16

Dr. Muhammed Muhammed Ebû Mûsâ - isaretyayinlari.com.tr fileDr. Muhammed Muhammed Ebû Mûsâ Hâ-Mîm Sûreleri Belâğî Tefsîri 3 Şûrâ Sûresi Çeviren FATMA SERAP KARAMOLLAOĞLU

  • Upload
    others

  • View
    46

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Dr. Muhammed Muhammed Ebû Mûsâ

Hâ-Mîm Sûreleri Belâğî Tefsîri 3

Şûrâ Sûresi

Çeviren

FATMA SERAP KARAMOLLAOĞLU

FATMA SERAP KARAMOLLAOĞLU, 1955 de Balıke sir’de doğdu. İlk, orta ve lise tahsilinden sonra 1977 yılında Ankara Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldu. Çeşitli kuruluşlarda mesleğini icra ettikten sonra emekli oldu. Hep arzu ettiği İslâmî İlimler’e yöneldi. Kısa sürede Arapça öğrendi. Bu esnâda çeşitli kurslarda İslâmî Temel Eğitimi’ni tamamladı. Bir taraftan hat derslerine devam ederek sülüs-nesih icâzeti aldı. Belâğat derslerine devam ettikten sonra medrese icâzetini aldı. Belâğat Dersleri Serîsi olarak Meânî, Beyân, Bedî’ İlmi kitapları, Kur'ân ve Tefsirle alakalı tercüme çalışmaları vardır. Arapça eğitimi, Belâğat dersleri ve Kur’ân çalışmalarıyla meşgul olmaktadır. İn-gilizce ve Arapça bilen müellif evli, iki çocuk, altı torun sâhibidir.

Müellifin Yayınlanmış Eserleri:1- Hastalıkla Arınma (Tercüme), Özgü Yayınevi, 2010.2- Kur’ân’ın Edebî Dili Lafız-Ma’nâ Uyumu (Tercüme), İşaret Yayınları, 2010.3- Kur’ân Işığında Belâğat Dersleri-Meânî İlmi, İşaret Yayınları, 2013.4- Kur’ân Işığında Belâğat Dersleri-Beyân İlmi, İşaret Yayınları, 2013.5- Kur’ân Işığında Belâğat Dersleri-Bedî’ İlmi, İşaret Yayınları, 2013.6- Kur’ân-ı Kerîm’deki Duâ Âyetleri, İşaret Yayınları, 2016.7- Hâ-Mîm Sûreleri Belâğî Tefsîri 1: Ğâfir Sûresi (Tercüme), İşaret Yayınları, 2016.8- Hâ-Mîm Sûreleri Belâğî Tefsîri 2: Fussilet Sûresi (Tercüme), İşaret Yayınları, 2016.9- Hâ-Mîm Sûreleri Belâğî Tefsîri 3: Şûrâ Sûresi (Tercüme), İşaret Yayınları, 2017.

İçindekiler

Şûrâ Sûresi Âyet Fihristi .............................................................................................. 6

Sunuş ............................................................................................................................... 7

Muhammed Muhammed Ebû Mûsâ....................................................................... 9

Bağlı Olduğu Kurumlar ve Üyelikler ..................................................................... 9Kitap ve Araştırmaları ........................................................................................... 10

Mukaddime, Doğru Anlaşılması Gereken Konular ............................................ 11

Şûrâ Sûresi .................................................................................................................... 25

Tefsîre Giriş .................................................................................................................. 33

Beyit Fihristi ............................................................................................................... 291

Önemli Konular Fihristi .......................................................................................... 293

İŞARET YAYINLARI: 213 Kur’an Kitaplığı

Eserin Adı ve Yazarı Hâ-Mîm Sûreleri Belâğî Tefsîri 3

ŞÛRÂ SÛRESİ Dr. Muhammed Muhammed Ebû Mûsâ

Çeviren Fatma Serap Karamollaoğlu

1. Baskı: İstanbul, 2017

© İşaret Yayınları

Yayın Yönetmeni Dr. İsmet Uçma

Mizanpaj DBY Ajans

Kapak Hat Yüksel Yaşar

Kapak Tasarımı Yunus Karaarslan

Baskı-Cilt Şenyıldız Matbaacılık Yay. Ltd. Şti.

Gümüşsuyu Cad. No: 3/2 - Topkapı / İstanbul Tel: +90 212 483 47 91 (Sertifika No: 11964)

ISBN: 978-975-350-347-1

Sertifika no: 15826

Mizanpaj programı: InDesign Karakter: Utopia Std / Traditional Naskh

Font/Satır arası Türkçe Metin: 10,5/14,2 pt.

Arapça Metin: 17/29 pt.

İŞARET YAYINLARI Hobyar Mah. Ankara Cad. Ünal Han No: 21/1

34110 Cağaloğlu / İstanbul Tel: +90 212 519 17 28 - 528 30 63 Faks: +90 212 528 30 59 [email protected] • www.isaretyayinlari.com.tr

6 7

Sunuş

H alk arasında Hâ-Mîm’ler adıyla meşhur olup özel bir yeri olan yedi sûrenin üçüncüsü Şûrâ sûresi’dir. Müellifin bütün birikiminin or-

taya çıktığı bu tefsîrin, tefsîrler arasında istisna bir yere sahip olma özelliğiyle Türk ilim dünyasına büyük katkısı olacağı düşünülerek ve mümkün olduğu ölçüde yeterli altyapıya sahip olmayanların da istifade edebilmesini sağlaya-cak şekilde tercümesini yapmaya çalıştık. Tabii ki Arapça’nın olanca zengin-liğiyle belâğat sanatlarının en güzel örneklerinin verildiği, üstelik beşer değil Allah kelâmı olan Kur’ân sûrelerinin O’nun muradına uygun olarak açıklan-ması başlı başına bir mesele iken, bunun bir de Türkçe ifade edilmesi oldukça zordur. Aslında ders kitabı olarak okutulabilecek seviyede hazırlanmış olan bu tefsîrlerin bu ihtiyaca da cevap vereceği düşüncesiyle kitapta bazı düzen-lemeler yaptık.

Kitabın başına Şûrâ sûresi Arapça ve Türkçe meali olarak tam metin şek-linde konduğu gibi, kitabın içinde de her sayfanın üstüne incelenen âyetin Arapça metni yazılmıştır. Meal, Hasan Basri Çantay’a aittir. Bu Meal’in tercih edilmesi, mevcutlar içinde belâğî sanatlara en çok dikkat edeni olması ha-sebiyledir. Ancak kitapta aynı âyet veya âyette geçen ibareler çok fazla tekrar edildiği için her birinin yanına Türkçe meali konmamıştır. Mana ancak Arapça ibareyle açıklığa kavuştuğu için buralarda Arapça ibare koyma zorunluluğu vardı. Ancak daha önce veya sonra geçen ya da başka bir sûreye ait bir âyet varsa mealleriyle birlikte konmuştur.

Kitap içerisinde kelime veya harflerin kullanımıyla ilgili Arap şiirinden ve-rilen örnekler –Türk okuyucusuna pek birşey ifade etmeyeceği düşüncesiyle– çıkarılmıştır. Zira kitapta geçen bu beyitler, öncesindeki veya sonrasındaki

ŞÛRÂ SÛRESİ

Âyet Fihristi

Âyet Sayfa no1-2 333-5 45

6 547 598 689 75

10 7811 8112 9113 9314 10315 11016 122

17-18 12819-20 13521-23 142

24 16825-26 17427-28 181

29 18730-31 19432-34 201

35 21236-43 21644-46 244

47 26148 266

49-50 27451 279

52-53 282

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

8 9

Muhammed Muhammed Ebû Mûsâ

1937 yılında Mısır’da doğdu. Kur’ân hâfızı olup Ezher’e girdi. Arab Dili Bölümü’nden 1963 yılında mezun oldu.

1967: Ezher Üniversitesi Arab Dili Bölümü takdîrle yüksek lisans.

1971: Doktora, en yüksek dereceyle.

1976: Danışman [müşârik] Dr.

1981: Profesör.

1973-1977: Libya Bingazi Üniversitesi. Burada iki kitâb yazdı. Delâlâtu’t-Terâkib ve Tasvîru’l-Beyânî.

1977: Ezher’e dönüş.

1977: İslâmî Ümmü Durman Üniversitesi, 3 ay.

1981-1985: Ümmü’l-Kura Üniversitesi-Mekke.

1985: Ezher Üniversitesi Belâğat Bölümü başkanlığı.

1987: Ezher Üniversitesi Belâğat Bölümü Hoca Yetiştirme dâimî üyesi.

1994-...: Ümmü’l-Kura Üniversitesi-Mekke.

Bağlı Olduğu Kurumlar ve Üyelikler

• Ezher ve Ummu’l-Kurâ Üniversiteleri Yüksek Lisans ve Doktora Çalış-maları Danışmanı.

• Ayrıca Ezher ve Ummu’l-Kurâ Üniversiteleri Yüksek Lisans ve Doktora Çalışmaları Denetçisi, bunun yanında Medinetu’l-Münevvere İslâm Üniversitesi, İmam Muhammed b. Suud Üniversitesi, Umûmî olarak kızların ta‘lîm reisliği, Bahreyn’de Bahreyn Üniversitesi, Ürdün’de Yer-mük Üniversitesi.

beyitler bilinmedikçe anlaşılmayacak, anlatılan konuya da bir katkı sağlama-yacaktır. Yine de bunlar kitabın sonunda bir fihrist olarak meraklısı için kon-muştur.

Bazı yerlerde ilmî bir tarzda ve kısaca ifade edilen konulara açıklık getir-mek üzere –Çeviren notu olarak– birtakım izahlar yapılmıştır.

Bu serideki kitaplarda cehennem’i ifade eden nâr, cahîm ve benzeri ke-limeler cehennem diye çevrilmeyip aralarındaki farkın buharlaşmaması için olduğu gibi bırakılmıştır.

Kitabın sonuna beyit fihristi yanında, bir de konu fihristi konmuştur. Bu-nun hem güzel olacağı hem de belâğat derslerine katkı sağlayacağı düşünül-müştür.

Bu çalışmanın yazıya geçirilmesinde büyük emeği olan sevgili arkada-şım Şükran Kaya’ya, desteklerini benden esirgemeyen aile efradıma ve di-ğer çalışmalarım gibi bunun da basımını üstlenen İşaret Yayınları’na sonsuz şükranlarımı sunarım. Bu çalışma inşâallah onların da amel defterlerinde ye-rini alacaktır.

Tercümeyi yaparken hem mana hem ifade açısından en güzelini yapmaya çalıştıysak da aciz bir kul olmak hasebiyle hatalarımız olmuştur. Bunların ba-riz olmamasını umuyor, bu çalışmanın sadaka-ı câriye kabîlinden günahla-rımıza kefâret olmasını Rabbimizden niyaz ediyor, Türk halkına ve talebelere faydalı olması duasını yapıyoruz.

Fatma Serap Karamollaoğlu İstanbul, 2017

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

10 11

Kitap ve Araştırmaları

• Hasâisu’t-Terâkîb (6. baskı, Mektebe Vehbe, Kâhire1996)

• Delâlâtu’t-Terâkîb (4. baskı, Mektebe Vehbe, Kâhire 2008)

• Tasvîru’l-Beyânî, Beyân Meseleleri Üzerinde İncelemeler (5. baskı, Mektebe

Vehbe, Kâhire 1997)

• Âl-i Hâmîm, Ğâfir-Fussilet, Beyânın Sırları Üzerinde Çalışmalar (Mektebe

Vehbe, Kâhire 2009)

• Âl-i Hâmîm, Şûrâ-Zuhruf-Dûhân, Beyânın Sırları Üzerinde Çalışmalar

(Mektebe Vehbe, Kâhire 2010)

• Âl-i Hâmîm, Câsiye-Ahkâf, Beyânın Sırları Üzerinde Çalışmalar (Mektebe

Vehbe, Kâhire, 2011)

• Âl-i Hâmîm, Zümer-Muhammed ve Âl-i Hâ-Mîm İle Alâkaları, Beyânın Sır-

ları Üzerinde Çalışmalar (Mektebe Vehbe, Kâhire 2012)

• Kur’ânî Ta‘birlerin Esrârı, Ahzâb Sûresi Üzerinde Çalışmalar (2. baskı, Mek-

tebe Vehbe, Kâhire 1996)

• Zemahşerî Tefsîri’ndeki Kur’ânî Belâğat ve Belâğat Üzerindeki Etkileri (2.

baskı, Mektebe Vehbe, Kâhire ?)

• Kadîm Edebiyât Okumaları (Mektebe Vehbe, Kâhire ?)

• Belâğat ve Şiir Üzerinde Çalışmalar (Mektebe Vehbe, Kâhire ?)

• İ‘câzü’l-Beyânî, İlim Ehlinin Mirâsı Üzerinde Belâğî Etüdler (3. baskı, Mek-

tebe Vehbe, Kâhire ?)

• el-Kavsü’l-Uzerâ ve Kırâ‘atu’t-Turâs (Mektebe Vehbe, Kâhire ?)

• Abdu’l-Kâhir Cürcânî’nin Kitâbına Giriş (Mektebe Vehbe, Kâhire ?)

• Belâğat Dersi Usûlü’nde Kaynaklar (Mektebe Vehbe, Kâhire ?)

• Sahîhi Buhârî Hadisleri’nin Şerhi (Mektebe Vehbe, Kâhire ?)

• Câhiliye Şiiri (Mektebe Vehbe, Kâhire 2007)

• Takrîb Minhâcu’l-Buleğâ, İhzâmu’l-Kartâcanî (Mektebe Vehbe, Kâhire ?)

Mukaddime Doğru Anlaşılması Gereken Konular

Allah Teâlâ’ya hamd ederim ve ondan yardım isterim. Yarattıklarının en

hayırlısına, âline ve ashabına salât ü selâm ederim.

İlimler tarihi olsun, insanlık tarihi olsun bütün ilimlerde, bütün millet-

lerde, bütün tarihlerde belli sabiteler vardır. Bunlardan biri de herhangi bir

ilimde çalışacak olan kişinin, o daldaki ilim meselelerini kapsayacak, hem

cüz’iyatı hem külliyatı bilecek, o konuda yetişmiş önceki âlimlerin bilgilerine,

usullerine hâkim olacak şekilde yüksek bir mertebeye ulaşmış olmasının ge-

rekliliğidir. Bu dalda yetişip serpilmiş olması gerekir –muhakkak ki rızık (ne-

tice) ictihad miktarıncadır– ki, içinde yaşadığı ve gereklerini yerine getirdiği

bu ilimdeki çalışmaları bu ilmin bazı meselelerini onaylasın, bazı problem-

leri çözümlesin, bu konuda gizli kalmış bazı noktaları aydınlatsın, görüşler

arasında bir tercihte bulunsun, öncekilerin sözlerinde kapalı olarak gelmiş

–gerçeğe ulaşmalarına ramak kaldığı halde– son noktası konmamış bazı asıl-

ları ortaya çıkarsın, bunların anlaşılmasını sağlasın, vs. Geçmiş âlimlerin at-

tığı sayılı adımlar, öncekilerin sözü üzerine tesis edilmiş veya onlara izafe

edilmiştir. Onların görüşlerini silen, yok eden adımlar değildir. Bu adımlar;

içinde yaşadığı ilimle alakalı, ihlaslı, sadık âlimlerin koyduğu mütevazi tuğla-

lardır. Mesela İmam Şâfiî sadece fıkıh konusunda çalışmış, fıkha katkıda bu-

lunmuş, onu yıkmamıştır. Sibeveyh, sadece nahiv konusunda çalışmış, nahve

katkıda bulunmuş, onu yıkmamıştır. Ama Şâfiî, her ikisinin de ilmine sahip

olduğu halde hem fıkıh hem de nahiv konusunda çalışmamıştır. Abdulkahir

de fıkıh âlimlerinden olmakla birlikte sadece belağat konusunda çalışmıştır.

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

12 13

Mukaddime

kapalı kalmış konuların ancak bu şekilde açıklanabileceğini söylerler. Onların tuttuğu bu yol; adeta bir büyücü fanusudur ki, buna sahip olan kişiye hiçbir şey gizli kalmaz. Önceki âlimlerimiz bu metodları bilmedikleri için mazurdurlar ve onların fıkıh, sünnet ve tefsîr konusundaki sözleri bir vehimden ibarettir.

Ben bunları okuyorum ve kendi kendime bu kişilerin niçin ihtisas sahibi oldukları ilim konusunda çalışmadıklarını, o ilme yeni bir şeyler ilave etme-diklerini, yeni bir kitap yazmadıklarını veya ortaya daha önce çalışılmamış yeni bir konu atmadıklarını soruyorum. Çünkü benim âlimlerimden öğren-diğim şey, bir ilme bir satır bile ilave etmenin, bizden sonrakilere bir kapı aç-tığıdır. Ebul Feth, Ebû Ali’den işittiği şeyler üzerine yeni bir konu tesis etmiştir. İşte bu yeni, müctehid (!) âlimler niçin böyle geniş bir alt yapıya sahip olduğu, uzun senelerini verdiği ilmi konusunda daha fazla çalışmamaktadır? Halbuki o, bütün dallarıyla birlikte tabiat ilimlerinde icat edilecek entelektüel buluş-lara ne kadar ihtiyacımız olduğunu bilmektedir. Biz, bu akılcı buluşlara muh-tacız. O halde niçin bunlardan bambaşka bir konuya, özellikle İslâmi ilimler dairesine sıçramıştır? Niçin buradan Allah’ın helalleri ve haramları konusuna girmiştir? Niçin buradan tefsîr ve te’vîl konusuna karışmıştır? Niçin ümme-tin icmâ ettiği şeylere muhalif şeyler söylemiştir? Ve benzeri, cevabını bula-madığım birçok soru daha…

Bir âlimin bir meseledeki görüşünü reddetmek kabul edilebilir ama onun bu meseledeki bütün görüşlerini reddetmek makbul değildir. Ya da bir âlimin bir metodunu ve metodunun asıllarını reddetmek mümkündür, ama tüm za-manlar ve mekanlardaki bütün ilimlere ve bu geniş kapsamlı ilimlerin bütün âlimlerine ve sözlerine karşı çıkmak –ki ümmet sahabe zamanından bugüne kadar bu ilimler içinde yaşamıştır, sen ise bu ilmin mensublarından değilsin ve daha önce de bu ilim yoluna girmemişsin– makbul değildir.

Garip olan, bu kabul edilmiş olan şeyleri, asılları ve ferleri yıkıp bu enka-zın üzerine yeni kabuller bina eden, yeni usuller, yeni teferruatlar icat eden bu kitapların, müthiş bir çaba ve geniş kapsamlı incelemeler gerektiren çalışma-lar ve çok sayıda kaynak içermesi ve tesis edildiği metodun kurallarına ikna etme kudretine sahip olmasıdır. Bunlar, hakkın göbeğine/bâtınına bâtıl fide-ler dikmeye kâdirdir ve gayesine erişmek için hızlı bir çaba içindedir.

Yine garip olan bir şey de dışarıdan içine daldığı ilimlere dahil olan bu müctehid tek bir kişi değildir. Bunlar son zamanlarda ortaya çıkmış bir gruptur.

Bütün tarih boyunca durum böyledir. Âlimlerimizin ve müctehidlerimizin ta-bakatı böyle olmuştur.

Bunlar herkes tarafından bilinir ve bu konuda hiçbir ihtilaf ve münakaşa sözkonusu değildir. Bunları söylememin sebebi, son yıllarda karşımıza çıkan bazı durumlar ve makamlardır. Bunlar fikir ve ilim tarihinde görülmemiş du-rumlardır. Mesela fizik, matematik veya diğer tabiat ilimlerindeki dallardan birinde mütehassıs olan bir âlim ortaya çıkar ve Arapça veya İslâmi ilimle-rin hepsinde birden çalışmaya başlar ve müctehid (!) olur. Halbuki bu ilim-ler, onun sahip olduğu ana dalın kapsamında değildir ve onun bu çalışması –ister Hadis ister Kur’ân ilimlerinden olsun fark etmez– muhaddislerin, mü-fessirlerin ve fakihlerimizin inşa ettiği ilimlerdeki söylevlerini bozmaya daya-nır ki bu âlimlerin ilimleri de kapasiteleri de bizden daha fazladır. Onlar gibisi kolay bulunmaz, onlar âlimlerimizin en kerimleridir. Şu anda, İmam Şâfiî za-manından, onun soyundan, neslinden, onu takip edenlerden çok az bulunur. Benzer şekilde İmam Mâlik ile rekabet edecek kişilerin sayısı bir elin parmak-larını geçmez. Aynı şey Halil, Sibeveyh ve diğerleri için de geçerlidir. Zamanı-mızda gördüğümüz şey, ehil olmadıkları halde bu ilimlere dahil olan mücte-hidlerdir. Bu sözde müctehidler, 15 asırdan beri gelişerek gelmekte olan önceki âlimlerin ilmini yakar, yıkar, yok ederler. Bunlar, “Her ilimde âlimlerin icma ettikleri fikirlerde tezatlar vardır ve ümmet bunda ittifak halindedir” derler. Halbuki bu kişi daha önce söylediğimiz gibi tabiat âlimlerinden biridir, onun dallarından biri üzerinde çalışmıştır, o konuda ihtisas sahibidir. Bu kişi, en yük-sek ilmi diplomaya sahiptir, üniversitede ders verir ve mevkiinde yükselmek için kitaplar yazar. İlgili olduğu alanda yüksek lisans ve doktora tezi vardır. Bu durum, bu çalışmalar arasında nasıl olup da bu kadar geniş bir fıkıh, tefsir ve hadis ilmi elde etmeye vakit bulabildiği konusunda hayret uyandırır. Üstelik o, bu konuları sadece öğrenmekle kalmamış, bütün bu ilimlerde müctehid (!) derecesine yükselmiştir. Tarih boyunca bütün ümmetlerdeki âlimlerin yaptığı gibi, bu ilimlerden birine bir tuğla koymakla yetinmemiş, âlimlerimizin söy-lediği her şeyi temelinden iyice sarsmıştır. Yıkıcı rüzgârı ile onların fikir saha-larını tamamen boşaltmış, sonra oraya her konuda yeni fikirler ekmiştir. Bü-tün tefsîrlerde, bütün Kur’ân ilimlerinde ve sünnette…

Tarih boyunca aklî hayat için bilinmeyen, kabul görmeyen bu yolun, bu görüşlerin kabul edilmesi için karmaşık, çetrefilli, modern metotlarla hadisler sunarlar ki tarih boyunca kapalı kalmış şeylerin bilinmesi mümkün olsun. Bu

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

14 15

Mukaddime

sistemi, bu adalet sisteminin uygulamalarını reddeden “İslâmî cemaatler” adı verilen bir filiz verdi. Bu cemaatler hapishanelerdedir ve ben bu hapishaneleri aşırılık konusunda komutanlar yetiştirmede mükemmel bir medrese mesa-besinde görüyorum. İnsanlar, kendilerinden bu tehlikeleri savuşturmak için bakışlarını eğitilmiş İslâmî fikirlere doğru yöneltti. İşte bu yeni türeyen tema-yüller de onlara bir karşılık oldu.

Diyorum ki; bu temayül; çağdaş yolları takdim eden her ülkedeki bu bö-lünmeleri açıklar, ki bu çağdaş metodlar ilim kapılarını açar. Eğitim görme-miş her aklın kendisiyle hakîkat arasında bir duvar vardır ve kişi bu duvar sebebiyle hakîkatten soyutlanmış, uzaklaşmıştır. Aslında bu duvar onu sa-dece bu yöntemden uzaklaştırır. Böylece hiç kimsenin mücadele edemeye-ceği kabul edilmiş hakikatleri gösterir. Bu müşterek bölünmelerin en önem-lisi, İslâm’ın iki yönü olduğudur. Bunlardan biri, mutlak olan yöndür ki Azîz Kitap’taki vahiy, mutlak hakîkatler, mutlak kemaller bundandır. İkinci yön ise, nisbî yöndür ki bu mutlak hakikatlerin beşere nisbetle algılanmasıdır. Biz bu nisbî anlayıştan sorumluyuz. Bu anlayış nesilden nesile değişebilir. Çünkü bu nisbî anlayış, arzdaki ilmî ve kültürel kanunlara bağlıdır ve bu da nesilden nesile değişmektedir. Sahabe neslinin kültür, hal ve ilim ışığında nisbî anla-yışları mutlaktı, kesindi. Yaşadıkları adada, yaşadıkları zamanda efendiydiler ve Rasûlullah’ın (s.a) hâli de onların hâli gibiydi. Onun, kavminin yaşadığı mekân, zaman, kültür ve ilim seviyesinden uzak olması da mümkün değildi. Onun tefsîri ve Kitap’tan yaptığı çıkarımlar bizi bağlamaz, çünkü biz, mutlak olan Kur’ân’ı bambaşka bir kültürün, bambaşka bir ilmin, bambaşka bir me-deniyetin ışığında anlayabiliriz. Hiç kimse Peygamberimiz’in (s.a) Kur’ân’ı kâmil bir şekilde te’vîl etmeye kudreti olduğunu iddia edemez. Eğer böyle yapsaydı, beşere sımsıkı yapışmış olan nisbî seviyeyi aşmış ve ilahî bir dere-ceye ulaşmış olurdu. Çünkü mutlak kâmil te’vîl, ancak Allah tarafından olur. Kim böyle bir iddiada bulunursa o zaman Muhammed’i (s.a) Allah’a ortak koşmuş olur. Nebî (s.a) ve ashâbı, olayları vahiy olarak değerlendirmiyordu. Vahiy, Peygamber’in (s.a) içinde yaşadığı muayyen zarfta vaki olan belli iliş-kilere ve bunlara hakîki zaman ve mekân aleminin cevabıydı. Bunlara sün-net denilmesi; nebînin nebî olarak yaşantısı olması dolayısıyladır. Onun insan olma hasebiyle yaşadığı hayata gelince, biz hayatında ve ölümünden sonra o’na tâbi olmakla emrolunmadık. Biz sadece bazı âyetlerde hayattayken o’na tâbi olmakla ve bazı âyetlerde de o’na hem ölümünde hem de yaşarken tâbi

Sadece Arap dünyasına da mahsus değildir. Onların kitaplarının hepsi, baba-ları bir anneleri farklı üvey çocuklar gibidir. Hepsinin tek bir gayesi vardır o da, Kur’ân âyetlerinin asrımızın kültürü ışığında yorumlanmasının mümkün olduğudur. Çağdaş medeniyetin ışığında yorumlanamayacak hiçbir şey kal-mamıştır. Bu görüş bağlayıcı değildir. Bu mukaddimede işaret ettiğim şeyler; bu kitapların hepsinde aynıdır. Bu kitapların hepsi çetrefilli modern ilim me-totlarının semeresidir ve bu metodları okuyup öğrenmeyen kişi, ilmin haki-katlerini bilmekten uzaktır. Bizden öncekiler bu metodlara vakıf olmadıkları için vehimlere kapılmışlardır, bu nedenle de mazurdurlar. Ancak zamanımız-daki kişiler bu konuda mazur değildir, çünkü Kitap ve Sünneti bu metot ışı-ğında okumak zorundadırlar. Bunların çoğu, Arapça ve İslâmî ilimler içinde yetişmemiş, bu ilimleri okumamış, bambaşka bir alemden buraya düşmüşler-dir. O halde niçin bunlar İslâmî ilimlerden daha ziyade ihtiyaç duyduğumuz kendi ilimleri ile meşgul olmuyorlar? Halbuki o ilimlerde ihtisaslaşmışlardır. Niçin bu alana girmişlerdir? Herkesin kabul ettiği bir şey vardır ki ilim, ancak ehlinden gelirse kabul görür ve bir mühendise orucun hükümleri sorulmaz. Soru-cevap derecesi, fetva derecesi değildir. İnsanlar mescidin imamına he-lal ve haram meselelerini sorarlar, çünkü o, bunları okumuştur, bunların şu-urundadır, bunları bilir ve bildiği kadarıyla da cevap verir. Bu bir derecedir, fetva vermek ise başka bir derecedir. Bu kişilerin kendilerini koydukları mer-tebe ise, müftü derecesinin de üstündedir. Zira müftünün müctehid olması gerekmez. O, fıkıh ilmini geniş bir şekilde tahsil etmiş kişidir, müctehidin de-recesi ise müftünün derecesinin üstündedir. Bunlar müftü ve müctehid dere-cesinin üstüne çıkmışlar ve ictihadları için kitaplar yazmışlardır. Bütün fıkhı yerinden söküp, külünü denizlere savuran fırtına olmuşlardır ve yeni bir fıkıh, yeni bir anlayış getirmişlerdir. Böylece Sünnet ilimlerinin tamamını yerinden sökmüşlerdir. Yeni bir Sünnet tarifi getirmiş, Sünnet için yeni bir değer biç-mişlerdir. Bu sünnetin mekânı Sünnetten başka bir mekândır. Bu iş, tefsîrde ve Kur’ân ilimlerinde daha az olmuştur. Bunun benzeri tarih boyunca hiç gö-rülmüş müdür? Hangi ümmette görülmüştür? Hiç ümmetin içinde müftü sa-rığıyla dolaşan Galen gibi biri görülmüş müdür?

Acayip olan, bu temayüllerin nasıl da birdenbire türeyip ortaya çıktığı-dır. Bu kitapların hepsi, bütün Arap başkentlerinde sözleşmiş gibi aynı anda birdenbire ortaya çıkmıştır. Aynı anda toplumumuzun her tarafından benzer sesler yükselmiştir. Bu, çok uygun vaziyet ve zamanlardır. Çünkü Arap adalet

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

16 17

Mukaddime

lugavî eserler onu tanır. Ebû Ali’nin meseleleri üzerinde, ondan önce de Mü-berred ve Sibeveyh üzerinde çalışmış olan Abdulhâlık da bir diğer örnektir. Sanki bunların hepsi bu müellifte toplanmıştır. Halbuki ben bu kişilerin tabi-lerinden ve başkalarından da öğrendim, işittim ve ilim aldım, ama hiçbirin-den Ebû Ali’nin, Müberred’in veya Sibeveyh’in fikirlerini geliştirdiklerini id-dia ettiklerini işitmedim.

İslâm’ın bu üvey evlatlarına göre mühim olan böbürlenmek, kibirlenmek, iddia etmekteki kudrettir ve o bu konularda hiçbir sınır tanımaz.

Söze ilk olarak bu yönelişin sonuçlarından biri olan Ebû Ali el-Fârisî’nin metodunu geliştirme projesinden başlayacağım. Bu proje, umûmî olarak da husûsî olarak da her Müslüman için hem Kur’ân hem tarih hakkında vurucu bir darbe olmuştur. Bu projeye göre mushaflarda zikredilen kitap Kur’ân değil-dir. Allah Teâlâ mu‘cîz bir Kur’ân vahyetmiştir ki o müteşâbihtir. Bir de mu‘cîz olmayan bir kitap indirmiştir ki o da muhkemdir ve Kur’ân değildir. Kur’ân’daki muhkem olan şeyler; bütün teklif âyetleri ve hükümlerdir; baştan sona muh-kem olan Tevbe sûresi gibi. Kur’ân’dan olmayanlara örnek de Abese sûresi’dir. Her muhkem âyet de Kur’ân ve mu’cîz değildir. Bununla beraber tehaddî en

kısa sure ile veya ona denk olanla yapılmış ve Allah ا sözüyle asla yapa-mayacaklarını haber vermiştir. Bu sözlerin kaynağı Hicr sûresi'nin ilk âyetinde

Kur’ân’ın kitab’a atfedilmiş olmasıdır: آن אب و כ אت ا כ آ ,Elif, lâm] ا râ. Bunlar kitabın, (hakikatleri) apaçık anlatan Kur’ân’ın âyetleridir]. Buradaki atıf, bunların farklı şeyler olduğunu ifade eder. Dolayısıyla Kur’ân başka, ki-tap başka bir şeydir. Tabiî bu sözden pek çok netice çıkar, bunların en önem-lisi de Mushaf’ın yarıya yakınının “Kur’ân” değil, “kitap” olduğudur. Aynı şe-kilde Kur’ân’a atfedilmiş olan Furkân ve Seb‘û’l-Mesanî de “Kur’ân” değildir. İşte böylece Kur’ân tarlasında at koşturan, zikzaklar çizen, isyankâr sözler de-vam eder gider. Bu neticelerle birlikte Ebû Ali ve Ebu’l-Feth ve diğerleri şöyle söyler: “Atıf, farklı sıfatlar arasında yapılır.” Yani bir şey farklı vasıflar nedeniyle kendisine atfedilebilir. Birşey okunmakla ve yazılmakla vasıflanabilir. Bu şiir için de böyledir. Buna delil getirmeye gerek yoktur, çünkü lise öğrencileri bile bunu bilir. O halde nasıl olur da büyük imamlarımızdan üçünün ilimlerini ge-liştiren kişi bundan câhil olur, bunu bilmez? Kaldı ki o; fıkhın, tefsîrin ve ha-disin tümünü değiştiren bir yola girmiştir. Şaşılacak başka bir şey de şudur ki, bu mübarek hocanın kelâmı, ince ilimlere mahsustur. Halbuki böyle ilmî

olmakla emrolunduk. Bunun alâmeti Kur’ân’da vardır, Âl-i İmrân/132’de

ل وا ـ ا ا -şeklinde ifade edilmiştir. Bu [Allah’a ve Rasulune itaat edin] وأrada Peygamber Efendimiz (s.a), lafza-ı celâl'e atfedilmiştir, o halde hayattayken

de vefatından sonra da o'na itaat etmekle emrolunduk. ل ا ا وأ ـ ا ا وأ[Allah’a itaat edin ve Rasule itaat edin] şeklindeki Teğabün/12'den ise, Peygamber'e (s.a) sadece hayattayken itaat etmekle emrolunduğumuzu an-lıyoruz. Çünkü bu âyette itaat edin fiili tekrarlanmıştır. Bu da onun, öncekin-den bağımsız bir itaat olduğuna işaret eder.

Allah Teâlâ’nın bize zorunlu kıldığı din, bizim Kur’ân’dan anladığımız şey-dir. Çünkü Kur’ân “mutlak hakikat” olarak tabir edilir. Ancak zaman, mekân, ilim, kültür ve medeniyet seviyeleri dolayısıyla insanların anlayışı farklıdır. Bu da, bir zorluktur. Ancak din budur. Biz Kur’ân’ı te’vîl ederiz ve bu te’vîl, beşerî, nisbî olur. Zorunlu olarak da her te’vîl farklı kültür ve medeniyet çevresinde olur. Çünkü bu te’vîl, ilim ve kültür seviyesine boyun eğer. Bu çevreden kur-tulmamız mümkün değildir, bu nedenle de kıraat sayısı çoğalmış ve farklılaş-mıştır. Doğudaki İslâm’ın batıdaki İslâm’dan, bugünün İslâm’ının dünkünden, yarınki İslâm’ın bugünden farklı olmasının bir zararı yoktur. Zira onlara göre bu; Kur’ân’ın hakîki i‘câzı, mucizesidir. Bu, her zaman ve mekânda geçerli olan reform manasıdır. Bu kitaplardan birini okusan sanki onların hepsini okumuş gibi olursun ve bunların hepsinin tek bir babanın farklı annelerden olma yüce oğulları olduğunu anlarsın ve bu sözünde herhangi bir mecaz yoktur.

Arzımızda birdenbire boy gösteren ve esip gürleyerek arzımızı her ta-raftan saran bu eğitimin bazı sonuçları ortaya çıkmıştır. Müellifi bir üniver-sitede profesör olan, eğitim veren, çok ihtiyaç duyduğumuz tabiat ilimlerin-den birinde ilmî makaleler ve kitaplar yazan bu kitaplardan birinde Müellif’in şu sözlerini okudum: “Bu kitabı yazmamın sebebi Ebû Ali el-Fârisî’nin ve iki büyük kutbun fikirlerini geliştirmek içindir. O iki büyük kutup İbn Cinnî ve Abdulkahir’dir. Bu ikisi Ebû Ali el-Farisî’nin takipçileridir.” Bu sözler şaşıla-cak şeylerdir. Öyle görünüyor ki Ebû Tayyib’in dediği gibi bu acayiplik, çok alıştıkları için insanların gözüne çarpmamıştır. Bu acâyiplik yönlerinden biri; en büyük âlimlerimizden bazıları Ebû Ali’nin, bazıları Ebu’l-Feth’in, bazıları da Abdulkahir’in ilmine yoğunlaşmıştır ve onlar bizim en zekîlerimizdendir. Bunlar hakkında fikir edinmek için sadece Ebu’l-Feth’in ilmine yoğunlaşmış olan Muhammed Ali Neccâr’ı incelemek yeterlidir. Dünyanın her yerindeki

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

18 19

Mukaddime

א א آ אه א إ אب ا כ Hâ, Mîm. (Hidâyet yolunu) apâşikâr] واgösteren (şu) kitaba andederim ki, hakikat Biz onu, Arabca bir Kur’ân yaptık].

Şüphe yok ki bu âyetteki אه sözündeki zamir “kitab”a aittir ve Arapça olan Kur’ân, “kitap”tır. İşte böylece bu kişilerin amaçladığı eleştiriler konusunda ümmet icma etmemiştir, çünkü Hak kelâm açıktır.

Yine ümmet, onların sünnete uymak konusundaki sözlerinde de icma et-

memiştir. Çünkü Allah Teâlâ Haşr/7’de ا א אכ א وه و ل ا אכ א آ و[Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da sakının] buyurmuştur.

Sünnetin o’nun özel hayatı olduğu, bizi bağlamadığı, o’nun Kitap anla-yışı ve çıkarımlarının, zamanıyla, mekânıyla, kültürüyle sınırlı olduğu şeklin-

deki iddialar ise Nahl/44’le iptal edilir: ل إ א אس [Tâ ki insanlara,

kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın]. İlimlerin aslı olan felsefe ve mo-dern metotlarla korkutmak, aslı olmayan bir sözdür. Sahih yollar, sahih neti-celere yol açar. Âyetleri anlamadaki bu hatalı anlayış ve ümmetin içtimâ ve it-tifak ettiği şeye karşı çıkmak cüreti bizim yolumuz değildir. Selefimizin takip ettiği yolda devam etmeyi bu kadar şiddetli bir şekilde reddetmek de bizim yolumuz değildir. Bu yol, ümmetin tarihinde köklü bir yoldur, herkes bu yolda yürümüştür. Onlar nesilleri için eserler bırakmıştır. Onlardan sonraki nesil-lerin daveti de selefin üzerinde olduğu esaslara dayalıdır. Bu yeni yöneliş bu yolu, esası inkâr eder. Hatta bu inkâr, onları ümmetin icma ettiği şeyi nakzet-tiğini açıkça söylemeyen kişiye düşmanlık etmeye kadar sürükler. Zîra bizim içimizde Batı medeniyetini, ilim ve kültürünü seven başka bir topluluk daha vardır. Ancak bunların başka bir amacı vardır. Bizim dinimizi, kavmiyetçiliği-mizi, Arapçılığımızı vs. dillerine dolayarak etraflarına gençleri toplamışlardır. Bu tatlı kelâmın altındaki yönlendirmede başka bir filiz göze çarpar. Selefin daveti konusunda bir alay, çirkinleştirme, kibirlenme, küçümseme sezilir. Bu müellifin sözlerine benzer şeyler televizyon dizilerinde, âlimlerin sözlerinde de görülür. Bu alaycı hayâlî tasvirlerden biri, “Selefîler ve Selefîlik, içinde yaşa-dığı asrı reddeder, kendini içinde yaşadığı asırdan soyutlar ve ısrarla ilk asırda yaşadığını iddia eder. İlk asır geçmiştir, o asra tekrar dönmek imkânsızdır. Do-layısıyla Selefîlik veyahut da Selefîler havada asılı kalmışlardır. Boştadırlar, sanki zaman ve mekân dışıdırlar” demeleridir. Bütün bunlar vehimdir. Ben

makâleler yazan birinden beklenen ilk şey; metodunu, kurallarını belirlemesi, dikkatli ve hassas olması, iddialı sözlerden uzak olmasıdır. Çünkü eğitim gör-müş akıl için ilimde cüretkar olmak ve ihtiyatı elden bırakmak en büyük teh-likelerden biridir. Ancak Allah Teâlâ aramızda bunların da, âlimlerimizin de bulunmasını dilemiştir. Ben de bu konuyu burada bırakıyor ve bütün kitapta geçerli olan anlayışlarından örnekler vermeye geçiyorum.

Bunlardan biri, ي ا ـכ و ـ دون ا ى آن أن ا ا ـ א כאن وאب כ ا و [Bu Kur’an Allah(ındır. On)dan başkasının uydurması değildir. O, ancak kendinden evvelki (kitab)ları tasdik ve o kitabı [Allah’ın levh-i mahfuzda yazdığını] tafsîl eder] şeklindeki Yûnus/37. âyeti okuyup burada üç konu olduğunu söylemesidir. Birincisi Kur’ân, ikincisi ellerinde olan şey, üçüncüsü de kitabın tafsîlidir. Sonra da bu taksim üzerine istediği fikri tesis eder. Mühim olan Kur’ân’ın ellerinde olandan farklı bir şey oluşu ve kitab’ın tafsîlinin de Kur’ân’dan başka bir şey oluşudur. Âyetin delâleti açık olmakla beraber, bunda iki kapak arasında olan şeyin tamamının Kur’ân olmadığı ve hepsinin mu’cize olmadığı konusunda şiddetli bir zorlama vardır. Diyebilir-siniz ki, Bu Kur’ân uydurulmaz sözünün manası, “uydurulmasının mümkün olmadığı”dır. Çünkü Allah’ın kelamı mu’cizdir, mu’cize ise herhangi biri tara-

fından uydurulamaz demektir. Bu, א כאن sözünün değeridir. Bu yüce manaوsebebiyle âyet, “Bu Kur’ân uydurulmamıştır” demez. Bu en güzel yerlerden biridir. Diğer taraftan âyet, Kur’ân'ın ellerindeki şeyi, yani geçmiş kitapları tas-dik ettiğini haber vermektedir. Çünkü dinlerin aslı birdir, o da diğer kitaplarda

olduğu gibi Kur’ân'dadır. Allah Teâlâ Şûrâ/13'te א و ا כ ع ا و ا ا أن أ

و و ا إ

א א و כ و א إ ي أو א وا

[O, “Dini doğru tutun, onda tefrikaya düşmeyin” diye (asl-ı) dînden hem Nûh’a tavsiye ettiğini, hem sana vahyeylediğimizi, hem İbrâhîm’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi sizin için de şerîat yaptı] buyurmuştur. Burada bu üç vecih-den başka bir yön söz konusu değildir. Tevbe sûresi’nin, Abese sûresi’nin ve bütün muhkem âyetlerin Kur’ân’dan olmadığını söyleyenler din ehli olmadığı gibi, bunu söyleyenler de lisan ehli değildir.

Onların ellerindeki şeyin tafsiline gelince; o da, İslâm şeriatidir. Lisan eh-linin anladığı bu manalara açıkça delâlet eden başka âyetler de vardır. Kitab’ın Kur’ân olduğuna dair en açık delil Zuhruf sûresi’nin başındaki âyetlerdir:

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

20 21

Mukaddime

bizden daha efdaldiler. Ancak ben, Selefîyye’nin elbiseyi kısaltmak, sarığı ve sakalı düzeltmek gibi bütün gün boyunca sahibini meşgul eden işlerle uğraş-masını anlamıyorum. Allah’ı razı edecek sevapları küçümsemekten Allah’a sı-ğınırım, ancak biz, bir hurma yarısı ile de olsa kendimizi ateşten korumakla emrolunduk. Yine O’nu kızdıracak şeyleri küçümsemekten Allah’a sığınırım ki onlarda da tehlike vardır. Ama ben başka şeyleri değil, önceliği olan şeyleri tertip etmek istiyorum. Ben Selefîye’yi böyle basit şeylere hasretmeyi redde-diyorum, çünkü bu selefin bulunduğu durumu bozmak, fesada uğratmaktır. Biz, “Eğer şehirde bir katır tökezlese, bundan ben sorumlu olurum” diyen ki-şilerin hâkim olmasını istiyoruz. Yani, hayvanlarının halini gözeten kişinin on-lara hâkim olduğu gibi, bize de durumumuzu gözeten kişilerin hâkim olma-sını istiyoruz. Şimdilik bu kadarla yetiniyor ve Allah’a hamd ediyoruz.

Ancak Selefîye’nin bu komik şekilde tasvirine gelince, biz çocuklarımızın gözünde böyle olmak istemiyoruz. Çünkü dünü ile övünmeyenin ne bugün ne de yarın bir değeri yoktur. Şeref, doğruluk ve yüce gönüllülükle gayesine doğru koşan seçkin kişinin kalemi, karalanmayı hak etmeyen kişiyi sadece kendisinden yüz çevirdiği için karalamaz. Güzelliği hak etmeyen kişiyi de sırf kendisine yöneldiği için güzellikle anmaz veya ona iyilik yapmaz. Bunları söy-lüyorum, çünkü bu kitapların Kur’ân te’vîlinde mercî oldukları konusunda ıs-rarcı olmaları dikkatimi çekti. Onların kitapları, söylemi ve Arap aklını yeni-lemekte tek mercîdir. O söylem, asrın medeniyeti ve dünya medeniyeti diye isimlendirdiğimiz sömürgeci Avrupa medeniyetidir. Kim ona yapışır ve içine girerse, aklını ve nefsini bu yola sokarsa onların ilimleri, onun ilimleri olur. Onların yolları onun yolu, onların değerleri onun değerleri olur ve onların za-manında yaşar. Bunu yapmayan zamandan soyutlanır, çağdışı kalır, havada asılı kalır ve zaman dairesinden çıkar. Niçin biz bu Hıristiyan Avrupa mede-niyetine hayranlık duyuyoruz da diğer medeniyetlere duymuyoruz? Halbuki onlar bize daha yakındır. Meselâ Çin, Japonya, Malezya, Türkiye medeniyet-leri gibi. Bütün yoğunlaşma bizimle savaşan, şehirlerimizi çalan, bizi yeniden imar etmek isteyen ve kanlarımızı helal görenlerin medeniyeti üzerinedir.

Mukaddime biraz uzun oldu ve ben şimdi onların yazdıkları fıkhî dokü-manlardan, literatürden bir örnek vermek istiyorum ki yaptıklarını daha iyi anlayalım. Provakatif bir konu olması hasebiyle kadınların giyinmesi konu-sunu seçtim.

ümmetin, Selefî, Tebliğci vs. gibi cemaatlere bölünmesinden nefret ediyorum. Bizim için “Müslümanız” demekten daha fazîletli ve toplayıcı bir kelime yok-tur. Kur’ân okuyan herkese Allah (c.c) Nûh (a.s) zamanından Peygamber (s.a) efendimiz zamanına kadar bütün peygamberlere dini ikame etmelerini ve tef-rikaya düşmemelerini emretmiştir. Dini ikame eden ümmetin birliğini, tek bir ilişki üzerine kurmuştur. Bu da, fırkacılıktan şiddetle sakındırmaktır. Hiziplere bölünmek konusundaki şiddetli ikaz beni gerçekten filan profesörün cihad ör-gütünün başkanı olması veya bilmem hangi profesörün şu örgütün başkanı olması açısından gerçekten çok korkutuyor. Bunları araştırıyorum ve hiçbiri-nin güvenilir, doğru-düzgün İslâmî dersler görmediğini anlıyorum. Öyle ki bu düzenli, doğru-dürüst eğitimlerde bir üst halkaya geçebilmek için önce biri-nin bitirilmesi gerekir. Ben hayatımda hiçbir gruba dahil olmadım çünkü kal-bimde müslüman olduğum gerçeğinin üzerinde başka hiçbir şey yoktur. Di-ğer yandan ben, selefin üzerinde olduğu şeye davet ediyorum. Bu yolda, bu kişilerin tasvir ettiği komedi sözkonusu değildir. Üzücü olan, çocuklarımıza, tarihimizin yabancılaştığı şeyi ellerimizle yazıyor olmamızdır. Benim selefin yoluna davet etmemin iki sebebi vardır: Birincisi, İslâmiyet’in bu kadar ge-niş bir alana yayılması dolayısıyla dine bulaşmış olabilecek hurâfeler, dalâlet ve bid’atlardan dini arındırmak ve Müslümanların ilmî seviyelerdeki ihtilafı-dır. Ancak ümmetin bu konuda aşırı gitmesi de câiz değildir, ki dinini bu ki-şilerden almasın. Zira onlardan her biri Kur’ân’ı kendi ilmi ve kültürü çerçe-vesinde tefsîr eder, sonra gördüğü çerçevede Allah’a boyun eğer ve böylece tek bir evin içinde farklı şekillerdeki İslâm’ı görmek mümkün olur. Selefe geri dönmeye çağırmamın ikinci sebebi ise; onlar gibi sâdık, onlar gibi ihlâslı, onlar gibi ciddi olmamız ve onlar gibi mülkiyetimizi savunmamızdır. Onların top-raklarını kontrol altında tuttukları gibi, biz de topraklarımızı kontrol altında tutmalıyız. Onların olduğu gibi bizim de adil hâkimlerimiz vardır, onların ol-duğu gibi bizim de teröristlerimiz vardır, onlarda olduğu gibi bizim de işleri-mizi idare etmekte çok kudretli olanlarımız vardır. Böylece eskiden olduğu gibi bize ait herhangi bir toprakta veya mevkîde bize en kudretlimiz hükmetsin! Bu sorumluluğu alan kişi yandaş ya da karşıt gibi görünenlerden sarf-ı nazar ederek ondan daha kifâyetli biri olsun! Kifâyet önceliklidir. Böylece bizi yöne-tenler ve etrafındakiler bir otorite elde edemezler; selefin zamanında da elde edemediği gibi. İşte biz bunun için selefin yoluna davet ediyoruz ve inanıyo-ruz ki onlar arasında da ihtilaf vardı, ancak yine de onlar yaşadıkları zamanda

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

22 23

Mukaddime

zaman ve mekân çerçevesinde anlamıştır. Bu görüş, kimse için bağlayıcı de-ğildir. Âyet, kıyafet konusundaki asgarî sınırı koymuştur, bunu ihmâl eden bir kadın günahkâr olur. Eğer insanların arasına, üzerine himârını almadan çı-karsa günah işlemiş olur ve bunu yapmadığı için Rasûlullah (s.a) ona uygun gördüğü cezayı/haddi uygular. Yüzünü ve ellerini örttüğü zaman da günahkâr olur. Şer’î örtü bu iki had arasındadır. Yeryüzündeki kadınlar için başka bir şer’î kural yoktur. Ancak üzerinde açıklıklarını örten himârı olmadan, yani âyetin zikrettiği bölgeleri açıkta iken dışarı çıkarsa bu anlayış, felsefe temelleri üze-rine bina edilmiş çağdaş metotların ortaya koyduğu bir anlayış olur.

Bu kitaplarda delâletlerini anlamadığım işaretler de vardır. Mesela Fâtiha

sûresi'nin, أ اط ا ،

اط ا א ا -Bizi doğru yola, ken] اdilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet] âyetlerinin tefsîrinde derler ki: “Allah’ın bizi de nimet verdiği kişilerin arasına sokması için dua ettiğimiz ve her namazda bunun için ısrar ettiğimiz bu kişiler, Mûsâ (a.s) zamanındaki İsrailoğulları’dır. Onlar Mûsâ’ya (a.s) eziyet etmiş ve Allah, Mûsâ’yı (a.s) onların elinden kurtar-mış olmasına rağmen Fâtiha’da zikredilen en yüce misal olmuşlardır. Onlar, Mûsâ’nın (a.s) kendilerine, “Ey kavmim! Niye bana eziyet ediyorsunuz, hal-buki benim Allah’ın Rasûlü olduğumu biliyorsunuz” dediği kavmindeki ki-şilerdir. Onlar buzağıyı ilah edinmişlerdir. Allah’ın kendileri için denizi yar-dığı ve bu denizi geçtikten sonra putlara tapan kavimleri gördükleri vakit, “Ey Mûsâ! Bize de onlarınki gibi ilahlar yap” diyen insanlardır.

Başka bir işaret de, Rasûlullah’ın (s.a), Medîne Yahudilerinin dinlerini değiştirmeyeceklerini bilmesine rağmen İslâm’a davet ederek bir düşman-lık başlatmış olmasıdır. Onun bu daveti aralarında düşmanlığa sebep oldu. Ben de şimdi soruyorum acaba bu yeni ortaya çıkan aydınlanmacı hareketle Yahudiler arasında bir yakınlık var mıdır? Onların çağdaş kıraatlerde de par-mağı var mıdır?

Bununla yetiniyorum ve Kur’ân ilimleri âlimlerine, sünnet ve fıkıh âlimlerine tekrar hitab ediyorum ki, bu tehlikeye karşı talebelerini uyarsınlar. Kitapları-nın mukaddimelerinde buna işaret etsinler ama onları reddetmek için kitap yazmasınlar. Çünkü onlar, delillerden faydalanmayı hak eden öğrenciler de-ğillerdir. Hedef, onları geri döndürmek değildir, zîra onlar asla geri dönmeye-cektir. Giriş olarak bu kadarla yetiniyorum, bu takdimden sonra kalemimi bu lekelerden kurtarmak için yıkıyor ve şerefli ilme başlıyorum. Şerefli, değerli

Bir kadının kıyafeti konusunda vâcib olan, güvenilen hüküm şudur ki, ör-

tünmemiş bir kadını yabancı erkekler görmemelidir. Buna, و

[Baş örtülerini, yakalarının üstünü (kapayacak surette) koysun-lar] (Nûr/31) âyeti delil teşkil eder. Peygamber (s.a) efendimizin de şöyle bir hadisi vardır: “Kadın, yüzü ve iki eli hariç tamamıyla avrettir.” Bize düşen mutlak hakîkati nisbî, beşerî bir şekilde anlamak ve bu anlayışı asrın kültürü, kompleks, çağdaş metodlar ve İshak Newton’un kanunları, modern diller vs. ve müellifi abartılı bir şekilde saygıdeğer olarak hissetmenizi sağlayacak söz-ler eşliğinde zihnimizde bulundurmaktır. Bütün bunları göz önünde bulun-

durduğumuzda ب kelimesinin, 'in çoğulu olduğunu görürüz. Ceyb,

“iki tabaka arasında bulunan bir açıklık, yırtık, delik” demektir. אر sadece başörtüsü değildir. O, kadının bütün açıklıklarını ya da başka bir deyişle ka-dında yarık, delik, yırtık denebilecek her şeyi örten şeydir. Yani kadının önün-dekileri ve arkasındakileri, iki göğsünü ve arasındakileri, iki budunu ve fer-cini örten şeydir. Nûr âyeti, kadınlar için kesin bir bağlayıcılık ifade eder ki; iki karnı, iki göğsü, iki budu arasındakileri, fercini ve diğer her yerini örtme-sini gerektirir. Kadının örtünmemiş bir yeri kalmamalıdır. İnsanların arasına çıktığında, caddelerde ve çarşılarda yürüdüğünde onun için bir sıkıntı olma-

ması için bu yerleri örter, üzerine אر koyar ve böylece mü’min, sâlihâ, ko-runan ve boyun eğen itaatkâr bir kadın olur. Allah'ın emrine karşı gelmemiş olur. Eğer “kadının bütün sırtı avrettir” dersen “evet sıkıntı yok” derim, “iki budu arası bütünüyle avrettir” dersen “evet sıkıntı yok” derim, “bütün karnı ve bütün ferci avrettir” dersen “evet sıkıntı yok” derim. Metod sahibi olan her-kesin bu âyet-i kerimeden anladıkları budur ve bu, Nûr âyetinin örtü konu-sundaki anlayışıdır. Felsefe yapmaya ve “kadınlar bu bölgeleri çıplak olarak mı çıkıyorlardı da örtmekle yükümlü oldular” diye soruşturmaya gerek yok-tur. Zira bu soru, âyetin çağdaş okuyuşu neticesidir. Çağdaşlara göre selef ve halef, kendi çaplarında mazurdur çünkü onlar, bu modern metoda sahip de-ğildiler. Bunun aksi bir söz kendini beğenmiş, yobaz ve gericidir. Bu cevap, Nûr âyetine olan nisbetledir.

Peygamber efendimizin (s.a), “Kadın yüzü ve iki eli hariç tamâmen avrettir” sözüne gelince, ilk olarak bu söz bağlayıcı değildir, çünkü o, mutlak hakîkatin beşerî, nisbî anlayışıdır. Rasûlullah (s.a) onu, içinde yaşadığı kültür, medeniyet,

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

24 25

Rahmân ve Rahîm olan Allahın adıyla

1- Hâ, Mim. 2- Ayn, Sin, Kâf. 3- O mutlak gâlip, O hüküm ve hikmet sahibi Allah sana da, senden ev-velkilere de işte böyle vah-yeder. 4- Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur. O(nun şânı) çok yüce, (bürhânı) çok büyüktür. 5- Gökler nerdeyse tepele-rinden çatlayacaklar. Me-lekler Rabb’lerine hamd ile tesbîh ediyorlar. Yer-deki kimselerin de yar-lığanmalarını istiyorlar. Gözünüzü açın, şüphe-siz Allah, O, çok yarlığa-yıcıdır, çok esirgeyicidir. 6- O’ndan başka velîler edinenlere gelince: Allah onların üzerinde dâimâ görüp gözetleyicidir. Sen (Habîbim) onların üstünde bir vekîl değilsin. 7- Şe-hirlerin anası (halkı)na ve etrâfında bulunanlara gelecek tehlikeleri haber vermen için ve hakkında hiçbir şüphe bulunma-yan o toplanma günü-nün dehşetiyle korkutman için sana böyle Arabça bir Kur’ân vahyettik. (Onlardan) bir takımı cennette, bir takımı cehennemdedir. 8- Eğer Allah dileseydi onları elbet bir tek ümmet de yapardı. Fakat O, kimi dilerse onu rah-metine sokar. Zâlimler(e gelince:) Onların ne bir hâmisi, ne de (başkaca) bir yardımcısı yoktur. 9- Yoksa onlar Allah’tan başkasını dostlar mı edindiler? İşte Allah! (Asıl) dost O’dur. Ölüleri O diriltir. O, her şeye hakkıyla kâdirdir. 10- (Kâfirlerle) ihtilâf ettiğiniz her-hangi birşey hakkında hüküm vermek Allah’a aittir. İşte benim Rabbim (O hâkim) olan Allah’tır. Ben ancak O’na güvenip dayandım. (Her müşkilde) ben yalnız O’na dönerim.

ŞÛRÂ SÛRESİ﷽

ا כ وا ا כ (2)۞ة۩ب כ (1)۞ة۩ب

א ات و ا א (3)۞ة۩ب כ ا ا כ ا

ات כאد ا (4)۞ة۩ب ا

ا رض و ا ر

ن ئכ وا ن ر ا ان ا رض ا ا ون

و אء ا

او دو وا ا (5)۞ة۩ب وا ا

א כ او (6)۞ة۩ب وכ כ א ا و

ر א و ى و ر ام ا א א ا כ ا

و ا ر م ا כ ة و وا ا אء ا (7)۞ة۩ب و ا א ن א وا ر אء אء

او دو وا ا ام (8)۞ة۩ب و و

כ و ا ـ و ا א

כ ء ا א و (9)۞ة۩ب ء

(10)۞ة۩ب ا وا כ ر ا כ ذ ا ا

ulemâmızın sünnet ve emzirme gibi konularda sert ve şiddetli çatışmalarını görmek beni korkutuyor. Maalesef din konusunda benzeri karalamalar ve daha kötüleri de oluyor. Allah’tan işlerimizin kötü sonucundan hepimizi ko-rumasını ve bu safsatalardan bizi kurtarmasını istiyoruz.

א א و آ و و ا Dr. Muhammed Muhammed Ebû Mûsâ

27 Cemâziye'l-Âhir 1430 Çarşamba 17 Haziran 2009

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

26 27

Şûrâ Sûresi

16- Allah(ın dini) hak-kında, kendisine icabet edilen şeyin ardından, (hâlâ) münâkaşa eden-lerin (öne sürecekleri bü-tün) hüccetleri Rabb’leri indinde boştur. Onların üzerlerine hem (inatla-rından dolayı) bir gazab, hem (küfürlerinden nâşî) kendilerine çetin bir azab vardır. 17- Allah, hakkın ikâmesine sebeb olmak üzere kitap(lar)ı ve mîzânı indirendir. Ne bilirsin, belki de o sâat yakındır. 18- Buna inanmaz olanlar onun çabuk (gelmesini) ister(ler). İnananlar ise ondan korku içindedir-ler. Bilirler ki o, şüphesiz haktır. Gözünüzü açın ki o sâat hakkında (şüphe-lenip) mücâdele edenler herhalde (hakdan) uzak bir sapıklık (çukurun)da-dırlar. 19- Allah, kullarına çok lütufkârdır. Kimi di-lerse onu rızıklandırır. O (muradına hâkim ve) kavîdir, yegâne gâliptir. 20- Kim âhiret ekimi di-lerse onun ekinini artırı-rız. Kim de (sâde) dünya ekimini isterse ona da (yalnız) bundan veririz. Âhirette ise onun hiçbir nasibi yoktur. 21- Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri (o fâsid) din(lerin)den kendilerine şerîat (çıkarıp) yapan ortakları mı var? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı ara-larında mutlaka (dünyada icrâ) edilmiş (işleri bitirilmiş)ti bile. Şüphesiz ki o zâlimler için hakkı çetin bir azab vardır. 22- Sen o zâlimlerin (dünyada) işleyip kazandıkları (kö-tülükler) yüzünden (kıyâmet gününde nasıl) korkulara dûçar olacaklarını –ki bu (kötü-lüklerin cezası o gün mutlaka) onların başına gelecektir– göreceksin. Îmân edip de iyi iyi amel (ve hareket)lerde bulunanlar ise cennetlerin (has) bahçelerindedir. Rabb’leri huzurunda ne dilerlerse (hepsi) onlarındır. İşte bu, büyük fazl(u kerem)in ta kendisidir.

ا א ا ن א وا و و ر دا א אب כ ا ل ا ي

ـ ا ا (16)۞ة۩ب اب

(17)۞ة۩ب א ا כ ر א و ان واا ا وا א ن ا א ا ان ا ا א ا ن و א ن (18)۞ة۩ب ا ل א ا אرون (19)۞ة۩ب ا ي ا و אء زق אده

כאن و د ة

ث ا כאن ة

ا א א و א ث ا ا ا ا כ ام (20)۞ة۩ب

ا כ و ا ذن א א ا ى (21)۞ة۩ب

ا اب א ا وان

ا ا وا ـ وا و ا כ א

אت ا אت رو אت א ا ا و(22)۞ة۩ب כ ا ا כ ذ ر אؤن א

11- (O) gökleri ve yeri ya-ratandır. Size hem kendi (cins)inizden eşler, hem davarlardan eşler yaptı. Sizi bu sûretle (zürriyyet-lendirip) üretiyor. O’nun (benzeri olmak şöyle dur-sun) benzeri gibisi (dahi) yoktur. O, hakkıyla işiten, kemâliyle görendir. 12- Göklerin ve yerin anah-tarları O’nundur. Kimi di-lerse onun rızkını yayar, (dilediğininkini de) kısar. Çünkü O, her şeyi çok iyi bilendir. 13- O, “Dini doğru tutun, onda tefrikaya düş-meyin” diye (asl-ı) dînden hem Nûh’a tavsiye etti-ğini, hem sana vahyeyle-diğimizi, hem İbrâhîm’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi sizin için de şerîat yaptı. Senin ken-dilerini davet etmekte ol-duğun (bu) şey müşrik-lerin üzerinde büyüdü (ağır geldi). Allah kimi dilerse buna onu seçip çeker, (ancak Kendisine itâatla) dönmekte olanları buna muvaffak eder. 14- Onlar ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki ihtiras yüzün-den, ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden ad verilmiş bir

vadeye kadar bir söz geçmiş olmasaydı aralarında muhakkak hüküm verilmiş (her şey olup bitirilmişti) bile. Onlardan sonra kitaba mirasçı yapılanlar da ondan mutlak şüp-heci bir tereddüt içindedirler. 15- İşte bunun için sen (Habîbim onları tevhide) davet et. Emrolunduğun vech ile dosdoğru harekette sebat kıl. Onların hevâ (ve heves)lerine uyma ve de ki: “Ben Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda (icrâ-yı) adâlet etmemle emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amel (ve hareket)lerimiz bize, sizin amel (ve hareket)leriniz de size aittir. Bizimle sizin ara-nızda hiçbir husumet yoktur. Allah hepimizi birlikte toplayacak. Dönüş ancak O’nadır.”

כ ا כ رض وا ات ا

א כ

رؤכ א אم ازوا ا א و ازواات ا א (11)۞ة۩ب

ا

ا و ء כ ا ر و אء زق ا رض واא א و ا כ ع (12)۞ة۩ب

ء و

ا

א و א و כ ا א او ي ـ وا

כ ا و ا ا ا ان وאء ا

ا ا א כ ا

ا ا א و (13)۞ة۩ب ا ي و

כ و א ا אء א

ا وان ا ا כ ر

(14)۞ة۩ب כ אب כ ا ا اور

اء ا و ت ا א כ

وا אدع כ ل ت

وا אب כ ا ل ا א ا و כ א ا כ א و א א ا ـ כ א ور ر ا כ (15)۞ة۩ب

ا وا א ا כ و א

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

28 29

Şûrâ Sûresi

32- Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O’nun âyetlerindendir. 33- Eğer O, dilerse rüzgârı durdurur da (gemiler denizin) sırtı üs-tünde (akmayıp) kalırlar. Şüp-hesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için kat‘î âyetler vardır. 34- Yahut (Allah bu gemileri, binenlerin) ka-zandıkları (günâhlar) yüzün-den (fırtına ile batırıp) helâk eder. (İçlerindekilerden) bir çoğunu da bağışlar (kurta-rır). 35- (Tâ ki) âyetlerimiz hakkında mücâdele etmekte olanlar, kendileri için kaç(ıp kurtul)acakları hiçbir yer ol-madığını bilsin(ler). 36-39- Size verilen şey dünya haya-tının (geçici birer) fâidesidir. Allah indinde olan (sevab) ise daha hayırlı, daha süreklidir. (Bu sevablar) îmân edip de an-cak Rabb’lerine güvenip dayan-makta, büyük günâhlardan ve fâhiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman bizzat (kusurları) örtmekte (bağışla-makta) olanlara, Rabb’lerinin (tevhid ve ibâdete ait davetine) icabet edenlere, namaz(ların)ı dosdoğru kılanlara –ki bun-ların işleri aralarında müşa-vere (ile)dir–, kendilerini rı-zıklandırdığımız şeylerden (Allah’a tâat uğrunda) harca-makta bulunanlara, kendile-rine tağallüb ve zulüm vâki olduğu zaman elbirlik (mazluma) yardım eyleyenlere mahsustur. 40- Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme)dir. Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükâfâtı Allah’a aittir. Şüphe yok ki O, zâlimleri aslâ sevmez. 41- Kim kendisine (yapılan) zulmün ardından herhalde hakkını alırsa bunlar aleyhinde (mesuliyyete) bir yol yoktur. 42- O yol ancak insanlara zulüm etmekte, yer(yüzün)de hak-sız olarak teğallübe kalkmakta olanlara karşıdır. İşte bunlar (yok mu), bunların hakkı pek acıklı bir azâbdır. 43- Bununla beraber kim sabreder, (suçları) örter, (bağışlar)sa işte bu, şüphesiz ve elbet azm olunacak umurdandır. 44- Allah kimi şaşırtırsa bundan sonra onun hiçbir hâmîsi yoktur. O zâlimleri göreceksin ki onlar azâbı gördükleri zaman “(Dünyaya) geri dönmeye bir yol var mı?” diyeceklerdir.

כ م (32)۞ة۩ب ان כא ا ار ا א ا و

כ אت כ ذ ه ان رواכ ا (34)۞ة۩ب כ ا و א כ ر (33)۞ة۩ب او כ אر א (35)۞ة۩ب א א

א ان אد ا و

وا ا א א و ة ا אع ا ء

او

ن وا (36)۞ة۩ب ن כ ر و ا ا

(37)۞ة۩ب ون ا

א واذا ا وا ا אئ כـرى وا ة ا ا א وا

ا א ا وا ا א اذا ا ن (38)۞ة۩ب وا א א رز

و א وا א ئ

ئ ؤا ون (39)۞ة۩ب و

ا (40)۞ة۩ب و א ا ا ا ه א ا א ا (41)۞ة۩ب א ئכ אو ئכ او ا رض ا ن אس و ن ا ام כ ان ذ و (42)۞ة۩ب و

اب ا ى ه و

و א ا ر (43)۞ة۩ب و ا (44)۞ة۩ب د ا ن اب א راوا ا א ا

23- İşte bu, Allah’ın –îmân edip de iyi iyi amel (ve hare-ket)lerde bulunan– kullarına müjdelemekte olduğu (saadet)tir. (Habîbim) de ki: “Ben bu (teblîğime) karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfât istemiyorum.” Kim bir güzellik kazanırsa Biz onun bu husus-taki güzelliğini artırırız. Çünkü Allah çok yarlığayıcıdır. (Güzel amellere karşı güzel sevab ve) mükâfât ile mukâbele edici-dir. 24- Yoksa “O, Allah’a karşı bir yalan düzdü” mü derler? Fakat eğer Allah dilerse senin kalbini mühürler, Allah bâtılı (yaşatmaz) mahveder. Sözle-riyle hakkı yerine getirir. Şüp-hesiz ki O, kalblerde olan (sır)ları dahi bilendir. 25- O, kul-larının tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini (tevbe ile) bağışlayan, ne işlerseniz bi-lendir. 26- Îmân edip de iyi iyi amel (ve hareket)lerde bulunanlar(ın duasın)a icabet eder. Onlara fazl(u kerem)in-den (daha nicesini) artırır da. Kâfirlere gelince: Onlar için de çok çetin bir azab vardır. 27- Eğer Allah (bütün) kullarına (müsâvât üzere) bol rızık ver-seydi yer(yüzün)de muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı. Fakat O, ne miktar dilerse (rızkı o kadar) indirir. Şüphe yok ki O, kulların(ın her ha-

lin)den hakkıyla haberdârdır, (her şeyi) kemâliyle görendir. 28- O, (insanlar) ümidlerini kesdik-ten sonra, yağmuru indirmekte, rahmetini yaymakta olandır. O, hakiki yâr, her hamde sezâvârdır. 29- Göklerin ve yerin ve bunlar içinde yayıp ürettiği canlıların yaratılışı O’nun âyetlerindendir. O, bütün bunları (kıyâmet gününde) toplamaya da, dileyeceği zaman, hakkıyla kâdirdir. 30- Sizi çar-pan her musibet, kendi ellerinizin (ihtiyarınızın) işleyip kazandığı (günâhlar) yüzündendir. (Bu-nunla beraber Allah) bir çoğunu da affeder (de musibete uğratmaz.) 31- Siz yer(yüzün)de (Allah’ı) aciz bırakabilecekler değilsiniz. Sizin Allah’tan başka ne bir hâmîniz, ne bir yardımcınız yoktur.

אت א ا ا ا و ا אده ا ا

ي כ ا ذ و ا

ة د ا ا ا ا כ ـ ا ر (23)۞ة۩ب כ ر א ان ا א د ف

ا אن א כ ا ى ن ا ام

ا א כ ا و א ا ا כ و אده

ا ي ا و (24)۞ة۩ب ور ا ات و (25)۞ة۩ب ن א و ـאت ا ا و و אت א ا ا و ا ا ازق ا ا و (26)۞ة۩ب اب ون

כא وا ا אء א ر ل כ و رض ا ا אده

א ل ا ي ا (27)۞ة۩ب و אده

א ا (28)۞ة۩ب و ا

ا و ر ا و و ا د א א رض و ات وا ا א

כ א א ا (29)۞ة۩ب و אء اذا

א ا (30)۞ة۩ب و כ ا و כ

ا כ (31)۞ة۩ب و

و دون ا כ א رض و ا

Şûrâ Sûresi Belâğî Tefsîri

30 31

Şûrâ Sûresi

52- İşte Biz, sana da (Habîbim) böylece em-rimizden bir rûh vahyet-dik. Halbuki (vahiyden evvel) kitab nedir, îmân nedir, sen bilmezdin. Fa-kat biz onu bir nûr yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek ona hidâyet ederiz. Şüphesiz ki sen herhalde doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun. 53- (Öyle doğru bir yol ki, o) göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Kendisinin olan Allah’ın yoludur. Gö-zünüzü açın: (Bütün) işler ancak Allah’a dönüp varır.

ري א כ א ا א כ رو א ا כ او وכ

ي را אه כ و אن ا و אب כ ا א اط

ا ي כ وا א אد

אء ات ا א ي ا ا اط

(52)۞ة۩ب (53)۞ة۩ب ر ا

ا ا ا رض ا א و

45- Onların (ateşe) arz olunurlarken, zilletten boyunlarını büke büke göz ucuyla (nasıl) ba-kacaklarını göreceksin. Îmân etmiş olanlar (şöyle) demiş(ler)dir (diyecek-lerdir): “Gerçek hüsrana düşenler, kıyâmet günü kendilerini de, taraftarla-rını da hüsrâna uğratan-lardır.” Gözünüzü açın ki zâlimler muhakkak sürekli bir azab içindedirler. 46- Onların Allah’tan başka kendilerine yardım ede-cek, hiçbir dostları yok-tur. Allah kimi sapıklıkta bırakırsa ona hiçbir yol yoktur. 47- Allah’tan red-dine asla çare olmayacak bir gün gelmezden evvel Rabbiniz(in davetin)e ica-bet edin. O gün sizin için ne sığınacak bir yer, sizin için ne de (günâhlarınızı) inkâr(a bir mecal) yoktur. 48- Eğer onlar (îmândan) yine yüz çevirirlerse biz seni (zaten) onların üze-rine bir bekçi göndermedik ya. Sana âid olan (vazîfe), tebliğden başkası değildir. Hakikat Biz insana tarafı-mızdan bir ni’met tattırdı-ğımız vakit o, bununla fe-rahlanır. Eğer onlara, kendi

ellerinin öne sürdükleri (ihtiyârlarıyla irtikâb ettikleri) şeyler (günâhlar) yüzünden, bir fenalık isabet ederse o zaman da insan cidden bir nankördür. 49- Göklerin ve yerin mülk (ve tasarruf)u Allah’ındır. Ne dilerse yaratır O. Kimi dilerse ona kız (evlâd)lar bağışlar, kimi dilerse ona erkek (evlâd)lar lütfeder. 50- Yahut (o çocukları) erkekler, dişiler ol-mak üzere çift verir. Kimi de dilerse onu kısır bırakır. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, (her şeye) kâdirdir. 51- (Ya) bir vahy ile ya bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de Kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça Allah’ın hiçbir beşere kelâm söylemesi (vâki) olmamıştır. Şüphesiz ki O, çok yücedir, mutlak bir hüküm ve hikmet sahibidir.

ون ل ا א א ن و

א ا ان ا ا ا אل و ف

ان ا ا م

وا ا وا ا

כאن א و (45)۞ة۩ب اب א اא ا و ا دون و אء

او

ان כ

ا ا (46)۞ة۩ب א و ئ א כ א

ا د م אك א ار ا אن ا (47)۞ة۩ب כ כא אن א ا א اذا اذ غ وا ا כ ا א ان

ا א ئ א وان ح ر

رض ات وا כ ا ر (48)۞ة۩ب אن כ אن ا و א א ا אء אء א و א א وا א ا ذכ و او (49)۞ة۩ب ر כ ا אء ان

א כאن (50)۞ة۩ب و

א ا אء

אب او ائ ور א او و ا ا כ(51)۞ة۩ب כ

ا אء א ـאذ

ر