183
TKP E le ş tiris i M. Sinan Özgürlükçü Sol u Beklerken Umut Aydın Varoşlar Üzerine Nodar-ll Okmeydanı Deneyimi Fikret Kızıltan Günümüz İnsanının Düşünce Antinomileri Üzerine Gözlemler-I Hasan Oğuz Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz “İktidar olmadan dünyayı değiştirmek” sırf “sivil toplumun” baskısıyla, burjuvazinin kendi sınıfsal özünün değiştirilebileceği düşüne denk düşer. Elementlerin özünü-yapısmı değiştirmek, ancak onların atom çekirdeklerinin nötron bombardıma- nıyla dağıtılmasıyla mümkün oluyor. Burjuvazinin kendi çıkarları konusunda, atom çekirdeği kadar katı olmadığını düşlemek için elde hangi kanıt var? İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek’ Mümkün mü? Mehmet Yılmazer i Jose Clemente Orozco / Hispano America Irak Savaşı ndan Hareketle Emperyalizm’ ve Direniş’ Üzerine Notlar Mehmet Yılmazer Kapitalizmle Mücadelede Dayanışma, Öz Örgütlenme Halk İnisiyatifleri Üzerine M. Özgür Irakın Rus Petrollerine Etkisi ve Khodorkovsky Neden Tutuklandı? Ayşe Tansever co ■st co T- O co Z (O w

Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

TKP E leştiris i

M. Sinan

Özgürlükçü Sol u Beklerken

Umut Aydın

VaroşlarÜzerine

N oda r-llOkmeydanı

Deneyimi

Fikret Kızıltan

Günümüz İnsanının Düşünce

Antinom ileri Üzerine

Gözlem ler-I

Hasan Oğuz

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

“İktidar olmadan dünyayı değiştirmek” sırf “sivil toplumun” baskısıyla, burjuvazinin kendi sınıfsal özünün değiştirilebileceği düşüne denk düşer. Elementlerin özünü-yapısmı değiştirmek, ancak onların atom çekirdeklerinin nötron bombardıma­nıyla dağıtılmasıyla mümkün oluyor. Burjuvazinin kendi çıkarları konusunda, atom çekirdeği kadar katı olmadığını düşlemek için elde hangi kanıt var?

İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek’

Mümkün mü?Mehmet Yılmazer

i

Jose Clemente Orozco / Hispano America

Irak Savaşı ndan Hareketle Emperyalizm’ ve Direniş’ Üzerine Notlar

Mehmet Yılmazer

Kapitalizm leMücadeledeDayanışma,Öz Örgütlenme Halk İn is iya tifle ri Üzerine

M . Özgür

I rakınRus Petrollerine Etkisi ve Khodorkovsky Neden Tutuklandı?

Ayşe Tansever

co■stcoT -

Oco

Z(Ow

Page 2: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

MART 2004 SAY!:

ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

3 MEHMET YILMAZER

Devlet ve iktidar Sorunuİktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek’ mümkün mü?

24 M. SİNAN

TKP Eleştirisi

39 UMUT AYDIN

‘Özgürlükçü S o lu Beklerken

4 6 MEHMET YILMAZER

Irak Savaşı'ndan Hareketle ‘Emperyalizm’ ve 'Direniş' Üzerine Notlar

55 M. ÖZGÜR

Kapitalizmle M ücadelede Dayanışma, Ö z Örgütlenme

Halk inisiyatifleri Üzerine

76 FİKRET KIZILTAN

Varoşlar Üzerine notlar - II

Okmeydanı Deneyimi

89 AYŞE TANSEVER

Irak’ın Rus Petrollerine Etkisi ve Khodorkovsky Neden Tutuklandı?

103 HASAN OĞUZ

Günüm üz insanının Düşünce Antinomileri Üzerine Gözlem ler - 1

(21. Yüzyılda insan ve Felsefe)

Page 3: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Mehmet Yılmazer

DEVLET VE İKTİDAR SORUNU ‘İKTİDAR OLMADAN DÜNYAYI DEĞİŞTİRM EK’ MÜMKÜN MÜ?

G İR İŞ

Günümüzde dünya ve elbette Türki­ye’de devrimci hareket o kadar zayıf ki, devlet ve ona bağlı olarak iktidar soru­nunu konuşmak tümüyle bir “ teorik ge­vezelik” gibi görülebilir. Bu yazıyı yazma­ya başladığımızda Mombai’deki Dünya Sosyal Forumu yeni bitmişti. Yine aynı müthiş canlılık, çeşitlilik ve coşku; fakat her forum sonrası ortada aynı soru du­ruyor. “ Bu şenlik böyle nereye kadar gi­der?” Dünya egemenleriyle nasıl hesap­laşabiliriz? “ Başka bir dünya mümkün!” Ancak nasıl ve hangi yollardan gidilerek bu “ başka dünya”ya ulaşılabilir? Bu soru­yu sorduğumuzda devrimci mücadelenin Paris Komünü’nden beri önünde duran “ devlet ve iktidar sorunu” yeniden, üs­telik çok daha karmaşık olarak karşımı­za çıkar.

İnsanlık 20. yüzyılın büyük bölümün­de yaşadığı “ sosyalist iktidar” deneyini bir çöküşle noktaladı. Bunun insan dü­şüncesinde ve sosyal hareketler üzerin­de derin etkileri olduğu açık. En büyük etkisi “ ufuk kaybı"dır. Gelecek görün­mez olmuştur, buna bağlı olarak devrim, devlet ve iktidar sorunları bu yenilginin prizmasında büyük bir çarpılmaya uğra­mıştır. “ Başka bir dünya mümkündür!” Ancak nasıl? Kapitalizme karşı muhalif hareketler iktidar ufuklarını, yani “ dev­

let olma” hedeflerini yitirirlerse “ başka bir dünya” ne ölçüde mümkündür?

Bu sorun insanlığın önünde bir post­modern espri olmaktan öteye, özellikle 90 sonrası yaşananların bir sonucu ola­rak yoğunlaşan bir sorun olarak duru­yor. Günümüzde devlet ve iktidar soru­nunu mücadelenin ufkundan silen hem teorik hem de pratik meydan okumalar vardır.

Teorik meydan okumaların tarihi ol­dukça gerilere gitse de, günümüzde postmodernizmin yaygınlaşmasıyla belli bir yoğunluk kazanmıştır. Batı’da doğup büyüyen bu teorik eğilim artık küresel­leşmenin sonucu sınır tanımadan dünya­nın her yanına yayılıyor. Sosyalizmin yı­kılışından sonra bu eğilim hem güçlendi hem çeşitlendi. Batı’da bu konuya I. VVallerstein özel bir önem verdi. Sosya­lizmin yıkılış yıllarında Rusya’da yıldızı parlayan B. Kagarlitski “ keşke iktidar ol­masaydık” yollu pişmanlıklar dile getirdi. Eylül sonrası Türkiye’sinde ise bu konu­da en kapsamlı ilk kez M. Belge konuştu. “Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek” kitabında sosyalizmi bir ütopya seviye­sinde bulutların üzerine yükseltip, yer­yüzünde ise reforme edilmiş iyi işleyen bir kapitalizmi savundu. Sonraları sol ha­reketin büyük bir bölümü liberalleşerek “ kralın çıplak” olduğunun farkına varıp iktidar ufkundan koptu.

3

Page 4: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yolBu konuda şüphesiz ki, en önemli ge­

lişme PKK’nin stratejik dönüşle geldiği noktadır. “ Demokratik Cumhuriyet” stratejisi iktidar hedefini ortadan kaldır­mış, “ devlet yıkma ve yapmanın” yanlış oiduğu ilan edilmiş, sivil toplumu esas a- an bir “ üçüncü alan” teorisi geliştiril­miştir.

İktidar sorununa pratik meydan oku­malar daha etkileyici ve çarpıcıdır. Anti­küresel hareketin ağırlıklı olarak bu ze­minde olduğunu vurgulayıp geçtikten sonra, en önemli pratik deney olarak Arjantin ayaklanmasını hatırlamak gere­kiyor. Yakında Bolivya’da da benzeri bir deney yaşandı. İktidarları sarsan ve bazı değişimlere zorlayan bu etkili ayaklan­maların bir iktidar ufkunun olmaması il­ginçtir: Bolivya’nın biraz farklı olduğunu, ayaklanma içindeki bazı hareketlerin ik­tidar ufku ile programlı olduğunu biliyo­ruz. Buna rağmen genel çizgi değişme­miştir. Ayrıca emperyalist sistemin de bu tü r hareketlere tepkisi eski Soğuk Savaş yıllarındaki gibi değildir. Bu ayak­lanmalara karşı eski korkunç kıyıcılığın­da davranmak yerine, süreç içinde çürü­tüp güçten düşürmeyi yeğliyor. BöyJece ayaklanmalar devrime dönüşemeden, yani sınıfsal bir altüstlük yaratıp iktidar olamadan sönümleniyor. Belki şöyle söylemek daha doğru olur, YDD’nin ilk on yıllık sürecinde olaylar böyle yaşandı, ancak elbette yaklaşan diğer on yılların da böyle yaşanacağına dair kimse fal aça­maz.

Dünyada bir çok şeyin değiştiği bilini­yor. Eskiyen değerlere hala bağlı kalmak, geçmiş dönemlerde elde edilmiş alışkan­lıklarla düşünüp davranmaya çalışmak, bugün zaman düne göre çok daha değiş­ken aktığı için, daha hızlı yıkımlar getiri­

yor. Değişen değerlerin ve düşüncelerin arasında neden “ devlet ve iktidar soru­nu” olmasın!... Bunca deneyden sonra, üstelik günümüz “ bilgi çağında” devrim­ci mücadelenin iktidar hedeflemesi eski­nin iflah olmaz bir tekrarı, artık pratikte karşılığı olmayan bir inat mıdır?

2 1. yüzyılda, 19. ve 20. yüzyılın müca­dele yollarının, yöntemlerinin tekrarlan­mayacağı yeterince açıktır. Ancak biraz soğuk kanlıca dünyaya ve olaylara baktı­ğımızda sırf “ değişimin” büyüsüne kapıl­mak yerine, özde değişenlerle değişme­yenleri iyi ayırt etmek gerekiyor. Örne­ğin konumuzu doğrudan ilgilendirdiği i­çin; kapitalizmde bazı önemli yapısal de­ğişimler yaşanıyor, bugüne kadar sanayi denince akla gelen sektörler önemini kaybediyor, onların yerine bilgi, genetik gibi yeni sektörler öne çıkıyor. Üretim biçimi olarak egemen olan Taylorizm ve Fordizm, yerini esnek-üretim adacıkları­na bırakıyor. 19. yüzyılın sonlarında bü­yük mücadeleler sonrasında şekillenen “ iş günü” yapısı tümüyle değişiyor. Fakat bu değişimlerin büyüsüne kapılıp artık çok sık yapıldığı gibi “ artı-değer sömü­rüsünün ve emperyalist sömürünün kal­madığı” sonucunu çıkartmak, ışığın ay­dınlattığı yöne bakmak yerine ışığa bakıp körleşmeye benzer. Günümüzde yaşa­nan değişimin hızı ve çarpıcılığı böyle körlükler yaratabiliyor.

İktidar sorununa bakarken han­gi noktada durmalıyız? Bu sorun da, pek çok diğerleri gibi değişimin rüzga­rında eskiyip gitti mi? Eğer dünyada dev­rimler gereksiz ve imkansız hale geldiy­se, buna bağlı olarak devlet ve iktidar sorunu da köklü bir değişime uğrar. An­cak devrimin gereksiz hale gelmesi için en azından şu şartların gerçekleşmiş ol­

__ 4

Page 5: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu__

ması gerekiyor:

Birincisi, insanlık hem doğa ve hem de sosyal bilimlerde o noktalara kadar gelişebilir ki, bugünden çok uzakları gö­recek ölçüde öngörü edinerek sorunla­rı birikimden patlamaya sıçramadan çö­zümleyebilir. Eğer “ sosyal sorunlarda” böyle bir bilimsel ve toplumsal seviye yakalanırsa gerçekten devrimci altüst- lüklere gerek kalmayacaktır. Evet, bilim­ler gelişiyor; ancak bu durum, sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, gelişimin biz­zat kendisi sorunları daha kompleks ha- e getiriyor. Bu basit gerçeklik nedeniy­le, insanlık daha oldukça uzun zaman di­liminde sorunlarını görünür veya görün­mez sinsi birikimlerden devrimsel patla­malara sıçrayarak çözmeye devam ede­cektir.

İkincisi, sosyal sorunlar sadece bi­limsel hesaplardan öteye sınıfsal özellik­ler taşır. Eğer dünyadaki egemen sınıflar imtiyaz ve çıkarlarının önemli bir bölü­münden gönüllü olarak vazgeçerlerse devrimlere gerek kalmayabilir. Sosyal mücadeleler tarihinde elbette sadece devrimler yoktur, reformlar da vardır. Fakat mücadele tarihinin gösterdiği gibi reformlar, genellikle başarısız bir devrim deneyinden sonra veya açık bir devrim tehdidinin ortaya çıkmasıyla gündeme gelmiş ve uygulanmıştır. Reformlar bir bakıma son noktaya tırmanan sınıfsal ge- rilimleri düşüren bir toprak hattı gibi rol oynamıştır. İnsanlık “ bilgi çağı” na girdi diye, egemenler çok büyük bir değişime uğrayıp, zorun gücüyle değil, bundan sonra gönüllü reformlarla sınıfsal çelişki­leri yumuşatma yoluna mı çıktılar? Dün­yada ve ülkemizde böylesine büyük bir değişimin izlerini gören var mı? Egemen­ler, özellikle Kürt devrimcilerinin sık sık

tekrarladığı gibi “ kaçınılmaz bir şekilde değişecekler” demekle değişmiyorlar. Dünyadaki bütün ip uçları tam tersi yö­nü işaret ediyor. Egemenler, sınıfsal çı­karlarının gereği imtiyazlarından gönüllü vazgeçmek şöyle dursun, dünyayı çıkar­ları uğruna ikide bir savaşların eşiğine getirmekten çekinmiyorlar. “ Uluslarara­sı terörle mücadele” günümüzün sınıflar savaşına dünya egemenlerinin verdiği cevaptır.

Üçüncü olarak, yukarıdaki koşullar var olsa bile devrimlerin gerçekleşmesi için-yeterli değildir. Eğer ezilenler, in­sanlık için bir gelecek tasarlama, prog­ramlama ve bu düşünceyi maddi güce dönüştürme yeteneğinden yoksun hale geldilerse, ki postmodernizm bunu iddi­a ediyor, yukarıdaki gerilimler olsa da devrimler mümkün değildir. Ayaklanma­lar, kalkışmalar yaşanır, ancak sınıfsal al- tüstlükler ve iktidar değişimi yaratacak devrimler mümkün olmaz. Ancak bu ay­nı zamanda insanlığın bundan böyle tüm geleceğini mevcut kapitalist egemenlerin tasarlayıp şekillendireceği anlamına gelir. Yani Fukuyama’nın dediği gibi “ tarihin sonu” gelmiştir. Geleceği tasarlama ye­teneğini postmodernizmin gayya kuyu­suna atanlara bir diyeceğimiz yok, onlar için “ tarihin sonu” gelmiş, artık sadece geç kalanların bu sona doğru yürüdüğü bir süreç yaşanmaktadır. Oysa tarih ve gelecek bilincini kuşanan insanlık, yaşa­dığımız geçici anafor döneminde, aynı zamanda, önceki deneylerinden de ya­rarlanarak gelecek için tasarımlarını yet­kinleştiriyor. Anti-küresel hareketin şenliğinde, Arjantin, Bolivya, Chiapas ve Kürdistan vb. deneylerinde hep bu biri­kim yaşanmaktadır. Bu birikimin yolunu kesecek bir güç varsa, “ medya canavarı-

5

Page 6: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

na” bazen bu güç atfedilebiliyor, o za­man insanlığın geleceği sanallaşacak, ek­ranlardaki pembe dizilere indirgenecek- tir. Ancak bunun “ bilgi çağı” nın yarattığı bir yanılsama olduğu artık biliniyor.

Bu üç temel neden ortadan kalkma­dıkça devrimci mücadelenin önünde devlet ve iktidar sorunu duracaktır. Gü­nümüzde yaşanan iktidarsızlaşma ile güçlü bir hesaplaşma içine girmek kaçı­nılmazdır. Ufku, amacı ve ana yürüyüş yolları tasarlanmamış mücadelenin hiç­bir geleceği olamaz. Hem postmoder- nizme öfkelenip hem de iktidar ufkun­dan vazgeçmek ise kendi içinde tutarsız­lığın bugün çıkılabilecek zirvesidir.

İKTİDAR HEDEFİNDEN VAZGEÇMENİN KISA TARİHİ

Sorunu üç ayrı dönemde ele almak uygun olur. İlki, Komünist Manifes­tomun ilanını bir işaret noktası alırsak, Rus Devrimi’ne kadar yaşanan süreçte sorunun ortaya çıkışı; ikinci olarak, sos­yalist iktidarlar sürecinde, elbette özel­likle bu iktidarların yıprandığı zaman di­liminde sorunun aldığı biçim; sonuncu o­larak, sosyalist sistemin yıkılışından son­raki süreçte iktidar ufkunun yitirilmesi sürecidir. Görüldüğü gibi sorun devrim­ci mücadele var olduğu sürece adeta o­nunla birlikte yaşamıştır, bu anlamda “yeni” değildir. Öte yandan, her döne­min iktidarsızlık sorununun kendi döne­mine özgü yanları vardır, bu anlamda gü­nümüzde sorun tamamen yeni özellikler taşımaktadır.

İlk dönemden başlarsak, proletarya­nın mücadelesi doğar doğmaz iktidar sorunu hemen kendiliğinden şekillen­

__ 6 ____________________________

— yol--------------------------------------------

memiş, onun sorun olarak ortaya çıkıp olgunlaşması belli gelişmeler sonrasında olmuştur. Komünist Manifesto’da henüz iktidar ve devlet sorunu yoktur, ya da çok bulanıktır. Bu konu ancak Paris Ko­münü deneyinden sonra Marksist litera­türde belli bir olgunluğa ulaşır. Proletar­ya diktatörlüğü kavramını Marx ilk kez I852’de kullanmış ve devletin proletar­ya tarafından “ devralınması” değil “ par­çalanması” kavramları Paris Komünü deneyi ile mücadele literatürüne yerleş­miştir. Proletaryanın iktidar mücadelesi­nin düşünce ve pratik donanımı gelişir­ken, ona paralel olarak bu mücadeleyi silahsızlandırma çabaları da gelişti. Sınıf­lar mücadelesi bu anlamda hiçbir zaman tek yanlı değil, pek çok renk ve akımla birlikte yaşanmıştır. Marx’in devlet ve iktidar sorununda kendi çağdaşlarından en katı saldırılar yönelttiği Lassalle’dir. Devleti, Hegel gibi yücelten, komünizm hedefi olmayan, gündelik haklarla yeti­nen Lassalle, reformizmin ilk temsilcile­rinden oldu. Ancak o dönem dünyasının işçi sınıfı mücadelesinde en ünlü reviz-ıyonist Bernstein’dır. “Amaç hiçbir şey, bugün her şeydir” diyen Bernstein, bu parolasıyla siyasal mücadele tarihinde postmodern ufuksuzluğa 19. yüzyılın sonlarından el sallamaktadır. Ünlü reviz­yonist, kendi döneminde, I800’lü yılla­rın sonlarına doğru Marx’i teorik olarak düzeltme -revize etme-yoluna çıkmış, teorik revizyonun pratik siyasal sonucu ise reformizm, yani iktidar hedefinden vazgeçmek olmuştur.

Reformizme kaynaklık eden koşullar nelerdi? En önemli etken kapitalizmin gelişme dönemleridir. Batı kapitalizmi i­çin konuşursak, 19. yüzyılın ikinci yarı­sında emperyalist açılım kıtada belli bir

Page 7: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu

gelişme yaratmıştır. Öte yandan, sınıflar mücadelesinin sanki şaşmaz bir kuralı o­larak, yenilgi sonrası yıllarda sadece ha­reketin gövdesinde bir geri çekilme de­ğil düşüncelerde de geri çekilmeler ya­şanır. Özellikle Paris Komünü’nün düşü­şünden sonraki yıllar böyle bir ortam yaratmıştır. Üçüncü önemli neden, sınıf­lar mücadelesi deneyi geliştikçe işçi sını­fı ve burjuvazi karşılıklı olarak güçlerini daha iyi tanımış, buna göre yeni müca­dele biçimleri geliştirme yoluna çıkılmış­tır. Burjuvazi sınıflar savaşının bir aşama­sından sonra reformları uygulamayı gün­demine almıştır. Bu, uzun ve sert sınıflar savaşı yıllarından sonra ortaya çıkan bir olgudur. Bu gerçeklik işçi sınıfının siyasal mücadele yöntemlerini etkilemiş, uzak amacı silikleştirmiştir. Reformizmin baş­lıca kaynakları böyle özetlenebilir. Bilin­diği gibi dünya işçi sınıfı mücadelesinde yılların biriktirdiği reformizmin sonucu II. Enternasyonal’in dramatik çöküşü u­nutulmaz dersler bırakmıştır. Ardından yükselen Rus Devrimi bu çöküşün ya­rattığı olumsuzlukları belli ölçüde süpü- rebilmiştir.

Sosyalist iktidarlar sürecinde, sorun nasıl kendini ortaya koymuştur? Bilindiği gibi Rus Devrimi ve ilk başarılı proletar­ya iktidarı büyük etkiler yaratsa da, tüm dünya işçi sınıfı hareketinde aynı ölçüde benimsenmemiştir. Bolşeviklerin yön­temleri sık sık eleştirilmiştir. Ancak ko­numuz açısından, devlet ve iktidar soru­nunda pratik ve teorik yozlaşma daha çok II. Dünya Savaşı sonrası yoğunlaş­mıştır. Bu dönemin en ünlü reformist tezleri hep ve daima Avrupa kaynaklı ol­muştur. “ Barışçıl geçiş” , “ tarihsel uzlaş­ma” ve “Avrupa Komünizmi” genellikle sosyalist sistemi destekleyen komünist

partiler arasındaki yaygın görüşlerdi. Bu görüşlerin klasik dönem reformizmiyle büyük benzerlikleri olması açısından faz­la orijinal olmadığı söylenebilir. Bu gö­rüşler sözde iktidar hedefinden vazgeç­meseler de, bunu sosyalizmin gücüne dayanarak burjuvaziyi barışçıl geçişe ikna e tm e düşlerine bağlıyorlardı. Marx-Engels döneminin reformizmi sos­yalist sistemin var olduğu koşullarda “ barışçıl geçiş” veya “ tarihsel uzlaşma” kılığına giriyordu. Bu süreçte Avrupa’da Portekiz Komünist Partisi hariç tüm partiler hemen hemen aynı zemindeydi. Bunun sonucu olarak sistemin çökme­siyle bu partiler büyük bir hızla buhar­laştılar.

“ Barışçıl geçiş” tezlerinin klasik dö­nem reformizmiyle büyük benzerlikleri olduğu ortadadır; bu nedenle döneme özgü iktidardan vazgeçiş, Avrupa Yeni Sol’un savunduğu görüşlerde saklıdır. Gramsci kaynaklı, Althusser’in formüle ettiği “ devletin ideolojik aygıtlarf’na karşı mücadele zeminindeki görüşler 1960’lar sonrası siyasal ortamında o riji­nal bir yere sahiptir. Yeni Sol, o dönem sosyalist ülkelerde ve Avrupa’daki ko­münist partilerde “ ekonomist” bir sap­ma görüyordu. Her şeyi ekonomik geliş­melere “ indirgeyen” bu görüşlere karşı tutum alırken Yeni Sol, sınıflar mücade­lesinin ortamından koparak “ üst yapının özerkliğinden” yararlanmak için “ devle­tin ideolojik aygıtları” ile mücadeleye gi­rişti. Devleti -“ din, eğitim, aile, hukuk, si­yaset, sendikalar, haberleşme, kültür"- her alana yayarak1 böylece iktidar mücadele­si hedefini belirsizleştirerek, hatta onu sadece bir “ ideolojik savaş”a, “ kültür sa- vaşf’na indirgeyerek, “ ekonomist sap- ma” nın tam karşı kutbuna kendini yer-

7

Page 8: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— -yol

leştirrriiş oluyordu; ancak kendi duru­şunda da gerçek bir iktidar hedefi yok­tu. Görünüşte devlete çok saldıran, an­cak pratik mücadele olarak hiçbir anlam ifade etmeyen konumlara sürüklenen Yeni Sol’un beslendiği zemini vurgula­makta yarar vardır. İlki, Stalin sonrası Sovyetler Birliği’nde yaşananların aydın kafalarında yarattığı derin düş kırıklığı­dır. Diğeri ve esas önemli olan, Batı Av­rupa’daki refah devletlerinin yarattığı si­yasal ortamdır. Sınıflar savaşı belli bir uzlaşma içinde sönümlendirilmiş, devle­tin ekonomik ve siyasal konumu “yıkıl­maz” bir görünüşe bürünmüştür. İşçi sı­nıfı ekonomik ve siyasal olarak sistemle bütünleşmiş göründüğü için, geriye “ ide­olojik alan”da mücadele kalıyordu. Bu i­deolojik mücadelenin sosyal pratikte bir karşılığı olmayınca, Yeni Sol dergi sayfa­larında polemikten öteye bir varlık gös­teremedi.

Son döneme gelirsek, sosyalist siste­min yıkılışıyla ortaya çıkan iktidar ufkun­dan kopuş, önceki dönemlerden olduk­ça farklı özellikler taşır. Konumuz açı­sından önemli olan ikisini VVallerstem’ın ağzından vurgulayalım..

/ - “ İki adımlı strateji -önce devlet iktida­rını ele geçir, sonra toplumu dönüştür- tar­tışmasız hakikat statüsünden, kuşkulu ö­nerme statüsüne kaydı.” .

2- “Demokrasinin devrimci faaliyeti en­gelleyen bir burjuva kavramı olduğu fikri, yerini demokrasinin derin biçimde kapita­lizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu fikrine bırakıyor.” 7

Sosyalizmin yıkılışı aynı zamanda ka­pitalizmin gücünün de kanıtı olarak algı­lanınca, eski stratejiler çökmüş, her şey kapitalizmin sınırları içinde düşünülür

__ 8

hale gelmiştir. İktidar hedefinin y itiril­mesi açısından, yaşadığımız günlerin da­ha önceki dönemlerden önemli iki farkı vardır. Reformizm, tümüyle iktidar he­definden kopuşma anlamına gelmiyordu. Reformlarla bu yoldan gidilecekti. Bu­gün, yaşanan deneylerin bir sonucu ola­rak bilinçli ve gönüllü olarak iktidar he­definden vazgeçilmektedir. Daha da ö­nemlisi, bugün bir gelecek projesi yok­tur. Bunun yerine “ demokrasinin” “ ka­pitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu” keşfediliyor. Bu eğilimin Wal- lerstein’la sınırlı olmadığını biliyoruz. Sosyalizm yeniden bir “ ütopyaya” dö­nüştürülünce, demokrasinin de “ dev­rimci bir düşünce” olduğunu keşfetmek­ten başka bir yol kalmıyor.

Bütün bunları söylerken sosyalizmin çöküş deneyini küçümsemiyoruz. Elbet­te böyle bir olay II. Enternasyonal’in çö­küşünden çok daha derin etkilere neden olacaktı. Bu yeterince açıktır! Fakat böy­le bir çöküşten hareketle sosyalizm programından ve iktidar hedefinden vazgeçmek gerekiyor mu? Hele hele bil­diğimiz burjuva demokrasisini yeniden kutsayıp, “sivil toplum” veya “ üçüncü a­lan” teorileriyle mevcut kapitalist düze­nin “ demokratikleştirilmesi” yoluna çık­mayı gerektiren, kapitalizm açısından yeni olan ne vardır?

Bu noktada mevcut kapitalizme bir kez daha bakmak gerekiyor. Onun ger­çekten söylendiği gibi “ demokratik” bir dönüşüm gücü var mı?

GÜNÜMÜZ KAPİTALİZMİNDE DEVLET VE DEMOKRASİ

Üç olgu, günümüz burjuva demokra­silerinin olduğundan öteye misyonlarla

Page 9: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu__

■ üklüymüş gibi görünmesine yol açıyor. Elbette ilki, yıkılan sosyalist sistemden ortaya dağınık düzen saçılan bilgi ve gö- -üntülerdir. Sosyalist devletin şişkin bü- 'okratik yapısı ve tek partili cansız de­mokrasisinin bir de Batı’nın dev medya aynalarından geçerek yansıtıldığı düşü­nülsün, ortaya Batı demokrasilerine “ bin <ere şükrettiren” dehşet tabloları çıkar­tılmıştır. Fakat bu dehşetli, her şeyi Kontrol eden azman devletlerin nasıl kadife devrimlerle” inanılmaz kolaylıkla

yıkıldığı üzerine fazla düşünülmez. Sos­yalizmin yıkılışı toz duman arasında bıra- <ılmış, dersler ise kapitalist medyanın dev çarpıtma aynalarında tanınmaz hale getirilmiştir. Bir kez daha Hitler ve Sta­lin eşitlenmiş, dolayısıyla faşizm ve sos­yalizm sık sık yan yana anılarak gerçek­likler tümüyle çarpıtılmıştır. Kapitalizm kendi “ demokrasi” tarihinden hiçbir şe­kilde silemeyeceği faşizm lekesinin sanki aynada bir yansımasını bulup böylece kendi günahını hafifletmenin keyfini yaşı­yordu. Diğer olgu, küreselleşmenin ya­rattığı illüzyonlardır. Tekniğin artık dün­yanın her köşesine hızla yayılacağı, bilgi ve haberleşme üzerine tekelin yok oldu­ğu, böylece demokrasinin daha derinle­şeceği üzerine insanlık on yıldan fazladır nutuk dinliyor. Bu yönde müthiş bir propaganda yürümektedir. Kapitalizm eski sosyalist ülkeleri “ özgürlüklerine kavuşturdu” , artık 70’ler dünyasındaki gibi askeri darbeler yok, üstelik bizzat süper güç “ demokrasi” havariliğine çık­mış görünüyor. Bir de günümüz tekniği­nin sağladığı imkanlar düşünülürse, daha başka ne istenecektir? Üçüncü olgu, kü­reselleşme sürecinde yaşanan ayaklan­maların devlet ve iktidardan uzak dur­ması, bir siyasal ve ekonomik programa

sahip olmamasıdır. Bu durum sonunda düzen içinde çözüm aranmasına yol açı- , yor. Elde bir “ demokrasi” vardır, onu geliştirmekten başka yol görünmüyor.

Başlıca bu olgulardan kaynaklı günü­müz burjuva demokrasileri üzerinde o­luşan yanılgıların derinliğine inebilmek i­çin madalyonun öbür yüzüne de bakmak gerekiyor.

Kapitalist düzenlerde demokrasinin daha da derinleşme şansı var mıdır? Üs­telik düzene muhalif akımların stratejik hedeflerini ellerinden alacak kadar bir “demokratik değişim” potansiyeline sa­hip midirler? Bu sorular aslında anti-kü­resel hareketin başının üstünde Demok- les’in kılıcı gibi sallanmaktadır.

Burjuva demokrasilerinin doğuşta ne ölçüde kısır olduğu, oy hakkının bile mülk sahipleriyle sınırlı olduğu bilinir. Burjuva demokrasilerinin tarihinde iki olgu sürekli yan yana gelişmiştir. Bir yanda işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin mü­cadelesi ile demokrasinin sınırları geniş­lemiş, ancak öte yandan çeşitli -görünür veya görünmez- araçlarla devletin yığın­ları kuşatması artmıştır. Burjuva de­mokrasilerinin ilk kırılma noktası, biraz da sembolik olarak, Engels yaşamday­ken, Alman sosyal demokratlarının se­çim zaferi sonrası bir Alman burjuvası­nın “Kanunculluk bizi öldürüyor” sözleriyle başlamıştır. Bu söz ironik ola­rak burjuva demokrasilerinin tüm gele­ceğini anlatıyordu. Burjuvazi, çok sığ bir hak olmasına rağmen “ kanun önünde e­şitlik” kuralına uyduğunda kaçınılmaz bir şekilde kendi demokrasisi içinde ölüme gidebileceğini daha ilk “genel oy hak­kının kullanılmaya başladığı yıllarda gör­müştür. Kendi kanunlarına uymakla sı­

--------------------------------------------- 9 —

Page 10: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

nırlı kaldığında iktidarını tehlikede gören burjuvazi, ölmemek için öldürmeye baş­lamıştır. Böylece burjuva demokrasileri içinde, bir aysberg gibi kanunla örgütlen­miş ancak hiçbir kanun tanımayan gizli devlet şekillenmeye başlamıştır. Burjuva demokrasilerinin tarihi aynı zamanda ö­bür yanıyla bu gizli devletin, bugünkü moda deyimiyle, “ derin devlet” in tarihi­dir.

Burjuva demokrasilerinde bu yönde, yani devletin derinleşmesi yönünde çok önemli bir aşama tekelci kapitalizmle başlar. A rtık devlet tüm burjuva sınıfını bile değil, onun içinden azınlık bir züm­reyi temsil etmektedir. Bunun sınıflar mücadelesi tarihindeki karşılığı faşizm olmuştur. Sosyalizm ve “ demokrat em­peryalistler” tarafından faşizmin yenil­mesi, yeniden burjuva demokrasilerine bir gelişme yolu açmıştır. Ancak kapita­lizm iki dünya savaşı arasındaki devrim- lerden köklü sonuçlar çıkartmıştır. Fa­şizm tasfiye olmuş, ancak burjuva de­mokrasilerinin tarihinde yeni bir süreç başlamıştır. Bu sürecin iki temel özelliği vardır. İlki ve en önemlisi, NATO ül­kelerinde örgütlü olarak “ derin dev­le tin geliştirilmesidir. Sosyalist sistem yıkıldıktan sonra bu konuda Batı’da skandal üstüne skandal patladı, ancak “ derin devletin tasfiye edildiğine dair hiçbir iz yoktur. Olamaz da.

Kapitalist ülkelerde devletin böyle derinleşmesinin tek nedenini sosyalist sistem olarak kavramak büyük bir yanıl­gı olur. Bir avuç finans kapital devasa servetlere hükmederken, geniş kitlesel yoksullaşma ve bu sürecin derinleşerek devam etmesi, devletin derinleşmesinin

' esas nedenidir. Bu nedenle, küreselleş­me ile demokrasinin artacağı üzerine ne

— yol--------------------------------------------

ölçüde pembe propaganda yapılıyorsa, aynı ölçüde derin devletin ağları da yay­gınlaştırılıyor. Derin devlet, bir istisna, aşırı politikacıların kötü uygulaması de­ğil, burjuva demokrasilerinin “gelişimin­de” kaçınılmaz bir konaktır.

Kapitalist demokrasilerde son yirrni- otuz yılda hızlanan bir diğer olgu, “ köylü çocuklarından oluşan ordular” ın yerini maaşlı profesyonellerin almasıdır. Artık klasik “ vatan” kavramı yoktur. Emperyalizmin gelişim mantığının zo­runlu sonucu olarak pazarların fethi, ar­tık her türlü “ uygarlık taşımak” gibi gö­rüntülerden soyundukça, profesyonel silahlı güçleri gerektirmektedir. Artık orduların ideolojisi, tarihi, kültürü yok­tur, bu gerçek ne kadar örtülmeye çalı­şılsa da, ikide bir kendini Vietnam, Afgan veya Irak sendromlarıyla gösteriyor. Aslında dev silahlı çeteler besleniyor.

Küreselleşme ve neo-liberal politika­lar ile burjuva demokrasilerinde yeni bir basamaktan daha söz etmek mümkündür. Finans kapital o ölçüde ge­lişmiştir ki, düzen partilerinin farklı kim­likleri neredeyse ortadan kalkmış, dev­let ve kurumlarının büyük sermayeye lo­bilerle bağlılığı, dolaylı süreçler elenerek neredeyse doğrudan hale gelmiştir. Sermaye gruplarıyla devletin ve elbette derin devletin ilişkisi, devasa güce sahip bir avuç azınlığın egemenliğinin kaçınıl­maz mantık sonucu olarak, doğrudan yollar izlemeye başlamıştır. Bu berabe­rinde devlette çeteleşmeyi yaratmıştır. Siyasi parti renkleri silikleşmiş, en hassas kurumlar gizli örgütlenmelerle siyasetin beklenmedik cilvelerinin yaratacağı risk­lerden uzaklaştırılmıştır. A rtık hemen hiçbir ana kapitalist ülkede devlet ve de­mokrasinin meşruiyeti eski ölçüsünde

10

Page 11: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu__

değildir. Bu gelişmelere devleşen med­yayı da ilave ettiğimizde kapitalist ana­yurtlarda devlet ve demokrasinin özel­likle son yirmi yıldır nasıl “geliştiği” gö­rülür.

Genel oy hakkına karşı derinleşen kayıtsızlık, en önemli demokratik kurum "dran 'pa»lıamerrcorar!n 'itibarım 'büyük Öl­çüde yitirmesi, son süreçte artık “ refah devletlerinin de tarihe karışıyor olması, burjuva demokrasilerinin iki yüz yıllık ömründe bir tıkanma ve hatta çürüme­ye geçtiğinin en kesin -işaretleridir. Bu nedenle bu bozulmayı “ hükümet dışı o r­ganizasyonlar” la kısmen örtme yolları gelişmektedir. Ancak yozlaşma o kadar yaygındır ki, HDO ’lar daha doğarken hemen ardından hızla bir itibar kaybına uğradılar. Postmodern dünyada genel o­larak “ merkezi” politikalar büyük güven kaybına uğradı, mahalli, bölgesel veya bir sosyal alana odaklı, parçalı, yerel siyaset­ler bir alternatif olarak görülüyor. Dev merkezi güce sahip finans kapital ikti­darları açısından bu yönelişin bugün hiç­bir riski olmadığı için, üstelik bu yöneliş­ler demokratik bir gelişme olarak sunu­luyor.

Kapitalizmin öbür yüzü olan Üçüncü Dünya ülkelerinde ise, küreselleşme ile devletlerin ve demokrasilerin hemen hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Askeri darbeler eliyle yürüyen IMF talimatları, artık her açıdan kuşatıldıkları için, geri ülke hükümetlerince “gönüllü” olarak yürütülmektedir.

Burjuva demokrasileri -aslında finans kapital demokrasileri deyimi daha uy­gundur- derin bir çelişkiyle yüklüdür. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle sözde de­mokrasilerin gelişmesi yaşanırken, öte

yandan yozlaşan finans kapital, her ge­çen gün dallanıp budaklanan derin dev­let, pahalılaşan ve etkinlikleri artan pro­fesyonel ordular ve çıkar çeteleşmele­riyle kuşatılan ve dev bir medya ağı ile çirkinlikleri boyanıp gizlenen bir demok­rasi, günümüzün en genel tablosudur. E- 9gr, b j i n ı r a n I i k m ,Ö7igiii1 iditen t iİ?:” sorusuna verilen cevapla şekillenen yeni ABD stratejisini de ilave edersek tablo tamamlanmış olur. Madalyonun bu yü­zünü veya aysbergin su altında kalan kıs­mını görmeden kurulan demokrasi ha­yalleri, eninde sonunda derin devletin bir yerine çarpıp parçalanmak zorunda­dır. Günümüz demokrasisinin bir finans kapital diktatörlüğü olduğunu unu­tanlar, onun sınırlarının genişletilmesi ü­zerine hayal kurabilirler.

Bir yanda küreselleşmenin yarattığı illüzyonlar ve görünüşte gelişen demok­rasiler; öte yanda, kitleleri görünmez çelik bir ağ gibi kuşatan derin devlet ve bilinçleri çürüten muazzam bir medya... Dünyada hoşnutsuzluk, yoksulluk arttık­ça aysbergin su içindeki bölümü büyü­yor, devletler, görünür görünmez her türlü güvenlik örgütü ve medya ile halk­ları kuşatmayı sürdürüyorlar. Sürdür­mekten öteye bu kuşatmayı her gün yetkinleştiriyorlar. Kapitalizmin en gelişmiş olduğu Batı’da bile, hizmet sek­töründe son on yılda en çok gelişen sek­törlerden birisi özel güvenlik sektörü­dür. Zirve ile taban arasındaki çatlak bü­yüdükçe güvenlik hep en önemli sorun olacaktır.

Günümüz burjuva demokrasilerinin en kısa tanımı: Çılgınca görünüşte kalan medyatik özgürlük, buna karşılık toplu­mun kılcal damarlarında gezinen en yet­kince örgütlenmiş sinsi derin devlettir.

11

Page 12: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Bu demokrasinin bir yanı görülürse ol­madık düşlere kapılmak mümkündür; ö­bür yanının ürkütücülüğü de abartılırsa umutsuz bir kayıtsızlığa yuvarlanmak ka­çınılmazdır. Bugünün “ muhalif akım­larında bu iki yön adeta içiçe yaşıyor.

— yol_____________________________

“İKTİDAR OLMADAN DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK”

Günümüzde “ iktidar” sorunu, “ kirli” bir sorun haline gelmiştir. Bir yanda ya­şanan sosyalizm deneyleri, öte yanda yıpranan kapitalist devletler, adeta “ ikti­darsızlığı” yücelten sosyal eğilimleri yay­gınlaştırmaktadır. “ Demokrasi” kelimesi dillerden düşmüyor, ancak her yeniden tanımlama çabası çeşitli özlemleri öne çıkartan keyfi karmaşalardan da kurtula­mıyor.

Yetmiş yılı aşkın sosyalist iktidar de­neyi ile dünya epeyce değişmiş olsa da, sonunda yıkılışla birlikte her şey olma­mışa dönünce, “ iktidar olmadan dünyayı değiştirme” yoluna çıkılıyor. Yaşanan deneyler sosyalist mücadelenin strateji­sinde çok önemli bir kırılma yarattı, an­cak buradan iktidarsızlık sonucuna veya böyle “yeni bir stratejiye” geçiş mi gere­kiyordu? Konuyu farklı cephelerinden irdelemeye çalışalım.

İktidarın dönüştürme gücünü yitirm esi: Sosyalizmin çöküşünden sonra VVallerstein gibi “ iki adımlı strate­jiden -önce devlet iktidarını ele geçir, sonra toplumu dönüştür” vazgeçenler arttı. Önce bu görüş, 19. ve 20. yüzyılda çok yoğun yaşanan sınıflar mücadelesi­nin hatalı bir yorumudur. Bizzat devrim ve devrim öncesi mücadele toplumu bü­yük ölçüde değiştirmiştir. İktidarlar an­cak bu değişimin üzerine kendini var e­

__ 12 ____________________________

debildi ve toplumsal değişimi sürekli kıl­ma iddiasında oldu. İktidar sorununa ye­ni yaklaşımlar, toplumsal dönüşümde devletin rolünü reddeden ve sırf olum- suzlayan bir zeminde duruyorlar. Yeni stratejide devlet ve iktidar yoktur, bu­nun yerine “sivil toplum” veya “ üçüncü alan” vardır. Toplumsal dönüşüm “ sivil toplumun” mücadelesi ile gerçekleştiri­lecektir. Burada yeni hemen hiçbir şey yoktur. Sınıf mücadelesi kavramının ye­rine “ sivil toplum” veya “ üçüncü alan” geçirilmiştir. Sınıflar mücadelesi tarihin­de liberaller de sınıfların varlığını ve re­formlar için mücadeleyi tanımıştır. Tanı­madıkları işçi sınıfı iktidarıdır. Bugün de kapitalist düzen açısından “sivil top- !um” u odak alan bir mücadelenin lanetli hiçbir yanı yoktur.

Bu mücadele ile toplum nasıl dönüş­türülecektir? Toplumsal dönüşümden kastedilen nedir? Eğer “ sivil toplum” mücadelesi bir iki örgütlenme ve göste­riden ibaret değilse, eninde sonunda kendi örgütlülüğü ve gücünü arttırdıkça egemen iktidarın alanını daraltm ak zorunda kalacaktır. Kitlelerin mücadele­si sağlam örgütlülüklere kavuşur ve güç­lenirse, egemen iktidarla aradaki gerilim kaçınılmaz bir şekilde artacaktır. “ İkti­dar olmadan” dönüşümü gerçekleştir­menin bu anlamda bir sınırı vardır. Sını­rın olmadığını söylemek, aşağıdan örgüt­lenmenin gücüyle egemenlerin eninde sonunda dönüşüme ikna edileceğini söy­lemekle aynı şeydir. Dünyada bugüne dek böyle bir deney yaşanmadı. İşçi sını­fının haklarında belli bir gelişmeyi temsil eden Batı’daki “ refah devletleri” döne­minin bile hem bizzat bu ülkelerde ikti­darların eşiğine kadar yükselmiş sınıf mücadelesiyle, hem de hemen yanların­

Page 13: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu__

daki sosyalist iktidarlarla mümkün oldu­ğu biliniyor.

Sosyalist iktidarlar yıkılıp kapitalist restorasyonlar yaşanınca, iktidarın dö­nüştürme gücünün “ tartışılır” hale gel­mesi doğaldır. Ancak buradan hareketle iktidar hedefinden vazgeçerek tüm top­lumsal dönüşümün “ sivil toplum” müca­delesiyle yapılabileceğini iddia etmek, motorize aracın devrilmesinden sonra bir daha araba kullanmamaya yemin et­mek ve yaya yürümeyi tek yol ilan etme­ye benziyor. İktidarı hedeflemeyen, teo­rik pratik hazırlığını ve donanımını bu yönde yapmayan hareketler, gelişmele­rinin belli bir aşamasında bir ikilemle karşı karşıya geleceklerdir. “ Sivil top­lum” çalışmasıyla güçlenerek egemen ik­tidarın alanına girildikçe -ki bu kaçınıl­mazdır; aslında gerçek iktidar mücadele­si yaşanacaktır. Bu noktada artık bir kav­şağa gelinir. Egemenler olağanüstü bir değişimle iktidarlarını gönüllü olarak devretmezlerse, iktidar mücadelesi ka­çınılmaz olur; ya da “ iki adımlı strateji” yani iktidar hedefi reddediliyorsa, düze­nin egemenlerini bitmek bilmeyen ikna çabalan devreye girecek daha doğrusu sürüp gidecektir. Bu noktada iktidarın bozucu etki ve hastalıklarından kaçanla­rı bambaşka ama en az aynı derecede bozucu ve çürütücü başka bir hastalık yakalayacaktır. Bunun adı, mücadele ira­desini çürüten, erozyona uğratan “ ikti­darsızlık” hastalığıdır. Yükselen mücade­le bir sıçramayla bu gelişimini taçlandır- mazsa, çürüyüp dökülmesi kaçınılmaz­dır. Çünkü sosyal mücadele alanında çı­karları sürekli çatışma halinde olan güç­ler vardır; birisi gerekli adımı atmazsa diğeri bu boşluğu hemen doldurma yo­luna çıkar.

Evet, yetmiş yıllık sosyalist iktidar deneyinden sonra bir açmazla yüzyüze- yiz. İktidarın bozucu etkisinden kaçar­ken, iktidarsızlığın çürütücü etkisine ya­kalanmak alın yazısı gibi görünüyor. “ Si­vil toplum” veya “ üçüncü alan” tezleri e­ninde sonunda bu ikinci bozulmayla kar­şı karşıya geleceklerdir. Yüz elli yıldır a­kıp giden sınıflar mücadelesi sonuçta böyle keskin bir tıkanma noktasına mı geldi? Ezilen yığınlar yozlaşan sosyalist iktidarlardan sonra bir kez de “ sivil top­lum” veya “ üçüncü alan” gibi parlak gö­rülen yeni parolalarla “ iktidarsızlık” de­neyinin çürütücülüğünü mü yaşamak zo­rundalar? Cevabımızı sonuç bölümüne bırakıp devam edelim.

Sosyalizm hedefinin yerine de­mokrasi mücadelesini geçirmek: VVallerstein yine yanlış bir yorum yapı­yor. “ Demokrasinin devrimci faaliyeti engelleyen bir burjuva kavramı olduğu fikri” Marksistlere ait değildir. Enternas­yonaller döneminde proletaryanın mü­cadelesi için burjuva demokrasisinin ö­nemi sürekli vurgulanmış, hatta bu konu “ asgari program” (demokratik devrim) olarak mücadele literatürüne girmiştir. Ancak bugün farklı bir olgu yaşanıyor. Sosyalizm hedefi yerini çeşitli biçimlerde formüle edilen “ demokrasilere” bırak­mıştır. Yine Wallerstein’a göre “ demok­rasinin derin biçimde kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu” keşfe­dilmiştir. Günümüzün en tipik özelliği kavramların sınıf temellerinden soyutla­narak ele alınmasıdır. “ Demokrasi” , “ si­vil toplum” , hatta “anti-küresellik” en sık böyle çarpıtmalara uğrayan kavram­lardır. “ Demokrasi” , önünde sınıf nitele­mesi olmadan nasıl “ kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce” olabilir? Yukarıda

13 -—

Page 14: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

burjuva demokrasilerinin günümüzdeki durumunu özetledik. Bu demokrasiler­de egemen sınıfın görünür ya da görün­mez örgütlenmeleri ile kuşatılmış "de­mokratik özgürlükler” i her genişletme çabası aynı zamanda bir sınıf savaşıdır. Bu “özgürlükler” belli bir toplumsal güç­ler dengesine göre “ anayasa” laşmıştır. Bu güç dengelerini her zorlayan gelişme bu “anayasa” ile -yani kurulu düzen ile- çelişkiye düşer. “ Demokrasi” kavramı­nın günümüzde moda olduğu gibi soyut ve sınıf nitelemesiz ve hatta “ kapitalizm karşıtı” olarak kullanılması, aslında ikti­dar hedefini dışlayan, kapitalist düzen içi bir mücadeleyi tanımlar.

Sosyalist iktidarların arkalarında bir yıkım ve yıpranmış kavramlar yığını bı­rakmaları hiç de üç yüz yıldır tanıdığımız “ burjuva demokrasilerini” farklı nitelen­dirmeyi ve hatta soyut demokrasi kavra­mında devrimci özellikler bulmayı ge­rektirmez. Demokrasi kavramını soyut­laştırmak bugünün egemenlik sistemini bulanıklaştırmak olur. Oysa günümüz burjuva demokrasilerinin görünürdeki özgürlüklerinin perde arkasını, devlet ve egemenlerin ilişkisini, derin devletin ar­tan rolünü en fazla deşifre etme görevi ile yüklüyken, bu özgürlüklerle ilgili ol­madık umutlar yaratmak bir rastlantı değil, açık bir sınıfsal ve siyasal tercihtir. Yaşadığımız günlerdeki gibi büyük mevzi kayıplarından sonra devrimci harekette sadece maddi kayıplar, geri çekilmeler yaşanmaz, aynı zamanda ve çok daha de­rin etkiler yaratan düşünce alanında ge­ri çekilmeler yaşanır. Üç yüz yıldır bildi­ğimiz burjuva demokrasisini şimdi soyut demokrasi kavramını kullanarak kutsa­mak, böyle düşünce geri çekilmelerin­den birisidir.

Devrim ve iktidar bağının kopa­rılması: "Sovyetler Birliği’nin çöküşü mil­yonlar için yalnızca hayal kırıklığı demek değildi, bu durum aynı zamanda beraberin­de devrimci düşünceye özgürlük getirdi; devrimin iktidarın fethi olduğu tanımından özgürleşmesi.’’ "Ve bu da, devrim ile iktida­ra gelmek arasındaki bağlantının artık ko­parılması gerektiği anlamına gelir.” 3 Bu düşünceler özellikle geçtiğimiz yüzyıl boyunca Marksistler arasında ancak “ deli saçması” olarak kabul edilebilirdi. Bugün ise sadece bir düşünce jimnasti­ğinden ibaret değil, pratik karşılığı da var. Zapatistaların' çağrısı böyiedir. A r­jantin ayaklanması da böyiedir.

Durum böyle ise: “Dünya iktidar ol­madan nasıl değiştirilebilir? Cevabı çok a­çık: Bilmiyoruz.” (a.y., s.39)

Yazara göre Sovyetlerin çöküşü dü­şünceye “ özgürlük” getirmiştir. İnsan düşüncesi “ devrimin iktidarın fethi oldu­ğu tanımından” özgürleşmiştir. Sosyalist düşüncenin büyük iddiasının, proletarya devletinin sönümleneceği iddiasının ye­rine büyüyen ve hantallaşan ve sönüm­lenme ile ilgili en küçük işaret vermeyen bir devlet pratiğinin yaşanmasının en bü­yük bedeli iktidar ufkundan kopuşmak olmuştur. “ Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” (Marx) pratikte a­şırı bürokratik, düşünce ve davranış öz­gürlüğünü kireçlendiren devasa bir dev­let aygıtı yaratmıştır. Büyük düş kırıklık­ları yaratan sosyalist iktidarlar yönün­den soruna bakınca, sanki sonunda çö­küşe mahkum bir iktidar mücadelesinin hiçbir çekiciliği kalmayacağı için, devrim ve iktidar bağlantısında bir kopuşmayı anlamak mümkün görünüyor. Ancak so­runa “yaşayan” kapitalizmin yıkılması yönünden bakınca devrim ve iktidar so-

__ 14

Page 15: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu

runundaki kopuşmanın ortaya büyük bir sorun çıkardığı hemen görülebilir. Dev- rim iktidarı hedeflemeyecek ve eski dü­zeni iktidar aracıyla tasfiye etmeyecekse ne yapacaktır? Bu sorunun cevabı “ bil­miyoruz” olursa, devrimin de bir rolü ve anlamı kalmaz.

“Devrimci hareket genellikle iktidarın aynadaki yansıması olarak yapılandırılmış- tır Orduya karşı ordu, partiye karşı parti. Bunun sonucunda iktidar, devrimin içinde de kendini yeniden üretir” (a.y., s.59) Düşlenen komünizmle (iktidar yokluğu) bugünün kapitalizmine karşı mücadele ederken yaratılması kaçınılmaz örgüt ve savaş biçimlerini birbirine karşı koymak basit bir hata değildir, sonunda kapitaliz­me teslim olmaya, onun içinde çözüm aramaya dönüşür.

“Öyleyse anti-güç karşıt-güç değil, bun­dan daha radikal bir şey olmalıdır: Yaptır- -na-gücünün yok edilmesi ve yapma-gücü- nün özgürleşmesi.” (a.y., s.59) Burada de­rin bir kendiliğinden mücadele felsefesi /ardır. “ Yaptırma-gücünün” yok edilme­si, yani kapitalizmle mücadele için “ kar- s -güç” yaratırken kaçınılmaz olan ö r­gütlenme ve hiyerarşik dizilişlere karşı ’ yapma-gücünün özgürleşmesi” ni ileri sjrmek hiçbir şey yapmamakla eşdeğer­cedir. Örgütlü mücadelenin yaptırım gü­cüne karşı, “ büyük komünist rüya- yı” (a.y.) yani “yapma gücünün özgürleş­mesini” ileri sürmek, ne anlama gelir? Her türlü örgütlü dövüşe, yani “ karşı- güç” örgütlemeye, teçhizatlanmaya kar- şı çıkmak, bunun yerine “yaptırım gücü­mün yok edilmesi, yapma gücünün özgür­leşmesi” adı altında kendiliğinden gidişi kutsamaya varır.

Yetmiş yıllık sosyalist iktidar dene­

yinden sonra nereye vardık? 20. yüzyılın başında II. Enternasyonal içindeki tartış­malara geriye döndük. Devrimle iktidar arasındaki bağlantının koparılmasının bedellerini Kıta Avrupa’sındaki mücade­leler sırasında, özellikle Alman devrim­cileri acı acı ödediler. Mücadelede ken- diliğindenliğin abartılmasına -bunu o dö­nemler en çok Alman devrimcileri yap­tı- Rus Devrimi önemli bir nokta koydu. Ancak ardından yaşanan sosyalist iktidar deneyi ve devletin (iktidarın) yaşamın her alanına girerek hantallaşması, bü­rokratik kireçlenmeye uğramasından sonra, yeniden büyük bir parende atıp 19. yüzyıl ikinci yarısındaki mücadele bi­çimlerine geri mi döneceğiz? İktidar de­neyinin bozulma ve çökmeyle sonuçlan­ması, örgüt ve iktidar silahından vazge­çilmesi sonucuna mı varmalıdır? O za­man, mevcut kapitalizmin dişinden tırna­ğına örgütlü ve silahlı güçleriyle nasıl mücadele edileceğinin yolu gösterilmeli­dir. Buna büyük bir aymazlıkla “ bilmiyo­ruz” diye cevap vermek, postmoderniz- mi kutsamak anlamına gelir.

Şenliğe dönüşen “ anti-küresel” hare­ketlerin içindeki en önemli tartışma ve kopuşma nokrası “ devrimci şiddet” ko­nusundadır. Bu rastlantı değildir. Anti- küresel şenliklere FARC gibi silahlı mü­cadele veren örgütlerin çağırıimaması da bir rastlantı değildir. Yenilince elinde­ki en önemli silahı bir kenara bırakmaya benzeyen bu tavır, hangi “ büyük” düşü kurarsa kursun, sonunda rüyası k a p ita ­l iz m in iy i le ş t irm e s in d e n öteye gide­mez. Bu da bir yoldur. Açıkça söylendi­ğinde ortada bir sorun da kalmaz, her­kes kendi yolunda yürür. Sorun bütün bunların yeni devrimci düşünce olarak sunulmasındadır.

15

Page 16: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

Sosyalist sistemde yaşanan devlet deneylerinden hareketle, bir kez daha böyle bir deneyi tekrarlamamayı iste­mek anlaşılır olmaktan öteye, devrimci­ler için böyle bir tekrarın yolunu tıka­mak en önemli görevdir. Ancak buradan hareketle iktidar hedefinden, hatta kapi­talizmle mücadele için “ karşı-güç” yarat­maktan vazgeçmek bambaşka bir uca sıçramak olur. Sosyalist mücadelenin devlet ve iktidar konusunda kötü bir de­ney yaşaması, bu mücadele hedefinden vazgeçmek için yeterli değildir. İktidar hedefi, ancak, kapitalist egemenlerin kendi iktidarlarını halklarla paylaşması gibi veya başka bir ifadeyle egemenlikle­rinden belli ölçülerde gönüllü olarak vazgeçmesi gibi bir belirtinin, hatta sos­yal mücadele alanında böyle bir eğilimin doğmasıyla özde bazı değişimlere uğra­yabilir. Böyle bir değişim sınıflar müca­delesi tarihinde yeni bir döneme denk düşerdi, ve ancak böyle bir özelliğin sos­yal bir olgu haline gelmesi iktidar soru­nuna başka bir boyut kazandırırdı. Ardı­mızda çökmüş bir sosyalizm deneyi bı­rakmamıza karşılık, önümüzde kapita­lizm, sosyalist mücadeleyi gerekli kılan koşullarında hiçbir önemli değişim ol­madan var olmaya devam ediyor; daha öteye dünya egemenliğini iyice perçinle­mek için en son teknikle silahlanmasını yetkinleştiriyor, ayrıca derin devlet ve medya ile iktidarını toplumsal yaşamın en kılcal damarlarına kadar yaygınlaştırı­yor. Bu güce “ karşı-güç” yaratmadan na­sıl mücadele edileceğini, bu yaşamsal, ko­nuya cevabı “ bilmiyoruz” deyip geçiver­mek, postmodern dünyanın sefilliğinden başka bir şey değildir. “Yenildiğimiz ye­re” bir kez daha gideceğiz, bu kez daha yetkin mücadele yollarını yaratmak için!

İktidarın “ bozucu” , “yozlaştırıcı” et­kisinden hareketle devlet sorunundan kopuşma: İnsanlık tarihinde kuruluş gün­lerindeki coşkusuna, hedeflerine, söy­lemlerine, “ ideallerine” ters düşmemiş bir iktidar deneyi ne yazık ki yok! Dev­let olmadan önceki yazısız tarih boyun­ca, ilkel komünal dönemdeki kabile yö­netimleriyle ilgi bilgilerimiz insanlığın bu ilk yönetim biçiminin, yönettiği toplum­dan kopuşmadığını gösteriyor. Bu dö­nem dinlerde “ cennet” olarak düşlen- miş, bilimsel sosyalizmin kurucuları ise komünist hareketin iktidar sorununu tartışırken başlıca iki kaynaktan etkilen­mişlerdir. Birisi, o gün için hala güncelli­ğini koruyan Fransız Burjuva Devri- mi’nin dersleri ve Paris Komünü’nün “gökyüzüne saldıran” kahramanlığıdır. Devlet ve iktidar sorununda diğer etkili kaynak ise insanlığın ilk komün dönemi­nin deneyleridir. Bu iki kaynağın bilgile­rinin sentezinden “ proletarya diktatör­lüğünün” temel özellikleri öngörülmüş­tür. İnsanlığın ilk toplum biçimi hala dü­şüncelere bir esin kaynağı olabiliyorsa, bu, onun çıkar gözetmeyen, eşitlikçi, ko­lektif yapısından dolayıdır. Ancak bir kez komün çözülmeye başladığında, sınıflı toplumlar ortaya çıktıktan sonra, bu ya­pılarla temas eden komün yönetimleri­nin de acıklı yozlaşmalar yaşadığı bilini­yor.

Ancak tarihteki hangi iktidara bakar­sak bakalım, elbette ki tüm iktidarlar de­ğil, dönemine göre bir gelişmeyi temsil eden iktidarlar, ilk günlerinden yozlaş- mamışlardır. Onların sanki bir canlı gibi doğuş-kuruluş, gençlik, olgunluk, yaşlan­ma ve çürüme dönemleri olmuştur. Do­layısıyla iktidar sorununa bakarken ora­da sadece “ yozlaşma” ve “ bozulmayı”

__ 16

Page 17: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu__

görmek bir sürecin sadece bir bölümüy­le yaşananı-tüm süreci yargılamak olur. Bundan kötüsü, böyle bir bakış bozul­manın nedenlerini irdeleme yeteneği gösteremez. Öte yandan, “ sonunda na­sıl olsa yozlaşacak” bir aracı baştan kul­lanmaktan çekinmek politikada bir me­ziyet değil, ancak ahmaklık olabilir.

Devletle ilgili diğer vurgulanması ge­reken yön onun bağımsız, hiçbir şeye bağlı olmayan Hegelvari “ mutlak düşün­cenin en mükemmel dışa vurumu” ola­rak kavranmasının yanlışlığıdır. Mark­sizm, devleti sınıflar uzlaşmazlığı ve üre­tim temeli ile bağlantılı hale getirdikten sonra bu uyarı yersiz bulunabilir. Fakat günümüzde hangi yoldan yürüyerek o- iursa olsun iktidar hedefinden vazgeçen düşünceler, kendileri inkar etseler de, mevcut devleti sınıflardan bağımsız gör­me veya görmek isteme illetinden inme­lidirler. İktidarla yozlaşmayı kabaca eşit­leyenler, tarihten ve elbette sosyalizmin deneylerinden hatalı dersler çıkartmakla kalmıyor, hem de bu yozlaşmaya uğra­mamak gibi çok idealistçe görünen bir davranışla mevcut kapitalist egemenleri kendi “ yozlaşmış” iktidarları ile baş başa bırakarak, aslında onların egemenlikleri­ne dokunmamış oluyorlar. Saf ve parıltı­lı görünen bu parolaya, sınıf çıkarları dünyasından bakınca ortaya ezilenlerin çıkarlarının egemenlerin insafına kaldığı bir tablo çıkar.

İktidarda yozlaşma nedir ve alın yazı­sı mıdır? Olaya tek tek devletlerin tari­hinden bakmak uzun bir tarih yazımını gerekli kılar. Biz bazı genel sonuçlar çı­kartmakla yetineceğiz.

İktidarda yozlaşma, sınıfın çıkarları­nın yerine zümre çıkarlarını geçirmekle

başlar. Sınıfın genel çıkarlarını temsil et­mek yerine, iktidar imkanlarıyla oluştu­rulmuş, grupların veya zümrelerin çıkan öne çıkar ve sınıfla bir kopuşma yaşanır­sa yozlaşma bir iktidar değişimiyle so­nuçlanabilir.

Sınıflar mücadelesi tarihinde her za­man şöyle bir sorun olmuştur. Her sınıf iktidar mücadelesi verirken sırf kendi çı­karlarını öne çıkartmak yerine bu çıkar­ları toplumsallıkla örtülendirmiştir. Bu, sadece basit bir aldatmaca, bir politik o­yun değil, iki yön taşıyan bir gerçekliktir. İktidar mücadelesindeki sınıf, hem kendi çıkarlarına diğer toplum kesimlerini ka­zanmak için mücadele verir, hem de on­lara kendi çıkarlarını tüm toplumun çı­karlarıymış gibi sunar, böyle bilinç oluş­turmaya çalışır. Dolayısıyla bir sınıf daha iktidara geldiğinin ertesi günü bir handi­kapla yüzyüzedir. İktidar olan sınıfın kendi çıkarları için uygulamalarıyla, “ toplumun genel çıkarları” arasındaki gerilim yok edilemez, buharlaştırılmaz bir gerçeklik olarak her iktidarın önün­de durur. Ancak yozlaşma bundan iba­ret değildir, hatta bu değildir. Her ikti­dar uygulaması, kaçınılmaz bir şekilde e­gemen sınıfın çıkarları ile egemen olma­yanlar arasında bir gerilim yaratır. İkti­darda yozlaşma, hem toplumda genel bir meşruiyet kaybına denk düşer, hem de kendi temsil ettiği sınıfla, keyfi uygu­lamalardan, grup ve zümre kayırmaktan dolayı bir kopuşma içine girmek demek­tir. Yozlaşmalar çöküşlerle de sonuçla­nabilir, reformlarla hükümetlerin yeni­lenmesiyle de aşılabilir. İktidardaki yoz­laşma, bir zümre-grup lehine temsil e tti­ği sınıfla bir kopuşma noktasına kadar derinleşmişse, çöküş, iktidarın altüst ol­ması kaçınılmazdır.

17

Page 18: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

Uzun tarihi bir kenara bırakalım, ola­ya kapitalizm ve sosyalizmin tarihi ile sı­nırlı olarak bakalım.

Kapitalist devlet, kendi tarihinde en büyük krizi ve değişimi serbest rekabet­çi dönemden tekelci döneme geçerken yaşamıştır. Kapitalizmin yapısı değişir­ken devletin yapısı da değişime uğramak zorundaydı. Tekelci kapitalizmle sınıfsal egemenlik bütün burjuva sınıfından bir avuç azınlık olan finans kapitale geçiyor­du. Bu dönüşüm aynı zamanda burjuva iktidarlar açısından büyük bir bozulma- yozlaşmayla birlikte yaşanmıştır. Faşizm, bu soysuzlaşmanın zirve noktası olmuş­tur. Aslında sosyalist sistemin zoruyla burjuva demokrasileri 1950’ler sonrası yeni bir soluk almışlardır. Ancak kapita­list devlette özellikle i 970’ler sonrası yozlaşmalar yeniden derinleşmektedir. Sosyalizmin korkusundan kurtulan, re­fah devletlerini tasfiye eden kapitalizm, dev tekellerin baş rolü oynadıkları bir modern derebeyleşme sürecine çoktan­dır girmiştir. Yozlaşmayla ilgili her gün bir skandal patlıyor. Çöken tekellerle yüz binlerce çalışanın geleceği de çökü­yor.

Ancak günümüzün çok önemli bir ö­zelliği var, bencillik artık zirvelere tır­mandığı için yozlaşma bu anlamda yük­selen değerler arasındadır. II. Dünya Sa- vaşı’ndan çıkarken kapitalist ülkelerdeki sosyal değerlerle bugünküler karşılaştı­rılınca hemen görüleceği gibi iktidardaki yozlaşma birkaç bürokratın, hatta birkaç bin memurun bozulmasından çok öteye bir olgudur. Neo-liberalizmin felsefesi çıkarların her yoldan savunulmasını mu­bah görmektedir. Kapitalist devletler de bu yolda ilerliyorlar. Eğer iktidarlardaki yozlaşmanın, birkaç bürokratın bencilli­

ğinden öteye bir anlamı ortaya çıkıyor­sa, bu yozlaşmanın nedeni sırf iktidar ol­mak, ya da iktidarın imtiyazlarının insa­nın “aklını çelmesi” değildir. Bir devlette elinde büyük yetkiler tutanlardan her zaman “ şeytana uyan” çıkacaktır. Yoz­laşma ve bozulma bundan öteye bir şey­dir. “ Şeytana uyma” nın istisna değil ku­ral haline gelmesidir. Kapitalizmin küre­selleşme adı altında yürüyen yeni sö­mürgecilik dalgası, dünyanın yeniden paylaşımı, bugüne kadar edinilmiş ulusla­rarası kuralların yerini kaba gücün alma­sıyla, bir bakıma kapitalist devletlerde bir yozlaşmayla eş zamanlı gitmektedir. Çıkarlar dünyasında, dünün Soğuk Savaş dengelerinin dikte ettiği sistemin tümü­nü koruyucu kuralların, “ kuralsızlaştır­ma” parolaları ile ortadan kaldırıldığı bir tarihsel dönemde, iktidarların yozlaşma­sı kaçınılmazdır. Küreselleşen kapitalizm aynı zamanda hızla yozlaşmaktadır. Yoz­laşma günün yükselen değeri olsa da, her değerin olduğu gibi bunun da bir sı­nırı olacaktır. Ancak şimdi kapitalist dü­zenler dört nala bu yolda koşturuyorlar. Yozlaşma ve bozulmanın kaynağı sırf ik­tidar olmak değildir. Her dönem kendi iktidar biçimini, yani iktidarı sürdürme­nin, egemenlerin çıkarlarını yeniden ü­retmenin politikalarını yaratır. Bu üre­timde bir tıkanma olursa, bir başka de­yişle egemenliği yeniden üretemeyen bir iktidar bu sorunu çözemediği ölçüde yozlaşmaya mahkumdur. Tüm dünya ka­pitalizmini göz önüne alırsak, günümüz­de kapitalizm kendini yeniden üretmek­te büyük tıkanmalarla yüzyüzedir. Ben­zer bir dönem 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşandı. O günle­rin faşizm tarzında yozlaşmasıyla, bugü­nün “ uluslararası teröre karşı güvenlik”

Page 19: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu__

adı altında gücü elinde tutanların en key­fi yollara sapması arasında özce büyük benzerlikler vardır. Kapitalist merkezler “ bilgi çağı” nın bütün parıltısına rağmen yozlaşmaktadır. Son yapılan Davos top­lantılarında “ iş dünyasının” en önemli tartışma konusu “ahlak” tı. Göklere çıka­rılan neo-liberalizmle iş ahlakındaki çö­küş arasında bir bağlantı kuramayan ka­pitalist kafalar, soruna ancak geçici tep­kiler üretebilirler. Sonunda yeni bir bü­yük krizin öğretmenliği yaşanacaktır. Ü­çüncü Dünya ülkelerine ayrıca değinme­ye gerek yoktur, bu ülkelerdeki iktidar­lar ve toplumlar yozlaşma konusunda a­deta birbiriyle yarış içindedir. Kapita­lizmdeki bu genelleşen yozlaşma yeni bir devrim dalgası mı yaratacaktır, yoksa bazı reform uygulamalarıyla atlatılabile­cek midir? Bu sorunun cevabı henüz ve­rilmedi, ancak olaylar bu yöne birikiyor.

Sosyalizmin tarihinde iktidar sorunu­na bakarken Gulag Takımadaları’ndan başka bir şeyi görmeye yetenekli olma­yanlar, bozulmadan, yozlaşmadan öteye bir gelişim göremezler. Sosyalizmin ilk iktidar deneyi yetmiş yıl kadar sürdü. Ki­reçlenen bürokratik yapının kadife dev­rimler karşısında “ kağıttan bir kaplan gi­bi” dağılıvermesi sosyalist iktidar kavra­mı ile bürokratik bozulmayı düşünceler­de yapışık ikizler haline getirdi. Üstelik teorik öngörülerimize göre proletarya iktidarı aynı zamanda devletin sönüm- lenmesinin de ipuçlarını vermeliydi. An­cak yaşanan deneyde böyle ipuçlarını al­gılamak mümkün olmadı.

Teorik öngörülerle pratik uyuşma­yınca, yapılacak iş olayları teoriye uydur­ma zorlamaları değildir, yaşanan deney­lerden yeni teorik dersler çıkartmak ge­rekir. Yaşanan iktidar deneyinden sade­

ce “ iktidarın yozlaşmasının kaçınılmazlı­ğı” ve “ iktidar ufkunun terkedilmesi” so­nucunun çıkartılması için postmoderniz- min zehriyle uyuşmuş olmak gerekir. Tarihten ders çıkartılırsa tekrar etmez.

Bürokratik bozulmanın alın yazısı ol­madığı, yetmiş yıllık iktidar dönemi irde­lendiğinde görülebilir. Sovyetler Birli- ği’ni dikkate alırsak, kuruluş ve emper­yalist saldırıya karşı savunma (II. Dünya Savaşı süreci) yıllarıyla, özellikle 70’ii yıl­lar sonrası iktidar yapısı arasında önem­li farklar vardır. Yazımızın sınırları içinde sosyalist iktidarlardaki yozlaşma konu­sunda bazı dersler çıkartmak gerekirse, konuyu “ iktidarın yozlaştırdığı” gibi kaba önyargılardan kurtarmak gerekiyor. Sosyalist iktidarlar özellikle kuruluş yıl­larında büyük görevler başarmışlardır. Ancak öyle bir dönem gelmiştir ki, iç ve dış koşullardaki değişime göre yeniden yapılanma geciktiği ölçüde yozlaşma ta­şınamaz noktalara gelmiştir. Gorba- çov’un uygulamaları böyle bir yeniden yapılanma girişimiydi, ancak en az yirmi yıl gecikmiş uygulamalardı. O nedenle, su kaynatmış bir motorun kapağını aç­mak gibi bir etki yarattı. Kapağı açanları yaktı.

Eğer sosyalist iktidar sorununu çok yapıldığı gibi önder kişiliklere birebir bağlayıp ve kişilere göre övmek veya la­netlemek biçiminde ele almayacaksak, sistemin sosyal ve ekonomik yapısındaki gelişme ve tıkanmaları irdelemek gere­kiyor. Bu yazı sınırlarında daha önce çı­karttığımız bazı sonuçları 4 özetlemekle yetinelim.

Sosyalizmin iki temel uygulaması, ki teori böyle öngörmüştü, merkezi plan­lama ve devlet mülkiyeti, kuruluş yılla-

19 —

Page 20: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

rından sonraki süreçte tersine işleyen etkiler yaratmaya başladı. Tarihte hiçbir devlet, -tann firavunların yönettiği antik Mısır devletleri dahil- böylesine devasa bir güce sahip olmadı. Bu muazzam güç bir dönem çok hızlı adımlar atılması an­lamında büyük roller oynadıysa da, kri­tik dönüm noktalarında kıvrak dönüşler yapamayacak kadar irileştikten sonra, gücünün rakipsizliği onun aynı zamanda en büyük zaafı haline geldi. Zaaflarının toplumdan kendine doğru yansıma yol­larını kapattıkça, kendine bakacak bir ayna bulamadı, her yere kendi gölgesini yaydı. Tarih, devlet mülkiyeti ve merke­zi planlama uygulamalarının bir sınırı ol­duğunu gösterdi. Eğer sosyalizm tarihin­den bir ders çıkartılacaksa bu sınırların iyi tanınması gerekir.

Bir diğer konu devlet ve parti ilişki­sinde her iktidar yılında kapanan ve so­nunda tekleşen sürecin yaşanmasıdır. Burada da çok önemli sınırların olduğu ortaya çıktı. Kuruluş sürecinden sonra, devletin çürüyüp bozulmaması için onun dokunamayacağı alanların olması gere­kir. Partiler, tüm toplumsal örgütlenme­ler sosyalist anayasa içinde devletin dı­şında bir ağırlığa sahip güçler olmalıdır. “ Sosyalist iktidarla halk örgütlenmeleri arasında bir çelişki ve hatta mücadele o­lur mu ?” sorusunu tarih olumlu yönde cevaplamıştır. Olmayacağını iddia etmek aynı zamanda devletin, tüm doğruların mutlak belirleyicisi olabileceği gibi idea­list, hatta Hegelvari bir devlet anlayışına savrulmak olur. Gücün bu ölçüde mut­laklaşması aynı zamanda onun çürümesi de oluyor.

Son olarak, emperyalist kuşatmanın ‘ yarattığı, yıllar geçtikçe artan bozulma­

lardır. “ Demir perdeyi” sosyalizm yarat­

__ 20 ____________________________

— yol--------------------------------------------

madı. Tam tersine Soğuk Savaş’ın başın­da, ana stratejik yöneliş olarak ABD ta­rafından yaratıldı ve her fırsatta yüksel­tilip kalınlaştırıldı. Devrimden hemen sonra yaşanan iç savaş ve li. Dünya Sa- vaşı’nda faşizmin saldırısı ve savaş biter bitmez başlayan “ Soğuk Savaş” , Sovyet- ler Birliği yönetiminde aslında I930’lu yılların ortalarında başlayan “ her yerde düşman görme” olgusunu paranoya se­viyelerine kadar tırmandırmıştır. Evet, aslında her tarafta düşman vardı, Soğuk Savaş’ın kuşatmasında her bulduğu fır­satta sosyalizme saldırıyordu. Böyle bir düşmana karşı her an uyanık olmakla a­deta tüm hareket yeteneğini yitirerek her nüansta düşman görüp bizzat halk­tan kopuşmak başka bir şeydir. Bugünle­ri ucuz ve kaba değerlendirmek aklımı­zın ucundan geçmez. Ancak bürokratik azmanlaşmaya uğrayıp sonunda değişim yeteneğini yitiren devletin oluşumuna bu günlerin “ katkısını” da iyi çözümle­mek gerekir.

Bu konuda pek çok detaya takılmak yerine bir nokta üzerinde vurgu yapmak gerekiyor. Emperyalizmle kuşatılmış sosyalizmin sürekli savunmada kalması, onun hareket yeteneğini büyük ölçüde öldürmüştür. Oysa hem ideolojik ola­rak, hem güçler değişiminin yarattığı her fırsatta saldırı tavrını sürdürmek, çok daha kıvrak, usta, esnek bir devlet yapı­sıyla mümkündü. Paslanmayı engellerdi. Saldırıdan kastettiğimiz elbette o günle­rin devrimci ortamında çok korkutucu bir uyarı yerine geçen “ macera” aramak değildi; psikolojik olarak üstün konumla­rı yakalamak ve her pratik fırsatı değer­lendirmektir. Oysa hep emperyalizm saldırdı ve sosyalizm hep uzlaşma, “ barış içinde birlikte yaşama” yollarını aradı.

Page 21: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu__

5u süreç sonunda dünya devrimci hare- ■ etleri için olduğu kadar, bizzat Sovyet- er Birliği için de durgun bir bataklık ya­rattı,

İnsanlık bu hatalarının bedelini sosya- s: sistemi yitirerek ödedi. Ve bu yıkılış

: ısında insanlık tarihinin, en kısa za­manda yapılan en büyük soygunu yaşan­dı. Yarım yüzyılı aşkın süredir b iriktiril­miş toplumsal servet birkaç yılda “ özel­leştirilmelerle” yağma edildi. Bütün bu olanlardan, iktidarın yozlaştırdığı sonu­cuna varıp kapitalizm içinde kendini e­bedi muhalefet olmaya mahkum etmek, yağmacılığı bir kez daha dizginlerinden boşalan dünya emperyalist sistemine bu dönemde verilebilecek ikinci büyük he­diye olur. Birincisini 80’li yılların sonun­da Berlin Duvarı’nı yıkanlar vermişti.

SONUÇ

Ezilen yığınlar yozlaşan sosyalist ikti­darlardan sonra bir kez de “ sivil top­lum” veya “ üçüncü alan” gibi parlak gö­rülen yeni parolalarla “ iktidarsızlık” de­neyinin çürütücülüğünü mü yaşayacak­lar? Bu soruya bugünün gelişmelerinin ı­şığında “ evet” cevabını vermek zorun­dayız. Sadece iktidarın değil, “ İktidarsız­lığın” da çürüteceğini geniş yığınlar ken­di pratikleriyle görüp öğrenmek zorun­dalar. Geniş yığınlar böyle öğreniyor. Büyük savrulmalar, keskin çöküşler, bunların sonucu ve bir bilinç sıçraması­na yol açan “ tarihsel kopuşmalar” yaşan­madan yığınlar öğrenmiyor. Medya bü­yük bir silahtır. Medya ile yığınlara her şeyin dikte edilebileceği gibi kaba bir so­nuca varılabilir. Ancak bunun doğru ol­madığını en iyi yıkılan sosyalizm kanıtla­dı. Sonuç olarak, yozlaşan iktidarlardan

sonra bu kez iktidar olamamanın yarata­cağı yozlaşma ve çürümeler yaşanacak. Aslında bu çürümeler çoktandır yaşanı­yor. Orta Afrika’ya, Ortadoğu’ya, Gü­ney Asya’ya, özellikle Latin Amerika’ya bakınca bu hemen görülebilir.

Bugün devlet ve iktidar konusunda özellikle iki öne çıkan olguyu tespit et­mek önem taşıyor. İlki, burjuva demok­rasilerinin, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ya­şandığı gibi, yeni bir itibar kaybı süreci­nin derinleşmesidir. Sosyalizmin yıkılışıy­la burjuva demokrasileri otomatik ola­rak itibar ve güç kazanmadılar. Seçimle­re ilginin gittikçe azalması, parlamento gibi kurumlara güvenin çok düşmesi, hü­kümetlerin iradesinin olmadığı, onu gü­denin ve yönlendirenin derin devlet ol­duğu konusundaki, yargılar artmaktadır. Hele bu konuda Üçüncü Dünya ülkele­rine bakıldığında oralarda tam bir traji­komik demokrasi oyunu oynanmakta­dır. Sosyal gelişimin tüm alternatiflerinin yok edildiği, her yolun neo-liberalizme çıktığı günümüz dünyasında, parlamento yenilenmesi ve hükümet değişimleriyle hemen hiçbir şeyin değişmediği her gün daha iyi gözler önüne seriliyor. Burjuva demokrasilerinin bugün en büyük handi­kabı, tıpkı “ tek partili Sovyet sistemini” eleştirdikleri duruma düşmüş olmaları­dır. Ortada çok parti olmasına rağmen, bir tek iktidar tarzı vardır. Bu iktidarı seçim ve parlamento şovları artık eskisi kadar örtemiyor. Tekellerin, tekel grup­larının iktidarı ve onların yeni vurgunlar için aralarındaki çekişmelerinin sahne­lendiği tiyatroya demokrasi deniyor, an­cak bu oyun her geçen gün daha fazla seyirci kaybediyor.

İkinci eğilim, gerek kapitalizm ve ge­rekse sosyalizm deneyinden dolayı kitle­

--------------------------------------------- 21 ----

Page 22: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

lerde, henüz tam bir şekle bürünmese de, merkezi iktidarlara, bu yönetim biçi­mine karşı bir tepki büyümektedir. Bu tepkinin bir yanında, iktidardan (merke­zi) vazgeçmek, onun yerine yerelliği öne çıkartmak vardır. Merkez tekellerce iş­gal edilip kuşatıldığı için, bir yanıyla hem ulaşılmaz görülüyor, hem de kirli alan o­larak lanetlenip yerellik öne çıkartılıyor. Bu eğilimin kapitalizmin yeni bir gelişim dönemine denk düşmesi gerçekliği de vardır. Yeni bir tekelci kuşak yetişiyor, bunun yarattığı bir gerilim ve sancı var­dır. Öte yandan, kar hadlerindeki düş­me, yeni tekniğin büyük bir sıçrama ya­ratmaması ve sermayenin üretimden spekülasyona kaymasındaki artış, kara e­konomiyi büyütüyor, paylaşım pastası daraldıkça tekellerin içinde ve dışında e­konomik gruplaşmalar artıyor. Bu bö­lünmelerin sonucunda şirketler varlıkla­rını koruyabilmek için kendilerine ideo­loji yaratıyor ve yekpare gibi görünen pazar bu ideolojik sınır çizgileri ile bölü­nüyor. Bütün bunlar yönetimde bir ye­relleşme eğilimiyle birlikte gidiyor.

Sonuç olarak, burjuva demokrasileri bir yönetim biçimi olarak aşılma sancıla­rı içine girmiştir. Onlar da aşırı şişen devletten, hareket yeteneğini azaltan ka­tı kurallardan şikayetçidirler. Merkezi devletteki bu bozulmanın sonucu, hükü­met dışı organizasyonların, yeni bir sivil toplum arayışlarının -ilk arayışlar feoda­lizmin çözülme sürecinde yaşanmıştı-or- taya çıkması bir anlamda doğaldır. Doğal olmayan bu gelişmelerin ufkunu yanlış yöne çevirmek, iktidar hedefinden vaz­geçmek ve yerelliği mutlaklaştırma eği­limleridir. Temsilciler yozlaştıkça temsi­li burjuva demokrasisi yıpranıyor ve aşıl­ma sancıları içine giriliyor. İnsanlık doğ­

__ 22

rudan komün demokrasisinden, komün çözülüp ümmetler, toplumlar, uluslar doğdukça temsili demokrasiye geçti. Ye­niden bir komün demokrasisi gibi doğ­rudan demokrasiye geçmek elbette mümkün değildir. Ancak yozlaşan burju­va demokrasileri de olayların gösterdiği gibi “ tarihin sonu” değildir.

En genel anlamda insanlığın bilinci ge­liştikçe yeni biçimlerle doğrudan de­mokrasiye gidiş ağırlık kazanacaktır. Merkez ve bölgeler arasında yeni ilişki yöntemleri yaratılacaktır. Ancak siyasal yönetim bilindiği gibi bir üretim biçimi­nin yaratığıdır, kendisi bir türevdir. Bu anlamda mevcut kapitalist düzende doğ­rudan demokrasiye gidiş imkansızdır. Görünüşte ve olayların zorlamasıyla doğrudan demokrasiye doğru biçimsel ve medyatik adımlar atılırken, tekelci e­gemenliğin yitirilmemesi için aysbergin görünmeyen yanı, derin devlet güçlendi­rilmek zorundadır-. Bu çelişkinin ne za­man ve nasıl köklü bir siyasal krize -as­lında “ demokrasi krizine” - dönüşeceğini bugünden öngörmek elbette mümkün değildir. Böyle bir krizin çözümlenmesi ise sadece siyasal biçimlerin değişimiyle değil, kapitalist üretim biçiminin de deği­şimi ile mümkün olacaktır. “ Sivil top­lum” oyalanmaları ile ya ömrü daralan burjuva demokrasilerinin doğrudan de­mokrasi görüntüleri ile ömrü uzatılacak ya da iktidar hedefli mücadele ile bu gö­rüntü yırtılarak kriz derinleştirilecektir.

“ İktidar olmadan dünyayı değiştir­mek” sırf “ sivil toplumun” baskısıyla, burjuvazinin kendi sınıfsal özünün değiş­tirilebileceği düşüne denk düşer. Ele­mentlerin özünü-yapısını değiştirmek, ancak onların atom çekirdeklerinin nöt­ron bombardımanıyla dağıtılmasıyla

Page 23: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

devlet ve iktidar sorunu__

mümkün oluyor. Burjuvazinin kendi çı­karları konusunda, atom çekirdeği kadar katı olmadığını düşlemek için elde hangi kanıt var? Sosyalist iktidarlarda sadece yozlaşmanın kanıtını bulanlar ve “ iktidar olmadan dünyayı değiştirmeye” soyu­nanlar, benzer bir biçimde burjuvazinin yapısal bir değişime uğrayabileceğinin kanıtını sunmalıdırlar. Yoksa bu kanıt, yeni dünya düzeninin liderlerinin dilin­den düşmeyen “ demokrasi” ve “ insan haklan” söylemi midir?

DİPNOTLAR(1) Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları, s.28

(2) Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, s.203

(3) John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, s.37

(4) Mehmet Yılmazer, Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağına Ne Oldu? s.297

23

Page 24: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

M. Sinan

TK P ELEŞTİRİSİSon iki yılın sol dünyasının önemli

bileşenlerinden bir tanesi de TKP idi, böylece TKP I 3 yıl sonra Türkiye siya­set sahnesine yeniden dahil olmuş o l­du. Gelenek dergisi çevresi, STP ve SİP konaklarından sonra kendisi açısından önemli bir açılım gerçekleştirerek TKP ismini kullanmaya başladı. Bir süre isim tartışması TKP’yi gündemleştiren ö­nemli faktörlerden bir tanesi idi, fakat 1974 atılımı ile sembolleşen TKP’ye sahip çıkacak bir irade ortada kalmadı­ğı, sosyalist hareketin burjuva sosyaliz­mi haznesinin bu önemli bileşeni tü ­müyle likide olduğu için birkaç çatlak ses çıkmasına rağmen SIP-TKP dönü­şümü sorunsuz bir şekilde atlatıldı ve TKP siyaset sahnesindeki yerini aldı. Kendilerine hayırlı olsun.

Açıkçası biz de ilk başta onların bu ismi kullanmalarının çok da hakkani­yetli bir sonuç olmadığını düşünüyor­duk fakat gelinen noktada geçmiş TKP’nin ardılları buna sahip çıkacak bir irade ortaya koyamadılarsa bizlere di­yecek pek de bir şey düşmüyor herhal­de. Hem de 1974 TKP’sinin mirası biz- ler açısından uğruna kavga edecek dü­zeyde bir değeri ifade etmiyor. Geçmiş TKP’nin kalıntılarının ne kadarlık bir o ­ranının ismin büyüsüne kapılarak yeni­den “ TKP” li olduklarını bilecek du­rumda da değiliz. Fakat böylesi bir gö­çün kısmen de olsa gerçekleştiğini bili­yoruz. Haluk Yurtsever gibi bir ismin de TKP saflarına katılmış olması böyle­si bir âkımın kısmen de olsa gerçekleş­

tiğini gösteriyor.

Fakat gelinen bu noktada TKP’yi ye­niden kuranların beklediği ölçüde ciddi bir toparlanma olmadığı, SİP’in geçmiş kimi parlak dönemlerindeki kitleselliği­ni ve etkinliğini yakalamakta zorlandığı­nı görüyoruz. Oysa beklentiler biraz daha aksi yöndeydi. TKP isminin b ir­çok kişi için önemli bir cazibe merkezi olacağı ve bunun da söz konusu hare­keti en azından kendi mecrasında ö ­nemli oranda öne çıkartacağı düşünü­lüyordu fakat böylesi bir sonuç ortaya çıkmadı.

Ortaya çıkan TKP görüntüsü, geç­miş SİP görüntüsünün ötesine geçebil­miş değil. Ağırlıklı olarak öğrenci hare­keti olma karakteri, SİP’in en önemli özelliklerinden birisi idi. Aradan geçen iki yıl sonrasında bu karakter biraz da­ha güçlenerek hakim görünmektedir. Oysa 80 öncesi TKP, bütün politik za­aflarına rağmen özellikle DİSK aracını çok etkin bir şekilde kullanarak, döne­min Devrimci Yol ile birlikte en yaygın iki hareketinden biri haline dönüşmüş­tü ve özellikle de sendikalar ve işçi sı­nıfı içerisinde önemli bir ağırlık yarat­mıştı. SİP’in bu yönde bir evrim yaşaya­bileceğini düşünmemiz için ortada hiç­bir işaret görünmemektedir.

Fakat TKP, basındaki eski TKP’lile- rin de gösterdiği ilgi ve alaka ile bir ön­ceki seçimlerde ÖDP’nin mazhar oldu­ğu ilgiyi ve popülerliği yakaladı. Her ne kadar bu ilgi, aynı ÖDP’de olduğu gibi

__ 24

Page 25: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmış olsa da TKP'lileri bir dönem için o l­dukça mutlu etmişe benzemektedir. İ­ki yasal partinin seçim sonuçlarını de­ğerlendirmeleri oldukça farklı oldu. ÖDP’nin yaşadığı seçim başarısızlığı, yaklaşık %0.34 oy almasına rağmen- partinin çatırdayarak bugünkü büzül­meye ulaşmasında önemli dönüm nok­talarından biri olmuştu. Oysa TKP %0.19’luk oy oranını önemli bir başarı olarak nitelemeyi başardı ve enseyi ne­redeyse hiç karartmadı. Krizin, yoksul­laşmanın damgasını en yoğun bir biçim­de vurduğu bir seçimden komünistle­rin en az oyu alarak çıkmalarının aracı oldu. Gerçi TKP ideologları böylesi bir sonucu da, aynen DEHAP’ı destekle­memek konusunda olduğu gibi, muhte­melen “ ilkeli duruş” vs. içeriğinde meş­rulaştıracak söylemler geliştirmeyi ba­şarmışlardır lâkin biz okumalarımızda bunları görme fırsatına ulaşamadık.

Peki gelinen bu noktada TKP’yi e­leştirmenin işlevi nedir? Bunun birçok yönü olduğunu düşünüyoruz. Birincisi geçmişteki olumlu alışkanlıklarımızdan birisi olan siyasetler arası polemik yap­ma geleneği neredeyse tükenmektedir. Gerçekten de kimse birbirini progra- matik, teorik ve siyasal hedefleri açı­sından eleştirmez hale gelmiştir. Bu­nun herkesin kendi dünyasına fazlasıy­la saplanmasıyla bir ilişkisi de vardır,

,ki m,sf? ni n j?irld ■ J?i>* fAfîliti-k j jestim, ifa r'1 - sinde olmaması ile de. Arada yaşanan eleştiriler ise düşünsel bir arka plana sahip olmayan, genel mücadeleye katkı sunmayan, kavramsal yakıştırmalarla ya da gayet tekil olaylarla sınırlı bir çerçe­vede yapılmaktadır. “ Şurada niye böyle değil de şöyle davrandınız” gibisinden.

tkp eleştirisi__

Oysa bugün sosyalist hareketin kendi­sine bir yön aradığı şu süreçte belli bir düşünsel üretim ve emeğe yaslanan e­leştirilerin katkı sunacağını düşünüyo­ruz, dolayısıyla bu geleneğe sahip çık­mak istiyoruz.

İkincisi TKP bugün bütün zayıflığına rağmen özellikle üniversiteli gençlik i­çerisindeki kendisi açısından başarılı performansıyla, ideolojik eleştirinin yöneltilmesi gereken bir pozisyon e­dinmiş durumdadır. Gerçekten de TKP, bugün öğrenci gençliğin, yani devrimci hareketin kadro kaynakların­dan birinin devrimci hareket saflarına akmasının önündeki engellerden biri haline gelmiştir. Devrimci kitle hare­ketlerinin bütünüyle geriye çekildiği, Kürt hareketinin Öcalan’a yönelik komployla, devrimci hareketin de F t i­pi operasyonuyla yaşadığı iki büyük ye­nilgi sonrasında ortaya çıkan moral çö­küntü ortamında, gençliğin TKP safla­rında yoğunlaşması mücadelenin gele­ceğini karartan sonuçlar yaratabilecek bir olaydır. Bu durum sosyal bir olgu­dur. Dönemin yenilgi ve geri çekilme, liberalleşme ana motifleriyle uyumlu bir sonuçtur. Ezilen sınıfların tüm ö ­bekleri adım adim geri çekilmeyi yaşar­ken öğrenci gençlik hareketinin de ge­ri çekilmesinin dayandığı nokta TKP olmuştur. Bu durumu aşmanın önemli araçlarından bir tanesinin de ideolojik mücadele olduğunu düşünüyoruz.

* * *

TKP kibirli bir özgüven siyasetidir. Kendileri ile ilgili görüşleri inanılmaz a­bartılıdır. Bu akımın yıllardır öğrenci gençlik hareketi içerisinde birikmek ve düzenli bir yayın faaliyeti yürütmek dı­şında hiçbir siyasi başarısı bulunma-

25 ----

Page 26: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

maktadır. Son yılların hiçbir önemli toplumsal hareketinin önemli bir özne­si olarak yer alamamışlardır. Gazi D i­renişi ile sembolize edilen sürecin ta­mamen dışındadırlar. Kürt hareketiyle dayanışma konusunda her zaman ken­di sınırlarına riayet etmişler, hiçbir za­man bunları aşmamışlardır. Tarihlerin­de başardıkları hiçbir ciddi işçi örgüt­lenmesi yoktur. Mahallelerden uzunca bir süredir dışlanmışlar ve bir daha da dahil olamamışlardır. Çok övündükleri teorik altyapıları ve Marksizm birikim­leri ise çoğu kritik momentte çok yan­lış siyasal hatlara sapmalarına engel o­lamamıştır. 28 Şubat sürecinde yaşa­nanlar ve ordunun yarattığı sürecin et­kileri ile ilgili beklentileri bu öngörü- süzlüklerinin önemli bir göstergesi o l­muştur. Düzeni gerçekten tedirgin e­den önemli devrimci kalkışmaların ne­redeyse tümüne mesafeli bakmışlar, bı­yık altından eleştirmişlerdir. Hatta bu tavırlarını “ Hayata Dönüş Operasyo­numda katledilen devrimcilerin kanları kurumadan devrimci demokrasinin yok oluşuna dair yazdıkları ibret belge­leri ile de doruğa çıkarmışlardır. Belki de sosyal psikoloji açısından kolektif bir suçluluk duygusudur bunları böyle- si bir kibire yönelten.

“ TKP’deki içeriğe eşdeğer bir ideo­lojik, siyasal ve örgütsel donanımın ya­nından geçen kimsecikler bulunma­maktadır.” Kemal Okuyan’ın SİP’in 6. Olağan Kongre kararlarında belirttiği bu görüşlerinin ne gibi bir temele da­yandığını gerçekten merak ediyoruz. Bu beyler hangi sınamadan geçmişler­

.. dir? İdeolojik donanımları nasıl olmuş­tu r da kendilerini devrimci olan her şeyden uzağa ama askercil olan her şe­

__ 26

yin yakınına sokmuştur? Bu soruların cevabını tarihe bırakıyoruz. Umarız söylenen birikim mevcuttur da bundan bizler de kendi çapımızda bir şeyler yapmaya çalışanlar olarak feyz alırız. Fakat durumun pek de içaçıcı olmadığı da ortadadır. Ortada feyz alınacaktan ziyade uzak durulacak şeyler daha faz­laymış görünmektedir.

SİP’in TKP ismiyle siyaset yapmaya başlaması son kertede eşyanın doğası ile ilgili bir şey olmamıştır. Zaten bunu da açıkça ifade etmişlerdir. İsmin TKP gibi sanki daha genel bir kapsamı ifade eder hale gelmesi partinin yeni bir sen­teze ulaşmasının konağı değildir. SİP, aslında SİP olmaya devam etmektedir. Kadrosal ve ideolojik anlamda bir ge­lişme söz konusu değildir. Doğrudur, TKP ismi Türkiye komünist hareketi­nin tarihi açısından uzunca bir süre ö ­nemli b ir yer edinmiştir. Fakat 1970’ler sonrasında artık geneli ya da tüm hareketi değil sosyalist hareketin sadece bir haznesini temsil eder hale gelmiştir ve I. Bilen ekibinin çizgisi ola­rak değerlendirilir olmuşlardır.

Dolayısıyla bugün SİP isimli bir par­tinin TKP adını kullanır hale gelmesi, hiçbir yapısal dönüşüm geçirmeden sa­dece ismini değiştirmesi ile HADEP’in DEHAP olması arasında çok ciddi bir farklılık yoktur. Doğrudur, özellikle geçmişte komünist isminin kullanılabil­mesi uğruna insanlar büyük bedeller ö ­demişlerdir, komünist ismine sahip çıkmanın çok ağır bedelleri olmuştur. Fakat malumunuz dünya da 20 yıl ön­cesinin dünyası değildir, Türkiye’de bi­le 141. ve 142. maddeler komünist o l­mayı suç olarak gören ilkeler içermek­ten vazgeçmiştir.

Page 27: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Oysa TKP’ye göre, SİP’in TKP ismi­ni alması Türkiye Devrimci Hareketi a­çısından büyük bir sıçrama olmuştur: “TKP açılımı solda bir dönemin kapanı­şına denk düşmektedir.” (...) Neredey­se bir partinin isim değiştirmesi Türki­ye sosyalist hareketinin yeni bir döne­minin açılması olarak lanse edilecek. Bu çok iddialı, hatta abartılı bir yakla­şımdır. TKP isminin kullanılabilir hale gelmesi sınıfın gerçekten ciddi bir mü­cadele ile kazandığı bir mevzi olsaydı, belli bir örgütlenme ve programa denk düşseydi bile böylesi bir değerlendir­me abartılı ama en azından anlaşılabilir olabilirdi. Bugün ise bu kullanım, AB’ci makyajlardan biri olarak görünmekte­dir. “ Bakın artık o kadar demokratik­leştik ki seçimlere Türkiye Komünist Partisi bile katılabiliyor.”

TKP ise tabii ki doğal olarak böyle­si bir kazanımı fazlasıyla önemsemek- tedir. Bunun önemli bir açılım imkanı □arındırdığına ikna görünmektedirler, “ abii ki herkes istediğine inanma ve is­tediğinin propagandasını yapma hakkı­na sahiptir. Ama dünya devrimci hare- <eti birçok açıdan önemli bir krizden geçmektedir ve Türkiye’deki örgütlen­meler de bu krizi en şiddetli bir şekil­se yaşayan ulusal öbeklerden birisidir. 3öylesi köklü bir krizin çözümü için i- $ m değişikliğinden, zamanında gerçek­ten itibar görmüş bir ismi yeniden kul- anıma sokmaktan medet beklemek □ ek umut veren bir yöntem olarak gö­zükmemektedir.

¿i * *

TKP, genel olarak önümüzdeki dö- ■¡emin sosyalist harekete daha geniş □ir manevra alanı yaratacağını düşünü­yor. Bu manevra alanı analize göre sis-

tkp eleştirisi__

temin kendi iç gerilimlerinden kaynak­lanıyor. Sistemin başı bugün yıllardır sola karşı yarattığı ve kullandığı kimi si­yasi hareketlerle beladadır -Siyasal İs­lam ve MHP-. Dolayısıyla bunları bes­leyen ideolojik alan daralmakta, bunla­rın eskisi kadar etkin olmalarına imkan sağlanmamaya çalışılmaktadır. “ Düzen oyunun bir perdesini kapatmaktadır. Gelinen noktada (düzen açısından) e­mekçi ve sol bir siyasal bölmenin red­di hem hayata geçirilemeyecek bir tu ­tarsızlık anlamına gelecektir hem de öznel niyetler ne olursa olsun siyasetin mantığı gereği bu ret gerçekçi olmaya­caktır. 1960’lardan yaklaşık 35 yıl son­ra burjuva egemenliği bu sağ dinamik­lerden ve bunların yol açtığı tıkanıklık­lardan muzdariptir (...) Türkiye burju­vazisi sola artık'içerisinde oynayacağı bir kum havuzunu layık görmektedir.” (...) Aslında Türkiye burjuvazisi bunu uzunca bir süredir yapmaktadır. Türki­ye’de 90’lı yılların başlarından itibaren hatta PKK ile çatışmaların en sıcak o l­duğu dönemlerde dahi böylesi bir “ kum havuzu” na tahammül vardı. BSP, ÖDP, EMP, SİP, STP vs. bunlar 90’lı yıl­larda Türkiye sol hareketinin bileşen­leri olarak siyaset yaptılar ve düzen

-bunlara bu tahammülü gösterdi. Hatta türlü baskılara rağmen yüzlerce sosya­list ve komünist yayın düzenli olarak yayınlanabilmektedir. Düzen buna da tahammül etmektedir.

TKP’nin, bu durumu, yeni bir dö­nem açılıyor havasında tespit etmesi­nin altında ne yatmaktadır? TKP, bura­da bu açılımı büyük oranda Susurluk ve 28 Şubat’tan itibaren tarihlendirmek- tedir. Yani bu açılıma rengini veren a­na güç, ordudur, MGK’dir. 28 Şubat

27 ----

Page 28: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

süreci, SİP’in kafasını oldukça karıştır­mıştı. Kentli orta sınıflarda kısa bir dö­nem için canlanan laikçi-modernci ha­reketlenme, Cumhuriyet gazetesi çer­çevesinde “ sol” bir içerik de taşımak­taydı. Bu durum, ordunun böylesi bir hareketin başlatıcısı olarak “ ilerici” bir rol kazanmasına yol açmış görünmek­tedir. 27 Mayıs’lar, 9 Mart’ lar bu sü­reçlerde yeniden tartışma masalarına yatırılmıştır. 27 Mayıs’ta ordunun açtı­ğı yoldan TİP ve ardından diğer dev­rimci güçler gelişmiştir. Bugün 28 Şu­bat, benzeri bir yolu açmış olabilir mi? Bu soru uzunca bir süredir TKP’nin kafasında dolanıp durmaktadır. Bu yüz­den döneme rengini veren ana aktör olarak orduya karşı alman pozisyonlar hayati bir önem taşımaktadır. Aslında bu son dönemde kendisini genel olarak “ sol” içerisinde ifade eden kesimlerin bir kısmı için doğru bir tespit haline gelmiştir. Kendi özgücüne güveneme- yen, birilerinin açtığı yoldan ilerleme dışında bir yol olabileceğini düşüneme- yen kesimler sürekli olarak bir gözleri­nin ucuyla askeri takip eder hale gel­mişlerdir. Bu ruh haii 200 bin kişilik bir sendikanın başkanına kadar sirayet e t­miş ve askere mesaj göndereceğim di­ye sendikayı çok zor durumlara sokan bir sürü laf etmeye zorlamıştır.

Dolayısıyla TKP, 28 Şubat’tan önce­ki kum havuzu dönemini görmüyor, 28 Şubat sonrası süreçte toplumda sola karşı genel önyargıların azaldığı, halkın yüzünü komünist ve devrimci hareket­lere döneceği bir dönemi umut ediyor. Bunun nasıl ve neden gerçekleşeceği i­le ilgili olarak söylenenleri birazdan tartışacağız. Çünkü TKP’nin kendisinin de tespit ettiği gibi böylesi bir kon­

jonktürün kendiliğinden bir takım so­nuçlar yaratmasını beklemek doğru o l­maz. Burada hareketin kendini göster­mesi ve örgütlenmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

“ Kendiliğinden hareketlenme, siya­sallaşma ve örgütlenme eğilimlerinin gerilediği koşullarda, siyasete yükleme­miz gereken rol tartışmasız artacak­tır.” (...) Buradan anladığımız, solun ö ­nündeki setlerin kalkmakta olduğu ö ­nümüzdeki dönemde “ siyaset” e vurgu yaparak ön açılmaya ve örgütlenilmeye çalışılacaktır. Bu da doğal bir şeydir. Si­yasal örgüt doğal olarak siyaset yapa­caktır, siyasi hedeflerine toplumsal te ­meller inşa etmeye çalışacaktır. Ö ­nemli olan bunun araçlarının, yöntem ve biçimlerinin ortaya doğru bir şekil­de konabilmesi ve hayata geçirilebil- mesidir. Çünkü bizim kanaatimiz odur ki bugünün sosyalist hareketi, toplum­la farklı bir dili konuşmaktadır. Nasıl i­ki farklı dili konuşan insan birbirini an­layamazsa bugün hareket ve sınıf birbi­rine karşı konuşmakta fakat hiçbir şe­kilde birbirini anlayamamaktadır. Yani hareketin sorunu, şimdiye kadar “ siya­set” yapmamak değildi. Ya da en azın­dan şu söylenebilir, hareket şimdiye kadar geleneksel, yöntemlerle zaten hep siyaset yaptı. Fakat bu sosyal tasfi­yenin kıyılarına gelinmesine engel ola­madı.

TKP yukarıda da ortaya koyduğu çerçevede topluma açılma ve örgütlen­me niyetini ortaya koymaktadır: “Yok­sullaşma, kriz ve düzene yabancılaşma gibi faktörler halk kitlelerinde geniş bir potansiyeli gözle görülür hale getir­mektedir. Bütün partilerin kaçtığı bu potansiyel, sol için büyük bir olanağı

__ 28

Page 29: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

barındırmaktadır. Sol içerisinde ise söz konusu olanağa yönelik ciddi bir açılım geliştirme yeteneği ve niyetine sahip tek özne olarak TKP öne çıkmıştır.” (TKP 2002 Konferans) Tabii burada yi­ne yukarıda andığımız temelsiz kibirin ifadelerini görmekteyiz, ama bunun o­lası sebeplerinden zaten bahsettik. Bir kere bu olanağı soldan çok daha iyi de­ğerlendirenlerin olduğu seçimlerde o r­taya çıktı, AKP kendi açısından bu top­lumsal öfkeyi çok iyi değerlendirmiştir ve iktidarı sırasında da bu öfkeye yö­nelik siyaset üretmekten geri durma­maktadır. TKP’nin ise dar bir kadro partisi olmaktan çıkıp, bir yasal parti o ­larak topluma açılma ve örgütlenme niyetini ortaya koyması gayet olumlu­dur, zaten olması gereken de budur. Fakat böylesi bir açılım geliştirme ye­teneğine sahip tek özne olduğunu iddi­a etmek yine gereksiz bir abartıdır. Hatta bizce tam tersine TKP, böylesi bir misyonun yükünü taşıyabilecek hiç­bir donanıma sahip değildir.

TKP’ye göre solu toplumsallaştıra­cak olan nedir?

“ Solu toplumsallaştıracak olan te ­malar -ve solun toplumsal kimliği anla­mında işin doğrusu- aydınlanmacılık, yurtseverlik ve kamuculuk olarak öne çıkmıştır.” (A. Güler “ 2002... TKP, Ge­lenek 70)

Şimdi doğaldır, herkes önündeki sorunu çözmeye çalışırken yapmayı en iyi bildiği şeyi yaparak bir çözüm geliş­tirmeye çalışır. “ Elinde çekiç olan, her şeyi çivi olarak görür.” TKP’ye damga­sını vuran aydın kimliği de doğal olarak Fier şeyin altından ciddi bir ideolojik ve propagandif hamle ile çıkılabileceğini

tkp eleştirisi__

düşlemektedir. Yani sorun bir anlamda daha önce bu “ temaların” (dikkat; bu kavramın sözlük anlamı da yazının ana fikri anlamına gelmektedir) yeteri ka­dar öne çıkarılamamasıdır, bu temaları yeterince öne çıkarıp yeterince doğru biçimlerde işleyince toplumsallaşma sorunumuz çözülecektir. Bu yine çok kolaycı ve abartılı bir çözüm olarak gö­rünmektedir. Fakat TKP öznelliğinin böylesi bir tespite ulaşmaması kaçınıl­mazdır, çünkü TKP toplumdan izole­dir, mahallelerde, işyerlerinde, sendi­kalarda TKP yoktur. Üniversite sosyo­lojisinin değişen koşullarında ise artık üniversitelerde yukarıda anılan mekan­ların esintisi yoktur. Dolayısıyla solun genel zaafı TKP’yi de kendi denetimi altına almıştır: Tüm toplumun, sınıfın üniversite gençliği ile benzer bir biçim­de örgütlenebileceğine dair bir yanılgı­ya düşmek. Bu büyük bir yanılgıdır, bi­raz sınıf, mahalle, halk çalışması yapan herhangi bir kişi bunu hemen hissede­cektir. Tüm toplum okullu olsaydı, bel­ki TKP’nin işi daha kolay olacaktı. Aca­ba kendilerinin çok önemsedikleri, en önemli işçi çalışmamız diye sürekli vur­guladıkları tek sınıf faaliyetlerinin adı­nın da “ İşçi Okulu” olması rastlantı mı­dır?

Şimdi böylesi temaların varolması da tabii ki mümkündür, devrimci hare­ketin bunları alıp toplumsallaştırmaya çalışması da bütünüyle anlamsız şeyler değildir. Fakat bu temalar, içerikleri ile önüne sınıfı örgütlemeyi koyan bir öz­nenin yaratısı olamaz gibi gözüküyor. Bu temaların arasında adalet, servet düşmanlığı, eşitlik, özgürlük gibi sınıfta yankı yaratacak başlıkların bulunmayışı da başlı başına ilgi çekicidir.

29 —

Page 30: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol* * *

Bu temalardan en ilgi çekicilerinden bir tanesi olan aydınlanmacılıktan TKP ne anlıyor?

Bizim anladığımız kadarıyla bu soru­ya verilen cevap “ dinci gericiliği karşı mücadele” olabilir ancak. TKP Siyasal İslam’ın toplumda güçlenmesini çok ö­nemli bir tehlike olarak görüyor. Ama Siyasal İslam’ın yükselişini, sonunda şe­riata, tüm toplumun dinsel kurallara göre örgütleneceği bir düzene varacak bir hareket olarak görmüyor. “ Tehlike şeriatçı düzen değildir. Tehlike daha dinci ve daha karşı devrimci bir Türki­ye’nin oluşması, sosyalist devrim süre­cinin daha büyük zorluklarla kuşatılma­sıdır.” (...) Kemalizm’le araya konulma­ya çalışılan bu ayrım, ister istemez, çağdaşlaşmanın, modernleşmenin top­lumu devrime daha çok yaklaştıran bir süreç olduğunu varsayan modernci bir paradigmaya yaslanmaktadır. Bugün gelinen konakta böylesi bir tespitin da­hi ne kadar gerçek olduğunu yeteri ka­dar ortaya koyacak verilere sahip mi­yiz? Daha Batılı, daha laik bir toplumda sınıf hareketinin gelişim imkanları daha mı fazladır? Bu Avrupamerkezci görüş­leri bugün ezberden saymak çok da i­nandırıcı gelmiyor kulaklara. Fakat şu­rası muhakkak ki dini konularla ilgili çok laf etme merakı daha baştan solun toplumsallaşması hedefiyle çelişir gö­rünmektedir. “ Gericilik” gibi fazlasıyla Kemalist olan bir kavramın bu düzeyde sahiplenilmesi, hatta “ dinci gericiliğe” karşı tek tutarlı, militan güç olunduğu iddiası bize şu koşullarda nasıl bir top­lumsallaşmaya hizmet ettiğini sorduru­yor açıkçası. “ Restorasyon döneminde gericiliğe karşı mücadelenin komünist­

lerden “ başkaları” tarafından layıkıyla yürütülemeyeceği teorik ve tarihsel bir doğru olmakla birlikte propagandası zor yapılabilir bir tezdi. Bugün ise sos­yalist aydınlanmacılığın temsilcisi ola­rak TKP’nin alternatif bir odak olarak öne çıkmasının koşulları daha fazla mevcuttur.” (TKP 2003 Konferansı, MK tezleri) TKP kimin alternatifi o l­maya çalışmaktadır? MGK’nin. MGK bugün AKP’ye karşı ABD’nin zoruyla fazla sesini çıkaramamaktadır, bu kon­jonktürde laikliğin ve aydınlanmacılığın gerçek tutarlı temsilcisi olarak TKP ö­ne çıkabilecektir.

Bugün ezilen sınıflar içerisinde asga­ri düzeyde dahi bir örgütlülüğü olma­yan, sınıfsal çelişkiler zemininde kendi­sine hiçbir mevzi edinememiş bir sol siyasi öznenin kendisini bir kültürel ha­reket olarak tanımlaması, laiklik bayra­ğını dalgalandırmayı ana görev bilmesi, kentli orta sınıflar için bir cazibe yara­tabilir, toplumun en alt kesimleri için bu fazladan bir iticilikten başka bir an­lama gelmeyecektir. Komünistler, asli mücadeleleri olan sınıf mücadelesinde yani emek-sermaye çelişkisinin en be­lirgin bir biçimde billûrlaştığı noktalar­da güçlü ve yaygın mevziler elde ede­meden, din gibi, toplumumuzun en köklü ve en etkin kurumlarmdan biriy­le hesaplaşmaya kalkarlarsa bundan çok büyük zararlar görmeden kurtu l­mak mümkün olmayacaktır. A D K ’lar zemininde siyasetle kendimizi sınırla- mayacaksak eğer, aydınlanmacılık kav­gası gibi bir şeye şu anda hiç de ihtiya­cımız yoktur. Ama din denen köklü toplumsal kurumu, şimdiye kadarkin- den çok daha iyi anlamak, Kema­lizm’den daha farklı bir din yaklaşımı

__ 30

Page 31: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

geliştirmek, halkta yabancılaşma yara­tacak Kemalist laikçi bir duruştan özel­likle kaçınmak önümüzdeki dönemde daha büyük bir ihtiyaç haline gelecek­tir. I I Eylül sonrasında, Türkiye'deki 2003 Kasım patlamaları, radikal İs­lam’ın Türkiye siyaset sahnesinde va­roş kitlesine daha fazla yaslanarak, da­ha radikal bir duruşa doğru yürüyebile­ceğinin işaretlerini de bir anlamda o r­taya koydu.

* * *

“ Kamuculuk” ne demektir? Komü­nist hareket, özel mülkiyetin toplum­sallaştırılması anlamında kamucu olabi­lir. Neo-libera! tezlere karşı toplumsal mülkiyetin “ olabilir” bir alternatif ola­rak yeniden inşa edilmesi gerekmekte­dir. Sovyetler Birliği’nde toplumsal planlamada yaşanan başarısızlıklar, planlamanın kendisini de yeniden inan­dırıcı ve “ olabilir” bir model olarak in­şa edilmeye muhtaç hale getirmiştir. Bu konuda programımızda nelerin na­sıl değişeceği ve yaşanan deneyimlerle bunların nasıl zenginleştirileceği tartı­şılmaya muhtaçtır.

Sosyalist ideoloji açısından neo-li- berallerle girişilen fikri kavga kaybedil­miştir. Bu durumun tersine dönmeye başladığının işaretleri ortadadır, dün­yada küreselleşme karşıtı hareketler gün geçtikçe güçlenmektedir, emper­yalist sistemin farklı noktalarında yaşa­nan krizler de neo-liberal politikaların toplumları taşıdığı noktaları gösterme­si açısından öğretici ve sorgulatıcı o l­maktadır. Fakat bütün bu gelişmelere rağmen neo-liberal kapsamı tehdit e­decek bir ekonomik politikalar seti ü­retilebilmiş değildir. Burada sosyalist hareketin kendi tarihindeki başarısız-

tkp eleştirisi__

lıklarını değerlendirilerek doğru bir senteze ulaşma noktasında çok zayıf kalmasının ve güçlü halk hareketlerinin oluşturulamayışının önemli etkisi var­dır.

Türkiye’deki özelleştirme süreci ise dünyadaki muadilleri ile kıyaslandığın­da oldukça ağır aksak ve problemli i- ierlemektedir. Özellikle Danıştay ve Yargıtay kararlarıyla, hukuki süreçte ö­zelleştirmeler önemli oranda tökezle- mektedir.

Türkiye’deki “ kamusal” ekonomik güç, zamanında sermayeyi besleyebil­mek amacıyla yaratılmış yatırımlardan oluşmaktadır. 60-80 döneminin sınıf uzlaşmacı ekonomi politikaları süre­cinde önemli bir istihdam yaratma kay­nağı olarak da kullanılmışlardır. Türk-İş tarzı sendikacılığın gücü de aynı za­manda bu zeminden beslenmektedir. Devletin ekonomi üstündeki gücü ile, bürokrasinin ve ordunun siyasal alan üzerindeki belirleyiciliği arasında da doğru bir orantı olduğu muhakkaktır.

Özelleştirme 20 yıldır kulaklara bu kadar güçlü üflenen bir hikaye olması­na rağmen, tam anlamıyla başarıya ula­şılamayanın sebebi nedir? Sınıfın tep­kisi kısmen etkindir, ama Türk-İş tarzı sendikacılığın böylesi bir güçlü karşı duruşu örgütlemeyi başardığını iddia etmek mümkün değildir.

O zaman hangi güç tam anlamıyla tüm KİT’lerin tasfiyesinin önünde en­gel olmaktadır? Burada en fazla öne çı­kan güç, silahlı ve silahsız bürokrasi o ­larak gözükmektedir.

Türkiye’de Kemalist devletçi po liti­kaları neredeyse bir tü r sosyalizm gibi göstermeye kalkan, devletçiliği başlı

31 ----

Page 32: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

başına bir olumluluk olarak gösterme­ye çalışan Kemalist bir iktisatçılar eko­lü bulunmaktadır. TKP bunların bir kıs­mı ile “ Sol Meclis” çerçevesi içerisinde birlikte çalışmaya gayret etmektedir. Solun önündeki setleri ortadan kaldı­ran dönemin açılışı da 28 Şubat tarafın­dan yapılınca ve bu dönemin ipleri bi­raz da askerin elinde görülünce, kamu­culuk fikrinin neden öne çıkarıldığı da­ha anlaşılır bir hale gelmektedir.

Devrim gibi köklü bir toplumsal dö­nüşüm bağlamına oturmayınca “ Özel­leştirme değil kamulaştırma!” gibi bir slogan bütünüyle anlamsız bir zemine düşmektedir. Birçok özel bankanın içi boşaltılarak devletin üzerine yıkılması, bunların içinden boşaltılan paranın devletçe yerine konması ve bu operas­yonun tüm maliyetinin toplumun sırtı­na yüklenmesi tam da bir kamulaştırma örneği olmaktadır.

Sınıf, neden kamulaştırma fikrine bu dönemde bu kadar sıcak bakmak zo­runda olsun ki? Oysa zenginlik düş­manlığı, servet düşmanlığı gibi kavram­lar bugünkü ekonomik politikalarımızın ana bileşeni olmaya çok daha uygun­dur.

Yurtseverliğin öne çıkarılmaya çalı­şılması da ülkenin dış güçlerce işgal e­dileceği günlerin yaklaşmakta olduğu izlenimini veriyor. Hadi adına milliyet­çilik demeyelim, yurtseverlik diyelim a­ma kapsam olarak bunun İP’in ya da Türk Solu dergisinin temsil ettiği m illi­yetçilikten, ulusalcılıktan ne gibi bir farkı bulunmaktadır? “ Küreselleşmeye karşı yurtseverlik” , ulusalcı solun, Erol Manisaiı vb. aydınların formülüdür. Bu

— yol--------------------------------------------

__ 32

hattın zihinsel evrimi de Sultan Gali- yevcilikten MHP’lilerle ortak basın a­çıklamaları düzenlemeye kadar vardı­rılmıştır. TKP, bu çizgiye mi sıcak bak­maktadır? Komünistlerin bu dönemde yurtsever olduklarını fazladan deklare etmelerini gerektiren konjonktür ne­reden beslenmektedir ?

Ülkemizde çözülmeyen bir Kürt so­runu önemini korumaktadır. Hatta TKP, Kürt işçileri “Türkiye işçi sınıfının öncü partisine” davet etmekte, Kürt hareketinin ulusal bütünlüğünün çatla­dığını iddia etmektedir. TKP, örgütle­diği Kürt emekçilere ne tü r bir içerik­teki yurtseverliği salık vermektedir?

Ama şurasını da unutmamak gerek­mektedir, 28 Şubat’ın perdesini arala­dığı bir sol yükselişin komünist partisi tabii ki yurtsever olacaktır.

• k -Jc k

Bütün bunların yanı sıra sorun ger­çekten bu temalarda mıdır? Doğrudur, biz bu temaların ideolojik hattın belir­lenmesinde öncelikli olarak ele alınma­sını çok sağlıklı bulmuyoruz. Ama yu­karıda da belirttik, bugün sosyalist ha­reketin örgütlenme, toplumda kök sal­ma, sınıf içerisinde sağlam mevziler e­dinme ile ilgili problemlerini salt pro­pagandada, “ şu başlıkları değil de bun­ları öne çıkartmak gerekir” kolaycılığı ile aşabilmek imkansız hale gelmiştir. Halk, sınıf, bugün siyasal önceliklerin peşinden gitmiyor, bu yüzden her se­çimde bir önceki seçimin galibi yerler­de sürünür hale geliyor, o yüzden bur­juva siyasetinde son 20 yılın siyasi öz­neleri bütünüyle ortadan kaybolmak ü­zere. Siyasal İslam’ın gücü ise İslamili- ğinden ziyade toplumsal örgütlenme

Page 33: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

yeteneğinden ve kendisine özgü bir ‘sınıf politikası” ndan ileri geliyor. Sırtı­nı İslami sermayeye yaslayan bir iç da­yanışma örgütlenmesi, bugün artık salt tarikatlar, tekkelerin sınırlı çevresin­den çıkarak önemli oranda toplumsal- laşmıştır. Bu siyaset tutmaktadır. Şura­sından emin olunabilir ki bu iç dayanış­ma ağında ortaya çıkacak bir kıruma Si­yasal İslam’ı geleneksel dar çerçevesi­ne çok kısa sürede çekebilecektir.

Oysa bizler hala “ toplumu yeniden kurmak” noktasından çok uzakta, top­lumu “ biz şöyle düşünüyoruz” diyerek örgütleyebileceğimizi düşünüyoruz ki bu durum aşılmıştır. Depolitizasyon artık konjonktürel değil kronik bir ka­rakter kazanmıştır. Ekonomik koşulla­rın ağırlığı sınıfın çok büyük öbeklerini, varolma, günü kurtarabilme dışındaki bütün konulardan uzaklaştırmaktadır. Hiçbir fabrikayı, hiçbir aileyi, hiçbir mahalleyi yurtseverlik, kamuculuk, bil- memnecilik edebiyatıyla, yani bir şey­ler anlatarak, belirsiz bir geleceğe refe­ranslar yaparak örgütleyemezsiniz. Tüm dünyasını kafasının içinde taşıyan, kantinlerde yaşayan üniversiteli gençlik için durum farklı olabilir ama sınıfın gerçekliği hiçbir noktasında bu şablon­lara uymamaktadır.

TKP, bu yetmezliğin kısmen farkın­dadır, yukarıda söylenen temalara ek olarak söylenen şey ise biraz traji ko­mik kalmaktadır: “ Temaların birlikte li­ği öne çıkmalıdır.” (...) Yani sonuç ala­bilmek için bunları tek tek değil hep birlikte söylemek gerekmektedir. Ne kadar dahiyane değii mi? “ İşçi sınıfı ek­seni net ve sağlam olarak konulmak zorundadır.” (...) Çok güzel de yıllardır zaten herkesin en iyi yaptığı şeylerden

tkp eleştirisi__

bir tanesi işçi sınıfını eksen olarak “ya­zılara, çizilere, dergilere, kitaplara” yerleştirmektir. Ama Türkiye Devrim­ci Hareketi işçi sınıfını gerçekten bir devrimci hareketin ekseni olarak ö r­gütleme noktasında bütünüyle sınıfta kalmıştır.

Yapılması önerilenler bu kadarla sı­nırlı değildir: “ Örgütün basit bir alet olmanın ötesinde, ideolojik çıktıları o ­lan bir düzlem olduğu unutulmamalı­dır.” “ Yapılması gereken, soldan başlı başına bir alternatif olarak sosyalizmin olanaklı olduğunun ilanı ve ikna edici biçimde, sabırla işlenmesidir.” (TKP Konferans, 2002) Devrimci bir özne­nin varlığı sosyalizmin olanaklı olduğu­nun ilanıdır zaten, önemli olansa bu su­numun sınıf tarafından kabullenilmesi, sahiplenilmesi ve örgütlenmeye dönüş­türülmesidir. Başarılamayan budur. Pe­ki bunu nasıl başaracağız, “ ikna edici biçimde, sabırla işleyerek” mi? Karşı­mızda biraz alık bir öğrenci var da sa­bırla yeniden yeniden mi anlatmamız gerekiyor konuyu? Ya da acaba nasıl daha ikna edici hale geleceğiz? İdeolo­jik argümanları yetkinleştirmek ikna sürecini kısaltır mı? Yoksa araya giren bu güvensizliğin, soğukluğun başka se­bepleri mi vardır? “ Sıradan bilim günle­rinde” ikna edicilik ve sabır önemli ö ­zelliklerdir, tasfiye rüzgarlarının estiği “ olağanüstü günlerde” kesinlikle yeter­li değilierdir.(...) “Yaratıcılık, kendini aşma, somut durumun somut analizini en nesnel bir biçimde yapabilme” (...) özelliklerini yitirm iş bir sosyalist hare­ketin sabrı, gözleri bağlı eşeğin ileriye gidiyorum sanıp kuyunun etrafında tekrar tekrar dönüp durmasına ben­zer, eşek bir adım ileri gidemez.

- 33

Page 34: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol•krk-Je

TKP, işçi sınıfının örgütlenebilmesi için hangi taktikleri öne çıkarmaktadır? Ne de olsa temel eksenin işçi sınıfı o l­duğu sürekli vurgulanmaktadır, fakat TKP işçi sınıfınca dışlanmış bir görü­nüm sergilemektedir. Gazi Direnişi sonrasında SİP, kimi mahallelerde be­lirli mevziler edinmişti, bu onlar için ö­nemli bir süreçti, aydın-öğrenci kimliği yeni bir senteze ulaşabilirdi. Fakat di­ğer devrimci siyasetlerle yaşanan bazı gerilimlere karşı yeterince güçlü dura­mamaları ve sonrasında yaşadıkları ki­mi grupsal kopuşlar, SİP’in mahalleler­den bütünüyle kopuşmasına yol açtı. Sendikalarda neredeyse hiçbir etkinlik­leri yok, KESK içerisinde de bir ağırlık ifade etmiyorlar.

Bu nesnel durum TKP’nin sınıfa Kaf Dağı’ndan bakmasına yol açıyor. Sınıfın içinde olamadan onun doğasını, örgüt­lenme dinamiklerini kavramanın, so­mut durumun somut analizini üretme­nin imkanı yoktur. Bu da bir anda ola­cak bir şey değildir, önemli bir tarihsel birikim gerektirir. SİP bu konuda çok büyük b ir zaaf taşımaktadır. 1974 TKP’si ile arasında ideolojik olarak ö­nemli benzerlikler bulunmaktadır ama işçi sınıfı mücadelesi birikimi olarak es­ki TKP, Türkiye solunda en önemli bi­rikimlerden birini ifade eder. DİSK, Köy-Koop gibi 1980 öncesinin dev ö r­gütlenmelerinde TKP’nin öncelikli bir ağırlığı mevcuttu. Bu sınıfın doğasını kavrayabilmek için önemli bir imkandı. Bu birikim kısmen dahi olsa günümüz TKP’sine ulaşsaydı bugün sınıf örgüt­lenmesinde herhalde bu kadar geriler­de kalmazlardı.

TKP’nin sınıf içinde örgütlenme

taktiği ise “ komünist işyeri örgütlen- mesi” dir. Komünist işçi örgütlenmesi işyerindeki komünist işçileri bir araya getirecek, “ aynı zamanda bölgedeki iş­siz ve yarı işsizleri, enformel sektör ça­lışanlarını, emeklileri, sigortasızları, ay­rı ve özgün bir dinamizm barındıran e­mekçi kadınları, mahalle dinamiklerini kapsayan birleşik bir hareket” (...) ya­ratılacaktır. Bu işyeri örgütlenmesi, iş­yeri örgütlenmesinden başka her şeye benzemektedir ve tamamen gerçeklik dışıdır. Kitlesel örgütlenme için öneri­len araç sadece siyasi bilinç sahibi e­mekçilere açık bir örgütlenmedir. Eko­nomik hiçbir kazanımı hedeflemeyen bir işyeri örgütüne kim örgütlenir? Bunlar bir araya geldiklerinde ne ya­parlar? Sınıf dinamikleri gerçekten böyle mi işler? Bunun şimdiye kadar başarılmış bir örneği mevcut mudur?

TKP kağıt üstündeki verileri ortaya koyup yine kağıt üstünde bir çözüm ü­retm iştir ve bu çözümün de kağıt üs­tünde kalmaya mahkum olduğu mu­hakkaktır. Sınıf çalışması deneyimi olan herkes için çok açık olan bu durum, “ bizim işçi sınıfı politikamız nedir?” di­ye soran bir üniversite öğrencisi için yeterince belirgin olmayacaktır. Sınıfın sorunu “ siyasallaşamama ve parçalan­ma” diye konulunca, yukarıda anılan çerçevedeki bir “ komünist işyeri ö r­gütlenmesi” tam yerine oturmaktadır. Adı komünist olduğu için siyasallaşma problemi aşılmış, tüm ezilen kesimleri çevresinde örgütlediği için sınıfın par­çalanmasını da aşmış bir örgüt önerisi. Ne güzel! “ Sendikal çalışmalarda önce­lik, ekonomik mücadelenin yükseltil­mesi veya sendikaların kurum olarak taşıdıkları anlama değil, işyeri örgüt-

__ 34

Page 35: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

lenmesinin önünün açılmasına verile­cektir.” (TKP Konferans 2002)

İyi, güzel de; bunu başarmanın yol­ları nelerdir? İşçi sınıfının ileri unsurla­rının güncel talepleri nelerdir? Bir fab­rikaya sendika nasıl sokulur? Sendika sokulduktan sonra nasıl'korunur? Sen­dika ağalığına karşı nasıl bir mücadele hattı yaratılabilir? Sınıf, örgütlenme yo­luyla yaşamına müdahale edebilir hale gelemeden birey birey nasıl siyasileşti­rilebilir? Bu mümkün müdür? Eğer iş­yeri bazında örgütlenme mümkün de­ğilse önümüzdeki dönemde işçi sınıfı örgütlenmesi farklı bir mekansal ağa mı yaşlanacaktır? Bunların nüveleri mev­cut mudur?

Sınıfın örgütlenmesi sorunu, bugün devrimci-sosyalist-komünist hareketin en önemli problemidir. Önümüzde ki­litli duran bu kapının anahtarı bulun­madan, tasfiye rüzgarının dinmesi mümkün değildir. Devrimci hareket ile işçi sınıfı hareketi arasındaki kopukluk giderilemezse, iki hareketin de hızla kan kaybetmesi engellenemeyecektir. Fakat bu sorunun çözüme kavuşturul­ması öncelikle sınıf içinde eylemekle, sınıf içinde davranmakla, halklaşmakla mümkündür. Aksi durumda uzaktan hazırlanan modellerin, gerçekliğe uy­ması mümkün olamamaktadır.

k k k

TKP, oldukça Ortodoks bir çizgide durmaya gayret göstermektedir. “ Marksizm Leninizm’in bir yenilenme ekine özel olarak ihtiyaç duyduğunu i- lan etmek, burjuva ideolojinin yıllarca sürdürdüğü karşı kampanyalara teslim olmak anlamına gelmiştir.” (...) Bütün düşünce sistemleri gibi Marksizm de,

tkp eleştirisi__

önüne çıkan yeni ve güncel gelişmeleri kapsayarak, bunları içererek zenginleş­tirilm ek durumundadır. Hiçbir düşün­sel sistem, bir kerede yazılıp bitiveren ve ezel ebed doğruluğundan hiçbir şey yitirmeyen düşünceler topluluğu ola­maz.

Yenilenme her zaman geriye götü­ren, her zaman yenilgiyi ve taviz ver­meyi gerektiren bir şey değildir. Bunu böyle görmek en başta diyalektiğe ay­kırıdır. “ Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.” Düşünsel sistemimiz bu değişimi kavrayamaz hale geldiği anda yenilenmek zorundadır demektir.

Bugün toplumsal yapıda, sınıfın va­roluş biçiminde, toplumsal bilincin içe­riğinde ciddi kaymalar varsa devrimci hareketin bunları kavrayabilmesi ve uygun zenginleşmeleri yaşaması kaçı­nılmaz bir gerekliliktir. Burjuva düşün­cesi, biraz da bu esnekliği ve pragma­tizmi sayesinde kendisini, özünü kay­betmeden, sürekli olarak yenileyebil­mektedir.

“ Bize kalırsa Marksizm topiumların gelişiminde sürekli ortaya çıkan, ger­çekten yeni olguları kavrama yeteneği­ne sahip, dinamik bir sistemdir” (...)

Yukarıdaki yenilenme karşıtlığı ile aşağıdaki dinamik sistem tespiti aynı sayfada, arka arkaya iki cümlede yapıl­mıştı. Dinamik demek, zaten yenilen­meye, zenginleşmeye, harekete açık anlamına geliyorsa, “yenilenmeyi kabul etmek teslim iyettir” gibi bir anlayış ne­reye denk düşmektedir? ÖDP tarzı bir yenilenmeye karşı mesafeli durmak noktasında TKP ile aynı noktada dura­biliriz. Fakat toplumu anlamamızı geliş­tirecek, mücadelemize güç katacak ye-

35

Page 36: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ni teorik ve ideolojik cephanelere ih ti­yacımız olduğu muhakkaktır.

Fakat TKP için sosyolojinin bu dü­zeyde bir önemi olup olmadığı muğlak­tır! Çünkü TKP için her şey partide başlayıp partide bitmektedir. Koskoca bir sistemin gerçek bir kağıttan kaplan gibi yıkılıp gidivermesi bile sonuçta partide yaşanan bir olgudur: “ TKP, re­el sosyalizmin çözülüş pratiğini değer­lendirirken de, Türkiye solunda yaşa­nanlardan ders çıkarırken de aynı so­nuca ulaşmıştır. Siyasal, teorik ve ideo­lojik önderliğin mümkün olduğunca ay- rıştırılmaması. 20. yüzyılda geleneksel komünist partilerinin, Avrupa komü­nizminin ve yeni solun yaşadıkları, siya­sal kaygısı olmayan teorisyenlerle ya da teoriyle ilgileri Marksist klasikler­den alıntı yapıp aralara Brejnev aforiz- maları serpiştirmekten ibaret siyaset­çilerle hiçbir yere gidilemeyeceğini a­çık bir biçimde göstermiştir.” (...)

Yeni bir kolaycılık ve “ parti fetişiz­mi” örneği ile karşı karşıyayız. Tüm dünya halklarının umudu haline gelmiş, dünya nüfusunun üçte birine hükmet­miş bir sistem olarak sosyalizmin yıkı­lışından çıkarılan sonuç nedir? Siyaset­çilerle teorisyenlerin ayrı ayrı olması. Böylesi bir tezin inandırıcı gelebileceği tek bir insan bulabilmek bile maharet­t ir aslında, TKP’yi kutlamak gerekiyor. Bu kadar büyük bir idealizmin, üstün bir teorik birikim olarak anlatılabilme- si kolay değildir. İnsanın bunu okuyun­ca, “ keşke Kemal Okuyan’ın şu söyle­diği binlerinin aklına önceden gelseydi de bu sefaleti yaşamak zorunda kalma- saydık” diyesi geliyor sahiden de. Bu söylenenin tekil b ir olgu olarak kendi çapında bir etkisi mutlaka olmuştur a­

__ 3 6 _____________________________

— yol--------------------------------------------

ma reel sosyalizmin çözülüş pratiğini değerlendirip de öncelikle bu maddeye ulaşmak, parti denen örgütlenmeye ta­şıyabileceğinden çok daha fazla irade yüklemek, toplumsal gelişmeleri ise çok hafife almak anlamına gelir. Parti ' neden böylesi zaafların içine düşmüş­tür, bunun sebepleri nelerdir, tek tek partililerin eksiklikleri mi partiyi bu noktaya getirmiştir? Gelişmeleri böyle açıklarsak ister istemez Marksizm dışı­na çıkmış olmuyor muyuz?

* * *

TKP’nin Irak Savaşı ile ilgili yaptığı afişte, popüler kültüre de göz kırpıla­rak -herhalde acemice halklaşma gay- • retlerinin bir sonucu olarak- Matrix fil- 1 mine bir atıf bulunmaktaydı. Afişlerin I meşhur boyacı çocuğu kurşunu havada iken eliyle durduruyor. Matrix filmi sa- I nallık-gerçeklik arasındaki gidiş gelişler i üzerine kurulu bir filmdi.

TKP deyince, nedense bizim aklımı­za böylesi bir sanallık imgesi takılıp ka­lıyor. Parti içerisinde yaratılan kurgu, toplum ve diğer sosyalist siyasetlere i- ı lişkin zihinlerde yaratılan imgeler, her- j kesin kendi özel faaliyetine biçtiği özel değer, neresinden bakarsanız bakın gü­ven vermeyen bir kibirli özgüven, mi­tinglerde slogan atılırken verilmeye ça­lışılan senkronize ve aşırı disiplinli gö­rüntü... Bunların tümü TKP ile ilgili biz­de bir sanallık hissi yaratıyor.

Öyle bir el çabukluğu ile devrimci hareketin tarihi lağvedilmeye çalışılıyor ki insan hayret ediyor. “ Bugünkü TKP böyle bir tasnifçilik reddi ve tarihsel mirasın yeniden tanımlanması görevi i- !e karşı karşıyadır.” (...) TKP ile yeni bir dönem açılıyor ya, tarihin yeni baş-

Page 37: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

tkp eleştirisi__

tan yazılması gerekiyor. Yılların dev­rimci mücadele damarları yokmuş var­sayılarak yeni bir sanallık inşa edilmeye çalışılıyor. Bu durum sakın güçlü bir ta­rihsel kökten yoksun olmaktan kay­naklanıyor olmasın. “ Gelenek” i temsil ettiğini iddia eden bir siyasetin aslında Türkiye Devrimci Hareketi’nin günü­müzü besleyen damarlarından hiçbiri­ne yaslanmaması da çelişik bir durumu ifade etmemekte midir? Ama “ TKP’miz 10 Eylül I920’de kurulmuştur” elça- bukluğu başarı ile sergiienebilmekte- dir.

Diğer siyasetlerden uzak durmaya çalışmak, kendisini Kaf Dağı’nda gör­mek biraz da bu sanallığın ortaya çık­masına yol açacak temaslardan kaçın­maktan mı kaynaklanmaktadır? Önder­lik iddiasının böylesi bir biçimde sergi- enmesi de imajlar çağına uygun bir a­çılım gibi gözüküyor. Ama, öküzle re- <abet edeyim derken şişe şişe patlayan ■curbağanın hikayesini de kimsenin u- ■ utmaması gerekir. En azından komik durumlara düşülmemiş olunur.

SİP-TKP geleneği, bu ülkedeki dev­rimci siyaseti her zaman kendi varolu­şunu tehdit eden bir faktör olarak gör­müştür. Çünkü devrimci siyaset, TKP’nin yumuşak karnıdır. Bizim üni­versite dönemimizde STP’liler örgüt- enmeye çalışırken, “ partinin gizli kol- arına” dair çeşitli rivayetler yayarak tabanı etkilemeye çakşırlardı. Çünkü 0 sene öncesinde devrimci saflara ka­

tılan bir genç, bugünküne oranla çok daha farklı bir ruh halinde olurdu. İddi­alar çok daha farklı seviyelerde yaşa­nırdı. Devrimci siyasetin gözü karalığı, fütursuzluğu, bazen çılgınlık seviyesine sıçrayan cüreti ou geleneği her zaman

ürkütmüştür.19 Aralık 2000 cezaevi katliamı ar­

kasından “ devrimci demokrasi b itti” diye yazı yazabilmek bir cesaret işidir, ciddi bir manevi hesaplaşabilme gücü gerektirir, devrimci hareketin onlarca önderinin, militanının katledildiği, yak­laşık 500 tanesinin ise W ernicke-Kor- sakoff belasına saplandığı bir süreçte bu gelenek Nazım Hikmet’in vatandaş­lığa kabulü için imza toplamaktaydı. Tarihin omuzlara'yüklediği yükler za­man zaman taşınamaz hallere gelebilir, buna karşı temkinli olmak gerekir.

“TKP, terörün işçi sınıfının ve ko­münistlerin mücadele yöntemi olmadı­ğını ilan eder.” Ya kızıl te rö r için ne söyleyeceğiz beyler? Şiddet kullanmak­la te rör arasındaki ayrım nerede bu­lunmaktadır? Böylesi bir tespitle kimle­rin yürekleri ferahlatılmaktadır? I I Ey­lül bütün acımasızlığına rağmen, arkap- lanında neyin ne olduğu tam bilinmese de yüreklere bir kıpırtı vermedi mi? Fi­listinli intihar komandoları terörist mi? İşçi sınıfına biçilen görev, İslamcılar emperyalist merkezleri vurdukça çıkıp terörü lanetlemek mi olacak?

TKP’nin devrimcilerle ilgili yaratma­ya çalıştığı izlenim, düzeninkiyle aşağı yukarı aynıdır. “ Sol denince akla amaç­sız biçimde etrafına zarar veren dev­rimci demokrat görüntüleri ile, temiz toplumdan hamamda fotoğraf çektir­meyi anlayan laçkalık anlaşılmasın.” (...) 1996 I Mayıs’ında ortaya çıkan banka­lara yönelik tepkinin o gün katledilen 3 devrimcinin yaşamlarına karşılık çok da ölçüsüz olmadığını o zaman da söyle­miştik, şimdi de söylüyoruz. Ama bu “ amaçsız şiddet düşkünü devrimci de­

37 —

Page 38: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

m aktadır.m olcra t” imajı, b iraz da başımıza gelen­lerin kendi yaptıklarım ızın meşru b ir karşılığı olduğunu anlatmaya çalışan b ir yön barındırm am akta mıdır? “ F t ip le r i­ne tık ıld ık ama biz de zaten hiç rahat durm adık k i!” Maalesef bu geleneğin a- ta ları da “ sokağa çıkmayın, faşizm ge­l i r ” d iyen le rd i. Adını almayı solda b ir dönem in kapanışı o la rak g ö rd ü k le ri T K P ’nin, top lum u tüke ten 12 Eylül’e dahi “ faşist darbe” dem em ek için nasıl inat e ttiğ in i şu anda T K P ’li gençler pek hatırlam az belki ama bu ta rih te sabit­t ir .

D evrim c i dem okrasi ile ilgili imge­nin ö nem li b ileşen le rinden b ir i de “ yaş” e le ş tiris id ir. “ D evrim c i dem ok­ra tla rın ise hitap edeb ild ik le ri “ siyasal akıl yaşı” kısa zamanda ciddiye a lınır b ir değere dönem eyecek ö lçüde düş­müş bu lunm aktad ır.” (...) Ö rgü tlü lü ğü ­nün %90’ı ün ivers ite li gençlik olan b ir hareketin böylesi b ir tesp iti ne kadar cidd iye alınmalıdır? T ü rk iy e ’deki yasal p a rtile r le kıyaslandığında halkın tüm kes im lerin i harekete geçireb ilm e ye te ­neğinin daha büyük oranda bizim ce­nahta toplandığı m uhakkaktır. Yaşanan I M ayıslarda buna defalarca kere tanık o lunm uştur.

Uzun sözün kısası, TKP, 28 Şubat’ın yarattığı po litizasyonla uyum lu b ir ha­re ke t planı eşliğinde gençliğin geri çe­kilm esin in konakladığı, güvenceli b ir l i ­man yara tab ilm iş tir. Son yılların rica t a tm osfe ri bu hareketi, belli oranda beslem iştir. D evrim c i b ir kabarma o lu ­şana dek bu durum un devamı da öngö­rü le b ilir . B ir benzerlik kurm ak g e re k ir­se, 1980 sonrasında gençliğin TİP-TKP çizgisindeki Yarın dergisi çevresinde toparlanm aya başlaması bu durum a uy­

— yol----------------------------------------

1986’ lardaki devrim ci kabarış, Ya- rın ’ ın çok kısa b ir süre içeris inde yal- nızlaşıvermesi sonucuna varm ıştı.

Page 39: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Umut Aydın

‘ÖZGÜRLÜKÇÜ SOL’U BEKLERKEN

Bil ki, sefaletimi senin esaretinle değişmem.

Bu kayaya bağlı kalmayı, baban Zeus’un sadık bir ulağı olmaya yeğlerim.

Prometheus'un Hermes'e cevabı

GİRİŞ

Yakın zamana kadar şablon giriş cümlesiydi. Pek çok yazı, “ 12 Eylül’den sonra” diye başlardı. Bir kolaycılığın, a­lışkanlığın ötesinde nesnel bir karşılığı vardı elbette. Bu karşılık, ürettiği sonuç­lar itibariyle hala geçerliliğini koruyor.

Eylül darbesinin ardından gelen 80’lerde ülke ve dünyada yaşanan altüst- lükler tüm ezberleri yerle bir etti. Tür­kiye’de kapitalizmin sıçrayışı, ulusal ha­reketin çıkışı, dünyada sosyalist sistemin sahneden çekilmesi sınıflar mücadelesin­de önemli kaymalar yarattı.

Aslında 80’lerin bir bölümünde, hala II. Dönem’in alışkanlıkları ile yürünebile­ceğine ilişkin inançlar hakimdi. Ancak kendiliğindenci hareketler geri çekilip bahar eylemlerinin havası dağıldığında, dışımızda iki ana saflaşma oluştu. Bunlar­dan birincisi -ki bu yazının konusu dışın­dadır- kendini tekrarlamakta ısrar eden, temelsiz de olsa radikalizmini önde tu­tan ve yer yer tek araca indirgeyen ke­simdir. Öte yandan dinamizmini ve dev- -imci özünü korumayı bilmiştir. İkinci nalka ise kendini kapitalizmin reforme e­dilmesine adadı. Murat Belge’nin “sosya­

lizmi kuramıyorsak adam gibi bir kapita­lizmimiz olsun” sözü manifestoya dönü­şürken, TKP’nin, Dev-Yol’un, Kurtu- luş’un ana taktik yönelişi bu oldu. 80’den önce Türkiye’de kapitalizmin varlığını tartışan radikal küçük burjuvazi, devrimci dinamiklere hep netameli yak­laşmış burjuva sosyalizmini de yanına a­larak finans kapitalin en kör göze batan gerçekliği karşısında bayağı liberallere dönüştü. İkinci halkanın son konağı, as- lolarak, farklı uçların bir araya geldiği ÖDP oldu. II. Dönem’in üstünden atla­nan stratejik ve taktik zaafları, çöküşle birlikte yerini burjuva hayallere terk et­ti.

İkinci halkanın kapıldığı hayaller sade­ce “ adam gibi bir kapitalizmle” sınırlı de­ğil. Kürt halkının güçlü vuruşunun haklı sonucu olarak devlete yönelmesi, II. Cumhuriyetçilerin de bu konudaki vur­gularıyla bilinçlerde bulanıklık yarattı. Devlet ya da “ derin devlet” deşifre edi­lirken, finans kapital gölgelenir oldu. Burjuva siyasetinin çürümüşlüğünü ifade etmek, tek başına kaldığında, finans kapi­talin mega devletten kurtulma çağrılarıy­la aynı noktaya gelir. Finans kapitalin reddedilemez varlığı ve ağırlığı, devletin

39

Page 40: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

tepesindeki siyasilerin ve alt kadroların hedef tahtasına oturtulmasını getirirken, sermayenin ana güçlerine itibar kazandı­ran bir hale dönüştü. Mega devletten kurtulmak, işçi sınıfı ve emekçiler açısın­dan bir anlam ifade etmiyor oysa. “ Daha iyi” şartlarda sömürülmenin “ daha iyi” olduğunu kim söyledi ki bu baylara!

Liberalleşen sol, bugün geldiği nokta­yı “ sosyalizmin sorunlarından” çıkardığı­nı iddia ediyor. Elbette ki, yaşanan ger­çeklik önemli teorik sorunları berabe­rinde getirdi. Bunların üzerinden atla­mak mümkün değildir. Ancak Mark­sizm'i salt felsefi bir disipline indirge­mek, “ büyük anlatılardan” uzak durmak da fazlasıyla anlamlıdır. Liberal sol, “ dev­rim hemen şimdi” gibi parlak sloganların ardında bugünü yaşamaya yöneldi. Geç­mişte “ Bağımsız Türkiye” , “Anti-emper- yalist Mücadele” sloganlarını dilinden düşürmeyenler bugün “ sivil toplum” , “ özgürlük” , “ demokrasi” gibi kavramları bayraklaştırıyorlar. Marx’in Alman İdeo- lojisi’nde belirttiği gibi “ dil, düşüncenin dolaysız fiilliğidir” . Liberal sol, Mark­sizm’in derinlerine kadar inerek yaptığı kazıdan, salt olarak kimlik politikasını çı­kardı. Sınıf siyasetinin karşısına kültür si­yaseti yerleştirildi. Kültürel mücadelenin ufku kapitalizmi aşmaz. En iyi ihtimalle onu reforme edebilir. Özellikle Türkiye gibi zemini çok sert bir ülkede, sistemin rengi olmaktan öteye gitmeyecektir. As­lında ÖDP’li Ahmet Çakmak, durdukla­rı noktayı açıkça belirtiyor: “ Rüzgara karşı değil, rüzgarın götürdüğü yerde sa­vaş!”

Eylül rüzgarı, radikal küçük burjuvayı, liberal solun ufuksuzluğuna ve postmo­dern edebiyata götürdü.

Solu yeniden tanımlamak

Birikim dergisi yazarlarından Ahmet İnse!, yukarıdaki başlıkla aynı adı taşıyan kitabında 1 ve çeşitli zaman dilimlerinde yazdığı makalelerde “ Özgürlükçü Sol” kavramını sahiplendi. Bu kavram, salt ÖDP içinde yürütülen bir “ taktik” çalış­ma olsaydı değinmeden geçebilirdik. An­cak İnsel ve içinde yer aldığı akım, yeni bir solun sözcüsü olduklarını ifade ede­rek geleceğin reçetesine sahip oldukları­nı söylediklerinde bir hesaplaşma içine girmek durumundalar. İnsel, bu hesap­laşmayı yaptığı iddiasını taşıyor. Oysa ki; kendi tanımlamasıyla söylersek “gele­neksel ya da muhafazakar sosyalizm” birkaç kalem hamlesiyle aşılamayacak kadar derindir. 70 yıllık sosyalizm prati­ğinin üzerinden “ sosyalizm yaftalı hilkat garibesi” denilerek atlanamaz.

“Sol tahayyül kendini, geçmişin bi­linçli mirasçısı ve geleceğin sorumlu ko­ruyucusu olarak tanımlamalıdır” diyor İnsel. O halde bu bilinç ve sorumlulukla hareket edelim.

“ Günümüze kadarki bütün toplumla- rın tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” 2 di­ye yazar Marx ve Engels. Özgür insan i­le köle, feodal beyle serf, burjuva ile işçi kimi zaman örtük, kimi zaman açık bir şekilde, ama kesintisiz olarak karşı kar­şıya geldiler. Tüm bu tarih boyunca sınıf­ların yapısı elbette ki aynı kalmadı. Ge­rek üretim biçimlerindeki yenilenmeler, gerekse sosyal-siyasal altüst oluşlar sı­nıfların konumlanışını olduğu kadar yapı­sını da etkiledi.

Günümüzün tartışmalarına yön veri­yor olmasıyla, özellikle 1970’ler sonrası önemlidir. Fordizmden postfordizme sıçrayış, üretimle birlikte sınıfın da par-

__ 40

Page 41: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

özgürlükçü solu beklerken

çalanması bilinçlerde de dağılmalar ya­rattı. Sınıfın yapısındaki köklü değişim­ler, mücadelenin gidişini de etkiledi. Sosyalist sistemin çöküşüyle de b irlik te mücadelenin dip noktaya çekilmesi, “ el­veda p ro le ta rya” çığlıklarını yükseltti.

“ Ezici çoğunluğu kol emekçiliği statü­sünde olan ‘a lttak i’ lerin hem burjuvazi tarafından temsil edilen ‘g iriş im cilik ’ işle­vinin hem de zihni emek düzeyi tarafın­dan temsil edilen ‘yenilik, keşif ve yara­tıcılık’ işlevinin sahip oldukları ‘değiştir­me’ özelliği karşısında eşitsiz konumları tam b ir çaresizlikle m aluldür.” 3

Laçiner’in söylem leri, 80 öncesinde finans kapitali göremeyen gözlerin sınıfın olmadığı iddialarına benzer n ite lik ted ir. İnsel de çok cesur olmasa da “ sanayi sonrası to p lu m ” söylem lerinin sözcülü­ğüne soyunmaktadır: “ Emek başlı başına b ir değer değildir. Emek yaratıcılığı sim­gelediği için sosyalist tasavvurda yücel­tilm iş tir. Ama bugün yaratıcılık alanı, maddi üretime, bedensel emeğe veya ücre tli emeğe indirgenmeyecek biçimde gen iş lem iştir.” İnsel’e göre, bugünkü toplumsal analizlerde sınıf olgusunu baz almak, “ sol popülizm ” den başka b ir şey değild ir. Eziliyor olm ak, yoksulluğun kendinde özel b ir erdem olduğuna inan­makla eşdeğerdedir. Sanayi işçisine de­ğer atfetme, Sanayi D evrim i’nin doğal b ir sonucuydu. Ama a rtık zaman değiş­m iştir. Daha fazla sermaye kullanımı ve daha az doğrudan emek kullanımı sana­yie egemen olm uştur. Dolayısıyla Ö z­gürlükçü Sol der ki; ücre tli emek yaratı­cı gücün te k ve ulvi simgesi değildir.

Ü cre tli emeği, ta rih in dışına atmak ne anlama geliyor? “ Bilgi top lum u” , “ sa­nayi sonrası top lum ” söylem lerinin a r­

kasında neden işçi sınıfına cenaze tö re n ­leri düzenleniyor? D oğrudur, bilgi ve tekn iktek i hızlı gelişme, üre tim araçları­nın yenilenme süresini 5-8 yıla indirdi. Buna paralel olarak ford izm in salt kas hareketleriyle üre tim yapan işçisinden, sınırlı da olsa, yaratıcı düşüncesiyle üre­tim e katılan işçiye doğru b ir evrim ger­çekleşti. Şüphesiz bu çerçevede, beyaz yakaiı-mavi yakalı tartışması da yapılabi­lir. Ancak buradan sınıfa elveda demek, durduğumuz nokta ile ilgilid ir. Çünkü söz konusu gelişmeler beraberinde de­rin çelişkileri de getirdi. Bilginin metalaş- tığına ve “ eşit” olarak dağılmadığına it i­raz edecek olan yoktur. M ülkiyet so ru ­nunda da b ir farklılaşma yaşanmadı. Bi­limsel tekn ik gelişimle tekelci kapitalist m ülkiyet arasında yeni b ir çatışma alanı doğdu.

Ö te yandan işgücü, artan b ir şekilde üre tim dışına itiliyo r. Açığa çıkan “ nüfus fazlasının b irik tird iğ i öfke ve çürüm e­nin, nereye evrileceğim zaman göstere­cek. 4 İnsel’in bakış açısını tersine çevi­rirsek, kapitalist anayurtların dışında ce­henneme dönen Üçüncü Dünya’yı da görebiliriz. M erkezler arasındaki geri- lim leri ya da kapitalizmin süreklileşen kriz in i de görebiliriz. Ve tabii ki bu du­rumun, sınıflar mücadelesi açısından ya­rattığı olanakları da tartışabiliriz. Bu ta­mamen gören gözün “ ufkunun” genişli­ğiyle bağlantılıdır. Ya da niyetiyle!

Peki, İnsel, sınıftan kaçışı bu şekilde teorize ederken, yerine bize ne öne r­m ekted ir o halde? Aslolamn “ insan” ın özgürleşmesi olduğundan dem vurur. İnsani varoluşun çoğul değerleri ve de­m okra tik karar alma süreçlerin in mutlak üstünlüğü kabul edilmeli, “ fa rk lı” b ir ev­renselleşme süreci desteklenmelidir. Pa-

41

Page 42: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ragrafın başına dönersek, Özgürlükçü Sol için bir toplumsal sınıfın özgürleşme­si değil, o sınıf içinde bulunan kişilerin özgürleşmesi esastır.

İnsel, dilinin ucuna gelenleri söyle­mekten ısrarla imtina ediyor. Oysa Öz­gürlükçü Sol’un fikir babaları olarak ad­landırabileceğimiz Laciau ve Mouffe, Bi­rikim yazarlarına göre çok daha cesur­lar: “ ...biz önceki toplumdan radikal bir kopuş gerektiği fikrini -devrim fikrini- bıraktık. Kendi siyasetimizi liberal kapi­talizmde tatmin edilemeyen, ancak za­ten var olan fikir ve değerlerin radikal­leştirilmesi olarak anlamaya başladık.” 5 “ Solun görevi liberal demokratik ideolo­jiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve geliştirmek olabilir.” 6

İŞTE BU KADAR!

Fazla söze ne hacet! Özgürlükçü Sol, kapitalizme karşı değildir, yaşam alanla­rının biraz daha ferahlatılmasını istiyor. İnsel, işçi sınıfının tamamen öldüğünü söylemiyor, ama devrimci bir yönelime gitmesindense yerinde oturmasını isti­yor. Bu yüzden utangaç bir şekilde Marx’in aşılması gerektiğini söyler. El­bette ki Marx’in söylemleri amentü nite­liğinde değildir. Ama bunu kendi pratiği- nizi/pratiksizliğinizi meşrulaştırmak için yapamazsınız. Marx, insanın özgürleş­mesi ve insani varoluşun zenginleşmesi­ni bir devrim pratiği olarak kabul eder. Devrim, insanın insanlığı yaratan yegane güç olduğunun, toplumsallığının bilincine varması ve emeğine sahip çıkmasıdır. Ö- te yandan Marx, aidiyeti belirsiz, soyut insandan söz etmez. Toplumsal varlık o- larak insan, sınıfsal bir kimlik taşır.

— yol--------------------------------------------

__ 42 _____________________________

Marx’taki bu duruluk, İnsel için rahatsız­lık yaratıcı boyuttadır. Bu yüzden sivil toplumculuk kavramını ortaya atar. Sı­nıfsal kolektif bir irade yerine, niteliği belirsiz çoğulculuktan dem vurur. Bir başka ifadeyle ideoloji ve politikayı, her türlü sınıfsal dayanaktan kopararak top­lumsal alana taşır. Sivil toplum, devletin dışındaki özgürlükler alanı olarak tanım­lanır. Burada bir yandan devletin sınıfsal kimliği gölgelenirken, diğer yandan dev­letin dışında devlete rağmen bir özgür­lük tanımlanır. Çünkü artık sorun, dev­let ile birey arasındaki çelişki ve bu çe­lişkinin aşılması için bireyin hak ve öz­gürlüklerinin tanınması sorunudur. Yine aynı noktaya geliriz. Sivil toplum kavra­mı yer yer radikal söylemler taşısa da u- iaşılan çözüm liberal demokrasinin sınır­larının genişletilmesidir.

Ahmet İnsel, mülkiyet sorununda da benzer bir bakışa sahiptir. Yoksulların mülksüzleştirilmiş olmasını tartışmaz, mülk paylaşımındaki eşitsizliğe dayanan otoriter ilişkinin “ zayıflatılmasın!” bir te­menni olarak ortaya koyar. “ İktisadi ras­yoneli dengeleyecek başka rasyonelle­rin” de mülkiyet sahibi olmaları gerekti­ğini ve mülkiyetin yaygın hale getirilmesi gerektiğini ifade eder. Bunun nasıl olaca­ğını açıklamayan İnsel, mülkiyetin lağve­dilmesine kesinlikle karşı çıkar. İnsel bir başka yerde de özelleştirmeye karşı ol­madığını açıkça ifade ederek, pazar eko­nomisinden yana olduğunu dile getirir. Tekeller çağında, ne kadar “ insani” bir sol!

İnsel, adeta bizimle aym dünyayı ve ülkeyi paylaşmıyor. Geçmişle bugün ara­sında kurduğu geçişler, sosyalizmin red­diyesinden kapitalizmin onanmasına va­ran gelgitler zoraki bir farklılık üretme

Page 43: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

anlayışını çağrıştırıyor. Nedense serma­yenin genişleme ve derinleşme eğilimini görmemekte ısrar ediyor. Althusser’in ifadesi ile kaba determinizmden kaçar­ken çokça eleştirdiği ahlaki idealizme düşüyor. Evrensel insan değerleri dediği şey de bundan başkası değil zaten!

KİM İÇİN VE NASIL?

Marx ve Engels, eleştirel-ütopik sos­yalistler için proletarya, ancak, en çok a- cı çeken sınıf olması bakımından vardır, der. İçinde bulundukları ortam, kendile­rini her türlü sınıf karşıtlığının çok üs­tünde görmelerine neden olur. Toplu­mun her üyesinin, hatta en iyi durumda olanların bile, koşullarını iyileştirmek is­terler. Dolayısıyla toplumun tamamına, özellikle de egemen sınıfa seslenirler. Böylece her türlü siyasal ve özellikle de her türlü devrimci eylemi reddederler. Barışçıl, küçük ve başarısız deneylere mahkumdurlar.7 İnsel de eyiemi, salt bir davranış olarak ele alıyor. “ Siyasi” bul­madığı eylemsel davranışı, fetiş kavra­mıyla niteliyor. Ona göre radikalizm de sadece bir tavır alış biçimi. Bu yüzden İnsel, devrimciliği de yaşam tarzı olarak benimsemeyi uygun görmez. Onun için önemli olan insanın içindeki çoğulluktur. Radikal siyasal tavır alışlar, siyaseti top­lumsal hedefinden kopartır. Bu yüzden “ hasırıma” karşı bile tavır alırken insani varoluş anlamlarının çoğulluğunu düşü­neceksin. Demagoji yapmaktan da geri durmaz, “ işverenler konfederasyonu, kendi çıkarlarına uygun düştüğü için haf­talık iş zamanının azaltılmasını talep etse, sosyalistler tam tersini mi savunmalı­dır?” Sanırım aynı sermayeden söz etmi­yoruz. Bizim bildiğimiz sermaye, neo-li-

beral saldırıların, İş Yasası örneğinde ol­duğu gibi, öncülüğünü yapmaktadır. “ Kar oranları” uğruna limitleri zorlar ve sınıf çıkarlarını her şeyin üstünde tutar. Haftalık çalışma saatlerini düşürmek, hangi işverenin çıkarına denk düşer ki? Ya da hangisi herhangi bir “ z o r ’la karşı­laşmadan bunu yapar? Şüphesiz hiçbiri.

Ama İnsei’in sözünü ettiği siyasal ta­vır, eylemsizlik önerisinden farklı değil. Ona göre, “ vahşi kapitalizmin ezici ko­şullarının harekete geçirdiği, ya dekiase olmuş ya da kendini bu korku sarmış in­sanların dinamizmine, enerjisine dayan­dırmakla” bu iş olmaz. “ Bu, ölgün bir e- nerjidir.” Demek Beyoğlu’ndan bakınca varoşlar böyle görünüyormuş. Burada taşeronlaşmanın, esnek çalışmanın so­nuçlarını, geleceksizliğin öfkesini tartışa­cak değiliz. Sadece şunu söylemek ye- terlidir. Ortada ölgün bir enerji varsa, bu tamamen örgütsüziüğün getirdiği bir sonuçtur. Dile getirilecek ana tema, “ dekiase” olanların içinde bulunduğu de­rin yoksulluk ve örgütlenme olanakları olmalıdır. 96 I Mayıs’ı, varoşların taşıdı­ğı öfke ve açığa çıkarttığı enerji açısın­dan iyi bir örnektir. Insel’in tavrı-, orta sınıf tepkisinden başka bir şey değildir.

İnsel, devam eder; “ Özgürlükçü sos­yalizm, ...bu düzenin asli konu ve alan­larında başa baş mücadele etmekten çe­kinmeyen bir toplumsal dinamizmden güç almalıdır” . Bu “ toplumsal dina- mizm” in ne olduğuna gelmeden önce bir parantez açalım.

İnsel’in değerlendirmelerinde “ ö r­güt” kavramı hiç yer almaz. Bireyin öz­gürleşmesinden bahseder, bunun ola­naklarını tartışmaz. Eşitliği yüceltir, ama egemen sınıfın buna nasıl “ razı” edilece-

________özgürlükçü solu beklerken___

------------------------------------------------ 43 ----

Page 44: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ğini söylemez. “ Z o r” kelimesi İnsel’in lü­gatine hiç uğramamıştır. Ezme-ezilme i­lişkisine dayanan işbölümünün kaldırıl­ması, yeni bir toplumun yaratılması de­mektir. Ezilen sınıfın kurtuluşu, en bü­yük üretici gücün, yani devrimci sınıfın kendisine içkindir.

Bunun anlamı açıktır. İşçi sınıfının, e­mekçilerin, yoksul köylülüğün kurtuluş yolu, burjuva sınıfının iktidarına son ver­mekten geçer. Bu İnsel’e pek bir “ baya­ğı” tanımlama gibi gelebilir. Politik ikti­dar, uzlaşmaz karşıtlığın resmi ifadesin­den başka bir şey değildir. Uzlaşmaz karşıtlık dediğimiz de bir sınıfın öteki sı­nıfa karşı savaşımıdır. Sınıf karşıtlıkları ü­zerine kurulmuş bir toplumun, bedenin bedenle çarpışması ile son bulmasında şaşırtıcı olan nedir? Toplumsal hareke­tin politik hareketi içermediğini söyle­meyin. Aynı zamanda toplumsal olma­yan bir politik hareket hiçbir zaman ol­madı. Ta ki sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortadan kalkmasına kadar da olmayacak. Aslında bunda şaşacak bir durum yok. Çünkü İnsel bütünüyle “a- dem-i merkeziyetçidir.” Hala Eylül ana­yasası altında yaşadığımızın farkında bile değil. Çünkü derin hülyalara dalmış du­rumda. Bu noktada parantez kapanır ve İnsel’in “ toplumsal dinamizmine” geliriz.

Bu elbette ki ÖDP değil. (Üyelerinin bile bir örgüt, dinamik yapılanma olarak tarif etmekten imtina ettiği bir “ olu­şum” , böylesi bir sıfata aday olamaz.) Dinamik etkinin beklendiği yer Avrupa Birliği’nden başkası değil. İnsel bu konu­da çok net. AB üyeliğinin gerçekleşme noktasına gelinmesiyle, “ otomatikman”

* demokratikleşme devreye girecektir. Masstricht kriterleri falan düşünüldü­ğünde, ekonomi rayına oturacaktır.

— yol--------------------------------------------

__ 44 _____________________________

Gerçi bazı itiraflarda bulunmaktan da geri durmuyor. Bu demokrasi, “ muhafa­zakar, neo-liberal iktisat politikaları ve pratikleri merkezli bir asgari demokra­si” olabilirmiş. Ama yine de Avrupa Bir- liği’ne Batı emperyalizminin merkezi ol­duğu için karşı çıkmamak gerekirmiş.

NEDEN?!

Küreselleşme, uluslararası tekelci sermayenin tahakkümüne girip, onun sömürü düzeninin bir dişlisi olmaktır. Bu cümle bize değil, İnsel’e ait. Ancak Ah­met İnsel, bunu küreselleşme dinamiği­nin tek bir cephesi olarak ele alıyor. Sermayenin çok hızlı biçimde dolaşabil­diği dünya pazarında, emeğin aynı hıza u­laşamayacağını da kabul ederek, yine de bu konuda “ mücadele etmek gerekir” diyor. Aslında bu konuyu yukarıda tar­tıştık. İnsel’in ufku “ refah devletinden ötesini görmüyor. Ancak bunun için bi­le çabalayacak mecali kalmamış. Hangi örgütle, hangi araçlarla ve hangi yön­temlerle mücadele edileceğine dair en küçük bir yanıtı bile yok. Doğrusu küre­selleşme hakkındaki görüşlerini karşılaş­tırırsak George Soros, İnsel’e göre yere daha sağlam basıyor. Ahmet İnsel, kapi­talist merkezlerin çarpışmasından me­det umarken, Soros, DTÖ toplantısı ye­rine aynı tarihte Porto Allegre’deki fo­ruma katılmak istemişti. Elbette kabul e­dilmedi, ancak o bile asıl dinamik kesi­min yoksullar olduğunun farkında.

Bu arada İnsel, “ asgari” demokrasi mi, “askeri” demokrasi mi tehdidini sa­vurmaktan da geri kalmaz. Bu da son dönemde çok moda oldu. Kimsenin ak­lına gelmez mi; ya/ya da şıkkının dışında, bir de hem/hem de seçeneği var. İnsel

Page 45: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

gibi içeriden düşünmek ve tartışmak zo­runda da değiliz. İnsel’in mantığına mah­kum kalmayacak kadar “ dinamik” hisse­diyoruz kendimizi.

SONUÇ YERİNE

Terry Eagleton, “Azizler ve Alimler” 8 romanında, Nikolay Bahtin adlı bir kah­ramana da yer verir. Düşkün bir Rus a­ristokratı olan Bahtin, gençliğinde poli­tik mücadelenin de içinde yer almıştır. Dahil olduğu grup, liberal entelektüel­lerden oluşmaktadır. Bu grup, her türlü politik faaliyetten uzak durmak için özel bir gayret gösterir ve ilkeli bir eylemsiz­lik sergiler. Bahtin çok sayıda eyleme ka­tılır; ama yaptığı iş kendi grubunun re­formist, merkeziyetçi ya da sınıf işbirlik­çisi maceralara bulaşmamasının neden­lerini anlatan bildiriler dağıtmaktır. Gru­bun inancına göre; işçi sınıfı, ilkesel ola­rak tarihin evrensel öznesidir, ama pra­tikte devrimci bilinci muhafazakarlığıyla yozlaştırmaya teşne bîr kesimdir.

Tarihe sınıf perspektifi yerine ahlaki açıdan bakan liberal entelektüeller ve dindar pasifistlerden oluşan grubun me­det umduğu şey, emperyalist savaşla ge­lecek bir askeri kıyımdı. Onlara göre Marx ve Engels’in kafalarındaki devrim, şimdiki sınıflı tarih çağı devrini doldurup yumuşakçalardan tekelci kapitalizme doğru yeni bir evrimin başlamasından sonra, şöyle bir iki milyar yıl falan sonra meydana gelecekti. Bahtin, Marx ve En­gels’in yanlış yorumlandığına ilişkin iti­razlar geliştirince, bu düşkün küçük aris­tokrata, artık eylemsizliğine ihtiyaç duy­madıklarını söylediler.

Sanırım, bizim eylemsizliğimize de ih­tiyaç duymazlardı. Orta sınıf duyarlıiığı-

nın ötesinde, en ‘alttaki’lerin öfkesini ve bilincini taşıyoruz. Bir erdem olduğun­dan değil, bir zorunluluk olduğundan ve nesnelliğinden dolayı gerekli bu inanç. Alışkanlıkları ve amentüleri, ancak bu öfkeden doğacak enerjiyle aşabiliriz. Yoksa yeni kutsal kitaplarla değil! Tanrı­ların öldüğü bir dünyada, peygamberlere kim inanır ki!

Anlayana...

DİPNOTLAR1. Ahmet İnsel, Solu Yeniden Tanımla­mak, Birikim Yayınları, 3. Baskı, 2002 (A. İnsei’den yapılan alıntılar asloiarak bu ki­taptandır. Bunun dışında Birikim dergisi­nin çeşitli sayılarında yayınlanan makale­lerinden de yararlanıldı.)

2. K. Marx - F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Sol Yayınları, 1997, sf. 9

3. Ömer Laçiner, Akt. Fuat Ercan, “ Sınıf­tan Kaçış: Türkiye’de Kapitalizmin Anali­zinde Sınıf Gerçekliğinden Kaçış Üzeri­ne” , İktisat Üzerine Yazılar I, İletişim Ya­yınları, 2003, sf. 653

4. Bu konuda kapsamlı bir değerlendir­me için bkz. Mehmet Yılmazer, “ Günü­müzde Devrim Sorunu” , Düşünce ve Davranışta Yol, Temmuz 2003, Sayı:4, sf.3-29

5. E. Laclau - C. Mouffe, “ Kalpler, zihin­ler ve demokrasi” . Birikim, Eylül 1998,Sayı: 113, sf. 48

6. E. Laclau - C. Mouffe, Akt. Fuat Er­can, a.g.y, sf. 656

7. K. Marx - F. Engels, a.g.y, sf. 5 I

8. Terry Eagieton. Azizler ve Alimler, Ayrıntı Yay, Temmuz 1992, sf. 31-32

_______ özgürlükçü solu beklerken___

45 ----

Page 46: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Mehmet Yılmazer

IRAK SAVAŞI’NDAN HAREKETLE ‘EMPERYALİZM’ VE ‘DİRENİŞ’ ÜZERİNE NOTLAR

Sosyalist sistemin yıkılışından sonra hızla daha önceki uzun yıllarda oluşmuş kavramların anlamlarında çarpılmalar başladı. Bunun anlaşılır bir yanı vardı, çünkü dünyada yaşanan büyük altüstlük- ler o güne kadar şekillenmiş kavramların içine girmiyordu. Fakat bu fırtınada ger­çekte olayların fazlaca zorlamasına uğra­mamış, hala değerini koruyan pek çok kavram da çarpılmaya başladı. Bunun da anlaşılır bir yanı vardır, böyle yoğun al- tüstlüklerde at izi ile it izi birbirine karı­şır.

Sovyetlerin çöküşüyle başlayan sü­reçte bilindiği gibi ilk önce Yugoslavya ve Merkez Asya cumhuriyetleri karıştı, uzun kanlı savaşlar yaşandı. Bazı halklar, Slovenler ve Hırvatlar çok kısa zamanda Avrupa tarafından “ kurtarıldı” . Diğerleri uzun süren kanlı bir cümbüşün içinde kaldı. Bu süreçte emperyalizm tarafın­dan oynanan oyunları hatırlamak Irak Savaşı’yla ortaya çıkan sorunlara yakla­şımda kolaylık sağlayabilir. Kosova’yı N ATO ’nun nasıl “ kurtardığım” , birden­bire UÇK’nın nasıl güçlenip bu savaşı ka­zandığını biliyoruz. Şimdi Kosova’da bü­yük bir NATO üssü var, bu da “ kurtul­manın” bedelidir.

Sosyalizmin yıkılıp küreselleşmenin popülerleşmesiyle en fazla emperyalizm kavramı deforme oldu ve değişti. Irak Savaşı sonrası gelişmelerle bu deformas- yona “ direniş” kavramı da eklendi. El­

bette sorunumuz sırf soyut anlamda bir kavram tartışması değildir. Sorun özel­likle 90’lı yıllarla başlayan Yeni Dünya Düzeni’nde olayların değerlendirilme yöntemidir. Çok şey değişti, tüm denge­ler altüst oldu, ancak değişimlerin hepsi ilişkilerin özünde bir farklılığa denk düştü mü? Sorun budur.

EMPERYALİZM YA DA KÜRESELLEŞME ?? ?

Bugün dünyada emperyalizm konu­sunda başlıca iki karşıt duruş vardır. Bi­risi, 90 sonrası olaylarını yeni bir em ­peryalist paylaşım olarak tanımlar; diğeri, küreselleşmeyi yeni bir “öz­gürleşme” olarak görür. “ Biz İmpara- torluk’un modern iktidarın zalim rejim­lerini ortadan kaldırdığını ve aynı zaman­da özgürlük potansiyelini çoğalttığını gö­rüyoruz.” “ Bir zamanlar tanık olduğumuz birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini tek bir iktidar fikri al­mıştır.” (Hardt-Negri, İmparatorluk)

Olayların bu ölçüde farklı yorumu­nun bazı kaynakları olması gerekir. Em­peryalizmi görünmez hale getiren hangi gelişmeler yaşanmıştır? Hiç şüphesiz ki, sosyalist sistemin yıkılışı en önemli geliş­medir. Kapitalizmin “zafer” kazanması onun karşı tezlerini büyük ölçüde de- ğersizleştirdi. Bu arada kapitalizm ve emperyalizmin özelliklerinin onları ta-

Page 47: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

emperyalizm ve direniş üzerine notlar

nınmaz hale getirecek ölçüde değişip değişmediği fazla önemli değildir. Bu bü­yük yıkılış aynı zamanda düşüncelerde de bir çöküş yarattığı için, dünya olayla­rına sırf bu çöküşün yıkıntıları içinden bakılınca kapitalizmi bambaşka görmek kaçınılmaz hale gelir. Yirminci yüzyılın başlarında II. Enternasyonal’in çöküşüyle emperyalizme karşı bilinçlerin nasıl kö- reldiği hatırlanırsa, yetmiş yıl yaşamış, dünyanın üçte birinden fazlasında ege­men olmuş sosyalist sistemin yıkılışının düşüncelerde ne büyük tahribat yarata­cağı tahmin edilebilir. Uğrunda mücade- e edilecek hedef, değerini ve çekiciliğini

yitirince, ister istemez mevcut düzenin değeri artar.

Diğer önemli etken, kapitalizmde, ö­zellikle 80’li yıllarda hızlanan bazı yapısal değişimlerin abartılmasıdır. “ Bilgi çağı” görünürde daha fazla “ özgürlük” vaat e­diyordu. Son bilimsel ve teknik gelişme­lerin büyüsü “ post” kavramını moda ha­line getirdi ve insanlık “ post kapitalist” bir düzene girdiğine inandırılmaya çalışıl­dı. Buradan hareketle sömürünün orta­dan kalktığı iddiaları ortalığı kapladı. E­vet, artı-değer sömürüsünün biçiminde önemli değişimler oldu; ayrıca merkez ülkeler ile Üçüncü Dünya ülkeleri ara­sındaki ilişkilerde de büyük değişimler yaşanıyor. Ancak bunlardan hareketle sömürüşüz bir kapitalizm varsaymak mümkün değildir. Tersine küreselleşme derinleştikçe sömürünün çok daha fazla yoğunlaştığı iyice gözlere batıyor.

Emperyalizmle ilgili yanılgılara diğer önemli bir neden kapitalist merkezlerin ağzından düşmeyen “ insan haklan” ve “ demokrasi” söylemidir. Elbette emper­yalizmin tarihini bilenler için sırf söyle­min hiçbir inandırıcılığı yoktur. 1960’lar

sonrası bütün dünyada yaygınlaşan A ­merikan destekli askeri darbeler 90’lar sonrası tekrarlanmıyor, bu bir gerçek. Ancak bu darbelerin yapıldığı süreçte ABD’nin iddiası “ hür dünyayı” savun­maktı. II. Dünya Savaşfnm sonlarına doğru faşizme karşı Sovyetler Birliği ile birlikte dövüşen Amerika ve İngiltere o zamanlar “ demokrat emperyalist” unva­nını almışlardı. Ancak Soğuk Savaş yılla­rında yaptıklarının demokratlıkla bir ilgi­si yoktu. Bugün sırf söylemlerinden ha­reketle onların karakterinin değiştiğini düşünmek saflık ve yanılgıdan öteye bir anlama sahip olmalıdır. Sosyalist müca­dele ile tüm bağlar -bilinç, morai ve pra­tik olarak- kopartılırsa emperyalizmin söylediklerine inanmaktan başka yol kal­maz. Bugün kapitalist merkezlerin söyle­mine “ inanmak” aslında ideolojik saf de­ğiştirmenin kanıtından başka bir şey de­ğildir. Yoksa emperyalizmin yüzyılı aşkın tarihi onun söylemleri ile yaptıklarının a­rasındaki fark için itiraz götürmez kanıt­larla yüklüdür. Emperyalizmin söylemine inanmakla, inanmak istemek arasında çok yakın bir bağ vardır.

Başlıca bu nedenlerle günümüzde emperyalizmin karakter değiştirdiğini düşünmek sadece bir tahlil yanılgısı o l­makla kalmaz, ona karşı mücadele dona­nımını en zaaflı hale getirir, hatta yok e­der. Evet, iki dünya savaşı boyutunda bir topyekün paylaşım savaşıyla karşı karşı­ya değiliz. Bu savaşların bıraktığı deney­lerden ve nükleer silahların dehşetinden dolayı böyle savaşların yaşanması olasılı­ğı zayıftır, ancak bu yeni emperyalist paylaşımın yaşanmadığının kanıtı değil­dir. Balkanlar’da, Merkez Asya’da, Orta Afrika’da, Afganistan ve Irak’ta yaşanan savaşların anlamı nedir? Üstelik Irak Sa­

47 ----

Page 48: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

vaşı’nm sözde gerekçesi bile kalmadı. Bu sahtekarlık dünyayı ve Amerika’yı biraz tanıyanlar için sürpriz değildir. Ancak “görmek istemeyen göz kadar körü yoktur” .

KÜRT ULUSAL MÜCADELESİ VE EMPERYALİZM

Dünyadan bölgemize gelirsek, Kürt Hareketi’nin emperyalizmle ilişkisi Irak Savaşı nedeniyle özel bir konuma girdi. Burada Barzani ve Talabani’nin yakla­şımlarına özel olarak değinmeyeceğiz. Bu güçler emperyalizmle sürekli ilişki i­çinde oldular, özellikle Körfez Sava- şı’ndan sonra ise ABD ile ilişkileri çok yoğunlaştı. Irak Savaşı başladığında Tala- bani “ Kürtlerin kurtuluş savaşının başla­dığını” ilan etmişti. Irak Savaşı’yla, sosya­list bir dünya görüşüyle yola çıkan PKK’nin emperyalizme ve Irak’taki “ di­renişe” yaklaşımları önem kazanmıştır. PKK, çok açık değilse de Irak’a ABD sal­dırısını destekledi, böylece savaşa ve emperyalizme karşı tavırda hem kendi geçmişiyle hem de sahip olduğunu iddia ettiği ideolojisiyle çelişki içine girdi. As­lında stratejik dönüşle başlayan süreç I­rak Savaşı ile çok daha derin noktalara i­lerledi.

Kürt Ulusal Hareketi Irak’a ABD sal­dırısını değerlendirirken başlıca üç tezi öne çıkarttı. İlki, Öcalan’ın İmralı savun­malarında öne sürdüğü “ 2!. yüzyılın ba­rış ve demokrasi yüzyılı olacağı ve silah­ların öneminin azalacağı” tezidir. Bu yak­laşım yeni bir emperyalist paylaşım süre­cinin yaşandığını kabul etmez. Kapitalist merkezler arası ilişkilerin başka -de­

.. mokratîk- bir nitelik kazanacağını iddia eder. Bir yüzyılı kapsayacak bir tez ileri

— yol--------------------------------------------sürmek pek anlamlı olmaz. Ancak 21. yüzyılın en azından ilk çeyreğinin emper­yalist merkezler arası yeni paylaşım sa­vaşlarıyla geçeceği yeterince açıktır. Sa­vaş derken, mutlaka iki dünya savaşının bir benzerini beklemek kesinlikle doğru olmaz. Tam tersine paylaşım savaşlarının yeni biçimlerini görmek gerekiyor. On beş yıla yakın yaşadığımız budur. Irak öz­gülünde konuya yaklaşırken de, PKK de­ğerlendirmelerinde vurgu emperyalist yeniden paylaşıma değil, “ statükonun bozulmasına” , “ ABD’nin bölgeye ve dünyaya yeni bir şekil verme niyetine” yapıldı. Bunlar olanı söylemek ve üstelik oldukça tarafsız-nötr kalarak söyle­mek anlamına geliyordu. Ulusal Hare- ket’in 2 i. yüzyıla genel bakışı kaçınılmaz bir şekilde İrak Savaşı’na bakışının da çerçevesini çizmiştir.

Savaşa yaklaşımda ikinci tez, “ bölge­de statükoların değişmesinin” savunul­masıdır. II. Dünya Savaşı sonrası bölgede kurulan dengenin Kürt halkının çıkarları­na olmadığı açıktır. Uzak geçmiş bir ya­na, sırf yakın geçmişe bakarsak. Körfez Savaşı sonrası bölgede ilk kez Kürtler lehinde bazı sınırlı değişimler yaşanmaya başladı. ABD’nin Irak’a saldırısının dört devletle temsil edilen statükoya bir dar­be olacağı çok açık olsa da, ABD’nin ö­zel amacının bu olmadığı yeterince açık­tır. Evet bölgede önceki dengeler değişi­yor, ancak hangi yönde ve kimin lehi­ne? Bu sorulara tereddütsüz Kürt halkı lehine demek mümkün değildir. Denge­leri bozan ABD olduğuna göre, yeni dengeleri tamamen kendi çıkarları doğ­rultusunda kuracaktır. Elbette buna gü­cü yeterse... Amerika’nın bölgedeki çı­karları ile Kürt halkının çıkarlarının tü ­müyle çakıştığını söylemek ise büyük bir

__ 48

Page 49: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

emperyalizm ve direniş üzerine notlar

yanılgı olur. Veya “ Kürtler, Saddam’ın yıkılmasına yardım etti, buna karşılık A ­merika da Kültlerin çıkarlarını yerine getirmelidir” gibi bir mantık kuruluyor- sa, bunun, emperyalist politikaların ka­rakteri gereği yersiz bir beklenti olduğu açıktır. Sonuç olarak, bölgedeki statüko­ların bozulmasının Kürt halkının çıkarla­rına olacağı çok tartışmalı bir konudur. Ayrıca, “ statükoların bozulması” aynı zamanda başka halkların çıkarlarının ze­delenmesi ve zarar görmesi anlamına da gelir, bu noktada “ adalet dağıtımım” kim yapacaktır? Bugünkü konumda elbette Amerika! Bu, Amerika’dan çok fazla beklentiye girmek olur. Tek başına “sta­tükonun bozulmasının savunulması mümkün değildir, bu statükoyu kimin ve hangi yönde bozduğu önemlidir.

Sonuncu tez, “ABD’nin bölgedeki diktatörlük ve totaliter rejimlere yönel­diği” iddiasıdır. Bu tezi ciddi ciddi savu­nabilmek için hem dünyayı Ortado­ğu’dan ibaret sanmak, hem de ABD’yi hiç tanımamak gerekir. Saddam’ı ABD’nin yarattığını söylemeye gerek var mı? Dünyada ve bölgede daha başka dik­tatörler varken, neden ilk hedef olarak Saddam seçildi? Kürt Ulusal Hareke­tin in yayın organlarında bölgedeki tota­liter rejimler arasında nedense Irak’la birlikte, sadece ¡ran, Suriye ve Türkiye sayılır, örneğin Mısır ve Ürdün’den hiç söz edilmez. Amerika’nın bölgeye de­mokrasi getirmek gibi bir sorunu yok­tur, zaten demokrasi bir malı veya ser­mayeyi getirmek gibi kolayca gelivere­cek bir olgu değildir. Ayrıca ABD’nin bölgede artık daha önceleri yaptığı gibi gerici feodal güçlerle işbirliği yerine da- tıa demokratik güçleri seçtiği iddia edili­yor. Afganistan’da toplanan meclis tü­

müyle aşiret reislerinden oluşuyor. I- rak’ta Barzani ve Talabani aşirettirler. Şiiler ise bir dini gruptur. İlişkiler hiç de modern kesimlerle kurulmuyor. Bu işler zaten ısmarlama olmaz. ABD’nin bölge­ye demokrasi getirmek gibi bir sorunu yoktur, ancak bazı ülkelerle kendi çıkar­ları açısından çelişki ve çatışma içinde­dir. Bu ülkeler grubu içinde Suudi Ara­bistan da vardır. Sorun bu ülkelerde kendi çıkarlarını dayatabilmek, o ülkele­rin iç politikasını etkileyebilmek için, ABD’nin bîr manevra alanına gerek duy­masıdır. Suriye, ¡ran ve Suudi Arabis­tan’da böyle manevra alanları yoktur ve­ya çok dardır. ABD açısından “ demok­rasi” denen şey, kendi etkinliğini artır­mak için ona imkan sağlayacak politik manevra alanlarıdır. Buna 50’ler Türki­ye’sinde “ çok partililik” dendi. Doğrusu da buydu. Rejimin demokratik olup ol­maması tali öneme sahiptir, ABD için böyle alanlarda “ çok partililik” daha ö­nemlidir. Ancak bu hiç de kural değildir. Amerika, Afganistan’ı “ terörden” kurta­rırken, askeri darbeyle iktidara gelen Pa­kistan lideri Müşerrefe dokunmayı hiç düşünmedi. Amerikan pragmatizmi için örnekler sıralamaya kalktığımızda tüm Amerikan dış politika tarihini yazmak zorunda kalırız. ABD tarihinde “ prensip için” davranmaya hemen hemen hiçbir örnek yoktur. Amerikan burjuvazisinin böyle bir sorunu olmamıştır. Kendi de­mokrasisinin gelişim tarihi de böyledir. Bütün bu gerçekler ortada dururken, ABD’nin bölgede “ diktatörlüklerin ve totaliter rejimlerin tasfiyesini hedef aldı­ğını” düşünmek politik saflık olarak algı­lanamaz. Böyle bir değerlendirme Kürt Ulusal Hareketi’nin pragmatizmi ile a­çıklanabilir. ABD müdahalesinin ernper-

49 _

Page 50: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

yalist ve işgalci karakterini biraz olsun yumuşatabilmek için “ demokrasi” tezi öne sürülüyor.

Sonuç olarak, bir prensip zemininde bir de pratik politika zemininde iki nok­taya vurgu yapmak gerekiyor. Prensip olarak, emperyalizmle bir uzlaşma ola­maz. Pratik olarak ise mümkündür. “ Şeytanla bile işbirliği” yapılabilir. ABD’nin yeniden paylaşım amaçlı Irak işgalini yukarıdaki tezlerle teorize ede­rek yumuşatmaya çalışmak ideolojik bir yanılgıdır. Günümüzde teori ve i­deolojinin bir önemi kaldı mı? Dünyada hala sınıflar mücadelesi varsa, ezen ve e­zilenlerin çıkar farklılıkları, egemenliğin paylaşımı söz konusu olunca uzlaşmaz zeminlerde ise, teori ve ideolojinin öne­mi büyüktür. Pratik olarak düşmanla ba­zı işbirlikleri yapılabilir; ancak ideolojik olarak, aradaki çizginin belirsizleştiril­mesi, sonucu nereye gideceği belli o l­mayan uzlaşmalara kapı açar. Günümü­zün yeniden paylaşım savaşlarını ve bun­da Amerika’nın rolünü silikleştirecek her türlü siyasal tahlil, ideolojik uzlaşma­ya doğru yelken açmaktır. Bunun anlamı ise beyinlerin egemen düşüncenin ku­şatması altına girmesi demektir. Bu ne­denle prensip duruş büyük önem taşı­yor. Irak Savaşı’nın ortaya çıkardığı bazı imkanlardan yararlanmakla, bu savaşın ve ABD’nin karakterini yanlış yönde te­orize etmek aynı şeyler değildir. İdeolo­jik sınır çizgilerinin silikleştirilmesi Ulu­sal Hareket’i düşmanın her türlü etkisi­ne açık hale getirir; öte yandan geçici bazı çıkarlar uğruna ideolojik bir bozul­maya göz yumulması hareketin geleceği-

s ni karartabilir. Bu nedenlerle ideoloji hala büyük öneme sahiptir. O en batak ortamlarda bile yürürken, mikrop sız­

— yol--------------------------------------------

dırmayan zırh rolüne sahiptir. Zırh deli- nince bataklıktan mikrop kapmak ve za­yıf düşmek kaçınılmazdır.

Pratik olarak yapılması gereken vurgu savaşın yaratacağı “ imkanlarla” il­gilidir. “ Statükonun bozulmasının” Kürt halkına bir imkan sağlayacağı varsayımı bir yanı ile doğrudur. Fakat savaşın he­men ertesinde ortaya çıkacak imkanlar­la gözler körleşirse, orta vadede çok da­ha büyük risklerle yüzyüze gelineceği gerçekliği gözlerden kaçabilir. ABD ile bu kadar yakın işbirliğinin tarihsel olarak bir bedeli mutlaka olacaktır. Önceki dengelerin Kürt halkı için zaten tümüyle risk ve inkar anlamına geldiği, yaşanan süreçteki tarihi bir fırsatın her türlü ris­ke değeceği ileri sürülebilir. Bu varsayı­mın sonuçlarını bugünden kestirmek el­bette mümkün değil. Ancak ABD ile a­deta “ kader birliği” yaparak bölge halk­ları ile zaten sorunlu olan ilişkilerin çok daha tam ir edilemez yaralar alması mümkündür.

Bu yazıyı yazarken Hewler (Erbil) katliamı yaşandı. Kürt Ulusal Hareke- t i ’nin yayın organlarında hemen failin yö­nü olarak Türk derin devleti gösterildi. Oysa en azından üç olasılık vardı. Elbet­te birisi Türk derin devletiydi. Irak’ta fe­derasyona yapılan vurgular bunun zemi­nini oluşturuyordu, ¡kinci olasılık, ABD’nin göz yumduğu bir girişim olma­sıydı. ABD, hangi dengelerle ne zaman nasıl oynayacağını, bilgi ve davranış ola­rak kimseyle paylaşmak niyetinde değil­dir. Bir Kürt federasyonuna sıcak bak­madığından, bu istekleri sınırlamak için bu tü r oyunlara girmesi her zaman mümkündür. Ayrıca tüm Irak’ta kendi konumunu süreklileştirmek için ABD’nin çeşitli gerilim hatlarına ihtiyacı

__ 50

Page 51: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

emperyalizm ve direniş üzerine notlar

vardır. Üçüncü olasılık, Sünni üçgeni o­larak isimlendirilen alandaki direniş güç­lerinden kaynaklanabilirdi. ABD ile işbir­liği noktalarına vurdukları için böyle bir olasılık vardı. Sonunda bu alandan kay­naklı “Jaysh Ansar El Sunna” isimli bir örgüt saldırıyı üstlendi. Ancak bu üstlen­meyle elbette sorun çözümlenmiş olma­dı. Böyle örgütleri motive eden, hatta büyüten güçler genellikle karanlıkta kal­maya devam ediyor.

Ancak önemli olan Kürt Ulusal Ha- reketi’nin değerlendirmesinin çok sınırlı kalmasıdır. Bu sınırlılıkla ABD’nin böyle motivasyonlara girebileceği ve ABD ile işbirliğinin böyle saldırıları tetikleyebile- ceği, değerlendirme dışında tutulmuş o­luyor. Bu zaafın nedeni politik öngörü ve deney eksikliği değildir. Kürt Ulusal Hareketi bu alanda büyük deneylere sa­hiptir. Günümüz emperyalizmine ve ö­zel olarak bölgenin ABD tarafından ye­niden paylaşılmasına ideolojik seviyede yanlış yaklaşımın böyle politik olarak ha­talı türevler yaratması kaçınılmazdır.

IRAK’TAKİ DİRENİŞ Mİ?

Bu konuda Kürt Ulusal Hareketi’nin yayın organlarında sık sık görüş ve rö ­portajlar çıkıyor. Irak’taki “ direniş değil­d ir” , “gerici, karanlık güçlerin terörü­dür” . Önce şunu vurgulamak gerekiyor. Irak’ta bu alanda yaşananlar tamamen iş­gal güçlerinin sansürüne tabidir. Elimiz­de doğru dürüst hiçbir bilgi yoktur. Bu güçlerin bir bildirisi ya da konuşma ka­seti, bir siyasal programı var mı? Bunu yeterince bilmiyoruz. Oradaki muhabir­lerin de sağlıklı bilgilere ulaşmaları bu koşullarda neredeyse •'imkansızdır. Bu konuda ABD tam bir tekele sahiptir.

Yaşananlar devrimcilerin görmeye a­lışık oldukları bir örgütlenme ve direniş tarzı değildir. İdeolojisi, programı en a­zından bizler için belli değildir. Ancak vurduğu hedeflere baktığımızda ortada fazlaca bulanıklık yoktur. İşgal kuvvetle­rinin güçlerine ve onlarla işbirliği yapan güçlere saldırılar düzenlenmektedir. I- deolojik olarak ise öne sadece siyasal İs­lam çıkmıyor, farklı grupların olduğu gö­rülüyor.

Günümüz dünyasında, bundan önce­ki tarihsel dönemde yaşandığı gibi, dire­nişlerin tek programı “ bağımsızlık” veya “ sosyalizm” değildir. Sovyetlerin çökü­şünden sonra, mücadelelere damgasını vuran sosyalist ideoloji büyük bir zemin kaybetti. Bölgemizi ele alırsak, sosyaliz­min geri çekilmesiyle birlikte siyasal İs­lam güçlendi. Aslında sosyalizme karşı “yeşil kuşak” oluşturulması da siyasal İs­lam’ın büyümesinde önemli bir rol oyna­dı. Ancak “ yeşil kuşak” ile günümüz ka­pitalizmine karşı “ cihat” ilan etmiş siya­sal İslam arasında artık belli bir fark var­dır. Günümüz direnişlerinin ideolojik renkleri oldukça farklıdır. O nedenle her somut olayın kendi şartlarında irde­lenmesi gerekir. Bugün, 20. yüzyıla dam­gasını vuran “ sosyalist mücadele” ve “ u­lusal kurtuluş savaşları” gibi genelleme­ler yapmak imkansızdır.

Örneğin, Yugoslav iç savaşı günümüz “ kurtuluş” savaşlarına iyi bir ördektir. Almanya’nın, bir an önce Slovenya ve Hırvatistan’ı etkisi altına almak için kış­kırttığı iç savaşın nelere mal olduğunu tüm dünya izledi. YDD’ye karşı kendine göre direnen Sırbistan’ın da nasıl NATO tarafından ezildiği hala hafızalarda taze­dir. Kosova Arnavutları ise NATO tara­fından kurtarılan ilk halk olma şerefine

51

Page 52: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

erdiler. Baikanlar’daki ateş, oraya “ barış gücünün” yerleşmesi ile sönmedi. Tam tersine buradaki tüm devletçikler em ­peryalist gözetim olmadan yaşaya­maz hale getirildiler. Günümüzdeki “ kurtuluş” ların ardındaki izi iyi sürmek gerekiyor. Dünya güçler dengesi ve ye­niden paylaşım gerçekliği bunu şart ko­şuyor.

irak’a gelirsek, direnişi “ Saddam ar­tıkları” olarak damgalayıp yok saymaya kalkmak ne siyasi ne de ahlaki olarak mümkündür. Irak, emperyalizm tarafın­dan işgal edilmiştir, zenginlikleri ABD ve İngiltere tarafından' paylaşılacaktır. Bu paylaşıma karşı direnmek en meşru haktır. Direnen Irak halkları değil, sa­dece “ Saddam artıkları” veya “gerici ka­ranlık güçlerdir” demek ne anlama gelir? Eğer halklar işgale karşı direnmiyorsa, I- rak’taki halklar bu ülkenin servetinin ABD tarafından yağma edilmesine göz mü yumuyorlar? “Saddam’dan kurtul­manın” karşılığı olarak ülke servetini ABD ve İngiltere’ye mi bağışlıyorlar? Yoksa ABD ve İngiltere’nin bu işgalde hiçbir emperyalist amacı olmadığına, sa­dece bu ülkeye demokrasi getirmek için savaştığına mı inanacağız? Veya bir çık­maz sokak gibi sadece iki olasılığın: “Saddam diktatörlüğü” veya “ABD mü- dahalesi” nin öne çıkartılması ve demok­ratik süslemelerle işgalin hoş görülmesi hangi politik zemine dayanılarak savunu­labilir?

Direnişin sadece “ iktidarını ve imti­yazını yitirmiş eski iktidar güçleri” tara­fından sürdürüldüğünü iddia ederek bunların “gerici ve karanlık” güçler ol­duğunu iddia etmek, ancak buna karşılık işgale karşı başka bir direniş zemini ö r­gütlemek yerine işgal güçlerinden de­

mokrasi beklemek hangi ölçülere daya­nılarak savunulabilir?

“ Büyük haydut” “ küçük haydudun” servetini yağmaladığında mantık olarak “ küçük haydudun” kendini savunma hakkı vardır. Üstelik dünyada bu man­tığı, o güne kadar uluslararası seviyede oluşmuş her türlü kuralı hiçe sayarak, bizzat Irak Savaşı’na hazırlık sırasında ABD’nin güçlendirdiğini biliyoruz. Dünyaya meydan okuyarak, uydurma gerekçelere dayanarak “ küçük haydu­dun” büyük servetine açıkça göz dik­tiğini her haliyle sergiledi. Bu durum karşısında “ küçük, haydut” kendini sa­vunmaya kalkarsa, bunu tıpkı Bush’un yaptığı gibi en gözü kara metotlarla ya­parsa, ortada bir suçlu aranacaksa bu sadece “ Saddam artıkları” mıdır? Bu yoldan yüründüğünde emperyalist işga­lin aklanmasına kadar gidilebilir.

Tablo sadece bundan mı ibarettir? I- rak’taki direniş “ iktidar artıklarının” şu­ursuz terörü müdür? Ortada amacı çok açık olan emperyalist bir işgal o lduğu" göre direniş kaçınılmazdır. Bu direnişe ilk soyunanların iktidarını yitiren BAAS güçleri olduğu bir gerçektir. Buradan hareketle hangi sonuçlara varmak gere­kiyor? Bu güçler dışında direniş olmadı­ğını iddia etmek ve hatta bunu bir olum­lama gibi sunmak ne anlama gelir? ABD medyası bütün gücüyle Saddam’ı kor­kunçlaştırarak kendi işgalinin özürünü yarattı. Buna bizde mi inanacağız? Bu eli kanlı emperyalist “süper güce” karşı I- rak’ta bir direniş olmadığını kanıtlamaya çaiışmak nasıl bir politik tercihtir? Eğer küreselleşme ile emperyalizm buharla­şıp gitmiş olsaydı, halkları bir direnişe çağırmak anlamsız olurdu. Ancak ger­çeklik bu olmadığına göre Irak’ta ve

__ 52.

Page 53: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

emperyalizm ve direniş üzerine notlar

dünyanın her köşesinde, belki uzun bo­calamalardan sonra, yeni emperyalist paylaşıma karşı direniş yükselecektir. I- rak’taki direniş, emperyalist işgal sürdü­ğü müddetçe kendi başlangıç noktasın­dan öteye büyümek zorundadır. Dire­niş için “ iktidarını yitirmiş BAAS’çılar” nitelemesiyle yetinmek, olaya ABD gö­züyle bakmak olur. Bir ülke emperyalist amaçlarla işgal edilmiştir, böyle bir işga­le karşı direniş en meşru haktır. O ne­denle bu direnişi ABD’nin gözleriyle görmek biz devrimcilere düşmez.

Kürt toprakları da işgal altındadır, hiç değilse bir parçanın işgalden kurtuluşu­na destek vermek gerekmiyor mu? Kürt halkı açısından kendisine zulüm etmiş ik­tidarlardan birisinin yıkılmasının “ ka­zanç” veya “ fırsat” olarak görülmesi bu anlamda doğaldır. Ancak bu duruş nok­tasının çok hassas sınır çizgileri var­dır. Bölge halklarıyla ilişkileri kollama­yan, bu hassas çizgileri iyi belirlemeyen bir davranış geleceği kaybedebilir. “ Fır­sat” veya “ kazanç” hızla kabusa da dö­nüşebilir. Üstelik bu konuda ABD’nin - ’’Kürt halkının en meşru haklarının ta­nınması” gibi- bir prensip davranışı söz konusu değildir, tam tersine olaylar “ABD çıkarları” doğrultusunda yönlen­diriliyor ve güç onda olduğu müddetçe olaylar böyle gelişecek. Bu gidişe karşı, Irak’ta gün geçtikçe daha kapsamlı bir direnişin oluşması kaçınılmazdır. Şiiler, işgale karşı belli bir mesafede duruyor­lar. Sünniler işgale karşı dövüşüyorlar. Kürtler ise işgale karşı hiçbir mesafe koymadılar. Bu konumlanış farkları önü­müzdeki dönemde, “ anayasa ve seçim

, sürecinde” belki de Amerika’nın baş e­demeyeceği ölçüde çelişkileri harekete geçirecektir.

Irak’taki direniş günümüz emperya­list yeniden paylaşım savaşlarına karşı bir duruştur. Ancak bu direnişin iki han­dikabı vardır. Birisi, köken olarak eski iktidar güçlerine dayanmasıdır. Bu dar zeminde kaldığı müddetçe fazla bir gele­ceği olamaz. Diğeri, dağınık direniş güç­lerinin ideolojik zemininin zaaftı olması­dır. Bir yanda siyasal İslam ve diğer yan­da Saddam döneminin BAAS “ laikliği” direnişi geleceğe taşıyacak programlar değildir. Emperyalist paylaşım sırf ve sa­dece kaba işgal ve zulme dayanmayıp, kendi ideolojik örtüsünü de yaratacağı i­çin, direniş güçleri bu siyasal örtüleri de aşacak bir politik-program zeminine sa­hip olmalıdır. Kendini bu zeminlere yük- seltemeyen direnişlerin bir geleceği ol­maz, belki daha ufuklu direnişlerin hare­kete geçiricisi olurlar.

Günümüz dünyasında eski siyasi ve i­deolojik sınırların çok karıştığı ortada­dır. Bugün sosyalist sistemin yıkılışıyla Balkanlar’dan başlayan “ ulusal” mücade­lelere baktığımızda arkalarında adeta ka­çınılmaz bir şekilde emperyalist yeniden paylaşımın izini sürmek mümkündür. Küçük ulusların ve halkların kaderi bü­yük güçlerin denge hesaplarında bir ağır­lık olmaktan öteye anlamlı değildir. Üs­telik günümüz dünyasında artık ulus devletlerin sona ermekte olduğu sık sık vurgulanıyor. Bu da küreselleşmenin ba­zen yolunu zorlaştıran sınır engellerinin kaldırılması için merkezlerin yüksekler­de tuttukları bir paroladır. Ancak bunu söyleyenler, göçmen akınlarına karşı sı­nırlarını en son teknikle korumaktan ge­ri durmuyor.

Günümüzde emperyalist yeniden paylaşıma karşı henüz ideolojik ve ö r­gütsel bir saflaşma oluşmadı. Yaşananlar

— 53 ----

Page 54: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

bu yolda dağınık, düzensiz birikimlerdir. Bütün bu belirsizliğe rağmen devrimci­ler açısından iki nokta yeterince açıktır. İlk önemli konum, emperyalist yeniden paylaşıma karşı durmaktır. Herhangi bir bahaneyle bu duruş noktası gevşetile- mez. İkincisi, ulusal kurtuluş savaşları as­lında tarihsel dönem olarak gününü dol­durmuştur. Buna rağmen geç uluslaşma­ların olduğu da bir gerçektir. Ancak bu­gün emperyalist yeniden paylaşıma karşı sırf ulusal burjuva zeminde durmak ye­terli değildir, artık sosyal kurtuluş, yani halk iktidarları öne çıkmalıdır. Yugoslav­ya deneyi emperyalist gözetim olmaksı­zın yaşayamayacak devletçikler yarattı. Bakalım bu önemli deneyden sonra Irak işgali tarihe hangi önemli dersleri bıra­kacak?

8 Şubat 2004

— yol--------------------------------------------

__ 54

Page 55: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

M. Özgür

KAPİTALİZMLE MÜCADELEDEDAYANIŞMA, ÖZ ÖRGÜTLENM E,

■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■

HALK İNİSİYATİFLERİ ÜZERİNEGİRİŞ

Yerel mücadeleler Türkiye Devrimci Hareketi tarafından uzun süre anti-faşist temelde tasarlandı. Son dönemlere ka­dar gündelik deneyimlerden çıkartılan gelgeç sonuçlarla yerel örgütlenmeler yaratılmaya çalışıldı. Yerel siyasetin teo- rize edilmesi, kavramsallaştırılması, de­neyimlerin yorumlanması bu nedenle daha baştan engellenmiş oluyordu. Oysa mücadelelerin 1965’lerde başlayan ve 1990’lara kadar süren bir dönemi ka­panmıştı. Sermayenin küresel ölçekteki yönelim ve stratejileri karşısında sınıfsal bir karşı-hegemonya oluşturmanın yolu, çeşitli alan ve düzeylerde bütünlüklü po­litika paradigmaları oluşturmaktan geçi­yor. Toplumsal yapıdaki dönüşümler, kapitalizmin 1980’lerdeki neoliberal ge­nişleme dalgası ve yeni sermaye birikim stratejisinin üretim ve yeniden üretim olarak tüm yaşamı dönüştüren, piyasa i­lişkilerine tabi kılan etkileri, oldukça ö­nemli olan sınıfsal-toplumsal parçalanma süreçlerinin örgütlenme zeminindeki et­kileri gündemlere girse de örgütlülük­lerde eski alışkanlıklardan kopulması ko­lay olmuyor.

Mücadeleler yerelde, yerel önderle­rin yetenek, bilgi ve olgunluklarına fazla­sıyla bağlı kaldı. Dernekler, kültür mer­kezleri, bürolar açıldı, Alevi dernekle­rinde ve köy derneklerinde çalışıldı an­

cak programlı çalışmalar, deneyimlerin değerlendirilmesi yapılamadı. “ Kahveye gidince her insanla konuşabilmek gere­k ir” diyen devrimciler, gündelik bilinç ve mücadelelerle devrimci mücadeleyi bağ­layacak örgütlenme kanallarını ve bilinç­lenme yöntemlerini, kurumlarını ve kav­ramlarını geliştirmeyi, halkı bu anlamda özneleştiren süreçleri ihmal etmemeli­ler. Sermaye çevreleri yereli kapsayan bütünlüklü söylemi ve araçları Dünya Bankası, BM ve IMF gibi kurumlardan başlayarak üretirken biz de üretebilme- liyiz. Üst perdeden devrim çağrıları ve çelişkilerin halka anlatılması, “ sorunlar” üzerinden ajitasyonlar hiç de yeterli o l­madı, demokratik ifade zeminleri, gün­demlerin taşınacağı inisiyatifler yarata­madık. Bir ihtiyaca karşılık gelen top­lumsal dinamikleri, yerel duyarlılıkları tek bir kalıba sokmaya çalıştık. 60-80 a­rası yükselen halk hareketi dalgaları üze­rinde yüzen devrimci mücadele açısın­dan, yükseliş dalgalarının, halk inisiyatif­lerinin ve öz örgütlenmelerin yaratılma­sı artık büyük oranda kendi irademize bağlı.

Kendiliğinden kitle mücadeleleri dö­nemi bitmişti 1 kendiliğinden kitle müca­delelerinin politik olarak yönsenmesine dayalı stratejilerin değiştirilmesi mutlaka gerekiyordu. 80’lerin başından beri ka­pitalizmin gelişim yönündeki tekleşme diyebileceğimiz bir dönem yaşandı. Oy-

55 ----

Page 56: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

__ yol

sa 1970’lerde devletçiiik-liberalizm ayrı­mı olarak politik düzlemde ortaya çıkan ayrışma üzerinden, oluşan toplumsal a­lanlar ve kurumsallaşma üzerinden yü- rünebilmişti. Günümüzde, yeni sermaye birikim stratejisi ile; böyle bir ayrımın yer almaması, neoliberalizmin egemen kılınması süreci ile karşı karşıyayız. Eski­den “ kendiliğinden” oluşan örgütlenme ve bilinçlenmeleri artık kendimiz yarat­mamız, bir anlamda mevzi savaşımızı kendimiz vermemiz gerekiyor. Pek çok alan dışında, sadece sendikaların duru­muna bakmak, sigortasız çalışmanın yay­gınlığına bakmak bile bu açıdan yeterli- dir. Geçmişte, “ içe dönük sermaye biri­kim modelinde” burjuvazi, asıl olarak malını sattığı ülke içinde tüketimi a r t ı ­rabilmek için ücret sendikacılığına alan açmıştı, bunun sağladığı politik ortam yanında, sendikalaşma devrimciler tara­fından da üzerinden yürünecek bir top­lumsal zemin, radikal mücadelelere öna­yak olmuştu. Oysa günümüzde, aynıla- şan burjuva siyaseti politizasyon yarat­mazken, tam tersine toplumsal alanlar piyasalaştırılıyor, iş süreçleri parçalanı­yor, düzensiz çalışma ve işsizlik mücade­le zeminlerini parçalıyor. Yitirilen top­lumsal zeminleri yaratmamız gerekiyor. Eski siyasi tarzın aşılması yönünde, top- iumsal-siyasal öz örgütler olarak Daya- nışmaevleri’nin beş yıla varan deneyim­leri ve kavramlaştırmaları önemli. Emek hareketinin savunmacı konumundan çık­ması adına, devletin zoruna karşı olduğu kadar, birbirinden ayrılamayacak şekil­de, piyasanın zoruna karşı politika üret­mek adına önemli ilk deneyimlerden bi­ri olarak görmek mümkün.

Günümüzde, bütünsel bir sistem ola­rak kapitalizmin her geçen gün daha çok

__ 56

yerel olana nüfuz ettiğini, yerelin bağla­mını etkilediğini düşünürsek, gittikçe ye­rel ve bölgesel çalışma için teorik çerçe­velerimizi de “ kapitalizmle mücadele” ve “ devrimci” bir öz üzerinden zengin­leştirmemiz gerekiyor. Dünyada, özel­likle taşeronlaşma, güvencesiz çalışma, özelleştirme, ticarileştirme, yoksulluk, yapısal işsizlik ve krizler, baskı, dışlama temelli artan mücadele pratikleri, gele­neksel sendikal çalışmayı aşmanın gerek­liliklerini gösteriyor. Oysa tüm bunlara rağmen, kapitalizmin mantığının siyasal ve sosyal alanda kurduğu egemenlik kar­şısında, kitlesel siyasetin çözüm olmak­tan çıkması gibi bir süreçle karşı karşıya bırakılmaktayız. Rekabet, toplumsal çö­zülme ve yabancılaşma, tüketimcilik çe­şitli biçimlerde toplumsal yapıya siniyor. Toplumsal parçalanmalara uygun farklı örgütlenmeler ve bu farklı örgütlenme­lerin birleşik mücadelesi günümüzün te­mel problemini oluşturuyor. Küresel kapitalizmin ideolojisi olarak liberal çok kültürcülüğe, yerelciliğe ve farklılıklar si­yasetine savrulmadan kapitalizmle mü­cadeleyi bu zeminlerden, bütünlüklü bir şekilde yapabilmek gerekiyor. Kitlesel mücadeleler ve iktidar ufku bu çalışma­lar üzerinden oluşup netleşecek.

Mücadeleler artık anti-faşist duyarlı­lıklar temelinde değil eskisinden farklı zeminlerden olacak derken, yerellerde yaşanan tüm “sorunlar” üzerinden değil, yaygınlaşabilecek ve kapitalist işleyiş a­çısından yapısal olan ve dönüştürücü et­kisi yüksek noktalardan zeminleri kura­rak ilerlemek gerekiyor. İşsizlik, taşe­ronlaşma ve güvencesiz çalışma günü­müz kapitalizminin yapısal bir özelliği ve geçici bir süreç değil. Kapitalizm, eğitim­den sağlığa, emekliliğe yaşamın değişik a-

Page 57: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

lanlarını metalaştırırken, bu alanları da doğrudan sınıf çatışmasının alanı hâline getirirken, ticarileştirirken, üretimi işçi haklarına karşı “ esnekleştirirken” , sos­yal haklardan “yalınlaştırırken” çeşitli mücadelelerin birleşik bir strateji üze­rinden eklemlenmesinin nesnel zeminini de yaratıyor. Bu nesnel zemin üzerinden hareket edebiliriz. Yaşananların kapita­lizm açısından tarihsel bir kriz olması, krizin çözümü adına neoliberal bir hege- monik proje olarak sunulmuş olması göz önüne alındığında, sosyalist projenin o- anaklılığı her zamankinden çoktur diye­biliriz. Çeşitli inisiyatif ve öz örgütlen­melerin, mücadelelerin, kapitalizmle mücadele içinde birleşik bir sınıf strate- isinin parçası olarak kurgulanabilmesi,

farklı eklemlenmelerin sağlanabilmesi ve toplumsal dayanışma içinde ortak müca­dele içinde yer alabilmesi gerektiği yazı­nın sonunda vurgulanacak.

Ancak metalaşma, proleterleşme, ta- şeronlaşma gibi ya da tüm bunların ya­rattığı eşitsizlik, adaletsizlik ve üretim sürecindeki toplumsal ilişkilerdeki ya­bancılaşma gibi “ üzerinden yürüyeceği­miz” süreçleri kabaca bilmek yeterli de­ğil, bunların insanlar tarafından algılanışı, bilince çıkarılışı ve sınıfın ve sınıf bilinci­nin oluşması sürecinde etken olan dene­yimler, gelenekler, iktidar ilişkileri ve değerler sistemlerinin politik projeler hayata geçirilirken farkına varılması ö­nemli. İktidar ufkunun yitimi ve toplum­sal dönüşüm fikrinin reddi, toplumsal çürüme ve bireysel öfkelere dönüşen toplumsal tepkiler, medyanın hızlı ve yaygın etki gücünden etkilenen davranış ve bilinçler, kapitalist rekabeti içselleşti­ren bireyler günümüzün gerçekliğidir.

Farklılıklar yaratma, parçalama ve

homojenleştirme eğilimleri günümüz ka­pitalizminde iç içe işliyor. Peki sınıf ko­numlarının doğrudan sınıf bilincine dö-' nüşmediğini biliyorsak, sınıfın ve sınıf bi­lincinin bir tarihsel sürecin ürünü oldu­ğunu biliyorsak, maddi yaşam koşulları i­le bunun bu koşulları yaşayanlarca an­lamlandırılması arasında uyumsuzluk so­rununu şematikliğe düşmeden (kendi i­çin sınıf/kendinde sınıf ayrımı ya da yan­lış bilinç olarak ekonomik bilinç/siyasi- devrimci bilinç şemalarını kastediyo­rum) nasıl çözebiliriz? İşte tam da bu noktada, dayanışma ve gündelik direniş­ler; ortak faaliyet, etkileşim ve deneyim­ler olarak toplumsal dönüşüm bilincinin ya da dönüştürücü/devrimci bir güç ola­rak sınıf bilincinin oluşmasında etkin bir işleve sahip olabilir. Bu nokta oldukça ö­nemli bir noktadır. Ayrıca maddi yaşam deneyimini edinmede aracılık eden kül­türel kodlar içinde, dayanışma, adalet, hakkaniyet ve onur önem taşıyor. Sorun bu anlamda bir “ yanlış bilinç” sorunu değildir. Halkın gündelik bilincindeki a-, dalet bilinci ve dayanışma bilinci, tutarlı bir ideoloji ve değerler bütünlüğü içinde dayanışma, kolektif direniş ve deneyim­lerle “ mücadele” bilincine dönüştürüle­bilir.

Dünyada şimdilik stratejisiz ve parça­lı da olsa, kapitalizme ve küreselleşme soygununa yönelik tepkileri, neoliberal reformlara karşı artan hoşnutsuzluğu ve mücadeleleri, uluslararası gelişmeleri de bu düzeyde yorumlamak gerekiyor. Bu parçalılığın önemli boyutu emek hare­ketleri ile toplumsal hareketler arasın­daki ciddi kopukluktur ve bu kopuklu­ğun pek çok nedeni vardır. “ Dayanışma” tasarımının bu anlamda ikinci bir boyu­tu, ulusal ve uluslararası ölçekte artık

halk inisiyatifleri ü z e r in e _

57

Page 58: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

homojen bir bütün olmayan işçi sınıfının sendikalarda olduğu kadar değişik siya­sal ve toplumsal hareketlerde bulunan gücü açığa çıkaracak bir şekilde ulusal ve uluslararası ortak mücadelelerin zemini­ni örmesidir. Bir süreç olarak dayanışma sınıfiçi farklılıkları görmezden gelmeyi değil, aşma çabasını ifade etmektedir. Bu çaba, farklılıkları bastırmak yerine dahil etmek stratejisinden yararlanarak bir a­maç birliği yaratarak güç kazanmak, stratejik mücadeleye yönelebilmek anla­mına gelmektedir.

A. KRİZ, DÖNÜŞÜM, HEGEMONYA

Kapitalizm bir dünya sistemi ve 1970’lerden beri yaşadığı kriz, ileri ka­pitalist ülkeleri ve daha farklı bir biçim­de geri kapitalist ülkeleri dönüştürü­yor. Kar oranlarının düşmesi ve serma­yenin yeniden üretiminin tıkanması ile ilgili yapısal krizler temelde aşırı birikim sorunundan doğar ve sadece ekonomik alandaki değişimlerle aşılabilecek buna­lımlar değildirler. Kapitalizmin yaşadığı tarihsel kriz, hem üretimin maddi ve kurumsal yapısını hem de ekonomik ve toplumsal güç ilişkilerinin yeniden be­lirlenmesini gerektiriyor. Sadece üre­tim ilişkileri değişmekle kalmıyor, bu i­lişkileri düzenleyen toplumsal kurumlar ve kurallar değişiyor, bununla birlikte görevi sınıflar arası çatışmaları kontrol altında tutmak olan devletin rolü de değişiyor. Sermayenin ekonomik ve si­yasi iktidarı ile siyasal ve ideolojik he­gemonyasını garanti altına almaya dö­nük stratejiler gündeme geliyor. Em­peryalist savaşlarla ve zor gücü ile kon­sensüs yaratmaktan, yasal düzenleme­

lerden, “ terörle mücadele” den “ yok­sullukla mücadele” ve “ iyi yönetişim” yaklaşımlarına kadar krizin çözümü için çok boyutlu bir “ strateji” ile karşı kar- şıyayız. Tabi tüm bu stratejiler yine sı­nıflar arası'mücadelenin içinde şekille­nip, değişik söylemlerle kendini ifade e­derek varoluyor. Krizler sermaye b iri­kiminin ve sınıflar mücadelesinin ara­sındaki tarihsel ilişki içinde tanımlanır­ken, kriz koşullarından yaralanarak, sermayenin emek üzerindeki egemenli­ğini nasıl yeniden ürettiği önem kazanı­yor.

Burada vurgulamaya çalıştığım, kapi­talist toplumsal formasyonlarda bugün yaşanmakta olan uzun süreli dönüşü­mün yalnızca teknik iş süreci ve ekono­mik güç ilişkileri ile sınırlı kalmayacağı­dır. Dayanışma, öz örgütlenme ve halk inisiyatiflerinin önemi, sosyalist paradig­ma ve toplumsal demokrasi açısından önemi yanında, bu tespitten kaynakla­nır. Üretim noktasından başlayıp, tüm ekonomik, toplumsal, siyasal ve ideolo­jik yeniden üretim süreçlerine kadar u­zanan ve kapitalist güç ilişkilerini tü ­müyle sermaye lehine belirlemeyi he­defleyen küresel “ reformları” ve kont­rol mekanizmalarını doğru teşhis etmek gerekiyor. Bir önemli nokta da, sisteme karşı mücadele ve direnişleri küçümse­memek. Krizdeki kapitalist toplumsal işleyişin kırılgan ekonomiler, savaşlar ve yoksullaştırmalarla var olduğunu, buna yönelik tepkilerin şimdiden önemli bo­yutlarda olduğunu görmek gerekiyor. 2 Türkiye açısından toplumsal formasyo­nun yeniden üretimi anlamında krizin a­şılamadığını söyleyebilirsek, aşağıdaki kısım bir anlamda bunun yarattığı ola­naklar üzerinden okunabilir.

__ 58

Page 59: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Üç FARKLI DÜZLEM

Mücadeleler artık anti-faşist duyarlı­lıklar temelinde değil eskisinden farklı zeminlerden olacak derken, yerellerde yaşanan tüm “ sorunlar” üzerinden değil, yaygınlaşabilecek ve kapitalist işleyiş açı­sından yapısal ve dönüştürücü etkisi yüksek noktalardan ilerlemek gerekiyor. Yaşadığımız toplumsal dönüşümü ve ka­pitalist ilişkilerin özelliklerini toplumsal yeniden üretim alanında, üretim alanın­da ve siyasal ve ideolojik alanda olmak üzere üç farklı kategoriye ayırabiliriz. Bu üç alandaki mücadele toplumsal formas­yonun bütünlüğü açısından bir arada ele alınabilir. Ancak toplumsal yeniden üre­tim alanı ve emek üzerindeki üretimde­ki kontrol alanı mücadelenin nesnel ze­mini ve politikanın içeriğini, son olarak siyasi ve ideolojik hegemonya alanı da sermaye söyleminin deşifre edilmesi ve karşı politika ve söylemler üretilmesi a­çısından önemli bir düzey olarak karşı­mıza çıkıyor.

I. Toplumsal Yeniden Ü retim ve Emeğin Yeniden Ü re tim i Alanı: Metalaşma, Piyasalaşma, Ticarileş­tirm e ve Maddi Yaşam Pratikleri

Sermayenin toplam döngüsünün hız­landırılması ve genişletilmesi krizden çı­kış için gerekli. Farklı kar alanlarının ya­ratılması adına özelleştirme, piyasalaştır- ma ve mevcut “ karsız” çalışan devlet hizmetlerinin ticarileştirilmesi süreci de­vam ediyor. Bu süreçte ticarileşme, me­talaşma, devletin eğitim ve sağlık gibi sosyal hizmetlerden çekilmesi yaşamın tüm alanlarını sınıf çatışmasının alanı ha­line getiriyor ve adaletsizlikleri, eşitsiz­likleri arttırıyor. Yani toplumsal yeniden üretim sağlanırken (insanların temel ih­

tiyaçlarının karşılanması diye kabaca ta­nımlayabiliriz) sermaye eşitsizlik yaratı­yor, temel ihtiyaçları dahi sağlayamıyor s ve bu alanda hegemonyasını sarsacak çelişkiler yaratıyor. Oysa sosyalizmin varlığı ve güçlü sınıf mücadeleleri ile ka­pitalizm bir ölçüde “sosyalleşmişti” , sos­yal refah devleti uygulamaları mümkün olabilmişti. Sosyal refah devleti en genel hatlarıyla piyasa ekonomisinin üretmiş olduğu toplumsal ve siyasal gerilimleri yumuşatma ve kontrol altında tutma ih­tiyacından doğmuştu diyebiliriz. Daha genel bir düzeyde.düşünüldüğünde sos­yal devleti, modernité olarak nitelediği­miz son iki yüz yıllık ekonomik ve sosyal dönüşümler neticesinde şekillenen bir yönetim tarzı, devlet ve toplum arasında özel bir ilişki biçimi olarak yorumlamak mümkündür. (N. Özbek, 2002)

Günümüze gelindiğinde ise yeni-libe- ral politikalar denen politikalar aracılığı ile devletlerin sosyal görevlerini bir bir terk ettikleri, yaşamın tüm alanlarının piyasanın kar alanı ve denetimine bırakıl­makta olduğu biliniyor. Eğitim, sağlık, iş güvencesi, emeklilik hakları gibi haklar yavaş yavaş bir hak olmaktan çıkıp, pa­rayla satın alınan şeyler haline geliyor.

Emeğin olduğu kadar toplumsal yaşa­mın da bir bütün olarak sermayenin ger­çek egemenliğine tabi hale gelmesi (pro­leterleşme, finanslaşma, metalaşma); e­meğin, kamusal alanın ve devletin sosyal boyutlarından arındırılması (toplumsal dışlanma, ticarileşme, küçük devlet) ser­maye birikiminin yayılmacı eğilimini ifade eden bir emperyalist stratejinin unsurla­rıdır. (M. Özuğurlu, 2003)

Makroekonomik düzlemden baktığı­mızda ise ekonomik krizler sermayenin

halk inisiyatifleri üzerine__

59 —

Page 60: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— y o l----------------------------------------------

emeği yoksullaştırması üzerinden aşılı­yor, uluslararası finansal sermaye akışla­rı ve borç ödemelerine giden vergiler ü­zerinden doğrudan bir sömürü meka­nizması kuruluyor. Tarımda önemli bo­yutlarda yaşanan ve tarımsal sübvansi­yonların kesilmesiyle artacak olan bir mülksüzleşme dalgası yaşanmaktadır. Meta dışı geçimlik hizmet üretiminden kopma, üretim araçlarının mülkiyetin­den kopma ve proleterleşme yaşanmak­tadır. İhtiyaç maddelerine ulaşma koşul­ları doğrudan nakit paraya bağlı hale gel­mektedir. jşsiziik yapısaldır. Kapitalizm­de eşitsiz gelişme kaynaklı varoşlaşma süreci, kamu reformu ile azalmayıp arta­caktır. Gecekondulaşmanın ticarileşmesi ve işgal usulü gecekondulaşmanın sona ermesi, yeni alanların kalmaması ve ma­liyetinin artması neticesinde gecekondu­laşma eskisi kadar yoksullara kaynak ak­tarımı anlamına gelmemektedir. Günde­lik yaşamla ilişki artan ölçüde nakit para bağıyla kurulur hale gelmiştir. Tüm bu süreçler ailelerin ayakta kalma stratejile­rini zorlaştırmakta, köyden yardım, aile dayanışması, geç evlenme, eve iş alma, kadınların ve çocukların çalıştırılmaya başlanmasına rağmen gittikçe imkansız­laşmaktadır. (A. Buğra, 2001)

“Yoksullaşma; 20. yüzyılın ikinci yarı­sındaki evrimsel eğilimi adlandıracak da­ha iyi bir terim yoktur. Günümüz mega kentlerine yığılan, düzensiz, güvencesiz çalışan ya da işsiz kesimlerin dünyadaki oranı yirminci yüzyılın ikinci yarısında kentsel nüfusun dörtte birinin altından, yarısından fazlasına ulaşmıştır ve yoksul­laşma olgusu gelişmiş merkezlerin ken-

k dilerinde de önemli ölçekte yeniden o r­taya çıkmaktadır.” (S. Amin, 2004) Bu konumdaki kentsel nüfus yarım yüzyıl i­

çinde çeyrek milyardan daha düşük bir rakamdan bir buçuk milyar insana tır­manmış, ekonomik gelişme, nüfus artışı ya da kentleşme sürecini karakterize e­den hızları aşan bir büyüme hızı kaydet­miştir. Bu gelişmeler, dünyadaki müca­deleler açısından mutlaka göz önüne al­mamız gereken bir gerçekliktir.

Kapitalizm ve yerel yönetim ler

Kapitalizmde yerel yönetimler eme­ğin ve sermayenin yeniden üretimini üstlenirler ve eşitsiz gelişmenin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bunlardan “emek gücünün yeniden üretimine yö­nelik hizmetler” sermayenin krizi ve kar oranlarının düşmesi İİe birlikte 1980’ler- den sonra yavaş yavaş terkedilmiş, tüm dünyada sermayenin yeniden üretilmesi­ne yönelik belediye hizmetleri öne çı­kartılmaya başlamıştır. Ayrıca yerel çe­lişki ve geriiimleri önleyecek, düzenin meşruiyetini devam ettirecek çeşitli ka­tılım mekanizmaları ve yardımlar (kent­sel rant dağıtımı, siyasal İslam ve sosyal yardımlaşma kurumu başta olmak üzere yoksullara yardımlar, kat çıkma ve imar izinleri, ...) ile kendini meşrulaştıran kli- entalist bir yerel yönetimler sistemi ön plana çıkmıştır. Sermayenin yeniden ü­retimi, rant mekanizmaları, arsa-konut spekülasyonları, gecekondu mafyası, tu­rizm bölgelerindeki rant paylaşımları ü­zerinden şekillendiği ölçüde yerel yöne­timler de sermayenin bu kesimlerinin kesin hakimiyetine girmiştir. Elektrik, su, temizlik, ulaşım gibi alanlarda özel­leştirmeler gündeme gelir. Esnek üretim ve dışa açık sermaye birikimine dayalı e­konomik modelde belediyelerin ve ye­rel devletin dönüşümü oldukça önemli­dir. A rtık emeğin yeniden üretimi, işsiz­lik ve esnek çalışma, sistemin yapısal bir

__ 60

Page 61: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

parçası olduğu için eskisi kadar gündem­de değildir.

Özellikle metropoliten kentlerden başlayarak (İstanbul, Ankara, İzmir, Bur­sa gibi) belediyeler piyasacı bir mantığa yönelmiş, ulaşım, çöp toplama, ve ben­zeri hizmetleri sağlamada kendi birimle­rinden çok özel sektörü kullanmaya yö­nelmişlerdir, emeğin sosyal haklarını bu­damalardır. Bunun yanında belediyele­rin kendi bünyelerinde şirketler kurarak bu şirketlere çeşitli işleri devretmeleri yaygın bir strateji haline gelmiş, bu fir­malar aracılığıyla belediyeler şirket ve kar mantığı ile çalışmaya yönelirken bir yandan hem merkezi yönetimin hem de halkın denetiminden kaçmayı hedefle­mişlerdir. Belediye borçları yerel yöne­timlerin özellikle büyük sermaye ve u­luslararası sermayeye olan ilişkilerini - bağımlılıklarını arttırmıştır. Yeni “ kamu reformu” yasasının geçmesiyle, kapita­lizmde eşitsiz gelişmenin bir sonucu o­lan varoşlaşmanın artacağı söylenebilir.

Daha önceki dönemlerde işlevsel bir işbölümü içinde olan kentler ve yerel yönetimler modelinden yarışmacı bir kent ve yerel devlet modeline geçilmek­tedir. Devletin vurgusu, ekonomik alan­da merkezi ölçekten yerel ölçeğe doğru bir kayma göstermektedir. Artık dünya ekonomisine eklemlenmek için yarışan kentler, Denizli, Antep, İstanbul örnek­lerinde görüldüğü gibi bu tip piyasacı ve sermayedarları destekleyen bir beledi­yecilik anlayışı öne çıkmaktadır. Yerel girişimcilerin liderliğinde, ulus devletle­rin daha az müdahaleci hale gelmeleri fırsat bilinerek yerel birimler uluslarara­sı işbölümünde daha iyi bir konum edin­meye çalışmaktadırlar. Kentin altyapısıy­la, üretim ve hizmet işlevli binalarıyla bir

sermaye birikimi olması süreci derinle­şir. Rant merkezli kentsel gelişme anla­yışı daha da gelişmiştir. Sermaye ve STK’îarı da içeren çok aktörlü bir devlet yönetimine geçilmekte olduğu söylemi (yönetişim vb. kavramlar ile yapılmakta­dır) gerçekte STK’lar olarak sermayenin örgütlerini (sanayi odaları, ticaret odala­rı vb.) içermekte ve toplumsal değişim i­çin mücadele eden toplumsal-siyasal halk örgütlerini içermemekte, emekçile­ri dışlamaktadır. Şirketlerin çevreyi kir­letmeleri, kentsel eşitsizlikler ve eşitsiz gelişme kaynaklı sorunlara karşı çıkmak her zamankinden daha güncel ve müm­kündür.

Bu bölümün sonucu olarak söyler­sek, “ Sermaye bütünsel hegemonyasının sosyal evrenini inşa ettiği ölçüde, yaşa­mın her alanı sınıf çatışmasının alanı ha­line gelmektedir” (F. Ercan, 2002) Top­lumsal yeniden üretimi sağlayamayan “ sermaye hegemonyasını” bu alandan deşifre etmek, parçalamak mümkün. Tüm bu yukarıda sayılanlar toplumsal dönüşüm, toplumsal demokrasi, adalet, eşitlik ve dayanışma temelinde mücade­le edecek, hayatın değişik alanlarında bütünlüklü bir zeminde çalışmalar yapan siyasal-toplumsal halk örgütlenmelerinin önemini ve gerekliliğini arttırmaktadır. Devletin sosyal ve ekonomik olarak bo­şalttığı alanları, işsizlik, yoksulluk ve sö­mürüye karşı toplumsal dayanışma ve direniş anlayışı ile doldurmak önem ka­zanıyor. Halkın hem ayakta kalmasını kolaylaştıran, gündelik sorunların üze­rinden atlamayan hem de geleceğine sa­hip çıkmasında önemli olacak kurumlar; halk meclisleri yaratılabilir. Yoksulluğa karşı parasız eğitim ve sağlık talebi, işsiz­liğe karşı herkese gelir getirici bir iş ev-

halk inisiyatifleri üzerine__

61

Page 62: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

rense! talepleri, doğrudan demokrasi ve halk dayanışması yaklaşımları güncelleş­miş durumda. Dayanışma, kooperatifleş­me, kolektif üretim ve tüketim organi­zasyonları gibi olanaklar bu taleplerin sa­vunusuna anlam katar, hedefi somutlaş­tırır, piyasa ideolojisinin üzerinde, insa­nın ekonomiyi belirleyebileceğinin ö r­neklerini sunar. Piyasa ideolojisine karşı emeğin politik ekonomisi bizzat emeğin denetiminde olacağına göre bunun mümkün olduğunu gösterebilir.

2. Sermayenin Emek Üzerindeki Kontrolü: Taşeronlaşma, İşsizlik, Esnek-Yalın Ü re tim

Üretimde kapsamlı ve niteliksel dö­nüşümlere yol açan bilimsel-teknik sü­reçlerin (mikroelektronik ve enformas­yon teknolojileri) kullanılmasına daya­nan esnek üretim sistemleri iş akışkanlı­ğı, emek yoğunluğu ve üretkenliği arttı­rılarak emek sömürüsü artırılırken, ser­mayenin emek üzerindeki kontrolü de arttırılmış oluyor. Öte yandan “ emeğin organik bileşimi” de değişmekte, sınıf içi hiyerarşi ve farklılaşmaların önü açıl­maktadır. Yalın üretim sistemine yasla­nan mikro-ekonomik rasyonel (firma te­melinde kar ve rekabet edebilirlik) bir bütün olarak toplumsal yaşam alanları ü­zerinde büyük bir ideolojik tahakküm kurmuştur, her şey ve herkes hız ve ü­retkenlik temelinde yargılanabilmekte, bu hız ve üretkenliğin ihtiyaçlarına uyum gösteremeyenler bir safra olarak dam­galanarak kamusal alandan dışlanmakta­dır. Bilgi yoğun teknolojiler ve nitelikli e­meğe ihtiyaç duyulan hizmet sektörleri için “ bilgi toplumu” söylemi ile nitelikli emek sermayenin hizmetine koşulmak­tadır. Sadece “ niteliksiz” emek değil tüm emek türleri haklarından koparılmış bir

şekilde yalın üretimin tehdidi altındadır.

Ayrıca üretimin küresel ölçekte ye­niden sermaye lehine örgütlenmesini sağlayan yeni bir uluslararası işbölümü yapısı da oluşturulmaktadır. “ Uluslarara­sı entegrasyon biçiminin” bu anlamda değiştiğini söyleyebiliriz. (M. Türkay, 2003) Çokuluslu şirketlerin ucuz ve kontrol edilebilir emeğe dönük arayışla­rı doğrultusunda üretim, emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu ülkelere doğru kay­dırılmakta. Dev şirketler çevre ülkeler­de kurdukları tesisler, ticari bağlar, fa­son ağları aracılığı ile hem üretimin ma­liyetlerinden tasarruf etmekte hem de üretimden ve pazar koşullarından doğan tüm riskleri yerel üretim birimlerine ak­tarabilmektedir.

Genişleyen ve karmaşıklaşan sınıf mücadelesi alanı

Tüm dünyada ve başta Türkiye gibi ülkelerde çalışma biçimleri açısından ba­kıldığında, düzenli bir çalışma sisteminin yanı sıra, part-time, geçici, mevsimlik ça­lışma, evde çalışma, uzaktan çalışma gibi yeni düzensiz çalışma biçimlerinin hızla arttığı gözleniyor. Buna karşılık, Türkiye gibi ülkelerde, taşeronlaştırma yoluyla geçici, sözleşmeli veya mevsimlik işçilik­te önemli bir artış gözleniyor. Yine teks­til, kimya, gıda gibi emek yoğun sektör­lerde “ evde çalışma” sistemi önemli bir gelişme kaydediyor.

Teknik geliştikçe günümüzdeki kapi­talist üretimde “ canlı emeğin” payı git­tikçe azalıyor, işsizliğin ya da “ nispi artı nüfusun” artmasının temel nedeni ola­rak bunu gösterebiliriz. Sanayide çalışan nüfus azalırken, günümüzün mega kent­lerinde düzensiz çalışma gittikçe kural haline geliyor, hizmet sektörü genişli-

__ 62

Page 63: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

yor. Ancak hizmet sektöründeki bu ge­nişleme, genel olarak işsizliğin yapısallaş­masını engellemiyor. İşsizlik veya “ fazla nüfus” Marx’ın ifadesindeki “ yedek sa­nayi ordusu” boyutlarını çoktan aşmış­tır. (Önemli veriler için, bkz. S. Amin, 2004)

Tüm bu açılardan bakıldığında ücret­li çalışan sayısında yaygınlaşma olsa bile, yoksullaşma, sosyal harcamaların kısıl­ması, işsizlik ve düzensiz çalışmanın çok yaygınlaşması, taşeronlaşma ve bunların hepsinin yarattığı kentsel bölünmeler ve toplumsal dışlanma, sınıfın topyekün ve hızlı davranmasında sorunlar yaratmak­tadır. Sendikalardan partilere kadar cid­di bir dağılma etkisi yaratan bu süreçte parçalanmaların üstünden atlamayacak ama birleşik bir mücadeleyi hedefleyen yeni tarz örgütlenmelere, sendikal anla­yışlara olan ihtiyaç artıyor. İşçi sınıfının işyerinde ve mahalleler, semtler gibi ya­şam alanlarında, aynı saldırı politikasının iki ayrı yüzü olarak yüz yüze kaldığı uy­gulamalara karşı bütünsel mücadelesinin geliştirilmesi sorumluluğu ortaya çıkı­yor.

Marx’ın kapitalizmin gelişim sürecin­de ifade ettiği gibi işçi mücadelesinin dö­nüm noktalarından biri, kapitalistin işçi­leri verimlilik/artı değer arttırımı ve kontrol adına fabrika diye adlandırdığı­mız mekanda toplamaya zorlamasıdır. Bu süreç kontrol adına yapılmış ama do­ğal olarak kolektif direniş olanaklarını da yaratarak yirminci yüzyıl boyunca emek­çilerin uyguladığı stratejinin bir ayağını oluşturmuştur. Üretimin mekansal an­lamda dağıtılması ve yarı-zamanlı çalış­malar burjuvazi açısından bir karşı stra­tejiydi. Ancak yeni koşullar da yeni mü­cadele biçimlerini yaratacaktır. Ne dev­

rimci düşünce sadece bir mekan teorisi­dir ne de herhangi bir mekan teorisini devrimci düşüncenin reddetme gibi bir -, lüksü vardır. “ Önce fabrikaları örgütle­mek lazım, siz yanlış yapıyorsunuz” de­mek bu yeni mekan stratejisine yanıt ü- retememek anlamına gelir. Devrimci mücadele, her mekansal düzeyden ba­ğımsız olarak, sınıfsal mücadeleyi yeni­den üreten, “ kimliği” oluşturan-kuran eylemliliktir. İşçi sınıfının en hareketli kesimlerini barındıran varoşlar bu an­lamda önemlidir.

İşyerlerinde ve mahallerde geliştirile­cek bütünlüklü mücadelelerin, gelenek­sel sendikal örgütlenmelerle yapılama­yan eğitim, hakları konusunda bilgilen­me, dayanışma, doğrudan eylem ve hak alma etkinliklerinin önemi artmaktadır. Halk inisiyatifleri; işçi ve işsiz komiteleri, işçi bilgilenme ve dayanışma komisyon­ları ile bu alandaki boşluğu doldurabilir­ler. Yoksulluk ve işsizliğe karşı dayanış­malar işçi-işsiz birlikteliklerine kapı aça­bilir. Ulusal ve uluslararası ölçekte ger­çekleşen sermaye sömürüsü, finansal krizler, vergi-faiz ilişkileri üzerinden ger­çekleşen sömürüler üzerine bilgilenme­ler yapılabilmektedir. Kayıtsız çalışanla­rın hakları birlikte davranılarak alınabil­mekte, işyeri koşullarına müdahaleler geliştirilebilmektedir. 3 “ İşçi sınıfı mı, va­roşlar mı” ikilemi bu anlamda geçerli bir ikilem olarak karşımıza çıkmıyor, bunlar birbirini dışlayan mücadeleler olmadıkla­rı gibi, her yerelin ayrı bir dinamiği ola­bilir. Güçlü mahalle örgütlenmeleri ara­cılığı ile, üretim atölyeleri ve fabrikalara ulaşılabilir.

3. Siyasal ve İdeolojik Hegemonya: Piyasa İdeolojisi, Bilgi Toplum u, Yönetişim , Çokkültürlülük, Yok-

halk inisiyatifleri üzerine__

63 ----

Page 64: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

sullukla Mücadele SöylemiDevletin iyi bildiğimiz zor uygulama­

ları, baskılar, soruşturmalar, hak gaspla­rı, cezaevlerinde açık şiddet şeklinde ge­lişen uygulamaları yanında söylemsel ve ideolojik yaklaşımları da ele almak gere­kiyor. Son dönemlerde “ yoksullukla mücadele” raporları Dünya Bankası ta­rafından yayınlanıyor. Bu sorunun dünya çapında güncelleşmesinin gerçek sebebi sadece yoksulların çoğalması değildir, yoksulları da içerir tarzda sınıf temelli e­şitsizlikleri meşrulaştıran faktörlerin za­yıflamasıdır. Yani sermaye çevreleri kendilerini artık eskisi kadar kolay bir şekilde meşru gösteremedikleri için yoksulluk karşıtı “ yardımlar” söylemini benimsemektedirler. Yine Dünya Ban­kası, sürece “ sosyal riskin azaltılması” ü­zerinden bakmaktadır, yani toplumsal tepkilerin önüne geçmek istedikleri söy­lenebilir. Türkiye’de bu açıdan Dünya Bankası’nın çizdiği rotada ilerlenmekte- dir, yoksullukla mücadele programları­nın özü, emekçi sınıflar içindeki farklılık­ların temel alınması, farklılıkları yeniden üreten politik araçların devreye sokul­masıdır. Bu stratejinin ön koşulu da sı­nıfsa! koruma esasına dayalı sosyal koru­ma sisteminin tasfiye edilmesidir. Farklı­lıkları gözetmeden herkese eşit olanak­lar değil, “ işgücü piyasasında bireysel pa­zarlık gücüne sahip olanlar ve olmayan­lar” şeklinde genel bir tasnif yapıldıktan ya da “ düşkünler-düşkün olmayanlar” diye ayrıldıktan sonra “ düşkünler nasıl piyasaya kazandırılır” sorusu sorulmak­tadır. Sınıfsal koruma kavramı ortadan kaldırılmaktadır. Sendikalar, SSK, Sosyal Yardımlaşma Vakfı gibi toplumsal daya-

■' nışma kurumlan bu süreçte yeni bir strateji ile işlevlendirilmektedir. Medya­

__ 64

nın gücü bu söylemlerin etkisini a rttır­maktadır.

Mikro-Kredi, yardım ve burslarYardımlar, mikro-kredi adı altında

verilen krediler, çok az olmakla birlikte piyasaya tutunmaktan başka çözüm yok anlayışını ve ideolojisini yaygınlaştırıyor. Sorunlarını çözmek için toplumsal daya­nışma, yardımlaşma ve hak arama yön­temleri ve örgütlülükleri geliştirmek ye­rine halkın böyle bireysel kurtuluşlar i­çin sürekli fırsat kollayan “garibanlar” haline gelmesine neden olunuyor. Top­lumsal dönüşümü hedeflemeyen, eko- nomik-politik-demokratik mücadeleleri birleştirmeden yapılan, mikro girişim ve kendi kendine yardım ve dayanışma, za­manla zengin sınıfların devletten edin­dikleri kaynaklardan, emeğin sömürü­sünden, vergilerden, ödenen faizlerden ve özelleştirme soygunlarından, ticari­leştirme ve yolsuzluklarla edinilen kay­naklardan yoksulları uzaklaştırıp, yoksul­ların kendi kendilerini sömürmesine ve­ya küçük girişimlerle kendi kendileriyle yarışmasına neden oluyor. (Bolivya, Şili, Brezilya ve El Salvador üzerine yapılan incelemeler için J. Petras’ın kitabına ba­kılabilir.) Okullardaki hatta günümüzde dershanelere kadar uzanan burs sistem­leri de “ nitelikli” emeğin sermayenin hizmetine koşulmasını ve burs kazana­mayanların kendilerini suçlu hissetmesi­ni sağlayabiliyor. Yoksulluk Türkiye’de aynı zamanda bir garibanlık, kenara itil­mişlik duygusu olarak, bir hissetme yapı­sı olarak da yaşanıyor. (N. Erdoğan, 2002) Türk Eğitim Vakfı gibi sermayenin kuruluşları, aslında hem kendilerini hem de sistemi meşrulaştırmaktalar. Beledi­ye yardımları ve Denizfeneri Derneği gi­bi kuruluşların yardımları hatta gazetele­

Page 65: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

rin toplumsal eşitsizlikleri ve barınma hakkını dile getirmeden depremlerden sonra açtıkları yardım kampanyaları bu mantığın çeşitli boyutlarıdır.

Fark siyaseti, kimlik siyaseti, çokkültürlülük, poştmoderniteÇokkültürlülük, sivil toplum örgütle­

ri ve iyi yönetişim söylemleri sermaye çevrelerince çok dile getiriliyor. CHP ve AKP’nin söyleminde, Kürt hareketinin ve Alevi derneklerinin söylemlerinde yer alıyor. Sanıldığı gibi çokkültürlülük söylemini ve postmodernizmi sadece bir söylem olarak, bir karşı propaganda olarak görmemek gerekiyor. Bu söylem bir gerçekliğe denk düşüyor. Kapitalist gelişmenin yarattığı gerçek krizlere yanıt olarak ve sadece ideolojik söylemsel ol­mayan tepkiler olarak modernité sorgu­lanmakta. Kapitalist gelişmenin ekolojik, sosyal politik sonuçlarına tepkiler olarak yorumlayabiliriz “yerelcilik” ve “ çokkül­türlülük” söylemlerini. Sosyalizmin yıkıl­ması ile kapitalizmin yarattığı yanılsama­lar sorgulanabiliyor ve kapitalizm tepki­leri içererek genişliyor. Ayrıca, kapita­lizm salt bir Batı sistemi değil günümüz­de. Kapitalizm Avrupamerkezli olmak­tan çıkıp dünyaya yayıldıkça, üretim iliş­kileri mekansal olarak parçalandıkça bu parçaların kendi eğilimlerini var etmek istemeleri ya da kapitalizmin onları kap­saması postmodern söylemi küresel ka­pitalizmin mantığı olarak üretmekte di­yebiliriz. Yani çokkültürlülük, sivil top­lumculuk “ kapitalizmi” görmüyor çünkü bizzat kendileri genişleyen ve değişik kültürleri içine katan kapitalist işleyişin kültürel mantığı olarak ortaya çıkıyorlar. Yerellik ve farklılık vurgusu günümüz a­kademik yazınında ve politikasında öyle çok görülüyor ki. Dünyayı fethe çıkan

bir çokuluslu şirketin reklamından tu­tun, ABD’nin savaş stratejilerine kadar “ kapitalizm” , “ değişik kültürlerle bir a­rada yaşayalım” yapıyor. Sermayenin söylemi farklılıkları temel alan ve yeni­den üreten politika araçlarının devreye sokulmasıdır, bu anlayış sınıfları böler, sınıfsal bilinci ve sınıfsal sömürüye karşı bütünsel mücadeleyi imkânsızlaştırır.

“ Bir farklılıklar seli içinde yaşıyorsak bu farklılıklar selini anlamamız gereki­yor, bu seli yaratan sermayenin genişle­me, farklılaşma ve derinleşme eğilimleri­dir. Kapitalizmin değdiği noktayı kendi­ne benzeten işleyişi I970’li yıllarda fark­lılıklar yaratarak güçlenme biçimini al­mıştır. Yani farklılıklar keşfedilmeye, da­hası yaratılmaya başlanmıştır.” (F. Ercan, 2001) Buradan bakarsak postmoderniz- min söylemini, farklılıklar söylemini salt bir söylem olarak görmemek gerekiyor. Günümüz kültürü biraz da böyle, bunu kapitalizmi ve küresel ölçekte sömürüyü deşifre eden bir söylemle yanıtlarken, farklılıkları ve değişik baskı-sömürü bi­çimlerine tepkileri, kapitalist rasyonel­leşme ve araçsaiiaşmaya tepkileri müca­delemizin bir zenginliği olarak görebil­meliyiz. Postmodern düşüncenin parça­yı bütünden soyutlayan anlayışını red­detmek parçanın özgünlüğünü reddet­meye de varmamalıdır. Bu yerelde de­mokratik halk inisiyatiflerinin önünde duran önemli bir görev olarak karşımıza çıkıyor.

Eskiden olduğu gibi Alevi ya da Kürt kimliği doğrudan “ muhalif değildir. Ka­dın sorunu, “ iyi yönetişim” stratejileri çerçevesinde sermaye söylemine eklen­miştir. Toplumsal dönüşümü hedefleyen halkın öz örgütleri değil KAGİDER’den Toplum Merkezleri’ne kadar STÖ’ler bu

halk inisiyatifleri üzerine__

6 5 ----

Page 66: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

alanı istila etmektedirler. Bu anlamda halk inisiyatiflerinin etnik kimlikler, ka­dın sorunu ve diğer dinamikleri mücade­le içinde eklemleyebilmesinin gerekliliği de ortaya çıkmıştır. Hem toplumsal dö­nüşümü hedefleyen hem de mekan te­melli farklılıkların özgünlüklerini kabul e­den yeni bir zemin, yerelde kapitalizmin ideolojisi “ çokkültürlü” liberalizmin ha­kimiyeti kadar, muhafazakar-milliyetçi güçlerin hakimiyetini de engeller. 4

Şunu aklımızdan çıkarmayalım ki, in­san deneyimlerinin ve toplumsal müca­delelerin çoğulluğuna saygı ile, tarihsel nedenselliğin tamamının yok edilmesini birbirine karıştırmamalıyız. Tarihte yal­nızca çeşitlilik, farklılık, rastlantısallık gö­rüp, bütünsel yapılar ve süreçlerin man­tığı görülmezse kapitalizm inkar edile­mez. “ Bazı farklılıklar farklıdır” , tüm farklılıkları bir araya getirmek, eş-düzey- de görmek kapitalizme karşı bütünsel mücadeleyi gerektiren eşitlik ve özgür­lük mücadelesini yıpratacaktır. Sermaye­nin, çokkültürlü liberalizmin fark dediği şey çoğu zaman eşitsizliktir, sömürüden kaynaklanır ya da eşitsizlikleri gizlemek­tedir.

Siyasi ortam : Sımfsızlaşan siyasetve despotik bir proje olarak

neoliberalizm!Siyaset, örgütlenme, toplumsal mü­

cadeleler “ piyasa’ ya tabi kılındıkça, e- mekçilerin-ve yoksul halk kesimlerinin i- radeleşmesinin ve siyasallaşmasının dev­let kurumlan, geleneksel sendikalar, sosyal sigortalar gibi zeminler üzerinde yükselmesinin imkanları azalıyor. Yeni sermaye birikim modeli ve birikim stra­tejisi içinde, neoliberalizm emekçilerin sınıfsal temsillerini de içeren bir siyasi

zemin yaratmıyor ve siyaseti daraltıyor. 1980 öncesinde kendiliğinden yığın ha­reketlerinin önünü açan devletçilik-libe- ralizm ayrımı üzerinden siyaset yapmak mümkündü. Burjuva siyaseti bu anlamda ciddi çelişkiler içermekteydi. (M. Yılma- zer, 1997)

Günümüzde düzen siyaseti tamamen ekonomiye endekslenmiştir. Kendiliğin­den yığın hareketlerini besleyen, diri tu­tan bu anlamda bir çelişki içermemekte­dir. Ekonomik ve siyasal alanlar arasında tanımlanan geçici ayrım artık yoktur. Devlet “ hakem devlet” (CHP Programı) “ koordine eden devlet” (AKP Progra­mı) tanımlamaları üzerinden sosyal yan­larını terk etmekte, emekçileri piyasa ile karşı karşıya bırakmaktadır. Siyasi yöne­timler, sendikaları, sosyal dayanışma ku- rumlarını ve halkın siyasi temsillerini içe­rerek siyaset yapan bir yerden, dışlaya­rak siyaset yapan bir yere kaymaktadır. Refah devleti uygulamalarını terk et­mektedir. A rtık sınıfların uzlaşması üze­rinden gerçekleşen bir siyaset zemini kalmamaktadır. Gerçekte bu sermaye­nin yeni siyaset tarzıdır ve meşruluğunu “ iktisadi büyüme” , “ verimlilik” , “ küresel rekabet” ve “güvenlik” gibi kavramlar­dan sağlamaktadır. Bu açıdan bakıldığın­da ekonomik-demokratik-siyasi müca­delelerin iç içe geçirilmesi gerektiği o r­taya çıkar.

Uzun olması pahasına Ahmet Haşim Köse’den bir alıntı yaparsak; “ Geçmişte kamusal alan farklı statü, grup ve sınıflar­dan oluşan bireylerin farklı taleplerini gerçekleştirebildikleri, bu taleplerini si­yasal olarak meşrulaştırabildikleri alan­dır. Yani, kamusal alanın oluşumunda bi­reylerden toplumsal gruplara, sınıflara geçilir. Bunun içinde eğitim, sağlık, altya-

___ 66

Page 67: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

pı olanakları gibi kamu hizmetleri ile ça­lışma ve işçi-işveren ilişkileri gibi tüm a- nayasal hak alanları mevcuttur. Gele­neksel anlamıyla siyaset bireyler üzerine değil, farklılaşmış gruplar ve sınıfların toplum senaryoları ve kamusal alana iliş­kin beklentileri üzerine inşa edilirdi ve bu açıdan dünyanın her yerinde merkez sağ ve merkez soi partilerin söylemleri­ni ayrıştırmak mümkündü. Ancak, bah­settiğim gibi, neoliberalizm bu açıdan tüm dünyada siyasal bir kimliksizleşme- nin başlangıcını oluşturdu. (...) Oysa gü­nümüzde kapitalizmin yeni yapılanması i- çinde yoksul kesimler kamusal alanda sı­nıfsal bir dinamik olarak temsil edilme­mekte, sermayenin güdümündeki sivil toplum örgütleri aracılığıyla bir anlamda dilencileştirilmektedir.” (A. Haşim Kö­se, 2002)

Kısaca özetlemek gerekirse, gerek sınıflar arasındaki gerekse devlet ile top­lum arasındaki ilişkilerde müzakereye ve temsile dayanan biçimler, yerini dışlama, baskı ve sıkı kontrol biçimlerine bırakı­yor. Emek örgütleri ve siyasal katılım e- konomik süreçlerden dışlanıyor. Yığın­sal siyaset ve uzlaşmaya dayalı sınıf mü­cadelesi politikaları gündemden düşer­ken, sermayeye dayalı özelleşmiş çıkar­lar ve kapitalizmi sorgulamayan kimlik­ler üzerinden yapılan “ teknokratik” bir siyasetin önü açılıyor. Tek kurtuluşun “ piyasada” , “ ekonomide” olduğu pom­palanıyor. Siyasetin meşruluk söylemi sı- nıfsızlaşan siyaset zemininde “yoksulluk­la mücadele” olarak beliriyor. Günü­müzde maddi yaşam pratiğinin sınıf içe­riği gittikçe artan şiddette belirginleştik­çe, verili siyasi yelpaze içinde cereyan e- den siyasal mücadele pratikleri sınıfsızla- şıyor, parçalanıyor. Kendiliğinden politi-

ze bir kitle veya sınıfsal yönelim elimiz­de yok. Oysa devlet tek bir sınıfın tem­silcisi haline geliyor, sermaye-devlet iliş­kilerinin aldığı biçim devletin diğer sınıf­lar karşısındaki -en azından görünürde­ki- “göreli özerkliğini” zedeliyor. Devlet gitgide daha çok “ zenginlerin devleti” haline geliyor ve başka kesimlere kaynak aktarılamaması süreci ile artık sermaye­nin egemenliğinin iyice sorgulanmasının zemini ortaya çıkıyor. Kapitalizm artık i- deolojik ve kültürel olarak da, ciddi bir proje, yeni bir hayat tarzı ve umut suna­mıyor. Bu noktada girişte de bir kısmını dile getirdiğimiz bir biçimde, bu koşullar zemininde bütünlüklü mücadelenin ö- nemli adımları olarak “ halk inisiyatifleri ve öz örgütlenmeler açısından neler ya­pılabilir?” sorusu ortaya çıkıyor.

B. NASIL BİR YÖNELİM?

Yukarıda sermayenin ekonomik ve toplumsal, emek üzerindeki kontrolü ve siyasal ideolojik egemenliği olarak bir- birleriyle iç içe değerlendirilebilecek 3 farklı düzlem tanımladık ve yönelimlerin ipuçlarını verdik.

Ancak tek başına çelişkinin derinleş­mesi yetmez, aynı zamanda değerler sis­teminin içselleştirildiği, değiştirme gücü-

.nün farkına varıldığı ve bunun örgütlü bir form olarak tanımlandığı koşullar ya­ratılmalıdır. Objektif koşullara rağmen toplumsal tepkiler yetersizken, “ devrimi önce kafada kazanmak gerekiyor” anla­yışının ayrı bir önemi var. Sosyalist pro­je ve alternatiflerimizi üretmemiz gere­kiyor. İdeolojik “ öncülük” ve tutarlı bir dünya görüşü ile toplumsal yaşam alan­larından ve gündelik direnişlerden başla­yan, giderek toplumsal dayanışma aniayı-

__________ halk inisiyatifleri üzerine___

67

Page 68: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

şıyla mücadeleleri, birleştiren bir ufku yeniden oluşturmaya gerek var. Ancak, bu irade veya öncülüğü toplumsal varo­luşun dışında, sübjektif olarak tanımla­mamak gerekmekte.

Sadece üretim alanı olarak fabrika-a- tölyelerde değil, artan çelişkiler alanı o­larak, toplumsal yeniden üretim alanında kapitalizmin belirleyiciliğinin kırılması kuramsal öngörülerin netleşmesi kadar mücadelelerin geliştirilmesine bağlıdır. Bu genel ifadeden hareketle, kapitalist sosyal ve siyasal yapılanmaya karşı top­lumsal dönüşümü hedefleyen sınıf bilin­cinin oluşumu sürecinin ortak pratikler ve gündelik mücadelelerden başlayabile­ceğini söyleyebiliriz. Yaratıcı ortak ey­lemler ve kolektivite içinde halk inisiya­tiflerinde dayanışma ve kolektif direniş bir örgütleyici etkinlik olarak görülebilir. E. P. Thompson’ın uyarısı yerinde görü­nüyor “sınıf bir şey değil, ilişkidir” . Sınıf ve sınıf bilinci toplumun dışında soyutla­malar olarak değil, toplumsal deneyimin içinde oluşan ve tarihsel olarak değişen ilişkiler şeklinde toplumsal deneyimler­de belirerek oluşmaktadırlar. Kültürel kimlikler, yerel gelenekler, toplumun ortak belleğine yer etmiş olaylar, med­ya, genel olarak sosyalizmin yıkılmasının yarattığı olumsuzluklar bu oluşumda et­kilidir. Kimliklerin kuruluşu ve tarihselli- ği dikkate alınmalıdır. Güncel yaşamın somut ilişkilerinde yeni dayanışmacı ve paylaşımcı kültürel formların oluştürul- ması aslında insanların etnik kimlikler, kültürler içinde hapsolmalarını, toplum­sal ve kamusal olanın altını oyan bölün­meleri engelleyecektir.

Eklemlenme ve sınıf bilinciBiliyoruz ki artık büyük kentlere ye­

__ yol_____________________________

ni göç eden kuşaklar artık zamanla fab­rika işçisi veya düzenli çalışan olmamak­tadır. Enformel sektörün işleyişi işçi sını­fı ve kent yoksullarını belli bir yoksulluk düzeyinde eşitlemek yerine çok katman­lı ve hareketli bir tabakalaşmaya yol aç­maktadır. (F. Kızıltan, 2003) Yukarıda i­fade ettiğimiz gibi toplumsal olarak da süreç, bir yönüyle farklılık ve parçalan­ma sürecidir. Toplumsal parçalanma öy­le derindir ki, parçalanmayı monolitik- tek hedefli yaklaşımlar ve yönelimlerle karşılamanın imkanı yoktur. Ancak tica­rileşme ve özelleştirme, kapitalist üre­tim ilişkilerinin yaşamın değişik alanla­rında var olması anlamına gelmektedir. Bu anlamda bu çeşitli alanlarda dayanış­ma, yardımlaşma, kolektif direniş biçim­leri, işsizlik ve yoksulluğa karşı mücade­leler geliştirilebilir. Kapitalist üretim bi­çimi değişik alanlara (eğitim, sağlık, e­meklilik, eğlence, spor, yerel yönetim­ler...) doğru genişlik/derinleşme göster- diyse, bu alanlar da adım adım piyasalaş- tırılıyorsa, yaşamın bu alanları da sınıf çatışmasının alanı haline gelmektedir. Bu nokta parçalanmış, kültürel ve sosyal kimliklere bölünmüş olan emekçi kate­gorilerinin birleşik bir sınıf stratejisi için­de eklemlenmesinin nesnel zeminini besleyen neden olarak algılanabilir. (H. Oğuz, 2003) Esnek ve yalın üretim de bu nesnel zemini beslemektedir, çalışan kesimlerin önemli kısmını gündelik ola­rak acımasız piyasa ilişkileriyle karşı kar­şıya getirmektedir. Özerk, parçalı ve kültürel olarak bölünmüş yapıların ö­zerkliklerini kaybetmeden ana strateji bütünlüğü içinde yeniden kurulması mümkündür.

Fuat Ercan da, kapitalizmin bütünleş­tirici mantığının bir parçası olarak hete­

___ 68

Page 69: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

rojenleştirme eğilimiyle ilgilidir. “ Kapita­lizm bir yandan daha önce meta ilişkile­rinin geçerli olduğu belirli mekanlar üze­rinde süregelen ve keşfedilmemiş olan­ları yeniden metalaştırırken ya da meta ilişkilerini daha da yoğunlaştırırken diğer yandan farklı mekanlarda süregelen farklılıkları ve yaşam biçimlerini hetero­jen varoluşlar olarak tüketmek üzere keşfeder. (...) Bu aşamada farklılık ve parçalanma, bütünleşme ve homojenleş­me eğilimleri bir arada çalışmakta.”

Bu anlamda, yerel siyasette basit bir “ ittifaklar” politikası değil, HAREKET ve çok yönlü ETKİ ALANI yaratmak önem kazanmıştır. İdeolojik ve kültürel müca­dele ve çalışmalarla iç içe geçmiş bir he­gemonya mücadelesi gereklidir. Kapita­list ilişkilerin yaygınlaşması bu anlamda olanakları arttırmaktadır. Çalışmalar) ya­parken halkın inançları ve gündelik bilin­cinin yadsınması değil bu bilincin anlamlı yönlerinin, dayanışmacı ve paylaşımcı geleneklerin ve gündelik direnişlerin ö- nemsenmesi gerekmektedir. Halkın pra­tik anlayışında saklı olan potansiyel ola­rak yaratıcı ilkeleri açığa çıkarmak ve ge­liştirmek, tutarlı bir felsefe ve dünya gö­rüşü çimentosu içinde birleştirmek ö- nemlidir. Acziyet duygusuna karşı müca­dele ve yaratıcılık vurgusu, adalet soru­nu ve buna karşı zaten halkın gündelik duyarlılıklarında olan adalet vurgusu, o- nurlu bir yaşam vurgusu önemlidir. (T. Çatar, 2003). Başka bir ifade ile sınıf po­litikası her zaman kısmen mekan (top­lumsal ilişkiler alanı - deneyim alanı - toplumsal yaşam alanı) politikası da ol­muştur diyebiliriz. Bu gerçeklikten hare­ketle devrimci enerjinin artı değer sö­mürüsü, sınıfsal adaletsizlik, yabancılaş­ma süreçlerinden oluştuğu ne kadar

gerçekse, diğer bir gerçek de mekanın ve mekana eklenmiş türlü değerin, bu e- nerjinin, bu süreçlerin anlamlandırılma- smda rol oynadığıdır.

Bilinç, insanların günlük eylem ve davranışlarını yönlendiren yaşam ve toplum üzerine görüşleridir diye yo­rumlandığında, bu bilinç toplumsal ve maddi koşulların doğrudan sadece yan­sıması değildir, geçmişten gelen değerle­ri de kapsar. (A. Dirlik, 2001). Deneyi­min elde edilmesine aracılık eden kültü­rel kodlar ve toplumsal bellek önemli­dir. Devrimci bilinç ya da dönüştürücü bir güç olarak sınıf bilinci ise daha geniş bir bilinçlilik kavramının parçası olarak ortaya çıkar. Sınıf bilincinin, devrimci bi­lincin, bütünlüklü mücadele ve pratikler içinde şekilleneceği gerçeğini göz önün­de tutmak gerekmektedir. Gruplaşma­lar ve dayanışma ağları ister istemez o- luşabilmektedir, bu ilişkileri evrensel ve eşitlikçi değerlerle, toplumsal dayanışma anlayışı düzeyinde açık bir zemine çek­mek, toplumsallık haline getirmek önem kazanıyor.

Bölgede ya da işyerinde yaratılacak etki alanı aynı zamanda örgütleyici güç­ler açısından bir eğitim süreci anlamına da gelir. Örgütsel temele dayalı HARE­KET ve ETKİ ALANI yaratmak, birebir olarak sağlanabilecek dönüşümlerden çok daha etkilidir. Varoşlarda sürekli bir dönüştürme, alternatif kültür, toplumsa! çözülmeye karşı çabalar gerçekleştir­mek gereklidir. Gündelik yaşama ısrarla girmek, müdahale etmek gerekiyor. Devlet ve sermayeden bağımsız etki a - lanları, toplumsa! alanlar zamanla kendi­ne özgü iktidar alanlarına dönüşebilir.

Etki aianı yaratmak çok boyutlu bir

69 ----

_________ halk inisiyatifleri üzerine___

Page 70: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

__ yol

mücadeledir. Bu konu üzerine bir pa­rantez açmak iyi olacak. Örneğin bu an­lamda etkin uzlaşma ve ortak anlayış ya­ratmak, farklı taleplerin özü karşılanacak şekilde yapılabilir ve dönüştürücü etkisi büyüktür. Genelde yapılan hata değişik kimlikleri sabitlemektir. “ Buradaki Sünni kesim gericidir” , “ şu grup hep böyle ya­par, onlarla iş yapılmaz” şeklinde doğru­dan doğruya, bir açıklama çabası olma­dan kimlikler sabitlenmemelidir. Tarih­ten, süreçten ve mücadeleden kopuk sı­nıf bilinci olmadığı gibi kimlikler de yok­tur. Kimlikler, her an oluş ve kuruluş i­çindedir. (Varoşlarda bazı örnekler için F. Kızıltan, 2003) Devlet iktidarına yö­nelik mücadele ettiği iddiası ile, çevre­sinde ciddi bir etki alanı yaratamamak ve bunu da “ topluma” bağlamak postmo- «lernizmin bizzat kendisidir. Devrimci hareket yerel dinamikler yaratmanın ka­nallarını açamadıkça kendisi de bir kim­lik politikası haline gelmektedir. Ancak geleneklerin ve kültürün dinamik oldu­ğunun kavranması, dönüştürülebileceği­nin de kavranması demektir.

Toplumsal dayanışma, etkin uzlaşma ve

yapıcı-dönüştürücü tartışm aEtki alanı yaratmak, ya da hegemon­

ya yaratmak neoliberalizmin ya da ser­maye çevrelerinin yaptığı gibi, zor yoluy­la, asimilasyon veya entegrasyon yoluyla değil tabi ki; gruplar ve değişik dinamik­ler arası etkin uzlaşmalar üzerinden ye­relde yapılmaya çalışılmalıdır. (Genel o­larak bu konuda deneyimlerimiz yazılı değildir, akademik yazın ise “ farklıkların bir arada varolabileceği” liberal söylemi­nin ve Batı’daki çok etnik yapılı işçi mü­cadele deneyimleriyle sınırlıdır. Ancak genel olarak şunlar söylenebilir.) İlk baş­

ta yapılacak iş üzerinden bir süreç ta­nımlanabilir. Ortak faaliyetler üzerinden şekillenecek kişisel ilişkilenmelerin dahi, uzun vadede bir birliktelik ve mücadele ruhu açısından önemi büyüktür. En azın­dan birliktelikler üzerine düşünmek ve işleyiş üzerine ahlaki ilkeler veya hukuk oluşturmak gereklidir. Tartışma süreç­lerinin yapıcı ve tartışanları dönüştürücü olması amaçlanabilir, bu amaca ulaşıla- masa bile bunun dile getirilmesi dahi ö­nemlidir, dayatmacı ve art niyetçi yakla­şımlara karşı bir ön uyarı olur. Grupla- rın-kişilerin çıkarlarının farklı olabilece­ği, çatışabileceği ön kabulü pek çok yan­lış anlaşılmayı ortadan kaldıracaktır. Bir diğer nokta da kullandığımız dildir, keli­melerdir. Kullanılan dil bile kendi içine kapalı olmakta, yenilenememiş ve gün- cellenememiş ve kendiliğinden doğru kabul edilen kavramlara dayanabilmekte, kimi zaman etki alanını kısıtlamaktadır.

Ö z örgütlenm e ve dem okratik inisiyatif mantığının önemi

Mahallelerde veya atölyelerde yıllar­dır oluşmuş arkadaş çevreleri, duyarlı­lıklara sahip hemşehrilik çevreleri, genç arkadaş grupları, dayanışma ve yardım­laşma ilişkileri aslında belirli bir ihtiyacı karşılamakta ve belirli bir toplumsal di­namiğe karşılık gelmektedir. Bu dina­miklerin önünü tıkayıp, tekdüze bir yak­laşımla aynı kalıba dökmeye çalışmak, ta­bi ki dökemeyince de dışlamak ciddi so­runlar olarak karşımıza çıkıyor. Değişik dinamiklerin ortak mücadele ve pratik­lere katkı yapması bölgelerdeki tüm de­mokratik organizasyonlara önemli açı­lımlar ve yeni fikirler, yeni yaklaşımlar katabilmektedir. Bu “ liberal” bir yakla­şım olarak adlandırılmamalıdır, zaten bu yazıda da gündelik pratikler, dayanışma

__ 70

Page 71: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

halk inisiyatifleri üzerine__

ve direnişlerin -zaten herkesin yaşamın­da ister istemez olan- ülke ve dünya gündeminden kopmadan politik bir kur­guda yer alabileceği ve almasının gerek­liliği vurgulanmaya çalışılıyor. Etki alanı yaratmak uzun vadede önemli dönü­şümlere kapı açacaktır, sonradan yerel önderleri de besleyecektir. Kitlesel du­yarlılıkların, halk hareketlerinin yaratıl­ması ve iktidar mücadelesi, belirli “ mev­ziler” kazanılmadan olmuyor. 5

Ekonomiyi siyasi olarak kurgulamak

Demokratik halk inisiyatifleri ve ma­halle meclisleri açısından önemli bir nokta da demokrasi anlayışıyla ilgili ola­rak yorumlanabilir. “ Demokrasiyi sade­ce siyasal alan ile sınırlı bir kavram ola­rak görmek ya da yurttaş özgürlükleri, hoşgörü, özel hayatın ve alanların ko­runması, bireyin ve yurttaşların devlete karşı korunması gibi kavramlar üzerin­den tanımlamak tam da Amerikan , dü­şüncesinin devamı olarak temsili de­mokrasidir. Bu anlayış halk tarafından yönetim ve halkın iktidarı olarak de­mokrasiyi ifade etmez.” (Wood, 2003) Sermayenin sömürü gücünü, toplumsal güç merkezlerini ve güç ilişkilerinin den­gesini değiştirmek gerekmektedir ancak kapitalizmin demokratik siyaseti bu ilişki ve güç merkezlerinden uzak tutma ko­nusundaki ustalığı akılda tutularak bir mücadele geliştirilebilir. Piyasa ideoloji­si, ekonomiyi siyasetten yalıtıyorsa ya da başka bir deyişle siyaseti ekonomiye en- deksliyorsa, dayanışma iyi kurgulandığın­da, ekonomiyi siyasi olarak kurgulama­nın, ekonomiyi paylaşım ve ahlak ile, bi­linçli insan etkinliği ile kurgulamanın ilk adımıdır. Kolektif üretim ve kolektif tü­ketim mekanları ve mekanizmaları, koo­peratifler yine bu anlamda oldukça ö­

nemlidir.

Demokratik halk inisiyatifleri içinde­ki eşitlik, sınıfsal eşitsizliklere müdahale edebilecek anlamda bir eşitlik anlamına gelebilmeli, en azından bu anlayışla ku­rulmalıdır. Türkiye koşullarında mutlak savunulması gereken siyasi demokratik haklar vardır ve bu mücadele hala gün­celdir. Ancak kamusal alanda merkezi devletçe temsil edilen bireyler toplumu olarak demokrasi değil, üretenler ve yö­netenler ikileminin kırıldığı ve halkın gü­cünün etkin kullanımının merkezi oldu­ğu bir demokrasi anlayışı, halk demokra­sisi anlayışı önemlidir.

Örneğin, bir semtte yerel seçimlere hazırlık aşamasında karşılaşılan bir soru­nu dile getirebiliriz. Yerel platformun ortak seçim bildirgesinde, işsizlik ve yoksullukla mücadeleden katılıma kadar muhtarın yapacakları anlatılırken, ortak üretim ve tüketim mekanları (koopera­tif, kreş, ...), bölgedeki işyerleri, işçi so­runları, taşeron ve fason çalışanların ve sigortasız çalışanların bilgilendirilmeleri, mücadeleleri ile ilgili bir ifade yer almı­yordu. Oysa demokrasi kavramını, üre­tenler ve yönetenler ikilemini aşacak bir eşitlik düşüncesi ile ele almamız gereki­yor. Yine bu anlamda herkese gelir geti­rici bir iş, eşit ve parasız eğitim ve sağlık hakkı günümüzde oldukça önemlidir, evrensel bir hak olarak savunulmalıdır. Yine bu açıdan, mücadele alanına bağlı olarak, inisiyatiflerin yerel güç ilişkilerini, mafya ve uyuşturucu ağlarını, acımasız yerel piyasa güçlerini ve spekülatif ka­zanç koşullarını, rant ilişkilerini ve top­lumsal çürümeyi yeniden üreten meka­nizmaları da tasfiye edecek şekilde dav­ranmaları önem kazanmaktadır. Bu sü­reçlerde korporatist yaklaşımların orta-

71

Page 72: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

ya çıkması ya da bazı önderlerin, seçil­mişlerin kısa sürede burjuva partiler ve sermaye güçlerince etki altına alınması süreci Latin Amerika deneyimlerinde ol­dukça sık yaşanmıştır.

Halk inisiyatifleri belirli bir strateji i­çinde ele alınacaksa, sosyalizm deneyi­minden çıkartılan sonuçlar da örgütlen­meyi bugünden belirlemelidir. (Bu konu yazının konusu olmamasına rağmen kı­saca değinmek gerekiyor.) Halk inisiya­tiflerini bu anlamda sadece “ devrime ka­dar” işlevlendirilecek oluşumlar olarak değil programatik veya paradigmatik o­larak algılamak gerekir. Halk inisiyatifle­ri, halk meclisleri, işçi öz örgütlenmele­ri, her dönemde halkı özneleştiren ku­rumlar olacaktır. Bu anlamıyla önemli­dir. Çıkarılan derslerden, adım adım bü­tünlüklü bir sosyalist proje inşa edilebil­melidir, alternatif netleştirilmelidir. Öz örgütlenmeler olarak kooperatifler, konseyler, sovyet tipi örgütlenmeleri bu anlamda ele almak gerekiyor.

“Yani devrimler kapitalist üretimin kendi yapısından kaynaklanan çelişkiler­le değil, eski üretim biçimleriyle çatış­masından doğan çelişkilerden harekete geçmiştir. (...) Sonuç olarak yaşanan proletarya devrimleri dönemine baktığı­mızda bunların kapitalizmin bir gelişme aşamasına denk düştüğünü bugün daha açıklıkla görebiliyoruz. Bu aşamanın baş­lıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. İlk temel özellik, bu devrimler döneminde kapitalizm henüz toprakta ve sosyal ya­şamda derebeylik düzenini temizleye­memiştir, kapitalist gelişmenin bu an­lamda restorasyonlarla ikide bir geri çe­kildiği ülkelerde proletarya ve köylülü­ğün aktör olduğu devrimler yaşanmış­tır.” (M. Yılmazer, 2000, 2003). Yaşanan

sosyalizm deneyimini ekonomizm ile e­leştiren yorumlar değerlendirilebilir, (bkz. S. Amin, 2002). Üretim ilişkilerini sadece ekonomik .alanda var olan ilişki­ler, devrimi de dar anlamıyla üretim iliş­kilerini dönüştürmek olarak anlamamak gerekir. Kapitalizmde üretimdeki sömü­rü, adaletsizlik ve yabancılaşma, toplum­sal ilişkilerdeki yabancılaşma ve iktidar sürecindeki hegemonya birlikte var o­lur. Bu anlamıyla sosyalizm deneyimin­den çıkan en önemli sonuçlar merkezi planlamanın rolü ve sınırları, işçinin üre­timde yaratıcı yer alışı sorunu, devlet- parti-halk örgütlenmeleri ilişkisi ve bu a­çıdan yönetime katılım/halk denetimi gi­bi alanlarda yoğunlaşmaktadır. Bu alanla­rın hepsinde ve aydınlanmanın ufkunu a­şan bir sosyalist proje açısından, ekono- mik-demokratik-siyasi mücadeleleri bir­likte yürüten ve ikili iktidarlaşma yöneli­miyle hareket eden öz örgütlenme ve halk inisiyatiflerinin rolü oldukça önemli olacaktır. u

Ö z örgütlenme, toplumsal dayanışma ve iktidar

Kapitalizmin mantığının siyasal ve sosyal alanda kurduğu egemenlik ve kit­lesel siyasetin çözüm olmaktan çıkması gibi bir süreçle karşı karşıya bırakılmak­tayız. Oysa Türkiye nüfusunun maddi yaşam koşulları her zamankinden daha çok açıkça sınıflar mücadelesinin terim­leriyle yeniden biçimlenmektedir. Bu an­lamıyla sosyalist projenin olanakiılığı bu koşullar dahilinde düşünüldüğünde her zamankinden çok olanaklıdır. Kendiliğin­den kitle hareketlerine yaslanamıyo­ruz... Günümüzde, bütünsel bir sistem olarak küresel kapitalizmin her geçen gün daha çok toplumsal olana/yerel ola­na nüfuz ettiğini, yerelin bağlamını etki-

__ 72

Page 73: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

lediğini düşünürsek halk örgütlenmeleri, dernekler ve öz örgütlenmelerde aktif eylemlilik ve halkın özneleşmesi olarak dayanışma ve güncel pratiklerden başla­yacak bir mücadele örmek, yaygın hoş­nutsuzluk ve tepkileri, adalet isteğini gündelik çıkarlarla birleştirerek örgütlü güce dönüştürmek gerekiyor. Emek sö­mürüsü, faizler, rant ve vergiler üzerin­den ulusal ve uluslararası ölçekte sömü­rü ilişkilerini durduracak bir iktidar mü­cadelesi bu zeminlerden hedeflenebilir.

Devlete karşı olduğu kadar “ piyasa­nın zoruna” karşı da mücadele edecek şekilde, ekonomik-siyasi-demokratik bir bütünlük içinde mücadele yaratmak zo­rundayız. Salt ekonomik taleplerle ciddi bir sonuç almak, neoliberalizmi varoluş koşulu sayan sermaye partileri açısından imkansızı istemektir, mücadele siyasi de olmalıdır. Dayanışma; eşit ve parasız eği­tim ve sağlık talebi gibi taleplerle birle- şince alternatif bir projenin bilinçlere kazınmasında etkili olur. Başka bir dün­yanın mümkün olduğunu söylemek yet­mez, mücadele içinde kolektivitenin ve dayanışmanın toplumsal örneklerini ver­mek gerekiyor. Dünya deneyimlerinin de gösterdiği gibi, krizler, yapısal işsizlik, düzensiz işler, mega-kentsel ve çevresel sorunlar, kalkınmacı dönemin sonu gibi süreçlerin yarattığı toplumsal parçalan­ma ve kamusal alanın özelleştirilip piya­saya tabi kılınmasına karşı, devlet ve ser­mayeden bağımsız sosyal alan, organi­zasyon gücü ve bilinçlenme olarak öz örgütlenmeler stratejinin önemli bir a­yağıdır. Biliyoruz ki adalet ve eşitlik da­yanışmanın toplumsallaşması ile gerçek­leşebilir. Bu toplumsallaşma farklı top­lumsal hareketler, inisiyatifler ve sendi­kaların yeni bir “ dayanışma” tasarımı ile

birleşik sınıf stratejisi oluşturacak şekil­de bir araya gelmelerini sağlayarak mev­cut ulusal ve uluslararası mücadelelerin', belirli bir amaç birliği etrafında güç ka­zanmasını sağlayabilir.

Devlet gitgide zenginlerin devleti o­lurken, bu alamda meşruiyeti sorgula­nırken, kapitalizm bir dünya sistemi ola­rak insanlığa tüm iddiasına rağmen yeni değerler ve ideolojiler sunamazken ola­naklarımızı değerlendirmeliyiz. Güncel sorunlarımız bizim bütünlüklü direnişle­rimiz ve dayanışmacı yaklaşımlarımızla a­şılırken, hem iktidar mücadelemize güç katacak hem de sosyalizm projemizi zenginleştirecektir. Yaşam mücadelesi, onur mücadelesi ile iktidar ufkunu yeni, yaratıcı ve geçmiş deneyimlerden ders almış bir şekilde birleştirmemiz gereki­yor.

_________ halk inisiyatifleri üzerine___

73 —

Page 74: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

DİPNOTLAR

(1) Bu konuda geniş bir yazın bulunmak­la birlikte, sermaye birikim süreçleri gibi yapısal analizlerin dışında; sürecin öznel ve nesnel yönlerini bütünleştiren bir a­naliz için, M. Yılmazer’in I997’de yaptığı yoruma bakılabilir. Devlet zoru, 12 Eylül darbesi, işçi sınıfının kuşakları arasındaki kopmalar gibi faktörleri “ kapitalizmin ge­lişim yolundaki tekleşme” , “ devletçilik-li- beralizm ayrımının kalmaması” gibi et­kenlerle birlikte inceleyen bütünlüklü bir analiz olarak değerlendirilebilir. 1980 öncesi mücadelenin eleştirisi ise ayrıca yapılabilir.

(2) J. Petras'ın Küreselleşme ve Direniş kitabına bakılabilir.

(3) Dayanışmaevleri’nin bu konuda çok sayıda deneyimi oluştu. Deneyimler için www.dayanismaevleri.org

(4) Kapitalizmin belirlenimini arttırdığı yereli muhafazakar güçlerin hakimiyeti­ne, hatta “ medeniyetler” çatışmasının zeminine terk edemeyiz. Burada sorun Batı’nın bu kültürleri sabitlemesi ve kapi­talizmi görmeden otonom etnik kültür­leri düzene ekleyen bir yerden öne çı­karmasıdır, gerçekte iç içe geçmiş kültü­rel farklılıkları fetişleştirmesi, sabitleme- sidir. (A. Dirlik, 2002) Bu, medeniyetler çatışması tezinin zeminini de örer. Bu söylem Üçüncü Dünya’da “ Biz sizi zaten kabul ediyoruz ‘siz olarak’, neden kapita­list kültüre, ABD hegemonyasına karşı çıkıyorsunuz, demek ki siz kökten dinci- siniz-ırkçısınız” söylemine dönüşüyor.Batı ülkelerinde ve AB'de ise göçler so­nucu bir arada çalışmak/yaşamak duru­mundaki işgücünü bir arada kaynaştırma­ya yönelik bir söylem olarak görülebilir. Bu anlamda tipik tezler için Ernesto Lac- lau’nun son dönem yazılarına bakılabilir.

. (5) James Petras bu konuda önemli birkaynak olarak yer alabilir. Petras müca­delelerin bu anlamda önemini vurgular­

— yol,-----------------------------------------

ken ayrıca özyönetim deneyimleri ve sosyalizm projesi içinde özyönetimin iş­levleri üzerine önemli yorumlar yapıyor. Sosyalist proje içinde özyönetimin işlev­leri üzerine önemli vurguları var. (“ İşçi Özyönetim Deneyimleri Üzerine” , Cos- mopolitik Dergisi, 6. Sayı)

(6) Gramsci, Mao, Kıvılcımlı çeşitli açı­lardan ayrı ayrı parti ile ve işçi sınıfını bu açılardan bütünleştirmeye, parti-halk ö r­gütlenmeleri ilişkilerini dinamik bir çer­çevede ele almaya çalışmışlardır. Eserle­rinin bu gözle yeniden okunması faydalı olacaktır.

(7) Ulusal ölçekte demokratik ilerleme­ler, iktidar mücadelesi ve devrimlerin dünya sistemi olarak kapitalizmle müca­delede önemi açısından A. Callinicos, Petras, W ood ve Yılmazer’den faydalanı­labilir. Son analizlerinden birinde E. M. W ood küresel kapitalizmin indirgene­mez ölçüde ulus devletlere bağımlı oldu­ğu vurgusu üzerinden, ulusal ölçekte ka­pitalizmle mücadele ve demokratik dö­nüşümlerin önemine değiniyor. (E. M. Wood, Sermaye İmparatorluğu, Praksis 10, Yaz - Güz sayısı) A. Callinicos, ser­mayenin mantığının yerine ihtiyaçların gereklerini koymak, kademe kademe e­konominin yönetimini ele almak gibi yö­nelimlerin eninde sonunda sermaye ile bir güç sınavına girmek zorunda kalacağı vurgusu ile iktidara yönelik devrimci mü­cadeleyi yadsımamak gerektiğini, serma­ye mantığını sarsacak talepler üzerinden ulusal mevziler elde edilebileceğini ifade ediyor.

KAYNAKÇAAmin, S., Entelektüel Yolculuğum, Ütop­ya Yay., 2003.

Amin, S., “ Yoksulluk ve Sermaye Biriki­mi” , Cosmopolitik Dergisi, Sayı; 7, 2004.

Buğra, A., “ Bir Toplumsal Dönüşümü

__ 74

Page 75: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Anlama Çabalarına Katkı: Bugün Türki­ye’de E. P. Thomson’u Okumak” , Derle­me: Küresel Düzen, Birikim, Devlet ve Sınıflar, iletişim Yay., 2003.

Callinicos, Alex, Anti-Kapitalist Manifes­to, Literatür Yay., 2004.

Çatar, T., “ Öğrenilmiş Acziyet ve Yara­tıcılığın Sınırsızlığı” , Dayanışmaevleri Yoksulluk ve İşsizlikle Mücadele Kurulta­yı, Esenler Dayanışmaevi Tebliği, Alaz Yay., 2003.

Dayanışmaevleri Sitesi, www.dayanisma- evleri.org, 2003.

Dirlik, A., The Predicament of Marksist Revolutionary Consciousness, Modern China, Vol2, 1983.

Dirlik, A., Prazniak, R. Places and Poli­tics in an Age of Globalization, Rott- man&Littlefield, 2001.

Direniş, Özgürlüğe Yürüyüş, Dayanışma- evleri Dergileri’nin çeşitli sayıları.

Ercan, F., Küreselleşme Sürecindeki Ye- rellikler: Homojenleşme ve Farklılaşma / Güç ve Eşitsizlik İlişkileri Üzerine, Bağ­lam Yay., 2000.

Erdoğan, N., “ Bir Hissetme Yapısı Ola­rak Yoksulluk” , Toplum ve Bilim Dergi­si, 2002.

Kızıltan, F., “ Varoşlar Üzerine Notlar-I” , Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi, Sayı: 4, Temmuz 2003.

Köse, A, H., Bağımsız Sosyal Bilimciler Sitesi, Söyleşi, 2003.

Oğuz, H., “ Birleşik Sınıf Stratejisi” , Dü­şünce ve Davranışta Yol Dergisi, Sayı: 4, Temmuz 2003.

Ongen, T., “ Küresel Kapitalizmin ve Ser­mayenin Yeni Hegemonya Stratejileri” , Petrol-İş Yıllığı, 2003.

Ongen, T., “ Yeni-Liberal Dönüşüm Pro­jesi ve Türkiye Deneyimi” , Derleme:

'Küresel Düzen, Birikim, Devlet ve Sınıf­lar, İletişim Yay., 2003

Özuğurlu, Metin, “ Eşitlik Körü Demok­ratikleşme Programlarının Eleştirisi” , Praksis Dergisi, Sayı: 10, Yaz-Güz 2003.

Özuğurlu, Metin, “ Sınıf Çözümlemesinin Temel Sorunsalları", Praksis Dergisi,Güz 2002.

Petras, J., Küreselleşme ve Direniş, Cos- mopolitik Kitaplığı, 2002.

Petras, J. ve Veltmeyer, H., “ İşçi Özyö­netim Deneyimleri” , Cosmopolitik Der­gisi, Sayı: 6, 2003.

Türkay, M., “ Karar Süreçlerinin Özelleş­tirilmesi” , İktisat Dergisi, Haziran 2003.

Wood, E. M., Kapitalizm Demokrasiye Karşı, İletişim Yay., 2003.

Wood, E. M., “ Sermaye İmparatorluğu” , Praksis Dergisi, Sayı: 10, Yaz - Güz 2003.

Yılmazer, M., “Türkiye Devrimci Hare­ketinde Kriz ve 3. Dönem” , Yol Dergisi, Sayı: 6, Nisan 1997.

Yılmazer, M., “ Günümüzde Devrim So­runu” , Düşünce ve Davranışta Yol Der­gisi, Sayı: 4, Temmuz 2003.

Yılmazer, M., Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağına Ne Oldu?, Alaz Yay.

________halk inisiyatifleri üzerine___

75 -----

Page 76: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

VAROŞLAR ÜZERİNE NOTLAR - II OKMEYDANI DENEYİMİ

Fikret Kızıltan __________________________________________________

Yol’un bir önceki sayısında gecekon­du mahallesinden varoşa geçiş sürecini özetlemiş ve varoşların ekonomik ve sosyal özelliklerine değinmiştik. Bu yazı ise bir deneyimin ışığında varoşlardaki örgütlenme ve eylem biçimleri üzerine bir değerlendirme niteliğinde. 90’lı yılla­rın ikinci yarısında İstanbul’un Okmey­danı semtinde devrimcilerin yönsediği siyasi pratiği yerel politika ve öz örgüt­lenme konuları çerçevesinde değerlen­direceğiz.

GİRİŞ

İstanbul’da ilk gecekonduların kurul­maya başladığı 1940’li yılların ikinci yarı­sından itibaren, gecekondu bölgelerinde önce yerleşimin meşrulaşması ardından yerel sorunların çözümü için sayısız ö r­gütlenme ve eylem biçimi hayat geçirildi. Binlerce mahalli dernek, hemşeri der­nekleri ve çeşitli enformel dayanışma örgütleri oluşturuldu. İlk kuşak gece­kondulular örgütlenip, bazen oy pazar­lıklarıyla, bazen milletvekilleri ve devlet görevlileri üzerinde baskı oluşturan ko­lektif eylemler (miting, işgal, baskın vb.) yoluyla, yaşamsal ihtiyaçlarının belli ö l­çülerde karşılanmasını sağladılar. Bu ha­reketler başlangıçta gecekonduluların kentle ve sistemle bütünleşme çabası bi­çiminde ortaya çıktı. 50’li ve 60’lı yıllar

‘ boyunca gecekondu bölgeleri merkez sağ partilerin gecekondu afları karşılığın­

__ 76 ____________________________

da oy devşirdiği yerlerdi. İlk kuşak gece­kondulu eylemciler de milliyetçi muha­fazakar ideoloji kanalıyla kentli orta sı­nıflarla bütünleşmeye çalışan, kent kül­türü içinde erimeyi arzulayan bir kesim­di. İlk kuşak gecekondu hareketleri mül­kiyet haklarının elde edilmesinin ardın­dan başlangıçtaki radikalizmini yitirdi. Ancak devam eden göç dalgası, sürekli olarak yeni radikal hareketlenmelerin o­luşmasının sosyal zeminini hazırlıyordu.

1970’li yıllarda gecekondu hareketle­ri yeni bir karakter kazandı. 60’lı yıllarda aydınlar ve üniversite gençliği içinde güçlenen sol düşünce, özellikle 74-80 a­rasında işçi sınıfıyla ve gecekondu bölge­leriyle buluştu. Devrimci örgütlerin ge­cekondu mahallelerinde yaygın taban bulabildiği bu yıllarda gecekondulu ey­lemciler yeni bir ideolojik formasyon kazandılar. Milliyetçi-muhafazakar ideo­lojinin yerini halkçı-devrimci ideoloji al­dı. Bu dönemdeki gecekondu hareketle­ri ilk kuşak hareketlenmeden farklı ola­rak kentle bütünleşme ya da sistem içi­ne girme çabasını değil, sistemden kop­ma yönünde güçlü bir eğilimi ifade edi­yordu. 70’li yıllarda solun hakim olduğu semtlerde emekçi ve yoksullar kendi ha­yatları üzerinde söz sahibi olabilecekle­rini ilk kez hissetmeye başladılar. Bu yıl­lara ilişkin anlatımlar ağırlıklı olarak anti- faşist mücadele ile sınırlıdır, oysa aynı dönemin başka bir özelliği Türkiye tari­hinde -yasal ya da meşru zeminde- halk

Page 77: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Okmeydanı deneyimi__

örgütlenmelerinin yaygınlığının zirve noktasına ulaşmış olmasıdır. Bu kısa ama hızlı yaşanan dönemde halkçı-devrimci i­deolojinin etkisi altında (ve çoğu yerde devrimcilerin yönsemesiyle) halk komi­teleri, kooperatifler, dernekler vb. öz örgütlenmeler filizlendi. Bu süreç 80 darbesine kadar devam etti.

12 Eylül düzeni, önce doğrudan aske­ri zorla varoşlardaki örgütlenmeleri da­ğıttı. Radikal sol hareket, etkili bir dire­niş geliştiremeyince sahip olduğu tabanı büyük ölçüde yitirdi. Ardından Ozal dö­neminde gecekondu ve imar aflarınm çı­karılması ve tapu tahsis belgelerinin da­ğıtılması gecekonduluların yeniden siste­me bağlanmasını sağladı. 80’li yıllar bo­yunca bir yandan eski gecekondu mahal­leleri kent merkezine dahil olurken bir yandan da yeni göç dalgalarıyla kentin çeperindeki boş alanlar yerleşime açılı­yordu. 70’lerdeki gibi güçlü bir örgütlü­lük olmasa da yerleşim sorunundan kay­naklı eylemler 80 ve 90’lı yıllarda da de­vam etti. Özellikle yeni yerleşim alanla­rında belli bir yerel sorunu çözmek a­macıyla yapılan kısa süreli, kendiliğinden eylemler hakim tarz olarak öne çıktı. Yerel bir sorunun çözümü için mahalle halkının yol keserek sesini duyurmaya çalışması, kadınların boş bidonlarla bele­diye binalarını basması, toplu dilekçeler, yıkımlara karşı direnişler vb. yaygın şe­kilde yaşandı. Mahalle dernekleri yeni­den kurulmaya başlandı, ancak hiçbir za­man 80 öncesindeki etkinlik düzeyini ya­kalayamadı lar. 12 Eylül 80 darbesinden Mart 95’e kadarki 15 yıllık süreçte va­roşlarda siyasi açıdan etkisi zayıf, spon­tane, kısa süreli ve birbirinden kopuk eylemler gerçekleşti. Kalıcı ve kitlesel halk örgütlenmeleri yaratılamadı.

Mart 95’te Gazi Mahallesi’nde bir provokasyonun ardından gelişen kitlesel direniş ve başkaldırı, İstanbul varoşların­da 99 yılına kadar sürecek olan yeni bir hareketlenmeye yol açtı. (Gazi Direnişi esnasında Okmeydanı, Nurtepe, Ümra­niye, Sarıgazi, Gülsuyu, İkitelli, Derbent vb. mahallelerden Gaziye gidişler yaşan­dı ve buralarda destek amaçlı gösteriler yapıldı.) 99 yılına kadar süren ve bu sü­reçte radikal sol hareketlere kan veren bu kitlesel hareketliliğin dinamiği neydi? Öncelikle sosyal patlama biçiminde açı­ğa çıkan bu kitle hareketinin, salt Alevi- lerin yaşadığı bölgelerde gerçekleşmiş olduğunu belirtmek gerekiyor. Aslında Alevilerdeki kitlesel hareketlenme 93’teki Sivas katliamının ardından başla­dı. İstanbul’da 200 bin kişinin katıldığı cenaze töreni 80 sonrasının en büyük kitle gösterilerinden birisi olmuştu. 93 yılından itibaren Aleviler savunma psiko­lojisiyle hızla örgütlenmeye başladılar. Sivas’ın üzerinden çok geçmeden, 94 ye­rel seçimlerinde Refah Partisi’nin başarı­sı Alevi toplumunun kendisini tam bir tehdit altında hissetmesine neden oldu. Gazi Mahallesindeki provokasyon böyle bir momentte bomba etkisi yaptı. Olay­ların direniş ve başkaldırı boyutlarına u­laşmasında tehdit altındaki Alevi kimliği ve yoksulluk birlikte rol oynamıştır. Ga­zi Direnişi, yoksulluğun biriktirdiği öf­keyle bastırılan bir kimliğin yaratığı geri­limin iç içe geçerek alevlenmesinin bir örneğiydi. İnsani bedelleri son derece a­ğır olsa da Gazi’de dizginlerinden boşa­lan isyan ruhu, 4 yıl boyunca İstanbul’un Alevi bölgelerinde radikal sola yönelen varoş gençliği için ilham kaynağı oldu. A ­levi mahallelerinin ötesinde tüm toplum kesimlerine ruh veren kabarış, 96 1 Ma-

77 -----

Page 78: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

yıs’ında tepe noktasına vurdu; 97 ve 98’de Susurluk eylemleriyle ve bir dizi yerel gündemle sürdü.

Bu canlı süreç 98 sonunda Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasının ardından esti­rilen şovenist dalga ve devlet terörü ile bastırıldı. Aslında 98’de kitle hareketi yorulmaya başlamış ve Susurluk’tan son­ra yapılan onca eyleme rağmen halktan yana kalıcı tek bir mevziin bile kazanıla- maması yüzünden sönümlenmeye yüz tutmuştu. Devlet terörü böyle bir mo­mentte başlatıldı. Kürt hareketinin gerİ- letilmesi ile varoşlardaki radikal hare­ketlenmenin sönümlenmesi arasında sıkı bir bağ vardır. Kürt hareketindeki geri çekilme tüm muhalif kesimlerde büyük bir temkinliliğe yol açarken, devrimci örgütlerin etki alanı da hızla daraldı. 99 yılında “ düşük yoğunluklu savaş” koşul­larında eğitilmiş özel tim mensupları, polis haritalarında kırmızı çizgilerle işa­retlenmiş mahallelerde, zırhlı araç eşli­ğinde devriye gezmeye başladı. Varoşlar polis terörüyle tam bir kuşatma altına a­lındı. Yerel “ olağanüstü hal” uygulamala­rı ile halk sindirilmeye çalışıldı. Sonuçta geçici bir süre için de olsa kitlesel ey­lemler sona erdi.

99 sonrasındaki durgunluk ancak 2002 sonunda başlayan savaş karşıtı ey­lemlerle bir ölçüde kırılabildi. Bugün va­roşlarda güçlü bir örgütlenme eğilimi ve kitlesel eylemler görülmese de, toplum­sal çelişkilerin yoğunlaştığı ve biriken tepkinin yeni nitelik ve biçimlerde ken­disini ortaya koyacağı kesindir.

Varoşlarda 95-99 yılları arasında ya­şanan hareketli süreçte, örgütlenme ça­baları ve eylemler içerik ve biçim olarak son derece karmaşık bir görünüm arz e­

der. Bu yıllarda devrimci örgütlerin an­ma etkinlikleri, ülke gündemindeki geliş­melere ilişkin basın açıklamaları, yerel sorunlardan kaynaklı eylemler, Susurluk sonrası eylemler, anti-faşist eylem ve gösteriler, zam protestoları vb. gerçek­leşti. Bu eylemlerin bir kısmı merkezi gündemlerin yereldeki etkisi ile ilgili i­ken bir kısmı ise doğrudan yerel sorun­lardan kaynaklıdır. Başlarken belirttiği­miz gibi burada sadece yerel politika ve öz örgütlenme çerçevesindeki pratikleri değerlendireceğiz.

Deneyimleri aktarmadan önce me­kan üzerine kısaca bilgilendirme yapa­lım.

OKMEYDANI

Okmeydanı, alt ucu Kasımpaşa ve Hasköy’e uzanan, iki yakası Piyalepaşa Bulvarı ve E-5 Karayolu ile çevrili bir semt. Şişli ve Taksim gibi kent merkez­lerine oldukça yakın olan semt, üç bü­yük mahalleden oluşuyor. A rtık bir ge­cekondu mahallesi denemeyecek olan Okmeydam’nda ağırlıklı olan yapılanma türü 4-5 katlı aile apartmanları. Konutla­rın büyük çoğunluğunun tapu tahsis bel­gesi vardır. Belediye’nin SHP’de olduğu 89-94 döneminde Okmeydanı hızla a- partmanlaştı. Semtin kent merkezine ya­kınlığı toprak ve bina değerlerini yüksel­tince ilk yerleşimciler önemli bir rant geliri elde ettiler. Semtte marangoz, tornacı, tamirci gibi küçük işletmelerin yanı sıra 90’lardan itibaren açılan çok sa­yıda konfeksiyon atölyesi mevcut.

Semtin E-5’e yakın olan üst kısmında çoğunluğu Sivas-Hafikli olan Aleviler, Kasımpaşa’ya yakın olan alt kısmında ise çoğunluğu Giresun-Alucralı olan Kara-

78

Page 79: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

O k m e y d a n ı d e n e y im i___

denizliler oturur. Yukarı kısımda SivaslI­ların dışında Tokat, Tunceli ve Erzincan­lIlar ağırlıktadır. A lt kesimde ise Gire­sunluların dışında çoğunlukla Karade­niz’in diğer illerinden gelenler oturmak­tadır. Ekonomik statü açısından her iki kesim arasında belirgin bir fark yoktur. Ancak siyasi tercihler açısından 70’ler- den bu yana iki kesim zıt kutupları des­teklemektedir. Alevilerin yoğunlukta ol­duğu bölüm solla özdeşleşirken, diğer bölümde faşist ya da İslamcı hareketle­rin örgütlenmesi yaygındır. Apartmanla­rın yükselmesi ve yeni kiracıların gelme­siyle demografik yapının daha karmaşık­laştığını söylemek mümkünse de, ev sa­hiplerinin kiracı seçimleri genelde ken­dilerine yakın illerden olduğundan asıl yapı çok fazla değişmemiştir. Sadece 90’lı yıllarda zorunlu göçle gelen Kürt nüfusu belli yerlerde (Van Blokları gibi) yoğunlaşarak nüfus yapısını bir ölçüde değiştirmiştir.

Aktaracağımız deneyimler Alevilerin yaşadığı kısımda gerçekleştiği için, bura­daki yerel siyasetin özelliklerine biraz daha yakından bakmaya çalışalım.

Okmeydanı 1970’lerin sonlarında ra­dikal solun taban bulduğu bölgelerden birisi konumundadır. 1980 darbesi bu gelişmeye ket vurur. Askeri rejim sürer­ken semte bir jandarma karargahı kuru­lur. Siyasi faaliyetlerin yeniden canlan­ması, 1980 sonlarında ülke genelinde toplumsal mücadelenin yükselişiyle olur. Ancak 70’lerin aktif kadrolarından arta kalanların sayısı oldukça azalmıştır. Yöre ve hemşeri dernekleri sosyal-kültürel ve siyasal faaliyetlerin yürütülebildiği başlı­ca mekanlar olarak işlev görür. 2 Tem­muz I993’te Sivas katliamında hayatını kaybedenlerin cenaze törenine Okmey­

danı’ndan 10 binin üzerinde insan “ O k­meydanı Halkı” pankartının arkasında katılır. Mart I995’te Gazi olayları yaşan­dığında Okmeydam’ndan da binlerce in­san toplu halde Gazi Mahallesi’ne yürü­müş ve kimi caddelere barikatlar kurul­muştur. Gazi sonrası gelişen eylemlerin bir dökümünü yapmak gerekirse, 95 yılı içersinde cezaevlerine ilişkin açlık grev­leri ve eylemler, onlarca molotoflu kor­san gösteri ve Alevi derneklerinin öne çıkan etkinliği, 96’da bar ve pavyonlara karşı eylemler, kitlesel yürüyüşler biçi­mini alan Susurluk sonrası ışık kapatma eylemleri, zam protestoları, belediyenin yıkım planına karşı Hacıhüsrev Mahalle­siyle b irlikte geliştirilen eylemler, MHP’lilerin asker uğurlama konvoylarıy­la çatışmalar ve anti-faşist gösteriler, al­ternatif 8 Mart eylemleri, Newroz kut­lamaları, barış eylemleri, sokak konser­leri vs...

Örgütlülük açısından şu anda bölge­de bir cemevi, çok sayıda kültür merke­zi, siyasi dernekler, yöre dernekleri ve parti lokalleri bulunmaktadır.

BİR ÖZ ÖRGÜTLENME DENEYİMİ: HALK MECLİSİ

Okmeydaninda bir halk meclisi kur­ma girişimi 96 yazında Kurtuluş (şimdiki Haklar ve Özgürlükler Cephesi) çevre­sinin önerisiyle başladı. Başlangıçta çok sayıda siyasi örgüt, girişim toplantılarına katıldı ve içlerinden bazıları bir süre ö r­gütlenme faaliyetlerinde görev aldı. Halk Meclisi Girişimi’nin ilan edilmesi süre­cinde kimi gruplar meclis örgütlenmesi­ni yanlış bulduklarını, belirtirken kimi çevrelerse öneriyi getiren grupla ilgili çekinceler belirterek Girişim’e katılma­

79 —

Page 80: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

dılar. Sonuçta öneriyi getiren Kurtuluş çevresinin dışında Direnişçilerin katılı­mıyla Halk Meclisi Girişimi ilan edildi ve hızla yerel sorunlar üzerinden çalışmala­ra başlandı. Belirlenen amaç, bağımsız bir halk örgütlenmesi yaratmaktı.

Meclis Girişimi’nin ilk ele aldığı konu Okmeydanı’nda sayısı sürekli artan ve mahalle halkını rahatsız etmeye başlayan bar ve pavyonlar oldu. Bu soruna karşı Halk Meclisi’nin geliştirdiği mücadeleyi başka bir alt başlıkta aktaracağım için burada ayrıntılarına girmeyeceğim. Bar ve pavyonlara karşı yürütülen kampanya zaman zaman kesintilere uğramakla bir­likte Ekim 96’dan 98’in ilk aylarına kadar

<ürdü. 3 Kasım 96’da Susurluk kazasının ardından Yurttaş Girişimi’nin başlattığı ı­şık söndürme eylemleri tüm varoşlarda olduğu gibi Okmeydanı’nda da kitlesel yürüyüşler halini aldı. Halk Meclisi G iri­şimi bu eylemleri örgütlemeyi de önüne koydu. Kimi zaman beş bin kişiye varan yürüyüşler organize etti.

Girişim aşamasında Halk Meclisi, A- levilerin ve Sünnilerin çakışan bir oruç gününde ortak iftar yemeği vererek farklı mezhepler arasında birlik ve kar­deşlik çağrısı yaptı. Mezhep bölünmesi­nin önemli bir gerilim ekseni haline gel­diği Okmeydanı’nda böyle bir etkinlik düzenlemek yerinde bir girişimdi. Ama sosyalizm adına din karşıtlığını politik bir taktik haline getiren ve öz örgütlenme mantığını kavrayamayan dogmatikler a­çısından iftar yemeği vermek “gericiliğe” prim vermek anlamına geliyordu. O gü­ne kadar çalışmalara katılan SİP çevresi bu etkinlikten sonra Meclis’in kuruluş çalışmalarından çekildi.

Halk Meclisi Girişimi’nin faaliyetleri

__ yol_____________________________

sürerken bölge halkından yaşadıkları ki­mi sorunlara çözüm için başvurular ol­du. Bunlardan birisi Beyoğlu Ticaret Li- sesi’nde okuyan çocuğu zorla Ülkü Oca- ğı’na götürülüp dövülen bir aileydi. Okul önünde bir basın açıklaması düzenlene­rek olay protesto edildi. Başka bir baş­vuru ise ucuz ekmek sattıkları için fırın mafyasının tehditlerine maruz kalan bak­kallar tarafından yapıldı. Her iki başvuru da Meclis’in sorunlara bir çözüm adresi olarak görülmeye başladığının bir gös­tergesiydi. Meclis çevre sorunlarıyla da ilgilendi, Okmeydanı’ndaki iki ilköğretim okulunun bahçesinde ağaçlandırma ça­lışması yapıldı. Ayrıca artan bir sorun o- !an uyuşturucu ve alkol bağımlılığı ile il­gili aydınlatıcı paneller düzenlendi.

Mart 97’de düzenlenen bir şenlikle Halk Meclisi’nin kuruluşu ilan edildi. Ku­ruluşun ardından bar-pavyon eylemleri biçim değiştirerek sürdü. Halk Mecli­si’nin etkinlikleri sadece yerel gündem­lerle sınırlı değildi. Anasol-D hükümeti­nin zam paketlerini protesto etmek a - maçıyla bir basın açıklaması ve yürüyüş düzenlendi. Ayrıca Susurluk kazasının yıl dönümünde yeniden başlatılan “ bir daki­ka karanlık” eylemlerinde yüzlerce kişi Halk Meclisi’nin organize ettiği yürüyüş­lere katıldı.

Etkinliklerin önemli bir başka boyutu ise yoksullarla dayanışmaydı. Yoksul halkia dayanışma amacıyla Tabip Oda- sı’ndan ve SES’ten gönüllü doktor ve hemşirelerin katılımıyla ücretsiz sağlık taraması yapıldı. Sağlık taramasında ve­rilmek üzere bölgedeki eczanelerden i­laç desteği sağlandı. Temel ihtiyaçlara ve gündelik sorunlara ilişkin yapılan etkin­likler halkta sempati yarattı. Halk Mecli­si, toplumsal hayatın içine girebildiği o­

__ 80

Page 81: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

randa ilişki ağı genişledi. Daha fazla yeni insan meclis toplantılarına ve eylemlere katılmaya başladı.

Ancak bir halk örgütlenmesi yarat­mak için salt etkili eylemler ya da etkin­likler düzenlemek yeterli değildi. Belli bir seviyede kurumsallaşma ve demok­ratik katılımı hayata geçirmek zorunluy­du. Ne yazık ki bu konularda Meclis ço­ğunluğunu oluşturan Kurtuluş çevresi­nin ayak diremeleri yüzünden gelişme kaydedilemedi. İşe başlarken oluşturu­lan tüzük taslağı hiçbir zaman tamamlan­madı. Bunun yerine görevleri belirsiz bir yürütme ilan edilerek işleyişte keyfi bir merkeziliğe yönelindi. Diğer bir hata ise, Halk Meclisi yerelde henüz yeterince kökleşmemişken başka mahallelerdeki Meclis ve Meclis Girişimleriyle bir koor­dinasyon oluşturulup asıl kararların bu “ koordinasyondan” merkezi biçimde a- lınması oldu. Toplantılar gereksiz hale gelmeye başladı. Kurumsallaşma, hukuk yaratma önemsenmezken salt eylem ya­pıyor olmak yeterli göründü. Sonuç ey­leme boğulmak oldu. Bugünden bakınca son derece yersiz görünen bu tutumlar, etki alanı genişleyen Halk Meclisi’ni hız­la kendi örgütüne mal etme ve sol içi re­kabetin bir aracı olarak kullanma yakla­şımından kaynaklanıyordu. Özellikle i- kinci Susurluk eylemleri sürecinde yapay ve biçimsel ayrımlar yaratarak solun bir­leşik eylemlerine karşı alternatif eylem­ler düzenlemek Meclis’i bağımlı ve sek- ter bîr pozisyona sürüklerken Meclis i- çindeki gerilimi de had safhaya çıkardı. Böylece Meclis’in özerk bir örgütlenme olması düşüncesi rafa kaldırılmış oldu. 1

Aynı sorunların başka bir yansıması i- se Meclis’in politika yapış tarzında görü­nüyordu. Önüne çözebileceği yerel so-

okmeydanı deneyimi__

runları koydukça gelişen Halk Meclisi, daha genel konulara angaje oldukça pro­testocu bir tarza mahkum olup özgünlü­ğünü yitirmeye başladı. Susurluk süre­cinde kitle hareketindeki kısmi ve gü­dümlü yükselişe fazla misyon biçen Mec­lis içindeki çoğunluk kendi gücünü a- bartma yanılsamasına tutuldu. Halk Meclisi binleri yürütüyordu, artık “ bü­yük” politikaya soyunma zamanı gelmiş­ti?! Susurluk sonrasında medya (ve as­ker) desteğiyle gelişen kitie hareketini bize ait bir güç sanma yanılsaması kimi­lerini yersiz zorlamalara sürüklemişti. Oysa medya desteği kesildiğinde kitle katılımı bıçakla kesifmişçesine durdu ve Halk Meclisi de dahil olmak üzere tüm örgütler kendi kadrolarıyla baş başa kal­dılar. Halk Meclisi’nin, ülke genelinde sönümlenen eylemleri Okmeydam’nda sürdürme çabası başarılı olamadı. Böyle­ce devrimci örgütlerin sık sık düştüğü, kendini ülke çapında politika yapabile­cek bir güç sanarak hareket etme hata­sı, Halk Meclisi tarafından yinelenmiş ol­du.

Halk Meclisi’nin kuruluş ilkelerine sa­hip çıkan Direnişçiler uzun bir tartışma sürecinin ardından içerden bir dönüşü­mün mümkün olmadığına karar verip 98 Mart’ında Meclis çalışmasından çekildi­ler. Aynı yıl içersinde “varoşlarda uzun süreli ikili iktidar mücadelesi” 2 ve öz ö r­gütlenme perspektifinin bir sonucu ola­rak Dayanışmaevleri’nin kurulmasına va­ran süreç böylece başlamış oldu. Daya- nışmaevi’nin Okmeydam’ndaki 6 yıllık pratiğini değerlendirmek bu yazının kap­samında değil. Burada, Halk Meclisi anla­yışının Dayanışmaevleri için hala bir mo­del oluşturduğunu belirtmekle yetine­lim. 3

81 —

Page 82: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Halk Meclisi’nin örgütsel varlığı, yu­karda belirttiğimiz çözülemeyen (ya da çözülmek istenmeyen) yapısal sorunlar­dan dolayı gittikçe daraldı ve devletin baskılarının da artmasıyla birlikte 98 yılı içersinde sona erdi.

BAR VE PAVYONLARA KARŞI EYLEMLER

90’lı yılların ortasına kadar Okmey- danı’nda birkaç tane klasik işçi birahane­si mevcuttu. Bu tarihten itibaren Beyoğ- lu’ndaki pavyonları andıran içkili mekan­lar birbiri ardına açılmaya başladı. Bunla­rın bir kısmı mahalle arasına kadar gir­mişti. Yeni açılan pavyonların civarında ikamet eden kadınlar bu mekanlara iliş­kin şikayetlerini Halk Meclisi Girişimi’ne getirdiler. Pavyonlarda kadın ve uyuştu­rucu ticareti yapıldığını ve sarhoşların etrafta oturanları rahatsız ettiğini belir­terek, soruna ortaklaşa bir çözüm bu­lunmasını istediler. Meclis toplantısında, sayısı gün geçtikçe artan içkili mekanla­rın kapatılması ya da denetlenmesi ama­cıyla bir kampanya düzenlemeye karar verildi.

Önce çevrede oturanlardan 2 bini aşkın imza toplanıp, soruna bir çözüm bulunması talebiyle belediyeye, kayma­kamlığa ve valiliğe verildi. Ardından pav­yonların önünde basın açıklamaları yapı­larak şikayetler ve talepler dile getirildi. Ancak bu girişimlerden beklendiği üzere herhangi bir sonuç çıkmadı. Halk Mecli­si bir yandan da uyuşturucu ve alkol ba­ğımlılığı konusunda paneller düzenleye­rek semt halkını bilgilendirmeye çalıştı. Bu panellerde, yaşanan sorun, devletin, solun güçlü olduğu mahalleleri çürütme operasyonu olarak ele alındı ve buna

__ yol_____________________________

karşı mücadele çağrısı yapıldı.

Girişimlerin sonuçsuz kalması üzeri­ne 97 yazında Halk Meclisi’nde alınan bir kararla daha sonuç alıcı olabileceği dü­şünülen yeni bir eylem biçimi hayata ge­çirildi. Önce konuyu daha geniş bir çev­reye mal etmek için “ Onurumuza Sahip Çıkalım” sloganının öne çıktığı afişlerle bir eylem çağrısı yapıldı. Propagandanın ana vurgusu, yozlaşmaya karşı ahlaki de­ğerlerin korunması oldu. Bu söylemle, semtin diğer kısmındaki muhafazakar kesimlerin de eylemlere katılımını sağla­mak hedeflendi. Muhafazakar kesim, ey­lemlere sempatiyle baksa da katılmama­yı tercih etti. Sonuçta bar ve pavyonları protesto etmek için düzenlenen yürüyü­şe 2 bin kişi katıldı. Oldukça uzun süren yürüyüş boyunca tüm pavyonların önün­den geçilerek buralar yuhalandı. Daha sonra haftanın bazı akşamlarında, çoğun­luğu kadın olan eylemciler, pavyonlara baskın yaparak pavyon sahipleri üzerin­de basınç oluşturmaya başladı. Baskınla­rın ardından sembolik olarak barların kepenklerinin kapatılması da bir eylem ritüeli haline getirildi. Eylem kitlesini asıl olarak kadınlar oluştururken gençler ve orta yaşlı erkekler de destek verdiler. Yapılış biçimi medyanın ilgisini çekince eylemler hızla kamuoyunun gündemine girdi. Ayrıca zaman zaman öfkeli kadın­ların bar içindeki malzemeleri kırıp dök­mesi gerginliğin hızla artmasına neden oldu. Eylemler hızla radikalleşirken çe­vik kuvvet polisi her akşam semtin giri­şine yığınak yapmaya başladı. Polisin tav­rı başlangıçta eylemlere doğrudan mü­dahale etmek yerine pavyonları koru­maya almak ve Halk Meclisi’nin bazı üye­lerini ve eylemleri desteklediği düşünü­len birkaç esnafı gözaltına alıp mahke­

Page 83: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

meye sevk etmek oldu. Bir yandan da konunun medya aracılığıyla kamuoyuna mal olması üzerine bazı pavyonlar bir süreliğine emniyet tarafından kapatıldı.

Oldukça iyi başlanmış olmasına kar­şın bar-pavyon eylemleri bir süre sonra kendisini tekrar etmeye başladı. Eylem sürecinin aşırı uzaması (yaklaşık 1.5 yıl), Halk Meclisi’nin artan iç sorunları, hede­finin belirsizleşmesi, kalıcı sonuçların el­de edilememesi, aynı kitleyle ve sık ara­lıklarla yapılıyor olması bir süre sonra eylemlere ilgiyi ve katılımı düşürdü. Ka­tılımın en düşük olduğu noktada polisin eyleme saldırısı ve engellemesi sonucun­da bar-pavyonlara karşı yapılan eylemler Mart 98’de sona erdi. Pavyonlar bir sü­re kapalı kaldıktan sonra yeniden açıldı­lar, tabi bu sefer camlara duvar örülmüş, çelik kapılar takılmış ve badygard sayısı arttırılmış olarak.

YIKIM PLANINA KARŞI EYLEMLER

Yerel sorunlardan kaynaklı başka bir hareketlenme de yıkım gündemiyle ya­şandı. Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bazı mimarların ortaya çıkardığı bir imar planında Okmeydanı, Kasımpaşa, Has- köy ve Hacıhüsrev bölgelerinde köklü bir yıkım ve yeniden yapılanma öngörü­lüyordu. Bedrettin Dalan zamanında ha­zırlanan planda adı geçen yerler çökün­tü alanı ilan ediliyor ve kent merkezi i­çinde olan bu bölgelerde ticaret ve iş merkezlerin kurulması hedefleniyordu. Yıllarca rafta bekletilen imar planının, dönemin İstanbul Belediye Başkanı Tay- yip Erdoğan’ın onayıyla uygulanması ka­rarlaştırılmıştı.

İmar planının bir örneği bir grup de­

mokrat mimar tarafından ele geçirildik­ten sonra konu bir düğün salonunda dü­zenlenen toplantıyla halka duyuruldu. Ardından düzenlenen bir halk toplantı­sında sorunun çözümü için mahalle hal­kı adına hareket edecek bir komisyon (Plan Takip Komisyonu) kuruldu ve dört kişilik bir yürütme oluşturuldu. Mahalledeki bir esnafın bürosu Plan Ta­kip Komisyonu’nun merkezi haline geti­rildi. Özellikle olası yıkımın kapsamına giren konutların sahipleri toplantılara düzenli olarak katılıyorlardı. Komis- yon’da alınan karar sonucunda 200 civa­rı konut sahibi toplu halde Beyoğlu Be- lediyesi’ne yıkım planının iptali için dilek­çe verdi.

Yıkım planının uygulanacağı Hacıhüs­rev Mahallesi’nde de bir kahvede halk toplantısı düzenlenerek sorun hakkında halk bilgilendirildi. Ardından Hacıhüs- revlilerin de katılımıyla Okmeydanı’nda 2 bin kişilik bir yürüyüş düzenlendi. Yü­rüyüş sonrasında halk kürsüsü kurularak konuşmalar yapıldı. Okmeydam’nda ey­lemlerin türkü ve halaylarla bitirilmesi bir gelenek haline gelmişti; bu sefer ha­layların yanı sıra Hacıhüsrevli Romanla­rın darbuka eşliğindeki göbek dansıyla eylem sona erdi. Daha sonra Hacıhüs­rev Mahallesi’nde de bir eylem ve basın açıklaması gerçekleştirildi. Bu kez Ok- meydanlılar Hacıhüsrev’e destek verdi­ler.

Yıkıma karşı mücadelede kolektif ey­lemlerin yanı sıra uzmanların teknik des­teği de belirleyici önemdeydi. Konuya duyarlı demokrat mimar ve mühendisler Plan Takip Komisyonu ile dayanışma i­çinde oldular, halk toplantılarına katıla­rak plan konusunda bilgilendirme yaptı­lar. Plan Takip Komisyonu’nun merkezi

_____________ Okmeydanı deneyimi__

83 —

Page 84: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

her gün bilgi almak isteyen onlarca kişi­nin ziyaretiyle dolup taşıyordu. Öyle ki MHP tabanından insanlar bile bilgilen­mek için Komisyon’a gelmiş ve yıkım planına karşı irtibat halinde olma gere­ğinden söz etmişlerdi.

Komisyon’un etkinliğinin büyümesi karşısında Tayyip Erdoğan, Kasımpaşa ve Dörtyol’da kahve toplantıları düzen­leyerek planın varlığını inkar etmek zo­runda kaldı. Bir yandan da Komisyon karşıtı propaganda başlattı. Komis­yon’un yeni adımı ise yıkım planının iptal edilmesi için konut sahiplerini İdare Mahkemesi’ne dava açmaya yönlendir­mek oldu. Hukuki işlemlerin yürütülme­sinde duyarlı avukatların desteği alındı.

Birkaç aylık bir süre içinde yapılabile­cek her şey yapılmış, geriye yıkım günü­nü ya da mahkeme kararını beklemek kalmıştı. Ancak yıkımın yakın bir tehlike olarak ortaya çıkmaması üzerine eylem­ler durdu, açılan davaları birkaç avukat ve esnaf dışında takip eden kalmadı. Ko­misyon, işlevi sona erince kendiliğinden dağıldı.

T A R T IŞ M A B A Ş LIK LA R I

I- Yerel Siyaset ve Ö z Örgütlenme:Türkiye’de emekçi semtlerinde demok­ratik halk örgütlenmeleri oluşturma ge­leneği oldukça sınırlı. Böyle bir eğilimin 70’!i yıllarda çok kısa bir dönem için fi­lizlenebildiğim yukarda belirmiştik. 80 sonrası içinse başarılı bir modelden söz etmek mümkün değil. Genelde hayat bulan tarz, sorun eksenli geçici bir araya gelişler oldu. Yerel bir sorunu çözmek amacıyla bazen olukça güçlü eylemler yapılsa da çabalar örgütsel sürekliliğe dönüştürülemedi. Halk açısındansa çoğu

— yol--------------------------------------------

zaman yerel sorunların çözümünde, si­yasi partilerin yerel temsilcileriyle ya da yerel yöneticilerle görüşüp oy karşılığın­da çıkarlarını kollama yöntemi belirleyi­ci oldu.

Solun yerel siyasete yaklaşımı ise, ya hiç gündemine almamak ya yerel sorun­lar üzerinden yükselen eylemlere katıla­rak birkaç sempatizan kazanmaya çalış­mak ya da apolitik ve hedefsiz bir yerel­ciliğe saplanmak biçiminde özetlenebilir. Radikal ya da liberal sol, örgütlendiği semtlerde bugün de yerel sorunlardan kaynaklı çok sayıda eylemin yönseyiciii- ğini yapıyor. Ancak bu hareketler, içinde akabilecekleri bir kanal yaratılamayınca çoğu zaman artlarında hiçbir birikim bı­rakmadan kayboluyor. Oysa öz örgüt­lenmeler (demokratik halk örgütleri), yerel sorunlardan kaynaklı hareketlen­melerin devletten ve burjuva siyasi par­tilerinden bağımsız bir form kazanabile­ceği ve birikebileceği kanallar olabilir. Parti vb. merkezi siyasi örgütlenmelerin yerel çelişkilerden kaynaklı enerjileri bütünüyle absorbe edebilmesi mümkün ve gerekli değildir. Sorun eksenli geçici örgütlenmelerin ötesinde yaratılacak kalıcı halk örgütlenmeleri, varoşlarda devletin ve sermayenin hegemonyasını sürekli yıpratacak bir mevzi işlevi göre­bilir.

2- Devrim ci Ö rgüt • K itle Örgütü:Öz örgütlenmeleri belli bir siyasi parti­ye doğrudan angaje etme çabası daral­mayı ve zamanla işlevsizleşmeyi getire­cektir. Öz örgütlerin siyasi partilerden görece özerkliği onların doğası gereği­dir. Farklı düzlemlerdeki örgütleri bir- birleriyle ikame etme yaklaşımı çoğu zaman faaliyeti kısırlaştırma sonucunu doğurur. Kitle örgütleri asıl olarak, hal­

__ 84

Page 85: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

kın kendi deneyimleriyle öğrendiği dev­rim okulları olarak görülmelidir.3- Etnik/Dinsel Bölünme ve Yerel Siyaset: Solun etkin olduğu semtler büyük oranda Alevilerin yoğunlukta ol­duğu yerlerdir. Bu bölgelerde sağ parti­leri destekleyen kesimlerle arada -coğ­rafi olarak herkesin bildiği- neredeyse “ doğal” sınırlar oluşmuş durumda. Sol, 70’lerden bu yana kendisini yeniden ü­reten ve siyasi olduğu kadar etnik ve dinsel renklerle de bezenen bu sınırları aşmanın yollarını bulmak zorundadır. Kültürel farklılıkları sorun etmeden or­tak sorunlar karşısında birlikte davra­nabilmenin güzel bir örneği, Plan Takip Komisyonu’nun eylemlerinde yaşandı. Aleviler ve Romenler dayanışma içinde yıkım planına karşı mücadele ettiler. Kültürel farklılıklar kendiliğinden bir sorun teşkil etmezler, birbirlerine kar­şı siyasallaştırıldığında bir gerilim ekse­ni haline gelirler. Yıkım sorunu bağla­mında Aleviler ve Romenler arasında sağlanan ittifaka Karadenizlileri aktif o­larak katmak mümkün olmadı. Kuşku­suz kökleşmiş ön yargıların birkaç gün­dem üzerinden çözülmesini beklemek fazla iyimser bir yaklaşım olur. İlerde ortak zeminlerin yaratılabilmesi için sağ partilere oy deposu olan kesimlerin duyarlılık ve eğilimlerini iyi anlamaya ve iğneyle kuyu kazan bir taban çalışması­na ihtiyaç var. (Solla güçlü bağları olma­yan Hacıhüsrevlilerin, orada belli bir süre boyunca bire bir örgütlenme çalış­ması yapan devrimcilerin bilinçlendirdi­ği kişilerin inisiyatifi sayesinde hareket- lendirilebildiğini belirtmek gerekiyor) Güven verici örgütlenmeler ve sonuç alıcı pratikler sınırların aşılmasını kolay­laştıracaktır.

4- Toplumsal Çürümeyle Mücadele:Uyuşturucu, kumar, hırsızlık, fuhuş, çe­teleşme vb. sorunlar yerel politikanın b i -s lişenleri olmak zorunda. Yalnız bunlara karşı mücadelede muhafazakar ideoloji­nin yeniden üretilmemesine dikkat et­mek gerekiyor. Örneğin bar-pavyon ey­lemleri sürerken tartışmalar mahallede içki yasağı uygulamasının önerilmesine kadar varmıştı. Devrimci mücadeleyi kültürel, ahlaki bir mücadeleye indirge­mek 80 sonrasının tipik bir özelliğidir. Sol, iktidar mücadelesinden geri düştük­çe kültürel alana daha fazla hapsoldu. Sosyal ve kültürel sorunları küçümse­meden, yok saymadan etkili bir paylaşım ve iktidar mücadelesi yürütmek gereki­yor. Yoksulluk, işsizlik, sömürü gün­demleri üzerinden yürütülecek mücade­le etnik/dinsel bölünmelere karşı da en etkili panzehir olacaktır.

5- Kadınların Katılımı: Yıkım soru­nunda Plan Takip Komisyonu’nun top­lantılarına düzenli olarak katılanların Okmeydanı’nda ezici çoğunluğu hane reisi erkeklerdi. Kadınlarsa toplantılar­dan ziyade eylemlere katıldılar. Aynı ö r­nekte Hacıhüsrevli Romenler arasında toplantı ve eylemlere katılımda ve ey­lemlerde söz alma konusunda kadınlar çoğunluğu oluşturuyordu. Okmeyda- nı’ndaki bar-pavyon protestoları ise ö­zünde bir kadın eylemiydi. Kadınlar so­runun çözümü için Halk Meclisi’ne baş­vurmuş ve toplantılara düzenli olarak katılarak mücadele yöntemlerinin belir­lenmesinde söz sahibi olmuşlardı. Er­keklerin eylemlere katılımı destekçi ni­teliğindeydi. Kadınlar bar ve pavyonlara karşı yürütülen kampanyanın öznesi ol­dukları halde propagandanın içeriğine kadın bakış açısı yeterince yansıtılamadı.

_____________Okmeydanı deneyimi___

85 —

Page 86: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Sokakta sarhoş tacizine uğrayan da, ev­de kocasının içki masasından kalkıp gel­mesini bekleyen de, pavyonlarda cinsel sömürüye maruz kalanlar da kadınlardı. Bar-pavyon eylemlerinde ahlaki değerle­ri öne çıkarmak yanlış olmasa da eksik­ti, sorunu kadın bakış açısından ele al­mak hem ataerkil değerleri yeniden ü­retme riskine karşı bir güvence olur hem de eylemin daha geniş bir kesime ulaşmasını sağlayabilirdi.

6- Kadro Niteliği: Yerel sorunlar üze­rinden gelişen eylemler devrimciler açı­sından çok sayıda insanla temas olanağı sağlıyor ama bu temasların örgütsel biri­kime dönüşmesi yereldeki kadroların ni­teliğine bağlıdır. Kitabi bilgilerle yetinen, “ bilinçsiz halk” tasavvurundan hareket eden, salt ajitasyona odaklı, eylemlerde­ki tek kaygısı radikalizmi arttırmak ya da tersinden olaysız bitirmek olan, soyut doğruları tekrarlayan bir kadro tipi yeri­ne pratiğin zengin olanaklarını değerlen­direcek esneklikte düşünen, halktan öğ­renmeye çalışan, ajitasyon kadar gerçek­çi tespitler de yapabilen, eylemleri so­nuç alıcı bir perspektifle yönseyen, so­mut sorunlara somut çözümler öneren, örgütçü nitelikleri gelişmiş bir kadro ti­pine ihtiyaç var.

7- Dayanışma ve Siyasi Etki: Sağlık, eğitim, barınma vb. konularda düzenle­necek dayanışma organizasyonları acil sorunlara geçici de olsa somut çözüm ü­retmek açısından önemlidir. Yoksullu­ğun açlık sınırına yaklaştığı mahallelerde kimsenin devrim sonrasına ertelenecek çözümlere rağbet göstermesini bekle­memek gerekiyor. Varoşlarda alternatif

. iktidarların yaratılabilmesinin yolu eko­nomik ve sosyal dayanışma faaliyetleri­nin gerçekleştirilmesinden geçiyor. Hal­

__ 86 ____________________________

— yol--------------------------------------------

kın aktif ve kitlesel katılımıyla gerçekle­şecek ekonomik-sosyal dayanışma faali­yetleri, siyasi ve ideolojik bir etkiyle bir­leştiği zaman devrimci mücadelenin üze­rinde yükselebileceği zemin oluşturul­muş demektir. Bu konuda Halk Mecli- si’nin yaptığı sağlık taraması gibi faaliyet­ler daha sonra Dayanışmaevi tarafından eğitim, giysi vb. konularda zenginleştiri­lerek sürdürüldü.

Dayanışma organizasyonlarının ö­nemli bir boyutu da profesyonel meslek sahipleriyle (doktor, avukat, mimar, mü­hendis, öğretmen) yoksul halkı buluş­turmasıdır ki, bu buluşma devrim müca­delesi açısından stratejik öneme sahip­tir.

8- Medya ve Yerel Siyaset: Yukarda aktardığımız iki eylem örneğinde de medya ile ilişki önemli bir yer tuttu. Ye­rel yöneticiler üzerinde baskı oluşturul­masında eylemlerin medyaya yansıması­nın ciddi bir etkisi oldu. Öyle ki bu yüz­den kimi zaman eylem saati, eylemin ak­şam haberlerinde ya da ertesi günkü ga­zetelerde yer almasını sağlayacak şekilde ayarlandı. Medya iyi değerlendirildiğinde varoş eylemlerinin kamuoyuna yansıma­sı ve etki gücünün artmasında işe yara­yabiliyor. Ancak bu aracın sahipsiz olma­dığını unutmamak gerekir. Medyanın et­kisi bir noktadan sonra tersine de döne­bilir. Bu yüzden medya bağımlısı (şirin görünme meraklısı) bir mücadele tarzı baştan yenilgiye mahkumdur. Böyle bir hatırlatmaya, zaman zaman eylemcilerin salt medyada görünmeyi bir başarı say­ması yüzünden ihtiyaç var. Medyayı bir faktör olarak almak yerine medyatikliği eksene koymak, eylemleri, hiçbir sonu­ca ulaşmayan bir şova dönüşme riski ile yüz yüze bırakır.

Page 87: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

SONUÇ

Okmeydam’nda 95-98 yıllarında dev­rimcilerin yönsediği siyasi pratiği öz ö r­gütlenme ve yerel politika bağlamında değerlendirmekle yereldeki devrimci pratiğin sadece bir boyutuna değinmiş olduk. Kuşkusuz varoşlarda yürütülen devrimci pratik yerel politika ve öz ör­gütlenme yaklaşımının ötesinde bir içe­riğe sahiptir. Yerelde iktidarlaşma pers­pektifiyle yürütülecek çalışmaların ada­let sağlama, savunma, devrimci ortam ve kadro yaratma vb. boyutlarına bu yazıda değinmedik. Daha ziyade devrimci siya­set ve yerel ilişkisi üzerinde durduk.

Varoşlarda ekonomik ve sosyal yapı­nın karmaşıklaşması siyaset düzeyinde de çelişkilerin çeşitlenmesini beraberin­de getiriyor. Yeni sorunlar yerel politi­kanın gündemine girmeye başlıyor. Ge­nel sorunlarla yerel sorunlar içiçe girip özgün biçimler alıyor. Varoşlarda yürü­tülecek devrimci faaliyet, ancak yerelin tarihsel-toplumsal koşullarından kaynak­lanan özgün sorunlara müdahale ederek önünü açabilir. Özgün sorunları (uyuş­turucu, çeteleşme, altyapı sorunları, eği­tim, sağlık, etnik/mezhepsel saflaşma, a­dalet, yoksulluk vd.) atlayıp “saf’ sınıfsal çelişkiler aramak beyhude bir çaba olur. Emek ve sermaye arasındaki çelişkinin gittikçe keskinleşiyor olması ve serma­yenin hayatın tüm alanlarına daha derin­den nüfuz etmesi kendiliğinden sınıfsal çelişkinin ezilenlerin bilincinde canlan­ması sonucunu doğurmuyor. Kapitaliz­min gelişim düzeyinden hareketle artık varoşlarda doğrudan emek sermaye çe­lişkisinin öne çıkacağını iddia etmek po­litik süreci sosyo-ekonomik gelişmenin basit bir türevine indirgemek olur. E­

mek sermaye çelişkisi varoşlarda bin bir kılığa girerek, bazen etnik ve mezhepsel renklere bürünerek kendini ortaya ko- ' yuyor. 4 Özgün çelişkilerden hareketle somut sorunlara somut çözümler üre­ten bir pratik faaliyet genel propaganda ve ajitasyondan çok daha sonuç alıcı o­lacaktır. Sınıf bilincinin gelişimi ise özgün mücadeleler içersinde kazanılan dene­yimlerin yanı sıra halk eğitiminin hayata geçirilmesiyle sağlanabilir.

Varoşlarda devrimci pratik, yerelde iktidarlaşma perspektifiyle yürütüldü­ğünde öz örgütlenmeler halk iktidarının okulu olarak önemli bir misyon yüklene­cektir. Faşizan ve çürütücü güçlere kar­şı fiziki mücadele, işsizlik ve yoksullukla etkin mücadele ve dayanışmacı ve de­mokratik değerlere dayanan sosyalizas­yon ve politikleşme, varoşlarda devrim­ci mücadelenin başlıca ayakları olacaktır. Türkiye’de devletten bağımsız halk ö r­gütlenmeleri yaratmak, siyasal sistemin geleneksel vesayetçi yapısı düşünüldü­ğünde önemli bir devrimci adım anlamı­na gelir. Ancak bunu başarabilmek için devrimcilerin yerel politikaya yoğunlaşa­rak güç biriktirmeleri ve ilişki ağlarını kat be kat arttırmaları gerekiyor. Büyük enerjilere ihtiyaç duyulan bu yolda elini taşın altına koymaya cesareti olanlar, mücadeleye yeni bir soluk kazandırmaya da aday olacaklardır.

Yeni liberalizmin varoşlara yığdığı nü­fus şimdilik düzen içi hesaplaşmaların kitle tabanı rolünü oynasa da, 70’li yıllar­da varoşlarda beliren hayaletin 30 yıl sonra yeniden ortaya çıkması bu kez çok daha sarsıcı sonuçlar doğuracaktır.

_____________ Okmeydanı deneyimi___

87 —

Page 88: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

DİPNOTIARI - Burada ayrıntısına girmediğimiz Halk Meclisi'ndeki tartışmalar için bkz. Dire­niş Sayı 5 1 (Kasım 97), 52 (Aralık 97),53 (Ocak 98), 54 (Şubat 98), 56 (Nisan 98)

2- Mehmet Yılmazer, “ Devrimci Hare­kette Kriz ve III. Dönem” Yol, Nisan 97, Sayı 6, s.52-56

3- Dayanışmaevleri hakkında daha fazla bilgi için “ Yoksulluk ve İşsizlikle Mücade­le Kurultayı, Tebliğler, 2003, Alaz Yayın­cılık” kitabına ve www.dayanismaevle- ri.org adresine bakılabilir.

4- Sınıf kimliği ve diğer kimliklerle ilişkisi konusunda bir tartışma için bkz. Haşan Oğuz, “ Sınıf Mücadelesi Bağlamında Öz­gün Sınıf Yapıları ve Birleşik Sınıf Strate­jisi” , Düşünce ve Davranışta Yol, Tem­muz 2003, Sayı 4, s.84-1 19.

— yol------------------------------------------

88

Page 89: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Ayşe Tansever

IRAK’IN RUS PETROLLERİNE ETKİSİ VE KHODORKOVSKY NEDEN TUTUKLANDI?

Rus petrol milyarderi Khodorkovsky tutuklandı. Politikaya girmek istemesi ge­rekçe gösteriliyor. Putin’e meydan oku­duğu, sandalyesine göz diktiği söyleniyor. Politikayla uğraşmak herkesin hakkı hatta görevi değil mi? Demokrasilerde rakipler olmaz mı? Bunun neresi tutuklanma ge­rekçesi olabilir? Tutuklamanın altında asıl petrolün yattığı açık bir gerçektir. Petrol üzerinde iki adamın ne tür ayrılıkları var­dır? Bunların önemi nedir? Khodor- kovsky’nin petrol üzerindeki emelleri ne­lerdir? Önemi, uzantıları nelerdir?-

Eğer konu petrol ise tutuklamanın I- rak’ta yükselen direnişle ya da Suudi A- rabistan’da patlayan bombalarla bağlan­tısı var mıdır? Merkez ülke liderlerinin yaptığı zirveler, ziyaretlerin bunlarla bağlantıları nelerdir? Dünya petrol de­netimi yeni bir dönemeç almaktadır. O- layların bu derece kanlı hale gelmesi çı­kar ilişkilerindeki yükselmeyi gösterir. Bu nedenle derinlemesine incelenmeyi gerektirmektedir. Irak Savaşı’ndaki şid­detlenmeden kalkarak Khodor- kovsky’nin tutuklanmasına kadar uzanan olayların ana motifini görmek dünya güçler dengesindeki sorunları anlamak ve bizlere uzanan bağlantılarını ortaya koymak demektir.

I. DÜNYA PETROL SORUNU

Kapitalist üretimin temeli petroldür. Aslında alternatif enerji kaynakları yok

değildir ama var olan petrol tekellerinin karları bu alternatif kaynakların geliştiril­mesi ve yaygınlaştırılması önünde birer engeldirler. Aslında kapitalizm kendi çe­lişkisini kendisi derinleştirmektedir. Ya­ni kar üstünde durduğu için sorunlarını açıcı çözümleri sistemine oturtamamak- tadır. Neyse bu. işin başka bir boyutu­dur.

Petrol bir elma, armut ya da bir bü­yükbaş hayvan gibi ekilip yetiştirilemez. Yeraltı zenginliği olarak vardır. Toprak gibi her yerde de yoktur. Doğada çeşit­li yerlere dağılmıştır. Kapitalist anayurt­larda var olan petrol rezervleri bitmek üzeredir. Norveç, Meksika Körfezi, A- laska gibi yerlerde bu on yılın sonuna gelindiğinde petrol kalmayacaktır. Uzak Doğu’da Endonezya’da petrol bitmek ü- zeredir. O nedenle acil bir şekilde yeni petrol kaynakları hem bulunmalı hem de geliştirilmelidir. Çünkü bu öyle bugün­den yarına bir çırpıda olacak bir iş de değildir. Zaman ve yatırım ister.

Petrol maliyetlerindeki yükselmeler şimdiye kadar ekonomik olmayan bazı alanlardaki petrol kaynaklarını karlı hale getirdi. Batı Afrika’nın Gine Körfezi’nde deniz dibinde oian alanlarda yatırıma başlandı. Buraya kıyısı olan adını bile duymadığımız, nüfusu I milyona bile varmayan ada ülkelerde bu nedenle bu aralar devlet darbeleri oldu, altüstlükler yaşanıyor. Sosyalizm yıkıldıktan sonra eskilerin Angola ve Nijerya gibi petrol

89 ----

Page 90: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ülkeleri dev petrol şirketleri denetimine girdiler. Şimdi de yenilen bu ana daire­lerin etrafına katılıyorlar.

Yeni alanların hiçbiri kapitalizmin Ortadoğu petrolüne olan bağımlılığını a- zaltmıyor. Ona zorunluluk artıyor. Ge­lecek onlarca yıl daha bu bölge kapitalist üretimin can damarı olarak kalacaktır. Rusya’da petrol vardır. Ama henüz bili­nen rezervleri ve aşağıda değineceğimiz başka nedenlerle Rus petrolü Ortadoğu ve özellikle Suudi Arabistan petrolün­den sonra ikincil durumda kalmaktadır.

Dönüm noktası IrakOrtadoğu’ya bağımlılık yıllardır sür­

mektedir. Buranın petrolleri üstünde çokuluslu dev petrol şirketleri acımasız­ca oturmaktadırlar. Bölge halkları artık bu işten çok rahatsızdırlar. İsrail Batı çı­karlarını korumada, her gün daha da ça- resizleşmekte, kalın bir duvar örmek zorunda kalmaktadır. Suudi Arabistan Krallığı ise ÇÜŞ iştahını doyurmak ile halkların ihtiyaçları arasında pres olmuş­tur ve yükselen halk hareketini kendine daha büyük ve yakın bir tehiike olarak görmeye başlamıştır. Petrol karlarından halka ayırdığı payı arttırmak zorunda hissetmekte ve ÇUŞ’lara karşı biraz da­ha gönülsüz bakmaktadır. Bunun için de sürekli bombalı saldırılarla cezalandırılı­yor. ÇUŞ’lar bizden değil halktan kese­ceksin demek istemektedirler.

Gerekçesi ne olursa olsun Saddam’a saldırmak ABD’nin seçebileceği zorların içinde en “ kolay” yol olmuştur. Irak iş­galinin bu kadar sorunlu olacağını biliyor muydu? Tartışılabilir, ancak kapitalizmin genel emelleri göz önüne alınırsa pek de başka şık yoktu denebilir. Ortadoğu’ya girmek zorundaydı. Yıllardır ince ince iş­

— yol---------------------- ----------------------

lediği Saddam “ öcüsü” senaryosuna sa­rıldı.

Irak direnişi, petrolünü sonuna kadar savunmaya kararlı gözüküyor. Saddam öncesi zaten kısılan petrol üretim sevi­yesine bile ulaşılamadı. Çıkarılan petrol, bırakalım ihraç etmeyi, iç tüketime bile yetmiyor ve halkları ABD işgaline karşı daha kararlı dövüşmeye itiyor. Ülkenin üzerinden geçen boru hattı birçok ye­rinden tahrip edilmiş durumda, daha u- zun süre işe yaramayacak. Öte yandan başta petrole planlanan yatırımların hiç­biri gerçekleşmiyor. Batı petrol şirketle­ri asayişin sağlanmasını istiyorlar. Ancak ondan sonra yatırım yapacaklarını söylü­yorlar. Ayrıca şimdiki hükümetin bir ya- sallığı olmadığı için onunla imzalanacak bir antlaşmanın gelecekte olası yasal so­runlar doğurmasından çekiniyorlar. Hat­ta Saddam’ın imzaladığı antlaşmaların ip­tal edilip edilemeyeceği bile tartışmalı­dır. Yani Irak petrolünü ABD’nin istedi­ği seviyede üretim yapar hale getirmesi yakın bir geleceğin işi değil. Uzun bir ge­lecekte de oradaki varlığının nasıl olaca­ğı kocaman bir soru işareti ile duruyor. Irak’ta patlayan her bomba ile de bu so­ru işareti büyüyor.

Irak’ta denetimi sağlayamayan bir ABD’nin Ortadoğu petrolünü denetim altına alması, Suudi Arabistan’a ya da İ- ran’a ya da bölgedeki diğer küçük Ku­veyt ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ül­kelere çıkarlarını dayatması giderek zor­laşıyor. Savaş öncesi bir türlü imzalana­mayan Suudi Arabistan doğal gaz çıkar­ma projesi, ABD irak’ta batağa saplanın­ca, ancak Fransa, İngiliz ve Krallık (Irak) şirketleri arasında üçe paylaştırılabildi. Yani ABD tüm silah gücüne rağmen O r­tadoğu petrolleri üzerinde denetim sağ­

__ 90

Page 91: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ırak’ın rus petrollerine etkisi

layamadığı gibi elinde olanları da kaybe­diyor.

Siyasi boyut: ParçalanmaIrak Savaşı’na ABD’nin Batılı mütte­

fikleri onay vermediler. Afganistan Sava­şı ile kurulan uluslararası terör ittifakı parçalandı. Birinci olarak, Saddam zama­nında elde edilen çıkarlarını korumak is­tediler. İkinci olarak, Ortadoğu genelin­deki çıkarlarına tehlike gördüler Sad- dam’a saldırıyı. Üçüncü olarak, bu sava­şın kazanılabilmesini pek olası görmedi­ler. ABD’nin tek başına kazanması elbet­te çıkarlarını daha da tehlikeye sokabile­cekti ama genelde Irak’ın büyük bir lok­ma olduğunu belki de görüyorlardı. Ay­rıca savaşa karşı olmanın getireceği çı­karlar daha ağır basıyordu.

Gerekçe ne olursa olsun Irak Sava- şı’na katılmamak ve aksine BM’de onay vermemek dünya güçler dengesinde ye­ni bir dönemeç demekti. Ortadoğu’nun üstünde durduğu petrol çıkarlarının ay­rışması demekti. Petrol denetiminin parçalanması demekti. Eğer ABD petrol bölgesinin denetimini istediği gibi sağla­yanı iyorsa o zaman petrol kaynakları başka türlü paylaşılabilir demektir.

Son BM oylamasında ABD’ye yandan yırtmaçlı, ne anlama geldiği karanlık bir yasallık verildi ve ertesi günü ¡ran pet­rolleri üzerinde antlaşma imzalandı. Irak “ABD’ninse” , İran da “AB’nin” oluverdi. Suriye’ye de AB girecek. Diğer bir pet­rol ülkesi Libya’nın eli kulağında. Sonuç­ta, İttifak parçalanıp sonuç az çok yakın gelecek açısından belirmeye başlayınca bölge merkezler arasında parçalanmaya başladı. İsrail de duvarının arkasına çeki­lip kendine güvenceye almaya çalışıyor, yani Filistin de AB tarafında kaldı. AB, A­

rap halklarının ABD öfkesini kendi le­hinde örgütleme kurnaz politikasına so­yundu. Belki de başka şıkkı yok.

Sonuçta ABD’nin Irak Savaşı’na kal­kışma gerekçesi geri tepmekte, Ortado­ğu petrolü üzerindeki denetimi artma- makta aksine azalmaktadır. Ya da bu şimdilik belirsiz ve kanlı bir sürece gir­miştir. Dolayısıyla da diğer kapitalist merkezlerin petrol bazından denetimi sorunlu hale girmektedir. ABD süper güçlüğü sorgulanmaya başlamakta, baş­kaldırılar artmaktadır. ABD bu ortamda ne tü r politikalar üretecek göreceğiz.

Rusya petrolünün önemiRusya’nın Irak Savaşı’na hayır demesi

Rus petrolleri açısından bir dönüm nok­tası anlamını taşımaktadır. Elbette bu ka­rar AB ile ortak bir karardır ama sanırız Rusya ve onun petrolü olmasa AB’nin ABD ile ittifaktan vazgeçmesi çok daha zor olurdu.

Rusya savaşa hayır diyerek aslında ABD ile birlikte olası büyük bir ittifaktan geri adım atmış oluyordu. Bir düşüne­lim. Daha Irak Savaşı’nın sonucunun ne olacağı belli değildir. ABD tüm silah üs­tünlüğü ile Ortadoğu petrolünü deneti­mine alma yoluna çıkmıştır. Buna bir de Rusya petrol gücünü ekleyelim. Dünya­nın bir numaralı silah ve ekonomik gücü tek zaafı olan petrol sorununu da hallet­miş ve yanına diğer petrol rezervi olan Rusya’yı da almış. O zaman herhalde dünya güçler dengesi çok değişirdi. Bush takımının üstüne oynadığı ya da hayal et­tiği oyun budur. Bush onun için her bir zirvede “ sevgili Putin’ini” yerlere gökle­re sığdıramaz. “ Bu adam çok iyi arkadaş. Bu adamın ben ruhunu okuyorum” der. Hatta Bush savaş sonrası bile son güne

91

Page 92: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

kadar böyle bir hayalden vazgeçmemiş olmalıdır. Savaşa destek vermese bile kendisiyle petrol alanında işbirliği yapa­cak bir Rusya’nın hayali ile yanıp tutuş­maktadır.

Ama Rusya savaşa hayır tavrında di­rendi. Hatta son güne kadar Lukoil şir­keti Saddam ile petrol alanı geliştirme antlaşmasını sürdürdü. Hala Rusya I- rak’taki petrol antlaşmalarının geçerli olduğunu savunmaktadır. Bu işin ucunu bırakmayacaktır. Hele bir savaş bulutları dağılsın. Ayrıca Bush’un baskılarına rağ­men Irak’ın kendisine olan borçlarını ö- demesini istemektedir. ABD, Rusya için yok Saddam’a silah yardımında bulunu­yor, düşen uçak Sovyet silahı ile vurul­du, yok Suriye’ye silah satıyor yaygarası yapmaya çalışsa bile bunların arkası gel­medi. Çünkü Rusya ile ilişkileri daha üst seviyede germek doğrusu ABD’nin işine pek de gelmedi. (Son gelen haberlere göre de Rusya Irak’tan alacaklarının bir kısmından vazgeçti, karşılığında Lukoij’in Saddam döneminde yaptığı antlaşma ge­çerli kılındı.)

ABD’li yetkililer, Irak bir yana, “ Rus­ya’yı İran’dan bir türlü vazgeçiremedik’’ diye yakınıyor. Rusya İran ile iki türlü antlaşma yaptı. Birincisi nükleer enerji geliştirme antlaşmasıdır. Batı’nın, bunun nükleer silah yapma anlamına geldiği ve İran’ın dünyayı tehdit eden bir ülke ola­cağı baskılarına rağmen Buşehr’de sant­ral antlaşmasını imzaladı. İkinci olarak A- zedağan petrolünü çıkarmak için yardım etmede antlaştı. Bunun için Çin ile ortak bir öneri ortaya sürdüler. Yani Rusya tek başına yapacak ve belki de Çin de o- laya katılacak. Bu henüz kesinleşmedi.

Geçtiğimiz aylarda dünyaya İran’dan

bomba gibi bir haber yayıldı. İran Buşehr yakınlarında dünyanın en büyük petrol rezervlerini buldu. Ve artık bu olay ABD’nin İran’ı izole etme, kendisine saklama gücünü azalttı. İran’ı dayanılmaz çekici yaptı. Ve AB, BM’de Irak’ı ABD’ye yarım yollu terk ederek İran’la antlaşma imzaladı. İran nükleer silah geliştirmeye­cek, AB ile ticaretini arttıracak, petrol çıkarma ve nükleer enerjide kendisine destek verilecektir. Yani İran yanına, Rusya sonrası AB de katılıyordu.

Oysa Japonya kaçtı, japonya I . Kör­fez Savaşı’nda Suudi Krallığı ile bir ant­laşma yapmıştı. Sonra ABD kızınca çe­kildi. Bu kez İran ile anlaşmak istedi. A- ma ABD öyle bir karşı çıktı ki antlaşma­nın izi tozu kalmadı sanırız. Japonya, Rusya’nın yürekliliğini gösteremedi. El­bette petrolsüzlük ve silahsızlık belini büküyordu. İkisinin de garantisi ABD idi. Rusya Japonya’ya da petrolünü açmaya hazırdı. Ya da japonya artık “ normal bir ülke” olmak, ABD boyunduruğundan kurtulmak istiyordu. Japonya Rusya’ya 4000 km.lik dünyanın en uzun petrol boru hattı projesini önerdi. Rus devlet güvencesi olduğu taktirde 5 ile 7 milyar dolarlık düşük faizli kredi vermeye ha­zırdı. Putin’le prensipte anlaşıldı. Yani Rusya Japonya’yı ABD’nin Ortadoğu bo­yunduruğundan biraz olsun kurtarıcı petrolle beslemeye evet diyordu. Ayrıca Japonlar bu petrolün Pasifik Okyanusu i- ie ABD’ye kadar bile taşınabileceğini ima ederek bir şeyler mi ima ediyorlardı bi­linmez. ABD aslında bütün bu gelişmele­re engel olmak için bir Kuzey Kore ko­zunu elinde tutuyordu ama artık Irak bu işlerle uğraşmasına olanak tanımıyordu. Bu gelişmeler karşısında ABD’nin tüyle­rinin diken diken olduğu ve çaresizlik i­

Page 93: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

çinde kıvrandığına şüphe yoktur.

Ancak Japonya boru hattı, 2400 km.lik, yani daha kısa oian Angarsk Da- qing yolu ile rekabet halindeydi. Buna Çin 2.5 milyar dolar kredi açacaktı. An­cak proje Rus petrol şirketi Yukos’un- dur, özel bir şirketindir. Ve devlet ga­rantisi istenmiyordu. Ancak şurası ke­sindir ki bu iki projeden biri gerçekleşe­cektir. Şu anki çıkarım imkanlarıyla iki boru hattına da petrol vermek imkansız­dır. İlk önce Sibirya’dan çıkarım çalışma­larının yapılması gereklidir. O nedenle bu iki boru hattı birbiriyle rakip halinde­dir. Yani ya özellikle Putin’in uzun olma­sına karşın istediği Japon hattı ya da özel Rus şirketi Yukos ile Çin arasında düşü­nülen boru hattı. Hangisinin tercih edile­ceği önümüzdeki günlerin işidir. Prensip olarak ikisinde de devletlerin antlaşması vardır. Başka olayların çözümünü bekle­mektedir.

Dünyanın üç merkezinden İkincisine, AB’ye geçersek, Putin’in AB ile de pet­rol projeleri vardır. Sovyet döneminde Orta Avrupa için yapılan boru hattına bir yenisini eklemek istenmektedir. A l­manya Ruh rgas yardım edecektir. Hatta Shell, Fransız Total firması, ve BP’nin de bir boru hattı projesi vardır. Bunlarla Putin ilgilenmektedir. Hatta Irak Savaşı sonunda bütün bu projeler tekrar tek­rar gündeme geldi. Finansmanları tartışı­lıyor. Hayata geçirilebilirler.

Irak’ta ABD’ye hayır diyen Putin di­ğer iki merkezle yakınlaşmaya, onların enerji tabanı olmaya ya da petrolüne pa­zar garantisi sağlamaya çalışmaktadır. Petrol çıkarmak kolay iş değildir. Hem çıkarımı hem de taşınması devletler ara­sı işbirliğini gerektirir, ve de uzun dö­

nemli antlaşmalar lazımdır. Petrol üze­rindeki birlik aynı zamanda uzun dö­nemli bir stratejik birliktelik demektir. AB ve Japonya’ya Ortadoğu petrolüne bağımlılıktan soluk aldırmak demektir.

Hatta Putin bu stratejik işbirliği plan­larında daha önemli bir adım daha atar ve petrolü Avrupa para .birimi Euro ile satabileceğini söyler. Ertesi günü dolar fiyatları düşer. Elbette bu ABD ile sava­şı başka bir boyuta yükseltmek demek­tir. Altında başka önemli tehlikeler ya­tar. Petrolün Euro ile satımı AB parası­nın değerini arttıracağı için AB’nin tica­ret olanaklarının altını, oyabilecektir. O nedenle de başka boyutta bir politika a- rayışmı gündeme getirir. Uygulansın uy­gulanmasın önemli olan Putin’in elindeki petrol gücünü ne kadar ABD politikala­rından uzak tutmayı göze aldığını gös­termektedir.

Yukarıda anlattıklarımızın ABD çı­karlarına ters düştüğünü söylemeye ge­rek yoktur. ABD Rusya’nın OPEC’ten uzak durmasını ister. Çünkü enerji taba­nının böylesine iki gücün elinde olması tehlikelidir. Ayrıca buna AB’nin de taraf­tar olmayacağını eklemek gerekir sanı­rız. Ancak buna rağmen yaz aylarında Suudi Krallığı’mn ikinci adamı Abdullah, Moskova’da ağırlandı. Ve iki üike ortak politika ve çeşitii .bilimsel-teknik konu­larda işbirliği yapma kararı aldılar.

Fakat ABD’nin elindeki kozlar az de­ğildir. Bilindiği gibi Çeçen gerillalarının saldırıları, Gürcistan’ın ve Azerbaycan’ın dış politikalarının altında ABD vardır. ABD şirketleri Azerbaycan ve Hazar Denizi petrollerini Rusya güdümünden kurtarmaya çalışmaktadırlar. Azeri pet­rolünün Türkiye üzerinden bir boru

ırak’ın rus petrollerine etkisi__

93 —

Page 94: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

hattı ile Akdeniz’e aktarılmasına karşı Putin direnmektedir. Hatta Orta As­ya’da Kazakistan’ın Kaşagan alanında 30 yılın en zengin petrol yataklarının bulun­duğu söyleniyor. İtalyan Eni şirketinin başını çektiği, içinde ExxonMobil, Royal- Shell gibi şirketlerin bulunduğu bir kon­sorsiyum 20 milyarlık yatırım yapabile­ceğini söylüyor. Ancak gene Putin’in baskıları ile bu proje askıya alındı.

Sonuç olarak Rusya Irak Savaşı ile Rus petrolünü dünya pazarlarında ABD’den bağımsız pazarlama, ona Rusya çıkarları doğrultusunda kredi ve pazar bulma konusunda bir politika izlemeye çalışmaktadır. Ve bu konuda da epey yol kat edilmiştir. Şunu da hemen ekleyelim ki Rusya petrol kaynakları açısından 3. sırada gelmektedir. Ancak doğalgaz açı­sından ise bir numaradır. O anlamıyla petrol politikası beraberinde başka güç­leri taşımaktadır.

Ayrıca Putin elindeki petrol ve doğal­gaz gücünü kullanarak DTÖ ’ye girmek, sınırlarına kadar dayanan NATO tehdi­dine karşı durmak, ülkesinin petrol dı­şındaki alanlarda kredi bulmasını sağla­mak ve araba sanayimden.gıda sanayiine yeni yatırım olanakları yaratmak için ça­lışmaktadır. Petrol politikasını bu doğ­rultuda bir raya oturtmaya uğraşmakta­dır.

II. RUSYA’NIN İÇ DENGELERİ

Petrolün önemiRusya eski Sovyetler Birliği mirasını

devralmıştır. Yani onu ABD karşısında bir süper güç yapan silah, bilimsel-teknik gelişkinlik elinde kalmıştır. Ancak Rusya bunları birer birer yitirdi. Önce Bush ik­

tidara gelip aralarındaki silahları dondur­ma antlaşması ABM’ye uymayacağını, kendisini tehdit altında hissettiğini söyle­dikten sonra Rusya silah konusunda ABD ile yarış etmekten vazgeçti. Yani Rusya artık silah sanayiinde bir süper güç değildir. ABD’nin tehdidi altında o- lanların silah alabileceği bir pazar değil­dir. Elbette Ortadoğu ve Güney Asya gi­bi alanlarda hala o günlerden kalan müş­teri ülkeleri vardır. Ancak oraları da kaybetmektedir. Örneğin Hindistan Rus savaş uçaklarının eski bir müşterisidir ancak bunların son teknik donanımı için İsrail ile antlaşmak zorunda kalmıştır. Hatta ABD Hindistan’a koyduğu ambar­goyu kaldırarak milyarlık ülkeye kendisi silah satmaya başlayacaktır. Yani Rusya tekniği Batı’nın gerisine düşmüştür. Rus­ya silah konusunda artık bir süper güç değildir. Ve de bu elbette uiusal gelirini ve ekonomik ayakta duruşunu etkile­mektedir.

Bu konu ile bağlantılı olarak Rusya Sovyetlerden kalma bilimsel ve teknik konulardaki başarılarını da ileri götüre- memiştir. Bilim adamlarının çoğu Batı tarafından adeta kapışılmıştır. Boğaz tokluğuna çalışmak yerine bu adamların çoğu şimdi Batı laboratuarlarında çalış­maktadırlar. Yeninin yetişip yetişmediği bir yana beyin göçü her Üçüncü Dünya ülkesinin başındaki sorun değil midir? Rusya da artık böyle bir ülkeden farklı değildir. Hatta çeşitli kapitalist standart larla değerlendirildiği zaman sıradan bir Avrupa ülkesinin bile gerisinde sayılır. '

Sovyetlerin zaten çökmesine neden olan diğer sanayilerdeki geriliğine değin­meye gerek yoktur. Ancak o dönemdön zenginlik olarak elinde petrol, doğalgaz ve birkaç kalem maden vardır. Rusya e­

__ 94

Page 95: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ğer ayakta durmak istiyorsa bu değerle­rine iyi sahip çıkmak zorundadır. Rusya ayakta ancak bunlarla durmaktadır ve görünen odur ki bunlarla da kalmak zo­rundadır. Eğer petrolü ve doğalgazı ol­masa Rusya’nın G-7’ler içinde, Filistin ve Kuzey Kore görüşmelerinde ya da BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olarak ne işi olurdu ki? Neden Bush’lar, Schrö- der’ier, Chirac’lar onunla zirve yapsın­lar? Kısacası petroi ve doğalgaz kapitalist üretimin temeli olduğu için Rusya dünya politik sahnesinde dikkate alınması ge­rekli bir ülkedir. Sonuç olarak silah ve bilimsel teknik avantajını kaybeden Rus­ya için petrol ve doğalgaz hayati önem taşımaktadır. Ve de şimdilik tutunabile­ceği önemli değerleridir. O nedenle bu­nun kıymetini iyi bilmek, dünya güçler dengesinde bu kozunu çok iyi oynamak zorundadır.

Ayrıca Rusya elindeki petrol rezerv- eri açısından bakıldığında da bir Suudi

Arabistan ya da Ortadoğu değildir. Dev- et verilerine göre bilinen dünya kaynak­larının %12’sine, yabancı petrolcülere göre %5’ine sahiptir. Bu konuda kesin bir şey söylemek bilimsel olarak müm­kün değildir. (Kaynak: SAIS Revievv, yaz ve sonbahar sayısı, s.4) Fakat doğalgaz konusunda bir numara olduğu düşünül­mektedir. Henüz keşfedilmedik çok miktarda doğalgaz olduğu sanılıyor. An­cak doğalgaz biraz gelecekle ilgilidir. Do­ğalgaz nakli petrolden sorunludur ama son gelişen teknikler bu sorunu çöz­mektedir. Örneğin eksi 160 derecede doğalgaz donmakta ve son teknik dona­nımlı gemilerle sıvı olarak nakli yapılabil­mektedir. Örneğin ABD şimdi Peru ve Bolivya’dan böyle sıvı likit gaz ithal etme projelerine girişmiştir. Ancak bu gemiler

liman ve deniz yolları güvenliği açısından başka sorunlar doğurmaktadırlar. Ama kısacası doğal gazın likit olarak nakli so­runu çözülmeyecek bir konu değildir ve gelecekte giderek artan bir şekilde dün­ya kullanımında yerini alacaktır. Petrol gelecekte doğalgazın dünya piyasaların­da yerini almasında bir ön açıcı olarak da düşünülmelidir.

Rus petrolünün kendine özgü özel­likleri de vardır. En başta Rusya’da pet­rol çıkarım koşulları Ortadoğu’daki ka­dar kolay değildir. Hesaplara göre Suudi Arabistan’da bir varil petrol çıkarmanın maliyeti 1-2 dolar iken Rusya’da 5-7 do­ları bulmaktadır. Petrolün bulunduğu Si­birya’da doğa koşulları çetindir. İkinci o- larak çöldeki gibi toprak üstüne yakın değildir, derinlerden çıkarmak gerek­mektedir. Yani çıkarım kadar yatırım maliyeti de yüksektir. Üçüncü olarak petrolün çıktığı Sibirya dünya yerleşim merkezlerinden uzaktır. Yani nakliye so­runu denize nispeten yakın bir Suudi A- rabistan ya da İran gibi değildir. Hem de engebeli doğa koşulları başka sorunlar çıkarmakta, işi pahahlaştırmaktadır. Kı­sacası Rus petrolünün maliyeti diğer ül- kelerinkinden fazladır. Elbette bu belirli sorunlar doğurmaktadır. Dış pazarlarla rekabet koşullarına dikkat etmek gere­kir. OPEC’in bir varil fiyatta yapacağı I dolarlık indirimin Rusya’ya maliyeti mil­yar doları bulur. Rusya dünya petrol po­litikasını çok iyi değerlendirmek zorun­dadır.

Petrolde m ülkiyet ve “Yeltsin Ailesi”

Bütün bu anlatılanlar iyidir de bir de Rus petrolü üstündeki mülkiyet ilişkile­rine bakmak gerekir. Yani Rus petrolü

ırak’m rus petrollerine etkisi__

95

Page 96: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

kimin mülkiyetindedir? Sovyetlerde bi­lindiği gibi özel mülkiyet yoktu. Yeksin döneminde 96’lardan sonra bir özelleş­tirme kampanyası başladı. Hızlı bir şekil­de tüm devlet malları özel kişilere satışa çıkarıldı. Petrol kaynakları, çıkarımı çe­şitli şekillerde özel kişilere devredildi. Bugün petrollerin %90’ı özelleşmiştir. Şimdi 300’e yakın kişi veya şirket, petro­lü çıkartmak, işletmek yetkisine sahiptir. Geriye kalan %I0 da devletin elindedir. Var olan 4 rafineri ve boru hatları da devletin mülkiyetindedir. Doğalgaz ise Gazprom adında bir devlet şirketinin denetimindedir. (Rakamlar: SAIS Revi­ew, yaz ve sonbahar sayısı)

Belki petrol üzerinde 300 şirket var­dır ama 3 özel şirket, Lukoil, Yukos ve Surgut I998’de çıkarımın %58’ini ger­çekleştirdiler. Beş tane en büyük şirket ise %70’ini çıkartır. Yukos ve Sibneft’in birleşmesinden sonra da Rusya’nın en büyük şirketi kurulmuş oldu. Bunun pa­rasal değeri 46 milyar dolar oiarak tah­min ediliyor. Bu hali ile de dünya petrol şirketleri arasında dördüncü sıraya otu­ruyorlar. Olaya rezerv açısından bakar­sak bu şirket en büyük hisseye sahiptir. BP’nin hisse aldığı TNK ise 98 yılında ü- retimin %7’sini gerçekleştirdi, (rakamlar ay.)

Özetlersek Rus petrolünün %90’ı ö- zel şirketlerin elindedir. Ancak boru hattı ve doğalgaz devletin elindedir.

Petrolün özelleştirilmesi Rusya’ya özgü özellikler taşır. Sosyalizm yaşamış bir ülkede özelleştirme kolay olmamış­tır. Bir kere bunun burjuva yasalarına bi­le sığan bir zemini yoktur. Değeri mil­yarlara varan bu değerleri hangi Rus va­tandaşı alabilecek sermaye birikimine

— yol--------------------------------------------

sahip olabilirdi ki? Bu özelleştirmeler çe­şitli hileler, yasadışı olaylarla gerçekleş­miştir. Örneğin devletten çok ucuza kredi alınmıştır. Ve de sonra ödenmeye çalışılmıştır. Hatta alın diye Yeltsin hü­kümeti üstüne neredeyse para vermiş­tir. O dönemlerde aman üstünüze geçi­rin, devlet malı kalmasın, kapitalist ola­lım, özel mülk olsun ülkemizde, ancak böyle kalkınacağız düşüncesiyle her şey birilerine verilmeye çalışılmıştır. Sosya­lizm yangınından mal kaçırılmıştır sanki. Sahte evraklar düzenlenmiştir. Cinayet­ler işlenmiştir. Yani tam bir mafya, bir çeteler grubu bu mallan üstlerine geçir­mişlerdir. Bunu o dönem Yeltsin’in çev­resinde olan kişiler yapmışlardır. Kimisi eski KP üyesidirler. Kimisi genç komü­nisttirler. Arada akrabalar vardır. İşte bu nedenle de bunlara halk “Yeltsin Ailesi” ismini takmıştır.

“Yeltsin Ailesi” sahip oldukları şir­ketlerin denetimlerini yavaş yavaş elleri­ne geçirmişler, onları işletmeye başla­mışlardır. Ancak bir şeye tepeden sahip olmayı becermekle onu yönetmek aynı şey değildir. Yönetmek başka bir bilim i- şidir. Petrol şirketleri bu dönemde daha gelişmişlerdir. 98 yılında yaşanan kriz ile rublenin değeri düşmüş ve petrol çıkarı­mındaki maliyet yüksekliğinin üstesinden gelinmiştir. İkinci olarak dünya piyasala­rında petrol fiyatı yükselmiş ve Rus pet­rolü kar getirir duruma gelmiştir. Hatta şimdi Rusya ihracatının ve devlet gelirle­rinin yarısını petrol oluşturur. Rus GSMH’sının 1/3’ü- gene petroldür. Bu durumda petrol şirketleri ülke içinde ö- ne çıkarlar.

Ancak “Yeltsin Ailesfnin meşruluğu bir sorundur. Mülkleri nasıl elde ettikle­ri herkesçe bilinmektedir. Tamam dev-

96

Page 97: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

iet malları özelleştirilmiştir de bunun ya­rattığı değerler halklara yansıtılmış mı­dır? Elbette değil. Halkın gözünde “ Yek­sin Ailesi” nin 19. yüzyıl baronlarından farkı yoktur. Hatta onlar halka iş alanla­rı yaratıyorlardı. Çelik değirmenleri, ra­fineriler, demiryolları yapıyorlar, yollar açıyorlardı. Bunlar ise sırf almaktadırlar. Halkın %70’i bunlara karşıdırlar. Özel mülkiyeti nasıl edindikleriyle ilgili sorgu­lama açılmasını istemektedirler.

Aslında olayı şöyle açıklamak gerekir. Halk özelleştirmeye umut bağlamıştır. Sosyalizmin kendilerini soktuğu koşulla­rın nedenini devlet mülkiyetinde görü­yorlardı. Onun için bu malların özelleş­tirilmesi ile yoksulluklarının azalacağını ve Batı seviyesinde kalkınacaklarına i- nanmışlardı. Evet, şimdi özel mülk de vardır ama neden onların mülkleri yok­tur? Neden zenginler para içinde yüzer­ken kendilerinin karnı açtır? Demek ki bunun sırrı özel mülkiyette değildir. Şimdi ellerinde hiçbir şey kalmamıştır. Eğitimden sağlığına her şey özelleşmiş a- ma kendisinin eline geçen bir şey olma­mıştır. Durumunda bir iyileşme olmadı­ğını, aksine kötüye doğru gittiğini gör­mektedir. Bu nedenle özel mülkiyetin nasıl dağıtıldığıyla ilgili soruşturma yapıl­masını istemektedirler.

Elbette bu “Yeksin Ailesi” üyelerinin tüylerini diken diken etmektedir. Bir an önce kendilerine yasallık aramaktadırlar. Petroldeki değerlenme ile birlikte ken­dilerini dünya petrol şirketlerinin aç ba­kışları altında bulurlar. Eğer ki yabancı­larla işbirliği yaparlarsa mülkleri üzerin­deki sahipliklerine bir dış destek bula­caklardır. Ve ayrıca böyie bir ortaklık şirketlerinin ihtiyacı olan yatırımlara kredi sağlayacaktır. Irak’taki direniş, O r­

tadoğu petrollerinin denetiminin zaman alacağının anlaşılması, Rus petrol şirket­lerine Batı’nın iştahını kabartmıştır. An­cak Batı hesap adamıdır. O da sormak­tadır. Mülkiyetinin sizde kalacağının ga­rantisi nedir, diye sormaktadır. Özel mülkiyetin yarın sorgulanıp elinizden ge­ri alınmayacağının garantisi nerdedir? A- yak basacakları toprakların sağlam olma­sı kapitalistler açısından çok önemlidir.

Öyle ya da böyle bu iş bir açığa çık­malı, sağlam bir yasal sonuca bağlanma­lıdır. İşler hızlandırılır. Irak’ta patlayan bombaların gümbürtüsü VVashing- ton’dan Paris’e, Tokyo’dan Londra’ya her yerde duyulmaktadır. Rus petrolle­rinin bir an önce başı bağlanmalıdır.

İç dengelerin zorlanmasıBu sırada iş çevrelerinin ünlü dergisi

Forbes dünyanın 100 en zengini içine 17 tane Rus koydu. Bunların başını Rus­ya’nın en zengin adamı olarak Yukos’un %42’lik hissesinin sahibi Khodorkovsky çekiyordu. Bütün Rusya’nın şaşkın ba­kışları arasında Khodorkovsky ve diğer bir avuç Rus zenginliklerini soyanlar o r­taya çıkıverdiler. Hepsi Batı yardakçısı olduklarını ortaya koymaya başladılar. Basın yayın organlarında kendi görüşle­rinin propagandasını yaptılar, devlete ve Putin politikalarına meydan okudular. I- rak Savaşı’nda ABD yanında yer alınma­sını istiyorlar, Putin’in Çeçen politikası­na karşı çıkıyorlardı. Bu noktadan sonra yavaş yavaş iç savaş kızışmaya başiadı. “ Yeltsin Ailesi” o güne kadar dağınık o- lan saflarını birleştirmeye başladı. Arala­rındaki işbirliğini arttırdılar. Ordunun e- linde olan silah sanayinin satışlarından gelen dövizlerin yattığı bankayı ellerine geçirdiler. Sonra dışarıdan gelen ilaçların

ırak’m rus petrollerine etkisi__

97

Page 98: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

yol

denetimini aidıiar. Bu arada BP’nin TNK petroi şirketinden hisse senedi aldığı ha­beri bomba gibi patladı. Antlaşma her­hangi bir anlaşmazlığa karşı İngiltere’ye ait Virgin Adaları’nda imzalanmıştı yani herhangi bir uzlaşmazlıkta İngiliz yasaları geçerli olacaktı vs. vs... Rusya, petrolü üstündeki yasallığı bile kaybeder duruma geliyordu.

Putin yandaşları bunlara karşı yasal işlemlere giriştiler. Tutuklamalar, sorgu­lamalar, işyerleri baskını, el koymalar, tehditler başladı. “Yeltsin Ailesi” nin bazı üyeleri dışarıya kaçtılar. Biri İngiltere, di­ğeri Yunanistan; Yukos hisselerinin ikin­ci büyük sahibi olan ise İsrail’e sığındı. Oralarda oturum aldılar. İngiltere’de o- lan milyonlarını ülkesinde iş alanı açma­ya değil oranın bir futbol kulübüne yatır­dı. Dışarı kaçmak isteyenler ellerindeki malları ucuza satışa çıkardılar. Putinciler zaten böyle olsun istiyorlardı. Bunlar ya içeri atılmalı ya da dışarı kaçmalıydılar. Şimdi de savcılık tutuklama emri çıkardı. Dış ülkelerden isteyecekler.

Oysa Khodorkovsky daha büyük oy­nuyordu. Diğer bir özel petrol şirketi Sibneft’le birieşerek dünyanın dördüncü büyük petrol tekeli olmasının gerektir­diği de belki buydu. Arkasını ExxonMo­bil şirketine ya da Bush hükümetine da­yamanın verdiği bir rahatlık da vardı bekli de. Şirketin baş yöneticisi birkaç kez Moskova’ya Khodorkovsky’i ziyare­te geldi. Onunla Yukos’tan hisse alması konusunda konuştular. Arkasından di­ğer önde gelen ABD petrol şirketi Chevron da Yukos’a ilgi duyduğunu a- çıkladı.

Khodorkovsky sonradan yalanlaşa da siyasete atılmak istediğini söyledi. Zaten

petrol üstünde oturunca başkası da bek­lenemezdi ya. Ancak klasik bir politikacı gibi davranmıyordu. Onu genellikle ABD’nin Rockfeller’ına benzetiyorlardı. Ayrıca onun 30 yılda yaptığını Khodor­kovsky 3 yılda hatta 3 ayda yapmaya ça­lışıyordu. Çok iyilik severdi. Rus gelene­ğine bağlı kalarak Bolşoy Balesi’ne değil, Batı’daki örneklerine uyarak HIV hasta­ları, sivil topium örgütlerine yardım edi­yor ve demokratik, açık bir toplum ku­rulmasına milyonlar yatırıyordu. Genç­lerle bağlantıya girdi. Onlara internet si­teleri açtı.

Khodorkovsky bu derece “ kahra­manlık” gösterince Batı da kendisine destek veriyordu. Yine ABD şirketi Mo­ody, Rusya’nın yatırım değerlendirme­sindeki yerini 2 derece yükselttiğini, ya­bancı yatırım için koşulların düzeldiğini açıkladı. Arkasından Rusya’ya giren ya­bancı yatırım miktarında artma olduğu söylenmeye başladı. İlk kez Rusya’ya Çin’e olduğu gibi yabancı yatırım girme­ye hazırlanıyor dendi. Öyle bir hava es­tirildi ki sanki herkes artık Rusya’ya ya­tırım yapmak istiyordu. Rusya güvenliği yükselmişti. Şimdiye kadar özel sermaye yeniden bir millileştirme olur diye kor­kuyordu ama artık korkmaya gerek yok­tu. Öyle ya BP girmişti. Şimdi de Exxon­Mobil sıradaydı. Hatta Fransa gıda şirke­ti sanayi meyve suyu ve doğal su ürete­cekti. Başkaları da düşünüyorlardı. Ülke­ye yılbaşından beri giren döviz miktarı ilk kez ülkeden kaçandan daha yüksek oldu dendi. Yani Batı demeyelim de ABD Khodorkovsky’e destek veriyor­du. Yukos karşılığında sanki Rusya’ya ka­pitalizmin bir türlü ardına kadar açılma­yan kapısı açılıverecekti.

Khodorkovsky daha da yüreklendi,

__ 98

Page 99: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Putin’in politikasına karşı olan liberal parti Yabloka ve Sağ Güçler Birliği’ni se­çim arifesinde desteklemeye, para yardı­mı yapmaya başladı. Komünist Parti için­de iki tane adayı da yanına aldı. Anayasa­da bazı maddeler mutlaka değiştirilme­liydi. Petrol konusunda devletin aldığı bazı kararlara ters düştü. Petrolün ver­gilendirilmesi, ihracata kota getirilmesi, hepsi istemediği yasalardı. Bunları değiş­tirmek gerekti. Hele hele doğal kaynak- arda yabancı mülkiyetinin yasaklanması /asası derhal kalkmalıydı. Duma’da bu •tararlar alınırken, kendisine bağlı miilet- - akillerinin cep telefonları ile Khodor- ovsky’den talimat alması ortalığı İyice cin çarpmışa döndürdü. Tüm tehditlere rağmen Khodorkovsky kaçmıyordu. Sonradan anlaşıldığı gibi içeri alınmanın doğuracağı sakıncalara karşı yasal hazır­lıkları yapmıştı. “ Gelin gücünüz varsa beni tutuklayın” diyordu adeta. Ve de tutuklandı.

Khodorkovsky’nin üstünde şimdilik 7 suç duyurusu var. Bunun zamanla yük­selmesi olası deniyor. I milyarın üstün­de vergi kaçırma, sahte belge düzenle­me, doğum günü armağanı olarak bir ra­kibinin öldürülmesi, çevre kirletme, tari­hi eserlere yasaların gerektirdiği önemi vermeme vs. vs... Bir kapitalisti suçla­mak için gerekçe bulmakta sıkıntı mı çe­kilecek!

Herhalde Yukos şirketi de sıkıntı çekmeyecektir şeflerinin içerde olma­sından. Daha önce planlandığı gibi Yu- kos’un başına bir Amerikan vatandaşı geçirildi. 5 kişilik yönetim kurulunun da ikisi Amerikalı. (Khodorkovsky sık sık Amerika’yı çok sevdiğini söylüyordu.) Şirket’in Khodorkovksy’e ait olduğu söylenen %42 hissesi devletçe dondu­

ruldu ama bunun yasallığı tartışılıyor. Şirket şimdilik günlük üretimini yapıyor. Her ülkede Khodorkovsky’nin avukatla­rı var. Kanadalı olanlar tutuklamanın kalkması için BM İnsan Hakları Mahke­mesine başvuracaklar, Avrupalı avukat­lar AB mahkemesine gideceklerini açık­ladılar. Dışarıdan destek aranıyor. Putin despot bir rejim kuruyor, Rusya G- 8’lerden çıkarılmalı, Çeçenistan’da katli­amların suçlusu olarak Putin yargılanma­lı, Rusya anti-semitizm yapıyor, İsrail’e düşman çünkü Yukos’un ikinci büyük hissedarı İsrail köklü, (İsrail bu tü r işler­le dövüşmekte uzmandır), ambargo ko­nulsun, Rusya’ya baskı yapılsın vs. vs. de­niyor. Ama çok fazla da dıştan baskı ge­lirse Khodorkovsky’nin durumunun da­ha kötüleşeceği söylentileri de var.

Finans kapital özelliği ve SilovikiKhodorkovsky’nin şimdi tutuklanma

gerekçesi olan suçlar elbette yeni işlen­miş değildir. Herkes Khodorkovsky’nin siyasete atılmaya kalktığı, hatta siyaset yaptığı için tutuklandığını biliyor. Yaptığı siyasetle Putin’i eleştirmiş ve ülkeyi pet­rol kaynaklarına dayanarak ABD arkası­na çekmeye ya da Putin politik hattından farklı bir çizgiye çekmeye çalışmıştır. Ancak siyasete atıimak neden bir suç ol­sun? Ayrıca bu bir vatandaşlık görevi de­ğil midir? Başka fikirde olmak demokra­silerin gereği değil midir? Rusya’da baş­ka bir şeyler vardır.

Putin Yeltsin’den farklı bir çizgidir. Onun politikalarının yanlışlıklarından ders almıştır. Yeltsin I. Körfez Sava- şı’nda birden Saddam saflarından yer de­ğiştirip ABD saflarına geçti. Ve de yıllar­ca kaybettiği pazarın kendisine verilme­sini bekledi. I. Körfez Savaşı’ndan bizim

ırak’ın rus petrollerine etkisi__

99

Page 100: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

__yolÖzal gibi eli boş döndü. Yıllarca Batı’nın vaat ettiği kredilerin gelmesini bekledi. Gelmediler. Ve Yeitsin Belgrad bombar­dımanı sırasında Sırbistan’ın yanında davranmak zorunda kaldı. Batı kapitaliz­minin kurallarını belki de anlamış olarak koltuğu Putin’e devretti.

Putin daha bağımsız bir dış politika hattı çizecekti. Ayrıca içeride başını al­mış giden eyalet valilerini kendisine bağ­ladı. Devletçiliğin elini yavaş yavaş güç­lendirdi. “Yeitsin Ailesi” bu politikalar­dan çok huzursuzdu. Acaba kendi özel mülklerine de bir gün sıra gelecek miy­di? Putin bunlarla bir toplantı yaptı ve şöyle dedi. “ Eğer siyasete karışmazsanız özel mülkiyetin yasallığı soruşturmasını açmayacağız.” Yani Putin şunu diyordu: Mülk sizde kalsın ama idaresi ya da kol­tuk bizde olacak.

“ Mülk sizde kalsın ama idaresi bizde olacak” demek ne demektir? Bu “ Yeitsin Ailesi” ya da oligarşi denilen zengin mülk sahiplerinin bizim anladığımız fi- nans kapital güçlerinden farkını ortaya koyar. Bilindiği gibi kapitalizmin özel gi­rişimci döneminde ancak kapitalizmin rekabet ilişkileri vardır. Kapitalist kendi girişimciliğini para babalarından aldığı kredi ile üretime sokar. Ve bunlar kapi­talizmin tekelci aşamasında finans kapital güçleri haline gelirler. Zaman içinde devlet kadroları ile çeşitli işbirliğine gi­rerler. Gerek kan gerek meta bağı ile bir yumak oluştururlar. Artık iktidar gü­cü, para ve metalar bunların olur. Onla­rı birbirlerinden ayırmak zorlaşır. Örne­ğin bugün Bush bir petrol şirketinin ada­mıdır. Irak’ta böyle bir savaşa girmek petrol çıkarlarını korumak ve geliştir­mek içindir.

Ancak Rusya’daki gelişim böyle değil­dir. Rusya’da var olan devlet mallarını ö- zel mülkiyetlerine geçirerek tepeden bir finans kapital oluşmuştur. Devlet kadro­larında oturanların bazısı mülklerin sa­hipliğini almıştır ya da bu alma hakkını birilerine vermiştir ama aradan geçen süre henüz bu iki kesimin normal finans kapitalde olduğu gibi birbiriyle kaynaş­ması ve kemikleşmesi tamamlanmamış­tır. Ve mülksüz olanlar sadece iktidar güçleriyle mülklerden pay almaktadırlar. Ve eğer bu haklarını devrederlerse yani iktidardan giderlerse ellerinde bir güç kalmayacaktır. Onun için Putin böyle bir şart koşmaktadır. Mülk yasallığını sorgu­lamayacağız ama ondan pay almaktan da vazgeçmeyeceğiz, koltuk bizde kalacak demektedir. Rusya’nın çarpık kapitalizmi ve tepeden konma finans kapitali halkla­rın soygununda böyle bir işbölümü ya da soygun işbirliği içindedir. Yani şunu vur­gulamak gerekir ki Putin hiçbir davranı­şında bizim anladığımız anlamda bir özel mülk karşıtı değildir. Hiçbir şekilde bir adalet anlayışı içinde değildir. Onun için de Batı’ya millileştirme yapılmayacağı sözünü sık sık vermektedir.

Putin’in temsil ettiği iktidar güçleri bu pis işleri gören, gerektiğinde bundan pay alan, hatta bunların yasal düzenle­mesine ortak olan kesimdir. Hemen ek­leyelim bu grup statik bir grup değildir. Sayıları sürekli olarak artmaktadır. Rus­ça’da bunlara Siloviki denilir. Ordu, eski KGB görevlileri, savcılar ve kolluk kuv­vetleri içinde yer alırlar. Bir devlet gele­nekleri vardır. İçgüdü olarak devlet için­de var olurlar, devlet korunması içinde kendilerini güvenlikte hissederler. Dev­letçilik ile geçimlerini sağlarlar. Onun i- çin bunlar açısından Rus devletinin genel

__ 100

Page 101: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

çıkarı kendi çıkarları ile bütünleşmiştir. Özel mülkiyetin çıkarını da bu çıkarın i- çinde görürler. Onlar için açıkçası para değil “ koituk” önemlidir ya da “ koltuk” , paralarının kaynağıdır. Bu anlamı ile de politikayı tekellerinden kesinlikle bırak­mak istemezler.

Khodorkovsky’nin ya da “Yeltsin Ai- lesi” nin politika yapması bu nedenle gay­ri resmi olarak ya da Rusya’daki kapita­lizmin kendine özgü ilginç gelişimi nede­niyle zımnen “ yasaktır” . Yaptıkları tak­tirde ya ülke dışına sürülecekler ya da i- çerde tutuklanacaklardır. Fakat bu daha ne kadar böyle sürecektir? Kapitalist koşullarda görüldüğü şekliyle finans ka­pital zümresi kendi siyasetçilerini yetiş­tirip ya da var olan koltuklularla kan ba­ğı içine girdikçe bu işler de herhalde o r­tadan kalkacaktır. Ancak Rus kapitaliz­minin acaba o kadar yaşamı olacak mı­dır, sanırız sorun buradadır.

Gelecekte neler olabilir?Amacımız burada fal açmak değildir.

Sadece Rus petrolleri açısından bu geliş­melerin neler getirebileceğine kısaca de­ğinerek yazımızı bitirelim. Yukos şirketi­nin yeni başkanı illa dış şirketlerle birleş­mek zorunda değiliz diye bir açıklama yaptı. Yani aslında bu Khodorkovsky’nin sanki tutuklu kalmaya devam edeceğinin açıklanmasıydı. “ Evet, Yukos şirketi böyle kendi başına dış bağlantılara git­mekle, bu doğrultuda politikalar yap­makla yanlış yapmıştır. Biz yenilgiyi ka­bul ediyoruz. Rus yasalarına göre davra­nacağız. Devlet politikalarına uyacağız.” Bunlar söylenmek istemektedir kapalı laflarla,

Öte yandan ExxonMobil şirketleri de dolaylı olarak açıklama yaparak tu­

tuklama olayının yatırım yapma istekleri­ni ortadan kaldırmadığını söylediler. Ya­ni bu şirketlerin Khodorkovsky’nin tu­tuklanmasına rağmen Rus petrolü ile il­gileri vardır.

Zaten bunun aksini düşünmek saç­malık olurdu. Petrol üreten diğer ülke­lere bakalım. Suudi Arabistan’da ABD ve diğer Batı şirketleri krallık ile bağlan­tı içinde değiller mi? Onunla işbirliği için­de petrolleri sömürmüyorlar mı? Nijer­ya’da petrol zenginliğinin üstüne o tur­muş sözde bir iktidar yok mu? Venezü­ella petrolleri devlet elinde değil mi? Ba­tı neden Rus petrollerinin devlet elinde olmasından gocunsun? Zaten işin yakışa­nı da budur. Dedik ya, petrol kapitalist üretimin kanı, canıdır. Çıkarımı zordur. O nedenle de devlet ve devletler arası politikalar ister. Onların garantisini is­ter. Rus petrolünün devlet elinde olma­sı da çok yadırganacak bir şey değildir. Sorun bunların açıklığa kavuşmasıdır.

Ancak arada elbette farklılıklar olabi­lir. Örneğin Venezüella’nın Chaves’i petrol üstündeki sömürüden halkının da pay almasını savunur. Suudi Krallığı gibi kendi cebine indirmek amacı gütmeyebi­lir. Ya da bir Saddam kendi politikaları Batıya ters düştüğü için Batı tarafından lanetlendi ve petrol üstündeki deneti­minden alınmak istendi. Libya lideri Kaddafi paçayı zor kurtardı. Yani Batı petrol şirketleri kendilerinin suyuna gi­debilecek, sömürülerini azami şekilde arttırmaları karşısında durmayacak ve istedikleri dünya güçler dengesine o- turtmada yanlarında olacak kişilerin pet­rolün denetimini almalarını isterler. Bu açıdan da Yukos lideri Putin’den daha çok işlerine gelirdi. Ama olmadı. Rus petrollerinin geleceğinin ne olabileceği­

______ırak’m rus petrollerine etkisi___

101

Page 102: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

nin ortaya çıkması için de belki Khodor- kovsky’i harcadılar. Petrol uğruna ne sa­vaşlar verilmiyor ki. Angola’da, N ijer­ya’da, Sudan’da binlerce kişi öldü, ölü­yor. Rusya’da da petrol üzerindeki ikti­dar savaşı böyle bir yumuşak geçiş yap­ma sürecinde. Olaylar henüz bitmedi. Ancak şurası açık ki şimdilik Rus devlet­çiliği zafer kazandı. Petrol şirketleri şim­di Putin ile onun daha devlet çıkarlarını kollayan genel politikaları çerçevesinde işbirliğine girecekler. Ayrıca bu işte ABD’nin daha çok parmağı vardır. Orta­doğu’da girdiği riskler bu uğurda kendi­sine karşı yürütülen politikalara karşı petrol ülkesi Rusya’yı yanında tutma ça­basını gösteriyordu.

SONUÇ

Irak Savaşı dünya güçler dengesini değiştirdi. Savaşın asıl altında yatan O r­tadoğu petrolü olduğu için de Rus pet­rolü daha bir önem kazandı. Ancak gö­rülen odur ki ABD yalnız Ortadoğu’da hakimiyeti kaybetmekle karşı karşıya değil, aynı zamanda Rus petrollerinin kendi çıkarları doğrultusunda bir politi­kaya oturması olasılığını da göğüslemek zorunda. Yanlış hesap Bağdat’tan dönü­yor. Ancak tam döndüğünü söylemek zordur. Çünkü bu politikaların hiçbiri halkların petrol çıkarlarını hesaba alan politikalar değildir. Hep petrol üstünde çöreklenmiş bir avucun çıkarlarıdır söz konusu olan. Irak petrolleri uğruna bin­lerce suçsuz insanın kanı akıyor. Orta­doğu şeyhleri bir gün intihar arabalarının saraylarına çarpması korkusu ile yatıp kalkıyorlar. Rus petrolleri özelleştirme­sinden bir avuç zenginleşti ama halklar açlıktan, soğuktan ölüyorlar. Ya A fri­

— yol--------------------------------------------

ka’ya ne demeli. Güney Asya’da Endo­nezya petrolleri halklara refah mı getir­di? Venezüella’da Chaves kaçıncı ABD komplosu ile yüz yüze? Afrika kıtasında Nijerya, Angola, Sudan’da akan kanlarla göller dolar. O nedenle daha petrol ü- zerindeki güçler dengesi çok çalkantıla­ra gebedir.

15 Kasım 2003

Page 103: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Hasan Oğuz

GÜNÜMÜZ İNSANININ DÜŞÜNCE ANTİNOMİLERİ ÜZERİNE GÖZLEMLER-11

(21. Yüzyılda İnsan ve Felsefe)“Köktenci olmak meseleyi kökünden kavramak meselesidir.Ama insanın açısından kök insanın kendisidir ”(Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi)

GİRİŞ

Öncelikle bu yazıda dikkat edilecek birkaç hususu belirtmek istiyorum. Bu değerlendirmenin özü, günümüz insanı­nın yaşamış olduğu serüvenin kısa bir ta­nımını vermeyi amaçlıyor. Ancak tanım­lar her zaman özdeş ve ortak bir anlatı­mı ifade etmezler. Onlar aynı zamanda pratiğin kendisi de değildir. Ama yine de kavramlar veya tanımların kendisi, yaşa­mın çelişkisi içindeki anaforların ürünü­dür ve onun üzerinden tanımlanırlar. Bu ne kadar zorunlu bir durum ise, nesnel yaşamın ortaya çıkardığı sonuçları sen­teze götürmenin, dolayısıyla belirli felse­fi tanımlara oturtmanın zorunlu bir ge­reksinim olması da o kadar doğal ve ka­çınılmazdır. O halde bu tarih sürecinde oluşan insanın veya insana ait olan bu yaşamın, bir noktadan sonra felsefe ile bağını kurmak, aslında bu yaşamın ger­çek anlamda izah edilmesinin kaçınılmaz bir yoludur. Çünkü insana ait bir nesnel­liğin izah edilişi, bir yerde insan özgürlü­ğü ve mutluluğu için zorunlu olan politi­kanın da dar geçitlerden kurtulması de­mektir.

Buradan hareket edersek şunları

söylemek zorunda kalırız; bu izah tarzı­nın nedeni uzun bir tarihi süreçten ge­çen sosyalist hareketimizin, özellikle I2 Eylül sonrasından bu yana, neden top­lumsal bir hareket düzeyine çıkamamış veya neden değişim gücünü yitirmiş ol­ması ile ilgili sıkıntılar veya yaşanan kırıl­malar, en genel anlamda gündelik olan palyatif arayışlar içindeki çözümlerden ve paradigmalardan çıkarılmıştır. Kimi­miz sorunu örgütsel olarak, kimimiz fel­sefe bağından kopuk soyut bir politik sorun olarak, kimimiz de çalışma tarzı veya mücadele biçimleri gibi sorunlarda aradık. Bunların kuşkusuz hepsinin bir rolü olmadı diyemeyiz, ama yapının var oluşundan hareketle, politika yapma tar­zının uzandığı bütün yapısal çerçevelere kadar, bilinçli veya bilinçsiz olarak gör­mezden geldiğimiz nokta, devrimci fel­sefenin / praksis felsefenin bu ana yapı­dan soyutlanmasında veya kopartılma­sında bulmuştur kendini daha çok. Yani süreçte her şeyin temeli olan insan ve onun felsefe ile bağı, adeta görülmez bir kuşkuculuk içinde oluşmuştur. Kuşku yok ki felsefeye yaklaşım, bütün idealist felsefecilerin yapmış olduğu gibi, kuram­sal olarak, nasıl ki ekonomiden, nesnel

103---

Page 104: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

süreçlerden, genel düzeyde söyleyecek olursak altyapı süreçlerinden kopartıla­rak salt tinsel (düşünsel etkinliklerin toplamı) düzeyde tasarlanan bir alan o- larak görülmüş ise (ki bu sınıfsal kurtu­luşun kuramsal temellerini, politika ile birleştiren praksis felsefe olarak tasarla­nan Marksizm’in özünden ayrılışının da esef verici bir kopuşudur), bizde ise bu durum, hemen hemen aynı temel men­talité üzerinden ele alınmış ve böylece kuramsal temel, görünüşün bir ürünü o- larak sosyalist politikanın soyut bir te­meli yapılmıştır. Başka bir deyişle felse­femiz, politikanın içinde vücut bulan an­lamı, rolü ve işlevi adeta anlamsızlaştırı- larak, işlevi olmayan bir role büründü- rülmüştür. Devrimci felsefe, politika el­bisesinin üzerindeki bir yılbaşı süsü gibi­dir adeta.

Bütün kuramsa! düşünceler, mutlak şekilde nesne! yaşamın pratiğinden üre­tilirler. Bu anlamda maddeci felsefe, bu pratiğin işlevliliğinin veya işlevsizliğinin a- çıklandığı materyalist bilgi teorisidir. Ta­rihin deneysel süreçlerinin toplam so­nuçlarının, insan beynindeki sentezidir.

Benim yaklaşık otuz yıiı aşkın bir sü­recin deneysel birikimlerinden çıkardı­ğım ya da deneysel serüvenimin ortak dersi olarak toparladığım sonuç şudur; sosyalist hareketimiz, Marx’tan bize u- zanan derin bir materyalist (elbette di­yalektik) felsefe temeline karşın, bu fel­sefi temel, aynen ezberci Türk eğitim sisteminde olduğu gibi (herhalde bu eği­tim sisteminin, sosyalist kadroların bi­limle, dolayısıyla politik süreçlerle ilişki- lenmesinde ve biçimlenmesinde aynı dü­zeyde derin bir etkisi olsa gerektir), po­litik çalışmalarımızın esinlendiği, vücut bulduğu, değiştirici pratiğin kendi özünü

— yol---------------------------------------------

politikaya yansıtan bir olgu olmaktan çı­kartılmasına yol açmıştır. Özellikle 12 Eylül’den sonra bu durum, dergi sayfala­rında baştan savma günü kurtaran bir i- ki yazı ya da sözden öteye geçmeyen, a- ma asla pratik politikayı beslemeyen, o- nun içine işlemeyen, dolayısıyla bir ko­num kaybına yol açan bir sürecin mah­kumu olmuştur.

Sınıf, devrim, başkaldırı, halk savaşı, strateji, taktik, kadro, örgüt vs. gibi bir dizi tanım, ülkemiz sosyalist hareketinin üzerinde durduğu ve sık kullandığı kav­ramlardır. Ancak kavramlar hiçbir za­man pratiğin kendisi değildir. Onunla özdeş kılınamaz. Özdeş kılma, sokağa çı­kan ve idealleri olan işçi, emekçi, aydın, kültür adamı veya sosyalist kadro... ne derseniz deyin, sonuçta insan başlığı al­tında toplanan bir canlı varlıkta anlam bulur. Dolayısıyla onların eylemini, de­ğiştirme iradesini bilinçli kılmasını ge­rektirir. Oysa bu variık kendi öz niteliği­ni yitirmiş bir aşamaya gelmişse, sosya­list hareket sık sık kırılmalar yaşıyorsa, bu kırılmaların temel öznelerinden birisi sınıftan örgüte, örgütten tekrar sınıfa geçişlerde referansları dağılmışsa, başka nedenleri göz ardı etmeksizin sorunun özünde, yani temel özne dediğimiz insa­nın kendisinde bir sorun varsa, sosyalist hareketimiz temelde ciddi bir sorun ile karşı karşıya bulunuyor demektir. O za­man materyalist felsefe, bu sorunu izah etmek zorundadır, başka bir deyişle fel­sefeyi yeni baştan insanın temeli yapma­sı demektir bu. Böylece hareketimiz, bu derslerin toplamından politik bir yol ha­ritası çıkarması anlamında, bu onun va­roluşunun olmazsa olmaz koşulu da de­mektir.

Bu çalışmada ilk amacım şu oldu; bu-

__ 104

Page 105: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

rada insan ile felsefe ilişkisinden hare­ketle, politik bir felsefenin dönemsel o- larak karşılaştığımız sorunların çözüm­lenmesindeki rolünü ele almaya çalıştım. Elbette bunu yaparken önemli gördü­ğüm bir dizi sorunu gündelik anlamından kopartmadan irdelemeyi amaçladım. Bu­nunla neyi amaçladığımı bir iki cümleyle aktarayım. Burada iki şeyi bir arada yap­tım; bir yandan çok uzun bir zamandan bu yana unuttuğumuz veya bize şu veya bu şekilde unutturulan, maddeci felsefe­nin insan özüne ilişkin kuramsal tartış­malarını, idealist felsefenin düşünce bo­yutları ile karşılaştırarak ele alırken (ö- zellikle genç arkadaşlarımızın buna yo­ğun bir gereksinimi olduğunu bildiğim i- çin), diğer yandan ise, 21. yüzyıl insanını felsefe bağı ile birlikte, ama gündemdeki politik sorunlarla birlikte tanımlamaya çalıştım. Bunu yaparken hem Mark­sizm’in özünü yeniden işlemek zorunda kaldım hem de günümüzün temel soru­nu olan insanın bozulmasını, emek bağı ve düşünce antinomileri ile birlikte tar­tıştım. Doğanın yıkımı ile insan yıkımı a- rasındaki ilişkinin anlamı, yabancılaşmış emeğin insan özünü nasıl bozduğunu, kültür ve sanatın günümüzde sermaye­nin elinde bize karşı nasıl kullanıldığını, postmodern insan kavramı ile nasıl bir i- deolojik savaş açıldığını, zaman ve me­kan kavramı ile anlatılmak istenen özün ve biçimin değişken karakterini, bir yazı sınırları içinde analiz etmeye çalıştım. Bu yazının ana temasının, insanı insanlıktan çıkaran kapitalizmin gerçek özünü tek­rar tekrar açığa çıkarmak olduğunu asla unutmamak gerekir. Zaten sorunlar hep bunun üzerinden işlendi.

Yazının ilk bölümü bu temel kavram­lara ayrılırken ikinci bölümü postmo-

dern ideolojinin insan tanımından yola çıkarak, bu düşünce eskisinin gerçek ö- zünü açığa çıkarmayı, böylece kültür ve sanat boyutunu ele almayı amaçladım.

Bu çalışmayı bütün sosyalist yol arka­daşlarımın eleştirisine sunmaktan dolayı derin bir kıvanç duyacağımı belirtmek is­tiyorum.

I. BÖLÜM

Felsefenin, doğa ve insan ile ilişkile­rinde çözülmesi, çözümsüzlüğün çözü­mü demektir.

I. Bugünün dünyasında tepesi üs­tünde duran insan, cam fanusta mı yaşıyor?

Herhangi bir düşünce ne kadar doğ­ru olursa olsun, oluşan bu düşünsel ya­pılar bir yerde içinde bulunduğu çağın nesnel koşullarından bağımsız değildir ve onun bir sonucu ve görüntüsü olarak ortaya çıkmıştır. Sanıyorum bugünün en sorunlu yanı da burada ortaya çıkıyor. Bugünkü dünyada idealler, sözler, insana ait değerler ve ilkeler anlamını gerçek­ten yitiriyor mu? Tarih zamandan kovu­lan bir olguya mı dönüşüyor? Politik ve­ya düşünsel emek neden maddi bir güce dönüşmüyor? İnsanı insanlıktan çıkartan bütün nesnel koşullara rağmen, canlı varlıklar içinde en gelişmiş beyne sahip olan insan neden bu süreci tersine çevi­remiyor? O halde bu varoluş biçimini, çağımızın bu düşünce akımları içinde na­sıl izah etmek gereklidir?

Hiç kimse bugün bu ve buna benzer soruların anlamsız olduğunu düşünemez gibi geliyor bana. Çünkü içinde yaşadığı­mız toplumsal-nesnel bütün izdüşümler, insanın manevi varlığını da belirleyen bir

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

105

Page 106: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

dizi kırılmanın içinden geçerek şekilleni­yor.

Doğal olarak bu yolculuk bizi insan denilen varlığın, 21. yüzyıldaki evrimini birlikte tartışmaya götürür. İnsan tara­fından belirlenen siyasal gerçekler ile yi­ne insanda billurlaşan aklın, dolayısıyla düşünce yapılarının arasındaki kopuşun nedeni izah edilmeden ilerlemenin ger­çekleşmesini öngörmek zordur. Başka bir yanı ile ilerlemenin kriterleri ile ay­dınlanmanın rasyonel yıkıcılığı arasındaki ilişki ve bağ, dolayısıyla bu bağ ve ilişki­nin ortaya çıkardığı sorunlar, özünde in­sanın yaşadığı toplumsal krizin de bir göstergesi gibidir. Buradan ideolojilere, politikaya ve kültüre uzanırız. Kriz ile a- nılan bu sorunlar, karşımıza zorunlu ola­rak uzun ve meşakkatli bir yolu çıkartır. Bugünün en büyük açmazı işte bu kopuş ve paradigma noktasında toplanmıştır. Dolayısıyla bu sorunların çözümsüzlüğü, hepsinin de temeli olan insanda ve insa­nın varoluş biçiminde düğümlenmiştir. Biri çözülmeden diğeri çözülemez, ama diğerinin çözümsüzlüğü ötekinin de çö­zümsüzlüğünü gösterir. A rtık çözüm gi­bi görünen bütün olgular özünde çö­zümsüzlüğün bir gölgesi gibidir. Görüle­meyen ve karanlıkta kalanın sis perdesi olarak... O nedenle diyebiliriz ki bugün i- çin Batı’nın burjuva rasyonelliği veya rasyonel akıl çökmüştür.

Özellikle 18. ve 19. yüzyılda bütün kırılmalara karşın insanın düşünsel yapı­sı, insan için oluşan ilkelerle birlikte var oluyordu. Başka bir deyişle bu, insanı in­san yapan ortak değerler ile birlikte ele alınıyordu. Yani özne ile nesnenin veya düşünce ile varlık ilişkisinin kuramsal a- çıklamaları olarak tarih sahnesine yansı­mıştı. Dolayısıyla bu önceki çağların yı­

— yol--------------------------------------------

kıntıları üzerinden şekillenmişti. Haklı o- larak klasik bütün felsefi akımlar, aklın bu fenomeni üzerinde durmuşlardı ve bu anlaşılır bir noktaya da işaret ediyor­du. Özellikle bu durum 19. yüzyılın en canlı ve yoğun tartışmasına işaret eder. Elbette aşağıda ele alacağım gibi buradan farklı yorumlar da çıkarılacaktı. Ne yazık ki filozofların büyük bir kısmı idealizmin durağında mola verirken, bir yerde ger­çeğin bu gölgesinde yok olup gitmekten kurtulamadı.

Bugün için bir dönem ile birlikte 21. yüzyılda, insanın tarihi olarak yarattığı il­kesel değerler ile somut ve gerçek olgu­lar arasındaki kopuş veya çelişki, insanın varoluşu için ciddi bir kaos durumuna i- şaret etmektedir. Bu kopuş veya bu çe­lişkili varoluş, bugünkü dünyada bir za­manlar için belirtildiği gibi “ ...tepeden tırnağa ters çevrilmesi gibi, daha geniş bir anlamda, dünyanın tepesi üstüne ku­rulduğu dönem oldu” diyen Engels’i a - deta haklı çıkaran bir tarihsel gerçekliğe dönüşmüştür. (F. Engels, 1975:62)

İşte bu gerçeklik madalyonun iki yü­zü gibi, hem olumsallığı hem de olum­suzluğu birlikte barındırması anlamına gelir. Egemen olan olumsuzluklar dizimi, umudun olumsallığını da tetikleyen ne­den olarak ortaya çıkmaktadır. Görül­mesi gereken esas nokta burasıdır sanı­rım. Ben bu olumsuzluklardan nasıl olur da olumsallığa geçişi başarabiliriz soru­sunun cevabını aramanın, işimizin esas yanı olduğunu unutmamak gerektiğine i- nanıyorum.

Dünyamız şimdilik değiştirmeye ye­teneksiz olduğumuz bir siyasal çağdan geçiyor. Adeta tarih zamandan dışlanmış bir görüntü verir gibidir. Engels’in de

106

Page 107: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

belirttiği gibi “ insanlar adeta tepesi üze­rinde kurulmuş bir dünyada” cam fanus içinde yaşıyorlar. Bu noktada eğer insa­nı insan olarak var eden düşünsel / felse­fi devrim başarılamazsa, siyasal devrimin hemen hemen hiçbir başarı şansı da ol­mayacaktır ve bu durum uzun bir tarihi sürece doğru kayabilecektir. Dolayısıyla bu böyle devam ederse, tepeden tırnağa ters çevrilmiş bu dünyayı, ne yeniden kendi ‘insancıl’ doğası üzerine oturtabili­riz ne de cam fanus içine hapsedilen in­sanlığı bu fanustan çıkarabiliriz. Bunun i- çin merkeze insanı alan ve bu sorunu yeniden tanımlayan bir felsefi / düşünsel devrim atılımının olmazsa olmaz koşulu buradan çıkar.

Gerçekten bazı deneyleri incelediği­mizde, bu sürece paralel düşen örnekler bizim için de tarihsel bilincin yeniden ha­tırlatılması, dahası öğretici konum ka­zanması anlamında önem taşırlar. Mese­la 19. yüzyılda Almanya’nın veya Rus­ya’nın (başka örnekler de verilebilir a- ma), üzerinde konuştuğumuz siyasal gerçekler karşısında, bir yerde felsefi- düşünsel devrimlerini başarmış olmaları, siyasal devrimin de önünü açan bir süre­ci yaratmıştı. Dinsel felsefenin eleştirisi üzerinden inşa edilen modern felsefe, nasıl ki klasik anlamda idealist felsefeyi yarattıysa, ama unutulmasın ki onun e- leştirisi üzerinden de maddeci felsefe doğmuş oldu. Aynı şekilde kültür ve sa­nat eylemi de, bu felsefi devrimin doğal bir sonucu olarak, devrimci kalkışma i- çin tarihi bir rol oynayabilmesini sağla­mıştı. Yani tarihin kendisi tarihin izdü­şümlerinin kanıtı gibiydi. Bu gelişme el­bette daha sonra siyasal devrimin bir kaldıracı rolüne bürünecekti. Siyasal devrim, düşünce ve değerler sisteminin

içine yerleştiği devrimci bir sıçramayı gösterecekti.

Modern felsefenin açmış olduğu yo­lun, insanlığın gelişmesinde önemli bir parametre olacağı asla yadsınamaz bir gerçekti. Bu anlamda Almanlar örneğin­de olduğu gibi, Almanlar insanı, düşün­cenin merkezine oturtmayı bilmişlerdi. Özellikle Kant (ki o, idealist bir felsefe­nin öncüsü dahi olsa bu böyledir), bire­yin özgürlüğüne ve değerler sistemine, dolayısıyla insansal haklara kuramsal bir temel ve katkı sağlamıştı. Kuşku yok ki Hegel ve Feuerbach’tan Marx ve En- gels’e uzanan uzun ve meşakkatli felsefi atılım, o güne kadar insanlığın önüne ko­yulmuş bütün tutucu inanç felsefesinin aşılması ve bu barikatların yıkılması anla­mına da geliyordu. Aynı şekilde gerek Fransız filozof ve eylem adamlarının (Voltaire’den, Diderot, J. J. Rousseau’ya kadar) gerekse bizzat 1789 Fransız Dev- rim i’nin rolü, bu sürecin önünün açılma­sının temel kilometre taşlarını oluştur­muştur.

Aslında bir yerde Hegel’den Feuer- bach’a, oradan Marx ve Engels’e kadar uzanan süreçte bir kısım Alman filozof­ları koşulları iyi gözlemlemişlerdi. 19. yüzyılın ilk yarısında aslında Almanya’da ekonomik ve toplumsal koşullar, siyasal bir devrim için henüz olgunlaşmamıştı. Küçük devletler (şehir devletleri) olarak bölünmüşlük feodal ve yarı feodal yapı i- çinde bulunan burjuvazi, politik bir dev­rim için henüz yeteneksizdi. 1815 Res­torasyonu sonucu güçsüzlüklerinin far­kına varan filozoflar, düşünce yapılarını derinleştirmenin bilincinde hareket et­menin gerekliliğine bu nedenle inanmış­lardı. Bu filozofların büyük bir kısmı, bir devrim perspektifinden yoksun felsefi

21. yüzyılda insan ve felsefe__

107

Page 108: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yolbir yapı oluşturmuş olsalar bile, yolun üstüne döşenmiş dinsel ve metafizik hu­rafelere dayanan bütün engellerin aşıl­ması, aslında insanın özgür düşünme ey­lemi için yeni ilerleme temelleri sağla­mıştı. Bilim, sanat ve kültür etkinlikleri bunun üzerinden yükselişe geçmişti. Böylece bu aydınlanma devrimi içinde hareket eden emekçi sınıflar ise, gerçek kurtuluş devrimini bu temel üzerinden hareketle bulmuş ve giderek bunu Marksizm’le özdeş kılmışlardı. Başka bir deyişle Marksizm bu gelişmeye felsefi ve politik bir temel sağlamıştı.

Bir yerde burjuva modernizmi olarak adlandırılan bu gelişme süreci, aydınlan­ma diyalektiğinin doğai bir sonucu ve ge­lişimi anlamına da geliyordu. Ancak ha­reket burjuvazinin dayattığı bir sınırsızlık içinde kalmadı ve kalamazdı. Buradan yeni bir devrimci felsefe ve devrimci po­litik bir tasarım çıkacaktı doğal olarak. Böylece tarih sahnesine Marksizm gelip oturdu. Marksizm, insanın kurtuluşu an­lamında onu merkeze oturtan, aydınlan­ma diyalektiğinin gelişim sürecinde so­yuttan somuta doğru geçiş anlamına da gelen, böylece onun toplumsal ve siyasal temellerinin yaratılmasına da neden olan bir gelişme ile sonuçlanmıştı. Böylece Marksizm, işçi sınıfının eline devrimci bir felsefeyi de vermiş oluyordu. Çünkü o güne kadar bütün felsefi akımlar, bu so­mut aydınlanma diyalektiğinin şu veya bu şekilde insan merkezli toplumsal bir kurtuluş projesine sahip olan bir yakla­şım göstermiyordu.

Oysa bugün tersinden baktığımızda dünyamızda egemen olan sorun, ekono­mik ve siyasal krizlerin bir devrim koşu­lunu yaratmamış olması değildir. Günü­müzde devrim, tarihin sürekliliğinde o­

luşan bir kesintiye işaret etmiştir aslın­da. Yani tarihi, bir düşün adamının be­lirttiği gibi yolda ilerleyen bir trene ben­zetirsek, bu tarih treninin imdat frenine basılması gibi bir gerçekleşme olarak dü­şünmek de mümkündür bunu. İşsizliğin, açlığın, hastalık ve yoksullukların yarattı­ğı durum bir yana, egemen sınıfların için­de bulundukları yönetememe krizi bile tek başına bunu kanıtlayan örneklerdir aslında. Sorunun odağı şudur bugün; toplumsal yapıları var eden ve devrimin asıl güçlerini de oluşturan insanın ve ay­nı şekilde bu insanın yıkımı ve bu yıkıma paralel düşen insan gerçekliği ile onun kuramsal-düşünsel ilişkilerinde ortaya çıkan bu varoluş biçimi aslında paradok­sal bir varoluş biçimine bürünmüştür. Bugün dünyamız olağanüstü düzeyde, bi­lim ve teknolojinin rasyonel yıkıcı etkisi­nin altında, düşünsel / kuramsal özellik­lerini de bozan bu varoluş, adeta yeni bir Ortaçağ’ın fotoğrafını vermektedir bize. Dünya insanlığı bugün karanlık bir dönemin içinde, özellikle teolojik ve ide­alist düşünce yapılarının (dinsel, etnik, cinsiyetçi vb.) etkisi içinde şekilleniyor. Oysa insanlığın yarattığı bilimsel gerçek­ler, akıldışı, bir dizi hurafeler ile dolu ol­madığını da yeterince kanıtlamıştı bize. Ne yazık ki bugün insanlığın büyük bir bölümü bu hurafelerin etkisi ve baskısı altında bulunmaktadır. Tarih bir yerde adeta tekerrür eder gibidir. Ama bu el­bette kendi öznelliği ve gerçekliği içinde oluşmuştur. Demek ki günümüzde dev­rim, sadece tek boyutlu politik bir dev­rimi içermez, ama o aynı zamanda felse­fi bir devrimi de gerekli kılar. Politikanın önüne döşenmiş bütün engelli barikatla­rın aşılmasının yollarından birisi, mutlak surette felsefi bir devrimi başarmaktır.

108

Page 109: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Bunun temel gerekçesi şudur; öznesini yitiren bir çağın içinde oluşan ve insanı dışlayan bir dizi idealist felsefenin boy vermesi, ulus ötesi sermayenin ise bu­nun üzerinden hareketle daha kolayca bir geçişi sağlayarak, insanlığı kendi de­ğerlerinden kopartıp yıkmasında ve ken­di vahşi egemenliğini kurmuş olmasında yatar.

Genel bir tanımlama yaparsak, kuş­kusuz insan özü ile bir dizi hurafeler o- larak adlandırdığımız sahte öz arasında (özellikle dini öz) bağlantılı bir ilişki var­dır. Bugün bu, kaçınılmaz bir ilişkiye dö­nüşmüştür. Daha önce Feuerbach bilin­diği gibi, dinin özünü insan özü içinde çözümlemişti. Yani insana ait oian ve u- zun bir tarihin aralığında ortaya çıkan, başta dinsel kimlik olmak üzere bir dizi kültürel kimlik, zorunlu olarak bu insan özü içinde anlam kazanmıştı. Bugün bu varoluş biçimi yeniden tarihin derinlikle­rinden sökülüp ortaya çıktı. Elbette bu­na ilişkin farklı bir dizi değerlendirme ar­kasından geldi. Geçerken bunlardan bir kısmına atıf yapmak mümkün; mesela günümüzde C. Levi Strauss gibi bazı dü­şünürler, insanın özünü doğa ile kültü­rün çatışması olarak açıklarken, aynı şe­yi Lacan, insan özünü dilin oluşturduğu ve dil aracılığı ile inşa edildiğini yazar. (Balibar, 2000:41) Aslında her iki düşü­nürün de ortak noktası, Aristo ’nun, dilin kullanımı ve yeteneği ile siteyi (yani siya­si toplumu) bu aidiyet yolu ile tanımla­yan anlayıştan esinlendiği söylenebilir. İslam’da bu sorun, “ insan Tanrı’nın yüz cemalinden yaratılmıştır” söylemi ile an­lam bulurken, Hıristiyanlık’ta “ Tanrının yeryüzündeki benzeri ve imgesi” anlayı­şından esinlenmiştir. Althusser ise insa­nın özü sorununu “ teorik hümanizm” o­

larak değerlendirmiştir. Horkheimer ile Adorno ise sorunu şöyie değerlendir­mişlerdir; “ Uygarlık tarafından tamamen bağımlı kılınmış olan insani öz, başlangıç­tan bu yana uygarlığın kaçıp kurtulmaya çalıştığı insanlık dışı tutumun öğelerin­den biri durumuna gelmektedir.” (Horkheimer - Adorno, 1995:49)

Elbette bu değerlendirmeleri burada kritik yapacak değilim. Bunlar sorunun anlaşılması açısından kritik bir iki anek­dot olarak verilmiştir. Ama yine de de­ğişik bütün varsayımlara karşın, işin özü, sınıfsal bağlamdan ve onun felsefi izdü­şümlerinden büyük oranda kopartılarak ele alınmak istenmiş olmasında saklıdır.

Kültür ve kimlik konusunda yapılan tanımlamalar ne kadar çeşitlilik gösterir­se göstersin, sonuçta çağımız insanının derin bir kimlik ve kültür bunalımı için­de bulunduğu yadsınamaz. Kuşkusuz kimlik sorunu ile kültür sorunu arasında reddedilemez bir bağ vardır. Her iki düzlemde bu varoluş biçimi, günümüz insanını, hızla kendi ekonomik ve politik gerçeğinin, dolayısıyla sınıfsal gerçeğin üstünü örten bir şal ile kapatmaktadır. Bunu bir yerde “ modern cehalet” döne­mi olarak adlandırmak olasıdır. Bir za­manlar insanın cehaleti üzerine Feuer­bach şöyle yazarken haklı değil midir? “ Dipsizdir insanın cehaleti ve hayal gücü sınırsızdır. Doğanın, cehaletimiz tarafın­dan temelinden, hayal gücümüz tarafın­dan da sınırlarından yoksun bırakılan gü­cü, Tanrı’nın gücü haline gelir.” (Feuer- bach’tan akt.; Lenin, 1976:64)

Bugün inanç felsefesine dönüş göste­ren bir eğilim, kuşku yok ki kendi gücü­nü Tann’mn gücünde görmektedir. Baş­ka bir deyişle kendi güçsüzlüğünü Tan­

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

109----

Page 110: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

rı’nın gücü ile tamamlamaktadır. Bir şe­kilde bilgisel öznelerini de Tanrıya akta­rarak böylece Tanrfnm gücü yoksulların karşısına sermayenin gücü olarak çıkarıl­maktadır. Oysa bu inanç felsefesinin bir sapkınlığı olarak, hem insanın üretimden gelen gücünü hem de bugüne kadar ta­rihte büyük bedellerle elde edilmiş iler­leme öğelerini, rahatlıkla kırılabilir ve terk edilebilir bir sürece kaydırarak, sermaye için bulunmaz bir ortam hazır­lamaktadır. Çünkü sermayenin silahı, kitleleri uyutan dinsel ideolojilerin işlev­sel kılınmasında saklıdır. Egoizmden bi­reyciliğe kadar “ insan özüne” aykırı bü­tün bu olgular, ancak ve ancak bu idea­list felsefe sayesinde gerçekleştirilmek- tedir. Feuerbach “ Egoizm, dinin kökü­dür” derken aslında tam da bunu anlatır. (Feuerbach. Akt; Lenin, 1976:53)

Peki ama insan tanımında bu soruna maddeci felsefe ve onun kurucusu Kari Marx nasıl yaklaşmıştır? Kısaca bunlar i- çin şunları söyleyebiliriz; Kapitalen birin­ci cildinde Karl Marx, Franklin Benja- min’in bir sözünü de aktararak şöyle der; “ Bazı hayvan türleri arasında rü- şeym halinde varolmakla birlikte, emek araçlarının kullanımı ve yapımı, insanın emek sürecinin özgül özelliğidir ve Franklin bu nedenle insanı alet yapan hayvan, diye betimliyor.” (Marx, 1978;195-196) Daha sonra Marx Alman İdeo­lojisinde, insanın yaşam araçlarını üret­meye başlaması ile birlikte kendilerini hayvandan ayırt etmeye başladığını yaz­mıştır. (Marx; 20) İnsanının özü ile ilgili olarak George Thomson ise Marx’tan şu alıntıyı aktarır; “ İnsanın özü, tek tek her bireyde var olan bir soyutlama de­

l i ld ir . Gerçekte insanın özü, toplumsal ilişkilerin toplamıdır.” Bu görüş Marx’in

— yol------------------- -------------------------

I I. Tez’inde yer almıştır. (Thomson, 1998:7)

Buradan hareket edersek günümüz­de ortaya çıkan doğal sonuç şu olmuş­tur; günümüz insanının dramı, kendi in- sansal varlığına yabancı bu egemenlik i- lişkilerini ortadan kaldırma veya dönüş­türme yeteneğini en azından bugün için yitirmiş olmasında yatar. Bu noktayı ir­delemek istememizin esas nedeni bura­sıdır. Eğer bu irdelenirse, zorunlu olarak karşımıza, felsefi düşüncenin merkeziliği, dolayısıyla özne ile nesne arasındaki iliş­kinin yeni baştan bir tanımı çıkar. Ger­çekte yeniden bu soruna dönüşümüzün temelinde insanlığın yaşadığı bu para­doksal yapının olması yatar. O nedenle tarihsel birikimin ortaya koyduğu verile­ri hatırlamak burada önem taşır. N ite­kim Alman felsefesinde Kant’tan He- gel’e, Fichte’den Scahling, Moses, B. Ba­uer, Stirne, Feuerbach ve giderek Marx, Engels ve Lenin’e, dönmemizin altında hep bu gerçekler saklı olmuştur. Yani özne ile nesne arasındaki bu ilişkinin so­runları, kırılma nedenleri vs...

Şimdi buraya kadar olan bu kısa öze­ti, konu ile bağlantısı içinde ilgili bölüm­lerde incelemeye çalışalım.

2. Maddeci felsefenin günümüz in­sanının yaşamından kovulması ne­lere yol açmıştır?

Gerçekten 18. ve 19. yüzyıl insanın­daki evrim, çok fazla kavranmamış olsa bile, yine de bu zorunlulukların özgürlük düşüncesi ile bağı kurularak geliştirilmiş­ti. Başka bir deyişle özgürlüğe kapıyı a- çan bir evrim içinde, aşağıdan yukarıya doğru bir gelişme süreci yaşanmıştır. Bi­lindiği gibi bu varoluş nesnelliğinden He­gel, düşünce ile varlık ilişkisinden veya

___ 110

Page 111: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

özne i!e nesne ilişkisinden, insanın kendi bilincinin oluşumu açısından önemli so­nuçlar çıkarmıştır. Hegel için insanın kendi bilincinin, eninde sonunda mutlak fikrin zorunlu yabancılaşmasından başka bir şey olmayan nesnel varlığını, varlığın kendisinde yeni baştan çözülmesinin te­mellerini atmıştı. İnsandaki bu çözülme aslında insanlık tarihi açısından somut i- lerlemenin de asıl odak noktasını oluştu­ruyordu. İnsan özgürlüğü ile onun dü­şünce temelleri bû çözülme içinde atıl­mıştır çünkü. Bu varsayım her zaman sorunun çözümünde önemli ve kritik bir noktayı oluşturmuştur.

Hegel toplumların oluşum evrimini, İngiliz ekonomistlerinin, özellikle Adam Smith’in, “ emek bütün zenginliklerin ya­ratıcısıdır” diye ifade ettiği bu kuramsal düşünceden türetmiştir. Dolayısıyla He­gel buradan hareketle, insan eylemini, hem doğanın hem de insanın dönüşüm sorununda ele almış, böylece tarihin akı­şını belirleyen devrimci öğeyi buradan çıkartmıştı. Yani bu dönüşüm sorunun­da emeğin rolü, bazı kırılmalara karşın i- yi ve doğru anlaşılmıştı aslında. Elbette bu kırılmayı daha sonra Marx düzelte­cektir. Bu anlamda Hegel tarihi ele alır­ken, onu insanın kendi kendisini yaratma mücadelesi olarak değerlendirmiştir. Ve elbette doğa ile bağı kurularak sürdürü­lecektir bu çaba. Daha sonra da görece­ğimiz gibi, doğa ile insan ilişkisi esas an­lamını Feuerbach felsefesinde bulacaktır.

Tarih aslında insanın kendini yeniden yaratma mücadelesinden başka bir şey değildir. Sanıyorum Marksist felsefenin de temeli olan insanın dönüşüm sorunu­nun kritik noktası, yani insansal tarihin oluşumu, doğanın bu dönüşümü ile bağ­lantısının çok iyi görülmesinde ve parlak

bir açıklanmasında yatar. Doğanın olum­lu anlamda dönüşümü, aslında insanın da olumlu anlamdaki dönüşümü demektir.

Onun için farklı ve çelişkili bir dün­yayı, yani bugünün dünyasını anlamak i- çin, insan denilen bu varlığı, kendi dü­şünce ve oluşum yapıları ile bütünleştir­mek gerektiği anlaşılır olmak zorundadır herhalde. Bunun için Hegel’e yeniden döner devam edersek eğer, Hegel bu noktada işin içine iki temel olguyu kata­caktır; bunlardan ilki insanın eylemidir, i- kincisi de yine insana ve doğaya ait olan tarihtir. Gerçekten insanın kendi bilinci ve insanı insan yapan değerler sistemi, kendine ait bütün tarihsel sürecin ve ta­rihsel eylemin diyalektik olan bu hareke­tinden doğmuştur. Tarihsel oluşum bir yerde, düşünce ve aklın gerçekleşmesi süreci de demektir. Düşünce evreleri i- se, mutlak olarak kendi gelişim evreleri­ne tekabül eder. Hegel’in bu sentezi, i- lerleme anlamında tarihe ve tarihin içine bu diyalektik gelişme sürecini sokmasını göstermesi bakımından son derece ö- nemlidir diye düşünüyorum.

İnsanın yabancılaşma sürecini izah e- den Hegel, bu kavramı insanın dinsel ya­bancılaşması ile bağlantılı olarak ele al­mıştı. Onun için belirleyici olan, Tan- rı’nın, insan yetisinin ve insan çabasının bir ürünü olduğudur. İnsanın Tanrı’ya o- lan bağımlılığı, kendi öz niteliklerine olan yabancılaşmasına yol açmış ve insanda bütünleşen değerler sisteminin yıkımına neden olmuştur. Tinsel (yani düşünce biçimlerinin toplamı) bir bakış üzerin­den düşünecek olursak, insanın insana yabancılaşması aslında buradan çıkmış­tır. Bundan kurtulmak olası olacaksa, bunun ilk yolu insandaki bu yabancılaş­ma öğelerinden kurtulması gerektiğidir.

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

111

Page 112: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

Çünkü bu siyasal devrimin de frenleyici­sidir. Ancak Hegel’de insan etkinlikleri­nin, bir yerde insanın doğal yapısından, onun nesnel konumundan bağımsız ola­rak ele alınan tinselleştirilmiş bir tarih yaklaşımı ile gösterilmiş olması, ne yazık ki onun idealist bir tarih anlatımından ve idealist diyalektik mantığından kurtula­madığının da bir göstergesi demektir. O, doğa ile insan ilişkilerini, bilince veya bi­linç nesnesine ve ilişkilerine, yani tine in­dirgemişti. O ’nda, nesnel varlık olan in­sanı, bir yerde salt bilinç nesnesine veya soyut düşünceye indirgeyen bir mantığa sahip olmasıdır yanıltıcı olan. Başka bir i- fade iie söyleyecek olursak Hegei’in ya­nılgısı, yabancılaştırmanın kaldırılmasını, insanın kendi varlığının, kendi özüne ay­kırı olarak bir insan varoluşu olarak de­ğil veya tersinden söyleyecek olursak Marx’in gördüğü gibi “ bu insansal özün soyut düşünceden ayrılarak ve ona kar­şı çıkarak dışlaşması” olgusunda yatıyor olmasında karar kılamamış olmasında saklıdır. Böylece insanla doğa arasındaki ilişki, onda bilinç ile bilinç nesnesi ara­sındaki ilişki olarak ele alınmıştır.

Nitekim Marx’in Hegel eleştirileri tam da bu nokta üzerinden, yani “ prak- sis” kavramı üzerinden yapılmıştır. He- gel’de yabancılaşma süreci, belirttiğimiz gibi din ile ilişkili olarak çıkarken, Feuer­bach bu sorunun kökenini, insanın ken­di varlığında görüyordu. Başka bir deyiş­le yabancılaşma insanın doğasında bulu­nan bir olgu olarak değerlendiriliyordu. Çünkü insan doğal bir varlıktır. “ Nesnel dünya, artık kendi kendisini tanıyan tinin bağımlılığı altında değildi.” Bu tanım ak­lın ilerlemesinde aslında büyük bir sıçra­manın yaratılması demektir. Ne yazık ki, başka bir düzlemde Feuerbach’ın da He-

— yol--------------------------------------------

gel’in tersine yabancılaşma kavramını salt insan doğasına indirgemiş olması, zorunlu olarak onun tarihini görmemesi anlamına da geliyordu. Doğal olarak O, bu süreç içinde tarihi dışlamıştır. Bu o- nun en geri özelliğidir bir yerde. Oysa Hegel’de belirli ölçüde tarih dikkate a- lınmıştı. Bu anlamda, ama salt bu anlam­da Feuerbach, Hegel’den daha geri bir konumdadır. Gerçekte Hegel tarihi, “zamanın yabancılaşmış tin i” olarak gör­düğünü yazmıştı çünkü.

Geçerken belirtelim ki, Hegel ile Marx arasında derin bir ilişki ve bağ var­dır. Bu ilişkiyi özellikle Engels ve Lenin çok iyi kavramıştı. Oysa sonraki Mark- sistlerin önemli bir kısmı Hegel diyalek­tiğini önemsememiş ve üzerinden es geçmişlerdir. Arkadaşlarını eleştiren Marx, Hegel diyalektiğine “ köpek ölüsü” gibi yaklaşılmayacağım söyler. Marx, O- cak I858’de Engels’e yazdığı bir mek­tupta şöyle der; “Almanya’daki beyler... Hegel diyalektiğini köpek ölüsü sanıyor­lar. Bu konuda Feuerbach’ın çok vebali var.” (Lukacs, 1998:47) Bu konuda Le­nin ise, gerçek Marksistlerin “ Hegel di­yalektiğinin materyalist dostları gibi der­nekler...” (aynı yerde) oluşturmalarının öneminden bahseder. Görüldüğü gibi bu sorun hele bizcfe, hiç ama hiç anlaşılma­mış bir kırılma noktası olarak devam et­miştir.

Feuerbach’ın en önemli başarısı, so­mut insanı ve insana ait gerçekleri, felse­fi düşüncenin içine yerleştirmiş olması­dır. Bu nokta Feuerbach materyalizmi­nin, diyalektik yöntemi açısından son derece önemliydi. O, doğa ile insan iliş­kisinin mükemmel bir açıklamasını veri­yordu. Ancak Marx, Feuerbach’ta temel bir eksiklik görmüştü; insan ve doğa iliş-

___ 112

Page 113: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

kişinde ve bunun felsefi düşünceye akta­rılmasında Feuerbach, adeta tarihi dışta tutmuştu. Oysa tarih, bütün varoluşsal yapılanmanın içindeki yoğunlaşma de­mekti. Çünkü o, insan hareketinin top­lamından çıkacaktı. Aksi taktirde somut açıklanma soyutluktan kurtulamazdı. Materyalizmin diyalektik ayağı ne kadar önemli olursa olsun, onun tarih ayağı ol­mayınca materyalizm tek ayaklı kalacak­tı. Nitekim Lenin, Feuerbach için “ aşağı­da materyalist, yukarda idealist” yoru­munu yaparken haklıydı. O, bu sorun konusunda son derece parlak bir açıkla­ma ile şöyle diyordu; “ Marx ve Engels, Feuerbach’tan yola çıkarak ve acemi çı­raklarla mücadele içinde olgunlaşarak, dikkatlerini materyalist bilgi teorisi üze­rine değil de, doğal olarak materyalist felsefenin yukarıya doğru tamamlanması, yani materyalist tarih anlayışı üzerine topladılar. İşte bu yüzdendir ki, Marx ve Engels yapıtlarında diyalektik materya­lizmden çok tarihsel materyalizme ağır­lık verdiler ve diyalektik materyalizm­den çok tarihsel materyalizm üzerinde durdular.” (Lenin, 1995:38!)

Gerçekten tarih ayağı olmayan bir a - çıklama, ne somut insanı ne de onun toplumsal varlığını yeterince açıklayabi­lirdi. Tarih bağı Marksizm için, gelişmeyi ve dönüşüm sürecini ileriye doğru götü­ren zorunlu bir gelişmeydi. Bu tanım Marksizm’in gerçek yaşamdaki doğrulu­ğunu da kanıtlayan bir açıklamanın izdü­şümleri olmuştur. Engels’in belirttiği gibi “ her şeyin son nedeni yine insandır” . A- ma daha sonra göreceğimiz gibi post- modern düşünce, insanı ilkesiz ve amaç­sız bir soyut varlığa dönüştüren açıkla­malarının anti diyalektik özünü buradan çıkarabileceğiz. Onlardaki Nietzche ve

Hegel yorumlarının çapsızlığının ve kar­maşıklığının nedensiz olmadığı şimdi da­ha iyi anlaşılacaktır çünkü.

İşte bu her iki nokta Marx açısından önem taşıyordu. Marx, Hegel’in bu tarih bağını iyi gözlemlemişti. Bu anlamda Marx’in, Hegel’in “ Tinin Görüngübilimi” eserine özel bir önem vermesinin teme­linde bu düşünce yatar. Bu noktada Marx’in şöyle bir eleştirel değerlendir­mesi önemlidir;

“ Bu nedenle” der Marx, “ Görüngü- bilim gizli, henüz kendi başına karanlık ve yalanlaştırıcı (mystifiante) eleştiridir, ama insanın yabancılaşmasını alıkoyduğu ölçüde, -insan orada ancak tin biçimi al­tında görünse de- onda eleştirinin tüm öğelerinin gizli olarak varoldukları görü­lür ve bunlar çoğu kez Hegelci görüş a- çısını çok aşan bir biçimde hazırlanmış ve geliştirilmiş bulunurlar. ‘Mutsuz bi­linç’, ‘dürüst bilinç’, ‘soylu bilinç ile soy­suz bilinç’ arasındaki savaşım vb., bu ke­simlerin her biri -henüz yabancılaşmış bir biçim altında da olsa- din, deviet, uy­gar yaşam vb. gibi koca koca alanların e- leştiri öğelerini içerir.” (Marx, 1976:245)

Kuşkusuz yabancılaşmanın kökenle­rini Feuerbach gibi Marx da, insanın kendisinde ve onun varoluşunda gör­müştür. Ama yine de Marx insanı, sait doğal bir nesne olarak görmemiş, onu aynı şekilde duyguları olan kültürel bir varlık olarak da görmüştür. O ’nun Feu­erbach’tan farklı kılan noktalardan birisi de budur. İnsan hem doğal bir varlık hem de duyguları, düşünceleri olan bir varlıktır. O ’nun bu anlamda Feuer­bach’tan farkı, onu insanın kendi prati­ğinde bulmasıdır. İşte bu anlamda Marx,

21. yüzyılda insan ve felsefe__

113

Page 114: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

Hegel’in ve Feuerbach’ın farklı tezahür­lerde ortaya çıkan bu idealist diyalektik­lerini materyalist diyalektikle aşmasını bilmiştir.

Marx’ta en önemli nokta şudur; Marx, nesnelleşme olguları ile yabancı­laşma olgularını birbirinden ayırmıştır. Oysa Hegel’de her nesnelleşme yaban­cılaşmayla özdeşti. Sözgelimi emeği ele alalım; emek, sonuçta canlı bir varlık o- lan bir insan etkinliğidir. Oysa insan et­kinliği özünde yabancılaştırdı bir etkinlik değildir. Ortaya çıkan ürün, insansal bir nesnelleşmedir de aynı zamanda. Ger­çekte insan bu ürünleri kendi mutluluğu için üretmiştir. Bu insanın önemli ve ya­ratıcı bir varlık olmasına işaret eder. Çünkü insan diğer canlılardan farklı ola­rak, o emek aracılığı ile hem doğayı hem de kendi kendini olumlu değişime uğra­tacak bir nesnellik taşır. İnsan alet üretir ve bu aletler sayesinde doğayı değişime uğratır.. Ama bu kendini zenginleştiren bir durumdur. Ancak bu nesnelleşme, yani emek sonucu ortaya çıkan bu ürün­ler, özel mülkiyet sistemi içinde ve onun devreye girmesi ile yabancılaştırılma du­rumuna sokulmuştur. Yani bir günah a- ranacaksa bu günah insan etkinliğinde ve onun ortaya çıkardığı ürünlerde değil, ancak bu etkinliği insanın aleyhine dö­nüştürecek olan özel mülkiyet sistemi­nin yabancılaştırma hareketinde aran­malıdır. Emeğin yabancılaştırılma soru­nunu doğal olarak daha sonra buradan türeteceğiz.

Yine de buradan çıkarılması gereken sonuç önemlidir; insanın kendini nesnel olarak, ortaya koyduğu süreç, elbette yabancılaşmanın da kökenini verir bize. Çünkü insan toplum içinde yaşar ve be­lirli ilişkilere girer. Bu ilişkiler, kuşkusuz

yaratılmış bu nesneler üzerinden kuru­lan ilişkilerdir. İnsanın iş ilişkisi veya ü- rün ile ilişkisi gibi... Bu tarihin kaçınılmaz bir pratiğidir. Elbette bütün bunlar bir sistem veya bir rejim altında gerçekleşir. İşte bu nokta, Marx’in kurtuluş manifes­tosunun da fikir temellerini verir bize. Kuşkusuz bu tarihsellik, Feuerbach fel­sefesinin de aşıldığı noktadır. Ama aynı şekilde Hegel’deki mutlak fikrin de aşıl­ması anlamına gelir.

Hegel’deki mutlak fikrin aşılması ö- nem taşır. Bilindiği gibi Hegel, sistem i- çindeki çelişkilerden yola çıkarak bir ya­bancılaştırma kavramını geliştirmişti. Bu­raya kadar izlediği yol doğruydu. Ancak bundan sonra bu çelişkiler, o güne kadar klasik iktisatçıların çözümlemiş bulundu­ğu bu gerçeklikleri, kurgusal olarak bir mutlaklık içine sokmuştur. HegePin bir sistem çözümlenmesine geçememesinin de esas nedeni bu noktada aranmalıdır. Oysa Marx, yabancılaştırmanın kökeni­ni, insanın üretici etkinliği içinde kavra­mıştır. Dolayısıyla onu mutlak bir kurgu ile açıklamaz. Böylece o gerçek sınıf çe­lişkilerinden yola .çıkar ve buradan bir sistem çözümlenmesine ulaşır. Hegel kurgusal doğruların ötesine geçemez­ken, Marx, buradan yeni bir felsefi akım, dolayısıyla politik bir yol haritasını çıka­rır.

İnsan türsel bir varlık olarak bir kişi­liğe sahiptir. Bu kişiliğe sahip olan insan, kendi etkinlik nesnelerine sahip olma ni­teliği ile harekete geçer. Bu sahiplenme, başka ikinci güçler tarafından dıştalanmış olduğundan dolayı, bu, zorunlu olarak özel mülkiyetin doğuşunu da yaratmış­tır. Aslında Hegel de bu düşünceyi doğ­rular. Elbette o, kapitalizmin yoksulluğu ve sefaleti artırdığını anlıyordu. Gene de

114

Page 115: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

bu saptamadan, kapitalist sistemin red­dedilmesi gerektiğini çıkarmıyordu. Sınıf savaşımını düşüncenin dışında tutmaya devam ediyordu hala. Devletin, bu o- lumsuzluk karşısında işe bulaşarak dü­zelteceğini sanıyordu.

Hegel, burjuvazi ile proletarya ara­sındaki uzlaşmaz sınıf çelişkisini, efendi i- le hizmetkarlar arasındaki ilişkilere in­dirgiyordu. O, toplumdaki bu bölünme­nin bilincindedir aslında. Yine de o, sefa­leti üreten yapının kaldırılmasını düşün­se bile, ayak takımı dediği sınıfın yükseli­şine karşı, toplumun ve devletin nasıl korunabileceğini düşünüyordu. Hegel’in en büyük açmazı burasıdır sanırım.

Proletaryanın sınıf perspektifi, sade­ce doğanın ve onun yasalarının kavranıl­masının bilinç düzeyinde dönüşümünü öngörmez, aynı şekilde ekonomik ve toplumsal ilişkilerin kökten bir değişimi­ni de öngörür. Bu mutlak bilincin aşılma noktasıdır. Yasaların kavranılması ve o- nu insanın bilincinde dönüşüme uğratıl­masının geçerli tek yolu, oluşan bu ege­menlik ilişkilerine son vermektir. Bu kal­dırılma elbette soyut bir el değiştirmeye indirgenecek kadar basit değildir. Bu an­lamda oluşan toplumsal ilişkiler ve dü­şünce akımları, elbette nesnel bir varo­luş içinde şekillenmektedir. Burada ger­çek olan veya düşüncenin gerçek varo­luşu, insanlığın tarihi içindeki ilişkilerde saklıdır çünkü. Hem doğanın ve toplu­mun devrimci dönüşümü hem de insa­nın kendi sınıf bilincine ilerlemesi, kuş­kusuz tarihin bu oluşumu aracılığıyla mutlak’ bilginin egemenliği ve eylemi ara- cılığıyla gerçekleşir ve elbette yine dü­şüncenin bu diyalektiği ile başlar. Ama bu oluşum aynı şekilde bir mutlaklık ola­

rak egemenlik ilişkilerinin sorgulanması ile tamamlanacaktır. Oysa doğa He- gel’de, ancak tinin bir belirtisi olarak ö- nem taşır. Çünkü ona göre “ tin, dünya­nın özüdür” . Bu anlamda tinin dışında kendi başına doğanın bir gerçekliği yok­tur. Böylece “gerçeklik, gerçeklik olarak kaldırılmıştır” der Marx. Tarihin bütün gerçek somut hareketleri Hegel’de, so­yut kavramlar olmaktan kurtulamaz.

Böylece yabancılaşma kavramı Hegel felsefesinde, gerçek içeriğinden boşaltıl­mıştır. Bu anlamda, insan adeta Hegel felsefesinde, kendinin bilinci ile özdeş e- le alınmıştır. İnsanin düşünce düzeyine aktarılan somut etkinlikleri, soyut bir hareket olarak kavranılamaz. Bunlar gerçek ve somut yaşamdan koparak, so­yut mantıksal kategorilere yol açmama­lıdır. Gerçekte insanın ve doğanın geliş­mesi, asla tek başına düşüncenin geliş­mesine indirgenemez. Bu anlamda dev­let, hukuk, din vb. tek başına tinsel var­lıklar toplamı değildir.

Hegel’in diyalektik ilkesi kuşkusuz yadsınmanın yadsınmasına dayanır. O, bu anlamda insanın yaratıcı özelliğini çok iyi tanımlamıştır. Ama ondaki bu yadsı­manın yadsınması, ne yazık ki sadece dü­şünce alanında vücut bulur. Yadsımanın yadsınması aracılığı ile beliren bütün ol­gular, bu felsefenin tutuculuğunu da gös­termiştir aslında. Çünkü bu ilke ile yad­sınan şeyler, gerçekte yadsımanın yad­sınması ile korunmaya alınmıştır adeta. Hegel’in, sermaye egemenliğine dayanan düzeni ve onun kurumlanm reddetmeye götüren bir bakışa sahip olamamasının esas nedeni de bu noktadır. Böylece ya­bancılaşmanın aslında gerçek özü de kaybolmuştur. Çünkü insan varlığının somut güçleri yine insan varlığından dış-

21. yüzyılda insan ve felsefe__

115

Page 116: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

lanmış olduğu için, bu durum yabancılaş­ma biçimi altında Hegel felsefesinde so­yut yadsımaya indirgenmiştir. İnsanın somut etkinlikleri düşünce yapılarında soyut bir hareket olarak yansımıştır. Böylece insana ait bu etkinlikler ve bu etkinliklerin içeriği, gerçek yaşamdan koparak “ mantıksal kategorilerin” üreti­mine yol açmıştır. Hegel’in düşüncedeki soyutluğu esas olarak bu noktadır.

İşte Hegel’in bu felsefi yaklaşımları, Marx’a kendi kuramını oluşturmada ö- nemli ipuçları vermesine neden olmuş­tur. Gerçeğin diyalektik gelişimi ve e- mek aracılığıyla insanın kendi kendini ya­ratması görüşlerinin oluşumuna kaynak­lık etmesinin sebebi de budur. Böylece Marx bu öğelerden, ancak bu felsefenin eleştirisi aracılığı ile yalanların ortaya koyulmasını sonucunu çıkarmıştır. He­gel, idealizmin yolunda ilerlemiş olsa da, yine de o, diyalektik evrim içinde insan düşüncesinin temelinin insanda olduğu­nu göstermiştir. O böylece insan özgür­lüğünün geçerliliğini doğrulamış oluyor­du. Bu noktanın günümüz tartışmaların­da önemli olduğunu sanıyorum. Bugün bir dizi postmodernist düşünür, insanın özgür gelişimimi engelleyen her türlü ba­ğımlılık araçlarını izah etmenin tarihçi bir yaklaşım olduğunu söyleyerek red­detmişlerdir. Bunun ayrıntısını aşağıdaki iigiii bölümde inceleyeceğim. Ancak Marx, bu sorunu çalışmasının merkezine alarak incelemiş ve genel bir kavram o- larak “ sanayiyi” ya da “ ekonomi politiği” işin içine katmıştır. Böylece insan özgür­lüğü için sürdürülen eylemler, yani tari­hin sınıf mücadeleleri olgusunun, belirli bir kuramsal düşüncede temelleri atıl­mış oluyordu. Bu nokta günümüz insan ve insansal değerler ile içinde yaşadığı­

mız küresel kapitalizm ilişkilerinde ol­dukça önem taşır.

Marx, henüz oluşma aşamasında olan insan tanımında, makinenin ve giderek çalışmanın yalınlaştırılmasının insanı bir çocuk durumuna dönüştürmesinden bahsetmişti; “ İşçi yüzüstü bırakılmış bir çocuk durumuna gelmiştir. Makine, güç­süz insanı makine durumuna dönüştür­mek için, kendini insanın güçsüzlüğüne uydurur.” (Marx, 1976:209)

Üretim ilişkileri süreci iş bölümünü geliştirirken, bir başka şeyi daha gelişti­rir; bireyin yoksulluğunu ve onun alçal­masının süreçlerini... Gerçekte iş bölü­mü, hem değişim hem de alış veriş süre­cinin bir sonucudur. Başka bir düzlemde şöyle de söyleyebiliriz; iş bölümü veya değişim süreci, insan etkinliklerinin ya­bancılaşmasının bir dışa vurumudur. Bu anlamda insandaki bencillik eğilimleri ve­ya bu güdüler, kendini değişim eğilimin­de bulmuştur. Değişim içinde bulunan kişinin devindirici gücü, Adam Smith i- çin, insanlık değil, bencillik olarak yo­rumlanmıştır. Ama onu Marx, insan ye­teneklerini sınırlayan bir olgu olarak görmüştür. “ İş bölümü, toplumsal zen­ginlik bakımından kullanışlı ve yararlı bir araç, insansal güçlerin ustaca bir kullanıl­masıdır. Ama bireysel olarak alınmış her insan yeteneğini azaltır.” (Marx, 1976:226)

Özetlemek gerekirse Marx’in bu e- leştirilerini şöyle toparlayabiliriz;

1- İnsanın, doğanın ve bunların ilişki­lerinin, salt bilince, bilinç nesnesine ya da bilinç ile nesne arasındaki ilişkilere in­dirgenmesinin kapsamlı eleştirisini yap­masına yol açmıştır.

2- İnsanı, tinselleştirilmiş bir insan et-

116

Page 117: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

kinliğine indirgeyen Hegelci tarih anlayı­şına eleştirel yaklaşarak, bugün postmo- dernizmin de kaynağı olan yaklaşımların tarihi kökeninin yanlışlığını göstermiştir.

3- Diyalektiği idealistleştiren kav­ramlara karşı, devrimci diyalektiği üret­mesine yol açmıştır. Bu aynı şekilde Fe- uerbach’ın insanın tinsel varlığını önem­semeyen görüşlerinin de bir eleştirisi demektir.

* * *

Burada bir ara vererek kısaca şu tar­tışmaya atıf yapmanın zorunluluğuna i- nanıyorum. Geçenlerde yapılan bir tar­tışmada insanın biyolojik yapısının sosyal ve siyasal yapısı üzerindeki etkisinden bahsediliyordu. İnsanın biyolojik yapısı­nın yine insanın sosyal yapısı üzerinde etkili olup olmadığı bu yazının konusu değildir ama, yine de bu yazıyla bağlantı­sını göz önüne alarak (bunun bağlantısı bireycilik ile kolektivizm ilişkisinde orta­ya çıkıyor), kısaca önemli bulduğum bir yazıdan bahsedeceğim. Haluk Gerger “ İ- çimizdeki İnsanı Unuturken” başlıklı kısa bir makalede çok önemli bazı gözlem­lerde bulundu. Yazının temel amacı bi­reyci insandan kolektif insana geçiş üze­rine kurgulanmış. Ancak Haluk hoca, ta­rihi olarak iki insan türünden bahsedi­yor ve bu türlerin biyolojik yapısının sosyal yapıyı nasıl etkilediğini açıklıyor­du. Ben burada bu yazının kısa bir özeti­ni vermekle yetineceğim; Haluk hoca bundan yaklaşık 35 ila 85 bin yıl önce ya­şayan Neanderthal insandan bahsediyor. Bir de atalarımız sayılacak Cro-Magnon insan türü anlatılıyor. Neanderhal insa­nın biyolojik yapısı, tıknaz, iri ve sağlam, ayrıca oldukça gelişmiş kas yapısına ve iç hacmi büyük bir kafatasına sahipmiş. Tüm gücüne, gelişmiş zekasına ve bece­

rilerine karşın zamanla bu tür yok ol­muş. Onun yerini atalarımız da sayılan Cro-Magnonlara bırakmış. Tabi bu bir evrim içinde oluşmuş. Cro-Magnonlar bir fizik üstünlüğüne ve zeka avantajına sahip değilken, nasıl Neanderthal insana üstün geldiği bilim adamlarınca incelen­miş. Bu noktada bazı kuramlar üretilmiş. Bunlardan en önemlisi, bu ilk insan türü­nün kendi içlerinde ve kapalı bir yaşamı olduğu, dolayısıyla iç evlilikler ile gen bozukluklarının ortaya çıktığı, bunun ise türün sonunu getirdiği savında bulun­muşlar.

Haluk Gerger tarafından da paylaşı­lan başka bir sava göre, bu üstünlüğün nedeni şu noktalarda düğümleniyor; bir Rus yazarı olan Andrel Nulkin’in araştır­masına göre, Cro-Magnonların avantaj­ları, bu türün beyninde frontal (ön) lob­lar çok gelişmiş. İnsanda ihtiras ve duy­guları, bencil hırsları ve genel olarak davranış biçimlerini beynin bu bölümü düzenliyor, dengeliyor. Bu loblar, insa­nın kişisel çıkarları karşısında toplumun (aile, aşiret vb.) ihtiyaç ve çıkarlarını dengeleyebilmesini, bencilliğini törpüle­mesini ve hemcinsleriyle birlikte yaşa­manın gereklerine uyum sağlamasını sağlıyor. Böylece ilk insan belki daha ze­ki olmasına karşın, birey ile toplum ara­sındaki dengeyi tam olarak kuramadığı, bireyciliğe yenik düştüğü için toplumsal özellikleri daha gelişmiş ikinci tür insan karşısında tutunamamış ve tarih sahne­sinden silinmiş. Neanderhal insan top- lumsallaşamadığı için bireyselleşememiş, sadece bireyci olmuş ve yok olup gitmiş. Maymunla insan arasında bir noktada kalmış ve dolayısıyla insanlaşamamış. Bencillik, toplumsal gereksinmelerin ö- nüne geçince, toplumsal dayanışma ve

21. yüzyılda insan ve felsefe__

117

Page 118: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

paylaşım da gerçekleşemeyince çürü­müş ve zamanla yok olmuş ve içindeki ‘insanı’ keşfedemeden tarih sahnesinden çekilmiş. Cro-Magnon insan türü ise bü­tün bunları başararak varlığını sürdüre­bilmiş. Bunlar bireyciliklerini bir nokta­dan sonra dengeleyebilmiş, içlerindeki insanı bulmuşlar ve toplumla birlikte in- sanlaşabildiklerinden dolayı varlıkları de­vam etmiş. Haluk hocanın yorumu şu; bireycilikle kolektivizm arasındaki müca­deleden kolektivizm utkuyla çıkmış, in­san böylece insanlaşabilmiş ve dünyada kalabilmiştir.

Ancak Haluk hoca da bugünkü insa­nın krizinin farkında. O şöyle diyor; “ Kolektivist, dayanışmacı ve paylaşımcı Cro-Magnonların torunu bizler, birkaç yüzyıldır kapitalizmin bataklığında birey­sel hırslarımızı, bencilliğimizi, güç ve ka­ra ilişkin zaaflarımızı geliştiriyor, güçlen­diriyor, buna karşılık beynimizin ön lob­larının yetilerini köreltiyoruz. Atalarımı­zı insan yapan özelliklerini bir yana bıra­kıyor, toplumsal dayanışma ve paylaşma duygularından giderek uzaklaşıyoruz... Kim bilir, belki içimizdeki ‘insanı’ böyle­ce unutup yitirirken, Neanderhal türü­nün yok oluşunun önkoşullarını bizler de yerine getiriyor, felaketimize giden yolu bencillikle, kar ve güç hırsıyla döşü- yoruz.” (Haluk Gerger, 1994:145)

Sonuçta Haluk Gerger şu öngörü ile yazısını bitiriyor; “ ‘Ya sosyalizm ya yok oluş’ belgisini bir de bu perspektifle dü­şünelim diyorum; bugün her zamankin­den daha fazla, insanoğlunun, ‘insanı’ bu­labilmesi ve yaşamı sürdürebilmesi için sosyalizme ihtiyaç olduğunu bu açıdan görmek mümkün. Evet, ya sosyalizm, ya yok oluş!” (aynı yerde)

Burada önemli olduğunu düşündü­ğüm, dolayısıyla Haluk Gerger’i de doğ­rulayan bir tanımı da Engels’ten vermek istiyorum; atalarımız olarak da kabul e- dilen maymunun beynini etkileyen temel iki dürtüden birincisi emek, ¡kincisini de dil olarak açıklayan Engels, bunun daha sonra insan beynine doğru nasıl geliştiği­ni uzun bir anlatımdan sonra şöyle özet­ler;

“ Beynin ve ona eşlik eden duyuları­nın gelişmesinin, gittikçe durulaşan bilin­cin, soyutlama ve sonuç çıkarma yete­neğinin, emek ve dil üzerindeki tepkisi, hem emeğe, hem de konuşmaya daha çok gelişme için durmadan yenilenen bir dürtü verdi. Bu gelişme sonunda insan, maymundan ayrılınca, bitiş noktasına gelmedi, değişik zamanlarda, değişik in­san topluluklarında, derecesi ve yönü değişerek, hatta orada burada yerel ya da geçici bir gerilemeyle kesintiye uğra­yarak, tüm olarak büyük ilerlemeler gösterdi. Oluşumunu tamamlamış insa­nın ortaya çıkışı ile birlikte sahneye çı­kan yeni bir unsur, yani toplum, bu geli­şimi hem güçlü bir şekilde hızlandırdı ve hem de bu gelişime daha kesin bir yön verdi.” (Engels, 1979:85)

Elbette bu sorun işin uzmanlarınca başlı başına irdelenmesi gereken bir sorun. Ben biraz da 21. yüzyıl insanı ü- zerine çalışma yapanların Haluk Ger­ger’in de belirttiği gibi, insan beyninin veya beynimizin ön loblarının yaratıcı özelliklerinin köreltilmesinin bir nede­ninin de kapitalizm bataklığındaki ilişki içinde oluştuğunu varsaymasının müm­kün olup olamayacağını göstermek is­tedim. Böyle bir tartışmanın başlaması­nın yararlı olacağını düşünüyorum doğ­rusu.

__ 118

Page 119: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

21. yüzyılda insan ve felsefeI r k *

Kaldığımız yerden devam edersek şunları söylememiz gerekir; özünde in­san somut bir varlıktır. Duyguları olan, özlemleri, düşünceleri, zekası vs. olan bir varlıktır. Dolayısıyla insan, hayvan tü­ründen farklı olarak “ özgür etkinliğe” yetenekli olarak, dünyayı değiştirmeye müsait, özelliklere sahip tek varlıktır çünkü. Oysa insanın bu özgür etkinlikle­rinin toplamı olan düşünce, duygu, zeka ve eylem, bir noktadan sonra değişik en­gellemelerle karşı karşıya kalarak, kendi insansal özünü yitirdiği dönemlere kay­maktan kurtulamamıştır. Sözgelimi 12. yüzyıl insanının yaşadığı krizde olduğu gibi, aynı şekilde 21. yüzyıl insanın yaşa­dığı paradoksal konumunu da burada çı­kartmak olasıdır. Nasıl ki dinin rolü, in- sansal varoluşu dinamitlediyse, bugün de küresel kapitalizmin kendi varoluşu ve bütün bu manipülasyon araçları da (din, etnik, cinsiyetçilik veya sahte insan hak­ları ve demokrasi söylemi vs. gibi ideo­lojik ve kültürel araçları da kullanarak) aynı şekilde insanı dinamitlemeye devam etmektedir.

Düşüncenin temeli, doğal, somut ve yetenekli insanın kendisinde aranmalı­dır. Çünkü gerçekten insan toplumsal bir varlıktır. İlkel komünal dönemde in­san varlığı bencillikle örülmemişti. Dola­yısıyla sevginin biçimi de değişikti. Ama yine de sevgi insana özgü bir kavramdı. Sınıflı topluma geçişle birlikte hem insa­nın kendisi gelişti hem de paralel olarak insan doğasında bulunmayan bencillik ortaya çıktı. Ancak bencillik tersinden sevgi kavramını da anlamlı kılan bir süre­ci yarattı. Giderek gelişen insan, sevgi kavramına daha büyük bir anlam yükle­di. Sevginin dışlandığı ve insanın bencil-

leştirildiği her evre insan yaşamında, toplumsal bir varlık olan insanın nitelik­lerini de yitirdiği bir yabancılaşma evre­sidir. Tam da yaşadığımız sürecin karak­teri ile tanımlanan bir dönemsel varolu­şa dönüyor olmamızın nedeni de bu noktadır. Bu anlamda tarihte felsefenin hem önemi hem de çıkış noktasının bu­rası olması ve 21. yüzyıl koşullarında, devrimci bir felsefeye yeniden dönüyor olmamızın anlaşılır kritik noktasıdır da. Nasıl ki 20. yüzyılda materyalist felsefe, politikanın sığınaklarında alt depolara a- tılarak görünmez kılındıysa, 21. yüzyılda ise devrimci felsefe bu sığınaklardan çı­kıp politikanın merkezinde hak ettiği ye­re oturmak zorundadır. Çünkü politika­nın kendi oluşum süreci, bir yerde in­sansal merkezden kopuşun ortadan kal­dırılmasının geçerli bir yolu da burası gi­bi geliyor bana.

Kuşkusuz bu tartışma geçen iki yüz­yıl içinde bitmedi ve yeniden gündemi­mize gelip oturdu. Bu tartışma asla aka­demik bir tartışma değildir. O, insanın yaşadığı dramatik koşullardan çıkarak yeniden gündemimize gelmiştir çünkü.

Yaklaşık 150 yıl önce Marx’ın belirt­tiği gibi, bugün insan bir araç durumuna düşürülmüştür. Oysa insanın mutluluğu bizim için temel bir tarihi amaçtı. İnsanın araçsallaştığı her çağ gibi 2 i . yüzyılda da, Engels’in dediği gibi “güncel çağ, bir bi­linçsizlik durumu” haline gelmiştir. Çün­kü günümüzde insan emeği ve onun ya­rattığı bütün değerler, kendi varoluşun­dan, dolayısıyla kendi özgür ve bilinçli etkinliklerinden kopmuştur. Özetle di­yebiliriz ki, hem politika felsefe ile hem de insan yeniden felsefe ile barışmalıdır. Bu ilk çıkış noktamızdır. O halde dönüp bu sorunu yeniden incelemek gerek-

119----

Page 120: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

m ektedir.

3. İn san lığ ın to p lu m s a l k r iz in in fe l­se fed ek i karş ılığ ın ı nasıl o kum alıy ız?

İnsan türse l b ir varlık o larak kendi e- meği ile kendi varoluşunu yaratm ıştır. Bu anlamda insanın varoluşunun özüdür emek. Dem ek ki emek, aslında insansal varoluşun zorunlu b ir sonucu olarak o r ­taya çıkmış b ir e tk in lik tir. Bunlar genel b ir sav olsa da, bugün için önem li olanın insanın kendi varoluşunun emekle olan ilişkisinin n iteliğ idir. Haklı olarak şimdi şu soruyu sorm ak zamanıdır; bugün in­sanın kendi emeği ile ilişkisinde nasıl b ir varoluş ortaya çıkmıştır? Ya da insanı in­san yapan yaratıcı e tk in lik le r o larak e- mek b ir yerde insandan b ir kopuş süre­ci mi yaşıyor? Başka b ir deyişle, bozulan insanın bozulma nedeni kendi yaratıcı e- meğinden kopuşun b ir sonucu olarak değerlendirm ek m ümkün müdür? Soyut b ir anlatımla ifade edecek olursak, insan bugün adeta e t ve kem ik yığınına mı dö­nüşüyor?

Eibette bu sorulara kolayca cevap bulmak şim dilik zo rdur, ama ben yine de b ir denemeye girm eye cesaret edece­ğim.

Kapita list Ü re tim Biçimi (KÜB) altın­da emek, insanın som ut varlığını soyut b ir varlığa dönüştürm esine yol açmıştır. Bu kapitalizm in üre tim mantığının doğal b ir sonucudur. Aslında insan nasıl som ut b ir varlık ise onun emek eylemi de so­m uttu r. O halde som ut olan emek, yine som ut olan insanı nasıl o lu r da soyut b ir varlığa dönüştürebilm iştir? Ne yazık ki emek, bugün a rtık ister b ir iş etkinliği i- çinde bulunsun isterse bulunmasın, a rtık o adeta makinenin b ir parçası veya ma­kinenin b ir dişlisi haline dönüştürülm üş­

— yol--------------------------------------------

__ 120______________________________

tü r. Çünkü makinenin canlı b ir varlık gi­bi beyni, dolayısıyla b ir algılama gücü yok tu r. Makine sonuçta b ir dem ir yığını­dır. İşlenmiş b ir dem ir yığını olarak... İn­san ise asla dem ir b ir yığın o larak değer- lendirilemeyeceğine göre, o halde bu sorunun özü nerede bulunmaktadır? Kaba b ir benzetme yapmak gerekirse, bugün insan yine de düşünme, algılama veya diğer anlamı ile değerler sistemini yaratma gibi işlevler bütününde b ir de­m ir yığınından çok farklı görün tü ve rm i­yo r diyebiliriz. G örün tü ile som utluk a- rasında bugün büyük b ir açı yok gibi. İn­san varlığından düşünme, duygu, algıla­ma vs. ye tile rin i çekip alın, geriye et ve kem ik yığınından oluşmuş b ir canlı kal­maz mı? Bu sonuçta hayvansal b ir va ro ­luştur. Bugün e lbette insanlığın bu dere­ce b ir derin lik yaşadığını tasavvur ede­meyiz. Hala varlığımızın gerekçesi olan beynimiz, ta rih i kazanımlarımızla b ir lik te günümüzü ve geleceğimizi sorgulamaya devam ediyor. Bu azınlık b ir toplumsal gücü temsil ed iyor olsa bile, aslında ge­leceğimizin de tem inatını gösterir. G e r­çekten dem irin b ir beyni y o k tu r dedik, oysa insanın düşünme kapasitesini şim­d ilik önemli derecede y itirm iş olsa da, o hala b ir beyne, dolayısıyla varlığının ö- nemli b ir göstergesi olan düşünme ve a- let yapma yetile rine sahip b ir varlıktır. Geleceği kurmada, bu, onun vazgeçil­mez nesnelliğidir çünkü.

İnsanın kendi yarattığı ü rün le r ile iliş­kisinin düzeyi, onun yaratıcı gücünün, dolayısıyla düşünme ve eyleme geçme yetile rin in ortaya çıkardığı bütün bu de­ğerle r toplamı, aslında onun bu ü rün le r­de nesnelleşmesi dem ektir. Yani insana a it olan şeyler, özünde onun ürünlere aktarımından başka b ir şey değildir. A n ­

Page 121: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

cak bugün ü re tim ilişkisi içinde /e r alan bu insan, yaratıcı nesnelliğinin farkında oluşunu büyük oranda y itird i ve makine­nin b ir dişlisi gibi veya b ir nesne gibi du­yumsar oldu kendini. Bu aslında insanın öznelleşmesi süreci dediğimiz b ir sürece kayması anlamına da gelmesi dem ektir.

İnsanın insanlaşma sürecini, onun ko ­lek tif o larak ortaya çıkardığı emek ü rü ­nüne bağlı b ir süreç o larak düşünmek m üm kündür. Bu zorunlu o larak to p lu m ­sal b ir n ite lik taşıdı her zaman. Oysa bu­gün insan, kendi varlığını bu ortaklaşa e- mek üzerinden kuram ıyor. Ondan yalı- tık durum a düşüyor. Aslında bu durum, onu yıkan ve onu değerlerinden kopa­ran b ir öğe haline geliyor. Çünkü insan­laşmanın kurumsallaşması, özünde başka insanlarla b ir lik te o rta k eylem içinden ü- re tilm iş tir. Böylece toplumsal olan bu varlık, aslında g iderek b ir insansal varlık halini aldı. Bu b ir yerde insanın doğal ge­lişme seyrid ir aslında.

Bugün top lum un yaşadığı tarihsel sü­reç, insansal k im likten soyutlanan b ir sahte bilincin etkisi ve ağırlığı altında bu­lunmaktadır. O halde ilk elden yapılması gereken, koşulların üre ttiğ i bu bilincin i- zah edilmesidir. Bunu yaparken e lbette iki şeyi daha yapmamız gerekir; ilki ko ­şulların ürünü o larak açıkladığımız bu gerçekliğin, yani nesnel, som ut dediği­miz yaşamın çıplak gerçekliğinin e leştiri­sini yapmamız gerektiğ id ir. Çünkü eleş­tir i, devrim ci başkaldırı veya eylem ha­lindeki eylemin de e leştiris id ir b ir yerde. İkinci nokta bizim için daha önem lid ir; bu varoluşu değiştirecek tarihsel eyle­min m o to r gücü olan işçi sınıfını ve onun devrim ci hareketini ve bu hareketin kay­nağını göste rm ektir. Yani eyleme neden olan somutluğu ideo lo jik (tarihsel olanı

felsefi o larak gösterm ek) ve aynı zaman­da örgütsel b ir fo rm a büründürm ek. Bu asla geleneksel olanı tekrarlam ak anla­mına gelmem elidir, te rs ine yaşamın so­m ut ihtiyaçlarının karşımıza çıkardığı so­runlara çözüm üre tm ek dem ektir. Bu­nun som ut gerçekliğin içinde saklı o ldu ­ğunu görerek b ir hareket m erkezi o luş­tu rm aktır.

Bugünkü insan (ki ta rih i eylemin öz­nesi olan işçi de b ir canlı varlık olarak, insandan soyutlanarak ele alınamaz), tek tek insan hareketlerin in kapsamı bakı­mından her zaman insani (e lbe tte sınıf­sal) bilincin dışında, bağımlılık ilişkileri ü- zerine Kurulmuş b ir varoluş kıskacı için­de darbelenmiş ve atom lara ayrılm ıştır. Oysa som ut insan dediğimiz insani va ro ­luşun temel öznesi, onun toplum sallık i- çindeki vazgeçilmez o rta k b ir temeliydi. Çünkü onun varoluşunun kanıtı, to p ­lumsal olarak ortaklaşa bilince ve o rta k ­laşa olan eyleme dayanıyordu. Oysa bu­gün insan, bu o rta k kü ltü r ve bilinçten koptu. Dolayısıyla 21. yüzyıl insanının temel açmazı, soyut insan ile som ut in­san arasındaki varoluşsal b ir çelişkide düğüm lenmiştir. Kopuş ve çelişki, zama­nın bu sonsuzluğu içinde vücut bulmuş­tu r çünkü.

Haklı olarak şu soruyu sorm a zama­nıdır; peki ama bugün insan, kendini var eden o rta k değerlerden kopmuş olduğu kabul gören b ir yargı ise, insanın bu o- lumsuz varoluş cenderesinden ku rtu l­ması olası mıdır? Eğer olası ise bu dönü­şüm nasıl gerçekleşebilecektir?

Yine aynı şeyi tekrarlayacağım ama, bu soruya şim dilik kolayca b ir cevap ve­rilemez. İnsanlığın e lbette bu cendere­den çıkmasını olanaklı olarak göreb iliriz ,

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

121----

Page 122: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ama bunun nasıl gerçekleştirileceğine i- lişkin bugünden b ir reçete yazılması ola­naklı m ıdır sorusu açıkta kalır. Bu sahte b ir dok to ru n reçete yazmasına benzer. Sorulara olum lu cevap vermek, kafamız­daki soyut düşüncelerin b ir açıklanması o lab ilir belki, ama esas mesele bu dü­şüncelerin insanlığın özünde nasıl b ir vü­cut bulacağıdır. İşte bu noktada insanlı­ğın biraz daha kendi mecrasında bu so­runları tartışmaya devam etmesi gere­kir. Yine de burada bazı ta rih i anekdot­lara dönerek, birkaç noktayı açıklamak olasıdır.

“ Yahudi Sorunu” adlı çalışmasında Marx, insanın kurtu luşunu şöyle tasvir e tm işti;

“ Ancak gerçek bireysel insan kendin­de soyut yurttaşı yeniden elde edeceği ve b irey olarak, bireysel yaşamında, bi­reysel işinde, bireysel bağlantılarında türse l varlık durum una geleceği zaman, ancak insan kendi öz güçlerini toplumsal güçler o larak tanıyıp örgütleyeceği ve toplumsal erk i siyasal e rk biçim i altında a rtık kendinden ayırmayacağı zaman, iş­te ancak o zaman insansal kurtu luş ta­mamlanmış olacaktır.” (Marx, 1976:40)

Önce şunu kabul e tm ek zorundayız. Çağımızın insanı, sadece elleri kolları zincirlenm iş b ir tu tsak değildir, belki da­ha ağır sonuçlara yol açan durum , bu in­sanın aynı zamanda beyninin de tu tsak­laştırılmış olmasıdır. Bugün insanda o lu ­şan bireycilik, hem benciliği ü re tti hem de insanı insana kırdıran b ir olguya dö ­nüştü. Başka b ir deyişle insan bireysel yaşamını, başka insanların bireysel yaşa­mı üzerinden onu bastıran ve onu reka­bete açan, dolayısıyla kendisinde top lan­mış olan öz gücünü, kendi varlığını teh li­

— yol--------------------------------------------

keye sokan yapıya karşı değil, ama ken­di kardeşinin varlığına yönelten b ir kırıl­mayı yaşar oldu. Birey b irey o larak to p ­lumsal varlık olmaktan büyük oranda so­yutlandı. Elbette insanı bireyci b ir k im li­ğe dönüştüren esas nedenin görü lem e­miş olması, başka b ir ifade ile kapitaliz­min yarattığı yıkımın kavranılmamış o l­ması, insanın kim liğindeki kırılmaların da esas nedenidir. Çünkü bu sistemde bi­rey, toplumsal kim liğinden kopartılarak adeta atom lara ayrılmış ve insan yalnız­laşan ve ruhunu y itiren ‘cansız’ b ir tü r varlığa dönüştürü lm üştür.

Bu düşünce kabul ed ilir veya edil­mez, ama başka b ir gerçek de şudur; ça­ğımız insanı yine de bütün bu yabancılaş­tırılm a sürecine karşın, dünyasal b ir va­roluşun dışında oluşan b ir varlık da de­ğild ir. Yani insan, bu derece olumsuz koşullarla çevrelenmiş olsa bile, onun varoluşu top lum la ve doğayla ilişkisinde b ir dünyasal varo luştur. Çünkü insan ay­nı zamanda tarihsel b ir oluşum içinde şekillenm iştir. D iğer canlılar gibi insan bu dünyanın b ir varlığıdır. “ İnsan, insanın dünyasıdır” (M arx) sözünün sırrını bura­da bulabiliriz sanırım. Dolayısıyla insan, top lum u, devleti, dini, kü ltü rle ri o luştu ­ran b ir varlıktır. Sonuçta bütün temel özneler insanın kendisinde bütünleşiyor. Böylece bu olgusal yapıların tem el özne­si insanda bütünleştiğine göre, o kendi zamanında, içinde yer aldığı dünyada ve­ya toplum daki konumuna göre be lirle ­necek dem ektir.

İnsansal varoluşun tem eli yine insa­nın kendi yaşamında saklıdır. Bu anlam­da insansal varoluş, sonuçta insan eyle­m inin doğal sonucundan tü re tilm iş tir. Kendi değerlerine yabancılaşmak, özün­de top lum un kendisinin yabancılaşması

__ 122

Page 123: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

dem ektir. Bundan kurtu lm ak demek, her şeyden önce insanın kendi varlığını, ü retken b ir eyleme ve toplum un genel çıkarları uğruna savaşa katılan gerçek in- sansal varlığa dönüştürmesine bağlıdır. M arx ’ın gerçek anlamda bireyin bireysel varlığını olum lu b ir güce dönüştüren ro ­lünü buradan hareketle çözüm leyebili­riz.

O halde insan, kendini yıkan bu çev­resel koşullardan ku rtu larak yeniden kendi değerlerine dönecekse, ilk elden yapılması gereken, insanı insanlıktan çı­karan (bugünün temel gerekçesi olan vahşi sermaye sisteminden) bu yapılar­dan kurtulması gerektiğini bilince çıkar­maktır. Burada insanın hem sınıflara bö­lünmüş b ir varoluşun içinde bulunması (yani ezilen ve sömürülen b ir sınıfı tem ­sil ettiğinden dolayı) hem de emekçi in­sanın ve giderek bütün insanlığın, insan olarak tarih in en önemli varlığını boşa düşüren kapitalist sistemden kurtu luşu­nun bilincine varmasının anlaşılır olması gerektiğ id ir. H iç kuşku yok ki bu anlaşı­lırsa burada devrim ci felsefenin ro lü de ortaya çıkmış dem ektir. M arx ’ın düşün­cesinden hareketle b ir tanım yapan E. B o ttig e lli’nin şu yaklaşımı önem lid ir; “ Kurtu lm uş insan, gerçek insan olacak­tır. Ama bu doğruluğu olgular içine ge­çirm ek için, zincire vurulmuş olan, so­nuna kadar ezilmiş olan b ir sınıf, kendi­lerini tamamen y itirm iş bulundukları i- çin, erek olarak ancak kendi has öz le ri­nin yeniden elde edilmesini alabilecek insanlar gerek, ve bu sınıf da pro le tarya­dır. Felsefe ve pro letarya bağlaşması ( it­tifakı), kendini haber veren devrim in a- nahtarıdır.” (E.Bottigelli, 1976:41-42)

Böylece devrim ci felsefe, en genel anlamda insanın kurtuluşunun b ir yol

haritasını çizer bizim için. Ancak bu ku r­tuluş yolunun tüm mekanizmaları ile bir-*’ likte b ir eyleme dönüşmesinin tek olgu­su vardır, o da pro letaryadır. Çünkü pro le tarya kendini ku rta rırken aslında bütün insanlığı da kurtaracak b ir sınıf kim liğine sahiptir. İnsanın kurtu luş eyle­mi veya yeniden kendisinin insanlığa dö ­nüşünün haberciliği ne kadar p ro le ta r­yada ise, başarısı da öncelikle bu sınıfın felsefe ile bağlaşıklığının kurulmasına bağlıdır. Po litik yol haritası ve onun dü­şünsel temeli buradan çıkar çünkü.

“ Proletaryanın felsefede akli silahları­nı bulduğu gibi, felsefe de proletaryada maddi silahlarını buluyor... Felsefe ken­dini, proletaryayı ortadan kaldırmadan gerçekleştirem ez, p ro le ta rya felsefeyi gerçekleştirm eden kendini ortadan kal­dıramaz.” (Marx, D in Üzerine, akt., E. Bottigelli, 1976:42)

* * *

Tarih te gerçeklik ler üzerine yapılan bütün tartışmalar, genel o larak filozofla ­rın farklı yorum larına neden oldu, böy­lece buradan farklı felsefi akım lar doğdu. Kuşkusuz bu aynı şekilde bölünm elere de neden oldu. Bilimsel alanda her yeni­lik, kuşkusuz yeni bilg ilerin ortaya çık­masına neden olacaktı. Bu nedenle ger­çeği elde etm ek veya onu bilmek, mese­la Kant için, insan aklının yalmzca gö rü ­nüm lerin i bilmek anlamına geliyordu. Bu nedenle görünüm ün gerçek özü asla bi­linemezdi. Hegel’in ise, b ir şeyi bilmenin aslında o şeyin kendisini bilm ek olduğu­nu, dolayısıyla görünüm ile öz arasında m utlak b ir aşılmaz duvarın olamayacağı fik rine dayanıyordu ve Kant’a cevabı e- sas olarak bu nokta üzerinde yoğunlaş­mıştı. O , daha sonra “ gerçekliğin, öz ile varoluşun b iriliğ inden” çıkacağını söyle-

21. yüzyılda insan ve felsefe__

123

Page 124: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yolyecektir. (Akt; Lenin, 1976:126) Dolayı­sıyla bilim in ve insan düşüncesinin tarih i, aslında kendinde olan şeyin, bizim için b ir şeye (kendisi için olana) dönüşüm sürecinin ta rih i olarak okunması demek­tir . Elbette bu süreç, durağan ve statik b ir süreç olmadığı gibi, itirazlar veya ye­ni bilg iler de tartışmanın kesintili b ir sü­reci olarak asla okunamazlar.

G erçekten klasik m odern felsefe, be­lirttiğ im iz gibi bu eleştiri üzerinden doğ­muştu. Ağırlıklı o larak aklın ve bilincin bozulduğu bu temel de, e leştirin in dina­miği üzerinden belirlenm işti. Elbette bu­rada antik felsefenin m odern felsefe ile ayrımına girecek değilim. Çünkü bu top- lum lardaki nesnel varoluş biçim i, b irb i­rinden çok farklıydı. Doğal olarak her i- ki felsefe arasında ayrımların oluşması­nın nedeni de bu temelden çıkar. Klasik felsefenin idealist tem eli, bilgilerim izin nesnelere uyumlu ve bağımlı olduğunu reddedip, aslında nesnelerin kendisinin b ilg ilerim ize bağımlı ve uyumlu olması gerektiği düşüncesinde anlam bulmuş­tu r. Ö ze llik le bu düşüncenin tem eli Kant tarafından yazılan “ Saf Aklın Eleşti­r is i” adlı eserde verilm iş ve sonraki fe l­sefi akımlara temel o luşturm uştur. Ras­yonel bilgi (akılcı bilgi), özneden bağım­sız b ir şekilde, aklın (ruhun) ürünü o ldu­ğunu ileri süren b ir ‘düşünce devrim in in ’ ürünü olarak çıkm ıştır tarih sahnesine. Böylece Kant, önceki gelişmelerden da­ha köktenci sonuçlar çıkarmıştır.

O halde işimize şu soruyu sorarak devam edelim; bugün insan türse l b ir varlık olarak, kendi kendinin bilinci ile kendisi için bilinç arasında ortaya çıkan çelişkili b ir yapısal süreçten, kendini ta ­nımlamak için nasıl b ir varoluşsal öğe çı­ka rılab ilir? Bu aslında sorunun k r it ik o ­

lan noktasıdır. Bu soruya cevabımızı sondan başlayarak verm ek istersek şun- ların altını çizmemiz gerekir; eğer insan kendi kendini tanıyor ise, insan olarak hem kendini yıkarak atom lara bölen hem de doğayı yaşanmaz kılan bu ger­çeklerin bilincinde hareket eden ve pra­tik b ir e tk in lik te bulunan, dolayısıyla kendi varlığını yeniden kuran ve kendin­de bilinci kendisi için bilince dönüştü­ren, dolayısıyla onu bu varlığa yükleyen b ir varlık ile tanım lanıyor olması gerek­tiğ id ir. Çünkü bilginin (yani gerçek ola­nın kendisini bilmek) sadece beyinde kalması, b ir şekilde bilginin beyne hapse­dilmesi, kendi varoluşunun da soyutlan­ması ve işlevsiz kalması dem ektir. Bu an­lamda kendi kendine duyarlılık, aslında dış dünyaya olan duyarlılık dem ektir. Burada b ir olay karşısında duyarlı olmak, acımak, üzülmek ya da d ö r t duvar ara­sında ağlamak değildir. Bu önem lid ir a - ma bu tek başına yetmez, aynı zamanda bu olumsuz çevresel koşulların nedenini sorgulayarak örgütlenm ek ve eyleme geçmek dem ektir. Duygu veya herhangi b ir görüş, aktarıldığı ve ikinci, üçüncü k i­şilerle paylaşıldığı zaman, o, som ut b ir duyguya ve som ut eyleme dönüşüyor dem ektir. Toplum e lbette tek tek b irey­lerden oluşur. Ve bu b ireylerin eylem i­d ir ki insanın özgül etkinliğinin zorunlu b ir ürünü olarak ortaya çıkar. Bu, hem eylemin hem de bu eylemi gerçekleşti­ren insanın toplumsal b ir öze kavuştu­ğunu gösteren b ir oluşum sürecid ir. İn­sanın ve giderek top lum un kendi va ro lu ­şuna yabancılaşması, toplumsal ve insan- sal e tk in lik le rin in aşağıya doğru hızla kaydığı koşulların ürünü olarak çıkar karşımıza. Böylece insan ikiyüzlü, sahte b ir varoluş haline gelir. Çünkü düşünce

Page 125: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ile varlık b irb irinden kopuyor ve b irb ir i­nin yok edilişinin araçlarına dönüşüyor. Ama yine de şunun unutulmaması gere­kir. İnsan varlığında buluşan düşünce ile nesnel varlık arasındaki ilişki, asla ebedi ve değişmez b ir ilişki biçim i değildir. O - nun varlığı ile lebet sürm eyebilir. Ancak yine de bunun kopuş süreci anlamında paradoksal o larak devam etmesi veya çözümsüz kalışı, insanlığın daha da çürü­mesine ve çözülmesine yol açar. Bunun değişmezliği üzerinde tasarı o luşturan­lar, yani bu çelişkili konumu değişmez ve ebedi kılanlar, onu sadece kafalarında kurgulayan düşünce özürlü le rid ir. G er­çekte ise bu çelişkinin çözüm yolu, çok önceden gösterild i. Hegel’ in idealist dü­şüncesi karşısında Feuerbach “ D inin Ö - zü Üzerine D ers le rde” bu konuda şun­ları yazdı; “ M etafizik varoluştan fizik b ir varoluş, öznel b ir varoluştan nesnel b ir varoluş yapmak istemek, mantıksal ya da soyut varoluştan tu tup da yeniden man­tıksal, gerçek b ir varoluş yapmak iste­mek, saçma sapan b ir İş tir” ve devamla Feuerbach bunu “ beş duyunun beşi ile çözüldüğünü” söylerken tümüyle haklı değil midir? (A kt; Lenin, 1976:65) Ancak bu bozulma veya yabancılaşma işte bu nedenle, asla insanın değişmez kaderi o- larak sunulamaz. Elbette onun nedenleri ve bu nedenlere yol açan kökenlerin in­celenmesi gerektiği açıktır. Onun b ir başlangıcı olduğu gibi b ir sonu da ola­caktır doğal olarak. Elbette daha sonra burada kü ltüre l varoluşun ro lü ve bu bağlamda postm odern te o ri ve onun öngördüğü insan modeli tartışmaya açı­lacaktır.

İşte buradan değişimin nedenlerini bulacak süreçleri özümsemek önem li­d ir. İnsan denilen varlığın başardığı en ö­

nemli buluş belki de, özgür olma isteği i- le bu isteğin hangi zorunlu luktan ortaya çıktığı arasındaki ilişki ve bağda saklıdır. Mesela ilkel insanı ele alalım; ilkel insan yeme içme gibi öz gereksinimden başka b ir şey bilm iyordu. Onun eyleminin sını­rı burasıydı. Ama yine de bu som ut b ir eylem olarak som ut b ir varoluştu. Bu in­sanın üre tim etkinliği, hem dış dünyanın sahiplenilmesi hem de gereksinim duy­duğu maddelerin elde edilmesine daya­nıyordu. Yine de insan, bilindiği gibi ken­di gereksinim inden fazlasını üretm esiyle anlamlaşmıştır. Bunun nedeni, insanın hem toplumsal b ir varlık olması hem de değişim içinde b ir varlık olmasıdır. O nedenle Marx, insanın “ gereksinim du­yulan üretim den fazla üre tim de bulun­ması, yani bireyin a rtı-ü re tim i, diğer b i­reylerin gereksinim ine göre hesaplan­masından çıkar” der. Aslında ilk bireyin üre tm e gereksinim i, kafasındaki değişim hesabıyla, ikinci, üçüncü b ireylerin ü re ti­m inin, bu artı ürün ile değiştirm eyi dü­şündüğü için ü re tir. Bu gelişmenin doğal sonucu şu o lm uştur; ilk bireyin emeği ve ilk ürünü, b ir meta durum una geldiği za­man, yani ilk üre tim in ancak başkasının üre tim in in niceliğine oranlandığı ölçüde ilgilendiren b ir nesne durum una gelmiş­tir. Böylece ilk bireyin ü re tim i kendine yabancı durumuna gelir. Onun üstünde egemen o lu r ve başkası ile ilişkilere dö ­nüşür. Başka b ir deyişle ilk ürünün ik in­ci ürünle ilişkilenmesi dem ektir bu. D e ­mek ki özgül insansal etkinliği, değişim süreci içinde şekillenm iştir. Daha önem ­lisi bireyin bu etkinliğinin yadsınma ko ­şulları olan yeni koşullar yaratılmış de­m ektir. A r tık böylece emek, insansal b ir e tk in lik ten çıkarak, b ir kazanç ve kara dönüşen b ir e tk in lik halini aldı. Böylece

21. yüzyılda insan ve felsefe__

125

Page 126: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

insan emeği, kendisi için zorunlu ihtiyaç­ların karşılanması için sürdürülen b ir ey­lem olmaktan çıkarak, insandan ve ya­rattığı ürünlerden koparak yeni b ir sü­recin ü rünlerin i ortaya çıkarır hale geldi. Zaten kapitalizm de b ir sistem olarak buradan tü re tilm ed i mi?

Ö zgürlük ile zorun lu luk ilişkisinden bahsetmiştim daha önce. Bu ikili yapının aslında diyalektik b ir ilişki içinde olduğu­nu gösterir. Ancak özgürlük Hegel’in belirlem iş olduğu gibi “ dünyanın ussallı­ğının” kavranılmasından doğmaz. G e r­çekten özgürlüğün elde edilmesi, tinsel e tk in lik ten değil, tersine insan pratiğ in­den ve onun olaylarla ilişkisinden çıkar. Düşünce ile varlık ilişkisi bu noktada, som ut p ra tik e tk in lik içinde elbette dü­şünmeyi zorunlu kılar. Nesnel varoluş insan için, pratiğin içinde ekonom ik ve toplumsal ilişk iler bütünü tarafından o- luşturulur. Böylece pra tik e tk in lik için­de, insan ile doğa, özne ile nesne, dü­şünce ile varlık, özgürlük ile zorunlu luk gibi ta rih i olgular bu birliğin oluşmasını sağlar. Düşünce tek başına ele alındığın­da soyut b ir kavramdır. Oysa düşünce gerçek anlamda toplumsal b ir niteliğe sahip olduğu zaman b ir anlam ifade e- der. Böylece düşünce, toplumsal yaşa­mın yeniden ü re tim i anlamına gelir. Çünkü düşünsel olgular, özünde to p ­lumsal yaşamın yansımasından başka b ir şey değildir. İnsanın kendi öz değerleri­ne sahip olarak, kendini yeniden yarat­ması, ta rih i b ir hareket olarak bu insan- sal e tk in lik, tüm yaratılış kuramlarının yadsınmasını ge rek tir ir. G erçekten insa­nın kendini yaratma sürecinin tarih i, dü­şüncenin kendini var edişinin de ta rih i­dir. Çünkü maddeden düşünceyi çekip almak, maddenin kendisine özgü ger­

__ yol___________________________çekliğin de y itim i dem ektir. Bu anlamda düşünce maddeden asla ayrılamaz.

Burada insanlar arası ilişkiler, eski­den b ir değerler sistemi üzerine ku ru l­muşken, a rtık bugün yeni ilişkiler, nes­neler arası ilişkilere dönüşerek, bu de­ğerle r sisteminin yıkılmasına yol açmış­tır. Böylece emeğin kendisi b ir araç du­rumuna getirilm iş ve insan da b ir maki­neye dönüştürülm üştür. Sadece emek değil, bizzat insanın kendisi de amaç o l­maktan çıkarılmış ve b ir araç durumuna getirilm iş tir. Ü re tim aracına dönüşen her yapı gibi insanın kendisi de statik, kurgulanan ve verilen em ri yerine geti­ren b ir makine g ib id ir adeta. Böylece in­sanı insan yapan özne llik leri olan düşün­ce, duygu, sevgi, kü ltü r ve benzer değer­le r kaybolmaya yüz tu tar.

Bugün ne yazık ki sadece düşünce maddeden ayrılmadı, aynı şekilde duygu da düşünceden ayrıldı. Düşüncelerim iz yine aynı şekilde duygularımızın bahçe­sinde yeşermedi. B ir yerde A d o rn o ve H orkhe im e r’ın dediği gibi “ ...endüstriya- lizm, ruh la rı n esn e lleş tirm iş tir .” (M. H orkhe im er-T . A dorno , 1995: 46) D uy­gusu olan ben ile düşüncesi olan ben, b irb irinden kopan ilişk ile re dönüştü. G erçekte durum böyle olmamalıydı. Çünkü duygu ile düşünce b irb irin in ya­bancısı olan ve b irb irinden ayrılamaz iki kavramdı. N itek im Feuerbach bu kav­ramları “ Leibniz’in Felsefesinin Açıklan­ması, Geliştirilm esi ve E leştirisi” adlı e- serinde şöyle ele almıştır; ” ... duyan o la­rak b ir ’im, düşünen olarak evrenselim. Am a düşüncede ne kadar b ir isem, du­yumda da o kadar evrensel olmaktan geri kalm ıyorum. Düşüncede uygunluk sadece duyumda uygunluğa dayanmak­tadır... H er tü rlü insani bağ, insanlardaki

__ 126

Page 127: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

duyum benzeşimi öncülüğüne dayanır.” (akt; Lenin, 1976:330) Dolayısıyla insa­nın insanla anlaşmasının' en temel unsu­ru olan dil, bugün duygularımızı ve dü­şüncelerim izi anlaşılmaz kılan b ir yaban­cılığa yol açtı. Oysa düşünce dilden ba­ğımsız değildi. Düşüncelerim izin e leştiri­si, dolayısıyla aklımızın eleştirisi ya da duygularımızın ifade edilişi tümüyle dil a- racılığıyla olmaktaydı. O halde bugün şöyle düşünmek yanıltıcı mı o lu r dersi­niz? Yani dilim iz bizi anlatan b ir öz y it i­mine mi yol açmıştır? D il, sözcüklerin gölgesinde b ir anlam ve b ir öz yitim ine doğru b ir hareket içinde mi şekillen­mektedir? Anlatan dil anlaşılmaz b ir dile mi dönüştü? Özünde düşüncenin kırıl­ganlığı, b ir yerde dilin kırılganlığı demek­tir . Düşüncenin bozumu dilin bozumu dem ekti b ir yerde. Burada kırılgan dü­şüncenin eleştirisi, doğrudan b ir ilişki i- çinde olan dilin b ir e leştirisini yerine ge­tirm esi anlamına da gelebilir belki. Feu- erbach’ın Haym ’dan aktardığı gibi “ Aklın eleştirisi, dilin eleştirisi o lm ak zorunda­dır.” (Aynı yerde) Düşünce ile varlığımız (evrensel hareketim iz) arasındaki ku ru l­ması gereken bu bağ (aynen emek, ba­ğında olduğu gibi), büyük oranda b ir ko ­puş sürecine yol açmış olduğu için, aynı şekilde dilin bozulmasına da yol açmış­tır. Dem ek ki kullandığımız dil, düşünce­lerim izin anlaşılmaz veya karmaşıklığı ü- zerinden anlaşılmazlığa neden olm uştur. Elbette düşünce ile dil b irb ir in i tamam­layan iki kategorik kavramdır. G erçek­ten “ dil, bilinç kadar eskidir, dil, gerçek, pratik, ö tek i insanlar için de varolan ve o halde ben-kendim için de ilk kez var olan b ilin ç tir ve tıpkı bilinç gibi dil de, ancak ö tek i insanlarla konuşma gereksi­nimiyle, zorunluluğuyla ortaya çıkar. Be­

nim bilincim, beni çevreleyen şey ile ilı'ş- k im d ir.” (Marx, 1979:92) Soyut anlamda dilin eleştirisinden hareketle aklın e leşti­risi e lbette yapılamaz. Bugün daha çok aldın eleştirisi, dolayısıyla düşünce yapı­larının eleştirisi üzerinden dilin eleştirisi b ir anlam ifade edebilir gibi ge liyor bana. Yani ortada olan insan yıkımının b ir şe­kilde dilin yıkımına yol açışı, öyle sanıyo­rum ki insanın düşünce ve davranış yıkı­mının, başka b ir deyişle M arx ’ in b e lir tt i­ği gibi “ nesnelerim izin” üzerinde şekille­nen b ir karaktere yol açmış b ir görünü­mü söz konusudur.

Burada M arx ’in, dil ile yabancılaşma bağlantısına ilişkin oldukça öğretic i b ir tümcesini aktarm ak istiyorum ;

“ Karşılıklı bağlantıları içindeki nesne­lerim iz, konuştuğumuz tek anlaşılır d il­d ir. İnsansal b ir dili anlamazdık ve o dil etkisiz kalırdı; b ir yandan insansal b ir dil, b ir dua, b ir yalvarma, öyleyse b ir küçük düşme olarak görü lü r ve duyulur, öyley­se utançla, alçalma duygusu ile konuşu­lu r ve ö te yandan b ir sakıntısızlık ve b ir z irzopluk olarak alınır ve yadsın irdi. Biz hepimiz, insansal varlığa öylesine yaban­cılaşmışız ki, insansal varlığın dolaysız d i­li bize insan onuruna b ir saldırı, ve te rs i­ne maddi değerlerin yabancılaşmış dili i- se, bize kendine güvenen ve kendini öy­le gören doğrulanmış onur olarak görü ­nür.” (Marx, 1976:45-46)

Şimdilik bu noktayı burada sınırlaya­rak buradan önemli olan başka b ir nok­taya geçiş yapalım; ekonom i p o litik yapı ile düşünsel yapının b irb irinden kopuşu­nun yarattığı olumsuz sonuçları, insan ö- zü açısından irdelemeye çalışalım.

4. E k o n o m i p o lit ik ile fe ls e fe n in

b irb ir in d e n ko pu şu in s a n lığ ın k u r ­

21. yüzyılda insan ve felsefe__

127 -----

Page 128: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

tu lu ş e y le m in i n e d e n o lu m s u z o la ­ra k e tk i le m e k te d ir?

Bilimse! sosyalizmin tem ellerin in atıl­masına kadar geçen önceki süreçte, ö- zellikle ekonom i po litik üzerine çalışma yapan düşünürler, em ekteki bu yabancı­laşma sürecini görememiş ve bunun so­nuçlarını kuramsal b ir senteze dönüş- türm em işlerd i. Bu sorunu daha sonra M arx çözecektir. O nedenle Marx, özel­likle emeğin yabancılaşması sorununu e- le alarak bunu ekonom i p o litik sürecin i- çine sokm uştur. İnsanlık için kurtu luş manifestosunu da buradan tü re tm iş tir. Yabancılaşmaya son verecek açılımların başında, artı-değer kuramı ile b irlik te m ülkiyet ilişkilerinin sorgulanması, dola­yısıyla özel m ülkiyetin reddi üzerine kurgulanan b ir sistem yapılanması çıka­rılm ıştır.

Önce yanılgılı olan şu “ M arx e leştiri­si” sorunundan işe başlayalım; burjuva bilim dünyasının M arx için en çok eleşti­ri konusunu, onun ekonom i po litik de­ğerlendirm elerin in . felsefeden ve insan tanımından kopuk olduğuna ilişkin yapı­lan yo rum la r o luştu rm uştur. Bu oldukça haksız b ir yargıdır. Kuşkusuz bu e leştiri­ye liberal soldan başlayan, postm oder- nistlere kadar uzanan b ir dizi akımın da önem li b ir katkısı o lm uştur. Oysa biraz M arx öğretis i ile uğraşanlar b ilir le r ki, bu yaklaşım tamamen temelsizdir. G e r­çekten M arx ’a en çok eleştiri getirilen konulardan birisi olan, ekonom i p o litik varsayımlar, iddia edildiği gibi asla eko­nom ist b ir analize dayanmaz. Onun ka­p ita list ekonom i politiğe eleştirel yakla­şımının tem elinde felsefe kuramı olarak, insan ve insanın kurtu luş ideolojisi var­dır. Yani işin tam da odağında insan, do ­layısıyla felsefe va rd ır. Bu anlamda

__ y o l_____________________________

M arx’in hem dilinde hem de düşünce m erkezinde devrim ci b ir felsefenin va­roluşu, aslında Marksizm ’in teme! va ro ­luş gerekçesidir. M arx salt eylemci b ir kişilik değil, o aynı zamanda geleceğimi­zin kurtuluşunun da b ir filozo fudu r çün­kü.

O halde bu filozofun bize göste rd ik­lerini biraz daha anlamaya çalışalım.

M arx ’a göre insanın yeniden kendine dönmesi, dolayısıyla yabancılaşma süre­cine son vermesi, özel m ülkiyet re jim i­nin ortadan kaldırılması görüşüne daya­nır. Çünkü insanın bütün insani yetenek­lerini kazanmasının yolu bu noktada toplanm ıştır. G erçekte insan araçsallaş- mış b ir meta olmaktan ancak böyle b ir yol izlenerek çıkabilecektir.

Özel m ülkiyet tu tkusu ve bu tu tk u ­nun yarattığı sonuç, insanın kendi insan- sal değerlerine yabancılaşan o luşum u­nun maddi olarak dışı vurum u dem ektir. Bu tu tku ve eğilim, insandaki bozulma­nın asıl nedenidir. Kuşkusuz özel m ülk i­ye t dediğimizde, ekonom ik b ir kavramı kullandığımızı biliriz. Esas konum uz in­sansa! varoluşun koşulları ise, doğrudan insana yabancı olan koşulları da ta rtış ı­yoruz dem ektir. O zaman bu yabancılaş­ma kavramının içine, zorunlu olarak e- konom ik yabancılaşmayı da koymamız gerekir. Çünkü M arx ’in ifadesi ile konu­şacak olursak, “ ekonom ik yabancılaşma süreci, gerçek yaşamın yabancılaşması anlamına gelir.” (Marx, 1976:60) Gerçek yabancılaşmanın kendisi, aynı zamanda b ir başka önemi de bize gösterir; gerçek yaşamın yabancılaşma öğeleri, bilinç ve bilinç b içim lerin in de yabancılaşmasında ortaya çıkan kaynaklarıdır. Kü ltürden dinsel yapılara, sanattan çeşitli bilimsel

__ 128

Page 129: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

çalışmalara kadar bütün süreçler top la ­mında ortaya çıkan yabancılaşma, başka b ir deyişle insanın ko lek tif varlığını yok eden yeni varoluş biçim lerin in tem elin ­de bu ekonom ik yabancılaşma süreci ya­tar. Elbette bilinç ve değerler sistemin­deki yabancılaşma ile, yani ideo lo jik ya­bancılaşma ile ekonom ik yabancılaşma eşdeğer b ir yapı göstermez. Ama yine de bu farklılığa rağmen, insanın kendi in- sansal varoluşunun bütün toplumsal do ­kularını yıkan veya ona kaynaklık eden süreçlerin temelinde, oluşmuş bu eko- nom ik /po litik sistemin kendisi vardır. Özel m ülk iyet nasıl ki insan için b ir sahip olma duygusu yaratarak, bütün değerler sisteminin üzerine basarak onu yıkıyor­sa, işte bu ekonom ik sistem, yani eko­nom ik yabancılaşma süreci de bireyi ve b irey le r toplu luğunu hızla kendi değer­lerinden ve insansa! bilincinden kopara­rak adeta m odern kö le le r haline dönüş­tü rü yo r. Bunun için M arx ’ın ısrarla “ tüm yabancılaşmanın olum lu olarak kaldırıl­masını” önerm esinin nedeni de bu nok­tadır.

Peki ama insan bu m odern kö le lik z incirle rinden nasıl kurtulacaktır? Bu so­runun yanıtı kaba m ateryalist b ir yo rum ­la verilem ez gibi ge liyor bana. Çünkü bu sorun p o litik erkin basit b ir ei değ iştiril­mesine indirgenemeyecek kadar önem ­lidir. Yani biz b ir yerde salt p o litik erki değiştirm iş olsak bile, insan o tom atik o- larak kendi insansal kim liğine döner mi acaba? Bu yaklaşım, “ yaşayan sosyalizm” deneyleri ile göste rilm iş tir ki, yanıltıcı b ir düşüncedir. Çünkü insanın evrim i u- zun b ir ta rih i dönem içinde şekilleniyor. Po litik ik tida r el değiştirse bile, kırılgan b ir insan kim liğinin o lum lu dönüşümü belirtild iğ i gibi üstten belirli kararlarla

gerçekleşemez. (Asla bu p o litik iktidarın ele geçirilmesi eylemini küçümsemek anlamına da gelmez. İk tidar perspektifli p o litik eylemin, insanın insanla buluşma­sının da ilk adımını teşkil ettiğ i unutu l­mamalıdır.) Bu gerçekliği bilen Marx, o r ­taya önce, “ insan özgürlüğü” sorununu atmış, sonra da “ insanın doğru luğu” so­rununu araştırmaya başlamıştır. (G eçer­ken be lirtm ek isterim ki; ‘yaşayan sosya­lizm ’ deneylerinin hemen tüm üne yakın oluşan bu ö n d e rlik ku rum la rın ın , M arx ’ in önem li olan bu saptamasını iç­se lleştird ik le rin i sanmıyorum. Anlaşıl­malıdır ki Lenin’ i bunun dışında tu tu y o ­rum .) Ne var ki, insanın doğruluğu ve gerçek anlamda insanın oluşum hali, m utlak sure tte o lgular/nesnellik ler için­de ü re tilecektir. Bu anlamda o b ir ye r­de, hem Hegei’den hem de Feuer- bach’tan kopm uştu r. M a rx ’in, gerek “ Yahudi Sorunu” , gerekse “ Hegel’in H u­kuk Felsefesinin Eleştirisi” nde, som ut in­sanın doğasını incelemesinin nedeni de budur. Kuşkusuz adı geçen bu iki filozo ­fun düşüncelerinden e tk ilenm iştir. He- gel’den insanın tarihsel oluşumunun d i­yalektiğini, Feuerbach’tan ise som ut in­sanı, insan ile doğa ilişkisini, başka b ir deyişle m ateryalizm in i a lm ıştır. Ama M arx ’a göre her iki filozofun görüşü ek­lek tik ve idealistti. Oysa M arx kendi öz görüşünü geliştirirken, bu iki öğenin b ir ­leştirilm esinden daha başka ve daha de­rin analizlere dayanmıştır.

İnsanın insan olarak bağımlılık ilişkile­rinden kurtu luş sorunu, e lbette içinde bulunduğu nesnel olguların incelenmesi­ni gerektirm iş tir. İnsanın tarih i aynı dü­zeyde b ir ü re tim ta rih id ir de. Dolayısıy­la insanın m erkezinde bulunduğu bu ü- re tim ilişkilerinin incelenmesi, insana u-

21. yüzyılda insan ve felsefe__

129

Page 130: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

laşmak için kaçınılmaz b ir yoldur. İnsa­nın özgül e tk in lik alanı olan üre tim alanı, insanın bütün istek ve biçim lerin in de gösterild iği b ir alandır. İşte ekonom ik- p o litik çözümlemenin önemi burada o r ­taya çıkmıştır. Bu araştırmasında Marx, insanın nasıl b ir yabancılaşma içine' sü­rüklendiğini gördü. Kendisine yabancı, doğaya yabancı, kendi ürününe yabancı ve nihayet kendi insansal n ite lik le rine karşı da yabancılaşmış bütün özü burada buldu. G erçekten gündelik olarak da ya­şadığımız gibi, KÜB ve bunun üzerine in­şa edilmiş egemenlik sistemi, insanın yadsınmasına dayanan egemenlik ilişkile­rid ir. İşte insanın öz değerlerden kop tu ­ğu şartların ortaya çıkışının tem elin i do­ğal olarak bu egemenlik sisteminin yapı­sında buluyoruz. Dem ek ki bizim kapita­lizme karşı yönelmemizin temel gerek­çesi böylece daha da somutlaşmış o l­maktadır.

Elbette insanı daha iyi anlayabilmek i- çin onun doğayla ilişkisini doğru olarak kurgulamak gereklid ir. Böyle b ir so ru ­nun incelenmesi, bizi doğaldır ki günü­müz insanının açmazlarına gö tü rü r. Da­hası bu sorunların doğru kurgulanması, aynı şekilde insanın bu açmazlardan na­sıl kurtulabileceğine ilişkin ipuçları v e rir bize. O nedenle biraz daha genel yo ­rum lara devam etm ek zorunluluğumuz buradan çıkar.

5. D o ğ a n ın y ık ım ı insan ın y ık ım ı, in san ın y ık ım ı d a d o ğ a n ın y ık ım ı d e m e k t i r

İnsanın doğayla olan ilişkisi, özünde insanın insanla olan ilişkisidir. Aynı şekil­de insanla ilişkinin doğayla ilişkili olduğu gibi. Bu ilişki içinde görünen esas be lir­lemeyi M arx şöyle açıklar; “ İnsan için,

insansal özün ne ölçüde doğa durumuna ya da doğanın ne Ölçüde insanın insansal özü durumuna gelmiş bulunduğu, duyu­lur, som ut b ir olguya indirgenmiş b ir bi­çimde, demek ki bu ilişki içinde görü ­nür.” (Marx, ¡976:189)

İnsan doğası, salt öznel b ir biçim için­de tanımlanamaz. Kendi kendine yaban­cılaşan insan, b ir iş ve üre tim uğraşı iç in­de olmayan b ir varlık durumundaysa e- ğer, bu süreçlerden kurtulamaz. Oysa insanın yabancılaşmasında, adı geçen bu insan b ir işçi olarak, yani b ir ü re tim e t­kinliği içinde yer alan b ir varlık olarak, insanı yok eden ve b itiren süreçlerin karşısına d ik ileb ilir ve yabancılaşma sü­recini olum lu anlamda tersine çevireb i­lir. Kapitalist ü re tim ilişkileri içinde in­san, kendi öz doğrusuna yabancılaştırıl­mıştır. İşte bu sürece katılan insan, bunu görür.

Bu anlamda insanın gerçek doğası, kendi yaratmış bulunduğu zenginlikler doğasında açığa çıkmıştır. Sözgelimi her­hangi b ir insan kapitalist olduğu zaman, onun yabancılaşması, ona kişilik veren şey, artık kendisinde taşıdığı insana ait olan değerler değildir, tersine bu para ve parasal ilişk ilerd ir. İlk bakışta para in­sanlar arası ilişkide genel b ir bağ gibi gö­rünür. G erçekte ise her tü r insani ilişki­yi yıkan, zengin olma tutkusu ile insanla­rı b irb irine düşüren, onları bölen b ir ko ­numdadır para. Sevgi, güven, aşk, sanat, bilim, duygu gibi bütün insani e tk in lik le r b ire r insani varoluş b içim leri iken, para bu ilişkilerin tüm ünü bozmuş ve insanı paraya bağladığı gibi, sevgiyi de para ile ölçülebilen b ir “ değer” haline getirm iş­tir . Bugün çok fazla duyduğumuz “ aşka ve sevgiye inanm ıyorum ” sözünün, so­m ut olarak bu varoluş içinden çıkarak

130

Page 131: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

söyleniyor olmasının p ra tik b ir anlamı da buradan çıkm ıyor mu dersiniz?

M arx burada insan bilim inin koşulla­rını yeniden yaratırken, aslında yeni in­sanı da keşfetmiş o luyordu. Burada o lu ­şan insan, doğanın içsel b ir özel sonucu değildir. Bir yerde doğa, insanın dışında­dır. Yani doğa ile insan b irb irinden kop­muş iki yabancı olgu gibidir. Oysa insa­nın özsel olarak ve olum lu anlamda do­ğayı kendisine mal etmesi gerekmez mi? Çünkü burada hem insanın doğaya hem de kendi kendine yabancılaşmasının ne­deni yok edilmeden sorun çözüm lene­mez. “ Doğanın insanlaşması kadar insa­nın da doğallaşması gerek ir.” İşte bu iki temel gerçeği b irb irinden kopararak in­sanı hem kendine karşı hem de doğaya karşı yabancılaştıran nedenlerin başında, özel m ülkiyet sistemine dayanan kapita­lizm gelir. Bunun ortadan kaldırılmasının özsel nedeni bu noktada aranmalıdır. Burada sınıfsız b ir top lum ideali üzerine kurulm uş sistem, sadece üretim ilişkile­rin in dönüşümünü sağlamaz. Aynı şekil­de insanın “ tarih öncesine” de son verir. A rtık insan doğasının açılımı ve gelişme­sinin yolu bu noktada bulunm uştur çün­kü.

Marksizm yeni insanı öz olarak iki a- yak üzerinde tasarlamıştı. Bu öngörünün önemi, içinde yaşadığımız çağda daha da b ir anlam kazanmıştır; ilki, önce insan i- le doğa karşıtlığı son bulmalıdır. Aslında ne insan ne de doğa b irb irine özsel ola­rak yabancı değildir. O n lar b irb irine ya­bancılaştırılm ıştır. Çünkü kapita lizm dünyasının sonuçlarıdır bunlar. İkincisi, insan insanla barışık olmalıdır. A r tık in­san kendi tü rüne yabancı b ir varlık o l­mamalıdır. İnsan toplumsal doğasını ye­niden yaratmalıdır. “ Ö zgürlük gereksin­

meden kurtu lduğu noktada başlayacak­t ı r ” diyen filozofun düşüncesinin önemi buradadır. Onun türse l yaşamı, bireysel yaşamı ile ö rtüşecektir. Dolayısıyla gün­delik çıkarlar, insan ilişkilerinde be lirle ­yici b ir ro l oynamayacaktır artık. Ama yine de insanlar kendi çıkarlarını her za­man öne almış ve ona uygun düşünce ve davranış içinde o lm uştur. Buna karşın insanlar bu çıkarları daha çok gündelik b ir zaman dilim i içine sıkıştırmıştır. Ge­nel b ir tanım kullanmak gerekirse insan­lar, uzak erim li b ir düşünce ve davranış içinde, başka b ir deyişle işin bilincinde, dolayısıyla yapma niyetinde değillerdi. Bu b ir şekilde kapitalizm koşullarında dı­şardan giydirilm iş b ir kopuş sürecinin doğal hareketiydi belki. Ama bu durum yine de insanların içsel o larak onların çı­karlarında yerleşik olarak her zaman mevcut o lm uştur. Dolayısıyla canlı varlık olan insanın mutluluğu gibi, aynı şekilde b ir soy olarak devamını sağlamak gibi is­tençle r ile çıkarlar, b irb irin i tamamlayan b ir süreç olarak her zaman insan varlı­ğında buluşma noktası o larak kalacaktır. İşte bu durum onun değişime ve değiş­tirm eye açık olan b ir özelliğ id ir de. Ç ün­kü doğal ve insani çıkarlar, insanın gelişi­minin de m o to ru ve p ra tik yo ludur. D o ­layısıyla bireyin çıkarı, sınıfın genel çıka­rı içinde vücut bulacak, bu durum b ir yerde onun gelişim inin de temel gücünü oluşturacaktır. Burada önemli olan, bu çıkarlar zeminini bozan ve onu b irb irine karşı kırdıran burjuva manipülasyonu- nun açığa çıkarılmasıdır. Özgürce geliş­menin yolu da öyle sanıyorum ki bura­dan çıkacaktır.

Burada aradığımız şey, toplumsa! in­sanın kendisidir. Toplumsal insan ger­çekte, hem p ra tik içinde hem de düşün­

21. yüzyılda insan ve felsefe__

131

Page 132: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ce içinde b ir kimliğe kavuşur. Dem ek ki p ra tik ile düşünce ilişkisi özünde to p ­lumsal b ir niteliğe sahiptir. Bunlar to p ­lumsal eylem ve toplumsal düşünceler­dir. Dolayısıyla doğanın insansal özü ile insanın doğal özü, sonuçta bu toplumsal insanın eylemine bağlı olarak şekillenir. İnsanlar arası ilişki veya bağ, ancak o lu ­şan top lum içinde geçerli b ir m om enttir. Böylece M arx ’tan bize uzanan temel düsturu şu cümlede toparlayabiliriz; in­san ile doğanm birliğ i insanın tam anlamı ile "doğallaşmasına” , doğanın da eksiksiz olarak “ insanlaşmasına” bağlıdır. Bunun gerçekleştirilm esin in biçim i de ancak top lum içinde oluşan b ir karaktere sa­h ip tir.

M arx ’a göre, insanın insanlaşmasının ilk ve temel biçimi, erkek ve kadın ara­sındaki ilişkiler tarafından o luşturu lm uş­tu r. Bu hem doğal hem de toplumsal b ir n ite lik ile be lirlenm iştir. Oysa sermaye bu temel ilişki biçim ini, başka b ir deyişle toplumsallığı yıkarak, insanı insandan kopardığı gibi, kadın ve erkeği de b irb i­rinden kopardı. Burada cinsellik, bu iki tü r insan için b irleş tiric i b ir ro l oynama­sı gerekirken, cinsellik b ir meta olarak kullanıldı, bu ise kadın ile erkeği b irb ir i­ne düşüren sonuçlara neden oldu. Böy­lece insan özgürlüğünün önünü açacak süreci de parçaladı. B ireyleri adeta ser­mayenin kö le lerine dönüştürdü. Kadın erkeğe göre bundan fazlasıyla zarar g ö r­dü.

Doğanın insani dönüşümü aslında in­sanın insanileşm esinin dönüşüm üyle doğrudan bağlantılıdır. G erçekten insa­nın eylemsel tarih i, doğanın tarih ine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu anlamda şimdiki za­manda doğanın vahşi yıkımı, tamamı ile insanın yıkımı ile b ir anlama kavuşuyor.

— yol----------------------------------------Ve doğa aslında b ir yerde insandan öcü­nü büyük ‘doğal fe lake tle r’ ile çıkarıyor. Burada doğal fe laketler özünde yabancı­laşmış bu insanın, yani kapitalizm in b i­çim lendirdiği insanın, dolayısıyla serma­yenin yıkımı olarak çıkıyor karşımıza. Doğa daha önce zaten b ir uyum içinde varoluşunu kurgulamıştı. Oysa bu uyum bugün bozulmuşsa bunun nedeni, insa­nın deli b ir göm lek içine sokulmasından ileri gelmiş olmasıdır. G erçekten doğa­nın dönüşüm tarih i, eğer bu olum lu b ir dönüşüm ise, insanlığın olum lu dönüşü­mü, tersi ise olumsuz dönüşümü anlamı­na da geliyor doğal olarak. Tarih, "İnsa­nın gerçek doğal ta rih id ir... İnsansal ta­rih, doğa tarih in in edimsel b ir parçasıdır. Doğanın insanlaşmasının ta rih id ir ” diyen M arx ’i böylece b ir kez daha haklı çıkar­mıştır. (Marx, 1976:364)

Bugün insanlık, zorunlu b ir geçiş sü­reci içinde bulunuyor (b ir kaip grafiği gi­bi inişli çıkışlı b ir ta rih i süreç olarak), dolayısıyla büyük b ir bozulma ve kendi kendini y itird iğ i b ir yabancılaşma dediği­m iz süreçten geçiyor. Bu aşamada insan adeta yeniden “ tarih öncesi” döneme girm iş gibi görünüyor. Kuşkusuz tek farkla: e lbette bugün insanlık büyük b ir bilgi b irik im ine ve o rta k b ir ta rih i kaza­nıma sahiptir. Tekn ikte ve bilim de bü­yük ilerlem eler o lm uştur. Yaşam bu an­lamda daha kolaylaşmıştır. Am a yine de bu olum lu ve rile re rağmen, insan kendi kazanımları olan bu tarihsel ilerlem eleri bugün kendi lehine doğru dönüştürem e­m iştir, dolayısıyla büyük oranda geriye savrularak, yoksulluk, açlık içinde, hasta­lıklarla, savaşlarla ve doğal afetlerin bas­kısı altında hızla yok o lm aktadır. Bu as­lında insanın kendi kendisinden koptuğu ya da ayrıldığı b ir kopuş aşamasıdır. 21.

__ 132

Page 133: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

yüzyıl insanı, yaratıcı bütün özellik lerine karşın toplumsal doğasından ayrılmış ve bu çelişkilerin girdabı içinde, çözümsüz ve donuklaşan b ir varlık halini alm ıştır a- deta. Burada e lbette soyut anlamda ka­pitalizm i suçlamanın fazla b ir anlamı da yok tu r. Kapitalizm som u ttu r ve gerçek yaşamımızın içindeki özünü gündelik o- larak yaşıyoruz ve duyumsuyoruz. Kapi­ta list sistem, hem doğayı insanlaştıran hem de kendi kendini insani kılan b ir ya­pıyı parçalamakta başarılı o lm uştur bu­gün. Bu anlamda po litik referanslarımız ve sloganlarımız soyut b ir kapitalizm a- leyhtarlığına dönüştüğü noktada anlamı­nı da y itirm eye başlıyor. Sermayenin kendisi, insanın yok edilişi üzerine ku ru l­muş olan varoluşunu, bütün insanlık yü­reğinde ve beyninde hissetmediği süre­ce b ir sonuç alınamaz gibi geliyor. Bu­nun nasıl vahşi b ir yapı olduğunu, insanı kendine düşman kıldığını gösterm ek ve bütün bunları kanıtları ile anlatmak ko ­münist öncülere düşer elbette. Ama....

Bugünkü insan, hem b ir yandan ta ri­hi kazanım ve bilgi b irik im i ile b irlik te b ir toplumsal yaşam içinde şekillen iyor hem de bu kazanım ve bilgisel b irikim den ko ­parak adetâ b ir ‘hayvanlaşma’ sürecine g iriyor. Ama yine de tarih, bu sürecin tamamı ile içinde bulunuyor. Ya da bu pratik, ta rih in b ir parçası olarak rolünü işletiyor. Dünden bugüne ve yarına yo l­culuk bu şekilde icra ediyor. Bu nedenle e lbette karamsar olmayı gerektirecek h içb ir şeyin olmadığı da çıkıyor. Ama yi­ne de biz tarih dersi dediğimiz dersten öğrenmemeye ısrarla devam ediyoruz. Oysa tarih, öğrenm ek isteyenlere öğre­tiy o r aslında. George Santayana’nm de­diği gibi “ Tarih ten öğrenmeyenler, onu te k ra r etmeye m ahkum dur.” (Akt; Bilgi

Teoris i.h tm )

insan önce kendisinin de olduğu do­ğaya karşı yabancılaştı. Emek, gerçek an­lamda doğanın değişiminin temel aracıy­dı. Ama emek, bugün kendini var eden doğaya karşı da yabancılaştı. İşte bu araç ile doğa üzerinde denetim ini sağladı. E- gemenliğini inşa e tti. Ama bu egemenlik, hiç de kendisinin de b ir parçası olan do ­ğayı o lum lu değişime uğratmadı. Doğa da aynen insanın yıkımı gibi yıkıma uğra­tıldı. Doğa üzerindeki egemenlik isteği ve süreci, bireyi,' aynen ezilen diğer kar­deşlerine karşı rekabete it t i ve parçala­dı. Eğer bu yabancılaşma olmasaydı, in­sanlar bireylerden top lum lara geçişi de kolay kolay sağlayamazlardı. Daha sonra göreceğim iz gibi, demek ki yabancılaştı- rılmanın bu anlamda b ir de o lum lu ro lü ortaya çıktı.

Ü re tim in ve sanayinin hızla geliştiği küresel kapitalizm döneminde, te kno lo ­jinin “ yıkıcı ro lü ” , insanlığın gelişmesi ö- nündeki engellere dönüşmüş (çünkü sermayenin, spekülatif b ir yapı içinde ya­tırım a dönmeyip üretken karakterin i bütünüyle yitirm esiyle yıkıcılığı daha da sabitleşm iştir) ve bu sadece insanın tü ­ketilmesi sonucunu değil, aynı şekilde doğanın yıkılması sürecini de yaratm ış­tır. Bu anlamda ilk defa M arx ’in be lirle ­diği “ sanayinin gelişmesinin” olum lu ö- ğeleri, bugün için insan ve doğa bağla­mında olumsuz öğelere dönüşmüştür.

Marx, bilindiği gibi insanın doğa ile i- lişkilerin i araçsız ilişk iler o larak tasarla­mıştı. Karl M arx insanı, yine insanın zo­runlu ve pra tik b ir süreç olan üre tim ile ilişkilerine göre ele almış ve buradan in­sanın gerçek gelişme koşullarının yaratı-

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

133----

Page 134: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

lacağı öngörüsünde bulunmuştu. Genel düzeyde sanayinin kendi gelişim süreci i- çinde, insanın gelişmesinin özünü de o r ­taya çıkaran b ir ilerlem e olarak varsay- mıştı. Ancak sanayinin özel m ülkiyet sis­tem i içinde gerçekleşmiş olması, özünde insansa! yabancılaşmasının da esas nede­ni haline dönüşmesini görmüştü. Böyle- ce sanayi, insan varlığına karşı b ir konum kazanmıştı. Dolayısıyla insanı insanlıktan çıkaran b ir anlatım dem ekti bu.

Bir zamanlar Marx, ta rih i iki büyük döneme ayırmıştı; insanın yabancılaşma­sına yol açan b ir egemenlik sistemi altın­daki gelişme dönem ine tekabül eden “ tarih öncesi” dönem, diğeri ise insanın evrensel gelişmesi olan yeniden “ insan­laşma dönem i” . Sanıyorum bu tanım, yaklaşık 150 yıl öncesinin b ir tanımı olsa dahi, herhalde 21. yüzyıl koşullarının da iyi b ir anlatımı olmaktadır.

G erçekte bugün tarih i o larak ortaya çıkmış olan toplumsal ilişkiler, adeta O r ­taçağ dönem inin doğa-birey ilişkisine yeniden dönüşün b ire r özelliğini taşır gi­bid ir. Top lum önemli derecede yıkılmış, değerler üzerine kurulması gereken ve bu değerlerle var olan top lum çözülmüş ve büyük oranda kaybolm uştur. Elbette kaybolan top lum değildir. Kaybolan bu­günün toplum unu oluşturan insansal de­ğerlerin yok o luşudur ve bireyin yeni­den ilkel bireye dönüşüm sürecidir. Bir dönem nasıl ki birey, kapitalizmin geliş­mesine neden olan süreç içinde, hem doğanın dönüşümünde hem de to p lu ­mun yaratılmasında önemli b ir ro le sa­hip idiyse (çünkü emek, bu sistem içinde olum lu bütün değişimin temeliydi), bu­gün de aynı kapitalizm, yeniden vahşi ka­rakterine dönerek, insanın yeniden to p ­lumsal değerlerden kopuşunun, doğanın

yok edilmesinin ve bireyin b irey olarak sınırlanmasının tem ellerin i yarattı. Ç ün­kü emeği yabancılaştırdı (emeği sadece yabancılaştırmakla kalmadı, aynı zaman­da bugün emeğin ro lünü de kırarak onu b ir yerde ‘dışlaştırdı’), bilgiyi tekeline al­dı, dolayısıyla insanla doğa arasındaki ge­çerli olan bu tek bağı da kopardı. Bu so­runu aşağıda ayrıntısı ile ele alacağım. Böylece insan insana karşı yabancılaştı. İnsandan başka hiçb ir varlıkta olmayan insani öz, y itim e uğradı. “ İnsan, insanın ku rdudur” sözünü adeta anlamlı kıldı.

Bu büyük b ir çelişki anlamına gelir kuşkusuz. Dolayısıyla bu böyle devam e- demez. Çünkü insan, yeniden insansal değerlerini kurmadan, onun h içb ir gele­ceği de olamaz. Yaşam özleminin yok e- dildiği b ir nokta, aslında b ir soy olarak insanın da yok edildiği noktadır. Bu an­lamda gelişmelere seyirci kalmak, aslın­da kendini yadsımak dem ektir.

Bu onarımda yukarıda da belirttiğ im gibi yabancılaştırma öğelerinin, aynı za­manda olum lu b ir katkı sağlayacağını ön ­görm ek yanlış b ir düşünce gibi gelm iyor bana. H er şeyden önce, bütün insani de­ğerlerin oluşumu, çözülme ve giderek çürüme dönem inin içinden çıkmıştır. Tarih bunun sayısız örneğine tanıktır. Çünkü insana yabancı olan bütün olgu­lar, zorunlu olarak çelişkileri artırmadan edemez. Bu çelişkiler insan yapısındaki çelişkilerle b ir lik te vücut bulur, oluşur. Çünkü çelişki gerçek anlamda “ her tü r ­lü hayatın ve her tü rlü hareketin kökü­dür.” (Hegel) İnsanın yeni b ir b ir lik için­de kaynaşabilmesini sağlayabilmek için, çelişkilerin daha açık, daha bariz b ir şe­kilde yaygınlık göstermesi yetmez, onun anlaşılır olması, bilince çıkarılması gere­kir; burada sözün, anlamın, fik irle rin vs.

__ 134

Page 135: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ideolo ji ve felsefe olarak devreye g irm e­si gerekir. Başka b ir ifade ile çelişkiler i- yi okunmadığı sürece, karşı b ir ro l de oynayabilir. Onun iyi okunması diyalek­tik b ir felsefeye ve tarih bilincine sahip olunması ile gerçekleşebilir. Sözün de­ğiştiric i gücü, çelişkinin çözümü olarak aslında b ir yerde değersiz varoluşun da değiştirilme gücüdür. “ Ne ararsan ara, M ekke’de, Hacda değildir, insanda ara” diyen ozanın dediği gibi, insansa! yapının bütün kökenleri, yine insan denilen bu çelişkili varlıkta saklıdır. Dolayısıyla in­san varlığı her ne kadar çelişkili ve anla­şılmaz b ir varlık görüntüsü verse de, as­lında özünde o rta k değerlere sahip b ir varlık o larak okum ak gerekir.

İnsanlığın geçirmiş olduğu tarihsel deneyler, geleceğimiz açısından önemli ipuçlarını ve rm ekted ir bize. Mesela kla­sik Alman felsefesinin ve o dönemin filo ­zoflarının en büyük açmazına bakalım; burada en büyük açmaz Alman filozofla­rının hem yabancılaşmanın özünü kavra­mamış olmalarından hem de yabancılaş­manın kökenini, insanın tarih içinde o lu ­şan ve ona yabancı durumuna gelmiş e t­kinliğinin dışa vurumu olduklarını gö r­memiş olmalarından kaynaklanmış olma­sıdır. Yani köken her ne kadar insan o l­sa da, ancak insan faaliyetinin kapitalist yapı içinde yabancılaşmasıyla, kendi var­lığını oluşan değişik kurum lar içinde ta­nımlar olmuştu. Aslında devlet, hukuk, din vs. gibi kurum ların, insana yabancı durumuna gelmiş e tk in lik le rin b ir sonu­cu olduğunu görmezden gelmişlerdi. N i­tekim Hegel bile, bu düşünceden dolayı insan ile yine insanın kendinde saklı bi­lincini özdeşleştirirken, nesne ile özne i- lişkisini, dolayısıyla b irliğ ini önceden var­sayılan soyut b ir süreçler dizimi olarak

ele almıştır.

Bugün için yabancılaşma öğelerini so­yut olgularla açıklamak fazla b ir şeyi ifa­de e tm iyor. Oysa yaşanılan bütün ve ri­ler, som ut o ldukları için buradan b irçok kanıt, sonuç vb. çıkarırız. Bu açıdan tarih devam eder. Özne ile nesne karşıtlığı o- lan bu kuram, yani yabancılaşma olgusu­nun, eğer belirli b ir zaman içinde o rta ­dan kaldırılması öngörülecekse, bunun pra tik insan bilincine nasıl yansıyacağı ö- nem taşır. Burada önemli olanın, bu kı­rılmanın insan yaşamından nasıl ortadan kaldırılacağına ilişkin felsefenin, dolayı­sıyla politikanın yol gösterici rolünü açı­ğa çıkarmaktır.

B ir yerde bugün insanlık, ta rih önce­si dönemi yaşamaktadır demiştik. Oysa tarih öncesine ilişkin b ir yaklaşım, b ir yerde doğal ta rih in de b ir parçasıdır. Çünkü insanın ilerlemesi inişli çıkışlı b ir kalp grafiği gibidir. İşte tarih öncesi bu dönemin, b ir yerde gerçek, som ut insa­nın yeniden yaratılmasının da kaçınılmaz tarih i olması zorunluluğu buradan çıkar. Eğer biz 21. yüzyılda som ut/gerçek insa­nı yeniden üreteceksek, bunun yolu in­sanın içinde yaşadığı yabancılaşmaya ne­den olan bütün olguları yıkıp atmak du­rumunda olması gereken insanın, bu bi­linci yine bu nesnenin varlığı içine ve o- nun b ir parçası olarak giydirecek olm a­sıdır. Bunun tek yolu, insanı insana düş­man eden sistemi, yani özel m ülkiyete dayanan kapitalizmi ortadan kaldırma­nın, insan yaşamı için nasıl b ir zorunlu luk olduğunu bilince çıkarmaktan geçecek olduğunu gösterm ektir. G erçekten insa­nın toplumsal b ir varlık haline gelişini, bilinçli ve daha önceki gelişmenin tüm zenginliğini koruyarak yapılmış bulunan dönüşümünü, M arx komünizm olarak a­

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

135

Page 136: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yolçıklıyordu. M arksizm ’in bu çözüm lem e­si, tarihsel b ir hareket olarak, insanın düşünen bilincinin yeniden üretilm esi anlamına da gelecekti kuşkusuz. Böylece insan, kendi öz doğasına yeniden dönü­şünü bulacaktır buradan. Çünkü kapita­lizmde emeğin yabancılaşması, insanın öz doğal yapısını bozm uştur. Dış dünya insan varlığının b ir uzantısı iken, yabancı­laşma insan varlığını nesneler dünyasının b ir uzantısına dönüştürm üştür. Bu be lir­lemeyi Marx, “ insancıllık-doğalcılık” iliş­kisi içinde açıklamıştı. Gerçekten bu a- naliz, insanın doğayla ve insanın insania çelişkisinin de çözüm üdür. Aslında bu­nun çözümü, b ir yerde nesne ile özne­nin, özgürlük ile zorunluluğun, b irey ile top lum un arasındaki çelişkinin de çözü­münü gös te rir bize.

Eğer M arx işte bu nedenle, ekonom i po litik analizinde yabancılaşmış emek sorununu çözümlememiş olsaydı, insa­nın b ir bütün olarak insansal yabancılaş­ma kavramını da çözümleyemezdi. Böy­lece bu kavram ve bu kavramın yaratıcı­sı M arx ’in, klasik bütün felsefecilerden farklı olarak, insanın kurtu luş düşüncesi­ni, insanlığın elindeki b ir manifestoya dönüştürm esine yol açmasının özü bu­rada saklıdır.

Bu vesile ile söylemek isterim ki, be­nim her sorun karşısında M arx ’i yeniden okumam, onun her cümlesinde ve her paragrafında ortaya koyduğu gerçek çö­zümleyici gücün sırrını bu luyor olmam, yalnız dünün değil, aynı zamanda bugü­nün ve geleceğin de prob lem leri karşı­sındaki çözümleyici gücünü ve riyo r ba­na. Dolayısıyla o beni, b ir aslanın kükre ­mesi gibi kapitalizm karşısında kükre t- meye sevk ediyorsa bunun tek nedeni, kapitalizme olan sınıf kini ve insanlığa o ­

__ 136____________________________

lan büyük dostluğumdandır. O rada b ir kez daha gerçek insanlığımı buluyorum ve böylece umudum yeni b ir ta rih in ya­ratılmasına yol açan bu bilginin gücünü kendi nesnel varlığımda ortaya çıkarıyo­rum. Çünkü onun, sınıfımın acılardan kurtu luşu için yazmış olduğu reçete, in­sanlığı kendi kurtuluşuna götüren yolun önündeki bütün engelleri aşmamıza sevk eden tek reçete.

6. T a r ih , z a m a n ve m e k a n k a v ra m ­la rın ın g ü n ü m ü z d e k i a n la m ı ü z e r in e

Bugünkü insanın varoluş biçim i, za­manın sonsuz akışı içinde ortaya çıkan sahte b ir görüntü değildir. İnsan bu za­manın ve bu tarih in içindeki maddi b ir olgudur. Am a aynı zamanda düşünceleri ve duyguları olan kü ltüre l b ir va rlık tır da o. Şimdi zaman ve mekanın temel nes­nesi olan bu varlık, yani insanın kendisi, b ir yerde kendi kendisinden koparak ye­ni b ir varoluş biçim i olarak çıkıyor. Bu­gün ekonom ik krizden, toplumsal veya siyasal krizden, k im lik veya kü ltüre l k riz ­den vs. bahsedilebilir, ama, sanıyorum daha önemlisi, insanın kendisinin b ir kriz içinde bulunduğudur. Ancak insanlığın kendi öz değerlerinden kopuşu ve bu türden oluşan varlık biçim i, içinde yaşa­dığımız zamanın ve yine içinde yaşadığı­mız dünyanın tem el koşulları o larak çık­m aktadır karşımıza. G erçekten insanın krizi, b ir yerde diğer bütün kriz le ri de tohum halinde içinde barındırır ve onla­rın asıl kaynağı haline gelir.

O halde varlığımızın temel biçim i o- lan bu insan, zaman ve mekan dediğimiz dünyasal varoluş içinde nasıl şekillen­mektedir? G erek zamanın sonsuzluğu i- çinde, gerekse içinde yaşadığımız nesnel dünyanın, yani güncei çağın içinde, bu

Page 137: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

bugünkü insanlık için ne anlam ifade edi­yor? Eğer bu ilişkilerden dolayı, zamanı, nesnel b ir gerçeklik olarak değerlendi­recek olursak, buradan nesnel olan insa­nı yeniden kendi değerleri ile bu luştur­manın olanakları var mıdır? O halde in­sanın kendisi veya onun varoluş biçimi, zaman ve mekanın toplamı olan bu tarih içinde nasıl b ir işleve sahip olmaktadır?

Bu sorulara cevap bulmamız için so­runu biraz daha irdelem em iz gerekir.

Önce isterseniz zaman ve mekan ta­nımı üzerinde o rta k b ir anlayışı yansıta­lım. Soruna Engels’in şöyle b ir tanımı ile başlamak yerinde olur; “ Ç ünkü” d iyo r Engels, “ tüm varlıkların temel b içim leri, mekan, ve zamandır ve zaman dışında b ir varlık, tıpkı mekan dışında b ir varlık gibi, koskoca b ir anlamsızlıktır.” (Akt, Lenîn, 1995:204)

Hangi biçimde oluşursa oluşsun tüm varlık lar veya bu varlıkların biçim leri, ne zamanın dışında düşünülebilir ne de me­kan dediğimiz dünyasal yapı dışında. De­mek ki insan bu ikili yapı içinde biçim le­niyor. Dolayısıyla insanın duygu, düşün­ce veya tasarımları da bu yapı içinde şe­killeniyor. Duyguları ve düşünceleriyle b ir lik te insan, mekan ve zaman içinde var o luyor. İnsana a it olan duygu, düşün­ce veya tasarım biçim lerinden, paylaşılan b ir düşünce, paylaşılan b ir duygu veya paylaşılan b ir tasarım çikar ve bunlar i- kinci, üçüncü şahıslara aktarılır. Doğal­d ır ki burada insana ait olan bu öğeler­den, bizim dışımızdaki şeylerin yapısını çıkarırız. O zaman, mekan ve zaman tüm varlıkların tem el b içim leri de olsa, o aynı şekilde bizim dışımızda var olan gerçeklik lerin toplamı olarak da okuna­bilir. B ir yerde biz hem onun b ir nesne-

siyizdir hem de onun dışındaki “ dışsal” b ir nesneyizdir.

Öyle sanıyorum ki, zaman ve meka­nın değişik biçim leri, insanların düşünce, duygu veya deneylerine eşitlenemez ve­ya uyarlanamaz. Tersine bizim düşünce, duyum veya tasarılarımız, mekanın ve zamanın biçim lerine uyar. Başka b ir de­yişle, bize ait olan düşünce ve tasarımla­rımız, özünde nesne! olan mekan ve za­manın yansıtıcıları olarak, kendileri buna uyarlar. O halde buradan nasıl b ir sonuç çıkar? Günümüzde oluşan düşünce, du­yum, deneyim veya değişik bütün tasa­rım lar, içinde yaşadığımız dünyanın ve i- çinde hareket e ttiğ im iz zamanın doğru­dan b ir açıklanması, onun yansıtılması ve ona sağlanan uyumun özellik le rin i göste­rir.

İşte bu nedenle, çağımızın içinde o lu ­şan zaman süreci ve mekan olarak dün­yamız, egemen düşüncelerin uyumuna göre değil, düşünceler bu zaman ve m e­kan sürecindeki nesnel varlığa göre b i­çim lenm ektedir. Nesnel olan zaman ve yine nesnel olan mekan sürecine göre biçim lenen çağın egemen düşünce eği­lim leri buradan çıkar ve bu düşünceler toplumsal yapıları be lirle r aşamaya gelir. Kendini kaybeden insan, kendini kaybe­den zaman içinden çıkıp gelm iştir çünkü. Kaybedilen zaman, kayıp zamandır ve bunun tek nedeni, insanın gelişmesinin öznesi olan zamanı, burjuvazinin işçiden ve giderek bütün insanlıktan çekip alma­sıdır. Böylece zaman insanlığı geliştiren b ir olgu olmaktan çıkarak, burjuvazinin gelişmesinin b ir aracı olmuş ve burjuva­zi tarafından kullanılır hale gelm iştir. Burjuvazi için som ut olan zaman, işçi sı­nıfı için soyut b ir nesneye dönüştü rü l­müştür. G erçekten b ir zamanlar Marx,

21. yüzyılda insan ve felsefe__

- 137

Page 138: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

zamanı “ insanın gelişmesinin mekanı” o- larak açıklamıştı. Ancak o, yine de zama­nın işçinin gelişmesinde nasıl b ir engel olduğunu ise şöyle açıklayacaktır; “ Ku l­lanacak boş zamanı olmayan, uyku, ye­mek vb. gibi salt fiziksel kesintiler dışın­da tüm yaşamı kapitalist hesabına çalış­maya giden b ir adam, b ir yük hayvanın­dan daha beterd ir. O , fiz ik olarak ezil­miş, kafaca alıklaşmış, başkası için servet üreten basit b ir makinedir. Ama bunun­la b irlik te , bütün m odern sanayi ta rih i gös te rir ki, sermaye, eğer önüne set çe­kilmezse, bütün işçi sınıfını umursama­dan, acımasızca bu en aşağı düzeye dü­şürm ek için çalışır.” (Marx, 1978:143)

Böylece egemen düşünce ile b irlik te oluşan sahte b ir yaşam, hem zamanın ortadan kaldırıldığı hem de yıkılan doğa­nın yıkıntıları arasından çıkıp gelm iştir ve oradan tü re tilm iş tir. Yıkılan doğa yı­kılan altyapı süreçleri dem ektir aynı za­manda. Başka b ir deyişle yıkıntının ken­disi maddesel varoluş olan altyapı süreç­lerinin içinde g iz lid ir ve bu b ir yerde do­ğanın yıkımı anlamına geldiği gibi to p lu ­mun da yıkımı anlamına gelmektedir. Kuşkusuz insan varlığına aykırı olan bu süreç, burjuvazi tarafından kullanılan b ir zaman kavramı içinden tü re tilm iş tir. İşte bu yıkıntılardan tü re tilen sahte yaşam veya idealist düşünce biçim leri, altyapı süreçlerin in üzerinden şekillenmiş, baş­ka b ir deyişle zamanını kaybeden b ir za­man sonsuzluğunda insana aykırı b ir va­roluş biçim i içinde şekillenm iştir. Bu ka­pitalizm in yarattığı b ir sonuçtur ve bu bizzat kendisinden başka b ir şey de de­ğildir.

Buradan yukarıdaki soruya yeniden dönersek; içinde yaşadığımız bu o lum ­suzluklar süreci eğer nesnel b ir gerçek­

lik ise, bu gerçeklikten nasıl o lu r da o- lumsal b ir gerçeklik çıkarılabilir? Elbette insanlık ta rih i kanıtlamıştır ki, o lum lu­luklar olumsuzluğa dönüşebildiği gibi, o- lumsuzluklar da olumluluğa dönüşebil­m ektedir. Bu b ir yerde maddenin hare­ketinin top lum b ilim lerindeki karşılığıdır. Dem ek ki bütün b ilim ler, onların to p ­lumdaki karşılıkları veya din başta olmak üzere b ir dizi idealist düşünce biçim leri, sonuçta hem insanın yarattığı hem de o- na uyduğu sonuçlardır. O lumsuzu veya olumsal b içim leri dahil o lm ak üzere... O halde zaman ve mekan salt b ir kavram­lar dizisi değildir. Kavramlar yaşamın i- çinden çıkm ıştır ve nesnel varoluş tara­fından belirlen irle r. Dolayısıyla bu salt soyut olan tinsel b ir anlatıma dayanmaz. Yani kavramlar som ut maddesel olgula­rın anlatımı dem ektir. Lenin’in de b e lir t­tiği gibi “ Eğer zaman ve mekan yalnızca kavramlar ise, o zaman onları yaratmış olan insanlığın, onların sınırlarını aşmaya hakkı vardır...” (Lenin, 1995:205) O hal­de bu sınırları aşmaya m ukted ir olan ve onu ortadan kaldıracak olan bu insanın, onu bu olumsallığa götüren esas gerek­çesi, herhangi b ir canlı varlıktan farklı o- larak alet yapan, düşünen, düşündükleri­ni eyleme sokan ve yeniden üreten b ir varlık olmasından ileri gelir. Değişimin sırrı buradadır çünkü.

Doğa b ilim lerinden top lum b ilim le ri­ne kadar, zaman ve mekan içinde oluşan insana aykırı bu insan dışı ilkelerin ege­men oluşu, hem insanlık açısından b ir geçiş sürecinin öze llik le rin i göste rir, hem de bu “ zamansız zaman” kavramı­nın içinde şekillenen b ir “ kuşku çağının” , başka b ir deyişle insanın öz y itim in in e- gemen olduğu b ir dönemin yolunu açan b ir sürece girild iğinin kanıtları olarak çı-

__ 138

Page 139: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

kar karşımıza. “ Zamansız zaman” kavra­mı olarak ileri sürdüğüm iddianın özü, zamanın kendisinin salt takvim yaprakla­rından veya saatin akrep ve yelkovanla­rının hareketinden ibaret olmadığıdır. Çünkü bugün zaman, zamanını y itiren ve onun için de doğal o larak tarih i dışlayan b ir varoluş anlamına gelen b ir anlamsız­lığa bürünm üştür. Zaman, zamanını y iti­ren b ir çağın içinde şekillenm iştir. Çağı­mız böylece zamanını y itiren b ir “ kuşku çağı” na g irm iştir. (Kısa not; ‘kuşku çağı’ deyimi 20. yüzyıl başlarında yaşamış ide­alist b ir düşünür olan Poincare’ye a ittir. O günün koşullarında bu tanıma g iyd iri­len düşünce elbisesi Lenin tarafından e- leştirilm işti. Bu tanımı daha sonra başka düşünürler de kullandı sanırım. Mesela Am erikalı iktisatçı Galbraith bu adla b ir kitap dahi yazdı. Ama sanıyorum günü­müz dünyasını anlatmakta iyi b ir izdü­şüm olduğunu gösterm ek bakımından ben de bu kavramı kullanmakta b ir sa­kınca görm üyorum .) Ancak bu çağ, za­manını y itiren b ir süreç oiduğu kadar, aynı şekilde mekan dediğimiz nesnel dünyayı da yıkan b ir özellik ile anlam ka­zanmaktadır. Bunu kapitalist sistemden kopartarak salt tekno lo jin in hızlı büyü­mesine bağlayan yanıltıcı düşüncelerin varlığı yadsınamaz. Oysa tekno lo jik ye­nilenme bütünüyle sermayeyi büyüten, dolayısıyla kapitalist sistemi tahkim eden b ir ro l ile düşünüldüğü zaman anlam ka­zanacaktır doğal olarak.

B ir yerde zamanımız tarih i, zaman ve mekanın içinde b ir anlamsızlığa bürünür­ken, aynı şekilde insanın yıkımı ile karşı karşıya kalan b ir dünyasal varoluşu o rta ­ya çıkarm ıştır. Çünkü insan, doğayla b ir­lik te ve bu doğayı da yıkarken b ir zaman tüneli içinde, aslında kendisini de yıkıyor

dem ektir bu. Özünde doğanın yıkımı in ­sanın yıkımı olarak çıkıyor karşımıza.

İçinde bulunduğumuz zaman ve bu zamana giydirilen bütün kavramlar, in­san aklının savrulduğu b ir dönemden ge­çiyor. Çünkü kapitalizmde, insan emeği­nin b ir meta haline getiriliş i gibi, aynı şe­kilde akıl da b ir meta haline dönüştürü l­müştür. Bu bilginin b ir metaya dönüştü­rülmesi süreci de dem ektir. Dolayısıyla insanı insan yapacak olan öğelerden b ir i­si olan akıl, kendi gerçek özünden ko ­partılarak, insanlığa karşı b ir süreç içine sokulmaktan kurtulam am ıştır. “ Akıl kü l­tü r metası haline getirild iği ve tüketim a- macıyla insanlara teslim edildiği noktada çözülüp dağılmak zorundadır... Aklın kendisi de her şeyi kapsayan ekonom ik aygıtın araçlarından b iri haline gelmiş­t ir . ” (H o rkhe im er - A dorno, 1995:15- 48) Bu anlamda yabancılaşmış b ir akıl ta­rih inden bahsetmek yanıltıcı olmasa ge­rek. “ Yabancılaşmış akıl” aslında b ir ye r­de “ tarihsiz b ir ta rih ” dem ektir. Tarih, insan hareketlerinin toplamı demekse, insanın varoluşunda somutlanan akli ö- ze llik lerin i ve düşünme ye tile rin i yine in­sandan çekip aldığınız takdirde, aklını y i­tirm iş b ir ta rih ten bahsetmek yanıltıcı olmayacağı gibi, özünde bu tarihsiz b ir ta rih anlatımı da dem ektir. Yani tarih, aynen zaman kavramında gördüğümüz gibi olumsal b ir rolden koparak “ tarih - sizlik” girdap içinde şekilleniyor. Tarihin gerçek öznesi olan insanın olum suzlu­ğunda, tarih in kendisi de olumsuzluklar içinde b ir “ ta rihs iz lik” yaşıyor. Tarih, gerçek varoluşundan ve ilke ler bütünün­den kopuyor. Ama buradan asla “ tarih in sonu” tezi gibi b ir saçmalık çıkarılamaz. Anlatm ak istediğimiz sadece, insan ve doğa yıkımına neden olan tarih in , gerçek

139----

21. yüzyılda insan ve felsefe__

Page 140: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

___yo l

özüne yabancılaştırılmış b ir tarihsel dö­nem in kırılganlığının gös te rilm es id ir. Tersine tarih bugün, insan ve doğa bü­tünselliğinin tam da merkezinde duru ­yor. Çünkü tarih , zaman ve mekan süre­ci içinde insan eliyle ilkesizlikler üzerin­de şekilleniyor. Bu “ tarihsiz ta rih ” dedi­ğimiz süreçler top lam ıdır aynı zamanda. Zamanımızın tarih i, b ir yerde tarih ön­cesi b ir ta rih in izdüşümü gibidir. Zaman­sız zaman ile tarihsiz tarih, o rtak sürecin o rta k izdüşüm lerid ir bugün.

Böylece günümüzde tarih adeta, za­man ve mekanın içinde yabancılaşmış akli özellik le rin bulunduğu o rtak b ir ha­rekete dönüşm üştür. İnsan gerçekten bu tarihsel zaman aralığının içinde kendi akli özellik lerine, dolayısıyla kendi insani özüne aykırı b ir şekilde, adeta tarih ön­cesi b ir dönemin k rite rle rine dönüş gibi b ir sürecin içinde şekillenm ektedir. İlke­leri, hedefleri ve değerleri kaybolmuş b ir varoluş tarih i, gündelik yaşamın için­de şekillenen b ir esaret ta rih i gibidir. Tarihi esas olarak insan pratiği olarak al­gılarsak eğer, işte bu tarih, insanın en büyük özelliği olan aklın zincire vu ru l­muş b ir ta rih id ir. Unutulmasın ki tarih tek başına Hegel’in dediği gibi salt tin in nedenselliğine indirgenemez. Nedensel­lik leri, sadece tin in nedenselliği olarak okum ak tek bacaklı b ir varlık tanımıdır çünkü. Oysa bu nedensellik b ir yaşam i- çinden, b ir p ra tik içinden doğan b ir ne­denselliktir. O halde hem düşünce bi­çim lerinde hem de bu düşünce biçim le­rin in esas nedeni olan ekonom ik po litik yapı içindeki nedenselliğin çözülmesi ö- nem taşır. Dolayısıyla böyle b ir sürükle­niş, kendi yok oluşuna giden yolu stabi­lize etmeden, başka b ir deyişle yok o lu ­şa giden uçuruma sahip engelli yolu ber­

ta ra f etmeden düşünülemez. Eğer insan soyunun toptan yok oluşunu öngörm ü­yorsak bu böyledir. Çünkü tarihsel b ir varlık olan insan, bu yabancılaşma süre­cini, yine kendi yaşamı içinde kendinin bilincine dönerek ve kendi insani değer­lerine sahip çıkarak, içinde bulunduğu o- lumsuz koşulların ortadan kaldırılmasını sağlayabilir. Elbette bunun zaman ölçüsü belirlenemez. Ancak insanlık yıkımının m utlak sure tte belirli b ir doyum nokta­sına gelmesi gerekir. Doyum noktasını, bireyin krizin in toplumsal krize yol açan bileşkesi olarak değerlendirm ek olasıdır. Bu arayışların ve çözüm lerin artık e lit b ir tabakadan veya öncü güçlerden hızla k itle lere doğru kayması ve k itle le rin bu arayışa sahip çıkması dem ektir. Bu an­lamda yabancılaşmanın kitlenin mutlak olarak yadsıması ile başlaması gerekir. Başka b ir deyişle bu yadsımanın, k itle le ­rin bilincinde o rta k b ir eyleme dönüşe­bilmesi için, yaşanan krizin, adeta bir “ bilinç kriz ine” tutulmasını şart kılar d i­ye düşünüyorum. Bilinç kriz in in düzeyi, insan toplu luklarının sırat köprüsü üze­rindeki var olma ile yok olma arasındaki veya ölüm ile yaşam arasındaki kö p rü ­nün m erkez noktasıdır. Elbette buradan kurtu lm ak m utlak yadsıma ile oluşacak­tır, ama önem li olan bu kurtu luşun, yani yadsımanın yadsınması olan bu hareke­tin, insan elinde nasıl vücut bulacağıdır. İnsanın yeniden insana dönüşünün kaçı­nılmaz tek yolu budur. Ve bu elbette b ir süreç işidir. K o lek tif insan veya insana a- it değerlere kavuşan insan, bozulmuş in­sanın b ir simgesidir aynı zamanda. Bu çelişkili var oluş, kendi çemberini patla t­madan yoluna devam edemez. Çünkü “ insanın kendi ö teki varlığı içinde kendi ö tek i varlığım” (Marx) görmesi ve onu

Page 141: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

bilince çıkarması, onun yadsıma eylemi­nin olmazsa olmaz koşuludur. Bilinç ey­lemin aynasıdır, ama eylem de bilincin beslendiği ve ortaya çıktığı nesnel b ir te ­m eldir. Şimdi insanlık bu arayış ve e tk in ­lik lerin öngününde ağır b ir kriz ve yok oluş süreci içinde bu anaforu yaşıyor. Bunu, hem b ir umudun hem de b ir d ir i­lişin göstergesi olarak okum ak m üm ­kündür. O halde tarih in, m utlak sure tte tarih öncesi kırılma dediğimiz süreçten kurtulması gerekir. İnsan arayışları bu yolu yaratacak bütün nesnellikleri kendi elinde toplamaktadır. Bu onun umutsa! b ir ütopyası, başka b ir ifade ile gerçekle­şebilir b ir ütopyası dem ektir.

7. Y a b a n c ıla ş m ış e m e k , ö z ü n d e y a ­b a n c ıla ş m ış b ir y a ş a m d ır

a. Ü r e t im s ü re c in d e e m e ğ in

y a b a n c ıla ş m a s ı s o ru n u

Buraya kadarki anlatımda sık sık b ir kavram üzerinde durdum; yabancılaşmış emek kavramı. Şimdi iş, bu konunun ö- zünü açıklamaya geliyor.

İnsan top lu lukları günümüzde şu ve­ya bu şekilde oluşan b ir sistem içinde varlığını sürdürüyor. Bugün bu sistem i- fadesini ağırlıklı o larak kapitalizmde bu­luyor. Kapitalizm İse gerçek anlamda in­sanı insan olmaktan çok, b ir meta olarak üretm eye devam eden sistemin adıdır. Dünden bugüne insan yıkımının özsel gerekçesi, metalaştırılan insan kim liğin­de açığa çıkm ıştır çünkü. Bu aniamda ö- zel m ülk iyet sistemine dayanan bu yapı­nın varlığı, yabancılaşmış b ir insansal ya­şamın duyu lur maddi dışavurumu olarak da izah edileb ilm ekted ir, insanın kü ltü ­rel varlığı, yani insan varlığında nesnelle­şen din, hukuk, aile, devlet, bilim, sanat vs. gibi bu süreçler, aslında tike l anlam­

da üretim biçim lerin i ve rir bize. T ikel ü- re tim içindeki bu kü ltüre l oluşumlar, in­sandaki yabancılaşmanın b ir düzeyi o la­rak okunacaksa eğer, bunlar insanın b i­lincinde, insanın o rtak değerlerinde, do ­layısıyla vicdanlarındaki b ir kopuşu ve bozulmayı da gösterecek dem ektir. Da­ha önce de gösterild iğ i gibi, bütün kü ltü ­rel bozulmaların ve yabancılaşmanın te ­melinde iktisadi yabancılaşma vardır. Bu Marksist felsefenin özüdür. Aslında bu yaşamın tümünün yabancılaşması anla­mına da gelm ektedir. Doğal olarak o rta ­ya çıkan sonuç; bu yabancılaşma süreci­ne neden olan bütün olguların ortadan kaldırılması gerektiğ id ir. Bunun yolu da yabancılaşmanın tem eli olan kapitalizm in ortadan kaldırılması dem ektir.

Rasyonelleşen m odernizm in o luş tu r­duğu maddi değerler sisteminin (yani ‘para d in i’nin egemen olduğu ve paranın Tanrı katına çıkarıldığı b ir dünyada) gi­derek ağırlık kazanması, hatta insan ya­şamında önem kazanması, bilindiği gibi insanın m anevi-kültüre! dünyasının de- ğersizleşmesine yol açmıştır. Ama yine de bu değersizleşme, maddi dünyanın i- çinde b ir değermiş gibi okunuyor ve sahte b ir anlatıma dayandırılıyor. Böyle- ce insana ait bütün m oral değerler siste­mi yıkılırken, bu yıkılış yine de b ir değer söylemi üzerinden yapiiageliyor. Paranın egemen hale geldiği bu koşullarda, ulus ötesi sermaye ve uluslararası burjuvazi yine de k itle le ri zapturapt altında tu ta ­bilmek, m istifikasyonunu gerçek leştir­mek ve böylece daha kolay yöne teb il­mek için dini ve e tn ik tem elle ri öne çı­karmaktan, bunları desteklem ekten ve bu yapıları hızla büyütm ekten asla geri durmamıştır. Şimdi bütün yaşananlar bu düşüncenin b ir kez daha doğrulanması

21. yüzyılda insan ve felsefe__

141

Page 142: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

__ yol

anlamına gelir. Bunu isterseniz b ir ben­zetme ile anlatalım. Mesela dünyayı b ir çadır gibi algılayalım. Bu çadırın dış cep­heleri din gibi, kü ltür, sanat, demokrasi vs. gibi boyalarla boyansın. Ama çadırın her m etrekaresi para-sermaye dünyası­nın kuralları ile yönetilm eye devam e t­sin. Oysa bu çadırda yaklaşık 5,5 m ilyar yoksul ve işsiz insanın yaşadığı koca b ir dünya var. Yine dünyanın bütün gelirle­rin in yaklaşık yüzde sekseni ortalama birkaç m ilyon zengin azınlığın deneti­minde. Ama bu çadırda yaşayan azınlık yine de bu insanlara “ bu senin çadırın” demeye devam ediyor. Bunu söylerken zengin azınlık çadırın üzerindeki yazıları gösteriyor. O rada Allah var, peygamber var, m illiye tç ilik var, cinsiyetçilik var, kü ltü r var, yani bütün manipülasyon a - raç ve gereçleri var. İşte sorun tam da burada. Din, m illiyetç ilik , ‘dem okrasi’ vs. bütün bu manevi ve kü ltüre l değerler sermayenin egemenliği altında dünya yoksullarını yönetm enin gerekçesi ola­rak kullanılıyor; bu devlet senin, bu dün­ya senin, bu din senin vs. vs.! Dünya yoksulları da, bu oyunun içinde b ire r f i­güran olarak kullanılmak isteniyor; be­nim dinim senden daha üstündür, benim m illiyetim seninkinden daha üstündür vs. denilerek b irb irine kırdırılıyor. Para­nın ve para değerlerin üzerinde, ülkele­re göre değişen bütün din lerin boyası var. Çünkü para dini, dinin dini yerine geçerek işlev görmeye başlıyor. H er şey özünden böylece boşaltılıyor ve yoksul­lar dünyası rahatça söm ürü lerek yöneti- leb iliyor. Acımasız b ir çark işlemeye de­vam ediyor.

Kuşkusuz bu çark sürerken, ekono­mi p o litik yasalar da işlemeye devam e- der. İşçi ve emekçilerin bu soygun düze­

ni içinde söm ürü lm eleri durmadan a r­tar. G erçekte üretim içinde yer alan e- mekçi, dolayısıyla emek, yalnız mal ü re t­mekle de kalmaz. Mal ü re tim i içinde, iş­çi canlı b ir varlık olarak, kendi varo luşu­nu da metaya dönüştürür. İnsan alınan ve satılan b ir m etadır artık. Yani M arx ’in ifadesi ile “ kendi kendini ve işçiyi de me­ta olarak ü re tir .” (Marx, ¡976:153)

Marksizm ’in kapitalizm eleştirisi, da­ha önce de be lirttiğ im iz gibi yabancılaş­mış emek açısından ele alınmıştı. Kapita­lizmde emeğin ortaya çıkardığı ürünler, bu ürünleri yaratan insana yabancılaşa­rak pazarda alınıp satılan b ir metaya (mala) dönüştürülm üştü çünkü. Pazar i- lişkileri g iderek toplumsal ilişkileri de be lirle r olmuştu. A r tık sermaye bu iliş­k ileri düzenleyen b ir güce ulaşıyordu. Böylece yabancı b ir e tk in lik haline dönü­şen emek hareketi (yani yabancılaşan e- mek), tüm insani özünü y itird iğ i gibi, in- sansal n ite lik le ri ile b ir lik te toplumsal i- lişkileri de bozan b ir ilişkiye yol açmıştı.

Bu gelişme özel m ülkiyet sistemine dayanan klasik bütün kapitalist devletler için geçerli b ir söylem haline gelm iştir. Oysa bugün dönüp küresel kapitalizmin bütün işlevsel mekanizmalarına baktığı­mızda daha ürkütücü sonuçları çarpıcı b ir şekilde görebiliriz.

H er şeyden önce küresel kapitalizm sürecinde sermaye üretken niteliğini he­men hemen tümden y itirm iş tir. Ağırlıklı o larak üre tim in yerin i tüke tim isteği ve onun yan ürünleri (reklam sektörü gibi) almıştır. O rtaya çıkan emek ürünleri, sonuçta b ir emek yoğunlaşmasının so­nucu olsa bile, a rtık emek, kendi içinde atom lara bölünerek, emeğin insanda bü­tünleşen rolü, hem ko le k tif hareket bağ-

Page 143: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

lamında hem de o rtak insanlık değerleri bağlamında büyük b ir kopuş ve kırılma­lara yol açtı. Yabancılaşmış emek, insa­nın üretken yeteneklerin i de parçalar hale geldi. İşçi işçiden, kardeş kardeşten, oğul babadan koptu. Sermayeye daya­nan sistem, emeği bozarak hem kendisi ile hem doğa ile ilişkilerini değişime uğ­rattı, böylece toplumsal ilişkiler sıradan­

laşarak insani temelini de yıkar hale gel­di. Yaklaşık yüz elli yıl önce bunun sonu­cunu gören M arx şöyle diyordu;

“ Emek zenginler için m ucizeler üre­tir , saraylar kurarken, işçiler için sefalet­ten başka b ir şey doğurmaz ve izbeler­den başka b ir şey kurmaz. Güzellik yara­tırken, makine durumuna indirgeyerek barbarlık içine düşürdüğü işçiyi fizik ve tö re l bakımdan alçaltır. Kafa alanını ge­liş tirirken , alıklık ve budalalığı işçinin yazgısı- durum una g e tir ir .” (M arx, 1976:309)

Toprak, sermaye ve emek üçlüsü, b ir zamanlar için her b irin i b ir diğerine bağ­layan zo run lu luk lar süreci olarak ortaya çıkmıştı. Bu süreci üstün b ir öngörü ile açıklayan Engels’ in kendisi olmuştu. O - nun tanımının özü şuydu; top rak ham­maddeyi ü re tm işti, ama sermaye ve e- mek olmadan olmayacaktı bütün bunlar. Aynı şekilde hammadde ve emek olm a­dan da b ir anlama sahip değildi. Emek de öyleydi. Emek olmadan sermaye ve hammaddenin de b ir değeri yoktu kuş­kusuz.

Şimdi ise emek, sermaye ve ham­madde ile ilişkisinde hem farklılaşan hem de kırılganlaşan b ir süreç yaşadı. Çünkü sermaye en azından uzman / teknik e- meğe ihtiyaç duyarken, emeğin büyük b ir bölüm ü belirli oranda üretim dışında

tutu ldu. Sermayenin genel emeğe duyu­lan gereksin im leri azaldı. Zaten serma­yenin kendisi de önemli derecede ü re ­tim ve yatırım dışına kaymıştı. Spekülatif alanlardan kar üstüne kar sağlıyordu; banka, sigorta, bono, faiz, tem ettü vs. a- lanlar olarak... Oysa özünde emek, hem bu üre tim in b ir etmeniydi hem de ser­vetin temel kaynağı idi. Şimdi aşırı kar,

önemli derece bu spekülatif alandan ge=lir o lmuştu. Böylece emek özünde “ öz­gür insanın” eylemi olması gerekirken, bugün emek ve em ekçiler sokaklarda iş­siz, aç ve hastalıklar içinde pazarın insa­fına te rk edilmiş b ir duruma dönüştürü l­müştür. Dolayısıyla sermaye büyük o- randa emekten ayrılm ıştır. Böylece e- mek de kendi içinde değişik düzeyde bölünm elere uğramıştır. Emeğin ürünü kendi karşısına ücre t ve iş gereksinim i o larak çıkmıştır. Rekabet yasalarının in­safına te rk edilm iştir. Bunun esas nede­ni e lbette özel m ülkiyet sistemine daya­nan kapitalist rejim in kendisidir. En­gels’in şu tespiti bu noktada son derece önem taşımaktadır; “ Tıpkı sermayenin emekten ayrılmış olması gibi, şimdi de e- mek, kendi payına, ikinci b ir kez bölün­m ektedir; emeğin ürünü, emeğin karşısı­na ücre t olarak çıkmaktadır, ondan ay­rılm ıştır ve kendi payına her zaman o l­duğu gibi, emeğin üre tim deki payını be­lirleyen sağlam b ir ö lçü t olmadığından rekabet tarafından belirlenm ekted ir. Ö - zel m ülkiyeti kaldırıp atacak olursak bu doğal olmayan ayrım da ortadan kalkar. Emek kendi kendisinin ödülü haline gelir ve şimdiye dek yabancılaşmış bulunan e- meğin ücretin in hakiki önemi -yani eme­ğin b ir şeyin üre tim m aliyetlerin i be lirle ­m ekteki önem i- aydınlığa çıkar.” (En­gels’in ‘B ir Ekonomi Po litik Eleştirisi De-

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

143

Page 144: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

___yo l

nemesi’ adlı yazısından. Bu yazı son de­rece önem li ve M arx ’ın deyişi ile so ru ­nun dehasal b ir açıklanmasını ve rir bize. Yazının tüm ü 1844 El Yazmalarından o- kunabilir. s.416)

Küresel kapitalizm koşullarında, dün­den daha ağır ve yıkıcı olarak gelişen sü­reçte, her şey tekelci rekabete göre be­lirlem ekted ir. İnsan ve insana ait olan e- meğin kendisi, bu rekabet ortamında, b ir insan ve değerler yaratıcısı olmaktan çıkarılarak adeta b ir ‘paçavraya’ dönüş­tü rü lm üştü r. G erçekten sistemin kendi­si, her şeyi ve herkesi b irb irine düşman ettiğ i için ve b irb irinden kopardığı için daha rahatça egemenliğini perçinlem iş- tir. Ama dahası insanı insanlıktan çıkar­mıştır. Çünkü “ ...özdeş çıkarların bu öz­deşliklerinden çıkan bu uyumsuzluk içe­ris inded ir ki, insanoğlunun bugüne ka- darki koşullarının ahlaksızlığı doruğa u- laşmıştır ve bu do ruk rekabe ttir.” (En- geis, 1976:417)

Kuşku yok ki bugün için bu rekabet, uluslararası tekelci firmaların özü içinde b ir anlam kazanmaktadır. Tekelci reka­bet, serbest rekabete göre daha yıkıcı ve daha kıyıcıdır. Belki de onun daha da yıkıcı ro lünün derinleştiği noktayı bura­da bulabiliriz. G erçekten tekelci reka­bet, sermayenin işlevsel mantığı açısın­dan, insan için en büyük yok edici ahla­kına dönüştü rm üştü r bugün. Böylece hayat pahalılığının alabildiğine artışı ve b ir iş bulma ve yaşama olanağının büyük oranda ortadan kaldırıldığı koşullarda, para insan yaşamının esas öğesi haline geldi doğal olarak. Çünkü para, kapita­lizmde güç simgesi o larak adeta burjuva­zinin tanrısıdır. Bugün gerçekten bu “ pa­ra tanrısı” , bütün ahlak kurallarının yıkı­mına yol açan esas tem eld ir. Bunun ilk

__ 144

ağırlık merkezi tica re t ilişkilerinde, yani dolaşım sürecinde -tüke tim ilişkilerinde- gözlemlendi. A rtık böylece insana ait değerler sistemi, insanoğlu için temel varoluş olmaktan çıktı. Kime sorarsanız o değerlerin öneminden dem vuru r. İn­sanlıktan bahsedilir ve öyle görünür. Bu yalanlaştırıcı ve aldatıcı b ir görün tüdür. Aslında değerler para biçim inde soyutla­narak kendine özgü biçim aldı ve gerçek anlamda insani değerlerin karşısına gelip o turdu . Böylece Kapitalist Ü re tim Biçi­minde (KÜB) rekabetin sonucu olarak ortaya çıkan bu ilişkiler, insandan soyut­landı ve insana karşı b ir konum kazandı. Bu anlamda kapitalizmde rekabet “ ...bü­tün şeylerde bulunan değeri yok eder, gün be gün saat be saat bütün şeylerin b irb ir i ile olan değer ilişkisini değiştirir. Bu burgaç İçerisinde ahlak tem eline da­yanan herhangi b ir değişim olanağı kalır mı?” diye soran Engels’i ta rih b ir kez da­ha haklı çıkarmadı mı dersiniz? (Engels,1976:420)

Bugün em ekçiler iş- bulmak ve kendi evini geçindirebilm ek için her yolu ve her girişim i doğal (mubah) sayarken, bu her yol ve girişim, esas olarak sermaye ile olmaktan çok b irb iriy le olan rekabe­te dayanmaktadır. Bu rekabette sınır ve değerler yok tu r. Değer değersizleşmiş, sınır da sınırsızlaşmıştır. Çünkü emeğin emekle rekabeti, kişinin bütün doğal, düşünsel ve insani değerlerin i de altüst e tm iş tir her zaman. Aslında bu kuralsız­lık ilişkisinde sermayenin sermaye ile sa­vaşında da bunlar gözlen ir e lbette. Ama onlar tehlike anında rahatlıkla ve derhal b irleşik hareket oluşturmasını b ilm ekte ­d irle r. Çünkü bu sınıf, gerçek anlamda kendi sınıf hincinin farkındadır.

Bugün büyük oranda ü re tken lik ka-

Page 145: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

pasitesi ve bölüşüm, bilinçli olarak her­kesin çıkarı doğrultusunda ve azami dü­zeyde eşit b ir bölüşüme dayanmış olsay­dı, hem emekçiler insanca geçimini sağ­layacak b ir olanağa kavuşabilirdi hem de çalışma saati asgari b ir zaman süresine çekilebilird i. Böylece yoksulluk da o rta ­dan kalkar, kimse kimsenin sırtına basa­rak değerler sisteminin yıkımına yol aç­mazdı. Elbette bu işin sadece ekonom i po litik b ir yanıdır.

G erçekten buradan da görülebilece­ği gibi meta ilişkileri ile b irlik te rekabet ilişkileri, bütün toplumsal ilişkilere nüfus etmiş ve insanların köle leştirilm esin in tohum larını ekm iştir. Böylece kapitalist sistemde rekabet, düzenin vurucu kam­çısı haline gelm iştir. Bu aynı şekilde insa­nı bozan b ir kamçıdır da. Engels’in ifade­si ile “ rekabet insanoğlunun sayısal ile r­leyişini yönetir, aynı şekilde ahlaki ile rle ­yişini de.” (aynı yerde)

D em ek ki rekabetin ahlaki alana yayı­lışında önem li b ir neden olsa bile, g ö rü l­mesi gereken nokta, ahlaki bozulmanın esas nedeninin, özel m ülkiyet sisteminin bizzat kendi gerçekliği içinde bulunuyor olmasıdır. Zaten kapitalist rekabet, ser­maye sisteminin b ir sonucu ve onun b ir ürünüdür. Sermaye bugün, genel emeğe (yani vasıfsız emeğe) en az gereksinme duyduğu b ir aşamaya gelm iştir. Böylece işçi b ir insan olarak varoluşunu yıkıntılar üzerine inşa eder b ir aşamaya hızla so­kulmak istenm ektedir. İnsan olan işçi veya işsiz emekçiler, özellikle sermaye i- çin b ir insan değil, sıradan b ir makine, b ir m etadır artık. Açlıktan ölm ek ve yok olup gitm ekten başka b ir seçenek de bı­rakılmaz. Çalışma dışı kalan işçi, g iderek toplum" içinde b ir yük haline gelir. Ama toplum un hemen tümü veya büyük kıs­

mı işsiz ise, o zaman bu durum kapitalist için de b ir yük olmaya başlar. Yani to p ­lumun kendisi sermaye için b ir yük o lur. Toplum un kendisi b ir zamanlar sermaye için gerekliydi, ama bugün o b ir fazlalık­t ır artık. Sermayeye göre a rtık işsiz, aç ve yoksul b ir fazla nüfus vardır elinin al­tında. Burjuvazi bundan kurtu lm anın yollarını geçen yüzyılda yeterince gös­te rd i; savaşlar, bakımsızlık sonucu toplu ö lüm ler, hastalık ü re tim le ri (AIDS gibi), doğanın yıkımı vs... Bütün bunların en sarih örneği koca b ir A frika kıtasının yı­kımı oldu. Bu nedenle burjuva ideolog­lar, bu fazla nüfustan kurtu lm anın te o r i­sini kurarak, sisteme önemli b ir payanda gücü bile o luşturdular. O nedenle Ricar- do ve J. M ili gibi düşünürler, işsizleri toplumsal b ir tehlike olarak görm e le ri­nin nedeni de budur. Malthus ise bu ne­denle tüm nüfus fazlasının b ir şekilde yok edilmesi zorunluluğunu ile ri sürdü. Ona göre üreme insan için b ir lükstü çünkü. 2

İnsanın oluşumunda billurlaşan e- mek, öyle b ir noktaya gelir oldu ki, ken­di yaratıcı öğelerini dışa vu ru r olması ve bunu bütün toplum a yayması ge rek ir­ken, adeta onun yadsınması halini aldı. Emekteki bu insani öz y itim i doğal o la­rak bütün top lum üzerine de çöktü. İn­sanın olduğu, ama başka b ir deyişle insa­nın olmadığı bozulan ve yabancılaşan b ir nesneler dünyası vard ır adeta.

A rtık görünen nokta burada, emeğin nesnelleşmiş halidir. Dolayısıyla hemen şu soru gündeme gelir arkasından; o hal­de emeğin nesnelleşmesi ne demektir? Emek aslında, üretilen b ir mal (nesne) i- çindeki katma değer ile tanımlanır. So­m ut emek, nesnelleşen emek olarak, iş­çiyi, yani üreteni, kendi varlığına ve ken-

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

145 —

Page 146: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

__ yol

di gerçekliğine yabancı kılmasına yol a- çan işlem lerle donanır. Ü re tir, ama sa­hip olamaz. Ü re tir , ama yoksulluktan, açlıktan, hastalıklardan ve savaşlardan kurtulamaz. Bunlar işçinin yakasından düşmeyen nesnelliklerdir. Böylece çalış­manın kendisi zora dayanır ve a rtık ça­lışma b ir nesne durum una gelir. Böylece emeğin kendisi b ir nesne olup çıkar. E- mek nesnelleşm iştir artık.

M arx yabancılaşma sürecini, daha çok bu emek sürecinde, dolayısıyla üre­tim ilişkileri sürecinde eleştiriye tabi tu t­muştur. Şimdi genel geçer olan bu doğ­rulanmayı, yani emeğin yabancılaşmasını, çağın koşulları içinde genel nüfus oranı­na doğru yaygınlaştırmanın önemi ve ge­rekliliğ i ortaya çıkar. Başka b ir deyişle, tek tek ülkelerden başlamak üzere, dün­ya nüfusuna kadar yaygınlaşan b ir ger­çeklik o larak dünya nüfusunun büyük b ir bölümü, işsiz veya yarı işsiz o larak so­m ut b ir konum içinde bulunuyor ise, bu­rada emeğin işlevi nedir o halde? Bu so­ru önem lid ir.

G erçekten günümüz tarih in in özelli­ği, önem li derecede som ut emekten ko ­pan bu nesnellik ile tanımlanmaktadır. İnsanlığın büyük b ir bölümü, yalın ger­çeklik açısından nesnel olan bu üretim sürecinden kopartılm ıştır. Fabrika ü re ti­mi anlamında veya b ir mal üre tim i anla­mında ifade edilen emek sürecinden ya­lıtılm ıştır ağırlıklı olarak. Bu doğrudan b ir kopuş saptamasıdır. Böylece bu nü­fus, sermaye için çok fazla işe yaramayan fazla b ir nüfus olarak algılanmaktadır. Oysa nesnel gerçeklik bunun tam te rs i­d ir. Yani soyut insan toplu luğu olarak a- çıklanan bu emek gücü (çünkü kapita­lizmde işsiz olan bu kitle soyut b ir varlık olarak algılanmıştır her zaman) e lbette

dolaylı b ir ü re tim ilişkileri içinde olmadı­ğı anlamına gelmez. Başka b ir deyişle bu kitle, KÜB altında onun pazar ve dola­şım ilişkileri içinde her zaman b ir yer tu tm aktadır. Daha sonra bunun ayrıntı­sına aşağıda yeniden döneceğim.

Dem ek ki ağırlıklı o larak dünya in­sanlığının büyük b ir bölümü, doğrudan artı değer üretm eyen soyut emek içinde b ir konuma hızla gö tü rü lm ekted ir. Bili­n ir ki som ut emek, mal üreten (araba, elbise vs. üreten) emek dem ektir. Bu­nun özü kullanım değerinde ortaya çı­kar. Soyut emek ise değişim değeri yara­tan em ektir. Yani bütün mallarda o rtak olan ve onların b irb ir i ile değişimini mümkün kılan b ir em ektir. Bu daha çok değişim ve dolaşım sürecinde görülen b ir emek sürecid ir. Kuşkusuz bu ayrım ­ların farkında olarak b ir yaklaşım göste­rilmesi gerekir. Elbette artı değer (yani mal üreten som ut emek anlamında) ü re ­ten b ir emek potansiyelinin asla yok sa­yılması anlamına gelmez bu. O zaman hayatın durmasını söylemiş o lu ruz ki, bu tamamı ile anlamsız b ir söylem dem ek­tir . Sadece onun daha fazla sınırlandığı anlamına gelir belki. Ama yine de dünya­mız ağırlıklı o larak bu soyut emek içinde b ir görünüm kazanmıştır. Dolayısıyla o- luşan üre tic i güçler, b ireyle rin b irb iriy le ilişkisinden değil, daha çok b irb iriy le iliş­kisinin koptuğu b ir ilişki içinde şekilleni­yor. Aslında bu güç, b ireylerin gücünden çok (çünkü onlar tem el b ir gücü ifade e- d iyo r olsalar bile, b irb irinden kopup a - tom lara parçalandığı için, bu gücü isteni­len b ir güce dönüştürem iyorla r), serma­yenin gücüne, başka b ir deyişle özel m ülkiyetin gücüne yol açan işlevlere bü­rünüyor. Yani sermayenin gücü içine gi­ren üre tic i emekçinin .gücü zayıflayarak

146

Page 147: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

kendi değişim gücünü sınırlıyor. Ama bunu şimdiki zamanın b ir kırılması ola­rak okum ak gerek ir ve bu m utlak sure t­te başka b ir seviye kazanmasının önünü de açacak b ir dizi yeni gelişmenin de ha­bercisini asla yok saymaz.

Ama yine de buradan şu sonucun çı­karılmasının önemli olduğunu düşünü­yorum ; dolaşım ve pazar ilişkilerinde o r ­taya çıkan yeni emek gücü, b ir şekilde i- fade edilen beyaz yakalı üretic i güç, hem yaygınlık kazanması açısından hem de sermayenin bütün üretim dahil dolaşım ilişkilerinde belirleyici b ir ro le bürünm e­si ve aynı şekilde ü re tim i ko n tro l ede­cek bilinçli emeğin gündeme gelmesi ne­deni ile, buradan mal üreten emek gücü­nün dinamizm kazanmasına ve o rta k b ir hareket ta rih ine doğru evrimleşmesine yol açacak dinam ikleri de ortaya çıkar- mamazlık edemez diye düşünüyorum. Ö yle sanıyorum ki bunu biraz daha irde ­lemeye, yani yeni b ir insan ve yeni b ir devrim olanağı açısından önem taşıması nedeniyle sorunu biraz daha derin leştir­meye devam etm ek gerekir.

Bugün som ut emek ile soyut emek a- rasındaki ilişki, hiç b ir dönemde olmadı­ğı kadar bütünselleşme eğilim ini bağrın­da taşıyor. Bu iddiamızı b ir sürü bilim a- damı kabul e tm iyo r ya da tersinden o- kumaya devam ediyor. Daha acısı kendi­ne M arksist diyen b ir kısım düşünür ta­rafından da kabul edilmeyen b ir düşünce olarak çıkıyor karşımıza. Aşağıda da gö­receğim iz gibi, bu her iki emek biçimi, karşılıklı o larak b irb irin in varoluşunu te- tikleyen ve bu anlamda kaçınılmaz b ir şekilde o rtak bileşkesini yaratan gerek­çeleri haline gelm ektedir. O rta k b ir va­roluş tem eline doğru evrilen bu birleşik emek, aynı zamanda verim liliğ i ve ü re t­

kenliği de artıran b ir ro le bürünm ekte­dir. Dün mal üreten emek ile (yani so­m ut emek olarak) değişim ve dolaşım sürecinde ortaya çıkan soyut emek (ya­ni beyaz yakalılar başlığı altında toplana­cak olan h izm etlile r vs. emek) ayrımı, daha som ut ve anlaşılır b ir ayrıma teka­bül ederdi. B ir yerde som ut emek, k itle ­sel üre tim öznelliği nedeni ile daha ön ­cel ve daha baskın b ir karaktere sahipti. Bununla, bugün kuramsal ve p ra tik ola­rak som ut emeğin belirleyici özelliğinin ortadan kalktığı gibi b ir ucube teoriye dayandırmıyoruz elbette. Daha çok gü­nün kon jonktü re l konumundan hareket­le o rta k b ir tanım yapmaya dönük b ir çaba olarak anlamak gerek iyo r bunu.

Bunu biraz açarsak; günümüzde te k ­nolo jin in hızla gelişmesi, bilimsel çaba­nın, dolayısıyla entelektüel emeğin ro lü ­nü artırdığını gösterd i bize. Söz konusu iletişim tekno lojis inde uygulanan tüm a- le tle r (el te lefonları, adres arayan navi- gasyon sistem leri, m ik ro e lek tron ik dal­galar, in te rne t tekno lo jis i vs. gibi) ve bu aletlerin yan ürünleri, belirli b ir kullanım ve hizmete dönük bilimsel ü rün le r ola­rak ortaya çıkmadan önce, yani onun düşünsel boyutta işlevsel ro lüne a it p ro ­je belirlenm eden önce ü re tilm ed ile r. Sözgelimi in te rne ti bilgisayara ve te le fo ­na bağlayan bağlantı aracı modem, ara kablolar, dinleme kulaklıkları, C D ’ler, te le fon parçaları veya kılıfları, önce fonksiyoner tasarım sonucunda ve onun gereksinmelerine göre üretilm eye baş­landı. Böylece binlerce yan sek tö r oluş­maya başladı. Dem ek ki in te rne t veya el telefonları örneğinde olduğu gibi, bu ta­sarımları bilimsel o larak ortaya çıkaran entelektüel emek ile bütün bu aletleri ve yan ürünlerin i üreten som ut emek ara-

21. yüzyılda insan ve felsefe__

147

Page 148: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

___yo l

sında kopmaz b ir bağ oluşmuştur. Biri olmadan diğeri işlemez b ir göstergedir. Ve e lbette entelektüel emeğin ve doğ­rudan mal üreten emeğin yanında dev b ir sanayi sektörü (hizm et sanayisi de diyebileceğimiz) daha doğdu. Böylece bu yeni tekno lo jik buluşları bütün toplum a yaygınlaştıran, iç veya dış bütün gerek­sinmeleri karşılayan ve dolaşım sürecini örgütleyen yeni h izm etlile r sektöründe ortaya çıkan yeni b ir .emek de devreye girm iş oldu doğal olarak. H izm et sektö­ründe istihdam edilen m ilyonlarca e- mekçi, ağırlıksal b ir konum da kazanmış oldu böylece. Entelektüel emek ise, hem üretim in bilgisine sahip olan hem de ü- re tim i ko n tro l edecek kadar genişleyen b ir emek tü rünü ifade e tti. M ühendisler­den, tasarım elemanlarına, m enajerler­den yönetic ile re , öğretim üyelerinden a- raştırm a görevlile rine kadar, entelektüel emeğin fonksiyoner özünü teşkil e tti bunlar. O halde hem entelektüel emek, hem beyaz yakalı dediğimiz emek hem de doğrudan mal üreten emek, yani artı değer üreten som ut emek, o rta k emek sürecinin b irleşik karakterin i gös te rir bi­ze. Biri olmadan diğeri de olmazdı. B iri­nin varlığı diğerinin varlığına bağlıydı çünkü.

Entelektüel emek ile beyaz yakalı o- larak ifade edilen emek, b ir şekilde doğ­rudan artı değer ü re tm ed ik le ri için do ­ğal olarak soyut emek içinde düşünüldü. Ama bu emek türü , artı değer ü re tim i­nin dolaylı b ir bileşeni olmaktan çıkma­dı. Böylece soyut emek som ut emeği ta­mamlar oldu. Elbette bu soyut emek içi­ne çok daha büyük b ir emek gücünü de ilave edebiliriz. Bunlar işsiz ve yarı işsiz olan dev b ir hazır emek potansiyelid ir. Bunun ayrıntısını “ İşçi Sınıfının A na tom i­

si” nde gösterm iştim . Yeniden ayrıntısına dönm üyorum . Elbette buradan tem el o- lan som ut emeğe ulaşırız. Yani telefonu, o tom ob ili, ayakkabıyı, bilgisayarı ve o- nun yan ürünlerin i üreten som ut emeğe. İşte kabaca bu iki emek biçim i, yani so­m ut emek ile soyut emek, özellik le gü­nümüzde üre tim sürecinin b irb irine bağ­ladığı vazgeçilmez o rtak bağlantı ve iliş­k ilerin de kendisi dem ektir. Burada so­m ut emek dışında oluşan değişik emek tü rle ri (yani h izm et sektörü olarak be­yaz yakalılar, entelektüel emek biçim leri ve hazır işsiz emek potansiyelleri olarak) bu o rta k üretim süreci açısından b ir başka önemi daha ortaya çıkarm ıştır; 3 soyut emek bugün için hem verim li hem de üretken b ir emek karakteri ile tanım ­lanmaktadır. Bunun neden böyle o ldu ­ğunu anlayabilmek için, ortaya çıkan ü- rün lerin özüne aktarılan, dolayısıyla ü rü ­nü şekillendiren som ut emeğin var o l­masını da sağlayan ve onu b ir metaya dönüştüren soyut emeğin dolaşım ve pazar ilişkilerinden, dolayısıyla işlevsel konum undan ç ıka rıyo r o lm am ızdır. Böylece kaba m ateryalist b ir yorum olan som ut emek verim li em ektir, te rs i ise verim siz em ektir yaklaşımı bugün için temelsiz b ir yaklaşımdır. Bu temelsizlik- ten M arksistler kurtu lm a lıd ır artık.

***

Elbette soyut emek sürecinin geniş­lemesi, kuşku yok ki n ite lik li sınıf p ra tik ­lerini olumsuz e tk ilem em iştir diyemeyiz. Somut emek üzerinden kurulan kitlesel ü re tim in parçalanması, sınıf hareketinin hem parçalanmasına hem de b ir düzey­de bozulmasına yol açmıştır. Parçalana­rak dağılmış olan çeşitli emek biçim leri, soyut emek başlığı altında önem li b ir ge­nişleme gösterirken, emeğin büyük o-

__ 148

Page 149: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

randa mat üretim inden (artı değer ü re ti­mi olarak) kopmuş ve sınırlanmış, o rtak davranış yeteneklerin i y itirm iş olması nedeniyle için sınıf hareketinin, gerek sı­nıf p ra tik le ri açısından gerekse kü ltürel ve ideo lo jik konumlanışları açısından ciddi b ir kırılma yaşadığını teslim etm e­miz gerekir. Bu geçiş sürecinin doğal b ir sonucu olsa da, hareketin dayandığı bu tem eldeki b ir parçalanma her ne kadar olumsuz etken leri yaratmış olsa da, o- nun birleşik sürecinin maddi tem ellerin i ortadan kaldıramamıştır. Gerçekten bu çelişki, bütünüyle bu geçiş sürecinin do­ğal sonucu ve onun doğal b ir görüntüsü­nün b ir anlatımıdır. Ancak insanlık şimdi bu soyut ve som ut üre tim param etrele­rinden yeni b ir varoluş sürecine doğru kayarak kendini tanımlarken, aşırı yıkım paradigması içinde kendini yeni değerler sistemi içinde oluşturm a aşamasına zo­runlu o larak götürm ek durumunda kal­ması, ileri b ir öngörü anlatımı bile değil­dir. Buradan doğal olarak yeni değerler sistemine geçişi çıkarmak olasıdır de­mek, asla b ir abartma demek değildir. Çünkü bunu insanlığın yaşamış olduğu tarihsel deneylerinin b ir sonucu olarak okumanın mümkün olabileceğini varsa­yabiliriz. Ama bunun şim dilik nasıl olaca­ğı e lbette belirsizdir.

Soyut emek sürecinin nesnelliği için­de oluşan toplumsal koşullar, zorunlu o- larak düşünce yapılarını olduğu gibi to p ­lumun m oral değerler sistemini de e tk i­lem ektedir. Bugün içinde bulunduğumuz toplumsal yasaların işleyiş biçim i, ister istemez toplumsal bilinç üzerinde etkili olduğu kadar, bu yasaların toplumsal bi­linç içinde nasıl ifade edileceklerini de saptamak önem taşır. N orm al olarak kapitalist toplum larda şunu be lirtm ek

yanlış değildir; top lum biçim lenişinde iş­çi sınıfı veya emekçi k itle le rin çıkarları ir. le egemen toplumsal süreç arasında tam b ir uyumsuzluk ve çelişkili b ir varoluş konumu vardır. Bu uyumsuzluk top lum ­sal varoluş sürecinde bireyin nesnelliği açısından da b ir uyumsuzluk ve çelişki dem ektir. Yani bireyin nesnel ilişkiler i- çinde yapı ile doğal b ir çelişki içinde bu­lunmasıdır. Ancak bu çelişki biçim i, sos­yal hareketlik içinde hiç de göründüğü gibi b ir sonucu doğurmaz. Başka b ir de­yişle bireyin sistem ile doğal çelişkisi, sı­nıf p ra tik le ri açısından ideo lo jik veya po­lit ik b ir çelişki biçim ine dönüşmeyebilir. Yani b irey içinde bulunduğu koşullar a- çısından var olan som ut uyuşmazlığını, toplumsal dinam iklerin ortaya çıkarılma­sında etkin olmaktan uzak b ir varoluş b i­çimine dönüştüreb ilir. Başka b ir düz­lemde ifade etm ek gerekirse, bu çelişki, kü ltüre l ilişkilerinde kendini açığa çıka­ramaz veya bilinmez ve görünm ez b ir sahte uyumun içinde adeta konum kay­bına uğrayabilir. Bu b ir yerde uyku hali­d ir de. Böylece çelişki som ut ve nesnel sürecin içinde b ir anafor yaşasa da, bu kendini sınıf hareketliliğ i düzeyinde to p ­lumsal b ir seviye kazanmasında atıl du­ruma düşürebilir. Dolayısıyla toplumsal dönüşüme tecrübe edilemez noktada tı­kanıp kalır. Çünkü birey (işçi), hem tin ­sel hem de maddi e tk in lik le ri içinde o- nun özsel b ir öğesi olsa bile, bu durum ciddi anlamda ne bireyin ne de to p lu ­mun ilerlemesine yo! açan b ir sürecin ö- nünü açabilir. Böylece bireyin, manipü- lasyon aygıtları altında yürü tü len eylem­leri, toplumsal sistemin dokusunu par­çalamaktan uzak b ir konuma itileb ilir. Hem sürecin öznesi hem de nesnesi o- lan işçi (insan), bu fasit dairenin içinde

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

149

Page 150: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

kendini parçalanmış ve kırılgan b ir kişilik içinde bulur. Bu onun değişime dönük dinamizminin de parçalanması anlamına gelir b ir yerde. Ö yle ki bunun doğal so­nucu şudur artık; b ir emekçi kimliğine sahip olan bu birey, soyut emek sürecin­de edilgen veya pasif b ir k im lik edinim i i- çinde değişim öznelerini en azından şim­d ilik kaybetmiş dem ektir. Oynaması ge­reken ro l, sorum lu luk bilinci, ak tif b ir sı­nıf kimliği konumu vs. gibi kendi nesne­sinde bulunan bu özellikler, hem ağır e- konom ik ve siyasi baskının altında, hem de kü ltüre l ve ideolo jik taarruzun altın­da, adeta göz hapsindeki b ir tutsağın ruhsal kırılması haline dönüştü rü lü r. Kuşkusuz ek olarak şunları da söyleyebi­liriz; doğu toplum larındaki aile bağı, feo ­dal ilişkilerin yapışkan özellik leri veya geleneksel b ir dizi kü ltüre l bağ, bireyin toplumsallığını olumsuz etkileyen fak­tö r le r i ek olarak da saymak m üm kün­dür. Bunların b irleşik b ir karakter taşıdı­ğını, ama aynı oranda hızla dağıldığını (kozm opo litik b ir kapitalistleşme / şe­hirleşme), dağılırken karakter veya kişi­lik özelliği dediğimiz yapıları da b irlik te erozyona uğrattığını belirlem ek burada önem taşır. Dolayısıyla b ir yere sahip o l­duğunu sanan (k im lik edinim i), ama aynı şekilde h içb ir yere ait olmayan (k im lik ­sizlik) arasındaki çelişkili varoluş, bireyi olduğu kadar, top lum u da hızla bozan b ir sonuçla karşı karşıya bırakmıştır. Bu­gün top lum lar, dibi görülemeyen b ir ku­yunun boşluğuna hızla düşen b ir insanın ko rku ve şaşkınlığını yaşamaktadır.

Böylece oluşan karmaşık yeni to p ­lum sa l s ü re ç iç inde, bazı o lu m lu d e n e y ­

le r yaşansa bile, bu durum ne dem okra­tik ilişkilerde ne p o litik başkaldırı duyar­lılıklarında ne de ideo lo jik konumlanma­

__ yol_____________________________

__ 150

da, hatta bütün bunların toplamı olan in­sani değerler sisteminde olum lu b ir dö ­nüşüme tecrübe edilem em ektedir. Üs­te lik geçmişte sınırlı da olsa yaşanmış o- lumlu bütün tecrübe ler, yeni baştan sını­fın tarihsel bilincine geri dönerek yeni b ir sıçramaya yol açmıyor. Bunun b ir nedeni de tarihsel hafıza y itim id ir. Doğal olarak bu durum, toplumsal hareketin a- sıl temel öznesi olan sınıf hareketini de olumsuz e tk ilem ekte ve sınıf hareketi toplumsal dönüşümün m o to ru olması gerekirken böyle b ir konum kaybına yol açmaktadır. Dağılmış ve parçalanmış bu top lum yapısından, kendisi için b ir değe­ri temsil ettiğ in i sandığı (sahte bilincin sahte b ir varoluşla temsil edilmesi nede­ni ile, buna b ir yerde dikişli ilişki demek de olasıdır), radikal söylemli ve görü ­nüşte sistem karşıtı olan siyasal İslam’a bağlanmış ve bu harekete tecrübe edil­m iştir. AKP deneyi bunun bariz b ir ö r ­neğidir. Bu durum un kuşku yok ki yeni düş kırıklıklarına yol açacak olması, hiç de ileri b ir öngörürlüğü gerektirm eye­cek kadar açıktır herhalde. Toplum yeni b ir toplumsal girdabın içinde debelenir­ken, bu yeni süreç doğal olarak top lum ­sal bütün dokuları, da tahrip edecek b ir seviyeye ulaşacaktır. Değişim gibi sunu­lan bu yeni akım, toplumsal değişimin gerçek özünü ifade etmediği gibi, hızla yeni hayal kırıklıklarının içinde, daha bü­yük anaforları beslemesi som ut b ir ana­liz olarak ifade edileb ilir diye düşünüyo­rum.

Ancak yakın vadede görülen, bu ana­fordan çok daha büyük toplumsal kişilik bozulması, çürüm e ve dokunun daha da yırtılması gibi sonuçları çıkarmak m üm ­kündür. Sonsuz zaman boşluğunda dibe vurmanın b ir sınırı belirlenemez. Ne za-

Page 151: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

„21. yüzyılda insan ve felsefe__

mana kadar? Yeni gerçek b ir a lternatifin çıkmasına kadar belki. Elbette kaynayan ou anafor, yaşanacak düş kırıklıkları için, nem yeni arayışların önünü açabilir hem de sosyalist öncülerin kendilerin i yeni­den tanımlamanın olanaklarını yaratabi­lir. Bunlarda şim dilik kısa vadede b ir u- m ut belirtis i görülmese de, bu kaçınıl­maz sosyalist d inam ikleri devreye sok­madan yoluna devam edemez. Sosyalist­lerin yanıt üretememesi noktasında, her iki yapı içinde yeni b ir çürüme ve doku parçalanması kaçınılmazdır.

Burada yeniden esas konu olan to p ­lumsal değişim sürecine gelirsek; b ir nokta önem li; sürekli b irb irin in arkasın­dan gelen düş kırıklıkları, son y irm i yılı aşan süreci baz alsak bile, aşamalı evrim teoris inde anlatımını bulan, değişim öz­neleri sürekli n icelikten tekrara niceliğe dönüşü gösterm iştir. Yani nicelik n ite li­ğe dönüşle tamamlanamamıştır. Bilindiği gibi toplumsal süreçler için öngörülen a- şamalı evrim teoris i, ne toplumsal ta rih ­te ne de doğada, h içb ir sıçramanın o l­madığını, bütün değişimlerin yavaş yavaş ve tedricen olduğunu öngörür. Aslında bu teo riy i gerek Marx gerekse Hegel e- leştirm işler ve geçersizliklerini ortaya çıkarmışlardı. Ö ze llik le Hegel “ M antık” adlı eserinde, herhangi b ir şeyin olüşu- munu veya ortadan kalktığını anlamak is­tediğim iz zaman, sorunun kendisini te d ­rici b ir anlayış ile kavramanın olanaksız o lduğunu g ö s te rm iş tir. Oysa gerek Marx gerekse Hegel, değişimin kendisi­ni, b ir nicelikten b ir başka nicelik ile de­ğil, esas olarak b ir nicelikten b ir niteliğe, ya da tersi b ir geçiş şeklinde olabileceği­ni öngörm üşlerdi.

G erçekten toplum da oluşan n icelik­sel bütün anafora neden olan olaylar

toplamı, n ite lik b ir sıçrama gösterem e­diği için, kendi içinde nicelikten tek ra r niceliğe geçiş sürecinin kesintisizliğinde, boşluğa düşen b ir insanın kırılmadık b ir yeri kalmamacasına hem fiziki hem de m oral değerler anlamında yeni b ir çü rü ­menin ve bozulmanın girdabından çıka­maz olm uştur.

Bugün kendini .dayatan temel sorun, toplumsal değişim isteğini (nesnel olanı), hedefleri belirlenm iş b ir sınıf pratiği ile n ite lik aşkmiığına dönüşü sağlayıp sağla­yamamak noktasında gösterir. Bu nokta sorunun temel çözümü o larak görülse de, bunun nasıl ve hangi araç, yöntem veya ilişkilerle değişimini sağlamak kuş­kusuz ayrı b ir tartışmayı zorunlu kılar.

b. E m e ğ in insan ö zü ile ilişkisi;

Şimdi bu anlatımdan esas konumuz olan, emeğin insan özü ile ilişkisini, dola­yısıyla insanın insanlaşma sürecini nasıl etkilediğini ele almaya çalışalım.

Günümüzde yere llik ile evrensellik, kü ltü r ile aptallaştırma, zenginlik ile yok­sulluk veya iş ile işsizlik arasındaki ilişki veya çelişki, g iderek büyüme eğilimini sürdürm eye devam ediyor. B ir yanda a - labildiğinde maddi ürünlerin artışı ve çe­şitliliği, diğer yanda doğrudan veya do ­laylı bu ürünlerden yoksun b ir kitle, sı­nıf... B ir yanda emekçinin sınırsız ü re t­kenliği, b ir yanda emekçinin dar b ir ala­na sıkıştırılması... Bu durum özünde pat­lamaya hazır b ir nesnellik anlatımıdır. İn­san ne denli olanaksız ve sefil olursa o l­sun, sonuçta o insan tü rünün b ir tem sil­cisidir. A r tık insan “ ta rih öncesi” b ir d ö ­nem içinde olsa bile, o yine de bu fasit dairenin içinden çıkışın olanaklarını ve çabasını göstermeden edemez. Çünkü o tarih in b ir parçasıdır.

151

Page 152: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

___yo l

G erçekten üre tim in ve dolaşım süre­cinin, dolayısıyla mübadelenin evrensel ö lçekte gerçekleşiyor olması ve bunun toplumsal yapıyı be lirliyo r olması, deği­şik ü re tic i e tk in lik le rin i (gücünü), o rtak b ir bütünleşme aşamasına taşıdığının da b ir işaretini ve rm ekted ir bize. Bu sapta­ma nesnel ilişkilerin sosyal ilişkilere yol açacak olan b ir göstergesi ve tem elid ir. O rta k bütünleşmede emek, zorunlu o- larak o rta k b ir sosyal ilişkileri ve onun ö rgü t ve eylem karşılığını b ir lik te yara­tır. Ancak bu nesnel ilişkilerin daha bu­günden sübjektif koşulların gereklerini karşılamaktan uzak olduğunu unutma­mak gerekir. Bu işin temelindeki önemli b ir hatırlatmadır.

İnsanı insan olarak yıkan temel so­runların başında salt kültüre! manipülas- yon gelmez. Ama daha önemlisi kapita­lizm, insan üre tic i gücünü b irb irinden yalıtlamış, sınırlamış ve bölm üştür. Böy- lece b ir dizi ideolo jik, dolayısıyla kü ltü ­re! manipülasyonu, bu nesnel yapı üze­rinden gerçekleştireb ilm iştir. O halde bu aevasal çelişkinin çözümü nerede a - ranacaktır? Sanıyorum bu çelişkinin çö­zümü, insan kendi özünü yeniden emek­çi insanın tarihsel hareketi içinde bula­cak ve farklı dönem lerde b irb irinden ay- rıimış bu üre tic i güç e tk in lik le rin i o rtak b ir tem elde bütünleştirecek ve onu ko ­lek tif b ir egemenliğe doğru kaydıracak olmasında bulacaktır. Kuşkusuz tarihsel hareket, daha önce de belirtild iğ i gibi şim dilik büyük oranda bundan yoksun b ir kırılma içinde bulunmaktadır. Ama yine de şunu be lirtm ek gerekir ki, büyük denizlerde hızla yelken açan geminin bordo d irek le ri uzaktan da olsa görün­meye başlanmıştır. İşte um ut buradadır. Dem ek ki pro le tarya yalnız genişlemek

anlamında dev b ir sınıfı o luştu rm uyor, aynı zamanda parçalanmış farklı emek tü rle rin i o rta k b ir ü re tim sürecinde b ir ­b irine bağımlı da kılıyor ve bu nedenle onları üretken ve verim li hale ge tiriyo r. Doğal olarak bu yeni durum, yeni to p ­lumsal ilişkilerin ortaya çıkarıldığı ve ye­ni b ir insan tanımına da ulaştıran kaçınıl­maz yol gibi görünüyor. Çünkü bu kriz, aynı şekilde insan kafasında hayallerin b i­rik im in i de gösterir. Hayali olmayan b ir insan, umudunu tüketen b ir hayvansal varoluştan farklı değild ir çünkü. D enile ­b ilir ki bugün insanlık, bu hayallerin b ir i­kim i içinde b ir çıkar yol aramaktadır. Burada ulusallık, cinsiyetçilik vs. gibi kav­ramlara dönüşün kendisi, ş im dilik bunlar çıkar b ir yol olarak düşünülse bile, bu hayalin bizzat kendisi değil midir? Elbet­te önemii olan bu hayallerim izi doğru kurm aktır. Sınıfsal yo! biraz da düşe kal­ka bu şekilde gerçekleşecektir. Bu e lbet­te yeni değerler sistemine ulaşmanın da maddi tem elle rin i gösteren b ir düşünce­nin kuramsal özünü v e rir bize. Kuşkusuz bu hala toplumsal sınıf mücadelesinde is­tenilen b ir karşılığa o turm uş değildir. A - ma bu zemin bunun tem elle rin i göste r­mesi bakımından önem lid ir.

Burada önemli olan emekçilerin o r ­tak b ir toplumsal pro jeye kavuşması ve onun etrafında ö rgü tlü lük le rin i sıklaştır­ması, kendi ideo lo jik konumlarını ve bu uğurda eyleme geçmelerini sağlayacak m etodu ellerine almalarının gerçekleşti­rilm esid ir. Bu aslında sadece işçi sınıfının değil, aynı zamanda insanlığın da kendi gerçek özüne dönüşün kaçınılmaz b ir yolu olduğunu gösterir. Ve bu yine aynı şekilde insanlığın kurtu luşunun da kaçı­nılmaz tek yo ludur. Dolayısıyla bu dü­şünce yenilenmesi içinden bütün yapısal

__ 152

Page 153: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

21. yüzyılda insan ve felsefe__

sorunların tartışılmasını gerekli kılan b ir m om ent olacağını da gösterm ekted ir. Ama yine de bu sorun tamamı ile başka b ir yazı konusu olacak kadar önem lidir.

Dem ek ki çağımızın altıda beşinden fazlasını oluşturan em ekçiler dünyası, büyük b ir kırılma içinde bulunmasından dolayı kendi gücünü sermayenin karşısı­na d ikerek kendi insansal varlığını oluş- tu ram ıyor. Oysa günümüz insanlığı, ta ri­hin en karanlık dönem lerinden birisini yaşıyor ve büyük b ir acı ve ıstırap içinde bulunuyor. Kuşku yok ki bu durum çıkı­şın yolunu gösteren olanakları b ir ik t ir ­mesi anlamına da gelir. Yeni oluşum, a- cının ve çözülmenin içindeki bu dinamik gücün b irik im inden çıkar. Şimdilik bu devasal gücü, sermaye kendi güçlülüğü i- çin kullanmaktadır. Ama onun kullanıl­ması, kendi varlığının parçalanması ve tüm den geleceğini kaybetmesi nedenine dayandığını, onun için görülmemiş b ir saldırganlık içinde bulunduğunun da b ir göstergesi değil midir? Unutulmasın ki** saldırganlık hem güçsüzlüğün hem de çözülmenin b ir ifadesidir. Z o ra dayanan güç, aslında güçsüzlüğün önemli b ir be­lirtis id ir. Burada sayısız ta rih i ö rnekle rle yazıyı şişirmenin b ir anlamı yok. Haluk G erger “ Kan Tadı” eserinde A B D ’nin saldırganlık tarih in i anlatırken, aslında bu im paratorluğun ne kadar zayıf b ir tem e­le dayandığını çok iyi görebilm işizdir. Bu tek ö rnek bile emperyalist sistemin ne derece güçsüz b ir temele dayandığını bilm ek açısından öğretic id ir. Birinci te ­mel saptamamız burasıdır. Burada ikinci b ir saptamayı daha yapmamız gerekir. İşte bu noktada M arx’ ın kendisinin de i- fade ettiğ i ve daha önce gösterm iş o ldu­ğumuz gibi, som ut ü re tic i güçler bağla­mında ortaya çıkan fazla nüfus sorunu­

dur. Burada şim dilik önemli olan bu faz­la nüfusun politika ile ilişkilerde nasıl b ir ro l oynadığıdır. Yani yukarda saptadığı­mız, kapitalizm için oluşan fazla nüfus, iş­siz, açlık ve yoksulluklarla debelenen bu insan toplu lukları, som ut emek anlamın­da üretim sürecinin doğrudan ayaklarını, dolayısıyla gücünü o luş tu rm uyor dedik. Elbette bu durum, sınıf hareketini şimdi­lik olumsuz etkileyen fa k tö r olarak da görü lebilir. Çünkü kitlesel ü re tim in do ­ğal gelişme seyri, hareketin niteliğini de belirle rd i daha önce. Şimdilik po litika ­dan felsefi kuramlara kadar bu n ite likten elbette b ir kaymayı yok saymak gerçek­çi değildir. Ama yine de olumsuz gibi gö­rünen bu yeni varoluşu, o lum lu b ir va ro ­luşa dönüştürecek b ir süreç, emeğin bu birleşik yeni varoluşundan çıkacaktır d i­ye düşünmek gerekir. A r tık kapitalizm, bu fazla nüfusu taşıyamaz hale gelm iştir. O zaman insanlığın bütünü, yaşamını de­vam e ttirecek olmasından dolayı, kapita­lizm için temel tehlike insanlığın bütünü haline gelir. A r tık burada soyut emek i- le som ut emeğin arasındaki ayrımın faz- ia b ir önemi de kalmaz. Emeğin kendisi b irleşik b ir karakter alır. Çünkü emeğin tümü insanlığın tüm ü haline gelir ve va­roluş bütünüyle tehlike altındadır. Kuş­kusuz burada küçük b ir zengin e lit azın­lığı bu tartışma içinde, insanlığın içinde telakki etmenin çok fazla b ir gereği yok­tu r ve bu dar b ir tartışma başlığıdır ben­ce. İşte buradan yeni b ir dinamizmin çı­kacak olmasına ilişkin tasarımlarımızın tem elinde bu tem el bakış saklıdır.

G erçekten som ut emek bugün gücü­nü büyük oranda,- soyut emeğe aktar­mıştır. Bu hem emek tü rle rin in o rtak birleşim kanallarının açılmasını sağlayan hem de bu süreçte b ireyleri b irb ir i ile

153----

Page 154: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

daha fazla ilişkiye geçiren b ir mayalanma anlamına gelir. Bu mayalanma, mutlak sure tte kendi öz varlığını ortadan kaldı­racak nedensellikleri sorgulamadan ede­mez. Peki ama bu nereye doğru evrilir? Şimdiden bunun net b ir cevabını verm ek zordur. Am a bu belirsizliğini b ir süre da­ha koruyacağa benzer.

Bilindiği gibi gerek b ireylerin kendi i- lişkilerinde, gerekse b ireylerle üretici güçler arasındaki ilişkide tek bağ emek­ti. Şimdi bu bağ, yani emek bağı, önemli derecede bugün kendi kişisel aktivitesini kaybetm iştir. Yani bugün için bu emek bağı, emeğin değişik oranda bölünmesi nedeni ile b irey le r arası ilişkileri yaygın­laştıran ama bunu şim dilik bü tün leştir­meye kaydıran o rtak bağa dönüştüre- m em ektedir. Çünkü hem kitlesel üretim parçalandı hem de ideolo jik ve kü ltürel manipülasyon büyüdü. Emeğin o rtak bü­tünleşme eğilimi daha önce gösterild iği gibi nesnel ilişkilerin b ir anlatımıydı. O y ­sa nesnel ilişkilerin kendisi sosyal ilişki­lerde, dolayısıyla p o litik ve ideo lo jik iliş­kilerde doğrudan b ir bütünleşmeye veya o rta k harekete yol açmaz. Burada iki ay­rı yapısal sorun vardır çünkü. Nesnel i- lişkilerde ortaya çıkan yapısallık, sosyal ve po litik ilişkilerdeki yapısallığın tem eli­ni gösterir, ama bu onun kendisi değil­dir. Bunun için “ dışardan” müdahale ge­rekir.

Yine de şu soruyu sorm ak yanlış de­ğ ild ir kanımca. Şimdi bu tartışma yukar­da ifade ettiğ im iz gibi önümüzdeki sü­reçte olası bütünleşme ve o rta k hareket eğilim ini yok sayar mı? Elbette hayır. Yok saymaz ama bu onun, yani ilk yapı­nın içinden çıkıp gelir. Yine de günün nesneliği açısından bu bağın hala o lum ­suz b ir ro l oynamaya devam ettiğ in i ka­

bul etmemiz gerekir. Buradan çıkaraca­ğımız sonuç şudur; bu nesnel varoluş ya­bancılaşmanın daha fazla derinleşmesin­deki maddi olguları gösterd i bize. Ç ün­kü daha önce insanın insanlaşmasında tek bağ olan emek, bugün için insanı in­san kılan b ir ro lden çok, a rtık b ir araç durumuna gelmiş olduğunu gösteriyor. Ama unutulmasın ki, ilkel insandan ger­çek som ut insana geçiş (bugün insan kendini sermayenin araçsal b ir varlığı o- larak duyum suyor olsa bile), yine de bu insanın kendisi, doğanın araçsal b ir par­çası olarak onun varoluşu içinden insan­laşma sürecini yarattı. Ü ste lik doğa ne kadar vahşi olsa da, bugün sermaye ka­dar asla vahşi değildi. Dem ek ki insanın araçsal b ir varlık oluşu, onun insansal varlığının kurulmasının temel b ir nedeni olmaktan çıkmadı, çıkmaz. O , dün doğa­nın b ir aracıydı, bugün ise sermayenin.

Doğrudan b ir iş konumuna sahip o l­mayan b ir insanın, bugünkü yaşamı, el­bette onun için b ir yük halini aldı. Yaşa­mın kendisi insandan kopan b ir nesnellik haline dönüştü. Bu nesnellik insan için öyle b ir durum yarattı ki, bırakın maddi ürünlere sahip olamamasını, yaşamın kendisi çekilmez hale geldi. Böylece ya­şam insana yabancılaştı. Yoksul, aç veya işsiz b ir insan için ilk şey, işin, yiyeceğin biçimi, şekli vs. değildir. O nun için önce yiyeceğin veya herhangi b ir işin varlığı ö- nem lidir. Aslında bu durum soyut b ir va­ro luştur. Çünkü b ir iş veya b ir yiyecek, hayvansal b ir beslenme veya hayvansal b ir çalışma ötesinde düşünülemez. Ge­lecek kaygısı güçlü olan ve yarın çocuk­larına b ir parça ekmek götürm e kaygısı taşıyan b ir insan, en güzel oyun, en gü^ zel müzik, sevgi veya aşk vs. karşısında duyarsızdır. Aslında bu duyarsızlık onun

154

Page 155: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

21. yüzyılda insan ve felsefe__

belki de en büyük duyarlılığının açığa çıkmasının da olanaklarını yaratır. Çün­kü duyarlılığın hammaddesi bu acının kendisi içinde saklıdır. Dem ek ki duyar­sızlık, duyarlılığın gölgesidir. Ö nem li o- lan bu gölgenin kapattığı özü açığa çıkar­maktır. Elbette toplumsal insan veya in­sansa! özün nesnelleşmesi hem kuram ­sal hem p ra tik bakımdan, insan duyuları­nın insani kılınmasını ge rek tirir. Dem ek ki b ir yerde duyarlılık tek başına hiçb ir şeydir. Burada duyarlılık duyarsızlığın başka b ir izdüşümünü göste rir bize. O - nun kuyumcu terazisinde altının işlen­mesi gibi işlenmesi gerekir. Bugünkü in­sanın bireyselliği, gündelik yaşamı nasıl sürdüreceğinin kaygısı ile oluşmuştur. Bundan dolayı değerler sistemi veya kül­tü re l varoluş olgusallığı rahatlıkla mani- pülasyön araçları ile kırılabilm iştir. Yani som ut insandaki kü ltüre l varoluş, yerini soyut insana, dolayısıyla soyut b ir nes­neye, metaya dönüştürm üştür. K ü ltü ­rün kendisi nesnel özünden kopmuş ve soyutlanma içine giydirilm iş b ir karakte­re dönüştürü lm üştür. D eğerler bile ka­pitalistin elinde, reklam piyasasında kul­lanıldığı gibi b ir metaya dönüştürülm üş­tü r. Böylece insanın toplumsal varlığı yı­kılmış ve insan önem li derecede bireysel b ir hayalete yol açarak kırılgan b ir yapı­nın oluşumuna neden o lm uştur. İşte bu varoluş, kapitalizm in b ir sistem olarak varoluşunun tem ellerin i daha kolayca kurmasına yol açmış ve sermayenin bu­radan kendi egemenliğini rahatlıkla per- çinlemeye yol açmıştır. Dolayısıyla insan nesnesiz b ir varlığa dönüşmüştür. Ser­maye ne kadar kar eder ve mülkünü ar­tırırsa, insanda o kadar değersizleşmiştir çünkü. Bakın M arx bu konuda ne d iyor; “ İşçinin kendi nesnesi içinde yabancılaş­

ması, iktisat yasalarına göre, kendini şu biçimde dile ge tirir; işçi ne kadar çok ü- retirse, o kadar az tüketecek nesnesi vardır, ne kadar çok değer yaratırsa, o kadar çok değerden düşer ve saygınlığı­nın azaldığını görür, ürünü ne kadar bi- çimliyse, işçi o kadar biçimsizdir, nesne­si ne kadar uygarsa, işçi o kadar barbar­dır, iş ne kadar erkliyse, işçi o kadar erksizdir, iş ne kadar us işi olmuşsa, işçi ustan o kadar yoksunlaşmış ve doğanın o kadar kölesi durum una gelm iştir.” (Marx, 1976:156)

Dem ek ki insanın insanlaşması, b ir yerde emeğin özü ile ilişkilid ir. Çünkü “ emek insanın kişiliğinin b ir belirtis i ve onun özgül b ir e tk in liğ id ir.” (M arx) Bu­gün emeğin özü, insandan kopmuş o ldu ­ğu ve sermayenin gücüne güç katan b ir karaktere bürünmüş olduğu için, insanı insan yapan bilinç, kü ltür, sanat, po litik vb. b ir dizi e tk in lik ten de kopması anla­mına gelm iştir. Emeğin özünün insan ö- zünden koparılması, insanın aynı şekilde duygu ve düşüncelerinin de insandan a- lınması ve koparılması sonucunu yara t­mıştır. Dem ek ki emeğin gerçek insan özüne kavuşması, b ir yerde duygu ve düşüncenin de değerler sistemine o tu r ­ması dem ektir. Bir yerde m oral değerle­rin yıkımı, b ir süreç içinde ve geçişin pa­ram etre lerin in aşıldığı b ir evrede, bu so­run, insan bilincinde yeniden m oral de­ğerlere dönüşün tem elle rin i atmadan i- lerleyemez. Böylece genel emek ile in­san özünün yıkımı arasındaki ilişki, bu krizin içinden yeniden b ir ilişkinin o lum ­lu özünü b ir lik te taşır. Bu nokta önem li­dir. Ne yazık ki bugün bütünüyle bu e t­k in lik ler, yani sanat ve kü ltüre l e tk in lik ­ler, sermaye iktidarının daha da tahkim edilmesine yol açmıştır. Adım adım bize

155----

Page 156: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ait olan bu değerlerin bile sermaye tara­fından özü boşaltılarak işlenmeye baş­lanmasının esas nedeni budur. Nazım H ikm et örneği bunun en çarpıcı b ir ö r ­neğidir mesela.

Bu anlamda soyut emek haline dönü­şen bu nesnellik ya da soyut emeğe in­dirgenen bu nokta, insanlığın gelişmesini de frenleyen nedenlerin başında görü le ­bilir. Çünkü oluşan küresel kapitalizm yapısı, başka b ir deyişle ekonom i po litik sistem, emeği insanla ilişkisinden ve ba­ğından kopartm ıştır. Sadece yabancılaş­mış biçim içinde, onu b ir meta gibi alır veya duyumsar dedik. Ü rünün üretim i, insanın özü veya özsel güçleri içinde gö­rülmez. Bu ise insanın özsel yapısının yok edilmesi anlamına gelir. Aslında bu emeğin kendi varlığında somutlaşmış o- lan insana yabancılaşması da dem ektir. Ama buradan yanıltıcı b ir noktaya düş­memek gerekir. Emek özünde insana a- it b ir e tk in lik ise, ama bu etkinlik, özel m ülkiyet sistemi içinde aynı şekilde “ dış­sal” b ir etkinliğe dönüştürülm üştür. Ya­ni kapitalizm koşullarında emek, işçinin özüne ilişkin b ir olgu değildir. O özün dışındaki b ir e tk in lik tir. Dolayısıyla işçi, b ir iş ilişkisi içinde istemeyerek de olsa emeğini harcamak zorundadır. Böylece işçinin kendisi çalışmanın dışında b ir duyguya sahiptir. Çünkü onun için çalış­ma zora dayanır. Bu durum da “ dışsal e- m ek” der Marx, “ ...insanın içinde kendi­ne yabancılaştığı emek, b ir kendini ku r­ban etme, b ir o nu r kırılması çalışması­d ır.” (Marx, 1976 :1 57) İşçinin kendine a- it olmayan ve kendisinin ko n tro l edeme­diği emek etkinliği, kendisinin özsel b ir etkinliği olmadığı için, bu e tk in lik b ir yerde kendi kendisinin y itirilm es id ir as­lında. Burada bugünün insanının bozul­

— yol--------------------------------------------

__ 156________ ___________________

masının tarih in i de görm ek m üm kündür.

Bu durum sadece soyut emeğe ilişkin geçerli b ir tez de değildir, bu aynı şekil­de som ut emek açısından da böyledir. Yani doğrudan mal üreten b ir emeği de ele almış olsak, burada yine sermaye e- meği, insanla bağını kopartm ıştır. Ama durum u çağımız insanının büyük bölümü açısından alırsak (ki fazla nüfus veya so­yut emek ilişkisi içinde), oluşan egemen­lik ilişkilerinde ve b ir dizi manipülasyon araçları ile zaten baştan insanı insan ya­pan tek bağ olan bu emeği, insandan ko ­parttığı için daha rahat b ir yönetim e rk i­ni tahkim edebilm iştir.

N orm al olarak insan, iş ilişkisinde kendini, insani b ir varlık o larak duyum­samaz. Onun insani varlığı, özgürce özel yaşamında, evde, sokakta, sinemada, kü­tüphanede eğlence yerlerinde vs. ortaya çıkar. M arx bunu “ hayvansal insansal, in- sansal da hayvansal durum una ge lir” d i­ye açıklar. (Marx, 1976:158) Ancak bu insansal varoluş asla tek başına b ir insan­sal varoluş değildir. Başka b ir deyişle bu tek başına insansal b ir varoluş haline gel­mişse, bunların hayvansal işlemlerden kurtu lduğu anlamına da gelmez. Dolayı­sıyla düşünce, kü ltü r, sanat vb. gibi o rtak değerlerin, değişimi ifade etmesi nede­niyle devreye girmesi gerekir.

Haklı o larak insan kendini b ir iş ilişki­sinin dışında özsel varlığını duyum suyor olsa da, bugün insanın varoluşu, yani in­sanlığın büyük b ir bölümünün işsiz veya yarı işsiz b ir konumda olması, başka b ir deyişle d irek t b ir iş ilişkisinin dışındaki varoluş konumu (elbette burada iş ilişki­si dışında kalan emek potansiyelini ta r­tışma konusu yapıyorum), insanın kendi­sinin insansal b ir varoluşuna yol açabilir

Page 157: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

mi? Bu soruya cevabımızı bu tü r soyut b ir söylev içine o tu rta rak verecek o lu r­sak e lbette hayır o lur. Teoriy i mekanik- leştirmeyeceksek eğer, b ir iş ilişkilerinin dışında kalan bu toplumsal olgu, onun d ö r t b ir yanı kapitalist zora dayanan ça­lışma kü ltürünün, ahlakının, yasalarının ve onun devletinin baskısı ve zoru altın­da bulunduğunu dışlar mı? Asla dışlamaz. Dem ek ki insan aynı zamanda belirli b ir iş ilişkisinin dışında kalsa bile, o yine de b ir yerde hem kendinin dışında olduğu hem de içinde olduğu b ir iş ve yaşam a- lışkanlıklarının, dolayısıyla b ir toplumsal b ir sistemin içinde var olan toplumsal b ir varlık olarak ortaya çıkar. Bu onun yaşamının tü m ü d ü r çünkü. E lbette M arx ’taki iş ilişkisi tanımını fabrikanın d ö rt duvarı arasına sıkıştırmanın ve onu böyle okumanın olası olmadığı gerçeğini görm ek önem lid ir bugün. A rtık dünyayı b ir fabrika gibi algılarsak eğer, dar an­lamda bu fabrikadaki bütün zora daya­nan ilişk ile r sistemi, aynen dünyamız i- çinde yaşayan insanlığın da yaşadığı açık b ir cezaevi gibidir. Çünkü kapitalizm b ir dünya sistem idir, insan da bu toplumsal sistemin içinde varlığını sürdürür, dola­yısıyla insanların yaşamı bu sistemin zo­ru, yasaları ve kü ltürü altında b ir cende­reye dönüştürü lm üştür. İşte bu nokta insanın yıkımının da temel kaynağı o ldu ­ğu gibi yine insanın kurtu luş yolunun da b ir göstergesini ve rir bize.

Bu noktada yabancılaşmış emeği, bu­günkü çağın toplumsal koşullarında yeni­den okumamız olanaklı hale gelm iştir di­yebiliriz. Bu okuyuşta en önem li nokta şudur; yabancılaşan emek sorununu ele alırken, bireyin (işçinin) gerçek ro lü, i- çinde yer aldığı üre tim sürecinde veya üre tim ilişk ileri içinde açığa çıkar. İşçi,

bu üre tim sürecinde hem ürününe hem de kendi kendine karşı yabancılaşan b ir sürece girer. Ve bu durum insansai va­roluşun, dolayısıyla insana ait değerler sisteminin yıkılışının özüdür. Bu sorunu irdelerken izlememiz gereken m e todo ­lo jik yöntem önem lid ir. Bu m etodo lo jik yöntem i izlerken karşımıza kuşkusuz, i- çinde bulunduğumuz toplumsal koşullar çıkar. Bu toplumsal koşullar, insanı in­sanlıktan çıkaran toplumsal koşulların tümünü ifade eder. Mesela ‘ulusal ülke­le r ’ dahil, dünyamızda yaşayan yaklaşık altı m ilyar insan topluluğunun büyük b ir kısmı iş olanakları dahjl insanın yaşaması için maddi ve manevi olanaklardan bü­yük oranda yoksundur. Bu noktada sayı­sız ista tistik verile re gerek görülm eye­cek kadar durum vahim ve çarpıcıdır. İş­te içinde yaşadığımız bu dünya ve onun bütün koşulları, insanın yıkımına yol sı­çan yabancılaşma süreçlerin in b ir gös­tergesi olduğu kadar,, yabancılaşmış e- mek teoris in in de ne anlama geldiğinin çarpıcı ve ikna edici b ir anlatımını ve rir bize. Ö yle sanıyorum ki, bu koşullarda, yabancılaşmış, büyük oranda sabit iş iliş­kilerinden dışlanmış büyük b ir emek po ­tansiyelini sokaklardaki yaşam ilişk ile r­deki bu yaygınlıktan çıkarırız. Bu yaygın­lık aynı zamanda toplumsal ilişkilerinin de b ir yaygınlığıdır. Çünkü her insan şu veya bu şekilde b ir devlet egemenliği i- çinde, onun yasaları ve zoru altında ya­şar dedik. İşte bu varoluş, aslında yaban­cılaşan emeğin ve bu yabancılaşmaya ne­den olan yapının burjuvazi tarafından toplumsal ilişkilere enjekte edildiği nok­tadır. Böylece yabancılaşan emek sokak­larda sürünen ve kendi varlığına da kar­şı oluşan yabancılaşmış b ir yaşamın de­yim yerindeyse Türkçe okunuşudur. Ya-

21. yüzyılda insan ve felsefe__

157 -----

Page 158: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ni yabancılaşmış emek yabancılaşmış b ir yaşam dem ektir aslında. G erçekte b ir yanı ile bu insan özünün yoksullaşması anlamına da gelir. Çünkü bu insanın hem doğaya, hem kendine ve kendi insansal özüne hem de kendi emek ürününe kar­şı da yabancılaşmasıdır. Peki ama insan nasıl o lu r da, kendi emeğini bu derece yabancı kılmaya kadar götürebilir? Elbet­te bu sorunun yanıtı, b ir yerde onun çı­kışının da b ir çözümlenmesidir. Dolayı­sıyla M arx o günün koşullarında bu so­ruya şu yanıtı ve rm iş tir ve bu yanıt ö- nem lidir;

“ Özel m ülkiyetin kökeni sorununu, yabancılaşmış emeğin insanlığın gelişme­sinin gidişi ile ilişkisi sorunu durumuna dönüştürerek, bu sorunun çözümünde daha önce büyük b ir adım atmış bulunu­yoruz. Çünkü özel m ülkiyetten söz edil­diği zaman düşünülür. Ve emekten söz edildiği zaman da, doğrudan doğryya in­sanın kendisi söz konusu edilmiş de­m ektir. Sorunun bu yeni konuş biçimi, onun çözüm ünü de iç e r ir .” (M arx,1976: 157)

Dem ek ki emek ile ilgili bütün ta rtış ­manın odağında insan ve insanın m utlu ­luğu sorunu vardır. G erçekten sorunun böyle konuluşu Marx için, emeğin ser­maye iktidarı egemenliğinde yabancılaş­ması, aynı zamanda insanın gelişmesi ve onu aşması için de zorunlu b ir aşamayı gösterir. Ö nem li olan ta rih te bunun kö ­kenini bulmaktır. Bu anlamda özel m ül­kiyet ve özel m ülkiyete ait sistem, ya­bancılaşmış bu emek sürecinden tü re til­m iştir. Bu öngörü tarihsel olduğu kadar, bu her iki durum un da aşılmasını m üm ­kün kılacak b ir anlatımı ifade eder. Bu­nun insani gelişme dönem ine tekabül e t­mesini de zorunlu kılan b ir geçiş döne­

— yol----------------------------------------mi anlamına gelir. Dolayısıyla M ark­sizm ’in gerçek anlamda çözümleyici gü­cünü de buradan çıkarıyoruz.

Yabancılaşmış yaşam ve yabancılaş­mış emek kavramını Marx, ekonom i po­litik ten, yani özel m ülkiyetin hareketin­den tü re tm iş tir. O halde özel m ülkiyetin çözümlenmesi yabancılaşmış emeğin de çözümlenişi dem ektir. Yani der Marx, “ yabancılaşmış insan, yabancı kılınmış e- mek, yabancı kılınmış yaşam, yabancı kı­lınmış insan kavramından doğar.” (aynı yerde)

N orm al olarak insan e tk in lik le ri, d i­ğer insanlarla b irlik te hem zenginleşme­ye hem de kişilik kazanmaya ve b irb irin i tamamlamaya yol açması gereken e tk in ­lik le rd ir. Ancak şim dilik bu böyle geliş­m iyor. Maddi zenginlik toplum sal-ente- lektüel zenginliğe dönüşmeyince, hem bireylerin b irb irine karşı görülm em iş re ­kabetine hem de insana ait duyu ve öz­lem lerin yok olmasına yol açmıştır. O y ­sa bu sürecin derinleşmesinin anlamı toplum un yıkımı ve bozulması dem ektir. Çünkü insanın insanlaşması top lum un da tem elin i o luştu ru r. Böylece tersinden iş­leyen bu süreç, bireyi toplum dan, to p lu ­mu da bireyden koparan süreçlere yol açıyor. G erçek bireylerden kopan b ir yapı, başka b ir deyişle insana a it olan in­sani k im lik kendini b ireycilik ahlakı üze­rinden tanımlamaya başlayınca, ortaya ucube top lum la r çıkıyor. Kuşku yok ki e lbette bütün top lum la r b ireylerden o- luşuyor. B ireyler de kendi varlıklarını toplumsal yapı içinde gerçekleştiriyor. Oysa b ireylerin bozulduğu b ir yapı, to p ­lumun da bozulması anlamına gelm ekte­d ir bugün. Dolayısıyla her birey, top lum ­sal varlık içinde kendi kişiliğini kazanamı­yo r ve ondan kopuyor dediğimizde bu­

___ 158

Page 159: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

nu anlatmış oluruz.

O halde insanlığın bu süreçten ku r­tulması müm kün müdür? M utlak olan ilk şartımız e lbette şudur; insan tarih i ü re­tim ta rih i ise, insanın da emek hareketi m utlak sure tte insansal b ir karakter ka­zanması gerekir. Bunu yukarıda kısaca incelem iştik. Böylece insanın özlem leri, duyuları ve istekleri yeniden insan eyle­minin m erkezine oturmasının da yo lu­dur bu. Bu ise zorunlu b ir kural olarak emeğin yabancılaşma sürecinden ku rtu l­masına bağlı olduğu anlamına gelir. D o ­ğal olarak burada şimdinin koşullarında yeni baştan emeği b ir kez daha irde le ­mek zorunda kalmamızın nedeni de bu­radan çıkar. Düne göre bugün bütün in­sanlığı içine alan b ir emek genişlemesi (emek, bugün tüm insanlık açısından fonksiyoner b ir anlam kazanmıştır), b ir­çok düşünürün iddiasının tersine, insa­nın yeniden insanın insanlaşmasının tek reçetesi gibidir. Bu anlamda emek gibi b ir varoluştan soyutlanan, b ir kü ltü r ve ahlak anlayışı, çıkışın reçetesi olamaz bence.

İkinci nokta ise, genişleyen bu emek dünyası, ilk elden gündemine uzun ve sancılı b ir ta rih i süreç sonunda (kriz ler, savaşlar, doğal felaketler, hastalıklar, aç­lık, yoksulluk vs gibi), “ biz k im iz” , “ insan k im ” ve “ biz ne yapmalıyız” gibi soruları hızla gündemine almaya başladığını gös­te rir . Yani duyu lur insan, özlem leri, ve istekleri olan insana dönüşüyor adım a- dım ve bu o rtak b ir temel yaratıyor. Bu anlamda insanın sorgulama ve soru so r­ma aşamasına doğru ortaya çıkan bu e- ğilim i, onun yaşamsal olarak varoluşsal koşullarından çıkıyor ve bu anlamda so­yu t b ir şeyden bahsetm iyoruz. Varlığı tehlikede olan b ir insan öncelikle, teh li­

kenin nereden geleceğini düşünür ve sonra da tedb irin i alır. Bu onun düşün­sel yapısının kurulmasının da ilk koşulun­dur. Yani insanın aynı düzeyde b ir “ ide­o lo jik yabancılaşmadan da kurtulması gerektiğinin b ir anlatımı dem ektir bu. Burada e lbette işin içine sadece düşün­ce g ir iyo r değildir. Aynı zamanda insana ait kü ltüre l değerler ve duyulur özne llik­le r de girer. Böylece kulaklarımız müzik duyumunu, gözlerim iz güzellik duyumu­nu, burnumuz kötü veya iyi koku alma duyusunu, insanın insanlaşma zenginliği­ne yığılacak param etre ler g ibidir. Böyle­ce sorun, beş duyunun beşi ile b irlik te çözülecektir derken Feuerbach haklıdır. Doğal olarak buradan çıkarttığımız so­nuç şudur; emeğin yabancılaşması olarak nesnel yabancılaşma ile ideo lo jik yaban­cılaşma dediğimiz bu süreç ve bu süreç­ten çıkış, insanın kurtu luş eyleminin o r ­tak iki ayrı çehresi veya madalyanın iki yüzü gibidir. Bunlar b irb irinden asla ay­rılamaz. İnsana aykırı olan bu yabancılaş­ma öğelerinden kurtu lm ak, insan için kaçınılmaz varoluş bilincinin adım adım örülm esi dem ektir.

Bu ara bölümde, hem emeğin insan­dan soyutlandırılmış biçimlerini-' oluşan nesnel ilişk iler içinde anlatmış olduk hem de yabancılaşmış emeğin insana ait değerleri dizim ini nasıl yok ettiğ in i be lir­lemiş olduk. Buradan tarihsel b ir sistem olan kapitalizm in sorgulanmasını ger­çekleştird ik. Ancak bu nesnel ilişk iler alt yapı süreçlerinin toplam b ir açıklanması ve aynı şekilde emeğin yabancılaşması­nın bu gelişmenin doğal b ir sonucu o ldu ­ğu halde, emeğin canlı insan yapısında nasıl vücut bulacağı, yani proletaryanın kendisinin, kendi tarihsel eylemini, baş­

21. yüzyılda insan ve felsefe__

159

Page 160: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ka b ir ifade ile onun öznel hareket biçi­mini, siyasai tıkanmışlığın nasıl açılacağı­nı, bunun hem örgütsel hem de po litik varsayımlarının neler olabileceğini ta rtış­ma dışı bıraktık. Buniar bu yazının konu başlıkları değildi çünkü.

Sınıfın öznel iradesi kuşku yok ki nes­nel ilişk iler içinden çıkar. Ancak nesnel ilişkiler sınıfın sınıf bilinçli öncüleri tara­fından sentezleştirilir ve buradan b ir ha­reke t planı çıkarılır. Sentez, yorum ve sonuca ulaşmadır. Nesnel ilişkiler her ne kadar sınıf p ra tik le ri açısından o lum ­lu b ir zemin yaratmış olsa da, bu ilişkiler asia kendiliğinden sınıf p ra tik le rin i dev­rim ci kılmaz. O halde bu konuda düşü­nen bütün öncü güçlerin yapması gere­ken. bu nesnel ilişkilerin yaratmış o ldu ­ğu olum lu zemine karşın, sınıf p ra tik le ri­ni olumsuz etkileyen nedenleri bulup çı­karm aktır. Burada salt ideolo ji veya po­litik varsayımlara, yine aynı şekilde ö r ­gütsel veya çalışma b içim lerine vurgu yapmanın yeterli olacağı da düşünüle­mez. İçinde bulunduğumuz ulusun, yine hatta içinde bulunduğum uz bölgenin kü ltüre l biçim lenişi, onun din başta o l­mak üzere bütün geleneksel ilişkilerinin m utlak sure tte o lum lu veya olumsuz b ir etkisini hesaba katmanın ne kadar ge­rekli olduğu çıkar. Bunun yeterince ül­kemiz devrim ci hareketi için anlaşılmış olması gerekird i. Çünkü gerek uluslar a- rası devrim ci hareketin deneyleri gerek­se çok fazla olmasa da ülkemiz devrimci hareketin deneylerinden bu ipuçlarını bulmak mümkündü. Mesela D r. H ikm et Kıvılcım lfnm çalışmalarını bu alanda ö- nemli b ir ö rnek olarak gösterm ek olası­dır. Şöyle de düşünmek mümkün; ister uluslararası deneylerde isterse ülkemiz deneylerinde referans alacağımız benzer

__ yol_____________________________

örnekle rin olmadığını varsayalım. Ama yine de bizim bunları yaratmış olmamız gerekmez miydi? Mesela M arx ’ın elinde o zaman böyle deneyler mi vardı? Oysa biz materyalist bilgi teoris iy le donatılmış b ir tarihsel geleneğiz. Elimizdeki bu me­to d o lo jik yöntem , bütün bunları başar­manın mümkün olduğunu gösterir. Bu­rada elbette salt göstergenin olum lu ve­ya olumsuz biçim inden bahsediyorum. Yani sınıf p ra tik le rim izin öncüleri, ulusal gelenek ve kü ltürün rolünün, ideolo jik ve po litik varsayımlar içinden dışlanmış olduğu anlamda b ir söylemden bahsedi­yorum . Buradan sınıfa ve genel o larak e- mekçilere karşı olumsuz b ir yargının çıkmış olmasının tesadüf olmadığını söy­lemek istiyorum . Bu doğal o larak sınıfa güvensizliğin kaynağı olarak b ir işlev görm üştür. Ö rgü tlü veya örgütsüz her devrim cinin bilincinde biraz da yer eden yargıdır bu; “ bu halk, bu sınıf adam o l­maz!” Bunu anlatmak istiyorum . Elbette bu yazının başlıca konusu değildi bütün bunlar. Geçerken kısaca bunlara b ir d ip­no t olarak düşmek istediğim konu baş­lıkları bunlardan ibare ttir.

8. İn san ın k ö le lik te n k u rtu lu ş u n u n

fe ls e fe ile bağı

İnsanın uzun tarih i b ir dönem içinde oluşan çeşitli bağımlılık biçim lerinden kurtulması, sanıyorum yine uzun b ir ta­rih i evreyi kapsayacak gibi görünüyor. İl­kel kö le likten m odern köleliğe kadar sü­ren tüm bağımlılık b içim leri, sonuçta sı­nıflara bölünmüş b ir top lum yapısının doğal sonuçlarıdır. Bugüne kadar söm ü­rücü sınıfların baskı ve zulmüne dayanan o to r ite r sınıf egemenliği, kaçınılmaz ola­rak insan özgürlüğünün ortadan kaldırıl­dığı b ir süreç içinde gelişmiş ve meyve­sini verm iştir. Onun ta rih i ne kadar ger-

__ 160

Page 161: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

çekse, ona karşı mücadeleler tarih i de o kadar gerçektir.

İnsanlık tarih i, özgürlükler için büyük bedellerin ödenmiş olduğu b ir ta rih tir. Kuşkusuz bu bedeller ödenmeye devam ederken, ta rih yeniden bu insanın eyle­mi tarafından yazılmak zorundadır. Böy­le b ir ta rih aralığında bugün özgürlüğün yeniden elde edilmesi, e lbette kolayca başarılacak b ir konu olarak görülemez. İşimiz düne göre çok daha zordur. Yani özgürlükler altın b ir tepsi içinde sunul­mayacaktır insanlığa. Elbette bu tarih, özgürlükler için kavgaların tarih i olduğu kadar, arayışların ve kuramsal düşünce­lerin de oluştuğu b ir ta rih tir. Bugün 21. yüzyıl ta rih i bu paradigmanın içinde şe­killenm ektedir.

Burada insan ve insanın arayışları ü- zerine önemli katkılar sunmuş bazı dü­şünür ve filozofların görüşlerini ta rtış ­manın, -her ne kadar bunlar idealist b ir temele o turm uş olsa da-, günümüzün kuramsal sorunları ile ilişki içinde, ama daha çok günümüz sorunlarının çözü­mündeki ta rih bilincinin rolünü anlamak açısından öne çıkarılmasını düşünmek mümkün. Çünkü tarih ten öğrenmek, ta­rih in öne çıkardığı bütün süreçleri öğ­renm ek ve ders çıkarmak dem ektir b ir yerde. Ö ze llik le burada iki örneği seç­tim . Aslında bu bilinçlr b ir seçimdir. Çünkü bu iki isim, yani E. La Boetie ile J. J. Rousseau, tartıştığım ız konu bağlamın­da, yani insan özü ve insanın dış dünya i- le ilişkisi gibi sorunlarda yürüttüğüm üz tartışmanın anlaşılmasında önem taşı­maktadırlar. Ö zellik le E. La Boetie ’nin i- leri sürdüğü bazı düşüncelerin önemi şuradadır; insanın özü, bağımlılık b içim ­leri ya da insan ile kö le lik ilişkisi gibi k r i­t ik konularda bundan yaklaşık 500 yıl

önce söylenmiş sözlerin, tartışma konu­muz açısından taşıdığı önem dir. Onun doğruluğu ve yanlışlığından önce, o gü­nün koşullarında nelerin söylenmiş o l­duğu, dolayısıyla bundan daha sonra na­sıl b ir felsefi temelin çıkarılmış olmasıdır onu önemli kılan. D iğeri ise, bizim için daha da önemli olması gereken J.J.Rous- seau’nun düşünceleridir. Çünkü o, tinse! düşünceleri insan beyninden aşağı indi­rip onu som ut insan pratiğine bağlaması bakımından özel b ir önem taşır.

Bu bölümde bu arayışlardan birisi o- lan, sonrası bütün idealist filozofların yo ­lunu açmakta önemli ro l oynadığını dü­şündüğüm, ama büyük oranda sessizliğe büründürülm üş olan E. La Boetie ’nin i- dealist felsefi düşünceleri ile işe başla­mak istiyorum . Sanıyorum burada ö- nemli olan, bu. düşünürün düşünceleri­nin günümüz koşulları içinde nasıl oku ­nacağı ve nasıl b ir sonuç çıkarılacağıdır. Dolayısıyla burada eleştirel yaklaşımı da b irlik te sunacağım.

1500’lü yıllarda yaşamış olan Etienne de La Boetie, kısa yaşamına karşın, yaşa­mı gibi kısa olan b ir söylev metninde, in­san ve insanın bağımlılık b içim lerinden birisi olan kulluğu (köleliğ i) izah etmeye çalışmıştır. E. La Boetie bu söylevinde insanın neden kulluğu kabullenebiieceği- ni şöyle açıklamıştı; “ ...tüm insanlar, kendilerinde insansa! b ir şey kaldığı sü-

- receJarllukİaşmalarım, iki durumdan b iri olduğu zaman, yani zorlandıkları ya da aldatıldıkları için kabul ederle r.’ ’ (Etien­ne de la Boetie, 1995:35) Aslında bu ta­nım E. Boetie ’nin sorunu sonuca ulaştır­mış olduğu yargıdan soyutlarsak, buna karşın sistem ile bağını kurarak ele a lır­sak özünde doğru b ir değerlendirmeyi i- fade eder. Çünkü bağımlılık b içim leri ve

21. yüzyılda insan ve felsefe__

İĞİ

Page 162: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

insandaki yabancılaşma süreçleri, özün­de insan iradesinin dışında gerçekleşen, ya zo r yolu ile ya da zorun değişik b ir bi­çim i olan m istifikasyon/a ldatılm a/rıza yolu dediğimiz süreçler ile ortaya çık­mıştır. Bana göre bu düşüncenin I500 ’lü yıllarda yazılması önem lid ir.

Özgürlüğün elde edilebilmesinin yo l­larından birisi, insan toplum larını kendi gerçek özünden soyutlayan bu varoluş b içim lerin i (aldatılma süreçlerini) yıkma­sına, dolayısıyla egemen sınıf zorunun tüm b iç im lerin i ortadan kaldırmasına bağlı olmasıdır. Bu anlamda E. La Boetie için özgürlüğün elde edilmesinin aslında hiç de zo r olmadığını şu cümlelerden çı­karabiliyoruz; “ Tirana karşı koymak, o- nunla savaşmak gerekmez bile. Ü lke ona kulluk etmemeye karar versin b ir kere, tiran kendiliğinden yok o lu r g ider.” (E. La Boetie, 1995:25)

Bu karar nasıl ve neye göre verile ­cektir, esas sorun e lbette burasıdır. La Boetie ’nin bu kolayca elde edilebilecek özgürlük söylemi, e lbette halkın bilinçli b ir kararla, kendi varoluşunu tanımlaya­rak köleliğe hayır demesini ifade eder. Ama durum buradaki anlatımda farklı­dır. Çünkü onun için, halkın içine düştü­ğü hastalık, yani gönüllü kulluk, iyileşme umudu olmayan öldürücü b ir durum ­dur. Bu anlatım umutsuzluğun çizilen tablosu gibidir. Burada E. La Boetie, hem oluşan siyasal yapının insanları nasıl yozlaştırdığının nedenini görmez, hem de iyileşme umudu olmayan umutsuz bir tablo çizer. Dolayısıyla siyasal eylem on­da, kulluktan kurtu luşun nedeni olarak m erkeze oturm az. Ve kulluktan ku rtu ­luş için b ir mücadele programı da çık­maz doğal olarak. Sözgelimi E. La Boeti- e, 1548 köylü ayaklanmasını görmüş o l­

__ 162

duğu halde, ancak onun gözünde bu a- yaklanmalar, özgürlüğe gidişte gerçek b ir kopuşu sağlamaz. Hedefinde ege­m enlik biçim i olan sistem yapısı ve onun devleti yo k tu r çünkü. Bu durum sonraki bütün idealist filozofların o rtak kaderin­deki belirleyici noktadır.

Onda kö le likten kurtu luş mantığı, i- dealist b ir yorum olan, insanın kö le lik psiko lo jis inden kurtu lm asına bağlıdır. Oysa bu sınır hem soyut b ir kavramı hem de ona yol açan ekonom ik ve to p ­lumsal sistemi ve onun ideo lo jik araçla­rını sorgulamayı gerektirm ez. Oysa kul­luk psikolojisini üreten, siyaset ve ba­ğımlılık b içim lerin i sürekli o larak ortaya çıkaran, toplumsal yapıya egemen olan sınıf veya sınıfların siyasal erki ve onun ekonom i-po litik ve ideo lo jik ilişk ile r bü­tünüdür. Oluşan bu egemenlik yapısı, yani sistemin zora dayanan b ir ürünü o- lan devlet, aynı zamanda-ve özellikle ide­o lo jik b ir ro le de sahiptir çünkü.

Yine de E.La Boetie gibi düşünürlerin bütün varsayımları, soyut insan üzerine kurulm uş varsayımlar olsa bile, hatta ah­lakın soyut düzeydeki b ir anlatımı dahi olsa, sorunun ilerle tilm esindeki ro lü açı­sından, dolayısıyla aydınlanma tarih in in bu bileşim lerinden bazı önem li sonuçla­rı çıkarmak m üm kündür. Mesela onun şu anlayışı, günümüz sorunları açısından önem taşır kanısındayım; “ Halk b ir kere kullaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki, a rtık onun uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız o- luyor.” (E.La Boetie. 1995:36)

Elbette ki buradaki “ olanaksızlık” ta ­nımı, umudun b itim inin k r it ik b ir anlatı­mı olarak bütün idealist düşünürlerin o rta k yazgısından kurtulamaz. Oysa u-

Page 163: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

m ut insan var oldukça hiç tükenmedi ki. Kuşkusuz umuda ilişkin söylem soyut b ir söylem değildir. Ama yine de E. La Boetie b ir gerçeği çıplak olarak tanımlar; insan b ir kere özgürlüğünü yitirm eye görsün, bu durum insanı insanlıktan çı­karması bakımından çözümü kolay olan b ir sorun değildir. En azından onun söy­leminden ben doğaldır ki bunu çıkarırım. Onu elde etm ek kuşku yok ki büyük b ir uyanışı ve kavgayı göze almayı gerek tirir. Ne yazık ki insana a it olan haklar, Orta­dan kaybolduktan sonra onu te k ra r elde etmek e lbette zo rdur. E.La Boetie ’nin, kitlesel halk eyleminden h içb ir sonuç a- iınamayacağını varsayması, bu düşünü­lün b ir yanılgısını göste rir aslında. Böy- iece onun söylevi, siyasal iktidarın köke­nini yanıtsız bıraktığı gibi, kulluktan ku r­tuluş söylemi de soyut b ir içerikten ku r­tulamaz. Am a yine de burada dikkat edi­lecek nokta, E. La Boetie ’nin halka ve e- mekçilere açıktan b ir e leştiri g e tir iyo r olmasıdır. Yani onda halkçılık ya da po­pülizm adına b ir dalkavukluğun görü lm e­mesi önem lid ir.

Doğasını y itiren insan hala insani ö- zünü koruyab ilir mi? İnsanın hem ku lluk­tan kurtulmasını önerm ek, hem de onu bu süreçten kurtaracak eylemi ondan a- iıp dışlamak! Bu tu tarsızlık b irçok filozo ­fun o rta k yargısı olduğu için, bu durum E. La Boetie ’nin de b ir yargısıdır. Ne ya­zık ki ondan yüzyıllar sonra yaşayan ve i- dealist felsefede b ir doğru luk bulmaya çalışan b ir dizi filozofa da kaynaklık e t­meye devam eder bu. E. La Boetie ’nin bu yaklaşımından, e lbette yeni b ir insan tanımını da çıkaramayız. Çünkü ona gö­re insan, doğasını y itirm iş olmakla b ir lik ­te, hala özgür b ir varlıktır. Onun özgür­lüğünün kanıtı, insanın bu yabancılaşma­

yı isteyerek seçmesidir. Aslında bu be­lirlem enin önemli b ir yanı şudur; insan, kendisine sunulan yabancı yaşam o lum ­suzluklarla yüklü de olsa önünde sonun­da bunu belirleyecek olan kendisidir. Bu anlamda insan iradi b ir varlıktır, insan el­bette bu yabancılaşmayı kendi rızası ile seçmez. Çünkü bu yozlaşma onun aynı düzeyde varolmasını da ortadan kaldı­ran b ir yabancılaşmaya tekabül eder. Çünkü E. La Boetie ’de yabancılaşma, e- konom ik bağımlılıktan önce siyasal ya­bancılaşma ile o luşmuştur. Sorunu böy­le koyan her düşünce, zorunlu olarak i- dealizme kapıyı açar ve buradan ne sınıf­ları gö reb ilir ne de bu sınıf ayrımı üzeri­ne ku ru lm uş. egemenlik erkini... Çünkü o hemen arkasından “ özgürlüğün kay­bolduğu noktadan sonra, arkasından kö ­tü lük le r ge lecektir” (27) diye yazmıştır. Yani kö tü lük le rin nedeni, soyut anlamda siyasal düzeyde algılanan b ir özgürlük kavramı içine g iyd irilm iştir. Burada siya­set tamamı ile ekonom iden bağımsız b ir varoluş hayali ile kuru lm uştur. Yani in­sandaki bozulma, içinde yaşadığı nesne! koşullardan bağımsız olarak, salt insan bilincindeki b ir bozulma sınırının anlatı­mıdır. Bu anlamda insanın yabancılaşma­sını, tinsei yabancılaşmaya indirgeyen Hegel felsefesinin o rtak özelliği de her­halde buradan tü re tilm iş tir . Oysa sorun böyle koyulduğunda, insan bilincini eği­tim le düzeltirsiniz, o zaman o tom atik o- larak her şey de düzelmiş o lu r! G erçek­te burada insan aklı dahil insandaki bü­tün varoluş biçim leri, insanın içinde ya­şadığı top lum sisteminden bağımsızlaştı­rılması anlamına gelir. Bu yaklaşım asla ik tida r perspektifli b ir eylemi öngörmez. Söylediğimiz gibi bu klasik bütün felsefe­cilerin o rtak ve yanlış olan kuramsal b ir

21. yüzyılda insan ve felsefe__

163 —

Page 164: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

varoluşudur.

İnsan doğasının bozulması E. La Boe- tie için, zorunlu olarak, insan özgürlüğü /e rin e kulluğu seçmesine yol açmıştır. Ona göre kulluk etme alışkanlığa dönü­şür, bu insanda b ir çeşit özgürlük biçim i­ni alır. Yani kulluk etme aslında insanda­ki özgürlük biçim inin başka b ir tezahürü dem ektir. Böylece insan, iki ayrı öze / doğaya sahip b ir variık o larak çıkar kar­şımıza; ilki yozlaşan insan, İkincisi sade ve doğal insan... Ancak bu sınıfların o rta ­ya çıkması ve b ir sistem olarak örgütlen­mesi ile b irlik te , insanın doğal yapısı bo­zularak yerin i yabancılaşmış insana, yani yozlaşan insana bırakmıştır.

Burada insanın doğasından hareket eden ve E. La Boetie ’den yaklaşık yüz yıl sonra yaşamış ve tarih in önemli filozo f­larından birisi olan Thomas Hobbes da ( 15 8 8 -1679), -daha sonra b ir dizi filozo f­larda da görülebileceği gibi-, benzer gö­rüşlerini, siyasal kuramın temeli yapa­caktır. Fakat Hobbes, E. La Boetie ’den farklı olarak, insanın ikinci doğasının, in­sanın gerçek doğası olduğunda karar kıl­mıştır. Siyasal bölünmenin esas nedeni­ni, insanın bu özgür iradesi nedeniyle gerçekleştiğine inanır. O, Hegel’den ön ­ce ifade ettiği, gerçek özgürlüğün ancak siyasal ik tida r kurumuna bağımlı olm ak­la gerçekleşeceğini ileri sürmüştü. Yine de devlet o lum lu müdahale ile bunları düze lteb ilird i çünkü! (Raymond Poii- n in’den akt; E.La Boetie, 1995: 97-98)

Bağımlılığın ve yabancılaşmanın de­vam etmesi için, tek başına zo r veya şid­det ye terli görü lm em iştir h içb ir zaman. Z o ria kö le leştirirs in, ama onun köleliğ i­ni ebediyen sürdüremezsin. Bu konuda başka b ir değerlendirmeyi de J.J.Rousse-

au’dan alabiliriz; “ En güçlü gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçim ine sokma­dıkça, hep egemen kalacak kadar güçlü değild ir.” (J.J. Rousseau, 1982:17)

Tarih te bütün egemenler, ik tida rla rı­nı sadece zo r üzerine kuramayacaklarını b ild ik leri için, her zaman meşru b ir ze­min aramaktan vazgeçm em işlerd ir. Çünkü “ ...sistem, rıza gösterm eyi veya onamayı meşru kılarken, korkudan kay­naklanan top lum ve kişi davranışlarını, çeşitli ödevlerden doğan yüküm lü lükler biçim ine dönüştü rle r” diyen Georges Burdeau’yu haklı çıkarmıştır. (Akt; E. La Boetie, 1995: 99) Bu durum un daha an­laşılır b ir halini yine j. j. Rousseau’nun şu sözünde bulabiliriz; “ İlk kö le leri köle ya­pan kaba güçse, onları kö le lik te tutan korkaklıkları o lm uştu r” (j. j. Rousseau.1982:16)

Aslında buradan J. J. Rousseau’nun ortaya koyduğu “ insanlar arası eşitsizli­ğin kaynağı” veya, “ top lum sözleşmesi” gibi değişik kuramsal düşünceler, günü­müz tartışmaları açısından son derece önem taşır.

İnsanlar arası eşitsizliğin kaynağı, d o ­layısıyla insanın özü ile doğal hukuk ve top lum sözleşmesi gibi k r it ik so run la r­da, toplumsal hareketler açısından bü­yük b ir öneme sahip olan J. J. Rousseau, insan ve felsefe ilişkisi açısından üzerin­den atlanamayacak kadar önem li b ir dü­şün adamıdır. Burada aynı kaygı ile kısa­ca bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağım.

J.J.R, her yurttaşın kendi özgürlüğünü sağlayabilmesi için, kendi varlığı ile ken­di iradesini, genelin iradesine bırakması­nı söyler. Ancak bü irade ve istekleri hü­küm etlerden ayırır. Rousseau burjuva düşünüş sınırları içinde kalmış olduğu i-

Page 165: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

cin. oze m uk iye tin kaldırılmasını (be lir­siz o larak yer yer vurgulamış olsa da) ta­savvur edemez. Burjuvazinin ik tidar o lu ­şunun yarattığı eşitsizlik, ■ onda soyut söylem ler açısından değerlendirmeye a- lınmıştır. Servetlerin eşitliğini önerir, a- ma o eşitsizliği var eden sistem sorunu­na yönelemez. G österişlere karşı ka­nunlara başvurur ve b ir devlet dini yara­tır. Yeni insan tanımı, hayalci b ir peda­gojik tanımı aşamaz. Böylece o da, dün­yayı fik irle rin yönettiğ in i, toplum u iyileş­tirm e k için bireyi iy ileştirm ek gerektiğ i­ni düşünen 18. yüzyıl filozoflarının idea­lizmini aşamaz. Ama bunlar Roussea- u’nun önemini asla gölgelemez. Ben de daha çok onun bu önemli yanları üzerin­de durmaya çalışacağım.

Kuşkusuz Rousseau, burjuva devrim - lerinin fikirsel öncülerinden birisidir. Bu anlamda o, Fransız jakobenlerinin de ön­cüsü sayılmıştır. Devrim in bütün öncüle­rinin ellerinden düşürmedikleri eserler Rousseau’nun eserlerid ir. Volta ire ve di­ğer büyük filozoflar, insanın kutsal b ir varlık olduğunu kanıtlamaya çalışırlarken, Rousseau, insanın kurtuluşunu ele alarak bu filozofların soyut düşüncelerine mad­di b ir güç katmaya çalışmıştır. Bu anlam­da Rousseau bize daha yakındır. Böylece Rousseau’nun konuşmaları yayınlandık­tan sonra V o lta ire ’in kendisine yazdığı 30 Ağustos 1755 tarih li mektubu önem ­lidir. Mektubun b ir yerinde Volta ire şöy­le der; “ Bizi yeniden hayvan yapmayı is­temek için bunca zeka şimdiye kadar hiç kullanılmamıştı; eserinizi okuyup b itir in ­ce insanın içinden d ö rt ayak üzerinde yü­rüm ek isteği gelir.” (Alet; J. J. Rousseau, 1986:39) Rousseau’nun karşı mektubun­da ise şu söyler; “ ben insanı vahşet hali­ne yeniden götürm eyi istemedim.”

Dem ek ki o, önce insanın m utlu luğu­nu ararken, günün insanın nasıl kö tü lük ve yozlaşma içine girdiğini betim liyordu. Rousseau egemenliğin kaynağını halkta görm üştür. Tarihin büyük filozoflardan birisi olan daha önce atıf yaptığım T. Hobbes, insanın uygarlık öncesi halini anlatırken “ insanın insana karşı ku rt o l­duğunu” yazmıştı. Sanıyorum bize de u- laşan “ insan insanın ku rdudur” deyim i­nin kökeni buradan gelse gerek. Rousse­au ise Hobbes’un bu tezine karşı çıka­rak, insanların kendilerin i seve seve b ir zorbanın kollarına atılabileceği fikrine karşı çıkmıştır. Ona göre bu insanların i- radesine rağmen gerçekleşm iştir. Ancak yine de Rousseau, Hobbes’un ‘k u r t ’ benzetm esine şu şekilde katılacağını söyler; uygarlık öncesi doğal hali için bu özdeyiş yanlıştır. Ancak bu top lum , yani b ir sistem içinde yaşayan insanlar için doğrudur, insanın mutsuzluğu için o, Hobbes’un bu tanımını önemli bulur.

Rousseau’ya göre, doğal ve yabani durumdaki insan eşitti. Daha o zaman ortaya çıkan dili, doğal durum unun bo­zuluşu olarak betim ler. Hayvandan fa rk­lı olarak insanın dili kullanması, yetkinle- şebilirlik ve gelişebiiirlik olanakları açı­sından aslında eşitsizliğin de kaynakları­dır. Balta girmemiş toprağın işler hale getirilm esi b ir ilerlemeydi ona göre. A - ma mülkiyetin doğuşu ile b ir lik te sefalet ve köleliğin ortaya çıkması gerilemeyi i- fade eder. Uygarlıkta her yeni ilerlem e Rousseau’ya göre, aynı zamanda eşitsiz­liği geliştiren b ir ilerlem edir. İlk amaç tersine işler bu toplum larda. D espot ya da egemen o to riten in varlığı onun gü­cünden ileri gelir. “ Onu sadece güç ye­rinde tu tuyordu , onu sadece güç devirir, böylece her şey doğal düzene göre olup

21. yüzyılda insan ve felsefe__

165

Page 166: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

__.yol

b ite r” diye b e lir tir Rousseau söylevinde. (J.J.R., 1986:50) “ Böylelikle, eşitsizlik b ir kez daha eşitliğe dönüşür, ama dilden yoksun ilkel insanın o eski doğal eşitsiz­liğine değil, toplumsal sözleşmenin yük­sek eşitliğine. Baskıcılar baskı altına alı­nırlar. Bu yadsımanın yadsınmasıdır” b i­çim inde o rta k b ir yorum çıkarılır. (J.J.R., 1986:50) Aslında Rousseau’nun bu yak­laşımı, b ir yerde M arksizm ’e yaklaşan b ir meta anlatımın ilk tohum ları gibidir. Ve şaşırtıcı b ir benzerliğe sahiptir. Engels’in be lirttiğ i gibi Rousseau, I754 ’te Hegelci b ir jargona sahip olmasa da, Hegel’in doğuşundan 23 yıl önce o, çelişkiler d i­yalektiğinin, Logos (deyi) öğretisin in, Tanrıbilim in, yadsımanın yadsınmasının derinden derine kem irilm iş bulunduğu­nu söyler. (Engels’ten akt: J.J.R.,1986:50)

Rousseau, ilerlemenin çelişmeli ve karşıt b ir doğaya dayandığının bilincin­dedir. O sınıfsal çelişmenin farkında b ir bilgisel konuma sahiptir. Ama buradan b ir kurtu luş felsefesini çıkaramaz. Elbet­te doğanın d iya lektik b irliğ in in keşfi M arx ’tan önce Rousseau’ya atfedilemez. Doğa ile insan birleşim inin yolunu Marx, sosyal emek ve üre tim ilişkilerinde bul­muştu. Rousseau ise doğa ile top lum a- rasında ilişkiyi metafizik b ir karşıtlık ile analiz e tm iştir. Metafizik karşıtlıktan an­laşılması gereken şudur; çelişkiler görü ­lür, ama onun çözümüne ilişkin b ir tes­p it bulunmaz. Çözümde hala egemen sistem içinde kalmaya devam eder. Yine de buna karşı M arx ’in 24 Ocak 1885 ta­rih li Schweitzere mektubunda Roussea- u için şunu söylemekten çekinmez; “ Ro­usseau, iktidarlarla, görünüşte bile uz­laşmaya benzeyen her tü rlü anlaşmayı redde tm işti.”

Eşitsizlik fik ri onu anlamanın temelini ve rir bize. Sosyal eşitsizliğe karşı b ir p ro tes todu r onun yaşamı. Çelişmeleri aşamayan, onun içinde bocalayan b ir kü­çük burjuvanın sözcüsüdür. Yine de o, eşitsizliğin nedenini özel m ülkiyetin o r ­taya çıkışında görmesi önem lid ir. Doğal hukuk okulunun öngördüğü “ uygarlık öncesi doğal hal” anlayışını gözden geçi­r ir. Hobbes dışında tüm düşünürler o güne kadar, bütün kurum lan özel m ülk i­yeti doğadan tü re tm iş le rd i. Oysa Rous- seau tersine, bu süreci ta rih i b ir olay o- larak inceler. Yani işin içine ta rih i katar. Aklı, insan tutku larını, kü ltü rle ri vb. bu tarih içinde ele alır. Ona göre burada ro l oynayan sosyal p o litik sebeplerdir.

Rousseau eşitsizliğin kaynağını şu so­ruyu gündeme getire rek gös te rir ve bu­radan işe başlar; “ ...insanlar kendilerin i tanımaya başlamazlarsa, insanlar arasın­daki eşitsizliğin kaynağı nasıl b ilinebilir?” (j.J.Rousseau, 1986:79) Bu tanım günü­müz içinde önemli b ir tanım dır kuşku­suz. Ona göre, sürekli değişikliğe uğra­yan top lum un bağrında, yiıie değişikliğe uğrayan insan ruhu, tanınmayacak kadar görünüşü değiştirm iştir. Yani insan ru ­hu, o zamana kadar deniz ve fırtınaların biçimsizleştirdiği b ir tanrıdan çok, yırtıcı b ir hayvana benzeyen Glaucus’un hey­keli g ibidir. (Glaucus b ir deniz tanrısıdır. Platon insan ruhunu Glaucus ile karşılaş­tırm ıştır.) Bu duruma karşın Rousseau şu yorum u yapar; “ A r tık onda, be lirli ve değişmez ilkelerle hareket eden b ir var­lık yerine, Yaradan’ın damgasını vurduğu o göksel ve görkem li sadelik yerine, dü­şündüğünü sanan ancak tu tku ile sayıkla­ma arasındaki ç irk in çelişme bulunur.” (J.J.R., 1986:80)

Rousseau’nun şu tespiti çok önem li-

166

Page 167: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

dir. O , insanın ilerleyişini onu ilkellikten kurtaracak b ir gelişme olarak görür. A - ma daha önemlisi, insan yeni bilgiler e- dindikçe, bilgi edinme araçlarını da daha çok yok e tm iştir. Bu yorum günümüz sorunlarını incelemekte elimize güçlü m ateryaller de ve rir gibi geliyor bana. Çünkü doğa bilim lerinden top lum b ilim ­lerine, oradan yeni tekno lo jik gelişmele­re kadar yeni buluşlar, özünde insan ya­şamını kolaylaştıran b ir gelişme olsa bi­le, bu bilgisel gelişme insan mutluluğunu ve onun değerler sistemini kıran yeni b ir bilgisizliğe yol açmıştır. Bu bilginin kulla­nılma biçim i (burjuvazinin elinde sürdü­rülen), insan mutluluğu ve özgürlüğü için b ir inceleme ve öğrenme sürecinden koparak, insanı tanınmayan b ir varlığa ve özgürlük dürtüsünü yok eden b ir karşı araca dönüşmesine yol açmıştır. Burada devrim ci felsefenin dönüştürücü gücü­nü, elim iz altındaki bilginin dönüştürücü gücünün açığa çıkarılması için kaçınılmaz b ir yol olduğunu unutmamak gerekir di­ye düşünüyorum. Soyut bilginin som ut bilgiye dönüşümü ve bunun insan özgür­lüğü için kullanılması, insan m erkezli b ir felsefeye gereksinim duymasının kaçınıl­maz yolu olarak tasavvur edilebilir. Yani bilgi felsefenin b ir parçası olması gibi, felsefede bilginin kullanılma biçim ini açı­ğa çıkaran ve insanlığın hizmetine suna­cak b ir ro l ile tanımlamak dem ektir bu.

Rousseau için doğal hukuk tanımı ö- nem lid ir. Çünkü doğal hukuk fikri, özün­de insan doğasına ilişkin fik ir le r bütünü­dür. Rousseau buradan top lum bilim ine ulaşır. Ona göre insanlar toplum u oluş­tu ru rken , çok az kişi bu toplum un için­de bilgisel kuramı kullanmaktadır. Bu yaklaşım özünde Rousseau için önemli b ir ilerlem e anlamına gelir. Aslında bu

diyalektik b ir ilerlem edir. Çünkü o, ge­lişmekte olan insanın ve insan aklının e- gemenliğini top lum içinde egemen kıl­mak arzusunu taşıyordu. Kanun yapma düşüncesi de bu öz içinde anlam kaza­nır. Bu aydınlanma diyalektiğinin tip ik o- lan b ir yansımasıdır. Ama onun için do ­ğal insanı tanımayan birisinin yapacağı kanun veya kanunlar, aslında boşluğa dü­şen b ir su damlacığı gibidir. N itek im o, D ijon Akademisi üyelerine dönerek "bu eşitsizlik doğa kanünuna mı dayanır” so­rusu akademi üyelerinin canını sıkar ve ödülden mahrum bırakılır Rousseau.

Daha önce hemen hemen bütün kla­sik felsefeciler, insanın manevi hayatını akıl üzerine kurarak, bilgisiz halkı-cahil denilen baldırı çıplaklar-bunun dışında bırakıyorlardı. Nasıl olsa onlar b ir şey anlamazdı! Oysa Rousseau böyle b ir an­layışa karşı şu önem li cümlesini söyleye­cektir; “ insanı insan yapmadan önce, o- nu b ir filozo f yapmak zorunlu luğu hiç yo k tu r.” (j.J.R., 1986:84) Aslında bu izah tarzından Rousseau’nun nasıl dem okra­tik b ir kü ltüre l öz taşıdığını çıkarmak m üm kündür. G erçekten o, insana ait o- lan kü ltüre l özellik lerin , herhangi b ir ay­rıma tabi tutulmadan bütün insanlara ait o rta k duyarlılıklar olduğunu açıkça savu­nan b ir dem okratik özü gösterir.

Akıl ve bilgi, b ir kez egemenlerin hiz­m etine sokulmaya görsün, o zaman in­sanda var olan bu güç, başka insanların ezilmesine ve özgürlüklerin ortadan kal­dırılmasına yol açmıştır. Oysa akıl ve b il­gi, nesnel varoluşun içinde ve doğal mecrasında, insanı yok eden bu baskı ve sömürüye karşı fonksiyonel* b ir özellik taşır. Ancak oluşan çeşitli kurum lar, bunlar insani kurum lar da o labilir, ilk ba­kışta “ kaypak kum yığınları üzerine ku-

21. yüzyılda insan ve felsefe__

167 — :

Page 168: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

__ yol

rulm uş” b ir görüntü içinde olduğunu söyler Rousseau. Devamla be lirtir; “ an­cak bu yapının üzerine sinmiş toz ve kum tem izlendikçe, yapının sarsılmaz te ­meli fark ed ilir.” (J.J.R., 1986:86)

Bir yerde Rousseau ülkemiz sosyalist hareketi açısından hemen hemen hiç ö- nemsenmemiş ve inceleme konusu dahi yapılmamıştır. Bu nedenie Rousseau a- deta görülm em iş ve burjuvaziye te rk e- d ilm iştir. Bu kısa değerlendirmenin böy­le b ir yanı da olduğu açıktır herhalde. Bu anlamda J. J. Rousseau’nun bu fik irle ri günümüz açısından önem taşır.

9. T o p lu m s a l d ö n ü ş ü m d e , p raks is

fe ls e fe n in ö n e m i

Yukarda anlatılan görüşlerin temel ö- zü, yani insanın dünden bugüne ve yarı­na giden serüvenin izdüşümleri, asla so­yut b ir “ insancıllık” kuramına indirgene­mez ve bu kuramla açıklanamaz. Oysa insanın yaşadığı serüven ve onun kırılma noktalarının nedeni, içinde yaşadığı ü re­tim sürecinin b ir sonucu ve bu üretim sürecine yol veren kapitalist sistemin yargıları ile oluşan egemenlik yapısının toplam sonucudur. İnsanın tarih i b ir yerde üretim tarih i ise, kapitalizmde o- luşan ekonom ik, po litik ve ideolo jik ta­rih konseptlerin in toplamı da, insanın in­san olarak nasıl b ir kırılgan yapıya sahip olduğunu ve kendi varlığına karşı nasıi b ir o lumsuzluklar sürecine yol açtığının tarih in i de ve rir bize. Kuşkusuz bu süre­cin izah edilişi d iyalektik ve tarihsel ma­teryalizm in başarısı ile anlamlı kılınmış­tır. Bu öngörü salt kuramsal b ir açıkla­maya dayanmaz, aynı şekilde o b ir eylem ve mücadele felsefesi olmasıyla da an- lamlaşmıştır. Aslında bu görüşü Marx başka b ir düzeyde praksis felsefe olarak

da açıklamıştır.

Marx yabancılaşma kuramını, b e lir tt i­ğimiz gibi kapitalist rejim in belirleyici b ir niteliği olarak düşünmüştü. Çünkü bu rejim insanı, kendi emeğinin ortaya çı­kardığı bütün maddi ve manevi değer­lerden mahrum bırakmıştı. Bu çözüm le­me M arx ’a emeğin üretken b ir etkinliği olarak, yani yaratıcı b ir p ra tik olarak ta­rih in gelişmesi içindeki belirleyici rolünü gösterm işti. Buradan üstat, yabancılaş­ma kavramı yerine (onu yok saymadan), praksis düşünceyi,.yani üretken e tk in lik ­lerin toplamı olarak insanın bu eylemini buldu ve felsefesine yerleştird i. Onun i- çin önemli olan insan yaşamı ve bu yaşa­mın temeli olan emekti. Ancak emek kendi öznesine yabancı kılınmıştı. İnsa­nın bu düşürülmüşlüğünden kurtarılm a­sı, yani kendine yabancılaştırılmış bu sü­reçlerden çıkması, ancak praksis b ir fe l­sefe ile, dolayısıyla onun po litik varsa­yımları ile olanaklıydı. M arx ’i is ter akra­nı ve önceli olsun, isterse sonraki çağla­rın bütün filozofları olsun, onlardan ayı­ran en temel nokta burasıydı.

Doğa ile b irlik te insanı da değişime uğratacak temel güç devrim ci mücadele­dir. Yani pratiğin bizzat kendisi. Bu fik ir M arx ’in temel b ir fikriyd i. Feuerbach ile arasındaki anlaşmazlık da buradan çıkı­yordu ortaya. Feuerbach toplumsal so­runları, idealist b ir plana göre tasarlıyor­du. Böylece tarihsel materyalizm i, yani tarih in ortaya çıkardığı bütün süreçleri i- dealizm çerçevesine te rk ediyordu. D o- laysıyia soyut b ir “ insancıllık” olarak da değerlendirebileceğim iz bu yaklaşım, ö- zünde ütopyacı b ir yaklaşımdı. Büyük bir filozo f olan Feuerbach, insanın yabancı­laşmasını ne yazık ki dinsel yabancılaş­maya indirgemişti. Dolayısıyla yabancı-

__ 168

Page 169: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

laşmanın gerçek nedeni ortadan kaybo­luyordu. Dinsel yabancılaşma onda, to p ­lumsal ilişkiler dışında düşünülen süreç­ler toplamıydı. Ona göre insan yabancı­laşması eğitim aracılığı ile tinsel yoldan kaldırılabilirdi. Böylece Feuerbach dev­rim ci pratiği dışlamış oldu. Materyalizmi ne diyalektik olarak ne de tarihsel bağı i- le b irlik te düşünebildi. M arx’ta ise, sade­ce insan bilincinin dönüşümü yeterli de­ğildir. H er şeyden önce insanların, özel­likle işçi sınıfının, insanlıktan uzaklaşma­sına neden olan kapitalist sistemin kaldı­rılması gerekiyordu. M arx bu nedenle devrim ci eylemi ana eksene o tu rttu . Bu­radan haklı olarak, toplumsal bakımdan ayrımlaştırılamayan (sınıfsal ayrım ola­rak) ve kendi iç dünyasında yaşayan bir varlık olarak düşünülen b ir tanımı red­detti ve Feuerbach’ın böyle b ir insan gö­rüşünü yadsıdı.

G erçekten insan, belirli b ir sınıf aidi­yetine sahip ve yaşamı yine belirli eko­nom ik ve toplumsal ilişkiler bütünü ta­rafından belirlenm iş toplumsal b ir var­lıktır. Böylece insan toplumsal ilişkiler i- çinde kendi varlığını gerçekleştirirken yeni b ir ta rih i hareketin doğuşunu da buradan çıkarabiliriz ancak. M arx’a göre bu hareket, yabancılaşma sorununa yeni b ir boyut katmıştır. İnsandaki bu yaban­cılaşma süreçlerinin kaldırılmasının esas yolu, zorunlu olarak toplum un derin b ir dönüşüm ünü g e re k tir ir . Bu tüm üyle proletaryanın devrim ci hareketini, yani praksizmi zorunlu kılmaktadır.

İnsanın insanda oluşan yabancılaşma kökeni, ü re tim ve emek sürecinin deği­şiminden ü re tilm iş tir. Bu nokta hiçb ir f i­lozofun ulaşamadığı ve kavrayamadığı b ir noktadır. İşçi kendine yabancılaşma­sına varmadan önce, çeşitli ara aşama­

lardan geçmiştir. Önce insan varlığının özelliği, doğasının yalınlığı ile açıklanabi- lird i. Yani doğasal nesnellik denilen sü­reç le r olarak... G erek bu insansal e tk in ­liğin kendisi, gerekse doğanın kendisi, yabancılaşmanın koşullarını o luşturm uş­tu r. Hegel’in de be lirttiğ i gibi, insan ken­di kendini üreten b ir varlıktır. Bu nokta M arx için önemi olan b ir noktadır. Çün­kü kendi kendini üreten insan, kendine ait olan değerleri ve insansal doğruları da ü re teb ilir dem ektir. İnsan doğası, ta­rihsel b ir olgu olarak ondan ayrı ve on ­dan önce değildir. Dolayısıyla insan ken­dini, kendi bu etkinliği içinde, yani tarih içinde yaratır. Doğru luk, güzellik, sevgi, kısaca insana ait öz değerler tarih in b i­re r ürünüdürler. N itek im Marx şöyle yazar; “ Tarih, insanın gerçek doğal ta r i­h id ir.” (Marx, 1976:253)

G erçekten ta rih , insan pra tiğ in in toplamı ve doğal b ir sonucuydu. Dolayı­sıyla insan tek başına maddeden soyut­lanmış tinsel b ir varlık değildi. O som ut ve üretken b ir varlıktı özünde. A r tık in­san ile doğa arasındaki bu bağ, tin ile de­ğil, üretken eylem olan pra tik ile kurula­caktı. Buradan günümüze doğru ile r le r­sek şu değerlendirm eleri yapmak erken değildir kanımca; kısaca yukarıda da izah etm iştim , ama b ir kez daha be lirtm ek gerekirse; ta rih bugün zamanın sonsuz b ir sınırsızlığı içine gömülen b ir öz taşı­yor. Yani tarih , bugün, zaman boşluğun­da kapatılmış ve işlevsiz kalmış b ir tarih olarak karşımıza çıkıyor adeta. Bu ile rle ­me veya gerileme diyalektiği içindeki ta ­rih, adeta soğuk duş odasında titreyen b ir insanın ruh halini göste rir gibidir. Ne b iri diğerinin ne de ö tek i b ir başkasının imgelerini okuyabiliyor. Buzlu ve du­manlı havada okunan her metin anlaşıl-

_______21. yüzyılda insan ve felsefe___

169

Page 170: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

mazdır. Bugün biz bu anlaşılmazlığın nes­nel ortam ında varoluşumuzu tanımlama­ya çalışıyoruz. Çünkü her metin veya göğe seslendiğimiz her ilke, bu koşullar­da yüreğin atan hızlı r itm i içinde okun­maz veya görünmez kalmaktadır. Anlam anlamsızlığa bürünm üştür adeta.

Peki ama şimdinin bu zaman sınırsız­lığında, insanlık için yazdığımız m etin leri nasıl anlaşılır kılacağız? Ne yazık ki bu koşullarda bize a it kesin likler zamanın a- kışında kesinliksizlikler olarak okunmaya devam ediyor. Çünkü bugün kesin likler belirsizleşm iştir. Daha doğrusu bize ait olan kesinlikler, zamanımız insanları açı­sından b ir kesinlik olarak okunm uyor. Bu anlamda kesinlik kesinliksizliğe dönü­şüyor. Körleşme, ufuksuziuk, günübir- likçilik, nemelazımcılık vs. vs... Ama bu b ir öngörü değil, b ir kesinlik belirtisi. Kesin olanlar, tarih in tüneli içinde kay­bo luyor çünkü.

Kuşkusuz bunlar doğru veya yanlış b ire r tespit, b ir yargı, b ir düşünce anti- nom ileri vs. olarak okunabilir. Ama ö- nemli olan, bu süreçten nasıl çıkılacağına ilişkin olan kesin likler veya kesinliğe ya­kın izdüşüm lerdir. Şahsen ben burada ta rih i ve tarihsel gelişim süreçlerin i, Marx, Engels ve Lenin gibi düşünür ve eylem adamlarının düşünce kurgusunda ve yöntem inde bulunacağına inanıyo­rum. Marx, kendi düşünsel ve pra tik kurgusunda b ir noktaya odaklanmıştı; burjuvaziye olan sınıf kini ve bu sınıf kini ile b ir lik te bu kini bilim in suyunda yeni­den ü re te rek iradi ve kararlı davranış çizgisinin izlenmesiydi. Kuşkusuz bu tek başına ye terli midir? Elbette hayır. O za­man devreye, başka b ir deyişle siyasal kavgamızın merkezine devrim ci felsefe­nin oturm ası gerekir. Çünkü bu sadece

__ 170

günümüz siyasal gerçeklerin i insan ger­çekliği ile buluşturan bağın ortaya koyu- luş biçim ini gös te rir bize. Ve dönüşü­mün yolunu... Bu düşüncenin özü şudur; insan gerçekliği felsefi b ir gerçeklik ise, bu gerçekliğin, p o litik gerçeklik içinde o- luşması gereken bağının kurulması de­m ektir. Kurtu luş yolunun reçetesi bu gizde saklıdır.

Elbette ne olduğu kapalı olan, anlaşıl­maz ve şekilsiz olan b ir ilerlem e mantı­ğı, yaşanmış tarih in imbiğinden ders çı­karamaz. Aydınlanma diyalektiği veya rasyonel m odernizm bugün için parça­lanmıştır. Buna b ir yerde epistem olojik parçalanma da diyebiliriz. Bu parçalanma insanlığı, suya düşeni yılana sarılmaya da­vet e tm iştir. Ama orada o yılan insanı da zehirleyecektir. Postla başlayan bütün yargısal kuram lar bu iklimden doğmuş­tu r çünkü. Bu ise bizi göz gözü görm e­yen karanlık b ir odaya hapsetmek de­m ektir. Sovyetler mi yıkıldı, insanlar kendi değerlerine mi sahip çıkm ıyor, iş­çi sınıfı rolünü oynayamıyor mu vs... Bu­na benzer çizilen her olumsuz tablo, bu tarihsiz okunuşun içinden tü re tilm iş tir çünkü. Bu hem tarihsel maddecilikten kopuşun b ir sonucu hem de bu ilkelerin ve bu varoluşun kendisi içselleştirilm e­miş b ir ta rih kırılmasının sonucunda o r ­taya çıkmıştır. Böylece bu aralıktan Pier- re Naville adlı Fransız kom ünist muhali­fin dediği gibi “ kötüm serliğ in ö rgü tlen ­m esin in” şampiyonluğu ya ra tılm ıştır. Böylece o rtak jargon kötüm serliğ in ö r ­gütlenmesi olarak karşımıza çıkmıştır.

Elbette bugün için bu tartışmadan çı­karacağımız önemli sonuçların olması gerekiyor. G erçekten 21. yüzyıl insanı­nın tarih i ya da bu tarih in özü, insan ta ­rafından doğanın yıkımı ile b irlik te ken-

Page 171: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

dinin yıkımının da ta rih id ir. Dem ek ki günümüz insanı hem doğayı yıkmakla hem de kendi kendini yıkmakla tanımla­nır olan nesnel b ir görüntü kazanmıştır. G erçekten üre tim in işler durumuna ge­lebilmesi için vazgeçilmez iki temel öğe­yi yüz yıl önce Engels gösterm işti; bun­lardan ilki doğa, İkincisi de insandı. Ü re ­tim in ta rih i insanın tarih i, insanın tarih i de üre tim in ta rih i ise, şim dilik bu tarih in en tem el ayağı olan üre tim büyük oran­da insandan soyutlanmış ve ona yabancı b ir hale ge tirilm iş tir. Ü re tim doğayı tah­rip etmeye devam etmiş, ama bu üretim aynı zamanda insanı da yok eden süreç­leri yaratm ıştır. Çünkü üretim , kapitaliz­min elinden çekip alınmadıkça bu b ir sü­re daha böyle devam edecek dem ektir. Bütün bu sürecin, yani insanın ve doğa­nın yıkımının merkezinde duran ve insa­na aykırı olan bu kapitalist yapının var o- luşu, 21. yüzyıl dünyasının kabusu gibi­dir. Bu b ir rüya değil, tersine insan yaşa­mının varlığı içine o turan korkunç b ir gerçek varo luştur. Bunun ayrıntılarını yukarıda izah etm iştim . T ekra r dönm ü­yorum . Am a buradan oluşan bu barbar­lık biçim inden nasıl çıkacağımıza ilişkin i- puçlarını yakalayabiliyoruz. Şimdi kısaca bunlara bakalım.

10. F e ls e fe n in in s a n ın t e m e l i h a li­n e g e liş i y a d a p r o le ta r y a n ın b ilin ç s o ru n u

Proletarya som ut b ir varlık ise, onun nesnel varoluşu belirli b ir noktadan son­ra, aynen insan / b irey ilişkisinde olduğu gibi, kendi kendisini kendi efendisi ola­rak gördüğü veya kendisini egemen b ir yapı içinde örgütlediğ i zaman, onun var­lığı kendisinin bağımsız varlığı haline dö­nüşür. A r tık onun b ir sınıf olarak va ro ­luşu, başka dış etmenlerden ziyade ken-

dişinin hareketine bağlıdır. Tarihi olarak bunu kendisi başarmıştır ve bundan son­ra da kendisi başarmak zorundadır. Bus anlamda pro letarya başka b ir varlığa ba­ğımlı b ir sınıf değildir. Bizzat o kendisi­nin ürünüdür ve kendi kendisinin eliyle ortadan kaldırılacaktır.

Sınıfın bu evrensel ta rih i, yani b ir in­san olarak işçinin, başka b ir deyişle eme­ği tarafından oluşturu lm uş olmasından i- leri gelen bu ta rih i, be lirttiğ im iz gibi ken­di eyleminin doğal b ir sonucuydu. O hal­de proletaryayı, b ir kez daha kendisi ta ­rafından o luşturulm uş b ir sınıf olarak ta­nımlamak m üm kündür. İşçi sınıfı kendi yolunu çizerken, sınıf b ireylerin in , yani genel olarak insan toplu lukların ın, dola­yısıyla doğanın “ kuramsal ve p ra tik ba­kımdan duyulur bilincinden yola çıkar.” (M arx) Onun bilincinin oluşum süreci, gerçek yaşamın, doğanın ve insanın va­roluşundan tü re tilm iş tir çünkü.

İnsanı en genelde hayvanlardan ayı­ran ve onun özsel kim liğini açığa çıkaran onun bilinci ve eylem idir. Ama yine de burada eylem (yani alet üreten e tk in lik ­lerin toplamı), bilinçten önced ir ve bilinç eylemin b ir sonucu olarak doğmuştur. Başka b ir deyişle insanı hayvandan ayı­ran en temel özne, düşünen b ir varlık olmasından önce, onun alet yapabilen b ir varlık olması ile ayrım laştırılabilir o l­masıdır. Jean B ru lle r V e rco rs ’un dediği gibi “ İnsan ayaklanıp başkaldırdığı gün in­san olmaya başladı.” (J.B.V., 1998:13) Bu özünde eylemin ve bilincin o rta k kesişe­nidir. Bundan dolayı insan, diğer canlılar­dan ayrı türsel b ir varlıktır. Ya da te rs in ­den söylersek, o b ir türse l varlık olduğu için, bilinçli b ir varlıktır. Yabancılaşmış emek, bu ilişkiyi te rs ine çevirm iştir. Çünkü yabancılaşma süreci, yukarıda da

_______ 21. yüzyılda insan ve felsefe___

------------------------ T------------------m -----

Page 172: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

— yol

gördüğümüz gibi, düşünce yapılarının kendi içindeki bozulmasına da yol açan nedendir. Kendi ile kendisi için, bilinçle kendinin bilinci veya nesne ile özne ara­sındaki karşıtlığıdır yabancılaşmış b ir ya­şam. Böylece bilinçli insanı, kendi özüne, kendi insani e tk in lik le rine yabancı kıl­mıştır. Salt varoluşun b ir aracı haline ge­tirm iş tir . Böylece insanın hayvan karşı­sındaki üstünlüğü büyük oranda sınırlan­dırılm ıştır. Bu tanım kuşku yok ki insan olan pro le tarya için de o rtak b ir söyle­mi kapsar.

Bir insan olarak işçinin kimliğinin e- rozyona uğratılması ve giderek insanda­ki özsel güçlerin b ire r nesnesi haline ge­tir ile re k insan yapısının bozulması, bi­reydeki bu yapının toplam olarak sahip- lenilmesi, en başta düşünce ve bilinç ya­pısında anlaşılması gerekir. Bu anlamda önce onun soyutlama içinde kavranıla­rak sahiplenilmesi gerekir. Meta veya nesne haline gelen işçinin (insanın), bu nesnel dünyanın içinde kendine ait olan insani özü bulup çıkarmasının yolu, insa­nın tarihsel eyleminden, dolayısıyla dev­rim ci mücadelenin yolundan başka b ir seçenek ile başarılamaz. Elbette bu ey­lem m utlak olarak b ir düşünce sistemi i- çinde şekillenmek zorundadır. Yani pra­tikçi insanın devrim ci b ir felsefi temeli, dolayısıyla b ir ideo lo jik yapısı olmadan bütün bunları başarması olası değildir. Gerçekten bu hareket M arx’ın da dedi­ği gibi “ som ut ve duyulur b ir gerçeklik olarak, b ir düşünce hamuru içinde ger­çekleşmeden gerçekleşemez.” Bu an­lamda M arx ’ın, felsefeyi insanın temeli haline getirmesinin nedeni de budur.

Dem ek ki insanın değerler sistemi o- larak onun özsel yapısı, M arx’ın ifadesi i- le düşünce, dil, moral ve tarih i değerler

__ 172

toplamını insanda görmesinin esas nede­ni de burasıdır. Bu değerler toplamının oluşumu ancak maddi varlığın anlaşılma­sı üzerinden kuru labilir. Eğer bu düşün­ce maddi varlıktan soyutlanırsa, o zaman düşünce soyut b ir kurgusallığı ifade e- den b ir “ tine ” dönüşür. Burada önemli olan bu kurgusal düşünce yapısını, yani işçinin kendi öz emeğinin bilincinde olan yeni insanı keşfetm ektir. İnsanın kendi kendisi ile ilişkisi, türsel b ir varlık olarak gerçek ve som ut ilişkisi, insanın kendisi­nin düşünce / bilinç güçlerini yaratması­na bağlıdır. Nasıl ki düşünce maddenin b ir ürünü ise, madde de düşüncenin a- çıklanmasının b ir ürünüdür. Burada hem b ir yandan düşüncenin (bütün bilim lerin o rtak yargısı olarak) b ir açıklanması ve i- fadesini bulabiliriz hem de insana ait o r ­tak değerlerin (kü ltürden sanata kadar) sahiplenilmesini ve kendine mal edişini çıkarırız. Bunun kaçınılmaz tek yolunu Marx, insanın ko lek tif eyleminde g ö r­müştür. İnsanlığın bu ko le k tif eylemi o l­madan bu ikili ayak, insanlığın hâzinesine aktarılamaz. Dem ek ki kaçınılmaz yol, insanlığın bilinçli ko le k tif eyleminden ge­çecek olmasıdır. Onu burada yeniden tekrarlam ak zorunda kalışımızın sebebi de budur.

O halde insanın bu .ko lek tif hareketi­nin ortaya çıkış temeli, onun varlığının temel bağı olan emeğin, dışsal b ir güç o- lan sermayenin elinden kurtarılmasına bağlı olduğu yeterince kanıtlanmıştır. A - ma bu ne kadar doğru ise, bundan ku r­tulmak da aynı şekilde kendi varlığına yabancılaştırılmış üretim sürecinin için­deki e tk in lik le ri ile doğrulanmış olacağı­dır. Başka b ir deyişle, emek kendine ya­bancılaşmış üretim , dolayısıyla onun b ir nesnesi olan insan, b ir yerde kendi ö-

Page 173: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

zünden kopartıldığı süreç içinde yarata­caktır kendi kendini. Böyiece kendi ken­dini yeniden yaratmasının olanaklarını burada bulacaktır. Onun için emeğin Hegel felsefesinde olduğu gibi sadece o- lumlu yanını görmez Marx. Çünkü He­gel, sadece düşüncenin soyut emeğini görm üştür. G erçekte o, emeğin özünü yabancılaşmanın soyut bilim i olarak kav­ramıştı. Bilimin Hegel’de mutlaklaşması- nın sebebi de burasıdır.

Kuşkusuz insanı sadece fiziki anlam­da b ir nesne olarak görm ek yanlıştır. Başka b ir deyişle insanı b ir nesne olarak düşünürsek, onu sadece nesnenin nesne ile ilişkisi olarak ele almak, onun yaban­cılaşmasının da ilişkisidir aslında. Bu du­rum insanın özüne, dolayısıyla insanın bilincine de ters olan b ir ilişkidir.

İnsan özünün açığa çıkarılması, ya­bancılaşmanın sadece düşüncede o rta ­dan kaldırılması söylemi ile sınırlandırıla­maz. Bu anlamda yabancılaşma yalnızca düşüncede kaldırılamaz. Ö nem li olan bu düşüncelerin oluştuğu koşulları ortadan kaldırmaktır. Onun için M arx ikinci ne­deni bunun için koym uştur. İkinci olan bu neden söylediğimiz gibi, geniş anlam­da bu nesnelliğin ortadan kaldırılması gerektiğ id ir. Elbette burada anlaşılması gereken nesnellik, insanı d ö rt b ir yandan saran ve onu m odern köleliğe mahkum eden, özel m ülkiyete dayanan kapitaliz­min nesnelliğidir. Bunu kısaca yukarıda irdelem iştik.

Kapitalizme ait.yasalar (ki bu yasalar üretim ilişkilerinin nesnel yasalarıdır), insan ilişkilerinin yapısını doğrudan -be­lirleyen b ir öze sahiptir. Çünkü bu nes­nel yasalar, insanlar arası ilişkilerin doğ­rudan doğruya belirlendiği b ir konuma

sahiptir. O halde insanlar arası ilişk ile r­deki bozulmanın ortadan kaldırılması ve insana ait temel değerlerin yeniden ege­men olması, doğrudan doğruya bu nes­nel dolayımın, başka b ir deyişle kapitalist yasaların ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Çünkü değerlerin yitim i, bu ilişkilerin nesnelliği içinden çıkmıştır.

Burada belki üçüncü b ir belirleme daha yapabiliriz; bu da insanın manevi değerlerinin toplamı olan insana ait o r ­tak değerlerin nesnelliklerid ir. İnsan salt b ir fiziki varlık değil, aynı zamanda dü­şünceleri, duyguları olan kü ltüre l b ir varlıktır. İnsan düşünce ve duyguları ile b ir varlık olarak, aslında kendi kendisinin de b ir nesnesidir. Böyiece Marx, “ tu tk u ­ları” olan b ir varlık olarak insanı, bilim in içine de sokmasının sebebi budur. O ne­denle tu tku la rı olan bu varlık, aynı za­manda acı çeken de b ir varlıktır. Onun kökeninde acı, sevinç vs. gibi tu tku la r da vardır. Kendi tü rüne a it b ir varlık o lm a­sının sırrı bu noktada aranmalıdır. Feu­erbach bu varlığı tanım larken şu söyle der; “ Duygusuz b ir varlık, varlıksız b ir va rlık tır.” (Akt. Marx, 1976:253) Aslında sorunun özü, bu cümlenin içinde saklıdır ve bu dahice b ir açıklama anlamına gelir.

Öyleyse d iyo r Marx, "ne insansal nesneler, kendilerin i araçsız olarak sun­dukları b içim leri ile doğal nesnelerdir, ne de insansal duyu, araçsız olarak, nes­nel olarak olduğu biçimi ile insansal du­yarlılık, insansal nesnellik tir.” (aynı ye r­de)

Aslında bozulma veya şeyleşme dedi­ğimiz bu süreç, insanm nesnelliğinde bu­lunan süreçtir. Yani o insanın varlığında somutlaşır. O halde bu süreç, insanm ö- züne aykırı b ir varoluşsa, b ir şekilde in­

21. yüzyılda insan ve felsefe__

------------------------------------------- 173----

Page 174: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

sanın bundan kurtulması gerekir. Kuşku­suz bu bozulma önce insanın bilincinde ortaya çıkar. Buna bilincin yabancılaşma­sı da diyebiliriz. Elbette bunun sadece o- lumsuz yanı yok tu r, b ir de onun olum lu yanından bahsedebiliriz. Çünkü bilinç veya düşünce, sadece insanın kendisi ta­rafından belirlenir. E lektrikteki artı eksi kutupları gibi, o lumsuzluk aynı zamanda olumluluğun da bilincid ir. Kendi b ilinci­nin yine kendi varlığına yabancılaşması, onun ortadan kaldırılmasının da bilincini yaratır. “ Öyleyse nesne b ir olumsuzdur. Kendi kendini kaldıran şeydir, b ir hiçlik­tir . Nesnenin bu hiçliğinin bilinç için sa­dece olumsuz b ir anlamı değil, ama o- lumlu b ir anlamı da vardır. Çünkü nes­nenin hiçliği, onun nesnel olmayışının, kendi soyutlamasının kendi kendini doğ­rulamasının ta kendisidir. Bilincin kendi­si için, nesnenin hiçliğinin olum lu b ir an­lamı vardır, çünkü o bu hiçliği, nesnel varlığı, kendi kendinin yabancılaşması o- larak b ilir, çünkü o bu nesnel varlığın an­cak bu kendinin yabancılaşması aracılı­ğıyla varo lduğunu b il ir . ” (M arx, 1976 :254 )

Bu anlamda bilgi, insan varoluşunun en temel eylem idir. G erçekten bilinç, herhangi b ir şeyi bu bilgi nesnesi ile bi­lir, öğrenir. Onun tek nesnel davranışı­d ır bu. Bu anlamda bilinç, şeyleşen nes­ne ile b ir lik te varo lur. İnsanın kendi ken­disine olan yabancılaşma olgusunu b il­mesi dem ektir. O halde Marksizm bize şunu söyler; kendi kendini bilen ve tanı­yan varlık olarak insan, bilgiyi elde eden b ir varlık ise, bu varlık, kendi varlığında ortaya çıkan bozulma veya şeyleşme de­diğimiz süreçleri de bilebilen b ir varlık anlamına gelir. O halde bu varlık, kendi­sinde olan bu şeyleşmeyi de ortadan

— yol--------------------------------------------

__ 174

kaldırm a kud re tine sahip dem ektir. Marksizm de şu tespit önem lid ir; bilgi, b ir nesne ile ilişkili o larak ortaya çıktığı­na göre, sadece kendine yabancılaşan, dolayısıyla kendisini nesne olarak gören bilgiselliğinin de farkına varan varlık de­m ektir. İşte bu kendisinin bilinci ile ken-

. dişi için bilinç arasındaki amansız kavga­sının da doğumu dem ektir. Yani insanın içinde hem olum lu hem olumsuz olan her iki varlığı b irlik te taşır. Bu aslında daha önce de gösterdiğim iz gibi M arx ’ in be lirttiğ i “ kendi ö teki varlığı içinde ken­di ö teki varlığı” dem ektir. Eğer arayışı­mız gerçek insanı bulmak olacaksa, bu insanın varoluşunun ipuçlarını, insanı in­san yapan değerler olan düşünsel ve pra tik varoluşun kendisinde bulabiliriz. Çünkü “ gerçek insansal varoluş, felsefi va ro luştu r” diyen M arx ’ in bu sözündeki yaratıcı sırrı da burada bulmuş o luruz böylece. Yadsımanın yadsıması ile bu ya­bancılaşma sürecinden kurtu lm ak m üm ­kün ise, asla düşünsel felsefi yanımızı, özne olan varlığımızdan ayıramayız. O nedenle M arx ’in şu tanımının önemi da­ha da iyi anlaşılır şimdi; “ ...eğer insan yoksa, onun özünün belirtis i de insansal olamaz. Öyleyse düşünce de a rtık göz­lerle, kulaklarla vb. donatılmış, toplum , dünya ve doğa içinde yaşayan insansal ve doğal b ir özne olarak insan özünün be­lirtis i biçim inde tasarlanamaz.” (Marx,19 7 6 :2 6 4 )

Materyalist ta rih görüşünün temel ö- nermelerinden birisi şudur; insanın ken­dini yeniden yaratması sürecinin kaçınıl­maz yolunun, sınıf savaşımı yolu olduğu­na ilişkin tesp ittir. Kuşkusuz sınıf savaşı­mı, yukarda bahsettiğim iz insanın kendi insanlık değerlerine kavuşmasının ve o ­

Page 175: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

nu kazanmasının tem eli olan ko lek tif ha­reketin in özsel b ir ifadesi ve açıklanması dem ektir. G erçekte sınıf savaşımı, bu anlamda tek başına po litik erkin soyut b ir el değiştirmesi olarak okunamaz. Daha önemlisi yeni insanı yaratmanın seçeneksiz tek yol olduğudur. O halde po litik eylem, insanın tem eli olması ge­reken bu felsefeden çıkar veya çıkması gerekir. Politika bu devrim ci felsefenin i- çine yerleşmeli ve kaynağını oradan al­malıdır. İnsan p ra tik / eylemci b ir varlık olduğu kadar, kuramsal / kü ltüre l b ir va rlık tır da. Bu durum insanın ideolo jik yapılarının kurulması anlamına da gelir. Düşünce, din, hukuk, felsefe, sanat, bilim vs. bütün bu olgusal oluşumlar, insanın üre tim in in b ir sonucudur çünkü. Yani t i ­kel üre tim in özel b içim leri olarak...

Özel m ülkiyetin sonucu olan insan­daki yabancılaşma süreci, bu yabancılaş­manın düşünsel yansıması olan din felse­fesi, sömürülen emekçi kitle lerin üzerin­deki en. büyük yabancılaştırma ideo lo ji­lerden b iris id ir. Genel olarak bu kulluk ve bağımlılık ideolo jis id ir. Tanrıyı kulluğa ekleyerek, kulluğu tanrısal b ir irade ola­rak ortaya koyarak, yoksul emekçi k itle ­leri düzene bağlayan ve egemenliklerini daha kolayca sürdüren ideolo jik b ir işle­ve büründürü lm üştür. Toplumsal yaban­cılaşmada dinin böyle b ir özel ro lü var­dır. Dinsel yabancılaşma ile toplumsal yabancılaşma arasında derin b ir işbirliği vardır. Sefalet, işsizlik, açlık vs. tanrısal b ir irade olarak karşımıza çıkarılır. Tan­rıya koşulsuz boyun eğme, egemen ik ti­dara koşulsuz boyun eğmeyi yaratmıştır. G elenekler veya dinler, söm ürülenlere özel m ülkiyet sistemine saygıyı, hukuk i- se burjuva düzene bağımlılığı aşılamıştır. Böylece düşünen ve eyleme geçen so­

m ut insan yerine, düşünemeyen ve eyle­me geçemeyen soyut b ir insan tezahür eder o lm uştur. Böylece yabancılaşma süreci daha da derin leşm iştir. Bu anlam­da “ ideolo jik yabancılaşma” dediğimiz sürecin önemi burada ortaya çıkar.

Oysa kü ltür, sanat veya bilimsel çalış­malar, dinin tersine insansal varlığın ger­çekleşmesinin önemli araçları olarak b ir işlev görm üştü r genellikle. Çünkü din in­sanın yadsınması iken, sanat, kü ltü r veya bilimsel çalışmalar, insanlaşma süreçle ri­nin önünü açan ve böylece insansal ha­reketin tarih in in de önünü açan süreçler toplamıdır. Emek aracılığı ile doğanın o- lumlu dönüşüm sorununu, haklı olarak M arx tarafından, doğa b ilim leri ile insan­sal b ilim ler arasındaki sıkı bağının göste­rilmesinin sebebi budur. G erek Marx gerekse Feuerbach, doğanın tüm b ilim ­lerin temeli olduğu tezi, bu süreçte da­ha iyi anlaşılır o lm uştur. “ Ç ünkü” der Marx, “ doğa, insan için gerçek doğadır.”

Sanayi tarih i dışında düşünülen bütün açıklamalar, gerçek bilim in inşa edilm e­sinin engeli o lm uştur her zaman. Burju­vazi bilim i, sürekli olarak doğa b ilim le ri­ni insan bilim lerinden ayırarak ondan soyutlamıştır. Bunun sebebi sanayinin o- lumlu yanını olumsuz yana çevirm esin­den kaynaklanmış olduğu içindir. Bu an­lamda sanayi dediğimiz zaman, salt kapi­ta lis t sanayileşme anlaşılamaz. Bu bilinçli b ir te rc ih tir. Ne yazık ki, bizim kuşakla­rımız bu sorunu hêp kapitalist sanayileş­me ile özdeş görm elerinden kaynakla­nan yanlış b ir bilinç kırılması ile karşı karşıya gelm iştir.

G erçekte insanın doğa bilim lerinden, doğanın da insansal b ilim lerden ayrı dü­şünülmesi mümkün değildir. Bu anlamda

21. yüzyılda insan ve felsefe__

175

Page 176: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ne doğanın insansa! özü, ne de insanın doğal özü b irb irinden ayrılamaz. Eğer bu bağ iyi kurgulanamazsa, o zaman doğal b ilim ler idealist yorumdan kolay kolay kurtulamaz ve insansal bilim in tem eli ha­line gelemez. Oysa yaşamın bilim lerden ayrı bağımsız b ir tem eli yo k tu r aslında.

İşte küresel kapitalizm döneminde bütün bilimsel açıklamalar, üstelik doğa b ilim leri de dahil, bu idealist tarih yo ru ­munun sonucu olarak, insansal varlığın o lum lu öğesini y itirm e aşamasına ge tir­m iş tir insanlığı. Ne doğa insansal özü a- çıklar ne de insanın kendi doğal özüne dönüşümünü sağlar. Bütün doğal b ilim ­ler, kapitalist m erkezlerde insandan, o- nun som ut yaşamından kopuk ezberlere dönüştürülm üştür. Dolayısıyla insansal b ilim ler de aynı şekilde, insan tarafından dönüştürülen doğanın insan eyleminin tem elin i oluşturması gerekirken, tersi b ir süreç ile karşı karşıya gelinm iştir. G erçekten doğa, insan eliyle yıkılırken bu her iki bilimsel çabalar, sonuçta insa­nı da doğayı yıkan e tk in lik le re dönüşür o lm uştur.

B ilim le r meselesinde düşünülmesi gereken en temel noktayı M arx şöyle ö- ze tlem iştir; “ İnsanal tarih, doğa tarih in in bütünleyici parçasıdır. Doğanın insanlaş­masının ta rih id ir. Bundan ö türü , doğa b ilim leri daha sonra, tıpkı insansal b ilim ­lerin doğa b ilim leri b ir araya toplayacak­ları gibi, insan b ilim lerin i b ir araya top la ­yacaklardır. Ö yle ki a rtık sadece b ir tek bilim o lacaktır.” (Marx, ¡976:368)

Eğer bu soruna böyle b ir öngörü doğrultusunda yaklaşabilirsek, öyle sanı­yorum ki b ir dizi sorunun çözümüne katkı sağlamış oluruz. Z ira insanın va ro ­luşu ile onun özünü, özne ile nesne iliş­

__ y o l-------------------------—-------------------------

kisini, özgürlük ile zorun lu luk bağını, dü­şünce ile varlık ilişkisinin çözüm lerin i buradaki o rtak b ir bilim m etodu ile bu­labiliriz. Bu sorunların, top lum ile ilişki­ler içinde çözümlenecek olduğunu asla unutmamak gerekir. Bu çelişkinin çözü­münde M arx ’in şu öngörüsü yol göster­m ektedir; “ Bu komünizm, doğanın in­sanlaşmasının ve insanın somutlaşması, ‘doğallaşmasının’ dopdolu gerçekleşmesi olarak, insanı doğadan ve kendi varlığın­dan ayıran karşıtlığın gerçek çözümü, varoluş ile öz arasındaki, insan güçleri­nin somutlaşması ile insan varlığının ger­çekleşmesi arasındaki, özgürlük ile zo ­run lu luk arasındaki, b irey ile tü r arasın­daki çelişkinin gerçek çözüm üdür.” (Marx, 1976:369)

İnsanın kendi öz değerlerine sahip çıkması, özünde tarihsel b ir hareket an­lamına gelir. Aslında bu hareket zorunlu olarak bütün Tanrısal yaratılış kuram la­rının yadsınması dem ektir. Yani b ir dizi hurafelerle doldurulm uş b ir ta rih açıkla­ması olarak... G erçekte insanın kendini yeniden yaratma sürecinin tarih i, kendi­ni var edişinin bilinçli b ir ta rih id ir de. Çünkü maddeden düşünceyi çekip a tar­sanız, bu maddenin kendine özgü ger­çekliğinin y itim i anlamına da gelir. G e r­çekten Marx, insanın kendini yeniden yaratma eylemini, ta rih in oluşumunun b ir çözümlenmesi olarak gösterm işti. İnsanın yabancılaşmasına yol açan süreç­lerinin, aslında tarih öncesi b ir dönem olduğunu, buradan zorunlu o larak insa­nın insanlaşmasının yeni b ir ta rih i döne­mine geçeceğinin ipuçlarını da bulabili­yoruz doğal olarak. Bunun kaçınılmaz yolunun, özel m ülkiyet sistemine oturan kapitalizmin ortadan kaldırılması o ldu ­ğunu, daha bilimsel ve rile rle anlamış da

__ 176

Page 177: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

oluyoruz doğal olarak. Elbette tarih ön­cesi dönemin b ir sistemi olan kapitaliz­min ortadan kaldırılması, yeni dönemin başlayacağı b ir dönemin göstergesi de olmaktadır. Dolayısıyla bu asla tarihin sonu anlamına gelmez, tersine insan ev­rim inin belirli b ir aşamasında insanın ye­niden b ir tarih yazması anlamına gelir. İnsanın insanlaştığı ta r ih tir bu.

Yeniden proletaryanın sınıf b ilinci so­rununa dönersek, proletaryanın sınıf bi­linci, d iyalektik b ir b ilinçtir. Ancak bu d i­yalektiğin özü, sınıf hareketinin tarihsel­liğinden çıkar. Çünkü bu bilinç, tarihsel zorunluluğun b ir ürünüdür. Bugün bu tarihsellik ile onun zorunlu b ir sonucu olan sınıf bilinci arasında önemli b ir kırıl­ma yaşadığını teslim etmem iz gerekir. G erçekten bugün proletarya, kendi sınıf bilincini p ra tik leştirilen b ir sürece intikal e ttirem iyo r. Onun içinde işleyemiyor. Geçişin referansları dağılmıştır. Onu dö- nüştürem iyor. Zaten dönüştürmüş o l­saydı, tarihsel sürecin ortaya çıkardığı yıkıntıları ve kriz le ri (bu krizin b ir boyu­tu da insanın kendisinin kriz içinde o lu ­şudur), b ir şekilde çözmüş o lurdu. Oysa bugün bu krizin derin leşiyor oluşunun b ir nedeni de, proletaryanın sınıf bilinci­ni, p ra tik içinde işleyememesi ve hare­keti bu doğrultuda dizayn edememesi­dir. Çünkü esas özne olan sınıfın kendi­si, emek dölayımınm yıkıcı karakteri ne­deniyle kriz içinde bulunmaktadır.

Bilinç, tarihsel zorunluluğun b ir so­nucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarihsel pratiğin bütün deneyimsel sonuçlarını, bilginin kendisinden ayırmak olası değil­dir. Dolayısıyla sınıfa özgü bilinç de biz­zat p ro le tarya tarafından üstlenilmiş b ir süreçler toplamı olmak zorundadır. D o ­ğalı budur. G. Lukacs b ir yerde “ p ro le ­

taryanın olgu haline gelen b ilinci” nden bahseder. (Lukacs, 1998:283) Lukacs bu sorunu, M arx ’ın düşüncesine dayandırır-. Ve bunu, kapitalist yapinın içindeki çeliş­ki sorununa yeni b ir öğe katması anlamı­na geldiğini söyler. Ve devamla Lukacs şöyle der; “ Bilinç burada kendi karşısın­daki nesneye yöne lik bilinç olmayıp, nesnenin kendisinin kendine yönelik bi­linci olduğundan, bilinçlenme edimi bi­lincin nesnesine özgü nesnelliğin b iç im i­ni a ltüst eder.” ( Lukacs, 1998:283)

Bu nokta proletaryanın sınıf mücade­lesi açısından k r it ik noktadır. Çünkü proletaryanın ' bilinci, dolayısıyla onun hareket biçimi, kendi karşısındaki nesne olan kapitalist yapılara ve onun yasaları­na karşı olmaktan çıkarak, metanın ‘ken­disine yönelik b ilinc i’ o larak çıkmıştır. Lukacs bu bilinç sürecini, kapitalist yapı­nın ‘çekirdek b ilinci’ olarak açıklar. Böy- lece işçinin kendisi, varoluşunun dışında ve ona aykırı olarak burjuva bilincin esi­ri ve kölesi o larak çıkar karşımıza. G ü­nümüzde sınıf bilinci ile nesne olarak sı­nıfın kendisi arasındaki kırılgan bu ilişki biçimi, bütün p o litik tasarım ve eylem le­ri de b ir yerde altüst etmiş ve bu durum burjuva manipülasyonunu daha açık hale ge tirm iştir. Ancak yine de tarih kanıtla­m ıştır ki, işçi sınıfı, bunu kendi karşısın­daki yapıya yöneldiği noktada veya doğ­rudan onu aştığı b ir aşamada, zora ma­ruz kalır ve sınıf mücadelesinin temel sorunu olan devrim ci zo r bu şekilde gündeme gelir. Yeri gelmişken zo r üze­rine kısa b ir belirlem e yapmak gerekir.

Günümüzün modası olan, liberal so­lun da içinde yer aldığı “ her türden şid­dete karşı” o lm ak söylemi, kapitalist zo ­ru masum gösterm eye m atuf b ir bilince yol açmıştır. Bu sorun başlıca ele alın­

21. yüzyılda insan ve felsefe__

177----

Page 178: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

ması gereken b ir sorun olsa bile, geçer­ken be lirte lim ki, z o r ’un temel kaynağı, yine zora dayanan kapitalizmin bizzat kendisidir. Z o r ’un özü kapitalist üretim ilişkilerinde som ut o larak gözlenir ve kaynağını buradan alır. Çünkü meta iliş­kilerin in temeli, çalışma süresine b ir sı­nır koymayı emretmez. İşçi sınırsız ola­rak alabildiğine çalıştırılmak istenir. Ka­pitalist mümkün oldukça iş zamanını ar­tırm a eğilimi taşır. Ama yine de metanın pazarda alıcı bulmasında b ir sınırlama ortaya çıkar. İşçi de, iş gününü belirli b ir zaman sınırında tu tm ak is te r ve buna d i­renir. Karşılıklı b ir d irenç noktası ortaya çıkar. İşte bu nokta da uzun olma paha­sına da olsa aktarm ak istediğim M arx ’in şu tanımı sorunu tüm üyle açıklamaya ye ter sanırım; “ Ç ünkü” d iyo r Marx, “ her iki hak da mübadele yasası tarafın­dan eşit şekilde m ühürlenip onaylanmış­tır. Eşit haklar arasında karar verm ek bu yüzden zo r kullanmaya kalıyor. Kapita­list ü re tim tarih inde işgününün norm - lanması böylece işgününün sınırlarını çizme mücadelesi şeklinde göste riyo r kendini; ko le k tif sermaye, yani kapitalist sınıfı ile ko le k tif emek, yani işçi sınıfı a- rasında. Kapitalist rasyonelliğin irrasyo­nel hale dönüştüğü, yasalarının işlemez hale geldiği noktada som ut b ir karakte­re bürünen zor, burjuvazi için p ro le ta r­yanın anladığından çok başka b ir anlam kazanmaktadır. Z o r, burjuvazi için gün­delik yaşamın doğrudan uzantısıdır; yeni b ir şey olmadığı gibi, bu yüzden de b u r­juvazinin kendi yarattığı çelişkilerden herhangi b irin i çözecek durum da da de­ğild ir. Oysa pro le tarya için zor, uygula­ması, etkinliği, oluşma imkanı ve kapsa­mı açısından ortadaki yaşanan varlığa (Dasein) özgü dolayımsızlığın aşılma de­

__ yol_____________________________

recesine bağlıdır. Kuşkusuz ki verilen bu dolayımsızlığı aşmanın imkanı, yani b ilin­cin kendi kapsam ve derinliği ta rih in b ir ürünüdür. Ve tarihsel perspektifte ula­şılması mümkün böyle b ir doruk, doğru­dan verilm iş veya dolayımsız şeylerin (ve bunların ‘yasalarının’) düz doğrusal b ir i- lerlem e çizgisi üzerinde yer almaz; tam tersine böyle b ir doruğa, toplum un bü­tününe ancak birtakım dolayımlarla yö- nelebilen bilincin yoluyla, tarihsel geliş­menin d iyalektik eğilim lerinin gerçekleş­tirm e niyet ve özlem iyle ulaşılabilir. A y ­rıca dolayım lar serisini gerçekliğe seyir­ci kalan (kontem platif) dolayımsız koşul­larla tıkamamak lazım. Bu seri diyalektik çelişkiden kaynaklanan yeni n ite lik le re yönelm elid ir. Kısacası şimdiki dönem ­den geleceğe doğru ilerleyen dolayımla- rın hareketi o lm alıd ır.” (M arx ’tan akt; Lukacs, 1998:284-85)

Başka b ir yerde M arx bu sorunu şöy­le özetle r; “ Z o r, yeni b ir toplum a gebe her eski toplum un ebesidir. Z o r, kendi­si b ir ekonom ik g ü ç tü r.” (M arx, 1976:770)

Bu bölüme burada son vererek, b ir sonraki yazımızda günümüzün temel so­runu haline gelen postm odern izm ile in­san ilişkisine değineceğiz.

A r a l ık 20 0 3

Page 179: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

21. yüzyılda insan ve felsefe__1. Bölüm için yararlanan kaynaklar dizimi:

1. F. Engels, A n ti Dühring, 1975, Sol Yay., s.62

2. E. Balibar, M a rx ’in Felsefesi, 2000, B ir i­kim Yay., s.4 i

3. M. H o rk h e im e r ve T. A d o rn o , A ydın­lanma D iyalektiğ i, C ilt I, 1995, Kabalcı Yay., s.49

4. Feuerbach, D in in Ö zü Üzerine D e rs­ler, A kta ran Lenin, Felsefe D e fte rle ri, 1976, Sosyal Yay., s.64

5. K. M arx, Kapital I, 2. Baskı, 1978, Sol Yay., s. 195-196

6. K. M arx, A lm an İdeolo jisi, Melsa Yay., s.20

7. G eorge Thom son, İnsanın Ö zü, 1998, Payel Yay., s.7

8. G eorg Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci,1998, Belge Yay., s.47

9. Lenin, M ateryalizm ve A m p ir io k r it i- sizm, 2. Baskı, 1995, İn te r Yay., s.381

10. K. M arx, 1844 El Yazmaları, 1976, Sol y. s. 245

I I. E. Bottige lli, 1844 El Yazmaları Sunuş Yazısından, 1976, Sosyal Yay., s.41-42

12. Lenin, Felsefe D e fte rle ri, I. Basım, 1976, Sosyal Yay., s. 126

13. K. M arx, Ü c re tli Emek ve Sermaye, 1978, Sol Yay., s. 143

14. F. Engels, B ir Ekonom i P o litik E leştiri­si Denemesi, 1844 El Yazmaları içindeki makalesinden, 1976, Sol Yay., s.416

15. Etienne de La Boetie, G önüllü K ulluk Ü zerine Söylev, 1995, İmge Yay., s.35

16. Raymond Polinin, Politigue e t Philo- sophi ches Thom as Hobbes, A k t; E.L.Bo- etie, 1995, s.97-98

17. J. J. Rousseau, T op lum Sözleşmesi, 1982, Adam Yay., s. 17

18. J. J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki E- şitsizliğin Kaynağı, 1986, Say Yay., s.39, gi­rişten aktarılan

19. F. Engels, A n ti D ü h rin g ’deki s.237- 239’dan aktaran J.j.R, 1986, s.50

20. Jean B ru lle r V erco rs , İnsan ve insan­lar, 1998, Toplum sal Dönüşüm Yayınları, s. 13

21. K. M arx, Kapital I, 1976, Sol Yay., s.770

22. K. M arx- F. Engels, Felsefe İncelem e­leri, 1979, 3. Basım, Sol Yay.

23. H aluk G erger, Yeni Dünya Düzeni, T ü rk iye ve Sosyalizm 2, 1994, Belge Yay., s. 145

24. F. Engels ‘Maymundan İnsana Geçişte Emeğin R o lü ’, Seçme Yapıtlar III, 1979, Sol Yay., s.85

25. H aluk G erger, Kan Tadı, Belgelerle A B D ’nin Kara Kitabı, Kasım 2003, Ceylan Yay.

179----

Page 180: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

DİPNOTLAR

(1) A n tin o m i m antık yolu ile ispatlanan i- ki tez arasındaki çelişki dem ektir. Bu so­runun anlaşılması için K an t’ı ö rn ek alaca­ğım. Mesela K an t’a göre, insan dünyayı b ilm ek istediği zaman, insan aklı kaçınıl­maz b ir şekilde kendi kendisi iie çelişkiye (an tinom i’ye) düşer. Kant bunu d ö r t an ti­nom i ile açıklar. K an t’ ın d ö r t antinom isi şunlardı; I. Dünyanın mekan ve zaman i- çinde b ir başlangıcı vard ır ve dünya son­suzdur. 2. H e r karmaşık madde yalın şey­lerden meydana ge lir ve dünyada h içb ir şey yalın değildir. 3. Dünyada h ü rriye t va rd ır ve dünyada her şey doğa yasasına bağlıdır. 4. Dünyanın parçası veya nedeni o larak zorun lu b ir varlık (Tanrı) va rd ır ve m utlak şekilde zorun iu olan h içb ir varlık yok tu r. K an t’ın bu d ö r t biçim e ayırarak tanımladığı an tinom i sürecin i Lenin, dü­şüncedeki çelişm elerin nesnel ka ra k te ri­ni saptamış olduğu için diyalektiğin geliş­mesine katkı sağladığını söylem iştir. (Fel­sefe D e fte r i’nden, s.463-464) Hegel ise, Kant teo ris in in , fo rm e l ve sınırlı nite liğ in i gö s te re re k e leş tirm iş tir. Maddeci diya­le k tik ise, insan bilgisini bilimsel o larak a- çıklayarak nesnel harekete ulaşan süreç i- çinde an tinom ile rin nasıl çözülüp ortadan kalktığını açıklar. Ben de bu yazıda çeliş­kili varo luşun ortaya çıkardığı yapıların hem nedenini sorgulayacağım hem de maddeci diyalektiğe bağlı kalarak bu so­runun çözüm ü için gerekli yolu gö s te r­meye çalışacağım.

(2) M althusçuluk, kapitalizm de em ekçile­rin yoksullaşmasını doğal b ir ‘m utlak nü­fus yasası” ile açıklayan gerici b ir ö ğ re ti­d ir. Bu öğ re tiye gö re yoksulluktan k u rtu l­mak için, doğum oranlarının düşürülm esi ge rek ir. Savaşlar, hastalıklar, doğal a fe tler vs. nüfus ve ihtiyaç m addeleri arasında ki dengesizliği giderdiğ i için b ir ölçüde o- lum lu gö rü lm e kted ir. Bu öğre ti adını T. R. M althus'tan alm ıştır.

(3) Ö yle sanıyorum ki burada b ir be lirle ­

__ yol____________________________

me yapmanın yararı vard ır; som u t em ek dışında te lakki edeceğim iz değişik em ek b iç im le rin i (ki bunlar h izm et sek tö rle ri, işsiz k itle ve kafa em ekçile ri vs.), o rta k b ir başlık altında, yani soyu t em ek süreci içinde düşünm ek yanıltıcı olmasa gerek­t ir . Kuşkusuz her b ir soyu t em ek b iç im i­nin, işlevi, konum u ve faaliyet alanı deği­şik olsa bile, bunlar doğrudan artı değer üre ten (yani mal ü re ten) em ek olmadığı­nı, ama kullanım değerinde ve onu meta- ya dönüştüren ve yine olmazsa olm az o- lan değişim değerini ifade eden, başka b ir deyişle m alların b irb ir i ile değiş im in i m üm kün kılan ve bu o rtam ı hazırlayan b ir em ek sürecin in top lam ı o larak düşünm ek m üm kündür. G erek en te lektüe l em ekte gerekse işsiz k itlede, bu değişim değeri sürecinde nasıl anlam bu lab ilir diye so ru ­labilir. Ancak kapitalizm in b ir dünya siste­mi olduğunu, bütün k itlen in bu sistem i- çinde onun yasaları altında b ir yaşam sü r­dürdüğünü varsayarsak, dolaylı o larak so­yu t em ek b iç im le ri içinde yer alan bütün em ekçile rin kendisi, şu veya bu biçim de değişim sürecin in b ir e tm eni, dolaşımın b ir öğesi ve pazarın b ir unsuru olması ne­deniyle değerlend irm ek olasıdır. Bu an­lamda Marksizm bizim elim ize verdiğ i m e to t ile hareke t edersek, günüm üzün e- m ek b iç im le rinde ki bütün değişim leri an­lamak m üm kün hale ge lebilir. Dolayısıyla bunları sorunun anlaşılması için o rta k b ir başlık altında varsaymak, bunu da soyut em ek ile tanım lam ak m üm kün o lab ilir d i­ye düşünüyorum .

180

Page 181: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

YAYINCILIKK ita p , y a ş a n a n s o s y a liz m d e n e y im le r in in ış ığ ın d a M a rk s is t te o r id e

d e v rim ve s o s y a liz m in in şa s ı ko n u la r ın ı y e n id e n ird e le y e n m a k a le le rd e n

o lu ş u y o r. İlk b ö lü m d e S o v y e tle r B ir liğ i’n in S ta lin d ö n e m i ve s o n ra s ın ın

to p lu m s a l ve s iy a s i ta r ih i a n a liz e d iliy o r . A rd ın d a n G la s n o s t ve P e re s tro y k a

s ü re c in in b a rın d ırd ığ ı o la n a k la r ve G o rb a ç o v 'u n b u r ju v a te z le r in in e le ş tir is i

y e r a lıy o r, S o s y a liz m in ç ö z ü lü ş s ü re c in in a ç ık la m a s ı b ü ro k ra tiz m , k iş i

ta p ın c ı g ib i ö z n e l ve id e a lis t k a v ra m la r y e r in e M a rk s iz m 'in te m e l te o r ik

a ra ç la r ıy la (ü re t ic i g ü ç le r v e ü re t im iliş k i le r i ç e liş k is i) y a p ı lıy o r . Bu

ç e rç e v e d e s o s y a liz m d e d e v le t, p a rti ve h a lk iliş k is i; m ü lk iy e t i liş k ile r i, p la n ­

la m a ve k a tılım g ib i p ro g ra m a tik s o ru n la r s is te m a t ik ve e le ş tire l b ir ta rz d a

e le a lın ıy o r.

Y a z a r, s ü re c in n e s n e l b ir a n a liz in in y a n ıs ıra s o s y a liz m in ç ö z ü lü ş ü n ü n

a rd ın d a n tü re y e n u m u ts u z lu k te o r ile r iy le d e h e s a p la ş ıy o r.

K ita p , s o s y a liz m id e a lin in ü to p y a la ş tır ı ld ığ ı b ir d ö n e m d e m ü c a d e le ta r i­

h in i y e n id e n o k u y a ra k g e le c e ğ e u z a n ıy o r.

K itap , Y e n i D ü n ya D ü ze n i (Y D D ) ve bu d o ğ ru ltu d a en ç o k k u lla n ıla n k a v ­

ram o la n “k ü re s e lle ş m e ” ta r tış m a la r ıy la b a ş lıy o r. “ K a o s ” , “ta r ih in s o n u ” g ib i

te z le r in y a n ıs ıra u lu s d e v le t ta r tış m a la r ı, e g e m e n lik s a v a ş la r ın ın g e ld iğ i ko n a k ,

u y g a r lık la r a ras ı s a va ş te o rile r i d e ta r ih in s ü z g e c in d e n g e ç ir iliy o r . K ita b ın ana

e kse n in i g ü ç m e rk e z le r in in ta r ih se l g e ç m iş i ve g ü n ü m ü z d e a ld ık la r ı k o n u m la r

o lu ş tu ru y o r. Y D D ’n in d ü n y a y a v e rm e y e ça lış tığ ı d ü z e n in ilk a d ım ı o la n K ö rfe z

S a v a ş ı'n d a n b u g ü n e , 11 E y lü l ve A fg a n is ta n ’a, A B D ’n in Ira k s ld ır ıs ın a k a d a r

o la y la r ve e m p e ry a l o d a k la r ın d a v ra n ış la r ı s ın ıfs a l b ir b a k ış la a n a liz e d iliy o r.

S o v y e tle r B ir liğ i’n in v a r lık k o ş u lla rın d a ş e k ille n e n "ik i k u tu p lu ” d ü n y a n ın y ık ı lı­

ş ıy la b ir lik te o r ta y a ç ık a n ç o k b ilin m e y e n li d e n k le m le r in y a ra ttığ ı ka fa k a rış ık ­

lık la rı e le a lın ırk e n , e m p e ry a lis t 'g ü ç le r iç in a ç ıla n “ P a n d o ra ’n ın K u tu s u n d a n

s a ç ıla n la r ta rtış ılıy o r. “ K ü re s e l fin a n s s is te m in d e k i p o ta n s iy e l k riz ; Ç in ’le i liş k i­

le rd e o la s ı k r iz ; R u s y a ’n ın 'h a ta lı d ö n ü ş ü ’ ; O rta d o ğ u ’d a k i k a o s ; D oğ u A v ru ­

p a ’d a k i ka os ; b ü y ü k te rö r iz m te h lik e s i; s ın ır la n m a y a n s ila h t ic a re t i” ko n u la rı

e m p e ry a lis t g ü ç le r in s tra te jik y ö n e liş le r i ç e rç e v e s in d e in c e le n iy o r.

“G e rç e k liğ in in a tç ılığ ı, k a ç a m a k n o k ta la r ın ı d a ra ltt ığ ı iç in , H ik m e t K ıv ıl-

c ım lı 'm n g ö rü ş le r i b u g ü n p a rç a p a rça b e n im s e n iy o r. A n c a k bu, ço ğ u

z a m a n o n u n adı a n ı lm a d a n ve d a h a ç o k d a o n u n b ü tü n d ü ş ü n c e s is te m i

b e n im s e n m e d e n y a p ı lıy o r . A s lın d a H ik m e t K ıv ı lc ım lı n ın T ü rk iy e ve O r ta ­

d o ğ u o r i j in a l ite s iy le i lg i li g ö rü ş le r i d ü ş ü n c e z e m in in d e m is y o n u n u

o y n a m ış tır .

A n c a k ö rg ü tlü s ın ıf la r sa v a ş ı b ira z d a h a b a ş k a b ir ş e y d ir . D ü ş ü n c e n in

b ire b ir ka rş ılığ ı o la ra k g e rç e k le ş m e z . Bu a n la m d a , p ra tik s ın ıf la r s a v a ş ın d a

H ik m e t K ıv ı lc ım lı ’n ın g ö rü ş le r in in d a h a o y n a y a c a ğ ı g ü ç lü b ir m is y o n

v a rd ır .”

M e h m e t Y ılm a z e r

26 E y lü l 1994

Page 182: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5

“S o l iç in d e k i ç ü rü m e n in b o y u tla rın ı, 12 E y lü l so n ra s ı b a ş lıc a iki o la y a ç ığ a

v u rm u ş tu r . B ir in c is i, 'b u rju v a m u h a le fe t in se s in in y ü k s e lm e s i; İk in c is i, K ü rt

U lu sa l K u rtu lu ş M ü c a d e le s i’n in p ra tik e y le m lil ik le k e n d in i o r ta y a ko y m a s ı.

B ir in c is i, te s lim iy e t ze n in d e b ir m ü c a d e le y o lu n u ö n e s ü rü y o rd u . İk in c is i

ise d e v r im c i d ire n iş z e m in in i.. . S ın ıf te m e lle r i o rta ta b a k a la ra , a r is to k ra t işç i

z ü m re le r in e ve k ü çü k b u rju v a ta b a k a la ra d a y a n a n so l h a re k e t, 12 E y lü l

y e n ilg is in in a ğ ır ta h r ib a tın ın da e tk is iy le , ‘b u r ju v a m u h a le fe t in a ç tığ ı

‘m ü c a d e le ’ yo lu n d a n y ü rü m e y i ç ü rü m ü ş y a p ıs ın a u y g u n b u ld u .

T a r ih te k e r rü r e d e c e k m i? Y in e 12 M a r t ç ık ış ın d a k i g ib i s o s y a l

d e m o k ra s in in ‘u m u t’ o ld u ğ u g ü n le r m i y a ş a n a c a k ? S o l h a re k e tin b ü y ü k b ir

b ir b ö lü m ü ne y a z ık ki b ö y le h a y a lle r k u ru yo r. O ysa T ü rk iy e k a p ita liz m in in

g e liş im yo lu ve s e v iy e s i, bun a bağ lı o la ra k s ın ıf la r s a v a ş ın ın ya ş a n a n

d e n e y le r i 'ta r ih in te k e rrü rü n ü ’ im k a n s ız h a le g e t irm e k te d ir? ”

M e h m e t Y ılm a z e r

yoksulluk ve işslnimMÜCADELE KURULTAYI

19 OCAK 2003

TEBLİĞLER

diz ı m «

K ap ita lizm in ye n id e n ya p ıla n m a sü re c in d e ya şan a n s iyas i g e lişm e le r; sı­

nıfın pa rça la nm a s ı, ö rg ü tlü lüğ ü n ün dağ ılm a s ı g ib i neden le r, ken tle rd e ve rilen

m ü ca d e le d e va roş la rın öne m in i a rttıra rak , işçi s ın ıfın ın en h a re ke tli kes im in i ba­

rınd ıran bu ya şam m e kan la rın da e m e ğ in ö rg ü tle n m e s in i zo ru n lu k ılm aktad ır.

D a ya n ışm a e v le ri kentin va ro ş la rın d a e m ekç ile rin , ez ile n le rin g ün d e lik a-

c ıla rın ın üs tü n de n a tlam a d a n , ya şa m a d a ir h e r tü rlü ko n u ya s iyas i ve p ra tik o-

la rak yö n e le re k ha lk ın öz ö rg ü tle m e s in e ze m in ya ra tm a k ta , s o sya lis t d e ğ e rle r­

le an lam ka zan a n d aya n ışm a n ın ö rg ü tle n m e ye a k ış ın d a rol ü s tlen m e k te d ir.

E m e ğ in ö zgü rle şm es i, insa n lığ ın sö m ü rü b o yu n d u ru ğ u n d a n ku rtu lm a s ı,

insana ayk ırı, insan ı çü rü te n bu g id iş in d eğ işm e s i iç in ka rde şçe p ay la şa rak , da­

ya n ışa ra k o rta k m ü cad e ley i b ü yü tm e k iç in b irlik tey iz . Bu m ü ca d e le yo ksu l e-

m ekç i ha lk ın irades in i o rtaya ko ym a s ıy la b e ra b e r e m ek te n ya n a b ü yü ye b ile ­

cek tir. D a ya n ışm a e v le ri o la ra k g e rçe k le ş tird iğ im iz Y o ksu llu k ve iş s iz lik le M ü ca ­

de le K uru ltayı tüm em ekç ile re , e z ile n le re b ir ç a ğ rıd ır; ik tida riaşm a b ilinc iy le gü­

cü m üzü b irleş tire lim .

Yayına hazırlanan kitaplar

D evrim ci H arekette K rizMehmet Yılmazer

D evrim Nedir?Dr. Hikmet Kıvılcımlı

D em okrasi, Sosyalizm ve İşç i S ın ıfı(Laclau’nun Demokratik Strateji Tezleri’nin Eleştirisine Giriş)Haşan Oğuz

Günüm üzün İd eo lo jik Tablosu: M arksizm ’e Ne Oldu?Mehmet Yılmazer

Page 183: Düşünce ve Davranışta Yol Mart 2004 Sayı 5