Cehennem‟in kapısından içeri girmek için
görevlendirilir. Cehennem, Buzzati‟nin söz konusu yapıtında dünyadaki büyük
kentleri simgeler. Buzzati bu konuyu müdürle konuşur. Müdürün anlattığına göre
gazete bu kapıyı tesadüfen öğrenir, çünkü Torriani‟nin eşi gazetede eskiden çalışan
birinin kızıdır. Torriani‟nin yanındaki arkadaşı merak ettiği için kapıdan içeri girer,
ama dönmez. Dante‟nin rehberi Virgilio‟dur, ama Buzzati dikkat çekmemek için o
kapıdan rehbersiz girecektir. Dante‟nin yapıtında öbür dünyaya yaptığı yolculukta
ruhlar bulunur. Oysa Buzzati‟nin Cehennemindeki insanlar etten, kemiktendir.
Torriani müdüre bu yerdeki insanları tasvir etmiştir. Müdür, bu yerle ilgili
Torriani‟nin kendisine anlattıklarını Buzzati‟ye şöyle aktarır:
“[…] Torriani göz ucuyla oraya şöyle bir baktığını, görünüşte her şeyin
buradaki, bizdeki gibi olduğunu ve insanların etten kemikten, hiç de
Dante‟nin yapıtındaki gibi olmadığını söyledi. Bizim gibi giyinmişler.
Torriani orada elektrik ışığının ve arabaların olduğu bizim kentlerimiz gibi
bir kentin olduğunu da söyledi. Bu şekilde oraya karışarak kendini o ortama
109
uydurmak oldukça kolay, buna karşılık yabancılara kendini tanıtmak zor
olacak.” (Buzzati, 2009: 407- 408)
Buzzati bu öykünün sonunda, büyük kentlerin kötü koşullarından dolayı
zorlaşan yaşam şartları nedeniyle bu kentlerdeki yaşantının Cehennem‟e benzediğini
vurgular.
I segreti della “MM”19
(MM‟nin Sırları) adlı ikinci bölümde Buzzati, bu
konuyu ayrıntılı olarak öğrenmek üzere Torriani‟nin evine gider. Torriani ilk başta
meseleyi geçiştirmeye çalışarak, inkâr eder. Bu nedenle Torriani‟den hiçbir bilgi elde
edemeyen Buzzati tam evden çıkarken küçük bir masanın üstünde, Gustave Doré
tarafından çizimleri yapılan La Divina Commedia adlı yapıtı fark eder. Dante ile
Virgilio‟nun birlikte olduğu sayfalardan biri açıktır:
“O anda bakışlarımı çevirdiğimde, küçük bir masanın üstünde Doré
tarafından resimlerle süslenen La Divina Commedia‟nın eski bir baskısının
olduğunu fark ettim. Tehlikeli kayaların arasından uçurumun kara ağzına
doğru ilerleyen Dante ve Virgilio‟nun uzaktan görüldüğü bölüm açıktı.”
(Buzzati, 2009: 256)
Torriani Buzzati‟ye her şeyi itiraf ederek giriş kapısını göstermeye karar
verir. Olanlara inanmamasına rağmen Milano Metrosu‟nda görevli Mühendis
Roberto Vicedomini, Buzzati ve Torriani‟ye eşlik etmeyi kabul eder. Üçü metroya
geldiklerinde aşağıya inerler. Kırmızı ve gri lekelerin olduğu bir panelin olduğu yere
gelirler. Panelin arkasındaki o ünlü kapının dörtte üçü duvarla kaplıdır, ancak
19
“MM” ile kastedilen Milano Metrosu‟dur.
110
aşağıda, içinden emekleyerek geçilebilen metal bir kapı vardır. Aslında metroda
çalışanlar bunun farkındadırlar, ancak Sforza Kalesi‟ne ulaşan yeraltı yollarından biri
olduğunu düşünürler. Torriani burayı görmeye tek başına girdiğini anlatır. Torriani,
yaklaşık yirmi metre indikten sonra, dipte biraz ışık olduğunu görür. Bulunduğu
yerden yüzeye çıkan dar bir merdivenden yukarı çıkar. Torriani çıktığında gördükleri
sanki herhangi bir yeryüzü kentinde yaşananlar gibidir. Otomobillerin olduğu bir yol
ve insan kalabalığı vardır. Torriani‟nin bu anlatılanlara pek inanamayan mühendisle
arasındaki konuşma şu şekilde devam eder:
“[…]
-Bunların hepsi cehenneme ait mi? Bilmediğiniz, yakından geçen bir yol
olabilir.
-İmkânsız. Hem düşünün, mühendis Vicedomini: Yeraltı geçidine
girdiğimde, saat gecenin ikisiydi ve orada… orada gündüzdü. Geriye
döndüğümde ise, olsa olsa on dakika geçmişti, geceydi. Eğer cehennem
değilse… ” (Buzzati, 1990: 264)
Anlaşıldığı üzere, Buzzati Dante‟ye gönderme yapmaktadır. La Divina
Commedia‟nın Cehennem adlı bölümünün otuzdördüncü ve son kantosunda, artık
Cehennemden ayrılırken Dante ile Virgilio Belzeboth‟un20
tüylerinden indikten
sonra, Dante geceyken birden gündüz olmasına şaşırır ve Virgilio‟ya şöyle sorar:
20
Belzeboth: Şeytanların başına verilen ad; Dante bu adı Lucifer için kullanıyor. Bu bilgi Dante‟nin
La Divina Commedia adlı yapıtının Rekin Teksoy tarafından yapılan çevirisinden alınmışır.
Alighieri, Dante, Ġlahi Komedya- Cehennem- Araf- Cennet, Çev. Rekin Teksoy, İstanbul, Oğlak
Yayıncılık, 2001. Ancak “Belzeboth”, Dante‟nin söz konusu yapıtının çevirisinde “Belzebuth” olarak
geçmektedir. Buzzati‟nin söz konusu yapıtında ise “Belzeboth” olarak geçtiğinden, bu tez
çalışmasında “Belzeboth” ifadesi kullanılır.
111
“[…]
-Güneş nasıl geçti geceden gündüze,
birkaç saat içinde?- ” (Alighieri, 2001: 282)
Torriani ile mühendisin konuşmaları şu şekilde devam eder:
“ […]
-Eğer Araf ise… Kükürt kokusu var mıydı? Alevleri gördün mü?
-Alev değildi. Özellikle ateş o mutsuzların gözlerinin içindeydi. ” (Buzzati,
1990: 264)
Sonra bir işçi tarafından kapı açılır ve Buzzati içeri girip ışığın olduğu yöne
doğru sürünerek ilerler. Buzzati bu öyküde insanların büyük kentlerdeki „Cehennem‟
yaşamında oldukça mutsuz olduklarını, mutsuzluklarının neredeyse gözlerinden bile
okunabildiğini vurgular. Buzzati bu düşüncesini „Ateş o mutsuzların gözlerinin
içindeydi‟ şeklindeki ifadeyle simgesel olarak anlatmaya çalışır.
Le diavolesse (Kadın Şeytanlar) adlı üçüncü öyküde Buzzati yeraltı
yolundan „Cehennem‟e ulaşır. Buzzati metro istasyonundayken gecenin ikisidir.
Ancak Buzzati, Torriani‟nin dediği gibi, burada gündüz olduğunu görür. Buzzati
Torriani‟nin anlattıklarının aynısıyla karşılaşır. Bu kentin yeryüzü kentlerinden hiçbir
farkı yoktur. Trafik lambasının yeşil olmasına rağmen arabalar tıkanıklıktan hiçbir
şekilde hareket edemezler. Arabaların içlerindeki insanların ruh durumlarının iyi
olmadığını fark eden Buzzati, insanların tasvirini öyküde şu şekilde yapar:
112
“Duran arabaların içinde çoğunlukla yalnız olan insanlar vardı. Onlar da
gölge gibi görünmüyorlardı, bilakis etten ve kemiktendiler. Direksiyonun
üstündeki elleriyle, soluk yüzleriyle, hareketsiz bir şekilde olmalarıyla
uyuşturucunun etkisinde kalmışcasına, ağır ve güçsüz bir hâlleri vardı.
İsteseler bile arabalardan çıkamıyorlardı, çünkü arabalar sıkışık
duruyorlardı. İfadesiz yüzlerle camlardan dışarı bakıyorlardı. Ara sıra birisi
kornaya dokunuyordu, uyuşuk bir şekilde, güvensiz, hüzünlü bir ses
çıkarıyordu. İnsanların benzi soluktu, içleri boşaltılmış ve cezalandırılmış
gibiydiler, yeniktiler. Ve artık hiçbir umutları yoktu.” (Buzzati, 2009: 423)
Buzzati bu bölümde kentlerde yaşayan yorgun, mutsuz ve umutsuz
insanların yaşantılarında karşılaştığı zorlukları vurgulayarak, bu insanların bir yerden
bir yere yaptıkları yolculuk sırasında çektikleri sıkıntıları göstermeye çalışır.
Ardından Buzzati, orada yaklaşık kırk yaşında, çok güzel bir kadınla
karşılaşır. Bu kadın Buzzati‟yi içinde genç kızların olduğu bir büronun onuncu katına
götürür. Rosella adındaki genç kız Buzzati‟nin daha önceden bu kentte kaydının
olduğunu tespit eder. Böylece Buzzati‟nin de günahkâr biri olduğu anlaşılır. Buzzati
buraya hiç gelmemesine rağmen, burada kaydının çıktığına şaşırır. Kadın Buzzati‟nin
kenti iyi tanıdığını, çünkü buranın Milano olduğunu vurgular. Ayrıca bu kentin
Hamburg, Londra, Amsterdam, Chicago ve Tokyo kentlerinin de olduğunu belirtir.
Buzzati‟nin bu konuşma sırasında „Cehennemlik‟ olduğu ortaya çıkar. İkisinin
arasındaki konuşma şu şekildedir:
“-Milano işte, değil mi?- diye sordu. -Sen neresi olduğunu düşünüyordun?
-Bu kent Milano mu?
113
-Kesinlikle Milano. Ve aynı zamanda Hamburg, Londra, Amsterdam,
Chicago ve Tokyo. Sana hayret ediyorum. Yaptığın meslek gereği, iki
dünyanın, üç dünyanın… nasıl söylenir… biri diğerinin içine girmiş bir
şekilde, aynı yerde birlikte var olabildiğini bilmen gerekirdi. Bunu bildiğini
düşünüyordum.
- Peki ya ben… Ben cehennemlik miyim?
- Öyle olduğunu düşünüyorum.
-Kötü bir şey mi yaptım?
-Bilmiyorum- dedi. -Önemi yok. Sen cehennemliksin, çünkü böylesin. Senin
gibi kişiler çocukluğundan beri cehennemi içinde taşır.” (Buzzati, 2009:
427- 428)
Buzzati bu öyküde büyük kentlerin adları farklı olsa da yaşam şartlarının
hemen hemen aynı olduğunu savunur. Bu düşüncesini, birkaç büyük kentin adını
verip onları birbirleriyle iç içe geçmiş gibi göstererek simgesel olarak anlatır. Ayrıca
büyük kentleri simgesel olarak „Cehennem‟e benzettiğinden, bu kentlerde yaşayan
insanların günahkâr olduğunu, kentte yaşadığı için kendisinin de günahkâr biri
olduğunu belirtmiş olur. Bize göre Buzzati, büyük kentlerdeki yaşantının aynı
olduğunu düşünerek, karamsarlığa kapılıp önyargılı bir tutum sergiler.
Buzzati, kadının ısrarıyla, „Cehennem‟e baktığında Milano, Detroit,
Düsseldorf, Paris ve Prag kentlerinin birbirine karışmış olduğunu, bu cehennemi
andıran kalabalık kentte insanların sıkışıp kaldığını görür. Ayrıca insanlar mutsuz,
hırslı ve kendilerinden geçmiş olarak bu kentte yaşam mücadelesi vermektedirler:
“O sırada aşağıya baktığımda, en uç uzaklıklara kadar olağanüstü bir
kusursuzlukla kenti gördüm. Günün donuk ve solgun ışığı azalınca
114
pencereler aydınlanmıştı. Yapılarla ve uçurumlarla birlikte bir çılgınlık
içinde birbirine karışan Milano, Detroit, Düsseldorf, Paris ve Prag
ışıldıyorlardı ve bu ışık yoğunluğunda, zamanın akışıyla sıkışan insanlar, bu
mikroplar, hareket ediyorlardı. […]” (Buzzati, 2009: 428)
Buzzati‟nin bu öyküsünde büyük kentlerin „Cehennem‟ gibi olması,
insanların bu kentlerdeki yaşama alışmaya çalışırken, mutsuzluğa sürüklenmeleri
vurgulanır.
Le accelerazioni (Hızlanmalar) adlı dördüncü öyküde Buzzati pencereden
kente baktığında, insanların hareket ettiklerini görür ve gördüğünün hangi kent
olduğunu düşünür. Öykünün başında yer alan bölüm şöyledir:
“Salonun büyük penceresinden korkunç kentin manzarası görülüyordu. Kent
„Cehennem‟di. Birmingham mı? Detroit mi? Sydney mi? Osaka mı?
Krasnojarsk mı? Semerkant mı? Milano mu?
Karıncaların, mikropların, insanların birer birer yorulmaz bir yarış içinde
hareket ettiklerini görüyordum: Ne amaçla? Koşuyorlardı, ona buna
çarpıyorlardı, yazıyorlardı, telefon ediyorlardı, tartışıyorlardı, birşeyler
kesiyorlardı, yemek yiyorlardı, açıyorlardı, bakıyorlardı, öpüyorlardı,
itiyorlardı, düşünüyorlardı, sıkıyorlardı, icat ediyorlardı, deliyorlardı,
temizliyorlardı, eşyaları kirletiyorlardı: Giysi kollarının kıvrımlarını,
çoraplarındaki sökükleri, omuz çizgilerini, gözlerin etrafındaki kırışıklıkları
görüyordum. Gözlerini ve içlerindeki ihtiyacın, isteğin, acının, sıkıntının,
açgözlülüğün, para kazanma hırsının ve korkunun yarattığı o ışığı
görüyordum.” (Buzzati, 2009: 431)
115
Bu öyküde sanayici mühendis Stephen Tiraboschi‟nin çalışırken iş
yoğunluğuna dayanamayıp, rahatsızlanması anlatılır. Mühendisin bu rahatsızlığının
nedeni, Rosella‟nın kullandığı mekanizmadır. Ayrıca mühendisin sevgilisi olan
Rosella, onun yaşamını adeta cehenneme çevirmek ister. Stephen, Rosella‟nın
kullandığı bir çeşit televizyondan görülür. Bu düzenekte düğmeler ve kaldıraç vardır.
Rosella, Stephen‟in işlerinin daha yoğun olması için kaldıracı kendisine doğru çeker.
O anda bürosunda çalışan mühendisin işleri artar, bu nedenle mühendis sıkıntılı anlar
yaşar. Üstüne bir de Rosella‟nın onunla telefonla konuşurken kendisiyle görüşmek
için ısrar etmesi, Stephen‟i daha da çok sıkıntıya sokar. Stephen‟in o zor durumda
kalışı öyküde şöyle anlatılır:
“Adam ekranda güçlükle nefes alıyordu, artık dinç değildi, hatta kademe
kademe artan yoğunluğun altında bocalıyordu: sekreter, Livorno‟dan telefon
çağrısı; Profesör Fox ile randevu; Rotary ile konuşma; kızının doğum günü
için alınacak hediye; Rotterdam Kongresi için bilgi yazısı; Tampomatic‟in
reklâm tanıtımı: sekreter, telefon, telefon. „Hayır‟ diyemiyor,
kurtulamıyordu. Zamanında yetişmek için koşmak, hızlı olmak, işe
yoğunlaşmak gerekiyordu, aksi halde o cehennemlik kız, o çiçek, o kalleş
kesinlikle onu bırakırdı.” (Buzzati, 2009: 436- 437)
Rosella son kez kaldıracı kendine çektiği zaman artık kendinde olmayan
Stephen, rahatsızlanarak kendisini oradan oraya savurup yere yığılır. Rosella‟nın bu
son hareketi ve Stephen‟in çöküşü öyküde şöyle anlatılır:
116
“Yoğun bir hainlik duygusu içinde dişlerini sıkan Rosella her iki eliyle
kaldıracı yakaladı ve buna bir son vermek için tüm gücüyle onu kendisine
çekti.
[…]
Birden, bir kez daha telefonun ahizesini yakalamak üzereyken, sıçrayan bir
oyuncak gibi en azından iki metre havaya fırladı ve uçarken başı, rüzgârda
dalgalanan kâğıttan bir bayrak gibi sağa-sola sallandı. Karın üstü, yere
düşüverdi.” (Buzzati, 2009: 437)
Buzzati bu öyküde, büyük kentlerin „Cehennem‟ yaşamındaki zorluklarına
dayanamayan insanların mutsuz olduklarını, bunun sonucunda ise mahvolduklarını
vurgulamak ister.
Le solitudini (Yalnızlıklar) adlı beşinci öyküde Buzzati „Cehennem‟
kentindeki insanların yalnızlıklarından bahseder. Bu kalabalık kentte insanların
yalnızlık çektikleri, mutsuz oldukları vurgulanır. Ayrıca Buzzati burada Dante‟ye
gönderme yapar. Dante‟nin yapıtında Cehennem, dibe doğru gittikçe daralan,
merkezleri aynı olan dokuz yuvarlak tabakadan ya da kattan meydana gelir ve
karanlıktır. Buzzati bu öyküde apartmanın dokuzuncu katından başlayarak aşağı
doğru inen katlardaki insanların yalnızlığını gözlemler.
Dokuzuncu katta, o anda annesi ve babası evde olmayan çocuğun yalnızlığı
anlatılır. Çocuk yalnız başına oyuncaklarıyla oynamaya çalışsa da, bundan vazgeçer.
Ailesini özlediği için bir süre sonra ağlamaya başlar. Bize göre, „Oyuncak‟ çocuğun
yalnızlığını simgeler. Her ne kadar oyuncağı da olsa, çocuk ailesiyle iletişim kurmak
ister, ancak ailesi yanında olmayınca yalnız kalır ve bundan dolayı çok üzülür.
117
Sekizinci katta yer alan çalışma odasında kırk beş yaşındaki bir adamın çektiği
yalnızlık anlatılır. Gündüz kendisiyle iş için iletişime geçen insanlar akşamın
olmasıyla adamın yanından ayrılırlar. Adam ise akşam bürosunda yalnız kaldığında
beş adet siyah telefonunu, sanki kedi sever gibi severek, onların anlamsız şeyler
anlatmalarını ister. Ama telefonlardan ses seda çıkmaz. Akşam olunca kimsenin
adama ihtiyacı kalmaz. Bize göre, „Siyah telefon‟ adamın mutsuzluğunu ve
yalnızlığını simgeler. Adam yalnızlığını gidermek için telefonlarla iletişim kurmak
ister. Ancak telefonlar adamın yalnızlığını gidermez, çünkü insanın yerini tutamaz.
Yedinci katta ölmüş çocuğunu öbür tarafa temiz olarak gitmesi için yıkayan annenin
yalnızlığı anlatılır. Çocuğunun ölmesinden dolayı anne artık yalnızdır. Bize göre ölü
çocuğunu yıkaması, annenin yalnızlığını ve mutsuzluğunu simgeler. Altıncı katta
birinin bezle yerdeki uzunca, kan rengindeki bir lekeyi ovduğu görülür. Genç adam
yalnız başına sigarasını yavaşça içtikten sonra yine o lekeyi ovmaya devam eder.
Leke ise gittikçe uzar, genişler ve şişer. Bize göre kan rengindeki bu leke ve onun
gittikçe genişlemesi, kişinin mutsuzluğunun ve yalnızlığının gittikçe artmasını,
kişinin lekeyi ovmaya çalışması ise mutsuzluğundan ve yalnızlığından kurtulmaya
çalışmasını simgeler.
Buzzati beşinci katta eski bir arkadaşının yalnız başına ayakta, aynanın
önünde durduğunu görür. Buzzati arkadaşının yalnız olma nedenlerini kendi
kendisine sorar. Bu bölüm öyküde şöyle anlatılır:
“Niçin öyle kımıldamadan duruyor? Nesi var? Anılar mı? Ara sıra kıvranan
ve kanayan eski, utandırıcı bir yara mı? Vicdan azabı mı? Her şeyi yanlış
118
yapmanın verdiği düşünce mi? Kaybedilen arkadaşlar mı? Ya da özlemler
mi?
Ne ile ilgili özlemler? Sona eren gençlikle mi ilgili? Ama o, gençliğe
gülüyor, gençliği ona acıdan ve can sıkıntısından başka bir şey vermedi ki.
O, buna güler, ah, ah. O, insanın dürüstçe istediği ne varsa, hepsine sahiptir.
[…] Her şeye değil, bilakis yalnızca bazı şeylere sahiptir. Şimdi bunu
düşünürken, hiçbir şeye sahip olmadığını anlar.” (Buzzati, 2009: 444)
Buzzati arkadaşına selam vermek istese de, arkadaşı pek aldırmaz. Buzzati o
anda, arkadaşının aslında „Kendisi‟ olduğunu ifade eder. Aynada gördüğü yansıma
aslında „Kendisini‟ simgeler. Buzzati kentte yaşadığından, kendisinin de kentteki
diğer insanlar gibi yalnız olduğunu vurgulayarak, bu düşüncesini aynada gördüğü
kendi yansımasıyla anlatmak ister. Yalnızlık çekenin aslında Buzzati‟nin kendisi
olduğu, öyküde şöyle anlatılır:
“O anda pencereden sarkarak ona bağırdım. „Merhaba‟ dedim, çünkü eski
bir arkadaşımdı. O, dönmedi bile, sağ eliyle „Gidiniz‟ der gibi bir işaret
yaptı. O hâlde, elveda. Üstünde gri bir kıyafet, ceketinin iç cebinde dolma
kalem ve tükenmez vardı, ensesi ise biraz çukurdu. Onu görmek
gerekiyordu. Ellerini beline koyarak doğrulmaya çalışıyordu, budala. Hem
de gülüyordu. O bendim.” (Buzzati, 2009: 444-445)
Üst katta bulunan Buzzati, alt kata inerek bir davete katılır. Orada bazı
tanıdığı kişilere rastlar. İnsanlar birbirine bakar, ama hiç kimse birbirini tanımaz.
Buzzati o insanların bir arada olsalar da özgür olamadıklarını öykünün sonunda şu
cümleyle belirtir:
119
“[…] Ne var ki hiç kimse özgürlüğüne kavuşamıyordu, hiç kimse
doğumundan beri içinde kapalı olarak bulunduğu demir evden, yaşamın
kibirli aptal kutusundan çıkamıyordu.” (Buzzati, 2009: 446)
Buzzati büyük kentlerde yaşayan insanların arasındaki iletişimin yaşamın
zorluklarından dolayı koptuğunu ya da aralarında çıkar üzerine kurulu bir iletişimin
olduğunu dile getirir. Bu nedenle yalnızlık içinde olan insanların, kentlerin o ruhsuz
yaşamından sıyrılamayarak istedikleri gibi hareket edemedikleri ve adeta
programlanmış bir yaşam sürdükleri ön plana çıkar.
L’Entrümpelung adlı altıncı öyküde Buzzati, „Cehennem‟ kentinde yaşayan
insanların, yaşlı akrabalarından kurtulmaya çalışmalarını simgesel olarak anlatır.
İnsanların yaşlı akrabalarını sokağa atması ya da huzurevine göndermesi,
günümüzün önemli bir sorunudur. „Cehennem‟ kentinde bu kurtuluş “Entrümpelung”
adlı bir bayram günü gerçekleşir. Mayıs‟ın ortasında olan bu bayram Alman
geleneğine dayalıdır ve „Boşaltma, ortadan kaldırma‟ anlamına gelir. Her ev,
takvimler 15 Mayıs‟ı gösterince, eskimiş ne varsa ondan kurtulur. Buzzati bu
öyküde, yaşlıların istenmeyip sokağa atılmasının kötü bir davranış olduğunu, çünkü
herkesin günün birinde yaşlanacağını, bu nedenle gençlerin yaşlıları anlayıp gereken
sevgi ve saygıyı onlardan esirgememeleri gerektiğini vurgular.
Buzzati „Cehennem‟e vardığında karşılaştığı Bayan Belzeboth‟un kendisine
ayırdığı apartman dairesindeyken sabah vakti birtakım gürültüler duyarak uyanır. Bu
kadın kötü olduğundan Buzzati onu Belzeboth‟a benzetir ve bu nedenle kadına bu
adı takar. Dairesinden çıkıp gürültünün kaynaklandığı yere geldiğinde, merdiven
120
sahanlığında yaklaşık yetmiş yaşlarında bir kadın görür ve onunla konuşmaya başlar.
Yaşlı kadın üç gün sonra “Entrümpelung” adlı temizlik bayramının olacağını söyler.
O gün insanların işe yaramayanları -yaşlılar da dâhil- attığını ve belediyenin bir
kamyon ile onları alıp götürdüğünü anlatır. Kadın sonra Buzzati‟yi yeğeni Gianni
Kalinen ve onun eşi Fedra ile tanıştırır: Onlar tarafından dışarı atılmayacağından
oldukça emindir ve bunu Buzzati‟ye yansıtır. Ancak ne yazık ki yanıldığını
anlayacaktır.
Bayram günü sabahında Buzzati dışarı çıktığında, bir yığın eskimiş ve işe
yaramaz eşyanın sokağa atılmış olduğunu görür. Ayrıca içinden inlemelerin
duyulduğu bir çuval dikkatini çeker. Bu çuvala önce oradan geçen bir çocuk tekme
atar, sonra bir bakkal dükkânının sahibi çuvalın üstüne bir kova su boşaltır. Bundan
sonra Bayan Belzeboth, Buzzati‟ye istenmeyen yaşlı insanlarla ilgili birtakım
görüntüler göstermek üzere onu bürosuna götürür. Buzzati bürodaki ekrandan, yarı
yarıya gövdesi alçılı yaşlı bir kadının hastanede yattığını görür. Çocuk bakıcısı olan
bu kadından kurtulmak için üç kadın ve beş çocuk, kadını camdan aşağı atmıştır.
Burada kadına, kendisinin baktığı kadınlar ve çocuklar tarafından yapılan nankörlük
anlatılır. Öyküde kadının aşağı düşmesi şöyle anlatılır:
“[…] Üç kadın ve beş çocuk kadını korkunç bir şekilde yataktan itip camdan
aşağıya atarlar. -Yaşasın Dadı!- diye bağırırlar. Aşağıdan korkunç bir düşme
sesi çıkar.” (Buzzati, 1990: 280)
Bayan Belzeboth Buzzati‟yi başka bir ekranın olduğu yere götürür. Buzzati
bu ekranda çelik fabrikaları olan ünlü Walter Schrumpf‟a şövalyelik unvanı verilişi
121
nedeniyle kendisi için yapılan kutlamayı görür. Ancak bu kişi de yaşlı olduğundan
ondan kurtulmak isteyenler onu vinçle alıp götürürler:
“[…] Gökyüzünden çok yüksek bir vincin kancası iner, onu bir domuz gibi
ayaklarından asarlar. Schrumpf şaşkınlıktan ve korkudan sersemlemiş bir
şekilde belli belirsiz bazı sözcükler kekeler. -İğrenç yaşlı, emretmeyi bırak!-
Onun yanına dizelenirler ve ona korkunç tokatlar atmaya başlarlar. Yirmi
darbeden sonra artık gözlerini, dişlerini, hislerini kaybeder. Vinç onu yukarı
kaldırır ve alıp götürür.” (Buzzati, 1990: 282)
Buzzati üçüncü ekranda önceden tanıştığı Tussi teyze, yeğeni Gianni ve
onun eşi Fedra‟yı yemek masasında otururken görür. Akrabalarının kendisinden
kurtulmak istemeyeceğinden emin olan Tussi teyzeyi kötü bir sürpriz beklemektedir:
Kendisini evden alıp götürmek üzere iki belediye çalışanı gelir ve ona yeğeninin
imzasının olduğu bir belge gösterirler. Tussi teyzenin yalvarışları ve evden
götürülüşü öyküde şöyle anlatılır:
“-İmkânsız!- diye bağırır Tussi teyze. -Yeğenim imzalamış olamaz, bunu
yapmış olamaz… Öyle değil mi Gianni?
Ancak Gianni konuşmuyor, açıklama yapmıyor. Gianni ağzını açmıyor ve
eşi de ağzını açmıyor, hatta çocukları eğlenceli bir hava içinde bakışıyorlar.
-Konuş Gianni, sana yalvarıyorum!- diye yakarır Tussi teyze.
Çalışanlardan biri atılarak kadını bileğinden yakalar. Bir kız çocuğu gibi
hafif ve narindir. -Kımıldan, cadı, yan gelip yatma zamanı sona erdi.- ”
(Buzzati, 1990: 284)
122
Tussi teyze evden götürüldükten sonra yeğeni, eşi ve iki çocuğu yemeklerini
yemeğe devam ederler.
Belva al volante (Direksiyondaki Vahşi Hayvan) adlı yedinci öyküde
Buzzati‟nin anlatmak istediği, araba kullanan sürücülerin trafiğe çıktıklarında
çevreye ve insanlara zarar vererek canavarlaştıklarıdır:
Buzzati araba almak için gittiği dükkânda Rosella‟yı görür. Rosella orada da
çalışmaktadır. Rosella Buzzati‟nin arabasını gözden geçirir. Buzzati ilk başta bu
gözden geçirmenin ne olduğunu anlayamasa da, daha sonra buna anlam verecektir.
Buzzati arabasını kullandıkça kendisini daha çok beğenmeye ve hız yaptıkça
kendisini daha çok farklı biri gibi görmeye başlar. Yani kendisini artık tanıyamaz
olur. Buzzati „Cehennem‟de arabaların direksiyonlarına özel bir vernik uygulandığını
duymuştur. Bu da sürücülerin arabaları kullanmaya başladıklarında sabırsız, kaba ve
hoşgörüsüz olmalarına neden olur. Buzzati artık „Cehennem‟in içinde olduğunu,
kötülük yapmaktan zevk aldığının farkına varır:
“[…] Demek ki, „Cehennem‟ kanımın içine girdi, kötülük yapmak ve
başkasının küçük düşmesi hoşuma gidiyor, insanları ezmekten keyif
alıyorum, sık sık kamçılamak, vurmak, parçalamak ve öldürmek istiyorum.
Bazı günler, kavga etmem, içimdeki nefret ve şiddeti dışa vurmam için bana
izin veren bir kazanın olmasının umuduyla, saatlerce amaçsızca, güçlü
arabamla kenti dolaşıyorum.” (Buzzati, 2009: 460)
123
Buzzati arabasıyla park yerinden çıkarken bir araba onun yolunu keser.
Buzzati bu nedenle ona çarpar. Bunun üzerine Buzzati, adeta kendinden geçerek
onunla konuşur ve arabanın sürücüsüne çok sert davranır. Buzzati ayrıca adamın
burnuna vurmaya başlar. Beşinci vuruşta adam kibar bir şekilde Buzzati‟yi geriye
doğru iter. Bundan sonra daha çok sinirlenen Buzzati adama daha sert davranmaya
başlar. Buzzati‟nin öfkesinin doruğa çıktığını gösteren, adamla konuşmasının son
cümleleri şöyledir:
“[…]
Beşinci küçük vuruşta adam, neredeyse zarif bir hareketle beni arkaya
ittirerek karşılık veriyor.
-Aferin!- diye karşı çıkıyorum. -Şimdi de şiddet ha, yumruklama da var mı?
Onu bir kolundan yakalıyorum, kolunu sırtının arkasına acımasızca
büküyorum, onu eğilmeye zorluyorum.
-Alçak- diyor. -Yetişin! İmdat!
-Şimdi sen, serseri, arabamda meydana getirdiğin zararı öpeceksin, onu
köpekler gibi dilinle yalayacaksın. […]” (Buzzati, 2009: 461-462)
Buzzati bu öyküde sürücülerin trafik kurallarına uygun ve dikkatli bir
şekilde araba kullanmaları gerektiğini, aksi takdirde başkalarına zarar
verebileceklerini vurgular.
Bölümün sekizinci ve son öyküsü olan Il giardino‟da (Bahçe) güzel bir
bahçesi olan ev sahibi yaşlı kadının tüm itirazlarına rağmen kentteki insanların
hırslarından ve açgözlülüklerinden dolayı bahçenin yıkılarak tanınmaz bir hâle
geldiği anlatılır. Bize göre bahçe içindeki evlerin yıkılması, günümüzdeki kentlerde
124
en önemli sorunlardan biridir. Buzzati bu öyküde, dünyanın insanların kötülükleri
yüzünden yaşanmaz bir hâle geldiğini ve dünyadaki kötülüklere maruz kalan her yaş
kesiminden insanların sıkıntı çektiklerini vurgulayarak bu duruma bir son verilmesini
ister. Dante yapıtında Cehennem ve Araf‟‟a uğradıktan sonra Cennet‟e ulaşır.
Buzzati‟nin yapıtında ilk bakışta „Cennet‟e ulaşılmaya çalışılsa da „Cehennem‟
baskın çıkar. Buzzati, „Cehennem‟in insanın olduğu her yerde olabileceğini
göstermek ister.
Buzzati Bayan Belzeboth‟un ekranlarından birinde sanki cennet bahçesi gibi
bir bahçe görür. Bahçe bu öyküde ilk başta „Cennet‟e ulaşmada bir umut ışığı gibi
görünür. Bahçe sanki barış, huzur, umut, sağlık, güzel kokuların ve sessizliğin
simgesidir. Bahçede dağlardaki gibi güneş ışığı yansır, güneşle doğrudan kurulan bir
temas vardır. Bahçenin bir tarafında yaşlı bir kadının eski bir evi, diğer tarafında ise
başka bir ev vardır. O sırada yaşlı kadın evde piyano çalmaya başlar. Diğer evden ise
küçük bir kız bahçeye çıkar ve bahçede yuvası olan yabani bir tavşanla oynamaya
başlar. Her şey görünürde mutlu ve mükemmeldir. Buzzati bu olanlara bir anlam
veremez, buranın „Cehennem‟ olduğuna bir türlü inanamaz. Bunun üzerine Bayan
Belzeboth, „Cennet‟ olmadan „Cehennem‟in olamayacağını vurgular. Bu
düşünceden, dünyada yapılan kötülüklerin iyilikler nedeniyle ortaya çıktığı
anlaşılmaktadır. Dünyada yaşayan insanlar çıkarları uğruna iyi olan ne varsa yok
etmeye çalışıp iyi ve güzel giden bir şeyi kötülük yaparak mahvetmek isterler.
„Cehennem‟i simgeleyen kötülük, iyilikleri ve güzellikleri simgeleyen „Cennet‟ten
kaynaklanır. Buzzati ile Bayan Belzeboth‟un arasındaki konuşma şu şekildedir:
125
“ -Bunu nasıl açıklayabiliriz, hanımefendi? Burası, Cehennem mi?
[…]
-Oğlum, Cennet olmasaydı, Cehennem de var olmazdı.” (Buzzati, 2009:
464)
Ardından Buzzati yaşlı kadının kendisine proje gösteren bir adamla
konuştuğunu ekranda görür. Adam kadına yüksek rakamlar önerse de, kadın
redderek bahçeyi satmaktan vazgeçer. Başka bir ekranda ise Kent Meclisi‟nin yaptığı
bir toplantı göze çarpar. Toplantıda parklardan ve bahçelerin denetiminden sorumlu
belediye danışmanı Massinka konuşma yapmaktadır. Konuşmasında zehirlenmiş
kentin akciğerleri olan yeşili, çayırları, ağaçları savunur.
Buzzati yine yaşlı kadının evine bakar. Kadın bu defa başka bir ziyaretçiyle
konuşmaktadır. Otobüs garajının inşa edilebilmesi için bahçenin bir bölümünün
kamulaştırılması gerekir. Kadın buna protesto eder, bunun üzerine adam elindeki
belgeyi piyanonun üstüne bırakıp, evden çıkar. O anda dışarıda bir gürültü duyulur.
Bahçenin bir duvarı yıkılır. Küçük kız yuvasında olan tavşanı zamanında kurtarır. İki
ay geçtikten sonra Kent Meclisi‟nde Profesör Massinka, o yeşil alanın bozulmasını
protesto etmeye devam eder. O arada yaşlı kadın evinde başka biriyle konuşur.
Kentin yapılaşmasından dolayı meydana gelen sorunları azaltmak ve kentteki trafik
tıkanıklıklığına çözüm bulmak üzere yeni bir ana caddenin açılması, bu nedenle
bahçenin ikinci bölümünün kamulaştırılması gerekmektedir. Kadın bahçesinin
yıkılmasından oldukça üzüntü duyar. Bahçenin içinde üç ağacın bulunduğu yeşillikli
küçük bir bölümü kalır.
126
Ekranda yine Profesör Massinka‟nın konuşması göze çarpar. Massinka, geri
kalan küçük yeşil alanın kurtulmasının ölüm kalım meselesi olduğunu vurgular. O
sırada yaşlı kadın başka biriyle konuşmaktadır. Kişi, bahçenin geri kalan üçüncü
bölümünün kamulaştırılması için kadını satma konusunda ikna etmeye çalışır.
Kadına yüksek rakamlar önerir. Kadın üzgün bir şekilde soyadının son harfini
yazamadan dışarıdan büyük bir gürültü duyulur. Bayan Belzeboth ve yanında çalışan
kızları bu duruma oldukça sevinir. Artık bahçe yoktur, bahçenin yerinde uğursuz bir
çukur oluşmuştur. Düşüncemize göre, burada sanki cennet bahçesi cehennem
çukuruna dönüşür. Güneş, sessizlik ve yaşama sevinci artık oraya asla
ulaşamayacaktır. Öyküde güneşle ilgili şu cümle yer alır:
“[…] Yüzyıllar boyunca güneş artık asla oraya ulaşamayacaktı, ne sessizlik
ne de yaşama sevinci. […]” (Buzzati, 2009: 468)
Buzzati, kentlerdeki doğal güzelliklerin çıkarlar uğruna insanlar tarafından
nasıl bozulduğunu ve bu nedenle kentlerin artık yaşanmaz hâle geldiğini vurgular.
Buzzati öykünün sonunda çocukların da „Cehennem‟de olabileceğini,
„Cehennem‟in olduğu yer konusunda çelişkiye düştüğünü ve kendisini
Cehennem‟deyse bu durumun, insanların esrarengiz bir kaderi olduğu şeklindeki
düşüncesi ile dile getirir. Öykü bu düşünceleri ifade eden cümlelerle sona erer:
“ „Cehennem‟de çocuklar var olmadığı için şimdi benden bununla ilgili
düzeltme yapmam istenecek. Hâlbuki orada çocuklar var. Muhtemelen her
şeyden daha kötü olan çocukların acısı ve umutsuzluğu olmasa, „Cehennem‟
nasıl olması gerektiği gibi olabilirdi? Hem sonra, ben oradaydım.
127
„Cehennem‟in orada olup olmadığı ya da öbür dünya ile bizimki arasına
yayılıp yayılmadığı tam açık değil. Duyduğumu ve gördüğümü esas alacak
olursam, kendime sorarım: Acaba tesadüfen „Cehennem‟ burada olamaz mı?
Ve ben hâlâ „Cehennem‟deysem, bu yalnızca bir cezalandırma değilse,
esrarengiz bir kaderden söz edilebilir.” (Buzzati, 2009: 468-469)
Buzzati „Cehennem‟de çocukların olmadığını, ancak yaşadığımız dünyanın
„Cehennem‟e benzediğinden, çocukların öbür dünyada „Cehennem‟e gitmeden,
kısmen de olsa, bu dünyada „Cehennem‟i yaşadıklarını belirtir. Buzzati başta
çocuklar olmak üzere, her yaştaki insanın dünyadaki kötülükler nedeniyle çektiği
sıkıntı ve acıları düşünerek „Cehennem‟in yalnızca öbür dünyada değil, bu dünyada
da olabileceğini, bunun yaşamın esrarengiz bir kaderi olduğunu vurgular.
130
7. DINO BUZZATI’NĠN DĠLĠ VE ÜSLUBU
Dino Buzzati, yapıtlarında masalsı ve büyülü bir hava yaratarak başlıca şu
konuları ele almıştır: Endişe, ölüm ve ölümden duyulan korku, sihir, gizem, mutlak
ve üstün olanı arayış, sıradan bir durumdan kurtulma fırsatı için umutsuz bir
bekleyiş, dağ ve doğa sevgisi, aşk ilişkilerinde anlaşılmazlık ve bilinemezlik, Tanrıya
olan inanç. Yapıtlarında değindiği en önemli konu ise kaderdir. Yapıtlarında kader,
ne yapılırsa yapılsın önüne geçilemeyen, her şeye gücü yeten, ironik bir özelliğe
sahiptir. Kaderin neden olduğu tutarsız durumlar, büyülü bir ortam içinde endişe
verici bir nitelikle olası metafizik gerçekleri yansıtmaya çalışır. Buzzati‟nin yapıtları
bazen korku türüne yakın görünse de aslında fantastik türün özelliklerine sahiptir.
Yapıtlarında kullandığı fantastik üslupla yazılmış olaylarla dönemindeki küçük
burjuva gerçeklerinden uzaklaşma çabasına girer. Buzzati‟nin masalsı dünyası,
gerçek masallardaki öğelerden oluşup “Kuzey Avrupa‟ya özgü” ya da doğrudan
doğruya “Gotik” kültürden doğan bir zevkin ürünü olarak ortaya çıkar.
Buzzati‟nin yapıtlarında gerçeğin ardında ve gerçeğe yabancı olmayan,
ironik mesajlarla olayların nedenini ve gizli kalmış yönlerini ortaya çıkaran “İkinci
bir dünya” göze çarpar. Kahramanları, gerçekle konu arasındaki bağlantıyı oluşturan
bilinçaltında yer alan mesajları ortaya çıkararak gerçekle bağlantılı gizemli bir
iletişim meydana getirirler. Dolayısıyla Buzzati‟nin fantastik üslubu, gerçeğin
boyutlarından anlaşılmaz bir durumun boyutlarına geçerken karmaşık bir yapıya
sahip olmaz. Bu durumda gerçek, Buzzati‟nin yapıtlarında kullandığı “Çölün uçsuz
bucaksız yalnızlığı” ve “Dağ” öğelerinde olduğu gibi, metafizik bir sessizliğe
131
bürünür. Bu sessizlik içinde, yapıtlarında yer alan ayrıntılarda yaşamın sıkıntısının
vermiş olduğu bir durgunluk görülür. Böylece gizemli öğeler ortaya çıkar ve bu
öğelerin yer aldığı “İkinci bir dünya” ile yapıtlarında bağlantı kurulmuş olur.
(Vanelli, 2006)
Buzzati‟nin öykülerinin yapısı “Olağanüstü bir mekanizma” üzerine
kuruludur. Yapıtlarındaki gerçek, baştan çıkarıcı bir etkiye sahip olmakla beraber,
bazen düzensiz ve büyüleyici bir biçim sergiler ve gizemli nesnelerle doludur. Ayrıca
Buzzati‟nin yapıtlarındaki gerçeği aşma sırasındaki gerilim, bir öykünün içinde
gelişir ve kesin bir sonuca götürerek heyecan verici bir ortama okuyucuyu sürükler.
Gizli kalmış gerçeğin yavaş yavaş ortaya çıkmasıyla olay ve izlenimlerin çeşitliliği
bu duruma eklenir. Bu mekanizma içinde, Buzzati‟nin yapıtlarına olan bakış
sırasında duyulan etkilenme ve heyecan, konudaki hareketsizlikten olayları algılama
sırasında ortaya çıkan hareketliliğe doğru bir geçiş yapar. Böylece her şey bir coşku
ve heyecan içinde yenilenip değişerek akıp geçiverir. Bu olgu, Buzzati‟nin
yapıtlarındaki en önemli ve göze çarpan özelliklerden biridir. (Vanelli, 2006)
Eleştirmenlerden bazıları Buzzati‟nin edebi yapıtlarını iki döneme ayırır: İlk
dönem yapıtları eleştirmenler tarafından daha başarılı kabul edilir. Il grande
ritratto‟dan itibaren kitaplarında Kuzey Avrupa‟ya özgü öğelerden çok varoluşçu
öğeler görülür ve söz konusu süreç yazarın ikinci dönemi kabul edilir. Eleştirmen
Cecchi, ikinci dönem yapıtlarında hayal gücü yerine gerçeğin ön plana çıktığını
savunur.
132
Buzzati‟nin gazetecilik geçmişi ve deneyimi onun yazım sanatı hakkında
bilgi vermektedir: Yapıtlarında yer alan casusluk, hapis, yargılama gibi konular
gazetelerin birinci sayfasında geçen konulardandır. Buzzati‟nin fantastik anlayışı,
gazetecilik geçmişiyle bağlantılı olarak gerçek yaşamla iç içedir. Yapıtlarında
metafor ve hayal gücünü büyük bir uyum içinde kullanır. Düşüncemize göre Buzzati,
imgelem dünyası ile gazetecilik arasındaki ilişki ile ilgili düşüncelerini şu sözleriyle
çok iyi açıklar:
“Bana öyle geliyor ki imgelem dünyası, gazetecilikle mümkün olduğunca
yakın olmalıdır. Gazetecilik imgelem dünyasının içine girse de bu durum
için „Sıradanlık‟ doğru bir sözcük değildir. Demek istiyorum ki, bir fantastik
öykünün etkili olması, en yalın ve anlaşılır sözcüklerle anlatılmasına
bağlıdır.” (http://en.wikipedia.org/wiki/Dino_Buzzati, 21.02.2010)
Yazarlığın gazetecilikle uyum içinde olması gerektiği Buzzati‟nin şu
sözlerinden daha iyi anlaşılır:
“O zaman, yanılmıyorsam, Voltaire‟in de dediği gibi edebiyatın tüm türleri
sıkıcı olmamak koşuluyla akla yatkın olma özelliğine sahiptir. Eminim ki,
birçok tanınmış meslektaşım gazetecilik mesleğinde tecrübe edinmiş
olsalardı – üç aylık bir tecrübe değil, benim yıllar boyunca edindiğim gibi
bir tecrübe – yazmış olduklarından çok daha anlaşılır biçimde kitap yazmış
olurlardı. Çünkü modern öykü edebiyatındaki kusur, önemli bir kusurdur ve
korkunç bir durumun ortaya çıkmasına neden olur, bu nedenle bazı iyi
kitaplar vardır ki yalnızca okunmaktan öteye gidilmez. Bunun böyle
olmasının nedeni, gerçek yazarlık mesleğinin nasıl olması gerektiğini
bilmeyen insanlar tarafından yazılmış olmalarıdır. Yazarlık, gazetecilikle
133
tam bir uyum içinde olmalıdır ve mümkün olduğunca anlatılmak isteneni
daha yalın, daha açık, daha dramatik, hatta mümkün olduğunca şiirsel bir
şekilde anlatılması gerekir.” (Crotti, 1977: 2-3)
Buzzati‟nin dili ve üslubuyla ilgili özellikleri toparlamak gerekirse, yazar
yapıtlarında günlük hayatta konuşulan sözcüklere yer vermiş olup yapıtlarını sade ve
anlaşılır bir dille yazmıştır. Kullandığı sembollerle gizemli bir hava yaratmayı
amaçlamıştır. Bunu yaparken de sembollerin oluşturduğu gizemi yorumlama çabası
içine girmez. Zira bu sembollerle anlatmak istediğini, aslında üstü kapalı olarak
sunup okuyucunun bulmasını ister. Buzzati‟nin süslü bir anlatımı yoktur.
Yapıtlarında bulunan gizem, hayal ve korku öğelerini lirik yorumlar yaparak
yumuşatmamaya çalışır, bunları düşsel bir oyun içinde en yalın şekliyle sunar.
Buzzati yalın bir üslupla gerçeküstü olayları anlatabileceğini yapıtlarıyla kanıtlar.
(Özkan, 1995)
Dino Buzzati
134
8. SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME
“Dino Buzzati‟de Fantastik Öğeler” adlı tez çalışmasının sonucunda şu
önemli noktalara ulaşılmıştır: Roman, öykü ve tiyatro yazarı, gazeteci, şair ve aynı
zamanda ressam olan Dino Buzzati, vermeyi amaçladığı mesajları yapıtlarında
kullandığı yalın dil ve sembolleri aracılığıyla okuyucuya aktarmaya çalışır. Vermeyi
amaçladığı bu mesajların günümüzdeki geçerliliğini koruması Buzzati‟nin edebiyat
dünyasındaki önemini daha da artırmaktadır. Yapıtlarındaki bu geçerlilik,
Buzzati‟nin gazetecilik mesleğinden ötürü güncel olaylarla ilgilenmesiyle iyice ön
plana çıkar.
Buzzati‟nin dağlara olan tutkusunun yapıtlarına yansıdığı görülür. İlk
romanı Bàrnabo delle montagne‟de dağları adeta büyülü bir hava içinde yansıtır.
Buzzati, dağlardan kopamadığını simgesel olarak anlatmaya çalışmıştır. Ayrıca,
romanda „Zamanın akışı teması‟ göze çarpar. Buzzati bir türlü geçmek bilmeyen
zamanın aslında çabucak geçtiğini bu romanında vurgulamak ister. Bu romanda
zamanın akışıyla bazı şeylerin değişebileceği ve zaman geçtikçe acıların dindiği
belirtilir.
Bu çalışmada önemli olan noktalardan birisi de, Buzzati‟nin çevreci yönünü
ön plana koymasıdır. Bu yönü, Il segreto del Bosco Vecchio romanında net bir
şekilde görülür. Bu romanda insanların çevreyi ve doğayı koruması gerektiği
savunulur. Fantastik öğelerin yoğun olduğu romanda çocuklarla doğa arasındaki o
masum uyum ve iletişim göze çarpar. Bu uyum ve iletişim öylesine güçlüdür ki, doğa
135
iyi bir durumdayken çocuklar iyidir, ama doğaya zarar verildiğinde çocuklar
kendilerini kötü hisseder. Ayrıca, insanlar çocuklara zarar verdiklerinde doğa
insanları cezalandırır. Yetişkin insanlar çıkarlarından dolayı doğaya zarar verirler, bu
nedenle yetişkin insanlarla doğa arasındaki iletişim yok olur. İnsanoğlu doğaya nasıl
davranırsa doğa da insanoğluna o şekilde davranır. Doğaya zarar verilirse, doğanın
geri dönüşünün bedeli ağır olur. İnsanoğlunun doğaya verdiği zarar gün geçtikçe
artmaktadır, bu durum yaşantımızın en önemli sorunlarından biri haline gelmiştir.
Yetişkin insanlar doğayı korudukları takdirde, çocukluklarında olan doğayla
aralarındaki uyumları devam edebilir. Ayrıca Buzzati bu yapıtında insanların
çıkarları uğruna değişebileceklerini, kişiliklerinden ödün verebileceklerini, bunun
sonucunda yakınlarının onları terk edebileceğini, böylece bu durumun kendilerine
zarar getireceğini vurgulamak ister.
Buzzati‟nin Il colombre adlı yapıtında Dante etkisi hissedilir. Buzzati
yirminci yüzyılın büyük kentlerindeki adeta insan yaşamını cehenneme çeviren etkiyi
bu yapıtında ortaya koyar. Dante‟nin La Divina Commedia adlı yapıtındaki
Cehennem bölümünden esinlenip bu bölümü günümüz kentlerindeki yaşama
uyarlamaya çalışarak bunu yapıtına yansıtmayı başarır. Buzzati yirminci yüzyıldaki
yozlaşmış yaşantıları ele alarak insanlara ve gelecek nesillere elde edilen sonuçları
göstermek ister. Görülen odur ki, yirmibirinci yüzyılda da bu yozlaşmış yaşantı göze
çarpar. Durum, düzeleceği yerde, gittikçe daha kötü bir hâl alır. Anlaşılan, gerekli
tedbirler alınmazsa büyük kentler artık yaşanmaz bir hâle gelecek, böylece bu
kentlerdeki insani duygular yok olacaktır. Buzzati ayrıca kaderin önüne hiçbir şeyin
geçemeyeceğini, insanın kaderinde ne varsa onun olacağını bu yapıtında gösterir.
136
Buzzati bu yapıtta günümüzde insanlar arasında yaşanan bazı sorunları ön plana
çıkarıp bunlardan almamız gereken dersleri yansıtmaya çalışır.
Buzzati‟nin Kafka‟nın yapıtlarından etkilenmiş olması ve bunu yapıtlarına
yansıtması, Buzzati‟nin en önemli edebi yönlerinden biridir. Her iki yazarın
yapıtlarında benzerlikler olsa da, Buzzati yapıtlarında kullandığı simgeleri ve
vermeyi amaçladığı düşüncelerini kendine özgü bir dil ve üslup kullanarak ortaya
koymaya çalışır. Bu yönüyle Buzzati‟nin Kafka‟dan ayrıldığı ve edebiyat dünyasında
ayrı bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır.
137
ÖZET
Dino Buzzati‟nin Bàrnabo delle montagne, Il segreto del Bosco Vecchio
romanlarındaki ve Il colombre öykü derlemesindeki fantastik öğelerin incelenmesi
çalışmamızın konusunu oluşturur.
Düş gücüyle meydana gelen öğelerin egemen olduğu ve olayların gerçek
ortamlarda geçtiği fantastik edebiyatın İtalya‟daki en önemli temsilcilerinden biri
olan çağdaş İtalyan yazar Dino Buzzati, yapıtlarında kullandığı fantastik öğelerle
vermek istediği düşünceleri yalın bir dil ve üslupla okuyucuya sunar. Ayrıca Buzzati
fantastik öğeleri kullanmakla dönemindeki gerçeklerden uzaklaşmaya çalışır. Buzzati
yapıtlarında fantastik dünyayı gerçek dünya ile bir arada kullanarak gizem öğesini ön
plana çıkarıp okuyucunun çıkarması gereken dersleri gözler önüne serer.
Buzzati çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği yerleri yapıtlarında büyük bir
ustalıkla kullanır. Bunu özellikle Bàrnabo delle montagne ile Il colombre adlı
yapıtlarda açıkça görebiliriz. Il segreto del Bosco Vecchio adlı yapıtta ise Buzzati
çevreye olan duyarlılığını ve çocukların doğayla olan iletişimini vurgular. Ayrıca
Buzzati‟nin dünyaca ünlü edebiyatçılardan olan Dante ve Kafka‟dan etkilenmiş
olması, yazarı edebiyat dünyasında daha da önemli kılar.
Sonuç olarak bu çalışma Dino Buzzati‟nin çağı içindeki öneminin daha iyi
anlaşılması bakımından yararlı bir kaynak olup, adı geçen üç yapıtındaki fantastik
öğelerle aktarılan düşüncelerin günümüzdeki geçerliliği üzerine ışık tutar.
138
ABSTRACT
The subject of this study is formed by analyzing the fantastic elements in
Bàrnabo delle montagne, Il segreto del Bosco Vecchio and Il colombre by Dino
Buzzati.
The contemporary Italian writer, Dino Buzzati, who is one of the most
important representatives of fantastic literature in Italy, in which the elements
produced by the capacity of imagination exist and the events happen in real places,
presents with the simple language and style the thoughts which he wants to give with
the fantastic elements he used in his works to the readers. Additionally, Buzzati tries
to move away from the realities in the period in which he lived by using fantastic
elements. By using together the real world and the fantastic world in his works,
Buzzati foregrounds the element of mystery and reveals the main themes which the
reader must find.
In his works, Buzzati uses with great mastery the places where he passed his
childhood and youth years. It can be clearly seen especially in Bàrnabo delle
montagne and Il colombre. In Il segreto del Bosco Vecchio, Buzzati emphasizes his
environmental sensitivity and the communication between children and nature. Also,
being influenced by Dante and Kafka, the world-famous men of letters, makes
Buzzati more important in literature.
139
As a result, this study is a useful resource in understanding the importance
of Buzzati more comprehensibly in his period and sheds light on the validity of the
thoughts in our day transmitted by the fantastic elements in three works by Buzzati.
140
KAYNAKÇA
Alighieri, Dante, Ġlahi Komedya- Cehennem- Araf- Cennet, Çev. Rekin Teksoy,
İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2001.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 7, İstanbul, Ana Yayıncılık, 1994.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 10, İstanbul, Ana Yayıncılık,
1994.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 13, İstanbul, Ana Yayıncılık,
1994.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 17, İstanbul, Ana Yayıncılık,
1994.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 29, İstanbul, Ana Yayıncılık,
1994.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 31, İstanbul, Ana Yayıncılık,
1994.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt 32, İstanbul, Ana Yayıncılık,
1994.
Barron, Neil, Fantasy Literature: A Reader’s Guide, New York & London,
Garland Publishing, Inc., 1990.
Boccaccio, Giovanni, Decameron, Çev. Rekin Teksoy, İstanbul, Oğlak Yayıncılık,
2001.
Buzzati, Dino, Il colombre-Le K, Paris, Librairie Générale Française, 1990.
Buzzati, Dino, Bàrnabo delle montagne, Milano, Mondadori, 1994.
Buzzati, Dino, Il segreto del Bosco Vecchio, Milano, Mondadori, 1999.
141
Buzzati, Dino, La boutique del mistero, Milano, Mondadori, 1999.
Buzzati, Dino, Colombre, Çev. Eren Cendey, İstanbul, Can Yayınları, 2007.
Buzzati, Dino, Il colombre e altri cinquanta racconti, Milano, Mondadori, 2009.
Buzzati, Dino, Dağların Adamı Barnabo, Çev. Elçin Kumru, İstanbul, Timaş
Yayınları, 2010.
Campanella, Tommaso, GüneĢ Ülkesi, Çev. Vedat Günyol, Haydar Kazgan,
İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1996.
Carnazzi, Giulio, Dino Buzzati- Opere scelte, Milano, Mondadori, 1999.
Clute, John, Nicholls, Peter, The Encyclopedia of Science Fiction, New York, St.
Martin‟s Press, 1993.
Collodi, Carlo, Pinokyo, Çev. Egemen Berköz, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2006.
Collodi, Carlo, Pinokyo’nun Serüvenleri: Bir Kuklanın Öyküsü, Çev. Eren
Cendey, İstanbul, Can Çocuk Yayınları, 2009.
Crotti, Ilaria, Dino Buzzati, Firenze, La Nuova Italia, 1977.
Ertem, Cengiz, “Fantastik Edebiyat ve Aşkı Giyinen Adam”, Littera Dergisi, Nisan
2003, C. 12, s.189-212.
La Nuova Enciclopedia Della Letteratura Garzanti, Milano, Garzanti, 1995.
Lodoli, Marco, Aylaklar, Çev. Nevin Özkan, İstanbul, İletişim Yayınları, 1993.
Mathews, Richard, Fantasy: The Liberation of Imagination, New York, Twayne
Publishers, 1997.
Öncel, Süheyla, Ġtalyan Edebiyatı Tarihi, 1. Kitap: BaĢlangıç Döneminden
Aydınlanma Çağına Kadar, Ankara, İtalyan Kültür Heyeti, 1997.
142
Özkan, Nevin, “Dino Buzzati: Yaşamı ve Sanatı”, Littera Dergisi, 1995, C. 6, s.78-
81.
Özkan, Nevin, Speelman, Raniero, ÇağdaĢ Ġtalyan Edebiyatından Fantastik
Öyküler, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2006.
Pazzaglia, Mario, Gli Autori Della Letteratura Italiana - Dalle origini alla fine
del Cinquecento, Bologna, Zanichelli, 1997.
Prosciutti, Ottavio, Pagine di scrittori italiani: ad uso degli studenti stranieri,
Perugia, Grafica, 1978.
Steinmetz, Jean-Luc, Fantastik Edebiyat, Çev. Hasan Fehmi Nemli, Ankara, Dost
Kitabevi Yayınları, 2006.
Tasso, Torquato, KurtarılmıĢ Kudüs (Seçme Kantolar), Çev. Alpay İzmirlier,
Elçin Kumru, M. Volkan Taşan, Ankara, İtalyan Kültür Heyeti, 1995.
Todorov, Tzvetan, Fantastik: Edebi Türe Yapısal Bir YaklaĢım, Çev. Nedret
Öztokat, İstanbul, Metis Yayınları, 2004.
Vanelli, Paolo, Le icone del testo: Saggi sulla narrativa italiana contemporanea,
Genova-Milano, Marietti, 2006.
Yılmaz, Zuhal, “Tatar Çölü”, Littera Dergisi, Nisan 2003, C. 12, s.131-136.
Yılmaz, Zuhal, “Fantastik Edebiyata Genel Bir Bakış-Stefano Benni ve
Stranalandia”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi,
2006, C. 46, S. 2, s. 127-142.
143
Elektronik Kaynaklar
http://biografieonline.it/img/bio/d/Dino_Buzzati.jpg
http://en.wikipedia.org/wiki/Dino_Buzzati
http://lafrusta.homestead.com/ rec_buzzati.html
http://papersbyjoantaber.blogstop.com/2006/10/dino-buzzati-inside-fantastic.html
http://s1.e-monsite.com/2008/11/17/10/880819769788804461104-jpg.jpg
http://teatroterze09.altervista.org/blog/wp-content/uploads/2008/01/buzzati.jpg
http://www.einaudi.it/libri/autore/marco-lodoli/0000550
http://www.ficciones.com.ar/Critica/alighieribuzzati.htm
http://www.ibs.it/code/9788804598947/segreto-del-bosco/buzzati-dino.html
http://www.ilknokta.com/kitap/77541/Colombre.html
http://www.italialibri.net/autori/buzzatid.html
http://www.lastampa.it/redazione/cmsSezioni/cultura/201004articoli/
54504girata.asp
http://www.liberolibro.it/dino-buzzati-barnabo-delle-montagne/
http://www.tdkterim.gov.tr/bts/
http://www.timas.com.tr/Icerik/Hakkimizda/Haberler/Daglar%C4%B1n-
Adam%C4%B1-Barnabo.aspx
http://www.wikipedia.org/