Upload
yol-siyasi-dergi
View
257
Download
7
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
TKP E leştiris i
M. Sinan
Özgürlükçü Sol u Beklerken
Umut Aydın
VaroşlarÜzerine
N oda r-llOkmeydanı
Deneyimi
Fikret Kızıltan
Günümüz İnsanının Düşünce
Antinom ileri Üzerine
Gözlem ler-I
Hasan Oğuz
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
“İktidar olmadan dünyayı değiştirmek” sırf “sivil toplumun” baskısıyla, burjuvazinin kendi sınıfsal özünün değiştirilebileceği düşüne denk düşer. Elementlerin özünü-yapısmı değiştirmek, ancak onların atom çekirdeklerinin nötron bombardımanıyla dağıtılmasıyla mümkün oluyor. Burjuvazinin kendi çıkarları konusunda, atom çekirdeği kadar katı olmadığını düşlemek için elde hangi kanıt var?
İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek’
Mümkün mü?Mehmet Yılmazer
i
Jose Clemente Orozco / Hispano America
Irak Savaşı ndan Hareketle Emperyalizm’ ve Direniş’ Üzerine Notlar
Mehmet Yılmazer
Kapitalizm leMücadeledeDayanışma,Öz Örgütlenme Halk İn is iya tifle ri Üzerine
M . Özgür
I rakınRus Petrollerine Etkisi ve Khodorkovsky Neden Tutuklandı?
Ayşe Tansever
co■stcoT -
Oco
Z(Ow
MART 2004 SAY!:
ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
3 MEHMET YILMAZER
Devlet ve iktidar Sorunuİktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek’ mümkün mü?
24 M. SİNAN
TKP Eleştirisi
39 UMUT AYDIN
‘Özgürlükçü S o lu Beklerken
4 6 MEHMET YILMAZER
Irak Savaşı'ndan Hareketle ‘Emperyalizm’ ve 'Direniş' Üzerine Notlar
55 M. ÖZGÜR
Kapitalizmle M ücadelede Dayanışma, Ö z Örgütlenme
Halk inisiyatifleri Üzerine
76 FİKRET KIZILTAN
Varoşlar Üzerine notlar - II
Okmeydanı Deneyimi
89 AYŞE TANSEVER
Irak’ın Rus Petrollerine Etkisi ve Khodorkovsky Neden Tutuklandı?
103 HASAN OĞUZ
Günüm üz insanının Düşünce Antinomileri Üzerine Gözlem ler - 1
(21. Yüzyılda insan ve Felsefe)
Mehmet Yılmazer
DEVLET VE İKTİDAR SORUNU ‘İKTİDAR OLMADAN DÜNYAYI DEĞİŞTİRM EK’ MÜMKÜN MÜ?
G İR İŞ
Günümüzde dünya ve elbette Türkiye’de devrimci hareket o kadar zayıf ki, devlet ve ona bağlı olarak iktidar sorununu konuşmak tümüyle bir “ teorik gevezelik” gibi görülebilir. Bu yazıyı yazmaya başladığımızda Mombai’deki Dünya Sosyal Forumu yeni bitmişti. Yine aynı müthiş canlılık, çeşitlilik ve coşku; fakat her forum sonrası ortada aynı soru duruyor. “ Bu şenlik böyle nereye kadar gider?” Dünya egemenleriyle nasıl hesaplaşabiliriz? “ Başka bir dünya mümkün!” Ancak nasıl ve hangi yollardan gidilerek bu “ başka dünya”ya ulaşılabilir? Bu soruyu sorduğumuzda devrimci mücadelenin Paris Komünü’nden beri önünde duran “ devlet ve iktidar sorunu” yeniden, üstelik çok daha karmaşık olarak karşımıza çıkar.
İnsanlık 20. yüzyılın büyük bölümünde yaşadığı “ sosyalist iktidar” deneyini bir çöküşle noktaladı. Bunun insan düşüncesinde ve sosyal hareketler üzerinde derin etkileri olduğu açık. En büyük etkisi “ ufuk kaybı"dır. Gelecek görünmez olmuştur, buna bağlı olarak devrim, devlet ve iktidar sorunları bu yenilginin prizmasında büyük bir çarpılmaya uğramıştır. “ Başka bir dünya mümkündür!” Ancak nasıl? Kapitalizme karşı muhalif hareketler iktidar ufuklarını, yani “ dev
let olma” hedeflerini yitirirlerse “ başka bir dünya” ne ölçüde mümkündür?
Bu sorun insanlığın önünde bir postmodern espri olmaktan öteye, özellikle 90 sonrası yaşananların bir sonucu olarak yoğunlaşan bir sorun olarak duruyor. Günümüzde devlet ve iktidar sorununu mücadelenin ufkundan silen hem teorik hem de pratik meydan okumalar vardır.
Teorik meydan okumaların tarihi oldukça gerilere gitse de, günümüzde postmodernizmin yaygınlaşmasıyla belli bir yoğunluk kazanmıştır. Batı’da doğup büyüyen bu teorik eğilim artık küreselleşmenin sonucu sınır tanımadan dünyanın her yanına yayılıyor. Sosyalizmin yıkılışından sonra bu eğilim hem güçlendi hem çeşitlendi. Batı’da bu konuya I. VVallerstein özel bir önem verdi. Sosyalizmin yıkılış yıllarında Rusya’da yıldızı parlayan B. Kagarlitski “ keşke iktidar olmasaydık” yollu pişmanlıklar dile getirdi. Eylül sonrası Türkiye’sinde ise bu konuda en kapsamlı ilk kez M. Belge konuştu. “Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek” kitabında sosyalizmi bir ütopya seviyesinde bulutların üzerine yükseltip, yeryüzünde ise reforme edilmiş iyi işleyen bir kapitalizmi savundu. Sonraları sol hareketin büyük bir bölümü liberalleşerek “ kralın çıplak” olduğunun farkına varıp iktidar ufkundan koptu.
3
— yolBu konuda şüphesiz ki, en önemli ge
lişme PKK’nin stratejik dönüşle geldiği noktadır. “ Demokratik Cumhuriyet” stratejisi iktidar hedefini ortadan kaldırmış, “ devlet yıkma ve yapmanın” yanlış oiduğu ilan edilmiş, sivil toplumu esas a- an bir “ üçüncü alan” teorisi geliştirilmiştir.
İktidar sorununa pratik meydan okumalar daha etkileyici ve çarpıcıdır. Antiküresel hareketin ağırlıklı olarak bu zeminde olduğunu vurgulayıp geçtikten sonra, en önemli pratik deney olarak Arjantin ayaklanmasını hatırlamak gerekiyor. Yakında Bolivya’da da benzeri bir deney yaşandı. İktidarları sarsan ve bazı değişimlere zorlayan bu etkili ayaklanmaların bir iktidar ufkunun olmaması ilginçtir: Bolivya’nın biraz farklı olduğunu, ayaklanma içindeki bazı hareketlerin iktidar ufku ile programlı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen genel çizgi değişmemiştir. Ayrıca emperyalist sistemin de bu tü r hareketlere tepkisi eski Soğuk Savaş yıllarındaki gibi değildir. Bu ayaklanmalara karşı eski korkunç kıyıcılığında davranmak yerine, süreç içinde çürütüp güçten düşürmeyi yeğliyor. BöyJece ayaklanmalar devrime dönüşemeden, yani sınıfsal bir altüstlük yaratıp iktidar olamadan sönümleniyor. Belki şöyle söylemek daha doğru olur, YDD’nin ilk on yıllık sürecinde olaylar böyle yaşandı, ancak elbette yaklaşan diğer on yılların da böyle yaşanacağına dair kimse fal açamaz.
Dünyada bir çok şeyin değiştiği biliniyor. Eskiyen değerlere hala bağlı kalmak, geçmiş dönemlerde elde edilmiş alışkanlıklarla düşünüp davranmaya çalışmak, bugün zaman düne göre çok daha değişken aktığı için, daha hızlı yıkımlar getiri
yor. Değişen değerlerin ve düşüncelerin arasında neden “ devlet ve iktidar sorunu” olmasın!... Bunca deneyden sonra, üstelik günümüz “ bilgi çağında” devrimci mücadelenin iktidar hedeflemesi eskinin iflah olmaz bir tekrarı, artık pratikte karşılığı olmayan bir inat mıdır?
2 1. yüzyılda, 19. ve 20. yüzyılın mücadele yollarının, yöntemlerinin tekrarlanmayacağı yeterince açıktır. Ancak biraz soğuk kanlıca dünyaya ve olaylara baktığımızda sırf “ değişimin” büyüsüne kapılmak yerine, özde değişenlerle değişmeyenleri iyi ayırt etmek gerekiyor. Örneğin konumuzu doğrudan ilgilendirdiği için; kapitalizmde bazı önemli yapısal değişimler yaşanıyor, bugüne kadar sanayi denince akla gelen sektörler önemini kaybediyor, onların yerine bilgi, genetik gibi yeni sektörler öne çıkıyor. Üretim biçimi olarak egemen olan Taylorizm ve Fordizm, yerini esnek-üretim adacıklarına bırakıyor. 19. yüzyılın sonlarında büyük mücadeleler sonrasında şekillenen “ iş günü” yapısı tümüyle değişiyor. Fakat bu değişimlerin büyüsüne kapılıp artık çok sık yapıldığı gibi “ artı-değer sömürüsünün ve emperyalist sömürünün kalmadığı” sonucunu çıkartmak, ışığın aydınlattığı yöne bakmak yerine ışığa bakıp körleşmeye benzer. Günümüzde yaşanan değişimin hızı ve çarpıcılığı böyle körlükler yaratabiliyor.
İktidar sorununa bakarken hangi noktada durmalıyız? Bu sorun da, pek çok diğerleri gibi değişimin rüzgarında eskiyip gitti mi? Eğer dünyada devrimler gereksiz ve imkansız hale geldiyse, buna bağlı olarak devlet ve iktidar sorunu da köklü bir değişime uğrar. Ancak devrimin gereksiz hale gelmesi için en azından şu şartların gerçekleşmiş ol
__ 4
devlet ve iktidar sorunu__
ması gerekiyor:
Birincisi, insanlık hem doğa ve hem de sosyal bilimlerde o noktalara kadar gelişebilir ki, bugünden çok uzakları görecek ölçüde öngörü edinerek sorunları birikimden patlamaya sıçramadan çözümleyebilir. Eğer “ sosyal sorunlarda” böyle bir bilimsel ve toplumsal seviye yakalanırsa gerçekten devrimci altüst- lüklere gerek kalmayacaktır. Evet, bilimler gelişiyor; ancak bu durum, sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, gelişimin bizzat kendisi sorunları daha kompleks ha- e getiriyor. Bu basit gerçeklik nedeniyle, insanlık daha oldukça uzun zaman diliminde sorunlarını görünür veya görünmez sinsi birikimlerden devrimsel patlamalara sıçrayarak çözmeye devam edecektir.
İkincisi, sosyal sorunlar sadece bilimsel hesaplardan öteye sınıfsal özellikler taşır. Eğer dünyadaki egemen sınıflar imtiyaz ve çıkarlarının önemli bir bölümünden gönüllü olarak vazgeçerlerse devrimlere gerek kalmayabilir. Sosyal mücadeleler tarihinde elbette sadece devrimler yoktur, reformlar da vardır. Fakat mücadele tarihinin gösterdiği gibi reformlar, genellikle başarısız bir devrim deneyinden sonra veya açık bir devrim tehdidinin ortaya çıkmasıyla gündeme gelmiş ve uygulanmıştır. Reformlar bir bakıma son noktaya tırmanan sınıfsal ge- rilimleri düşüren bir toprak hattı gibi rol oynamıştır. İnsanlık “ bilgi çağı” na girdi diye, egemenler çok büyük bir değişime uğrayıp, zorun gücüyle değil, bundan sonra gönüllü reformlarla sınıfsal çelişkileri yumuşatma yoluna mı çıktılar? Dünyada ve ülkemizde böylesine büyük bir değişimin izlerini gören var mı? Egemenler, özellikle Kürt devrimcilerinin sık sık
tekrarladığı gibi “ kaçınılmaz bir şekilde değişecekler” demekle değişmiyorlar. Dünyadaki bütün ip uçları tam tersi yönü işaret ediyor. Egemenler, sınıfsal çıkarlarının gereği imtiyazlarından gönüllü vazgeçmek şöyle dursun, dünyayı çıkarları uğruna ikide bir savaşların eşiğine getirmekten çekinmiyorlar. “ Uluslararası terörle mücadele” günümüzün sınıflar savaşına dünya egemenlerinin verdiği cevaptır.
Üçüncü olarak, yukarıdaki koşullar var olsa bile devrimlerin gerçekleşmesi için-yeterli değildir. Eğer ezilenler, insanlık için bir gelecek tasarlama, programlama ve bu düşünceyi maddi güce dönüştürme yeteneğinden yoksun hale geldilerse, ki postmodernizm bunu iddia ediyor, yukarıdaki gerilimler olsa da devrimler mümkün değildir. Ayaklanmalar, kalkışmalar yaşanır, ancak sınıfsal al- tüstlükler ve iktidar değişimi yaratacak devrimler mümkün olmaz. Ancak bu aynı zamanda insanlığın bundan böyle tüm geleceğini mevcut kapitalist egemenlerin tasarlayıp şekillendireceği anlamına gelir. Yani Fukuyama’nın dediği gibi “ tarihin sonu” gelmiştir. Geleceği tasarlama yeteneğini postmodernizmin gayya kuyusuna atanlara bir diyeceğimiz yok, onlar için “ tarihin sonu” gelmiş, artık sadece geç kalanların bu sona doğru yürüdüğü bir süreç yaşanmaktadır. Oysa tarih ve gelecek bilincini kuşanan insanlık, yaşadığımız geçici anafor döneminde, aynı zamanda, önceki deneylerinden de yararlanarak gelecek için tasarımlarını yetkinleştiriyor. Anti-küresel hareketin şenliğinde, Arjantin, Bolivya, Chiapas ve Kürdistan vb. deneylerinde hep bu birikim yaşanmaktadır. Bu birikimin yolunu kesecek bir güç varsa, “ medya canavarı-
5
na” bazen bu güç atfedilebiliyor, o zaman insanlığın geleceği sanallaşacak, ekranlardaki pembe dizilere indirgenecek- tir. Ancak bunun “ bilgi çağı” nın yarattığı bir yanılsama olduğu artık biliniyor.
Bu üç temel neden ortadan kalkmadıkça devrimci mücadelenin önünde devlet ve iktidar sorunu duracaktır. Günümüzde yaşanan iktidarsızlaşma ile güçlü bir hesaplaşma içine girmek kaçınılmazdır. Ufku, amacı ve ana yürüyüş yolları tasarlanmamış mücadelenin hiçbir geleceği olamaz. Hem postmoder- nizme öfkelenip hem de iktidar ufkundan vazgeçmek ise kendi içinde tutarsızlığın bugün çıkılabilecek zirvesidir.
İKTİDAR HEDEFİNDEN VAZGEÇMENİN KISA TARİHİ
Sorunu üç ayrı dönemde ele almak uygun olur. İlki, Komünist Manifestomun ilanını bir işaret noktası alırsak, Rus Devrimi’ne kadar yaşanan süreçte sorunun ortaya çıkışı; ikinci olarak, sosyalist iktidarlar sürecinde, elbette özellikle bu iktidarların yıprandığı zaman diliminde sorunun aldığı biçim; sonuncu olarak, sosyalist sistemin yıkılışından sonraki süreçte iktidar ufkunun yitirilmesi sürecidir. Görüldüğü gibi sorun devrimci mücadele var olduğu sürece adeta onunla birlikte yaşamıştır, bu anlamda “yeni” değildir. Öte yandan, her dönemin iktidarsızlık sorununun kendi dönemine özgü yanları vardır, bu anlamda günümüzde sorun tamamen yeni özellikler taşımaktadır.
İlk dönemden başlarsak, proletaryanın mücadelesi doğar doğmaz iktidar sorunu hemen kendiliğinden şekillen
__ 6 ____________________________
— yol--------------------------------------------
memiş, onun sorun olarak ortaya çıkıp olgunlaşması belli gelişmeler sonrasında olmuştur. Komünist Manifesto’da henüz iktidar ve devlet sorunu yoktur, ya da çok bulanıktır. Bu konu ancak Paris Komünü deneyinden sonra Marksist literatürde belli bir olgunluğa ulaşır. Proletarya diktatörlüğü kavramını Marx ilk kez I852’de kullanmış ve devletin proletarya tarafından “ devralınması” değil “ parçalanması” kavramları Paris Komünü deneyi ile mücadele literatürüne yerleşmiştir. Proletaryanın iktidar mücadelesinin düşünce ve pratik donanımı gelişirken, ona paralel olarak bu mücadeleyi silahsızlandırma çabaları da gelişti. Sınıflar mücadelesi bu anlamda hiçbir zaman tek yanlı değil, pek çok renk ve akımla birlikte yaşanmıştır. Marx’in devlet ve iktidar sorununda kendi çağdaşlarından en katı saldırılar yönelttiği Lassalle’dir. Devleti, Hegel gibi yücelten, komünizm hedefi olmayan, gündelik haklarla yetinen Lassalle, reformizmin ilk temsilcilerinden oldu. Ancak o dönem dünyasının işçi sınıfı mücadelesinde en ünlü reviz-ıyonist Bernstein’dır. “Amaç hiçbir şey, bugün her şeydir” diyen Bernstein, bu parolasıyla siyasal mücadele tarihinde postmodern ufuksuzluğa 19. yüzyılın sonlarından el sallamaktadır. Ünlü revizyonist, kendi döneminde, I800’lü yılların sonlarına doğru Marx’i teorik olarak düzeltme -revize etme-yoluna çıkmış, teorik revizyonun pratik siyasal sonucu ise reformizm, yani iktidar hedefinden vazgeçmek olmuştur.
Reformizme kaynaklık eden koşullar nelerdi? En önemli etken kapitalizmin gelişme dönemleridir. Batı kapitalizmi için konuşursak, 19. yüzyılın ikinci yarısında emperyalist açılım kıtada belli bir
devlet ve iktidar sorunu
gelişme yaratmıştır. Öte yandan, sınıflar mücadelesinin sanki şaşmaz bir kuralı olarak, yenilgi sonrası yıllarda sadece hareketin gövdesinde bir geri çekilme değil düşüncelerde de geri çekilmeler yaşanır. Özellikle Paris Komünü’nün düşüşünden sonraki yıllar böyle bir ortam yaratmıştır. Üçüncü önemli neden, sınıflar mücadelesi deneyi geliştikçe işçi sınıfı ve burjuvazi karşılıklı olarak güçlerini daha iyi tanımış, buna göre yeni mücadele biçimleri geliştirme yoluna çıkılmıştır. Burjuvazi sınıflar savaşının bir aşamasından sonra reformları uygulamayı gündemine almıştır. Bu, uzun ve sert sınıflar savaşı yıllarından sonra ortaya çıkan bir olgudur. Bu gerçeklik işçi sınıfının siyasal mücadele yöntemlerini etkilemiş, uzak amacı silikleştirmiştir. Reformizmin başlıca kaynakları böyle özetlenebilir. Bilindiği gibi dünya işçi sınıfı mücadelesinde yılların biriktirdiği reformizmin sonucu II. Enternasyonal’in dramatik çöküşü unutulmaz dersler bırakmıştır. Ardından yükselen Rus Devrimi bu çöküşün yarattığı olumsuzlukları belli ölçüde süpü- rebilmiştir.
Sosyalist iktidarlar sürecinde, sorun nasıl kendini ortaya koymuştur? Bilindiği gibi Rus Devrimi ve ilk başarılı proletarya iktidarı büyük etkiler yaratsa da, tüm dünya işçi sınıfı hareketinde aynı ölçüde benimsenmemiştir. Bolşeviklerin yöntemleri sık sık eleştirilmiştir. Ancak konumuz açısından, devlet ve iktidar sorununda pratik ve teorik yozlaşma daha çok II. Dünya Savaşı sonrası yoğunlaşmıştır. Bu dönemin en ünlü reformist tezleri hep ve daima Avrupa kaynaklı olmuştur. “ Barışçıl geçiş” , “ tarihsel uzlaşma” ve “Avrupa Komünizmi” genellikle sosyalist sistemi destekleyen komünist
partiler arasındaki yaygın görüşlerdi. Bu görüşlerin klasik dönem reformizmiyle büyük benzerlikleri olması açısından fazla orijinal olmadığı söylenebilir. Bu görüşler sözde iktidar hedefinden vazgeçmeseler de, bunu sosyalizmin gücüne dayanarak burjuvaziyi barışçıl geçişe ikna e tm e düşlerine bağlıyorlardı. Marx-Engels döneminin reformizmi sosyalist sistemin var olduğu koşullarda “ barışçıl geçiş” veya “ tarihsel uzlaşma” kılığına giriyordu. Bu süreçte Avrupa’da Portekiz Komünist Partisi hariç tüm partiler hemen hemen aynı zemindeydi. Bunun sonucu olarak sistemin çökmesiyle bu partiler büyük bir hızla buharlaştılar.
“ Barışçıl geçiş” tezlerinin klasik dönem reformizmiyle büyük benzerlikleri olduğu ortadadır; bu nedenle döneme özgü iktidardan vazgeçiş, Avrupa Yeni Sol’un savunduğu görüşlerde saklıdır. Gramsci kaynaklı, Althusser’in formüle ettiği “ devletin ideolojik aygıtlarf’na karşı mücadele zeminindeki görüşler 1960’lar sonrası siyasal ortamında o rijinal bir yere sahiptir. Yeni Sol, o dönem sosyalist ülkelerde ve Avrupa’daki komünist partilerde “ ekonomist” bir sapma görüyordu. Her şeyi ekonomik gelişmelere “ indirgeyen” bu görüşlere karşı tutum alırken Yeni Sol, sınıflar mücadelesinin ortamından koparak “ üst yapının özerkliğinden” yararlanmak için “ devletin ideolojik aygıtları” ile mücadeleye girişti. Devleti -“ din, eğitim, aile, hukuk, siyaset, sendikalar, haberleşme, kültür"- her alana yayarak1 böylece iktidar mücadelesi hedefini belirsizleştirerek, hatta onu sadece bir “ ideolojik savaş”a, “ kültür sa- vaşf’na indirgeyerek, “ ekonomist sap- ma” nın tam karşı kutbuna kendini yer-
7
— -yol
leştirrriiş oluyordu; ancak kendi duruşunda da gerçek bir iktidar hedefi yoktu. Görünüşte devlete çok saldıran, ancak pratik mücadele olarak hiçbir anlam ifade etmeyen konumlara sürüklenen Yeni Sol’un beslendiği zemini vurgulamakta yarar vardır. İlki, Stalin sonrası Sovyetler Birliği’nde yaşananların aydın kafalarında yarattığı derin düş kırıklığıdır. Diğeri ve esas önemli olan, Batı Avrupa’daki refah devletlerinin yarattığı siyasal ortamdır. Sınıflar savaşı belli bir uzlaşma içinde sönümlendirilmiş, devletin ekonomik ve siyasal konumu “yıkılmaz” bir görünüşe bürünmüştür. İşçi sınıfı ekonomik ve siyasal olarak sistemle bütünleşmiş göründüğü için, geriye “ ideolojik alan”da mücadele kalıyordu. Bu ideolojik mücadelenin sosyal pratikte bir karşılığı olmayınca, Yeni Sol dergi sayfalarında polemikten öteye bir varlık gösteremedi.
Son döneme gelirsek, sosyalist sistemin yıkılışıyla ortaya çıkan iktidar ufkundan kopuş, önceki dönemlerden oldukça farklı özellikler taşır. Konumuz açısından önemli olan ikisini VVallerstem’ın ağzından vurgulayalım..
/ - “ İki adımlı strateji -önce devlet iktidarını ele geçir, sonra toplumu dönüştür- tartışmasız hakikat statüsünden, kuşkulu önerme statüsüne kaydı.” .
2- “Demokrasinin devrimci faaliyeti engelleyen bir burjuva kavramı olduğu fikri, yerini demokrasinin derin biçimde kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu fikrine bırakıyor.” 7
Sosyalizmin yıkılışı aynı zamanda kapitalizmin gücünün de kanıtı olarak algılanınca, eski stratejiler çökmüş, her şey kapitalizmin sınırları içinde düşünülür
__ 8
hale gelmiştir. İktidar hedefinin y itirilmesi açısından, yaşadığımız günlerin daha önceki dönemlerden önemli iki farkı vardır. Reformizm, tümüyle iktidar hedefinden kopuşma anlamına gelmiyordu. Reformlarla bu yoldan gidilecekti. Bugün, yaşanan deneylerin bir sonucu olarak bilinçli ve gönüllü olarak iktidar hedefinden vazgeçilmektedir. Daha da önemlisi, bugün bir gelecek projesi yoktur. Bunun yerine “ demokrasinin” “ kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu” keşfediliyor. Bu eğilimin Wal- lerstein’la sınırlı olmadığını biliyoruz. Sosyalizm yeniden bir “ ütopyaya” dönüştürülünce, demokrasinin de “ devrimci bir düşünce” olduğunu keşfetmekten başka bir yol kalmıyor.
Bütün bunları söylerken sosyalizmin çöküş deneyini küçümsemiyoruz. Elbette böyle bir olay II. Enternasyonal’in çöküşünden çok daha derin etkilere neden olacaktı. Bu yeterince açıktır! Fakat böyle bir çöküşten hareketle sosyalizm programından ve iktidar hedefinden vazgeçmek gerekiyor mu? Hele hele bildiğimiz burjuva demokrasisini yeniden kutsayıp, “sivil toplum” veya “ üçüncü alan” teorileriyle mevcut kapitalist düzenin “ demokratikleştirilmesi” yoluna çıkmayı gerektiren, kapitalizm açısından yeni olan ne vardır?
Bu noktada mevcut kapitalizme bir kez daha bakmak gerekiyor. Onun gerçekten söylendiği gibi “ demokratik” bir dönüşüm gücü var mı?
GÜNÜMÜZ KAPİTALİZMİNDE DEVLET VE DEMOKRASİ
Üç olgu, günümüz burjuva demokrasilerinin olduğundan öteye misyonlarla
devlet ve iktidar sorunu__
■ üklüymüş gibi görünmesine yol açıyor. Elbette ilki, yıkılan sosyalist sistemden ortaya dağınık düzen saçılan bilgi ve gö- -üntülerdir. Sosyalist devletin şişkin bü- 'okratik yapısı ve tek partili cansız demokrasisinin bir de Batı’nın dev medya aynalarından geçerek yansıtıldığı düşünülsün, ortaya Batı demokrasilerine “ bin <ere şükrettiren” dehşet tabloları çıkartılmıştır. Fakat bu dehşetli, her şeyi Kontrol eden azman devletlerin nasıl kadife devrimlerle” inanılmaz kolaylıkla
yıkıldığı üzerine fazla düşünülmez. Sosyalizmin yıkılışı toz duman arasında bıra- <ılmış, dersler ise kapitalist medyanın dev çarpıtma aynalarında tanınmaz hale getirilmiştir. Bir kez daha Hitler ve Stalin eşitlenmiş, dolayısıyla faşizm ve sosyalizm sık sık yan yana anılarak gerçeklikler tümüyle çarpıtılmıştır. Kapitalizm kendi “ demokrasi” tarihinden hiçbir şekilde silemeyeceği faşizm lekesinin sanki aynada bir yansımasını bulup böylece kendi günahını hafifletmenin keyfini yaşıyordu. Diğer olgu, küreselleşmenin yarattığı illüzyonlardır. Tekniğin artık dünyanın her köşesine hızla yayılacağı, bilgi ve haberleşme üzerine tekelin yok olduğu, böylece demokrasinin daha derinleşeceği üzerine insanlık on yıldan fazladır nutuk dinliyor. Bu yönde müthiş bir propaganda yürümektedir. Kapitalizm eski sosyalist ülkeleri “ özgürlüklerine kavuşturdu” , artık 70’ler dünyasındaki gibi askeri darbeler yok, üstelik bizzat süper güç “ demokrasi” havariliğine çıkmış görünüyor. Bir de günümüz tekniğinin sağladığı imkanlar düşünülürse, daha başka ne istenecektir? Üçüncü olgu, küreselleşme sürecinde yaşanan ayaklanmaların devlet ve iktidardan uzak durması, bir siyasal ve ekonomik programa
sahip olmamasıdır. Bu durum sonunda düzen içinde çözüm aranmasına yol açı- , yor. Elde bir “ demokrasi” vardır, onu geliştirmekten başka yol görünmüyor.
Başlıca bu olgulardan kaynaklı günümüz burjuva demokrasileri üzerinde oluşan yanılgıların derinliğine inebilmek için madalyonun öbür yüzüne de bakmak gerekiyor.
Kapitalist düzenlerde demokrasinin daha da derinleşme şansı var mıdır? Üstelik düzene muhalif akımların stratejik hedeflerini ellerinden alacak kadar bir “demokratik değişim” potansiyeline sahip midirler? Bu sorular aslında anti-küresel hareketin başının üstünde Demok- les’in kılıcı gibi sallanmaktadır.
Burjuva demokrasilerinin doğuşta ne ölçüde kısır olduğu, oy hakkının bile mülk sahipleriyle sınırlı olduğu bilinir. Burjuva demokrasilerinin tarihinde iki olgu sürekli yan yana gelişmiştir. Bir yanda işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin mücadelesi ile demokrasinin sınırları genişlemiş, ancak öte yandan çeşitli -görünür veya görünmez- araçlarla devletin yığınları kuşatması artmıştır. Burjuva demokrasilerinin ilk kırılma noktası, biraz da sembolik olarak, Engels yaşamdayken, Alman sosyal demokratlarının seçim zaferi sonrası bir Alman burjuvasının “Kanunculluk bizi öldürüyor” sözleriyle başlamıştır. Bu söz ironik olarak burjuva demokrasilerinin tüm geleceğini anlatıyordu. Burjuvazi, çok sığ bir hak olmasına rağmen “ kanun önünde eşitlik” kuralına uyduğunda kaçınılmaz bir şekilde kendi demokrasisi içinde ölüme gidebileceğini daha ilk “genel oy hakkının kullanılmaya başladığı yıllarda görmüştür. Kendi kanunlarına uymakla sı
--------------------------------------------- 9 —
nırlı kaldığında iktidarını tehlikede gören burjuvazi, ölmemek için öldürmeye başlamıştır. Böylece burjuva demokrasileri içinde, bir aysberg gibi kanunla örgütlenmiş ancak hiçbir kanun tanımayan gizli devlet şekillenmeye başlamıştır. Burjuva demokrasilerinin tarihi aynı zamanda öbür yanıyla bu gizli devletin, bugünkü moda deyimiyle, “ derin devlet” in tarihidir.
Burjuva demokrasilerinde bu yönde, yani devletin derinleşmesi yönünde çok önemli bir aşama tekelci kapitalizmle başlar. A rtık devlet tüm burjuva sınıfını bile değil, onun içinden azınlık bir zümreyi temsil etmektedir. Bunun sınıflar mücadelesi tarihindeki karşılığı faşizm olmuştur. Sosyalizm ve “ demokrat emperyalistler” tarafından faşizmin yenilmesi, yeniden burjuva demokrasilerine bir gelişme yolu açmıştır. Ancak kapitalizm iki dünya savaşı arasındaki devrim- lerden köklü sonuçlar çıkartmıştır. Faşizm tasfiye olmuş, ancak burjuva demokrasilerinin tarihinde yeni bir süreç başlamıştır. Bu sürecin iki temel özelliği vardır. İlki ve en önemlisi, NATO ülkelerinde örgütlü olarak “ derin devle tin geliştirilmesidir. Sosyalist sistem yıkıldıktan sonra bu konuda Batı’da skandal üstüne skandal patladı, ancak “ derin devletin tasfiye edildiğine dair hiçbir iz yoktur. Olamaz da.
Kapitalist ülkelerde devletin böyle derinleşmesinin tek nedenini sosyalist sistem olarak kavramak büyük bir yanılgı olur. Bir avuç finans kapital devasa servetlere hükmederken, geniş kitlesel yoksullaşma ve bu sürecin derinleşerek devam etmesi, devletin derinleşmesinin
' esas nedenidir. Bu nedenle, küreselleşme ile demokrasinin artacağı üzerine ne
— yol--------------------------------------------
ölçüde pembe propaganda yapılıyorsa, aynı ölçüde derin devletin ağları da yaygınlaştırılıyor. Derin devlet, bir istisna, aşırı politikacıların kötü uygulaması değil, burjuva demokrasilerinin “gelişiminde” kaçınılmaz bir konaktır.
Kapitalist demokrasilerde son yirrni- otuz yılda hızlanan bir diğer olgu, “ köylü çocuklarından oluşan ordular” ın yerini maaşlı profesyonellerin almasıdır. Artık klasik “ vatan” kavramı yoktur. Emperyalizmin gelişim mantığının zorunlu sonucu olarak pazarların fethi, artık her türlü “ uygarlık taşımak” gibi görüntülerden soyundukça, profesyonel silahlı güçleri gerektirmektedir. Artık orduların ideolojisi, tarihi, kültürü yoktur, bu gerçek ne kadar örtülmeye çalışılsa da, ikide bir kendini Vietnam, Afgan veya Irak sendromlarıyla gösteriyor. Aslında dev silahlı çeteler besleniyor.
Küreselleşme ve neo-liberal politikalar ile burjuva demokrasilerinde yeni bir basamaktan daha söz etmek mümkündür. Finans kapital o ölçüde gelişmiştir ki, düzen partilerinin farklı kimlikleri neredeyse ortadan kalkmış, devlet ve kurumlarının büyük sermayeye lobilerle bağlılığı, dolaylı süreçler elenerek neredeyse doğrudan hale gelmiştir. Sermaye gruplarıyla devletin ve elbette derin devletin ilişkisi, devasa güce sahip bir avuç azınlığın egemenliğinin kaçınılmaz mantık sonucu olarak, doğrudan yollar izlemeye başlamıştır. Bu beraberinde devlette çeteleşmeyi yaratmıştır. Siyasi parti renkleri silikleşmiş, en hassas kurumlar gizli örgütlenmelerle siyasetin beklenmedik cilvelerinin yaratacağı risklerden uzaklaştırılmıştır. A rtık hemen hiçbir ana kapitalist ülkede devlet ve demokrasinin meşruiyeti eski ölçüsünde
10
devlet ve iktidar sorunu__
değildir. Bu gelişmelere devleşen medyayı da ilave ettiğimizde kapitalist anayurtlarda devlet ve demokrasinin özellikle son yirmi yıldır nasıl “geliştiği” görülür.
Genel oy hakkına karşı derinleşen kayıtsızlık, en önemli demokratik kurum "dran 'pa»lıamerrcorar!n 'itibarım 'büyük Ölçüde yitirmesi, son süreçte artık “ refah devletlerinin de tarihe karışıyor olması, burjuva demokrasilerinin iki yüz yıllık ömründe bir tıkanma ve hatta çürümeye geçtiğinin en kesin -işaretleridir. Bu nedenle bu bozulmayı “ hükümet dışı o rganizasyonlar” la kısmen örtme yolları gelişmektedir. Ancak yozlaşma o kadar yaygındır ki, HDO ’lar daha doğarken hemen ardından hızla bir itibar kaybına uğradılar. Postmodern dünyada genel olarak “ merkezi” politikalar büyük güven kaybına uğradı, mahalli, bölgesel veya bir sosyal alana odaklı, parçalı, yerel siyasetler bir alternatif olarak görülüyor. Dev merkezi güce sahip finans kapital iktidarları açısından bu yönelişin bugün hiçbir riski olmadığı için, üstelik bu yönelişler demokratik bir gelişme olarak sunuluyor.
Kapitalizmin öbür yüzü olan Üçüncü Dünya ülkelerinde ise, küreselleşme ile devletlerin ve demokrasilerin hemen hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Askeri darbeler eliyle yürüyen IMF talimatları, artık her açıdan kuşatıldıkları için, geri ülke hükümetlerince “gönüllü” olarak yürütülmektedir.
Burjuva demokrasileri -aslında finans kapital demokrasileri deyimi daha uygundur- derin bir çelişkiyle yüklüdür. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle sözde demokrasilerin gelişmesi yaşanırken, öte
yandan yozlaşan finans kapital, her geçen gün dallanıp budaklanan derin devlet, pahalılaşan ve etkinlikleri artan profesyonel ordular ve çıkar çeteleşmeleriyle kuşatılan ve dev bir medya ağı ile çirkinlikleri boyanıp gizlenen bir demokrasi, günümüzün en genel tablosudur. E- 9gr, b j i n ı r a n I i k m ,Ö7igiii1 iditen t iİ?:” sorusuna verilen cevapla şekillenen yeni ABD stratejisini de ilave edersek tablo tamamlanmış olur. Madalyonun bu yüzünü veya aysbergin su altında kalan kısmını görmeden kurulan demokrasi hayalleri, eninde sonunda derin devletin bir yerine çarpıp parçalanmak zorundadır. Günümüz demokrasisinin bir finans kapital diktatörlüğü olduğunu unutanlar, onun sınırlarının genişletilmesi üzerine hayal kurabilirler.
Bir yanda küreselleşmenin yarattığı illüzyonlar ve görünüşte gelişen demokrasiler; öte yanda, kitleleri görünmez çelik bir ağ gibi kuşatan derin devlet ve bilinçleri çürüten muazzam bir medya... Dünyada hoşnutsuzluk, yoksulluk arttıkça aysbergin su içindeki bölümü büyüyor, devletler, görünür görünmez her türlü güvenlik örgütü ve medya ile halkları kuşatmayı sürdürüyorlar. Sürdürmekten öteye bu kuşatmayı her gün yetkinleştiriyorlar. Kapitalizmin en gelişmiş olduğu Batı’da bile, hizmet sektöründe son on yılda en çok gelişen sektörlerden birisi özel güvenlik sektörüdür. Zirve ile taban arasındaki çatlak büyüdükçe güvenlik hep en önemli sorun olacaktır.
Günümüz burjuva demokrasilerinin en kısa tanımı: Çılgınca görünüşte kalan medyatik özgürlük, buna karşılık toplumun kılcal damarlarında gezinen en yetkince örgütlenmiş sinsi derin devlettir.
11
Bu demokrasinin bir yanı görülürse olmadık düşlere kapılmak mümkündür; öbür yanının ürkütücülüğü de abartılırsa umutsuz bir kayıtsızlığa yuvarlanmak kaçınılmazdır. Bugünün “ muhalif akımlarında bu iki yön adeta içiçe yaşıyor.
— yol_____________________________
“İKTİDAR OLMADAN DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK”
Günümüzde “ iktidar” sorunu, “ kirli” bir sorun haline gelmiştir. Bir yanda yaşanan sosyalizm deneyleri, öte yanda yıpranan kapitalist devletler, adeta “ iktidarsızlığı” yücelten sosyal eğilimleri yaygınlaştırmaktadır. “ Demokrasi” kelimesi dillerden düşmüyor, ancak her yeniden tanımlama çabası çeşitli özlemleri öne çıkartan keyfi karmaşalardan da kurtulamıyor.
Yetmiş yılı aşkın sosyalist iktidar deneyi ile dünya epeyce değişmiş olsa da, sonunda yıkılışla birlikte her şey olmamışa dönünce, “ iktidar olmadan dünyayı değiştirme” yoluna çıkılıyor. Yaşanan deneyler sosyalist mücadelenin stratejisinde çok önemli bir kırılma yarattı, ancak buradan iktidarsızlık sonucuna veya böyle “yeni bir stratejiye” geçiş mi gerekiyordu? Konuyu farklı cephelerinden irdelemeye çalışalım.
İktidarın dönüştürme gücünü yitirm esi: Sosyalizmin çöküşünden sonra VVallerstein gibi “ iki adımlı stratejiden -önce devlet iktidarını ele geçir, sonra toplumu dönüştür” vazgeçenler arttı. Önce bu görüş, 19. ve 20. yüzyılda çok yoğun yaşanan sınıflar mücadelesinin hatalı bir yorumudur. Bizzat devrim ve devrim öncesi mücadele toplumu büyük ölçüde değiştirmiştir. İktidarlar ancak bu değişimin üzerine kendini var e
__ 12 ____________________________
debildi ve toplumsal değişimi sürekli kılma iddiasında oldu. İktidar sorununa yeni yaklaşımlar, toplumsal dönüşümde devletin rolünü reddeden ve sırf olum- suzlayan bir zeminde duruyorlar. Yeni stratejide devlet ve iktidar yoktur, bunun yerine “sivil toplum” veya “ üçüncü alan” vardır. Toplumsal dönüşüm “ sivil toplumun” mücadelesi ile gerçekleştirilecektir. Burada yeni hemen hiçbir şey yoktur. Sınıf mücadelesi kavramının yerine “ sivil toplum” veya “ üçüncü alan” geçirilmiştir. Sınıflar mücadelesi tarihinde liberaller de sınıfların varlığını ve reformlar için mücadeleyi tanımıştır. Tanımadıkları işçi sınıfı iktidarıdır. Bugün de kapitalist düzen açısından “sivil top- !um” u odak alan bir mücadelenin lanetli hiçbir yanı yoktur.
Bu mücadele ile toplum nasıl dönüştürülecektir? Toplumsal dönüşümden kastedilen nedir? Eğer “ sivil toplum” mücadelesi bir iki örgütlenme ve gösteriden ibaret değilse, eninde sonunda kendi örgütlülüğü ve gücünü arttırdıkça egemen iktidarın alanını daraltm ak zorunda kalacaktır. Kitlelerin mücadelesi sağlam örgütlülüklere kavuşur ve güçlenirse, egemen iktidarla aradaki gerilim kaçınılmaz bir şekilde artacaktır. “ İktidar olmadan” dönüşümü gerçekleştirmenin bu anlamda bir sınırı vardır. Sınırın olmadığını söylemek, aşağıdan örgütlenmenin gücüyle egemenlerin eninde sonunda dönüşüme ikna edileceğini söylemekle aynı şeydir. Dünyada bugüne dek böyle bir deney yaşanmadı. İşçi sınıfının haklarında belli bir gelişmeyi temsil eden Batı’daki “ refah devletleri” döneminin bile hem bizzat bu ülkelerde iktidarların eşiğine kadar yükselmiş sınıf mücadelesiyle, hem de hemen yanların
devlet ve iktidar sorunu__
daki sosyalist iktidarlarla mümkün olduğu biliniyor.
Sosyalist iktidarlar yıkılıp kapitalist restorasyonlar yaşanınca, iktidarın dönüştürme gücünün “ tartışılır” hale gelmesi doğaldır. Ancak buradan hareketle iktidar hedefinden vazgeçerek tüm toplumsal dönüşümün “ sivil toplum” mücadelesiyle yapılabileceğini iddia etmek, motorize aracın devrilmesinden sonra bir daha araba kullanmamaya yemin etmek ve yaya yürümeyi tek yol ilan etmeye benziyor. İktidarı hedeflemeyen, teorik pratik hazırlığını ve donanımını bu yönde yapmayan hareketler, gelişmelerinin belli bir aşamasında bir ikilemle karşı karşıya geleceklerdir. “ Sivil toplum” çalışmasıyla güçlenerek egemen iktidarın alanına girildikçe -ki bu kaçınılmazdır; aslında gerçek iktidar mücadelesi yaşanacaktır. Bu noktada artık bir kavşağa gelinir. Egemenler olağanüstü bir değişimle iktidarlarını gönüllü olarak devretmezlerse, iktidar mücadelesi kaçınılmaz olur; ya da “ iki adımlı strateji” yani iktidar hedefi reddediliyorsa, düzenin egemenlerini bitmek bilmeyen ikna çabalan devreye girecek daha doğrusu sürüp gidecektir. Bu noktada iktidarın bozucu etki ve hastalıklarından kaçanları bambaşka ama en az aynı derecede bozucu ve çürütücü başka bir hastalık yakalayacaktır. Bunun adı, mücadele iradesini çürüten, erozyona uğratan “ iktidarsızlık” hastalığıdır. Yükselen mücadele bir sıçramayla bu gelişimini taçlandır- mazsa, çürüyüp dökülmesi kaçınılmazdır. Çünkü sosyal mücadele alanında çıkarları sürekli çatışma halinde olan güçler vardır; birisi gerekli adımı atmazsa diğeri bu boşluğu hemen doldurma yoluna çıkar.
Evet, yetmiş yıllık sosyalist iktidar deneyinden sonra bir açmazla yüzyüze- yiz. İktidarın bozucu etkisinden kaçarken, iktidarsızlığın çürütücü etkisine yakalanmak alın yazısı gibi görünüyor. “ Sivil toplum” veya “ üçüncü alan” tezleri eninde sonunda bu ikinci bozulmayla karşı karşıya geleceklerdir. Yüz elli yıldır akıp giden sınıflar mücadelesi sonuçta böyle keskin bir tıkanma noktasına mı geldi? Ezilen yığınlar yozlaşan sosyalist iktidarlardan sonra bir kez de “ sivil toplum” veya “ üçüncü alan” gibi parlak görülen yeni parolalarla “ iktidarsızlık” deneyinin çürütücülüğünü mü yaşamak zorundalar? Cevabımızı sonuç bölümüne bırakıp devam edelim.
Sosyalizm hedefinin yerine demokrasi mücadelesini geçirmek: VVallerstein yine yanlış bir yorum yapıyor. “ Demokrasinin devrimci faaliyeti engelleyen bir burjuva kavramı olduğu fikri” Marksistlere ait değildir. Enternasyonaller döneminde proletaryanın mücadelesi için burjuva demokrasisinin önemi sürekli vurgulanmış, hatta bu konu “ asgari program” (demokratik devrim) olarak mücadele literatürüne girmiştir. Ancak bugün farklı bir olgu yaşanıyor. Sosyalizm hedefi yerini çeşitli biçimlerde formüle edilen “ demokrasilere” bırakmıştır. Yine Wallerstein’a göre “ demokrasinin derin biçimde kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu” keşfedilmiştir. Günümüzün en tipik özelliği kavramların sınıf temellerinden soyutlanarak ele alınmasıdır. “ Demokrasi” , “ sivil toplum” , hatta “anti-küresellik” en sık böyle çarpıtmalara uğrayan kavramlardır. “ Demokrasi” , önünde sınıf nitelemesi olmadan nasıl “ kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce” olabilir? Yukarıda
13 -—
— yol
burjuva demokrasilerinin günümüzdeki durumunu özetledik. Bu demokrasilerde egemen sınıfın görünür ya da görünmez örgütlenmeleri ile kuşatılmış "demokratik özgürlükler” i her genişletme çabası aynı zamanda bir sınıf savaşıdır. Bu “özgürlükler” belli bir toplumsal güçler dengesine göre “ anayasa” laşmıştır. Bu güç dengelerini her zorlayan gelişme bu “anayasa” ile -yani kurulu düzen ile- çelişkiye düşer. “ Demokrasi” kavramının günümüzde moda olduğu gibi soyut ve sınıf nitelemesiz ve hatta “ kapitalizm karşıtı” olarak kullanılması, aslında iktidar hedefini dışlayan, kapitalist düzen içi bir mücadeleyi tanımlar.
Sosyalist iktidarların arkalarında bir yıkım ve yıpranmış kavramlar yığını bırakmaları hiç de üç yüz yıldır tanıdığımız “ burjuva demokrasilerini” farklı nitelendirmeyi ve hatta soyut demokrasi kavramında devrimci özellikler bulmayı gerektirmez. Demokrasi kavramını soyutlaştırmak bugünün egemenlik sistemini bulanıklaştırmak olur. Oysa günümüz burjuva demokrasilerinin görünürdeki özgürlüklerinin perde arkasını, devlet ve egemenlerin ilişkisini, derin devletin artan rolünü en fazla deşifre etme görevi ile yüklüyken, bu özgürlüklerle ilgili olmadık umutlar yaratmak bir rastlantı değil, açık bir sınıfsal ve siyasal tercihtir. Yaşadığımız günlerdeki gibi büyük mevzi kayıplarından sonra devrimci harekette sadece maddi kayıplar, geri çekilmeler yaşanmaz, aynı zamanda ve çok daha derin etkiler yaratan düşünce alanında geri çekilmeler yaşanır. Üç yüz yıldır bildiğimiz burjuva demokrasisini şimdi soyut demokrasi kavramını kullanarak kutsamak, böyle düşünce geri çekilmelerinden birisidir.
Devrim ve iktidar bağının koparılması: "Sovyetler Birliği’nin çöküşü milyonlar için yalnızca hayal kırıklığı demek değildi, bu durum aynı zamanda beraberinde devrimci düşünceye özgürlük getirdi; devrimin iktidarın fethi olduğu tanımından özgürleşmesi.’’ "Ve bu da, devrim ile iktidara gelmek arasındaki bağlantının artık koparılması gerektiği anlamına gelir.” 3 Bu düşünceler özellikle geçtiğimiz yüzyıl boyunca Marksistler arasında ancak “ deli saçması” olarak kabul edilebilirdi. Bugün ise sadece bir düşünce jimnastiğinden ibaret değil, pratik karşılığı da var. Zapatistaların' çağrısı böyiedir. A rjantin ayaklanması da böyiedir.
Durum böyle ise: “Dünya iktidar olmadan nasıl değiştirilebilir? Cevabı çok açık: Bilmiyoruz.” (a.y., s.39)
Yazara göre Sovyetlerin çöküşü düşünceye “ özgürlük” getirmiştir. İnsan düşüncesi “ devrimin iktidarın fethi olduğu tanımından” özgürleşmiştir. Sosyalist düşüncenin büyük iddiasının, proletarya devletinin sönümleneceği iddiasının yerine büyüyen ve hantallaşan ve sönümlenme ile ilgili en küçük işaret vermeyen bir devlet pratiğinin yaşanmasının en büyük bedeli iktidar ufkundan kopuşmak olmuştur. “ Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” (Marx) pratikte aşırı bürokratik, düşünce ve davranış özgürlüğünü kireçlendiren devasa bir devlet aygıtı yaratmıştır. Büyük düş kırıklıkları yaratan sosyalist iktidarlar yönünden soruna bakınca, sanki sonunda çöküşe mahkum bir iktidar mücadelesinin hiçbir çekiciliği kalmayacağı için, devrim ve iktidar bağlantısında bir kopuşmayı anlamak mümkün görünüyor. Ancak soruna “yaşayan” kapitalizmin yıkılması yönünden bakınca devrim ve iktidar so-
__ 14
devlet ve iktidar sorunu
runundaki kopuşmanın ortaya büyük bir sorun çıkardığı hemen görülebilir. Dev- rim iktidarı hedeflemeyecek ve eski düzeni iktidar aracıyla tasfiye etmeyecekse ne yapacaktır? Bu sorunun cevabı “ bilmiyoruz” olursa, devrimin de bir rolü ve anlamı kalmaz.
“Devrimci hareket genellikle iktidarın aynadaki yansıması olarak yapılandırılmış- tır Orduya karşı ordu, partiye karşı parti. Bunun sonucunda iktidar, devrimin içinde de kendini yeniden üretir” (a.y., s.59) Düşlenen komünizmle (iktidar yokluğu) bugünün kapitalizmine karşı mücadele ederken yaratılması kaçınılmaz örgüt ve savaş biçimlerini birbirine karşı koymak basit bir hata değildir, sonunda kapitalizme teslim olmaya, onun içinde çözüm aramaya dönüşür.
“Öyleyse anti-güç karşıt-güç değil, bundan daha radikal bir şey olmalıdır: Yaptır- -na-gücünün yok edilmesi ve yapma-gücü- nün özgürleşmesi.” (a.y., s.59) Burada derin bir kendiliğinden mücadele felsefesi /ardır. “ Yaptırma-gücünün” yok edilmesi, yani kapitalizmle mücadele için “ kar- s -güç” yaratırken kaçınılmaz olan ö rgütlenme ve hiyerarşik dizilişlere karşı ’ yapma-gücünün özgürleşmesi” ni ileri sjrmek hiçbir şey yapmamakla eşdeğercedir. Örgütlü mücadelenin yaptırım gücüne karşı, “ büyük komünist rüya- yı” (a.y.) yani “yapma gücünün özgürleşmesini” ileri sürmek, ne anlama gelir? Her türlü örgütlü dövüşe, yani “ karşı- güç” örgütlemeye, teçhizatlanmaya kar- şı çıkmak, bunun yerine “yaptırım gücümün yok edilmesi, yapma gücünün özgürleşmesi” adı altında kendiliğinden gidişi kutsamaya varır.
Yetmiş yıllık sosyalist iktidar dene
yinden sonra nereye vardık? 20. yüzyılın başında II. Enternasyonal içindeki tartışmalara geriye döndük. Devrimle iktidar arasındaki bağlantının koparılmasının bedellerini Kıta Avrupa’sındaki mücadeleler sırasında, özellikle Alman devrimcileri acı acı ödediler. Mücadelede ken- diliğindenliğin abartılmasına -bunu o dönemler en çok Alman devrimcileri yaptı- Rus Devrimi önemli bir nokta koydu. Ancak ardından yaşanan sosyalist iktidar deneyi ve devletin (iktidarın) yaşamın her alanına girerek hantallaşması, bürokratik kireçlenmeye uğramasından sonra, yeniden büyük bir parende atıp 19. yüzyıl ikinci yarısındaki mücadele biçimlerine geri mi döneceğiz? İktidar deneyinin bozulma ve çökmeyle sonuçlanması, örgüt ve iktidar silahından vazgeçilmesi sonucuna mı varmalıdır? O zaman, mevcut kapitalizmin dişinden tırnağına örgütlü ve silahlı güçleriyle nasıl mücadele edileceğinin yolu gösterilmelidir. Buna büyük bir aymazlıkla “ bilmiyoruz” diye cevap vermek, postmoderniz- mi kutsamak anlamına gelir.
Şenliğe dönüşen “ anti-küresel” hareketlerin içindeki en önemli tartışma ve kopuşma nokrası “ devrimci şiddet” konusundadır. Bu rastlantı değildir. Anti- küresel şenliklere FARC gibi silahlı mücadele veren örgütlerin çağırıimaması da bir rastlantı değildir. Yenilince elindeki en önemli silahı bir kenara bırakmaya benzeyen bu tavır, hangi “ büyük” düşü kurarsa kursun, sonunda rüyası k a p ita l iz m in iy i le ş t irm e s in d e n öteye gidemez. Bu da bir yoldur. Açıkça söylendiğinde ortada bir sorun da kalmaz, herkes kendi yolunda yürür. Sorun bütün bunların yeni devrimci düşünce olarak sunulmasındadır.
15
— yol
Sosyalist sistemde yaşanan devlet deneylerinden hareketle, bir kez daha böyle bir deneyi tekrarlamamayı istemek anlaşılır olmaktan öteye, devrimciler için böyle bir tekrarın yolunu tıkamak en önemli görevdir. Ancak buradan hareketle iktidar hedefinden, hatta kapitalizmle mücadele için “ karşı-güç” yaratmaktan vazgeçmek bambaşka bir uca sıçramak olur. Sosyalist mücadelenin devlet ve iktidar konusunda kötü bir deney yaşaması, bu mücadele hedefinden vazgeçmek için yeterli değildir. İktidar hedefi, ancak, kapitalist egemenlerin kendi iktidarlarını halklarla paylaşması gibi veya başka bir ifadeyle egemenliklerinden belli ölçülerde gönüllü olarak vazgeçmesi gibi bir belirtinin, hatta sosyal mücadele alanında böyle bir eğilimin doğmasıyla özde bazı değişimlere uğrayabilir. Böyle bir değişim sınıflar mücadelesi tarihinde yeni bir döneme denk düşerdi, ve ancak böyle bir özelliğin sosyal bir olgu haline gelmesi iktidar sorununa başka bir boyut kazandırırdı. Ardımızda çökmüş bir sosyalizm deneyi bırakmamıza karşılık, önümüzde kapitalizm, sosyalist mücadeleyi gerekli kılan koşullarında hiçbir önemli değişim olmadan var olmaya devam ediyor; daha öteye dünya egemenliğini iyice perçinlemek için en son teknikle silahlanmasını yetkinleştiriyor, ayrıca derin devlet ve medya ile iktidarını toplumsal yaşamın en kılcal damarlarına kadar yaygınlaştırıyor. Bu güce “ karşı-güç” yaratmadan nasıl mücadele edileceğini, bu yaşamsal, konuya cevabı “ bilmiyoruz” deyip geçivermek, postmodern dünyanın sefilliğinden başka bir şey değildir. “Yenildiğimiz yere” bir kez daha gideceğiz, bu kez daha yetkin mücadele yollarını yaratmak için!
İktidarın “ bozucu” , “yozlaştırıcı” etkisinden hareketle devlet sorunundan kopuşma: İnsanlık tarihinde kuruluş günlerindeki coşkusuna, hedeflerine, söylemlerine, “ ideallerine” ters düşmemiş bir iktidar deneyi ne yazık ki yok! Devlet olmadan önceki yazısız tarih boyunca, ilkel komünal dönemdeki kabile yönetimleriyle ilgi bilgilerimiz insanlığın bu ilk yönetim biçiminin, yönettiği toplumdan kopuşmadığını gösteriyor. Bu dönem dinlerde “ cennet” olarak düşlen- miş, bilimsel sosyalizmin kurucuları ise komünist hareketin iktidar sorununu tartışırken başlıca iki kaynaktan etkilenmişlerdir. Birisi, o gün için hala güncelliğini koruyan Fransız Burjuva Devri- mi’nin dersleri ve Paris Komünü’nün “gökyüzüne saldıran” kahramanlığıdır. Devlet ve iktidar sorununda diğer etkili kaynak ise insanlığın ilk komün döneminin deneyleridir. Bu iki kaynağın bilgilerinin sentezinden “ proletarya diktatörlüğünün” temel özellikleri öngörülmüştür. İnsanlığın ilk toplum biçimi hala düşüncelere bir esin kaynağı olabiliyorsa, bu, onun çıkar gözetmeyen, eşitlikçi, kolektif yapısından dolayıdır. Ancak bir kez komün çözülmeye başladığında, sınıflı toplumlar ortaya çıktıktan sonra, bu yapılarla temas eden komün yönetimlerinin de acıklı yozlaşmalar yaşadığı biliniyor.
Ancak tarihteki hangi iktidara bakarsak bakalım, elbette ki tüm iktidarlar değil, dönemine göre bir gelişmeyi temsil eden iktidarlar, ilk günlerinden yozlaş- mamışlardır. Onların sanki bir canlı gibi doğuş-kuruluş, gençlik, olgunluk, yaşlanma ve çürüme dönemleri olmuştur. Dolayısıyla iktidar sorununa bakarken orada sadece “ yozlaşma” ve “ bozulmayı”
__ 16
devlet ve iktidar sorunu__
görmek bir sürecin sadece bir bölümüyle yaşananı-tüm süreci yargılamak olur. Bundan kötüsü, böyle bir bakış bozulmanın nedenlerini irdeleme yeteneği gösteremez. Öte yandan, “ sonunda nasıl olsa yozlaşacak” bir aracı baştan kullanmaktan çekinmek politikada bir meziyet değil, ancak ahmaklık olabilir.
Devletle ilgili diğer vurgulanması gereken yön onun bağımsız, hiçbir şeye bağlı olmayan Hegelvari “ mutlak düşüncenin en mükemmel dışa vurumu” olarak kavranmasının yanlışlığıdır. Marksizm, devleti sınıflar uzlaşmazlığı ve üretim temeli ile bağlantılı hale getirdikten sonra bu uyarı yersiz bulunabilir. Fakat günümüzde hangi yoldan yürüyerek o- iursa olsun iktidar hedefinden vazgeçen düşünceler, kendileri inkar etseler de, mevcut devleti sınıflardan bağımsız görme veya görmek isteme illetinden inmelidirler. İktidarla yozlaşmayı kabaca eşitleyenler, tarihten ve elbette sosyalizmin deneylerinden hatalı dersler çıkartmakla kalmıyor, hem de bu yozlaşmaya uğramamak gibi çok idealistçe görünen bir davranışla mevcut kapitalist egemenleri kendi “ yozlaşmış” iktidarları ile baş başa bırakarak, aslında onların egemenliklerine dokunmamış oluyorlar. Saf ve parıltılı görünen bu parolaya, sınıf çıkarları dünyasından bakınca ortaya ezilenlerin çıkarlarının egemenlerin insafına kaldığı bir tablo çıkar.
İktidarda yozlaşma nedir ve alın yazısı mıdır? Olaya tek tek devletlerin tarihinden bakmak uzun bir tarih yazımını gerekli kılar. Biz bazı genel sonuçlar çıkartmakla yetineceğiz.
İktidarda yozlaşma, sınıfın çıkarlarının yerine zümre çıkarlarını geçirmekle
başlar. Sınıfın genel çıkarlarını temsil etmek yerine, iktidar imkanlarıyla oluşturulmuş, grupların veya zümrelerin çıkan öne çıkar ve sınıfla bir kopuşma yaşanırsa yozlaşma bir iktidar değişimiyle sonuçlanabilir.
Sınıflar mücadelesi tarihinde her zaman şöyle bir sorun olmuştur. Her sınıf iktidar mücadelesi verirken sırf kendi çıkarlarını öne çıkartmak yerine bu çıkarları toplumsallıkla örtülendirmiştir. Bu, sadece basit bir aldatmaca, bir politik oyun değil, iki yön taşıyan bir gerçekliktir. İktidar mücadelesindeki sınıf, hem kendi çıkarlarına diğer toplum kesimlerini kazanmak için mücadele verir, hem de onlara kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi sunar, böyle bilinç oluşturmaya çalışır. Dolayısıyla bir sınıf daha iktidara geldiğinin ertesi günü bir handikapla yüzyüzedir. İktidar olan sınıfın kendi çıkarları için uygulamalarıyla, “ toplumun genel çıkarları” arasındaki gerilim yok edilemez, buharlaştırılmaz bir gerçeklik olarak her iktidarın önünde durur. Ancak yozlaşma bundan ibaret değildir, hatta bu değildir. Her iktidar uygulaması, kaçınılmaz bir şekilde egemen sınıfın çıkarları ile egemen olmayanlar arasında bir gerilim yaratır. İktidarda yozlaşma, hem toplumda genel bir meşruiyet kaybına denk düşer, hem de kendi temsil ettiği sınıfla, keyfi uygulamalardan, grup ve zümre kayırmaktan dolayı bir kopuşma içine girmek demektir. Yozlaşmalar çöküşlerle de sonuçlanabilir, reformlarla hükümetlerin yenilenmesiyle de aşılabilir. İktidardaki yozlaşma, bir zümre-grup lehine temsil e ttiği sınıfla bir kopuşma noktasına kadar derinleşmişse, çöküş, iktidarın altüst olması kaçınılmazdır.
17
— yol
Uzun tarihi bir kenara bırakalım, olaya kapitalizm ve sosyalizmin tarihi ile sınırlı olarak bakalım.
Kapitalist devlet, kendi tarihinde en büyük krizi ve değişimi serbest rekabetçi dönemden tekelci döneme geçerken yaşamıştır. Kapitalizmin yapısı değişirken devletin yapısı da değişime uğramak zorundaydı. Tekelci kapitalizmle sınıfsal egemenlik bütün burjuva sınıfından bir avuç azınlık olan finans kapitale geçiyordu. Bu dönüşüm aynı zamanda burjuva iktidarlar açısından büyük bir bozulma- yozlaşmayla birlikte yaşanmıştır. Faşizm, bu soysuzlaşmanın zirve noktası olmuştur. Aslında sosyalist sistemin zoruyla burjuva demokrasileri 1950’ler sonrası yeni bir soluk almışlardır. Ancak kapitalist devlette özellikle i 970’ler sonrası yozlaşmalar yeniden derinleşmektedir. Sosyalizmin korkusundan kurtulan, refah devletlerini tasfiye eden kapitalizm, dev tekellerin baş rolü oynadıkları bir modern derebeyleşme sürecine çoktandır girmiştir. Yozlaşmayla ilgili her gün bir skandal patlıyor. Çöken tekellerle yüz binlerce çalışanın geleceği de çöküyor.
Ancak günümüzün çok önemli bir özelliği var, bencillik artık zirvelere tırmandığı için yozlaşma bu anlamda yükselen değerler arasındadır. II. Dünya Sa- vaşı’ndan çıkarken kapitalist ülkelerdeki sosyal değerlerle bugünküler karşılaştırılınca hemen görüleceği gibi iktidardaki yozlaşma birkaç bürokratın, hatta birkaç bin memurun bozulmasından çok öteye bir olgudur. Neo-liberalizmin felsefesi çıkarların her yoldan savunulmasını mubah görmektedir. Kapitalist devletler de bu yolda ilerliyorlar. Eğer iktidarlardaki yozlaşmanın, birkaç bürokratın bencilli
ğinden öteye bir anlamı ortaya çıkıyorsa, bu yozlaşmanın nedeni sırf iktidar olmak, ya da iktidarın imtiyazlarının insanın “aklını çelmesi” değildir. Bir devlette elinde büyük yetkiler tutanlardan her zaman “ şeytana uyan” çıkacaktır. Yozlaşma ve bozulma bundan öteye bir şeydir. “ Şeytana uyma” nın istisna değil kural haline gelmesidir. Kapitalizmin küreselleşme adı altında yürüyen yeni sömürgecilik dalgası, dünyanın yeniden paylaşımı, bugüne kadar edinilmiş uluslararası kuralların yerini kaba gücün almasıyla, bir bakıma kapitalist devletlerde bir yozlaşmayla eş zamanlı gitmektedir. Çıkarlar dünyasında, dünün Soğuk Savaş dengelerinin dikte ettiği sistemin tümünü koruyucu kuralların, “ kuralsızlaştırma” parolaları ile ortadan kaldırıldığı bir tarihsel dönemde, iktidarların yozlaşması kaçınılmazdır. Küreselleşen kapitalizm aynı zamanda hızla yozlaşmaktadır. Yozlaşma günün yükselen değeri olsa da, her değerin olduğu gibi bunun da bir sınırı olacaktır. Ancak şimdi kapitalist düzenler dört nala bu yolda koşturuyorlar. Yozlaşma ve bozulmanın kaynağı sırf iktidar olmak değildir. Her dönem kendi iktidar biçimini, yani iktidarı sürdürmenin, egemenlerin çıkarlarını yeniden üretmenin politikalarını yaratır. Bu üretimde bir tıkanma olursa, bir başka deyişle egemenliği yeniden üretemeyen bir iktidar bu sorunu çözemediği ölçüde yozlaşmaya mahkumdur. Tüm dünya kapitalizmini göz önüne alırsak, günümüzde kapitalizm kendini yeniden üretmekte büyük tıkanmalarla yüzyüzedir. Benzer bir dönem 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşandı. O günlerin faşizm tarzında yozlaşmasıyla, bugünün “ uluslararası teröre karşı güvenlik”
devlet ve iktidar sorunu__
adı altında gücü elinde tutanların en keyfi yollara sapması arasında özce büyük benzerlikler vardır. Kapitalist merkezler “ bilgi çağı” nın bütün parıltısına rağmen yozlaşmaktadır. Son yapılan Davos toplantılarında “ iş dünyasının” en önemli tartışma konusu “ahlak” tı. Göklere çıkarılan neo-liberalizmle iş ahlakındaki çöküş arasında bir bağlantı kuramayan kapitalist kafalar, soruna ancak geçici tepkiler üretebilirler. Sonunda yeni bir büyük krizin öğretmenliği yaşanacaktır. Üçüncü Dünya ülkelerine ayrıca değinmeye gerek yoktur, bu ülkelerdeki iktidarlar ve toplumlar yozlaşma konusunda adeta birbiriyle yarış içindedir. Kapitalizmdeki bu genelleşen yozlaşma yeni bir devrim dalgası mı yaratacaktır, yoksa bazı reform uygulamalarıyla atlatılabilecek midir? Bu sorunun cevabı henüz verilmedi, ancak olaylar bu yöne birikiyor.
Sosyalizmin tarihinde iktidar sorununa bakarken Gulag Takımadaları’ndan başka bir şeyi görmeye yetenekli olmayanlar, bozulmadan, yozlaşmadan öteye bir gelişim göremezler. Sosyalizmin ilk iktidar deneyi yetmiş yıl kadar sürdü. Kireçlenen bürokratik yapının kadife devrimler karşısında “ kağıttan bir kaplan gibi” dağılıvermesi sosyalist iktidar kavramı ile bürokratik bozulmayı düşüncelerde yapışık ikizler haline getirdi. Üstelik teorik öngörülerimize göre proletarya iktidarı aynı zamanda devletin sönüm- lenmesinin de ipuçlarını vermeliydi. Ancak yaşanan deneyde böyle ipuçlarını algılamak mümkün olmadı.
Teorik öngörülerle pratik uyuşmayınca, yapılacak iş olayları teoriye uydurma zorlamaları değildir, yaşanan deneylerden yeni teorik dersler çıkartmak gerekir. Yaşanan iktidar deneyinden sade
ce “ iktidarın yozlaşmasının kaçınılmazlığı” ve “ iktidar ufkunun terkedilmesi” sonucunun çıkartılması için postmoderniz- min zehriyle uyuşmuş olmak gerekir. Tarihten ders çıkartılırsa tekrar etmez.
Bürokratik bozulmanın alın yazısı olmadığı, yetmiş yıllık iktidar dönemi irdelendiğinde görülebilir. Sovyetler Birli- ği’ni dikkate alırsak, kuruluş ve emperyalist saldırıya karşı savunma (II. Dünya Savaşı süreci) yıllarıyla, özellikle 70’ii yıllar sonrası iktidar yapısı arasında önemli farklar vardır. Yazımızın sınırları içinde sosyalist iktidarlardaki yozlaşma konusunda bazı dersler çıkartmak gerekirse, konuyu “ iktidarın yozlaştırdığı” gibi kaba önyargılardan kurtarmak gerekiyor. Sosyalist iktidarlar özellikle kuruluş yıllarında büyük görevler başarmışlardır. Ancak öyle bir dönem gelmiştir ki, iç ve dış koşullardaki değişime göre yeniden yapılanma geciktiği ölçüde yozlaşma taşınamaz noktalara gelmiştir. Gorba- çov’un uygulamaları böyle bir yeniden yapılanma girişimiydi, ancak en az yirmi yıl gecikmiş uygulamalardı. O nedenle, su kaynatmış bir motorun kapağını açmak gibi bir etki yarattı. Kapağı açanları yaktı.
Eğer sosyalist iktidar sorununu çok yapıldığı gibi önder kişiliklere birebir bağlayıp ve kişilere göre övmek veya lanetlemek biçiminde ele almayacaksak, sistemin sosyal ve ekonomik yapısındaki gelişme ve tıkanmaları irdelemek gerekiyor. Bu yazı sınırlarında daha önce çıkarttığımız bazı sonuçları 4 özetlemekle yetinelim.
Sosyalizmin iki temel uygulaması, ki teori böyle öngörmüştü, merkezi planlama ve devlet mülkiyeti, kuruluş yılla-
19 —
rından sonraki süreçte tersine işleyen etkiler yaratmaya başladı. Tarihte hiçbir devlet, -tann firavunların yönettiği antik Mısır devletleri dahil- böylesine devasa bir güce sahip olmadı. Bu muazzam güç bir dönem çok hızlı adımlar atılması anlamında büyük roller oynadıysa da, kritik dönüm noktalarında kıvrak dönüşler yapamayacak kadar irileştikten sonra, gücünün rakipsizliği onun aynı zamanda en büyük zaafı haline geldi. Zaaflarının toplumdan kendine doğru yansıma yollarını kapattıkça, kendine bakacak bir ayna bulamadı, her yere kendi gölgesini yaydı. Tarih, devlet mülkiyeti ve merkezi planlama uygulamalarının bir sınırı olduğunu gösterdi. Eğer sosyalizm tarihinden bir ders çıkartılacaksa bu sınırların iyi tanınması gerekir.
Bir diğer konu devlet ve parti ilişkisinde her iktidar yılında kapanan ve sonunda tekleşen sürecin yaşanmasıdır. Burada da çok önemli sınırların olduğu ortaya çıktı. Kuruluş sürecinden sonra, devletin çürüyüp bozulmaması için onun dokunamayacağı alanların olması gerekir. Partiler, tüm toplumsal örgütlenmeler sosyalist anayasa içinde devletin dışında bir ağırlığa sahip güçler olmalıdır. “ Sosyalist iktidarla halk örgütlenmeleri arasında bir çelişki ve hatta mücadele olur mu ?” sorusunu tarih olumlu yönde cevaplamıştır. Olmayacağını iddia etmek aynı zamanda devletin, tüm doğruların mutlak belirleyicisi olabileceği gibi idealist, hatta Hegelvari bir devlet anlayışına savrulmak olur. Gücün bu ölçüde mutlaklaşması aynı zamanda onun çürümesi de oluyor.
Son olarak, emperyalist kuşatmanın ‘ yarattığı, yıllar geçtikçe artan bozulma
lardır. “ Demir perdeyi” sosyalizm yarat
__ 20 ____________________________
— yol--------------------------------------------
madı. Tam tersine Soğuk Savaş’ın başında, ana stratejik yöneliş olarak ABD tarafından yaratıldı ve her fırsatta yükseltilip kalınlaştırıldı. Devrimden hemen sonra yaşanan iç savaş ve li. Dünya Sa- vaşı’nda faşizmin saldırısı ve savaş biter bitmez başlayan “ Soğuk Savaş” , Sovyet- ler Birliği yönetiminde aslında I930’lu yılların ortalarında başlayan “ her yerde düşman görme” olgusunu paranoya seviyelerine kadar tırmandırmıştır. Evet, aslında her tarafta düşman vardı, Soğuk Savaş’ın kuşatmasında her bulduğu fırsatta sosyalizme saldırıyordu. Böyle bir düşmana karşı her an uyanık olmakla adeta tüm hareket yeteneğini yitirerek her nüansta düşman görüp bizzat halktan kopuşmak başka bir şeydir. Bugünleri ucuz ve kaba değerlendirmek aklımızın ucundan geçmez. Ancak bürokratik azmanlaşmaya uğrayıp sonunda değişim yeteneğini yitiren devletin oluşumuna bu günlerin “ katkısını” da iyi çözümlemek gerekir.
Bu konuda pek çok detaya takılmak yerine bir nokta üzerinde vurgu yapmak gerekiyor. Emperyalizmle kuşatılmış sosyalizmin sürekli savunmada kalması, onun hareket yeteneğini büyük ölçüde öldürmüştür. Oysa hem ideolojik olarak, hem güçler değişiminin yarattığı her fırsatta saldırı tavrını sürdürmek, çok daha kıvrak, usta, esnek bir devlet yapısıyla mümkündü. Paslanmayı engellerdi. Saldırıdan kastettiğimiz elbette o günlerin devrimci ortamında çok korkutucu bir uyarı yerine geçen “ macera” aramak değildi; psikolojik olarak üstün konumları yakalamak ve her pratik fırsatı değerlendirmektir. Oysa hep emperyalizm saldırdı ve sosyalizm hep uzlaşma, “ barış içinde birlikte yaşama” yollarını aradı.
devlet ve iktidar sorunu__
5u süreç sonunda dünya devrimci hare- ■ etleri için olduğu kadar, bizzat Sovyet- er Birliği için de durgun bir bataklık yarattı,
İnsanlık bu hatalarının bedelini sosya- s: sistemi yitirerek ödedi. Ve bu yıkılış
: ısında insanlık tarihinin, en kısa zamanda yapılan en büyük soygunu yaşandı. Yarım yüzyılı aşkın süredir b iriktirilmiş toplumsal servet birkaç yılda “ özelleştirilmelerle” yağma edildi. Bütün bu olanlardan, iktidarın yozlaştırdığı sonucuna varıp kapitalizm içinde kendini ebedi muhalefet olmaya mahkum etmek, yağmacılığı bir kez daha dizginlerinden boşalan dünya emperyalist sistemine bu dönemde verilebilecek ikinci büyük hediye olur. Birincisini 80’li yılların sonunda Berlin Duvarı’nı yıkanlar vermişti.
SONUÇ
Ezilen yığınlar yozlaşan sosyalist iktidarlardan sonra bir kez de “ sivil toplum” veya “ üçüncü alan” gibi parlak görülen yeni parolalarla “ iktidarsızlık” deneyinin çürütücülüğünü mü yaşayacaklar? Bu soruya bugünün gelişmelerinin ışığında “ evet” cevabını vermek zorundayız. Sadece iktidarın değil, “ İktidarsızlığın” da çürüteceğini geniş yığınlar kendi pratikleriyle görüp öğrenmek zorundalar. Geniş yığınlar böyle öğreniyor. Büyük savrulmalar, keskin çöküşler, bunların sonucu ve bir bilinç sıçramasına yol açan “ tarihsel kopuşmalar” yaşanmadan yığınlar öğrenmiyor. Medya büyük bir silahtır. Medya ile yığınlara her şeyin dikte edilebileceği gibi kaba bir sonuca varılabilir. Ancak bunun doğru olmadığını en iyi yıkılan sosyalizm kanıtladı. Sonuç olarak, yozlaşan iktidarlardan
sonra bu kez iktidar olamamanın yaratacağı yozlaşma ve çürümeler yaşanacak. Aslında bu çürümeler çoktandır yaşanıyor. Orta Afrika’ya, Ortadoğu’ya, Güney Asya’ya, özellikle Latin Amerika’ya bakınca bu hemen görülebilir.
Bugün devlet ve iktidar konusunda özellikle iki öne çıkan olguyu tespit etmek önem taşıyor. İlki, burjuva demokrasilerinin, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşandığı gibi, yeni bir itibar kaybı sürecinin derinleşmesidir. Sosyalizmin yıkılışıyla burjuva demokrasileri otomatik olarak itibar ve güç kazanmadılar. Seçimlere ilginin gittikçe azalması, parlamento gibi kurumlara güvenin çok düşmesi, hükümetlerin iradesinin olmadığı, onu güdenin ve yönlendirenin derin devlet olduğu konusundaki, yargılar artmaktadır. Hele bu konuda Üçüncü Dünya ülkelerine bakıldığında oralarda tam bir trajikomik demokrasi oyunu oynanmaktadır. Sosyal gelişimin tüm alternatiflerinin yok edildiği, her yolun neo-liberalizme çıktığı günümüz dünyasında, parlamento yenilenmesi ve hükümet değişimleriyle hemen hiçbir şeyin değişmediği her gün daha iyi gözler önüne seriliyor. Burjuva demokrasilerinin bugün en büyük handikabı, tıpkı “ tek partili Sovyet sistemini” eleştirdikleri duruma düşmüş olmalarıdır. Ortada çok parti olmasına rağmen, bir tek iktidar tarzı vardır. Bu iktidarı seçim ve parlamento şovları artık eskisi kadar örtemiyor. Tekellerin, tekel gruplarının iktidarı ve onların yeni vurgunlar için aralarındaki çekişmelerinin sahnelendiği tiyatroya demokrasi deniyor, ancak bu oyun her geçen gün daha fazla seyirci kaybediyor.
İkinci eğilim, gerek kapitalizm ve gerekse sosyalizm deneyinden dolayı kitle
--------------------------------------------- 21 ----
— yol
lerde, henüz tam bir şekle bürünmese de, merkezi iktidarlara, bu yönetim biçimine karşı bir tepki büyümektedir. Bu tepkinin bir yanında, iktidardan (merkezi) vazgeçmek, onun yerine yerelliği öne çıkartmak vardır. Merkez tekellerce işgal edilip kuşatıldığı için, bir yanıyla hem ulaşılmaz görülüyor, hem de kirli alan olarak lanetlenip yerellik öne çıkartılıyor. Bu eğilimin kapitalizmin yeni bir gelişim dönemine denk düşmesi gerçekliği de vardır. Yeni bir tekelci kuşak yetişiyor, bunun yarattığı bir gerilim ve sancı vardır. Öte yandan, kar hadlerindeki düşme, yeni tekniğin büyük bir sıçrama yaratmaması ve sermayenin üretimden spekülasyona kaymasındaki artış, kara ekonomiyi büyütüyor, paylaşım pastası daraldıkça tekellerin içinde ve dışında ekonomik gruplaşmalar artıyor. Bu bölünmelerin sonucunda şirketler varlıklarını koruyabilmek için kendilerine ideoloji yaratıyor ve yekpare gibi görünen pazar bu ideolojik sınır çizgileri ile bölünüyor. Bütün bunlar yönetimde bir yerelleşme eğilimiyle birlikte gidiyor.
Sonuç olarak, burjuva demokrasileri bir yönetim biçimi olarak aşılma sancıları içine girmiştir. Onlar da aşırı şişen devletten, hareket yeteneğini azaltan katı kurallardan şikayetçidirler. Merkezi devletteki bu bozulmanın sonucu, hükümet dışı organizasyonların, yeni bir sivil toplum arayışlarının -ilk arayışlar feodalizmin çözülme sürecinde yaşanmıştı-or- taya çıkması bir anlamda doğaldır. Doğal olmayan bu gelişmelerin ufkunu yanlış yöne çevirmek, iktidar hedefinden vazgeçmek ve yerelliği mutlaklaştırma eğilimleridir. Temsilciler yozlaştıkça temsili burjuva demokrasisi yıpranıyor ve aşılma sancıları içine giriliyor. İnsanlık doğ
__ 22
rudan komün demokrasisinden, komün çözülüp ümmetler, toplumlar, uluslar doğdukça temsili demokrasiye geçti. Yeniden bir komün demokrasisi gibi doğrudan demokrasiye geçmek elbette mümkün değildir. Ancak yozlaşan burjuva demokrasileri de olayların gösterdiği gibi “ tarihin sonu” değildir.
En genel anlamda insanlığın bilinci geliştikçe yeni biçimlerle doğrudan demokrasiye gidiş ağırlık kazanacaktır. Merkez ve bölgeler arasında yeni ilişki yöntemleri yaratılacaktır. Ancak siyasal yönetim bilindiği gibi bir üretim biçiminin yaratığıdır, kendisi bir türevdir. Bu anlamda mevcut kapitalist düzende doğrudan demokrasiye gidiş imkansızdır. Görünüşte ve olayların zorlamasıyla doğrudan demokrasiye doğru biçimsel ve medyatik adımlar atılırken, tekelci egemenliğin yitirilmemesi için aysbergin görünmeyen yanı, derin devlet güçlendirilmek zorundadır-. Bu çelişkinin ne zaman ve nasıl köklü bir siyasal krize -aslında “ demokrasi krizine” - dönüşeceğini bugünden öngörmek elbette mümkün değildir. Böyle bir krizin çözümlenmesi ise sadece siyasal biçimlerin değişimiyle değil, kapitalist üretim biçiminin de değişimi ile mümkün olacaktır. “ Sivil toplum” oyalanmaları ile ya ömrü daralan burjuva demokrasilerinin doğrudan demokrasi görüntüleri ile ömrü uzatılacak ya da iktidar hedefli mücadele ile bu görüntü yırtılarak kriz derinleştirilecektir.
“ İktidar olmadan dünyayı değiştirmek” sırf “ sivil toplumun” baskısıyla, burjuvazinin kendi sınıfsal özünün değiştirilebileceği düşüne denk düşer. Elementlerin özünü-yapısını değiştirmek, ancak onların atom çekirdeklerinin nötron bombardımanıyla dağıtılmasıyla
devlet ve iktidar sorunu__
mümkün oluyor. Burjuvazinin kendi çıkarları konusunda, atom çekirdeği kadar katı olmadığını düşlemek için elde hangi kanıt var? Sosyalist iktidarlarda sadece yozlaşmanın kanıtını bulanlar ve “ iktidar olmadan dünyayı değiştirmeye” soyunanlar, benzer bir biçimde burjuvazinin yapısal bir değişime uğrayabileceğinin kanıtını sunmalıdırlar. Yoksa bu kanıt, yeni dünya düzeninin liderlerinin dilinden düşmeyen “ demokrasi” ve “ insan haklan” söylemi midir?
DİPNOTLAR(1) Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları, s.28
(2) Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, s.203
(3) John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, s.37
(4) Mehmet Yılmazer, Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağına Ne Oldu? s.297
23
M. Sinan
TK P ELEŞTİRİSİSon iki yılın sol dünyasının önemli
bileşenlerinden bir tanesi de TKP idi, böylece TKP I 3 yıl sonra Türkiye siyaset sahnesine yeniden dahil olmuş o ldu. Gelenek dergisi çevresi, STP ve SİP konaklarından sonra kendisi açısından önemli bir açılım gerçekleştirerek TKP ismini kullanmaya başladı. Bir süre isim tartışması TKP’yi gündemleştiren önemli faktörlerden bir tanesi idi, fakat 1974 atılımı ile sembolleşen TKP’ye sahip çıkacak bir irade ortada kalmadığı, sosyalist hareketin burjuva sosyalizmi haznesinin bu önemli bileşeni tü müyle likide olduğu için birkaç çatlak ses çıkmasına rağmen SIP-TKP dönüşümü sorunsuz bir şekilde atlatıldı ve TKP siyaset sahnesindeki yerini aldı. Kendilerine hayırlı olsun.
Açıkçası biz de ilk başta onların bu ismi kullanmalarının çok da hakkaniyetli bir sonuç olmadığını düşünüyorduk fakat gelinen noktada geçmiş TKP’nin ardılları buna sahip çıkacak bir irade ortaya koyamadılarsa bizlere diyecek pek de bir şey düşmüyor herhalde. Hem de 1974 TKP’sinin mirası biz- ler açısından uğruna kavga edecek düzeyde bir değeri ifade etmiyor. Geçmiş TKP’nin kalıntılarının ne kadarlık bir o ranının ismin büyüsüne kapılarak yeniden “ TKP” li olduklarını bilecek durumda da değiliz. Fakat böylesi bir göçün kısmen de olsa gerçekleştiğini biliyoruz. Haluk Yurtsever gibi bir ismin de TKP saflarına katılmış olması böylesi bir âkımın kısmen de olsa gerçekleş
tiğini gösteriyor.
Fakat gelinen bu noktada TKP’yi yeniden kuranların beklediği ölçüde ciddi bir toparlanma olmadığı, SİP’in geçmiş kimi parlak dönemlerindeki kitleselliğini ve etkinliğini yakalamakta zorlandığını görüyoruz. Oysa beklentiler biraz daha aksi yöndeydi. TKP isminin b irçok kişi için önemli bir cazibe merkezi olacağı ve bunun da söz konusu hareketi en azından kendi mecrasında ö nemli oranda öne çıkartacağı düşünülüyordu fakat böylesi bir sonuç ortaya çıkmadı.
Ortaya çıkan TKP görüntüsü, geçmiş SİP görüntüsünün ötesine geçebilmiş değil. Ağırlıklı olarak öğrenci hareketi olma karakteri, SİP’in en önemli özelliklerinden birisi idi. Aradan geçen iki yıl sonrasında bu karakter biraz daha güçlenerek hakim görünmektedir. Oysa 80 öncesi TKP, bütün politik zaaflarına rağmen özellikle DİSK aracını çok etkin bir şekilde kullanarak, dönemin Devrimci Yol ile birlikte en yaygın iki hareketinden biri haline dönüşmüştü ve özellikle de sendikalar ve işçi sınıfı içerisinde önemli bir ağırlık yaratmıştı. SİP’in bu yönde bir evrim yaşayabileceğini düşünmemiz için ortada hiçbir işaret görünmemektedir.
Fakat TKP, basındaki eski TKP’lile- rin de gösterdiği ilgi ve alaka ile bir önceki seçimlerde ÖDP’nin mazhar olduğu ilgiyi ve popülerliği yakaladı. Her ne kadar bu ilgi, aynı ÖDP’de olduğu gibi
__ 24
büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmış olsa da TKP'lileri bir dönem için o ldukça mutlu etmişe benzemektedir. İki yasal partinin seçim sonuçlarını değerlendirmeleri oldukça farklı oldu. ÖDP’nin yaşadığı seçim başarısızlığı, yaklaşık %0.34 oy almasına rağmen- partinin çatırdayarak bugünkü büzülmeye ulaşmasında önemli dönüm noktalarından biri olmuştu. Oysa TKP %0.19’luk oy oranını önemli bir başarı olarak nitelemeyi başardı ve enseyi neredeyse hiç karartmadı. Krizin, yoksullaşmanın damgasını en yoğun bir biçimde vurduğu bir seçimden komünistlerin en az oyu alarak çıkmalarının aracı oldu. Gerçi TKP ideologları böylesi bir sonucu da, aynen DEHAP’ı desteklememek konusunda olduğu gibi, muhtemelen “ ilkeli duruş” vs. içeriğinde meşrulaştıracak söylemler geliştirmeyi başarmışlardır lâkin biz okumalarımızda bunları görme fırsatına ulaşamadık.
Peki gelinen bu noktada TKP’yi eleştirmenin işlevi nedir? Bunun birçok yönü olduğunu düşünüyoruz. Birincisi geçmişteki olumlu alışkanlıklarımızdan birisi olan siyasetler arası polemik yapma geleneği neredeyse tükenmektedir. Gerçekten de kimse birbirini progra- matik, teorik ve siyasal hedefleri açısından eleştirmez hale gelmiştir. Bunun herkesin kendi dünyasına fazlasıyla saplanmasıyla bir ilişkisi de vardır,
,ki m,sf? ni n j?irld ■ J?i>* fAfîliti-k j jestim, ifa r'1 - sinde olmaması ile de. Arada yaşanan eleştiriler ise düşünsel bir arka plana sahip olmayan, genel mücadeleye katkı sunmayan, kavramsal yakıştırmalarla ya da gayet tekil olaylarla sınırlı bir çerçevede yapılmaktadır. “ Şurada niye böyle değil de şöyle davrandınız” gibisinden.
tkp eleştirisi__
Oysa bugün sosyalist hareketin kendisine bir yön aradığı şu süreçte belli bir düşünsel üretim ve emeğe yaslanan eleştirilerin katkı sunacağını düşünüyoruz, dolayısıyla bu geleneğe sahip çıkmak istiyoruz.
İkincisi TKP bugün bütün zayıflığına rağmen özellikle üniversiteli gençlik içerisindeki kendisi açısından başarılı performansıyla, ideolojik eleştirinin yöneltilmesi gereken bir pozisyon edinmiş durumdadır. Gerçekten de TKP, bugün öğrenci gençliğin, yani devrimci hareketin kadro kaynaklarından birinin devrimci hareket saflarına akmasının önündeki engellerden biri haline gelmiştir. Devrimci kitle hareketlerinin bütünüyle geriye çekildiği, Kürt hareketinin Öcalan’a yönelik komployla, devrimci hareketin de F t ipi operasyonuyla yaşadığı iki büyük yenilgi sonrasında ortaya çıkan moral çöküntü ortamında, gençliğin TKP saflarında yoğunlaşması mücadelenin geleceğini karartan sonuçlar yaratabilecek bir olaydır. Bu durum sosyal bir olgudur. Dönemin yenilgi ve geri çekilme, liberalleşme ana motifleriyle uyumlu bir sonuçtur. Ezilen sınıfların tüm ö bekleri adım adim geri çekilmeyi yaşarken öğrenci gençlik hareketinin de geri çekilmesinin dayandığı nokta TKP olmuştur. Bu durumu aşmanın önemli araçlarından bir tanesinin de ideolojik mücadele olduğunu düşünüyoruz.
* * *
TKP kibirli bir özgüven siyasetidir. Kendileri ile ilgili görüşleri inanılmaz abartılıdır. Bu akımın yıllardır öğrenci gençlik hareketi içerisinde birikmek ve düzenli bir yayın faaliyeti yürütmek dışında hiçbir siyasi başarısı bulunma-
25 ----
— yol
maktadır. Son yılların hiçbir önemli toplumsal hareketinin önemli bir öznesi olarak yer alamamışlardır. Gazi D irenişi ile sembolize edilen sürecin tamamen dışındadırlar. Kürt hareketiyle dayanışma konusunda her zaman kendi sınırlarına riayet etmişler, hiçbir zaman bunları aşmamışlardır. Tarihlerinde başardıkları hiçbir ciddi işçi örgütlenmesi yoktur. Mahallelerden uzunca bir süredir dışlanmışlar ve bir daha da dahil olamamışlardır. Çok övündükleri teorik altyapıları ve Marksizm birikimleri ise çoğu kritik momentte çok yanlış siyasal hatlara sapmalarına engel olamamıştır. 28 Şubat sürecinde yaşananlar ve ordunun yarattığı sürecin etkileri ile ilgili beklentileri bu öngörü- süzlüklerinin önemli bir göstergesi o lmuştur. Düzeni gerçekten tedirgin eden önemli devrimci kalkışmaların neredeyse tümüne mesafeli bakmışlar, bıyık altından eleştirmişlerdir. Hatta bu tavırlarını “ Hayata Dönüş Operasyonumda katledilen devrimcilerin kanları kurumadan devrimci demokrasinin yok oluşuna dair yazdıkları ibret belgeleri ile de doruğa çıkarmışlardır. Belki de sosyal psikoloji açısından kolektif bir suçluluk duygusudur bunları böyle- si bir kibire yönelten.
“ TKP’deki içeriğe eşdeğer bir ideolojik, siyasal ve örgütsel donanımın yanından geçen kimsecikler bulunmamaktadır.” Kemal Okuyan’ın SİP’in 6. Olağan Kongre kararlarında belirttiği bu görüşlerinin ne gibi bir temele dayandığını gerçekten merak ediyoruz. Bu beyler hangi sınamadan geçmişler
.. dir? İdeolojik donanımları nasıl olmuştu r da kendilerini devrimci olan her şeyden uzağa ama askercil olan her şe
__ 26
yin yakınına sokmuştur? Bu soruların cevabını tarihe bırakıyoruz. Umarız söylenen birikim mevcuttur da bundan bizler de kendi çapımızda bir şeyler yapmaya çalışanlar olarak feyz alırız. Fakat durumun pek de içaçıcı olmadığı da ortadadır. Ortada feyz alınacaktan ziyade uzak durulacak şeyler daha fazlaymış görünmektedir.
SİP’in TKP ismiyle siyaset yapmaya başlaması son kertede eşyanın doğası ile ilgili bir şey olmamıştır. Zaten bunu da açıkça ifade etmişlerdir. İsmin TKP gibi sanki daha genel bir kapsamı ifade eder hale gelmesi partinin yeni bir senteze ulaşmasının konağı değildir. SİP, aslında SİP olmaya devam etmektedir. Kadrosal ve ideolojik anlamda bir gelişme söz konusu değildir. Doğrudur, TKP ismi Türkiye komünist hareketinin tarihi açısından uzunca bir süre ö nemli b ir yer edinmiştir. Fakat 1970’ler sonrasında artık geneli ya da tüm hareketi değil sosyalist hareketin sadece bir haznesini temsil eder hale gelmiştir ve I. Bilen ekibinin çizgisi olarak değerlendirilir olmuşlardır.
Dolayısıyla bugün SİP isimli bir partinin TKP adını kullanır hale gelmesi, hiçbir yapısal dönüşüm geçirmeden sadece ismini değiştirmesi ile HADEP’in DEHAP olması arasında çok ciddi bir farklılık yoktur. Doğrudur, özellikle geçmişte komünist isminin kullanılabilmesi uğruna insanlar büyük bedeller ö demişlerdir, komünist ismine sahip çıkmanın çok ağır bedelleri olmuştur. Fakat malumunuz dünya da 20 yıl öncesinin dünyası değildir, Türkiye’de bile 141. ve 142. maddeler komünist o lmayı suç olarak gören ilkeler içermekten vazgeçmiştir.
Oysa TKP’ye göre, SİP’in TKP ismini alması Türkiye Devrimci Hareketi açısından büyük bir sıçrama olmuştur: “TKP açılımı solda bir dönemin kapanışına denk düşmektedir.” (...) Neredeyse bir partinin isim değiştirmesi Türkiye sosyalist hareketinin yeni bir döneminin açılması olarak lanse edilecek. Bu çok iddialı, hatta abartılı bir yaklaşımdır. TKP isminin kullanılabilir hale gelmesi sınıfın gerçekten ciddi bir mücadele ile kazandığı bir mevzi olsaydı, belli bir örgütlenme ve programa denk düşseydi bile böylesi bir değerlendirme abartılı ama en azından anlaşılabilir olabilirdi. Bugün ise bu kullanım, AB’ci makyajlardan biri olarak görünmektedir. “ Bakın artık o kadar demokratikleştik ki seçimlere Türkiye Komünist Partisi bile katılabiliyor.”
TKP ise tabii ki doğal olarak böylesi bir kazanımı fazlasıyla önemsemek- tedir. Bunun önemli bir açılım imkanı □arındırdığına ikna görünmektedirler, “ abii ki herkes istediğine inanma ve istediğinin propagandasını yapma hakkına sahiptir. Ama dünya devrimci hare- <eti birçok açıdan önemli bir krizden geçmektedir ve Türkiye’deki örgütlenmeler de bu krizi en şiddetli bir şekilse yaşayan ulusal öbeklerden birisidir. 3öylesi köklü bir krizin çözümü için i- $ m değişikliğinden, zamanında gerçekten itibar görmüş bir ismi yeniden kul- anıma sokmaktan medet beklemek □ ek umut veren bir yöntem olarak gözükmemektedir.
¿i * *
TKP, genel olarak önümüzdeki dö- ■¡emin sosyalist harekete daha geniş □ir manevra alanı yaratacağını düşünüyor. Bu manevra alanı analize göre sis-
tkp eleştirisi__
temin kendi iç gerilimlerinden kaynaklanıyor. Sistemin başı bugün yıllardır sola karşı yarattığı ve kullandığı kimi siyasi hareketlerle beladadır -Siyasal İslam ve MHP-. Dolayısıyla bunları besleyen ideolojik alan daralmakta, bunların eskisi kadar etkin olmalarına imkan sağlanmamaya çalışılmaktadır. “ Düzen oyunun bir perdesini kapatmaktadır. Gelinen noktada (düzen açısından) emekçi ve sol bir siyasal bölmenin reddi hem hayata geçirilemeyecek bir tu tarsızlık anlamına gelecektir hem de öznel niyetler ne olursa olsun siyasetin mantığı gereği bu ret gerçekçi olmayacaktır. 1960’lardan yaklaşık 35 yıl sonra burjuva egemenliği bu sağ dinamiklerden ve bunların yol açtığı tıkanıklıklardan muzdariptir (...) Türkiye burjuvazisi sola artık'içerisinde oynayacağı bir kum havuzunu layık görmektedir.” (...) Aslında Türkiye burjuvazisi bunu uzunca bir süredir yapmaktadır. Türkiye’de 90’lı yılların başlarından itibaren hatta PKK ile çatışmaların en sıcak o lduğu dönemlerde dahi böylesi bir “ kum havuzu” na tahammül vardı. BSP, ÖDP, EMP, SİP, STP vs. bunlar 90’lı yıllarda Türkiye sol hareketinin bileşenleri olarak siyaset yaptılar ve düzen
-bunlara bu tahammülü gösterdi. Hatta türlü baskılara rağmen yüzlerce sosyalist ve komünist yayın düzenli olarak yayınlanabilmektedir. Düzen buna da tahammül etmektedir.
TKP’nin, bu durumu, yeni bir dönem açılıyor havasında tespit etmesinin altında ne yatmaktadır? TKP, burada bu açılımı büyük oranda Susurluk ve 28 Şubat’tan itibaren tarihlendirmek- tedir. Yani bu açılıma rengini veren ana güç, ordudur, MGK’dir. 28 Şubat
27 ----
— yol
süreci, SİP’in kafasını oldukça karıştırmıştı. Kentli orta sınıflarda kısa bir dönem için canlanan laikçi-modernci hareketlenme, Cumhuriyet gazetesi çerçevesinde “ sol” bir içerik de taşımaktaydı. Bu durum, ordunun böylesi bir hareketin başlatıcısı olarak “ ilerici” bir rol kazanmasına yol açmış görünmektedir. 27 Mayıs’lar, 9 Mart’ lar bu süreçlerde yeniden tartışma masalarına yatırılmıştır. 27 Mayıs’ta ordunun açtığı yoldan TİP ve ardından diğer devrimci güçler gelişmiştir. Bugün 28 Şubat, benzeri bir yolu açmış olabilir mi? Bu soru uzunca bir süredir TKP’nin kafasında dolanıp durmaktadır. Bu yüzden döneme rengini veren ana aktör olarak orduya karşı alman pozisyonlar hayati bir önem taşımaktadır. Aslında bu son dönemde kendisini genel olarak “ sol” içerisinde ifade eden kesimlerin bir kısmı için doğru bir tespit haline gelmiştir. Kendi özgücüne güveneme- yen, birilerinin açtığı yoldan ilerleme dışında bir yol olabileceğini düşüneme- yen kesimler sürekli olarak bir gözlerinin ucuyla askeri takip eder hale gelmişlerdir. Bu ruh haii 200 bin kişilik bir sendikanın başkanına kadar sirayet e tmiş ve askere mesaj göndereceğim diye sendikayı çok zor durumlara sokan bir sürü laf etmeye zorlamıştır.
Dolayısıyla TKP, 28 Şubat’tan önceki kum havuzu dönemini görmüyor, 28 Şubat sonrası süreçte toplumda sola karşı genel önyargıların azaldığı, halkın yüzünü komünist ve devrimci hareketlere döneceği bir dönemi umut ediyor. Bunun nasıl ve neden gerçekleşeceği ile ilgili olarak söylenenleri birazdan tartışacağız. Çünkü TKP’nin kendisinin de tespit ettiği gibi böylesi bir kon
jonktürün kendiliğinden bir takım sonuçlar yaratmasını beklemek doğru o lmaz. Burada hareketin kendini göstermesi ve örgütlenmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
“ Kendiliğinden hareketlenme, siyasallaşma ve örgütlenme eğilimlerinin gerilediği koşullarda, siyasete yüklememiz gereken rol tartışmasız artacaktır.” (...) Buradan anladığımız, solun ö nündeki setlerin kalkmakta olduğu ö nümüzdeki dönemde “ siyaset” e vurgu yaparak ön açılmaya ve örgütlenilmeye çalışılacaktır. Bu da doğal bir şeydir. Siyasal örgüt doğal olarak siyaset yapacaktır, siyasi hedeflerine toplumsal te meller inşa etmeye çalışacaktır. Ö nemli olan bunun araçlarının, yöntem ve biçimlerinin ortaya doğru bir şekilde konabilmesi ve hayata geçirilebil- mesidir. Çünkü bizim kanaatimiz odur ki bugünün sosyalist hareketi, toplumla farklı bir dili konuşmaktadır. Nasıl iki farklı dili konuşan insan birbirini anlayamazsa bugün hareket ve sınıf birbirine karşı konuşmakta fakat hiçbir şekilde birbirini anlayamamaktadır. Yani hareketin sorunu, şimdiye kadar “ siyaset” yapmamak değildi. Ya da en azından şu söylenebilir, hareket şimdiye kadar geleneksel, yöntemlerle zaten hep siyaset yaptı. Fakat bu sosyal tasfiyenin kıyılarına gelinmesine engel olamadı.
TKP yukarıda da ortaya koyduğu çerçevede topluma açılma ve örgütlenme niyetini ortaya koymaktadır: “Yoksullaşma, kriz ve düzene yabancılaşma gibi faktörler halk kitlelerinde geniş bir potansiyeli gözle görülür hale getirmektedir. Bütün partilerin kaçtığı bu potansiyel, sol için büyük bir olanağı
__ 28
barındırmaktadır. Sol içerisinde ise söz konusu olanağa yönelik ciddi bir açılım geliştirme yeteneği ve niyetine sahip tek özne olarak TKP öne çıkmıştır.” (TKP 2002 Konferans) Tabii burada yine yukarıda andığımız temelsiz kibirin ifadelerini görmekteyiz, ama bunun olası sebeplerinden zaten bahsettik. Bir kere bu olanağı soldan çok daha iyi değerlendirenlerin olduğu seçimlerde o rtaya çıktı, AKP kendi açısından bu toplumsal öfkeyi çok iyi değerlendirmiştir ve iktidarı sırasında da bu öfkeye yönelik siyaset üretmekten geri durmamaktadır. TKP’nin ise dar bir kadro partisi olmaktan çıkıp, bir yasal parti o larak topluma açılma ve örgütlenme niyetini ortaya koyması gayet olumludur, zaten olması gereken de budur. Fakat böylesi bir açılım geliştirme yeteneğine sahip tek özne olduğunu iddia etmek yine gereksiz bir abartıdır. Hatta bizce tam tersine TKP, böylesi bir misyonun yükünü taşıyabilecek hiçbir donanıma sahip değildir.
TKP’ye göre solu toplumsallaştıracak olan nedir?
“ Solu toplumsallaştıracak olan te malar -ve solun toplumsal kimliği anlamında işin doğrusu- aydınlanmacılık, yurtseverlik ve kamuculuk olarak öne çıkmıştır.” (A. Güler “ 2002... TKP, Gelenek 70)
Şimdi doğaldır, herkes önündeki sorunu çözmeye çalışırken yapmayı en iyi bildiği şeyi yaparak bir çözüm geliştirmeye çalışır. “ Elinde çekiç olan, her şeyi çivi olarak görür.” TKP’ye damgasını vuran aydın kimliği de doğal olarak Fier şeyin altından ciddi bir ideolojik ve propagandif hamle ile çıkılabileceğini
tkp eleştirisi__
düşlemektedir. Yani sorun bir anlamda daha önce bu “ temaların” (dikkat; bu kavramın sözlük anlamı da yazının ana fikri anlamına gelmektedir) yeteri kadar öne çıkarılamamasıdır, bu temaları yeterince öne çıkarıp yeterince doğru biçimlerde işleyince toplumsallaşma sorunumuz çözülecektir. Bu yine çok kolaycı ve abartılı bir çözüm olarak görünmektedir. Fakat TKP öznelliğinin böylesi bir tespite ulaşmaması kaçınılmazdır, çünkü TKP toplumdan izoledir, mahallelerde, işyerlerinde, sendikalarda TKP yoktur. Üniversite sosyolojisinin değişen koşullarında ise artık üniversitelerde yukarıda anılan mekanların esintisi yoktur. Dolayısıyla solun genel zaafı TKP’yi de kendi denetimi altına almıştır: Tüm toplumun, sınıfın üniversite gençliği ile benzer bir biçimde örgütlenebileceğine dair bir yanılgıya düşmek. Bu büyük bir yanılgıdır, biraz sınıf, mahalle, halk çalışması yapan herhangi bir kişi bunu hemen hissedecektir. Tüm toplum okullu olsaydı, belki TKP’nin işi daha kolay olacaktı. Acaba kendilerinin çok önemsedikleri, en önemli işçi çalışmamız diye sürekli vurguladıkları tek sınıf faaliyetlerinin adının da “ İşçi Okulu” olması rastlantı mıdır?
Şimdi böylesi temaların varolması da tabii ki mümkündür, devrimci hareketin bunları alıp toplumsallaştırmaya çalışması da bütünüyle anlamsız şeyler değildir. Fakat bu temalar, içerikleri ile önüne sınıfı örgütlemeyi koyan bir öznenin yaratısı olamaz gibi gözüküyor. Bu temaların arasında adalet, servet düşmanlığı, eşitlik, özgürlük gibi sınıfta yankı yaratacak başlıkların bulunmayışı da başlı başına ilgi çekicidir.
29 —
— yol* * *
Bu temalardan en ilgi çekicilerinden bir tanesi olan aydınlanmacılıktan TKP ne anlıyor?
Bizim anladığımız kadarıyla bu soruya verilen cevap “ dinci gericiliği karşı mücadele” olabilir ancak. TKP Siyasal İslam’ın toplumda güçlenmesini çok önemli bir tehlike olarak görüyor. Ama Siyasal İslam’ın yükselişini, sonunda şeriata, tüm toplumun dinsel kurallara göre örgütleneceği bir düzene varacak bir hareket olarak görmüyor. “ Tehlike şeriatçı düzen değildir. Tehlike daha dinci ve daha karşı devrimci bir Türkiye’nin oluşması, sosyalist devrim sürecinin daha büyük zorluklarla kuşatılmasıdır.” (...) Kemalizm’le araya konulmaya çalışılan bu ayrım, ister istemez, çağdaşlaşmanın, modernleşmenin toplumu devrime daha çok yaklaştıran bir süreç olduğunu varsayan modernci bir paradigmaya yaslanmaktadır. Bugün gelinen konakta böylesi bir tespitin dahi ne kadar gerçek olduğunu yeteri kadar ortaya koyacak verilere sahip miyiz? Daha Batılı, daha laik bir toplumda sınıf hareketinin gelişim imkanları daha mı fazladır? Bu Avrupamerkezci görüşleri bugün ezberden saymak çok da inandırıcı gelmiyor kulaklara. Fakat şurası muhakkak ki dini konularla ilgili çok laf etme merakı daha baştan solun toplumsallaşması hedefiyle çelişir görünmektedir. “ Gericilik” gibi fazlasıyla Kemalist olan bir kavramın bu düzeyde sahiplenilmesi, hatta “ dinci gericiliğe” karşı tek tutarlı, militan güç olunduğu iddiası bize şu koşullarda nasıl bir toplumsallaşmaya hizmet ettiğini sorduruyor açıkçası. “ Restorasyon döneminde gericiliğe karşı mücadelenin komünist
lerden “ başkaları” tarafından layıkıyla yürütülemeyeceği teorik ve tarihsel bir doğru olmakla birlikte propagandası zor yapılabilir bir tezdi. Bugün ise sosyalist aydınlanmacılığın temsilcisi olarak TKP’nin alternatif bir odak olarak öne çıkmasının koşulları daha fazla mevcuttur.” (TKP 2003 Konferansı, MK tezleri) TKP kimin alternatifi o lmaya çalışmaktadır? MGK’nin. MGK bugün AKP’ye karşı ABD’nin zoruyla fazla sesini çıkaramamaktadır, bu konjonktürde laikliğin ve aydınlanmacılığın gerçek tutarlı temsilcisi olarak TKP öne çıkabilecektir.
Bugün ezilen sınıflar içerisinde asgari düzeyde dahi bir örgütlülüğü olmayan, sınıfsal çelişkiler zemininde kendisine hiçbir mevzi edinememiş bir sol siyasi öznenin kendisini bir kültürel hareket olarak tanımlaması, laiklik bayrağını dalgalandırmayı ana görev bilmesi, kentli orta sınıflar için bir cazibe yaratabilir, toplumun en alt kesimleri için bu fazladan bir iticilikten başka bir anlama gelmeyecektir. Komünistler, asli mücadeleleri olan sınıf mücadelesinde yani emek-sermaye çelişkisinin en belirgin bir biçimde billûrlaştığı noktalarda güçlü ve yaygın mevziler elde edemeden, din gibi, toplumumuzun en köklü ve en etkin kurumlarmdan biriyle hesaplaşmaya kalkarlarsa bundan çok büyük zararlar görmeden kurtu lmak mümkün olmayacaktır. A D K ’lar zemininde siyasetle kendimizi sınırla- mayacaksak eğer, aydınlanmacılık kavgası gibi bir şeye şu anda hiç de ihtiyacımız yoktur. Ama din denen köklü toplumsal kurumu, şimdiye kadarkin- den çok daha iyi anlamak, Kemalizm’den daha farklı bir din yaklaşımı
__ 30
geliştirmek, halkta yabancılaşma yaratacak Kemalist laikçi bir duruştan özellikle kaçınmak önümüzdeki dönemde daha büyük bir ihtiyaç haline gelecektir. I I Eylül sonrasında, Türkiye'deki 2003 Kasım patlamaları, radikal İslam’ın Türkiye siyaset sahnesinde varoş kitlesine daha fazla yaslanarak, daha radikal bir duruşa doğru yürüyebileceğinin işaretlerini de bir anlamda o rtaya koydu.
* * *
“ Kamuculuk” ne demektir? Komünist hareket, özel mülkiyetin toplumsallaştırılması anlamında kamucu olabilir. Neo-libera! tezlere karşı toplumsal mülkiyetin “ olabilir” bir alternatif olarak yeniden inşa edilmesi gerekmektedir. Sovyetler Birliği’nde toplumsal planlamada yaşanan başarısızlıklar, planlamanın kendisini de yeniden inandırıcı ve “ olabilir” bir model olarak inşa edilmeye muhtaç hale getirmiştir. Bu konuda programımızda nelerin nasıl değişeceği ve yaşanan deneyimlerle bunların nasıl zenginleştirileceği tartışılmaya muhtaçtır.
Sosyalist ideoloji açısından neo-li- berallerle girişilen fikri kavga kaybedilmiştir. Bu durumun tersine dönmeye başladığının işaretleri ortadadır, dünyada küreselleşme karşıtı hareketler gün geçtikçe güçlenmektedir, emperyalist sistemin farklı noktalarında yaşanan krizler de neo-liberal politikaların toplumları taşıdığı noktaları göstermesi açısından öğretici ve sorgulatıcı o lmaktadır. Fakat bütün bu gelişmelere rağmen neo-liberal kapsamı tehdit edecek bir ekonomik politikalar seti üretilebilmiş değildir. Burada sosyalist hareketin kendi tarihindeki başarısız-
tkp eleştirisi__
lıklarını değerlendirilerek doğru bir senteze ulaşma noktasında çok zayıf kalmasının ve güçlü halk hareketlerinin oluşturulamayışının önemli etkisi vardır.
Türkiye’deki özelleştirme süreci ise dünyadaki muadilleri ile kıyaslandığında oldukça ağır aksak ve problemli i- ierlemektedir. Özellikle Danıştay ve Yargıtay kararlarıyla, hukuki süreçte özelleştirmeler önemli oranda tökezle- mektedir.
Türkiye’deki “ kamusal” ekonomik güç, zamanında sermayeyi besleyebilmek amacıyla yaratılmış yatırımlardan oluşmaktadır. 60-80 döneminin sınıf uzlaşmacı ekonomi politikaları sürecinde önemli bir istihdam yaratma kaynağı olarak da kullanılmışlardır. Türk-İş tarzı sendikacılığın gücü de aynı zamanda bu zeminden beslenmektedir. Devletin ekonomi üstündeki gücü ile, bürokrasinin ve ordunun siyasal alan üzerindeki belirleyiciliği arasında da doğru bir orantı olduğu muhakkaktır.
Özelleştirme 20 yıldır kulaklara bu kadar güçlü üflenen bir hikaye olmasına rağmen, tam anlamıyla başarıya ulaşılamayanın sebebi nedir? Sınıfın tepkisi kısmen etkindir, ama Türk-İş tarzı sendikacılığın böylesi bir güçlü karşı duruşu örgütlemeyi başardığını iddia etmek mümkün değildir.
O zaman hangi güç tam anlamıyla tüm KİT’lerin tasfiyesinin önünde engel olmaktadır? Burada en fazla öne çıkan güç, silahlı ve silahsız bürokrasi o larak gözükmektedir.
Türkiye’de Kemalist devletçi po litikaları neredeyse bir tü r sosyalizm gibi göstermeye kalkan, devletçiliği başlı
31 ----
başına bir olumluluk olarak göstermeye çalışan Kemalist bir iktisatçılar ekolü bulunmaktadır. TKP bunların bir kısmı ile “ Sol Meclis” çerçevesi içerisinde birlikte çalışmaya gayret etmektedir. Solun önündeki setleri ortadan kaldıran dönemin açılışı da 28 Şubat tarafından yapılınca ve bu dönemin ipleri biraz da askerin elinde görülünce, kamuculuk fikrinin neden öne çıkarıldığı daha anlaşılır bir hale gelmektedir.
Devrim gibi köklü bir toplumsal dönüşüm bağlamına oturmayınca “ Özelleştirme değil kamulaştırma!” gibi bir slogan bütünüyle anlamsız bir zemine düşmektedir. Birçok özel bankanın içi boşaltılarak devletin üzerine yıkılması, bunların içinden boşaltılan paranın devletçe yerine konması ve bu operasyonun tüm maliyetinin toplumun sırtına yüklenmesi tam da bir kamulaştırma örneği olmaktadır.
Sınıf, neden kamulaştırma fikrine bu dönemde bu kadar sıcak bakmak zorunda olsun ki? Oysa zenginlik düşmanlığı, servet düşmanlığı gibi kavramlar bugünkü ekonomik politikalarımızın ana bileşeni olmaya çok daha uygundur.
Yurtseverliğin öne çıkarılmaya çalışılması da ülkenin dış güçlerce işgal edileceği günlerin yaklaşmakta olduğu izlenimini veriyor. Hadi adına milliyetçilik demeyelim, yurtseverlik diyelim ama kapsam olarak bunun İP’in ya da Türk Solu dergisinin temsil ettiği m illiyetçilikten, ulusalcılıktan ne gibi bir farkı bulunmaktadır? “ Küreselleşmeye karşı yurtseverlik” , ulusalcı solun, Erol Manisaiı vb. aydınların formülüdür. Bu
— yol--------------------------------------------
__ 32
hattın zihinsel evrimi de Sultan Gali- yevcilikten MHP’lilerle ortak basın açıklamaları düzenlemeye kadar vardırılmıştır. TKP, bu çizgiye mi sıcak bakmaktadır? Komünistlerin bu dönemde yurtsever olduklarını fazladan deklare etmelerini gerektiren konjonktür nereden beslenmektedir ?
Ülkemizde çözülmeyen bir Kürt sorunu önemini korumaktadır. Hatta TKP, Kürt işçileri “Türkiye işçi sınıfının öncü partisine” davet etmekte, Kürt hareketinin ulusal bütünlüğünün çatladığını iddia etmektedir. TKP, örgütlediği Kürt emekçilere ne tü r bir içerikteki yurtseverliği salık vermektedir?
Ama şurasını da unutmamak gerekmektedir, 28 Şubat’ın perdesini araladığı bir sol yükselişin komünist partisi tabii ki yurtsever olacaktır.
• k -Jc k
Bütün bunların yanı sıra sorun gerçekten bu temalarda mıdır? Doğrudur, biz bu temaların ideolojik hattın belirlenmesinde öncelikli olarak ele alınmasını çok sağlıklı bulmuyoruz. Ama yukarıda da belirttik, bugün sosyalist hareketin örgütlenme, toplumda kök salma, sınıf içerisinde sağlam mevziler edinme ile ilgili problemlerini salt propagandada, “ şu başlıkları değil de bunları öne çıkartmak gerekir” kolaycılığı ile aşabilmek imkansız hale gelmiştir. Halk, sınıf, bugün siyasal önceliklerin peşinden gitmiyor, bu yüzden her seçimde bir önceki seçimin galibi yerlerde sürünür hale geliyor, o yüzden burjuva siyasetinde son 20 yılın siyasi özneleri bütünüyle ortadan kaybolmak üzere. Siyasal İslam’ın gücü ise İslamili- ğinden ziyade toplumsal örgütlenme
yeteneğinden ve kendisine özgü bir ‘sınıf politikası” ndan ileri geliyor. Sırtını İslami sermayeye yaslayan bir iç dayanışma örgütlenmesi, bugün artık salt tarikatlar, tekkelerin sınırlı çevresinden çıkarak önemli oranda toplumsal- laşmıştır. Bu siyaset tutmaktadır. Şurasından emin olunabilir ki bu iç dayanışma ağında ortaya çıkacak bir kıruma Siyasal İslam’ı geleneksel dar çerçevesine çok kısa sürede çekebilecektir.
Oysa bizler hala “ toplumu yeniden kurmak” noktasından çok uzakta, toplumu “ biz şöyle düşünüyoruz” diyerek örgütleyebileceğimizi düşünüyoruz ki bu durum aşılmıştır. Depolitizasyon artık konjonktürel değil kronik bir karakter kazanmıştır. Ekonomik koşulların ağırlığı sınıfın çok büyük öbeklerini, varolma, günü kurtarabilme dışındaki bütün konulardan uzaklaştırmaktadır. Hiçbir fabrikayı, hiçbir aileyi, hiçbir mahalleyi yurtseverlik, kamuculuk, bil- memnecilik edebiyatıyla, yani bir şeyler anlatarak, belirsiz bir geleceğe referanslar yaparak örgütleyemezsiniz. Tüm dünyasını kafasının içinde taşıyan, kantinlerde yaşayan üniversiteli gençlik için durum farklı olabilir ama sınıfın gerçekliği hiçbir noktasında bu şablonlara uymamaktadır.
TKP, bu yetmezliğin kısmen farkındadır, yukarıda söylenen temalara ek olarak söylenen şey ise biraz traji komik kalmaktadır: “ Temaların birlikte liği öne çıkmalıdır.” (...) Yani sonuç alabilmek için bunları tek tek değil hep birlikte söylemek gerekmektedir. Ne kadar dahiyane değii mi? “ İşçi sınıfı ekseni net ve sağlam olarak konulmak zorundadır.” (...) Çok güzel de yıllardır zaten herkesin en iyi yaptığı şeylerden
tkp eleştirisi__
bir tanesi işçi sınıfını eksen olarak “yazılara, çizilere, dergilere, kitaplara” yerleştirmektir. Ama Türkiye Devrimci Hareketi işçi sınıfını gerçekten bir devrimci hareketin ekseni olarak ö rgütleme noktasında bütünüyle sınıfta kalmıştır.
Yapılması önerilenler bu kadarla sınırlı değildir: “ Örgütün basit bir alet olmanın ötesinde, ideolojik çıktıları o lan bir düzlem olduğu unutulmamalıdır.” “ Yapılması gereken, soldan başlı başına bir alternatif olarak sosyalizmin olanaklı olduğunun ilanı ve ikna edici biçimde, sabırla işlenmesidir.” (TKP Konferans, 2002) Devrimci bir öznenin varlığı sosyalizmin olanaklı olduğunun ilanıdır zaten, önemli olansa bu sunumun sınıf tarafından kabullenilmesi, sahiplenilmesi ve örgütlenmeye dönüştürülmesidir. Başarılamayan budur. Peki bunu nasıl başaracağız, “ ikna edici biçimde, sabırla işleyerek” mi? Karşımızda biraz alık bir öğrenci var da sabırla yeniden yeniden mi anlatmamız gerekiyor konuyu? Ya da acaba nasıl daha ikna edici hale geleceğiz? İdeolojik argümanları yetkinleştirmek ikna sürecini kısaltır mı? Yoksa araya giren bu güvensizliğin, soğukluğun başka sebepleri mi vardır? “ Sıradan bilim günlerinde” ikna edicilik ve sabır önemli ö zelliklerdir, tasfiye rüzgarlarının estiği “ olağanüstü günlerde” kesinlikle yeterli değilierdir.(...) “Yaratıcılık, kendini aşma, somut durumun somut analizini en nesnel bir biçimde yapabilme” (...) özelliklerini yitirm iş bir sosyalist hareketin sabrı, gözleri bağlı eşeğin ileriye gidiyorum sanıp kuyunun etrafında tekrar tekrar dönüp durmasına benzer, eşek bir adım ileri gidemez.
- 33
— yol•krk-Je
TKP, işçi sınıfının örgütlenebilmesi için hangi taktikleri öne çıkarmaktadır? Ne de olsa temel eksenin işçi sınıfı o lduğu sürekli vurgulanmaktadır, fakat TKP işçi sınıfınca dışlanmış bir görünüm sergilemektedir. Gazi Direnişi sonrasında SİP, kimi mahallelerde belirli mevziler edinmişti, bu onlar için önemli bir süreçti, aydın-öğrenci kimliği yeni bir senteze ulaşabilirdi. Fakat diğer devrimci siyasetlerle yaşanan bazı gerilimlere karşı yeterince güçlü duramamaları ve sonrasında yaşadıkları kimi grupsal kopuşlar, SİP’in mahallelerden bütünüyle kopuşmasına yol açtı. Sendikalarda neredeyse hiçbir etkinlikleri yok, KESK içerisinde de bir ağırlık ifade etmiyorlar.
Bu nesnel durum TKP’nin sınıfa Kaf Dağı’ndan bakmasına yol açıyor. Sınıfın içinde olamadan onun doğasını, örgütlenme dinamiklerini kavramanın, somut durumun somut analizini üretmenin imkanı yoktur. Bu da bir anda olacak bir şey değildir, önemli bir tarihsel birikim gerektirir. SİP bu konuda çok büyük b ir zaaf taşımaktadır. 1974 TKP’si ile arasında ideolojik olarak önemli benzerlikler bulunmaktadır ama işçi sınıfı mücadelesi birikimi olarak eski TKP, Türkiye solunda en önemli birikimlerden birini ifade eder. DİSK, Köy-Koop gibi 1980 öncesinin dev ö rgütlenmelerinde TKP’nin öncelikli bir ağırlığı mevcuttu. Bu sınıfın doğasını kavrayabilmek için önemli bir imkandı. Bu birikim kısmen dahi olsa günümüz TKP’sine ulaşsaydı bugün sınıf örgütlenmesinde herhalde bu kadar gerilerde kalmazlardı.
TKP’nin sınıf içinde örgütlenme
taktiği ise “ komünist işyeri örgütlen- mesi” dir. Komünist işçi örgütlenmesi işyerindeki komünist işçileri bir araya getirecek, “ aynı zamanda bölgedeki işsiz ve yarı işsizleri, enformel sektör çalışanlarını, emeklileri, sigortasızları, ayrı ve özgün bir dinamizm barındıran emekçi kadınları, mahalle dinamiklerini kapsayan birleşik bir hareket” (...) yaratılacaktır. Bu işyeri örgütlenmesi, işyeri örgütlenmesinden başka her şeye benzemektedir ve tamamen gerçeklik dışıdır. Kitlesel örgütlenme için önerilen araç sadece siyasi bilinç sahibi emekçilere açık bir örgütlenmedir. Ekonomik hiçbir kazanımı hedeflemeyen bir işyeri örgütüne kim örgütlenir? Bunlar bir araya geldiklerinde ne yaparlar? Sınıf dinamikleri gerçekten böyle mi işler? Bunun şimdiye kadar başarılmış bir örneği mevcut mudur?
TKP kağıt üstündeki verileri ortaya koyup yine kağıt üstünde bir çözüm üretm iştir ve bu çözümün de kağıt üstünde kalmaya mahkum olduğu muhakkaktır. Sınıf çalışması deneyimi olan herkes için çok açık olan bu durum, “ bizim işçi sınıfı politikamız nedir?” diye soran bir üniversite öğrencisi için yeterince belirgin olmayacaktır. Sınıfın sorunu “ siyasallaşamama ve parçalanma” diye konulunca, yukarıda anılan çerçevedeki bir “ komünist işyeri ö rgütlenmesi” tam yerine oturmaktadır. Adı komünist olduğu için siyasallaşma problemi aşılmış, tüm ezilen kesimleri çevresinde örgütlediği için sınıfın parçalanmasını da aşmış bir örgüt önerisi. Ne güzel! “ Sendikal çalışmalarda öncelik, ekonomik mücadelenin yükseltilmesi veya sendikaların kurum olarak taşıdıkları anlama değil, işyeri örgüt-
__ 34
lenmesinin önünün açılmasına verilecektir.” (TKP Konferans 2002)
İyi, güzel de; bunu başarmanın yolları nelerdir? İşçi sınıfının ileri unsurlarının güncel talepleri nelerdir? Bir fabrikaya sendika nasıl sokulur? Sendika sokulduktan sonra nasıl'korunur? Sendika ağalığına karşı nasıl bir mücadele hattı yaratılabilir? Sınıf, örgütlenme yoluyla yaşamına müdahale edebilir hale gelemeden birey birey nasıl siyasileştirilebilir? Bu mümkün müdür? Eğer işyeri bazında örgütlenme mümkün değilse önümüzdeki dönemde işçi sınıfı örgütlenmesi farklı bir mekansal ağa mı yaşlanacaktır? Bunların nüveleri mevcut mudur?
Sınıfın örgütlenmesi sorunu, bugün devrimci-sosyalist-komünist hareketin en önemli problemidir. Önümüzde kilitli duran bu kapının anahtarı bulunmadan, tasfiye rüzgarının dinmesi mümkün değildir. Devrimci hareket ile işçi sınıfı hareketi arasındaki kopukluk giderilemezse, iki hareketin de hızla kan kaybetmesi engellenemeyecektir. Fakat bu sorunun çözüme kavuşturulması öncelikle sınıf içinde eylemekle, sınıf içinde davranmakla, halklaşmakla mümkündür. Aksi durumda uzaktan hazırlanan modellerin, gerçekliğe uyması mümkün olamamaktadır.
k k k
TKP, oldukça Ortodoks bir çizgide durmaya gayret göstermektedir. “ Marksizm Leninizm’in bir yenilenme ekine özel olarak ihtiyaç duyduğunu i- lan etmek, burjuva ideolojinin yıllarca sürdürdüğü karşı kampanyalara teslim olmak anlamına gelmiştir.” (...) Bütün düşünce sistemleri gibi Marksizm de,
tkp eleştirisi__
önüne çıkan yeni ve güncel gelişmeleri kapsayarak, bunları içererek zenginleştirilm ek durumundadır. Hiçbir düşünsel sistem, bir kerede yazılıp bitiveren ve ezel ebed doğruluğundan hiçbir şey yitirmeyen düşünceler topluluğu olamaz.
Yenilenme her zaman geriye götüren, her zaman yenilgiyi ve taviz vermeyi gerektiren bir şey değildir. Bunu böyle görmek en başta diyalektiğe aykırıdır. “ Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.” Düşünsel sistemimiz bu değişimi kavrayamaz hale geldiği anda yenilenmek zorundadır demektir.
Bugün toplumsal yapıda, sınıfın varoluş biçiminde, toplumsal bilincin içeriğinde ciddi kaymalar varsa devrimci hareketin bunları kavrayabilmesi ve uygun zenginleşmeleri yaşaması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Burjuva düşüncesi, biraz da bu esnekliği ve pragmatizmi sayesinde kendisini, özünü kaybetmeden, sürekli olarak yenileyebilmektedir.
“ Bize kalırsa Marksizm topiumların gelişiminde sürekli ortaya çıkan, gerçekten yeni olguları kavrama yeteneğine sahip, dinamik bir sistemdir” (...)
Yukarıdaki yenilenme karşıtlığı ile aşağıdaki dinamik sistem tespiti aynı sayfada, arka arkaya iki cümlede yapılmıştı. Dinamik demek, zaten yenilenmeye, zenginleşmeye, harekete açık anlamına geliyorsa, “yenilenmeyi kabul etmek teslim iyettir” gibi bir anlayış nereye denk düşmektedir? ÖDP tarzı bir yenilenmeye karşı mesafeli durmak noktasında TKP ile aynı noktada durabiliriz. Fakat toplumu anlamamızı geliştirecek, mücadelemize güç katacak ye-
35
ni teorik ve ideolojik cephanelere ih tiyacımız olduğu muhakkaktır.
Fakat TKP için sosyolojinin bu düzeyde bir önemi olup olmadığı muğlaktır! Çünkü TKP için her şey partide başlayıp partide bitmektedir. Koskoca bir sistemin gerçek bir kağıttan kaplan gibi yıkılıp gidivermesi bile sonuçta partide yaşanan bir olgudur: “ TKP, reel sosyalizmin çözülüş pratiğini değerlendirirken de, Türkiye solunda yaşananlardan ders çıkarırken de aynı sonuca ulaşmıştır. Siyasal, teorik ve ideolojik önderliğin mümkün olduğunca ay- rıştırılmaması. 20. yüzyılda geleneksel komünist partilerinin, Avrupa komünizminin ve yeni solun yaşadıkları, siyasal kaygısı olmayan teorisyenlerle ya da teoriyle ilgileri Marksist klasiklerden alıntı yapıp aralara Brejnev aforiz- maları serpiştirmekten ibaret siyasetçilerle hiçbir yere gidilemeyeceğini açık bir biçimde göstermiştir.” (...)
Yeni bir kolaycılık ve “ parti fetişizmi” örneği ile karşı karşıyayız. Tüm dünya halklarının umudu haline gelmiş, dünya nüfusunun üçte birine hükmetmiş bir sistem olarak sosyalizmin yıkılışından çıkarılan sonuç nedir? Siyasetçilerle teorisyenlerin ayrı ayrı olması. Böylesi bir tezin inandırıcı gelebileceği tek bir insan bulabilmek bile maharett ir aslında, TKP’yi kutlamak gerekiyor. Bu kadar büyük bir idealizmin, üstün bir teorik birikim olarak anlatılabilme- si kolay değildir. İnsanın bunu okuyunca, “ keşke Kemal Okuyan’ın şu söylediği binlerinin aklına önceden gelseydi de bu sefaleti yaşamak zorunda kalma- saydık” diyesi geliyor sahiden de. Bu söylenenin tekil b ir olgu olarak kendi çapında bir etkisi mutlaka olmuştur a
__ 3 6 _____________________________
— yol--------------------------------------------
ma reel sosyalizmin çözülüş pratiğini değerlendirip de öncelikle bu maddeye ulaşmak, parti denen örgütlenmeye taşıyabileceğinden çok daha fazla irade yüklemek, toplumsal gelişmeleri ise çok hafife almak anlamına gelir. Parti ' neden böylesi zaafların içine düşmüştür, bunun sebepleri nelerdir, tek tek partililerin eksiklikleri mi partiyi bu noktaya getirmiştir? Gelişmeleri böyle açıklarsak ister istemez Marksizm dışına çıkmış olmuyor muyuz?
* * *
TKP’nin Irak Savaşı ile ilgili yaptığı afişte, popüler kültüre de göz kırpılarak -herhalde acemice halklaşma gay- • retlerinin bir sonucu olarak- Matrix fil- 1 mine bir atıf bulunmaktaydı. Afişlerin I meşhur boyacı çocuğu kurşunu havada iken eliyle durduruyor. Matrix filmi sa- I nallık-gerçeklik arasındaki gidiş gelişler i üzerine kurulu bir filmdi.
TKP deyince, nedense bizim aklımıza böylesi bir sanallık imgesi takılıp kalıyor. Parti içerisinde yaratılan kurgu, toplum ve diğer sosyalist siyasetlere i- ı lişkin zihinlerde yaratılan imgeler, her- j kesin kendi özel faaliyetine biçtiği özel değer, neresinden bakarsanız bakın güven vermeyen bir kibirli özgüven, mitinglerde slogan atılırken verilmeye çalışılan senkronize ve aşırı disiplinli görüntü... Bunların tümü TKP ile ilgili bizde bir sanallık hissi yaratıyor.
Öyle bir el çabukluğu ile devrimci hareketin tarihi lağvedilmeye çalışılıyor ki insan hayret ediyor. “ Bugünkü TKP böyle bir tasnifçilik reddi ve tarihsel mirasın yeniden tanımlanması görevi i- !e karşı karşıyadır.” (...) TKP ile yeni bir dönem açılıyor ya, tarihin yeni baş-
tkp eleştirisi__
tan yazılması gerekiyor. Yılların devrimci mücadele damarları yokmuş varsayılarak yeni bir sanallık inşa edilmeye çalışılıyor. Bu durum sakın güçlü bir tarihsel kökten yoksun olmaktan kaynaklanıyor olmasın. “ Gelenek” i temsil ettiğini iddia eden bir siyasetin aslında Türkiye Devrimci Hareketi’nin günümüzü besleyen damarlarından hiçbirine yaslanmaması da çelişik bir durumu ifade etmemekte midir? Ama “ TKP’miz 10 Eylül I920’de kurulmuştur” elça- bukluğu başarı ile sergiienebilmekte- dir.
Diğer siyasetlerden uzak durmaya çalışmak, kendisini Kaf Dağı’nda görmek biraz da bu sanallığın ortaya çıkmasına yol açacak temaslardan kaçınmaktan mı kaynaklanmaktadır? Önderlik iddiasının böylesi bir biçimde sergi- enmesi de imajlar çağına uygun bir açılım gibi gözüküyor. Ama, öküzle re- <abet edeyim derken şişe şişe patlayan ■curbağanın hikayesini de kimsenin u- ■ utmaması gerekir. En azından komik durumlara düşülmemiş olunur.
SİP-TKP geleneği, bu ülkedeki devrimci siyaseti her zaman kendi varoluşunu tehdit eden bir faktör olarak görmüştür. Çünkü devrimci siyaset, TKP’nin yumuşak karnıdır. Bizim üniversite dönemimizde STP’liler örgüt- enmeye çalışırken, “ partinin gizli kol- arına” dair çeşitli rivayetler yayarak tabanı etkilemeye çakşırlardı. Çünkü 0 sene öncesinde devrimci saflara ka
tılan bir genç, bugünküne oranla çok daha farklı bir ruh halinde olurdu. İddialar çok daha farklı seviyelerde yaşanırdı. Devrimci siyasetin gözü karalığı, fütursuzluğu, bazen çılgınlık seviyesine sıçrayan cüreti ou geleneği her zaman
ürkütmüştür.19 Aralık 2000 cezaevi katliamı ar
kasından “ devrimci demokrasi b itti” diye yazı yazabilmek bir cesaret işidir, ciddi bir manevi hesaplaşabilme gücü gerektirir, devrimci hareketin onlarca önderinin, militanının katledildiği, yaklaşık 500 tanesinin ise W ernicke-Kor- sakoff belasına saplandığı bir süreçte bu gelenek Nazım Hikmet’in vatandaşlığa kabulü için imza toplamaktaydı. Tarihin omuzlara'yüklediği yükler zaman zaman taşınamaz hallere gelebilir, buna karşı temkinli olmak gerekir.
“TKP, terörün işçi sınıfının ve komünistlerin mücadele yöntemi olmadığını ilan eder.” Ya kızıl te rö r için ne söyleyeceğiz beyler? Şiddet kullanmakla te rör arasındaki ayrım nerede bulunmaktadır? Böylesi bir tespitle kimlerin yürekleri ferahlatılmaktadır? I I Eylül bütün acımasızlığına rağmen, arkap- lanında neyin ne olduğu tam bilinmese de yüreklere bir kıpırtı vermedi mi? Filistinli intihar komandoları terörist mi? İşçi sınıfına biçilen görev, İslamcılar emperyalist merkezleri vurdukça çıkıp terörü lanetlemek mi olacak?
TKP’nin devrimcilerle ilgili yaratmaya çalıştığı izlenim, düzeninkiyle aşağı yukarı aynıdır. “ Sol denince akla amaçsız biçimde etrafına zarar veren devrimci demokrat görüntüleri ile, temiz toplumdan hamamda fotoğraf çektirmeyi anlayan laçkalık anlaşılmasın.” (...) 1996 I Mayıs’ında ortaya çıkan bankalara yönelik tepkinin o gün katledilen 3 devrimcinin yaşamlarına karşılık çok da ölçüsüz olmadığını o zaman da söylemiştik, şimdi de söylüyoruz. Ama bu “ amaçsız şiddet düşkünü devrimci de
37 —
m aktadır.m olcra t” imajı, b iraz da başımıza gelenlerin kendi yaptıklarım ızın meşru b ir karşılığı olduğunu anlatmaya çalışan b ir yön barındırm am akta mıdır? “ F t ip le r ine tık ıld ık ama biz de zaten hiç rahat durm adık k i!” Maalesef bu geleneğin a- ta ları da “ sokağa çıkmayın, faşizm gel i r ” d iyen le rd i. Adını almayı solda b ir dönem in kapanışı o la rak g ö rd ü k le ri T K P ’nin, top lum u tüke ten 12 Eylül’e dahi “ faşist darbe” dem em ek için nasıl inat e ttiğ in i şu anda T K P ’li gençler pek hatırlam az belki ama bu ta rih te sabitt ir .
D evrim c i dem okrasi ile ilgili imgenin ö nem li b ileşen le rinden b ir i de “ yaş” e le ş tiris id ir. “ D evrim c i dem okra tla rın ise hitap edeb ild ik le ri “ siyasal akıl yaşı” kısa zamanda ciddiye a lınır b ir değere dönem eyecek ö lçüde düşmüş bu lunm aktad ır.” (...) Ö rgü tlü lü ğü nün %90’ı ün ivers ite li gençlik olan b ir hareketin böylesi b ir tesp iti ne kadar cidd iye alınmalıdır? T ü rk iy e ’deki yasal p a rtile r le kıyaslandığında halkın tüm kes im lerin i harekete geçireb ilm e ye te neğinin daha büyük oranda bizim cenahta toplandığı m uhakkaktır. Yaşanan I M ayıslarda buna defalarca kere tanık o lunm uştur.
Uzun sözün kısası, TKP, 28 Şubat’ın yarattığı po litizasyonla uyum lu b ir hare ke t planı eşliğinde gençliğin geri çekilm esin in konakladığı, güvenceli b ir l i man yara tab ilm iş tir. Son yılların rica t a tm osfe ri bu hareketi, belli oranda beslem iştir. D evrim c i b ir kabarma o lu şana dek bu durum un devamı da öngörü le b ilir . B ir benzerlik kurm ak g e re k irse, 1980 sonrasında gençliğin TİP-TKP çizgisindeki Yarın dergisi çevresinde toparlanm aya başlaması bu durum a uy
— yol----------------------------------------
1986’ lardaki devrim ci kabarış, Ya- rın ’ ın çok kısa b ir süre içeris inde yal- nızlaşıvermesi sonucuna varm ıştı.
Umut Aydın
‘ÖZGÜRLÜKÇÜ SOL’U BEKLERKEN
Bil ki, sefaletimi senin esaretinle değişmem.
Bu kayaya bağlı kalmayı, baban Zeus’un sadık bir ulağı olmaya yeğlerim.
Prometheus'un Hermes'e cevabı
GİRİŞ
Yakın zamana kadar şablon giriş cümlesiydi. Pek çok yazı, “ 12 Eylül’den sonra” diye başlardı. Bir kolaycılığın, alışkanlığın ötesinde nesnel bir karşılığı vardı elbette. Bu karşılık, ürettiği sonuçlar itibariyle hala geçerliliğini koruyor.
Eylül darbesinin ardından gelen 80’lerde ülke ve dünyada yaşanan altüst- lükler tüm ezberleri yerle bir etti. Türkiye’de kapitalizmin sıçrayışı, ulusal hareketin çıkışı, dünyada sosyalist sistemin sahneden çekilmesi sınıflar mücadelesinde önemli kaymalar yarattı.
Aslında 80’lerin bir bölümünde, hala II. Dönem’in alışkanlıkları ile yürünebileceğine ilişkin inançlar hakimdi. Ancak kendiliğindenci hareketler geri çekilip bahar eylemlerinin havası dağıldığında, dışımızda iki ana saflaşma oluştu. Bunlardan birincisi -ki bu yazının konusu dışındadır- kendini tekrarlamakta ısrar eden, temelsiz de olsa radikalizmini önde tutan ve yer yer tek araca indirgeyen kesimdir. Öte yandan dinamizmini ve dev- -imci özünü korumayı bilmiştir. İkinci nalka ise kendini kapitalizmin reforme edilmesine adadı. Murat Belge’nin “sosya
lizmi kuramıyorsak adam gibi bir kapitalizmimiz olsun” sözü manifestoya dönüşürken, TKP’nin, Dev-Yol’un, Kurtu- luş’un ana taktik yönelişi bu oldu. 80’den önce Türkiye’de kapitalizmin varlığını tartışan radikal küçük burjuvazi, devrimci dinamiklere hep netameli yaklaşmış burjuva sosyalizmini de yanına alarak finans kapitalin en kör göze batan gerçekliği karşısında bayağı liberallere dönüştü. İkinci halkanın son konağı, as- lolarak, farklı uçların bir araya geldiği ÖDP oldu. II. Dönem’in üstünden atlanan stratejik ve taktik zaafları, çöküşle birlikte yerini burjuva hayallere terk etti.
İkinci halkanın kapıldığı hayaller sadece “ adam gibi bir kapitalizmle” sınırlı değil. Kürt halkının güçlü vuruşunun haklı sonucu olarak devlete yönelmesi, II. Cumhuriyetçilerin de bu konudaki vurgularıyla bilinçlerde bulanıklık yarattı. Devlet ya da “ derin devlet” deşifre edilirken, finans kapital gölgelenir oldu. Burjuva siyasetinin çürümüşlüğünü ifade etmek, tek başına kaldığında, finans kapitalin mega devletten kurtulma çağrılarıyla aynı noktaya gelir. Finans kapitalin reddedilemez varlığı ve ağırlığı, devletin
39
— yol
tepesindeki siyasilerin ve alt kadroların hedef tahtasına oturtulmasını getirirken, sermayenin ana güçlerine itibar kazandıran bir hale dönüştü. Mega devletten kurtulmak, işçi sınıfı ve emekçiler açısından bir anlam ifade etmiyor oysa. “ Daha iyi” şartlarda sömürülmenin “ daha iyi” olduğunu kim söyledi ki bu baylara!
Liberalleşen sol, bugün geldiği noktayı “ sosyalizmin sorunlarından” çıkardığını iddia ediyor. Elbette ki, yaşanan gerçeklik önemli teorik sorunları beraberinde getirdi. Bunların üzerinden atlamak mümkün değildir. Ancak Marksizm'i salt felsefi bir disipline indirgemek, “ büyük anlatılardan” uzak durmak da fazlasıyla anlamlıdır. Liberal sol, “ devrim hemen şimdi” gibi parlak sloganların ardında bugünü yaşamaya yöneldi. Geçmişte “ Bağımsız Türkiye” , “Anti-emper- yalist Mücadele” sloganlarını dilinden düşürmeyenler bugün “ sivil toplum” , “ özgürlük” , “ demokrasi” gibi kavramları bayraklaştırıyorlar. Marx’in Alman İdeo- lojisi’nde belirttiği gibi “ dil, düşüncenin dolaysız fiilliğidir” . Liberal sol, Marksizm’in derinlerine kadar inerek yaptığı kazıdan, salt olarak kimlik politikasını çıkardı. Sınıf siyasetinin karşısına kültür siyaseti yerleştirildi. Kültürel mücadelenin ufku kapitalizmi aşmaz. En iyi ihtimalle onu reforme edebilir. Özellikle Türkiye gibi zemini çok sert bir ülkede, sistemin rengi olmaktan öteye gitmeyecektir. Aslında ÖDP’li Ahmet Çakmak, durdukları noktayı açıkça belirtiyor: “ Rüzgara karşı değil, rüzgarın götürdüğü yerde savaş!”
Eylül rüzgarı, radikal küçük burjuvayı, liberal solun ufuksuzluğuna ve postmodern edebiyata götürdü.
Solu yeniden tanımlamak
Birikim dergisi yazarlarından Ahmet İnse!, yukarıdaki başlıkla aynı adı taşıyan kitabında 1 ve çeşitli zaman dilimlerinde yazdığı makalelerde “ Özgürlükçü Sol” kavramını sahiplendi. Bu kavram, salt ÖDP içinde yürütülen bir “ taktik” çalışma olsaydı değinmeden geçebilirdik. Ancak İnsel ve içinde yer aldığı akım, yeni bir solun sözcüsü olduklarını ifade ederek geleceğin reçetesine sahip olduklarını söylediklerinde bir hesaplaşma içine girmek durumundalar. İnsel, bu hesaplaşmayı yaptığı iddiasını taşıyor. Oysa ki; kendi tanımlamasıyla söylersek “geleneksel ya da muhafazakar sosyalizm” birkaç kalem hamlesiyle aşılamayacak kadar derindir. 70 yıllık sosyalizm pratiğinin üzerinden “ sosyalizm yaftalı hilkat garibesi” denilerek atlanamaz.
“Sol tahayyül kendini, geçmişin bilinçli mirasçısı ve geleceğin sorumlu koruyucusu olarak tanımlamalıdır” diyor İnsel. O halde bu bilinç ve sorumlulukla hareket edelim.
“ Günümüze kadarki bütün toplumla- rın tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” 2 diye yazar Marx ve Engels. Özgür insan ile köle, feodal beyle serf, burjuva ile işçi kimi zaman örtük, kimi zaman açık bir şekilde, ama kesintisiz olarak karşı karşıya geldiler. Tüm bu tarih boyunca sınıfların yapısı elbette ki aynı kalmadı. Gerek üretim biçimlerindeki yenilenmeler, gerekse sosyal-siyasal altüst oluşlar sınıfların konumlanışını olduğu kadar yapısını da etkiledi.
Günümüzün tartışmalarına yön veriyor olmasıyla, özellikle 1970’ler sonrası önemlidir. Fordizmden postfordizme sıçrayış, üretimle birlikte sınıfın da par-
__ 40
özgürlükçü solu beklerken
çalanması bilinçlerde de dağılmalar yarattı. Sınıfın yapısındaki köklü değişimler, mücadelenin gidişini de etkiledi. Sosyalist sistemin çöküşüyle de b irlik te mücadelenin dip noktaya çekilmesi, “ elveda p ro le ta rya” çığlıklarını yükseltti.
“ Ezici çoğunluğu kol emekçiliği statüsünde olan ‘a lttak i’ lerin hem burjuvazi tarafından temsil edilen ‘g iriş im cilik ’ işlevinin hem de zihni emek düzeyi tarafından temsil edilen ‘yenilik, keşif ve yaratıcılık’ işlevinin sahip oldukları ‘değiştirme’ özelliği karşısında eşitsiz konumları tam b ir çaresizlikle m aluldür.” 3
Laçiner’in söylem leri, 80 öncesinde finans kapitali göremeyen gözlerin sınıfın olmadığı iddialarına benzer n ite lik ted ir. İnsel de çok cesur olmasa da “ sanayi sonrası to p lu m ” söylem lerinin sözcülüğüne soyunmaktadır: “ Emek başlı başına b ir değer değildir. Emek yaratıcılığı simgelediği için sosyalist tasavvurda yüceltilm iş tir. Ama bugün yaratıcılık alanı, maddi üretime, bedensel emeğe veya ücre tli emeğe indirgenmeyecek biçimde gen iş lem iştir.” İnsel’e göre, bugünkü toplumsal analizlerde sınıf olgusunu baz almak, “ sol popülizm ” den başka b ir şey değild ir. Eziliyor olm ak, yoksulluğun kendinde özel b ir erdem olduğuna inanmakla eşdeğerdedir. Sanayi işçisine değer atfetme, Sanayi D evrim i’nin doğal b ir sonucuydu. Ama a rtık zaman değişm iştir. Daha fazla sermaye kullanımı ve daha az doğrudan emek kullanımı sanayie egemen olm uştur. Dolayısıyla Ö zgürlükçü Sol der ki; ücre tli emek yaratıcı gücün te k ve ulvi simgesi değildir.
Ü cre tli emeği, ta rih in dışına atmak ne anlama geliyor? “ Bilgi top lum u” , “ sanayi sonrası top lum ” söylem lerinin a r
kasında neden işçi sınıfına cenaze tö re n leri düzenleniyor? D oğrudur, bilgi ve tekn iktek i hızlı gelişme, üre tim araçlarının yenilenme süresini 5-8 yıla indirdi. Buna paralel olarak ford izm in salt kas hareketleriyle üre tim yapan işçisinden, sınırlı da olsa, yaratıcı düşüncesiyle üretim e katılan işçiye doğru b ir evrim gerçekleşti. Şüphesiz bu çerçevede, beyaz yakaiı-mavi yakalı tartışması da yapılabilir. Ancak buradan sınıfa elveda demek, durduğumuz nokta ile ilgilid ir. Çünkü söz konusu gelişmeler beraberinde derin çelişkileri de getirdi. Bilginin metalaş- tığına ve “ eşit” olarak dağılmadığına it iraz edecek olan yoktur. M ülkiyet so ru nunda da b ir farklılaşma yaşanmadı. Bilimsel tekn ik gelişimle tekelci kapitalist m ülkiyet arasında yeni b ir çatışma alanı doğdu.
Ö te yandan işgücü, artan b ir şekilde üre tim dışına itiliyo r. Açığa çıkan “ nüfus fazlasının b irik tird iğ i öfke ve çürüm enin, nereye evrileceğim zaman gösterecek. 4 İnsel’in bakış açısını tersine çevirirsek, kapitalist anayurtların dışında cehenneme dönen Üçüncü Dünya’yı da görebiliriz. M erkezler arasındaki geri- lim leri ya da kapitalizmin süreklileşen kriz in i de görebiliriz. Ve tabii ki bu durumun, sınıflar mücadelesi açısından yarattığı olanakları da tartışabiliriz. Bu tamamen gören gözün “ ufkunun” genişliğiyle bağlantılıdır. Ya da niyetiyle!
Peki, İnsel, sınıftan kaçışı bu şekilde teorize ederken, yerine bize ne öne rm ekted ir o halde? Aslolamn “ insan” ın özgürleşmesi olduğundan dem vurur. İnsani varoluşun çoğul değerleri ve dem okra tik karar alma süreçlerin in mutlak üstünlüğü kabul edilmeli, “ fa rk lı” b ir evrenselleşme süreci desteklenmelidir. Pa-
41
ragrafın başına dönersek, Özgürlükçü Sol için bir toplumsal sınıfın özgürleşmesi değil, o sınıf içinde bulunan kişilerin özgürleşmesi esastır.
İnsel, dilinin ucuna gelenleri söylemekten ısrarla imtina ediyor. Oysa Özgürlükçü Sol’un fikir babaları olarak adlandırabileceğimiz Laciau ve Mouffe, Birikim yazarlarına göre çok daha cesurlar: “ ...biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapitalizmde tatmin edilemeyen, ancak zaten var olan fikir ve değerlerin radikalleştirilmesi olarak anlamaya başladık.” 5 “ Solun görevi liberal demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve geliştirmek olabilir.” 6
İŞTE BU KADAR!
Fazla söze ne hacet! Özgürlükçü Sol, kapitalizme karşı değildir, yaşam alanlarının biraz daha ferahlatılmasını istiyor. İnsel, işçi sınıfının tamamen öldüğünü söylemiyor, ama devrimci bir yönelime gitmesindense yerinde oturmasını istiyor. Bu yüzden utangaç bir şekilde Marx’in aşılması gerektiğini söyler. Elbette ki Marx’in söylemleri amentü niteliğinde değildir. Ama bunu kendi pratiği- nizi/pratiksizliğinizi meşrulaştırmak için yapamazsınız. Marx, insanın özgürleşmesi ve insani varoluşun zenginleşmesini bir devrim pratiği olarak kabul eder. Devrim, insanın insanlığı yaratan yegane güç olduğunun, toplumsallığının bilincine varması ve emeğine sahip çıkmasıdır. Ö- te yandan Marx, aidiyeti belirsiz, soyut insandan söz etmez. Toplumsal varlık o- larak insan, sınıfsal bir kimlik taşır.
— yol--------------------------------------------
__ 42 _____________________________
Marx’taki bu duruluk, İnsel için rahatsızlık yaratıcı boyuttadır. Bu yüzden sivil toplumculuk kavramını ortaya atar. Sınıfsal kolektif bir irade yerine, niteliği belirsiz çoğulculuktan dem vurur. Bir başka ifadeyle ideoloji ve politikayı, her türlü sınıfsal dayanaktan kopararak toplumsal alana taşır. Sivil toplum, devletin dışındaki özgürlükler alanı olarak tanımlanır. Burada bir yandan devletin sınıfsal kimliği gölgelenirken, diğer yandan devletin dışında devlete rağmen bir özgürlük tanımlanır. Çünkü artık sorun, devlet ile birey arasındaki çelişki ve bu çelişkinin aşılması için bireyin hak ve özgürlüklerinin tanınması sorunudur. Yine aynı noktaya geliriz. Sivil toplum kavramı yer yer radikal söylemler taşısa da u- iaşılan çözüm liberal demokrasinin sınırlarının genişletilmesidir.
Ahmet İnsel, mülkiyet sorununda da benzer bir bakışa sahiptir. Yoksulların mülksüzleştirilmiş olmasını tartışmaz, mülk paylaşımındaki eşitsizliğe dayanan otoriter ilişkinin “ zayıflatılmasın!” bir temenni olarak ortaya koyar. “ İktisadi rasyoneli dengeleyecek başka rasyonellerin” de mülkiyet sahibi olmaları gerektiğini ve mülkiyetin yaygın hale getirilmesi gerektiğini ifade eder. Bunun nasıl olacağını açıklamayan İnsel, mülkiyetin lağvedilmesine kesinlikle karşı çıkar. İnsel bir başka yerde de özelleştirmeye karşı olmadığını açıkça ifade ederek, pazar ekonomisinden yana olduğunu dile getirir. Tekeller çağında, ne kadar “ insani” bir sol!
İnsel, adeta bizimle aym dünyayı ve ülkeyi paylaşmıyor. Geçmişle bugün arasında kurduğu geçişler, sosyalizmin reddiyesinden kapitalizmin onanmasına varan gelgitler zoraki bir farklılık üretme
anlayışını çağrıştırıyor. Nedense sermayenin genişleme ve derinleşme eğilimini görmemekte ısrar ediyor. Althusser’in ifadesi ile kaba determinizmden kaçarken çokça eleştirdiği ahlaki idealizme düşüyor. Evrensel insan değerleri dediği şey de bundan başkası değil zaten!
KİM İÇİN VE NASIL?
Marx ve Engels, eleştirel-ütopik sosyalistler için proletarya, ancak, en çok a- cı çeken sınıf olması bakımından vardır, der. İçinde bulundukları ortam, kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının çok üstünde görmelerine neden olur. Toplumun her üyesinin, hatta en iyi durumda olanların bile, koşullarını iyileştirmek isterler. Dolayısıyla toplumun tamamına, özellikle de egemen sınıfa seslenirler. Böylece her türlü siyasal ve özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler. Barışçıl, küçük ve başarısız deneylere mahkumdurlar.7 İnsel de eyiemi, salt bir davranış olarak ele alıyor. “ Siyasi” bulmadığı eylemsel davranışı, fetiş kavramıyla niteliyor. Ona göre radikalizm de sadece bir tavır alış biçimi. Bu yüzden İnsel, devrimciliği de yaşam tarzı olarak benimsemeyi uygun görmez. Onun için önemli olan insanın içindeki çoğulluktur. Radikal siyasal tavır alışlar, siyaseti toplumsal hedefinden kopartır. Bu yüzden “ hasırıma” karşı bile tavır alırken insani varoluş anlamlarının çoğulluğunu düşüneceksin. Demagoji yapmaktan da geri durmaz, “ işverenler konfederasyonu, kendi çıkarlarına uygun düştüğü için haftalık iş zamanının azaltılmasını talep etse, sosyalistler tam tersini mi savunmalıdır?” Sanırım aynı sermayeden söz etmiyoruz. Bizim bildiğimiz sermaye, neo-li-
beral saldırıların, İş Yasası örneğinde olduğu gibi, öncülüğünü yapmaktadır. “ Kar oranları” uğruna limitleri zorlar ve sınıf çıkarlarını her şeyin üstünde tutar. Haftalık çalışma saatlerini düşürmek, hangi işverenin çıkarına denk düşer ki? Ya da hangisi herhangi bir “ z o r ’la karşılaşmadan bunu yapar? Şüphesiz hiçbiri.
Ama İnsei’in sözünü ettiği siyasal tavır, eylemsizlik önerisinden farklı değil. Ona göre, “ vahşi kapitalizmin ezici koşullarının harekete geçirdiği, ya dekiase olmuş ya da kendini bu korku sarmış insanların dinamizmine, enerjisine dayandırmakla” bu iş olmaz. “ Bu, ölgün bir e- nerjidir.” Demek Beyoğlu’ndan bakınca varoşlar böyle görünüyormuş. Burada taşeronlaşmanın, esnek çalışmanın sonuçlarını, geleceksizliğin öfkesini tartışacak değiliz. Sadece şunu söylemek ye- terlidir. Ortada ölgün bir enerji varsa, bu tamamen örgütsüziüğün getirdiği bir sonuçtur. Dile getirilecek ana tema, “ dekiase” olanların içinde bulunduğu derin yoksulluk ve örgütlenme olanakları olmalıdır. 96 I Mayıs’ı, varoşların taşıdığı öfke ve açığa çıkarttığı enerji açısından iyi bir örnektir. Insel’in tavrı-, orta sınıf tepkisinden başka bir şey değildir.
İnsel, devam eder; “ Özgürlükçü sosyalizm, ...bu düzenin asli konu ve alanlarında başa baş mücadele etmekten çekinmeyen bir toplumsal dinamizmden güç almalıdır” . Bu “ toplumsal dina- mizm” in ne olduğuna gelmeden önce bir parantez açalım.
İnsel’in değerlendirmelerinde “ ö rgüt” kavramı hiç yer almaz. Bireyin özgürleşmesinden bahseder, bunun olanaklarını tartışmaz. Eşitliği yüceltir, ama egemen sınıfın buna nasıl “ razı” edilece-
________özgürlükçü solu beklerken___
------------------------------------------------ 43 ----
ğini söylemez. “ Z o r” kelimesi İnsel’in lügatine hiç uğramamıştır. Ezme-ezilme ilişkisine dayanan işbölümünün kaldırılması, yeni bir toplumun yaratılması demektir. Ezilen sınıfın kurtuluşu, en büyük üretici gücün, yani devrimci sınıfın kendisine içkindir.
Bunun anlamı açıktır. İşçi sınıfının, emekçilerin, yoksul köylülüğün kurtuluş yolu, burjuva sınıfının iktidarına son vermekten geçer. Bu İnsel’e pek bir “ bayağı” tanımlama gibi gelebilir. Politik iktidar, uzlaşmaz karşıtlığın resmi ifadesinden başka bir şey değildir. Uzlaşmaz karşıtlık dediğimiz de bir sınıfın öteki sınıfa karşı savaşımıdır. Sınıf karşıtlıkları üzerine kurulmuş bir toplumun, bedenin bedenle çarpışması ile son bulmasında şaşırtıcı olan nedir? Toplumsal hareketin politik hareketi içermediğini söylemeyin. Aynı zamanda toplumsal olmayan bir politik hareket hiçbir zaman olmadı. Ta ki sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortadan kalkmasına kadar da olmayacak. Aslında bunda şaşacak bir durum yok. Çünkü İnsel bütünüyle “a- dem-i merkeziyetçidir.” Hala Eylül anayasası altında yaşadığımızın farkında bile değil. Çünkü derin hülyalara dalmış durumda. Bu noktada parantez kapanır ve İnsel’in “ toplumsal dinamizmine” geliriz.
Bu elbette ki ÖDP değil. (Üyelerinin bile bir örgüt, dinamik yapılanma olarak tarif etmekten imtina ettiği bir “ oluşum” , böylesi bir sıfata aday olamaz.) Dinamik etkinin beklendiği yer Avrupa Birliği’nden başkası değil. İnsel bu konuda çok net. AB üyeliğinin gerçekleşme noktasına gelinmesiyle, “ otomatikman”
* demokratikleşme devreye girecektir. Masstricht kriterleri falan düşünüldüğünde, ekonomi rayına oturacaktır.
— yol--------------------------------------------
__ 44 _____________________________
Gerçi bazı itiraflarda bulunmaktan da geri durmuyor. Bu demokrasi, “ muhafazakar, neo-liberal iktisat politikaları ve pratikleri merkezli bir asgari demokrasi” olabilirmiş. Ama yine de Avrupa Bir- liği’ne Batı emperyalizminin merkezi olduğu için karşı çıkmamak gerekirmiş.
NEDEN?!
Küreselleşme, uluslararası tekelci sermayenin tahakkümüne girip, onun sömürü düzeninin bir dişlisi olmaktır. Bu cümle bize değil, İnsel’e ait. Ancak Ahmet İnsel, bunu küreselleşme dinamiğinin tek bir cephesi olarak ele alıyor. Sermayenin çok hızlı biçimde dolaşabildiği dünya pazarında, emeğin aynı hıza ulaşamayacağını da kabul ederek, yine de bu konuda “ mücadele etmek gerekir” diyor. Aslında bu konuyu yukarıda tartıştık. İnsel’in ufku “ refah devletinden ötesini görmüyor. Ancak bunun için bile çabalayacak mecali kalmamış. Hangi örgütle, hangi araçlarla ve hangi yöntemlerle mücadele edileceğine dair en küçük bir yanıtı bile yok. Doğrusu küreselleşme hakkındaki görüşlerini karşılaştırırsak George Soros, İnsel’e göre yere daha sağlam basıyor. Ahmet İnsel, kapitalist merkezlerin çarpışmasından medet umarken, Soros, DTÖ toplantısı yerine aynı tarihte Porto Allegre’deki foruma katılmak istemişti. Elbette kabul edilmedi, ancak o bile asıl dinamik kesimin yoksullar olduğunun farkında.
Bu arada İnsel, “ asgari” demokrasi mi, “askeri” demokrasi mi tehdidini savurmaktan da geri kalmaz. Bu da son dönemde çok moda oldu. Kimsenin aklına gelmez mi; ya/ya da şıkkının dışında, bir de hem/hem de seçeneği var. İnsel
gibi içeriden düşünmek ve tartışmak zorunda da değiliz. İnsel’in mantığına mahkum kalmayacak kadar “ dinamik” hissediyoruz kendimizi.
SONUÇ YERİNE
Terry Eagleton, “Azizler ve Alimler” 8 romanında, Nikolay Bahtin adlı bir kahramana da yer verir. Düşkün bir Rus aristokratı olan Bahtin, gençliğinde politik mücadelenin de içinde yer almıştır. Dahil olduğu grup, liberal entelektüellerden oluşmaktadır. Bu grup, her türlü politik faaliyetten uzak durmak için özel bir gayret gösterir ve ilkeli bir eylemsizlik sergiler. Bahtin çok sayıda eyleme katılır; ama yaptığı iş kendi grubunun reformist, merkeziyetçi ya da sınıf işbirlikçisi maceralara bulaşmamasının nedenlerini anlatan bildiriler dağıtmaktır. Grubun inancına göre; işçi sınıfı, ilkesel olarak tarihin evrensel öznesidir, ama pratikte devrimci bilinci muhafazakarlığıyla yozlaştırmaya teşne bîr kesimdir.
Tarihe sınıf perspektifi yerine ahlaki açıdan bakan liberal entelektüeller ve dindar pasifistlerden oluşan grubun medet umduğu şey, emperyalist savaşla gelecek bir askeri kıyımdı. Onlara göre Marx ve Engels’in kafalarındaki devrim, şimdiki sınıflı tarih çağı devrini doldurup yumuşakçalardan tekelci kapitalizme doğru yeni bir evrimin başlamasından sonra, şöyle bir iki milyar yıl falan sonra meydana gelecekti. Bahtin, Marx ve Engels’in yanlış yorumlandığına ilişkin itirazlar geliştirince, bu düşkün küçük aristokrata, artık eylemsizliğine ihtiyaç duymadıklarını söylediler.
Sanırım, bizim eylemsizliğimize de ihtiyaç duymazlardı. Orta sınıf duyarlıiığı-
nın ötesinde, en ‘alttaki’lerin öfkesini ve bilincini taşıyoruz. Bir erdem olduğundan değil, bir zorunluluk olduğundan ve nesnelliğinden dolayı gerekli bu inanç. Alışkanlıkları ve amentüleri, ancak bu öfkeden doğacak enerjiyle aşabiliriz. Yoksa yeni kutsal kitaplarla değil! Tanrıların öldüğü bir dünyada, peygamberlere kim inanır ki!
Anlayana...
DİPNOTLAR1. Ahmet İnsel, Solu Yeniden Tanımlamak, Birikim Yayınları, 3. Baskı, 2002 (A. İnsei’den yapılan alıntılar asloiarak bu kitaptandır. Bunun dışında Birikim dergisinin çeşitli sayılarında yayınlanan makalelerinden de yararlanıldı.)
2. K. Marx - F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Sol Yayınları, 1997, sf. 9
3. Ömer Laçiner, Akt. Fuat Ercan, “ Sınıftan Kaçış: Türkiye’de Kapitalizmin Analizinde Sınıf Gerçekliğinden Kaçış Üzerine” , İktisat Üzerine Yazılar I, İletişim Yayınları, 2003, sf. 653
4. Bu konuda kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Mehmet Yılmazer, “ Günümüzde Devrim Sorunu” , Düşünce ve Davranışta Yol, Temmuz 2003, Sayı:4, sf.3-29
5. E. Laclau - C. Mouffe, “ Kalpler, zihinler ve demokrasi” . Birikim, Eylül 1998,Sayı: 113, sf. 48
6. E. Laclau - C. Mouffe, Akt. Fuat Ercan, a.g.y, sf. 656
7. K. Marx - F. Engels, a.g.y, sf. 5 I
8. Terry Eagieton. Azizler ve Alimler, Ayrıntı Yay, Temmuz 1992, sf. 31-32
_______ özgürlükçü solu beklerken___
45 ----
Mehmet Yılmazer
IRAK SAVAŞI’NDAN HAREKETLE ‘EMPERYALİZM’ VE ‘DİRENİŞ’ ÜZERİNE NOTLAR
Sosyalist sistemin yıkılışından sonra hızla daha önceki uzun yıllarda oluşmuş kavramların anlamlarında çarpılmalar başladı. Bunun anlaşılır bir yanı vardı, çünkü dünyada yaşanan büyük altüstlük- ler o güne kadar şekillenmiş kavramların içine girmiyordu. Fakat bu fırtınada gerçekte olayların fazlaca zorlamasına uğramamış, hala değerini koruyan pek çok kavram da çarpılmaya başladı. Bunun da anlaşılır bir yanı vardır, böyle yoğun al- tüstlüklerde at izi ile it izi birbirine karışır.
Sovyetlerin çöküşüyle başlayan süreçte bilindiği gibi ilk önce Yugoslavya ve Merkez Asya cumhuriyetleri karıştı, uzun kanlı savaşlar yaşandı. Bazı halklar, Slovenler ve Hırvatlar çok kısa zamanda Avrupa tarafından “ kurtarıldı” . Diğerleri uzun süren kanlı bir cümbüşün içinde kaldı. Bu süreçte emperyalizm tarafından oynanan oyunları hatırlamak Irak Savaşı’yla ortaya çıkan sorunlara yaklaşımda kolaylık sağlayabilir. Kosova’yı N ATO ’nun nasıl “ kurtardığım” , birdenbire UÇK’nın nasıl güçlenip bu savaşı kazandığını biliyoruz. Şimdi Kosova’da büyük bir NATO üssü var, bu da “ kurtulmanın” bedelidir.
Sosyalizmin yıkılıp küreselleşmenin popülerleşmesiyle en fazla emperyalizm kavramı deforme oldu ve değişti. Irak Savaşı sonrası gelişmelerle bu deformas- yona “ direniş” kavramı da eklendi. El
bette sorunumuz sırf soyut anlamda bir kavram tartışması değildir. Sorun özellikle 90’lı yıllarla başlayan Yeni Dünya Düzeni’nde olayların değerlendirilme yöntemidir. Çok şey değişti, tüm dengeler altüst oldu, ancak değişimlerin hepsi ilişkilerin özünde bir farklılığa denk düştü mü? Sorun budur.
EMPERYALİZM YA DA KÜRESELLEŞME ?? ?
Bugün dünyada emperyalizm konusunda başlıca iki karşıt duruş vardır. Birisi, 90 sonrası olaylarını yeni bir em peryalist paylaşım olarak tanımlar; diğeri, küreselleşmeyi yeni bir “özgürleşme” olarak görür. “ Biz İmpara- torluk’un modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığını görüyoruz.” “ Bir zamanlar tanık olduğumuz birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini tek bir iktidar fikri almıştır.” (Hardt-Negri, İmparatorluk)
Olayların bu ölçüde farklı yorumunun bazı kaynakları olması gerekir. Emperyalizmi görünmez hale getiren hangi gelişmeler yaşanmıştır? Hiç şüphesiz ki, sosyalist sistemin yıkılışı en önemli gelişmedir. Kapitalizmin “zafer” kazanması onun karşı tezlerini büyük ölçüde de- ğersizleştirdi. Bu arada kapitalizm ve emperyalizmin özelliklerinin onları ta-
emperyalizm ve direniş üzerine notlar
nınmaz hale getirecek ölçüde değişip değişmediği fazla önemli değildir. Bu büyük yıkılış aynı zamanda düşüncelerde de bir çöküş yarattığı için, dünya olaylarına sırf bu çöküşün yıkıntıları içinden bakılınca kapitalizmi bambaşka görmek kaçınılmaz hale gelir. Yirminci yüzyılın başlarında II. Enternasyonal’in çöküşüyle emperyalizme karşı bilinçlerin nasıl kö- reldiği hatırlanırsa, yetmiş yıl yaşamış, dünyanın üçte birinden fazlasında egemen olmuş sosyalist sistemin yıkılışının düşüncelerde ne büyük tahribat yaratacağı tahmin edilebilir. Uğrunda mücade- e edilecek hedef, değerini ve çekiciliğini
yitirince, ister istemez mevcut düzenin değeri artar.
Diğer önemli etken, kapitalizmde, özellikle 80’li yıllarda hızlanan bazı yapısal değişimlerin abartılmasıdır. “ Bilgi çağı” görünürde daha fazla “ özgürlük” vaat ediyordu. Son bilimsel ve teknik gelişmelerin büyüsü “ post” kavramını moda haline getirdi ve insanlık “ post kapitalist” bir düzene girdiğine inandırılmaya çalışıldı. Buradan hareketle sömürünün ortadan kalktığı iddiaları ortalığı kapladı. Evet, artı-değer sömürüsünün biçiminde önemli değişimler oldu; ayrıca merkez ülkeler ile Üçüncü Dünya ülkeleri arasındaki ilişkilerde de büyük değişimler yaşanıyor. Ancak bunlardan hareketle sömürüşüz bir kapitalizm varsaymak mümkün değildir. Tersine küreselleşme derinleştikçe sömürünün çok daha fazla yoğunlaştığı iyice gözlere batıyor.
Emperyalizmle ilgili yanılgılara diğer önemli bir neden kapitalist merkezlerin ağzından düşmeyen “ insan haklan” ve “ demokrasi” söylemidir. Elbette emperyalizmin tarihini bilenler için sırf söylemin hiçbir inandırıcılığı yoktur. 1960’lar
sonrası bütün dünyada yaygınlaşan A merikan destekli askeri darbeler 90’lar sonrası tekrarlanmıyor, bu bir gerçek. Ancak bu darbelerin yapıldığı süreçte ABD’nin iddiası “ hür dünyayı” savunmaktı. II. Dünya Savaşfnm sonlarına doğru faşizme karşı Sovyetler Birliği ile birlikte dövüşen Amerika ve İngiltere o zamanlar “ demokrat emperyalist” unvanını almışlardı. Ancak Soğuk Savaş yıllarında yaptıklarının demokratlıkla bir ilgisi yoktu. Bugün sırf söylemlerinden hareketle onların karakterinin değiştiğini düşünmek saflık ve yanılgıdan öteye bir anlama sahip olmalıdır. Sosyalist mücadele ile tüm bağlar -bilinç, morai ve pratik olarak- kopartılırsa emperyalizmin söylediklerine inanmaktan başka yol kalmaz. Bugün kapitalist merkezlerin söylemine “ inanmak” aslında ideolojik saf değiştirmenin kanıtından başka bir şey değildir. Yoksa emperyalizmin yüzyılı aşkın tarihi onun söylemleri ile yaptıklarının arasındaki fark için itiraz götürmez kanıtlarla yüklüdür. Emperyalizmin söylemine inanmakla, inanmak istemek arasında çok yakın bir bağ vardır.
Başlıca bu nedenlerle günümüzde emperyalizmin karakter değiştirdiğini düşünmek sadece bir tahlil yanılgısı o lmakla kalmaz, ona karşı mücadele donanımını en zaaflı hale getirir, hatta yok eder. Evet, iki dünya savaşı boyutunda bir topyekün paylaşım savaşıyla karşı karşıya değiliz. Bu savaşların bıraktığı deneylerden ve nükleer silahların dehşetinden dolayı böyle savaşların yaşanması olasılığı zayıftır, ancak bu yeni emperyalist paylaşımın yaşanmadığının kanıtı değildir. Balkanlar’da, Merkez Asya’da, Orta Afrika’da, Afganistan ve Irak’ta yaşanan savaşların anlamı nedir? Üstelik Irak Sa
47 ----
vaşı’nm sözde gerekçesi bile kalmadı. Bu sahtekarlık dünyayı ve Amerika’yı biraz tanıyanlar için sürpriz değildir. Ancak “görmek istemeyen göz kadar körü yoktur” .
KÜRT ULUSAL MÜCADELESİ VE EMPERYALİZM
Dünyadan bölgemize gelirsek, Kürt Hareketi’nin emperyalizmle ilişkisi Irak Savaşı nedeniyle özel bir konuma girdi. Burada Barzani ve Talabani’nin yaklaşımlarına özel olarak değinmeyeceğiz. Bu güçler emperyalizmle sürekli ilişki içinde oldular, özellikle Körfez Sava- şı’ndan sonra ise ABD ile ilişkileri çok yoğunlaştı. Irak Savaşı başladığında Tala- bani “ Kürtlerin kurtuluş savaşının başladığını” ilan etmişti. Irak Savaşı’yla, sosyalist bir dünya görüşüyle yola çıkan PKK’nin emperyalizme ve Irak’taki “ direnişe” yaklaşımları önem kazanmıştır. PKK, çok açık değilse de Irak’a ABD saldırısını destekledi, böylece savaşa ve emperyalizme karşı tavırda hem kendi geçmişiyle hem de sahip olduğunu iddia ettiği ideolojisiyle çelişki içine girdi. Aslında stratejik dönüşle başlayan süreç Irak Savaşı ile çok daha derin noktalara ilerledi.
Kürt Ulusal Hareketi Irak’a ABD saldırısını değerlendirirken başlıca üç tezi öne çıkarttı. İlki, Öcalan’ın İmralı savunmalarında öne sürdüğü “ 2!. yüzyılın barış ve demokrasi yüzyılı olacağı ve silahların öneminin azalacağı” tezidir. Bu yaklaşım yeni bir emperyalist paylaşım sürecinin yaşandığını kabul etmez. Kapitalist merkezler arası ilişkilerin başka -de
.. mokratîk- bir nitelik kazanacağını iddia eder. Bir yüzyılı kapsayacak bir tez ileri
— yol--------------------------------------------sürmek pek anlamlı olmaz. Ancak 21. yüzyılın en azından ilk çeyreğinin emperyalist merkezler arası yeni paylaşım savaşlarıyla geçeceği yeterince açıktır. Savaş derken, mutlaka iki dünya savaşının bir benzerini beklemek kesinlikle doğru olmaz. Tam tersine paylaşım savaşlarının yeni biçimlerini görmek gerekiyor. On beş yıla yakın yaşadığımız budur. Irak özgülünde konuya yaklaşırken de, PKK değerlendirmelerinde vurgu emperyalist yeniden paylaşıma değil, “ statükonun bozulmasına” , “ ABD’nin bölgeye ve dünyaya yeni bir şekil verme niyetine” yapıldı. Bunlar olanı söylemek ve üstelik oldukça tarafsız-nötr kalarak söylemek anlamına geliyordu. Ulusal Hare- ket’in 2 i. yüzyıla genel bakışı kaçınılmaz bir şekilde İrak Savaşı’na bakışının da çerçevesini çizmiştir.
Savaşa yaklaşımda ikinci tez, “ bölgede statükoların değişmesinin” savunulmasıdır. II. Dünya Savaşı sonrası bölgede kurulan dengenin Kürt halkının çıkarlarına olmadığı açıktır. Uzak geçmiş bir yana, sırf yakın geçmişe bakarsak. Körfez Savaşı sonrası bölgede ilk kez Kürtler lehinde bazı sınırlı değişimler yaşanmaya başladı. ABD’nin Irak’a saldırısının dört devletle temsil edilen statükoya bir darbe olacağı çok açık olsa da, ABD’nin özel amacının bu olmadığı yeterince açıktır. Evet bölgede önceki dengeler değişiyor, ancak hangi yönde ve kimin lehine? Bu sorulara tereddütsüz Kürt halkı lehine demek mümkün değildir. Dengeleri bozan ABD olduğuna göre, yeni dengeleri tamamen kendi çıkarları doğrultusunda kuracaktır. Elbette buna gücü yeterse... Amerika’nın bölgedeki çıkarları ile Kürt halkının çıkarlarının tü müyle çakıştığını söylemek ise büyük bir
__ 48
emperyalizm ve direniş üzerine notlar
yanılgı olur. Veya “ Kürtler, Saddam’ın yıkılmasına yardım etti, buna karşılık A merika da Kültlerin çıkarlarını yerine getirmelidir” gibi bir mantık kuruluyor- sa, bunun, emperyalist politikaların karakteri gereği yersiz bir beklenti olduğu açıktır. Sonuç olarak, bölgedeki statükoların bozulmasının Kürt halkının çıkarlarına olacağı çok tartışmalı bir konudur. Ayrıca, “ statükoların bozulması” aynı zamanda başka halkların çıkarlarının zedelenmesi ve zarar görmesi anlamına da gelir, bu noktada “ adalet dağıtımım” kim yapacaktır? Bugünkü konumda elbette Amerika! Bu, Amerika’dan çok fazla beklentiye girmek olur. Tek başına “statükonun bozulmasının savunulması mümkün değildir, bu statükoyu kimin ve hangi yönde bozduğu önemlidir.
Sonuncu tez, “ABD’nin bölgedeki diktatörlük ve totaliter rejimlere yöneldiği” iddiasıdır. Bu tezi ciddi ciddi savunabilmek için hem dünyayı Ortadoğu’dan ibaret sanmak, hem de ABD’yi hiç tanımamak gerekir. Saddam’ı ABD’nin yarattığını söylemeye gerek var mı? Dünyada ve bölgede daha başka diktatörler varken, neden ilk hedef olarak Saddam seçildi? Kürt Ulusal Hareketin in yayın organlarında bölgedeki totaliter rejimler arasında nedense Irak’la birlikte, sadece ¡ran, Suriye ve Türkiye sayılır, örneğin Mısır ve Ürdün’den hiç söz edilmez. Amerika’nın bölgeye demokrasi getirmek gibi bir sorunu yoktur, zaten demokrasi bir malı veya sermayeyi getirmek gibi kolayca geliverecek bir olgu değildir. Ayrıca ABD’nin bölgede artık daha önceleri yaptığı gibi gerici feodal güçlerle işbirliği yerine da- tıa demokratik güçleri seçtiği iddia ediliyor. Afganistan’da toplanan meclis tü
müyle aşiret reislerinden oluşuyor. I- rak’ta Barzani ve Talabani aşirettirler. Şiiler ise bir dini gruptur. İlişkiler hiç de modern kesimlerle kurulmuyor. Bu işler zaten ısmarlama olmaz. ABD’nin bölgeye demokrasi getirmek gibi bir sorunu yoktur, ancak bazı ülkelerle kendi çıkarları açısından çelişki ve çatışma içindedir. Bu ülkeler grubu içinde Suudi Arabistan da vardır. Sorun bu ülkelerde kendi çıkarlarını dayatabilmek, o ülkelerin iç politikasını etkileyebilmek için, ABD’nin bîr manevra alanına gerek duymasıdır. Suriye, ¡ran ve Suudi Arabistan’da böyle manevra alanları yoktur veya çok dardır. ABD açısından “ demokrasi” denen şey, kendi etkinliğini artırmak için ona imkan sağlayacak politik manevra alanlarıdır. Buna 50’ler Türkiye’sinde “ çok partililik” dendi. Doğrusu da buydu. Rejimin demokratik olup olmaması tali öneme sahiptir, ABD için böyle alanlarda “ çok partililik” daha önemlidir. Ancak bu hiç de kural değildir. Amerika, Afganistan’ı “ terörden” kurtarırken, askeri darbeyle iktidara gelen Pakistan lideri Müşerrefe dokunmayı hiç düşünmedi. Amerikan pragmatizmi için örnekler sıralamaya kalktığımızda tüm Amerikan dış politika tarihini yazmak zorunda kalırız. ABD tarihinde “ prensip için” davranmaya hemen hemen hiçbir örnek yoktur. Amerikan burjuvazisinin böyle bir sorunu olmamıştır. Kendi demokrasisinin gelişim tarihi de böyledir. Bütün bu gerçekler ortada dururken, ABD’nin bölgede “ diktatörlüklerin ve totaliter rejimlerin tasfiyesini hedef aldığını” düşünmek politik saflık olarak algılanamaz. Böyle bir değerlendirme Kürt Ulusal Hareketi’nin pragmatizmi ile açıklanabilir. ABD müdahalesinin ernper-
49 _
yalist ve işgalci karakterini biraz olsun yumuşatabilmek için “ demokrasi” tezi öne sürülüyor.
Sonuç olarak, bir prensip zemininde bir de pratik politika zemininde iki noktaya vurgu yapmak gerekiyor. Prensip olarak, emperyalizmle bir uzlaşma olamaz. Pratik olarak ise mümkündür. “ Şeytanla bile işbirliği” yapılabilir. ABD’nin yeniden paylaşım amaçlı Irak işgalini yukarıdaki tezlerle teorize ederek yumuşatmaya çalışmak ideolojik bir yanılgıdır. Günümüzde teori ve ideolojinin bir önemi kaldı mı? Dünyada hala sınıflar mücadelesi varsa, ezen ve ezilenlerin çıkar farklılıkları, egemenliğin paylaşımı söz konusu olunca uzlaşmaz zeminlerde ise, teori ve ideolojinin önemi büyüktür. Pratik olarak düşmanla bazı işbirlikleri yapılabilir; ancak ideolojik olarak, aradaki çizginin belirsizleştirilmesi, sonucu nereye gideceği belli o lmayan uzlaşmalara kapı açar. Günümüzün yeniden paylaşım savaşlarını ve bunda Amerika’nın rolünü silikleştirecek her türlü siyasal tahlil, ideolojik uzlaşmaya doğru yelken açmaktır. Bunun anlamı ise beyinlerin egemen düşüncenin kuşatması altına girmesi demektir. Bu nedenle prensip duruş büyük önem taşıyor. Irak Savaşı’nın ortaya çıkardığı bazı imkanlardan yararlanmakla, bu savaşın ve ABD’nin karakterini yanlış yönde teorize etmek aynı şeyler değildir. İdeolojik sınır çizgilerinin silikleştirilmesi Ulusal Hareket’i düşmanın her türlü etkisine açık hale getirir; öte yandan geçici bazı çıkarlar uğruna ideolojik bir bozulmaya göz yumulması hareketin geleceği-
s ni karartabilir. Bu nedenlerle ideoloji hala büyük öneme sahiptir. O en batak ortamlarda bile yürürken, mikrop sız
— yol--------------------------------------------
dırmayan zırh rolüne sahiptir. Zırh deli- nince bataklıktan mikrop kapmak ve zayıf düşmek kaçınılmazdır.
Pratik olarak yapılması gereken vurgu savaşın yaratacağı “ imkanlarla” ilgilidir. “ Statükonun bozulmasının” Kürt halkına bir imkan sağlayacağı varsayımı bir yanı ile doğrudur. Fakat savaşın hemen ertesinde ortaya çıkacak imkanlarla gözler körleşirse, orta vadede çok daha büyük risklerle yüzyüze gelineceği gerçekliği gözlerden kaçabilir. ABD ile bu kadar yakın işbirliğinin tarihsel olarak bir bedeli mutlaka olacaktır. Önceki dengelerin Kürt halkı için zaten tümüyle risk ve inkar anlamına geldiği, yaşanan süreçteki tarihi bir fırsatın her türlü riske değeceği ileri sürülebilir. Bu varsayımın sonuçlarını bugünden kestirmek elbette mümkün değil. Ancak ABD ile adeta “ kader birliği” yaparak bölge halkları ile zaten sorunlu olan ilişkilerin çok daha tam ir edilemez yaralar alması mümkündür.
Bu yazıyı yazarken Hewler (Erbil) katliamı yaşandı. Kürt Ulusal Hareke- t i ’nin yayın organlarında hemen failin yönü olarak Türk derin devleti gösterildi. Oysa en azından üç olasılık vardı. Elbette birisi Türk derin devletiydi. Irak’ta federasyona yapılan vurgular bunun zeminini oluşturuyordu, ¡kinci olasılık, ABD’nin göz yumduğu bir girişim olmasıydı. ABD, hangi dengelerle ne zaman nasıl oynayacağını, bilgi ve davranış olarak kimseyle paylaşmak niyetinde değildir. Bir Kürt federasyonuna sıcak bakmadığından, bu istekleri sınırlamak için bu tü r oyunlara girmesi her zaman mümkündür. Ayrıca tüm Irak’ta kendi konumunu süreklileştirmek için ABD’nin çeşitli gerilim hatlarına ihtiyacı
__ 50
emperyalizm ve direniş üzerine notlar
vardır. Üçüncü olasılık, Sünni üçgeni olarak isimlendirilen alandaki direniş güçlerinden kaynaklanabilirdi. ABD ile işbirliği noktalarına vurdukları için böyle bir olasılık vardı. Sonunda bu alandan kaynaklı “Jaysh Ansar El Sunna” isimli bir örgüt saldırıyı üstlendi. Ancak bu üstlenmeyle elbette sorun çözümlenmiş olmadı. Böyle örgütleri motive eden, hatta büyüten güçler genellikle karanlıkta kalmaya devam ediyor.
Ancak önemli olan Kürt Ulusal Ha- reketi’nin değerlendirmesinin çok sınırlı kalmasıdır. Bu sınırlılıkla ABD’nin böyle motivasyonlara girebileceği ve ABD ile işbirliğinin böyle saldırıları tetikleyebile- ceği, değerlendirme dışında tutulmuş oluyor. Bu zaafın nedeni politik öngörü ve deney eksikliği değildir. Kürt Ulusal Hareketi bu alanda büyük deneylere sahiptir. Günümüz emperyalizmine ve özel olarak bölgenin ABD tarafından yeniden paylaşılmasına ideolojik seviyede yanlış yaklaşımın böyle politik olarak hatalı türevler yaratması kaçınılmazdır.
IRAK’TAKİ DİRENİŞ Mİ?
Bu konuda Kürt Ulusal Hareketi’nin yayın organlarında sık sık görüş ve rö portajlar çıkıyor. Irak’taki “ direniş değild ir” , “gerici, karanlık güçlerin terörüdür” . Önce şunu vurgulamak gerekiyor. Irak’ta bu alanda yaşananlar tamamen işgal güçlerinin sansürüne tabidir. Elimizde doğru dürüst hiçbir bilgi yoktur. Bu güçlerin bir bildirisi ya da konuşma kaseti, bir siyasal programı var mı? Bunu yeterince bilmiyoruz. Oradaki muhabirlerin de sağlıklı bilgilere ulaşmaları bu koşullarda neredeyse •'imkansızdır. Bu konuda ABD tam bir tekele sahiptir.
Yaşananlar devrimcilerin görmeye alışık oldukları bir örgütlenme ve direniş tarzı değildir. İdeolojisi, programı en azından bizler için belli değildir. Ancak vurduğu hedeflere baktığımızda ortada fazlaca bulanıklık yoktur. İşgal kuvvetlerinin güçlerine ve onlarla işbirliği yapan güçlere saldırılar düzenlenmektedir. I- deolojik olarak ise öne sadece siyasal İslam çıkmıyor, farklı grupların olduğu görülüyor.
Günümüz dünyasında, bundan önceki tarihsel dönemde yaşandığı gibi, direnişlerin tek programı “ bağımsızlık” veya “ sosyalizm” değildir. Sovyetlerin çöküşünden sonra, mücadelelere damgasını vuran sosyalist ideoloji büyük bir zemin kaybetti. Bölgemizi ele alırsak, sosyalizmin geri çekilmesiyle birlikte siyasal İslam güçlendi. Aslında sosyalizme karşı “yeşil kuşak” oluşturulması da siyasal İslam’ın büyümesinde önemli bir rol oynadı. Ancak “ yeşil kuşak” ile günümüz kapitalizmine karşı “ cihat” ilan etmiş siyasal İslam arasında artık belli bir fark vardır. Günümüz direnişlerinin ideolojik renkleri oldukça farklıdır. O nedenle her somut olayın kendi şartlarında irdelenmesi gerekir. Bugün, 20. yüzyıla damgasını vuran “ sosyalist mücadele” ve “ ulusal kurtuluş savaşları” gibi genellemeler yapmak imkansızdır.
Örneğin, Yugoslav iç savaşı günümüz “ kurtuluş” savaşlarına iyi bir ördektir. Almanya’nın, bir an önce Slovenya ve Hırvatistan’ı etkisi altına almak için kışkırttığı iç savaşın nelere mal olduğunu tüm dünya izledi. YDD’ye karşı kendine göre direnen Sırbistan’ın da nasıl NATO tarafından ezildiği hala hafızalarda tazedir. Kosova Arnavutları ise NATO tarafından kurtarılan ilk halk olma şerefine
51
— yol
erdiler. Baikanlar’daki ateş, oraya “ barış gücünün” yerleşmesi ile sönmedi. Tam tersine buradaki tüm devletçikler em peryalist gözetim olmadan yaşayamaz hale getirildiler. Günümüzdeki “ kurtuluş” ların ardındaki izi iyi sürmek gerekiyor. Dünya güçler dengesi ve yeniden paylaşım gerçekliği bunu şart koşuyor.
irak’a gelirsek, direnişi “ Saddam artıkları” olarak damgalayıp yok saymaya kalkmak ne siyasi ne de ahlaki olarak mümkündür. Irak, emperyalizm tarafından işgal edilmiştir, zenginlikleri ABD ve İngiltere tarafından' paylaşılacaktır. Bu paylaşıma karşı direnmek en meşru haktır. Direnen Irak halkları değil, sadece “ Saddam artıkları” veya “gerici karanlık güçlerdir” demek ne anlama gelir? Eğer halklar işgale karşı direnmiyorsa, I- rak’taki halklar bu ülkenin servetinin ABD tarafından yağma edilmesine göz mü yumuyorlar? “Saddam’dan kurtulmanın” karşılığı olarak ülke servetini ABD ve İngiltere’ye mi bağışlıyorlar? Yoksa ABD ve İngiltere’nin bu işgalde hiçbir emperyalist amacı olmadığına, sadece bu ülkeye demokrasi getirmek için savaştığına mı inanacağız? Veya bir çıkmaz sokak gibi sadece iki olasılığın: “Saddam diktatörlüğü” veya “ABD mü- dahalesi” nin öne çıkartılması ve demokratik süslemelerle işgalin hoş görülmesi hangi politik zemine dayanılarak savunulabilir?
Direnişin sadece “ iktidarını ve imtiyazını yitirmiş eski iktidar güçleri” tarafından sürdürüldüğünü iddia ederek bunların “gerici ve karanlık” güçler olduğunu iddia etmek, ancak buna karşılık işgale karşı başka bir direniş zemini ö rgütlemek yerine işgal güçlerinden de
mokrasi beklemek hangi ölçülere dayanılarak savunulabilir?
“ Büyük haydut” “ küçük haydudun” servetini yağmaladığında mantık olarak “ küçük haydudun” kendini savunma hakkı vardır. Üstelik dünyada bu mantığı, o güne kadar uluslararası seviyede oluşmuş her türlü kuralı hiçe sayarak, bizzat Irak Savaşı’na hazırlık sırasında ABD’nin güçlendirdiğini biliyoruz. Dünyaya meydan okuyarak, uydurma gerekçelere dayanarak “ küçük haydudun” büyük servetine açıkça göz diktiğini her haliyle sergiledi. Bu durum karşısında “ küçük, haydut” kendini savunmaya kalkarsa, bunu tıpkı Bush’un yaptığı gibi en gözü kara metotlarla yaparsa, ortada bir suçlu aranacaksa bu sadece “ Saddam artıkları” mıdır? Bu yoldan yüründüğünde emperyalist işgalin aklanmasına kadar gidilebilir.
Tablo sadece bundan mı ibarettir? I- rak’taki direniş “ iktidar artıklarının” şuursuz terörü müdür? Ortada amacı çok açık olan emperyalist bir işgal o lduğu" göre direniş kaçınılmazdır. Bu direnişe ilk soyunanların iktidarını yitiren BAAS güçleri olduğu bir gerçektir. Buradan hareketle hangi sonuçlara varmak gerekiyor? Bu güçler dışında direniş olmadığını iddia etmek ve hatta bunu bir olumlama gibi sunmak ne anlama gelir? ABD medyası bütün gücüyle Saddam’ı korkunçlaştırarak kendi işgalinin özürünü yarattı. Buna bizde mi inanacağız? Bu eli kanlı emperyalist “süper güce” karşı I- rak’ta bir direniş olmadığını kanıtlamaya çaiışmak nasıl bir politik tercihtir? Eğer küreselleşme ile emperyalizm buharlaşıp gitmiş olsaydı, halkları bir direnişe çağırmak anlamsız olurdu. Ancak gerçeklik bu olmadığına göre Irak’ta ve
__ 52.
emperyalizm ve direniş üzerine notlar
dünyanın her köşesinde, belki uzun bocalamalardan sonra, yeni emperyalist paylaşıma karşı direniş yükselecektir. I- rak’taki direniş, emperyalist işgal sürdüğü müddetçe kendi başlangıç noktasından öteye büyümek zorundadır. Direniş için “ iktidarını yitirmiş BAAS’çılar” nitelemesiyle yetinmek, olaya ABD gözüyle bakmak olur. Bir ülke emperyalist amaçlarla işgal edilmiştir, böyle bir işgale karşı direniş en meşru haktır. O nedenle bu direnişi ABD’nin gözleriyle görmek biz devrimcilere düşmez.
Kürt toprakları da işgal altındadır, hiç değilse bir parçanın işgalden kurtuluşuna destek vermek gerekmiyor mu? Kürt halkı açısından kendisine zulüm etmiş iktidarlardan birisinin yıkılmasının “ kazanç” veya “ fırsat” olarak görülmesi bu anlamda doğaldır. Ancak bu duruş noktasının çok hassas sınır çizgileri vardır. Bölge halklarıyla ilişkileri kollamayan, bu hassas çizgileri iyi belirlemeyen bir davranış geleceği kaybedebilir. “ Fırsat” veya “ kazanç” hızla kabusa da dönüşebilir. Üstelik bu konuda ABD’nin - ’’Kürt halkının en meşru haklarının tanınması” gibi- bir prensip davranışı söz konusu değildir, tam tersine olaylar “ABD çıkarları” doğrultusunda yönlendiriliyor ve güç onda olduğu müddetçe olaylar böyle gelişecek. Bu gidişe karşı, Irak’ta gün geçtikçe daha kapsamlı bir direnişin oluşması kaçınılmazdır. Şiiler, işgale karşı belli bir mesafede duruyorlar. Sünniler işgale karşı dövüşüyorlar. Kürtler ise işgale karşı hiçbir mesafe koymadılar. Bu konumlanış farkları önümüzdeki dönemde, “ anayasa ve seçim
, sürecinde” belki de Amerika’nın baş edemeyeceği ölçüde çelişkileri harekete geçirecektir.
Irak’taki direniş günümüz emperyalist yeniden paylaşım savaşlarına karşı bir duruştur. Ancak bu direnişin iki handikabı vardır. Birisi, köken olarak eski iktidar güçlerine dayanmasıdır. Bu dar zeminde kaldığı müddetçe fazla bir geleceği olamaz. Diğeri, dağınık direniş güçlerinin ideolojik zemininin zaaftı olmasıdır. Bir yanda siyasal İslam ve diğer yanda Saddam döneminin BAAS “ laikliği” direnişi geleceğe taşıyacak programlar değildir. Emperyalist paylaşım sırf ve sadece kaba işgal ve zulme dayanmayıp, kendi ideolojik örtüsünü de yaratacağı için, direniş güçleri bu siyasal örtüleri de aşacak bir politik-program zeminine sahip olmalıdır. Kendini bu zeminlere yük- seltemeyen direnişlerin bir geleceği olmaz, belki daha ufuklu direnişlerin harekete geçiricisi olurlar.
Günümüz dünyasında eski siyasi ve ideolojik sınırların çok karıştığı ortadadır. Bugün sosyalist sistemin yıkılışıyla Balkanlar’dan başlayan “ ulusal” mücadelelere baktığımızda arkalarında adeta kaçınılmaz bir şekilde emperyalist yeniden paylaşımın izini sürmek mümkündür. Küçük ulusların ve halkların kaderi büyük güçlerin denge hesaplarında bir ağırlık olmaktan öteye anlamlı değildir. Üstelik günümüz dünyasında artık ulus devletlerin sona ermekte olduğu sık sık vurgulanıyor. Bu da küreselleşmenin bazen yolunu zorlaştıran sınır engellerinin kaldırılması için merkezlerin yükseklerde tuttukları bir paroladır. Ancak bunu söyleyenler, göçmen akınlarına karşı sınırlarını en son teknikle korumaktan geri durmuyor.
Günümüzde emperyalist yeniden paylaşıma karşı henüz ideolojik ve ö rgütsel bir saflaşma oluşmadı. Yaşananlar
— 53 ----
bu yolda dağınık, düzensiz birikimlerdir. Bütün bu belirsizliğe rağmen devrimciler açısından iki nokta yeterince açıktır. İlk önemli konum, emperyalist yeniden paylaşıma karşı durmaktır. Herhangi bir bahaneyle bu duruş noktası gevşetile- mez. İkincisi, ulusal kurtuluş savaşları aslında tarihsel dönem olarak gününü doldurmuştur. Buna rağmen geç uluslaşmaların olduğu da bir gerçektir. Ancak bugün emperyalist yeniden paylaşıma karşı sırf ulusal burjuva zeminde durmak yeterli değildir, artık sosyal kurtuluş, yani halk iktidarları öne çıkmalıdır. Yugoslavya deneyi emperyalist gözetim olmaksızın yaşayamayacak devletçikler yarattı. Bakalım bu önemli deneyden sonra Irak işgali tarihe hangi önemli dersleri bırakacak?
8 Şubat 2004
— yol--------------------------------------------
__ 54
M. Özgür
KAPİTALİZMLE MÜCADELEDEDAYANIŞMA, ÖZ ÖRGÜTLENM E,
■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■
HALK İNİSİYATİFLERİ ÜZERİNEGİRİŞ
Yerel mücadeleler Türkiye Devrimci Hareketi tarafından uzun süre anti-faşist temelde tasarlandı. Son dönemlere kadar gündelik deneyimlerden çıkartılan gelgeç sonuçlarla yerel örgütlenmeler yaratılmaya çalışıldı. Yerel siyasetin teo- rize edilmesi, kavramsallaştırılması, deneyimlerin yorumlanması bu nedenle daha baştan engellenmiş oluyordu. Oysa mücadelelerin 1965’lerde başlayan ve 1990’lara kadar süren bir dönemi kapanmıştı. Sermayenin küresel ölçekteki yönelim ve stratejileri karşısında sınıfsal bir karşı-hegemonya oluşturmanın yolu, çeşitli alan ve düzeylerde bütünlüklü politika paradigmaları oluşturmaktan geçiyor. Toplumsal yapıdaki dönüşümler, kapitalizmin 1980’lerdeki neoliberal genişleme dalgası ve yeni sermaye birikim stratejisinin üretim ve yeniden üretim olarak tüm yaşamı dönüştüren, piyasa ilişkilerine tabi kılan etkileri, oldukça önemli olan sınıfsal-toplumsal parçalanma süreçlerinin örgütlenme zeminindeki etkileri gündemlere girse de örgütlülüklerde eski alışkanlıklardan kopulması kolay olmuyor.
Mücadeleler yerelde, yerel önderlerin yetenek, bilgi ve olgunluklarına fazlasıyla bağlı kaldı. Dernekler, kültür merkezleri, bürolar açıldı, Alevi derneklerinde ve köy derneklerinde çalışıldı an
cak programlı çalışmalar, deneyimlerin değerlendirilmesi yapılamadı. “ Kahveye gidince her insanla konuşabilmek gerek ir” diyen devrimciler, gündelik bilinç ve mücadelelerle devrimci mücadeleyi bağlayacak örgütlenme kanallarını ve bilinçlenme yöntemlerini, kurumlarını ve kavramlarını geliştirmeyi, halkı bu anlamda özneleştiren süreçleri ihmal etmemeliler. Sermaye çevreleri yereli kapsayan bütünlüklü söylemi ve araçları Dünya Bankası, BM ve IMF gibi kurumlardan başlayarak üretirken biz de üretebilme- liyiz. Üst perdeden devrim çağrıları ve çelişkilerin halka anlatılması, “ sorunlar” üzerinden ajitasyonlar hiç de yeterli o lmadı, demokratik ifade zeminleri, gündemlerin taşınacağı inisiyatifler yaratamadık. Bir ihtiyaca karşılık gelen toplumsal dinamikleri, yerel duyarlılıkları tek bir kalıba sokmaya çalıştık. 60-80 arası yükselen halk hareketi dalgaları üzerinde yüzen devrimci mücadele açısından, yükseliş dalgalarının, halk inisiyatiflerinin ve öz örgütlenmelerin yaratılması artık büyük oranda kendi irademize bağlı.
Kendiliğinden kitle mücadeleleri dönemi bitmişti 1 kendiliğinden kitle mücadelelerinin politik olarak yönsenmesine dayalı stratejilerin değiştirilmesi mutlaka gerekiyordu. 80’lerin başından beri kapitalizmin gelişim yönündeki tekleşme diyebileceğimiz bir dönem yaşandı. Oy-
55 ----
__ yol
sa 1970’lerde devletçiiik-liberalizm ayrımı olarak politik düzlemde ortaya çıkan ayrışma üzerinden, oluşan toplumsal alanlar ve kurumsallaşma üzerinden yü- rünebilmişti. Günümüzde, yeni sermaye birikim stratejisi ile; böyle bir ayrımın yer almaması, neoliberalizmin egemen kılınması süreci ile karşı karşıyayız. Eskiden “ kendiliğinden” oluşan örgütlenme ve bilinçlenmeleri artık kendimiz yaratmamız, bir anlamda mevzi savaşımızı kendimiz vermemiz gerekiyor. Pek çok alan dışında, sadece sendikaların durumuna bakmak, sigortasız çalışmanın yaygınlığına bakmak bile bu açıdan yeterli- dir. Geçmişte, “ içe dönük sermaye birikim modelinde” burjuvazi, asıl olarak malını sattığı ülke içinde tüketimi a r t ı rabilmek için ücret sendikacılığına alan açmıştı, bunun sağladığı politik ortam yanında, sendikalaşma devrimciler tarafından da üzerinden yürünecek bir toplumsal zemin, radikal mücadelelere önayak olmuştu. Oysa günümüzde, aynıla- şan burjuva siyaseti politizasyon yaratmazken, tam tersine toplumsal alanlar piyasalaştırılıyor, iş süreçleri parçalanıyor, düzensiz çalışma ve işsizlik mücadele zeminlerini parçalıyor. Yitirilen toplumsal zeminleri yaratmamız gerekiyor. Eski siyasi tarzın aşılması yönünde, top- iumsal-siyasal öz örgütler olarak Daya- nışmaevleri’nin beş yıla varan deneyimleri ve kavramlaştırmaları önemli. Emek hareketinin savunmacı konumundan çıkması adına, devletin zoruna karşı olduğu kadar, birbirinden ayrılamayacak şekilde, piyasanın zoruna karşı politika üretmek adına önemli ilk deneyimlerden biri olarak görmek mümkün.
Günümüzde, bütünsel bir sistem olarak kapitalizmin her geçen gün daha çok
__ 56
yerel olana nüfuz ettiğini, yerelin bağlamını etkilediğini düşünürsek, gittikçe yerel ve bölgesel çalışma için teorik çerçevelerimizi de “ kapitalizmle mücadele” ve “ devrimci” bir öz üzerinden zenginleştirmemiz gerekiyor. Dünyada, özellikle taşeronlaşma, güvencesiz çalışma, özelleştirme, ticarileştirme, yoksulluk, yapısal işsizlik ve krizler, baskı, dışlama temelli artan mücadele pratikleri, geleneksel sendikal çalışmayı aşmanın gerekliliklerini gösteriyor. Oysa tüm bunlara rağmen, kapitalizmin mantığının siyasal ve sosyal alanda kurduğu egemenlik karşısında, kitlesel siyasetin çözüm olmaktan çıkması gibi bir süreçle karşı karşıya bırakılmaktayız. Rekabet, toplumsal çözülme ve yabancılaşma, tüketimcilik çeşitli biçimlerde toplumsal yapıya siniyor. Toplumsal parçalanmalara uygun farklı örgütlenmeler ve bu farklı örgütlenmelerin birleşik mücadelesi günümüzün temel problemini oluşturuyor. Küresel kapitalizmin ideolojisi olarak liberal çok kültürcülüğe, yerelciliğe ve farklılıklar siyasetine savrulmadan kapitalizmle mücadeleyi bu zeminlerden, bütünlüklü bir şekilde yapabilmek gerekiyor. Kitlesel mücadeleler ve iktidar ufku bu çalışmalar üzerinden oluşup netleşecek.
Mücadeleler artık anti-faşist duyarlılıklar temelinde değil eskisinden farklı zeminlerden olacak derken, yerellerde yaşanan tüm “sorunlar” üzerinden değil, yaygınlaşabilecek ve kapitalist işleyiş açısından yapısal olan ve dönüştürücü etkisi yüksek noktalardan zeminleri kurarak ilerlemek gerekiyor. İşsizlik, taşeronlaşma ve güvencesiz çalışma günümüz kapitalizminin yapısal bir özelliği ve geçici bir süreç değil. Kapitalizm, eğitimden sağlığa, emekliliğe yaşamın değişik a-
lanlarını metalaştırırken, bu alanları da doğrudan sınıf çatışmasının alanı hâline getirirken, ticarileştirirken, üretimi işçi haklarına karşı “ esnekleştirirken” , sosyal haklardan “yalınlaştırırken” çeşitli mücadelelerin birleşik bir strateji üzerinden eklemlenmesinin nesnel zeminini de yaratıyor. Bu nesnel zemin üzerinden hareket edebiliriz. Yaşananların kapitalizm açısından tarihsel bir kriz olması, krizin çözümü adına neoliberal bir hege- monik proje olarak sunulmuş olması göz önüne alındığında, sosyalist projenin o- anaklılığı her zamankinden çoktur diyebiliriz. Çeşitli inisiyatif ve öz örgütlenmelerin, mücadelelerin, kapitalizmle mücadele içinde birleşik bir sınıf strate- isinin parçası olarak kurgulanabilmesi,
farklı eklemlenmelerin sağlanabilmesi ve toplumsal dayanışma içinde ortak mücadele içinde yer alabilmesi gerektiği yazının sonunda vurgulanacak.
Ancak metalaşma, proleterleşme, ta- şeronlaşma gibi ya da tüm bunların yarattığı eşitsizlik, adaletsizlik ve üretim sürecindeki toplumsal ilişkilerdeki yabancılaşma gibi “ üzerinden yürüyeceğimiz” süreçleri kabaca bilmek yeterli değil, bunların insanlar tarafından algılanışı, bilince çıkarılışı ve sınıfın ve sınıf bilincinin oluşması sürecinde etken olan deneyimler, gelenekler, iktidar ilişkileri ve değerler sistemlerinin politik projeler hayata geçirilirken farkına varılması önemli. İktidar ufkunun yitimi ve toplumsal dönüşüm fikrinin reddi, toplumsal çürüme ve bireysel öfkelere dönüşen toplumsal tepkiler, medyanın hızlı ve yaygın etki gücünden etkilenen davranış ve bilinçler, kapitalist rekabeti içselleştiren bireyler günümüzün gerçekliğidir.
Farklılıklar yaratma, parçalama ve
homojenleştirme eğilimleri günümüz kapitalizminde iç içe işliyor. Peki sınıf konumlarının doğrudan sınıf bilincine dö-' nüşmediğini biliyorsak, sınıfın ve sınıf bilincinin bir tarihsel sürecin ürünü olduğunu biliyorsak, maddi yaşam koşulları ile bunun bu koşulları yaşayanlarca anlamlandırılması arasında uyumsuzluk sorununu şematikliğe düşmeden (kendi için sınıf/kendinde sınıf ayrımı ya da yanlış bilinç olarak ekonomik bilinç/siyasi- devrimci bilinç şemalarını kastediyorum) nasıl çözebiliriz? İşte tam da bu noktada, dayanışma ve gündelik direnişler; ortak faaliyet, etkileşim ve deneyimler olarak toplumsal dönüşüm bilincinin ya da dönüştürücü/devrimci bir güç olarak sınıf bilincinin oluşmasında etkin bir işleve sahip olabilir. Bu nokta oldukça önemli bir noktadır. Ayrıca maddi yaşam deneyimini edinmede aracılık eden kültürel kodlar içinde, dayanışma, adalet, hakkaniyet ve onur önem taşıyor. Sorun bu anlamda bir “ yanlış bilinç” sorunu değildir. Halkın gündelik bilincindeki a-, dalet bilinci ve dayanışma bilinci, tutarlı bir ideoloji ve değerler bütünlüğü içinde dayanışma, kolektif direniş ve deneyimlerle “ mücadele” bilincine dönüştürülebilir.
Dünyada şimdilik stratejisiz ve parçalı da olsa, kapitalizme ve küreselleşme soygununa yönelik tepkileri, neoliberal reformlara karşı artan hoşnutsuzluğu ve mücadeleleri, uluslararası gelişmeleri de bu düzeyde yorumlamak gerekiyor. Bu parçalılığın önemli boyutu emek hareketleri ile toplumsal hareketler arasındaki ciddi kopukluktur ve bu kopukluğun pek çok nedeni vardır. “ Dayanışma” tasarımının bu anlamda ikinci bir boyutu, ulusal ve uluslararası ölçekte artık
halk inisiyatifleri ü z e r in e _
57
— yol
homojen bir bütün olmayan işçi sınıfının sendikalarda olduğu kadar değişik siyasal ve toplumsal hareketlerde bulunan gücü açığa çıkaracak bir şekilde ulusal ve uluslararası ortak mücadelelerin zeminini örmesidir. Bir süreç olarak dayanışma sınıfiçi farklılıkları görmezden gelmeyi değil, aşma çabasını ifade etmektedir. Bu çaba, farklılıkları bastırmak yerine dahil etmek stratejisinden yararlanarak bir amaç birliği yaratarak güç kazanmak, stratejik mücadeleye yönelebilmek anlamına gelmektedir.
A. KRİZ, DÖNÜŞÜM, HEGEMONYA
Kapitalizm bir dünya sistemi ve 1970’lerden beri yaşadığı kriz, ileri kapitalist ülkeleri ve daha farklı bir biçimde geri kapitalist ülkeleri dönüştürüyor. Kar oranlarının düşmesi ve sermayenin yeniden üretiminin tıkanması ile ilgili yapısal krizler temelde aşırı birikim sorunundan doğar ve sadece ekonomik alandaki değişimlerle aşılabilecek bunalımlar değildirler. Kapitalizmin yaşadığı tarihsel kriz, hem üretimin maddi ve kurumsal yapısını hem de ekonomik ve toplumsal güç ilişkilerinin yeniden belirlenmesini gerektiriyor. Sadece üretim ilişkileri değişmekle kalmıyor, bu ilişkileri düzenleyen toplumsal kurumlar ve kurallar değişiyor, bununla birlikte görevi sınıflar arası çatışmaları kontrol altında tutmak olan devletin rolü de değişiyor. Sermayenin ekonomik ve siyasi iktidarı ile siyasal ve ideolojik hegemonyasını garanti altına almaya dönük stratejiler gündeme geliyor. Emperyalist savaşlarla ve zor gücü ile konsensüs yaratmaktan, yasal düzenleme
lerden, “ terörle mücadele” den “ yoksullukla mücadele” ve “ iyi yönetişim” yaklaşımlarına kadar krizin çözümü için çok boyutlu bir “ strateji” ile karşı kar- şıyayız. Tabi tüm bu stratejiler yine sınıflar arası'mücadelenin içinde şekillenip, değişik söylemlerle kendini ifade ederek varoluyor. Krizler sermaye b irikiminin ve sınıflar mücadelesinin arasındaki tarihsel ilişki içinde tanımlanırken, kriz koşullarından yaralanarak, sermayenin emek üzerindeki egemenliğini nasıl yeniden ürettiği önem kazanıyor.
Burada vurgulamaya çalıştığım, kapitalist toplumsal formasyonlarda bugün yaşanmakta olan uzun süreli dönüşümün yalnızca teknik iş süreci ve ekonomik güç ilişkileri ile sınırlı kalmayacağıdır. Dayanışma, öz örgütlenme ve halk inisiyatiflerinin önemi, sosyalist paradigma ve toplumsal demokrasi açısından önemi yanında, bu tespitten kaynaklanır. Üretim noktasından başlayıp, tüm ekonomik, toplumsal, siyasal ve ideolojik yeniden üretim süreçlerine kadar uzanan ve kapitalist güç ilişkilerini tü müyle sermaye lehine belirlemeyi hedefleyen küresel “ reformları” ve kontrol mekanizmalarını doğru teşhis etmek gerekiyor. Bir önemli nokta da, sisteme karşı mücadele ve direnişleri küçümsememek. Krizdeki kapitalist toplumsal işleyişin kırılgan ekonomiler, savaşlar ve yoksullaştırmalarla var olduğunu, buna yönelik tepkilerin şimdiden önemli boyutlarda olduğunu görmek gerekiyor. 2 Türkiye açısından toplumsal formasyonun yeniden üretimi anlamında krizin aşılamadığını söyleyebilirsek, aşağıdaki kısım bir anlamda bunun yarattığı olanaklar üzerinden okunabilir.
__ 58
Üç FARKLI DÜZLEM
Mücadeleler artık anti-faşist duyarlılıklar temelinde değil eskisinden farklı zeminlerden olacak derken, yerellerde yaşanan tüm “ sorunlar” üzerinden değil, yaygınlaşabilecek ve kapitalist işleyiş açısından yapısal ve dönüştürücü etkisi yüksek noktalardan ilerlemek gerekiyor. Yaşadığımız toplumsal dönüşümü ve kapitalist ilişkilerin özelliklerini toplumsal yeniden üretim alanında, üretim alanında ve siyasal ve ideolojik alanda olmak üzere üç farklı kategoriye ayırabiliriz. Bu üç alandaki mücadele toplumsal formasyonun bütünlüğü açısından bir arada ele alınabilir. Ancak toplumsal yeniden üretim alanı ve emek üzerindeki üretimdeki kontrol alanı mücadelenin nesnel zemini ve politikanın içeriğini, son olarak siyasi ve ideolojik hegemonya alanı da sermaye söyleminin deşifre edilmesi ve karşı politika ve söylemler üretilmesi açısından önemli bir düzey olarak karşımıza çıkıyor.
I. Toplumsal Yeniden Ü retim ve Emeğin Yeniden Ü re tim i Alanı: Metalaşma, Piyasalaşma, Ticarileştirm e ve Maddi Yaşam Pratikleri
Sermayenin toplam döngüsünün hızlandırılması ve genişletilmesi krizden çıkış için gerekli. Farklı kar alanlarının yaratılması adına özelleştirme, piyasalaştır- ma ve mevcut “ karsız” çalışan devlet hizmetlerinin ticarileştirilmesi süreci devam ediyor. Bu süreçte ticarileşme, metalaşma, devletin eğitim ve sağlık gibi sosyal hizmetlerden çekilmesi yaşamın tüm alanlarını sınıf çatışmasının alanı haline getiriyor ve adaletsizlikleri, eşitsizlikleri arttırıyor. Yani toplumsal yeniden üretim sağlanırken (insanların temel ih
tiyaçlarının karşılanması diye kabaca tanımlayabiliriz) sermaye eşitsizlik yaratıyor, temel ihtiyaçları dahi sağlayamıyor s ve bu alanda hegemonyasını sarsacak çelişkiler yaratıyor. Oysa sosyalizmin varlığı ve güçlü sınıf mücadeleleri ile kapitalizm bir ölçüde “sosyalleşmişti” , sosyal refah devleti uygulamaları mümkün olabilmişti. Sosyal refah devleti en genel hatlarıyla piyasa ekonomisinin üretmiş olduğu toplumsal ve siyasal gerilimleri yumuşatma ve kontrol altında tutma ihtiyacından doğmuştu diyebiliriz. Daha genel bir düzeyde.düşünüldüğünde sosyal devleti, modernité olarak nitelediğimiz son iki yüz yıllık ekonomik ve sosyal dönüşümler neticesinde şekillenen bir yönetim tarzı, devlet ve toplum arasında özel bir ilişki biçimi olarak yorumlamak mümkündür. (N. Özbek, 2002)
Günümüze gelindiğinde ise yeni-libe- ral politikalar denen politikalar aracılığı ile devletlerin sosyal görevlerini bir bir terk ettikleri, yaşamın tüm alanlarının piyasanın kar alanı ve denetimine bırakılmakta olduğu biliniyor. Eğitim, sağlık, iş güvencesi, emeklilik hakları gibi haklar yavaş yavaş bir hak olmaktan çıkıp, parayla satın alınan şeyler haline geliyor.
Emeğin olduğu kadar toplumsal yaşamın da bir bütün olarak sermayenin gerçek egemenliğine tabi hale gelmesi (proleterleşme, finanslaşma, metalaşma); emeğin, kamusal alanın ve devletin sosyal boyutlarından arındırılması (toplumsal dışlanma, ticarileşme, küçük devlet) sermaye birikiminin yayılmacı eğilimini ifade eden bir emperyalist stratejinin unsurlarıdır. (M. Özuğurlu, 2003)
Makroekonomik düzlemden baktığımızda ise ekonomik krizler sermayenin
halk inisiyatifleri üzerine__
59 —
— y o l----------------------------------------------
emeği yoksullaştırması üzerinden aşılıyor, uluslararası finansal sermaye akışları ve borç ödemelerine giden vergiler üzerinden doğrudan bir sömürü mekanizması kuruluyor. Tarımda önemli boyutlarda yaşanan ve tarımsal sübvansiyonların kesilmesiyle artacak olan bir mülksüzleşme dalgası yaşanmaktadır. Meta dışı geçimlik hizmet üretiminden kopma, üretim araçlarının mülkiyetinden kopma ve proleterleşme yaşanmaktadır. İhtiyaç maddelerine ulaşma koşulları doğrudan nakit paraya bağlı hale gelmektedir. jşsiziik yapısaldır. Kapitalizmde eşitsiz gelişme kaynaklı varoşlaşma süreci, kamu reformu ile azalmayıp artacaktır. Gecekondulaşmanın ticarileşmesi ve işgal usulü gecekondulaşmanın sona ermesi, yeni alanların kalmaması ve maliyetinin artması neticesinde gecekondulaşma eskisi kadar yoksullara kaynak aktarımı anlamına gelmemektedir. Gündelik yaşamla ilişki artan ölçüde nakit para bağıyla kurulur hale gelmiştir. Tüm bu süreçler ailelerin ayakta kalma stratejilerini zorlaştırmakta, köyden yardım, aile dayanışması, geç evlenme, eve iş alma, kadınların ve çocukların çalıştırılmaya başlanmasına rağmen gittikçe imkansızlaşmaktadır. (A. Buğra, 2001)
“Yoksullaşma; 20. yüzyılın ikinci yarısındaki evrimsel eğilimi adlandıracak daha iyi bir terim yoktur. Günümüz mega kentlerine yığılan, düzensiz, güvencesiz çalışan ya da işsiz kesimlerin dünyadaki oranı yirminci yüzyılın ikinci yarısında kentsel nüfusun dörtte birinin altından, yarısından fazlasına ulaşmıştır ve yoksullaşma olgusu gelişmiş merkezlerin ken-
k dilerinde de önemli ölçekte yeniden o rtaya çıkmaktadır.” (S. Amin, 2004) Bu konumdaki kentsel nüfus yarım yüzyıl i
çinde çeyrek milyardan daha düşük bir rakamdan bir buçuk milyar insana tırmanmış, ekonomik gelişme, nüfus artışı ya da kentleşme sürecini karakterize eden hızları aşan bir büyüme hızı kaydetmiştir. Bu gelişmeler, dünyadaki mücadeleler açısından mutlaka göz önüne almamız gereken bir gerçekliktir.
Kapitalizm ve yerel yönetim ler
Kapitalizmde yerel yönetimler emeğin ve sermayenin yeniden üretimini üstlenirler ve eşitsiz gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bunlardan “emek gücünün yeniden üretimine yönelik hizmetler” sermayenin krizi ve kar oranlarının düşmesi İİe birlikte 1980’ler- den sonra yavaş yavaş terkedilmiş, tüm dünyada sermayenin yeniden üretilmesine yönelik belediye hizmetleri öne çıkartılmaya başlamıştır. Ayrıca yerel çelişki ve geriiimleri önleyecek, düzenin meşruiyetini devam ettirecek çeşitli katılım mekanizmaları ve yardımlar (kentsel rant dağıtımı, siyasal İslam ve sosyal yardımlaşma kurumu başta olmak üzere yoksullara yardımlar, kat çıkma ve imar izinleri, ...) ile kendini meşrulaştıran kli- entalist bir yerel yönetimler sistemi ön plana çıkmıştır. Sermayenin yeniden üretimi, rant mekanizmaları, arsa-konut spekülasyonları, gecekondu mafyası, turizm bölgelerindeki rant paylaşımları üzerinden şekillendiği ölçüde yerel yönetimler de sermayenin bu kesimlerinin kesin hakimiyetine girmiştir. Elektrik, su, temizlik, ulaşım gibi alanlarda özelleştirmeler gündeme gelir. Esnek üretim ve dışa açık sermaye birikimine dayalı ekonomik modelde belediyelerin ve yerel devletin dönüşümü oldukça önemlidir. A rtık emeğin yeniden üretimi, işsizlik ve esnek çalışma, sistemin yapısal bir
__ 60
parçası olduğu için eskisi kadar gündemde değildir.
Özellikle metropoliten kentlerden başlayarak (İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi) belediyeler piyasacı bir mantığa yönelmiş, ulaşım, çöp toplama, ve benzeri hizmetleri sağlamada kendi birimlerinden çok özel sektörü kullanmaya yönelmişlerdir, emeğin sosyal haklarını budamalardır. Bunun yanında belediyelerin kendi bünyelerinde şirketler kurarak bu şirketlere çeşitli işleri devretmeleri yaygın bir strateji haline gelmiş, bu firmalar aracılığıyla belediyeler şirket ve kar mantığı ile çalışmaya yönelirken bir yandan hem merkezi yönetimin hem de halkın denetiminden kaçmayı hedeflemişlerdir. Belediye borçları yerel yönetimlerin özellikle büyük sermaye ve uluslararası sermayeye olan ilişkilerini - bağımlılıklarını arttırmıştır. Yeni “ kamu reformu” yasasının geçmesiyle, kapitalizmde eşitsiz gelişmenin bir sonucu olan varoşlaşmanın artacağı söylenebilir.
Daha önceki dönemlerde işlevsel bir işbölümü içinde olan kentler ve yerel yönetimler modelinden yarışmacı bir kent ve yerel devlet modeline geçilmektedir. Devletin vurgusu, ekonomik alanda merkezi ölçekten yerel ölçeğe doğru bir kayma göstermektedir. Artık dünya ekonomisine eklemlenmek için yarışan kentler, Denizli, Antep, İstanbul örneklerinde görüldüğü gibi bu tip piyasacı ve sermayedarları destekleyen bir belediyecilik anlayışı öne çıkmaktadır. Yerel girişimcilerin liderliğinde, ulus devletlerin daha az müdahaleci hale gelmeleri fırsat bilinerek yerel birimler uluslararası işbölümünde daha iyi bir konum edinmeye çalışmaktadırlar. Kentin altyapısıyla, üretim ve hizmet işlevli binalarıyla bir
sermaye birikimi olması süreci derinleşir. Rant merkezli kentsel gelişme anlayışı daha da gelişmiştir. Sermaye ve STK’îarı da içeren çok aktörlü bir devlet yönetimine geçilmekte olduğu söylemi (yönetişim vb. kavramlar ile yapılmaktadır) gerçekte STK’lar olarak sermayenin örgütlerini (sanayi odaları, ticaret odaları vb.) içermekte ve toplumsal değişim için mücadele eden toplumsal-siyasal halk örgütlerini içermemekte, emekçileri dışlamaktadır. Şirketlerin çevreyi kirletmeleri, kentsel eşitsizlikler ve eşitsiz gelişme kaynaklı sorunlara karşı çıkmak her zamankinden daha güncel ve mümkündür.
Bu bölümün sonucu olarak söylersek, “ Sermaye bütünsel hegemonyasının sosyal evrenini inşa ettiği ölçüde, yaşamın her alanı sınıf çatışmasının alanı haline gelmektedir” (F. Ercan, 2002) Toplumsal yeniden üretimi sağlayamayan “ sermaye hegemonyasını” bu alandan deşifre etmek, parçalamak mümkün. Tüm bu yukarıda sayılanlar toplumsal dönüşüm, toplumsal demokrasi, adalet, eşitlik ve dayanışma temelinde mücadele edecek, hayatın değişik alanlarında bütünlüklü bir zeminde çalışmalar yapan siyasal-toplumsal halk örgütlenmelerinin önemini ve gerekliliğini arttırmaktadır. Devletin sosyal ve ekonomik olarak boşalttığı alanları, işsizlik, yoksulluk ve sömürüye karşı toplumsal dayanışma ve direniş anlayışı ile doldurmak önem kazanıyor. Halkın hem ayakta kalmasını kolaylaştıran, gündelik sorunların üzerinden atlamayan hem de geleceğine sahip çıkmasında önemli olacak kurumlar; halk meclisleri yaratılabilir. Yoksulluğa karşı parasız eğitim ve sağlık talebi, işsizliğe karşı herkese gelir getirici bir iş ev-
halk inisiyatifleri üzerine__
61
— yol
rense! talepleri, doğrudan demokrasi ve halk dayanışması yaklaşımları güncelleşmiş durumda. Dayanışma, kooperatifleşme, kolektif üretim ve tüketim organizasyonları gibi olanaklar bu taleplerin savunusuna anlam katar, hedefi somutlaştırır, piyasa ideolojisinin üzerinde, insanın ekonomiyi belirleyebileceğinin ö rneklerini sunar. Piyasa ideolojisine karşı emeğin politik ekonomisi bizzat emeğin denetiminde olacağına göre bunun mümkün olduğunu gösterebilir.
2. Sermayenin Emek Üzerindeki Kontrolü: Taşeronlaşma, İşsizlik, Esnek-Yalın Ü re tim
Üretimde kapsamlı ve niteliksel dönüşümlere yol açan bilimsel-teknik süreçlerin (mikroelektronik ve enformasyon teknolojileri) kullanılmasına dayanan esnek üretim sistemleri iş akışkanlığı, emek yoğunluğu ve üretkenliği arttırılarak emek sömürüsü artırılırken, sermayenin emek üzerindeki kontrolü de arttırılmış oluyor. Öte yandan “ emeğin organik bileşimi” de değişmekte, sınıf içi hiyerarşi ve farklılaşmaların önü açılmaktadır. Yalın üretim sistemine yaslanan mikro-ekonomik rasyonel (firma temelinde kar ve rekabet edebilirlik) bir bütün olarak toplumsal yaşam alanları üzerinde büyük bir ideolojik tahakküm kurmuştur, her şey ve herkes hız ve üretkenlik temelinde yargılanabilmekte, bu hız ve üretkenliğin ihtiyaçlarına uyum gösteremeyenler bir safra olarak damgalanarak kamusal alandan dışlanmaktadır. Bilgi yoğun teknolojiler ve nitelikli emeğe ihtiyaç duyulan hizmet sektörleri için “ bilgi toplumu” söylemi ile nitelikli emek sermayenin hizmetine koşulmaktadır. Sadece “ niteliksiz” emek değil tüm emek türleri haklarından koparılmış bir
şekilde yalın üretimin tehdidi altındadır.
Ayrıca üretimin küresel ölçekte yeniden sermaye lehine örgütlenmesini sağlayan yeni bir uluslararası işbölümü yapısı da oluşturulmaktadır. “ Uluslararası entegrasyon biçiminin” bu anlamda değiştiğini söyleyebiliriz. (M. Türkay, 2003) Çokuluslu şirketlerin ucuz ve kontrol edilebilir emeğe dönük arayışları doğrultusunda üretim, emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu ülkelere doğru kaydırılmakta. Dev şirketler çevre ülkelerde kurdukları tesisler, ticari bağlar, fason ağları aracılığı ile hem üretimin maliyetlerinden tasarruf etmekte hem de üretimden ve pazar koşullarından doğan tüm riskleri yerel üretim birimlerine aktarabilmektedir.
Genişleyen ve karmaşıklaşan sınıf mücadelesi alanı
Tüm dünyada ve başta Türkiye gibi ülkelerde çalışma biçimleri açısından bakıldığında, düzenli bir çalışma sisteminin yanı sıra, part-time, geçici, mevsimlik çalışma, evde çalışma, uzaktan çalışma gibi yeni düzensiz çalışma biçimlerinin hızla arttığı gözleniyor. Buna karşılık, Türkiye gibi ülkelerde, taşeronlaştırma yoluyla geçici, sözleşmeli veya mevsimlik işçilikte önemli bir artış gözleniyor. Yine tekstil, kimya, gıda gibi emek yoğun sektörlerde “ evde çalışma” sistemi önemli bir gelişme kaydediyor.
Teknik geliştikçe günümüzdeki kapitalist üretimde “ canlı emeğin” payı gittikçe azalıyor, işsizliğin ya da “ nispi artı nüfusun” artmasının temel nedeni olarak bunu gösterebiliriz. Sanayide çalışan nüfus azalırken, günümüzün mega kentlerinde düzensiz çalışma gittikçe kural haline geliyor, hizmet sektörü genişli-
__ 62
yor. Ancak hizmet sektöründeki bu genişleme, genel olarak işsizliğin yapısallaşmasını engellemiyor. İşsizlik veya “ fazla nüfus” Marx’ın ifadesindeki “ yedek sanayi ordusu” boyutlarını çoktan aşmıştır. (Önemli veriler için, bkz. S. Amin, 2004)
Tüm bu açılardan bakıldığında ücretli çalışan sayısında yaygınlaşma olsa bile, yoksullaşma, sosyal harcamaların kısılması, işsizlik ve düzensiz çalışmanın çok yaygınlaşması, taşeronlaşma ve bunların hepsinin yarattığı kentsel bölünmeler ve toplumsal dışlanma, sınıfın topyekün ve hızlı davranmasında sorunlar yaratmaktadır. Sendikalardan partilere kadar ciddi bir dağılma etkisi yaratan bu süreçte parçalanmaların üstünden atlamayacak ama birleşik bir mücadeleyi hedefleyen yeni tarz örgütlenmelere, sendikal anlayışlara olan ihtiyaç artıyor. İşçi sınıfının işyerinde ve mahalleler, semtler gibi yaşam alanlarında, aynı saldırı politikasının iki ayrı yüzü olarak yüz yüze kaldığı uygulamalara karşı bütünsel mücadelesinin geliştirilmesi sorumluluğu ortaya çıkıyor.
Marx’ın kapitalizmin gelişim sürecinde ifade ettiği gibi işçi mücadelesinin dönüm noktalarından biri, kapitalistin işçileri verimlilik/artı değer arttırımı ve kontrol adına fabrika diye adlandırdığımız mekanda toplamaya zorlamasıdır. Bu süreç kontrol adına yapılmış ama doğal olarak kolektif direniş olanaklarını da yaratarak yirminci yüzyıl boyunca emekçilerin uyguladığı stratejinin bir ayağını oluşturmuştur. Üretimin mekansal anlamda dağıtılması ve yarı-zamanlı çalışmalar burjuvazi açısından bir karşı stratejiydi. Ancak yeni koşullar da yeni mücadele biçimlerini yaratacaktır. Ne dev
rimci düşünce sadece bir mekan teorisidir ne de herhangi bir mekan teorisini devrimci düşüncenin reddetme gibi bir -, lüksü vardır. “ Önce fabrikaları örgütlemek lazım, siz yanlış yapıyorsunuz” demek bu yeni mekan stratejisine yanıt ü- retememek anlamına gelir. Devrimci mücadele, her mekansal düzeyden bağımsız olarak, sınıfsal mücadeleyi yeniden üreten, “ kimliği” oluşturan-kuran eylemliliktir. İşçi sınıfının en hareketli kesimlerini barındıran varoşlar bu anlamda önemlidir.
İşyerlerinde ve mahallerde geliştirilecek bütünlüklü mücadelelerin, geleneksel sendikal örgütlenmelerle yapılamayan eğitim, hakları konusunda bilgilenme, dayanışma, doğrudan eylem ve hak alma etkinliklerinin önemi artmaktadır. Halk inisiyatifleri; işçi ve işsiz komiteleri, işçi bilgilenme ve dayanışma komisyonları ile bu alandaki boşluğu doldurabilirler. Yoksulluk ve işsizliğe karşı dayanışmalar işçi-işsiz birlikteliklerine kapı açabilir. Ulusal ve uluslararası ölçekte gerçekleşen sermaye sömürüsü, finansal krizler, vergi-faiz ilişkileri üzerinden gerçekleşen sömürüler üzerine bilgilenmeler yapılabilmektedir. Kayıtsız çalışanların hakları birlikte davranılarak alınabilmekte, işyeri koşullarına müdahaleler geliştirilebilmektedir. 3 “ İşçi sınıfı mı, varoşlar mı” ikilemi bu anlamda geçerli bir ikilem olarak karşımıza çıkmıyor, bunlar birbirini dışlayan mücadeleler olmadıkları gibi, her yerelin ayrı bir dinamiği olabilir. Güçlü mahalle örgütlenmeleri aracılığı ile, üretim atölyeleri ve fabrikalara ulaşılabilir.
3. Siyasal ve İdeolojik Hegemonya: Piyasa İdeolojisi, Bilgi Toplum u, Yönetişim , Çokkültürlülük, Yok-
halk inisiyatifleri üzerine__
63 ----
— yol
sullukla Mücadele SöylemiDevletin iyi bildiğimiz zor uygulama
ları, baskılar, soruşturmalar, hak gaspları, cezaevlerinde açık şiddet şeklinde gelişen uygulamaları yanında söylemsel ve ideolojik yaklaşımları da ele almak gerekiyor. Son dönemlerde “ yoksullukla mücadele” raporları Dünya Bankası tarafından yayınlanıyor. Bu sorunun dünya çapında güncelleşmesinin gerçek sebebi sadece yoksulların çoğalması değildir, yoksulları da içerir tarzda sınıf temelli eşitsizlikleri meşrulaştıran faktörlerin zayıflamasıdır. Yani sermaye çevreleri kendilerini artık eskisi kadar kolay bir şekilde meşru gösteremedikleri için yoksulluk karşıtı “ yardımlar” söylemini benimsemektedirler. Yine Dünya Bankası, sürece “ sosyal riskin azaltılması” üzerinden bakmaktadır, yani toplumsal tepkilerin önüne geçmek istedikleri söylenebilir. Türkiye’de bu açıdan Dünya Bankası’nın çizdiği rotada ilerlenmekte- dir, yoksullukla mücadele programlarının özü, emekçi sınıflar içindeki farklılıkların temel alınması, farklılıkları yeniden üreten politik araçların devreye sokulmasıdır. Bu stratejinin ön koşulu da sınıfsa! koruma esasına dayalı sosyal koruma sisteminin tasfiye edilmesidir. Farklılıkları gözetmeden herkese eşit olanaklar değil, “ işgücü piyasasında bireysel pazarlık gücüne sahip olanlar ve olmayanlar” şeklinde genel bir tasnif yapıldıktan ya da “ düşkünler-düşkün olmayanlar” diye ayrıldıktan sonra “ düşkünler nasıl piyasaya kazandırılır” sorusu sorulmaktadır. Sınıfsal koruma kavramı ortadan kaldırılmaktadır. Sendikalar, SSK, Sosyal Yardımlaşma Vakfı gibi toplumsal daya-
■' nışma kurumlan bu süreçte yeni bir strateji ile işlevlendirilmektedir. Medya
__ 64
nın gücü bu söylemlerin etkisini a rttırmaktadır.
Mikro-Kredi, yardım ve burslarYardımlar, mikro-kredi adı altında
verilen krediler, çok az olmakla birlikte piyasaya tutunmaktan başka çözüm yok anlayışını ve ideolojisini yaygınlaştırıyor. Sorunlarını çözmek için toplumsal dayanışma, yardımlaşma ve hak arama yöntemleri ve örgütlülükleri geliştirmek yerine halkın böyle bireysel kurtuluşlar için sürekli fırsat kollayan “garibanlar” haline gelmesine neden olunuyor. Toplumsal dönüşümü hedeflemeyen, eko- nomik-politik-demokratik mücadeleleri birleştirmeden yapılan, mikro girişim ve kendi kendine yardım ve dayanışma, zamanla zengin sınıfların devletten edindikleri kaynaklardan, emeğin sömürüsünden, vergilerden, ödenen faizlerden ve özelleştirme soygunlarından, ticarileştirme ve yolsuzluklarla edinilen kaynaklardan yoksulları uzaklaştırıp, yoksulların kendi kendilerini sömürmesine veya küçük girişimlerle kendi kendileriyle yarışmasına neden oluyor. (Bolivya, Şili, Brezilya ve El Salvador üzerine yapılan incelemeler için J. Petras’ın kitabına bakılabilir.) Okullardaki hatta günümüzde dershanelere kadar uzanan burs sistemleri de “ nitelikli” emeğin sermayenin hizmetine koşulmasını ve burs kazanamayanların kendilerini suçlu hissetmesini sağlayabiliyor. Yoksulluk Türkiye’de aynı zamanda bir garibanlık, kenara itilmişlik duygusu olarak, bir hissetme yapısı olarak da yaşanıyor. (N. Erdoğan, 2002) Türk Eğitim Vakfı gibi sermayenin kuruluşları, aslında hem kendilerini hem de sistemi meşrulaştırmaktalar. Belediye yardımları ve Denizfeneri Derneği gibi kuruluşların yardımları hatta gazetele
rin toplumsal eşitsizlikleri ve barınma hakkını dile getirmeden depremlerden sonra açtıkları yardım kampanyaları bu mantığın çeşitli boyutlarıdır.
Fark siyaseti, kimlik siyaseti, çokkültürlülük, poştmoderniteÇokkültürlülük, sivil toplum örgütle
ri ve iyi yönetişim söylemleri sermaye çevrelerince çok dile getiriliyor. CHP ve AKP’nin söyleminde, Kürt hareketinin ve Alevi derneklerinin söylemlerinde yer alıyor. Sanıldığı gibi çokkültürlülük söylemini ve postmodernizmi sadece bir söylem olarak, bir karşı propaganda olarak görmemek gerekiyor. Bu söylem bir gerçekliğe denk düşüyor. Kapitalist gelişmenin yarattığı gerçek krizlere yanıt olarak ve sadece ideolojik söylemsel olmayan tepkiler olarak modernité sorgulanmakta. Kapitalist gelişmenin ekolojik, sosyal politik sonuçlarına tepkiler olarak yorumlayabiliriz “yerelcilik” ve “ çokkültürlülük” söylemlerini. Sosyalizmin yıkılması ile kapitalizmin yarattığı yanılsamalar sorgulanabiliyor ve kapitalizm tepkileri içererek genişliyor. Ayrıca, kapitalizm salt bir Batı sistemi değil günümüzde. Kapitalizm Avrupamerkezli olmaktan çıkıp dünyaya yayıldıkça, üretim ilişkileri mekansal olarak parçalandıkça bu parçaların kendi eğilimlerini var etmek istemeleri ya da kapitalizmin onları kapsaması postmodern söylemi küresel kapitalizmin mantığı olarak üretmekte diyebiliriz. Yani çokkültürlülük, sivil toplumculuk “ kapitalizmi” görmüyor çünkü bizzat kendileri genişleyen ve değişik kültürleri içine katan kapitalist işleyişin kültürel mantığı olarak ortaya çıkıyorlar. Yerellik ve farklılık vurgusu günümüz akademik yazınında ve politikasında öyle çok görülüyor ki. Dünyayı fethe çıkan
bir çokuluslu şirketin reklamından tutun, ABD’nin savaş stratejilerine kadar “ kapitalizm” , “ değişik kültürlerle bir arada yaşayalım” yapıyor. Sermayenin söylemi farklılıkları temel alan ve yeniden üreten politika araçlarının devreye sokulmasıdır, bu anlayış sınıfları böler, sınıfsal bilinci ve sınıfsal sömürüye karşı bütünsel mücadeleyi imkânsızlaştırır.
“ Bir farklılıklar seli içinde yaşıyorsak bu farklılıklar selini anlamamız gerekiyor, bu seli yaratan sermayenin genişleme, farklılaşma ve derinleşme eğilimleridir. Kapitalizmin değdiği noktayı kendine benzeten işleyişi I970’li yıllarda farklılıklar yaratarak güçlenme biçimini almıştır. Yani farklılıklar keşfedilmeye, dahası yaratılmaya başlanmıştır.” (F. Ercan, 2001) Buradan bakarsak postmoderniz- min söylemini, farklılıklar söylemini salt bir söylem olarak görmemek gerekiyor. Günümüz kültürü biraz da böyle, bunu kapitalizmi ve küresel ölçekte sömürüyü deşifre eden bir söylemle yanıtlarken, farklılıkları ve değişik baskı-sömürü biçimlerine tepkileri, kapitalist rasyonelleşme ve araçsaiiaşmaya tepkileri mücadelemizin bir zenginliği olarak görebilmeliyiz. Postmodern düşüncenin parçayı bütünden soyutlayan anlayışını reddetmek parçanın özgünlüğünü reddetmeye de varmamalıdır. Bu yerelde demokratik halk inisiyatiflerinin önünde duran önemli bir görev olarak karşımıza çıkıyor.
Eskiden olduğu gibi Alevi ya da Kürt kimliği doğrudan “ muhalif değildir. Kadın sorunu, “ iyi yönetişim” stratejileri çerçevesinde sermaye söylemine eklenmiştir. Toplumsal dönüşümü hedefleyen halkın öz örgütleri değil KAGİDER’den Toplum Merkezleri’ne kadar STÖ’ler bu
halk inisiyatifleri üzerine__
6 5 ----
— yol
alanı istila etmektedirler. Bu anlamda halk inisiyatiflerinin etnik kimlikler, kadın sorunu ve diğer dinamikleri mücadele içinde eklemleyebilmesinin gerekliliği de ortaya çıkmıştır. Hem toplumsal dönüşümü hedefleyen hem de mekan temelli farklılıkların özgünlüklerini kabul eden yeni bir zemin, yerelde kapitalizmin ideolojisi “ çokkültürlü” liberalizmin hakimiyeti kadar, muhafazakar-milliyetçi güçlerin hakimiyetini de engeller. 4
Şunu aklımızdan çıkarmayalım ki, insan deneyimlerinin ve toplumsal mücadelelerin çoğulluğuna saygı ile, tarihsel nedenselliğin tamamının yok edilmesini birbirine karıştırmamalıyız. Tarihte yalnızca çeşitlilik, farklılık, rastlantısallık görüp, bütünsel yapılar ve süreçlerin mantığı görülmezse kapitalizm inkar edilemez. “ Bazı farklılıklar farklıdır” , tüm farklılıkları bir araya getirmek, eş-düzey- de görmek kapitalizme karşı bütünsel mücadeleyi gerektiren eşitlik ve özgürlük mücadelesini yıpratacaktır. Sermayenin, çokkültürlü liberalizmin fark dediği şey çoğu zaman eşitsizliktir, sömürüden kaynaklanır ya da eşitsizlikleri gizlemektedir.
Siyasi ortam : Sımfsızlaşan siyasetve despotik bir proje olarak
neoliberalizm!Siyaset, örgütlenme, toplumsal mü
cadeleler “ piyasa’ ya tabi kılındıkça, e- mekçilerin-ve yoksul halk kesimlerinin i- radeleşmesinin ve siyasallaşmasının devlet kurumlan, geleneksel sendikalar, sosyal sigortalar gibi zeminler üzerinde yükselmesinin imkanları azalıyor. Yeni sermaye birikim modeli ve birikim stratejisi içinde, neoliberalizm emekçilerin sınıfsal temsillerini de içeren bir siyasi
zemin yaratmıyor ve siyaseti daraltıyor. 1980 öncesinde kendiliğinden yığın hareketlerinin önünü açan devletçilik-libe- ralizm ayrımı üzerinden siyaset yapmak mümkündü. Burjuva siyaseti bu anlamda ciddi çelişkiler içermekteydi. (M. Yılma- zer, 1997)
Günümüzde düzen siyaseti tamamen ekonomiye endekslenmiştir. Kendiliğinden yığın hareketlerini besleyen, diri tutan bu anlamda bir çelişki içermemektedir. Ekonomik ve siyasal alanlar arasında tanımlanan geçici ayrım artık yoktur. Devlet “ hakem devlet” (CHP Programı) “ koordine eden devlet” (AKP Programı) tanımlamaları üzerinden sosyal yanlarını terk etmekte, emekçileri piyasa ile karşı karşıya bırakmaktadır. Siyasi yönetimler, sendikaları, sosyal dayanışma ku- rumlarını ve halkın siyasi temsillerini içererek siyaset yapan bir yerden, dışlayarak siyaset yapan bir yere kaymaktadır. Refah devleti uygulamalarını terk etmektedir. A rtık sınıfların uzlaşması üzerinden gerçekleşen bir siyaset zemini kalmamaktadır. Gerçekte bu sermayenin yeni siyaset tarzıdır ve meşruluğunu “ iktisadi büyüme” , “ verimlilik” , “ küresel rekabet” ve “güvenlik” gibi kavramlardan sağlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında ekonomik-demokratik-siyasi mücadelelerin iç içe geçirilmesi gerektiği o rtaya çıkar.
Uzun olması pahasına Ahmet Haşim Köse’den bir alıntı yaparsak; “ Geçmişte kamusal alan farklı statü, grup ve sınıflardan oluşan bireylerin farklı taleplerini gerçekleştirebildikleri, bu taleplerini siyasal olarak meşrulaştırabildikleri alandır. Yani, kamusal alanın oluşumunda bireylerden toplumsal gruplara, sınıflara geçilir. Bunun içinde eğitim, sağlık, altya-
___ 66
pı olanakları gibi kamu hizmetleri ile çalışma ve işçi-işveren ilişkileri gibi tüm a- nayasal hak alanları mevcuttur. Geleneksel anlamıyla siyaset bireyler üzerine değil, farklılaşmış gruplar ve sınıfların toplum senaryoları ve kamusal alana ilişkin beklentileri üzerine inşa edilirdi ve bu açıdan dünyanın her yerinde merkez sağ ve merkez soi partilerin söylemlerini ayrıştırmak mümkündü. Ancak, bahsettiğim gibi, neoliberalizm bu açıdan tüm dünyada siyasal bir kimliksizleşme- nin başlangıcını oluşturdu. (...) Oysa günümüzde kapitalizmin yeni yapılanması i- çinde yoksul kesimler kamusal alanda sınıfsal bir dinamik olarak temsil edilmemekte, sermayenin güdümündeki sivil toplum örgütleri aracılığıyla bir anlamda dilencileştirilmektedir.” (A. Haşim Köse, 2002)
Kısaca özetlemek gerekirse, gerek sınıflar arasındaki gerekse devlet ile toplum arasındaki ilişkilerde müzakereye ve temsile dayanan biçimler, yerini dışlama, baskı ve sıkı kontrol biçimlerine bırakıyor. Emek örgütleri ve siyasal katılım e- konomik süreçlerden dışlanıyor. Yığınsal siyaset ve uzlaşmaya dayalı sınıf mücadelesi politikaları gündemden düşerken, sermayeye dayalı özelleşmiş çıkarlar ve kapitalizmi sorgulamayan kimlikler üzerinden yapılan “ teknokratik” bir siyasetin önü açılıyor. Tek kurtuluşun “ piyasada” , “ ekonomide” olduğu pompalanıyor. Siyasetin meşruluk söylemi sı- nıfsızlaşan siyaset zemininde “yoksullukla mücadele” olarak beliriyor. Günümüzde maddi yaşam pratiğinin sınıf içeriği gittikçe artan şiddette belirginleştikçe, verili siyasi yelpaze içinde cereyan e- den siyasal mücadele pratikleri sınıfsızla- şıyor, parçalanıyor. Kendiliğinden politi-
ze bir kitle veya sınıfsal yönelim elimizde yok. Oysa devlet tek bir sınıfın temsilcisi haline geliyor, sermaye-devlet ilişkilerinin aldığı biçim devletin diğer sınıflar karşısındaki -en azından görünürdeki- “göreli özerkliğini” zedeliyor. Devlet gitgide daha çok “ zenginlerin devleti” haline geliyor ve başka kesimlere kaynak aktarılamaması süreci ile artık sermayenin egemenliğinin iyice sorgulanmasının zemini ortaya çıkıyor. Kapitalizm artık i- deolojik ve kültürel olarak da, ciddi bir proje, yeni bir hayat tarzı ve umut sunamıyor. Bu noktada girişte de bir kısmını dile getirdiğimiz bir biçimde, bu koşullar zemininde bütünlüklü mücadelenin ö- nemli adımları olarak “ halk inisiyatifleri ve öz örgütlenmeler açısından neler yapılabilir?” sorusu ortaya çıkıyor.
B. NASIL BİR YÖNELİM?
Yukarıda sermayenin ekonomik ve toplumsal, emek üzerindeki kontrolü ve siyasal ideolojik egemenliği olarak bir- birleriyle iç içe değerlendirilebilecek 3 farklı düzlem tanımladık ve yönelimlerin ipuçlarını verdik.
Ancak tek başına çelişkinin derinleşmesi yetmez, aynı zamanda değerler sisteminin içselleştirildiği, değiştirme gücü-
.nün farkına varıldığı ve bunun örgütlü bir form olarak tanımlandığı koşullar yaratılmalıdır. Objektif koşullara rağmen toplumsal tepkiler yetersizken, “ devrimi önce kafada kazanmak gerekiyor” anlayışının ayrı bir önemi var. Sosyalist proje ve alternatiflerimizi üretmemiz gerekiyor. İdeolojik “ öncülük” ve tutarlı bir dünya görüşü ile toplumsal yaşam alanlarından ve gündelik direnişlerden başlayan, giderek toplumsal dayanışma aniayı-
__________ halk inisiyatifleri üzerine___
67
şıyla mücadeleleri, birleştiren bir ufku yeniden oluşturmaya gerek var. Ancak, bu irade veya öncülüğü toplumsal varoluşun dışında, sübjektif olarak tanımlamamak gerekmekte.
Sadece üretim alanı olarak fabrika-a- tölyelerde değil, artan çelişkiler alanı olarak, toplumsal yeniden üretim alanında kapitalizmin belirleyiciliğinin kırılması kuramsal öngörülerin netleşmesi kadar mücadelelerin geliştirilmesine bağlıdır. Bu genel ifadeden hareketle, kapitalist sosyal ve siyasal yapılanmaya karşı toplumsal dönüşümü hedefleyen sınıf bilincinin oluşumu sürecinin ortak pratikler ve gündelik mücadelelerden başlayabileceğini söyleyebiliriz. Yaratıcı ortak eylemler ve kolektivite içinde halk inisiyatiflerinde dayanışma ve kolektif direniş bir örgütleyici etkinlik olarak görülebilir. E. P. Thompson’ın uyarısı yerinde görünüyor “sınıf bir şey değil, ilişkidir” . Sınıf ve sınıf bilinci toplumun dışında soyutlamalar olarak değil, toplumsal deneyimin içinde oluşan ve tarihsel olarak değişen ilişkiler şeklinde toplumsal deneyimlerde belirerek oluşmaktadırlar. Kültürel kimlikler, yerel gelenekler, toplumun ortak belleğine yer etmiş olaylar, medya, genel olarak sosyalizmin yıkılmasının yarattığı olumsuzluklar bu oluşumda etkilidir. Kimliklerin kuruluşu ve tarihselli- ği dikkate alınmalıdır. Güncel yaşamın somut ilişkilerinde yeni dayanışmacı ve paylaşımcı kültürel formların oluştürul- ması aslında insanların etnik kimlikler, kültürler içinde hapsolmalarını, toplumsal ve kamusal olanın altını oyan bölünmeleri engelleyecektir.
Eklemlenme ve sınıf bilinciBiliyoruz ki artık büyük kentlere ye
__ yol_____________________________
ni göç eden kuşaklar artık zamanla fabrika işçisi veya düzenli çalışan olmamaktadır. Enformel sektörün işleyişi işçi sınıfı ve kent yoksullarını belli bir yoksulluk düzeyinde eşitlemek yerine çok katmanlı ve hareketli bir tabakalaşmaya yol açmaktadır. (F. Kızıltan, 2003) Yukarıda ifade ettiğimiz gibi toplumsal olarak da süreç, bir yönüyle farklılık ve parçalanma sürecidir. Toplumsal parçalanma öyle derindir ki, parçalanmayı monolitik- tek hedefli yaklaşımlar ve yönelimlerle karşılamanın imkanı yoktur. Ancak ticarileşme ve özelleştirme, kapitalist üretim ilişkilerinin yaşamın değişik alanlarında var olması anlamına gelmektedir. Bu anlamda bu çeşitli alanlarda dayanışma, yardımlaşma, kolektif direniş biçimleri, işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadeleler geliştirilebilir. Kapitalist üretim biçimi değişik alanlara (eğitim, sağlık, emeklilik, eğlence, spor, yerel yönetimler...) doğru genişlik/derinleşme göster- diyse, bu alanlar da adım adım piyasalaş- tırılıyorsa, yaşamın bu alanları da sınıf çatışmasının alanı haline gelmektedir. Bu nokta parçalanmış, kültürel ve sosyal kimliklere bölünmüş olan emekçi kategorilerinin birleşik bir sınıf stratejisi içinde eklemlenmesinin nesnel zeminini besleyen neden olarak algılanabilir. (H. Oğuz, 2003) Esnek ve yalın üretim de bu nesnel zemini beslemektedir, çalışan kesimlerin önemli kısmını gündelik olarak acımasız piyasa ilişkileriyle karşı karşıya getirmektedir. Özerk, parçalı ve kültürel olarak bölünmüş yapıların özerkliklerini kaybetmeden ana strateji bütünlüğü içinde yeniden kurulması mümkündür.
Fuat Ercan da, kapitalizmin bütünleştirici mantığının bir parçası olarak hete
___ 68
rojenleştirme eğilimiyle ilgilidir. “ Kapitalizm bir yandan daha önce meta ilişkilerinin geçerli olduğu belirli mekanlar üzerinde süregelen ve keşfedilmemiş olanları yeniden metalaştırırken ya da meta ilişkilerini daha da yoğunlaştırırken diğer yandan farklı mekanlarda süregelen farklılıkları ve yaşam biçimlerini heterojen varoluşlar olarak tüketmek üzere keşfeder. (...) Bu aşamada farklılık ve parçalanma, bütünleşme ve homojenleşme eğilimleri bir arada çalışmakta.”
Bu anlamda, yerel siyasette basit bir “ ittifaklar” politikası değil, HAREKET ve çok yönlü ETKİ ALANI yaratmak önem kazanmıştır. İdeolojik ve kültürel mücadele ve çalışmalarla iç içe geçmiş bir hegemonya mücadelesi gereklidir. Kapitalist ilişkilerin yaygınlaşması bu anlamda olanakları arttırmaktadır. Çalışmalar) yaparken halkın inançları ve gündelik bilincinin yadsınması değil bu bilincin anlamlı yönlerinin, dayanışmacı ve paylaşımcı geleneklerin ve gündelik direnişlerin ö- nemsenmesi gerekmektedir. Halkın pratik anlayışında saklı olan potansiyel olarak yaratıcı ilkeleri açığa çıkarmak ve geliştirmek, tutarlı bir felsefe ve dünya görüşü çimentosu içinde birleştirmek ö- nemlidir. Acziyet duygusuna karşı mücadele ve yaratıcılık vurgusu, adalet sorunu ve buna karşı zaten halkın gündelik duyarlılıklarında olan adalet vurgusu, o- nurlu bir yaşam vurgusu önemlidir. (T. Çatar, 2003). Başka bir ifade ile sınıf politikası her zaman kısmen mekan (toplumsal ilişkiler alanı - deneyim alanı - toplumsal yaşam alanı) politikası da olmuştur diyebiliriz. Bu gerçeklikten hareketle devrimci enerjinin artı değer sömürüsü, sınıfsal adaletsizlik, yabancılaşma süreçlerinden oluştuğu ne kadar
gerçekse, diğer bir gerçek de mekanın ve mekana eklenmiş türlü değerin, bu e- nerjinin, bu süreçlerin anlamlandırılma- smda rol oynadığıdır.
Bilinç, insanların günlük eylem ve davranışlarını yönlendiren yaşam ve toplum üzerine görüşleridir diye yorumlandığında, bu bilinç toplumsal ve maddi koşulların doğrudan sadece yansıması değildir, geçmişten gelen değerleri de kapsar. (A. Dirlik, 2001). Deneyimin elde edilmesine aracılık eden kültürel kodlar ve toplumsal bellek önemlidir. Devrimci bilinç ya da dönüştürücü bir güç olarak sınıf bilinci ise daha geniş bir bilinçlilik kavramının parçası olarak ortaya çıkar. Sınıf bilincinin, devrimci bilincin, bütünlüklü mücadele ve pratikler içinde şekilleneceği gerçeğini göz önünde tutmak gerekmektedir. Gruplaşmalar ve dayanışma ağları ister istemez o- luşabilmektedir, bu ilişkileri evrensel ve eşitlikçi değerlerle, toplumsal dayanışma anlayışı düzeyinde açık bir zemine çekmek, toplumsallık haline getirmek önem kazanıyor.
Bölgede ya da işyerinde yaratılacak etki alanı aynı zamanda örgütleyici güçler açısından bir eğitim süreci anlamına da gelir. Örgütsel temele dayalı HAREKET ve ETKİ ALANI yaratmak, birebir olarak sağlanabilecek dönüşümlerden çok daha etkilidir. Varoşlarda sürekli bir dönüştürme, alternatif kültür, toplumsa! çözülmeye karşı çabalar gerçekleştirmek gereklidir. Gündelik yaşama ısrarla girmek, müdahale etmek gerekiyor. Devlet ve sermayeden bağımsız etki a - lanları, toplumsa! alanlar zamanla kendine özgü iktidar alanlarına dönüşebilir.
Etki aianı yaratmak çok boyutlu bir
69 ----
_________ halk inisiyatifleri üzerine___
__ yol
mücadeledir. Bu konu üzerine bir parantez açmak iyi olacak. Örneğin bu anlamda etkin uzlaşma ve ortak anlayış yaratmak, farklı taleplerin özü karşılanacak şekilde yapılabilir ve dönüştürücü etkisi büyüktür. Genelde yapılan hata değişik kimlikleri sabitlemektir. “ Buradaki Sünni kesim gericidir” , “ şu grup hep böyle yapar, onlarla iş yapılmaz” şeklinde doğrudan doğruya, bir açıklama çabası olmadan kimlikler sabitlenmemelidir. Tarihten, süreçten ve mücadeleden kopuk sınıf bilinci olmadığı gibi kimlikler de yoktur. Kimlikler, her an oluş ve kuruluş içindedir. (Varoşlarda bazı örnekler için F. Kızıltan, 2003) Devlet iktidarına yönelik mücadele ettiği iddiası ile, çevresinde ciddi bir etki alanı yaratamamak ve bunu da “ topluma” bağlamak postmo- «lernizmin bizzat kendisidir. Devrimci hareket yerel dinamikler yaratmanın kanallarını açamadıkça kendisi de bir kimlik politikası haline gelmektedir. Ancak geleneklerin ve kültürün dinamik olduğunun kavranması, dönüştürülebileceğinin de kavranması demektir.
Toplumsal dayanışma, etkin uzlaşma ve
yapıcı-dönüştürücü tartışm aEtki alanı yaratmak, ya da hegemon
ya yaratmak neoliberalizmin ya da sermaye çevrelerinin yaptığı gibi, zor yoluyla, asimilasyon veya entegrasyon yoluyla değil tabi ki; gruplar ve değişik dinamikler arası etkin uzlaşmalar üzerinden yerelde yapılmaya çalışılmalıdır. (Genel olarak bu konuda deneyimlerimiz yazılı değildir, akademik yazın ise “ farklıkların bir arada varolabileceği” liberal söyleminin ve Batı’daki çok etnik yapılı işçi mücadele deneyimleriyle sınırlıdır. Ancak genel olarak şunlar söylenebilir.) İlk baş
ta yapılacak iş üzerinden bir süreç tanımlanabilir. Ortak faaliyetler üzerinden şekillenecek kişisel ilişkilenmelerin dahi, uzun vadede bir birliktelik ve mücadele ruhu açısından önemi büyüktür. En azından birliktelikler üzerine düşünmek ve işleyiş üzerine ahlaki ilkeler veya hukuk oluşturmak gereklidir. Tartışma süreçlerinin yapıcı ve tartışanları dönüştürücü olması amaçlanabilir, bu amaca ulaşıla- masa bile bunun dile getirilmesi dahi önemlidir, dayatmacı ve art niyetçi yaklaşımlara karşı bir ön uyarı olur. Grupla- rın-kişilerin çıkarlarının farklı olabileceği, çatışabileceği ön kabulü pek çok yanlış anlaşılmayı ortadan kaldıracaktır. Bir diğer nokta da kullandığımız dildir, kelimelerdir. Kullanılan dil bile kendi içine kapalı olmakta, yenilenememiş ve gün- cellenememiş ve kendiliğinden doğru kabul edilen kavramlara dayanabilmekte, kimi zaman etki alanını kısıtlamaktadır.
Ö z örgütlenm e ve dem okratik inisiyatif mantığının önemi
Mahallelerde veya atölyelerde yıllardır oluşmuş arkadaş çevreleri, duyarlılıklara sahip hemşehrilik çevreleri, genç arkadaş grupları, dayanışma ve yardımlaşma ilişkileri aslında belirli bir ihtiyacı karşılamakta ve belirli bir toplumsal dinamiğe karşılık gelmektedir. Bu dinamiklerin önünü tıkayıp, tekdüze bir yaklaşımla aynı kalıba dökmeye çalışmak, tabi ki dökemeyince de dışlamak ciddi sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Değişik dinamiklerin ortak mücadele ve pratiklere katkı yapması bölgelerdeki tüm demokratik organizasyonlara önemli açılımlar ve yeni fikirler, yeni yaklaşımlar katabilmektedir. Bu “ liberal” bir yaklaşım olarak adlandırılmamalıdır, zaten bu yazıda da gündelik pratikler, dayanışma
__ 70
halk inisiyatifleri üzerine__
ve direnişlerin -zaten herkesin yaşamında ister istemez olan- ülke ve dünya gündeminden kopmadan politik bir kurguda yer alabileceği ve almasının gerekliliği vurgulanmaya çalışılıyor. Etki alanı yaratmak uzun vadede önemli dönüşümlere kapı açacaktır, sonradan yerel önderleri de besleyecektir. Kitlesel duyarlılıkların, halk hareketlerinin yaratılması ve iktidar mücadelesi, belirli “ mevziler” kazanılmadan olmuyor. 5
Ekonomiyi siyasi olarak kurgulamak
Demokratik halk inisiyatifleri ve mahalle meclisleri açısından önemli bir nokta da demokrasi anlayışıyla ilgili olarak yorumlanabilir. “ Demokrasiyi sadece siyasal alan ile sınırlı bir kavram olarak görmek ya da yurttaş özgürlükleri, hoşgörü, özel hayatın ve alanların korunması, bireyin ve yurttaşların devlete karşı korunması gibi kavramlar üzerinden tanımlamak tam da Amerikan , düşüncesinin devamı olarak temsili demokrasidir. Bu anlayış halk tarafından yönetim ve halkın iktidarı olarak demokrasiyi ifade etmez.” (Wood, 2003) Sermayenin sömürü gücünü, toplumsal güç merkezlerini ve güç ilişkilerinin dengesini değiştirmek gerekmektedir ancak kapitalizmin demokratik siyaseti bu ilişki ve güç merkezlerinden uzak tutma konusundaki ustalığı akılda tutularak bir mücadele geliştirilebilir. Piyasa ideolojisi, ekonomiyi siyasetten yalıtıyorsa ya da başka bir deyişle siyaseti ekonomiye en- deksliyorsa, dayanışma iyi kurgulandığında, ekonomiyi siyasi olarak kurgulamanın, ekonomiyi paylaşım ve ahlak ile, bilinçli insan etkinliği ile kurgulamanın ilk adımıdır. Kolektif üretim ve kolektif tüketim mekanları ve mekanizmaları, kooperatifler yine bu anlamda oldukça ö
nemlidir.
Demokratik halk inisiyatifleri içindeki eşitlik, sınıfsal eşitsizliklere müdahale edebilecek anlamda bir eşitlik anlamına gelebilmeli, en azından bu anlayışla kurulmalıdır. Türkiye koşullarında mutlak savunulması gereken siyasi demokratik haklar vardır ve bu mücadele hala günceldir. Ancak kamusal alanda merkezi devletçe temsil edilen bireyler toplumu olarak demokrasi değil, üretenler ve yönetenler ikileminin kırıldığı ve halkın gücünün etkin kullanımının merkezi olduğu bir demokrasi anlayışı, halk demokrasisi anlayışı önemlidir.
Örneğin, bir semtte yerel seçimlere hazırlık aşamasında karşılaşılan bir sorunu dile getirebiliriz. Yerel platformun ortak seçim bildirgesinde, işsizlik ve yoksullukla mücadeleden katılıma kadar muhtarın yapacakları anlatılırken, ortak üretim ve tüketim mekanları (kooperatif, kreş, ...), bölgedeki işyerleri, işçi sorunları, taşeron ve fason çalışanların ve sigortasız çalışanların bilgilendirilmeleri, mücadeleleri ile ilgili bir ifade yer almıyordu. Oysa demokrasi kavramını, üretenler ve yönetenler ikilemini aşacak bir eşitlik düşüncesi ile ele almamız gerekiyor. Yine bu anlamda herkese gelir getirici bir iş, eşit ve parasız eğitim ve sağlık hakkı günümüzde oldukça önemlidir, evrensel bir hak olarak savunulmalıdır. Yine bu açıdan, mücadele alanına bağlı olarak, inisiyatiflerin yerel güç ilişkilerini, mafya ve uyuşturucu ağlarını, acımasız yerel piyasa güçlerini ve spekülatif kazanç koşullarını, rant ilişkilerini ve toplumsal çürümeyi yeniden üreten mekanizmaları da tasfiye edecek şekilde davranmaları önem kazanmaktadır. Bu süreçlerde korporatist yaklaşımların orta-
71
— yol
ya çıkması ya da bazı önderlerin, seçilmişlerin kısa sürede burjuva partiler ve sermaye güçlerince etki altına alınması süreci Latin Amerika deneyimlerinde oldukça sık yaşanmıştır.
Halk inisiyatifleri belirli bir strateji içinde ele alınacaksa, sosyalizm deneyiminden çıkartılan sonuçlar da örgütlenmeyi bugünden belirlemelidir. (Bu konu yazının konusu olmamasına rağmen kısaca değinmek gerekiyor.) Halk inisiyatiflerini bu anlamda sadece “ devrime kadar” işlevlendirilecek oluşumlar olarak değil programatik veya paradigmatik olarak algılamak gerekir. Halk inisiyatifleri, halk meclisleri, işçi öz örgütlenmeleri, her dönemde halkı özneleştiren kurumlar olacaktır. Bu anlamıyla önemlidir. Çıkarılan derslerden, adım adım bütünlüklü bir sosyalist proje inşa edilebilmelidir, alternatif netleştirilmelidir. Öz örgütlenmeler olarak kooperatifler, konseyler, sovyet tipi örgütlenmeleri bu anlamda ele almak gerekiyor.
“Yani devrimler kapitalist üretimin kendi yapısından kaynaklanan çelişkilerle değil, eski üretim biçimleriyle çatışmasından doğan çelişkilerden harekete geçmiştir. (...) Sonuç olarak yaşanan proletarya devrimleri dönemine baktığımızda bunların kapitalizmin bir gelişme aşamasına denk düştüğünü bugün daha açıklıkla görebiliyoruz. Bu aşamanın başlıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. İlk temel özellik, bu devrimler döneminde kapitalizm henüz toprakta ve sosyal yaşamda derebeylik düzenini temizleyememiştir, kapitalist gelişmenin bu anlamda restorasyonlarla ikide bir geri çekildiği ülkelerde proletarya ve köylülüğün aktör olduğu devrimler yaşanmıştır.” (M. Yılmazer, 2000, 2003). Yaşanan
sosyalizm deneyimini ekonomizm ile eleştiren yorumlar değerlendirilebilir, (bkz. S. Amin, 2002). Üretim ilişkilerini sadece ekonomik .alanda var olan ilişkiler, devrimi de dar anlamıyla üretim ilişkilerini dönüştürmek olarak anlamamak gerekir. Kapitalizmde üretimdeki sömürü, adaletsizlik ve yabancılaşma, toplumsal ilişkilerdeki yabancılaşma ve iktidar sürecindeki hegemonya birlikte var olur. Bu anlamıyla sosyalizm deneyiminden çıkan en önemli sonuçlar merkezi planlamanın rolü ve sınırları, işçinin üretimde yaratıcı yer alışı sorunu, devlet- parti-halk örgütlenmeleri ilişkisi ve bu açıdan yönetime katılım/halk denetimi gibi alanlarda yoğunlaşmaktadır. Bu alanların hepsinde ve aydınlanmanın ufkunu aşan bir sosyalist proje açısından, ekono- mik-demokratik-siyasi mücadeleleri birlikte yürüten ve ikili iktidarlaşma yönelimiyle hareket eden öz örgütlenme ve halk inisiyatiflerinin rolü oldukça önemli olacaktır. u
Ö z örgütlenme, toplumsal dayanışma ve iktidar
Kapitalizmin mantığının siyasal ve sosyal alanda kurduğu egemenlik ve kitlesel siyasetin çözüm olmaktan çıkması gibi bir süreçle karşı karşıya bırakılmaktayız. Oysa Türkiye nüfusunun maddi yaşam koşulları her zamankinden daha çok açıkça sınıflar mücadelesinin terimleriyle yeniden biçimlenmektedir. Bu anlamıyla sosyalist projenin olanakiılığı bu koşullar dahilinde düşünüldüğünde her zamankinden çok olanaklıdır. Kendiliğinden kitle hareketlerine yaslanamıyoruz... Günümüzde, bütünsel bir sistem olarak küresel kapitalizmin her geçen gün daha çok toplumsal olana/yerel olana nüfuz ettiğini, yerelin bağlamını etki-
__ 72
lediğini düşünürsek halk örgütlenmeleri, dernekler ve öz örgütlenmelerde aktif eylemlilik ve halkın özneleşmesi olarak dayanışma ve güncel pratiklerden başlayacak bir mücadele örmek, yaygın hoşnutsuzluk ve tepkileri, adalet isteğini gündelik çıkarlarla birleştirerek örgütlü güce dönüştürmek gerekiyor. Emek sömürüsü, faizler, rant ve vergiler üzerinden ulusal ve uluslararası ölçekte sömürü ilişkilerini durduracak bir iktidar mücadelesi bu zeminlerden hedeflenebilir.
Devlete karşı olduğu kadar “ piyasanın zoruna” karşı da mücadele edecek şekilde, ekonomik-siyasi-demokratik bir bütünlük içinde mücadele yaratmak zorundayız. Salt ekonomik taleplerle ciddi bir sonuç almak, neoliberalizmi varoluş koşulu sayan sermaye partileri açısından imkansızı istemektir, mücadele siyasi de olmalıdır. Dayanışma; eşit ve parasız eğitim ve sağlık talebi gibi taleplerle birle- şince alternatif bir projenin bilinçlere kazınmasında etkili olur. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylemek yetmez, mücadele içinde kolektivitenin ve dayanışmanın toplumsal örneklerini vermek gerekiyor. Dünya deneyimlerinin de gösterdiği gibi, krizler, yapısal işsizlik, düzensiz işler, mega-kentsel ve çevresel sorunlar, kalkınmacı dönemin sonu gibi süreçlerin yarattığı toplumsal parçalanma ve kamusal alanın özelleştirilip piyasaya tabi kılınmasına karşı, devlet ve sermayeden bağımsız sosyal alan, organizasyon gücü ve bilinçlenme olarak öz örgütlenmeler stratejinin önemli bir ayağıdır. Biliyoruz ki adalet ve eşitlik dayanışmanın toplumsallaşması ile gerçekleşebilir. Bu toplumsallaşma farklı toplumsal hareketler, inisiyatifler ve sendikaların yeni bir “ dayanışma” tasarımı ile
birleşik sınıf stratejisi oluşturacak şekilde bir araya gelmelerini sağlayarak mevcut ulusal ve uluslararası mücadelelerin', belirli bir amaç birliği etrafında güç kazanmasını sağlayabilir.
Devlet gitgide zenginlerin devleti olurken, bu alamda meşruiyeti sorgulanırken, kapitalizm bir dünya sistemi olarak insanlığa tüm iddiasına rağmen yeni değerler ve ideolojiler sunamazken olanaklarımızı değerlendirmeliyiz. Güncel sorunlarımız bizim bütünlüklü direnişlerimiz ve dayanışmacı yaklaşımlarımızla aşılırken, hem iktidar mücadelemize güç katacak hem de sosyalizm projemizi zenginleştirecektir. Yaşam mücadelesi, onur mücadelesi ile iktidar ufkunu yeni, yaratıcı ve geçmiş deneyimlerden ders almış bir şekilde birleştirmemiz gerekiyor.
_________ halk inisiyatifleri üzerine___
73 —
DİPNOTLAR
(1) Bu konuda geniş bir yazın bulunmakla birlikte, sermaye birikim süreçleri gibi yapısal analizlerin dışında; sürecin öznel ve nesnel yönlerini bütünleştiren bir analiz için, M. Yılmazer’in I997’de yaptığı yoruma bakılabilir. Devlet zoru, 12 Eylül darbesi, işçi sınıfının kuşakları arasındaki kopmalar gibi faktörleri “ kapitalizmin gelişim yolundaki tekleşme” , “ devletçilik-li- beralizm ayrımının kalmaması” gibi etkenlerle birlikte inceleyen bütünlüklü bir analiz olarak değerlendirilebilir. 1980 öncesi mücadelenin eleştirisi ise ayrıca yapılabilir.
(2) J. Petras'ın Küreselleşme ve Direniş kitabına bakılabilir.
(3) Dayanışmaevleri’nin bu konuda çok sayıda deneyimi oluştu. Deneyimler için www.dayanismaevleri.org
(4) Kapitalizmin belirlenimini arttırdığı yereli muhafazakar güçlerin hakimiyetine, hatta “ medeniyetler” çatışmasının zeminine terk edemeyiz. Burada sorun Batı’nın bu kültürleri sabitlemesi ve kapitalizmi görmeden otonom etnik kültürleri düzene ekleyen bir yerden öne çıkarmasıdır, gerçekte iç içe geçmiş kültürel farklılıkları fetişleştirmesi, sabitleme- sidir. (A. Dirlik, 2002) Bu, medeniyetler çatışması tezinin zeminini de örer. Bu söylem Üçüncü Dünya’da “ Biz sizi zaten kabul ediyoruz ‘siz olarak’, neden kapitalist kültüre, ABD hegemonyasına karşı çıkıyorsunuz, demek ki siz kökten dinci- siniz-ırkçısınız” söylemine dönüşüyor.Batı ülkelerinde ve AB'de ise göçler sonucu bir arada çalışmak/yaşamak durumundaki işgücünü bir arada kaynaştırmaya yönelik bir söylem olarak görülebilir. Bu anlamda tipik tezler için Ernesto Lac- lau’nun son dönem yazılarına bakılabilir.
. (5) James Petras bu konuda önemli birkaynak olarak yer alabilir. Petras mücadelelerin bu anlamda önemini vurgular
— yol,-----------------------------------------
ken ayrıca özyönetim deneyimleri ve sosyalizm projesi içinde özyönetimin işlevleri üzerine önemli yorumlar yapıyor. Sosyalist proje içinde özyönetimin işlevleri üzerine önemli vurguları var. (“ İşçi Özyönetim Deneyimleri Üzerine” , Cos- mopolitik Dergisi, 6. Sayı)
(6) Gramsci, Mao, Kıvılcımlı çeşitli açılardan ayrı ayrı parti ile ve işçi sınıfını bu açılardan bütünleştirmeye, parti-halk ö rgütlenmeleri ilişkilerini dinamik bir çerçevede ele almaya çalışmışlardır. Eserlerinin bu gözle yeniden okunması faydalı olacaktır.
(7) Ulusal ölçekte demokratik ilerlemeler, iktidar mücadelesi ve devrimlerin dünya sistemi olarak kapitalizmle mücadelede önemi açısından A. Callinicos, Petras, W ood ve Yılmazer’den faydalanılabilir. Son analizlerinden birinde E. M. W ood küresel kapitalizmin indirgenemez ölçüde ulus devletlere bağımlı olduğu vurgusu üzerinden, ulusal ölçekte kapitalizmle mücadele ve demokratik dönüşümlerin önemine değiniyor. (E. M. Wood, Sermaye İmparatorluğu, Praksis 10, Yaz - Güz sayısı) A. Callinicos, sermayenin mantığının yerine ihtiyaçların gereklerini koymak, kademe kademe ekonominin yönetimini ele almak gibi yönelimlerin eninde sonunda sermaye ile bir güç sınavına girmek zorunda kalacağı vurgusu ile iktidara yönelik devrimci mücadeleyi yadsımamak gerektiğini, sermaye mantığını sarsacak talepler üzerinden ulusal mevziler elde edilebileceğini ifade ediyor.
KAYNAKÇAAmin, S., Entelektüel Yolculuğum, Ütopya Yay., 2003.
Amin, S., “ Yoksulluk ve Sermaye Birikimi” , Cosmopolitik Dergisi, Sayı; 7, 2004.
Buğra, A., “ Bir Toplumsal Dönüşümü
__ 74
Anlama Çabalarına Katkı: Bugün Türkiye’de E. P. Thomson’u Okumak” , Derleme: Küresel Düzen, Birikim, Devlet ve Sınıflar, iletişim Yay., 2003.
Callinicos, Alex, Anti-Kapitalist Manifesto, Literatür Yay., 2004.
Çatar, T., “ Öğrenilmiş Acziyet ve Yaratıcılığın Sınırsızlığı” , Dayanışmaevleri Yoksulluk ve İşsizlikle Mücadele Kurultayı, Esenler Dayanışmaevi Tebliği, Alaz Yay., 2003.
Dayanışmaevleri Sitesi, www.dayanisma- evleri.org, 2003.
Dirlik, A., The Predicament of Marksist Revolutionary Consciousness, Modern China, Vol2, 1983.
Dirlik, A., Prazniak, R. Places and Politics in an Age of Globalization, Rott- man&Littlefield, 2001.
Direniş, Özgürlüğe Yürüyüş, Dayanışma- evleri Dergileri’nin çeşitli sayıları.
Ercan, F., Küreselleşme Sürecindeki Ye- rellikler: Homojenleşme ve Farklılaşma / Güç ve Eşitsizlik İlişkileri Üzerine, Bağlam Yay., 2000.
Erdoğan, N., “ Bir Hissetme Yapısı Olarak Yoksulluk” , Toplum ve Bilim Dergisi, 2002.
Kızıltan, F., “ Varoşlar Üzerine Notlar-I” , Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi, Sayı: 4, Temmuz 2003.
Köse, A, H., Bağımsız Sosyal Bilimciler Sitesi, Söyleşi, 2003.
Oğuz, H., “ Birleşik Sınıf Stratejisi” , Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi, Sayı: 4, Temmuz 2003.
Ongen, T., “ Küresel Kapitalizmin ve Sermayenin Yeni Hegemonya Stratejileri” , Petrol-İş Yıllığı, 2003.
Ongen, T., “ Yeni-Liberal Dönüşüm Projesi ve Türkiye Deneyimi” , Derleme:
'Küresel Düzen, Birikim, Devlet ve Sınıflar, İletişim Yay., 2003
Özuğurlu, Metin, “ Eşitlik Körü Demokratikleşme Programlarının Eleştirisi” , Praksis Dergisi, Sayı: 10, Yaz-Güz 2003.
Özuğurlu, Metin, “ Sınıf Çözümlemesinin Temel Sorunsalları", Praksis Dergisi,Güz 2002.
Petras, J., Küreselleşme ve Direniş, Cos- mopolitik Kitaplığı, 2002.
Petras, J. ve Veltmeyer, H., “ İşçi Özyönetim Deneyimleri” , Cosmopolitik Dergisi, Sayı: 6, 2003.
Türkay, M., “ Karar Süreçlerinin Özelleştirilmesi” , İktisat Dergisi, Haziran 2003.
Wood, E. M., Kapitalizm Demokrasiye Karşı, İletişim Yay., 2003.
Wood, E. M., “ Sermaye İmparatorluğu” , Praksis Dergisi, Sayı: 10, Yaz - Güz 2003.
Yılmazer, M., “Türkiye Devrimci Hareketinde Kriz ve 3. Dönem” , Yol Dergisi, Sayı: 6, Nisan 1997.
Yılmazer, M., “ Günümüzde Devrim Sorunu” , Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi, Sayı: 4, Temmuz 2003.
Yılmazer, M., Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağına Ne Oldu?, Alaz Yay.
________halk inisiyatifleri üzerine___
75 -----
VAROŞLAR ÜZERİNE NOTLAR - II OKMEYDANI DENEYİMİ
Fikret Kızıltan __________________________________________________
Yol’un bir önceki sayısında gecekondu mahallesinden varoşa geçiş sürecini özetlemiş ve varoşların ekonomik ve sosyal özelliklerine değinmiştik. Bu yazı ise bir deneyimin ışığında varoşlardaki örgütlenme ve eylem biçimleri üzerine bir değerlendirme niteliğinde. 90’lı yılların ikinci yarısında İstanbul’un Okmeydanı semtinde devrimcilerin yönsediği siyasi pratiği yerel politika ve öz örgütlenme konuları çerçevesinde değerlendireceğiz.
GİRİŞ
İstanbul’da ilk gecekonduların kurulmaya başladığı 1940’li yılların ikinci yarısından itibaren, gecekondu bölgelerinde önce yerleşimin meşrulaşması ardından yerel sorunların çözümü için sayısız ö rgütlenme ve eylem biçimi hayat geçirildi. Binlerce mahalli dernek, hemşeri dernekleri ve çeşitli enformel dayanışma örgütleri oluşturuldu. İlk kuşak gecekondulular örgütlenip, bazen oy pazarlıklarıyla, bazen milletvekilleri ve devlet görevlileri üzerinde baskı oluşturan kolektif eylemler (miting, işgal, baskın vb.) yoluyla, yaşamsal ihtiyaçlarının belli ö lçülerde karşılanmasını sağladılar. Bu hareketler başlangıçta gecekonduluların kentle ve sistemle bütünleşme çabası biçiminde ortaya çıktı. 50’li ve 60’lı yıllar
‘ boyunca gecekondu bölgeleri merkez sağ partilerin gecekondu afları karşılığın
__ 76 ____________________________
da oy devşirdiği yerlerdi. İlk kuşak gecekondulu eylemciler de milliyetçi muhafazakar ideoloji kanalıyla kentli orta sınıflarla bütünleşmeye çalışan, kent kültürü içinde erimeyi arzulayan bir kesimdi. İlk kuşak gecekondu hareketleri mülkiyet haklarının elde edilmesinin ardından başlangıçtaki radikalizmini yitirdi. Ancak devam eden göç dalgası, sürekli olarak yeni radikal hareketlenmelerin oluşmasının sosyal zeminini hazırlıyordu.
1970’li yıllarda gecekondu hareketleri yeni bir karakter kazandı. 60’lı yıllarda aydınlar ve üniversite gençliği içinde güçlenen sol düşünce, özellikle 74-80 arasında işçi sınıfıyla ve gecekondu bölgeleriyle buluştu. Devrimci örgütlerin gecekondu mahallelerinde yaygın taban bulabildiği bu yıllarda gecekondulu eylemciler yeni bir ideolojik formasyon kazandılar. Milliyetçi-muhafazakar ideolojinin yerini halkçı-devrimci ideoloji aldı. Bu dönemdeki gecekondu hareketleri ilk kuşak hareketlenmeden farklı olarak kentle bütünleşme ya da sistem içine girme çabasını değil, sistemden kopma yönünde güçlü bir eğilimi ifade ediyordu. 70’li yıllarda solun hakim olduğu semtlerde emekçi ve yoksullar kendi hayatları üzerinde söz sahibi olabileceklerini ilk kez hissetmeye başladılar. Bu yıllara ilişkin anlatımlar ağırlıklı olarak anti- faşist mücadele ile sınırlıdır, oysa aynı dönemin başka bir özelliği Türkiye tarihinde -yasal ya da meşru zeminde- halk
Okmeydanı deneyimi__
örgütlenmelerinin yaygınlığının zirve noktasına ulaşmış olmasıdır. Bu kısa ama hızlı yaşanan dönemde halkçı-devrimci ideolojinin etkisi altında (ve çoğu yerde devrimcilerin yönsemesiyle) halk komiteleri, kooperatifler, dernekler vb. öz örgütlenmeler filizlendi. Bu süreç 80 darbesine kadar devam etti.
12 Eylül düzeni, önce doğrudan askeri zorla varoşlardaki örgütlenmeleri dağıttı. Radikal sol hareket, etkili bir direniş geliştiremeyince sahip olduğu tabanı büyük ölçüde yitirdi. Ardından Ozal döneminde gecekondu ve imar aflarınm çıkarılması ve tapu tahsis belgelerinin dağıtılması gecekonduluların yeniden sisteme bağlanmasını sağladı. 80’li yıllar boyunca bir yandan eski gecekondu mahalleleri kent merkezine dahil olurken bir yandan da yeni göç dalgalarıyla kentin çeperindeki boş alanlar yerleşime açılıyordu. 70’lerdeki gibi güçlü bir örgütlülük olmasa da yerleşim sorunundan kaynaklı eylemler 80 ve 90’lı yıllarda da devam etti. Özellikle yeni yerleşim alanlarında belli bir yerel sorunu çözmek amacıyla yapılan kısa süreli, kendiliğinden eylemler hakim tarz olarak öne çıktı. Yerel bir sorunun çözümü için mahalle halkının yol keserek sesini duyurmaya çalışması, kadınların boş bidonlarla belediye binalarını basması, toplu dilekçeler, yıkımlara karşı direnişler vb. yaygın şekilde yaşandı. Mahalle dernekleri yeniden kurulmaya başlandı, ancak hiçbir zaman 80 öncesindeki etkinlik düzeyini yakalayamadı lar. 12 Eylül 80 darbesinden Mart 95’e kadarki 15 yıllık süreçte varoşlarda siyasi açıdan etkisi zayıf, spontane, kısa süreli ve birbirinden kopuk eylemler gerçekleşti. Kalıcı ve kitlesel halk örgütlenmeleri yaratılamadı.
Mart 95’te Gazi Mahallesi’nde bir provokasyonun ardından gelişen kitlesel direniş ve başkaldırı, İstanbul varoşlarında 99 yılına kadar sürecek olan yeni bir hareketlenmeye yol açtı. (Gazi Direnişi esnasında Okmeydanı, Nurtepe, Ümraniye, Sarıgazi, Gülsuyu, İkitelli, Derbent vb. mahallelerden Gaziye gidişler yaşandı ve buralarda destek amaçlı gösteriler yapıldı.) 99 yılına kadar süren ve bu süreçte radikal sol hareketlere kan veren bu kitlesel hareketliliğin dinamiği neydi? Öncelikle sosyal patlama biçiminde açığa çıkan bu kitle hareketinin, salt Alevi- lerin yaşadığı bölgelerde gerçekleşmiş olduğunu belirtmek gerekiyor. Aslında Alevilerdeki kitlesel hareketlenme 93’teki Sivas katliamının ardından başladı. İstanbul’da 200 bin kişinin katıldığı cenaze töreni 80 sonrasının en büyük kitle gösterilerinden birisi olmuştu. 93 yılından itibaren Aleviler savunma psikolojisiyle hızla örgütlenmeye başladılar. Sivas’ın üzerinden çok geçmeden, 94 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin başarısı Alevi toplumunun kendisini tam bir tehdit altında hissetmesine neden oldu. Gazi Mahallesindeki provokasyon böyle bir momentte bomba etkisi yaptı. Olayların direniş ve başkaldırı boyutlarına ulaşmasında tehdit altındaki Alevi kimliği ve yoksulluk birlikte rol oynamıştır. Gazi Direnişi, yoksulluğun biriktirdiği öfkeyle bastırılan bir kimliğin yaratığı gerilimin iç içe geçerek alevlenmesinin bir örneğiydi. İnsani bedelleri son derece ağır olsa da Gazi’de dizginlerinden boşalan isyan ruhu, 4 yıl boyunca İstanbul’un Alevi bölgelerinde radikal sola yönelen varoş gençliği için ilham kaynağı oldu. A levi mahallelerinin ötesinde tüm toplum kesimlerine ruh veren kabarış, 96 1 Ma-
77 -----
— yol
yıs’ında tepe noktasına vurdu; 97 ve 98’de Susurluk eylemleriyle ve bir dizi yerel gündemle sürdü.
Bu canlı süreç 98 sonunda Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasının ardından estirilen şovenist dalga ve devlet terörü ile bastırıldı. Aslında 98’de kitle hareketi yorulmaya başlamış ve Susurluk’tan sonra yapılan onca eyleme rağmen halktan yana kalıcı tek bir mevziin bile kazanıla- maması yüzünden sönümlenmeye yüz tutmuştu. Devlet terörü böyle bir momentte başlatıldı. Kürt hareketinin gerİ- letilmesi ile varoşlardaki radikal hareketlenmenin sönümlenmesi arasında sıkı bir bağ vardır. Kürt hareketindeki geri çekilme tüm muhalif kesimlerde büyük bir temkinliliğe yol açarken, devrimci örgütlerin etki alanı da hızla daraldı. 99 yılında “ düşük yoğunluklu savaş” koşullarında eğitilmiş özel tim mensupları, polis haritalarında kırmızı çizgilerle işaretlenmiş mahallelerde, zırhlı araç eşliğinde devriye gezmeye başladı. Varoşlar polis terörüyle tam bir kuşatma altına alındı. Yerel “ olağanüstü hal” uygulamaları ile halk sindirilmeye çalışıldı. Sonuçta geçici bir süre için de olsa kitlesel eylemler sona erdi.
99 sonrasındaki durgunluk ancak 2002 sonunda başlayan savaş karşıtı eylemlerle bir ölçüde kırılabildi. Bugün varoşlarda güçlü bir örgütlenme eğilimi ve kitlesel eylemler görülmese de, toplumsal çelişkilerin yoğunlaştığı ve biriken tepkinin yeni nitelik ve biçimlerde kendisini ortaya koyacağı kesindir.
Varoşlarda 95-99 yılları arasında yaşanan hareketli süreçte, örgütlenme çabaları ve eylemler içerik ve biçim olarak son derece karmaşık bir görünüm arz e
der. Bu yıllarda devrimci örgütlerin anma etkinlikleri, ülke gündemindeki gelişmelere ilişkin basın açıklamaları, yerel sorunlardan kaynaklı eylemler, Susurluk sonrası eylemler, anti-faşist eylem ve gösteriler, zam protestoları vb. gerçekleşti. Bu eylemlerin bir kısmı merkezi gündemlerin yereldeki etkisi ile ilgili iken bir kısmı ise doğrudan yerel sorunlardan kaynaklıdır. Başlarken belirttiğimiz gibi burada sadece yerel politika ve öz örgütlenme çerçevesindeki pratikleri değerlendireceğiz.
Deneyimleri aktarmadan önce mekan üzerine kısaca bilgilendirme yapalım.
OKMEYDANI
Okmeydanı, alt ucu Kasımpaşa ve Hasköy’e uzanan, iki yakası Piyalepaşa Bulvarı ve E-5 Karayolu ile çevrili bir semt. Şişli ve Taksim gibi kent merkezlerine oldukça yakın olan semt, üç büyük mahalleden oluşuyor. A rtık bir gecekondu mahallesi denemeyecek olan Okmeydam’nda ağırlıklı olan yapılanma türü 4-5 katlı aile apartmanları. Konutların büyük çoğunluğunun tapu tahsis belgesi vardır. Belediye’nin SHP’de olduğu 89-94 döneminde Okmeydanı hızla a- partmanlaştı. Semtin kent merkezine yakınlığı toprak ve bina değerlerini yükseltince ilk yerleşimciler önemli bir rant geliri elde ettiler. Semtte marangoz, tornacı, tamirci gibi küçük işletmelerin yanı sıra 90’lardan itibaren açılan çok sayıda konfeksiyon atölyesi mevcut.
Semtin E-5’e yakın olan üst kısmında çoğunluğu Sivas-Hafikli olan Aleviler, Kasımpaşa’ya yakın olan alt kısmında ise çoğunluğu Giresun-Alucralı olan Kara-
78
O k m e y d a n ı d e n e y im i___
denizliler oturur. Yukarı kısımda SivaslIların dışında Tokat, Tunceli ve ErzincanlIlar ağırlıktadır. A lt kesimde ise Giresunluların dışında çoğunlukla Karadeniz’in diğer illerinden gelenler oturmaktadır. Ekonomik statü açısından her iki kesim arasında belirgin bir fark yoktur. Ancak siyasi tercihler açısından 70’ler- den bu yana iki kesim zıt kutupları desteklemektedir. Alevilerin yoğunlukta olduğu bölüm solla özdeşleşirken, diğer bölümde faşist ya da İslamcı hareketlerin örgütlenmesi yaygındır. Apartmanların yükselmesi ve yeni kiracıların gelmesiyle demografik yapının daha karmaşıklaştığını söylemek mümkünse de, ev sahiplerinin kiracı seçimleri genelde kendilerine yakın illerden olduğundan asıl yapı çok fazla değişmemiştir. Sadece 90’lı yıllarda zorunlu göçle gelen Kürt nüfusu belli yerlerde (Van Blokları gibi) yoğunlaşarak nüfus yapısını bir ölçüde değiştirmiştir.
Aktaracağımız deneyimler Alevilerin yaşadığı kısımda gerçekleştiği için, buradaki yerel siyasetin özelliklerine biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
Okmeydanı 1970’lerin sonlarında radikal solun taban bulduğu bölgelerden birisi konumundadır. 1980 darbesi bu gelişmeye ket vurur. Askeri rejim sürerken semte bir jandarma karargahı kurulur. Siyasi faaliyetlerin yeniden canlanması, 1980 sonlarında ülke genelinde toplumsal mücadelenin yükselişiyle olur. Ancak 70’lerin aktif kadrolarından arta kalanların sayısı oldukça azalmıştır. Yöre ve hemşeri dernekleri sosyal-kültürel ve siyasal faaliyetlerin yürütülebildiği başlıca mekanlar olarak işlev görür. 2 Temmuz I993’te Sivas katliamında hayatını kaybedenlerin cenaze törenine Okmey
danı’ndan 10 binin üzerinde insan “ O kmeydanı Halkı” pankartının arkasında katılır. Mart I995’te Gazi olayları yaşandığında Okmeydam’ndan da binlerce insan toplu halde Gazi Mahallesi’ne yürümüş ve kimi caddelere barikatlar kurulmuştur. Gazi sonrası gelişen eylemlerin bir dökümünü yapmak gerekirse, 95 yılı içersinde cezaevlerine ilişkin açlık grevleri ve eylemler, onlarca molotoflu korsan gösteri ve Alevi derneklerinin öne çıkan etkinliği, 96’da bar ve pavyonlara karşı eylemler, kitlesel yürüyüşler biçimini alan Susurluk sonrası ışık kapatma eylemleri, zam protestoları, belediyenin yıkım planına karşı Hacıhüsrev Mahallesiyle b irlikte geliştirilen eylemler, MHP’lilerin asker uğurlama konvoylarıyla çatışmalar ve anti-faşist gösteriler, alternatif 8 Mart eylemleri, Newroz kutlamaları, barış eylemleri, sokak konserleri vs...
Örgütlülük açısından şu anda bölgede bir cemevi, çok sayıda kültür merkezi, siyasi dernekler, yöre dernekleri ve parti lokalleri bulunmaktadır.
BİR ÖZ ÖRGÜTLENME DENEYİMİ: HALK MECLİSİ
Okmeydaninda bir halk meclisi kurma girişimi 96 yazında Kurtuluş (şimdiki Haklar ve Özgürlükler Cephesi) çevresinin önerisiyle başladı. Başlangıçta çok sayıda siyasi örgüt, girişim toplantılarına katıldı ve içlerinden bazıları bir süre ö rgütlenme faaliyetlerinde görev aldı. Halk Meclisi Girişimi’nin ilan edilmesi sürecinde kimi gruplar meclis örgütlenmesini yanlış bulduklarını, belirtirken kimi çevrelerse öneriyi getiren grupla ilgili çekinceler belirterek Girişim’e katılma
79 —
dılar. Sonuçta öneriyi getiren Kurtuluş çevresinin dışında Direnişçilerin katılımıyla Halk Meclisi Girişimi ilan edildi ve hızla yerel sorunlar üzerinden çalışmalara başlandı. Belirlenen amaç, bağımsız bir halk örgütlenmesi yaratmaktı.
Meclis Girişimi’nin ilk ele aldığı konu Okmeydanı’nda sayısı sürekli artan ve mahalle halkını rahatsız etmeye başlayan bar ve pavyonlar oldu. Bu soruna karşı Halk Meclisi’nin geliştirdiği mücadeleyi başka bir alt başlıkta aktaracağım için burada ayrıntılarına girmeyeceğim. Bar ve pavyonlara karşı yürütülen kampanya zaman zaman kesintilere uğramakla birlikte Ekim 96’dan 98’in ilk aylarına kadar
<ürdü. 3 Kasım 96’da Susurluk kazasının ardından Yurttaş Girişimi’nin başlattığı ışık söndürme eylemleri tüm varoşlarda olduğu gibi Okmeydanı’nda da kitlesel yürüyüşler halini aldı. Halk Meclisi G irişimi bu eylemleri örgütlemeyi de önüne koydu. Kimi zaman beş bin kişiye varan yürüyüşler organize etti.
Girişim aşamasında Halk Meclisi, A- levilerin ve Sünnilerin çakışan bir oruç gününde ortak iftar yemeği vererek farklı mezhepler arasında birlik ve kardeşlik çağrısı yaptı. Mezhep bölünmesinin önemli bir gerilim ekseni haline geldiği Okmeydanı’nda böyle bir etkinlik düzenlemek yerinde bir girişimdi. Ama sosyalizm adına din karşıtlığını politik bir taktik haline getiren ve öz örgütlenme mantığını kavrayamayan dogmatikler açısından iftar yemeği vermek “gericiliğe” prim vermek anlamına geliyordu. O güne kadar çalışmalara katılan SİP çevresi bu etkinlikten sonra Meclis’in kuruluş çalışmalarından çekildi.
Halk Meclisi Girişimi’nin faaliyetleri
__ yol_____________________________
sürerken bölge halkından yaşadıkları kimi sorunlara çözüm için başvurular oldu. Bunlardan birisi Beyoğlu Ticaret Li- sesi’nde okuyan çocuğu zorla Ülkü Oca- ğı’na götürülüp dövülen bir aileydi. Okul önünde bir basın açıklaması düzenlenerek olay protesto edildi. Başka bir başvuru ise ucuz ekmek sattıkları için fırın mafyasının tehditlerine maruz kalan bakkallar tarafından yapıldı. Her iki başvuru da Meclis’in sorunlara bir çözüm adresi olarak görülmeye başladığının bir göstergesiydi. Meclis çevre sorunlarıyla da ilgilendi, Okmeydanı’ndaki iki ilköğretim okulunun bahçesinde ağaçlandırma çalışması yapıldı. Ayrıca artan bir sorun o- !an uyuşturucu ve alkol bağımlılığı ile ilgili aydınlatıcı paneller düzenlendi.
Mart 97’de düzenlenen bir şenlikle Halk Meclisi’nin kuruluşu ilan edildi. Kuruluşun ardından bar-pavyon eylemleri biçim değiştirerek sürdü. Halk Meclisi’nin etkinlikleri sadece yerel gündemlerle sınırlı değildi. Anasol-D hükümetinin zam paketlerini protesto etmek a - maçıyla bir basın açıklaması ve yürüyüş düzenlendi. Ayrıca Susurluk kazasının yıl dönümünde yeniden başlatılan “ bir dakika karanlık” eylemlerinde yüzlerce kişi Halk Meclisi’nin organize ettiği yürüyüşlere katıldı.
Etkinliklerin önemli bir başka boyutu ise yoksullarla dayanışmaydı. Yoksul halkia dayanışma amacıyla Tabip Oda- sı’ndan ve SES’ten gönüllü doktor ve hemşirelerin katılımıyla ücretsiz sağlık taraması yapıldı. Sağlık taramasında verilmek üzere bölgedeki eczanelerden ilaç desteği sağlandı. Temel ihtiyaçlara ve gündelik sorunlara ilişkin yapılan etkinlikler halkta sempati yarattı. Halk Meclisi, toplumsal hayatın içine girebildiği o
__ 80
randa ilişki ağı genişledi. Daha fazla yeni insan meclis toplantılarına ve eylemlere katılmaya başladı.
Ancak bir halk örgütlenmesi yaratmak için salt etkili eylemler ya da etkinlikler düzenlemek yeterli değildi. Belli bir seviyede kurumsallaşma ve demokratik katılımı hayata geçirmek zorunluydu. Ne yazık ki bu konularda Meclis çoğunluğunu oluşturan Kurtuluş çevresinin ayak diremeleri yüzünden gelişme kaydedilemedi. İşe başlarken oluşturulan tüzük taslağı hiçbir zaman tamamlanmadı. Bunun yerine görevleri belirsiz bir yürütme ilan edilerek işleyişte keyfi bir merkeziliğe yönelindi. Diğer bir hata ise, Halk Meclisi yerelde henüz yeterince kökleşmemişken başka mahallelerdeki Meclis ve Meclis Girişimleriyle bir koordinasyon oluşturulup asıl kararların bu “ koordinasyondan” merkezi biçimde a- lınması oldu. Toplantılar gereksiz hale gelmeye başladı. Kurumsallaşma, hukuk yaratma önemsenmezken salt eylem yapıyor olmak yeterli göründü. Sonuç eyleme boğulmak oldu. Bugünden bakınca son derece yersiz görünen bu tutumlar, etki alanı genişleyen Halk Meclisi’ni hızla kendi örgütüne mal etme ve sol içi rekabetin bir aracı olarak kullanma yaklaşımından kaynaklanıyordu. Özellikle i- kinci Susurluk eylemleri sürecinde yapay ve biçimsel ayrımlar yaratarak solun birleşik eylemlerine karşı alternatif eylemler düzenlemek Meclis’i bağımlı ve sek- ter bîr pozisyona sürüklerken Meclis i- çindeki gerilimi de had safhaya çıkardı. Böylece Meclis’in özerk bir örgütlenme olması düşüncesi rafa kaldırılmış oldu. 1
Aynı sorunların başka bir yansıması i- se Meclis’in politika yapış tarzında görünüyordu. Önüne çözebileceği yerel so-
okmeydanı deneyimi__
runları koydukça gelişen Halk Meclisi, daha genel konulara angaje oldukça protestocu bir tarza mahkum olup özgünlüğünü yitirmeye başladı. Susurluk sürecinde kitle hareketindeki kısmi ve güdümlü yükselişe fazla misyon biçen Meclis içindeki çoğunluk kendi gücünü a- bartma yanılsamasına tutuldu. Halk Meclisi binleri yürütüyordu, artık “ büyük” politikaya soyunma zamanı gelmişti?! Susurluk sonrasında medya (ve asker) desteğiyle gelişen kitie hareketini bize ait bir güç sanma yanılsaması kimilerini yersiz zorlamalara sürüklemişti. Oysa medya desteği kesildiğinde kitle katılımı bıçakla kesifmişçesine durdu ve Halk Meclisi de dahil olmak üzere tüm örgütler kendi kadrolarıyla baş başa kaldılar. Halk Meclisi’nin, ülke genelinde sönümlenen eylemleri Okmeydam’nda sürdürme çabası başarılı olamadı. Böylece devrimci örgütlerin sık sık düştüğü, kendini ülke çapında politika yapabilecek bir güç sanarak hareket etme hatası, Halk Meclisi tarafından yinelenmiş oldu.
Halk Meclisi’nin kuruluş ilkelerine sahip çıkan Direnişçiler uzun bir tartışma sürecinin ardından içerden bir dönüşümün mümkün olmadığına karar verip 98 Mart’ında Meclis çalışmasından çekildiler. Aynı yıl içersinde “varoşlarda uzun süreli ikili iktidar mücadelesi” 2 ve öz ö rgütlenme perspektifinin bir sonucu olarak Dayanışmaevleri’nin kurulmasına varan süreç böylece başlamış oldu. Daya- nışmaevi’nin Okmeydam’ndaki 6 yıllık pratiğini değerlendirmek bu yazının kapsamında değil. Burada, Halk Meclisi anlayışının Dayanışmaevleri için hala bir model oluşturduğunu belirtmekle yetinelim. 3
81 —
Halk Meclisi’nin örgütsel varlığı, yukarda belirttiğimiz çözülemeyen (ya da çözülmek istenmeyen) yapısal sorunlardan dolayı gittikçe daraldı ve devletin baskılarının da artmasıyla birlikte 98 yılı içersinde sona erdi.
BAR VE PAVYONLARA KARŞI EYLEMLER
90’lı yılların ortasına kadar Okmey- danı’nda birkaç tane klasik işçi birahanesi mevcuttu. Bu tarihten itibaren Beyoğ- lu’ndaki pavyonları andıran içkili mekanlar birbiri ardına açılmaya başladı. Bunların bir kısmı mahalle arasına kadar girmişti. Yeni açılan pavyonların civarında ikamet eden kadınlar bu mekanlara ilişkin şikayetlerini Halk Meclisi Girişimi’ne getirdiler. Pavyonlarda kadın ve uyuşturucu ticareti yapıldığını ve sarhoşların etrafta oturanları rahatsız ettiğini belirterek, soruna ortaklaşa bir çözüm bulunmasını istediler. Meclis toplantısında, sayısı gün geçtikçe artan içkili mekanların kapatılması ya da denetlenmesi amacıyla bir kampanya düzenlemeye karar verildi.
Önce çevrede oturanlardan 2 bini aşkın imza toplanıp, soruna bir çözüm bulunması talebiyle belediyeye, kaymakamlığa ve valiliğe verildi. Ardından pavyonların önünde basın açıklamaları yapılarak şikayetler ve talepler dile getirildi. Ancak bu girişimlerden beklendiği üzere herhangi bir sonuç çıkmadı. Halk Meclisi bir yandan da uyuşturucu ve alkol bağımlılığı konusunda paneller düzenleyerek semt halkını bilgilendirmeye çalıştı. Bu panellerde, yaşanan sorun, devletin, solun güçlü olduğu mahalleleri çürütme operasyonu olarak ele alındı ve buna
__ yol_____________________________
karşı mücadele çağrısı yapıldı.
Girişimlerin sonuçsuz kalması üzerine 97 yazında Halk Meclisi’nde alınan bir kararla daha sonuç alıcı olabileceği düşünülen yeni bir eylem biçimi hayata geçirildi. Önce konuyu daha geniş bir çevreye mal etmek için “ Onurumuza Sahip Çıkalım” sloganının öne çıktığı afişlerle bir eylem çağrısı yapıldı. Propagandanın ana vurgusu, yozlaşmaya karşı ahlaki değerlerin korunması oldu. Bu söylemle, semtin diğer kısmındaki muhafazakar kesimlerin de eylemlere katılımını sağlamak hedeflendi. Muhafazakar kesim, eylemlere sempatiyle baksa da katılmamayı tercih etti. Sonuçta bar ve pavyonları protesto etmek için düzenlenen yürüyüşe 2 bin kişi katıldı. Oldukça uzun süren yürüyüş boyunca tüm pavyonların önünden geçilerek buralar yuhalandı. Daha sonra haftanın bazı akşamlarında, çoğunluğu kadın olan eylemciler, pavyonlara baskın yaparak pavyon sahipleri üzerinde basınç oluşturmaya başladı. Baskınların ardından sembolik olarak barların kepenklerinin kapatılması da bir eylem ritüeli haline getirildi. Eylem kitlesini asıl olarak kadınlar oluştururken gençler ve orta yaşlı erkekler de destek verdiler. Yapılış biçimi medyanın ilgisini çekince eylemler hızla kamuoyunun gündemine girdi. Ayrıca zaman zaman öfkeli kadınların bar içindeki malzemeleri kırıp dökmesi gerginliğin hızla artmasına neden oldu. Eylemler hızla radikalleşirken çevik kuvvet polisi her akşam semtin girişine yığınak yapmaya başladı. Polisin tavrı başlangıçta eylemlere doğrudan müdahale etmek yerine pavyonları korumaya almak ve Halk Meclisi’nin bazı üyelerini ve eylemleri desteklediği düşünülen birkaç esnafı gözaltına alıp mahke
meye sevk etmek oldu. Bir yandan da konunun medya aracılığıyla kamuoyuna mal olması üzerine bazı pavyonlar bir süreliğine emniyet tarafından kapatıldı.
Oldukça iyi başlanmış olmasına karşın bar-pavyon eylemleri bir süre sonra kendisini tekrar etmeye başladı. Eylem sürecinin aşırı uzaması (yaklaşık 1.5 yıl), Halk Meclisi’nin artan iç sorunları, hedefinin belirsizleşmesi, kalıcı sonuçların elde edilememesi, aynı kitleyle ve sık aralıklarla yapılıyor olması bir süre sonra eylemlere ilgiyi ve katılımı düşürdü. Katılımın en düşük olduğu noktada polisin eyleme saldırısı ve engellemesi sonucunda bar-pavyonlara karşı yapılan eylemler Mart 98’de sona erdi. Pavyonlar bir süre kapalı kaldıktan sonra yeniden açıldılar, tabi bu sefer camlara duvar örülmüş, çelik kapılar takılmış ve badygard sayısı arttırılmış olarak.
YIKIM PLANINA KARŞI EYLEMLER
Yerel sorunlardan kaynaklı başka bir hareketlenme de yıkım gündemiyle yaşandı. Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bazı mimarların ortaya çıkardığı bir imar planında Okmeydanı, Kasımpaşa, Has- köy ve Hacıhüsrev bölgelerinde köklü bir yıkım ve yeniden yapılanma öngörülüyordu. Bedrettin Dalan zamanında hazırlanan planda adı geçen yerler çöküntü alanı ilan ediliyor ve kent merkezi içinde olan bu bölgelerde ticaret ve iş merkezlerin kurulması hedefleniyordu. Yıllarca rafta bekletilen imar planının, dönemin İstanbul Belediye Başkanı Tay- yip Erdoğan’ın onayıyla uygulanması kararlaştırılmıştı.
İmar planının bir örneği bir grup de
mokrat mimar tarafından ele geçirildikten sonra konu bir düğün salonunda düzenlenen toplantıyla halka duyuruldu. Ardından düzenlenen bir halk toplantısında sorunun çözümü için mahalle halkı adına hareket edecek bir komisyon (Plan Takip Komisyonu) kuruldu ve dört kişilik bir yürütme oluşturuldu. Mahalledeki bir esnafın bürosu Plan Takip Komisyonu’nun merkezi haline getirildi. Özellikle olası yıkımın kapsamına giren konutların sahipleri toplantılara düzenli olarak katılıyorlardı. Komis- yon’da alınan karar sonucunda 200 civarı konut sahibi toplu halde Beyoğlu Be- lediyesi’ne yıkım planının iptali için dilekçe verdi.
Yıkım planının uygulanacağı Hacıhüsrev Mahallesi’nde de bir kahvede halk toplantısı düzenlenerek sorun hakkında halk bilgilendirildi. Ardından Hacıhüs- revlilerin de katılımıyla Okmeydanı’nda 2 bin kişilik bir yürüyüş düzenlendi. Yürüyüş sonrasında halk kürsüsü kurularak konuşmalar yapıldı. Okmeydam’nda eylemlerin türkü ve halaylarla bitirilmesi bir gelenek haline gelmişti; bu sefer halayların yanı sıra Hacıhüsrevli Romanların darbuka eşliğindeki göbek dansıyla eylem sona erdi. Daha sonra Hacıhüsrev Mahallesi’nde de bir eylem ve basın açıklaması gerçekleştirildi. Bu kez Ok- meydanlılar Hacıhüsrev’e destek verdiler.
Yıkıma karşı mücadelede kolektif eylemlerin yanı sıra uzmanların teknik desteği de belirleyici önemdeydi. Konuya duyarlı demokrat mimar ve mühendisler Plan Takip Komisyonu ile dayanışma içinde oldular, halk toplantılarına katılarak plan konusunda bilgilendirme yaptılar. Plan Takip Komisyonu’nun merkezi
_____________ Okmeydanı deneyimi__
83 —
her gün bilgi almak isteyen onlarca kişinin ziyaretiyle dolup taşıyordu. Öyle ki MHP tabanından insanlar bile bilgilenmek için Komisyon’a gelmiş ve yıkım planına karşı irtibat halinde olma gereğinden söz etmişlerdi.
Komisyon’un etkinliğinin büyümesi karşısında Tayyip Erdoğan, Kasımpaşa ve Dörtyol’da kahve toplantıları düzenleyerek planın varlığını inkar etmek zorunda kaldı. Bir yandan da Komisyon karşıtı propaganda başlattı. Komisyon’un yeni adımı ise yıkım planının iptal edilmesi için konut sahiplerini İdare Mahkemesi’ne dava açmaya yönlendirmek oldu. Hukuki işlemlerin yürütülmesinde duyarlı avukatların desteği alındı.
Birkaç aylık bir süre içinde yapılabilecek her şey yapılmış, geriye yıkım gününü ya da mahkeme kararını beklemek kalmıştı. Ancak yıkımın yakın bir tehlike olarak ortaya çıkmaması üzerine eylemler durdu, açılan davaları birkaç avukat ve esnaf dışında takip eden kalmadı. Komisyon, işlevi sona erince kendiliğinden dağıldı.
T A R T IŞ M A B A Ş LIK LA R I
I- Yerel Siyaset ve Ö z Örgütlenme:Türkiye’de emekçi semtlerinde demokratik halk örgütlenmeleri oluşturma geleneği oldukça sınırlı. Böyle bir eğilimin 70’!i yıllarda çok kısa bir dönem için filizlenebildiğim yukarda belirmiştik. 80 sonrası içinse başarılı bir modelden söz etmek mümkün değil. Genelde hayat bulan tarz, sorun eksenli geçici bir araya gelişler oldu. Yerel bir sorunu çözmek amacıyla bazen olukça güçlü eylemler yapılsa da çabalar örgütsel sürekliliğe dönüştürülemedi. Halk açısındansa çoğu
— yol--------------------------------------------
zaman yerel sorunların çözümünde, siyasi partilerin yerel temsilcileriyle ya da yerel yöneticilerle görüşüp oy karşılığında çıkarlarını kollama yöntemi belirleyici oldu.
Solun yerel siyasete yaklaşımı ise, ya hiç gündemine almamak ya yerel sorunlar üzerinden yükselen eylemlere katılarak birkaç sempatizan kazanmaya çalışmak ya da apolitik ve hedefsiz bir yerelciliğe saplanmak biçiminde özetlenebilir. Radikal ya da liberal sol, örgütlendiği semtlerde bugün de yerel sorunlardan kaynaklı çok sayıda eylemin yönseyiciii- ğini yapıyor. Ancak bu hareketler, içinde akabilecekleri bir kanal yaratılamayınca çoğu zaman artlarında hiçbir birikim bırakmadan kayboluyor. Oysa öz örgütlenmeler (demokratik halk örgütleri), yerel sorunlardan kaynaklı hareketlenmelerin devletten ve burjuva siyasi partilerinden bağımsız bir form kazanabileceği ve birikebileceği kanallar olabilir. Parti vb. merkezi siyasi örgütlenmelerin yerel çelişkilerden kaynaklı enerjileri bütünüyle absorbe edebilmesi mümkün ve gerekli değildir. Sorun eksenli geçici örgütlenmelerin ötesinde yaratılacak kalıcı halk örgütlenmeleri, varoşlarda devletin ve sermayenin hegemonyasını sürekli yıpratacak bir mevzi işlevi görebilir.
2- Devrim ci Ö rgüt • K itle Örgütü:Öz örgütlenmeleri belli bir siyasi partiye doğrudan angaje etme çabası daralmayı ve zamanla işlevsizleşmeyi getirecektir. Öz örgütlerin siyasi partilerden görece özerkliği onların doğası gereğidir. Farklı düzlemlerdeki örgütleri bir- birleriyle ikame etme yaklaşımı çoğu zaman faaliyeti kısırlaştırma sonucunu doğurur. Kitle örgütleri asıl olarak, hal
__ 84
kın kendi deneyimleriyle öğrendiği devrim okulları olarak görülmelidir.3- Etnik/Dinsel Bölünme ve Yerel Siyaset: Solun etkin olduğu semtler büyük oranda Alevilerin yoğunlukta olduğu yerlerdir. Bu bölgelerde sağ partileri destekleyen kesimlerle arada -coğrafi olarak herkesin bildiği- neredeyse “ doğal” sınırlar oluşmuş durumda. Sol, 70’lerden bu yana kendisini yeniden üreten ve siyasi olduğu kadar etnik ve dinsel renklerle de bezenen bu sınırları aşmanın yollarını bulmak zorundadır. Kültürel farklılıkları sorun etmeden ortak sorunlar karşısında birlikte davranabilmenin güzel bir örneği, Plan Takip Komisyonu’nun eylemlerinde yaşandı. Aleviler ve Romenler dayanışma içinde yıkım planına karşı mücadele ettiler. Kültürel farklılıklar kendiliğinden bir sorun teşkil etmezler, birbirlerine karşı siyasallaştırıldığında bir gerilim ekseni haline gelirler. Yıkım sorunu bağlamında Aleviler ve Romenler arasında sağlanan ittifaka Karadenizlileri aktif olarak katmak mümkün olmadı. Kuşkusuz kökleşmiş ön yargıların birkaç gündem üzerinden çözülmesini beklemek fazla iyimser bir yaklaşım olur. İlerde ortak zeminlerin yaratılabilmesi için sağ partilere oy deposu olan kesimlerin duyarlılık ve eğilimlerini iyi anlamaya ve iğneyle kuyu kazan bir taban çalışmasına ihtiyaç var. (Solla güçlü bağları olmayan Hacıhüsrevlilerin, orada belli bir süre boyunca bire bir örgütlenme çalışması yapan devrimcilerin bilinçlendirdiği kişilerin inisiyatifi sayesinde hareket- lendirilebildiğini belirtmek gerekiyor) Güven verici örgütlenmeler ve sonuç alıcı pratikler sınırların aşılmasını kolaylaştıracaktır.
4- Toplumsal Çürümeyle Mücadele:Uyuşturucu, kumar, hırsızlık, fuhuş, çeteleşme vb. sorunlar yerel politikanın b i -s lişenleri olmak zorunda. Yalnız bunlara karşı mücadelede muhafazakar ideolojinin yeniden üretilmemesine dikkat etmek gerekiyor. Örneğin bar-pavyon eylemleri sürerken tartışmalar mahallede içki yasağı uygulamasının önerilmesine kadar varmıştı. Devrimci mücadeleyi kültürel, ahlaki bir mücadeleye indirgemek 80 sonrasının tipik bir özelliğidir. Sol, iktidar mücadelesinden geri düştükçe kültürel alana daha fazla hapsoldu. Sosyal ve kültürel sorunları küçümsemeden, yok saymadan etkili bir paylaşım ve iktidar mücadelesi yürütmek gerekiyor. Yoksulluk, işsizlik, sömürü gündemleri üzerinden yürütülecek mücadele etnik/dinsel bölünmelere karşı da en etkili panzehir olacaktır.
5- Kadınların Katılımı: Yıkım sorununda Plan Takip Komisyonu’nun toplantılarına düzenli olarak katılanların Okmeydanı’nda ezici çoğunluğu hane reisi erkeklerdi. Kadınlarsa toplantılardan ziyade eylemlere katıldılar. Aynı ö rnekte Hacıhüsrevli Romenler arasında toplantı ve eylemlere katılımda ve eylemlerde söz alma konusunda kadınlar çoğunluğu oluşturuyordu. Okmeyda- nı’ndaki bar-pavyon protestoları ise özünde bir kadın eylemiydi. Kadınlar sorunun çözümü için Halk Meclisi’ne başvurmuş ve toplantılara düzenli olarak katılarak mücadele yöntemlerinin belirlenmesinde söz sahibi olmuşlardı. Erkeklerin eylemlere katılımı destekçi niteliğindeydi. Kadınlar bar ve pavyonlara karşı yürütülen kampanyanın öznesi oldukları halde propagandanın içeriğine kadın bakış açısı yeterince yansıtılamadı.
_____________Okmeydanı deneyimi___
85 —
Sokakta sarhoş tacizine uğrayan da, evde kocasının içki masasından kalkıp gelmesini bekleyen de, pavyonlarda cinsel sömürüye maruz kalanlar da kadınlardı. Bar-pavyon eylemlerinde ahlaki değerleri öne çıkarmak yanlış olmasa da eksikti, sorunu kadın bakış açısından ele almak hem ataerkil değerleri yeniden üretme riskine karşı bir güvence olur hem de eylemin daha geniş bir kesime ulaşmasını sağlayabilirdi.
6- Kadro Niteliği: Yerel sorunlar üzerinden gelişen eylemler devrimciler açısından çok sayıda insanla temas olanağı sağlıyor ama bu temasların örgütsel birikime dönüşmesi yereldeki kadroların niteliğine bağlıdır. Kitabi bilgilerle yetinen, “ bilinçsiz halk” tasavvurundan hareket eden, salt ajitasyona odaklı, eylemlerdeki tek kaygısı radikalizmi arttırmak ya da tersinden olaysız bitirmek olan, soyut doğruları tekrarlayan bir kadro tipi yerine pratiğin zengin olanaklarını değerlendirecek esneklikte düşünen, halktan öğrenmeye çalışan, ajitasyon kadar gerçekçi tespitler de yapabilen, eylemleri sonuç alıcı bir perspektifle yönseyen, somut sorunlara somut çözümler öneren, örgütçü nitelikleri gelişmiş bir kadro tipine ihtiyaç var.
7- Dayanışma ve Siyasi Etki: Sağlık, eğitim, barınma vb. konularda düzenlenecek dayanışma organizasyonları acil sorunlara geçici de olsa somut çözüm üretmek açısından önemlidir. Yoksulluğun açlık sınırına yaklaştığı mahallelerde kimsenin devrim sonrasına ertelenecek çözümlere rağbet göstermesini beklememek gerekiyor. Varoşlarda alternatif
. iktidarların yaratılabilmesinin yolu ekonomik ve sosyal dayanışma faaliyetlerinin gerçekleştirilmesinden geçiyor. Hal
__ 86 ____________________________
— yol--------------------------------------------
kın aktif ve kitlesel katılımıyla gerçekleşecek ekonomik-sosyal dayanışma faaliyetleri, siyasi ve ideolojik bir etkiyle birleştiği zaman devrimci mücadelenin üzerinde yükselebileceği zemin oluşturulmuş demektir. Bu konuda Halk Mecli- si’nin yaptığı sağlık taraması gibi faaliyetler daha sonra Dayanışmaevi tarafından eğitim, giysi vb. konularda zenginleştirilerek sürdürüldü.
Dayanışma organizasyonlarının önemli bir boyutu da profesyonel meslek sahipleriyle (doktor, avukat, mimar, mühendis, öğretmen) yoksul halkı buluşturmasıdır ki, bu buluşma devrim mücadelesi açısından stratejik öneme sahiptir.
8- Medya ve Yerel Siyaset: Yukarda aktardığımız iki eylem örneğinde de medya ile ilişki önemli bir yer tuttu. Yerel yöneticiler üzerinde baskı oluşturulmasında eylemlerin medyaya yansımasının ciddi bir etkisi oldu. Öyle ki bu yüzden kimi zaman eylem saati, eylemin akşam haberlerinde ya da ertesi günkü gazetelerde yer almasını sağlayacak şekilde ayarlandı. Medya iyi değerlendirildiğinde varoş eylemlerinin kamuoyuna yansıması ve etki gücünün artmasında işe yarayabiliyor. Ancak bu aracın sahipsiz olmadığını unutmamak gerekir. Medyanın etkisi bir noktadan sonra tersine de dönebilir. Bu yüzden medya bağımlısı (şirin görünme meraklısı) bir mücadele tarzı baştan yenilgiye mahkumdur. Böyle bir hatırlatmaya, zaman zaman eylemcilerin salt medyada görünmeyi bir başarı sayması yüzünden ihtiyaç var. Medyayı bir faktör olarak almak yerine medyatikliği eksene koymak, eylemleri, hiçbir sonuca ulaşmayan bir şova dönüşme riski ile yüz yüze bırakır.
SONUÇ
Okmeydam’nda 95-98 yıllarında devrimcilerin yönsediği siyasi pratiği öz ö rgütlenme ve yerel politika bağlamında değerlendirmekle yereldeki devrimci pratiğin sadece bir boyutuna değinmiş olduk. Kuşkusuz varoşlarda yürütülen devrimci pratik yerel politika ve öz örgütlenme yaklaşımının ötesinde bir içeriğe sahiptir. Yerelde iktidarlaşma perspektifiyle yürütülecek çalışmaların adalet sağlama, savunma, devrimci ortam ve kadro yaratma vb. boyutlarına bu yazıda değinmedik. Daha ziyade devrimci siyaset ve yerel ilişkisi üzerinde durduk.
Varoşlarda ekonomik ve sosyal yapının karmaşıklaşması siyaset düzeyinde de çelişkilerin çeşitlenmesini beraberinde getiriyor. Yeni sorunlar yerel politikanın gündemine girmeye başlıyor. Genel sorunlarla yerel sorunlar içiçe girip özgün biçimler alıyor. Varoşlarda yürütülecek devrimci faaliyet, ancak yerelin tarihsel-toplumsal koşullarından kaynaklanan özgün sorunlara müdahale ederek önünü açabilir. Özgün sorunları (uyuşturucu, çeteleşme, altyapı sorunları, eğitim, sağlık, etnik/mezhepsel saflaşma, adalet, yoksulluk vd.) atlayıp “saf’ sınıfsal çelişkiler aramak beyhude bir çaba olur. Emek ve sermaye arasındaki çelişkinin gittikçe keskinleşiyor olması ve sermayenin hayatın tüm alanlarına daha derinden nüfuz etmesi kendiliğinden sınıfsal çelişkinin ezilenlerin bilincinde canlanması sonucunu doğurmuyor. Kapitalizmin gelişim düzeyinden hareketle artık varoşlarda doğrudan emek sermaye çelişkisinin öne çıkacağını iddia etmek politik süreci sosyo-ekonomik gelişmenin basit bir türevine indirgemek olur. E
mek sermaye çelişkisi varoşlarda bin bir kılığa girerek, bazen etnik ve mezhepsel renklere bürünerek kendini ortaya ko- ' yuyor. 4 Özgün çelişkilerden hareketle somut sorunlara somut çözümler üreten bir pratik faaliyet genel propaganda ve ajitasyondan çok daha sonuç alıcı olacaktır. Sınıf bilincinin gelişimi ise özgün mücadeleler içersinde kazanılan deneyimlerin yanı sıra halk eğitiminin hayata geçirilmesiyle sağlanabilir.
Varoşlarda devrimci pratik, yerelde iktidarlaşma perspektifiyle yürütüldüğünde öz örgütlenmeler halk iktidarının okulu olarak önemli bir misyon yüklenecektir. Faşizan ve çürütücü güçlere karşı fiziki mücadele, işsizlik ve yoksullukla etkin mücadele ve dayanışmacı ve demokratik değerlere dayanan sosyalizasyon ve politikleşme, varoşlarda devrimci mücadelenin başlıca ayakları olacaktır. Türkiye’de devletten bağımsız halk ö rgütlenmeleri yaratmak, siyasal sistemin geleneksel vesayetçi yapısı düşünüldüğünde önemli bir devrimci adım anlamına gelir. Ancak bunu başarabilmek için devrimcilerin yerel politikaya yoğunlaşarak güç biriktirmeleri ve ilişki ağlarını kat be kat arttırmaları gerekiyor. Büyük enerjilere ihtiyaç duyulan bu yolda elini taşın altına koymaya cesareti olanlar, mücadeleye yeni bir soluk kazandırmaya da aday olacaklardır.
Yeni liberalizmin varoşlara yığdığı nüfus şimdilik düzen içi hesaplaşmaların kitle tabanı rolünü oynasa da, 70’li yıllarda varoşlarda beliren hayaletin 30 yıl sonra yeniden ortaya çıkması bu kez çok daha sarsıcı sonuçlar doğuracaktır.
_____________ Okmeydanı deneyimi___
87 —
DİPNOTIARI - Burada ayrıntısına girmediğimiz Halk Meclisi'ndeki tartışmalar için bkz. Direniş Sayı 5 1 (Kasım 97), 52 (Aralık 97),53 (Ocak 98), 54 (Şubat 98), 56 (Nisan 98)
2- Mehmet Yılmazer, “ Devrimci Harekette Kriz ve III. Dönem” Yol, Nisan 97, Sayı 6, s.52-56
3- Dayanışmaevleri hakkında daha fazla bilgi için “ Yoksulluk ve İşsizlikle Mücadele Kurultayı, Tebliğler, 2003, Alaz Yayıncılık” kitabına ve www.dayanismaevle- ri.org adresine bakılabilir.
4- Sınıf kimliği ve diğer kimliklerle ilişkisi konusunda bir tartışma için bkz. Haşan Oğuz, “ Sınıf Mücadelesi Bağlamında Özgün Sınıf Yapıları ve Birleşik Sınıf Stratejisi” , Düşünce ve Davranışta Yol, Temmuz 2003, Sayı 4, s.84-1 19.
— yol------------------------------------------
88
Ayşe Tansever
IRAK’IN RUS PETROLLERİNE ETKİSİ VE KHODORKOVSKY NEDEN TUTUKLANDI?
Rus petrol milyarderi Khodorkovsky tutuklandı. Politikaya girmek istemesi gerekçe gösteriliyor. Putin’e meydan okuduğu, sandalyesine göz diktiği söyleniyor. Politikayla uğraşmak herkesin hakkı hatta görevi değil mi? Demokrasilerde rakipler olmaz mı? Bunun neresi tutuklanma gerekçesi olabilir? Tutuklamanın altında asıl petrolün yattığı açık bir gerçektir. Petrol üzerinde iki adamın ne tür ayrılıkları vardır? Bunların önemi nedir? Khodor- kovsky’nin petrol üzerindeki emelleri nelerdir? Önemi, uzantıları nelerdir?-
Eğer konu petrol ise tutuklamanın I- rak’ta yükselen direnişle ya da Suudi A- rabistan’da patlayan bombalarla bağlantısı var mıdır? Merkez ülke liderlerinin yaptığı zirveler, ziyaretlerin bunlarla bağlantıları nelerdir? Dünya petrol denetimi yeni bir dönemeç almaktadır. O- layların bu derece kanlı hale gelmesi çıkar ilişkilerindeki yükselmeyi gösterir. Bu nedenle derinlemesine incelenmeyi gerektirmektedir. Irak Savaşı’ndaki şiddetlenmeden kalkarak Khodor- kovsky’nin tutuklanmasına kadar uzanan olayların ana motifini görmek dünya güçler dengesindeki sorunları anlamak ve bizlere uzanan bağlantılarını ortaya koymak demektir.
I. DÜNYA PETROL SORUNU
Kapitalist üretimin temeli petroldür. Aslında alternatif enerji kaynakları yok
değildir ama var olan petrol tekellerinin karları bu alternatif kaynakların geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması önünde birer engeldirler. Aslında kapitalizm kendi çelişkisini kendisi derinleştirmektedir. Yani kar üstünde durduğu için sorunlarını açıcı çözümleri sistemine oturtamamak- tadır. Neyse bu. işin başka bir boyutudur.
Petrol bir elma, armut ya da bir büyükbaş hayvan gibi ekilip yetiştirilemez. Yeraltı zenginliği olarak vardır. Toprak gibi her yerde de yoktur. Doğada çeşitli yerlere dağılmıştır. Kapitalist anayurtlarda var olan petrol rezervleri bitmek üzeredir. Norveç, Meksika Körfezi, A- laska gibi yerlerde bu on yılın sonuna gelindiğinde petrol kalmayacaktır. Uzak Doğu’da Endonezya’da petrol bitmek ü- zeredir. O nedenle acil bir şekilde yeni petrol kaynakları hem bulunmalı hem de geliştirilmelidir. Çünkü bu öyle bugünden yarına bir çırpıda olacak bir iş de değildir. Zaman ve yatırım ister.
Petrol maliyetlerindeki yükselmeler şimdiye kadar ekonomik olmayan bazı alanlardaki petrol kaynaklarını karlı hale getirdi. Batı Afrika’nın Gine Körfezi’nde deniz dibinde oian alanlarda yatırıma başlandı. Buraya kıyısı olan adını bile duymadığımız, nüfusu I milyona bile varmayan ada ülkelerde bu nedenle bu aralar devlet darbeleri oldu, altüstlükler yaşanıyor. Sosyalizm yıkıldıktan sonra eskilerin Angola ve Nijerya gibi petrol
89 ----
ülkeleri dev petrol şirketleri denetimine girdiler. Şimdi de yenilen bu ana dairelerin etrafına katılıyorlar.
Yeni alanların hiçbiri kapitalizmin Ortadoğu petrolüne olan bağımlılığını a- zaltmıyor. Ona zorunluluk artıyor. Gelecek onlarca yıl daha bu bölge kapitalist üretimin can damarı olarak kalacaktır. Rusya’da petrol vardır. Ama henüz bilinen rezervleri ve aşağıda değineceğimiz başka nedenlerle Rus petrolü Ortadoğu ve özellikle Suudi Arabistan petrolünden sonra ikincil durumda kalmaktadır.
Dönüm noktası IrakOrtadoğu’ya bağımlılık yıllardır sür
mektedir. Buranın petrolleri üstünde çokuluslu dev petrol şirketleri acımasızca oturmaktadırlar. Bölge halkları artık bu işten çok rahatsızdırlar. İsrail Batı çıkarlarını korumada, her gün daha da ça- resizleşmekte, kalın bir duvar örmek zorunda kalmaktadır. Suudi Arabistan Krallığı ise ÇÜŞ iştahını doyurmak ile halkların ihtiyaçları arasında pres olmuştur ve yükselen halk hareketini kendine daha büyük ve yakın bir tehiike olarak görmeye başlamıştır. Petrol karlarından halka ayırdığı payı arttırmak zorunda hissetmekte ve ÇUŞ’lara karşı biraz daha gönülsüz bakmaktadır. Bunun için de sürekli bombalı saldırılarla cezalandırılıyor. ÇUŞ’lar bizden değil halktan keseceksin demek istemektedirler.
Gerekçesi ne olursa olsun Saddam’a saldırmak ABD’nin seçebileceği zorların içinde en “ kolay” yol olmuştur. Irak işgalinin bu kadar sorunlu olacağını biliyor muydu? Tartışılabilir, ancak kapitalizmin genel emelleri göz önüne alınırsa pek de başka şık yoktu denebilir. Ortadoğu’ya girmek zorundaydı. Yıllardır ince ince iş
— yol---------------------- ----------------------
lediği Saddam “ öcüsü” senaryosuna sarıldı.
Irak direnişi, petrolünü sonuna kadar savunmaya kararlı gözüküyor. Saddam öncesi zaten kısılan petrol üretim seviyesine bile ulaşılamadı. Çıkarılan petrol, bırakalım ihraç etmeyi, iç tüketime bile yetmiyor ve halkları ABD işgaline karşı daha kararlı dövüşmeye itiyor. Ülkenin üzerinden geçen boru hattı birçok yerinden tahrip edilmiş durumda, daha u- zun süre işe yaramayacak. Öte yandan başta petrole planlanan yatırımların hiçbiri gerçekleşmiyor. Batı petrol şirketleri asayişin sağlanmasını istiyorlar. Ancak ondan sonra yatırım yapacaklarını söylüyorlar. Ayrıca şimdiki hükümetin bir ya- sallığı olmadığı için onunla imzalanacak bir antlaşmanın gelecekte olası yasal sorunlar doğurmasından çekiniyorlar. Hatta Saddam’ın imzaladığı antlaşmaların iptal edilip edilemeyeceği bile tartışmalıdır. Yani Irak petrolünü ABD’nin istediği seviyede üretim yapar hale getirmesi yakın bir geleceğin işi değil. Uzun bir gelecekte de oradaki varlığının nasıl olacağı kocaman bir soru işareti ile duruyor. Irak’ta patlayan her bomba ile de bu soru işareti büyüyor.
Irak’ta denetimi sağlayamayan bir ABD’nin Ortadoğu petrolünü denetim altına alması, Suudi Arabistan’a ya da İ- ran’a ya da bölgedeki diğer küçük Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere çıkarlarını dayatması giderek zorlaşıyor. Savaş öncesi bir türlü imzalanamayan Suudi Arabistan doğal gaz çıkarma projesi, ABD irak’ta batağa saplanınca, ancak Fransa, İngiliz ve Krallık (Irak) şirketleri arasında üçe paylaştırılabildi. Yani ABD tüm silah gücüne rağmen O rtadoğu petrolleri üzerinde denetim sağ
__ 90
ırak’ın rus petrollerine etkisi
layamadığı gibi elinde olanları da kaybediyor.
Siyasi boyut: ParçalanmaIrak Savaşı’na ABD’nin Batılı mütte
fikleri onay vermediler. Afganistan Savaşı ile kurulan uluslararası terör ittifakı parçalandı. Birinci olarak, Saddam zamanında elde edilen çıkarlarını korumak istediler. İkinci olarak, Ortadoğu genelindeki çıkarlarına tehlike gördüler Sad- dam’a saldırıyı. Üçüncü olarak, bu savaşın kazanılabilmesini pek olası görmediler. ABD’nin tek başına kazanması elbette çıkarlarını daha da tehlikeye sokabilecekti ama genelde Irak’ın büyük bir lokma olduğunu belki de görüyorlardı. Ayrıca savaşa karşı olmanın getireceği çıkarlar daha ağır basıyordu.
Gerekçe ne olursa olsun Irak Sava- şı’na katılmamak ve aksine BM’de onay vermemek dünya güçler dengesinde yeni bir dönemeç demekti. Ortadoğu’nun üstünde durduğu petrol çıkarlarının ayrışması demekti. Petrol denetiminin parçalanması demekti. Eğer ABD petrol bölgesinin denetimini istediği gibi sağlayanı iyorsa o zaman petrol kaynakları başka türlü paylaşılabilir demektir.
Son BM oylamasında ABD’ye yandan yırtmaçlı, ne anlama geldiği karanlık bir yasallık verildi ve ertesi günü ¡ran petrolleri üzerinde antlaşma imzalandı. Irak “ABD’ninse” , İran da “AB’nin” oluverdi. Suriye’ye de AB girecek. Diğer bir petrol ülkesi Libya’nın eli kulağında. Sonuçta, İttifak parçalanıp sonuç az çok yakın gelecek açısından belirmeye başlayınca bölge merkezler arasında parçalanmaya başladı. İsrail de duvarının arkasına çekilip kendine güvenceye almaya çalışıyor, yani Filistin de AB tarafında kaldı. AB, A
rap halklarının ABD öfkesini kendi lehinde örgütleme kurnaz politikasına soyundu. Belki de başka şıkkı yok.
Sonuçta ABD’nin Irak Savaşı’na kalkışma gerekçesi geri tepmekte, Ortadoğu petrolü üzerindeki denetimi artma- makta aksine azalmaktadır. Ya da bu şimdilik belirsiz ve kanlı bir sürece girmiştir. Dolayısıyla da diğer kapitalist merkezlerin petrol bazından denetimi sorunlu hale girmektedir. ABD süper güçlüğü sorgulanmaya başlamakta, başkaldırılar artmaktadır. ABD bu ortamda ne tü r politikalar üretecek göreceğiz.
Rusya petrolünün önemiRusya’nın Irak Savaşı’na hayır demesi
Rus petrolleri açısından bir dönüm noktası anlamını taşımaktadır. Elbette bu karar AB ile ortak bir karardır ama sanırız Rusya ve onun petrolü olmasa AB’nin ABD ile ittifaktan vazgeçmesi çok daha zor olurdu.
Rusya savaşa hayır diyerek aslında ABD ile birlikte olası büyük bir ittifaktan geri adım atmış oluyordu. Bir düşünelim. Daha Irak Savaşı’nın sonucunun ne olacağı belli değildir. ABD tüm silah üstünlüğü ile Ortadoğu petrolünü denetimine alma yoluna çıkmıştır. Buna bir de Rusya petrol gücünü ekleyelim. Dünyanın bir numaralı silah ve ekonomik gücü tek zaafı olan petrol sorununu da halletmiş ve yanına diğer petrol rezervi olan Rusya’yı da almış. O zaman herhalde dünya güçler dengesi çok değişirdi. Bush takımının üstüne oynadığı ya da hayal ettiği oyun budur. Bush onun için her bir zirvede “ sevgili Putin’ini” yerlere göklere sığdıramaz. “ Bu adam çok iyi arkadaş. Bu adamın ben ruhunu okuyorum” der. Hatta Bush savaş sonrası bile son güne
91
— yol
kadar böyle bir hayalden vazgeçmemiş olmalıdır. Savaşa destek vermese bile kendisiyle petrol alanında işbirliği yapacak bir Rusya’nın hayali ile yanıp tutuşmaktadır.
Ama Rusya savaşa hayır tavrında direndi. Hatta son güne kadar Lukoil şirketi Saddam ile petrol alanı geliştirme antlaşmasını sürdürdü. Hala Rusya I- rak’taki petrol antlaşmalarının geçerli olduğunu savunmaktadır. Bu işin ucunu bırakmayacaktır. Hele bir savaş bulutları dağılsın. Ayrıca Bush’un baskılarına rağmen Irak’ın kendisine olan borçlarını ö- demesini istemektedir. ABD, Rusya için yok Saddam’a silah yardımında bulunuyor, düşen uçak Sovyet silahı ile vuruldu, yok Suriye’ye silah satıyor yaygarası yapmaya çalışsa bile bunların arkası gelmedi. Çünkü Rusya ile ilişkileri daha üst seviyede germek doğrusu ABD’nin işine pek de gelmedi. (Son gelen haberlere göre de Rusya Irak’tan alacaklarının bir kısmından vazgeçti, karşılığında Lukoij’in Saddam döneminde yaptığı antlaşma geçerli kılındı.)
ABD’li yetkililer, Irak bir yana, “ Rusya’yı İran’dan bir türlü vazgeçiremedik’’ diye yakınıyor. Rusya İran ile iki türlü antlaşma yaptı. Birincisi nükleer enerji geliştirme antlaşmasıdır. Batı’nın, bunun nükleer silah yapma anlamına geldiği ve İran’ın dünyayı tehdit eden bir ülke olacağı baskılarına rağmen Buşehr’de santral antlaşmasını imzaladı. İkinci olarak A- zedağan petrolünü çıkarmak için yardım etmede antlaştı. Bunun için Çin ile ortak bir öneri ortaya sürdüler. Yani Rusya tek başına yapacak ve belki de Çin de o- laya katılacak. Bu henüz kesinleşmedi.
Geçtiğimiz aylarda dünyaya İran’dan
bomba gibi bir haber yayıldı. İran Buşehr yakınlarında dünyanın en büyük petrol rezervlerini buldu. Ve artık bu olay ABD’nin İran’ı izole etme, kendisine saklama gücünü azalttı. İran’ı dayanılmaz çekici yaptı. Ve AB, BM’de Irak’ı ABD’ye yarım yollu terk ederek İran’la antlaşma imzaladı. İran nükleer silah geliştirmeyecek, AB ile ticaretini arttıracak, petrol çıkarma ve nükleer enerjide kendisine destek verilecektir. Yani İran yanına, Rusya sonrası AB de katılıyordu.
Oysa Japonya kaçtı, japonya I . Körfez Savaşı’nda Suudi Krallığı ile bir antlaşma yapmıştı. Sonra ABD kızınca çekildi. Bu kez İran ile anlaşmak istedi. A- ma ABD öyle bir karşı çıktı ki antlaşmanın izi tozu kalmadı sanırız. Japonya, Rusya’nın yürekliliğini gösteremedi. Elbette petrolsüzlük ve silahsızlık belini büküyordu. İkisinin de garantisi ABD idi. Rusya Japonya’ya da petrolünü açmaya hazırdı. Ya da japonya artık “ normal bir ülke” olmak, ABD boyunduruğundan kurtulmak istiyordu. Japonya Rusya’ya 4000 km.lik dünyanın en uzun petrol boru hattı projesini önerdi. Rus devlet güvencesi olduğu taktirde 5 ile 7 milyar dolarlık düşük faizli kredi vermeye hazırdı. Putin’le prensipte anlaşıldı. Yani Rusya Japonya’yı ABD’nin Ortadoğu boyunduruğundan biraz olsun kurtarıcı petrolle beslemeye evet diyordu. Ayrıca Japonlar bu petrolün Pasifik Okyanusu i- ie ABD’ye kadar bile taşınabileceğini ima ederek bir şeyler mi ima ediyorlardı bilinmez. ABD aslında bütün bu gelişmelere engel olmak için bir Kuzey Kore kozunu elinde tutuyordu ama artık Irak bu işlerle uğraşmasına olanak tanımıyordu. Bu gelişmeler karşısında ABD’nin tüylerinin diken diken olduğu ve çaresizlik i
çinde kıvrandığına şüphe yoktur.
Ancak Japonya boru hattı, 2400 km.lik, yani daha kısa oian Angarsk Da- qing yolu ile rekabet halindeydi. Buna Çin 2.5 milyar dolar kredi açacaktı. Ancak proje Rus petrol şirketi Yukos’un- dur, özel bir şirketindir. Ve devlet garantisi istenmiyordu. Ancak şurası kesindir ki bu iki projeden biri gerçekleşecektir. Şu anki çıkarım imkanlarıyla iki boru hattına da petrol vermek imkansızdır. İlk önce Sibirya’dan çıkarım çalışmalarının yapılması gereklidir. O nedenle bu iki boru hattı birbiriyle rakip halindedir. Yani ya özellikle Putin’in uzun olmasına karşın istediği Japon hattı ya da özel Rus şirketi Yukos ile Çin arasında düşünülen boru hattı. Hangisinin tercih edileceği önümüzdeki günlerin işidir. Prensip olarak ikisinde de devletlerin antlaşması vardır. Başka olayların çözümünü beklemektedir.
Dünyanın üç merkezinden İkincisine, AB’ye geçersek, Putin’in AB ile de petrol projeleri vardır. Sovyet döneminde Orta Avrupa için yapılan boru hattına bir yenisini eklemek istenmektedir. A lmanya Ruh rgas yardım edecektir. Hatta Shell, Fransız Total firması, ve BP’nin de bir boru hattı projesi vardır. Bunlarla Putin ilgilenmektedir. Hatta Irak Savaşı sonunda bütün bu projeler tekrar tekrar gündeme geldi. Finansmanları tartışılıyor. Hayata geçirilebilirler.
Irak’ta ABD’ye hayır diyen Putin diğer iki merkezle yakınlaşmaya, onların enerji tabanı olmaya ya da petrolüne pazar garantisi sağlamaya çalışmaktadır. Petrol çıkarmak kolay iş değildir. Hem çıkarımı hem de taşınması devletler arası işbirliğini gerektirir, ve de uzun dö
nemli antlaşmalar lazımdır. Petrol üzerindeki birlik aynı zamanda uzun dönemli bir stratejik birliktelik demektir. AB ve Japonya’ya Ortadoğu petrolüne bağımlılıktan soluk aldırmak demektir.
Hatta Putin bu stratejik işbirliği planlarında daha önemli bir adım daha atar ve petrolü Avrupa para .birimi Euro ile satabileceğini söyler. Ertesi günü dolar fiyatları düşer. Elbette bu ABD ile savaşı başka bir boyuta yükseltmek demektir. Altında başka önemli tehlikeler yatar. Petrolün Euro ile satımı AB parasının değerini arttıracağı için AB’nin ticaret olanaklarının altını, oyabilecektir. O nedenle de başka boyutta bir politika a- rayışmı gündeme getirir. Uygulansın uygulanmasın önemli olan Putin’in elindeki petrol gücünü ne kadar ABD politikalarından uzak tutmayı göze aldığını göstermektedir.
Yukarıda anlattıklarımızın ABD çıkarlarına ters düştüğünü söylemeye gerek yoktur. ABD Rusya’nın OPEC’ten uzak durmasını ister. Çünkü enerji tabanının böylesine iki gücün elinde olması tehlikelidir. Ayrıca buna AB’nin de taraftar olmayacağını eklemek gerekir sanırız. Ancak buna rağmen yaz aylarında Suudi Krallığı’mn ikinci adamı Abdullah, Moskova’da ağırlandı. Ve iki üike ortak politika ve çeşitii .bilimsel-teknik konularda işbirliği yapma kararı aldılar.
Fakat ABD’nin elindeki kozlar az değildir. Bilindiği gibi Çeçen gerillalarının saldırıları, Gürcistan’ın ve Azerbaycan’ın dış politikalarının altında ABD vardır. ABD şirketleri Azerbaycan ve Hazar Denizi petrollerini Rusya güdümünden kurtarmaya çalışmaktadırlar. Azeri petrolünün Türkiye üzerinden bir boru
ırak’ın rus petrollerine etkisi__
93 —
— yol
hattı ile Akdeniz’e aktarılmasına karşı Putin direnmektedir. Hatta Orta Asya’da Kazakistan’ın Kaşagan alanında 30 yılın en zengin petrol yataklarının bulunduğu söyleniyor. İtalyan Eni şirketinin başını çektiği, içinde ExxonMobil, Royal- Shell gibi şirketlerin bulunduğu bir konsorsiyum 20 milyarlık yatırım yapabileceğini söylüyor. Ancak gene Putin’in baskıları ile bu proje askıya alındı.
Sonuç olarak Rusya Irak Savaşı ile Rus petrolünü dünya pazarlarında ABD’den bağımsız pazarlama, ona Rusya çıkarları doğrultusunda kredi ve pazar bulma konusunda bir politika izlemeye çalışmaktadır. Ve bu konuda da epey yol kat edilmiştir. Şunu da hemen ekleyelim ki Rusya petrol kaynakları açısından 3. sırada gelmektedir. Ancak doğalgaz açısından ise bir numaradır. O anlamıyla petrol politikası beraberinde başka güçleri taşımaktadır.
Ayrıca Putin elindeki petrol ve doğalgaz gücünü kullanarak DTÖ ’ye girmek, sınırlarına kadar dayanan NATO tehdidine karşı durmak, ülkesinin petrol dışındaki alanlarda kredi bulmasını sağlamak ve araba sanayimden.gıda sanayiine yeni yatırım olanakları yaratmak için çalışmaktadır. Petrol politikasını bu doğrultuda bir raya oturtmaya uğraşmaktadır.
II. RUSYA’NIN İÇ DENGELERİ
Petrolün önemiRusya eski Sovyetler Birliği mirasını
devralmıştır. Yani onu ABD karşısında bir süper güç yapan silah, bilimsel-teknik gelişkinlik elinde kalmıştır. Ancak Rusya bunları birer birer yitirdi. Önce Bush ik
tidara gelip aralarındaki silahları dondurma antlaşması ABM’ye uymayacağını, kendisini tehdit altında hissettiğini söyledikten sonra Rusya silah konusunda ABD ile yarış etmekten vazgeçti. Yani Rusya artık silah sanayiinde bir süper güç değildir. ABD’nin tehdidi altında o- lanların silah alabileceği bir pazar değildir. Elbette Ortadoğu ve Güney Asya gibi alanlarda hala o günlerden kalan müşteri ülkeleri vardır. Ancak oraları da kaybetmektedir. Örneğin Hindistan Rus savaş uçaklarının eski bir müşterisidir ancak bunların son teknik donanımı için İsrail ile antlaşmak zorunda kalmıştır. Hatta ABD Hindistan’a koyduğu ambargoyu kaldırarak milyarlık ülkeye kendisi silah satmaya başlayacaktır. Yani Rusya tekniği Batı’nın gerisine düşmüştür. Rusya silah konusunda artık bir süper güç değildir. Ve de bu elbette uiusal gelirini ve ekonomik ayakta duruşunu etkilemektedir.
Bu konu ile bağlantılı olarak Rusya Sovyetlerden kalma bilimsel ve teknik konulardaki başarılarını da ileri götüre- memiştir. Bilim adamlarının çoğu Batı tarafından adeta kapışılmıştır. Boğaz tokluğuna çalışmak yerine bu adamların çoğu şimdi Batı laboratuarlarında çalışmaktadırlar. Yeninin yetişip yetişmediği bir yana beyin göçü her Üçüncü Dünya ülkesinin başındaki sorun değil midir? Rusya da artık böyle bir ülkeden farklı değildir. Hatta çeşitli kapitalist standart larla değerlendirildiği zaman sıradan bir Avrupa ülkesinin bile gerisinde sayılır. '
Sovyetlerin zaten çökmesine neden olan diğer sanayilerdeki geriliğine değinmeye gerek yoktur. Ancak o dönemdön zenginlik olarak elinde petrol, doğalgaz ve birkaç kalem maden vardır. Rusya e
__ 94
ğer ayakta durmak istiyorsa bu değerlerine iyi sahip çıkmak zorundadır. Rusya ayakta ancak bunlarla durmaktadır ve görünen odur ki bunlarla da kalmak zorundadır. Eğer petrolü ve doğalgazı olmasa Rusya’nın G-7’ler içinde, Filistin ve Kuzey Kore görüşmelerinde ya da BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olarak ne işi olurdu ki? Neden Bush’lar, Schrö- der’ier, Chirac’lar onunla zirve yapsınlar? Kısacası petroi ve doğalgaz kapitalist üretimin temeli olduğu için Rusya dünya politik sahnesinde dikkate alınması gerekli bir ülkedir. Sonuç olarak silah ve bilimsel teknik avantajını kaybeden Rusya için petrol ve doğalgaz hayati önem taşımaktadır. Ve de şimdilik tutunabileceği önemli değerleridir. O nedenle bunun kıymetini iyi bilmek, dünya güçler dengesinde bu kozunu çok iyi oynamak zorundadır.
Ayrıca Rusya elindeki petrol rezerv- eri açısından bakıldığında da bir Suudi
Arabistan ya da Ortadoğu değildir. Dev- et verilerine göre bilinen dünya kaynaklarının %12’sine, yabancı petrolcülere göre %5’ine sahiptir. Bu konuda kesin bir şey söylemek bilimsel olarak mümkün değildir. (Kaynak: SAIS Revievv, yaz ve sonbahar sayısı, s.4) Fakat doğalgaz konusunda bir numara olduğu düşünülmektedir. Henüz keşfedilmedik çok miktarda doğalgaz olduğu sanılıyor. Ancak doğalgaz biraz gelecekle ilgilidir. Doğalgaz nakli petrolden sorunludur ama son gelişen teknikler bu sorunu çözmektedir. Örneğin eksi 160 derecede doğalgaz donmakta ve son teknik donanımlı gemilerle sıvı olarak nakli yapılabilmektedir. Örneğin ABD şimdi Peru ve Bolivya’dan böyle sıvı likit gaz ithal etme projelerine girişmiştir. Ancak bu gemiler
liman ve deniz yolları güvenliği açısından başka sorunlar doğurmaktadırlar. Ama kısacası doğal gazın likit olarak nakli sorunu çözülmeyecek bir konu değildir ve gelecekte giderek artan bir şekilde dünya kullanımında yerini alacaktır. Petrol gelecekte doğalgazın dünya piyasalarında yerini almasında bir ön açıcı olarak da düşünülmelidir.
Rus petrolünün kendine özgü özellikleri de vardır. En başta Rusya’da petrol çıkarım koşulları Ortadoğu’daki kadar kolay değildir. Hesaplara göre Suudi Arabistan’da bir varil petrol çıkarmanın maliyeti 1-2 dolar iken Rusya’da 5-7 doları bulmaktadır. Petrolün bulunduğu Sibirya’da doğa koşulları çetindir. İkinci o- larak çöldeki gibi toprak üstüne yakın değildir, derinlerden çıkarmak gerekmektedir. Yani çıkarım kadar yatırım maliyeti de yüksektir. Üçüncü olarak petrolün çıktığı Sibirya dünya yerleşim merkezlerinden uzaktır. Yani nakliye sorunu denize nispeten yakın bir Suudi A- rabistan ya da İran gibi değildir. Hem de engebeli doğa koşulları başka sorunlar çıkarmakta, işi pahahlaştırmaktadır. Kısacası Rus petrolünün maliyeti diğer ül- kelerinkinden fazladır. Elbette bu belirli sorunlar doğurmaktadır. Dış pazarlarla rekabet koşullarına dikkat etmek gerekir. OPEC’in bir varil fiyatta yapacağı I dolarlık indirimin Rusya’ya maliyeti milyar doları bulur. Rusya dünya petrol politikasını çok iyi değerlendirmek zorundadır.
Petrolde m ülkiyet ve “Yeltsin Ailesi”
Bütün bu anlatılanlar iyidir de bir de Rus petrolü üstündeki mülkiyet ilişkilerine bakmak gerekir. Yani Rus petrolü
ırak’m rus petrollerine etkisi__
95
kimin mülkiyetindedir? Sovyetlerde bilindiği gibi özel mülkiyet yoktu. Yeksin döneminde 96’lardan sonra bir özelleştirme kampanyası başladı. Hızlı bir şekilde tüm devlet malları özel kişilere satışa çıkarıldı. Petrol kaynakları, çıkarımı çeşitli şekillerde özel kişilere devredildi. Bugün petrollerin %90’ı özelleşmiştir. Şimdi 300’e yakın kişi veya şirket, petrolü çıkartmak, işletmek yetkisine sahiptir. Geriye kalan %I0 da devletin elindedir. Var olan 4 rafineri ve boru hatları da devletin mülkiyetindedir. Doğalgaz ise Gazprom adında bir devlet şirketinin denetimindedir. (Rakamlar: SAIS Review, yaz ve sonbahar sayısı)
Belki petrol üzerinde 300 şirket vardır ama 3 özel şirket, Lukoil, Yukos ve Surgut I998’de çıkarımın %58’ini gerçekleştirdiler. Beş tane en büyük şirket ise %70’ini çıkartır. Yukos ve Sibneft’in birleşmesinden sonra da Rusya’nın en büyük şirketi kurulmuş oldu. Bunun parasal değeri 46 milyar dolar oiarak tahmin ediliyor. Bu hali ile de dünya petrol şirketleri arasında dördüncü sıraya oturuyorlar. Olaya rezerv açısından bakarsak bu şirket en büyük hisseye sahiptir. BP’nin hisse aldığı TNK ise 98 yılında ü- retimin %7’sini gerçekleştirdi, (rakamlar ay.)
Özetlersek Rus petrolünün %90’ı ö- zel şirketlerin elindedir. Ancak boru hattı ve doğalgaz devletin elindedir.
Petrolün özelleştirilmesi Rusya’ya özgü özellikler taşır. Sosyalizm yaşamış bir ülkede özelleştirme kolay olmamıştır. Bir kere bunun burjuva yasalarına bile sığan bir zemini yoktur. Değeri milyarlara varan bu değerleri hangi Rus vatandaşı alabilecek sermaye birikimine
— yol--------------------------------------------
sahip olabilirdi ki? Bu özelleştirmeler çeşitli hileler, yasadışı olaylarla gerçekleşmiştir. Örneğin devletten çok ucuza kredi alınmıştır. Ve de sonra ödenmeye çalışılmıştır. Hatta alın diye Yeltsin hükümeti üstüne neredeyse para vermiştir. O dönemlerde aman üstünüze geçirin, devlet malı kalmasın, kapitalist olalım, özel mülk olsun ülkemizde, ancak böyle kalkınacağız düşüncesiyle her şey birilerine verilmeye çalışılmıştır. Sosyalizm yangınından mal kaçırılmıştır sanki. Sahte evraklar düzenlenmiştir. Cinayetler işlenmiştir. Yani tam bir mafya, bir çeteler grubu bu mallan üstlerine geçirmişlerdir. Bunu o dönem Yeltsin’in çevresinde olan kişiler yapmışlardır. Kimisi eski KP üyesidirler. Kimisi genç komünisttirler. Arada akrabalar vardır. İşte bu nedenle de bunlara halk “Yeltsin Ailesi” ismini takmıştır.
“Yeltsin Ailesi” sahip oldukları şirketlerin denetimlerini yavaş yavaş ellerine geçirmişler, onları işletmeye başlamışlardır. Ancak bir şeye tepeden sahip olmayı becermekle onu yönetmek aynı şey değildir. Yönetmek başka bir bilim i- şidir. Petrol şirketleri bu dönemde daha gelişmişlerdir. 98 yılında yaşanan kriz ile rublenin değeri düşmüş ve petrol çıkarımındaki maliyet yüksekliğinin üstesinden gelinmiştir. İkinci olarak dünya piyasalarında petrol fiyatı yükselmiş ve Rus petrolü kar getirir duruma gelmiştir. Hatta şimdi Rusya ihracatının ve devlet gelirlerinin yarısını petrol oluşturur. Rus GSMH’sının 1/3’ü- gene petroldür. Bu durumda petrol şirketleri ülke içinde ö- ne çıkarlar.
Ancak “Yeltsin Ailesfnin meşruluğu bir sorundur. Mülkleri nasıl elde ettikleri herkesçe bilinmektedir. Tamam dev-
96
iet malları özelleştirilmiştir de bunun yarattığı değerler halklara yansıtılmış mıdır? Elbette değil. Halkın gözünde “ Yeksin Ailesi” nin 19. yüzyıl baronlarından farkı yoktur. Hatta onlar halka iş alanları yaratıyorlardı. Çelik değirmenleri, rafineriler, demiryolları yapıyorlar, yollar açıyorlardı. Bunlar ise sırf almaktadırlar. Halkın %70’i bunlara karşıdırlar. Özel mülkiyeti nasıl edindikleriyle ilgili sorgulama açılmasını istemektedirler.
Aslında olayı şöyle açıklamak gerekir. Halk özelleştirmeye umut bağlamıştır. Sosyalizmin kendilerini soktuğu koşulların nedenini devlet mülkiyetinde görüyorlardı. Onun için bu malların özelleştirilmesi ile yoksulluklarının azalacağını ve Batı seviyesinde kalkınacaklarına i- nanmışlardı. Evet, şimdi özel mülk de vardır ama neden onların mülkleri yoktur? Neden zenginler para içinde yüzerken kendilerinin karnı açtır? Demek ki bunun sırrı özel mülkiyette değildir. Şimdi ellerinde hiçbir şey kalmamıştır. Eğitimden sağlığına her şey özelleşmiş a- ma kendisinin eline geçen bir şey olmamıştır. Durumunda bir iyileşme olmadığını, aksine kötüye doğru gittiğini görmektedir. Bu nedenle özel mülkiyetin nasıl dağıtıldığıyla ilgili soruşturma yapılmasını istemektedirler.
Elbette bu “Yeksin Ailesi” üyelerinin tüylerini diken diken etmektedir. Bir an önce kendilerine yasallık aramaktadırlar. Petroldeki değerlenme ile birlikte kendilerini dünya petrol şirketlerinin aç bakışları altında bulurlar. Eğer ki yabancılarla işbirliği yaparlarsa mülkleri üzerindeki sahipliklerine bir dış destek bulacaklardır. Ve ayrıca böyie bir ortaklık şirketlerinin ihtiyacı olan yatırımlara kredi sağlayacaktır. Irak’taki direniş, O r
tadoğu petrollerinin denetiminin zaman alacağının anlaşılması, Rus petrol şirketlerine Batı’nın iştahını kabartmıştır. Ancak Batı hesap adamıdır. O da sormaktadır. Mülkiyetinin sizde kalacağının garantisi nedir, diye sormaktadır. Özel mülkiyetin yarın sorgulanıp elinizden geri alınmayacağının garantisi nerdedir? A- yak basacakları toprakların sağlam olması kapitalistler açısından çok önemlidir.
Öyle ya da böyle bu iş bir açığa çıkmalı, sağlam bir yasal sonuca bağlanmalıdır. İşler hızlandırılır. Irak’ta patlayan bombaların gümbürtüsü VVashing- ton’dan Paris’e, Tokyo’dan Londra’ya her yerde duyulmaktadır. Rus petrollerinin bir an önce başı bağlanmalıdır.
İç dengelerin zorlanmasıBu sırada iş çevrelerinin ünlü dergisi
Forbes dünyanın 100 en zengini içine 17 tane Rus koydu. Bunların başını Rusya’nın en zengin adamı olarak Yukos’un %42’lik hissesinin sahibi Khodorkovsky çekiyordu. Bütün Rusya’nın şaşkın bakışları arasında Khodorkovsky ve diğer bir avuç Rus zenginliklerini soyanlar o rtaya çıkıverdiler. Hepsi Batı yardakçısı olduklarını ortaya koymaya başladılar. Basın yayın organlarında kendi görüşlerinin propagandasını yaptılar, devlete ve Putin politikalarına meydan okudular. I- rak Savaşı’nda ABD yanında yer alınmasını istiyorlar, Putin’in Çeçen politikasına karşı çıkıyorlardı. Bu noktadan sonra yavaş yavaş iç savaş kızışmaya başiadı. “ Yeltsin Ailesi” o güne kadar dağınık o- lan saflarını birleştirmeye başladı. Aralarındaki işbirliğini arttırdılar. Ordunun e- linde olan silah sanayinin satışlarından gelen dövizlerin yattığı bankayı ellerine geçirdiler. Sonra dışarıdan gelen ilaçların
ırak’m rus petrollerine etkisi__
97
yol
denetimini aidıiar. Bu arada BP’nin TNK petroi şirketinden hisse senedi aldığı haberi bomba gibi patladı. Antlaşma herhangi bir anlaşmazlığa karşı İngiltere’ye ait Virgin Adaları’nda imzalanmıştı yani herhangi bir uzlaşmazlıkta İngiliz yasaları geçerli olacaktı vs. vs... Rusya, petrolü üstündeki yasallığı bile kaybeder duruma geliyordu.
Putin yandaşları bunlara karşı yasal işlemlere giriştiler. Tutuklamalar, sorgulamalar, işyerleri baskını, el koymalar, tehditler başladı. “Yeltsin Ailesi” nin bazı üyeleri dışarıya kaçtılar. Biri İngiltere, diğeri Yunanistan; Yukos hisselerinin ikinci büyük sahibi olan ise İsrail’e sığındı. Oralarda oturum aldılar. İngiltere’de o- lan milyonlarını ülkesinde iş alanı açmaya değil oranın bir futbol kulübüne yatırdı. Dışarı kaçmak isteyenler ellerindeki malları ucuza satışa çıkardılar. Putinciler zaten böyle olsun istiyorlardı. Bunlar ya içeri atılmalı ya da dışarı kaçmalıydılar. Şimdi de savcılık tutuklama emri çıkardı. Dış ülkelerden isteyecekler.
Oysa Khodorkovsky daha büyük oynuyordu. Diğer bir özel petrol şirketi Sibneft’le birieşerek dünyanın dördüncü büyük petrol tekeli olmasının gerektirdiği de belki buydu. Arkasını ExxonMobil şirketine ya da Bush hükümetine dayamanın verdiği bir rahatlık da vardı bekli de. Şirketin baş yöneticisi birkaç kez Moskova’ya Khodorkovsky’i ziyarete geldi. Onunla Yukos’tan hisse alması konusunda konuştular. Arkasından diğer önde gelen ABD petrol şirketi Chevron da Yukos’a ilgi duyduğunu a- çıkladı.
Khodorkovsky sonradan yalanlaşa da siyasete atılmak istediğini söyledi. Zaten
petrol üstünde oturunca başkası da beklenemezdi ya. Ancak klasik bir politikacı gibi davranmıyordu. Onu genellikle ABD’nin Rockfeller’ına benzetiyorlardı. Ayrıca onun 30 yılda yaptığını Khodorkovsky 3 yılda hatta 3 ayda yapmaya çalışıyordu. Çok iyilik severdi. Rus geleneğine bağlı kalarak Bolşoy Balesi’ne değil, Batı’daki örneklerine uyarak HIV hastaları, sivil topium örgütlerine yardım ediyor ve demokratik, açık bir toplum kurulmasına milyonlar yatırıyordu. Gençlerle bağlantıya girdi. Onlara internet siteleri açtı.
Khodorkovsky bu derece “ kahramanlık” gösterince Batı da kendisine destek veriyordu. Yine ABD şirketi Moody, Rusya’nın yatırım değerlendirmesindeki yerini 2 derece yükselttiğini, yabancı yatırım için koşulların düzeldiğini açıkladı. Arkasından Rusya’ya giren yabancı yatırım miktarında artma olduğu söylenmeye başladı. İlk kez Rusya’ya Çin’e olduğu gibi yabancı yatırım girmeye hazırlanıyor dendi. Öyle bir hava estirildi ki sanki herkes artık Rusya’ya yatırım yapmak istiyordu. Rusya güvenliği yükselmişti. Şimdiye kadar özel sermaye yeniden bir millileştirme olur diye korkuyordu ama artık korkmaya gerek yoktu. Öyle ya BP girmişti. Şimdi de ExxonMobil sıradaydı. Hatta Fransa gıda şirketi sanayi meyve suyu ve doğal su üretecekti. Başkaları da düşünüyorlardı. Ülkeye yılbaşından beri giren döviz miktarı ilk kez ülkeden kaçandan daha yüksek oldu dendi. Yani Batı demeyelim de ABD Khodorkovsky’e destek veriyordu. Yukos karşılığında sanki Rusya’ya kapitalizmin bir türlü ardına kadar açılmayan kapısı açılıverecekti.
Khodorkovsky daha da yüreklendi,
__ 98
Putin’in politikasına karşı olan liberal parti Yabloka ve Sağ Güçler Birliği’ni seçim arifesinde desteklemeye, para yardımı yapmaya başladı. Komünist Parti içinde iki tane adayı da yanına aldı. Anayasada bazı maddeler mutlaka değiştirilmeliydi. Petrol konusunda devletin aldığı bazı kararlara ters düştü. Petrolün vergilendirilmesi, ihracata kota getirilmesi, hepsi istemediği yasalardı. Bunları değiştirmek gerekti. Hele hele doğal kaynak- arda yabancı mülkiyetinin yasaklanması /asası derhal kalkmalıydı. Duma’da bu •tararlar alınırken, kendisine bağlı miilet- - akillerinin cep telefonları ile Khodor- ovsky’den talimat alması ortalığı İyice cin çarpmışa döndürdü. Tüm tehditlere rağmen Khodorkovsky kaçmıyordu. Sonradan anlaşıldığı gibi içeri alınmanın doğuracağı sakıncalara karşı yasal hazırlıkları yapmıştı. “ Gelin gücünüz varsa beni tutuklayın” diyordu adeta. Ve de tutuklandı.
Khodorkovsky’nin üstünde şimdilik 7 suç duyurusu var. Bunun zamanla yükselmesi olası deniyor. I milyarın üstünde vergi kaçırma, sahte belge düzenleme, doğum günü armağanı olarak bir rakibinin öldürülmesi, çevre kirletme, tarihi eserlere yasaların gerektirdiği önemi vermeme vs. vs... Bir kapitalisti suçlamak için gerekçe bulmakta sıkıntı mı çekilecek!
Herhalde Yukos şirketi de sıkıntı çekmeyecektir şeflerinin içerde olmasından. Daha önce planlandığı gibi Yu- kos’un başına bir Amerikan vatandaşı geçirildi. 5 kişilik yönetim kurulunun da ikisi Amerikalı. (Khodorkovsky sık sık Amerika’yı çok sevdiğini söylüyordu.) Şirket’in Khodorkovksy’e ait olduğu söylenen %42 hissesi devletçe dondu
ruldu ama bunun yasallığı tartışılıyor. Şirket şimdilik günlük üretimini yapıyor. Her ülkede Khodorkovsky’nin avukatları var. Kanadalı olanlar tutuklamanın kalkması için BM İnsan Hakları Mahkemesine başvuracaklar, Avrupalı avukatlar AB mahkemesine gideceklerini açıkladılar. Dışarıdan destek aranıyor. Putin despot bir rejim kuruyor, Rusya G- 8’lerden çıkarılmalı, Çeçenistan’da katliamların suçlusu olarak Putin yargılanmalı, Rusya anti-semitizm yapıyor, İsrail’e düşman çünkü Yukos’un ikinci büyük hissedarı İsrail köklü, (İsrail bu tü r işlerle dövüşmekte uzmandır), ambargo konulsun, Rusya’ya baskı yapılsın vs. vs. deniyor. Ama çok fazla da dıştan baskı gelirse Khodorkovsky’nin durumunun daha kötüleşeceği söylentileri de var.
Finans kapital özelliği ve SilovikiKhodorkovsky’nin şimdi tutuklanma
gerekçesi olan suçlar elbette yeni işlenmiş değildir. Herkes Khodorkovsky’nin siyasete atılmaya kalktığı, hatta siyaset yaptığı için tutuklandığını biliyor. Yaptığı siyasetle Putin’i eleştirmiş ve ülkeyi petrol kaynaklarına dayanarak ABD arkasına çekmeye ya da Putin politik hattından farklı bir çizgiye çekmeye çalışmıştır. Ancak siyasete atıimak neden bir suç olsun? Ayrıca bu bir vatandaşlık görevi değil midir? Başka fikirde olmak demokrasilerin gereği değil midir? Rusya’da başka bir şeyler vardır.
Putin Yeltsin’den farklı bir çizgidir. Onun politikalarının yanlışlıklarından ders almıştır. Yeltsin I. Körfez Sava- şı’nda birden Saddam saflarından yer değiştirip ABD saflarına geçti. Ve de yıllarca kaybettiği pazarın kendisine verilmesini bekledi. I. Körfez Savaşı’ndan bizim
ırak’ın rus petrollerine etkisi__
99
__yolÖzal gibi eli boş döndü. Yıllarca Batı’nın vaat ettiği kredilerin gelmesini bekledi. Gelmediler. Ve Yeitsin Belgrad bombardımanı sırasında Sırbistan’ın yanında davranmak zorunda kaldı. Batı kapitalizminin kurallarını belki de anlamış olarak koltuğu Putin’e devretti.
Putin daha bağımsız bir dış politika hattı çizecekti. Ayrıca içeride başını almış giden eyalet valilerini kendisine bağladı. Devletçiliğin elini yavaş yavaş güçlendirdi. “Yeitsin Ailesi” bu politikalardan çok huzursuzdu. Acaba kendi özel mülklerine de bir gün sıra gelecek miydi? Putin bunlarla bir toplantı yaptı ve şöyle dedi. “ Eğer siyasete karışmazsanız özel mülkiyetin yasallığı soruşturmasını açmayacağız.” Yani Putin şunu diyordu: Mülk sizde kalsın ama idaresi ya da koltuk bizde olacak.
“ Mülk sizde kalsın ama idaresi bizde olacak” demek ne demektir? Bu “ Yeitsin Ailesi” ya da oligarşi denilen zengin mülk sahiplerinin bizim anladığımız fi- nans kapital güçlerinden farkını ortaya koyar. Bilindiği gibi kapitalizmin özel girişimci döneminde ancak kapitalizmin rekabet ilişkileri vardır. Kapitalist kendi girişimciliğini para babalarından aldığı kredi ile üretime sokar. Ve bunlar kapitalizmin tekelci aşamasında finans kapital güçleri haline gelirler. Zaman içinde devlet kadroları ile çeşitli işbirliğine girerler. Gerek kan gerek meta bağı ile bir yumak oluştururlar. Artık iktidar gücü, para ve metalar bunların olur. Onları birbirlerinden ayırmak zorlaşır. Örneğin bugün Bush bir petrol şirketinin adamıdır. Irak’ta böyle bir savaşa girmek petrol çıkarlarını korumak ve geliştirmek içindir.
Ancak Rusya’daki gelişim böyle değildir. Rusya’da var olan devlet mallarını ö- zel mülkiyetlerine geçirerek tepeden bir finans kapital oluşmuştur. Devlet kadrolarında oturanların bazısı mülklerin sahipliğini almıştır ya da bu alma hakkını birilerine vermiştir ama aradan geçen süre henüz bu iki kesimin normal finans kapitalde olduğu gibi birbiriyle kaynaşması ve kemikleşmesi tamamlanmamıştır. Ve mülksüz olanlar sadece iktidar güçleriyle mülklerden pay almaktadırlar. Ve eğer bu haklarını devrederlerse yani iktidardan giderlerse ellerinde bir güç kalmayacaktır. Onun için Putin böyle bir şart koşmaktadır. Mülk yasallığını sorgulamayacağız ama ondan pay almaktan da vazgeçmeyeceğiz, koltuk bizde kalacak demektedir. Rusya’nın çarpık kapitalizmi ve tepeden konma finans kapitali halkların soygununda böyle bir işbölümü ya da soygun işbirliği içindedir. Yani şunu vurgulamak gerekir ki Putin hiçbir davranışında bizim anladığımız anlamda bir özel mülk karşıtı değildir. Hiçbir şekilde bir adalet anlayışı içinde değildir. Onun için de Batı’ya millileştirme yapılmayacağı sözünü sık sık vermektedir.
Putin’in temsil ettiği iktidar güçleri bu pis işleri gören, gerektiğinde bundan pay alan, hatta bunların yasal düzenlemesine ortak olan kesimdir. Hemen ekleyelim bu grup statik bir grup değildir. Sayıları sürekli olarak artmaktadır. Rusça’da bunlara Siloviki denilir. Ordu, eski KGB görevlileri, savcılar ve kolluk kuvvetleri içinde yer alırlar. Bir devlet gelenekleri vardır. İçgüdü olarak devlet içinde var olurlar, devlet korunması içinde kendilerini güvenlikte hissederler. Devletçilik ile geçimlerini sağlarlar. Onun i- çin bunlar açısından Rus devletinin genel
__ 100
çıkarı kendi çıkarları ile bütünleşmiştir. Özel mülkiyetin çıkarını da bu çıkarın i- çinde görürler. Onlar için açıkçası para değil “ koituk” önemlidir ya da “ koltuk” , paralarının kaynağıdır. Bu anlamı ile de politikayı tekellerinden kesinlikle bırakmak istemezler.
Khodorkovsky’nin ya da “Yeltsin Ai- lesi” nin politika yapması bu nedenle gayri resmi olarak ya da Rusya’daki kapitalizmin kendine özgü ilginç gelişimi nedeniyle zımnen “ yasaktır” . Yaptıkları taktirde ya ülke dışına sürülecekler ya da i- çerde tutuklanacaklardır. Fakat bu daha ne kadar böyle sürecektir? Kapitalist koşullarda görüldüğü şekliyle finans kapital zümresi kendi siyasetçilerini yetiştirip ya da var olan koltuklularla kan bağı içine girdikçe bu işler de herhalde o rtadan kalkacaktır. Ancak Rus kapitalizminin acaba o kadar yaşamı olacak mıdır, sanırız sorun buradadır.
Gelecekte neler olabilir?Amacımız burada fal açmak değildir.
Sadece Rus petrolleri açısından bu gelişmelerin neler getirebileceğine kısaca değinerek yazımızı bitirelim. Yukos şirketinin yeni başkanı illa dış şirketlerle birleşmek zorunda değiliz diye bir açıklama yaptı. Yani aslında bu Khodorkovsky’nin sanki tutuklu kalmaya devam edeceğinin açıklanmasıydı. “ Evet, Yukos şirketi böyle kendi başına dış bağlantılara gitmekle, bu doğrultuda politikalar yapmakla yanlış yapmıştır. Biz yenilgiyi kabul ediyoruz. Rus yasalarına göre davranacağız. Devlet politikalarına uyacağız.” Bunlar söylenmek istemektedir kapalı laflarla,
Öte yandan ExxonMobil şirketleri de dolaylı olarak açıklama yaparak tu
tuklama olayının yatırım yapma isteklerini ortadan kaldırmadığını söylediler. Yani bu şirketlerin Khodorkovsky’nin tutuklanmasına rağmen Rus petrolü ile ilgileri vardır.
Zaten bunun aksini düşünmek saçmalık olurdu. Petrol üreten diğer ülkelere bakalım. Suudi Arabistan’da ABD ve diğer Batı şirketleri krallık ile bağlantı içinde değiller mi? Onunla işbirliği içinde petrolleri sömürmüyorlar mı? Nijerya’da petrol zenginliğinin üstüne o turmuş sözde bir iktidar yok mu? Venezüella petrolleri devlet elinde değil mi? Batı neden Rus petrollerinin devlet elinde olmasından gocunsun? Zaten işin yakışanı da budur. Dedik ya, petrol kapitalist üretimin kanı, canıdır. Çıkarımı zordur. O nedenle de devlet ve devletler arası politikalar ister. Onların garantisini ister. Rus petrolünün devlet elinde olması da çok yadırganacak bir şey değildir. Sorun bunların açıklığa kavuşmasıdır.
Ancak arada elbette farklılıklar olabilir. Örneğin Venezüella’nın Chaves’i petrol üstündeki sömürüden halkının da pay almasını savunur. Suudi Krallığı gibi kendi cebine indirmek amacı gütmeyebilir. Ya da bir Saddam kendi politikaları Batıya ters düştüğü için Batı tarafından lanetlendi ve petrol üstündeki denetiminden alınmak istendi. Libya lideri Kaddafi paçayı zor kurtardı. Yani Batı petrol şirketleri kendilerinin suyuna gidebilecek, sömürülerini azami şekilde arttırmaları karşısında durmayacak ve istedikleri dünya güçler dengesine o- turtmada yanlarında olacak kişilerin petrolün denetimini almalarını isterler. Bu açıdan da Yukos lideri Putin’den daha çok işlerine gelirdi. Ama olmadı. Rus petrollerinin geleceğinin ne olabileceği
______ırak’m rus petrollerine etkisi___
101
nin ortaya çıkması için de belki Khodor- kovsky’i harcadılar. Petrol uğruna ne savaşlar verilmiyor ki. Angola’da, N ijerya’da, Sudan’da binlerce kişi öldü, ölüyor. Rusya’da da petrol üzerindeki iktidar savaşı böyle bir yumuşak geçiş yapma sürecinde. Olaylar henüz bitmedi. Ancak şurası açık ki şimdilik Rus devletçiliği zafer kazandı. Petrol şirketleri şimdi Putin ile onun daha devlet çıkarlarını kollayan genel politikaları çerçevesinde işbirliğine girecekler. Ayrıca bu işte ABD’nin daha çok parmağı vardır. Ortadoğu’da girdiği riskler bu uğurda kendisine karşı yürütülen politikalara karşı petrol ülkesi Rusya’yı yanında tutma çabasını gösteriyordu.
SONUÇ
Irak Savaşı dünya güçler dengesini değiştirdi. Savaşın asıl altında yatan O rtadoğu petrolü olduğu için de Rus petrolü daha bir önem kazandı. Ancak görülen odur ki ABD yalnız Ortadoğu’da hakimiyeti kaybetmekle karşı karşıya değil, aynı zamanda Rus petrollerinin kendi çıkarları doğrultusunda bir politikaya oturması olasılığını da göğüslemek zorunda. Yanlış hesap Bağdat’tan dönüyor. Ancak tam döndüğünü söylemek zordur. Çünkü bu politikaların hiçbiri halkların petrol çıkarlarını hesaba alan politikalar değildir. Hep petrol üstünde çöreklenmiş bir avucun çıkarlarıdır söz konusu olan. Irak petrolleri uğruna binlerce suçsuz insanın kanı akıyor. Ortadoğu şeyhleri bir gün intihar arabalarının saraylarına çarpması korkusu ile yatıp kalkıyorlar. Rus petrolleri özelleştirmesinden bir avuç zenginleşti ama halklar açlıktan, soğuktan ölüyorlar. Ya A fri
— yol--------------------------------------------
ka’ya ne demeli. Güney Asya’da Endonezya petrolleri halklara refah mı getirdi? Venezüella’da Chaves kaçıncı ABD komplosu ile yüz yüze? Afrika kıtasında Nijerya, Angola, Sudan’da akan kanlarla göller dolar. O nedenle daha petrol ü- zerindeki güçler dengesi çok çalkantılara gebedir.
15 Kasım 2003
Hasan Oğuz
GÜNÜMÜZ İNSANININ DÜŞÜNCE ANTİNOMİLERİ ÜZERİNE GÖZLEMLER-11
(21. Yüzyılda İnsan ve Felsefe)“Köktenci olmak meseleyi kökünden kavramak meselesidir.Ama insanın açısından kök insanın kendisidir ”(Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi)
GİRİŞ
Öncelikle bu yazıda dikkat edilecek birkaç hususu belirtmek istiyorum. Bu değerlendirmenin özü, günümüz insanının yaşamış olduğu serüvenin kısa bir tanımını vermeyi amaçlıyor. Ancak tanımlar her zaman özdeş ve ortak bir anlatımı ifade etmezler. Onlar aynı zamanda pratiğin kendisi de değildir. Ama yine de kavramlar veya tanımların kendisi, yaşamın çelişkisi içindeki anaforların ürünüdür ve onun üzerinden tanımlanırlar. Bu ne kadar zorunlu bir durum ise, nesnel yaşamın ortaya çıkardığı sonuçları senteze götürmenin, dolayısıyla belirli felsefi tanımlara oturtmanın zorunlu bir gereksinim olması da o kadar doğal ve kaçınılmazdır. O halde bu tarih sürecinde oluşan insanın veya insana ait olan bu yaşamın, bir noktadan sonra felsefe ile bağını kurmak, aslında bu yaşamın gerçek anlamda izah edilmesinin kaçınılmaz bir yoludur. Çünkü insana ait bir nesnelliğin izah edilişi, bir yerde insan özgürlüğü ve mutluluğu için zorunlu olan politikanın da dar geçitlerden kurtulması demektir.
Buradan hareket edersek şunları
söylemek zorunda kalırız; bu izah tarzının nedeni uzun bir tarihi süreçten geçen sosyalist hareketimizin, özellikle I2 Eylül sonrasından bu yana, neden toplumsal bir hareket düzeyine çıkamamış veya neden değişim gücünü yitirmiş olması ile ilgili sıkıntılar veya yaşanan kırılmalar, en genel anlamda gündelik olan palyatif arayışlar içindeki çözümlerden ve paradigmalardan çıkarılmıştır. Kimimiz sorunu örgütsel olarak, kimimiz felsefe bağından kopuk soyut bir politik sorun olarak, kimimiz de çalışma tarzı veya mücadele biçimleri gibi sorunlarda aradık. Bunların kuşkusuz hepsinin bir rolü olmadı diyemeyiz, ama yapının var oluşundan hareketle, politika yapma tarzının uzandığı bütün yapısal çerçevelere kadar, bilinçli veya bilinçsiz olarak görmezden geldiğimiz nokta, devrimci felsefenin / praksis felsefenin bu ana yapıdan soyutlanmasında veya kopartılmasında bulmuştur kendini daha çok. Yani süreçte her şeyin temeli olan insan ve onun felsefe ile bağı, adeta görülmez bir kuşkuculuk içinde oluşmuştur. Kuşku yok ki felsefeye yaklaşım, bütün idealist felsefecilerin yapmış olduğu gibi, kuramsal olarak, nasıl ki ekonomiden, nesnel
103---
süreçlerden, genel düzeyde söyleyecek olursak altyapı süreçlerinden kopartılarak salt tinsel (düşünsel etkinliklerin toplamı) düzeyde tasarlanan bir alan o- larak görülmüş ise (ki bu sınıfsal kurtuluşun kuramsal temellerini, politika ile birleştiren praksis felsefe olarak tasarlanan Marksizm’in özünden ayrılışının da esef verici bir kopuşudur), bizde ise bu durum, hemen hemen aynı temel mentalité üzerinden ele alınmış ve böylece kuramsal temel, görünüşün bir ürünü o- larak sosyalist politikanın soyut bir temeli yapılmıştır. Başka bir deyişle felsefemiz, politikanın içinde vücut bulan anlamı, rolü ve işlevi adeta anlamsızlaştırı- larak, işlevi olmayan bir role büründü- rülmüştür. Devrimci felsefe, politika elbisesinin üzerindeki bir yılbaşı süsü gibidir adeta.
Bütün kuramsa! düşünceler, mutlak şekilde nesne! yaşamın pratiğinden üretilirler. Bu anlamda maddeci felsefe, bu pratiğin işlevliliğinin veya işlevsizliğinin a- çıklandığı materyalist bilgi teorisidir. Tarihin deneysel süreçlerinin toplam sonuçlarının, insan beynindeki sentezidir.
Benim yaklaşık otuz yıiı aşkın bir sürecin deneysel birikimlerinden çıkardığım ya da deneysel serüvenimin ortak dersi olarak toparladığım sonuç şudur; sosyalist hareketimiz, Marx’tan bize u- zanan derin bir materyalist (elbette diyalektik) felsefe temeline karşın, bu felsefi temel, aynen ezberci Türk eğitim sisteminde olduğu gibi (herhalde bu eğitim sisteminin, sosyalist kadroların bilimle, dolayısıyla politik süreçlerle ilişki- lenmesinde ve biçimlenmesinde aynı düzeyde derin bir etkisi olsa gerektir), politik çalışmalarımızın esinlendiği, vücut bulduğu, değiştirici pratiğin kendi özünü
— yol---------------------------------------------
politikaya yansıtan bir olgu olmaktan çıkartılmasına yol açmıştır. Özellikle 12 Eylül’den sonra bu durum, dergi sayfalarında baştan savma günü kurtaran bir i- ki yazı ya da sözden öteye geçmeyen, a- ma asla pratik politikayı beslemeyen, o- nun içine işlemeyen, dolayısıyla bir konum kaybına yol açan bir sürecin mahkumu olmuştur.
Sınıf, devrim, başkaldırı, halk savaşı, strateji, taktik, kadro, örgüt vs. gibi bir dizi tanım, ülkemiz sosyalist hareketinin üzerinde durduğu ve sık kullandığı kavramlardır. Ancak kavramlar hiçbir zaman pratiğin kendisi değildir. Onunla özdeş kılınamaz. Özdeş kılma, sokağa çıkan ve idealleri olan işçi, emekçi, aydın, kültür adamı veya sosyalist kadro... ne derseniz deyin, sonuçta insan başlığı altında toplanan bir canlı varlıkta anlam bulur. Dolayısıyla onların eylemini, değiştirme iradesini bilinçli kılmasını gerektirir. Oysa bu variık kendi öz niteliğini yitirmiş bir aşamaya gelmişse, sosyalist hareket sık sık kırılmalar yaşıyorsa, bu kırılmaların temel öznelerinden birisi sınıftan örgüte, örgütten tekrar sınıfa geçişlerde referansları dağılmışsa, başka nedenleri göz ardı etmeksizin sorunun özünde, yani temel özne dediğimiz insanın kendisinde bir sorun varsa, sosyalist hareketimiz temelde ciddi bir sorun ile karşı karşıya bulunuyor demektir. O zaman materyalist felsefe, bu sorunu izah etmek zorundadır, başka bir deyişle felsefeyi yeni baştan insanın temeli yapması demektir bu. Böylece hareketimiz, bu derslerin toplamından politik bir yol haritası çıkarması anlamında, bu onun varoluşunun olmazsa olmaz koşulu da demektir.
Bu çalışmada ilk amacım şu oldu; bu-
__ 104
rada insan ile felsefe ilişkisinden hareketle, politik bir felsefenin dönemsel o- larak karşılaştığımız sorunların çözümlenmesindeki rolünü ele almaya çalıştım. Elbette bunu yaparken önemli gördüğüm bir dizi sorunu gündelik anlamından kopartmadan irdelemeyi amaçladım. Bununla neyi amaçladığımı bir iki cümleyle aktarayım. Burada iki şeyi bir arada yaptım; bir yandan çok uzun bir zamandan bu yana unuttuğumuz veya bize şu veya bu şekilde unutturulan, maddeci felsefenin insan özüne ilişkin kuramsal tartışmalarını, idealist felsefenin düşünce boyutları ile karşılaştırarak ele alırken (ö- zellikle genç arkadaşlarımızın buna yoğun bir gereksinimi olduğunu bildiğim i- çin), diğer yandan ise, 21. yüzyıl insanını felsefe bağı ile birlikte, ama gündemdeki politik sorunlarla birlikte tanımlamaya çalıştım. Bunu yaparken hem Marksizm’in özünü yeniden işlemek zorunda kaldım hem de günümüzün temel sorunu olan insanın bozulmasını, emek bağı ve düşünce antinomileri ile birlikte tartıştım. Doğanın yıkımı ile insan yıkımı a- rasındaki ilişkinin anlamı, yabancılaşmış emeğin insan özünü nasıl bozduğunu, kültür ve sanatın günümüzde sermayenin elinde bize karşı nasıl kullanıldığını, postmodern insan kavramı ile nasıl bir i- deolojik savaş açıldığını, zaman ve mekan kavramı ile anlatılmak istenen özün ve biçimin değişken karakterini, bir yazı sınırları içinde analiz etmeye çalıştım. Bu yazının ana temasının, insanı insanlıktan çıkaran kapitalizmin gerçek özünü tekrar tekrar açığa çıkarmak olduğunu asla unutmamak gerekir. Zaten sorunlar hep bunun üzerinden işlendi.
Yazının ilk bölümü bu temel kavramlara ayrılırken ikinci bölümü postmo-
dern ideolojinin insan tanımından yola çıkarak, bu düşünce eskisinin gerçek ö- zünü açığa çıkarmayı, böylece kültür ve sanat boyutunu ele almayı amaçladım.
Bu çalışmayı bütün sosyalist yol arkadaşlarımın eleştirisine sunmaktan dolayı derin bir kıvanç duyacağımı belirtmek istiyorum.
I. BÖLÜM
Felsefenin, doğa ve insan ile ilişkilerinde çözülmesi, çözümsüzlüğün çözümü demektir.
I. Bugünün dünyasında tepesi üstünde duran insan, cam fanusta mı yaşıyor?
Herhangi bir düşünce ne kadar doğru olursa olsun, oluşan bu düşünsel yapılar bir yerde içinde bulunduğu çağın nesnel koşullarından bağımsız değildir ve onun bir sonucu ve görüntüsü olarak ortaya çıkmıştır. Sanıyorum bugünün en sorunlu yanı da burada ortaya çıkıyor. Bugünkü dünyada idealler, sözler, insana ait değerler ve ilkeler anlamını gerçekten yitiriyor mu? Tarih zamandan kovulan bir olguya mı dönüşüyor? Politik veya düşünsel emek neden maddi bir güce dönüşmüyor? İnsanı insanlıktan çıkartan bütün nesnel koşullara rağmen, canlı varlıklar içinde en gelişmiş beyne sahip olan insan neden bu süreci tersine çeviremiyor? O halde bu varoluş biçimini, çağımızın bu düşünce akımları içinde nasıl izah etmek gereklidir?
Hiç kimse bugün bu ve buna benzer soruların anlamsız olduğunu düşünemez gibi geliyor bana. Çünkü içinde yaşadığımız toplumsal-nesnel bütün izdüşümler, insanın manevi varlığını da belirleyen bir
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
105
dizi kırılmanın içinden geçerek şekilleniyor.
Doğal olarak bu yolculuk bizi insan denilen varlığın, 21. yüzyıldaki evrimini birlikte tartışmaya götürür. İnsan tarafından belirlenen siyasal gerçekler ile yine insanda billurlaşan aklın, dolayısıyla düşünce yapılarının arasındaki kopuşun nedeni izah edilmeden ilerlemenin gerçekleşmesini öngörmek zordur. Başka bir yanı ile ilerlemenin kriterleri ile aydınlanmanın rasyonel yıkıcılığı arasındaki ilişki ve bağ, dolayısıyla bu bağ ve ilişkinin ortaya çıkardığı sorunlar, özünde insanın yaşadığı toplumsal krizin de bir göstergesi gibidir. Buradan ideolojilere, politikaya ve kültüre uzanırız. Kriz ile a- nılan bu sorunlar, karşımıza zorunlu olarak uzun ve meşakkatli bir yolu çıkartır. Bugünün en büyük açmazı işte bu kopuş ve paradigma noktasında toplanmıştır. Dolayısıyla bu sorunların çözümsüzlüğü, hepsinin de temeli olan insanda ve insanın varoluş biçiminde düğümlenmiştir. Biri çözülmeden diğeri çözülemez, ama diğerinin çözümsüzlüğü ötekinin de çözümsüzlüğünü gösterir. A rtık çözüm gibi görünen bütün olgular özünde çözümsüzlüğün bir gölgesi gibidir. Görülemeyen ve karanlıkta kalanın sis perdesi olarak... O nedenle diyebiliriz ki bugün i- çin Batı’nın burjuva rasyonelliği veya rasyonel akıl çökmüştür.
Özellikle 18. ve 19. yüzyılda bütün kırılmalara karşın insanın düşünsel yapısı, insan için oluşan ilkelerle birlikte var oluyordu. Başka bir deyişle bu, insanı insan yapan ortak değerler ile birlikte ele alınıyordu. Yani özne ile nesnenin veya düşünce ile varlık ilişkisinin kuramsal a- çıklamaları olarak tarih sahnesine yansımıştı. Dolayısıyla bu önceki çağların yı
— yol--------------------------------------------
kıntıları üzerinden şekillenmişti. Haklı o- larak klasik bütün felsefi akımlar, aklın bu fenomeni üzerinde durmuşlardı ve bu anlaşılır bir noktaya da işaret ediyordu. Özellikle bu durum 19. yüzyılın en canlı ve yoğun tartışmasına işaret eder. Elbette aşağıda ele alacağım gibi buradan farklı yorumlar da çıkarılacaktı. Ne yazık ki filozofların büyük bir kısmı idealizmin durağında mola verirken, bir yerde gerçeğin bu gölgesinde yok olup gitmekten kurtulamadı.
Bugün için bir dönem ile birlikte 21. yüzyılda, insanın tarihi olarak yarattığı ilkesel değerler ile somut ve gerçek olgular arasındaki kopuş veya çelişki, insanın varoluşu için ciddi bir kaos durumuna i- şaret etmektedir. Bu kopuş veya bu çelişkili varoluş, bugünkü dünyada bir zamanlar için belirtildiği gibi “ ...tepeden tırnağa ters çevrilmesi gibi, daha geniş bir anlamda, dünyanın tepesi üstüne kurulduğu dönem oldu” diyen Engels’i a - deta haklı çıkaran bir tarihsel gerçekliğe dönüşmüştür. (F. Engels, 1975:62)
İşte bu gerçeklik madalyonun iki yüzü gibi, hem olumsallığı hem de olumsuzluğu birlikte barındırması anlamına gelir. Egemen olan olumsuzluklar dizimi, umudun olumsallığını da tetikleyen neden olarak ortaya çıkmaktadır. Görülmesi gereken esas nokta burasıdır sanırım. Ben bu olumsuzluklardan nasıl olur da olumsallığa geçişi başarabiliriz sorusunun cevabını aramanın, işimizin esas yanı olduğunu unutmamak gerektiğine i- nanıyorum.
Dünyamız şimdilik değiştirmeye yeteneksiz olduğumuz bir siyasal çağdan geçiyor. Adeta tarih zamandan dışlanmış bir görüntü verir gibidir. Engels’in de
106
belirttiği gibi “ insanlar adeta tepesi üzerinde kurulmuş bir dünyada” cam fanus içinde yaşıyorlar. Bu noktada eğer insanı insan olarak var eden düşünsel / felsefi devrim başarılamazsa, siyasal devrimin hemen hemen hiçbir başarı şansı da olmayacaktır ve bu durum uzun bir tarihi sürece doğru kayabilecektir. Dolayısıyla bu böyle devam ederse, tepeden tırnağa ters çevrilmiş bu dünyayı, ne yeniden kendi ‘insancıl’ doğası üzerine oturtabiliriz ne de cam fanus içine hapsedilen insanlığı bu fanustan çıkarabiliriz. Bunun i- çin merkeze insanı alan ve bu sorunu yeniden tanımlayan bir felsefi / düşünsel devrim atılımının olmazsa olmaz koşulu buradan çıkar.
Gerçekten bazı deneyleri incelediğimizde, bu sürece paralel düşen örnekler bizim için de tarihsel bilincin yeniden hatırlatılması, dahası öğretici konum kazanması anlamında önem taşırlar. Mesela 19. yüzyılda Almanya’nın veya Rusya’nın (başka örnekler de verilebilir a- ma), üzerinde konuştuğumuz siyasal gerçekler karşısında, bir yerde felsefi- düşünsel devrimlerini başarmış olmaları, siyasal devrimin de önünü açan bir süreci yaratmıştı. Dinsel felsefenin eleştirisi üzerinden inşa edilen modern felsefe, nasıl ki klasik anlamda idealist felsefeyi yarattıysa, ama unutulmasın ki onun e- leştirisi üzerinden de maddeci felsefe doğmuş oldu. Aynı şekilde kültür ve sanat eylemi de, bu felsefi devrimin doğal bir sonucu olarak, devrimci kalkışma i- çin tarihi bir rol oynayabilmesini sağlamıştı. Yani tarihin kendisi tarihin izdüşümlerinin kanıtı gibiydi. Bu gelişme elbette daha sonra siyasal devrimin bir kaldıracı rolüne bürünecekti. Siyasal devrim, düşünce ve değerler sisteminin
içine yerleştiği devrimci bir sıçramayı gösterecekti.
Modern felsefenin açmış olduğu yolun, insanlığın gelişmesinde önemli bir parametre olacağı asla yadsınamaz bir gerçekti. Bu anlamda Almanlar örneğinde olduğu gibi, Almanlar insanı, düşüncenin merkezine oturtmayı bilmişlerdi. Özellikle Kant (ki o, idealist bir felsefenin öncüsü dahi olsa bu böyledir), bireyin özgürlüğüne ve değerler sistemine, dolayısıyla insansal haklara kuramsal bir temel ve katkı sağlamıştı. Kuşku yok ki Hegel ve Feuerbach’tan Marx ve En- gels’e uzanan uzun ve meşakkatli felsefi atılım, o güne kadar insanlığın önüne koyulmuş bütün tutucu inanç felsefesinin aşılması ve bu barikatların yıkılması anlamına da geliyordu. Aynı şekilde gerek Fransız filozof ve eylem adamlarının (Voltaire’den, Diderot, J. J. Rousseau’ya kadar) gerekse bizzat 1789 Fransız Dev- rim i’nin rolü, bu sürecin önünün açılmasının temel kilometre taşlarını oluşturmuştur.
Aslında bir yerde Hegel’den Feuer- bach’a, oradan Marx ve Engels’e kadar uzanan süreçte bir kısım Alman filozofları koşulları iyi gözlemlemişlerdi. 19. yüzyılın ilk yarısında aslında Almanya’da ekonomik ve toplumsal koşullar, siyasal bir devrim için henüz olgunlaşmamıştı. Küçük devletler (şehir devletleri) olarak bölünmüşlük feodal ve yarı feodal yapı i- çinde bulunan burjuvazi, politik bir devrim için henüz yeteneksizdi. 1815 Restorasyonu sonucu güçsüzlüklerinin farkına varan filozoflar, düşünce yapılarını derinleştirmenin bilincinde hareket etmenin gerekliliğine bu nedenle inanmışlardı. Bu filozofların büyük bir kısmı, bir devrim perspektifinden yoksun felsefi
21. yüzyılda insan ve felsefe__
107
— yolbir yapı oluşturmuş olsalar bile, yolun üstüne döşenmiş dinsel ve metafizik hurafelere dayanan bütün engellerin aşılması, aslında insanın özgür düşünme eylemi için yeni ilerleme temelleri sağlamıştı. Bilim, sanat ve kültür etkinlikleri bunun üzerinden yükselişe geçmişti. Böylece bu aydınlanma devrimi içinde hareket eden emekçi sınıflar ise, gerçek kurtuluş devrimini bu temel üzerinden hareketle bulmuş ve giderek bunu Marksizm’le özdeş kılmışlardı. Başka bir deyişle Marksizm bu gelişmeye felsefi ve politik bir temel sağlamıştı.
Bir yerde burjuva modernizmi olarak adlandırılan bu gelişme süreci, aydınlanma diyalektiğinin doğai bir sonucu ve gelişimi anlamına da geliyordu. Ancak hareket burjuvazinin dayattığı bir sınırsızlık içinde kalmadı ve kalamazdı. Buradan yeni bir devrimci felsefe ve devrimci politik bir tasarım çıkacaktı doğal olarak. Böylece tarih sahnesine Marksizm gelip oturdu. Marksizm, insanın kurtuluşu anlamında onu merkeze oturtan, aydınlanma diyalektiğinin gelişim sürecinde soyuttan somuta doğru geçiş anlamına da gelen, böylece onun toplumsal ve siyasal temellerinin yaratılmasına da neden olan bir gelişme ile sonuçlanmıştı. Böylece Marksizm, işçi sınıfının eline devrimci bir felsefeyi de vermiş oluyordu. Çünkü o güne kadar bütün felsefi akımlar, bu somut aydınlanma diyalektiğinin şu veya bu şekilde insan merkezli toplumsal bir kurtuluş projesine sahip olan bir yaklaşım göstermiyordu.
Oysa bugün tersinden baktığımızda dünyamızda egemen olan sorun, ekonomik ve siyasal krizlerin bir devrim koşulunu yaratmamış olması değildir. Günümüzde devrim, tarihin sürekliliğinde o
luşan bir kesintiye işaret etmiştir aslında. Yani tarihi, bir düşün adamının belirttiği gibi yolda ilerleyen bir trene benzetirsek, bu tarih treninin imdat frenine basılması gibi bir gerçekleşme olarak düşünmek de mümkündür bunu. İşsizliğin, açlığın, hastalık ve yoksullukların yarattığı durum bir yana, egemen sınıfların içinde bulundukları yönetememe krizi bile tek başına bunu kanıtlayan örneklerdir aslında. Sorunun odağı şudur bugün; toplumsal yapıları var eden ve devrimin asıl güçlerini de oluşturan insanın ve aynı şekilde bu insanın yıkımı ve bu yıkıma paralel düşen insan gerçekliği ile onun kuramsal-düşünsel ilişkilerinde ortaya çıkan bu varoluş biçimi aslında paradoksal bir varoluş biçimine bürünmüştür. Bugün dünyamız olağanüstü düzeyde, bilim ve teknolojinin rasyonel yıkıcı etkisinin altında, düşünsel / kuramsal özelliklerini de bozan bu varoluş, adeta yeni bir Ortaçağ’ın fotoğrafını vermektedir bize. Dünya insanlığı bugün karanlık bir dönemin içinde, özellikle teolojik ve idealist düşünce yapılarının (dinsel, etnik, cinsiyetçi vb.) etkisi içinde şekilleniyor. Oysa insanlığın yarattığı bilimsel gerçekler, akıldışı, bir dizi hurafeler ile dolu olmadığını da yeterince kanıtlamıştı bize. Ne yazık ki bugün insanlığın büyük bir bölümü bu hurafelerin etkisi ve baskısı altında bulunmaktadır. Tarih bir yerde adeta tekerrür eder gibidir. Ama bu elbette kendi öznelliği ve gerçekliği içinde oluşmuştur. Demek ki günümüzde devrim, sadece tek boyutlu politik bir devrimi içermez, ama o aynı zamanda felsefi bir devrimi de gerekli kılar. Politikanın önüne döşenmiş bütün engelli barikatların aşılmasının yollarından birisi, mutlak surette felsefi bir devrimi başarmaktır.
108
Bunun temel gerekçesi şudur; öznesini yitiren bir çağın içinde oluşan ve insanı dışlayan bir dizi idealist felsefenin boy vermesi, ulus ötesi sermayenin ise bunun üzerinden hareketle daha kolayca bir geçişi sağlayarak, insanlığı kendi değerlerinden kopartıp yıkmasında ve kendi vahşi egemenliğini kurmuş olmasında yatar.
Genel bir tanımlama yaparsak, kuşkusuz insan özü ile bir dizi hurafeler o- larak adlandırdığımız sahte öz arasında (özellikle dini öz) bağlantılı bir ilişki vardır. Bugün bu, kaçınılmaz bir ilişkiye dönüşmüştür. Daha önce Feuerbach bilindiği gibi, dinin özünü insan özü içinde çözümlemişti. Yani insana ait oian ve u- zun bir tarihin aralığında ortaya çıkan, başta dinsel kimlik olmak üzere bir dizi kültürel kimlik, zorunlu olarak bu insan özü içinde anlam kazanmıştı. Bugün bu varoluş biçimi yeniden tarihin derinliklerinden sökülüp ortaya çıktı. Elbette buna ilişkin farklı bir dizi değerlendirme arkasından geldi. Geçerken bunlardan bir kısmına atıf yapmak mümkün; mesela günümüzde C. Levi Strauss gibi bazı düşünürler, insanın özünü doğa ile kültürün çatışması olarak açıklarken, aynı şeyi Lacan, insan özünü dilin oluşturduğu ve dil aracılığı ile inşa edildiğini yazar. (Balibar, 2000:41) Aslında her iki düşünürün de ortak noktası, Aristo ’nun, dilin kullanımı ve yeteneği ile siteyi (yani siyasi toplumu) bu aidiyet yolu ile tanımlayan anlayıştan esinlendiği söylenebilir. İslam’da bu sorun, “ insan Tanrı’nın yüz cemalinden yaratılmıştır” söylemi ile anlam bulurken, Hıristiyanlık’ta “ Tanrının yeryüzündeki benzeri ve imgesi” anlayışından esinlenmiştir. Althusser ise insanın özü sorununu “ teorik hümanizm” o
larak değerlendirmiştir. Horkheimer ile Adorno ise sorunu şöyie değerlendirmişlerdir; “ Uygarlık tarafından tamamen bağımlı kılınmış olan insani öz, başlangıçtan bu yana uygarlığın kaçıp kurtulmaya çalıştığı insanlık dışı tutumun öğelerinden biri durumuna gelmektedir.” (Horkheimer - Adorno, 1995:49)
Elbette bu değerlendirmeleri burada kritik yapacak değilim. Bunlar sorunun anlaşılması açısından kritik bir iki anekdot olarak verilmiştir. Ama yine de değişik bütün varsayımlara karşın, işin özü, sınıfsal bağlamdan ve onun felsefi izdüşümlerinden büyük oranda kopartılarak ele alınmak istenmiş olmasında saklıdır.
Kültür ve kimlik konusunda yapılan tanımlamalar ne kadar çeşitlilik gösterirse göstersin, sonuçta çağımız insanının derin bir kimlik ve kültür bunalımı içinde bulunduğu yadsınamaz. Kuşkusuz kimlik sorunu ile kültür sorunu arasında reddedilemez bir bağ vardır. Her iki düzlemde bu varoluş biçimi, günümüz insanını, hızla kendi ekonomik ve politik gerçeğinin, dolayısıyla sınıfsal gerçeğin üstünü örten bir şal ile kapatmaktadır. Bunu bir yerde “ modern cehalet” dönemi olarak adlandırmak olasıdır. Bir zamanlar insanın cehaleti üzerine Feuerbach şöyle yazarken haklı değil midir? “ Dipsizdir insanın cehaleti ve hayal gücü sınırsızdır. Doğanın, cehaletimiz tarafından temelinden, hayal gücümüz tarafından da sınırlarından yoksun bırakılan gücü, Tanrı’nın gücü haline gelir.” (Feuer- bach’tan akt.; Lenin, 1976:64)
Bugün inanç felsefesine dönüş gösteren bir eğilim, kuşku yok ki kendi gücünü Tann’mn gücünde görmektedir. Başka bir deyişle kendi güçsüzlüğünü Tan
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
109----
rı’nın gücü ile tamamlamaktadır. Bir şekilde bilgisel öznelerini de Tanrıya aktararak böylece Tanrfnm gücü yoksulların karşısına sermayenin gücü olarak çıkarılmaktadır. Oysa bu inanç felsefesinin bir sapkınlığı olarak, hem insanın üretimden gelen gücünü hem de bugüne kadar tarihte büyük bedellerle elde edilmiş ilerleme öğelerini, rahatlıkla kırılabilir ve terk edilebilir bir sürece kaydırarak, sermaye için bulunmaz bir ortam hazırlamaktadır. Çünkü sermayenin silahı, kitleleri uyutan dinsel ideolojilerin işlevsel kılınmasında saklıdır. Egoizmden bireyciliğe kadar “ insan özüne” aykırı bütün bu olgular, ancak ve ancak bu idealist felsefe sayesinde gerçekleştirilmek- tedir. Feuerbach “ Egoizm, dinin köküdür” derken aslında tam da bunu anlatır. (Feuerbach. Akt; Lenin, 1976:53)
Peki ama insan tanımında bu soruna maddeci felsefe ve onun kurucusu Kari Marx nasıl yaklaşmıştır? Kısaca bunlar i- çin şunları söyleyebiliriz; Kapitalen birinci cildinde Karl Marx, Franklin Benja- min’in bir sözünü de aktararak şöyle der; “ Bazı hayvan türleri arasında rü- şeym halinde varolmakla birlikte, emek araçlarının kullanımı ve yapımı, insanın emek sürecinin özgül özelliğidir ve Franklin bu nedenle insanı alet yapan hayvan, diye betimliyor.” (Marx, 1978;195-196) Daha sonra Marx Alman İdeolojisinde, insanın yaşam araçlarını üretmeye başlaması ile birlikte kendilerini hayvandan ayırt etmeye başladığını yazmıştır. (Marx; 20) İnsanının özü ile ilgili olarak George Thomson ise Marx’tan şu alıntıyı aktarır; “ İnsanın özü, tek tek her bireyde var olan bir soyutlama de
l i ld ir . Gerçekte insanın özü, toplumsal ilişkilerin toplamıdır.” Bu görüş Marx’in
— yol------------------- -------------------------
I I. Tez’inde yer almıştır. (Thomson, 1998:7)
Buradan hareket edersek günümüzde ortaya çıkan doğal sonuç şu olmuştur; günümüz insanının dramı, kendi in- sansal varlığına yabancı bu egemenlik i- lişkilerini ortadan kaldırma veya dönüştürme yeteneğini en azından bugün için yitirmiş olmasında yatar. Bu noktayı irdelemek istememizin esas nedeni burasıdır. Eğer bu irdelenirse, zorunlu olarak karşımıza, felsefi düşüncenin merkeziliği, dolayısıyla özne ile nesne arasındaki ilişkinin yeni baştan bir tanımı çıkar. Gerçekte yeniden bu soruna dönüşümüzün temelinde insanlığın yaşadığı bu paradoksal yapının olması yatar. O nedenle tarihsel birikimin ortaya koyduğu verileri hatırlamak burada önem taşır. N itekim Alman felsefesinde Kant’tan He- gel’e, Fichte’den Scahling, Moses, B. Bauer, Stirne, Feuerbach ve giderek Marx, Engels ve Lenin’e, dönmemizin altında hep bu gerçekler saklı olmuştur. Yani özne ile nesne arasındaki bu ilişkinin sorunları, kırılma nedenleri vs...
Şimdi buraya kadar olan bu kısa özeti, konu ile bağlantısı içinde ilgili bölümlerde incelemeye çalışalım.
2. Maddeci felsefenin günümüz insanının yaşamından kovulması nelere yol açmıştır?
Gerçekten 18. ve 19. yüzyıl insanındaki evrim, çok fazla kavranmamış olsa bile, yine de bu zorunlulukların özgürlük düşüncesi ile bağı kurularak geliştirilmişti. Başka bir deyişle özgürlüğe kapıyı a- çan bir evrim içinde, aşağıdan yukarıya doğru bir gelişme süreci yaşanmıştır. Bilindiği gibi bu varoluş nesnelliğinden Hegel, düşünce ile varlık ilişkisinden veya
___ 110
özne i!e nesne ilişkisinden, insanın kendi bilincinin oluşumu açısından önemli sonuçlar çıkarmıştır. Hegel için insanın kendi bilincinin, eninde sonunda mutlak fikrin zorunlu yabancılaşmasından başka bir şey olmayan nesnel varlığını, varlığın kendisinde yeni baştan çözülmesinin temellerini atmıştı. İnsandaki bu çözülme aslında insanlık tarihi açısından somut i- lerlemenin de asıl odak noktasını oluşturuyordu. İnsan özgürlüğü ile onun düşünce temelleri bû çözülme içinde atılmıştır çünkü. Bu varsayım her zaman sorunun çözümünde önemli ve kritik bir noktayı oluşturmuştur.
Hegel toplumların oluşum evrimini, İngiliz ekonomistlerinin, özellikle Adam Smith’in, “ emek bütün zenginliklerin yaratıcısıdır” diye ifade ettiği bu kuramsal düşünceden türetmiştir. Dolayısıyla Hegel buradan hareketle, insan eylemini, hem doğanın hem de insanın dönüşüm sorununda ele almış, böylece tarihin akışını belirleyen devrimci öğeyi buradan çıkartmıştı. Yani bu dönüşüm sorununda emeğin rolü, bazı kırılmalara karşın i- yi ve doğru anlaşılmıştı aslında. Elbette bu kırılmayı daha sonra Marx düzeltecektir. Bu anlamda Hegel tarihi ele alırken, onu insanın kendi kendisini yaratma mücadelesi olarak değerlendirmiştir. Ve elbette doğa ile bağı kurularak sürdürülecektir bu çaba. Daha sonra da göreceğimiz gibi, doğa ile insan ilişkisi esas anlamını Feuerbach felsefesinde bulacaktır.
Tarih aslında insanın kendini yeniden yaratma mücadelesinden başka bir şey değildir. Sanıyorum Marksist felsefenin de temeli olan insanın dönüşüm sorununun kritik noktası, yani insansal tarihin oluşumu, doğanın bu dönüşümü ile bağlantısının çok iyi görülmesinde ve parlak
bir açıklanmasında yatar. Doğanın olumlu anlamda dönüşümü, aslında insanın da olumlu anlamdaki dönüşümü demektir.
Onun için farklı ve çelişkili bir dünyayı, yani bugünün dünyasını anlamak i- çin, insan denilen bu varlığı, kendi düşünce ve oluşum yapıları ile bütünleştirmek gerektiği anlaşılır olmak zorundadır herhalde. Bunun için Hegel’e yeniden döner devam edersek eğer, Hegel bu noktada işin içine iki temel olguyu katacaktır; bunlardan ilki insanın eylemidir, i- kincisi de yine insana ve doğaya ait olan tarihtir. Gerçekten insanın kendi bilinci ve insanı insan yapan değerler sistemi, kendine ait bütün tarihsel sürecin ve tarihsel eylemin diyalektik olan bu hareketinden doğmuştur. Tarihsel oluşum bir yerde, düşünce ve aklın gerçekleşmesi süreci de demektir. Düşünce evreleri i- se, mutlak olarak kendi gelişim evrelerine tekabül eder. Hegel’in bu sentezi, i- lerleme anlamında tarihe ve tarihin içine bu diyalektik gelişme sürecini sokmasını göstermesi bakımından son derece ö- nemlidir diye düşünüyorum.
İnsanın yabancılaşma sürecini izah e- den Hegel, bu kavramı insanın dinsel yabancılaşması ile bağlantılı olarak ele almıştı. Onun için belirleyici olan, Tan- rı’nın, insan yetisinin ve insan çabasının bir ürünü olduğudur. İnsanın Tanrı’ya o- lan bağımlılığı, kendi öz niteliklerine olan yabancılaşmasına yol açmış ve insanda bütünleşen değerler sisteminin yıkımına neden olmuştur. Tinsel (yani düşünce biçimlerinin toplamı) bir bakış üzerinden düşünecek olursak, insanın insana yabancılaşması aslında buradan çıkmıştır. Bundan kurtulmak olası olacaksa, bunun ilk yolu insandaki bu yabancılaşma öğelerinden kurtulması gerektiğidir.
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
111
Çünkü bu siyasal devrimin de frenleyicisidir. Ancak Hegel’de insan etkinliklerinin, bir yerde insanın doğal yapısından, onun nesnel konumundan bağımsız olarak ele alınan tinselleştirilmiş bir tarih yaklaşımı ile gösterilmiş olması, ne yazık ki onun idealist bir tarih anlatımından ve idealist diyalektik mantığından kurtulamadığının da bir göstergesi demektir. O, doğa ile insan ilişkilerini, bilince veya bilinç nesnesine ve ilişkilerine, yani tine indirgemişti. O ’nda, nesnel varlık olan insanı, bir yerde salt bilinç nesnesine veya soyut düşünceye indirgeyen bir mantığa sahip olmasıdır yanıltıcı olan. Başka bir i- fade iie söyleyecek olursak Hegei’in yanılgısı, yabancılaştırmanın kaldırılmasını, insanın kendi varlığının, kendi özüne aykırı olarak bir insan varoluşu olarak değil veya tersinden söyleyecek olursak Marx’in gördüğü gibi “ bu insansal özün soyut düşünceden ayrılarak ve ona karşı çıkarak dışlaşması” olgusunda yatıyor olmasında karar kılamamış olmasında saklıdır. Böylece insanla doğa arasındaki ilişki, onda bilinç ile bilinç nesnesi arasındaki ilişki olarak ele alınmıştır.
Nitekim Marx’in Hegel eleştirileri tam da bu nokta üzerinden, yani “ prak- sis” kavramı üzerinden yapılmıştır. He- gel’de yabancılaşma süreci, belirttiğimiz gibi din ile ilişkili olarak çıkarken, Feuerbach bu sorunun kökenini, insanın kendi varlığında görüyordu. Başka bir deyişle yabancılaşma insanın doğasında bulunan bir olgu olarak değerlendiriliyordu. Çünkü insan doğal bir varlıktır. “ Nesnel dünya, artık kendi kendisini tanıyan tinin bağımlılığı altında değildi.” Bu tanım aklın ilerlemesinde aslında büyük bir sıçramanın yaratılması demektir. Ne yazık ki, başka bir düzlemde Feuerbach’ın da He-
— yol--------------------------------------------
gel’in tersine yabancılaşma kavramını salt insan doğasına indirgemiş olması, zorunlu olarak onun tarihini görmemesi anlamına da geliyordu. Doğal olarak O, bu süreç içinde tarihi dışlamıştır. Bu o- nun en geri özelliğidir bir yerde. Oysa Hegel’de belirli ölçüde tarih dikkate a- lınmıştı. Bu anlamda, ama salt bu anlamda Feuerbach, Hegel’den daha geri bir konumdadır. Gerçekte Hegel tarihi, “zamanın yabancılaşmış tin i” olarak gördüğünü yazmıştı çünkü.
Geçerken belirtelim ki, Hegel ile Marx arasında derin bir ilişki ve bağ vardır. Bu ilişkiyi özellikle Engels ve Lenin çok iyi kavramıştı. Oysa sonraki Mark- sistlerin önemli bir kısmı Hegel diyalektiğini önemsememiş ve üzerinden es geçmişlerdir. Arkadaşlarını eleştiren Marx, Hegel diyalektiğine “ köpek ölüsü” gibi yaklaşılmayacağım söyler. Marx, O- cak I858’de Engels’e yazdığı bir mektupta şöyle der; “Almanya’daki beyler... Hegel diyalektiğini köpek ölüsü sanıyorlar. Bu konuda Feuerbach’ın çok vebali var.” (Lukacs, 1998:47) Bu konuda Lenin ise, gerçek Marksistlerin “ Hegel diyalektiğinin materyalist dostları gibi dernekler...” (aynı yerde) oluşturmalarının öneminden bahseder. Görüldüğü gibi bu sorun hele bizcfe, hiç ama hiç anlaşılmamış bir kırılma noktası olarak devam etmiştir.
Feuerbach’ın en önemli başarısı, somut insanı ve insana ait gerçekleri, felsefi düşüncenin içine yerleştirmiş olmasıdır. Bu nokta Feuerbach materyalizminin, diyalektik yöntemi açısından son derece önemliydi. O, doğa ile insan ilişkisinin mükemmel bir açıklamasını veriyordu. Ancak Marx, Feuerbach’ta temel bir eksiklik görmüştü; insan ve doğa iliş-
___ 112
kişinde ve bunun felsefi düşünceye aktarılmasında Feuerbach, adeta tarihi dışta tutmuştu. Oysa tarih, bütün varoluşsal yapılanmanın içindeki yoğunlaşma demekti. Çünkü o, insan hareketinin toplamından çıkacaktı. Aksi taktirde somut açıklanma soyutluktan kurtulamazdı. Materyalizmin diyalektik ayağı ne kadar önemli olursa olsun, onun tarih ayağı olmayınca materyalizm tek ayaklı kalacaktı. Nitekim Lenin, Feuerbach için “ aşağıda materyalist, yukarda idealist” yorumunu yaparken haklıydı. O, bu sorun konusunda son derece parlak bir açıklama ile şöyle diyordu; “ Marx ve Engels, Feuerbach’tan yola çıkarak ve acemi çıraklarla mücadele içinde olgunlaşarak, dikkatlerini materyalist bilgi teorisi üzerine değil de, doğal olarak materyalist felsefenin yukarıya doğru tamamlanması, yani materyalist tarih anlayışı üzerine topladılar. İşte bu yüzdendir ki, Marx ve Engels yapıtlarında diyalektik materyalizmden çok tarihsel materyalizme ağırlık verdiler ve diyalektik materyalizmden çok tarihsel materyalizm üzerinde durdular.” (Lenin, 1995:38!)
Gerçekten tarih ayağı olmayan bir a - çıklama, ne somut insanı ne de onun toplumsal varlığını yeterince açıklayabilirdi. Tarih bağı Marksizm için, gelişmeyi ve dönüşüm sürecini ileriye doğru götüren zorunlu bir gelişmeydi. Bu tanım Marksizm’in gerçek yaşamdaki doğruluğunu da kanıtlayan bir açıklamanın izdüşümleri olmuştur. Engels’in belirttiği gibi “ her şeyin son nedeni yine insandır” . A- ma daha sonra göreceğimiz gibi post- modern düşünce, insanı ilkesiz ve amaçsız bir soyut varlığa dönüştüren açıklamalarının anti diyalektik özünü buradan çıkarabileceğiz. Onlardaki Nietzche ve
Hegel yorumlarının çapsızlığının ve karmaşıklığının nedensiz olmadığı şimdi daha iyi anlaşılacaktır çünkü.
İşte bu her iki nokta Marx açısından önem taşıyordu. Marx, Hegel’in bu tarih bağını iyi gözlemlemişti. Bu anlamda Marx’in, Hegel’in “ Tinin Görüngübilimi” eserine özel bir önem vermesinin temelinde bu düşünce yatar. Bu noktada Marx’in şöyle bir eleştirel değerlendirmesi önemlidir;
“ Bu nedenle” der Marx, “ Görüngü- bilim gizli, henüz kendi başına karanlık ve yalanlaştırıcı (mystifiante) eleştiridir, ama insanın yabancılaşmasını alıkoyduğu ölçüde, -insan orada ancak tin biçimi altında görünse de- onda eleştirinin tüm öğelerinin gizli olarak varoldukları görülür ve bunlar çoğu kez Hegelci görüş a- çısını çok aşan bir biçimde hazırlanmış ve geliştirilmiş bulunurlar. ‘Mutsuz bilinç’, ‘dürüst bilinç’, ‘soylu bilinç ile soysuz bilinç’ arasındaki savaşım vb., bu kesimlerin her biri -henüz yabancılaşmış bir biçim altında da olsa- din, deviet, uygar yaşam vb. gibi koca koca alanların e- leştiri öğelerini içerir.” (Marx, 1976:245)
Kuşkusuz yabancılaşmanın kökenlerini Feuerbach gibi Marx da, insanın kendisinde ve onun varoluşunda görmüştür. Ama yine de Marx insanı, sait doğal bir nesne olarak görmemiş, onu aynı şekilde duyguları olan kültürel bir varlık olarak da görmüştür. O ’nun Feuerbach’tan farklı kılan noktalardan birisi de budur. İnsan hem doğal bir varlık hem de duyguları, düşünceleri olan bir varlıktır. O ’nun bu anlamda Feuerbach’tan farkı, onu insanın kendi pratiğinde bulmasıdır. İşte bu anlamda Marx,
21. yüzyılda insan ve felsefe__
113
— yol
Hegel’in ve Feuerbach’ın farklı tezahürlerde ortaya çıkan bu idealist diyalektiklerini materyalist diyalektikle aşmasını bilmiştir.
Marx’ta en önemli nokta şudur; Marx, nesnelleşme olguları ile yabancılaşma olgularını birbirinden ayırmıştır. Oysa Hegel’de her nesnelleşme yabancılaşmayla özdeşti. Sözgelimi emeği ele alalım; emek, sonuçta canlı bir varlık o- lan bir insan etkinliğidir. Oysa insan etkinliği özünde yabancılaştırdı bir etkinlik değildir. Ortaya çıkan ürün, insansal bir nesnelleşmedir de aynı zamanda. Gerçekte insan bu ürünleri kendi mutluluğu için üretmiştir. Bu insanın önemli ve yaratıcı bir varlık olmasına işaret eder. Çünkü insan diğer canlılardan farklı olarak, o emek aracılığı ile hem doğayı hem de kendi kendini olumlu değişime uğratacak bir nesnellik taşır. İnsan alet üretir ve bu aletler sayesinde doğayı değişime uğratır.. Ama bu kendini zenginleştiren bir durumdur. Ancak bu nesnelleşme, yani emek sonucu ortaya çıkan bu ürünler, özel mülkiyet sistemi içinde ve onun devreye girmesi ile yabancılaştırılma durumuna sokulmuştur. Yani bir günah a- ranacaksa bu günah insan etkinliğinde ve onun ortaya çıkardığı ürünlerde değil, ancak bu etkinliği insanın aleyhine dönüştürecek olan özel mülkiyet sisteminin yabancılaştırma hareketinde aranmalıdır. Emeğin yabancılaştırılma sorununu doğal olarak daha sonra buradan türeteceğiz.
Yine de buradan çıkarılması gereken sonuç önemlidir; insanın kendini nesnel olarak, ortaya koyduğu süreç, elbette yabancılaşmanın da kökenini verir bize. Çünkü insan toplum içinde yaşar ve belirli ilişkilere girer. Bu ilişkiler, kuşkusuz
yaratılmış bu nesneler üzerinden kurulan ilişkilerdir. İnsanın iş ilişkisi veya ü- rün ile ilişkisi gibi... Bu tarihin kaçınılmaz bir pratiğidir. Elbette bütün bunlar bir sistem veya bir rejim altında gerçekleşir. İşte bu nokta, Marx’in kurtuluş manifestosunun da fikir temellerini verir bize. Kuşkusuz bu tarihsellik, Feuerbach felsefesinin de aşıldığı noktadır. Ama aynı şekilde Hegel’deki mutlak fikrin de aşılması anlamına gelir.
Hegel’deki mutlak fikrin aşılması ö- nem taşır. Bilindiği gibi Hegel, sistem i- çindeki çelişkilerden yola çıkarak bir yabancılaştırma kavramını geliştirmişti. Buraya kadar izlediği yol doğruydu. Ancak bundan sonra bu çelişkiler, o güne kadar klasik iktisatçıların çözümlemiş bulunduğu bu gerçeklikleri, kurgusal olarak bir mutlaklık içine sokmuştur. HegePin bir sistem çözümlenmesine geçememesinin de esas nedeni bu noktada aranmalıdır. Oysa Marx, yabancılaştırmanın kökenini, insanın üretici etkinliği içinde kavramıştır. Dolayısıyla onu mutlak bir kurgu ile açıklamaz. Böylece o gerçek sınıf çelişkilerinden yola .çıkar ve buradan bir sistem çözümlenmesine ulaşır. Hegel kurgusal doğruların ötesine geçemezken, Marx, buradan yeni bir felsefi akım, dolayısıyla politik bir yol haritasını çıkarır.
İnsan türsel bir varlık olarak bir kişiliğe sahiptir. Bu kişiliğe sahip olan insan, kendi etkinlik nesnelerine sahip olma niteliği ile harekete geçer. Bu sahiplenme, başka ikinci güçler tarafından dıştalanmış olduğundan dolayı, bu, zorunlu olarak özel mülkiyetin doğuşunu da yaratmıştır. Aslında Hegel de bu düşünceyi doğrular. Elbette o, kapitalizmin yoksulluğu ve sefaleti artırdığını anlıyordu. Gene de
114
bu saptamadan, kapitalist sistemin reddedilmesi gerektiğini çıkarmıyordu. Sınıf savaşımını düşüncenin dışında tutmaya devam ediyordu hala. Devletin, bu o- lumsuzluk karşısında işe bulaşarak düzelteceğini sanıyordu.
Hegel, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz sınıf çelişkisini, efendi i- le hizmetkarlar arasındaki ilişkilere indirgiyordu. O, toplumdaki bu bölünmenin bilincindedir aslında. Yine de o, sefaleti üreten yapının kaldırılmasını düşünse bile, ayak takımı dediği sınıfın yükselişine karşı, toplumun ve devletin nasıl korunabileceğini düşünüyordu. Hegel’in en büyük açmazı burasıdır sanırım.
Proletaryanın sınıf perspektifi, sadece doğanın ve onun yasalarının kavranılmasının bilinç düzeyinde dönüşümünü öngörmez, aynı şekilde ekonomik ve toplumsal ilişkilerin kökten bir değişimini de öngörür. Bu mutlak bilincin aşılma noktasıdır. Yasaların kavranılması ve o- nu insanın bilincinde dönüşüme uğratılmasının geçerli tek yolu, oluşan bu egemenlik ilişkilerine son vermektir. Bu kaldırılma elbette soyut bir el değiştirmeye indirgenecek kadar basit değildir. Bu anlamda oluşan toplumsal ilişkiler ve düşünce akımları, elbette nesnel bir varoluş içinde şekillenmektedir. Burada gerçek olan veya düşüncenin gerçek varoluşu, insanlığın tarihi içindeki ilişkilerde saklıdır çünkü. Hem doğanın ve toplumun devrimci dönüşümü hem de insanın kendi sınıf bilincine ilerlemesi, kuşkusuz tarihin bu oluşumu aracılığıyla mutlak’ bilginin egemenliği ve eylemi ara- cılığıyla gerçekleşir ve elbette yine düşüncenin bu diyalektiği ile başlar. Ama bu oluşum aynı şekilde bir mutlaklık ola
rak egemenlik ilişkilerinin sorgulanması ile tamamlanacaktır. Oysa doğa He- gel’de, ancak tinin bir belirtisi olarak ö- nem taşır. Çünkü ona göre “ tin, dünyanın özüdür” . Bu anlamda tinin dışında kendi başına doğanın bir gerçekliği yoktur. Böylece “gerçeklik, gerçeklik olarak kaldırılmıştır” der Marx. Tarihin bütün gerçek somut hareketleri Hegel’de, soyut kavramlar olmaktan kurtulamaz.
Böylece yabancılaşma kavramı Hegel felsefesinde, gerçek içeriğinden boşaltılmıştır. Bu anlamda, insan adeta Hegel felsefesinde, kendinin bilinci ile özdeş e- le alınmıştır. İnsanin düşünce düzeyine aktarılan somut etkinlikleri, soyut bir hareket olarak kavranılamaz. Bunlar gerçek ve somut yaşamdan koparak, soyut mantıksal kategorilere yol açmamalıdır. Gerçekte insanın ve doğanın gelişmesi, asla tek başına düşüncenin gelişmesine indirgenemez. Bu anlamda devlet, hukuk, din vb. tek başına tinsel varlıklar toplamı değildir.
Hegel’in diyalektik ilkesi kuşkusuz yadsınmanın yadsınmasına dayanır. O, bu anlamda insanın yaratıcı özelliğini çok iyi tanımlamıştır. Ama ondaki bu yadsımanın yadsınması, ne yazık ki sadece düşünce alanında vücut bulur. Yadsımanın yadsınması aracılığı ile beliren bütün olgular, bu felsefenin tutuculuğunu da göstermiştir aslında. Çünkü bu ilke ile yadsınan şeyler, gerçekte yadsımanın yadsınması ile korunmaya alınmıştır adeta. Hegel’in, sermaye egemenliğine dayanan düzeni ve onun kurumlanm reddetmeye götüren bir bakışa sahip olamamasının esas nedeni de bu noktadır. Böylece yabancılaşmanın aslında gerçek özü de kaybolmuştur. Çünkü insan varlığının somut güçleri yine insan varlığından dış-
21. yüzyılda insan ve felsefe__
115
— yol
lanmış olduğu için, bu durum yabancılaşma biçimi altında Hegel felsefesinde soyut yadsımaya indirgenmiştir. İnsanın somut etkinlikleri düşünce yapılarında soyut bir hareket olarak yansımıştır. Böylece insana ait bu etkinlikler ve bu etkinliklerin içeriği, gerçek yaşamdan koparak “ mantıksal kategorilerin” üretimine yol açmıştır. Hegel’in düşüncedeki soyutluğu esas olarak bu noktadır.
İşte Hegel’in bu felsefi yaklaşımları, Marx’a kendi kuramını oluşturmada ö- nemli ipuçları vermesine neden olmuştur. Gerçeğin diyalektik gelişimi ve e- mek aracılığıyla insanın kendi kendini yaratması görüşlerinin oluşumuna kaynaklık etmesinin sebebi de budur. Böylece Marx bu öğelerden, ancak bu felsefenin eleştirisi aracılığı ile yalanların ortaya koyulmasını sonucunu çıkarmıştır. Hegel, idealizmin yolunda ilerlemiş olsa da, yine de o, diyalektik evrim içinde insan düşüncesinin temelinin insanda olduğunu göstermiştir. O böylece insan özgürlüğünün geçerliliğini doğrulamış oluyordu. Bu noktanın günümüz tartışmalarında önemli olduğunu sanıyorum. Bugün bir dizi postmodernist düşünür, insanın özgür gelişimimi engelleyen her türlü bağımlılık araçlarını izah etmenin tarihçi bir yaklaşım olduğunu söyleyerek reddetmişlerdir. Bunun ayrıntısını aşağıdaki iigiii bölümde inceleyeceğim. Ancak Marx, bu sorunu çalışmasının merkezine alarak incelemiş ve genel bir kavram o- larak “ sanayiyi” ya da “ ekonomi politiği” işin içine katmıştır. Böylece insan özgürlüğü için sürdürülen eylemler, yani tarihin sınıf mücadeleleri olgusunun, belirli bir kuramsal düşüncede temelleri atılmış oluyordu. Bu nokta günümüz insan ve insansal değerler ile içinde yaşadığı
mız küresel kapitalizm ilişkilerinde oldukça önem taşır.
Marx, henüz oluşma aşamasında olan insan tanımında, makinenin ve giderek çalışmanın yalınlaştırılmasının insanı bir çocuk durumuna dönüştürmesinden bahsetmişti; “ İşçi yüzüstü bırakılmış bir çocuk durumuna gelmiştir. Makine, güçsüz insanı makine durumuna dönüştürmek için, kendini insanın güçsüzlüğüne uydurur.” (Marx, 1976:209)
Üretim ilişkileri süreci iş bölümünü geliştirirken, bir başka şeyi daha geliştirir; bireyin yoksulluğunu ve onun alçalmasının süreçlerini... Gerçekte iş bölümü, hem değişim hem de alış veriş sürecinin bir sonucudur. Başka bir düzlemde şöyle de söyleyebiliriz; iş bölümü veya değişim süreci, insan etkinliklerinin yabancılaşmasının bir dışa vurumudur. Bu anlamda insandaki bencillik eğilimleri veya bu güdüler, kendini değişim eğiliminde bulmuştur. Değişim içinde bulunan kişinin devindirici gücü, Adam Smith i- çin, insanlık değil, bencillik olarak yorumlanmıştır. Ama onu Marx, insan yeteneklerini sınırlayan bir olgu olarak görmüştür. “ İş bölümü, toplumsal zenginlik bakımından kullanışlı ve yararlı bir araç, insansal güçlerin ustaca bir kullanılmasıdır. Ama bireysel olarak alınmış her insan yeteneğini azaltır.” (Marx, 1976:226)
Özetlemek gerekirse Marx’in bu e- leştirilerini şöyle toparlayabiliriz;
1- İnsanın, doğanın ve bunların ilişkilerinin, salt bilince, bilinç nesnesine ya da bilinç ile nesne arasındaki ilişkilere indirgenmesinin kapsamlı eleştirisini yapmasına yol açmıştır.
2- İnsanı, tinselleştirilmiş bir insan et-
116
kinliğine indirgeyen Hegelci tarih anlayışına eleştirel yaklaşarak, bugün postmo- dernizmin de kaynağı olan yaklaşımların tarihi kökeninin yanlışlığını göstermiştir.
3- Diyalektiği idealistleştiren kavramlara karşı, devrimci diyalektiği üretmesine yol açmıştır. Bu aynı şekilde Fe- uerbach’ın insanın tinsel varlığını önemsemeyen görüşlerinin de bir eleştirisi demektir.
* * *
Burada bir ara vererek kısaca şu tartışmaya atıf yapmanın zorunluluğuna i- nanıyorum. Geçenlerde yapılan bir tartışmada insanın biyolojik yapısının sosyal ve siyasal yapısı üzerindeki etkisinden bahsediliyordu. İnsanın biyolojik yapısının yine insanın sosyal yapısı üzerinde etkili olup olmadığı bu yazının konusu değildir ama, yine de bu yazıyla bağlantısını göz önüne alarak (bunun bağlantısı bireycilik ile kolektivizm ilişkisinde ortaya çıkıyor), kısaca önemli bulduğum bir yazıdan bahsedeceğim. Haluk Gerger “ İ- çimizdeki İnsanı Unuturken” başlıklı kısa bir makalede çok önemli bazı gözlemlerde bulundu. Yazının temel amacı bireyci insandan kolektif insana geçiş üzerine kurgulanmış. Ancak Haluk hoca, tarihi olarak iki insan türünden bahsediyor ve bu türlerin biyolojik yapısının sosyal yapıyı nasıl etkilediğini açıklıyordu. Ben burada bu yazının kısa bir özetini vermekle yetineceğim; Haluk hoca bundan yaklaşık 35 ila 85 bin yıl önce yaşayan Neanderthal insandan bahsediyor. Bir de atalarımız sayılacak Cro-Magnon insan türü anlatılıyor. Neanderhal insanın biyolojik yapısı, tıknaz, iri ve sağlam, ayrıca oldukça gelişmiş kas yapısına ve iç hacmi büyük bir kafatasına sahipmiş. Tüm gücüne, gelişmiş zekasına ve bece
rilerine karşın zamanla bu tür yok olmuş. Onun yerini atalarımız da sayılan Cro-Magnonlara bırakmış. Tabi bu bir evrim içinde oluşmuş. Cro-Magnonlar bir fizik üstünlüğüne ve zeka avantajına sahip değilken, nasıl Neanderthal insana üstün geldiği bilim adamlarınca incelenmiş. Bu noktada bazı kuramlar üretilmiş. Bunlardan en önemlisi, bu ilk insan türünün kendi içlerinde ve kapalı bir yaşamı olduğu, dolayısıyla iç evlilikler ile gen bozukluklarının ortaya çıktığı, bunun ise türün sonunu getirdiği savında bulunmuşlar.
Haluk Gerger tarafından da paylaşılan başka bir sava göre, bu üstünlüğün nedeni şu noktalarda düğümleniyor; bir Rus yazarı olan Andrel Nulkin’in araştırmasına göre, Cro-Magnonların avantajları, bu türün beyninde frontal (ön) loblar çok gelişmiş. İnsanda ihtiras ve duyguları, bencil hırsları ve genel olarak davranış biçimlerini beynin bu bölümü düzenliyor, dengeliyor. Bu loblar, insanın kişisel çıkarları karşısında toplumun (aile, aşiret vb.) ihtiyaç ve çıkarlarını dengeleyebilmesini, bencilliğini törpülemesini ve hemcinsleriyle birlikte yaşamanın gereklerine uyum sağlamasını sağlıyor. Böylece ilk insan belki daha zeki olmasına karşın, birey ile toplum arasındaki dengeyi tam olarak kuramadığı, bireyciliğe yenik düştüğü için toplumsal özellikleri daha gelişmiş ikinci tür insan karşısında tutunamamış ve tarih sahnesinden silinmiş. Neanderhal insan top- lumsallaşamadığı için bireyselleşememiş, sadece bireyci olmuş ve yok olup gitmiş. Maymunla insan arasında bir noktada kalmış ve dolayısıyla insanlaşamamış. Bencillik, toplumsal gereksinmelerin ö- nüne geçince, toplumsal dayanışma ve
21. yüzyılda insan ve felsefe__
117
— yol
paylaşım da gerçekleşemeyince çürümüş ve zamanla yok olmuş ve içindeki ‘insanı’ keşfedemeden tarih sahnesinden çekilmiş. Cro-Magnon insan türü ise bütün bunları başararak varlığını sürdürebilmiş. Bunlar bireyciliklerini bir noktadan sonra dengeleyebilmiş, içlerindeki insanı bulmuşlar ve toplumla birlikte in- sanlaşabildiklerinden dolayı varlıkları devam etmiş. Haluk hocanın yorumu şu; bireycilikle kolektivizm arasındaki mücadeleden kolektivizm utkuyla çıkmış, insan böylece insanlaşabilmiş ve dünyada kalabilmiştir.
Ancak Haluk hoca da bugünkü insanın krizinin farkında. O şöyle diyor; “ Kolektivist, dayanışmacı ve paylaşımcı Cro-Magnonların torunu bizler, birkaç yüzyıldır kapitalizmin bataklığında bireysel hırslarımızı, bencilliğimizi, güç ve kara ilişkin zaaflarımızı geliştiriyor, güçlendiriyor, buna karşılık beynimizin ön loblarının yetilerini köreltiyoruz. Atalarımızı insan yapan özelliklerini bir yana bırakıyor, toplumsal dayanışma ve paylaşma duygularından giderek uzaklaşıyoruz... Kim bilir, belki içimizdeki ‘insanı’ böylece unutup yitirirken, Neanderhal türünün yok oluşunun önkoşullarını bizler de yerine getiriyor, felaketimize giden yolu bencillikle, kar ve güç hırsıyla döşü- yoruz.” (Haluk Gerger, 1994:145)
Sonuçta Haluk Gerger şu öngörü ile yazısını bitiriyor; “ ‘Ya sosyalizm ya yok oluş’ belgisini bir de bu perspektifle düşünelim diyorum; bugün her zamankinden daha fazla, insanoğlunun, ‘insanı’ bulabilmesi ve yaşamı sürdürebilmesi için sosyalizme ihtiyaç olduğunu bu açıdan görmek mümkün. Evet, ya sosyalizm, ya yok oluş!” (aynı yerde)
Burada önemli olduğunu düşündüğüm, dolayısıyla Haluk Gerger’i de doğrulayan bir tanımı da Engels’ten vermek istiyorum; atalarımız olarak da kabul e- dilen maymunun beynini etkileyen temel iki dürtüden birincisi emek, ¡kincisini de dil olarak açıklayan Engels, bunun daha sonra insan beynine doğru nasıl geliştiğini uzun bir anlatımdan sonra şöyle özetler;
“ Beynin ve ona eşlik eden duyularının gelişmesinin, gittikçe durulaşan bilincin, soyutlama ve sonuç çıkarma yeteneğinin, emek ve dil üzerindeki tepkisi, hem emeğe, hem de konuşmaya daha çok gelişme için durmadan yenilenen bir dürtü verdi. Bu gelişme sonunda insan, maymundan ayrılınca, bitiş noktasına gelmedi, değişik zamanlarda, değişik insan topluluklarında, derecesi ve yönü değişerek, hatta orada burada yerel ya da geçici bir gerilemeyle kesintiye uğrayarak, tüm olarak büyük ilerlemeler gösterdi. Oluşumunu tamamlamış insanın ortaya çıkışı ile birlikte sahneye çıkan yeni bir unsur, yani toplum, bu gelişimi hem güçlü bir şekilde hızlandırdı ve hem de bu gelişime daha kesin bir yön verdi.” (Engels, 1979:85)
Elbette bu sorun işin uzmanlarınca başlı başına irdelenmesi gereken bir sorun. Ben biraz da 21. yüzyıl insanı ü- zerine çalışma yapanların Haluk Gerger’in de belirttiği gibi, insan beyninin veya beynimizin ön loblarının yaratıcı özelliklerinin köreltilmesinin bir nedeninin de kapitalizm bataklığındaki ilişki içinde oluştuğunu varsaymasının mümkün olup olamayacağını göstermek istedim. Böyle bir tartışmanın başlamasının yararlı olacağını düşünüyorum doğrusu.
__ 118
21. yüzyılda insan ve felsefeI r k *
Kaldığımız yerden devam edersek şunları söylememiz gerekir; özünde insan somut bir varlıktır. Duyguları olan, özlemleri, düşünceleri, zekası vs. olan bir varlıktır. Dolayısıyla insan, hayvan türünden farklı olarak “ özgür etkinliğe” yetenekli olarak, dünyayı değiştirmeye müsait, özelliklere sahip tek varlıktır çünkü. Oysa insanın bu özgür etkinliklerinin toplamı olan düşünce, duygu, zeka ve eylem, bir noktadan sonra değişik engellemelerle karşı karşıya kalarak, kendi insansal özünü yitirdiği dönemlere kaymaktan kurtulamamıştır. Sözgelimi 12. yüzyıl insanının yaşadığı krizde olduğu gibi, aynı şekilde 21. yüzyıl insanın yaşadığı paradoksal konumunu da burada çıkartmak olasıdır. Nasıl ki dinin rolü, in- sansal varoluşu dinamitlediyse, bugün de küresel kapitalizmin kendi varoluşu ve bütün bu manipülasyon araçları da (din, etnik, cinsiyetçilik veya sahte insan hakları ve demokrasi söylemi vs. gibi ideolojik ve kültürel araçları da kullanarak) aynı şekilde insanı dinamitlemeye devam etmektedir.
Düşüncenin temeli, doğal, somut ve yetenekli insanın kendisinde aranmalıdır. Çünkü gerçekten insan toplumsal bir varlıktır. İlkel komünal dönemde insan varlığı bencillikle örülmemişti. Dolayısıyla sevginin biçimi de değişikti. Ama yine de sevgi insana özgü bir kavramdı. Sınıflı topluma geçişle birlikte hem insanın kendisi gelişti hem de paralel olarak insan doğasında bulunmayan bencillik ortaya çıktı. Ancak bencillik tersinden sevgi kavramını da anlamlı kılan bir süreci yarattı. Giderek gelişen insan, sevgi kavramına daha büyük bir anlam yükledi. Sevginin dışlandığı ve insanın bencil-
leştirildiği her evre insan yaşamında, toplumsal bir varlık olan insanın niteliklerini de yitirdiği bir yabancılaşma evresidir. Tam da yaşadığımız sürecin karakteri ile tanımlanan bir dönemsel varoluşa dönüyor olmamızın nedeni de bu noktadır. Bu anlamda tarihte felsefenin hem önemi hem de çıkış noktasının burası olması ve 21. yüzyıl koşullarında, devrimci bir felsefeye yeniden dönüyor olmamızın anlaşılır kritik noktasıdır da. Nasıl ki 20. yüzyılda materyalist felsefe, politikanın sığınaklarında alt depolara a- tılarak görünmez kılındıysa, 21. yüzyılda ise devrimci felsefe bu sığınaklardan çıkıp politikanın merkezinde hak ettiği yere oturmak zorundadır. Çünkü politikanın kendi oluşum süreci, bir yerde insansal merkezden kopuşun ortadan kaldırılmasının geçerli bir yolu da burası gibi geliyor bana.
Kuşkusuz bu tartışma geçen iki yüzyıl içinde bitmedi ve yeniden gündemimize gelip oturdu. Bu tartışma asla akademik bir tartışma değildir. O, insanın yaşadığı dramatik koşullardan çıkarak yeniden gündemimize gelmiştir çünkü.
Yaklaşık 150 yıl önce Marx’ın belirttiği gibi, bugün insan bir araç durumuna düşürülmüştür. Oysa insanın mutluluğu bizim için temel bir tarihi amaçtı. İnsanın araçsallaştığı her çağ gibi 2 i . yüzyılda da, Engels’in dediği gibi “güncel çağ, bir bilinçsizlik durumu” haline gelmiştir. Çünkü günümüzde insan emeği ve onun yarattığı bütün değerler, kendi varoluşundan, dolayısıyla kendi özgür ve bilinçli etkinliklerinden kopmuştur. Özetle diyebiliriz ki, hem politika felsefe ile hem de insan yeniden felsefe ile barışmalıdır. Bu ilk çıkış noktamızdır. O halde dönüp bu sorunu yeniden incelemek gerek-
119----
m ektedir.
3. İn san lığ ın to p lu m s a l k r iz in in fe lse fed ek i karş ılığ ın ı nasıl o kum alıy ız?
İnsan türse l b ir varlık o larak kendi e- meği ile kendi varoluşunu yaratm ıştır. Bu anlamda insanın varoluşunun özüdür emek. Dem ek ki emek, aslında insansal varoluşun zorunlu b ir sonucu olarak o r taya çıkmış b ir e tk in lik tir. Bunlar genel b ir sav olsa da, bugün için önem li olanın insanın kendi varoluşunun emekle olan ilişkisinin n iteliğ idir. Haklı olarak şimdi şu soruyu sorm ak zamanıdır; bugün insanın kendi emeği ile ilişkisinde nasıl b ir varoluş ortaya çıkmıştır? Ya da insanı insan yapan yaratıcı e tk in lik le r o larak e- mek b ir yerde insandan b ir kopuş süreci mi yaşıyor? Başka b ir deyişle, bozulan insanın bozulma nedeni kendi yaratıcı e- meğinden kopuşun b ir sonucu olarak değerlendirm ek m ümkün müdür? Soyut b ir anlatımla ifade edecek olursak, insan bugün adeta e t ve kem ik yığınına mı dönüşüyor?
Eibette bu sorulara kolayca cevap bulmak şim dilik zo rdur, ama ben yine de b ir denemeye girm eye cesaret edeceğim.
Kapita list Ü re tim Biçimi (KÜB) altında emek, insanın som ut varlığını soyut b ir varlığa dönüştürm esine yol açmıştır. Bu kapitalizm in üre tim mantığının doğal b ir sonucudur. Aslında insan nasıl som ut b ir varlık ise onun emek eylemi de som uttu r. O halde som ut olan emek, yine som ut olan insanı nasıl o lu r da soyut b ir varlığa dönüştürebilm iştir? Ne yazık ki emek, bugün a rtık ister b ir iş etkinliği i- çinde bulunsun isterse bulunmasın, a rtık o adeta makinenin b ir parçası veya makinenin b ir dişlisi haline dönüştürülm üş
— yol--------------------------------------------
__ 120______________________________
tü r. Çünkü makinenin canlı b ir varlık gibi beyni, dolayısıyla b ir algılama gücü yok tu r. Makine sonuçta b ir dem ir yığınıdır. İşlenmiş b ir dem ir yığını olarak... İnsan ise asla dem ir b ir yığın o larak değer- lendirilemeyeceğine göre, o halde bu sorunun özü nerede bulunmaktadır? Kaba b ir benzetme yapmak gerekirse, bugün insan yine de düşünme, algılama veya diğer anlamı ile değerler sistemini yaratma gibi işlevler bütününde b ir dem ir yığınından çok farklı görün tü ve rm iyo r diyebiliriz. G örün tü ile som utluk a- rasında bugün büyük b ir açı yok gibi. İnsan varlığından düşünme, duygu, algılama vs. ye tile rin i çekip alın, geriye et ve kem ik yığınından oluşmuş b ir canlı kalmaz mı? Bu sonuçta hayvansal b ir va ro luştur. Bugün e lbette insanlığın bu derece b ir derin lik yaşadığını tasavvur edemeyiz. Hala varlığımızın gerekçesi olan beynimiz, ta rih i kazanımlarımızla b ir lik te günümüzü ve geleceğimizi sorgulamaya devam ediyor. Bu azınlık b ir toplumsal gücü temsil ed iyor olsa bile, aslında geleceğimizin de tem inatını gösterir. G e rçekten dem irin b ir beyni y o k tu r dedik, oysa insanın düşünme kapasitesini şimd ilik önemli derecede y itirm iş olsa da, o hala b ir beyne, dolayısıyla varlığının ö- nemli b ir göstergesi olan düşünme ve a- let yapma yetile rine sahip b ir varlıktır. Geleceği kurmada, bu, onun vazgeçilmez nesnelliğidir çünkü.
İnsanın kendi yarattığı ü rün le r ile ilişkisinin düzeyi, onun yaratıcı gücünün, dolayısıyla düşünme ve eyleme geçme yetile rin in ortaya çıkardığı bütün bu değerle r toplamı, aslında onun bu ü rün le rde nesnelleşmesi dem ektir. Yani insana a it olan şeyler, özünde onun ürünlere aktarımından başka b ir şey değildir. A n
cak bugün ü re tim ilişkisi içinde /e r alan bu insan, yaratıcı nesnelliğinin farkında oluşunu büyük oranda y itird i ve makinenin b ir dişlisi gibi veya b ir nesne gibi duyumsar oldu kendini. Bu aslında insanın öznelleşmesi süreci dediğimiz b ir sürece kayması anlamına da gelmesi dem ektir.
İnsanın insanlaşma sürecini, onun ko lek tif o larak ortaya çıkardığı emek ü rü nüne bağlı b ir süreç o larak düşünmek m üm kündür. Bu zorunlu o larak to p lu m sal b ir n ite lik taşıdı her zaman. Oysa bugün insan, kendi varlığını bu ortaklaşa e- mek üzerinden kuram ıyor. Ondan yalı- tık durum a düşüyor. Aslında bu durum, onu yıkan ve onu değerlerinden koparan b ir öğe haline geliyor. Çünkü insanlaşmanın kurumsallaşması, özünde başka insanlarla b ir lik te o rta k eylem içinden ü- re tilm iş tir. Böylece toplumsal olan bu varlık, aslında g iderek b ir insansal varlık halini aldı. Bu b ir yerde insanın doğal gelişme seyrid ir aslında.
Bugün top lum un yaşadığı tarihsel süreç, insansal k im likten soyutlanan b ir sahte bilincin etkisi ve ağırlığı altında bulunmaktadır. O halde ilk elden yapılması gereken, koşulların üre ttiğ i bu bilincin i- zah edilmesidir. Bunu yaparken e lbette iki şeyi daha yapmamız gerekir; ilki ko şulların ürünü o larak açıkladığımız bu gerçekliğin, yani nesnel, som ut dediğimiz yaşamın çıplak gerçekliğinin e leştirisini yapmamız gerektiğ id ir. Çünkü eleştir i, devrim ci başkaldırı veya eylem halindeki eylemin de e leştiris id ir b ir yerde. İkinci nokta bizim için daha önem lid ir; bu varoluşu değiştirecek tarihsel eylemin m o to r gücü olan işçi sınıfını ve onun devrim ci hareketini ve bu hareketin kaynağını göste rm ektir. Yani eyleme neden olan somutluğu ideo lo jik (tarihsel olanı
felsefi o larak gösterm ek) ve aynı zamanda örgütsel b ir fo rm a büründürm ek. Bu asla geleneksel olanı tekrarlam ak anlamına gelmem elidir, te rs ine yaşamın som ut ihtiyaçlarının karşımıza çıkardığı sorunlara çözüm üre tm ek dem ektir. Bunun som ut gerçekliğin içinde saklı o ldu ğunu görerek b ir hareket m erkezi o luştu rm aktır.
Bugünkü insan (ki ta rih i eylemin öznesi olan işçi de b ir canlı varlık olarak, insandan soyutlanarak ele alınamaz), tek tek insan hareketlerin in kapsamı bakımından her zaman insani (e lbe tte sınıfsal) bilincin dışında, bağımlılık ilişkileri ü- zerine Kurulmuş b ir varoluş kıskacı içinde darbelenmiş ve atom lara ayrılm ıştır. Oysa som ut insan dediğimiz insani va ro luşun temel öznesi, onun toplum sallık i- çindeki vazgeçilmez o rta k b ir temeliydi. Çünkü onun varoluşunun kanıtı, to p lumsal olarak ortaklaşa bilince ve o rta k laşa olan eyleme dayanıyordu. Oysa bugün insan, bu o rta k kü ltü r ve bilinçten koptu. Dolayısıyla 21. yüzyıl insanının temel açmazı, soyut insan ile som ut insan arasındaki varoluşsal b ir çelişkide düğüm lenmiştir. Kopuş ve çelişki, zamanın bu sonsuzluğu içinde vücut bulmuştu r çünkü.
Haklı olarak şu soruyu sorm a zamanıdır; peki ama bugün insan, kendini var eden o rta k değerlerden kopmuş olduğu kabul gören b ir yargı ise, insanın bu o- lumsuz varoluş cenderesinden ku rtu lması olası mıdır? Eğer olası ise bu dönüşüm nasıl gerçekleşebilecektir?
Yine aynı şeyi tekrarlayacağım ama, bu soruya şim dilik kolayca b ir cevap verilemez. İnsanlığın e lbette bu cendereden çıkmasını olanaklı olarak göreb iliriz ,
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
121----
ama bunun nasıl gerçekleştirileceğine i- lişkin bugünden b ir reçete yazılması olanaklı m ıdır sorusu açıkta kalır. Bu sahte b ir dok to ru n reçete yazmasına benzer. Sorulara olum lu cevap vermek, kafamızdaki soyut düşüncelerin b ir açıklanması o lab ilir belki, ama esas mesele bu düşüncelerin insanlığın özünde nasıl b ir vücut bulacağıdır. İşte bu noktada insanlığın biraz daha kendi mecrasında bu sorunları tartışmaya devam etmesi gerekir. Yine de burada bazı ta rih i anekdotlara dönerek, birkaç noktayı açıklamak olasıdır.
“ Yahudi Sorunu” adlı çalışmasında Marx, insanın kurtu luşunu şöyle tasvir e tm işti;
“ Ancak gerçek bireysel insan kendinde soyut yurttaşı yeniden elde edeceği ve b irey olarak, bireysel yaşamında, bireysel işinde, bireysel bağlantılarında türse l varlık durum una geleceği zaman, ancak insan kendi öz güçlerini toplumsal güçler o larak tanıyıp örgütleyeceği ve toplumsal erk i siyasal e rk biçim i altında a rtık kendinden ayırmayacağı zaman, işte ancak o zaman insansal kurtu luş tamamlanmış olacaktır.” (Marx, 1976:40)
Önce şunu kabul e tm ek zorundayız. Çağımızın insanı, sadece elleri kolları zincirlenm iş b ir tu tsak değildir, belki daha ağır sonuçlara yol açan durum , bu insanın aynı zamanda beyninin de tu tsaklaştırılmış olmasıdır. Bugün insanda o lu şan bireycilik, hem benciliği ü re tti hem de insanı insana kırdıran b ir olguya dö nüştü. Başka b ir deyişle insan bireysel yaşamını, başka insanların bireysel yaşamı üzerinden onu bastıran ve onu rekabete açan, dolayısıyla kendisinde top lanmış olan öz gücünü, kendi varlığını teh li
— yol--------------------------------------------
keye sokan yapıya karşı değil, ama kendi kardeşinin varlığına yönelten b ir kırılmayı yaşar oldu. Birey b irey o larak to p lumsal varlık olmaktan büyük oranda soyutlandı. Elbette insanı bireyci b ir k im liğe dönüştüren esas nedenin görü lem emiş olması, başka b ir ifade ile kapitalizmin yarattığı yıkımın kavranılmamış o lması, insanın kim liğindeki kırılmaların da esas nedenidir. Çünkü bu sistemde birey, toplumsal kim liğinden kopartılarak adeta atom lara ayrılmış ve insan yalnızlaşan ve ruhunu y itiren ‘cansız’ b ir tü r varlığa dönüştürü lm üştür.
Bu düşünce kabul ed ilir veya edilmez, ama başka b ir gerçek de şudur; çağımız insanı yine de bütün bu yabancılaştırılm a sürecine karşın, dünyasal b ir varoluşun dışında oluşan b ir varlık da değild ir. Yani insan, bu derece olumsuz koşullarla çevrelenmiş olsa bile, onun varoluşu top lum la ve doğayla ilişkisinde b ir dünyasal varo luştur. Çünkü insan aynı zamanda tarihsel b ir oluşum içinde şekillenm iştir. D iğer canlılar gibi insan bu dünyanın b ir varlığıdır. “ İnsan, insanın dünyasıdır” (M arx) sözünün sırrını burada bulabiliriz sanırım. Dolayısıyla insan, top lum u, devleti, dini, kü ltü rle ri o luştu ran b ir varlıktır. Sonuçta bütün temel özneler insanın kendisinde bütünleşiyor. Böylece bu olgusal yapıların tem el öznesi insanda bütünleştiğine göre, o kendi zamanında, içinde yer aldığı dünyada veya toplum daki konumuna göre be lirle necek dem ektir.
İnsansal varoluşun tem eli yine insanın kendi yaşamında saklıdır. Bu anlamda insansal varoluş, sonuçta insan eylem inin doğal sonucundan tü re tilm iş tir. Kendi değerlerine yabancılaşmak, özünde top lum un kendisinin yabancılaşması
__ 122
dem ektir. Bundan kurtu lm ak demek, her şeyden önce insanın kendi varlığını, ü retken b ir eyleme ve toplum un genel çıkarları uğruna savaşa katılan gerçek in- sansal varlığa dönüştürmesine bağlıdır. M arx ’ın gerçek anlamda bireyin bireysel varlığını olum lu b ir güce dönüştüren ro lünü buradan hareketle çözüm leyebiliriz.
O halde insan, kendini yıkan bu çevresel koşullardan ku rtu larak yeniden kendi değerlerine dönecekse, ilk elden yapılması gereken, insanı insanlıktan çıkaran (bugünün temel gerekçesi olan vahşi sermaye sisteminden) bu yapılardan kurtulması gerektiğini bilince çıkarmaktır. Burada insanın hem sınıflara bölünmüş b ir varoluşun içinde bulunması (yani ezilen ve sömürülen b ir sınıfı tem sil ettiğinden dolayı) hem de emekçi insanın ve giderek bütün insanlığın, insan olarak tarih in en önemli varlığını boşa düşüren kapitalist sistemden kurtu luşunun bilincine varmasının anlaşılır olması gerektiğ id ir. H iç kuşku yok ki bu anlaşılırsa burada devrim ci felsefenin ro lü de ortaya çıkmış dem ektir. M arx ’ın düşüncesinden hareketle b ir tanım yapan E. B o ttig e lli’nin şu yaklaşımı önem lid ir; “ Kurtu lm uş insan, gerçek insan olacaktır. Ama bu doğruluğu olgular içine geçirm ek için, zincire vurulmuş olan, sonuna kadar ezilmiş olan b ir sınıf, kendilerini tamamen y itirm iş bulundukları i- çin, erek olarak ancak kendi has öz le rinin yeniden elde edilmesini alabilecek insanlar gerek, ve bu sınıf da pro le taryadır. Felsefe ve pro letarya bağlaşması ( ittifakı), kendini haber veren devrim in a- nahtarıdır.” (E.Bottigelli, 1976:41-42)
Böylece devrim ci felsefe, en genel anlamda insanın kurtuluşunun b ir yol
haritasını çizer bizim için. Ancak bu ku rtuluş yolunun tüm mekanizmaları ile bir-*’ likte b ir eyleme dönüşmesinin tek olgusu vardır, o da pro letaryadır. Çünkü pro le tarya kendini ku rta rırken aslında bütün insanlığı da kurtaracak b ir sınıf kim liğine sahiptir. İnsanın kurtu luş eylemi veya yeniden kendisinin insanlığa dö nüşünün haberciliği ne kadar p ro le ta ryada ise, başarısı da öncelikle bu sınıfın felsefe ile bağlaşıklığının kurulmasına bağlıdır. Po litik yol haritası ve onun düşünsel temeli buradan çıkar çünkü.
“ Proletaryanın felsefede akli silahlarını bulduğu gibi, felsefe de proletaryada maddi silahlarını buluyor... Felsefe kendini, proletaryayı ortadan kaldırmadan gerçekleştirem ez, p ro le ta rya felsefeyi gerçekleştirm eden kendini ortadan kaldıramaz.” (Marx, D in Üzerine, akt., E. Bottigelli, 1976:42)
* * *
Tarih te gerçeklik ler üzerine yapılan bütün tartışmalar, genel o larak filozofla rın farklı yorum larına neden oldu, böylece buradan farklı felsefi akım lar doğdu. Kuşkusuz bu aynı şekilde bölünm elere de neden oldu. Bilimsel alanda her yenilik, kuşkusuz yeni bilg ilerin ortaya çıkmasına neden olacaktı. Bu nedenle gerçeği elde etm ek veya onu bilmek, mesela Kant için, insan aklının yalmzca gö rü nüm lerin i bilmek anlamına geliyordu. Bu nedenle görünüm ün gerçek özü asla bilinemezdi. Hegel’in ise, b ir şeyi bilmenin aslında o şeyin kendisini bilm ek olduğunu, dolayısıyla görünüm ile öz arasında m utlak b ir aşılmaz duvarın olamayacağı fik rine dayanıyordu ve Kant’a cevabı e- sas olarak bu nokta üzerinde yoğunlaşmıştı. O , daha sonra “ gerçekliğin, öz ile varoluşun b iriliğ inden” çıkacağını söyle-
21. yüzyılda insan ve felsefe__
123
— yolyecektir. (Akt; Lenin, 1976:126) Dolayısıyla bilim in ve insan düşüncesinin tarih i, aslında kendinde olan şeyin, bizim için b ir şeye (kendisi için olana) dönüşüm sürecinin ta rih i olarak okunması demektir . Elbette bu süreç, durağan ve statik b ir süreç olmadığı gibi, itirazlar veya yeni bilg iler de tartışmanın kesintili b ir süreci olarak asla okunamazlar.
G erçekten klasik m odern felsefe, belirttiğ im iz gibi bu eleştiri üzerinden doğmuştu. Ağırlıklı o larak aklın ve bilincin bozulduğu bu temel de, e leştirin in dinamiği üzerinden belirlenm işti. Elbette burada antik felsefenin m odern felsefe ile ayrımına girecek değilim. Çünkü bu top- lum lardaki nesnel varoluş biçim i, b irb irinden çok farklıydı. Doğal olarak her i- ki felsefe arasında ayrımların oluşmasının nedeni de bu temelden çıkar. Klasik felsefenin idealist tem eli, bilgilerim izin nesnelere uyumlu ve bağımlı olduğunu reddedip, aslında nesnelerin kendisinin b ilg ilerim ize bağımlı ve uyumlu olması gerektiği düşüncesinde anlam bulmuştu r. Ö ze llik le bu düşüncenin tem eli Kant tarafından yazılan “ Saf Aklın Eleştir is i” adlı eserde verilm iş ve sonraki fe lsefi akımlara temel o luşturm uştur. Rasyonel bilgi (akılcı bilgi), özneden bağımsız b ir şekilde, aklın (ruhun) ürünü o lduğunu ileri süren b ir ‘düşünce devrim in in ’ ürünü olarak çıkm ıştır tarih sahnesine. Böylece Kant, önceki gelişmelerden daha köktenci sonuçlar çıkarmıştır.
O halde işimize şu soruyu sorarak devam edelim; bugün insan türse l b ir varlık olarak, kendi kendinin bilinci ile kendisi için bilinç arasında ortaya çıkan çelişkili b ir yapısal süreçten, kendini ta nımlamak için nasıl b ir varoluşsal öğe çıka rılab ilir? Bu aslında sorunun k r it ik o
lan noktasıdır. Bu soruya cevabımızı sondan başlayarak verm ek istersek şun- ların altını çizmemiz gerekir; eğer insan kendi kendini tanıyor ise, insan olarak hem kendini yıkarak atom lara bölen hem de doğayı yaşanmaz kılan bu gerçeklerin bilincinde hareket eden ve pratik b ir e tk in lik te bulunan, dolayısıyla kendi varlığını yeniden kuran ve kendinde bilinci kendisi için bilince dönüştüren, dolayısıyla onu bu varlığa yükleyen b ir varlık ile tanım lanıyor olması gerektiğ id ir. Çünkü bilginin (yani gerçek olanın kendisini bilmek) sadece beyinde kalması, b ir şekilde bilginin beyne hapsedilmesi, kendi varoluşunun da soyutlanması ve işlevsiz kalması dem ektir. Bu anlamda kendi kendine duyarlılık, aslında dış dünyaya olan duyarlılık dem ektir. Burada b ir olay karşısında duyarlı olmak, acımak, üzülmek ya da d ö r t duvar arasında ağlamak değildir. Bu önem lid ir a - ma bu tek başına yetmez, aynı zamanda bu olumsuz çevresel koşulların nedenini sorgulayarak örgütlenm ek ve eyleme geçmek dem ektir. Duygu veya herhangi b ir görüş, aktarıldığı ve ikinci, üçüncü k işilerle paylaşıldığı zaman, o, som ut b ir duyguya ve som ut eyleme dönüşüyor dem ektir. Toplum e lbette tek tek b ireylerden oluşur. Ve bu b ireylerin eylem id ir ki insanın özgül etkinliğinin zorunlu b ir ürünü olarak ortaya çıkar. Bu, hem eylemin hem de bu eylemi gerçekleştiren insanın toplumsal b ir öze kavuştuğunu gösteren b ir oluşum sürecid ir. İnsanın ve giderek top lum un kendi va ro lu şuna yabancılaşması, toplumsal ve insan- sal e tk in lik le rin in aşağıya doğru hızla kaydığı koşulların ürünü olarak çıkar karşımıza. Böylece insan ikiyüzlü, sahte b ir varoluş haline gelir. Çünkü düşünce
ile varlık b irb irinden kopuyor ve b irb ir inin yok edilişinin araçlarına dönüşüyor. Ama yine de şunun unutulmaması gerekir. İnsan varlığında buluşan düşünce ile nesnel varlık arasındaki ilişki, asla ebedi ve değişmez b ir ilişki biçim i değildir. O - nun varlığı ile lebet sürm eyebilir. Ancak yine de bunun kopuş süreci anlamında paradoksal o larak devam etmesi veya çözümsüz kalışı, insanlığın daha da çürümesine ve çözülmesine yol açar. Bunun değişmezliği üzerinde tasarı o luşturanlar, yani bu çelişkili konumu değişmez ve ebedi kılanlar, onu sadece kafalarında kurgulayan düşünce özürlü le rid ir. G erçekte ise bu çelişkinin çözüm yolu, çok önceden gösterild i. Hegel’ in idealist düşüncesi karşısında Feuerbach “ D inin Ö - zü Üzerine D ers le rde” bu konuda şunları yazdı; “ M etafizik varoluştan fizik b ir varoluş, öznel b ir varoluştan nesnel b ir varoluş yapmak istemek, mantıksal ya da soyut varoluştan tu tup da yeniden mantıksal, gerçek b ir varoluş yapmak istemek, saçma sapan b ir İş tir” ve devamla Feuerbach bunu “ beş duyunun beşi ile çözüldüğünü” söylerken tümüyle haklı değil midir? (A kt; Lenin, 1976:65) Ancak bu bozulma veya yabancılaşma işte bu nedenle, asla insanın değişmez kaderi o- larak sunulamaz. Elbette onun nedenleri ve bu nedenlere yol açan kökenlerin incelenmesi gerektiği açıktır. Onun b ir başlangıcı olduğu gibi b ir sonu da olacaktır doğal olarak. Elbette daha sonra burada kü ltüre l varoluşun ro lü ve bu bağlamda postm odern te o ri ve onun öngördüğü insan modeli tartışmaya açılacaktır.
İşte buradan değişimin nedenlerini bulacak süreçleri özümsemek önem lid ir. İnsan denilen varlığın başardığı en ö
nemli buluş belki de, özgür olma isteği i- le bu isteğin hangi zorunlu luktan ortaya çıktığı arasındaki ilişki ve bağda saklıdır. Mesela ilkel insanı ele alalım; ilkel insan yeme içme gibi öz gereksinimden başka b ir şey bilm iyordu. Onun eyleminin sınırı burasıydı. Ama yine de bu som ut b ir eylem olarak som ut b ir varoluştu. Bu insanın üre tim etkinliği, hem dış dünyanın sahiplenilmesi hem de gereksinim duyduğu maddelerin elde edilmesine dayanıyordu. Yine de insan, bilindiği gibi kendi gereksinim inden fazlasını üretm esiyle anlamlaşmıştır. Bunun nedeni, insanın hem toplumsal b ir varlık olması hem de değişim içinde b ir varlık olmasıdır. O nedenle Marx, insanın “ gereksinim duyulan üretim den fazla üre tim de bulunması, yani bireyin a rtı-ü re tim i, diğer b ireylerin gereksinim ine göre hesaplanmasından çıkar” der. Aslında ilk bireyin üre tm e gereksinim i, kafasındaki değişim hesabıyla, ikinci, üçüncü b ireylerin ü re tim inin, bu artı ürün ile değiştirm eyi düşündüğü için ü re tir. Bu gelişmenin doğal sonucu şu o lm uştur; ilk bireyin emeği ve ilk ürünü, b ir meta durum una geldiği zaman, yani ilk üre tim in ancak başkasının üre tim in in niceliğine oranlandığı ölçüde ilgilendiren b ir nesne durum una gelmiştir. Böylece ilk bireyin ü re tim i kendine yabancı durumuna gelir. Onun üstünde egemen o lu r ve başkası ile ilişkilere dö nüşür. Başka b ir deyişle ilk ürünün ik inci ürünle ilişkilenmesi dem ektir bu. D e mek ki özgül insansal etkinliği, değişim süreci içinde şekillenm iştir. Daha önem lisi bireyin bu etkinliğinin yadsınma ko şulları olan yeni koşullar yaratılmış dem ektir. A r tık böylece emek, insansal b ir e tk in lik ten çıkarak, b ir kazanç ve kara dönüşen b ir e tk in lik halini aldı. Böylece
21. yüzyılda insan ve felsefe__
125
insan emeği, kendisi için zorunlu ihtiyaçların karşılanması için sürdürülen b ir eylem olmaktan çıkarak, insandan ve yarattığı ürünlerden koparak yeni b ir sürecin ü rünlerin i ortaya çıkarır hale geldi. Zaten kapitalizm de b ir sistem olarak buradan tü re tilm ed i mi?
Ö zgürlük ile zorun lu luk ilişkisinden bahsetmiştim daha önce. Bu ikili yapının aslında diyalektik b ir ilişki içinde olduğunu gösterir. Ancak özgürlük Hegel’in belirlem iş olduğu gibi “ dünyanın ussallığının” kavranılmasından doğmaz. G e rçekten özgürlüğün elde edilmesi, tinsel e tk in lik ten değil, tersine insan pratiğ inden ve onun olaylarla ilişkisinden çıkar. Düşünce ile varlık ilişkisi bu noktada, som ut p ra tik e tk in lik içinde elbette düşünmeyi zorunlu kılar. Nesnel varoluş insan için, pratiğin içinde ekonom ik ve toplumsal ilişk iler bütünü tarafından o- luşturulur. Böylece pra tik e tk in lik içinde, insan ile doğa, özne ile nesne, düşünce ile varlık, özgürlük ile zorunlu luk gibi ta rih i olgular bu birliğin oluşmasını sağlar. Düşünce tek başına ele alındığında soyut b ir kavramdır. Oysa düşünce gerçek anlamda toplumsal b ir niteliğe sahip olduğu zaman b ir anlam ifade e- der. Böylece düşünce, toplumsal yaşamın yeniden ü re tim i anlamına gelir. Çünkü düşünsel olgular, özünde to p lumsal yaşamın yansımasından başka b ir şey değildir. İnsanın kendi öz değerlerine sahip olarak, kendini yeniden yaratması, ta rih i b ir hareket olarak bu insan- sal e tk in lik, tüm yaratılış kuramlarının yadsınmasını ge rek tir ir. G erçekten insanın kendini yaratma sürecinin tarih i, düşüncenin kendini var edişinin de ta rih idir. Çünkü maddeden düşünceyi çekip almak, maddenin kendisine özgü ger
__ yol___________________________çekliğin de y itim i dem ektir. Bu anlamda düşünce maddeden asla ayrılamaz.
Burada insanlar arası ilişkiler, eskiden b ir değerler sistemi üzerine ku ru lmuşken, a rtık bugün yeni ilişkiler, nesneler arası ilişkilere dönüşerek, bu değerle r sisteminin yıkılmasına yol açmıştır. Böylece emeğin kendisi b ir araç durumuna getirilm iş ve insan da b ir makineye dönüştürülm üştür. Sadece emek değil, bizzat insanın kendisi de amaç o lmaktan çıkarılmış ve b ir araç durumuna getirilm iş tir. Ü re tim aracına dönüşen her yapı gibi insanın kendisi de statik, kurgulanan ve verilen em ri yerine getiren b ir makine g ib id ir adeta. Böylece insanı insan yapan özne llik leri olan düşünce, duygu, sevgi, kü ltü r ve benzer değerle r kaybolmaya yüz tu tar.
Bugün ne yazık ki sadece düşünce maddeden ayrılmadı, aynı şekilde duygu da düşünceden ayrıldı. Düşüncelerim iz yine aynı şekilde duygularımızın bahçesinde yeşermedi. B ir yerde A d o rn o ve H orkhe im e r’ın dediği gibi “ ...endüstriya- lizm, ruh la rı n esn e lleş tirm iş tir .” (M. H orkhe im er-T . A dorno , 1995: 46) D uygusu olan ben ile düşüncesi olan ben, b irb irinden kopan ilişk ile re dönüştü. G erçekte durum böyle olmamalıydı. Çünkü duygu ile düşünce b irb irin in yabancısı olan ve b irb irinden ayrılamaz iki kavramdı. N itek im Feuerbach bu kavramları “ Leibniz’in Felsefesinin Açıklanması, Geliştirilm esi ve E leştirisi” adlı e- serinde şöyle ele almıştır; ” ... duyan o larak b ir ’im, düşünen olarak evrenselim. Am a düşüncede ne kadar b ir isem, duyumda da o kadar evrensel olmaktan geri kalm ıyorum. Düşüncede uygunluk sadece duyumda uygunluğa dayanmaktadır... H er tü rlü insani bağ, insanlardaki
__ 126
duyum benzeşimi öncülüğüne dayanır.” (akt; Lenin, 1976:330) Dolayısıyla insanın insanla anlaşmasının' en temel unsuru olan dil, bugün duygularımızı ve düşüncelerim izi anlaşılmaz kılan b ir yabancılığa yol açtı. Oysa düşünce dilden bağımsız değildi. Düşüncelerim izin e leştirisi, dolayısıyla aklımızın eleştirisi ya da duygularımızın ifade edilişi tümüyle dil a- racılığıyla olmaktaydı. O halde bugün şöyle düşünmek yanıltıcı mı o lu r dersiniz? Yani dilim iz bizi anlatan b ir öz y it imine mi yol açmıştır? D il, sözcüklerin gölgesinde b ir anlam ve b ir öz yitim ine doğru b ir hareket içinde mi şekillenmektedir? Anlatan dil anlaşılmaz b ir dile mi dönüştü? Özünde düşüncenin kırılganlığı, b ir yerde dilin kırılganlığı demektir . Düşüncenin bozumu dilin bozumu dem ekti b ir yerde. Burada kırılgan düşüncenin eleştirisi, doğrudan b ir ilişki i- çinde olan dilin b ir e leştirisini yerine getirm esi anlamına da gelebilir belki. Feu- erbach’ın Haym ’dan aktardığı gibi “ Aklın eleştirisi, dilin eleştirisi o lm ak zorundadır.” (Aynı yerde) Düşünce ile varlığımız (evrensel hareketim iz) arasındaki ku ru lması gereken bu bağ (aynen emek, bağında olduğu gibi), büyük oranda b ir ko puş sürecine yol açmış olduğu için, aynı şekilde dilin bozulmasına da yol açmıştır. Dem ek ki kullandığımız dil, düşüncelerim izin anlaşılmaz veya karmaşıklığı ü- zerinden anlaşılmazlığa neden olm uştur. Elbette düşünce ile dil b irb ir in i tamamlayan iki kategorik kavramdır. G erçekten “ dil, bilinç kadar eskidir, dil, gerçek, pratik, ö tek i insanlar için de varolan ve o halde ben-kendim için de ilk kez var olan b ilin ç tir ve tıpkı bilinç gibi dil de, ancak ö tek i insanlarla konuşma gereksinimiyle, zorunluluğuyla ortaya çıkar. Be
nim bilincim, beni çevreleyen şey ile ilı'ş- k im d ir.” (Marx, 1979:92) Soyut anlamda dilin eleştirisinden hareketle aklın e leştirisi e lbette yapılamaz. Bugün daha çok aldın eleştirisi, dolayısıyla düşünce yapılarının eleştirisi üzerinden dilin eleştirisi b ir anlam ifade edebilir gibi ge liyor bana. Yani ortada olan insan yıkımının b ir şekilde dilin yıkımına yol açışı, öyle sanıyorum ki insanın düşünce ve davranış yıkımının, başka b ir deyişle M arx ’ in b e lir tt iği gibi “ nesnelerim izin” üzerinde şekillenen b ir karaktere yol açmış b ir görünümü söz konusudur.
Burada M arx ’in, dil ile yabancılaşma bağlantısına ilişkin oldukça öğretic i b ir tümcesini aktarm ak istiyorum ;
“ Karşılıklı bağlantıları içindeki nesnelerim iz, konuştuğumuz tek anlaşılır d ild ir. İnsansal b ir dili anlamazdık ve o dil etkisiz kalırdı; b ir yandan insansal b ir dil, b ir dua, b ir yalvarma, öyleyse b ir küçük düşme olarak görü lü r ve duyulur, öyleyse utançla, alçalma duygusu ile konuşulu r ve ö te yandan b ir sakıntısızlık ve b ir z irzopluk olarak alınır ve yadsın irdi. Biz hepimiz, insansal varlığa öylesine yabancılaşmışız ki, insansal varlığın dolaysız d ili bize insan onuruna b ir saldırı, ve te rs ine maddi değerlerin yabancılaşmış dili i- se, bize kendine güvenen ve kendini öyle gören doğrulanmış onur olarak görü nür.” (Marx, 1976:45-46)
Şimdilik bu noktayı burada sınırlayarak buradan önemli olan başka b ir noktaya geçiş yapalım; ekonom i p o litik yapı ile düşünsel yapının b irb irinden kopuşunun yarattığı olumsuz sonuçları, insan ö- zü açısından irdelemeye çalışalım.
4. E k o n o m i p o lit ik ile fe ls e fe n in
b irb ir in d e n ko pu şu in s a n lığ ın k u r
21. yüzyılda insan ve felsefe__
127 -----
tu lu ş e y le m in i n e d e n o lu m s u z o la ra k e tk i le m e k te d ir?
Bilimse! sosyalizmin tem ellerin in atılmasına kadar geçen önceki süreçte, ö- zellikle ekonom i po litik üzerine çalışma yapan düşünürler, em ekteki bu yabancılaşma sürecini görememiş ve bunun sonuçlarını kuramsal b ir senteze dönüş- türm em işlerd i. Bu sorunu daha sonra M arx çözecektir. O nedenle Marx, özellikle emeğin yabancılaşması sorununu e- le alarak bunu ekonom i p o litik sürecin i- çine sokm uştur. İnsanlık için kurtu luş manifestosunu da buradan tü re tm iş tir. Yabancılaşmaya son verecek açılımların başında, artı-değer kuramı ile b irlik te m ülkiyet ilişkilerinin sorgulanması, dolayısıyla özel m ülkiyetin reddi üzerine kurgulanan b ir sistem yapılanması çıkarılm ıştır.
Önce yanılgılı olan şu “ M arx e leştirisi” sorunundan işe başlayalım; burjuva bilim dünyasının M arx için en çok eleştiri konusunu, onun ekonom i po litik değerlendirm elerin in . felsefeden ve insan tanımından kopuk olduğuna ilişkin yapılan yo rum la r o luştu rm uştur. Bu oldukça haksız b ir yargıdır. Kuşkusuz bu e leştiriye liberal soldan başlayan, postm oder- nistlere kadar uzanan b ir dizi akımın da önem li b ir katkısı o lm uştur. Oysa biraz M arx öğretis i ile uğraşanlar b ilir le r ki, bu yaklaşım tamamen temelsizdir. G e rçekten M arx ’a en çok eleştiri getirilen konulardan birisi olan, ekonom i p o litik varsayımlar, iddia edildiği gibi asla ekonom ist b ir analize dayanmaz. Onun kap ita list ekonom i politiğe eleştirel yaklaşımının tem elinde felsefe kuramı olarak, insan ve insanın kurtu luş ideolojisi vardır. Yani işin tam da odağında insan, do layısıyla felsefe va rd ır. Bu anlamda
__ y o l_____________________________
M arx’in hem dilinde hem de düşünce m erkezinde devrim ci b ir felsefenin varoluşu, aslında Marksizm ’in teme! va ro luş gerekçesidir. M arx salt eylemci b ir kişilik değil, o aynı zamanda geleceğimizin kurtuluşunun da b ir filozo fudu r çünkü.
O halde bu filozofun bize göste rd iklerini biraz daha anlamaya çalışalım.
M arx ’a göre insanın yeniden kendine dönmesi, dolayısıyla yabancılaşma sürecine son vermesi, özel m ülkiyet re jim inin ortadan kaldırılması görüşüne dayanır. Çünkü insanın bütün insani yeteneklerini kazanmasının yolu bu noktada toplanm ıştır. G erçekte insan araçsallaş- mış b ir meta olmaktan ancak böyle b ir yol izlenerek çıkabilecektir.
Özel m ülkiyet tu tkusu ve bu tu tk u nun yarattığı sonuç, insanın kendi insan- sal değerlerine yabancılaşan o luşum unun maddi olarak dışı vurum u dem ektir. Bu tu tku ve eğilim, insandaki bozulmanın asıl nedenidir. Kuşkusuz özel m ülk iye t dediğimizde, ekonom ik b ir kavramı kullandığımızı biliriz. Esas konum uz insansa! varoluşun koşulları ise, doğrudan insana yabancı olan koşulları da ta rtış ıyoruz dem ektir. O zaman bu yabancılaşma kavramının içine, zorunlu olarak e- konom ik yabancılaşmayı da koymamız gerekir. Çünkü M arx ’in ifadesi ile konuşacak olursak, “ ekonom ik yabancılaşma süreci, gerçek yaşamın yabancılaşması anlamına gelir.” (Marx, 1976:60) Gerçek yabancılaşmanın kendisi, aynı zamanda b ir başka önemi de bize gösterir; gerçek yaşamın yabancılaşma öğeleri, bilinç ve bilinç b içim lerin in de yabancılaşmasında ortaya çıkan kaynaklarıdır. Kü ltürden dinsel yapılara, sanattan çeşitli bilimsel
__ 128
çalışmalara kadar bütün süreçler top la mında ortaya çıkan yabancılaşma, başka b ir deyişle insanın ko lek tif varlığını yok eden yeni varoluş biçim lerin in tem elin de bu ekonom ik yabancılaşma süreci yatar. Elbette bilinç ve değerler sistemindeki yabancılaşma ile, yani ideo lo jik yabancılaşma ile ekonom ik yabancılaşma eşdeğer b ir yapı göstermez. Ama yine de bu farklılığa rağmen, insanın kendi in- sansal varoluşunun bütün toplumsal do kularını yıkan veya ona kaynaklık eden süreçlerin temelinde, oluşmuş bu eko- nom ik /po litik sistemin kendisi vardır. Özel m ülk iyet nasıl ki insan için b ir sahip olma duygusu yaratarak, bütün değerler sisteminin üzerine basarak onu yıkıyorsa, işte bu ekonom ik sistem, yani ekonom ik yabancılaşma süreci de bireyi ve b irey le r toplu luğunu hızla kendi değerlerinden ve insansa! bilincinden kopararak adeta m odern kö le le r haline dönüştü rü yo r. Bunun için M arx ’ın ısrarla “ tüm yabancılaşmanın olum lu olarak kaldırılmasını” önerm esinin nedeni de bu noktadır.
Peki ama insan bu m odern kö le lik z incirle rinden nasıl kurtulacaktır? Bu sorunun yanıtı kaba m ateryalist b ir yo rum la verilem ez gibi ge liyor bana. Çünkü bu sorun p o litik erkin basit b ir ei değ iştirilmesine indirgenemeyecek kadar önem lidir. Yani biz b ir yerde salt p o litik erki değiştirm iş olsak bile, insan o tom atik o- larak kendi insansal kim liğine döner mi acaba? Bu yaklaşım, “ yaşayan sosyalizm” deneyleri ile göste rilm iş tir ki, yanıltıcı b ir düşüncedir. Çünkü insanın evrim i u- zun b ir ta rih i dönem içinde şekilleniyor. Po litik ik tida r el değiştirse bile, kırılgan b ir insan kim liğinin o lum lu dönüşümü belirtild iğ i gibi üstten belirli kararlarla
gerçekleşemez. (Asla bu p o litik iktidarın ele geçirilmesi eylemini küçümsemek anlamına da gelmez. İk tidar perspektifli p o litik eylemin, insanın insanla buluşmasının da ilk adımını teşkil ettiğ i unutu lmamalıdır.) Bu gerçekliği bilen Marx, o r taya önce, “ insan özgürlüğü” sorununu atmış, sonra da “ insanın doğru luğu” sorununu araştırmaya başlamıştır. (G eçerken be lirtm ek isterim ki; ‘yaşayan sosyalizm ’ deneylerinin hemen tüm üne yakın oluşan bu ö n d e rlik ku rum la rın ın , M arx ’ in önem li olan bu saptamasını içse lleştird ik le rin i sanmıyorum. Anlaşılmalıdır ki Lenin’ i bunun dışında tu tu y o rum .) Ne var ki, insanın doğruluğu ve gerçek anlamda insanın oluşum hali, m utlak sure tte o lgular/nesnellik ler içinde ü re tilecektir. Bu anlamda o b ir ye rde, hem Hegei’den hem de Feuer- bach’tan kopm uştu r. M a rx ’in, gerek “ Yahudi Sorunu” , gerekse “ Hegel’in H ukuk Felsefesinin Eleştirisi” nde, som ut insanın doğasını incelemesinin nedeni de budur. Kuşkusuz adı geçen bu iki filozo fun düşüncelerinden e tk ilenm iştir. He- gel’den insanın tarihsel oluşumunun d iyalektiğini, Feuerbach’tan ise som ut insanı, insan ile doğa ilişkisini, başka b ir deyişle m ateryalizm in i a lm ıştır. Ama M arx ’a göre her iki filozofun görüşü eklek tik ve idealistti. Oysa M arx kendi öz görüşünü geliştirirken, bu iki öğenin b ir leştirilm esinden daha başka ve daha derin analizlere dayanmıştır.
İnsanın insan olarak bağımlılık ilişkilerinden kurtu luş sorunu, e lbette içinde bulunduğu nesnel olguların incelenmesini gerektirm iş tir. İnsanın tarih i aynı düzeyde b ir ü re tim ta rih id ir de. Dolayısıyla insanın m erkezinde bulunduğu bu ü- re tim ilişkilerinin incelenmesi, insana u-
21. yüzyılda insan ve felsefe__
129
— yol
laşmak için kaçınılmaz b ir yoldur. İnsanın özgül e tk in lik alanı olan üre tim alanı, insanın bütün istek ve biçim lerin in de gösterild iği b ir alandır. İşte ekonom ik- p o litik çözümlemenin önemi burada o r taya çıkmıştır. Bu araştırmasında Marx, insanın nasıl b ir yabancılaşma içine' sürüklendiğini gördü. Kendisine yabancı, doğaya yabancı, kendi ürününe yabancı ve nihayet kendi insansal n ite lik le rine karşı da yabancılaşmış bütün özü burada buldu. G erçekten gündelik olarak da yaşadığımız gibi, KÜB ve bunun üzerine inşa edilmiş egemenlik sistemi, insanın yadsınmasına dayanan egemenlik ilişkilerid ir. İşte insanın öz değerlerden kop tu ğu şartların ortaya çıkışının tem elin i doğal olarak bu egemenlik sisteminin yapısında buluyoruz. Dem ek ki bizim kapitalizme karşı yönelmemizin temel gerekçesi böylece daha da somutlaşmış o lmaktadır.
Elbette insanı daha iyi anlayabilmek i- çin onun doğayla ilişkisini doğru olarak kurgulamak gereklid ir. Böyle b ir so ru nun incelenmesi, bizi doğaldır ki günümüz insanının açmazlarına gö tü rü r. Dahası bu sorunların doğru kurgulanması, aynı şekilde insanın bu açmazlardan nasıl kurtulabileceğine ilişkin ipuçları v e rir bize. O nedenle biraz daha genel yo rum lara devam etm ek zorunluluğumuz buradan çıkar.
5. D o ğ a n ın y ık ım ı insan ın y ık ım ı, in san ın y ık ım ı d a d o ğ a n ın y ık ım ı d e m e k t i r
İnsanın doğayla olan ilişkisi, özünde insanın insanla olan ilişkisidir. Aynı şekilde insanla ilişkinin doğayla ilişkili olduğu gibi. Bu ilişki içinde görünen esas be lirlemeyi M arx şöyle açıklar; “ İnsan için,
insansal özün ne ölçüde doğa durumuna ya da doğanın ne Ölçüde insanın insansal özü durumuna gelmiş bulunduğu, duyulur, som ut b ir olguya indirgenmiş b ir biçimde, demek ki bu ilişki içinde görü nür.” (Marx, ¡976:189)
İnsan doğası, salt öznel b ir biçim içinde tanımlanamaz. Kendi kendine yabancılaşan insan, b ir iş ve üre tim uğraşı iç inde olmayan b ir varlık durumundaysa e- ğer, bu süreçlerden kurtulamaz. Oysa insanın yabancılaşmasında, adı geçen bu insan b ir işçi olarak, yani b ir ü re tim e tkinliği içinde yer alan b ir varlık olarak, insanı yok eden ve b itiren süreçlerin karşısına d ik ileb ilir ve yabancılaşma sürecini olum lu anlamda tersine çevireb ilir. Kapitalist ü re tim ilişkileri içinde insan, kendi öz doğrusuna yabancılaştırılmıştır. İşte bu sürece katılan insan, bunu görür.
Bu anlamda insanın gerçek doğası, kendi yaratmış bulunduğu zenginlikler doğasında açığa çıkmıştır. Sözgelimi herhangi b ir insan kapitalist olduğu zaman, onun yabancılaşması, ona kişilik veren şey, artık kendisinde taşıdığı insana ait olan değerler değildir, tersine bu para ve parasal ilişk ilerd ir. İlk bakışta para insanlar arası ilişkide genel b ir bağ gibi görünür. G erçekte ise her tü r insani ilişkiyi yıkan, zengin olma tutkusu ile insanları b irb irine düşüren, onları bölen b ir ko numdadır para. Sevgi, güven, aşk, sanat, bilim, duygu gibi bütün insani e tk in lik le r b ire r insani varoluş b içim leri iken, para bu ilişkilerin tüm ünü bozmuş ve insanı paraya bağladığı gibi, sevgiyi de para ile ölçülebilen b ir “ değer” haline getirm iştir . Bugün çok fazla duyduğumuz “ aşka ve sevgiye inanm ıyorum ” sözünün, som ut olarak bu varoluş içinden çıkarak
130
söyleniyor olmasının p ra tik b ir anlamı da buradan çıkm ıyor mu dersiniz?
M arx burada insan bilim inin koşullarını yeniden yaratırken, aslında yeni insanı da keşfetmiş o luyordu. Burada o lu şan insan, doğanın içsel b ir özel sonucu değildir. Bir yerde doğa, insanın dışındadır. Yani doğa ile insan b irb irinden kopmuş iki yabancı olgu gibidir. Oysa insanın özsel olarak ve olum lu anlamda doğayı kendisine mal etmesi gerekmez mi? Çünkü burada hem insanın doğaya hem de kendi kendine yabancılaşmasının nedeni yok edilmeden sorun çözüm lenemez. “ Doğanın insanlaşması kadar insanın da doğallaşması gerek ir.” İşte bu iki temel gerçeği b irb irinden kopararak insanı hem kendine karşı hem de doğaya karşı yabancılaştıran nedenlerin başında, özel m ülkiyet sistemine dayanan kapitalizm gelir. Bunun ortadan kaldırılmasının özsel nedeni bu noktada aranmalıdır. Burada sınıfsız b ir top lum ideali üzerine kurulm uş sistem, sadece üretim ilişkilerin in dönüşümünü sağlamaz. Aynı şekilde insanın “ tarih öncesine” de son verir. A rtık insan doğasının açılımı ve gelişmesinin yolu bu noktada bulunm uştur çünkü.
Marksizm yeni insanı öz olarak iki a- yak üzerinde tasarlamıştı. Bu öngörünün önemi, içinde yaşadığımız çağda daha da b ir anlam kazanmıştır; ilki, önce insan i- le doğa karşıtlığı son bulmalıdır. Aslında ne insan ne de doğa b irb irine özsel olarak yabancı değildir. O n lar b irb irine yabancılaştırılm ıştır. Çünkü kapita lizm dünyasının sonuçlarıdır bunlar. İkincisi, insan insanla barışık olmalıdır. A r tık insan kendi tü rüne yabancı b ir varlık o lmamalıdır. İnsan toplumsal doğasını yeniden yaratmalıdır. “ Ö zgürlük gereksin
meden kurtu lduğu noktada başlayacakt ı r ” diyen filozofun düşüncesinin önemi buradadır. Onun türse l yaşamı, bireysel yaşamı ile ö rtüşecektir. Dolayısıyla gündelik çıkarlar, insan ilişkilerinde be lirle yici b ir ro l oynamayacaktır artık. Ama yine de insanlar kendi çıkarlarını her zaman öne almış ve ona uygun düşünce ve davranış içinde o lm uştur. Buna karşın insanlar bu çıkarları daha çok gündelik b ir zaman dilim i içine sıkıştırmıştır. Genel b ir tanım kullanmak gerekirse insanlar, uzak erim li b ir düşünce ve davranış içinde, başka b ir deyişle işin bilincinde, dolayısıyla yapma niyetinde değillerdi. Bu b ir şekilde kapitalizm koşullarında dışardan giydirilm iş b ir kopuş sürecinin doğal hareketiydi belki. Ama bu durum yine de insanların içsel o larak onların çıkarlarında yerleşik olarak her zaman mevcut o lm uştur. Dolayısıyla canlı varlık olan insanın mutluluğu gibi, aynı şekilde b ir soy olarak devamını sağlamak gibi istençle r ile çıkarlar, b irb irin i tamamlayan b ir süreç olarak her zaman insan varlığında buluşma noktası o larak kalacaktır. İşte bu durum onun değişime ve değiştirm eye açık olan b ir özelliğ id ir de. Ç ünkü doğal ve insani çıkarlar, insanın gelişiminin de m o to ru ve p ra tik yo ludur. D o layısıyla bireyin çıkarı, sınıfın genel çıkarı içinde vücut bulacak, bu durum b ir yerde onun gelişim inin de temel gücünü oluşturacaktır. Burada önemli olan, bu çıkarlar zeminini bozan ve onu b irb irine karşı kırdıran burjuva manipülasyonu- nun açığa çıkarılmasıdır. Özgürce gelişmenin yolu da öyle sanıyorum ki buradan çıkacaktır.
Burada aradığımız şey, toplumsa! insanın kendisidir. Toplumsal insan gerçekte, hem p ra tik içinde hem de düşün
21. yüzyılda insan ve felsefe__
131
ce içinde b ir kimliğe kavuşur. Dem ek ki p ra tik ile düşünce ilişkisi özünde to p lumsal b ir niteliğe sahiptir. Bunlar to p lumsal eylem ve toplumsal düşüncelerdir. Dolayısıyla doğanın insansal özü ile insanın doğal özü, sonuçta bu toplumsal insanın eylemine bağlı olarak şekillenir. İnsanlar arası ilişki veya bağ, ancak o lu şan top lum içinde geçerli b ir m om enttir. Böylece M arx ’tan bize uzanan temel düsturu şu cümlede toparlayabiliriz; insan ile doğanm birliğ i insanın tam anlamı ile "doğallaşmasına” , doğanın da eksiksiz olarak “ insanlaşmasına” bağlıdır. Bunun gerçekleştirilm esin in biçim i de ancak top lum içinde oluşan b ir karaktere sah ip tir.
M arx ’a göre, insanın insanlaşmasının ilk ve temel biçimi, erkek ve kadın arasındaki ilişkiler tarafından o luşturu lm uştu r. Bu hem doğal hem de toplumsal b ir n ite lik ile be lirlenm iştir. Oysa sermaye bu temel ilişki biçim ini, başka b ir deyişle toplumsallığı yıkarak, insanı insandan kopardığı gibi, kadın ve erkeği de b irb irinden kopardı. Burada cinsellik, bu iki tü r insan için b irleş tiric i b ir ro l oynaması gerekirken, cinsellik b ir meta olarak kullanıldı, bu ise kadın ile erkeği b irb ir ine düşüren sonuçlara neden oldu. Böylece insan özgürlüğünün önünü açacak süreci de parçaladı. B ireyleri adeta sermayenin kö le lerine dönüştürdü. Kadın erkeğe göre bundan fazlasıyla zarar g ö rdü.
Doğanın insani dönüşümü aslında insanın insanileşm esinin dönüşüm üyle doğrudan bağlantılıdır. G erçekten insanın eylemsel tarih i, doğanın tarih ine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu anlamda şimdiki zamanda doğanın vahşi yıkımı, tamamı ile insanın yıkımı ile b ir anlama kavuşuyor.
— yol----------------------------------------Ve doğa aslında b ir yerde insandan öcünü büyük ‘doğal fe lake tle r’ ile çıkarıyor. Burada doğal fe laketler özünde yabancılaşmış bu insanın, yani kapitalizm in b içim lendirdiği insanın, dolayısıyla sermayenin yıkımı olarak çıkıyor karşımıza. Doğa daha önce zaten b ir uyum içinde varoluşunu kurgulamıştı. Oysa bu uyum bugün bozulmuşsa bunun nedeni, insanın deli b ir göm lek içine sokulmasından ileri gelmiş olmasıdır. G erçekten doğanın dönüşüm tarih i, eğer bu olum lu b ir dönüşüm ise, insanlığın olum lu dönüşümü, tersi ise olumsuz dönüşümü anlamına da geliyor doğal olarak. Tarih, "İnsanın gerçek doğal ta rih id ir... İnsansal tarih, doğa tarih in in edimsel b ir parçasıdır. Doğanın insanlaşmasının ta rih id ir ” diyen M arx ’i böylece b ir kez daha haklı çıkarmıştır. (Marx, 1976:364)
Bugün insanlık, zorunlu b ir geçiş süreci içinde bulunuyor (b ir kaip grafiği gibi inişli çıkışlı b ir ta rih i süreç olarak), dolayısıyla büyük b ir bozulma ve kendi kendini y itird iğ i b ir yabancılaşma dediğim iz süreçten geçiyor. Bu aşamada insan adeta yeniden “ tarih öncesi” döneme girm iş gibi görünüyor. Kuşkusuz tek farkla: e lbette bugün insanlık büyük b ir bilgi b irik im ine ve o rta k b ir ta rih i kazanıma sahiptir. Tekn ikte ve bilim de büyük ilerlem eler o lm uştur. Yaşam bu anlamda daha kolaylaşmıştır. Am a yine de bu olum lu ve rile re rağmen, insan kendi kazanımları olan bu tarihsel ilerlem eleri bugün kendi lehine doğru dönüştürem em iştir, dolayısıyla büyük oranda geriye savrularak, yoksulluk, açlık içinde, hastalıklarla, savaşlarla ve doğal afetlerin baskısı altında hızla yok o lm aktadır. Bu aslında insanın kendi kendisinden koptuğu ya da ayrıldığı b ir kopuş aşamasıdır. 21.
__ 132
yüzyıl insanı, yaratıcı bütün özellik lerine karşın toplumsal doğasından ayrılmış ve bu çelişkilerin girdabı içinde, çözümsüz ve donuklaşan b ir varlık halini alm ıştır a- deta. Burada e lbette soyut anlamda kapitalizm i suçlamanın fazla b ir anlamı da yok tu r. Kapitalizm som u ttu r ve gerçek yaşamımızın içindeki özünü gündelik o- larak yaşıyoruz ve duyumsuyoruz. Kapita list sistem, hem doğayı insanlaştıran hem de kendi kendini insani kılan b ir yapıyı parçalamakta başarılı o lm uştur bugün. Bu anlamda po litik referanslarımız ve sloganlarımız soyut b ir kapitalizm a- leyhtarlığına dönüştüğü noktada anlamını da y itirm eye başlıyor. Sermayenin kendisi, insanın yok edilişi üzerine ku ru lmuş olan varoluşunu, bütün insanlık yüreğinde ve beyninde hissetmediği sürece b ir sonuç alınamaz gibi geliyor. Bunun nasıl vahşi b ir yapı olduğunu, insanı kendine düşman kıldığını gösterm ek ve bütün bunları kanıtları ile anlatmak ko münist öncülere düşer elbette. Ama....
Bugünkü insan, hem b ir yandan ta rihi kazanım ve bilgi b irik im i ile b irlik te b ir toplumsal yaşam içinde şekillen iyor hem de bu kazanım ve bilgisel b irikim den ko parak adetâ b ir ‘hayvanlaşma’ sürecine g iriyor. Ama yine de tarih, bu sürecin tamamı ile içinde bulunuyor. Ya da bu pratik, ta rih in b ir parçası olarak rolünü işletiyor. Dünden bugüne ve yarına yo lculuk bu şekilde icra ediyor. Bu nedenle e lbette karamsar olmayı gerektirecek h içb ir şeyin olmadığı da çıkıyor. Ama yine de biz tarih dersi dediğimiz dersten öğrenmemeye ısrarla devam ediyoruz. Oysa tarih, öğrenm ek isteyenlere öğretiy o r aslında. George Santayana’nm dediği gibi “ Tarih ten öğrenmeyenler, onu te k ra r etmeye m ahkum dur.” (Akt; Bilgi
Teoris i.h tm )
insan önce kendisinin de olduğu doğaya karşı yabancılaştı. Emek, gerçek anlamda doğanın değişiminin temel aracıydı. Ama emek, bugün kendini var eden doğaya karşı da yabancılaştı. İşte bu araç ile doğa üzerinde denetim ini sağladı. E- gemenliğini inşa e tti. Ama bu egemenlik, hiç de kendisinin de b ir parçası olan do ğayı o lum lu değişime uğratmadı. Doğa da aynen insanın yıkımı gibi yıkıma uğratıldı. Doğa üzerindeki egemenlik isteği ve süreci, bireyi,' aynen ezilen diğer kardeşlerine karşı rekabete it t i ve parçaladı. Eğer bu yabancılaşma olmasaydı, insanlar bireylerden top lum lara geçişi de kolay kolay sağlayamazlardı. Daha sonra göreceğim iz gibi, demek ki yabancılaştı- rılmanın bu anlamda b ir de o lum lu ro lü ortaya çıktı.
Ü re tim in ve sanayinin hızla geliştiği küresel kapitalizm döneminde, te kno lo jinin “ yıkıcı ro lü ” , insanlığın gelişmesi ö- nündeki engellere dönüşmüş (çünkü sermayenin, spekülatif b ir yapı içinde yatırım a dönmeyip üretken karakterin i bütünüyle yitirm esiyle yıkıcılığı daha da sabitleşm iştir) ve bu sadece insanın tü ketilmesi sonucunu değil, aynı şekilde doğanın yıkılması sürecini de yaratm ıştır. Bu anlamda ilk defa M arx ’in be lirle diği “ sanayinin gelişmesinin” olum lu ö- ğeleri, bugün için insan ve doğa bağlamında olumsuz öğelere dönüşmüştür.
Marx, bilindiği gibi insanın doğa ile i- lişkilerin i araçsız ilişk iler o larak tasarlamıştı. Karl M arx insanı, yine insanın zorunlu ve pra tik b ir süreç olan üre tim ile ilişkilerine göre ele almış ve buradan insanın gerçek gelişme koşullarının yaratı-
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
133----
— yol
lacağı öngörüsünde bulunmuştu. Genel düzeyde sanayinin kendi gelişim süreci i- çinde, insanın gelişmesinin özünü de o r taya çıkaran b ir ilerlem e olarak varsay- mıştı. Ancak sanayinin özel m ülkiyet sistem i içinde gerçekleşmiş olması, özünde insansa! yabancılaşmasının da esas nedeni haline dönüşmesini görmüştü. Böyle- ce sanayi, insan varlığına karşı b ir konum kazanmıştı. Dolayısıyla insanı insanlıktan çıkaran b ir anlatım dem ekti bu.
Bir zamanlar Marx, ta rih i iki büyük döneme ayırmıştı; insanın yabancılaşmasına yol açan b ir egemenlik sistemi altındaki gelişme dönem ine tekabül eden “ tarih öncesi” dönem, diğeri ise insanın evrensel gelişmesi olan yeniden “ insanlaşma dönem i” . Sanıyorum bu tanım, yaklaşık 150 yıl öncesinin b ir tanımı olsa dahi, herhalde 21. yüzyıl koşullarının da iyi b ir anlatımı olmaktadır.
G erçekte bugün tarih i o larak ortaya çıkmış olan toplumsal ilişkiler, adeta O r taçağ dönem inin doğa-birey ilişkisine yeniden dönüşün b ire r özelliğini taşır gibid ir. Top lum önemli derecede yıkılmış, değerler üzerine kurulması gereken ve bu değerlerle var olan top lum çözülmüş ve büyük oranda kaybolm uştur. Elbette kaybolan top lum değildir. Kaybolan bugünün toplum unu oluşturan insansal değerlerin yok o luşudur ve bireyin yeniden ilkel bireye dönüşüm sürecidir. Bir dönem nasıl ki birey, kapitalizmin gelişmesine neden olan süreç içinde, hem doğanın dönüşümünde hem de to p lu mun yaratılmasında önemli b ir ro le sahip idiyse (çünkü emek, bu sistem içinde olum lu bütün değişimin temeliydi), bugün de aynı kapitalizm, yeniden vahşi karakterine dönerek, insanın yeniden to p lumsal değerlerden kopuşunun, doğanın
yok edilmesinin ve bireyin b irey olarak sınırlanmasının tem ellerin i yarattı. Ç ünkü emeği yabancılaştırdı (emeği sadece yabancılaştırmakla kalmadı, aynı zamanda bugün emeğin ro lünü de kırarak onu b ir yerde ‘dışlaştırdı’), bilgiyi tekeline aldı, dolayısıyla insanla doğa arasındaki geçerli olan bu tek bağı da kopardı. Bu sorunu aşağıda ayrıntısı ile ele alacağım. Böylece insan insana karşı yabancılaştı. İnsandan başka hiçb ir varlıkta olmayan insani öz, y itim e uğradı. “ İnsan, insanın ku rdudur” sözünü adeta anlamlı kıldı.
Bu büyük b ir çelişki anlamına gelir kuşkusuz. Dolayısıyla bu böyle devam e- demez. Çünkü insan, yeniden insansal değerlerini kurmadan, onun h içb ir geleceği de olamaz. Yaşam özleminin yok e- dildiği b ir nokta, aslında b ir soy olarak insanın da yok edildiği noktadır. Bu anlamda gelişmelere seyirci kalmak, aslında kendini yadsımak dem ektir.
Bu onarımda yukarıda da belirttiğ im gibi yabancılaştırma öğelerinin, aynı zamanda olum lu b ir katkı sağlayacağını ön görm ek yanlış b ir düşünce gibi gelm iyor bana. H er şeyden önce, bütün insani değerlerin oluşumu, çözülme ve giderek çürüme dönem inin içinden çıkmıştır. Tarih bunun sayısız örneğine tanıktır. Çünkü insana yabancı olan bütün olgular, zorunlu olarak çelişkileri artırmadan edemez. Bu çelişkiler insan yapısındaki çelişkilerle b ir lik te vücut bulur, oluşur. Çünkü çelişki gerçek anlamda “ her tü r lü hayatın ve her tü rlü hareketin köküdür.” (Hegel) İnsanın yeni b ir b ir lik içinde kaynaşabilmesini sağlayabilmek için, çelişkilerin daha açık, daha bariz b ir şekilde yaygınlık göstermesi yetmez, onun anlaşılır olması, bilince çıkarılması gerekir; burada sözün, anlamın, fik irle rin vs.
__ 134
ideolo ji ve felsefe olarak devreye g irm esi gerekir. Başka b ir ifade ile çelişkiler i- yi okunmadığı sürece, karşı b ir ro l de oynayabilir. Onun iyi okunması diyalektik b ir felsefeye ve tarih bilincine sahip olunması ile gerçekleşebilir. Sözün değiştiric i gücü, çelişkinin çözümü olarak aslında b ir yerde değersiz varoluşun da değiştirilme gücüdür. “ Ne ararsan ara, M ekke’de, Hacda değildir, insanda ara” diyen ozanın dediği gibi, insansa! yapının bütün kökenleri, yine insan denilen bu çelişkili varlıkta saklıdır. Dolayısıyla insan varlığı her ne kadar çelişkili ve anlaşılmaz b ir varlık görüntüsü verse de, aslında özünde o rta k değerlere sahip b ir varlık o larak okum ak gerekir.
İnsanlığın geçirmiş olduğu tarihsel deneyler, geleceğimiz açısından önemli ipuçlarını ve rm ekted ir bize. Mesela klasik Alman felsefesinin ve o dönemin filo zoflarının en büyük açmazına bakalım; burada en büyük açmaz Alman filozoflarının hem yabancılaşmanın özünü kavramamış olmalarından hem de yabancılaşmanın kökenini, insanın tarih içinde o lu şan ve ona yabancı durumuna gelmiş e tkinliğinin dışa vurumu olduklarını gö rmemiş olmalarından kaynaklanmış olmasıdır. Yani köken her ne kadar insan o lsa da, ancak insan faaliyetinin kapitalist yapı içinde yabancılaşmasıyla, kendi varlığını oluşan değişik kurum lar içinde tanımlar olmuştu. Aslında devlet, hukuk, din vs. gibi kurum ların, insana yabancı durumuna gelmiş e tk in lik le rin b ir sonucu olduğunu görmezden gelmişlerdi. N itekim Hegel bile, bu düşünceden dolayı insan ile yine insanın kendinde saklı bilincini özdeşleştirirken, nesne ile özne i- lişkisini, dolayısıyla b irliğ ini önceden varsayılan soyut b ir süreçler dizimi olarak
ele almıştır.
Bugün için yabancılaşma öğelerini soyut olgularla açıklamak fazla b ir şeyi ifade e tm iyor. Oysa yaşanılan bütün ve riler, som ut o ldukları için buradan b irçok kanıt, sonuç vb. çıkarırız. Bu açıdan tarih devam eder. Özne ile nesne karşıtlığı o- lan bu kuram, yani yabancılaşma olgusunun, eğer belirli b ir zaman içinde o rta dan kaldırılması öngörülecekse, bunun pra tik insan bilincine nasıl yansıyacağı ö- nem taşır. Burada önemli olanın, bu kırılmanın insan yaşamından nasıl ortadan kaldırılacağına ilişkin felsefenin, dolayısıyla politikanın yol gösterici rolünü açığa çıkarmaktır.
B ir yerde bugün insanlık, ta rih öncesi dönemi yaşamaktadır demiştik. Oysa tarih öncesine ilişkin b ir yaklaşım, b ir yerde doğal ta rih in de b ir parçasıdır. Çünkü insanın ilerlemesi inişli çıkışlı b ir kalp grafiği gibidir. İşte tarih öncesi bu dönemin, b ir yerde gerçek, som ut insanın yeniden yaratılmasının da kaçınılmaz tarih i olması zorunluluğu buradan çıkar. Eğer biz 21. yüzyılda som ut/gerçek insanı yeniden üreteceksek, bunun yolu insanın içinde yaşadığı yabancılaşmaya neden olan bütün olguları yıkıp atmak durumunda olması gereken insanın, bu bilinci yine bu nesnenin varlığı içine ve o- nun b ir parçası olarak giydirecek olm asıdır. Bunun tek yolu, insanı insana düşman eden sistemi, yani özel m ülkiyete dayanan kapitalizmi ortadan kaldırmanın, insan yaşamı için nasıl b ir zorunlu luk olduğunu bilince çıkarmaktan geçecek olduğunu gösterm ektir. G erçekten insanın toplumsal b ir varlık haline gelişini, bilinçli ve daha önceki gelişmenin tüm zenginliğini koruyarak yapılmış bulunan dönüşümünü, M arx komünizm olarak a
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
135
— yolçıklıyordu. M arksizm ’in bu çözüm lem esi, tarihsel b ir hareket olarak, insanın düşünen bilincinin yeniden üretilm esi anlamına da gelecekti kuşkusuz. Böylece insan, kendi öz doğasına yeniden dönüşünü bulacaktır buradan. Çünkü kapitalizmde emeğin yabancılaşması, insanın öz doğal yapısını bozm uştur. Dış dünya insan varlığının b ir uzantısı iken, yabancılaşma insan varlığını nesneler dünyasının b ir uzantısına dönüştürm üştür. Bu be lirlemeyi Marx, “ insancıllık-doğalcılık” ilişkisi içinde açıklamıştı. Gerçekten bu a- naliz, insanın doğayla ve insanın insania çelişkisinin de çözüm üdür. Aslında bunun çözümü, b ir yerde nesne ile öznenin, özgürlük ile zorunluluğun, b irey ile top lum un arasındaki çelişkinin de çözümünü gös te rir bize.
Eğer M arx işte bu nedenle, ekonom i po litik analizinde yabancılaşmış emek sorununu çözümlememiş olsaydı, insanın b ir bütün olarak insansal yabancılaşma kavramını da çözümleyemezdi. Böylece bu kavram ve bu kavramın yaratıcısı M arx ’in, klasik bütün felsefecilerden farklı olarak, insanın kurtu luş düşüncesini, insanlığın elindeki b ir manifestoya dönüştürm esine yol açmasının özü burada saklıdır.
Bu vesile ile söylemek isterim ki, benim her sorun karşısında M arx ’i yeniden okumam, onun her cümlesinde ve her paragrafında ortaya koyduğu gerçek çözümleyici gücün sırrını bu luyor olmam, yalnız dünün değil, aynı zamanda bugünün ve geleceğin de prob lem leri karşısındaki çözümleyici gücünü ve riyo r bana. Dolayısıyla o beni, b ir aslanın kükre mesi gibi kapitalizm karşısında kükre t- meye sevk ediyorsa bunun tek nedeni, kapitalizme olan sınıf kini ve insanlığa o
__ 136____________________________
lan büyük dostluğumdandır. O rada b ir kez daha gerçek insanlığımı buluyorum ve böylece umudum yeni b ir ta rih in yaratılmasına yol açan bu bilginin gücünü kendi nesnel varlığımda ortaya çıkarıyorum. Çünkü onun, sınıfımın acılardan kurtu luşu için yazmış olduğu reçete, insanlığı kendi kurtuluşuna götüren yolun önündeki bütün engelleri aşmamıza sevk eden tek reçete.
6. T a r ih , z a m a n ve m e k a n k a v ra m la rın ın g ü n ü m ü z d e k i a n la m ı ü z e r in e
Bugünkü insanın varoluş biçim i, zamanın sonsuz akışı içinde ortaya çıkan sahte b ir görüntü değildir. İnsan bu zamanın ve bu tarih in içindeki maddi b ir olgudur. Am a aynı zamanda düşünceleri ve duyguları olan kü ltüre l b ir va rlık tır da o. Şimdi zaman ve mekanın temel nesnesi olan bu varlık, yani insanın kendisi, b ir yerde kendi kendisinden koparak yeni b ir varoluş biçim i olarak çıkıyor. Bugün ekonom ik krizden, toplumsal veya siyasal krizden, k im lik veya kü ltüre l k riz den vs. bahsedilebilir, ama, sanıyorum daha önemlisi, insanın kendisinin b ir kriz içinde bulunduğudur. Ancak insanlığın kendi öz değerlerinden kopuşu ve bu türden oluşan varlık biçim i, içinde yaşadığımız zamanın ve yine içinde yaşadığımız dünyanın tem el koşulları o larak çıkm aktadır karşımıza. G erçekten insanın krizi, b ir yerde diğer bütün kriz le ri de tohum halinde içinde barındırır ve onların asıl kaynağı haline gelir.
O halde varlığımızın temel biçim i o- lan bu insan, zaman ve mekan dediğimiz dünyasal varoluş içinde nasıl şekillenmektedir? G erek zamanın sonsuzluğu i- çinde, gerekse içinde yaşadığımız nesnel dünyanın, yani güncei çağın içinde, bu
bugünkü insanlık için ne anlam ifade ediyor? Eğer bu ilişkilerden dolayı, zamanı, nesnel b ir gerçeklik olarak değerlendirecek olursak, buradan nesnel olan insanı yeniden kendi değerleri ile bu luşturmanın olanakları var mıdır? O halde insanın kendisi veya onun varoluş biçimi, zaman ve mekanın toplamı olan bu tarih içinde nasıl b ir işleve sahip olmaktadır?
Bu sorulara cevap bulmamız için sorunu biraz daha irdelem em iz gerekir.
Önce isterseniz zaman ve mekan tanımı üzerinde o rta k b ir anlayışı yansıtalım. Soruna Engels’in şöyle b ir tanımı ile başlamak yerinde olur; “ Ç ünkü” d iyo r Engels, “ tüm varlıkların temel b içim leri, mekan, ve zamandır ve zaman dışında b ir varlık, tıpkı mekan dışında b ir varlık gibi, koskoca b ir anlamsızlıktır.” (Akt, Lenîn, 1995:204)
Hangi biçimde oluşursa oluşsun tüm varlık lar veya bu varlıkların biçim leri, ne zamanın dışında düşünülebilir ne de mekan dediğimiz dünyasal yapı dışında. Demek ki insan bu ikili yapı içinde biçim leniyor. Dolayısıyla insanın duygu, düşünce veya tasarımları da bu yapı içinde şekilleniyor. Duyguları ve düşünceleriyle b ir lik te insan, mekan ve zaman içinde var o luyor. İnsana a it olan duygu, düşünce veya tasarım biçim lerinden, paylaşılan b ir düşünce, paylaşılan b ir duygu veya paylaşılan b ir tasarım çikar ve bunlar i- kinci, üçüncü şahıslara aktarılır. Doğald ır ki burada insana ait olan bu öğelerden, bizim dışımızdaki şeylerin yapısını çıkarırız. O zaman, mekan ve zaman tüm varlıkların tem el b içim leri de olsa, o aynı şekilde bizim dışımızda var olan gerçeklik lerin toplamı olarak da okunabilir. B ir yerde biz hem onun b ir nesne-
siyizdir hem de onun dışındaki “ dışsal” b ir nesneyizdir.
Öyle sanıyorum ki, zaman ve mekanın değişik biçim leri, insanların düşünce, duygu veya deneylerine eşitlenemez veya uyarlanamaz. Tersine bizim düşünce, duyum veya tasarılarımız, mekanın ve zamanın biçim lerine uyar. Başka b ir deyişle, bize ait olan düşünce ve tasarımlarımız, özünde nesne! olan mekan ve zamanın yansıtıcıları olarak, kendileri buna uyarlar. O halde buradan nasıl b ir sonuç çıkar? Günümüzde oluşan düşünce, duyum, deneyim veya değişik bütün tasarım lar, içinde yaşadığımız dünyanın ve i- çinde hareket e ttiğ im iz zamanın doğrudan b ir açıklanması, onun yansıtılması ve ona sağlanan uyumun özellik le rin i gösterir.
İşte bu nedenle, çağımızın içinde o lu şan zaman süreci ve mekan olarak dünyamız, egemen düşüncelerin uyumuna göre değil, düşünceler bu zaman ve m ekan sürecindeki nesnel varlığa göre b içim lenm ektedir. Nesnel olan zaman ve yine nesnel olan mekan sürecine göre biçim lenen çağın egemen düşünce eğilim leri buradan çıkar ve bu düşünceler toplumsal yapıları be lirle r aşamaya gelir. Kendini kaybeden insan, kendini kaybeden zaman içinden çıkıp gelm iştir çünkü. Kaybedilen zaman, kayıp zamandır ve bunun tek nedeni, insanın gelişmesinin öznesi olan zamanı, burjuvazinin işçiden ve giderek bütün insanlıktan çekip almasıdır. Böylece zaman insanlığı geliştiren b ir olgu olmaktan çıkarak, burjuvazinin gelişmesinin b ir aracı olmuş ve burjuvazi tarafından kullanılır hale gelm iştir. Burjuvazi için som ut olan zaman, işçi sınıfı için soyut b ir nesneye dönüştü rü lmüştür. G erçekten b ir zamanlar Marx,
21. yüzyılda insan ve felsefe__
- 137
— yol
zamanı “ insanın gelişmesinin mekanı” o- larak açıklamıştı. Ancak o, yine de zamanın işçinin gelişmesinde nasıl b ir engel olduğunu ise şöyle açıklayacaktır; “ Ku llanacak boş zamanı olmayan, uyku, yemek vb. gibi salt fiziksel kesintiler dışında tüm yaşamı kapitalist hesabına çalışmaya giden b ir adam, b ir yük hayvanından daha beterd ir. O , fiz ik olarak ezilmiş, kafaca alıklaşmış, başkası için servet üreten basit b ir makinedir. Ama bununla b irlik te , bütün m odern sanayi ta rih i gös te rir ki, sermaye, eğer önüne set çekilmezse, bütün işçi sınıfını umursamadan, acımasızca bu en aşağı düzeye düşürm ek için çalışır.” (Marx, 1978:143)
Böylece egemen düşünce ile b irlik te oluşan sahte b ir yaşam, hem zamanın ortadan kaldırıldığı hem de yıkılan doğanın yıkıntıları arasından çıkıp gelm iştir ve oradan tü re tilm iş tir. Yıkılan doğa yıkılan altyapı süreçleri dem ektir aynı zamanda. Başka b ir deyişle yıkıntının kendisi maddesel varoluş olan altyapı süreçlerinin içinde g iz lid ir ve bu b ir yerde doğanın yıkımı anlamına geldiği gibi to p lu mun da yıkımı anlamına gelmektedir. Kuşkusuz insan varlığına aykırı olan bu süreç, burjuvazi tarafından kullanılan b ir zaman kavramı içinden tü re tilm iş tir. İşte bu yıkıntılardan tü re tilen sahte yaşam veya idealist düşünce biçim leri, altyapı süreçlerin in üzerinden şekillenmiş, başka b ir deyişle zamanını kaybeden b ir zaman sonsuzluğunda insana aykırı b ir varoluş biçim i içinde şekillenm iştir. Bu kapitalizm in yarattığı b ir sonuçtur ve bu bizzat kendisinden başka b ir şey de değildir.
Buradan yukarıdaki soruya yeniden dönersek; içinde yaşadığımız bu o lum suzluklar süreci eğer nesnel b ir gerçek
lik ise, bu gerçeklikten nasıl o lu r da o- lumsal b ir gerçeklik çıkarılabilir? Elbette insanlık ta rih i kanıtlamıştır ki, o lum luluklar olumsuzluğa dönüşebildiği gibi, o- lumsuzluklar da olumluluğa dönüşebilm ektedir. Bu b ir yerde maddenin hareketinin top lum b ilim lerindeki karşılığıdır. Dem ek ki bütün b ilim ler, onların to p lumdaki karşılıkları veya din başta olmak üzere b ir dizi idealist düşünce biçim leri, sonuçta hem insanın yarattığı hem de o- na uyduğu sonuçlardır. O lumsuzu veya olumsal b içim leri dahil o lm ak üzere... O halde zaman ve mekan salt b ir kavramlar dizisi değildir. Kavramlar yaşamın i- çinden çıkm ıştır ve nesnel varoluş tarafından belirlen irle r. Dolayısıyla bu salt soyut olan tinsel b ir anlatıma dayanmaz. Yani kavramlar som ut maddesel olguların anlatımı dem ektir. Lenin’in de b e lir ttiği gibi “ Eğer zaman ve mekan yalnızca kavramlar ise, o zaman onları yaratmış olan insanlığın, onların sınırlarını aşmaya hakkı vardır...” (Lenin, 1995:205) O halde bu sınırları aşmaya m ukted ir olan ve onu ortadan kaldıracak olan bu insanın, onu bu olumsallığa götüren esas gerekçesi, herhangi b ir canlı varlıktan farklı o- larak alet yapan, düşünen, düşündüklerini eyleme sokan ve yeniden üreten b ir varlık olmasından ileri gelir. Değişimin sırrı buradadır çünkü.
Doğa b ilim lerinden top lum b ilim le rine kadar, zaman ve mekan içinde oluşan insana aykırı bu insan dışı ilkelerin egemen oluşu, hem insanlık açısından b ir geçiş sürecinin öze llik le rin i göste rir, hem de bu “ zamansız zaman” kavramının içinde şekillenen b ir “ kuşku çağının” , başka b ir deyişle insanın öz y itim in in e- gemen olduğu b ir dönemin yolunu açan b ir sürece girild iğinin kanıtları olarak çı-
__ 138
kar karşımıza. “ Zamansız zaman” kavramı olarak ileri sürdüğüm iddianın özü, zamanın kendisinin salt takvim yapraklarından veya saatin akrep ve yelkovanlarının hareketinden ibaret olmadığıdır. Çünkü bugün zaman, zamanını y itiren ve onun için de doğal o larak tarih i dışlayan b ir varoluş anlamına gelen b ir anlamsızlığa bürünm üştür. Zaman, zamanını y itiren b ir çağın içinde şekillenm iştir. Çağımız böylece zamanını y itiren b ir “ kuşku çağı” na g irm iştir. (Kısa not; ‘kuşku çağı’ deyimi 20. yüzyıl başlarında yaşamış idealist b ir düşünür olan Poincare’ye a ittir. O günün koşullarında bu tanıma g iyd irilen düşünce elbisesi Lenin tarafından e- leştirilm işti. Bu tanımı daha sonra başka düşünürler de kullandı sanırım. Mesela Am erikalı iktisatçı Galbraith bu adla b ir kitap dahi yazdı. Ama sanıyorum günümüz dünyasını anlatmakta iyi b ir izdüşüm olduğunu gösterm ek bakımından ben de bu kavramı kullanmakta b ir sakınca görm üyorum .) Ancak bu çağ, zamanını y itiren b ir süreç oiduğu kadar, aynı şekilde mekan dediğimiz nesnel dünyayı da yıkan b ir özellik ile anlam kazanmaktadır. Bunu kapitalist sistemden kopartarak salt tekno lo jin in hızlı büyümesine bağlayan yanıltıcı düşüncelerin varlığı yadsınamaz. Oysa tekno lo jik yenilenme bütünüyle sermayeyi büyüten, dolayısıyla kapitalist sistemi tahkim eden b ir ro l ile düşünüldüğü zaman anlam kazanacaktır doğal olarak.
B ir yerde zamanımız tarih i, zaman ve mekanın içinde b ir anlamsızlığa bürünürken, aynı şekilde insanın yıkımı ile karşı karşıya kalan b ir dünyasal varoluşu o rta ya çıkarm ıştır. Çünkü insan, doğayla b irlik te ve bu doğayı da yıkarken b ir zaman tüneli içinde, aslında kendisini de yıkıyor
dem ektir bu. Özünde doğanın yıkımı in sanın yıkımı olarak çıkıyor karşımıza.
İçinde bulunduğumuz zaman ve bu zamana giydirilen bütün kavramlar, insan aklının savrulduğu b ir dönemden geçiyor. Çünkü kapitalizmde, insan emeğinin b ir meta haline getiriliş i gibi, aynı şekilde akıl da b ir meta haline dönüştürü lmüştür. Bu bilginin b ir metaya dönüştürülmesi süreci de dem ektir. Dolayısıyla insanı insan yapacak olan öğelerden b ir isi olan akıl, kendi gerçek özünden ko partılarak, insanlığa karşı b ir süreç içine sokulmaktan kurtulam am ıştır. “ Akıl kü ltü r metası haline getirild iği ve tüketim a- macıyla insanlara teslim edildiği noktada çözülüp dağılmak zorundadır... Aklın kendisi de her şeyi kapsayan ekonom ik aygıtın araçlarından b iri haline gelmişt ir . ” (H o rkhe im er - A dorno, 1995:15- 48) Bu anlamda yabancılaşmış b ir akıl tarih inden bahsetmek yanıltıcı olmasa gerek. “ Yabancılaşmış akıl” aslında b ir ye rde “ tarihsiz b ir ta rih ” dem ektir. Tarih, insan hareketlerinin toplamı demekse, insanın varoluşunda somutlanan akli ö- ze llik lerin i ve düşünme ye tile rin i yine insandan çekip aldığınız takdirde, aklını y itirm iş b ir ta rih ten bahsetmek yanıltıcı olmayacağı gibi, özünde bu tarihsiz b ir ta rih anlatımı da dem ektir. Yani tarih, aynen zaman kavramında gördüğümüz gibi olumsal b ir rolden koparak “ tarih - sizlik” girdap içinde şekilleniyor. Tarihin gerçek öznesi olan insanın olum suzluğunda, tarih in kendisi de olumsuzluklar içinde b ir “ ta rihs iz lik” yaşıyor. Tarih, gerçek varoluşundan ve ilke ler bütününden kopuyor. Ama buradan asla “ tarih in sonu” tezi gibi b ir saçmalık çıkarılamaz. Anlatm ak istediğimiz sadece, insan ve doğa yıkımına neden olan tarih in , gerçek
139----
21. yüzyılda insan ve felsefe__
___yo l
özüne yabancılaştırılmış b ir tarihsel dönem in kırılganlığının gös te rilm es id ir. Tersine tarih bugün, insan ve doğa bütünselliğinin tam da merkezinde duru yor. Çünkü tarih , zaman ve mekan süreci içinde insan eliyle ilkesizlikler üzerinde şekilleniyor. Bu “ tarihsiz ta rih ” dediğimiz süreçler top lam ıdır aynı zamanda. Zamanımızın tarih i, b ir yerde tarih öncesi b ir ta rih in izdüşümü gibidir. Zamansız zaman ile tarihsiz tarih, o rtak sürecin o rta k izdüşüm lerid ir bugün.
Böylece günümüzde tarih adeta, zaman ve mekanın içinde yabancılaşmış akli özellik le rin bulunduğu o rtak b ir harekete dönüşm üştür. İnsan gerçekten bu tarihsel zaman aralığının içinde kendi akli özellik lerine, dolayısıyla kendi insani özüne aykırı b ir şekilde, adeta tarih öncesi b ir dönemin k rite rle rine dönüş gibi b ir sürecin içinde şekillenm ektedir. İlkeleri, hedefleri ve değerleri kaybolmuş b ir varoluş tarih i, gündelik yaşamın içinde şekillenen b ir esaret ta rih i gibidir. Tarihi esas olarak insan pratiği olarak algılarsak eğer, işte bu tarih, insanın en büyük özelliği olan aklın zincire vu ru lmuş b ir ta rih id ir. Unutulmasın ki tarih tek başına Hegel’in dediği gibi salt tin in nedenselliğine indirgenemez. Nedensellik leri, sadece tin in nedenselliği olarak okum ak tek bacaklı b ir varlık tanımıdır çünkü. Oysa bu nedensellik b ir yaşam i- çinden, b ir p ra tik içinden doğan b ir nedenselliktir. O halde hem düşünce biçim lerinde hem de bu düşünce biçim lerin in esas nedeni olan ekonom ik po litik yapı içindeki nedenselliğin çözülmesi ö- nem taşır. Dolayısıyla böyle b ir sürükleniş, kendi yok oluşuna giden yolu stabilize etmeden, başka b ir deyişle yok o lu şa giden uçuruma sahip engelli yolu ber
ta ra f etmeden düşünülemez. Eğer insan soyunun toptan yok oluşunu öngörm üyorsak bu böyledir. Çünkü tarihsel b ir varlık olan insan, bu yabancılaşma sürecini, yine kendi yaşamı içinde kendinin bilincine dönerek ve kendi insani değerlerine sahip çıkarak, içinde bulunduğu o- lumsuz koşulların ortadan kaldırılmasını sağlayabilir. Elbette bunun zaman ölçüsü belirlenemez. Ancak insanlık yıkımının m utlak sure tte belirli b ir doyum noktasına gelmesi gerekir. Doyum noktasını, bireyin krizin in toplumsal krize yol açan bileşkesi olarak değerlendirm ek olasıdır. Bu arayışların ve çözüm lerin artık e lit b ir tabakadan veya öncü güçlerden hızla k itle lere doğru kayması ve k itle le rin bu arayışa sahip çıkması dem ektir. Bu anlamda yabancılaşmanın kitlenin mutlak olarak yadsıması ile başlaması gerekir. Başka b ir deyişle bu yadsımanın, k itle le rin bilincinde o rta k b ir eyleme dönüşebilmesi için, yaşanan krizin, adeta bir “ bilinç kriz ine” tutulmasını şart kılar d iye düşünüyorum. Bilinç kriz in in düzeyi, insan toplu luklarının sırat köprüsü üzerindeki var olma ile yok olma arasındaki veya ölüm ile yaşam arasındaki kö p rü nün m erkez noktasıdır. Elbette buradan kurtu lm ak m utlak yadsıma ile oluşacaktır, ama önem li olan bu kurtu luşun, yani yadsımanın yadsınması olan bu hareketin, insan elinde nasıl vücut bulacağıdır. İnsanın yeniden insana dönüşünün kaçınılmaz tek yolu budur. Ve bu elbette b ir süreç işidir. K o lek tif insan veya insana a- it değerlere kavuşan insan, bozulmuş insanın b ir simgesidir aynı zamanda. Bu çelişkili var oluş, kendi çemberini patla tmadan yoluna devam edemez. Çünkü “ insanın kendi ö teki varlığı içinde kendi ö tek i varlığım” (Marx) görmesi ve onu
bilince çıkarması, onun yadsıma eyleminin olmazsa olmaz koşuludur. Bilinç eylemin aynasıdır, ama eylem de bilincin beslendiği ve ortaya çıktığı nesnel b ir te m eldir. Şimdi insanlık bu arayış ve e tk in lik lerin öngününde ağır b ir kriz ve yok oluş süreci içinde bu anaforu yaşıyor. Bunu, hem b ir umudun hem de b ir d ir ilişin göstergesi olarak okum ak m üm kündür. O halde tarih in, m utlak sure tte tarih öncesi kırılma dediğimiz süreçten kurtulması gerekir. İnsan arayışları bu yolu yaratacak bütün nesnellikleri kendi elinde toplamaktadır. Bu onun umutsa! b ir ütopyası, başka b ir ifade ile gerçekleşebilir b ir ütopyası dem ektir.
7. Y a b a n c ıla ş m ış e m e k , ö z ü n d e y a b a n c ıla ş m ış b ir y a ş a m d ır
a. Ü r e t im s ü re c in d e e m e ğ in
y a b a n c ıla ş m a s ı s o ru n u
Buraya kadarki anlatımda sık sık b ir kavram üzerinde durdum; yabancılaşmış emek kavramı. Şimdi iş, bu konunun ö- zünü açıklamaya geliyor.
İnsan top lu lukları günümüzde şu veya bu şekilde oluşan b ir sistem içinde varlığını sürdürüyor. Bugün bu sistem i- fadesini ağırlıklı o larak kapitalizmde buluyor. Kapitalizm İse gerçek anlamda insanı insan olmaktan çok, b ir meta olarak üretm eye devam eden sistemin adıdır. Dünden bugüne insan yıkımının özsel gerekçesi, metalaştırılan insan kim liğinde açığa çıkm ıştır çünkü. Bu aniamda ö- zel m ülk iyet sistemine dayanan bu yapının varlığı, yabancılaşmış b ir insansal yaşamın duyu lur maddi dışavurumu olarak da izah edileb ilm ekted ir, insanın kü ltü rel varlığı, yani insan varlığında nesnelleşen din, hukuk, aile, devlet, bilim, sanat vs. gibi bu süreçler, aslında tike l anlam
da üretim biçim lerin i ve rir bize. T ikel ü- re tim içindeki bu kü ltüre l oluşumlar, insandaki yabancılaşmanın b ir düzeyi o larak okunacaksa eğer, bunlar insanın b ilincinde, insanın o rtak değerlerinde, do layısıyla vicdanlarındaki b ir kopuşu ve bozulmayı da gösterecek dem ektir. Daha önce de gösterild iğ i gibi, bütün kü ltü rel bozulmaların ve yabancılaşmanın te melinde iktisadi yabancılaşma vardır. Bu Marksist felsefenin özüdür. Aslında bu yaşamın tümünün yabancılaşması anlamına da gelm ektedir. Doğal olarak o rta ya çıkan sonuç; bu yabancılaşma sürecine neden olan bütün olguların ortadan kaldırılması gerektiğ id ir. Bunun yolu da yabancılaşmanın tem eli olan kapitalizm in ortadan kaldırılması dem ektir.
Rasyonelleşen m odernizm in o luş tu rduğu maddi değerler sisteminin (yani ‘para d in i’nin egemen olduğu ve paranın Tanrı katına çıkarıldığı b ir dünyada) giderek ağırlık kazanması, hatta insan yaşamında önem kazanması, bilindiği gibi insanın m anevi-kültüre! dünyasının de- ğersizleşmesine yol açmıştır. Ama yine de bu değersizleşme, maddi dünyanın i- çinde b ir değermiş gibi okunuyor ve sahte b ir anlatıma dayandırılıyor. Böyle- ce insana ait bütün m oral değerler sistemi yıkılırken, bu yıkılış yine de b ir değer söylemi üzerinden yapiiageliyor. Paranın egemen hale geldiği bu koşullarda, ulus ötesi sermaye ve uluslararası burjuvazi yine de k itle le ri zapturapt altında tu ta bilmek, m istifikasyonunu gerçek leştirmek ve böylece daha kolay yöne teb ilmek için dini ve e tn ik tem elle ri öne çıkarmaktan, bunları desteklem ekten ve bu yapıları hızla büyütm ekten asla geri durmamıştır. Şimdi bütün yaşananlar bu düşüncenin b ir kez daha doğrulanması
21. yüzyılda insan ve felsefe__
141
__ yol
anlamına gelir. Bunu isterseniz b ir benzetme ile anlatalım. Mesela dünyayı b ir çadır gibi algılayalım. Bu çadırın dış cepheleri din gibi, kü ltür, sanat, demokrasi vs. gibi boyalarla boyansın. Ama çadırın her m etrekaresi para-sermaye dünyasının kuralları ile yönetilm eye devam e tsin. Oysa bu çadırda yaklaşık 5,5 m ilyar yoksul ve işsiz insanın yaşadığı koca b ir dünya var. Yine dünyanın bütün gelirlerin in yaklaşık yüzde sekseni ortalama birkaç m ilyon zengin azınlığın denetiminde. Ama bu çadırda yaşayan azınlık yine de bu insanlara “ bu senin çadırın” demeye devam ediyor. Bunu söylerken zengin azınlık çadırın üzerindeki yazıları gösteriyor. O rada Allah var, peygamber var, m illiye tç ilik var, cinsiyetçilik var, kü ltü r var, yani bütün manipülasyon a - raç ve gereçleri var. İşte sorun tam da burada. Din, m illiyetç ilik , ‘dem okrasi’ vs. bütün bu manevi ve kü ltüre l değerler sermayenin egemenliği altında dünya yoksullarını yönetm enin gerekçesi olarak kullanılıyor; bu devlet senin, bu dünya senin, bu din senin vs. vs.! Dünya yoksulları da, bu oyunun içinde b ire r f igüran olarak kullanılmak isteniyor; benim dinim senden daha üstündür, benim m illiyetim seninkinden daha üstündür vs. denilerek b irb irine kırdırılıyor. Paranın ve para değerlerin üzerinde, ülkelere göre değişen bütün din lerin boyası var. Çünkü para dini, dinin dini yerine geçerek işlev görmeye başlıyor. H er şey özünden böylece boşaltılıyor ve yoksullar dünyası rahatça söm ürü lerek yöneti- leb iliyor. Acımasız b ir çark işlemeye devam ediyor.
Kuşkusuz bu çark sürerken, ekonomi p o litik yasalar da işlemeye devam e- der. İşçi ve emekçilerin bu soygun düze
ni içinde söm ürü lm eleri durmadan a rtar. G erçekte üretim içinde yer alan e- mekçi, dolayısıyla emek, yalnız mal ü re tmekle de kalmaz. Mal ü re tim i içinde, işçi canlı b ir varlık olarak, kendi varo luşunu da metaya dönüştürür. İnsan alınan ve satılan b ir m etadır artık. Yani M arx ’in ifadesi ile “ kendi kendini ve işçiyi de meta olarak ü re tir .” (Marx, ¡976:153)
Marksizm ’in kapitalizm eleştirisi, daha önce de be lirttiğ im iz gibi yabancılaşmış emek açısından ele alınmıştı. Kapitalizmde emeğin ortaya çıkardığı ürünler, bu ürünleri yaratan insana yabancılaşarak pazarda alınıp satılan b ir metaya (mala) dönüştürülm üştü çünkü. Pazar i- lişkileri g iderek toplumsal ilişkileri de be lirle r olmuştu. A r tık sermaye bu ilişk ileri düzenleyen b ir güce ulaşıyordu. Böylece yabancı b ir e tk in lik haline dönüşen emek hareketi (yani yabancılaşan e- mek), tüm insani özünü y itird iğ i gibi, in- sansal n ite lik le ri ile b ir lik te toplumsal i- lişkileri de bozan b ir ilişkiye yol açmıştı.
Bu gelişme özel m ülkiyet sistemine dayanan klasik bütün kapitalist devletler için geçerli b ir söylem haline gelm iştir. Oysa bugün dönüp küresel kapitalizmin bütün işlevsel mekanizmalarına baktığımızda daha ürkütücü sonuçları çarpıcı b ir şekilde görebiliriz.
H er şeyden önce küresel kapitalizm sürecinde sermaye üretken niteliğini hemen hemen tümden y itirm iş tir. Ağırlıklı o larak üre tim in yerin i tüke tim isteği ve onun yan ürünleri (reklam sektörü gibi) almıştır. O rtaya çıkan emek ürünleri, sonuçta b ir emek yoğunlaşmasının sonucu olsa bile, a rtık emek, kendi içinde atom lara bölünerek, emeğin insanda bütünleşen rolü, hem ko le k tif hareket bağ-
lamında hem de o rtak insanlık değerleri bağlamında büyük b ir kopuş ve kırılmalara yol açtı. Yabancılaşmış emek, insanın üretken yeteneklerin i de parçalar hale geldi. İşçi işçiden, kardeş kardeşten, oğul babadan koptu. Sermayeye dayanan sistem, emeği bozarak hem kendisi ile hem doğa ile ilişkilerini değişime uğrattı, böylece toplumsal ilişkiler sıradan
laşarak insani temelini de yıkar hale geldi. Yaklaşık yüz elli yıl önce bunun sonucunu gören M arx şöyle diyordu;
“ Emek zenginler için m ucizeler üretir , saraylar kurarken, işçiler için sefaletten başka b ir şey doğurmaz ve izbelerden başka b ir şey kurmaz. Güzellik yaratırken, makine durumuna indirgeyerek barbarlık içine düşürdüğü işçiyi fizik ve tö re l bakımdan alçaltır. Kafa alanını geliş tirirken , alıklık ve budalalığı işçinin yazgısı- durum una g e tir ir .” (M arx, 1976:309)
Toprak, sermaye ve emek üçlüsü, b ir zamanlar için her b irin i b ir diğerine bağlayan zo run lu luk lar süreci olarak ortaya çıkmıştı. Bu süreci üstün b ir öngörü ile açıklayan Engels’ in kendisi olmuştu. O - nun tanımının özü şuydu; top rak hammaddeyi ü re tm işti, ama sermaye ve e- mek olmadan olmayacaktı bütün bunlar. Aynı şekilde hammadde ve emek olm adan da b ir anlama sahip değildi. Emek de öyleydi. Emek olmadan sermaye ve hammaddenin de b ir değeri yoktu kuşkusuz.
Şimdi ise emek, sermaye ve hammadde ile ilişkisinde hem farklılaşan hem de kırılganlaşan b ir süreç yaşadı. Çünkü sermaye en azından uzman / teknik e- meğe ihtiyaç duyarken, emeğin büyük b ir bölüm ü belirli oranda üretim dışında
tutu ldu. Sermayenin genel emeğe duyulan gereksin im leri azaldı. Zaten sermayenin kendisi de önemli derecede ü re tim ve yatırım dışına kaymıştı. Spekülatif alanlardan kar üstüne kar sağlıyordu; banka, sigorta, bono, faiz, tem ettü vs. a- lanlar olarak... Oysa özünde emek, hem bu üre tim in b ir etmeniydi hem de servetin temel kaynağı idi. Şimdi aşırı kar,
önemli derece bu spekülatif alandan ge=lir o lmuştu. Böylece emek özünde “ özgür insanın” eylemi olması gerekirken, bugün emek ve em ekçiler sokaklarda işsiz, aç ve hastalıklar içinde pazarın insafına te rk edilmiş b ir duruma dönüştürü lmüştür. Dolayısıyla sermaye büyük o- randa emekten ayrılm ıştır. Böylece e- mek de kendi içinde değişik düzeyde bölünm elere uğramıştır. Emeğin ürünü kendi karşısına ücre t ve iş gereksinim i o larak çıkmıştır. Rekabet yasalarının insafına te rk edilm iştir. Bunun esas nedeni e lbette özel m ülkiyet sistemine dayanan kapitalist rejim in kendisidir. Engels’in şu tespiti bu noktada son derece önem taşımaktadır; “ Tıpkı sermayenin emekten ayrılmış olması gibi, şimdi de e- mek, kendi payına, ikinci b ir kez bölünm ektedir; emeğin ürünü, emeğin karşısına ücre t olarak çıkmaktadır, ondan ayrılm ıştır ve kendi payına her zaman o lduğu gibi, emeğin üre tim deki payını belirleyen sağlam b ir ö lçü t olmadığından rekabet tarafından belirlenm ekted ir. Ö - zel m ülkiyeti kaldırıp atacak olursak bu doğal olmayan ayrım da ortadan kalkar. Emek kendi kendisinin ödülü haline gelir ve şimdiye dek yabancılaşmış bulunan e- meğin ücretin in hakiki önemi -yani emeğin b ir şeyin üre tim m aliyetlerin i be lirle m ekteki önem i- aydınlığa çıkar.” (Engels’in ‘B ir Ekonomi Po litik Eleştirisi De-
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
143
___yo l
nemesi’ adlı yazısından. Bu yazı son derece önem li ve M arx ’ın deyişi ile so ru nun dehasal b ir açıklanmasını ve rir bize. Yazının tüm ü 1844 El Yazmalarından o- kunabilir. s.416)
Küresel kapitalizm koşullarında, dünden daha ağır ve yıkıcı olarak gelişen süreçte, her şey tekelci rekabete göre belirlem ekted ir. İnsan ve insana ait olan e- meğin kendisi, bu rekabet ortamında, b ir insan ve değerler yaratıcısı olmaktan çıkarılarak adeta b ir ‘paçavraya’ dönüştü rü lm üştü r. G erçekten sistemin kendisi, her şeyi ve herkesi b irb irine düşman ettiğ i için ve b irb irinden kopardığı için daha rahatça egemenliğini perçinlem iş- tir. Ama dahası insanı insanlıktan çıkarmıştır. Çünkü “ ...özdeş çıkarların bu özdeşliklerinden çıkan bu uyumsuzluk içeris inded ir ki, insanoğlunun bugüne ka- darki koşullarının ahlaksızlığı doruğa u- laşmıştır ve bu do ruk rekabe ttir.” (En- geis, 1976:417)
Kuşku yok ki bugün için bu rekabet, uluslararası tekelci firmaların özü içinde b ir anlam kazanmaktadır. Tekelci rekabet, serbest rekabete göre daha yıkıcı ve daha kıyıcıdır. Belki de onun daha da yıkıcı ro lünün derinleştiği noktayı burada bulabiliriz. G erçekten tekelci rekabet, sermayenin işlevsel mantığı açısından, insan için en büyük yok edici ahlakına dönüştü rm üştü r bugün. Böylece hayat pahalılığının alabildiğine artışı ve b ir iş bulma ve yaşama olanağının büyük oranda ortadan kaldırıldığı koşullarda, para insan yaşamının esas öğesi haline geldi doğal olarak. Çünkü para, kapitalizmde güç simgesi o larak adeta burjuvazinin tanrısıdır. Bugün gerçekten bu “ para tanrısı” , bütün ahlak kurallarının yıkımına yol açan esas tem eld ir. Bunun ilk
__ 144
ağırlık merkezi tica re t ilişkilerinde, yani dolaşım sürecinde -tüke tim ilişkilerinde- gözlemlendi. A rtık böylece insana ait değerler sistemi, insanoğlu için temel varoluş olmaktan çıktı. Kime sorarsanız o değerlerin öneminden dem vuru r. İnsanlıktan bahsedilir ve öyle görünür. Bu yalanlaştırıcı ve aldatıcı b ir görün tüdür. Aslında değerler para biçim inde soyutlanarak kendine özgü biçim aldı ve gerçek anlamda insani değerlerin karşısına gelip o turdu . Böylece Kapitalist Ü re tim Biçiminde (KÜB) rekabetin sonucu olarak ortaya çıkan bu ilişkiler, insandan soyutlandı ve insana karşı b ir konum kazandı. Bu anlamda kapitalizmde rekabet “ ...bütün şeylerde bulunan değeri yok eder, gün be gün saat be saat bütün şeylerin b irb ir i ile olan değer ilişkisini değiştirir. Bu burgaç İçerisinde ahlak tem eline dayanan herhangi b ir değişim olanağı kalır mı?” diye soran Engels’i ta rih b ir kez daha haklı çıkarmadı mı dersiniz? (Engels,1976:420)
Bugün em ekçiler iş- bulmak ve kendi evini geçindirebilm ek için her yolu ve her girişim i doğal (mubah) sayarken, bu her yol ve girişim, esas olarak sermaye ile olmaktan çok b irb iriy le olan rekabete dayanmaktadır. Bu rekabette sınır ve değerler yok tu r. Değer değersizleşmiş, sınır da sınırsızlaşmıştır. Çünkü emeğin emekle rekabeti, kişinin bütün doğal, düşünsel ve insani değerlerin i de altüst e tm iş tir her zaman. Aslında bu kuralsızlık ilişkisinde sermayenin sermaye ile savaşında da bunlar gözlen ir e lbette. Ama onlar tehlike anında rahatlıkla ve derhal b irleşik hareket oluşturmasını b ilm ekte d irle r. Çünkü bu sınıf, gerçek anlamda kendi sınıf hincinin farkındadır.
Bugün büyük oranda ü re tken lik ka-
pasitesi ve bölüşüm, bilinçli olarak herkesin çıkarı doğrultusunda ve azami düzeyde eşit b ir bölüşüme dayanmış olsaydı, hem emekçiler insanca geçimini sağlayacak b ir olanağa kavuşabilirdi hem de çalışma saati asgari b ir zaman süresine çekilebilird i. Böylece yoksulluk da o rta dan kalkar, kimse kimsenin sırtına basarak değerler sisteminin yıkımına yol açmazdı. Elbette bu işin sadece ekonom i po litik b ir yanıdır.
G erçekten buradan da görülebileceği gibi meta ilişkileri ile b irlik te rekabet ilişkileri, bütün toplumsal ilişkilere nüfus etmiş ve insanların köle leştirilm esin in tohum larını ekm iştir. Böylece kapitalist sistemde rekabet, düzenin vurucu kamçısı haline gelm iştir. Bu aynı şekilde insanı bozan b ir kamçıdır da. Engels’in ifadesi ile “ rekabet insanoğlunun sayısal ile rleyişini yönetir, aynı şekilde ahlaki ile rle yişini de.” (aynı yerde)
D em ek ki rekabetin ahlaki alana yayılışında önem li b ir neden olsa bile, g ö rü lmesi gereken nokta, ahlaki bozulmanın esas nedeninin, özel m ülkiyet sisteminin bizzat kendi gerçekliği içinde bulunuyor olmasıdır. Zaten kapitalist rekabet, sermaye sisteminin b ir sonucu ve onun b ir ürünüdür. Sermaye bugün, genel emeğe (yani vasıfsız emeğe) en az gereksinme duyduğu b ir aşamaya gelm iştir. Böylece işçi b ir insan olarak varoluşunu yıkıntılar üzerine inşa eder b ir aşamaya hızla sokulmak istenm ektedir. İnsan olan işçi veya işsiz emekçiler, özellikle sermaye i- çin b ir insan değil, sıradan b ir makine, b ir m etadır artık. Açlıktan ölm ek ve yok olup gitm ekten başka b ir seçenek de bırakılmaz. Çalışma dışı kalan işçi, g iderek toplum" içinde b ir yük haline gelir. Ama toplum un hemen tümü veya büyük kıs
mı işsiz ise, o zaman bu durum kapitalist için de b ir yük olmaya başlar. Yani to p lumun kendisi sermaye için b ir yük o lur. Toplum un kendisi b ir zamanlar sermaye için gerekliydi, ama bugün o b ir fazlalıkt ır artık. Sermayeye göre a rtık işsiz, aç ve yoksul b ir fazla nüfus vardır elinin altında. Burjuvazi bundan kurtu lm anın yollarını geçen yüzyılda yeterince göste rd i; savaşlar, bakımsızlık sonucu toplu ö lüm ler, hastalık ü re tim le ri (AIDS gibi), doğanın yıkımı vs... Bütün bunların en sarih örneği koca b ir A frika kıtasının yıkımı oldu. Bu nedenle burjuva ideologlar, bu fazla nüfustan kurtu lm anın te o r isini kurarak, sisteme önemli b ir payanda gücü bile o luşturdular. O nedenle Ricar- do ve J. M ili gibi düşünürler, işsizleri toplumsal b ir tehlike olarak görm e le rinin nedeni de budur. Malthus ise bu nedenle tüm nüfus fazlasının b ir şekilde yok edilmesi zorunluluğunu ile ri sürdü. Ona göre üreme insan için b ir lükstü çünkü. 2
İnsanın oluşumunda billurlaşan e- mek, öyle b ir noktaya gelir oldu ki, kendi yaratıcı öğelerini dışa vu ru r olması ve bunu bütün toplum a yayması ge rek irken, adeta onun yadsınması halini aldı. Emekteki bu insani öz y itim i doğal o larak bütün top lum üzerine de çöktü. İnsanın olduğu, ama başka b ir deyişle insanın olmadığı bozulan ve yabancılaşan b ir nesneler dünyası vard ır adeta.
A rtık görünen nokta burada, emeğin nesnelleşmiş halidir. Dolayısıyla hemen şu soru gündeme gelir arkasından; o halde emeğin nesnelleşmesi ne demektir? Emek aslında, üretilen b ir mal (nesne) i- çindeki katma değer ile tanımlanır. Som ut emek, nesnelleşen emek olarak, işçiyi, yani üreteni, kendi varlığına ve ken-
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
145 —
__ yol
di gerçekliğine yabancı kılmasına yol a- çan işlem lerle donanır. Ü re tir, ama sahip olamaz. Ü re tir , ama yoksulluktan, açlıktan, hastalıklardan ve savaşlardan kurtulamaz. Bunlar işçinin yakasından düşmeyen nesnelliklerdir. Böylece çalışmanın kendisi zora dayanır ve a rtık çalışma b ir nesne durum una gelir. Böylece emeğin kendisi b ir nesne olup çıkar. E- mek nesnelleşm iştir artık.
M arx yabancılaşma sürecini, daha çok bu emek sürecinde, dolayısıyla üretim ilişkileri sürecinde eleştiriye tabi tu tmuştur. Şimdi genel geçer olan bu doğrulanmayı, yani emeğin yabancılaşmasını, çağın koşulları içinde genel nüfus oranına doğru yaygınlaştırmanın önemi ve gerekliliğ i ortaya çıkar. Başka b ir deyişle, tek tek ülkelerden başlamak üzere, dünya nüfusuna kadar yaygınlaşan b ir gerçeklik o larak dünya nüfusunun büyük b ir bölümü, işsiz veya yarı işsiz o larak som ut b ir konum içinde bulunuyor ise, burada emeğin işlevi nedir o halde? Bu soru önem lid ir.
G erçekten günümüz tarih in in özelliği, önem li derecede som ut emekten ko pan bu nesnellik ile tanımlanmaktadır. İnsanlığın büyük b ir bölümü, yalın gerçeklik açısından nesnel olan bu üretim sürecinden kopartılm ıştır. Fabrika ü re timi anlamında veya b ir mal üre tim i anlamında ifade edilen emek sürecinden yalıtılm ıştır ağırlıklı olarak. Bu doğrudan b ir kopuş saptamasıdır. Böylece bu nüfus, sermaye için çok fazla işe yaramayan fazla b ir nüfus olarak algılanmaktadır. Oysa nesnel gerçeklik bunun tam te rs id ir. Yani soyut insan toplu luğu olarak a- çıklanan bu emek gücü (çünkü kapitalizmde işsiz olan bu kitle soyut b ir varlık olarak algılanmıştır her zaman) e lbette
dolaylı b ir ü re tim ilişkileri içinde olmadığı anlamına gelmez. Başka b ir deyişle bu kitle, KÜB altında onun pazar ve dolaşım ilişkileri içinde her zaman b ir yer tu tm aktadır. Daha sonra bunun ayrıntısına aşağıda yeniden döneceğim.
Dem ek ki ağırlıklı o larak dünya insanlığının büyük b ir bölümü, doğrudan artı değer üretm eyen soyut emek içinde b ir konuma hızla gö tü rü lm ekted ir. Bilin ir ki som ut emek, mal üreten (araba, elbise vs. üreten) emek dem ektir. Bunun özü kullanım değerinde ortaya çıkar. Soyut emek ise değişim değeri yaratan em ektir. Yani bütün mallarda o rtak olan ve onların b irb ir i ile değişimini mümkün kılan b ir em ektir. Bu daha çok değişim ve dolaşım sürecinde görülen b ir emek sürecid ir. Kuşkusuz bu ayrım ların farkında olarak b ir yaklaşım gösterilmesi gerekir. Elbette artı değer (yani mal üreten som ut emek anlamında) ü re ten b ir emek potansiyelinin asla yok sayılması anlamına gelmez bu. O zaman hayatın durmasını söylemiş o lu ruz ki, bu tamamı ile anlamsız b ir söylem dem ektir . Sadece onun daha fazla sınırlandığı anlamına gelir belki. Ama yine de dünyamız ağırlıklı o larak bu soyut emek içinde b ir görünüm kazanmıştır. Dolayısıyla o- luşan üre tic i güçler, b ireyle rin b irb iriy le ilişkisinden değil, daha çok b irb iriy le ilişkisinin koptuğu b ir ilişki içinde şekilleniyor. Aslında bu güç, b ireylerin gücünden çok (çünkü onlar tem el b ir gücü ifade e- d iyo r olsalar bile, b irb irinden kopup a - tom lara parçalandığı için, bu gücü istenilen b ir güce dönüştürem iyorla r), sermayenin gücüne, başka b ir deyişle özel m ülkiyetin gücüne yol açan işlevlere bürünüyor. Yani sermayenin gücü içine giren üre tic i emekçinin .gücü zayıflayarak
146
kendi değişim gücünü sınırlıyor. Ama bunu şimdiki zamanın b ir kırılması olarak okum ak gerek ir ve bu m utlak sure tte başka b ir seviye kazanmasının önünü de açacak b ir dizi yeni gelişmenin de habercisini asla yok saymaz.
Ama yine de buradan şu sonucun çıkarılmasının önemli olduğunu düşünüyorum ; dolaşım ve pazar ilişkilerinde o r taya çıkan yeni emek gücü, b ir şekilde i- fade edilen beyaz yakalı üretic i güç, hem yaygınlık kazanması açısından hem de sermayenin bütün üretim dahil dolaşım ilişkilerinde belirleyici b ir ro le bürünm esi ve aynı şekilde ü re tim i ko n tro l edecek bilinçli emeğin gündeme gelmesi nedeni ile, buradan mal üreten emek gücünün dinamizm kazanmasına ve o rta k b ir hareket ta rih ine doğru evrimleşmesine yol açacak dinam ikleri de ortaya çıkar- mamazlık edemez diye düşünüyorum. Ö yle sanıyorum ki bunu biraz daha irde lemeye, yani yeni b ir insan ve yeni b ir devrim olanağı açısından önem taşıması nedeniyle sorunu biraz daha derin leştirmeye devam etm ek gerekir.
Bugün som ut emek ile soyut emek a- rasındaki ilişki, hiç b ir dönemde olmadığı kadar bütünselleşme eğilim ini bağrında taşıyor. Bu iddiamızı b ir sürü bilim a- damı kabul e tm iyo r ya da tersinden o- kumaya devam ediyor. Daha acısı kendine M arksist diyen b ir kısım düşünür tarafından da kabul edilmeyen b ir düşünce olarak çıkıyor karşımıza. Aşağıda da göreceğim iz gibi, bu her iki emek biçimi, karşılıklı o larak b irb irin in varoluşunu te- tikleyen ve bu anlamda kaçınılmaz b ir şekilde o rtak bileşkesini yaratan gerekçeleri haline gelm ektedir. O rta k b ir varoluş tem eline doğru evrilen bu birleşik emek, aynı zamanda verim liliğ i ve ü re t
kenliği de artıran b ir ro le bürünm ektedir. Dün mal üreten emek ile (yani som ut emek olarak) değişim ve dolaşım sürecinde ortaya çıkan soyut emek (yani beyaz yakalılar başlığı altında toplanacak olan h izm etlile r vs. emek) ayrımı, daha som ut ve anlaşılır b ir ayrıma tekabül ederdi. B ir yerde som ut emek, k itle sel üre tim öznelliği nedeni ile daha ön cel ve daha baskın b ir karaktere sahipti. Bununla, bugün kuramsal ve p ra tik olarak som ut emeğin belirleyici özelliğinin ortadan kalktığı gibi b ir ucube teoriye dayandırmıyoruz elbette. Daha çok günün kon jonktü re l konumundan hareketle o rta k b ir tanım yapmaya dönük b ir çaba olarak anlamak gerek iyo r bunu.
Bunu biraz açarsak; günümüzde te k nolo jin in hızla gelişmesi, bilimsel çabanın, dolayısıyla entelektüel emeğin ro lü nü artırdığını gösterd i bize. Söz konusu iletişim tekno lojis inde uygulanan tüm a- le tle r (el te lefonları, adres arayan navi- gasyon sistem leri, m ik ro e lek tron ik dalgalar, in te rne t tekno lo jis i vs. gibi) ve bu aletlerin yan ürünleri, belirli b ir kullanım ve hizmete dönük bilimsel ü rün le r olarak ortaya çıkmadan önce, yani onun düşünsel boyutta işlevsel ro lüne a it p ro je belirlenm eden önce ü re tilm ed ile r. Sözgelimi in te rne ti bilgisayara ve te le fo na bağlayan bağlantı aracı modem, ara kablolar, dinleme kulaklıkları, C D ’ler, te le fon parçaları veya kılıfları, önce fonksiyoner tasarım sonucunda ve onun gereksinmelerine göre üretilm eye başlandı. Böylece binlerce yan sek tö r oluşmaya başladı. Dem ek ki in te rne t veya el telefonları örneğinde olduğu gibi, bu tasarımları bilimsel o larak ortaya çıkaran entelektüel emek ile bütün bu aletleri ve yan ürünlerin i üreten som ut emek ara-
21. yüzyılda insan ve felsefe__
147
___yo l
sında kopmaz b ir bağ oluşmuştur. Biri olmadan diğeri işlemez b ir göstergedir. Ve e lbette entelektüel emeğin ve doğrudan mal üreten emeğin yanında dev b ir sanayi sektörü (hizm et sanayisi de diyebileceğimiz) daha doğdu. Böylece bu yeni tekno lo jik buluşları bütün toplum a yaygınlaştıran, iç veya dış bütün gereksinmeleri karşılayan ve dolaşım sürecini örgütleyen yeni h izm etlile r sektöründe ortaya çıkan yeni b ir .emek de devreye girm iş oldu doğal olarak. H izm et sektöründe istihdam edilen m ilyonlarca e- mekçi, ağırlıksal b ir konum da kazanmış oldu böylece. Entelektüel emek ise, hem üretim in bilgisine sahip olan hem de ü- re tim i ko n tro l edecek kadar genişleyen b ir emek tü rünü ifade e tti. M ühendislerden, tasarım elemanlarına, m enajerlerden yönetic ile re , öğretim üyelerinden a- raştırm a görevlile rine kadar, entelektüel emeğin fonksiyoner özünü teşkil e tti bunlar. O halde hem entelektüel emek, hem beyaz yakalı dediğimiz emek hem de doğrudan mal üreten emek, yani artı değer üreten som ut emek, o rta k emek sürecinin b irleşik karakterin i gös te rir bize. Biri olmadan diğeri de olmazdı. B irinin varlığı diğerinin varlığına bağlıydı çünkü.
Entelektüel emek ile beyaz yakalı o- larak ifade edilen emek, b ir şekilde doğrudan artı değer ü re tm ed ik le ri için do ğal olarak soyut emek içinde düşünüldü. Ama bu emek türü , artı değer ü re tim inin dolaylı b ir bileşeni olmaktan çıkmadı. Böylece soyut emek som ut emeği tamamlar oldu. Elbette bu soyut emek içine çok daha büyük b ir emek gücünü de ilave edebiliriz. Bunlar işsiz ve yarı işsiz olan dev b ir hazır emek potansiyelid ir. Bunun ayrıntısını “ İşçi Sınıfının A na tom i
si” nde gösterm iştim . Yeniden ayrıntısına dönm üyorum . Elbette buradan tem el o- lan som ut emeğe ulaşırız. Yani telefonu, o tom ob ili, ayakkabıyı, bilgisayarı ve o- nun yan ürünlerin i üreten som ut emeğe. İşte kabaca bu iki emek biçim i, yani som ut emek ile soyut emek, özellik le günümüzde üre tim sürecinin b irb irine bağladığı vazgeçilmez o rtak bağlantı ve ilişk ilerin de kendisi dem ektir. Burada som ut emek dışında oluşan değişik emek tü rle ri (yani h izm et sektörü olarak beyaz yakalılar, entelektüel emek biçim leri ve hazır işsiz emek potansiyelleri olarak) bu o rta k üretim süreci açısından b ir başka önemi daha ortaya çıkarm ıştır; 3 soyut emek bugün için hem verim li hem de üretken b ir emek karakteri ile tanım lanmaktadır. Bunun neden böyle o ldu ğunu anlayabilmek için, ortaya çıkan ü- rün lerin özüne aktarılan, dolayısıyla ü rü nü şekillendiren som ut emeğin var o lmasını da sağlayan ve onu b ir metaya dönüştüren soyut emeğin dolaşım ve pazar ilişkilerinden, dolayısıyla işlevsel konum undan ç ıka rıyo r o lm am ızdır. Böylece kaba m ateryalist b ir yorum olan som ut emek verim li em ektir, te rs i ise verim siz em ektir yaklaşımı bugün için temelsiz b ir yaklaşımdır. Bu temelsizlik- ten M arksistler kurtu lm a lıd ır artık.
***
Elbette soyut emek sürecinin genişlemesi, kuşku yok ki n ite lik li sınıf p ra tik lerini olumsuz e tk ilem em iştir diyemeyiz. Somut emek üzerinden kurulan kitlesel ü re tim in parçalanması, sınıf hareketinin hem parçalanmasına hem de b ir düzeyde bozulmasına yol açmıştır. Parçalanarak dağılmış olan çeşitli emek biçim leri, soyut emek başlığı altında önem li b ir genişleme gösterirken, emeğin büyük o-
__ 148
randa mat üretim inden (artı değer ü re timi olarak) kopmuş ve sınırlanmış, o rtak davranış yeteneklerin i y itirm iş olması nedeniyle için sınıf hareketinin, gerek sınıf p ra tik le ri açısından gerekse kü ltürel ve ideo lo jik konumlanışları açısından ciddi b ir kırılma yaşadığını teslim etm emiz gerekir. Bu geçiş sürecinin doğal b ir sonucu olsa da, hareketin dayandığı bu tem eldeki b ir parçalanma her ne kadar olumsuz etken leri yaratmış olsa da, o- nun birleşik sürecinin maddi tem ellerin i ortadan kaldıramamıştır. Gerçekten bu çelişki, bütünüyle bu geçiş sürecinin doğal sonucu ve onun doğal b ir görüntüsünün b ir anlatımıdır. Ancak insanlık şimdi bu soyut ve som ut üre tim param etrelerinden yeni b ir varoluş sürecine doğru kayarak kendini tanımlarken, aşırı yıkım paradigması içinde kendini yeni değerler sistemi içinde oluşturm a aşamasına zorunlu o larak götürm ek durumunda kalması, ileri b ir öngörü anlatımı bile değildir. Buradan doğal olarak yeni değerler sistemine geçişi çıkarmak olasıdır demek, asla b ir abartma demek değildir. Çünkü bunu insanlığın yaşamış olduğu tarihsel deneylerinin b ir sonucu olarak okumanın mümkün olabileceğini varsayabiliriz. Ama bunun şim dilik nasıl olacağı e lbette belirsizdir.
Soyut emek sürecinin nesnelliği içinde oluşan toplumsal koşullar, zorunlu o- larak düşünce yapılarını olduğu gibi to p lumun m oral değerler sistemini de e tk ilem ektedir. Bugün içinde bulunduğumuz toplumsal yasaların işleyiş biçim i, ister istemez toplumsal bilinç üzerinde etkili olduğu kadar, bu yasaların toplumsal bilinç içinde nasıl ifade edileceklerini de saptamak önem taşır. N orm al olarak kapitalist toplum larda şunu be lirtm ek
yanlış değildir; top lum biçim lenişinde işçi sınıfı veya emekçi k itle le rin çıkarları ir. le egemen toplumsal süreç arasında tam b ir uyumsuzluk ve çelişkili b ir varoluş konumu vardır. Bu uyumsuzluk top lum sal varoluş sürecinde bireyin nesnelliği açısından da b ir uyumsuzluk ve çelişki dem ektir. Yani bireyin nesnel ilişkiler i- çinde yapı ile doğal b ir çelişki içinde bulunmasıdır. Ancak bu çelişki biçim i, sosyal hareketlik içinde hiç de göründüğü gibi b ir sonucu doğurmaz. Başka b ir deyişle bireyin sistem ile doğal çelişkisi, sınıf p ra tik le ri açısından ideo lo jik veya polit ik b ir çelişki biçim ine dönüşmeyebilir. Yani b irey içinde bulunduğu koşullar a- çısından var olan som ut uyuşmazlığını, toplumsal dinam iklerin ortaya çıkarılmasında etkin olmaktan uzak b ir varoluş b içimine dönüştüreb ilir. Başka b ir düzlemde ifade etm ek gerekirse, bu çelişki, kü ltüre l ilişkilerinde kendini açığa çıkaramaz veya bilinmez ve görünm ez b ir sahte uyumun içinde adeta konum kaybına uğrayabilir. Bu b ir yerde uyku halid ir de. Böylece çelişki som ut ve nesnel sürecin içinde b ir anafor yaşasa da, bu kendini sınıf hareketliliğ i düzeyinde to p lumsal b ir seviye kazanmasında atıl duruma düşürebilir. Dolayısıyla toplumsal dönüşüme tecrübe edilemez noktada tıkanıp kalır. Çünkü birey (işçi), hem tin sel hem de maddi e tk in lik le ri içinde o- nun özsel b ir öğesi olsa bile, bu durum ciddi anlamda ne bireyin ne de to p lu mun ilerlemesine yo! açan b ir sürecin ö- nünü açabilir. Böylece bireyin, manipü- lasyon aygıtları altında yürü tü len eylemleri, toplumsal sistemin dokusunu parçalamaktan uzak b ir konuma itileb ilir. Hem sürecin öznesi hem de nesnesi o- lan işçi (insan), bu fasit dairenin içinde
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
149
kendini parçalanmış ve kırılgan b ir kişilik içinde bulur. Bu onun değişime dönük dinamizminin de parçalanması anlamına gelir b ir yerde. Ö yle ki bunun doğal sonucu şudur artık; b ir emekçi kimliğine sahip olan bu birey, soyut emek sürecinde edilgen veya pasif b ir k im lik edinim i i- çinde değişim öznelerini en azından şimd ilik kaybetmiş dem ektir. Oynaması gereken ro l, sorum lu luk bilinci, ak tif b ir sınıf kimliği konumu vs. gibi kendi nesnesinde bulunan bu özellikler, hem ağır e- konom ik ve siyasi baskının altında, hem de kü ltüre l ve ideolo jik taarruzun altında, adeta göz hapsindeki b ir tutsağın ruhsal kırılması haline dönüştü rü lü r. Kuşkusuz ek olarak şunları da söyleyebiliriz; doğu toplum larındaki aile bağı, feo dal ilişkilerin yapışkan özellik leri veya geleneksel b ir dizi kü ltüre l bağ, bireyin toplumsallığını olumsuz etkileyen faktö r le r i ek olarak da saymak m üm kündür. Bunların b irleşik b ir karakter taşıdığını, ama aynı oranda hızla dağıldığını (kozm opo litik b ir kapitalistleşme / şehirleşme), dağılırken karakter veya kişilik özelliği dediğimiz yapıları da b irlik te erozyona uğrattığını belirlem ek burada önem taşır. Dolayısıyla b ir yere sahip o lduğunu sanan (k im lik edinim i), ama aynı şekilde h içb ir yere ait olmayan (k im lik sizlik) arasındaki çelişkili varoluş, bireyi olduğu kadar, top lum u da hızla bozan b ir sonuçla karşı karşıya bırakmıştır. Bugün top lum lar, dibi görülemeyen b ir kuyunun boşluğuna hızla düşen b ir insanın ko rku ve şaşkınlığını yaşamaktadır.
Böylece oluşan karmaşık yeni to p lum sa l s ü re ç iç inde, bazı o lu m lu d e n e y
le r yaşansa bile, bu durum ne dem okratik ilişkilerde ne p o litik başkaldırı duyarlılıklarında ne de ideo lo jik konumlanma
__ yol_____________________________
__ 150
da, hatta bütün bunların toplamı olan insani değerler sisteminde olum lu b ir dö nüşüme tecrübe edilem em ektedir. Üste lik geçmişte sınırlı da olsa yaşanmış o- lumlu bütün tecrübe ler, yeni baştan sınıfın tarihsel bilincine geri dönerek yeni b ir sıçramaya yol açmıyor. Bunun b ir nedeni de tarihsel hafıza y itim id ir. Doğal olarak bu durum, toplumsal hareketin a- sıl temel öznesi olan sınıf hareketini de olumsuz e tk ilem ekte ve sınıf hareketi toplumsal dönüşümün m o to ru olması gerekirken böyle b ir konum kaybına yol açmaktadır. Dağılmış ve parçalanmış bu top lum yapısından, kendisi için b ir değeri temsil ettiğ in i sandığı (sahte bilincin sahte b ir varoluşla temsil edilmesi nedeni ile, buna b ir yerde dikişli ilişki demek de olasıdır), radikal söylemli ve görü nüşte sistem karşıtı olan siyasal İslam’a bağlanmış ve bu harekete tecrübe edilm iştir. AKP deneyi bunun bariz b ir ö r neğidir. Bu durum un kuşku yok ki yeni düş kırıklıklarına yol açacak olması, hiç de ileri b ir öngörürlüğü gerektirm eyecek kadar açıktır herhalde. Toplum yeni b ir toplumsal girdabın içinde debelenirken, bu yeni süreç doğal olarak top lum sal bütün dokuları, da tahrip edecek b ir seviyeye ulaşacaktır. Değişim gibi sunulan bu yeni akım, toplumsal değişimin gerçek özünü ifade etmediği gibi, hızla yeni hayal kırıklıklarının içinde, daha büyük anaforları beslemesi som ut b ir analiz olarak ifade edileb ilir diye düşünüyorum.
Ancak yakın vadede görülen, bu anafordan çok daha büyük toplumsal kişilik bozulması, çürüm e ve dokunun daha da yırtılması gibi sonuçları çıkarmak m üm kündür. Sonsuz zaman boşluğunda dibe vurmanın b ir sınırı belirlenemez. Ne za-
„21. yüzyılda insan ve felsefe__
mana kadar? Yeni gerçek b ir a lternatifin çıkmasına kadar belki. Elbette kaynayan ou anafor, yaşanacak düş kırıklıkları için, nem yeni arayışların önünü açabilir hem de sosyalist öncülerin kendilerin i yeniden tanımlamanın olanaklarını yaratabilir. Bunlarda şim dilik kısa vadede b ir u- m ut belirtis i görülmese de, bu kaçınılmaz sosyalist d inam ikleri devreye sokmadan yoluna devam edemez. Sosyalistlerin yanıt üretememesi noktasında, her iki yapı içinde yeni b ir çürüme ve doku parçalanması kaçınılmazdır.
Burada yeniden esas konu olan to p lumsal değişim sürecine gelirsek; b ir nokta önem li; sürekli b irb irin in arkasından gelen düş kırıklıkları, son y irm i yılı aşan süreci baz alsak bile, aşamalı evrim teoris inde anlatımını bulan, değişim özneleri sürekli n icelikten tekrara niceliğe dönüşü gösterm iştir. Yani nicelik n ite liğe dönüşle tamamlanamamıştır. Bilindiği gibi toplumsal süreçler için öngörülen a- şamalı evrim teoris i, ne toplumsal ta rih te ne de doğada, h içb ir sıçramanın o lmadığını, bütün değişimlerin yavaş yavaş ve tedricen olduğunu öngörür. Aslında bu teo riy i gerek Marx gerekse Hegel e- leştirm işler ve geçersizliklerini ortaya çıkarmışlardı. Ö ze llik le Hegel “ M antık” adlı eserinde, herhangi b ir şeyin olüşu- munu veya ortadan kalktığını anlamak istediğim iz zaman, sorunun kendisini te d rici b ir anlayış ile kavramanın olanaksız o lduğunu g ö s te rm iş tir. Oysa gerek Marx gerekse Hegel, değişimin kendisini, b ir nicelikten b ir başka nicelik ile değil, esas olarak b ir nicelikten b ir niteliğe, ya da tersi b ir geçiş şeklinde olabileceğini öngörm üşlerdi.
G erçekten toplum da oluşan n iceliksel bütün anafora neden olan olaylar
toplamı, n ite lik b ir sıçrama gösterem ediği için, kendi içinde nicelikten tek ra r niceliğe geçiş sürecinin kesintisizliğinde, boşluğa düşen b ir insanın kırılmadık b ir yeri kalmamacasına hem fiziki hem de m oral değerler anlamında yeni b ir çü rü menin ve bozulmanın girdabından çıkamaz olm uştur.
Bugün kendini .dayatan temel sorun, toplumsal değişim isteğini (nesnel olanı), hedefleri belirlenm iş b ir sınıf pratiği ile n ite lik aşkmiığına dönüşü sağlayıp sağlayamamak noktasında gösterir. Bu nokta sorunun temel çözümü o larak görülse de, bunun nasıl ve hangi araç, yöntem veya ilişkilerle değişimini sağlamak kuşkusuz ayrı b ir tartışmayı zorunlu kılar.
b. E m e ğ in insan ö zü ile ilişkisi;
Şimdi bu anlatımdan esas konumuz olan, emeğin insan özü ile ilişkisini, dolayısıyla insanın insanlaşma sürecini nasıl etkilediğini ele almaya çalışalım.
Günümüzde yere llik ile evrensellik, kü ltü r ile aptallaştırma, zenginlik ile yoksulluk veya iş ile işsizlik arasındaki ilişki veya çelişki, g iderek büyüme eğilimini sürdürm eye devam ediyor. B ir yanda a - labildiğinde maddi ürünlerin artışı ve çeşitliliği, diğer yanda doğrudan veya do laylı bu ürünlerden yoksun b ir kitle, sınıf... B ir yanda emekçinin sınırsız ü re tkenliği, b ir yanda emekçinin dar b ir alana sıkıştırılması... Bu durum özünde patlamaya hazır b ir nesnellik anlatımıdır. İnsan ne denli olanaksız ve sefil olursa o lsun, sonuçta o insan tü rünün b ir tem silcisidir. A r tık insan “ ta rih öncesi” b ir d ö nem içinde olsa bile, o yine de bu fasit dairenin içinden çıkışın olanaklarını ve çabasını göstermeden edemez. Çünkü o tarih in b ir parçasıdır.
151
___yo l
G erçekten üre tim in ve dolaşım sürecinin, dolayısıyla mübadelenin evrensel ö lçekte gerçekleşiyor olması ve bunun toplumsal yapıyı be lirliyo r olması, değişik ü re tic i e tk in lik le rin i (gücünü), o rtak b ir bütünleşme aşamasına taşıdığının da b ir işaretini ve rm ekted ir bize. Bu saptama nesnel ilişkilerin sosyal ilişkilere yol açacak olan b ir göstergesi ve tem elid ir. O rta k bütünleşmede emek, zorunlu o- larak o rta k b ir sosyal ilişkileri ve onun ö rgü t ve eylem karşılığını b ir lik te yaratır. Ancak bu nesnel ilişkilerin daha bugünden sübjektif koşulların gereklerini karşılamaktan uzak olduğunu unutmamak gerekir. Bu işin temelindeki önemli b ir hatırlatmadır.
İnsanı insan olarak yıkan temel sorunların başında salt kültüre! manipülas- yon gelmez. Ama daha önemlisi kapitalizm, insan üre tic i gücünü b irb irinden yalıtlamış, sınırlamış ve bölm üştür. Böy- lece b ir dizi ideolo jik, dolayısıyla kü ltü re! manipülasyonu, bu nesnel yapı üzerinden gerçekleştireb ilm iştir. O halde bu aevasal çelişkinin çözümü nerede a - ranacaktır? Sanıyorum bu çelişkinin çözümü, insan kendi özünü yeniden emekçi insanın tarihsel hareketi içinde bulacak ve farklı dönem lerde b irb irinden ay- rıimış bu üre tic i güç e tk in lik le rin i o rtak b ir tem elde bütünleştirecek ve onu ko lek tif b ir egemenliğe doğru kaydıracak olmasında bulacaktır. Kuşkusuz tarihsel hareket, daha önce de belirtild iğ i gibi şim dilik büyük oranda bundan yoksun b ir kırılma içinde bulunmaktadır. Ama yine de şunu be lirtm ek gerekir ki, büyük denizlerde hızla yelken açan geminin bordo d irek le ri uzaktan da olsa görünmeye başlanmıştır. İşte um ut buradadır. Dem ek ki pro le tarya yalnız genişlemek
anlamında dev b ir sınıfı o luştu rm uyor, aynı zamanda parçalanmış farklı emek tü rle rin i o rta k b ir ü re tim sürecinde b ir b irine bağımlı da kılıyor ve bu nedenle onları üretken ve verim li hale ge tiriyo r. Doğal olarak bu yeni durum, yeni to p lumsal ilişkilerin ortaya çıkarıldığı ve yeni b ir insan tanımına da ulaştıran kaçınılmaz yol gibi görünüyor. Çünkü bu kriz, aynı şekilde insan kafasında hayallerin b irik im in i de gösterir. Hayali olmayan b ir insan, umudunu tüketen b ir hayvansal varoluştan farklı değild ir çünkü. D enile b ilir ki bugün insanlık, bu hayallerin b ir ikim i içinde b ir çıkar yol aramaktadır. Burada ulusallık, cinsiyetçilik vs. gibi kavramlara dönüşün kendisi, ş im dilik bunlar çıkar b ir yol olarak düşünülse bile, bu hayalin bizzat kendisi değil midir? Elbette önemii olan bu hayallerim izi doğru kurm aktır. Sınıfsal yo! biraz da düşe kalka bu şekilde gerçekleşecektir. Bu e lbette yeni değerler sistemine ulaşmanın da maddi tem elle rin i gösteren b ir düşüncenin kuramsal özünü v e rir bize. Kuşkusuz bu hala toplumsal sınıf mücadelesinde istenilen b ir karşılığa o turm uş değildir. A - ma bu zemin bunun tem elle rin i göste rmesi bakımından önem lid ir.
Burada önemli olan emekçilerin o r tak b ir toplumsal pro jeye kavuşması ve onun etrafında ö rgü tlü lük le rin i sıklaştırması, kendi ideo lo jik konumlarını ve bu uğurda eyleme geçmelerini sağlayacak m etodu ellerine almalarının gerçekleştirilm esid ir. Bu aslında sadece işçi sınıfının değil, aynı zamanda insanlığın da kendi gerçek özüne dönüşün kaçınılmaz b ir yolu olduğunu gösterir. Ve bu yine aynı şekilde insanlığın kurtu luşunun da kaçınılmaz tek yo ludur. Dolayısıyla bu düşünce yenilenmesi içinden bütün yapısal
__ 152
21. yüzyılda insan ve felsefe__
sorunların tartışılmasını gerekli kılan b ir m om ent olacağını da gösterm ekted ir. Ama yine de bu sorun tamamı ile başka b ir yazı konusu olacak kadar önem lidir.
Dem ek ki çağımızın altıda beşinden fazlasını oluşturan em ekçiler dünyası, büyük b ir kırılma içinde bulunmasından dolayı kendi gücünü sermayenin karşısına d ikerek kendi insansal varlığını oluş- tu ram ıyor. Oysa günümüz insanlığı, ta rihin en karanlık dönem lerinden birisini yaşıyor ve büyük b ir acı ve ıstırap içinde bulunuyor. Kuşku yok ki bu durum çıkışın yolunu gösteren olanakları b ir ik t ir mesi anlamına da gelir. Yeni oluşum, a- cının ve çözülmenin içindeki bu dinamik gücün b irik im inden çıkar. Şimdilik bu devasal gücü, sermaye kendi güçlülüğü i- çin kullanmaktadır. Ama onun kullanılması, kendi varlığının parçalanması ve tüm den geleceğini kaybetmesi nedenine dayandığını, onun için görülmemiş b ir saldırganlık içinde bulunduğunun da b ir göstergesi değil midir? Unutulmasın ki** saldırganlık hem güçsüzlüğün hem de çözülmenin b ir ifadesidir. Z o ra dayanan güç, aslında güçsüzlüğün önemli b ir belirtis id ir. Burada sayısız ta rih i ö rnekle rle yazıyı şişirmenin b ir anlamı yok. Haluk G erger “ Kan Tadı” eserinde A B D ’nin saldırganlık tarih in i anlatırken, aslında bu im paratorluğun ne kadar zayıf b ir tem ele dayandığını çok iyi görebilm işizdir. Bu tek ö rnek bile emperyalist sistemin ne derece güçsüz b ir temele dayandığını bilm ek açısından öğretic id ir. Birinci te mel saptamamız burasıdır. Burada ikinci b ir saptamayı daha yapmamız gerekir. İşte bu noktada M arx’ ın kendisinin de i- fade ettiğ i ve daha önce gösterm iş o lduğumuz gibi, som ut ü re tic i güçler bağlamında ortaya çıkan fazla nüfus sorunu
dur. Burada şim dilik önemli olan bu fazla nüfusun politika ile ilişkilerde nasıl b ir ro l oynadığıdır. Yani yukarda saptadığımız, kapitalizm için oluşan fazla nüfus, işsiz, açlık ve yoksulluklarla debelenen bu insan toplu lukları, som ut emek anlamında üretim sürecinin doğrudan ayaklarını, dolayısıyla gücünü o luş tu rm uyor dedik. Elbette bu durum, sınıf hareketini şimdilik olumsuz etkileyen fa k tö r olarak da görü lebilir. Çünkü kitlesel ü re tim in do ğal gelişme seyri, hareketin niteliğini de belirle rd i daha önce. Şimdilik po litika dan felsefi kuramlara kadar bu n ite likten elbette b ir kaymayı yok saymak gerçekçi değildir. Ama yine de olumsuz gibi görünen bu yeni varoluşu, o lum lu b ir va ro luşa dönüştürecek b ir süreç, emeğin bu birleşik yeni varoluşundan çıkacaktır d iye düşünmek gerekir. A r tık kapitalizm, bu fazla nüfusu taşıyamaz hale gelm iştir. O zaman insanlığın bütünü, yaşamını devam e ttirecek olmasından dolayı, kapitalizm için temel tehlike insanlığın bütünü haline gelir. A r tık burada soyut emek i- le som ut emeğin arasındaki ayrımın faz- ia b ir önemi de kalmaz. Emeğin kendisi b irleşik b ir karakter alır. Çünkü emeğin tümü insanlığın tüm ü haline gelir ve varoluş bütünüyle tehlike altındadır. Kuşkusuz burada küçük b ir zengin e lit azınlığı bu tartışma içinde, insanlığın içinde telakki etmenin çok fazla b ir gereği yoktu r ve bu dar b ir tartışma başlığıdır bence. İşte buradan yeni b ir dinamizmin çıkacak olmasına ilişkin tasarımlarımızın tem elinde bu tem el bakış saklıdır.
G erçekten som ut emek bugün gücünü büyük oranda,- soyut emeğe aktarmıştır. Bu hem emek tü rle rin in o rtak birleşim kanallarının açılmasını sağlayan hem de bu süreçte b ireyleri b irb ir i ile
153----
— yol
daha fazla ilişkiye geçiren b ir mayalanma anlamına gelir. Bu mayalanma, mutlak sure tte kendi öz varlığını ortadan kaldıracak nedensellikleri sorgulamadan edemez. Peki ama bu nereye doğru evrilir? Şimdiden bunun net b ir cevabını verm ek zordur. Am a bu belirsizliğini b ir süre daha koruyacağa benzer.
Bilindiği gibi gerek b ireylerin kendi i- lişkilerinde, gerekse b ireylerle üretici güçler arasındaki ilişkide tek bağ emekti. Şimdi bu bağ, yani emek bağı, önemli derecede bugün kendi kişisel aktivitesini kaybetm iştir. Yani bugün için bu emek bağı, emeğin değişik oranda bölünmesi nedeni ile b irey le r arası ilişkileri yaygınlaştıran ama bunu şim dilik bü tün leştirmeye kaydıran o rtak bağa dönüştüre- m em ektedir. Çünkü hem kitlesel üretim parçalandı hem de ideolo jik ve kü ltürel manipülasyon büyüdü. Emeğin o rtak bütünleşme eğilimi daha önce gösterild iği gibi nesnel ilişkilerin b ir anlatımıydı. O y sa nesnel ilişkilerin kendisi sosyal ilişkilerde, dolayısıyla p o litik ve ideo lo jik ilişkilerde doğrudan b ir bütünleşmeye veya o rta k harekete yol açmaz. Burada iki ayrı yapısal sorun vardır çünkü. Nesnel i- lişkilerde ortaya çıkan yapısallık, sosyal ve po litik ilişkilerdeki yapısallığın tem elini gösterir, ama bu onun kendisi değildir. Bunun için “ dışardan” müdahale gerekir.
Yine de şu soruyu sorm ak yanlış değ ild ir kanımca. Şimdi bu tartışma yukarda ifade ettiğ im iz gibi önümüzdeki süreçte olası bütünleşme ve o rta k hareket eğilim ini yok sayar mı? Elbette hayır. Yok saymaz ama bu onun, yani ilk yapının içinden çıkıp gelir. Yine de günün nesneliği açısından bu bağın hala o lum suz b ir ro l oynamaya devam ettiğ in i ka
bul etmemiz gerekir. Buradan çıkaracağımız sonuç şudur; bu nesnel varoluş yabancılaşmanın daha fazla derinleşmesindeki maddi olguları gösterd i bize. Ç ünkü daha önce insanın insanlaşmasında tek bağ olan emek, bugün için insanı insan kılan b ir ro lden çok, a rtık b ir araç durumuna gelmiş olduğunu gösteriyor. Ama unutulmasın ki, ilkel insandan gerçek som ut insana geçiş (bugün insan kendini sermayenin araçsal b ir varlığı o- larak duyum suyor olsa bile), yine de bu insanın kendisi, doğanın araçsal b ir parçası olarak onun varoluşu içinden insanlaşma sürecini yarattı. Ü ste lik doğa ne kadar vahşi olsa da, bugün sermaye kadar asla vahşi değildi. Dem ek ki insanın araçsal b ir varlık oluşu, onun insansal varlığının kurulmasının temel b ir nedeni olmaktan çıkmadı, çıkmaz. O , dün doğanın b ir aracıydı, bugün ise sermayenin.
Doğrudan b ir iş konumuna sahip o lmayan b ir insanın, bugünkü yaşamı, elbette onun için b ir yük halini aldı. Yaşamın kendisi insandan kopan b ir nesnellik haline dönüştü. Bu nesnellik insan için öyle b ir durum yarattı ki, bırakın maddi ürünlere sahip olamamasını, yaşamın kendisi çekilmez hale geldi. Böylece yaşam insana yabancılaştı. Yoksul, aç veya işsiz b ir insan için ilk şey, işin, yiyeceğin biçimi, şekli vs. değildir. O nun için önce yiyeceğin veya herhangi b ir işin varlığı ö- nem lidir. Aslında bu durum soyut b ir varo luştur. Çünkü b ir iş veya b ir yiyecek, hayvansal b ir beslenme veya hayvansal b ir çalışma ötesinde düşünülemez. Gelecek kaygısı güçlü olan ve yarın çocuklarına b ir parça ekmek götürm e kaygısı taşıyan b ir insan, en güzel oyun, en gü^ zel müzik, sevgi veya aşk vs. karşısında duyarsızdır. Aslında bu duyarsızlık onun
154
21. yüzyılda insan ve felsefe__
belki de en büyük duyarlılığının açığa çıkmasının da olanaklarını yaratır. Çünkü duyarlılığın hammaddesi bu acının kendisi içinde saklıdır. Dem ek ki duyarsızlık, duyarlılığın gölgesidir. Ö nem li o- lan bu gölgenin kapattığı özü açığa çıkarmaktır. Elbette toplumsal insan veya insansa! özün nesnelleşmesi hem kuram sal hem p ra tik bakımdan, insan duyularının insani kılınmasını ge rek tirir. Dem ek ki b ir yerde duyarlılık tek başına hiçb ir şeydir. Burada duyarlılık duyarsızlığın başka b ir izdüşümünü göste rir bize. O - nun kuyumcu terazisinde altının işlenmesi gibi işlenmesi gerekir. Bugünkü insanın bireyselliği, gündelik yaşamı nasıl sürdüreceğinin kaygısı ile oluşmuştur. Bundan dolayı değerler sistemi veya kültü re l varoluş olgusallığı rahatlıkla mani- pülasyön araçları ile kırılabilm iştir. Yani som ut insandaki kü ltüre l varoluş, yerini soyut insana, dolayısıyla soyut b ir nesneye, metaya dönüştürm üştür. K ü ltü rün kendisi nesnel özünden kopmuş ve soyutlanma içine giydirilm iş b ir karaktere dönüştürü lm üştür. D eğerler bile kapitalistin elinde, reklam piyasasında kullanıldığı gibi b ir metaya dönüştürülm üştü r. Böylece insanın toplumsal varlığı yıkılmış ve insan önem li derecede bireysel b ir hayalete yol açarak kırılgan b ir yapının oluşumuna neden o lm uştur. İşte bu varoluş, kapitalizm in b ir sistem olarak varoluşunun tem ellerin i daha kolayca kurmasına yol açmış ve sermayenin buradan kendi egemenliğini rahatlıkla per- çinlemeye yol açmıştır. Dolayısıyla insan nesnesiz b ir varlığa dönüşmüştür. Sermaye ne kadar kar eder ve mülkünü artırırsa, insanda o kadar değersizleşmiştir çünkü. Bakın M arx bu konuda ne d iyor; “ İşçinin kendi nesnesi içinde yabancılaş
ması, iktisat yasalarına göre, kendini şu biçimde dile ge tirir; işçi ne kadar çok ü- retirse, o kadar az tüketecek nesnesi vardır, ne kadar çok değer yaratırsa, o kadar çok değerden düşer ve saygınlığının azaldığını görür, ürünü ne kadar bi- çimliyse, işçi o kadar biçimsizdir, nesnesi ne kadar uygarsa, işçi o kadar barbardır, iş ne kadar erkliyse, işçi o kadar erksizdir, iş ne kadar us işi olmuşsa, işçi ustan o kadar yoksunlaşmış ve doğanın o kadar kölesi durum una gelm iştir.” (Marx, 1976:156)
Dem ek ki insanın insanlaşması, b ir yerde emeğin özü ile ilişkilid ir. Çünkü “ emek insanın kişiliğinin b ir belirtis i ve onun özgül b ir e tk in liğ id ir.” (M arx) Bugün emeğin özü, insandan kopmuş o ldu ğu ve sermayenin gücüne güç katan b ir karaktere bürünmüş olduğu için, insanı insan yapan bilinç, kü ltür, sanat, po litik vb. b ir dizi e tk in lik ten de kopması anlamına gelm iştir. Emeğin özünün insan ö- zünden koparılması, insanın aynı şekilde duygu ve düşüncelerinin de insandan a- lınması ve koparılması sonucunu yara tmıştır. Dem ek ki emeğin gerçek insan özüne kavuşması, b ir yerde duygu ve düşüncenin de değerler sistemine o tu r ması dem ektir. Bir yerde m oral değerlerin yıkımı, b ir süreç içinde ve geçişin param etre lerin in aşıldığı b ir evrede, bu sorun, insan bilincinde yeniden m oral değerlere dönüşün tem elle rin i atmadan i- lerleyemez. Böylece genel emek ile insan özünün yıkımı arasındaki ilişki, bu krizin içinden yeniden b ir ilişkinin o lum lu özünü b ir lik te taşır. Bu nokta önem lidir. Ne yazık ki bugün bütünüyle bu e tk in lik ler, yani sanat ve kü ltüre l e tk in lik ler, sermaye iktidarının daha da tahkim edilmesine yol açmıştır. Adım adım bize
155----
ait olan bu değerlerin bile sermaye tarafından özü boşaltılarak işlenmeye başlanmasının esas nedeni budur. Nazım H ikm et örneği bunun en çarpıcı b ir ö r neğidir mesela.
Bu anlamda soyut emek haline dönüşen bu nesnellik ya da soyut emeğe indirgenen bu nokta, insanlığın gelişmesini de frenleyen nedenlerin başında görü le bilir. Çünkü oluşan küresel kapitalizm yapısı, başka b ir deyişle ekonom i po litik sistem, emeği insanla ilişkisinden ve bağından kopartm ıştır. Sadece yabancılaşmış biçim içinde, onu b ir meta gibi alır veya duyumsar dedik. Ü rünün üretim i, insanın özü veya özsel güçleri içinde görülmez. Bu ise insanın özsel yapısının yok edilmesi anlamına gelir. Aslında bu emeğin kendi varlığında somutlaşmış o- lan insana yabancılaşması da dem ektir. Ama buradan yanıltıcı b ir noktaya düşmemek gerekir. Emek özünde insana a- it b ir e tk in lik ise, ama bu etkinlik, özel m ülkiyet sistemi içinde aynı şekilde “ dışsal” b ir etkinliğe dönüştürülm üştür. Yani kapitalizm koşullarında emek, işçinin özüne ilişkin b ir olgu değildir. O özün dışındaki b ir e tk in lik tir. Dolayısıyla işçi, b ir iş ilişkisi içinde istemeyerek de olsa emeğini harcamak zorundadır. Böylece işçinin kendisi çalışmanın dışında b ir duyguya sahiptir. Çünkü onun için çalışma zora dayanır. Bu durum da “ dışsal e- m ek” der Marx, “ ...insanın içinde kendine yabancılaştığı emek, b ir kendini ku rban etme, b ir o nu r kırılması çalışmasıd ır.” (Marx, 1976 :1 57) İşçinin kendine a- it olmayan ve kendisinin ko n tro l edemediği emek etkinliği, kendisinin özsel b ir etkinliği olmadığı için, bu e tk in lik b ir yerde kendi kendisinin y itirilm es id ir aslında. Burada bugünün insanının bozul
— yol--------------------------------------------
__ 156________ ___________________
masının tarih in i de görm ek m üm kündür.
Bu durum sadece soyut emeğe ilişkin geçerli b ir tez de değildir, bu aynı şekilde som ut emek açısından da böyledir. Yani doğrudan mal üreten b ir emeği de ele almış olsak, burada yine sermaye e- meği, insanla bağını kopartm ıştır. Ama durum u çağımız insanının büyük bölümü açısından alırsak (ki fazla nüfus veya soyut emek ilişkisi içinde), oluşan egemenlik ilişkilerinde ve b ir dizi manipülasyon araçları ile zaten baştan insanı insan yapan tek bağ olan bu emeği, insandan ko parttığı için daha rahat b ir yönetim e rk ini tahkim edebilm iştir.
N orm al olarak insan, iş ilişkisinde kendini, insani b ir varlık o larak duyumsamaz. Onun insani varlığı, özgürce özel yaşamında, evde, sokakta, sinemada, kütüphanede eğlence yerlerinde vs. ortaya çıkar. M arx bunu “ hayvansal insansal, in- sansal da hayvansal durum una ge lir” d iye açıklar. (Marx, 1976:158) Ancak bu insansal varoluş asla tek başına b ir insansal varoluş değildir. Başka b ir deyişle bu tek başına insansal b ir varoluş haline gelmişse, bunların hayvansal işlemlerden kurtu lduğu anlamına da gelmez. Dolayısıyla düşünce, kü ltü r, sanat vb. gibi o rtak değerlerin, değişimi ifade etmesi nedeniyle devreye girmesi gerekir.
Haklı o larak insan kendini b ir iş ilişkisinin dışında özsel varlığını duyum suyor olsa da, bugün insanın varoluşu, yani insanlığın büyük b ir bölümünün işsiz veya yarı işsiz b ir konumda olması, başka b ir deyişle d irek t b ir iş ilişkisinin dışındaki varoluş konumu (elbette burada iş ilişkisi dışında kalan emek potansiyelini ta rtışma konusu yapıyorum), insanın kendisinin insansal b ir varoluşuna yol açabilir
mi? Bu soruya cevabımızı bu tü r soyut b ir söylev içine o tu rta rak verecek o lu rsak e lbette hayır o lur. Teoriy i mekanik- leştirmeyeceksek eğer, b ir iş ilişkilerinin dışında kalan bu toplumsal olgu, onun d ö r t b ir yanı kapitalist zora dayanan çalışma kü ltürünün, ahlakının, yasalarının ve onun devletinin baskısı ve zoru altında bulunduğunu dışlar mı? Asla dışlamaz. Dem ek ki insan aynı zamanda belirli b ir iş ilişkisinin dışında kalsa bile, o yine de b ir yerde hem kendinin dışında olduğu hem de içinde olduğu b ir iş ve yaşam a- lışkanlıklarının, dolayısıyla b ir toplumsal b ir sistemin içinde var olan toplumsal b ir varlık olarak ortaya çıkar. Bu onun yaşamının tü m ü d ü r çünkü. E lbette M arx ’taki iş ilişkisi tanımını fabrikanın d ö rt duvarı arasına sıkıştırmanın ve onu böyle okumanın olası olmadığı gerçeğini görm ek önem lid ir bugün. A rtık dünyayı b ir fabrika gibi algılarsak eğer, dar anlamda bu fabrikadaki bütün zora dayanan ilişk ile r sistemi, aynen dünyamız i- çinde yaşayan insanlığın da yaşadığı açık b ir cezaevi gibidir. Çünkü kapitalizm b ir dünya sistem idir, insan da bu toplumsal sistemin içinde varlığını sürdürür, dolayısıyla insanların yaşamı bu sistemin zoru, yasaları ve kü ltürü altında b ir cendereye dönüştürü lm üştür. İşte bu nokta insanın yıkımının da temel kaynağı o ldu ğu gibi yine insanın kurtu luş yolunun da b ir göstergesini ve rir bize.
Bu noktada yabancılaşmış emeği, bugünkü çağın toplumsal koşullarında yeniden okumamız olanaklı hale gelm iştir diyebiliriz. Bu okuyuşta en önem li nokta şudur; yabancılaşan emek sorununu ele alırken, bireyin (işçinin) gerçek ro lü, i- çinde yer aldığı üre tim sürecinde veya üre tim ilişk ileri içinde açığa çıkar. İşçi,
bu üre tim sürecinde hem ürününe hem de kendi kendine karşı yabancılaşan b ir sürece girer. Ve bu durum insansai varoluşun, dolayısıyla insana ait değerler sisteminin yıkılışının özüdür. Bu sorunu irdelerken izlememiz gereken m e todo lo jik yöntem önem lid ir. Bu m etodo lo jik yöntem i izlerken karşımıza kuşkusuz, i- çinde bulunduğumuz toplumsal koşullar çıkar. Bu toplumsal koşullar, insanı insanlıktan çıkaran toplumsal koşulların tümünü ifade eder. Mesela ‘ulusal ülkele r ’ dahil, dünyamızda yaşayan yaklaşık altı m ilyar insan topluluğunun büyük b ir kısmı iş olanakları dahjl insanın yaşaması için maddi ve manevi olanaklardan büyük oranda yoksundur. Bu noktada sayısız ista tistik verile re gerek görülm eyecek kadar durum vahim ve çarpıcıdır. İşte içinde yaşadığımız bu dünya ve onun bütün koşulları, insanın yıkımına yol sıçan yabancılaşma süreçlerin in b ir göstergesi olduğu kadar,, yabancılaşmış e- mek teoris in in de ne anlama geldiğinin çarpıcı ve ikna edici b ir anlatımını ve rir bize. Ö yle sanıyorum ki, bu koşullarda, yabancılaşmış, büyük oranda sabit iş ilişkilerinden dışlanmış büyük b ir emek po tansiyelini sokaklardaki yaşam ilişk ile rdeki bu yaygınlıktan çıkarırız. Bu yaygınlık aynı zamanda toplumsal ilişkilerinin de b ir yaygınlığıdır. Çünkü her insan şu veya bu şekilde b ir devlet egemenliği i- çinde, onun yasaları ve zoru altında yaşar dedik. İşte bu varoluş, aslında yabancılaşan emeğin ve bu yabancılaşmaya neden olan yapının burjuvazi tarafından toplumsal ilişkilere enjekte edildiği noktadır. Böylece yabancılaşan emek sokaklarda sürünen ve kendi varlığına da karşı oluşan yabancılaşmış b ir yaşamın deyim yerindeyse Türkçe okunuşudur. Ya-
21. yüzyılda insan ve felsefe__
157 -----
ni yabancılaşmış emek yabancılaşmış b ir yaşam dem ektir aslında. G erçekte b ir yanı ile bu insan özünün yoksullaşması anlamına da gelir. Çünkü bu insanın hem doğaya, hem kendine ve kendi insansal özüne hem de kendi emek ürününe karşı da yabancılaşmasıdır. Peki ama insan nasıl o lu r da, kendi emeğini bu derece yabancı kılmaya kadar götürebilir? Elbette bu sorunun yanıtı, b ir yerde onun çıkışının da b ir çözümlenmesidir. Dolayısıyla M arx o günün koşullarında bu soruya şu yanıtı ve rm iş tir ve bu yanıt ö- nem lidir;
“ Özel m ülkiyetin kökeni sorununu, yabancılaşmış emeğin insanlığın gelişmesinin gidişi ile ilişkisi sorunu durumuna dönüştürerek, bu sorunun çözümünde daha önce büyük b ir adım atmış bulunuyoruz. Çünkü özel m ülkiyetten söz edildiği zaman düşünülür. Ve emekten söz edildiği zaman da, doğrudan doğryya insanın kendisi söz konusu edilmiş dem ektir. Sorunun bu yeni konuş biçimi, onun çözüm ünü de iç e r ir .” (M arx,1976: 157)
Dem ek ki emek ile ilgili bütün ta rtış manın odağında insan ve insanın m utlu luğu sorunu vardır. G erçekten sorunun böyle konuluşu Marx için, emeğin sermaye iktidarı egemenliğinde yabancılaşması, aynı zamanda insanın gelişmesi ve onu aşması için de zorunlu b ir aşamayı gösterir. Ö nem li olan ta rih te bunun kö kenini bulmaktır. Bu anlamda özel m ülkiyet ve özel m ülkiyete ait sistem, yabancılaşmış bu emek sürecinden tü re tilm iştir. Bu öngörü tarihsel olduğu kadar, bu her iki durum un da aşılmasını m üm kün kılacak b ir anlatımı ifade eder. Bunun insani gelişme dönem ine tekabül e tmesini de zorunlu kılan b ir geçiş döne
— yol----------------------------------------mi anlamına gelir. Dolayısıyla M arksizm ’in gerçek anlamda çözümleyici gücünü de buradan çıkarıyoruz.
Yabancılaşmış yaşam ve yabancılaşmış emek kavramını Marx, ekonom i politik ten, yani özel m ülkiyetin hareketinden tü re tm iş tir. O halde özel m ülkiyetin çözümlenmesi yabancılaşmış emeğin de çözümlenişi dem ektir. Yani der Marx, “ yabancılaşmış insan, yabancı kılınmış e- mek, yabancı kılınmış yaşam, yabancı kılınmış insan kavramından doğar.” (aynı yerde)
N orm al olarak insan e tk in lik le ri, d iğer insanlarla b irlik te hem zenginleşmeye hem de kişilik kazanmaya ve b irb irin i tamamlamaya yol açması gereken e tk in lik le rd ir. Ancak şim dilik bu böyle gelişm iyor. Maddi zenginlik toplum sal-ente- lektüel zenginliğe dönüşmeyince, hem bireylerin b irb irine karşı görülm em iş re kabetine hem de insana ait duyu ve özlem lerin yok olmasına yol açmıştır. O y sa bu sürecin derinleşmesinin anlamı toplum un yıkımı ve bozulması dem ektir. Çünkü insanın insanlaşması top lum un da tem elin i o luştu ru r. Böylece tersinden işleyen bu süreç, bireyi toplum dan, to p lu mu da bireyden koparan süreçlere yol açıyor. G erçek bireylerden kopan b ir yapı, başka b ir deyişle insana a it olan insani k im lik kendini b ireycilik ahlakı üzerinden tanımlamaya başlayınca, ortaya ucube top lum la r çıkıyor. Kuşku yok ki e lbette bütün top lum la r b ireylerden o- luşuyor. B ireyler de kendi varlıklarını toplumsal yapı içinde gerçekleştiriyor. Oysa b ireylerin bozulduğu b ir yapı, to p lumun da bozulması anlamına gelm ekted ir bugün. Dolayısıyla her birey, top lum sal varlık içinde kendi kişiliğini kazanamıyo r ve ondan kopuyor dediğimizde bu
___ 158
nu anlatmış oluruz.
O halde insanlığın bu süreçten ku rtulması müm kün müdür? M utlak olan ilk şartımız e lbette şudur; insan tarih i ü retim ta rih i ise, insanın da emek hareketi m utlak sure tte insansal b ir karakter kazanması gerekir. Bunu yukarıda kısaca incelem iştik. Böylece insanın özlem leri, duyuları ve istekleri yeniden insan eyleminin m erkezine oturmasının da yo ludur bu. Bu ise zorunlu b ir kural olarak emeğin yabancılaşma sürecinden ku rtu lmasına bağlı olduğu anlamına gelir. D o ğal olarak burada şimdinin koşullarında yeni baştan emeği b ir kez daha irde le mek zorunda kalmamızın nedeni de buradan çıkar. Düne göre bugün bütün insanlığı içine alan b ir emek genişlemesi (emek, bugün tüm insanlık açısından fonksiyoner b ir anlam kazanmıştır), b irçok düşünürün iddiasının tersine, insanın yeniden insanın insanlaşmasının tek reçetesi gibidir. Bu anlamda emek gibi b ir varoluştan soyutlanan, b ir kü ltü r ve ahlak anlayışı, çıkışın reçetesi olamaz bence.
İkinci nokta ise, genişleyen bu emek dünyası, ilk elden gündemine uzun ve sancılı b ir ta rih i süreç sonunda (kriz ler, savaşlar, doğal felaketler, hastalıklar, açlık, yoksulluk vs gibi), “ biz k im iz” , “ insan k im ” ve “ biz ne yapmalıyız” gibi soruları hızla gündemine almaya başladığını göste rir . Yani duyu lur insan, özlem leri, ve istekleri olan insana dönüşüyor adım a- dım ve bu o rtak b ir temel yaratıyor. Bu anlamda insanın sorgulama ve soru so rma aşamasına doğru ortaya çıkan bu e- ğilim i, onun yaşamsal olarak varoluşsal koşullarından çıkıyor ve bu anlamda soyu t b ir şeyden bahsetm iyoruz. Varlığı tehlikede olan b ir insan öncelikle, teh li
kenin nereden geleceğini düşünür ve sonra da tedb irin i alır. Bu onun düşünsel yapısının kurulmasının da ilk koşulundur. Yani insanın aynı düzeyde b ir “ ideo lo jik yabancılaşmadan da kurtulması gerektiğinin b ir anlatımı dem ektir bu. Burada e lbette işin içine sadece düşünce g ir iyo r değildir. Aynı zamanda insana ait kü ltüre l değerler ve duyulur özne llikle r de girer. Böylece kulaklarımız müzik duyumunu, gözlerim iz güzellik duyumunu, burnumuz kötü veya iyi koku alma duyusunu, insanın insanlaşma zenginliğine yığılacak param etre ler g ibidir. Böylece sorun, beş duyunun beşi ile b irlik te çözülecektir derken Feuerbach haklıdır. Doğal olarak buradan çıkarttığımız sonuç şudur; emeğin yabancılaşması olarak nesnel yabancılaşma ile ideo lo jik yabancılaşma dediğimiz bu süreç ve bu süreçten çıkış, insanın kurtu luş eyleminin o r tak iki ayrı çehresi veya madalyanın iki yüzü gibidir. Bunlar b irb irinden asla ayrılamaz. İnsana aykırı olan bu yabancılaşma öğelerinden kurtu lm ak, insan için kaçınılmaz varoluş bilincinin adım adım örülm esi dem ektir.
Bu ara bölümde, hem emeğin insandan soyutlandırılmış biçimlerini-' oluşan nesnel ilişk iler içinde anlatmış olduk hem de yabancılaşmış emeğin insana ait değerleri dizim ini nasıl yok ettiğ in i be lirlemiş olduk. Buradan tarihsel b ir sistem olan kapitalizm in sorgulanmasını gerçekleştird ik. Ancak bu nesnel ilişk iler alt yapı süreçlerinin toplam b ir açıklanması ve aynı şekilde emeğin yabancılaşmasının bu gelişmenin doğal b ir sonucu o ldu ğu halde, emeğin canlı insan yapısında nasıl vücut bulacağı, yani proletaryanın kendisinin, kendi tarihsel eylemini, baş
21. yüzyılda insan ve felsefe__
159
ka b ir ifade ile onun öznel hareket biçimini, siyasai tıkanmışlığın nasıl açılacağını, bunun hem örgütsel hem de po litik varsayımlarının neler olabileceğini ta rtışma dışı bıraktık. Buniar bu yazının konu başlıkları değildi çünkü.
Sınıfın öznel iradesi kuşku yok ki nesnel ilişk iler içinden çıkar. Ancak nesnel ilişkiler sınıfın sınıf bilinçli öncüleri tarafından sentezleştirilir ve buradan b ir hareke t planı çıkarılır. Sentez, yorum ve sonuca ulaşmadır. Nesnel ilişkiler her ne kadar sınıf p ra tik le ri açısından o lum lu b ir zemin yaratmış olsa da, bu ilişkiler asia kendiliğinden sınıf p ra tik le rin i devrim ci kılmaz. O halde bu konuda düşünen bütün öncü güçlerin yapması gereken. bu nesnel ilişkilerin yaratmış o ldu ğu olum lu zemine karşın, sınıf p ra tik le rini olumsuz etkileyen nedenleri bulup çıkarm aktır. Burada salt ideolo ji veya politik varsayımlara, yine aynı şekilde ö r gütsel veya çalışma b içim lerine vurgu yapmanın yeterli olacağı da düşünülemez. İçinde bulunduğumuz ulusun, yine hatta içinde bulunduğum uz bölgenin kü ltüre l biçim lenişi, onun din başta o lmak üzere bütün geleneksel ilişkilerinin m utlak sure tte o lum lu veya olumsuz b ir etkisini hesaba katmanın ne kadar gerekli olduğu çıkar. Bunun yeterince ülkemiz devrim ci hareketi için anlaşılmış olması gerekird i. Çünkü gerek uluslar a- rası devrim ci hareketin deneyleri gerekse çok fazla olmasa da ülkemiz devrimci hareketin deneylerinden bu ipuçlarını bulmak mümkündü. Mesela D r. H ikm et Kıvılcım lfnm çalışmalarını bu alanda ö- nemli b ir ö rnek olarak gösterm ek olasıdır. Şöyle de düşünmek mümkün; ister uluslararası deneylerde isterse ülkemiz deneylerinde referans alacağımız benzer
__ yol_____________________________
örnekle rin olmadığını varsayalım. Ama yine de bizim bunları yaratmış olmamız gerekmez miydi? Mesela M arx ’ın elinde o zaman böyle deneyler mi vardı? Oysa biz materyalist bilgi teoris iy le donatılmış b ir tarihsel geleneğiz. Elimizdeki bu meto d o lo jik yöntem , bütün bunları başarmanın mümkün olduğunu gösterir. Burada elbette salt göstergenin olum lu veya olumsuz biçim inden bahsediyorum. Yani sınıf p ra tik le rim izin öncüleri, ulusal gelenek ve kü ltürün rolünün, ideolo jik ve po litik varsayımlar içinden dışlanmış olduğu anlamda b ir söylemden bahsediyorum . Buradan sınıfa ve genel o larak e- mekçilere karşı olumsuz b ir yargının çıkmış olmasının tesadüf olmadığını söylemek istiyorum . Bu doğal o larak sınıfa güvensizliğin kaynağı olarak b ir işlev görm üştür. Ö rgü tlü veya örgütsüz her devrim cinin bilincinde biraz da yer eden yargıdır bu; “ bu halk, bu sınıf adam o lmaz!” Bunu anlatmak istiyorum . Elbette bu yazının başlıca konusu değildi bütün bunlar. Geçerken kısaca bunlara b ir d ipno t olarak düşmek istediğim konu başlıkları bunlardan ibare ttir.
8. İn san ın k ö le lik te n k u rtu lu ş u n u n
fe ls e fe ile bağı
İnsanın uzun tarih i b ir dönem içinde oluşan çeşitli bağımlılık biçim lerinden kurtulması, sanıyorum yine uzun b ir tarih i evreyi kapsayacak gibi görünüyor. İlkel kö le likten m odern köleliğe kadar süren tüm bağımlılık b içim leri, sonuçta sınıflara bölünmüş b ir top lum yapısının doğal sonuçlarıdır. Bugüne kadar söm ürücü sınıfların baskı ve zulmüne dayanan o to r ite r sınıf egemenliği, kaçınılmaz olarak insan özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı b ir süreç içinde gelişmiş ve meyvesini verm iştir. Onun ta rih i ne kadar ger-
__ 160
çekse, ona karşı mücadeleler tarih i de o kadar gerçektir.
İnsanlık tarih i, özgürlükler için büyük bedellerin ödenmiş olduğu b ir ta rih tir. Kuşkusuz bu bedeller ödenmeye devam ederken, ta rih yeniden bu insanın eylemi tarafından yazılmak zorundadır. Böyle b ir ta rih aralığında bugün özgürlüğün yeniden elde edilmesi, e lbette kolayca başarılacak b ir konu olarak görülemez. İşimiz düne göre çok daha zordur. Yani özgürlükler altın b ir tepsi içinde sunulmayacaktır insanlığa. Elbette bu tarih, özgürlükler için kavgaların tarih i olduğu kadar, arayışların ve kuramsal düşüncelerin de oluştuğu b ir ta rih tir. Bugün 21. yüzyıl ta rih i bu paradigmanın içinde şekillenm ektedir.
Burada insan ve insanın arayışları ü- zerine önemli katkılar sunmuş bazı düşünür ve filozofların görüşlerini ta rtış manın, -her ne kadar bunlar idealist b ir temele o turm uş olsa da-, günümüzün kuramsal sorunları ile ilişki içinde, ama daha çok günümüz sorunlarının çözümündeki ta rih bilincinin rolünü anlamak açısından öne çıkarılmasını düşünmek mümkün. Çünkü tarih ten öğrenmek, tarih in öne çıkardığı bütün süreçleri öğrenm ek ve ders çıkarmak dem ektir b ir yerde. Ö ze llik le burada iki örneği seçtim . Aslında bu bilinçlr b ir seçimdir. Çünkü bu iki isim, yani E. La Boetie ile J. J. Rousseau, tartıştığım ız konu bağlamında, yani insan özü ve insanın dış dünya i- le ilişkisi gibi sorunlarda yürüttüğüm üz tartışmanın anlaşılmasında önem taşımaktadırlar. Ö zellik le E. La Boetie ’nin i- leri sürdüğü bazı düşüncelerin önemi şuradadır; insanın özü, bağımlılık b içim leri ya da insan ile kö le lik ilişkisi gibi k r it ik konularda bundan yaklaşık 500 yıl
önce söylenmiş sözlerin, tartışma konumuz açısından taşıdığı önem dir. Onun doğruluğu ve yanlışlığından önce, o günün koşullarında nelerin söylenmiş o lduğu, dolayısıyla bundan daha sonra nasıl b ir felsefi temelin çıkarılmış olmasıdır onu önemli kılan. D iğeri ise, bizim için daha da önemli olması gereken J.J.Rous- seau’nun düşünceleridir. Çünkü o, tinse! düşünceleri insan beyninden aşağı indirip onu som ut insan pratiğine bağlaması bakımından özel b ir önem taşır.
Bu bölümde bu arayışlardan birisi o- lan, sonrası bütün idealist filozofların yo lunu açmakta önemli ro l oynadığını düşündüğüm, ama büyük oranda sessizliğe büründürülm üş olan E. La Boetie ’nin i- dealist felsefi düşünceleri ile işe başlamak istiyorum . Sanıyorum burada ö- nemli olan, bu. düşünürün düşüncelerinin günümüz koşulları içinde nasıl oku nacağı ve nasıl b ir sonuç çıkarılacağıdır. Dolayısıyla burada eleştirel yaklaşımı da b irlik te sunacağım.
1500’lü yıllarda yaşamış olan Etienne de La Boetie, kısa yaşamına karşın, yaşamı gibi kısa olan b ir söylev metninde, insan ve insanın bağımlılık b içim lerinden birisi olan kulluğu (köleliğ i) izah etmeye çalışmıştır. E. La Boetie bu söylevinde insanın neden kulluğu kabullenebiieceği- ni şöyle açıklamıştı; “ ...tüm insanlar, kendilerinde insansa! b ir şey kaldığı sü-
- receJarllukİaşmalarım, iki durumdan b iri olduğu zaman, yani zorlandıkları ya da aldatıldıkları için kabul ederle r.’ ’ (Etienne de la Boetie, 1995:35) Aslında bu tanım E. Boetie ’nin sorunu sonuca ulaştırmış olduğu yargıdan soyutlarsak, buna karşın sistem ile bağını kurarak ele a lırsak özünde doğru b ir değerlendirmeyi i- fade eder. Çünkü bağımlılık b içim leri ve
21. yüzyılda insan ve felsefe__
İĞİ
— yol
insandaki yabancılaşma süreçleri, özünde insan iradesinin dışında gerçekleşen, ya zo r yolu ile ya da zorun değişik b ir biçim i olan m istifikasyon/a ldatılm a/rıza yolu dediğimiz süreçler ile ortaya çıkmıştır. Bana göre bu düşüncenin I500 ’lü yıllarda yazılması önem lid ir.
Özgürlüğün elde edilebilmesinin yo llarından birisi, insan toplum larını kendi gerçek özünden soyutlayan bu varoluş b içim lerin i (aldatılma süreçlerini) yıkmasına, dolayısıyla egemen sınıf zorunun tüm b iç im lerin i ortadan kaldırmasına bağlı olmasıdır. Bu anlamda E. La Boetie için özgürlüğün elde edilmesinin aslında hiç de zo r olmadığını şu cümlelerden çıkarabiliyoruz; “ Tirana karşı koymak, o- nunla savaşmak gerekmez bile. Ü lke ona kulluk etmemeye karar versin b ir kere, tiran kendiliğinden yok o lu r g ider.” (E. La Boetie, 1995:25)
Bu karar nasıl ve neye göre verile cektir, esas sorun e lbette burasıdır. La Boetie ’nin bu kolayca elde edilebilecek özgürlük söylemi, e lbette halkın bilinçli b ir kararla, kendi varoluşunu tanımlayarak köleliğe hayır demesini ifade eder. Ama durum buradaki anlatımda farklıdır. Çünkü onun için, halkın içine düştüğü hastalık, yani gönüllü kulluk, iyileşme umudu olmayan öldürücü b ir durum dur. Bu anlatım umutsuzluğun çizilen tablosu gibidir. Burada E. La Boetie, hem oluşan siyasal yapının insanları nasıl yozlaştırdığının nedenini görmez, hem de iyileşme umudu olmayan umutsuz bir tablo çizer. Dolayısıyla siyasal eylem onda, kulluktan kurtu luşun nedeni olarak m erkeze oturm az. Ve kulluktan ku rtu luş için b ir mücadele programı da çıkmaz doğal olarak. Sözgelimi E. La Boeti- e, 1548 köylü ayaklanmasını görmüş o l
__ 162
duğu halde, ancak onun gözünde bu a- yaklanmalar, özgürlüğe gidişte gerçek b ir kopuşu sağlamaz. Hedefinde egem enlik biçim i olan sistem yapısı ve onun devleti yo k tu r çünkü. Bu durum sonraki bütün idealist filozofların o rtak kaderindeki belirleyici noktadır.
Onda kö le likten kurtu luş mantığı, i- dealist b ir yorum olan, insanın kö le lik psiko lo jis inden kurtu lm asına bağlıdır. Oysa bu sınır hem soyut b ir kavramı hem de ona yol açan ekonom ik ve to p lumsal sistemi ve onun ideo lo jik araçlarını sorgulamayı gerektirm ez. Oysa kulluk psikolojisini üreten, siyaset ve bağımlılık b içim lerin i sürekli o larak ortaya çıkaran, toplumsal yapıya egemen olan sınıf veya sınıfların siyasal erki ve onun ekonom i-po litik ve ideo lo jik ilişk ile r bütünüdür. Oluşan bu egemenlik yapısı, yani sistemin zora dayanan b ir ürünü o- lan devlet, aynı zamanda-ve özellikle ideo lo jik b ir ro le de sahiptir çünkü.
Yine de E.La Boetie gibi düşünürlerin bütün varsayımları, soyut insan üzerine kurulm uş varsayımlar olsa bile, hatta ahlakın soyut düzeydeki b ir anlatımı dahi olsa, sorunun ilerle tilm esindeki ro lü açısından, dolayısıyla aydınlanma tarih in in bu bileşim lerinden bazı önem li sonuçları çıkarmak m üm kündür. Mesela onun şu anlayışı, günümüz sorunları açısından önem taşır kanısındayım; “ Halk b ir kere kullaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki, a rtık onun uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız o- luyor.” (E.La Boetie. 1995:36)
Elbette ki buradaki “ olanaksızlık” ta nımı, umudun b itim inin k r it ik b ir anlatımı olarak bütün idealist düşünürlerin o rta k yazgısından kurtulamaz. Oysa u-
m ut insan var oldukça hiç tükenmedi ki. Kuşkusuz umuda ilişkin söylem soyut b ir söylem değildir. Ama yine de E. La Boetie b ir gerçeği çıplak olarak tanımlar; insan b ir kere özgürlüğünü yitirm eye görsün, bu durum insanı insanlıktan çıkarması bakımından çözümü kolay olan b ir sorun değildir. En azından onun söyleminden ben doğaldır ki bunu çıkarırım. Onu elde etm ek kuşku yok ki büyük b ir uyanışı ve kavgayı göze almayı gerek tirir. Ne yazık ki insana a it olan haklar, Ortadan kaybolduktan sonra onu te k ra r elde etmek e lbette zo rdur. E.La Boetie ’nin, kitlesel halk eyleminden h içb ir sonuç a- iınamayacağını varsayması, bu düşünülün b ir yanılgısını göste rir aslında. Böy- iece onun söylevi, siyasal iktidarın kökenini yanıtsız bıraktığı gibi, kulluktan ku rtuluş söylemi de soyut b ir içerikten ku rtulamaz. Am a yine de burada dikkat edilecek nokta, E. La Boetie ’nin halka ve e- mekçilere açıktan b ir e leştiri g e tir iyo r olmasıdır. Yani onda halkçılık ya da popülizm adına b ir dalkavukluğun görü lm emesi önem lid ir.
Doğasını y itiren insan hala insani ö- zünü koruyab ilir mi? İnsanın hem ku lluktan kurtulmasını önerm ek, hem de onu bu süreçten kurtaracak eylemi ondan a- iıp dışlamak! Bu tu tarsızlık b irçok filozo fun o rta k yargısı olduğu için, bu durum E. La Boetie ’nin de b ir yargısıdır. Ne yazık ki ondan yüzyıllar sonra yaşayan ve i- dealist felsefede b ir doğru luk bulmaya çalışan b ir dizi filozofa da kaynaklık e tmeye devam eder bu. E. La Boetie ’nin bu yaklaşımından, e lbette yeni b ir insan tanımını da çıkaramayız. Çünkü ona göre insan, doğasını y itirm iş olmakla b ir lik te, hala özgür b ir varlıktır. Onun özgürlüğünün kanıtı, insanın bu yabancılaşma
yı isteyerek seçmesidir. Aslında bu belirlem enin önemli b ir yanı şudur; insan, kendisine sunulan yabancı yaşam o lum suzluklarla yüklü de olsa önünde sonunda bunu belirleyecek olan kendisidir. Bu anlamda insan iradi b ir varlıktır, insan elbette bu yabancılaşmayı kendi rızası ile seçmez. Çünkü bu yozlaşma onun aynı düzeyde varolmasını da ortadan kaldıran b ir yabancılaşmaya tekabül eder. Çünkü E. La Boetie ’de yabancılaşma, e- konom ik bağımlılıktan önce siyasal yabancılaşma ile o luşmuştur. Sorunu böyle koyan her düşünce, zorunlu olarak i- dealizme kapıyı açar ve buradan ne sınıfları gö reb ilir ne de bu sınıf ayrımı üzerine ku ru lm uş. egemenlik erkini... Çünkü o hemen arkasından “ özgürlüğün kaybolduğu noktadan sonra, arkasından kö tü lük le r ge lecektir” (27) diye yazmıştır. Yani kö tü lük le rin nedeni, soyut anlamda siyasal düzeyde algılanan b ir özgürlük kavramı içine g iyd irilm iştir. Burada siyaset tamamı ile ekonom iden bağımsız b ir varoluş hayali ile kuru lm uştur. Yani insandaki bozulma, içinde yaşadığı nesne! koşullardan bağımsız olarak, salt insan bilincindeki b ir bozulma sınırının anlatımıdır. Bu anlamda insanın yabancılaşmasını, tinsei yabancılaşmaya indirgeyen Hegel felsefesinin o rtak özelliği de herhalde buradan tü re tilm iş tir . Oysa sorun böyle koyulduğunda, insan bilincini eğitim le düzeltirsiniz, o zaman o tom atik o- larak her şey de düzelmiş o lu r! G erçekte burada insan aklı dahil insandaki bütün varoluş biçim leri, insanın içinde yaşadığı top lum sisteminden bağımsızlaştırılması anlamına gelir. Bu yaklaşım asla ik tida r perspektifli b ir eylemi öngörmez. Söylediğimiz gibi bu klasik bütün felsefecilerin o rtak ve yanlış olan kuramsal b ir
21. yüzyılda insan ve felsefe__
163 —
— yol
varoluşudur.
İnsan doğasının bozulması E. La Boe- tie için, zorunlu olarak, insan özgürlüğü /e rin e kulluğu seçmesine yol açmıştır. Ona göre kulluk etme alışkanlığa dönüşür, bu insanda b ir çeşit özgürlük biçim ini alır. Yani kulluk etme aslında insandaki özgürlük biçim inin başka b ir tezahürü dem ektir. Böylece insan, iki ayrı öze / doğaya sahip b ir variık o larak çıkar karşımıza; ilki yozlaşan insan, İkincisi sade ve doğal insan... Ancak bu sınıfların o rta ya çıkması ve b ir sistem olarak örgütlenmesi ile b irlik te , insanın doğal yapısı bozularak yerin i yabancılaşmış insana, yani yozlaşan insana bırakmıştır.
Burada insanın doğasından hareket eden ve E. La Boetie ’den yaklaşık yüz yıl sonra yaşamış ve tarih in önemli filozo flarından birisi olan Thomas Hobbes da ( 15 8 8 -1679), -daha sonra b ir dizi filozo flarda da görülebileceği gibi-, benzer görüşlerini, siyasal kuramın temeli yapacaktır. Fakat Hobbes, E. La Boetie ’den farklı olarak, insanın ikinci doğasının, insanın gerçek doğası olduğunda karar kılmıştır. Siyasal bölünmenin esas nedenini, insanın bu özgür iradesi nedeniyle gerçekleştiğine inanır. O, Hegel’den ön ce ifade ettiği, gerçek özgürlüğün ancak siyasal ik tida r kurumuna bağımlı olm akla gerçekleşeceğini ileri sürmüştü. Yine de devlet o lum lu müdahale ile bunları düze lteb ilird i çünkü! (Raymond Poii- n in’den akt; E.La Boetie, 1995: 97-98)
Bağımlılığın ve yabancılaşmanın devam etmesi için, tek başına zo r veya şiddet ye terli görü lm em iştir h içb ir zaman. Z o ria kö le leştirirs in, ama onun köleliğ ini ebediyen sürdüremezsin. Bu konuda başka b ir değerlendirmeyi de J.J.Rousse-
au’dan alabiliriz; “ En güçlü gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçim ine sokmadıkça, hep egemen kalacak kadar güçlü değild ir.” (J.J. Rousseau, 1982:17)
Tarih te bütün egemenler, ik tida rla rını sadece zo r üzerine kuramayacaklarını b ild ik leri için, her zaman meşru b ir zemin aramaktan vazgeçm em işlerd ir. Çünkü “ ...sistem, rıza gösterm eyi veya onamayı meşru kılarken, korkudan kaynaklanan top lum ve kişi davranışlarını, çeşitli ödevlerden doğan yüküm lü lükler biçim ine dönüştü rle r” diyen Georges Burdeau’yu haklı çıkarmıştır. (Akt; E. La Boetie, 1995: 99) Bu durum un daha anlaşılır b ir halini yine j. j. Rousseau’nun şu sözünde bulabiliriz; “ İlk kö le leri köle yapan kaba güçse, onları kö le lik te tutan korkaklıkları o lm uştu r” (j. j. Rousseau.1982:16)
Aslında buradan J. J. Rousseau’nun ortaya koyduğu “ insanlar arası eşitsizliğin kaynağı” veya, “ top lum sözleşmesi” gibi değişik kuramsal düşünceler, günümüz tartışmaları açısından son derece önem taşır.
İnsanlar arası eşitsizliğin kaynağı, d o layısıyla insanın özü ile doğal hukuk ve top lum sözleşmesi gibi k r it ik so run la rda, toplumsal hareketler açısından büyük b ir öneme sahip olan J. J. Rousseau, insan ve felsefe ilişkisi açısından üzerinden atlanamayacak kadar önem li b ir düşün adamıdır. Burada aynı kaygı ile kısaca bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağım.
J.J.R, her yurttaşın kendi özgürlüğünü sağlayabilmesi için, kendi varlığı ile kendi iradesini, genelin iradesine bırakmasını söyler. Ancak bü irade ve istekleri hüküm etlerden ayırır. Rousseau burjuva düşünüş sınırları içinde kalmış olduğu i-
cin. oze m uk iye tin kaldırılmasını (be lirsiz o larak yer yer vurgulamış olsa da) tasavvur edemez. Burjuvazinin ik tidar o lu şunun yarattığı eşitsizlik, ■ onda soyut söylem ler açısından değerlendirmeye a- lınmıştır. Servetlerin eşitliğini önerir, a- ma o eşitsizliği var eden sistem sorununa yönelemez. G österişlere karşı kanunlara başvurur ve b ir devlet dini yaratır. Yeni insan tanımı, hayalci b ir pedagojik tanımı aşamaz. Böylece o da, dünyayı fik irle rin yönettiğ in i, toplum u iyileştirm e k için bireyi iy ileştirm ek gerektiğ ini düşünen 18. yüzyıl filozoflarının idealizmini aşamaz. Ama bunlar Roussea- u’nun önemini asla gölgelemez. Ben de daha çok onun bu önemli yanları üzerinde durmaya çalışacağım.
Kuşkusuz Rousseau, burjuva devrim - lerinin fikirsel öncülerinden birisidir. Bu anlamda o, Fransız jakobenlerinin de öncüsü sayılmıştır. Devrim in bütün öncülerinin ellerinden düşürmedikleri eserler Rousseau’nun eserlerid ir. Volta ire ve diğer büyük filozoflar, insanın kutsal b ir varlık olduğunu kanıtlamaya çalışırlarken, Rousseau, insanın kurtuluşunu ele alarak bu filozofların soyut düşüncelerine maddi b ir güç katmaya çalışmıştır. Bu anlamda Rousseau bize daha yakındır. Böylece Rousseau’nun konuşmaları yayınlandıktan sonra V o lta ire ’in kendisine yazdığı 30 Ağustos 1755 tarih li mektubu önem lidir. Mektubun b ir yerinde Volta ire şöyle der; “ Bizi yeniden hayvan yapmayı istemek için bunca zeka şimdiye kadar hiç kullanılmamıştı; eserinizi okuyup b itir in ce insanın içinden d ö rt ayak üzerinde yürüm ek isteği gelir.” (Alet; J. J. Rousseau, 1986:39) Rousseau’nun karşı mektubunda ise şu söyler; “ ben insanı vahşet haline yeniden götürm eyi istemedim.”
Dem ek ki o, önce insanın m utlu luğunu ararken, günün insanın nasıl kö tü lük ve yozlaşma içine girdiğini betim liyordu. Rousseau egemenliğin kaynağını halkta görm üştür. Tarihin büyük filozoflardan birisi olan daha önce atıf yaptığım T. Hobbes, insanın uygarlık öncesi halini anlatırken “ insanın insana karşı ku rt o lduğunu” yazmıştı. Sanıyorum bize de u- laşan “ insan insanın ku rdudur” deyim inin kökeni buradan gelse gerek. Rousseau ise Hobbes’un bu tezine karşı çıkarak, insanların kendilerin i seve seve b ir zorbanın kollarına atılabileceği fikrine karşı çıkmıştır. Ona göre bu insanların i- radesine rağmen gerçekleşm iştir. Ancak yine de Rousseau, Hobbes’un ‘k u r t ’ benzetm esine şu şekilde katılacağını söyler; uygarlık öncesi doğal hali için bu özdeyiş yanlıştır. Ancak bu top lum , yani b ir sistem içinde yaşayan insanlar için doğrudur, insanın mutsuzluğu için o, Hobbes’un bu tanımını önemli bulur.
Rousseau’ya göre, doğal ve yabani durumdaki insan eşitti. Daha o zaman ortaya çıkan dili, doğal durum unun bozuluşu olarak betim ler. Hayvandan fa rklı olarak insanın dili kullanması, yetkinle- şebilirlik ve gelişebiiirlik olanakları açısından aslında eşitsizliğin de kaynaklarıdır. Balta girmemiş toprağın işler hale getirilm esi b ir ilerlemeydi ona göre. A - ma mülkiyetin doğuşu ile b ir lik te sefalet ve köleliğin ortaya çıkması gerilemeyi i- fade eder. Uygarlıkta her yeni ilerlem e Rousseau’ya göre, aynı zamanda eşitsizliği geliştiren b ir ilerlem edir. İlk amaç tersine işler bu toplum larda. D espot ya da egemen o to riten in varlığı onun gücünden ileri gelir. “ Onu sadece güç yerinde tu tuyordu , onu sadece güç devirir, böylece her şey doğal düzene göre olup
21. yüzyılda insan ve felsefe__
165
__.yol
b ite r” diye b e lir tir Rousseau söylevinde. (J.J.R., 1986:50) “ Böylelikle, eşitsizlik b ir kez daha eşitliğe dönüşür, ama dilden yoksun ilkel insanın o eski doğal eşitsizliğine değil, toplumsal sözleşmenin yüksek eşitliğine. Baskıcılar baskı altına alınırlar. Bu yadsımanın yadsınmasıdır” b içim inde o rta k b ir yorum çıkarılır. (J.J.R., 1986:50) Aslında Rousseau’nun bu yaklaşımı, b ir yerde M arksizm ’e yaklaşan b ir meta anlatımın ilk tohum ları gibidir. Ve şaşırtıcı b ir benzerliğe sahiptir. Engels’in be lirttiğ i gibi Rousseau, I754 ’te Hegelci b ir jargona sahip olmasa da, Hegel’in doğuşundan 23 yıl önce o, çelişkiler d iyalektiğinin, Logos (deyi) öğretisin in, Tanrıbilim in, yadsımanın yadsınmasının derinden derine kem irilm iş bulunduğunu söyler. (Engels’ten akt: J.J.R.,1986:50)
Rousseau, ilerlemenin çelişmeli ve karşıt b ir doğaya dayandığının bilincindedir. O sınıfsal çelişmenin farkında b ir bilgisel konuma sahiptir. Ama buradan b ir kurtu luş felsefesini çıkaramaz. Elbette doğanın d iya lektik b irliğ in in keşfi M arx ’tan önce Rousseau’ya atfedilemez. Doğa ile insan birleşim inin yolunu Marx, sosyal emek ve üre tim ilişkilerinde bulmuştu. Rousseau ise doğa ile top lum a- rasında ilişkiyi metafizik b ir karşıtlık ile analiz e tm iştir. Metafizik karşıtlıktan anlaşılması gereken şudur; çelişkiler görü lür, ama onun çözümüne ilişkin b ir tesp it bulunmaz. Çözümde hala egemen sistem içinde kalmaya devam eder. Yine de buna karşı M arx ’in 24 Ocak 1885 tarih li Schweitzere mektubunda Roussea- u için şunu söylemekten çekinmez; “ Rousseau, iktidarlarla, görünüşte bile uzlaşmaya benzeyen her tü rlü anlaşmayı redde tm işti.”
Eşitsizlik fik ri onu anlamanın temelini ve rir bize. Sosyal eşitsizliğe karşı b ir p ro tes todu r onun yaşamı. Çelişmeleri aşamayan, onun içinde bocalayan b ir küçük burjuvanın sözcüsüdür. Yine de o, eşitsizliğin nedenini özel m ülkiyetin o r taya çıkışında görmesi önem lid ir. Doğal hukuk okulunun öngördüğü “ uygarlık öncesi doğal hal” anlayışını gözden geçir ir. Hobbes dışında tüm düşünürler o güne kadar, bütün kurum lan özel m ülk iyeti doğadan tü re tm iş le rd i. Oysa Rous- seau tersine, bu süreci ta rih i b ir olay o- larak inceler. Yani işin içine ta rih i katar. Aklı, insan tutku larını, kü ltü rle ri vb. bu tarih içinde ele alır. Ona göre burada ro l oynayan sosyal p o litik sebeplerdir.
Rousseau eşitsizliğin kaynağını şu soruyu gündeme getire rek gös te rir ve buradan işe başlar; “ ...insanlar kendilerin i tanımaya başlamazlarsa, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı nasıl b ilinebilir?” (j.J.Rousseau, 1986:79) Bu tanım günümüz içinde önemli b ir tanım dır kuşkusuz. Ona göre, sürekli değişikliğe uğrayan top lum un bağrında, yiıie değişikliğe uğrayan insan ruhu, tanınmayacak kadar görünüşü değiştirm iştir. Yani insan ru hu, o zamana kadar deniz ve fırtınaların biçimsizleştirdiği b ir tanrıdan çok, yırtıcı b ir hayvana benzeyen Glaucus’un heykeli g ibidir. (Glaucus b ir deniz tanrısıdır. Platon insan ruhunu Glaucus ile karşılaştırm ıştır.) Bu duruma karşın Rousseau şu yorum u yapar; “ A r tık onda, be lirli ve değişmez ilkelerle hareket eden b ir varlık yerine, Yaradan’ın damgasını vurduğu o göksel ve görkem li sadelik yerine, düşündüğünü sanan ancak tu tku ile sayıklama arasındaki ç irk in çelişme bulunur.” (J.J.R., 1986:80)
Rousseau’nun şu tespiti çok önem li-
166
dir. O , insanın ilerleyişini onu ilkellikten kurtaracak b ir gelişme olarak görür. A - ma daha önemlisi, insan yeni bilgiler e- dindikçe, bilgi edinme araçlarını da daha çok yok e tm iştir. Bu yorum günümüz sorunlarını incelemekte elimize güçlü m ateryaller de ve rir gibi geliyor bana. Çünkü doğa bilim lerinden top lum b ilim lerine, oradan yeni tekno lo jik gelişmelere kadar yeni buluşlar, özünde insan yaşamını kolaylaştıran b ir gelişme olsa bile, bu bilgisel gelişme insan mutluluğunu ve onun değerler sistemini kıran yeni b ir bilgisizliğe yol açmıştır. Bu bilginin kullanılma biçim i (burjuvazinin elinde sürdürülen), insan mutluluğu ve özgürlüğü için b ir inceleme ve öğrenme sürecinden koparak, insanı tanınmayan b ir varlığa ve özgürlük dürtüsünü yok eden b ir karşı araca dönüşmesine yol açmıştır. Burada devrim ci felsefenin dönüştürücü gücünü, elim iz altındaki bilginin dönüştürücü gücünün açığa çıkarılması için kaçınılmaz b ir yol olduğunu unutmamak gerekir diye düşünüyorum. Soyut bilginin som ut bilgiye dönüşümü ve bunun insan özgürlüğü için kullanılması, insan m erkezli b ir felsefeye gereksinim duymasının kaçınılmaz yolu olarak tasavvur edilebilir. Yani bilgi felsefenin b ir parçası olması gibi, felsefede bilginin kullanılma biçim ini açığa çıkaran ve insanlığın hizmetine sunacak b ir ro l ile tanımlamak dem ektir bu.
Rousseau için doğal hukuk tanımı ö- nem lid ir. Çünkü doğal hukuk fikri, özünde insan doğasına ilişkin fik ir le r bütünüdür. Rousseau buradan top lum bilim ine ulaşır. Ona göre insanlar toplum u oluştu ru rken , çok az kişi bu toplum un içinde bilgisel kuramı kullanmaktadır. Bu yaklaşım özünde Rousseau için önemli b ir ilerlem e anlamına gelir. Aslında bu
diyalektik b ir ilerlem edir. Çünkü o, gelişmekte olan insanın ve insan aklının e- gemenliğini top lum içinde egemen kılmak arzusunu taşıyordu. Kanun yapma düşüncesi de bu öz içinde anlam kazanır. Bu aydınlanma diyalektiğinin tip ik o- lan b ir yansımasıdır. Ama onun için do ğal insanı tanımayan birisinin yapacağı kanun veya kanunlar, aslında boşluğa düşen b ir su damlacığı gibidir. N itek im o, D ijon Akademisi üyelerine dönerek "bu eşitsizlik doğa kanünuna mı dayanır” sorusu akademi üyelerinin canını sıkar ve ödülden mahrum bırakılır Rousseau.
Daha önce hemen hemen bütün klasik felsefeciler, insanın manevi hayatını akıl üzerine kurarak, bilgisiz halkı-cahil denilen baldırı çıplaklar-bunun dışında bırakıyorlardı. Nasıl olsa onlar b ir şey anlamazdı! Oysa Rousseau böyle b ir anlayışa karşı şu önem li cümlesini söyleyecektir; “ insanı insan yapmadan önce, o- nu b ir filozo f yapmak zorunlu luğu hiç yo k tu r.” (j.J.R., 1986:84) Aslında bu izah tarzından Rousseau’nun nasıl dem okratik b ir kü ltüre l öz taşıdığını çıkarmak m üm kündür. G erçekten o, insana ait o- lan kü ltüre l özellik lerin , herhangi b ir ayrıma tabi tutulmadan bütün insanlara ait o rta k duyarlılıklar olduğunu açıkça savunan b ir dem okratik özü gösterir.
Akıl ve bilgi, b ir kez egemenlerin hizm etine sokulmaya görsün, o zaman insanda var olan bu güç, başka insanların ezilmesine ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına yol açmıştır. Oysa akıl ve b ilgi, nesnel varoluşun içinde ve doğal mecrasında, insanı yok eden bu baskı ve sömürüye karşı fonksiyonel* b ir özellik taşır. Ancak oluşan çeşitli kurum lar, bunlar insani kurum lar da o labilir, ilk bakışta “ kaypak kum yığınları üzerine ku-
21. yüzyılda insan ve felsefe__
167 — :
__ yol
rulm uş” b ir görüntü içinde olduğunu söyler Rousseau. Devamla be lirtir; “ ancak bu yapının üzerine sinmiş toz ve kum tem izlendikçe, yapının sarsılmaz te meli fark ed ilir.” (J.J.R., 1986:86)
Bir yerde Rousseau ülkemiz sosyalist hareketi açısından hemen hemen hiç ö- nemsenmemiş ve inceleme konusu dahi yapılmamıştır. Bu nedenie Rousseau a- deta görülm em iş ve burjuvaziye te rk e- d ilm iştir. Bu kısa değerlendirmenin böyle b ir yanı da olduğu açıktır herhalde. Bu anlamda J. J. Rousseau’nun bu fik irle ri günümüz açısından önem taşır.
9. T o p lu m s a l d ö n ü ş ü m d e , p raks is
fe ls e fe n in ö n e m i
Yukarda anlatılan görüşlerin temel ö- zü, yani insanın dünden bugüne ve yarına giden serüvenin izdüşümleri, asla soyut b ir “ insancıllık” kuramına indirgenemez ve bu kuramla açıklanamaz. Oysa insanın yaşadığı serüven ve onun kırılma noktalarının nedeni, içinde yaşadığı ü retim sürecinin b ir sonucu ve bu üretim sürecine yol veren kapitalist sistemin yargıları ile oluşan egemenlik yapısının toplam sonucudur. İnsanın tarih i b ir yerde üretim tarih i ise, kapitalizmde o- luşan ekonom ik, po litik ve ideolo jik tarih konseptlerin in toplamı da, insanın insan olarak nasıl b ir kırılgan yapıya sahip olduğunu ve kendi varlığına karşı nasıi b ir o lumsuzluklar sürecine yol açtığının tarih in i de ve rir bize. Kuşkusuz bu sürecin izah edilişi d iyalektik ve tarihsel materyalizm in başarısı ile anlamlı kılınmıştır. Bu öngörü salt kuramsal b ir açıklamaya dayanmaz, aynı şekilde o b ir eylem ve mücadele felsefesi olmasıyla da an- lamlaşmıştır. Aslında bu görüşü Marx başka b ir düzeyde praksis felsefe olarak
da açıklamıştır.
Marx yabancılaşma kuramını, b e lir tt iğimiz gibi kapitalist rejim in belirleyici b ir niteliği olarak düşünmüştü. Çünkü bu rejim insanı, kendi emeğinin ortaya çıkardığı bütün maddi ve manevi değerlerden mahrum bırakmıştı. Bu çözüm leme M arx ’a emeğin üretken b ir etkinliği olarak, yani yaratıcı b ir p ra tik olarak tarih in gelişmesi içindeki belirleyici rolünü gösterm işti. Buradan üstat, yabancılaşma kavramı yerine (onu yok saymadan), praksis düşünceyi,.yani üretken e tk in lik lerin toplamı olarak insanın bu eylemini buldu ve felsefesine yerleştird i. Onun i- çin önemli olan insan yaşamı ve bu yaşamın temeli olan emekti. Ancak emek kendi öznesine yabancı kılınmıştı. İnsanın bu düşürülmüşlüğünden kurtarılm ası, yani kendine yabancılaştırılmış bu süreçlerden çıkması, ancak praksis b ir fe lsefe ile, dolayısıyla onun po litik varsayımları ile olanaklıydı. M arx ’i is ter akranı ve önceli olsun, isterse sonraki çağların bütün filozofları olsun, onlardan ayıran en temel nokta burasıydı.
Doğa ile b irlik te insanı da değişime uğratacak temel güç devrim ci mücadeledir. Yani pratiğin bizzat kendisi. Bu fik ir M arx ’in temel b ir fikriyd i. Feuerbach ile arasındaki anlaşmazlık da buradan çıkıyordu ortaya. Feuerbach toplumsal sorunları, idealist b ir plana göre tasarlıyordu. Böylece tarihsel materyalizm i, yani tarih in ortaya çıkardığı bütün süreçleri i- dealizm çerçevesine te rk ediyordu. D o- laysıyia soyut b ir “ insancıllık” olarak da değerlendirebileceğim iz bu yaklaşım, ö- zünde ütopyacı b ir yaklaşımdı. Büyük bir filozo f olan Feuerbach, insanın yabancılaşmasını ne yazık ki dinsel yabancılaşmaya indirgemişti. Dolayısıyla yabancı-
__ 168
laşmanın gerçek nedeni ortadan kayboluyordu. Dinsel yabancılaşma onda, to p lumsal ilişkiler dışında düşünülen süreçler toplamıydı. Ona göre insan yabancılaşması eğitim aracılığı ile tinsel yoldan kaldırılabilirdi. Böylece Feuerbach devrim ci pratiği dışlamış oldu. Materyalizmi ne diyalektik olarak ne de tarihsel bağı i- le b irlik te düşünebildi. M arx’ta ise, sadece insan bilincinin dönüşümü yeterli değildir. H er şeyden önce insanların, özellikle işçi sınıfının, insanlıktan uzaklaşmasına neden olan kapitalist sistemin kaldırılması gerekiyordu. M arx bu nedenle devrim ci eylemi ana eksene o tu rttu . Buradan haklı olarak, toplumsal bakımdan ayrımlaştırılamayan (sınıfsal ayrım olarak) ve kendi iç dünyasında yaşayan bir varlık olarak düşünülen b ir tanımı reddetti ve Feuerbach’ın böyle b ir insan görüşünü yadsıdı.
G erçekten insan, belirli b ir sınıf aidiyetine sahip ve yaşamı yine belirli ekonom ik ve toplumsal ilişkiler bütünü tarafından belirlenm iş toplumsal b ir varlıktır. Böylece insan toplumsal ilişkiler i- çinde kendi varlığını gerçekleştirirken yeni b ir ta rih i hareketin doğuşunu da buradan çıkarabiliriz ancak. M arx’a göre bu hareket, yabancılaşma sorununa yeni b ir boyut katmıştır. İnsandaki bu yabancılaşma süreçlerinin kaldırılmasının esas yolu, zorunlu olarak toplum un derin b ir dönüşüm ünü g e re k tir ir . Bu tüm üyle proletaryanın devrim ci hareketini, yani praksizmi zorunlu kılmaktadır.
İnsanın insanda oluşan yabancılaşma kökeni, ü re tim ve emek sürecinin değişiminden ü re tilm iş tir. Bu nokta hiçb ir f ilozofun ulaşamadığı ve kavrayamadığı b ir noktadır. İşçi kendine yabancılaşmasına varmadan önce, çeşitli ara aşama
lardan geçmiştir. Önce insan varlığının özelliği, doğasının yalınlığı ile açıklanabi- lird i. Yani doğasal nesnellik denilen süreç le r olarak... G erek bu insansal e tk in liğin kendisi, gerekse doğanın kendisi, yabancılaşmanın koşullarını o luşturm uştu r. Hegel’in de be lirttiğ i gibi, insan kendi kendini üreten b ir varlıktır. Bu nokta M arx için önemi olan b ir noktadır. Çünkü kendi kendini üreten insan, kendine ait olan değerleri ve insansal doğruları da ü re teb ilir dem ektir. İnsan doğası, tarihsel b ir olgu olarak ondan ayrı ve on dan önce değildir. Dolayısıyla insan kendini, kendi bu etkinliği içinde, yani tarih içinde yaratır. Doğru luk, güzellik, sevgi, kısaca insana ait öz değerler tarih in b ire r ürünüdürler. N itek im Marx şöyle yazar; “ Tarih, insanın gerçek doğal ta r ih id ir.” (Marx, 1976:253)
G erçekten ta rih , insan pra tiğ in in toplamı ve doğal b ir sonucuydu. Dolayısıyla insan tek başına maddeden soyutlanmış tinsel b ir varlık değildi. O som ut ve üretken b ir varlıktı özünde. A r tık insan ile doğa arasındaki bu bağ, tin ile değil, üretken eylem olan pra tik ile kurulacaktı. Buradan günümüze doğru ile r le rsek şu değerlendirm eleri yapmak erken değildir kanımca; kısaca yukarıda da izah etm iştim , ama b ir kez daha be lirtm ek gerekirse; ta rih bugün zamanın sonsuz b ir sınırsızlığı içine gömülen b ir öz taşıyor. Yani tarih , bugün, zaman boşluğunda kapatılmış ve işlevsiz kalmış b ir tarih olarak karşımıza çıkıyor adeta. Bu ile rle me veya gerileme diyalektiği içindeki ta rih, adeta soğuk duş odasında titreyen b ir insanın ruh halini göste rir gibidir. Ne b iri diğerinin ne de ö tek i b ir başkasının imgelerini okuyabiliyor. Buzlu ve dumanlı havada okunan her metin anlaşıl-
_______21. yüzyılda insan ve felsefe___
169
— yol
mazdır. Bugün biz bu anlaşılmazlığın nesnel ortam ında varoluşumuzu tanımlamaya çalışıyoruz. Çünkü her metin veya göğe seslendiğimiz her ilke, bu koşullarda yüreğin atan hızlı r itm i içinde okunmaz veya görünmez kalmaktadır. Anlam anlamsızlığa bürünm üştür adeta.
Peki ama şimdinin bu zaman sınırsızlığında, insanlık için yazdığımız m etin leri nasıl anlaşılır kılacağız? Ne yazık ki bu koşullarda bize a it kesin likler zamanın a- kışında kesinliksizlikler olarak okunmaya devam ediyor. Çünkü bugün kesin likler belirsizleşm iştir. Daha doğrusu bize ait olan kesinlikler, zamanımız insanları açısından b ir kesinlik olarak okunm uyor. Bu anlamda kesinlik kesinliksizliğe dönüşüyor. Körleşme, ufuksuziuk, günübir- likçilik, nemelazımcılık vs. vs... Ama bu b ir öngörü değil, b ir kesinlik belirtisi. Kesin olanlar, tarih in tüneli içinde kaybo luyor çünkü.
Kuşkusuz bunlar doğru veya yanlış b ire r tespit, b ir yargı, b ir düşünce anti- nom ileri vs. olarak okunabilir. Ama ö- nemli olan, bu süreçten nasıl çıkılacağına ilişkin olan kesin likler veya kesinliğe yakın izdüşüm lerdir. Şahsen ben burada ta rih i ve tarihsel gelişim süreçlerin i, Marx, Engels ve Lenin gibi düşünür ve eylem adamlarının düşünce kurgusunda ve yöntem inde bulunacağına inanıyorum. Marx, kendi düşünsel ve pra tik kurgusunda b ir noktaya odaklanmıştı; burjuvaziye olan sınıf kini ve bu sınıf kini ile b ir lik te bu kini bilim in suyunda yeniden ü re te rek iradi ve kararlı davranış çizgisinin izlenmesiydi. Kuşkusuz bu tek başına ye terli midir? Elbette hayır. O zaman devreye, başka b ir deyişle siyasal kavgamızın merkezine devrim ci felsefenin oturm ası gerekir. Çünkü bu sadece
__ 170
günümüz siyasal gerçeklerin i insan gerçekliği ile buluşturan bağın ortaya koyu- luş biçim ini gös te rir bize. Ve dönüşümün yolunu... Bu düşüncenin özü şudur; insan gerçekliği felsefi b ir gerçeklik ise, bu gerçekliğin, p o litik gerçeklik içinde o- luşması gereken bağının kurulması dem ektir. Kurtu luş yolunun reçetesi bu gizde saklıdır.
Elbette ne olduğu kapalı olan, anlaşılmaz ve şekilsiz olan b ir ilerlem e mantığı, yaşanmış tarih in imbiğinden ders çıkaramaz. Aydınlanma diyalektiği veya rasyonel m odernizm bugün için parçalanmıştır. Buna b ir yerde epistem olojik parçalanma da diyebiliriz. Bu parçalanma insanlığı, suya düşeni yılana sarılmaya davet e tm iştir. Ama orada o yılan insanı da zehirleyecektir. Postla başlayan bütün yargısal kuram lar bu iklimden doğmuştu r çünkü. Bu ise bizi göz gözü görm eyen karanlık b ir odaya hapsetmek dem ektir. Sovyetler mi yıkıldı, insanlar kendi değerlerine mi sahip çıkm ıyor, işçi sınıfı rolünü oynayamıyor mu vs... Buna benzer çizilen her olumsuz tablo, bu tarihsiz okunuşun içinden tü re tilm iş tir çünkü. Bu hem tarihsel maddecilikten kopuşun b ir sonucu hem de bu ilkelerin ve bu varoluşun kendisi içselleştirilm emiş b ir ta rih kırılmasının sonucunda o r taya çıkmıştır. Böylece bu aralıktan Pier- re Naville adlı Fransız kom ünist muhalifin dediği gibi “ kötüm serliğ in ö rgü tlen m esin in” şampiyonluğu ya ra tılm ıştır. Böylece o rtak jargon kötüm serliğ in ö r gütlenmesi olarak karşımıza çıkmıştır.
Elbette bugün için bu tartışmadan çıkaracağımız önemli sonuçların olması gerekiyor. G erçekten 21. yüzyıl insanının tarih i ya da bu tarih in özü, insan ta rafından doğanın yıkımı ile b irlik te ken-
dinin yıkımının da ta rih id ir. Dem ek ki günümüz insanı hem doğayı yıkmakla hem de kendi kendini yıkmakla tanımlanır olan nesnel b ir görüntü kazanmıştır. G erçekten üre tim in işler durumuna gelebilmesi için vazgeçilmez iki temel öğeyi yüz yıl önce Engels gösterm işti; bunlardan ilki doğa, İkincisi de insandı. Ü re tim in ta rih i insanın tarih i, insanın tarih i de üre tim in ta rih i ise, şim dilik bu tarih in en tem el ayağı olan üre tim büyük oranda insandan soyutlanmış ve ona yabancı b ir hale ge tirilm iş tir. Ü re tim doğayı tahrip etmeye devam etmiş, ama bu üretim aynı zamanda insanı da yok eden süreçleri yaratm ıştır. Çünkü üretim , kapitalizmin elinden çekip alınmadıkça bu b ir süre daha böyle devam edecek dem ektir. Bütün bu sürecin, yani insanın ve doğanın yıkımının merkezinde duran ve insana aykırı olan bu kapitalist yapının var o- luşu, 21. yüzyıl dünyasının kabusu gibidir. Bu b ir rüya değil, tersine insan yaşamının varlığı içine o turan korkunç b ir gerçek varo luştur. Bunun ayrıntılarını yukarıda izah etm iştim . T ekra r dönm üyorum . Am a buradan oluşan bu barbarlık biçim inden nasıl çıkacağımıza ilişkin i- puçlarını yakalayabiliyoruz. Şimdi kısaca bunlara bakalım.
10. F e ls e fe n in in s a n ın t e m e l i h a lin e g e liş i y a d a p r o le ta r y a n ın b ilin ç s o ru n u
Proletarya som ut b ir varlık ise, onun nesnel varoluşu belirli b ir noktadan sonra, aynen insan / b irey ilişkisinde olduğu gibi, kendi kendisini kendi efendisi olarak gördüğü veya kendisini egemen b ir yapı içinde örgütlediğ i zaman, onun varlığı kendisinin bağımsız varlığı haline dönüşür. A r tık onun b ir sınıf olarak va ro luşu, başka dış etmenlerden ziyade ken-
dişinin hareketine bağlıdır. Tarihi olarak bunu kendisi başarmıştır ve bundan sonra da kendisi başarmak zorundadır. Bus anlamda pro letarya başka b ir varlığa bağımlı b ir sınıf değildir. Bizzat o kendisinin ürünüdür ve kendi kendisinin eliyle ortadan kaldırılacaktır.
Sınıfın bu evrensel ta rih i, yani b ir insan olarak işçinin, başka b ir deyişle emeği tarafından oluşturu lm uş olmasından i- leri gelen bu ta rih i, be lirttiğ im iz gibi kendi eyleminin doğal b ir sonucuydu. O halde proletaryayı, b ir kez daha kendisi ta rafından o luşturulm uş b ir sınıf olarak tanımlamak m üm kündür. İşçi sınıfı kendi yolunu çizerken, sınıf b ireylerin in , yani genel olarak insan toplu lukların ın, dolayısıyla doğanın “ kuramsal ve p ra tik bakımdan duyulur bilincinden yola çıkar.” (M arx) Onun bilincinin oluşum süreci, gerçek yaşamın, doğanın ve insanın varoluşundan tü re tilm iş tir çünkü.
İnsanı en genelde hayvanlardan ayıran ve onun özsel kim liğini açığa çıkaran onun bilinci ve eylem idir. Ama yine de burada eylem (yani alet üreten e tk in lik lerin toplamı), bilinçten önced ir ve bilinç eylemin b ir sonucu olarak doğmuştur. Başka b ir deyişle insanı hayvandan ayıran en temel özne, düşünen b ir varlık olmasından önce, onun alet yapabilen b ir varlık olması ile ayrım laştırılabilir o lmasıdır. Jean B ru lle r V e rco rs ’un dediği gibi “ İnsan ayaklanıp başkaldırdığı gün insan olmaya başladı.” (J.B.V., 1998:13) Bu özünde eylemin ve bilincin o rta k kesişenidir. Bundan dolayı insan, diğer canlılardan ayrı türsel b ir varlıktır. Ya da te rs in den söylersek, o b ir türse l varlık olduğu için, bilinçli b ir varlıktır. Yabancılaşmış emek, bu ilişkiyi te rs ine çevirm iştir. Çünkü yabancılaşma süreci, yukarıda da
_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___
------------------------ T------------------m -----
— yol
gördüğümüz gibi, düşünce yapılarının kendi içindeki bozulmasına da yol açan nedendir. Kendi ile kendisi için, bilinçle kendinin bilinci veya nesne ile özne arasındaki karşıtlığıdır yabancılaşmış b ir yaşam. Böylece bilinçli insanı, kendi özüne, kendi insani e tk in lik le rine yabancı kılmıştır. Salt varoluşun b ir aracı haline getirm iş tir . Böylece insanın hayvan karşısındaki üstünlüğü büyük oranda sınırlandırılm ıştır. Bu tanım kuşku yok ki insan olan pro le tarya için de o rtak b ir söylemi kapsar.
Bir insan olarak işçinin kimliğinin e- rozyona uğratılması ve giderek insandaki özsel güçlerin b ire r nesnesi haline getir ile re k insan yapısının bozulması, bireydeki bu yapının toplam olarak sahip- lenilmesi, en başta düşünce ve bilinç yapısında anlaşılması gerekir. Bu anlamda önce onun soyutlama içinde kavranılarak sahiplenilmesi gerekir. Meta veya nesne haline gelen işçinin (insanın), bu nesnel dünyanın içinde kendine ait olan insani özü bulup çıkarmasının yolu, insanın tarihsel eyleminden, dolayısıyla devrim ci mücadelenin yolundan başka b ir seçenek ile başarılamaz. Elbette bu eylem m utlak olarak b ir düşünce sistemi i- çinde şekillenmek zorundadır. Yani pratikçi insanın devrim ci b ir felsefi temeli, dolayısıyla b ir ideo lo jik yapısı olmadan bütün bunları başarması olası değildir. Gerçekten bu hareket M arx’ın da dediği gibi “ som ut ve duyulur b ir gerçeklik olarak, b ir düşünce hamuru içinde gerçekleşmeden gerçekleşemez.” Bu anlamda M arx ’ın, felsefeyi insanın temeli haline getirmesinin nedeni de budur.
Dem ek ki insanın değerler sistemi o- larak onun özsel yapısı, M arx’ın ifadesi i- le düşünce, dil, moral ve tarih i değerler
__ 172
toplamını insanda görmesinin esas nedeni de burasıdır. Bu değerler toplamının oluşumu ancak maddi varlığın anlaşılması üzerinden kuru labilir. Eğer bu düşünce maddi varlıktan soyutlanırsa, o zaman düşünce soyut b ir kurgusallığı ifade e- den b ir “ tine ” dönüşür. Burada önemli olan bu kurgusal düşünce yapısını, yani işçinin kendi öz emeğinin bilincinde olan yeni insanı keşfetm ektir. İnsanın kendi kendisi ile ilişkisi, türsel b ir varlık olarak gerçek ve som ut ilişkisi, insanın kendisinin düşünce / bilinç güçlerini yaratmasına bağlıdır. Nasıl ki düşünce maddenin b ir ürünü ise, madde de düşüncenin a- çıklanmasının b ir ürünüdür. Burada hem b ir yandan düşüncenin (bütün bilim lerin o rtak yargısı olarak) b ir açıklanması ve i- fadesini bulabiliriz hem de insana ait o r tak değerlerin (kü ltürden sanata kadar) sahiplenilmesini ve kendine mal edişini çıkarırız. Bunun kaçınılmaz tek yolunu Marx, insanın ko lek tif eyleminde g ö rmüştür. İnsanlığın bu ko le k tif eylemi o lmadan bu ikili ayak, insanlığın hâzinesine aktarılamaz. Dem ek ki kaçınılmaz yol, insanlığın bilinçli ko le k tif eyleminden geçecek olmasıdır. Onu burada yeniden tekrarlam ak zorunda kalışımızın sebebi de budur.
O halde insanın bu .ko lek tif hareketinin ortaya çıkış temeli, onun varlığının temel bağı olan emeğin, dışsal b ir güç o- lan sermayenin elinden kurtarılmasına bağlı olduğu yeterince kanıtlanmıştır. A - ma bu ne kadar doğru ise, bundan ku rtulmak da aynı şekilde kendi varlığına yabancılaştırılmış üretim sürecinin içindeki e tk in lik le ri ile doğrulanmış olacağıdır. Başka b ir deyişle, emek kendine yabancılaşmış üretim , dolayısıyla onun b ir nesnesi olan insan, b ir yerde kendi ö-
zünden kopartıldığı süreç içinde yaratacaktır kendi kendini. Böyiece kendi kendini yeniden yaratmasının olanaklarını burada bulacaktır. Onun için emeğin Hegel felsefesinde olduğu gibi sadece o- lumlu yanını görmez Marx. Çünkü Hegel, sadece düşüncenin soyut emeğini görm üştür. G erçekte o, emeğin özünü yabancılaşmanın soyut bilim i olarak kavramıştı. Bilimin Hegel’de mutlaklaşması- nın sebebi de burasıdır.
Kuşkusuz insanı sadece fiziki anlamda b ir nesne olarak görm ek yanlıştır. Başka b ir deyişle insanı b ir nesne olarak düşünürsek, onu sadece nesnenin nesne ile ilişkisi olarak ele almak, onun yabancılaşmasının da ilişkisidir aslında. Bu durum insanın özüne, dolayısıyla insanın bilincine de ters olan b ir ilişkidir.
İnsan özünün açığa çıkarılması, yabancılaşmanın sadece düşüncede o rta dan kaldırılması söylemi ile sınırlandırılamaz. Bu anlamda yabancılaşma yalnızca düşüncede kaldırılamaz. Ö nem li olan bu düşüncelerin oluştuğu koşulları ortadan kaldırmaktır. Onun için M arx ikinci nedeni bunun için koym uştur. İkinci olan bu neden söylediğimiz gibi, geniş anlamda bu nesnelliğin ortadan kaldırılması gerektiğ id ir. Elbette burada anlaşılması gereken nesnellik, insanı d ö rt b ir yandan saran ve onu m odern köleliğe mahkum eden, özel m ülkiyete dayanan kapitalizmin nesnelliğidir. Bunu kısaca yukarıda irdelem iştik.
Kapitalizme ait.yasalar (ki bu yasalar üretim ilişkilerinin nesnel yasalarıdır), insan ilişkilerinin yapısını doğrudan -belirleyen b ir öze sahiptir. Çünkü bu nesnel yasalar, insanlar arası ilişkilerin doğrudan doğruya belirlendiği b ir konuma
sahiptir. O halde insanlar arası ilişk ile rdeki bozulmanın ortadan kaldırılması ve insana ait temel değerlerin yeniden egemen olması, doğrudan doğruya bu nesnel dolayımın, başka b ir deyişle kapitalist yasaların ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Çünkü değerlerin yitim i, bu ilişkilerin nesnelliği içinden çıkmıştır.
Burada belki üçüncü b ir belirleme daha yapabiliriz; bu da insanın manevi değerlerinin toplamı olan insana ait o r tak değerlerin nesnelliklerid ir. İnsan salt b ir fiziki varlık değil, aynı zamanda düşünceleri, duyguları olan kü ltüre l b ir varlıktır. İnsan düşünce ve duyguları ile b ir varlık olarak, aslında kendi kendisinin de b ir nesnesidir. Böyiece Marx, “ tu tk u ları” olan b ir varlık olarak insanı, bilim in içine de sokmasının sebebi budur. O nedenle tu tku la rı olan bu varlık, aynı zamanda acı çeken de b ir varlıktır. Onun kökeninde acı, sevinç vs. gibi tu tku la r da vardır. Kendi tü rüne a it b ir varlık o lm asının sırrı bu noktada aranmalıdır. Feuerbach bu varlığı tanım larken şu söyle der; “ Duygusuz b ir varlık, varlıksız b ir va rlık tır.” (Akt. Marx, 1976:253) Aslında sorunun özü, bu cümlenin içinde saklıdır ve bu dahice b ir açıklama anlamına gelir.
Öyleyse d iyo r Marx, "ne insansal nesneler, kendilerin i araçsız olarak sundukları b içim leri ile doğal nesnelerdir, ne de insansal duyu, araçsız olarak, nesnel olarak olduğu biçimi ile insansal duyarlılık, insansal nesnellik tir.” (aynı ye rde)
Aslında bozulma veya şeyleşme dediğimiz bu süreç, insanm nesnelliğinde bulunan süreçtir. Yani o insanın varlığında somutlaşır. O halde bu süreç, insanm ö- züne aykırı b ir varoluşsa, b ir şekilde in
21. yüzyılda insan ve felsefe__
------------------------------------------- 173----
sanın bundan kurtulması gerekir. Kuşkusuz bu bozulma önce insanın bilincinde ortaya çıkar. Buna bilincin yabancılaşması da diyebiliriz. Elbette bunun sadece o- lumsuz yanı yok tu r, b ir de onun olum lu yanından bahsedebiliriz. Çünkü bilinç veya düşünce, sadece insanın kendisi tarafından belirlenir. E lektrikteki artı eksi kutupları gibi, o lumsuzluk aynı zamanda olumluluğun da bilincid ir. Kendi b ilincinin yine kendi varlığına yabancılaşması, onun ortadan kaldırılmasının da bilincini yaratır. “ Öyleyse nesne b ir olumsuzdur. Kendi kendini kaldıran şeydir, b ir hiçliktir . Nesnenin bu hiçliğinin bilinç için sadece olumsuz b ir anlamı değil, ama o- lumlu b ir anlamı da vardır. Çünkü nesnenin hiçliği, onun nesnel olmayışının, kendi soyutlamasının kendi kendini doğrulamasının ta kendisidir. Bilincin kendisi için, nesnenin hiçliğinin olum lu b ir anlamı vardır, çünkü o bu hiçliği, nesnel varlığı, kendi kendinin yabancılaşması o- larak b ilir, çünkü o bu nesnel varlığın ancak bu kendinin yabancılaşması aracılığıyla varo lduğunu b il ir . ” (M arx, 1976 :254 )
Bu anlamda bilgi, insan varoluşunun en temel eylem idir. G erçekten bilinç, herhangi b ir şeyi bu bilgi nesnesi ile bilir, öğrenir. Onun tek nesnel davranışıd ır bu. Bu anlamda bilinç, şeyleşen nesne ile b ir lik te varo lur. İnsanın kendi kendisine olan yabancılaşma olgusunu b ilmesi dem ektir. O halde Marksizm bize şunu söyler; kendi kendini bilen ve tanıyan varlık olarak insan, bilgiyi elde eden b ir varlık ise, bu varlık, kendi varlığında ortaya çıkan bozulma veya şeyleşme dediğimiz süreçleri de bilebilen b ir varlık anlamına gelir. O halde bu varlık, kendisinde olan bu şeyleşmeyi de ortadan
— yol--------------------------------------------
__ 174
kaldırm a kud re tine sahip dem ektir. Marksizm de şu tespit önem lid ir; bilgi, b ir nesne ile ilişkili o larak ortaya çıktığına göre, sadece kendine yabancılaşan, dolayısıyla kendisini nesne olarak gören bilgiselliğinin de farkına varan varlık dem ektir. İşte bu kendisinin bilinci ile ken-
. dişi için bilinç arasındaki amansız kavgasının da doğumu dem ektir. Yani insanın içinde hem olum lu hem olumsuz olan her iki varlığı b irlik te taşır. Bu aslında daha önce de gösterdiğim iz gibi M arx ’ in be lirttiğ i “ kendi ö teki varlığı içinde kendi ö teki varlığı” dem ektir. Eğer arayışımız gerçek insanı bulmak olacaksa, bu insanın varoluşunun ipuçlarını, insanı insan yapan değerler olan düşünsel ve pra tik varoluşun kendisinde bulabiliriz. Çünkü “ gerçek insansal varoluş, felsefi va ro luştu r” diyen M arx ’ in bu sözündeki yaratıcı sırrı da burada bulmuş o luruz böylece. Yadsımanın yadsıması ile bu yabancılaşma sürecinden kurtu lm ak m üm kün ise, asla düşünsel felsefi yanımızı, özne olan varlığımızdan ayıramayız. O nedenle M arx ’in şu tanımının önemi daha da iyi anlaşılır şimdi; “ ...eğer insan yoksa, onun özünün belirtis i de insansal olamaz. Öyleyse düşünce de a rtık gözlerle, kulaklarla vb. donatılmış, toplum , dünya ve doğa içinde yaşayan insansal ve doğal b ir özne olarak insan özünün belirtis i biçim inde tasarlanamaz.” (Marx,19 7 6 :2 6 4 )
Materyalist ta rih görüşünün temel ö- nermelerinden birisi şudur; insanın kendini yeniden yaratması sürecinin kaçınılmaz yolunun, sınıf savaşımı yolu olduğuna ilişkin tesp ittir. Kuşkusuz sınıf savaşımı, yukarda bahsettiğim iz insanın kendi insanlık değerlerine kavuşmasının ve o
nu kazanmasının tem eli olan ko lek tif hareketin in özsel b ir ifadesi ve açıklanması dem ektir. G erçekte sınıf savaşımı, bu anlamda tek başına po litik erkin soyut b ir el değiştirmesi olarak okunamaz. Daha önemlisi yeni insanı yaratmanın seçeneksiz tek yol olduğudur. O halde po litik eylem, insanın tem eli olması gereken bu felsefeden çıkar veya çıkması gerekir. Politika bu devrim ci felsefenin i- çine yerleşmeli ve kaynağını oradan almalıdır. İnsan p ra tik / eylemci b ir varlık olduğu kadar, kuramsal / kü ltüre l b ir va rlık tır da. Bu durum insanın ideolo jik yapılarının kurulması anlamına da gelir. Düşünce, din, hukuk, felsefe, sanat, bilim vs. bütün bu olgusal oluşumlar, insanın üre tim in in b ir sonucudur çünkü. Yani t i kel üre tim in özel b içim leri olarak...
Özel m ülkiyetin sonucu olan insandaki yabancılaşma süreci, bu yabancılaşmanın düşünsel yansıması olan din felsefesi, sömürülen emekçi kitle lerin üzerindeki en. büyük yabancılaştırma ideo lo jilerden b iris id ir. Genel olarak bu kulluk ve bağımlılık ideolo jis id ir. Tanrıyı kulluğa ekleyerek, kulluğu tanrısal b ir irade olarak ortaya koyarak, yoksul emekçi k itle leri düzene bağlayan ve egemenliklerini daha kolayca sürdüren ideolo jik b ir işleve büründürü lm üştür. Toplumsal yabancılaşmada dinin böyle b ir özel ro lü vardır. Dinsel yabancılaşma ile toplumsal yabancılaşma arasında derin b ir işbirliği vardır. Sefalet, işsizlik, açlık vs. tanrısal b ir irade olarak karşımıza çıkarılır. Tanrıya koşulsuz boyun eğme, egemen ik tidara koşulsuz boyun eğmeyi yaratmıştır. G elenekler veya dinler, söm ürülenlere özel m ülkiyet sistemine saygıyı, hukuk i- se burjuva düzene bağımlılığı aşılamıştır. Böylece düşünen ve eyleme geçen so
m ut insan yerine, düşünemeyen ve eyleme geçemeyen soyut b ir insan tezahür eder o lm uştur. Böylece yabancılaşma süreci daha da derin leşm iştir. Bu anlamda “ ideolo jik yabancılaşma” dediğimiz sürecin önemi burada ortaya çıkar.
Oysa kü ltür, sanat veya bilimsel çalışmalar, dinin tersine insansal varlığın gerçekleşmesinin önemli araçları olarak b ir işlev görm üştü r genellikle. Çünkü din insanın yadsınması iken, sanat, kü ltü r veya bilimsel çalışmalar, insanlaşma süreçle rinin önünü açan ve böylece insansal hareketin tarih in in de önünü açan süreçler toplamıdır. Emek aracılığı ile doğanın o- lumlu dönüşüm sorununu, haklı olarak M arx tarafından, doğa b ilim leri ile insansal b ilim ler arasındaki sıkı bağının gösterilmesinin sebebi budur. G erek Marx gerekse Feuerbach, doğanın tüm b ilim lerin temeli olduğu tezi, bu süreçte daha iyi anlaşılır o lm uştur. “ Ç ünkü” der Marx, “ doğa, insan için gerçek doğadır.”
Sanayi tarih i dışında düşünülen bütün açıklamalar, gerçek bilim in inşa edilm esinin engeli o lm uştur her zaman. Burjuvazi bilim i, sürekli olarak doğa b ilim le rini insan bilim lerinden ayırarak ondan soyutlamıştır. Bunun sebebi sanayinin o- lumlu yanını olumsuz yana çevirm esinden kaynaklanmış olduğu içindir. Bu anlamda sanayi dediğimiz zaman, salt kapita lis t sanayileşme anlaşılamaz. Bu bilinçli b ir te rc ih tir. Ne yazık ki, bizim kuşaklarımız bu sorunu hêp kapitalist sanayileşme ile özdeş görm elerinden kaynaklanan yanlış b ir bilinç kırılması ile karşı karşıya gelm iştir.
G erçekte insanın doğa bilim lerinden, doğanın da insansal b ilim lerden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Bu anlamda
21. yüzyılda insan ve felsefe__
175
ne doğanın insansa! özü, ne de insanın doğal özü b irb irinden ayrılamaz. Eğer bu bağ iyi kurgulanamazsa, o zaman doğal b ilim ler idealist yorumdan kolay kolay kurtulamaz ve insansal bilim in tem eli haline gelemez. Oysa yaşamın bilim lerden ayrı bağımsız b ir tem eli yo k tu r aslında.
İşte küresel kapitalizm döneminde bütün bilimsel açıklamalar, üstelik doğa b ilim leri de dahil, bu idealist tarih yo ru munun sonucu olarak, insansal varlığın o lum lu öğesini y itirm e aşamasına ge tirm iş tir insanlığı. Ne doğa insansal özü a- çıklar ne de insanın kendi doğal özüne dönüşümünü sağlar. Bütün doğal b ilim ler, kapitalist m erkezlerde insandan, o- nun som ut yaşamından kopuk ezberlere dönüştürülm üştür. Dolayısıyla insansal b ilim ler de aynı şekilde, insan tarafından dönüştürülen doğanın insan eyleminin tem elin i oluşturması gerekirken, tersi b ir süreç ile karşı karşıya gelinm iştir. G erçekten doğa, insan eliyle yıkılırken bu her iki bilimsel çabalar, sonuçta insanı da doğayı yıkan e tk in lik le re dönüşür o lm uştur.
B ilim le r meselesinde düşünülmesi gereken en temel noktayı M arx şöyle ö- ze tlem iştir; “ İnsanal tarih, doğa tarih in in bütünleyici parçasıdır. Doğanın insanlaşmasının ta rih id ir. Bundan ö türü , doğa b ilim leri daha sonra, tıpkı insansal b ilim lerin doğa b ilim leri b ir araya toplayacakları gibi, insan b ilim lerin i b ir araya top la yacaklardır. Ö yle ki a rtık sadece b ir tek bilim o lacaktır.” (Marx, ¡976:368)
Eğer bu soruna böyle b ir öngörü doğrultusunda yaklaşabilirsek, öyle sanıyorum ki b ir dizi sorunun çözümüne katkı sağlamış oluruz. Z ira insanın va ro luşu ile onun özünü, özne ile nesne iliş
__ y o l-------------------------—-------------------------
kisini, özgürlük ile zorun lu luk bağını, düşünce ile varlık ilişkisinin çözüm lerin i buradaki o rtak b ir bilim m etodu ile bulabiliriz. Bu sorunların, top lum ile ilişkiler içinde çözümlenecek olduğunu asla unutmamak gerekir. Bu çelişkinin çözümünde M arx ’in şu öngörüsü yol gösterm ektedir; “ Bu komünizm, doğanın insanlaşmasının ve insanın somutlaşması, ‘doğallaşmasının’ dopdolu gerçekleşmesi olarak, insanı doğadan ve kendi varlığından ayıran karşıtlığın gerçek çözümü, varoluş ile öz arasındaki, insan güçlerinin somutlaşması ile insan varlığının gerçekleşmesi arasındaki, özgürlük ile zo run lu luk arasındaki, b irey ile tü r arasındaki çelişkinin gerçek çözüm üdür.” (Marx, 1976:369)
İnsanın kendi öz değerlerine sahip çıkması, özünde tarihsel b ir hareket anlamına gelir. Aslında bu hareket zorunlu olarak bütün Tanrısal yaratılış kuram larının yadsınması dem ektir. Yani b ir dizi hurafelerle doldurulm uş b ir ta rih açıklaması olarak... G erçekte insanın kendini yeniden yaratma sürecinin tarih i, kendini var edişinin bilinçli b ir ta rih id ir de. Çünkü maddeden düşünceyi çekip a tarsanız, bu maddenin kendine özgü gerçekliğinin y itim i anlamına da gelir. G e rçekten Marx, insanın kendini yeniden yaratma eylemini, ta rih in oluşumunun b ir çözümlenmesi olarak gösterm işti. İnsanın yabancılaşmasına yol açan süreçlerinin, aslında tarih öncesi b ir dönem olduğunu, buradan zorunlu o larak insanın insanlaşmasının yeni b ir ta rih i dönemine geçeceğinin ipuçlarını da bulabiliyoruz doğal olarak. Bunun kaçınılmaz yolunun, özel m ülkiyet sistemine oturan kapitalizmin ortadan kaldırılması o ldu ğunu, daha bilimsel ve rile rle anlamış da
__ 176
oluyoruz doğal olarak. Elbette tarih öncesi dönemin b ir sistemi olan kapitalizmin ortadan kaldırılması, yeni dönemin başlayacağı b ir dönemin göstergesi de olmaktadır. Dolayısıyla bu asla tarihin sonu anlamına gelmez, tersine insan evrim inin belirli b ir aşamasında insanın yeniden b ir tarih yazması anlamına gelir. İnsanın insanlaştığı ta r ih tir bu.
Yeniden proletaryanın sınıf b ilinci sorununa dönersek, proletaryanın sınıf bilinci, d iyalektik b ir b ilinçtir. Ancak bu d iyalektiğin özü, sınıf hareketinin tarihselliğinden çıkar. Çünkü bu bilinç, tarihsel zorunluluğun b ir ürünüdür. Bugün bu tarihsellik ile onun zorunlu b ir sonucu olan sınıf bilinci arasında önemli b ir kırılma yaşadığını teslim etmem iz gerekir. G erçekten bugün proletarya, kendi sınıf bilincini p ra tik leştirilen b ir sürece intikal e ttirem iyo r. Onun içinde işleyemiyor. Geçişin referansları dağılmıştır. Onu dö- nüştürem iyor. Zaten dönüştürmüş o lsaydı, tarihsel sürecin ortaya çıkardığı yıkıntıları ve kriz le ri (bu krizin b ir boyutu da insanın kendisinin kriz içinde o lu şudur), b ir şekilde çözmüş o lurdu. Oysa bugün bu krizin derin leşiyor oluşunun b ir nedeni de, proletaryanın sınıf bilincini, p ra tik içinde işleyememesi ve hareketi bu doğrultuda dizayn edememesidir. Çünkü esas özne olan sınıfın kendisi, emek dölayımınm yıkıcı karakteri nedeniyle kriz içinde bulunmaktadır.
Bilinç, tarihsel zorunluluğun b ir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarihsel pratiğin bütün deneyimsel sonuçlarını, bilginin kendisinden ayırmak olası değildir. Dolayısıyla sınıfa özgü bilinç de bizzat p ro le tarya tarafından üstlenilmiş b ir süreçler toplamı olmak zorundadır. D o ğalı budur. G. Lukacs b ir yerde “ p ro le
taryanın olgu haline gelen b ilinci” nden bahseder. (Lukacs, 1998:283) Lukacs bu sorunu, M arx ’ın düşüncesine dayandırır-. Ve bunu, kapitalist yapinın içindeki çelişki sorununa yeni b ir öğe katması anlamına geldiğini söyler. Ve devamla Lukacs şöyle der; “ Bilinç burada kendi karşısındaki nesneye yöne lik bilinç olmayıp, nesnenin kendisinin kendine yönelik bilinci olduğundan, bilinçlenme edimi bilincin nesnesine özgü nesnelliğin b iç im ini a ltüst eder.” ( Lukacs, 1998:283)
Bu nokta proletaryanın sınıf mücadelesi açısından k r it ik noktadır. Çünkü proletaryanın ' bilinci, dolayısıyla onun hareket biçimi, kendi karşısındaki nesne olan kapitalist yapılara ve onun yasalarına karşı olmaktan çıkarak, metanın ‘kendisine yönelik b ilinc i’ o larak çıkmıştır. Lukacs bu bilinç sürecini, kapitalist yapının ‘çekirdek b ilinci’ olarak açıklar. Böy- lece işçinin kendisi, varoluşunun dışında ve ona aykırı olarak burjuva bilincin esiri ve kölesi o larak çıkar karşımıza. G ünümüzde sınıf bilinci ile nesne olarak sınıfın kendisi arasındaki kırılgan bu ilişki biçimi, bütün p o litik tasarım ve eylem leri de b ir yerde altüst etmiş ve bu durum burjuva manipülasyonunu daha açık hale ge tirm iştir. Ancak yine de tarih kanıtlam ıştır ki, işçi sınıfı, bunu kendi karşısındaki yapıya yöneldiği noktada veya doğrudan onu aştığı b ir aşamada, zora maruz kalır ve sınıf mücadelesinin temel sorunu olan devrim ci zo r bu şekilde gündeme gelir. Yeri gelmişken zo r üzerine kısa b ir belirlem e yapmak gerekir.
Günümüzün modası olan, liberal solun da içinde yer aldığı “ her türden şiddete karşı” o lm ak söylemi, kapitalist zo ru masum gösterm eye m atuf b ir bilince yol açmıştır. Bu sorun başlıca ele alın
21. yüzyılda insan ve felsefe__
177----
ması gereken b ir sorun olsa bile, geçerken be lirte lim ki, z o r ’un temel kaynağı, yine zora dayanan kapitalizmin bizzat kendisidir. Z o r ’un özü kapitalist üretim ilişkilerinde som ut o larak gözlenir ve kaynağını buradan alır. Çünkü meta ilişkilerin in temeli, çalışma süresine b ir sınır koymayı emretmez. İşçi sınırsız olarak alabildiğine çalıştırılmak istenir. Kapitalist mümkün oldukça iş zamanını artırm a eğilimi taşır. Ama yine de metanın pazarda alıcı bulmasında b ir sınırlama ortaya çıkar. İşçi de, iş gününü belirli b ir zaman sınırında tu tm ak is te r ve buna d irenir. Karşılıklı b ir d irenç noktası ortaya çıkar. İşte bu nokta da uzun olma pahasına da olsa aktarm ak istediğim M arx ’in şu tanımı sorunu tüm üyle açıklamaya ye ter sanırım; “ Ç ünkü” d iyo r Marx, “ her iki hak da mübadele yasası tarafından eşit şekilde m ühürlenip onaylanmıştır. Eşit haklar arasında karar verm ek bu yüzden zo r kullanmaya kalıyor. Kapitalist ü re tim tarih inde işgününün norm - lanması böylece işgününün sınırlarını çizme mücadelesi şeklinde göste riyo r kendini; ko le k tif sermaye, yani kapitalist sınıfı ile ko le k tif emek, yani işçi sınıfı a- rasında. Kapitalist rasyonelliğin irrasyonel hale dönüştüğü, yasalarının işlemez hale geldiği noktada som ut b ir karaktere bürünen zor, burjuvazi için p ro le ta ryanın anladığından çok başka b ir anlam kazanmaktadır. Z o r, burjuvazi için gündelik yaşamın doğrudan uzantısıdır; yeni b ir şey olmadığı gibi, bu yüzden de b u rjuvazinin kendi yarattığı çelişkilerden herhangi b irin i çözecek durum da da değild ir. Oysa pro le tarya için zor, uygulaması, etkinliği, oluşma imkanı ve kapsamı açısından ortadaki yaşanan varlığa (Dasein) özgü dolayımsızlığın aşılma de
__ yol_____________________________
recesine bağlıdır. Kuşkusuz ki verilen bu dolayımsızlığı aşmanın imkanı, yani b ilincin kendi kapsam ve derinliği ta rih in b ir ürünüdür. Ve tarihsel perspektifte ulaşılması mümkün böyle b ir doruk, doğrudan verilm iş veya dolayımsız şeylerin (ve bunların ‘yasalarının’) düz doğrusal b ir i- lerlem e çizgisi üzerinde yer almaz; tam tersine böyle b ir doruğa, toplum un bütününe ancak birtakım dolayımlarla yö- nelebilen bilincin yoluyla, tarihsel gelişmenin d iyalektik eğilim lerinin gerçekleştirm e niyet ve özlem iyle ulaşılabilir. A y rıca dolayım lar serisini gerçekliğe seyirci kalan (kontem platif) dolayımsız koşullarla tıkamamak lazım. Bu seri diyalektik çelişkiden kaynaklanan yeni n ite lik le re yönelm elid ir. Kısacası şimdiki dönem den geleceğe doğru ilerleyen dolayımla- rın hareketi o lm alıd ır.” (M arx ’tan akt; Lukacs, 1998:284-85)
Başka b ir yerde M arx bu sorunu şöyle özetle r; “ Z o r, yeni b ir toplum a gebe her eski toplum un ebesidir. Z o r, kendisi b ir ekonom ik g ü ç tü r.” (M arx, 1976:770)
Bu bölüme burada son vererek, b ir sonraki yazımızda günümüzün temel sorunu haline gelen postm odern izm ile insan ilişkisine değineceğiz.
A r a l ık 20 0 3
21. yüzyılda insan ve felsefe__1. Bölüm için yararlanan kaynaklar dizimi:
1. F. Engels, A n ti Dühring, 1975, Sol Yay., s.62
2. E. Balibar, M a rx ’in Felsefesi, 2000, B ir ikim Yay., s.4 i
3. M. H o rk h e im e r ve T. A d o rn o , A ydınlanma D iyalektiğ i, C ilt I, 1995, Kabalcı Yay., s.49
4. Feuerbach, D in in Ö zü Üzerine D e rsler, A kta ran Lenin, Felsefe D e fte rle ri, 1976, Sosyal Yay., s.64
5. K. M arx, Kapital I, 2. Baskı, 1978, Sol Yay., s. 195-196
6. K. M arx, A lm an İdeolo jisi, Melsa Yay., s.20
7. G eorge Thom son, İnsanın Ö zü, 1998, Payel Yay., s.7
8. G eorg Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci,1998, Belge Yay., s.47
9. Lenin, M ateryalizm ve A m p ir io k r it i- sizm, 2. Baskı, 1995, İn te r Yay., s.381
10. K. M arx, 1844 El Yazmaları, 1976, Sol y. s. 245
I I. E. Bottige lli, 1844 El Yazmaları Sunuş Yazısından, 1976, Sosyal Yay., s.41-42
12. Lenin, Felsefe D e fte rle ri, I. Basım, 1976, Sosyal Yay., s. 126
13. K. M arx, Ü c re tli Emek ve Sermaye, 1978, Sol Yay., s. 143
14. F. Engels, B ir Ekonom i P o litik E leştirisi Denemesi, 1844 El Yazmaları içindeki makalesinden, 1976, Sol Yay., s.416
15. Etienne de La Boetie, G önüllü K ulluk Ü zerine Söylev, 1995, İmge Yay., s.35
16. Raymond Polinin, Politigue e t Philo- sophi ches Thom as Hobbes, A k t; E.L.Bo- etie, 1995, s.97-98
17. J. J. Rousseau, T op lum Sözleşmesi, 1982, Adam Yay., s. 17
18. J. J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki E- şitsizliğin Kaynağı, 1986, Say Yay., s.39, girişten aktarılan
19. F. Engels, A n ti D ü h rin g ’deki s.237- 239’dan aktaran J.j.R, 1986, s.50
20. Jean B ru lle r V erco rs , İnsan ve insanlar, 1998, Toplum sal Dönüşüm Yayınları, s. 13
21. K. M arx, Kapital I, 1976, Sol Yay., s.770
22. K. M arx- F. Engels, Felsefe İncelem eleri, 1979, 3. Basım, Sol Yay.
23. H aluk G erger, Yeni Dünya Düzeni, T ü rk iye ve Sosyalizm 2, 1994, Belge Yay., s. 145
24. F. Engels ‘Maymundan İnsana Geçişte Emeğin R o lü ’, Seçme Yapıtlar III, 1979, Sol Yay., s.85
25. H aluk G erger, Kan Tadı, Belgelerle A B D ’nin Kara Kitabı, Kasım 2003, Ceylan Yay.
179----
DİPNOTLAR
(1) A n tin o m i m antık yolu ile ispatlanan i- ki tez arasındaki çelişki dem ektir. Bu sorunun anlaşılması için K an t’ı ö rn ek alacağım. Mesela K an t’a göre, insan dünyayı b ilm ek istediği zaman, insan aklı kaçınılmaz b ir şekilde kendi kendisi iie çelişkiye (an tinom i’ye) düşer. Kant bunu d ö r t an tinom i ile açıklar. K an t’ ın d ö r t antinom isi şunlardı; I. Dünyanın mekan ve zaman i- çinde b ir başlangıcı vard ır ve dünya sonsuzdur. 2. H e r karmaşık madde yalın şeylerden meydana ge lir ve dünyada h içb ir şey yalın değildir. 3. Dünyada h ü rriye t va rd ır ve dünyada her şey doğa yasasına bağlıdır. 4. Dünyanın parçası veya nedeni o larak zorun lu b ir varlık (Tanrı) va rd ır ve m utlak şekilde zorun iu olan h içb ir varlık yok tu r. K an t’ın bu d ö r t biçim e ayırarak tanımladığı an tinom i sürecin i Lenin, düşüncedeki çelişm elerin nesnel ka ra k te rini saptamış olduğu için diyalektiğin gelişmesine katkı sağladığını söylem iştir. (Felsefe D e fte r i’nden, s.463-464) Hegel ise, Kant teo ris in in , fo rm e l ve sınırlı nite liğ in i gö s te re re k e leş tirm iş tir. Maddeci diyale k tik ise, insan bilgisini bilimsel o larak a- çıklayarak nesnel harekete ulaşan süreç i- çinde an tinom ile rin nasıl çözülüp ortadan kalktığını açıklar. Ben de bu yazıda çelişkili varo luşun ortaya çıkardığı yapıların hem nedenini sorgulayacağım hem de maddeci diyalektiğe bağlı kalarak bu sorunun çözüm ü için gerekli yolu gö s te rmeye çalışacağım.
(2) M althusçuluk, kapitalizm de em ekçilerin yoksullaşmasını doğal b ir ‘m utlak nüfus yasası” ile açıklayan gerici b ir ö ğ re tid ir. Bu öğ re tiye gö re yoksulluktan k u rtu lmak için, doğum oranlarının düşürülm esi ge rek ir. Savaşlar, hastalıklar, doğal a fe tler vs. nüfus ve ihtiyaç m addeleri arasında ki dengesizliği giderdiğ i için b ir ölçüde o- lum lu gö rü lm e kted ir. Bu öğre ti adını T. R. M althus'tan alm ıştır.
(3) Ö yle sanıyorum ki burada b ir be lirle
__ yol____________________________
me yapmanın yararı vard ır; som u t em ek dışında te lakki edeceğim iz değişik em ek b iç im le rin i (ki bunlar h izm et sek tö rle ri, işsiz k itle ve kafa em ekçile ri vs.), o rta k b ir başlık altında, yani soyu t em ek süreci içinde düşünm ek yanıltıcı olmasa gerekt ir . Kuşkusuz her b ir soyu t em ek b iç im inin, işlevi, konum u ve faaliyet alanı değişik olsa bile, bunlar doğrudan artı değer üre ten (yani mal ü re ten) em ek olmadığını, ama kullanım değerinde ve onu meta- ya dönüştüren ve yine olmazsa olm az o- lan değişim değerini ifade eden, başka b ir deyişle m alların b irb ir i ile değiş im in i m üm kün kılan ve bu o rtam ı hazırlayan b ir em ek sürecin in top lam ı o larak düşünm ek m üm kündür. G erek en te lektüe l em ekte gerekse işsiz k itlede, bu değişim değeri sürecinde nasıl anlam bu lab ilir diye so ru labilir. Ancak kapitalizm in b ir dünya sistemi olduğunu, bütün k itlen in bu sistem i- çinde onun yasaları altında b ir yaşam sü rdürdüğünü varsayarsak, dolaylı o larak soyu t em ek b iç im le ri içinde yer alan bütün em ekçile rin kendisi, şu veya bu biçim de değişim sürecin in b ir e tm eni, dolaşımın b ir öğesi ve pazarın b ir unsuru olması nedeniyle değerlend irm ek olasıdır. Bu anlamda Marksizm bizim elim ize verdiğ i m e to t ile hareke t edersek, günüm üzün e- m ek b iç im le rinde ki bütün değişim leri anlamak m üm kün hale ge lebilir. Dolayısıyla bunları sorunun anlaşılması için o rta k b ir başlık altında varsaymak, bunu da soyut em ek ile tanım lam ak m üm kün o lab ilir d iye düşünüyorum .
180
YAYINCILIKK ita p , y a ş a n a n s o s y a liz m d e n e y im le r in in ış ığ ın d a M a rk s is t te o r id e
d e v rim ve s o s y a liz m in in şa s ı ko n u la r ın ı y e n id e n ird e le y e n m a k a le le rd e n
o lu ş u y o r. İlk b ö lü m d e S o v y e tle r B ir liğ i’n in S ta lin d ö n e m i ve s o n ra s ın ın
to p lu m s a l ve s iy a s i ta r ih i a n a liz e d iliy o r . A rd ın d a n G la s n o s t ve P e re s tro y k a
s ü re c in in b a rın d ırd ığ ı o la n a k la r ve G o rb a ç o v 'u n b u r ju v a te z le r in in e le ş tir is i
y e r a lıy o r, S o s y a liz m in ç ö z ü lü ş s ü re c in in a ç ık la m a s ı b ü ro k ra tiz m , k iş i
ta p ın c ı g ib i ö z n e l ve id e a lis t k a v ra m la r y e r in e M a rk s iz m 'in te m e l te o r ik
a ra ç la r ıy la (ü re t ic i g ü ç le r v e ü re t im iliş k i le r i ç e liş k is i) y a p ı lıy o r . Bu
ç e rç e v e d e s o s y a liz m d e d e v le t, p a rti ve h a lk iliş k is i; m ü lk iy e t i liş k ile r i, p la n
la m a ve k a tılım g ib i p ro g ra m a tik s o ru n la r s is te m a t ik ve e le ş tire l b ir ta rz d a
e le a lın ıy o r.
Y a z a r, s ü re c in n e s n e l b ir a n a liz in in y a n ıs ıra s o s y a liz m in ç ö z ü lü ş ü n ü n
a rd ın d a n tü re y e n u m u ts u z lu k te o r ile r iy le d e h e s a p la ş ıy o r.
K ita p , s o s y a liz m id e a lin in ü to p y a la ş tır ı ld ığ ı b ir d ö n e m d e m ü c a d e le ta r i
h in i y e n id e n o k u y a ra k g e le c e ğ e u z a n ıy o r.
K itap , Y e n i D ü n ya D ü ze n i (Y D D ) ve bu d o ğ ru ltu d a en ç o k k u lla n ıla n k a v
ram o la n “k ü re s e lle ş m e ” ta r tış m a la r ıy la b a ş lıy o r. “ K a o s ” , “ta r ih in s o n u ” g ib i
te z le r in y a n ıs ıra u lu s d e v le t ta r tış m a la r ı, e g e m e n lik s a v a ş la r ın ın g e ld iğ i ko n a k ,
u y g a r lık la r a ras ı s a va ş te o rile r i d e ta r ih in s ü z g e c in d e n g e ç ir iliy o r . K ita b ın ana
e kse n in i g ü ç m e rk e z le r in in ta r ih se l g e ç m iş i ve g ü n ü m ü z d e a ld ık la r ı k o n u m la r
o lu ş tu ru y o r. Y D D ’n in d ü n y a y a v e rm e y e ça lış tığ ı d ü z e n in ilk a d ım ı o la n K ö rfe z
S a v a ş ı'n d a n b u g ü n e , 11 E y lü l ve A fg a n is ta n ’a, A B D ’n in Ira k s ld ır ıs ın a k a d a r
o la y la r ve e m p e ry a l o d a k la r ın d a v ra n ış la r ı s ın ıfs a l b ir b a k ış la a n a liz e d iliy o r.
S o v y e tle r B ir liğ i’n in v a r lık k o ş u lla rın d a ş e k ille n e n "ik i k u tu p lu ” d ü n y a n ın y ık ı lı
ş ıy la b ir lik te o r ta y a ç ık a n ç o k b ilin m e y e n li d e n k le m le r in y a ra ttığ ı ka fa k a rış ık
lık la rı e le a lın ırk e n , e m p e ry a lis t 'g ü ç le r iç in a ç ıla n “ P a n d o ra ’n ın K u tu s u n d a n
s a ç ıla n la r ta rtış ılıy o r. “ K ü re s e l fin a n s s is te m in d e k i p o ta n s iy e l k riz ; Ç in ’le i liş k i
le rd e o la s ı k r iz ; R u s y a ’n ın 'h a ta lı d ö n ü ş ü ’ ; O rta d o ğ u ’d a k i k a o s ; D oğ u A v ru
p a ’d a k i ka os ; b ü y ü k te rö r iz m te h lik e s i; s ın ır la n m a y a n s ila h t ic a re t i” ko n u la rı
e m p e ry a lis t g ü ç le r in s tra te jik y ö n e liş le r i ç e rç e v e s in d e in c e le n iy o r.
“G e rç e k liğ in in a tç ılığ ı, k a ç a m a k n o k ta la r ın ı d a ra ltt ığ ı iç in , H ik m e t K ıv ıl-
c ım lı 'm n g ö rü ş le r i b u g ü n p a rç a p a rça b e n im s e n iy o r. A n c a k bu, ço ğ u
z a m a n o n u n adı a n ı lm a d a n ve d a h a ç o k d a o n u n b ü tü n d ü ş ü n c e s is te m i
b e n im s e n m e d e n y a p ı lıy o r . A s lın d a H ik m e t K ıv ı lc ım lı n ın T ü rk iy e ve O r ta
d o ğ u o r i j in a l ite s iy le i lg i li g ö rü ş le r i d ü ş ü n c e z e m in in d e m is y o n u n u
o y n a m ış tır .
A n c a k ö rg ü tlü s ın ıf la r sa v a ş ı b ira z d a h a b a ş k a b ir ş e y d ir . D ü ş ü n c e n in
b ire b ir ka rş ılığ ı o la ra k g e rç e k le ş m e z . Bu a n la m d a , p ra tik s ın ıf la r s a v a ş ın d a
H ik m e t K ıv ı lc ım lı ’n ın g ö rü ş le r in in d a h a o y n a y a c a ğ ı g ü ç lü b ir m is y o n
v a rd ır .”
M e h m e t Y ılm a z e r
26 E y lü l 1994
“S o l iç in d e k i ç ü rü m e n in b o y u tla rın ı, 12 E y lü l so n ra s ı b a ş lıc a iki o la y a ç ığ a
v u rm u ş tu r . B ir in c is i, 'b u rju v a m u h a le fe t in se s in in y ü k s e lm e s i; İk in c is i, K ü rt
U lu sa l K u rtu lu ş M ü c a d e le s i’n in p ra tik e y le m lil ik le k e n d in i o r ta y a ko y m a s ı.
B ir in c is i, te s lim iy e t ze n in d e b ir m ü c a d e le y o lu n u ö n e s ü rü y o rd u . İk in c is i
ise d e v r im c i d ire n iş z e m in in i.. . S ın ıf te m e lle r i o rta ta b a k a la ra , a r is to k ra t işç i
z ü m re le r in e ve k ü çü k b u rju v a ta b a k a la ra d a y a n a n so l h a re k e t, 12 E y lü l
y e n ilg is in in a ğ ır ta h r ib a tın ın da e tk is iy le , ‘b u r ju v a m u h a le fe t in a ç tığ ı
‘m ü c a d e le ’ yo lu n d a n y ü rü m e y i ç ü rü m ü ş y a p ıs ın a u y g u n b u ld u .
T a r ih te k e r rü r e d e c e k m i? Y in e 12 M a r t ç ık ış ın d a k i g ib i s o s y a l
d e m o k ra s in in ‘u m u t’ o ld u ğ u g ü n le r m i y a ş a n a c a k ? S o l h a re k e tin b ü y ü k b ir
b ir b ö lü m ü ne y a z ık ki b ö y le h a y a lle r k u ru yo r. O ysa T ü rk iy e k a p ita liz m in in
g e liş im yo lu ve s e v iy e s i, bun a bağ lı o la ra k s ın ıf la r s a v a ş ın ın ya ş a n a n
d e n e y le r i 'ta r ih in te k e rrü rü n ü ’ im k a n s ız h a le g e t irm e k te d ir? ”
M e h m e t Y ılm a z e r
yoksulluk ve işslnimMÜCADELE KURULTAYI
19 OCAK 2003
TEBLİĞLER
diz ı m «
K ap ita lizm in ye n id e n ya p ıla n m a sü re c in d e ya şan a n s iyas i g e lişm e le r; sı
nıfın pa rça la nm a s ı, ö rg ü tlü lüğ ü n ün dağ ılm a s ı g ib i neden le r, ken tle rd e ve rilen
m ü ca d e le d e va roş la rın öne m in i a rttıra rak , işçi s ın ıfın ın en h a re ke tli kes im in i ba
rınd ıran bu ya şam m e kan la rın da e m e ğ in ö rg ü tle n m e s in i zo ru n lu k ılm aktad ır.
D a ya n ışm a e v le ri kentin va ro ş la rın d a e m ekç ile rin , ez ile n le rin g ün d e lik a-
c ıla rın ın üs tü n de n a tlam a d a n , ya şa m a d a ir h e r tü rlü ko n u ya s iyas i ve p ra tik o-
la rak yö n e le re k ha lk ın öz ö rg ü tle m e s in e ze m in ya ra tm a k ta , s o sya lis t d e ğ e rle r
le an lam ka zan a n d aya n ışm a n ın ö rg ü tle n m e ye a k ış ın d a rol ü s tlen m e k te d ir.
E m e ğ in ö zgü rle şm es i, insa n lığ ın sö m ü rü b o yu n d u ru ğ u n d a n ku rtu lm a s ı,
insana ayk ırı, insan ı çü rü te n bu g id iş in d eğ işm e s i iç in ka rde şçe p ay la şa rak , da
ya n ışa ra k o rta k m ü cad e ley i b ü yü tm e k iç in b irlik tey iz . Bu m ü ca d e le yo ksu l e-
m ekç i ha lk ın irades in i o rtaya ko ym a s ıy la b e ra b e r e m ek te n ya n a b ü yü ye b ile
cek tir. D a ya n ışm a e v le ri o la ra k g e rçe k le ş tird iğ im iz Y o ksu llu k ve iş s iz lik le M ü ca
de le K uru ltayı tüm em ekç ile re , e z ile n le re b ir ç a ğ rıd ır; ik tida riaşm a b ilinc iy le gü
cü m üzü b irleş tire lim .
Yayına hazırlanan kitaplar
D evrim ci H arekette K rizMehmet Yılmazer
D evrim Nedir?Dr. Hikmet Kıvılcımlı
D em okrasi, Sosyalizm ve İşç i S ın ıfı(Laclau’nun Demokratik Strateji Tezleri’nin Eleştirisine Giriş)Haşan Oğuz
Günüm üzün İd eo lo jik Tablosu: M arksizm ’e Ne Oldu?Mehmet Yılmazer