Upload
others
View
12
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM
ANABİLİM DALI
EDEBİ EDEBİYATA KARŞI EDEPLİ EDEBİYAT: HİDAYET ROMANLARINDA
PROPAGANDA UNSURLARININ İNCELENMESİ
Yüksek Lisans Tezi
Ebru AKÇAY
ANKARA-2015
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ HALKLA İLİŞKİLER VE TANITIM
ANABİLİM DALI
EDEBİ EDEBİYATA KARŞI EDEPLİ EDEBİYAT: HİDAYET ROMANLARINDA
PROPAGANDA UNSURLARININ İNCELENMESİ
Yüksek Lisans Tezi
Ebru AKÇAY
Tez Danışmanı
Yrd. Doç. Dr. Jale ÖZATA DİRLİKYAPAN
Ankara-2015
1
İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ...................................................................................................................... 1
GİRİŞ ...................................................................................................................................... 3
I. BÖLÜM: PROPAGANDA .............................................................................................. 11
A. Propaganda Nedir? ......................................................................................................... 11
B. Propagandanın Tarihsel Gelişimi ................................................................................... 19
C. Propaganda Türleri ......................................................................................................... 25
1. Beyaz Propaganda ...................................................................................................... 27
2. Siyah Propaganda ....................................................................................................... 27
3. Gri Propaganda .......................................................................................................... 28
D. Propaganda Teknikleri ................................................................................................... 28
E. Propaganda Araçları ....................................................................................................... 35
II. BÖLÜM: EDEBİYAT İLE PROPAGANDA İLİŞKİSİ .............................................. 42
A. Sanat ile Propaganda İlişkisi .......................................................................................... 42
B. Edebiyat ve Propaganda: Benzerlikler ve Farklılıklar ................................................... 45
C. İşlevsellik ve Edebilik Çıkmazında Türk Edebiyatı ve Hidayet Romanları .................. 55
1. “Ahlaklı Edebiyat” Türü Olarak Hidayet Romanları ................................................. 58
2. “Karşı Edebiyat”: Köy Romanlarına Karşı Hidayet Romanları ................................ 62
D. “Güdümlü Edebiyat” : Hidayet Romanlarının Propagandist Niteliği ............................ 66
E. Paternalist Hidayet Romancısı: Propagandacı mı Roman Yazarı mı? ........................... 70
III. BÖLÜM: HİDAYET ROMANLARININ İLK ÖRNEKLERİNDE PROPAGANDA
UNSURLARI ........................................................................................................................ 84
A. Tek Düşman Kurgusu Olarak “Allah’ın Düşmanları” .................................................. 87
1. Toplumun “Veba Mikrop”ları: Asriler ...................................................................... 92
2. İlim Yuvasındaki Düşmanlar: Ahlaksız Kemalist Öğretmenler ................................ 98
3. Kâfir Düşmanlar: Sosyalist, Komünist ve Ateistler ................................................. 106
4. Dost Görünen Düşmanlar: Geleneksel Müslümanlar .............................................. 110
B. Kadın ve Erkek Temsili ............................................................................................... 115
1. “Evdeki Melekler”e Karşı Sokaktaki “Şeytanlar” ................................................... 123
2. Mücahit Erkeklere Karşı “Irz Düşmanları”.............................................................. 131
C. Aşkın ve Cinselliğin Araçsallaşması ............................................................................ 135
1. Ulvi Aşklar: Hak Yolunda Yapılan Evlilikler .......................................................... 137
2. Şehvetli Aşklar: Zina ............................................................................................... 142
D. Mağduriyetin ve Mazlumluğun İnşası ......................................................................... 145
2
SONUÇ ............................................................................................................................... 151
KAYNAKÇA ...................................................................................................................... 159
ÖZET .................................................................................................................................. 169
ABSTRACT ........................................................................................................................ 170
3
GİRİŞ
Günümüzde kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte propagandanın
teknikleri değişmiş, propaganda daha sistemli ve planlı hale gelmiştir. Özellikle
internete herkesin kolayca ulaşabilmesi propaganda faaliyetlerinin her an ve her
yerde gerçekleşebilmesine yol açmıştır. Propagandanın çok sık karşılaşılan bir olgu
olması, propagandanın akademik çevrede çalışılması gerekliliğini doğurmuştur.
Propaganda özellikle iletişim fakülteleri ve siyasal bilgiler fakültelerinde sıklıkla
çalışılan bir konu olmuştur. Ancak bu çalışmaların çok azı propaganda ve edebiyat
bağlantısına değinmiştir. Bu noktada, sosyal bilimlerde edebiyatın nasıl
konumlandığı kritik bir öneme sahiptir. Duygu Köksal (2013) sosyal bilimcilerin
ancak 1970’lerden sonra edebiyat ile ilgilenmeye başladığını vurgulamaktadır.
Köksal’a göre edebiyatın sosyal bilimlerde çalışılmaya değer görmesi Kültürel
Çalışmalar sayesinde olmuştur. Ancak yine de sosyal bilimlerde edebiyatın özerk bir
alan olduğu1 ve sosyal bilimlere yardımcı bir malzeme olarak işlev gördüğü algısı
kırılamamıştır.
Edebiyatın sosyal bilimlerde değer görmesi ancak yorumsamacı gelenekle
mümkün olabilmiştir. Öyle ki, yorumsamacı gelenekteki dünyanın yorumlanacak bir
metin/belge olduğu ve gerçekliği anlamanın yorumlamakla özdeş olduğu fikri
(Köksal, 2013) kurgu olan edebiyatın da değerli görülmesine yol açmıştır. Bu
doğrultuda; edebiyatın gerçekliği ne kadar yansıttığı değil, edebiyat metinlerinin
neden belirli tarzda kurgulandığı ve nasıl yorumlanacağı önemli hale gelmiştir.
Edebiyatta gerçekliğin “çarpıtılmış” olduğu söylendiğinde bile bunun nasıl bir
1 Bu bakış açısı, edebiyatı bilimin zıttı olarak değerlendirilebilecek kurmaca olarak gördüğü için
edebiyatı sosyal bilimlerin dışında konumlandırmaktadır (Köksal, 2013: 221).
4
“politik/eleştirel güç” taşıdığı sorusu sosyal bilimciler için önemli olmaya başlamıştır
(Köksal, 2013: 223-224).
Bu bakış açısıyla birlikte, propaganda ile edebiyat arasındaki ilişkinin
kurulmaya çalışılan bir ilişki türü değil, hâlihazırda varolan bir ilişki biçimi
olduğunun belirtilmesi gerekmektedir. Öyle ki; propaganda ve edebiyatın ne olduğu,
kimlerin propagandacı kimlerin edebiyatçı olduğu ve hangi metinlerin propaganda
hangi metinlerin edebiyat olarak tanımlanacağı hakkında sorular kritik öneme
sahiptir. Bu sorulara verilecek yanıtlar ise propagandanın hangi anlamıyla
kullanıldığının kesinleştirilmesiyle mümkündür.
Bu doğrultuda, Terence H. Qualter’ın2 (1980) propaganda
kavramsallaştırması, bu tez çalışmasının kuramsal temelini oluşturmaktadır.
Qualter’a (1980) göre propaganda bir birey/grubun, kitle iletişim araçlarını
kullanarak, hedef kitlenin tutumlarında kendi amacı doğrultusunda farklılık yaratmak
için giriştiği bilinçli, kasıtlı ve planlı faaliyetler bütünüdür. Bu tanımdan yola
çıkarak, Qualter’ın propagandayı sübjektif şekilde değerlendiren yaklaşımların
tersine, propaganda faaliyetlerini inceleyecek olan sosyal bilimcilere kriterler
sunduğu söylenebilir. Bu kriterlerden ilki, propagandanın bilinçli bir faaliyet
olmasıdır. Yani, bu bakış açısına göre bilinçli olmayan bir faaliyet propaganda olarak
tanımlanamaz. Ayrıca propagandacının kitle iletişim araçlarını kullanıyor olması da
propagandayı daha önceki yüzyıllardaki şiddet ve zor kullanılan ikna yöntemlerinden
ayırmaktadır. Bunun dışında, gündelik hayatta sanılanın aksine propaganda sadece
2 Kanada Waterloo Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü profesörlerinden olan T. H. Qualter’ın
çalışmaları arasında Propaganda and Psychological Warfare (1962), Opinion Control in the
Democracies (1985) ve Advertising and Democracy in the Mass Age (1991) bulunmaktadır.
5
hedef kitlede tutum değişikliği yaratmayı amaçlamaz, varolan tutumları pekiştirmeyi
de amaçlar. Son olarak, bu tanıma göre propaganda bireyleri değil grupları hedef
almaktadır. Bu kriterler, bir araştırmacıya araştırdığı faaliyetin propaganda olup
olmadığı konusunda yol göstermektedir. Çünkü Qualter’a (1980) göre bir faaliyet,
ancak yukarıda belirtilen kriterlerin varlığı kanıtlanırsa, propaganda olarak
tanımlanabilir.
Qualter’ın tanımından yola çıkarak, bir edebiyat eserine propaganda
denebilmesi için; o eserin yazarının bilinçli bir şekilde roman söylemini, okurun
tutumlarını değiştirmek amacıyla yazmış olmasının saptanması gerekmektedir. Bu
tez çalışması için örneklem olarak seçilen hidayet romanlarının3 propagandaya
hizmet ettiğini gösteren en büyük kanıt, bu romanların “herhangi bir eylem veya
edimin bir grubun tutumları üzerinde kontrol kurmak için girişilmiş bilinçli bir
faaliyetin bir bölümü” olmasıdır (Qualter, 1980: 279-280).
İslami popüler romanlar, dini romanlar ya da “yeşil dizi”4 olarak bilinen
hidayet romanları5, 1960’ların sonunda Türk edebiyatında kendine yer edinmeye
3 Hidayet romanlarına “hidayet” adının verilmesinin sebebi, bu tür romanlarda dinden uzak ve arayış
içindeki kahramanların İslamiyet’e yönelmesinin ve İslamiyet’in huzurunu keşfederek hidayete
ermesinin konu edilmesidir (Uğur, 2013: 87). Bu ana tema çerçevesinde, hidayet romancılarının
okurların da hidayete ermesine vesile olmak gibi bir amaçlarının olduğunu söylemek mümkündür.
Yazarların hedefi, romanlarında neredeyse şematiğe dökülebilecek kadar benzer yapıları kullanarak
okuru hayatındaki her alanı İslamileştirmeye teşvik etmek ve onları İslami değerlere göre
yaşamalarına ikna etmektir. Başka bir deyişle, roman aracılığıyla kendi “dava”sını aktarmaya çalışan
yazar, okura kendi doğrularını kabul ettirmek ister (Uğur, 2013: 97).
4 M. Emin Ağar hidayet romanlarını “yeşil dizi” olarak tanımlamaktadır (akt. Çayır, 2008: 117).
5 Bu adlandırma birçok eleştirmen ve yazar tarafından kabul görse de bu adlandırmaya karşı çıkan
yazarlar da bulunmaktadır. Örneğin, hidayet romanı yazarlarından Ahmed Günbay Yıldız romanların
okuru hidayete erdiremeyeceğini savunarak bu tanımlamaya karşı çıkar.
6
başlamıştır. 1980’lerle birlikte hidayet romanlarının yaygınlaşmasının sebepleri,
1980’lerde dünya siyasetinde İslam’ın ve liberalizmin etkisi, Türkiye’deki askeri
yönetim ve dini alanda sıkı düzenlemelerin yapıldığı Türk Ceza Kanunu’nun 163.
Maddesinin kaldırılması olarak sıralanabilir (Sağlık, 1999: 19). Sıralanan bu
sebepler, Türkiye’de İslamcılığın güçlenmesine zemin hazırlamış ve buna paralel
olarak hidayet romanları diye bir roman türünün doğmasına yok açmıştır. Çağdaş
İslamcılık hareketiyle koşut ilerleyen ve gelişen hidayet romanları İslamcılık
hareketinin iç yüzünün görülmesine de zemin hazırlayan metinlerdir. Diğer bir
deyişle, İslami çevredeki gençlerin ve özellikle genç kızların hedef kitlesini
oluşturduğu bu romanlar, 1960’ların sonunda yükselmeye başlayan çağdaş İslamcılık
hareketinin edebiyattaki yansıması olarak kabul edilebilir.
Bellekteki Huriler: İslamcı Popülist Kültüre Eleştirel Bakış adlı çalışmanın
yazarı Ahmet Sait Akçay’a göre (2006: 91) hidayet romanları “İslamcılık
kurgusunun pratize edilişi olarak” algılanabilir. Türkeş de (2009: 851) hidayet
romanlarının Siyasal İslam’ın söylemlerini yaygınlaştıran araç olduğunu kabul
etmektedir. Kenan Çayır (2008: 21) ise hidayet romanlarını incelediği Türkiye’de
İslamcılık ve İslami Edebiyat: Toplu Hidayet Söyleminden Yeni Bireysel
Müslümanlıklara adlı çalışmasında, hidayet romanlarını İslamcı yazarların
“söylemsel mücadele alanı” olarak görmektedir. Ayrıca, hidayet romanları İslamcı
kesim için bir “iletişim aracı” olarak da işlev görmektedir çünkü birbirinden farklı
çevrelerde yaşamakta olan İslamcı gruplar bu romanlar sayesinde bir cemaat haline
gelmiştir (Çayır, 2008: 18). Bu anlamda Çayır’la aynı görüşleri paylaşan Türkeş de
(2009: 850) siyasal ve toplumsal arenada kendilerini dışlanmış hisseden İslami
kesimin, romanı “özel bir mücadele alanı” olarak oluşturduklarını belirtir.
7
Hekimoğlu İsmail, Şerife Katrıcı Turhal, Mebure İnal, Mehmet Zeren, Üstün
İnanç, İsmail Yılmaz, Hurşit İlbeyi, Şule Yüksel Şenler, Şerif Benekçi, Hüseyin
Karatay, M. Talat Uzunyaylalı, Halit Ertuğrul, Raif Cilasun, Emine Şenlikoğlu, Ali
Erkal Kavaklı, İsmail Fatih Ceylan, Sevim Asımgil ve Ahmed Günbay Yıldız gibi
yazarların arasında bulunduğu hidayet romanları 1980’lerdeki yükselişi ile birlikte
büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmış ve çok fazla sayıda baskı yapmıştır. Hidayet
romanlarının çok sayıda baskı yapması bu romanların İslami çevrenin nasıl kitaplar
okuduğuna ve romanlardan ne beklediklerine de ışık tutmaktadır. Bu romanların çok
satılması propagandist niteliklerinden kaynaklanmaktadır (Akçay, 2006: 26). Öyle ki,
propagandist niteliği olan bu romanlar; sürprizlerle dolu oldukları, ilginç tesadüflere
yer verdikleri ve okurla din yoluyla iletişim kurdukları için çok fazla okunmuşlardır.
Hidayet romanları kategorisinde yüzlerce roman basılmıştır ancak
yayımlanan tüm romanların incelenmesi çalışmanın sınırlarını aşacağı için, çalışma
kapsamında 1960’ların sonu, 1970’ler ve 1980’lerde yayımlanmış dört roman
seçilmiştir. Bunun sebebi, 1990’larla birlikte hidayet romanlarının içeriğinin
değişmesi ve bunun, bu tez çalışmasının kapsamı dışında kalmasıdır. Bu tez
çalışması için seçilen Huzur Sokağı (1969), Bize Nasıl Kıydınız (1984), Çiçekler
Susayınca (1970) ve Minyeli Abdullah (1968) baskı sayıları göz önüne alınarak
seçilmiştir. Öyle ki, Huzur Sokağı 2008 yılında 94 baskı, Minyeli Abdullah 2014
yılında 91 baskı, Çiçekler Susayınca 2015 yılında 56 baskı ve Bize Nasıl Kıydınız
2006 yılında 63 baskı yapmıştır. Özellikle Huzur Sokağı romanı birçok düşünür
tarafından hidayet romanlarının “prototipi” olarak görüldüğü için önemli
görünmektedir (Akçay, 2006; Türkeş, 2009).
8
Çalışma kapsamında, iki erkek ve iki kadın yazarın romanları seçilmiştir.
Bunun sebebi, seçilmiş olan hidayet romanlarındaki propagandist içeriğin kadın ve
erkek yazarlar tarafından benzer yöntemlerle ele alınıp alınmadığının ortaya
çıkarılmasıdır. Seçilen yazarlardan Emine Şenlikoğlu ve Şule Yüksel Şenler ile
Ahmed Günbay Yıldız ve Hekimoğlu İsmail hidayet romanlarının en çok bilinen ve
okunan isimleri oldukları için de seçilmiştir.
Ayrıca seçilen roman yazarlarının romanlarını birbirinden etkilenerek
yazmaları da önemli bir ölçüttür. Örneğin, Çiçekler Susayınca romanının yazarı
Ahmed Günbay Yıldız, romanı için “O zaman Hekimoğlu İsmail'in Minyeli Abdullah
romanı ve Şule Hanım'ın (Şule Yüksel Şenler) Huzur Sokağı çıktı. Onların üçüncüsü
olarak bir sacayağı bacağı gibi Çiçekler Susayınca Yeni Asya gazetesinde tefrika
edildi. Aynı fikirde aynı yolda üç romandır bunlar”6 şeklinde açıklama yapmaktadır.
Ahmed Günbay Yıldız’ın bu açıklamasıyla yazarın kendisi bu üç romanı aynı
kategoriye koymaktadır. Bu, romanların analizinin niteliği açısından önemli bir
veridir. Bize Nasıl Kıydınız adlı romanın seçilme nedeni ise roman kahramanının
kitaplığındaki romanlardan ikisinin seçilen diğer iki roman olan Minyeli Abdullah ve
Huzur Sokağı olmasıdır (Şenlikoğlu, 2014: 146). Dolayısıyla arasında böyle bir
ilişkinin bulunduğu bu dört romanın seçilmesi, romanların ortaklıklarının
saptanması, ortak propaganda tekniklerini kullandıklarının gösterilmesi ve bu
romanların yazarlarının kendi arasındaki iletişim kanalı olarak da işlev gördüğünü
göstermesi açısından da önemlidir.
6 <http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm>
9
Bu tez çalışması; seçilen hidayet romanlarının edebiliğinin düşük olduğunu,
propaganda unsurlarını barındırdıklarını ve bu sayede hedef kitlede tutum değişikliği
yaratmak uğruna romanları araçsallaştırdıklarını göstermeyi amaçlamaktadır. Seçilen
hidayet romanları, propaganda bölümünde incelenecek olan propaganda tekniklerini
roman söylemine aktardıkları için propagandaya hizmet ettikleri savı üzerinden
incelenecektir. Bu inceleme için niteliksel metin analizi yöntemi kullanılacaktır.
Niteliksel metin analizinde, metne Atkinson’un formüle ettiği, “Belgeler nasıl
yazılmıştır? Nasıl okunmaktadır? Bunları kim yazmıştır? Kim okumaktadır? Hangi
amaçlarla? Hangi vesileyle? Hangi çıktılara ulaşarak? Kaydedilen nedir? İhmal
edilen nedir? Yazar okurlar açısından neleri veri saymaktadır? Okurların, belgeleri
anlayabilmek için neleri bilmeleri gerekir?” gibi sorular yöneltir (Punch, 2014: 220).
Bu soruların cevaplanmasıyla ortaya çıkacak olan çözümleme metnin anlamının
ortaya çıkarılmasına zemin hazırlar. Metin analizinde; bir metni incelemek, metnin
söylediklerinin, söylemediklerinin ve metnin ana fikrinin nasıl geliştirildiğinin
çözümlenmesiyle mümkündür (Rapley, 2007). Tüm bu unsurların nasıl birleştiğinin
çözümlenmesi de metin analizinin kapsamına girmektedir. Niteliksel metin analizinin
en önemli özelliği, metnin üretildiği bağlama öncelik vermesidir. Öyle ki, metin
analizinde metnin anlamı üretildiği tarihsel ve toplumsal bağlama göre değişiklik
gösterir (Punch, 2014: 219). Tüm bu bilgilerin ışığında, seçilen hidayet romanları; bu
romanların temaları, karakterleri, biçim ve içerikleri bu metinlerin üretildiği bağlam
da göz önüne alınarak çözümlenmeye çalışılacaktır.
Bu tez çalışması üç bölümden oluşmaktadır. “Propaganda” başlıklı birinci
bölümünde propaganda kavramına dair kuramsal çerçeve sunulacaktır. Bu bölümde,
10
propagandanın tanımı, tarihsel gelişimi, türleri, teknikleri ve araçları konu
edilmektedir. “Edebiyat ile Propaganda İlişkisi” başlıklı ikinci bölümde edebiyat ile
propaganda ilişkisi tartışılacaktır. Bu bölümde, edebiyat ve propagandanın kesiştiği
ve ayrıştığı noktalar ele alındıktan sonra, hidayet romanlarının işlevsellik ve edebilik
kavşağında nerede konumlandığı tartışılacaktır. Son bölüm olan “İlk Örnekleri
Üzerinden Hidayet Romanlarındaki Propaganda Unsurlarının İncelenmesi” başlıklı
bölümde ise seçilen hidayet romanlarının propaganda unsurlarına nasıl yer verdikleri
ve bu sebeple ne şekilde propagandaya hizmet ettikleri incelenecektir.
11
I.BÖLÜM: PROPAGANDA
A. Propaganda Nedir?
Propaganda gündelik hayatta sıkça kullanılan bir kavramdır. Ancak bireyler
propaganda sözcüğünü sadece kullanmakla kalmazlar, aynı zamanda farkında
olmasalar da sıklıkla propaganda faaliyetlerine maruz kalırlar. Çünkü propaganda her
yerdedir ve bireylerin dünya hakkındaki fikirlerini değiştirmektedir (Bernays, 1928:
26). Ayrıca, propagandanın insanlık tarihi kadar eski olduğu da bilinmektedir. Hatta
propaganda yazılı tarihten daha önce, konuşmanın gelişmesiyle başlayan bir
faaliyettir (Brown, 1992: 9). Ancak bugün kullanılan anlamıyla çağdaş
propagandanın doğuşunun 20. yüzyılda olduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu
tarihten önce- 17. ve 18. yüzyılda- propaganda hakkında İngilizcede bir tanımlama
bile bulunmamaktadır (Qualter, 1980: 257). Dolayısıyla, bugün propaganda
dendiğinde “sanayileşme sonrası toplumu tanımlamak amacıyla kullanılan kitlesel
ikna yöntemleri” kastedilmektedir (Bektaş, 2002: 52). Mehmet Cemil Topal da
(2011: 168) propaganda kavramı için “kitle ikna tekniği” tanımlamasını
kullanmaktadır.
Edward L. Bernays (1928: 25) modern propagandanın; kamunun bir
kuruluşla, fikirle ya da bir grupla olan ilişkilerini etkilemek için olayları
şekillendirme yolundaki istikrarlı ve devamlı gayret olduğunu belirtmektedir.
Bernays’a (1928: 159) göre demokratik toplumlarda kaosu ortadan kaldırıp düzen
getirmek için propaganda önemli bir araçtır. Ayrıca, modern propagandanın istikrarlı
ve devamlı olması, onu önceki dönemlerde yapılan plansız ve dağınık propaganda
faaliyetlerinden ayırmaktadır.
12
Propaganda kelimesi Latincede toprağa bitki filizlerini ekmek anlamına gelen
“propagare” kelimesinden türemiştir, bu sebeple propaganda en temel haliyle
düşünceleri “yeşertmek ve yaymak” anlamına gelmektedir (Atabek, 2003: 5). Ancak
propaganda kavramı zaman içinde değişikliğe uğramıştır. Kavram, önceleri
“herhangi bir doktrini yaymak için kurulan örgütleri” tanımlamak için kullanılırken,
daha sonra “doktrinin kendisini”, zaman ilerledikçe “doktrini yaymak için
yararlanılan teknikleri” ifade etmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır (Qualter,
1980; Akarcalı, 2003).
Propaganda kavramını tarihte ilk kez, 17. yüzyılda, Katolik Kilisesinin
kullandığı ve Kilisenin propaganda faaliyetlerini kurumsal bir hale getirdiği
bilinmektedir. Katolik Kilisesiyle başlayan bu kurumsal propaganda faaliyetlerinin
dinsel çağrışımları bulunmaktaydı, ancak bu dinsel çağrışımlar sonraki dönemlerde
değişime uğramıştır. Öyle ki, 18 ve 19. yüzyılda “tarafsız bir kavram” haline gelen
propaganda kavramı, Birinci Dünya Savaşında “sansür ve yanlış bilgilendirme
olarak” algılanmaya başlamıştır (Clark, 2011: 11-12). Qualter’a (1980: 259) göre o
dönemde propaganda:
hem isim hem sıfat olarak kullanılıyor; hem aldatmaca, hem karşılıklı
tarafların her ikisince de söylenen “yalanlar” yerine geçiyor; hem bir eylem
biçimini, hem de bu eylem biçiminde kullanılan materyalleri ifade ediyor;
ayrıca, bugün psikolojik savaş dediğimiz sürecin çeşitli görünümlerini
kapsamı içinde bulunduruyordu.
Propagandanın, bu olumsuz çağrışımları İkinci Dünya Savaşı ve özellikle
Nazi propagandasıyla daha belirgin hale gelmiştir. Başka bir ifadeyle, bugün
13
propagandanın olumsuz çağrışımlarının olmasının sebebi İkinci Dünya Savaşında
yapılan propaganda faaliyetleridir.
Qualter’a (1980: 274) göre propagandanın “aldatıcı ve irrasyonel bir ikna
biçimi” olarak kabul görmesinin iki sebebi bulunmaktadır. İlki, “‘bizim’
enformasyon ve haber servislerimizin ‘o’nların’ servislerinden farklı olduğunu;
‘o’nlarınınkinin’ propaganda ve düzmece” olduğunu varsayan “siyaset
pratiklerimiz”dir (vurgu yazara aittir). İkinci sebep ise, Birinci Dünya Savaşı sonrası
kitlelerin kendi taraflarının da karşı tarafın tutumlarını yönlendirmek için yalanı
kullanmış olduğunu görmeleridir.
Literatürde çok sayıda propaganda tanımı bulunmaktadır. Yazarların bir kısmı
propagandanın psikolojik boyutunu vurgularken, bazı yazarlar propagandayı bilinçli,
planlı ve kasıtlı bir faaliyet olarak tanımlamaktadır. Bunun dışında, bazı
tanımlamalar propagandanın ahlaki boyutunu, diğer tanımlamalar ise kavramın
iletişimsel boyutuna odaklanmaktadır. Propaganda, 1920’li ve 1930’lu yıllarda
psikolojik boyutu ele alınarak kavramsallaştırılmaya çalışılmıştır. Propagandayı
psikolojik açıdan tanımlayan Anthony R. Pratkanis ve Elliot Aronson, Age of
Propaganda: The Everyday Use and Abuse of Persuasion (1992) adlı çalışmalarında
“propaganda çağ”ında yaşadığımız savından hareketle propagandayı, hedef kitleye
yöneltilen mesajın psikolojik baskı için hünerli bir şekilde kullanılması ve kitlelerin
ikna yöntemleriyle kontrol altına alınması olarak tanımlamaktadır.7
7 Pratkanis ve Aronson’a göre (1992) propagandanın nasıl yapıldığının araştırılması, kandırmacaların
tespitini de kolaylaştıracaktır. Her ikisi de psikolog olan bu iki yazar çalışmalarını, Amerikan halkını
bu tür kandırmacalar hakkında bilgilendirmek için kaleme almıştır.
14
Propagandaya psikolojik manipülasyon olarak bakan bir diğer yazar Jacques
Ellul’dur. Ellul (1965) propagandaya, bilimle birlikte hareket eden modern bir teknik
olarak yaklaşmaktadır.8 Ellul’a göre (1965: 4-5) propagandanın modern ve bilimsel
bir teknik olduğu, propagandanın dört özelliğiyle daha da görünür hale gelir. İlk
olarak, propagandacı insan doğasını anlayabilmek için psikoloji ve sosyoloji
bilimlerden yardım almaktadır. İkincisi, propaganda bu konuda eğitim almış bir
kişinin uygulayabileceği formüllerden oluşmaktadır. Ayrıca, propagandaya maruz
kalan bireyler ve çevre iyi analiz edilmelidir çünkü her propaganda türü her durum
için geçerli olmayabilir. Son olarak, propagandanın başarısının ölçülmesi için açık
kanıtlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu dört özellik, propagandanın bilimsel olduğunu
kanıtlamaktadır.
Yukarıda bahsedilen yazarların propaganda tanımlarındaki psikolojiye
yaptıkları vurgu, Harold D. Lasswell’in9 propaganda kavramsallaştırmasında
rastlanmamaktadır. Lasswell propaganda kavramına daha geniş bir perspektiften
bakmaktadır. Lasswell’e (1927: 627) göre propaganda “belirgin sembollerin
manipülasyonu aracılığı ile kolektif tutumların yönetilmesidir.” Lasswell’in bu
tanımını anlamak için “sembol” kavramından ne kastettiğine bakmak gerekmektedir.
Qualter’a göre (1980: 261) sembol “kelimeler veya resimler ve anlam taşıyan vücut
hareketleri gibi kelime yerine geçen şeyler” olarak tanımlanabilir. Bu tanımdan yola
çıkarak, Lasswell’in bireylerin tutumlarını değiştirmek için kelime, resim, jest,
8 Ellul’a göre (1965: 4) önceleri “bireysel ilhamla” yapılan propaganda faaliyetleri, artık bilimin
yardımıyla yapılmaya başlanmıştır.
9 ABD’li siyaset bilimci ve iletişim teorisyeni H. D. Lasswell, kitle iletişim kuramlarına yaptığı
katkılarıyla bilinmektedir. Literatürde “Lasswell Modeli” olarak kabul edilen modelin “kim, neyi,
hangi kanaldan, kime, hangi etkiyle” şeklinde 5 ana sorusu bulunmaktadır (Lasswell, 1964).
15
mimik vs. gibi sembollerin kullanılması pratiğini propaganda olarak adlandırdığı
görülmektedir. Lasswell’in propaganda kavramsallaştırması, propaganda
faaliyetlerini tanımlarken propagandacının niyetinin önde tutulduğu bir bakış açısını
beraberinde getirmiştir.
Propaganda tanımları yapılırken propagandacının propaganda yapma
niyetinin olup olmadığına göre tanımlama yapmak, daha objektif bir değerlendirme
sunmaktadır. Örneğin, Qualter’a (1980: 267) göre “Bir şeyin propaganda olması için,
propagandanın öğrettiği materyali kullanan propagandacıda okuyucu, dinleyici veya
seyirci kitlelerde belirli durumlara karşı o’nun istediği yönde tutum değişikliği
yaratma amaç ve isteğinin bulunması” gerekir. Başka bir deyişle, hedef kitlede
davranış değişikliği yaratma amacında olmayan bir kişinin veya grubun eylemleri
propaganda olarak değerlendirilemez. Yani, sanıldığının aksine, bir edimi
propaganda yapan unsur hedef kitledeki tutum değişikliğinin olup olmaması değildir.
Bunun yerine, propagandacının hedef kitlede tutum değişikliği yaratma amacı bir
edimin propaganda olduğunu gösteren en önemli etkendir. Bu bilgiler ışığında,
Qualter (1980: 279) propagandayı şu biçimde tanımlamaktadır:
(…)propagandanın, bir bireyin veya grubun başka bireylerin veya grupların
tutumlarını belirleyip biçimlendirmek, kontrol altına almak veya değiştirmek
için, haberleşme araçlarından yararlanarak ve bu bireylerin veya grupların
belirli bir durum veya konumda tepkilerinin kendi amaçlarına uygun tepkiler
şeklinde olacağını umarak giriştikleri bir faaliyet olarak tanımlanması
mümkündür.
Qualter’ın tanımının en önemli bölümü propagandanın “bilinçli bir faaliyet”
olmasıdır. Bu sebepledir ki, bir araştırmacının “(…) herhangi bir eylem veya edimin
bir grubun tutumları üzerinde kontrol kurmak için girişilmiş bilinçli bir faaliyetin bir
16
bölümü olduğu ispat edilemedikçe” bu eylemi propaganda olarak tanımlaması yanlış
olacaktır (Qualter, 1980: 279-280). Bu durumda propagandanın “rasgele kimselere
ve rasgele şartlar altında yapılan bir tesir olmadığını” söylemek mümkündür (Berkes,
1942: 7). Başka bir deyişle, hedef kitlede tutum değişikliği yaratmak amacında
olmayan birine propagandacı demek yanlış bir yaklaşım olacaktır.
Tanımın “haberleşme araçlarından yararlanarak” bölümü de önemlidir.
Propagandanın kitle iletişim araçlarını kullanıyor olması, onu zor ve şiddet kullanan
diğer ikna yöntemlerinden ayırmaktadır. Çünkü propagandacı, amacını
gerçekleştirmek için zor ve şiddet kullanmaz (Qualter, 1980: 281). Propagandacı,
kitle iletişim araçlarını kullanarak hedef kitlesine mesajlarını daha hızlı ve kolay
şekilde iletebilir.
Qualter’ın tanımının diğer bir önemli bölümü “bir bireyin veya grubun başka
bireylerin veya grupların tutumlarını belirleyip biçimlendirmek, kontrol altına almak
veya değiştirmek” kısmıdır. Yani, Qualter propagandacının hedef kitlenin tutumları
değiştirmek üzere propaganda yaparak onları kontrol altına aldığını vurgulamaktadır.
Bunun için de propagandacının dışsal faktörleri kontrol etmesi gerekmektedir.
Propagandacılar dışsal faktörleri kontrolleri altına alırlar çünkü ancak bu sayede
bireylerin veya grupların tutumlarını kendi amaçları doğrultusunda değiştirebilir
veya varolan tutumlarını pekiştirebilirler (Qualter, 1980: 280). Burada vurgulanması
gereken bir diğer önemli nokta da propagandanın sadece hedef kitlede tutum
değişikliği yapmak amacında olmamasıdır. Propagandacı, hedef kitlede varolan
tutumları pekiştirmek amacıyla da propaganda yapar. Çünkü propaganda “istemeyen
kafalara kendi kendine girmediği gibi, ne yeni olan bir şeyi anlatma, ne de inancını
17
yitirmişleri yeniden inandırma gücüne de sahip”tir (Özsoy, 1999: vii). Dolayısıyla,
propagandacının, hedef kitlenin tutumlarını tam tersine çevirebilecek gücü
bulunmamaktadır. Konrad Kellen’a (1973) göre de propaganda kavramıyla ilgili
yanlış kanılardan biri de propagandanın sadece hedef kitlede fikir değişikliği yaratma
amacında olduğunun düşünülmesidir. Oysa Kellen’a göre (1973: vi) propagandanda
varolan tutumları daha da şiddetlendirmek ve bunun da ötesinde bireyleri harekete
getirme amacı bulunmaktadır.
Tanımdaki diğer bir önemli bölüm, propagandanın bireylerden ziyade
grupları hedef almasıdır. Yani, propaganda tek tek bireyleri değil, toplulukları hedef
almaktadır. Neil Postman’a göre (1979) propaganda gruplara yönelik olarak
yapıldığında daha etkili olmaktadır. Ancak bu kavrayış, propagandacının doğrudan
hedef kitlesine hitap ettiği anlamına gelmez. Propagandacılar hedef kitlelerine
ulaşmak için o grupların kanaat önderlerini etkileme yoluna da gidebilirler; keza bu
daha etkili bir yöntemdir (Qualter, 1980: 286). Çünkü hedef kitlenin güvenilir ve
saygın bulduğu kanaat önderlerinin ikna edilmesi, o kanaat önderlerinin de hedef
kitleyi ikna etmesi anlamına gelir.
Son olarak, tanımın bir başka önemli kısmı hedef kitlenin “[propagandacının]
amaçlarına uygun tepkiler” vermesini sağlamak için propaganda yapılmasıdır. Yani
propagandacı hedef kitlenin tutumlarındaki değişimin kendi amacına uygun olmasını
sağlamak zorundadır. Ayrıca propagandacı sadece kendi amacına uygun tutum
geliştirmeyi değil bu tutumun eyleme dönüşmesini de hedeflemektedir.
Propagandanın psikolojik boyutuna ve propagandacının niyetine
dayandırılarak yapılan bu tanımlamaların yanı sıra, propagandanın doğası gereği iyi
18
veya kötü olduğunu vurgulayan tanımlamalar da bulunmaktadır. Propagandanın
ahlaki açıdan tanımlanmasına örnek olarak James J. Combs ve Dan Nimmo’nun
tanımı örnek verilebilir. Combs ve Nimmo The New Propaganda: The Dictatorship
of Palaver in Contemporary Politics (1993) adlı çalışmalarının başlığında da
vurguladıkları gibi propagandayı “palavranın diktatörlüğü” (The Dictatorship of
Propaganda) olarak tanımlamaktadırlar ve yazarlara göre propaganda hedef kitleyi
kandırma ve etkileme yöntemidir. Bu tanımda, propaganda aldatma ve palavra ile bir
tutulmaktadır. Combs ve Nimmo gibi, Ronald B. Standler (2005: 2) de propagandayı,
hedef kitlenin duygular ve yanlış bilgilendirme yoluyla manipüle edilmesi olarak
tanımlar. Ayrıca Standler (2005: 2) propagandaya maruz kalan hedef kitlenin
irrasyonel ya da düşünemeyen insanlar olduğunu vurgular. Standler’in tanımına göre
hedef kitledeki bireyler pasiftir ve düşünemedikleri için propaganda faaliyetlerine
maruz kalırlar. Frederick E. Lumley de propagandayı tehdit olarak tanımlayan
yazarlardandır ve Lumley propagandacının kimliğinin gizli olup olmamasına göre bir
sınıflandırma yapmaktadır. Qualter (1980: 278) Lumley’in propagandacının
kimliğinin gizli olduğunda propaganda sayılacağı fikrini eksik bulmaktadır. Çünkü
eğer propaganda yapan kişinin gizli olması yapılan eylemin propaganda olduğunu
kanıtlasaydı, söyleyeni unutulmuş herhangi bir edebi eser de propaganda
sayılabilirdi. Başka bir ifadeyle, bir eyleme propaganda demek için kaynağın gizli
olması şartı yoktur denebilir.
Propagandayı ahlaki açıdan değerlendiren bu tanımlamalarda görüldüğü gibi
propagandanın “iyi” ya da “kötü” olduğunu söylemek yanlış ve sübjektif bir
değerlendirme olacaktır. Çünkü neyin iyi neyin kötü olduğu insandan insana değişen
bir olgudur (Postman, 1979). Bunun yerine, araştırmacının propaganda sayılabilecek
19
materyallere daha objektif bir gözle bakabileceği kriterlere ihtiyaç bulunmaktadır.
Ellul (1965) ve Jowett ve O’Donnell (2012) propagandanın ahlaki tanımlamalarının
objektiflikten uzak olduğunu ve kavramı tanımlamayı zorlaştırdığını
belirtmektedirler.
Son olarak, literatürde propagandayı iletişimsel bir pratik olarak
kavramsallaştıran yazarlar da mevcuttur. Propagandanın iletişimsel tanımlarında
propagandanın tek yönlü iletişim olduğu vurgulanmaktadır. Örneğin, Schiller’e
(1993: 190-191) göre iki yönlü bilgi akışının oluşabilmesi için her iki tarafın da eşit
olması gereklidir; eğer enformasyon akışı tek yönlü olursa bu iletişim
“manipülasyon” ve “istismar” için kullanılmış olur.10 Schiller gibi Arsev Bektaş da
(2002) propagandanın tek yönlü iletişim olduğunu belirtmektedir. Garth S. Jowett ve
Victoria O’Donnell (2012) ise propagandayı, propagandacının hedef kitlede istediği
yönde tepki oluşturmayı amaçladığı bir iletişim biçimi olarak tanımlamaktadırlar.
Yukarıdaki tartışmada görüldüğü gibi yazarlar, propaganda tanımı
yaparlarken kavrama farklı perspektiflerden yaklaşmaktadırlar. Propaganda tanımı
kadar, propagandanın tarihsel gelişiminin incelenmesi de önemlidir.
B. Propagandanın Tarihsel Gelişimi
Propagandanın insanlık tarihi kadar eski bir olgu olduğu literatürde kabul
gören bir görüştür (Ayhan, 2007; İnceoğlu, 1985; Mitchell, 1970; Özsoy, 1998).
İnsanlar topluluklar halinde yaşamaya başladıklarında, bu topluluklara liderlik
10 Bu durumda, Schiller’e göre de propagandanın “manipülasyon” ve kandırmaca olduğu söylemek
yanlış bir değerlendirme olmayacaktır.
20
edecek kişiler, topluluktaki bireylerin desteğini kazanmak zorunda kalmışlardır
(İnceoğlu, 1985: v). Bu da, liderleri yönetilenleri ikna etmeye yönelik çalışmalar
yapmaları konusunda teşvik etmiştir.
Tarihteki ilk propaganda örnekleri Antik Yunan’da ve Roma’da uygulanan
pratiklerde görülmektedir (Berkes, 1942: 49). Antik Yunan’da seçilmiş sınıfın
üstünlüğünün meşrulaşması için yapılan tüm ritüeller propaganda faaliyetleri olarak
görülebilir. Pazar yerinde yapılan içtimalarda vatandaşları etkilemek isteyen
politikacıların hitabet sanatını kullanmaları da propagandanın ilk örnekleridir
(Berkes, 1942: 49). Roma’da ise savaşa gidenlerin gösterişli törenlerle uğurlanması,
savaştan dönenlere yine aynı gösterişle törenler düzenlenmesi ya da şehirlerdeki
gösterişli mimari Roma’nın gücünü sergilemek için yapılan propaganda faaliyetleri
olarak gösterilebilir (Oskay, 1995; Mitchell, 1970). Orta Çağ ve Rönesans
dönemlerinde ise kitlelerin Haçlı Seferlerini desteklemeleri için, kitlelere
Müslümanların Hıristiyanlara yaptığı vahşilikleri anlatan hikâyeler anlatılması da
propaganda faaliyetlerine örnektir.
Propaganda faaliyetlerinin tarihi için 1622 önemli bir dönüm noktasıdır.
Çünkü 1622’deki din savaşları karşısında Papa XV. Gregory, Protestan Hareketinin
büyümesi ve yayılması tehlikesine karşı Katolik Kilisesinin inancını barışçı yollardan
yaymak amacıyla Katolik İman Yayma Cemaati’ni kurmuştur (Qualter, 1980;
Atabek, 2003; İnceoğlu, 1985). Katolik Kilisesi Devleti, yapılan etkinlikleri
“propaganda” olarak tanımlayan ilk devlettir (Oskay, 1995; Mitchell, 1970). Bu
sebeple, Katolik Kilisesinin yapmış olduğu bu girişimin ilk kurumsal propaganda
faaliyeti olduğu belirtmek gerekmektedir (Armağan, 1999; Atabek, 2003). Ayrıca, bu
21
kurum sayesinde bireysel olarak yürütülen faaliyetler tek bir merkezden yapılmaya
başlanmıştır.
Papa VIII. Urban ise 1627’de, misyonerler için merkezden yönetilecek olan
Collegium Urbanum kolejini kurmuştur (Qualter, 1980: 256). Bu kolejin görevi
rahipler yetiştirerek Katolik Kilisesinin öğretilerini Protestan gruplara propaganda
yapmak olmuştur (Mitchell, 1970; Berkes, 1942). Çalışmaların yapılacağı ülkelerde
ise yerel kiliseler görevlendirilmiştir. Bu faaliyetler sebebiyle de 18. yüzyıla11 kadar
propaganda kavramı “inanç, değer ve uygulamaların sistematik bir şekilde
yaygınlaştırılması” olarak kullanılmaya devam etmiştir (Clark, 2011: 11).
Propaganda kurumsal ve dinsel içerikli olarak ilk defa 17. yüzyılda
kullanılmıştır ancak Hıristiyanlığın daha sistemli şekilde propagandasının yapılması
16. yüzyılda başlayıp 19. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu dönemde, Katolik Avrupa
devletleri sömürgelerinin Hıristiyanlığa geçmeleri için seferlere çıkmışlardır.
Rahiplerle birlikte çıkılan bu seferlerde, rahipler gidilen bölgede halkı
Hıristiyanlaştırmakla görevlendirilmişlerdir. Bu dönemde İspanya ve Portekiz
Amerika kıtasında; Portekiz ve Fransa ise Hindistan ve Çin’de din propagandası
yapmıştır. Ayrıca 17. yüzyılda Fransa’da kurulan Societe des missions etrangeres
adlı Katolik misyonerlik organizasyonu Hindistan, Siyam, Çin Hindistanı ve Çin’e
misyonerler yollamıştır. Bunun yanı sıra 17. ve 18. yüzyılda Hollanda ve İngiltere
gibi Protestan devletlerde Avrupa’daki sömürgeci devletlerle yarış içine girmiştir.
Örneğin, Hollanda Doğu Hindistan’da misyonerler bulundurmuştur. Ancak
11 18. yüzyıla gelindiğinde ise Fransız Devrimi ile propaganda dinsel alandan siyasal hayata
aktarılmıştır (Atabek, 2003; Akarcalı, 2003).
22
misyonerlik faaliyetlerini ilk olarak Anglo-Saksonlar kurumsallaştırmışlardır. Öyle
ki, İngiltere’de 1792’de Baptist Misyonerlik Cemiyeti kurulmuştur.12 20. yüzyılda bu
misyonerlik faaliyetleri daha da genişlemiştir. Ayrıca din propagandası her dönem
siyasi güç ile sıkı sıkıya bağlantılı olmaya devam etmiştir (Berkes, 1942: 55- 58).
Tarihte, propagandanın kurumsal ve planlı olarak dinsel amaçlarla başlamış olması
önemlidir. Çünkü bu durum, dinin yayılması için yapılan propaganda faaliyetlerinin
biçim değiştirdiğini göstermektedir. 17. ve 18. yüzyılda misyonerlerin kişilerle yüz
yüze yaptığı propaganda, 20. yüzyılda kitle iletişim araçlarının yardımıyla yapılarak
daha fazla kişiye ulaşılabilmesine yol açmıştır.
19. yüzyıla kadar kitleler zorbalık ve şiddet ile yönlendirilmişlerdir (Atabek,
2003: 9). Ancak 19. yüzyıldaki bazı gelişmeler bu durumu değiştirmiştir. Öyle ki, bu
dönemde yöneticiler barış zamanında da “yönetme hak”larına sahip olmak için
kitlelerin onayını almak zorunda olduklarını fark etmişlerdir (Qualter, 1980;
İnceoğlu, 1985; Bernays, 1928). Bu sebeple, yönetici kesim artık rüşvet, zorbalık ya
da şiddet kullanmak yerine propaganda tekniklerini kullanarak kitleleri ikna
edebileceklerini görmeye başlamışlardır (Qualter, 1980; İnceoğlu, 1985; Lasswell,
1927). Dolayısıyla, propagandanın daha sistemli olarak kullanılması ulus-devletlerin
ortaya çıktığı 19. yüzyılda olmuştur (Qualter, 1980; Akarcalı, 2003). Bunun en
büyük nedeni; bu dönemdeki sanayileşme, nüfus artışı, köyden kente göçün artması,
sosyal sınıfların oluşması, oy hakkının artması gibi değişikliklerdir (Qualter, 1980;
Domenach, 1995; Atabek, 2003). Bu gelişmeler kamuoyunun önemini artırmış ve
yönetici sınıfın kamuoyunun etkileri üzerine düşünmelerini ve ikna yöntemlerine
12 Londra’da 1795’te Misyoner Cemiyeti; 1799’da Kilise Misyoner Cemiyeti; 1804’te Kitabı
Mukaddes Cemiyeti ve 1810’da ABD’de American Board kurulmuştur.
23
başvurmalarını gerektirmiştir. Walter Lippmann’a göre (1965: 18) “insanların
zihnindeki imgeler; kendilerinin, diğerlerinin, ihtiyaçlarının, amaçlarının ve
ilişkilerinin imgeleri, bu kişilerin kamu hakkındaki görüşleri” şeklinde tanımladığı
kamuoyu ile propaganda arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bektaş (2002: 60-61)
ise propaganda ve kamuoyu ilişkisini şu şekilde tanımlamaktadır:
Kamuoyu ancak bazı bilgilere dayanarak oluşabilir. Kamuoyunun oluşumunda
ilk aşama bu bilgilerin iletilmesidir. İkinci aşama ise iletilen bilgilerin
alınması ve algılanmasını kapsar. Özellikle bu ikinci aşamada propaganda
önemli rol oynamaktadır. (…) Propaganda kamuoyunun oluşumu sürecinde,
özellikle kararsız kesimler üzerinde etkili olur. (…) propaganda bir yandan
kararsızları etkilemeye çalışırken, öte yandan da aynı görüşü paylaşanları
arasındaki dayanışmayı artırır, safların sıklaşmasını kolaylaştırır.
Çağdaş propagandanın doğuşu ise 20. yüzyılda gerçekleşmiştir (Domenach,
1995; Akarcalı, 2003; Atabek, 2003). Bu yüzyılda, kitle iletişim araçları sayesinde
propaganda mesajları daha büyük kitlelere ulaşabilmiştir (Akarcalı, 2003; Armağan,
1999). Kitle iletişim araçları, propaganda faaliyetlerinin doğasını değiştirmiştir.
Önceki yıllarda sistematik olmayan propaganda faaliyetleri, bu yüzyılda daha
sistemli hale gelmiştir. Örneğin, Birinci Dünya Savaşında kullanılan propaganda
teknikleri alanda denenen “ilk sistemli çaba” olmuştur (Akarcalı, 2003; Qualter,
1980). Propaganda kavramındaki bu değişiklik sebebiyle, Edward Bernays13 (1928:
28) Birinci Dünya Savaşı ile başlayan propaganda faaliyetlerine “Yeni Propaganda”
adını vermektedir.
13 Bernays aynı zamanda, propagandanın “bilimsel yöntemlerle ilk kez” yapıldığı ve 1917’de ABD
başkanı Başkan Woodrow Wilson tarafından kurulan Kamu Bilgilendirme Komitesi’nde çalışmak
üzere Walter Lippmann ile birlikte görevlendirilmiştir (Ayhan, 2007: 41; Topal, 2011: 174). Bu iki
isim aynı zamanda Halkla İlişkilerin kurucuları olarak bilinmektedir (Topal, 2011: 194).
24
Birinci Dünya Savaşı döneminde birbirinden kopuk olan propaganda
faaliyetleri, Leninist propaganda ile “sürekli ve sistemli bir yapı kazanmıştır”
(Akarcalı, 2003: 3). Bu sebeple, çağdaş anlamda propagandayı “Bolşevizmin,
özellikle de Lenin ve Troçki’nin başlattığı” kabul edilmektedir (Domenach, 1995;
İnceoğlu, 1985).
Topal (2011: 179) İkinci Dünya Savaşı için “propaganda yarışı”
nitelendirmesinde bulunmaktadır. Çünkü İkinci Dünya Savaşında propaganda
“gerçek eylem alanını” bulmuştur (Akarcalı, 2003: 6). Yani, bugün gündelik hayatta
kullandığımız olumsuz çağrışımları olan propaganda bu dönemde doğmuştur. İkinci
Dünya Savaşı ordularla yapılmıştır ancak propaganda ordulara eşlik etmiş hatta çoğu
zaman onlardan önde olmuştur (Domenach, 1995: 16). Bu dönemde, ABD Başkanı
Franklin Roosevelt’in kurduğu Savaş Bilgilendirme Ofisi (1942) propaganda tarihi
için önem arz etmektedir. Bu ofis uzun vadede etkili olmadıysa da kısa süreli
propagandada etkili olmuştur. Örneğin, ofis Japonlara savaşmalarının “umutsuz”
olduğunu söyleyerek Japonya ile olan savaşın süresini azaltabilmiştir (Mitchell,
1970: 9-10).
Nazi propagandası kapsamında Joseph Goebbels’in başkanlığındaki
Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı ise yeni bir propaganda devrini başlatmıştır
(Akarcalı, 2003: 7). Ayrıca “hipnotize” edici Nazi propagandası ile tüm dünya
propaganda ile tanışmıştır (Domenach, 1995: 48). Nazi propagandası “Leninist
propaganda anlayışını değiştirmiş ve onu her olgu için kullanılabilen bir silah haline
getirmiştir” (Bektaş, 2002: 34). Bu sebeple, Nazi propagandası insanların
25
propagandayı “yoldan çıkarma” ve “yalan” olarak görmesine sebep olmuştur
(Domenach, 1995; Ayhan, 2007).
Soğuk Savaş yıllarında ise ABD ve Sovyetler Birliği arasında propaganda
“psikolojik savaş yöntemi” haline gelmiştir (Ayhan, 2007: 41). ABD ve Sovyetler
Birliği kendi değerlerini dünyaya anlatmak için propagandayı araç olarak
kullanmıştır. Kore Savaşı, Vietnam Savaşı ve Irak Savaşında da propaganda
kullanılmaya devam edilmiştir. Bektaş (2002: 174- 178) Kore Savaşında yapılan
propaganda savaşının dünya kamuoyunu ikiye ayırdığını belirtmektedir. Aynı
şekilde, Vietnam Savaşında da Kuzey ve Güney Vietnam müttefik ülkeleri arasında
propaganda ülkelerin çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Irak Savaşı’nda ise
ABD hükümeti demokrasi söylemleri temelinde propaganda yapmıştır (Bektaş, 2002:
183). Özellikle 11 Eylül 2001 saldırısından sonra ABD’de propaganda faaliyetlerini
artırmıştır. Günümüzde gelişen teknolojik araçlar ve internet sayesinde savaş ve barış
zamanı propaganda teknikleri kullanılmaya devam etmektedir.
C. Propaganda Türleri
Yazarlar propagandayı farklı şekillerde sınıflandırmaktadırlar. Örneğin,
Osman Özsoy (1998), propagandayı sahası bakımından iç ve dış propaganda;
kapsamı bakımından genel, sınırlı ve ferdi propaganda, konusu bakımından siyasi,
ekonomik, kültürel ve askeri propaganda ve son olarak kaynağı bakımından
beyaz/açık, gri/bulanık ve kara/siyah propaganda olarak sınıflandırmaktadır.
Ahmet Ayhan (2007) propagandayı yöntemine göre beyaz, gri, kara, silahlı
ve karma propaganda olarak gruplandırmakta ve siyasal propagandayı da politik,
26
ideolojik, dinsel ve devlet başlıkları altında sınıflandırmaktadır. Metin İnceoğlu
(1985) propagandayı sosyolojik ve politik propaganda ve kapalı ve açık propaganda
olarak ikiye ayırmaktadır.
Lasswell’e göre de propaganda farklı şekillerde sınıflandırılabilir. Örneğin,
propaganda yapan bazı örgütlerin “devrimci” ya da “karşı devrimci”, “reformist” ya
da “karşı reformist” amaçları olabilir. Bazı örgütler tamamen propagandaya
bağlıyken kimi örgütler propagandayı diğer sosyal kontrol araçları dışında “yardımcı
araç” olarak kullanabilir. Bazı propagandalar “geçici” bazıları “kalıcı” olabilir. Bazı
propagandalar “grup içi”(intra-group) bazıları “grup dışı” (extra- group) olabilir.14
Propaganda bazen “direkt, maddi ve somut kazanımlar” elde etmek isteyen kişiler
tarafından; bazen “kesin olmayan avantajlar” ile memnun olabilenler tarafından
gerçekleştirilebilir. Bazı propagandalar hayatını ona adamışlar tarafından, bazıları
amatörler tarafından yapılabilir. Propaganda grupları gizlice gelişebileceği gibi
kamuya açık şekilde de yapılabilir (1927: 629).
Yukarıda sıralanan propaganda türlerinde, propagandacının hedef kitlenin
tutumlarını istediği yönde değiştirme amacı değişmemektedir. Dolayısıyla,
propagandanın kaynağının açık mı yoksa gizli mi olduğuna dair yapılan bir
sınıflandırma daha objektif bir bakış açısı sağlamaktadır. Bu doğrultuda, propaganda
beyaz, siyah ve gri propaganda olarak gruplandırılabilir.
14 Lasswell, “grup içi” olan propagandayı varolan bir tutumun pekiştirilmesi olarak “grup dışı” olan
propagandayı yeni bir inancın aşılanması olarak tanımlamaktadır.
27
1. Beyaz Propaganda
Beyaz propagandanın kaynağı resmidir, kamuya açıktır ve dolayısıyla
kaynağı güvenilirdir. Bu yüzden, beyaz propagandanın mesajlarının kaynağı kolayca
bulunabilir (Akarcalı, 2003: 8). Beyaz propaganda kitlelerin tereddüt etmeden kabul
ettiği bir propaganda türüdür. Beyaz propaganda için “doğru bilinenin savunmasını
yapar” yorumu yanlış olmaz. Beyaz propagandayı daha çok gelişmiş ülkeler
uygulamaktadır. Ayrıca ulusal kutlamalarda yapılan propagandalar da beyaz
propagandaya örnek olarak gösterilebilir (Bektaş, 2002: 35).
2. Siyah Propaganda
Siyah propaganda, beyaz propagandanın aksine güvenilir değildir ve hedef
kitleye yanlış kaynak gösterir (Akarcalı, 2003: 8). Bu tür propagandada kaynak gizli
tutulduğu sürece propagandanın etkin ve başarılı olduğu düşünülür. Siyah
propaganda amacını yerine getirmek için her yolu deneyebilir. Siyah propagandanın
kullandığı hile ve yalanlar dikkat çekicidir. Siyah propagandada kitle kaynağa
güvenmelidir; kitlenin toplumsal ve kültürel özellikleri iyi şekilde analiz edilmelidir.
Siyah propaganda savaş zamanlarında sıklıkla kullanılır. Özellikle Hitler ve Stalin’in
yaptığı propaganda siyah propagandaya örnek olarak gösterilebilir (Erkış ve
Summak, 2011: 301).
Siyah propagandaya maruz kalanların propagandaya maruz kaldıklarının
farkında olmadıklarını da belirtmek gerekmektedir (İnceoğlu, 1985: 75). Örneğin,
İkinci Dünya Savaşı sırasında siyah propagandayı etkin olarak kullanan
İngilitere’deki Daily Express’in muhabiri Sefton Delmer, İngiliz radyo yayınlarını
28
Alman yayını gibi göstermiştir. Bu propaganda o kadar etkili olmuştur ki, bu
yayınların İngiliz yayını olduğunun farkında olmayan Alman askerleri ve onların
aileleri bu yayınlar sebebiyle, savaş süresince demoralize olmuşlardır (Akarcalı,
2003: 225-227).
3. Gri Propaganda
Gri propagandada mesajın kaynağı açık ya da gizli olabilir. Kimliğini
gizleyen gri propagandacılar kalabalık yerlerde dedikodu yayabilirler (Özsoy, 1999:
15). Bu sebepledir ki, bu tür propagandanın kaynağına tam olarak güvenilemez. Gri
propagandada yalan ve gerçek iç içedir çünkü gri propagandacı gerçekleri tam olarak
söylemez (Akarcalı, 2003: 8). Olaylar çarpıtılabilir ve sansasyonel hale getirilebilir.
Gri propaganda düşmanı utandırmak için de kullanılabilir. Ayrıca, gri propaganda
dikkat çekicidir. Gri propagandanın çoğunlukla “değer ve ideoloji yüklü” olduğunu
da unutmamak gerekir (Bektaş, 2002: 37-40). Gri propagandaya örnek olarak, 1961
yılındaki Domuzlar Körfezi Çıkarması’nda Amerika’nın Sesi Radyosu verilebilir.
D. Propaganda Teknikleri
Propaganda faaliyetlerinin sistemli ve planlı olması, propagandacının bazı
teknikler kullanması ile olanaklıdır. Propaganda üzerine çalışanlar, benzer noktalar
üzerinde yoğunlaşmış olsalar da bu konuda farklı gruplandırmalar yapmışlardır. Bu
sınıflandırmalardan ilki Propaganda Analizi Enstitüsü’nün15 en bilinen yayını The
Fine Art of Propaganda’da A. M. Lee ve E. B. Lee tarafından yapılan
gruplandırmadır. Bu gruplandırma, “ad takma”, “gösterişli genelleme”, “transfer”,
15 Bu Enstitü, Nazi Propagandasının ABD’yi etkilemesi tehlikesine karşı 1937’de kurulmuştur.
29
“tanıklık”, “halktan biri”, “kâğıt derme”, “herkes yapıyor” başlıkları altında
toplanmıştır (Bektaş, 2002: 148-149):
a) Ad Takma: Propagandacı bir kişiye ya da gruba olumsuz lakap takar.
b) Gösterişli Genelleme: Propagandacı; olumlu çağrışımları bulunan
demokrasi, refah, adalet gibi genel kavramları kullanır.
c) Transfer: Propagandacı bir obje, olay ya da kurumun olumlu ya da olumsuz
özelliklerini başka obje, olay veya kuruma aktarır. Nasyonal Sosyalist Alman
İşçi Partisi’nin amblemi olan Svastika buna örnek verilebilir. Böylece
transfer yapılmış olan grup daha olumlu ya da olumsuz algılanmaya başlar.
d) Tanıklık: Propagandacı mesajını iletirken tanıdık insanların yorumlarından
ve fikirlerinden yararlanır. Buna Türkiye’deki Akil İnsanlar16 örnek
gösterilebilir.
e) Halktan Biri: Propagandacı hedef kitlede mesaj kaynağı olan kişinin
kendilerinden biri olduğu fikrini uyandırır.
f) Kâğıt Derme: Propagandacı hedef kitlenin bir konuya odaklanmasını
sağlamak için diğer olayları bastırır ya da saptırır.
g) Herkes Yapıyor: Propagandacı hedef kitlede yapılan eylemin ya da görüş
birliği olan konuların herkes tarafından kabul gördüğü algısını yaratır. Bu
sebeple, mitingler ve toplu yürüyüşler buna örnek verilebilir.
16 Aralarında akademisyen, yazar, STK temsilcileri ve sanatçılar bulunan Akil İnsanlar Heyeti, 2013
yılında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı tarafından çözüm sürecine katkıda bulunmaları için
oluşturulmuştur. Heyette; Öztürk Türkdoğan, Mahmut Arslan, Hülya Koçyiğit, Orhan Gencebay,
Bendevi Palandöken, Ahmet Gündoğdu, Etyen Mahçupyan, Murat Belge gibi kişiler bulunmaktadır.
30
Bir başka sınıflandırma J.A.C. Brown (1992) tarafından yapılmıştır.
Brown’un (1992: 33-37) sekiz madde halinde gruplandırdığı propaganda teknikleri
şu şekildedir:
a) Kalıplaşmış İmajların Kullanılışı: İnsanlar kategorilere konarak, onların
gerçek kişiliklerinin unutturulması sağlanır. Örneğin, Komünist gruba üye
biri kendi kişiliğiyle değil bu gruba ait kalıplaşmış ifadelerle tanınır hale
gelir.
b) İsimleri Bir Başka Lakapla Değiştirme: Hedef kitleyi etkilemek için bazı
deyimler kullanılır. Örneğin, “Komünist” ya da “Rus” kelimeleri yerine
“Kızıl” kelimesi tercih edilir.
c) Seçme: Propagandacı davasına uygun olan gerçekleri seçerek diğer
gerçeklikleri yok sayar.
d) Tümüyle Yalan: Propagandacılar çoğu zaman yalanı kullanırlar.
e) Tekrar: Propagandacı mesajını sürekli olarak tekrarlar. Bu da sloganların ya
da anahtar kelimelerin kullanılmasıyla mümkündür. Buna örnek Hitler’in
sloganı “Tek Halk, Tek İmparatorluk, Tek Lider” (“Ein Volk, Ein Reich, Ein
Führer”) verilebilir.
f) İddia: Propagandacı mesajını iletirken hedef kitleyle tartışmaya girmez.
Bunun yerine, iddialar ortaya atma konusunda cesur davranır.
g) Düşmanın Tanımlanması: Propagandacı sadece kendi davasını pekiştirecek
olumlu mesajlar vermez, aynı zamanda düşmanın aleyhinde de mesaj verir.
h) Otoritenin Teyidine Sığınma: Bir otoriteye sığınma propagandanın
doğasında vardır. Bu dini bir otorite olabileceği gibi bilim ya da meslek
31
otoriteleri de olabilir. Propagandacı, bu otoriteyi kullanarak, hedef kitleyi
etkilemeye çalışır.
Brown’un sınıflandırmasına çok benzese de bu sınıflandırmaya “zaman” ve
“devam” kategorilerini ekleyen Özsoy (1998: 163-174) propaganda tekniğini altı
gruba ayırmaktadır:
a) Israrcı Olma: Propagandacı tezini sıklıkla tekrar eder.
b) İddia: Propagandacı tezini ileri sürerken cüretkâr olur ve tereddüt etmez.
c) İsimleri Başka Lakaplarla Değiştirme: Propagandacı hedef kitleyi
etkilemek için bazı isimlere lakap takar.
d) Kalıplaşmış İmajların Kullanılması: Propagandacı mesajını iletirken
iyi ve kötü tarafları net bir şekilde birbirinden ayırmak için yerleşik olan
imajları kullanır.
e) Seçme: Propagandacı amacına uygun olan gerçekleri seçip kullanır.
f) Yalan: Propagandacı gerçekleri çarpıtır ya da amacına ulaşmak için
yalanı kullanır.
g) Zaman: Propagandacı propagandasını doğru zamanda gerçekleştirir.
h) Devamlılık: Yapılan propaganda faaliyetleri süreklilik arz eder.
İnceoğlu (1985: 77-80) ise propagandanın kuralları olarak adlandırdığı
sınıflandırmasını aşağıdaki şekilde yapmıştır:
a) Sempati Kuralı: Etkili bir propaganda için, propagandacı hedef kitlede
sempati uyandırmalıdır.
32
b) Sentez Kuralı: Hedef kitleye iletilecek mesaj çok çeşitliyse, her biri ayrı
şekilde ele alınmalıdır. Başka deyişle, her konu hedef kitleye tek tek
iletilmelidir.
c) Sürpriz Kuralı: Mesajın ilgi çekici hale gelmesi için sürprizlerden
yararlanmak gereklidir.
d) Yineleme Kuralı: Mesajın sürekli tekrarlanması gerekir ama tekrarın
dozu da önemlidir. Aksi halde, hedef kitlenin sıkılması ihtimali vardır.
e) Birlik Kuralı: Propagandanın tüm araçları birbiriyle uyum ve bütünlük
içinde olmalıdır.
f) Zamanlama Kuralı: Propaganda en uygun zamanda yapılmalıdır. Buna
en güzel örnek, Hitler’in propaganda yapmak için Alman halkının ruh
halinden yararlanması ve zamanlamasını iyi ayarlamasıdır.
g) Abartma ve Çarpıtma Kuralı: Mesaj içeriği gerektiği zaman abartılıp
çarpıtılabilir ve sansasyonel hale getirebilir.
h) Basitleştirme ve Tek Hedef Kuralı: Propagandanın mesajı basit olmalı
ve kolay hatırlanacak şekilde formülle ya da sembolle işlenmelidir.
i) Uyumlaştırma Kuralı: Propagandacı sürü güdüsünden yararlanmalıdır.
j) Yayılma Kuralı: Propagandacı toplumda hâlihazırda var olan mitleri
kullanarak etkili olabilir.
k) Devamlılık, Süreklilik Kuralı: Propaganda faaliyetleri devamlı ve
bütünlüklü olmalıdır.
Jean-Marie Domenach (1995) da “teknik” sözcüğü yerine “kural” sözcüğünü
tercih ederek beş propaganda kuralı sıralamaktadır:
33
a) Yalınlık ve Tek Düşman Kuralı: Propagandanın içeriği yalın ve sadedir.
Tüm materyaller bu içeriği hedef kitleye ulaştırmak için organize olur.
Örneğin, Fransız Devrimi propagandasının en önemli metni olan İnsan
Hakları Bildirgesi oldukça açık ve kısa yazılmıştır; yani akılda kalıcıdır.
Ayrıca, siyasi “tutkulara, coşkunluğa, kine” seslenen sloganlar, parolalar
ve simgeler de bu amaca hizmet etmektedirler. Bunun dışında propaganda
tek amaca yöneliktir: düşmanın kim olduğunu tanımlanması.
Ayrıca farklı düşmanların da aynı kategoriye koyulması önemlidir.
Yani birbirinden farklı düşmanların “hepsinin bir çuvala koyulabileceği” fikri
hedef kitleye aşılanmalıdır. Çünkü düşmanın çok ve çeşitli olduğu inancı,
zayıf ve kuşkulu kişilerin kendi davalarından şüphe etmelerine sebep olabilir.
Çünkü düşmanın sayısı fazla olunca hedef kitlenin üyeleri o kadar fazla
kişinin kendilerinden farklı düşünmüş olmasından tedirgin olup karşı
taraftakilerin haklı olabileceğini düşünebilir (Domenach, 1995: 55-60). Bu
nedenle, birbirinden farklı düşman gruplarının aynı potada eritilmesi ve tek
bir düşman gibi gösterilmesi, hedef kitle için rahatlatıcı bir unsurdur.
b) Büyütme ve Bozma Kuralı: Propagandada bir bilgi kümesinin işe
yarayan kısımlarının alınıp seçilmesi, büyütülmesi ve çarptırılması sıkça
başvurulan bir yöntemdir. Propagandada; kitledeki herkesin anlayacağı,
dikkat çekici ve anlaşılır mesajlar vermelidir. Özellikle haberlerde bu
kural kullanılır. Örneğin, Alman basını ABD’de yaşanan bir grev için
şöyle demektedir: “Grevciler Roosevelt’in budalaca toplum politikasına,
hakemliğini geri çevirerek karşılık veriyorlar” (Domenach, 1995: 60- 61).
34
c) Düzenleme Kuralı: Propaganda mesajı sürekli tekrarlanmalıdır. Ancak
sürekli tekrar hedef kitleyi boğacağı için aynı mesaj farklı biçimlerde
tekrar edilmelidir. Ayrıca hedef kitledeki farklı kesimler için farklı
biçimler de gerekebilir. Örneğin, Naziler Goebbels’in bir yazısı
yayınlandıktan sonra, bu yazı farklı uluslar için değiştirilerek tekrar
yayınlaşmıştır, farklı dillerde radyo ve gazetelerde tekrar edilmiştir. Bu
örnekten anlaşılacağı üzere, propagandada aynı içerik farklı biçimlerde
tekrar tekrar sunulmalıdır. Ayrıca propagandacı hızlı olmalıdır, karşı
kesimden cevap geldiğinde hızlıca hedef kitlenin dikkatini kendine
çekebilmelidir (Domenach, 1995: 61- 67).
d) Aşılama Kuralı: Propaganda hedef kitlede daha önceden varolan
tutumlar üzerine inşa edilir. Çünkü kökleşmiş değerlerin ve geleneklerin
tersine yapılacak olan bir propaganda başarısız olur (Berkes, 1942: 43).
Bu sebeple, propagandacı hedef kitlede hali hazırda olan duygular üzerine
inşa ettiği mesajını iletir. Örneğin, Naziler savaş esnasında Avrupa’daki
eski düşmanlıkları kullanarak kitleleri kışkırtmışlardır (Domenach, 1995:
67-69). Bu konuda, Armağan (1999: 419) yerleşik bir tutumu
pekiştirmeye çalışmanın tutum değiştirmekten daha kolay olduğunu
vurgular.
e) Birlik ve Bulaşma Kuralı: Bireyler içinde yaşadıkları toplumun genel
görüşünden sapmak istemezler. Propaganda da bu birliği
sağlamlaştırmaya çalışır. Bunu başarabilmek için propagandacı bir görüşü
herkesin görüşüymüş gibi sunar. Bunu için birliği sergileyecek mitingler,
kalabalık gösteriler ve yürüyüşler düzenlenir. Birliğin gösterilmesi gücün
35
gösterilmesi demektir. Çünkü hedef kitlede karşı taraftan daha güçlü
olduğu hissi, etraftaki kalabalıkla sağlanır ki bu da propagandanın temel
amaçlarından biridir (Domenach, 1995: 69-79).
Qualter’a (1980: 290-291) göre ise “propagandacının (…) insandaki
en güçlü güdülerden biri olan sürüleşme [gregariousness] güdüsünden
kendisine yarar sağlayacağını anlaması” önemli bir gelişmedir. Çünkü
sürüleşme güdüsüyle, bireyler içinde bulundukları gruptan dışlanma korkusu
yaşayabilirler. “Sürünün dediğine” göre kendi hareketlerini kontrol eden
birey, grubun yaptığına ters düşecek bir harekette bulunmak istemez. Yine bu
sebeptendir ki eğer propagandacı seslendiği kitlede “kendilerinden biri”
olduğu fikrini yaratmış ise propagandası daha etkili olacaktır. Sürüleşme
güdüsü kullanılarak yapılan ve sürüden ayrılanın “hain” olarak resmedildiği
propaganda taktiği en eski taktiklerden biri olarak karşımıza çıkar.
E. Propaganda Araçları
Propagandacının mesajını kitlelere iletebilmesi için bazı araçlardan
yararlanması gerekmektedir (Qualter, 1980: 294). Propagandanın en etkili aracı ise
kişilerdir. Ancak burada kişilerden kasıt, “propagandacı” değil “propaganda aleti
olanlar”dır. Propaganda mesajını yayan araç insan olunca, bu mesajın inandırıcılığı
daha da yüksek olmaktadır (Berkes, 1942: 159).
Propaganda aracı olarak kitle iletişim araçlarının kullanılması da çok fazla
kişiye ulaşılabilmesine olanak vermiştir. Özellikle 20. yüzyılın propaganda için etkili
bir yüzyıl olmasının sebebi, bu yüzyılda aynı mesajın aynı anda kitlelere
36
ulaştırabilmesine olanak sağlayacak kitle iletişim araçlarının gelişmesidir (Topal,
2011: 172). Kitle iletişim araçları “ikna ortamı” yaratarak yeni tutum ve
davranışların kazanılmasına yol açmaktadır (Akarcalı, 2003: 45). Teknolojik araçlar
değişip geliştikçe propagandanın etkililiği de değişmektedir (Bektaş, 2002; Ayhan,
2007). Örneğin, 19. yüzyılda yapılan propaganda bugün anladığımız propagandadan
farklıdır. Bu nedenle, Fransız generali Boulanger’in “kara at, şarkılar, basit, beylik
resimler…” ile yaptığı propaganda, 30 yıl sonra kullanılmaya başlanan radyo,
fotoğraf, sinema, basın, afişler ile yapılan propagandadan daha farklı bir
propagandadır (Domenach, 1995: 17). Gazete, sinema, radyo, televizyon, broşür,
bildiri, ilan, afiş, resim, fotoğraf, internet ve kitap olarak gruplandırılan kitle iletişim
araçlarının her birinin diğerlerine göre farklı özellikleri ve etkileri bulunmaktadır:
Gazete
18. yüzyılda başlayan modern gazetecilik 19. yüzyılda ticarileşmeye
başlamıştır. Daha önceleri az sayıda insan arasında konuşulan meseleler gazete
sayesinde daha fazla kişiye yayılmaya başlamıştır (Berkes, 1942: 161). Gazetenin,
kitlelere bilgi ulaştırma özelliği onu çok etkili bir propaganda aracı haline
getirmektedir. Domenach da (1995: 21) gazetenin 19. yüzyılın en etkili ve uygun
propaganda aracı olduğunu belirtmektedir. Benzer şekilde, Topal (2011: 172-173)
gazeteler için “rıza imalathaneleri” tanımlamasını kullanırken gazeteciler için “esaslı
propagandistler” terimini kullanmaktadır.
20. yüzyılda Sovyet Rusya, Almanya ve İtalya’da gazete propaganda aracı
olarak sıkça kullanılmıştır. Özellikle Goebbles’in “matbuat hükümetin çalacağı bir
37
piyano”dur sözü gazetenin propagandacılar için önemini açıklamaktadır (Berkes,
1942: 171).
Sinema
Sinema, savaş ve barış zamanlarında etkili bir propaganda aracıdır. Keza
birçok propagandacı sinemanın gücünden yararlanmıştır. Örneğin, Birinci Dünya
Savaşında Amerikan filmleri Amerika, İngiltere ve Fransa’da savaş propagandası
için kullanılmıştır. ABD’nin resmi propaganda kurumu olan Committee of Public
Information da Hollywood filmleri aracılığıyla Almanya aleyhtarlığı yapmıştır
(Berkes, 1942: 172). Hitler ve Lenin de sinemanın gücünden yararlanmışlardır. 1934
Nazi 6. Kongresinin çekildiği belgesel film Triumph Des Willens (İradenin Zaferi)
Nazi propagandasının en görkemli propaganda filmidir ve film için Leni
Riefenstahl’a gerekli tüm ekipman temin edilmiştir (Topal, 2011: 175-176). Lenin de
Bolşevik devrim ideolojisini en etkili yayacak olan aracın sinema olduğunu
belirtmektedir (Akarcalı, 2003; Clark, 2011).
Radyo
Goebbels’in “19. yüzyılda gazete ne ise 20. yüzyılda radyo odur” sözü
radyonun etkili bir propaganda aracı olduğunu kanıtlar niteliktedir (Akarcalı, 2003:
114). Radyo, gazete ve sinemadan farklı olarak, direk olarak kitlelerin kulağına
seslenir. Bu sebeple, gazete ve sinemadan farklılaşır (Berkes, 1942; Ahıska, 2005).
Ayrıca, radyonun kurulumunun ve maliyetinin düşük olması da onu diğer kitle
iletişim araçlarına göre daha etkili kılmaktadır (Kuruoğlu, 2006: 1-2).
38
Özellikle, İkinci Dünya Savaşında, radyo önemli bir propaganda aracı
olmuştur. Örneğin, 1942 yılında kurulan Amerika’nın Sesi Radyosu ABD’nin savaş
sırası ve sonrasında propaganda aracı olmaya devam etmiştir (Kuruoğlu, 2006: 16).
Bu dönemde, ABD dışındaki ülkeler de radyonun gücünü fark etmişlerdir. Örneğin,
Faşizm ideolojisi de radyoyu kullanarak yayılabilmiştir (Akarcalı, 2003; Kuruoğlu,
2006). Karşıt ideolojilere sahip ülkeler de radyoyu kullanmışlardır. Naziler kadar
etkili olmasa da Sovyetler Birliği de kendi ideolojisini yaymak için İkinci Dünya
Savaşı öncesi radyoyu kullanmıştır (Kuruoğlu, 2006: 16).
Televizyon
Televizyon canlı ve sesli görüntüyü bir araya getirdiği için “eşsiz bir
inandırma aracıdır” çünkü konuşan kişinin aynı zamanda görülmesi konuşan kişiye
“varlık verir” (Domenach, 1995: 55). Televizyon; radyodan görüntülü olduğu için,
gazeteden hem görüntülü hem de sesli olduğu için farklılaşır. Bu özellikleri
sayesinde televizyon, özellikle savaş zamanı önemli bir propaganda aracı olur.
Örneğin, Vietnam Savaşı sırasında savaş televizyonla Amerikan seyircisine
ulaşabilmiştir. Körfez Savaşını da Amerikalılar televizyondan izlemiştir (Clark,
2011: 138).
Broşür, Bildiri ve İlan
Broşür, bildiri ve ilanlar da etkili propaganda araçlarıdır. Broşürler elden
dağıtılabileceği gibi, kibrit kutularına, sigara paketlerine, çocuk oyuncaklarına ya da
her türlü ambalaja da iliştirilebilirler (Özsoy, 1999: 118). Böylece, birçok kişiye
kolaylıkla ulaştırılabilirler. Broşürleri etkili bir propaganda aracı olarak kullanan
39
ABD, Japonya’ya İkinci Dünya Savaşı sırasında havadan broşürler atmıştır. Japonya
bu broşürleri yasaklamasına rağmen, Japon aileler bu broşürlere erişip
okuyabilmişlerdir (Akarcalı, 2003: 180).
Broşür gibi, bildiriler de kolaylıkla dağıtılabilirler ve kaynağı belli olmayan
propaganda için araç olarak kullanılabilirler (Domenach, 1995: 52). Örneğin,
sokaklarda dağıtılan bildirilerin kaynağı tahmin edilemez. İlanlar da bildiriler gibidir,
kolaylıkla dağıtılırlar. Eğer gündelik konuşma biçimde yazılırlarsa, kullanılan
kelimeler ahenk içinde ve “şahsi” olursa daha da etkili olurlar (Casson, 1930: 22).
Resim, Fotoğraf ve Afiş
Resim ve fotoğraf görselliği kullandığı için etkili bir propaganda aracı olur.
Resmin propaganda aracı olarak kullanılmasına Pablo Picasso’nun Guernica’sı güzel
bir örnektir ve bu eser “modern politik resimde ulaşılan en son nokta”dır. Picasso, bu
resminde Bask kasabasına yapılan hain saldırıyı resmetmiştir. Picasso kariyerindeki
“tek bilinçli propaganda çalışması” olarak Guernica’yı göstermiştir (Clark, 2011: 49-
52).
Özellikle savaşlarda fotoğraf, ülke içinde morali yükseltmek için
kullanılırken aynı fotoğraflarla düşmana korku ve dehşet hissettirilmesi amaçlanır
(Ayhan, 2007: 164). Ayrıca çekilen fotoğraf, fotoğrafçının önündeki görüntüden
seçtiği kareler olduğu için propagandacının yukarıda bahsedilen “seçme” tekniğini
kullandığı en önemli araçlardan biridir.
Afişler de etkili propaganda araçlarıdır. Bunun önemli bir sebebi vardır:
bireyler radyoyu kapatabilir, sinemaya gitmeyebilir ama afişleri görmekten
40
kaçamazlar (Akarcalı, 2003: 109). Sloganlar afişlerin en can alıcı noktasıdır.
Sloganlarda seçilen sözcükler, görselliğin daha iyi algılanmasına katkı yapar (Ayhan,
2007: 180). Ayrıca, propagandacı “(…) sloganları sık sık yineleyerek akılda kalma
yoluna gider” (Ayhan, 2007: 39). Bu nedenle, sloganlar kısa ve dikkat çekici
olmalıdırlar. Afişin propaganda aracı olarak kullanıldığına en iyi örnek Alfred
Leete’nin Ülkenin Sana İhtiyacı Var (1914) adlı afişidir. Bu afiş, savaşa asker
çağırmak amaçlı yapılmıştır. Afişte Lord Kitchener’in afişe bakan kişiye
seslenircesine işaret parmağını uzatması etkileyici bir kompozisyon oluşturur. Aynı
şekilde, ABD’de de 1917 yılında James Montgomery Flass’ın yaptığı afişte Sam
Amca figürü Seni ABD Ordusu İçin İstiyorum demektedir (Clark, 2011: 124- 126).
Sam Amca figürü de işaret parmağını, afişe bakanlara yöneltmiştir. Bu iki afiş de,
savaş zamanı erkeklerin askere gitmesini teşvik edici etkili birer propaganda aracı
olmuşlardır.
İnternet
1960’ların sonunda başlayan ve 1990’larda hızla gelişen internet önemli bir
propaganda aracıdır. İnternetin ucuz olması onu etkili bir araç yapmaktadır (Ayhan,
2007: 159). Özellikle 21. yüzyılda başlayan sosyal medya aracılığıyla milyonlarca
kişiye erişebilen propagandacılar, internetin nimetlerinden yararlanmaktadırlar.
Propagandacılar, zaman ve mekân sınırlılıklarını ortadan kaldıran internet sayesinde,
kitlelere kolayca ulaşabilirler. Ancak, internetteki her bilginin kaynağının güvenirliği
kesin olmadığı için, internet gri propagandanın da yayılmasına zemin
hazırlamaktadır. Ayrıca, internet propagandayı kaçınılmaz hale getirmiştir çünkü
41
internet herkes tarafından rahatlıkla kullanılabilir bir özelliğe sahiptir (Erkış ve
Summak, 2011).
Kitap
Domenach’ın (1995: 51) “basılı yazı” kategorisine koyduğu kitap pahalı
olmasına rağmen temel bir propaganda aracıdır. Casson’a (1930: 7) göre ise yazılı
propaganda sözlü propagandadan daha etkilidir çünkü söz sadece kulaklara erişebilir
ama yazı herkese ulaşabilir. Ayrıca, kitaplar tekrar tekrar okunabildikleri için etkili
propaganda araçlarıdır. Bu bağlamda, Mein Kampf ya da Komünist Bildirisi kitleler
üzerinde çok etkili olmuşlardır. Ayrıca kitaplar; yazarı, basım evi, yayın yılı
belirtilerek basıldığında beyaz propaganda çatısı altında toplanabilirler.
Qualter kitapların ne zaman propaganda olarak adlandırılabileceği konusunda
kesin bir görüşe sahiptir. Ona göre (1980: 282) “bir yazar salt sosyalizmi kötülemek
için bir kitap yazarsa, sosyalizmi kötülemekten başka bir amaç taşımayan böyle bir
kitabın yazarı propagandacıdan başka bir şey sayılamaz.” Kitap kategorisinde olan
romanların nasıl propaganda aracı olarak işlev gördüğü tartışılmadan önce edebiyat
ile propaganda arasındaki ilişkinin irdelenmesi gerekmektedir.
42
II.BÖLÜM: EDEBİYAT İLE PROPAGANDA İLİŞKİSİ
A. Sanat ile Propaganda İlişkisi
Sanatın politik amaçlarla kullanılması propaganda tarihi kadar eskidir. Öyle
ki, tarih boyunca imparatorluklar sanat eserlerini güçlerinin göstergesi olarak
kullanmışlardır. Örneğin, Roma İmparatorluğu’ndaki paralar, madalyalar, anıt
heykeller, törenler ve heybetli mimari eserler Roma’nın gücünü gösteren sanatsal
faaliyetlerdir. Ortaçağda da siyasetle olan bağlarını koparmayan sanat, 18. yüzyıla
kadar da bağlarını güçlendirmeye devam etmiştir. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde
sanatçının siyasetle olan dolaysız bağı kopmuş ve sanatçının toplumda olanları
eleştirebileceği düşüncesinin yanı sıra sanatın özerk bir alan olması gerektiği ve
sanatçının siyasetten uzak durması gerektiği fikri eş zamanlı olarak var olmuştur. Bu
tezatlığın beraberinde getirdiği sorular 20. yüzyılın sanat tartışmalarının merkezine
oturmuştur: “Sanatın propagandaya alet edildiği her eserde mesaj estetik kaliteyi geri
plana mı iter? Estetik yapıyı değerlendiren ölçütler ideolojik değerlerden ne kadar
ayrılabilir? Propaganda sanatı etkileme amacı taşıyorsa bunu nasıl gerçekleştirir ve
ne dereceye kadar başarılı olur?” (Clark, 2011: 13-15).
Bu sorular kolaylıkla cevaplanabilecek türden sorular değildir. Bu sorulara
yanıt verebilmek için sanat ve propaganda alanlarını tanımlamak, bu alanlar
arasındaki sınırları belirlemek ve eğer varsa benzerlikleri saptamak gerekmektedir.
Bu benzerlik ve farklılıklar, sanatın ve özelde edebiyatın propagandist amaçlarla
kullanıldığında estetik değerlerini kaybedip kaybetmediğine ve estetik değeri olan bir
eserin aynı zamanda propagandist olup olamayacağı sorularına cevap hazırlayacaktır.
43
Birinci bölümde anlatıldığı gibi propaganda kavramı İkinci Dünya Savaşı ve
özellikle Nazi propagandası sonrası olumsuz çağrışımları olan bir kavram haline
gelmiştir. Propagandanın sanatla olan ilişkisinde; propagandanın insanları kandırma,
yalan söyleme, manipüle etme ve gerçekleri saptırma gibi çağrışımları kritik bir
öneme sahiptir. Çünkü propagandanın olumsuz çağrışımları sanat ile olan ilişkisini
etkilemektedir. Bunun yanında sanatın, propagandadan farklı çağrışımları
bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle, propagandanın tersine sanat, olumlu çağrışımları
olan bir alandır.
Clark (2011: 11) sanatı “hakikate, güzelliğe ve özgürlüğe ulaşmayı
amaçlayan bir etkinlik alanı” şeklinde tanımlamaktadır. Clark’ın tanımladığı şekliyle
sanat ve özelde edebiyatın “etliye sütlüye dokunmadan” kendine özerk bir alana
sahip olduğu fikri romantik çağdan kalan bir düşünme pratiğidir. Ancak yine aynı
sebeple propaganda ve edebiyat iki farklı alan olarak düşünülmektedir. Öyle ki,
Clark’a (2011) göre sanat ve propagandanın birlikte anılması bir çelişki
yaratmaktadır. Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki, bu tür bir birleşimi çelişkili
bulanlar, sanatın özerk bir alan olması gerektiğini savunanlardır. Diğer taraftan,
sanatın topluma hizmet etmesi gerektiği fikrinde olanlar için, sanat ve propaganda
birlikteliği bir iç çelişki barındırmamaktadır. Çünkü sanat, sanatçının politik ve
toplumsal mesajını her halükarda içermektedir. Bu iki farklı görüş, sanat ve
propagandanın hangi noktada ayrıştığı/birleştiği ya da eserin estetik değeri ve
işlevselliğinin nasıl dengelenebileceği ile tartışmanın da merkezinde bulunmaktadır.
Politik mesajı olan her sanat eserinin propagandist olduğunu ve bu nedenle
estetik değerinin olmadığını söylemek yanlış bir değerlendirme olacaktır. Bu noktada
44
ayırt edici unsur, sanatçının ne amaçla bu sanat eserini yarattığı olmalıdır. Hiçbir
sanat eseri dönemin konjonktüründen ayrı düşünülemeyeceği için, her sanat eserinin
en azından politik açıdan bir taraf tuttuğunu belirtmek gerekir. Ancak sanatçının, bir
taraf tutması ve bunu sanatına yansıtması, o sanat eserini propagandist
yapmamaktadır. Bir eserinin propagandist olduğunu (ve bu sebeple estetik değerleri
hiçe saydığını) söyleyebilmek için, sanatçının o eseri propagandist amaçla üretmiş
olması ve eserinin estetik değerini işlevselliği için kurban etmesi gerekir. Bu nedenle,
herhangi bir sanat eserinin politik mesaj içermesi ya da yazarının mesajını iletiyor
olması eserin sanatsal açıdan değerli olmadığını göstermez. Başka deyişle, bir sanat
eserinin sanatsal açıdan değerinin düşük olması, sanatçının eserine öncelikli olarak
bir işlev yüklemesi ve onu araçsallaştırmasıyla mümkündür.
En güçlü sanat dallarından biri olan edebiyatın mesaj verme kaygısı uğruna
araçsallaştırılması noktasında edebiyat ile propaganda ilişkisi daha da görünür hale
gelmektedir. Bu iki alanın tamamen iç içe girdiğini düşünen eleştirmenler “tüm
sanat eserleri propagandadır”17 (“all art is propaganda”) gibi bir sloganın
savunuculuğunu yaparken, kimi eleştirmenler ise edebiyat ve propagandanın birbirini
dışlayan alanlar olduğunu öne sürmektedir. Bu iki keskin görüşün ortasında
konumlandırılabilecek yaklaşım da bulunmaktadır. Bu yaklaşıma göre ise edebiyatın
17 All Art is Propaganda: Critical Essays (2008) adlı çalışmada George Orwell’ın edebiyat ve
politika ilişkisini incelediği makaleleri derlenmiştir. Orwell, bu çalışmadaki makalelerinin çoğunda
“her sanat eseri propagandadır” sloganını tekrarlamakta ve vurgulamaktadır. “Her sanat eseri
propagandadır” Orwell’in 1930’lardan sonraki edebiyat yapıtları için yapmış olduğu bir saptamadır.
Çünkü Orwell’a göre bu dönemden sonra her yazarın (özellikle roman yazarının), kabul etsin ya da
etmesin, bir mesajı bulunmaktadır ve bu mesajdan yapıtının her zerresi etkilenir. Bu sebeple, Orwell’a
göre “her sanat eseri propagandadır.”
45
propagandayla bir tutulması aşırı bir yorumdur ve edebiyatın toplumsal etki ve
değişim için bir araç olmasından söz etmek daha makul görünmektedir.
Her ne kadar farklı ekoller ve farklı kuramlarla birlikte anılsalar da söz
konusu edebiyat ve propaganda olunca, farklı artalanlara sahip düşünürler benzer
görüşlere sahip olabilmektedirler. Bu sebeple, farklı ekol ve akımlardan
yararlanılarak yapılan bir edebiyat ve propaganda tartışması zenginleştirici bir
niteliğe sahip olacaktır. Bu tartışma da düşünürlerin edebiyat ve propagandadan ne
beklediklerine göre şekillenecektir.
B. Edebiyat ve Propaganda: Benzerlikler ve Farklılıklar
Edebiyat ile propagandanın farklı alanlar olduğunu öne süren ilk grup
edebiyat eleştirmenlerinden oluşmaktadır. Bu eleştirmenlere göre, edebiyat ile
propaganda belirli sınırları olan ve bu sınırların birbirine karışmadığı iki farklı
alandır ve böyle olmaya da devam etmelidir.
İngiliz Edebiyatını temel alarak propaganda ve edebiyat tartışması yürüten
George Orwell18, 1930’lardan sonra propagandanın edebiyata sızdığını ve her sanat
eserinin belirgin bir anlamı olduğunu ve politik, sosyal, dini bir amaç taşımaya
başladığını belirtir. Orwell’a göre bu dönemden sonra yazarlar didaktik ve politik
olmaya başlamış; estetik bilinçleri olmasına rağmen içeriği biçime göre daha çok
önemsemişlerdir. Ancak Orwell, 1930’lardan önce yazan yazarların da fikirleri ve
önyargıları olduğu halde teknik yenilikleri çalışmalarının ahlaki ve politik
çağrışımlarından daha önde tuttuklarını belirtir. Propaganda ve edebiyat arasındaki
18 <http://orwell.ru/library/articles/frontiers/english/e_front>
46
ilişki de tam olarak bu noktada belirginleşir. Biçimsel özellikleri hiçe sayan bu
anlayış, içeriği ve mesajı ön plana koymuş ve “sanat için sanat” görüşünü ve
edebiliği zedelemiştir. Orwell’a göre 1930’lu yıllardan sonra edebiyatta sadece
estetikten bahsedilemez oluşunun nedeni faşizm ve sosyalizmin savaştığı iki kutuplu
dünya düzenidir. Bu dönemden sonra, bir tarafta durmak zorunda kalan yazarlar, bu
fikirlerini yazdıkları eserlere yansıtmıştır. Bu nedenle, edebiyat politik olmak
zorunda kalmıştır.
Orwell’ın bu görüşleri, onun edebiyat ve propagandanın iki ayrı alan olması
gerektiğini düşündüğünü göstermektedir. Orwell bu görüşlerini başka yazılarında da
dile getirmektedir. “Writers and Leviathan” başlıklı yazısında Orwell (2008c: 308),
yazar tarafından herhangi bir politik disiplinin kabul edilişinin yazarın eserindeki
“edebi bütünlük” ile uyuşmayacağını belirtmektedir. Çünkü Orwell’a göre sonu “–
ism” ile biten herhangi bir kelime, içinde propaganda barındırmaktadır. Ancak
Orwell, bu saptamasının yazarların politikadan uzak durması gerektiği şeklinde
anlaşılmaması gerektiği konusunda çok titiz davranmaktadır. Ona göre (2008c: 308),
dünya savaşlarını görmüş böylesi bir dönemde düşünen hiçbir insan politikadan uzak
kalamaz. Ancak yazarların edebi ve politik bağlılıkları arasında keskin sınırlar
çizmeleri gerekmektedir (Orwell, 2008c: 309). Bu durum da Orwell’ın edebiyat ve
propagandanın keskin sınırlarla belirlenmiş alanlar olduğu fikrini açıklamaktadır.
Orwell’ın biçim ve içerik üzerinden yürüttüğü tartışmanın bir benzerini daha
önceki bir tarihte, yani 1915 ve 1930’lu yıllar arasında ortaya çıkan Rus Biçimcileri
de yürütmüştür. Rus Biçimcilerine göre edebi eserler yazarların fikirlerini iletmek
amacıyla kullandıkları bir araç değildir ve edebiyatı “yazarın zihninin dışavurumu
47
olarak görmek yanlıştı”r (Eagleton, 2014a: 17). Çünkü Rus Biçimcilerine göre
edebiyatın içeriğinin önemi yoktur, edebiyatı edebiyat yapan biçimidir. Bu da Rus
Biçimcilerinin edebilik (literariness) kavramına yaptıkları vurguyu açıklamaktadır.
Edebiyat, edebiliği gündelik dilden farklı bir dil kullanılarak başarır. Gündelik
hayatta sıradanlaşmış olan alışkanlıklarımızı ve dilimizi alaşağı eden edebiyatın
kullandığı dil, edebi dil ve biçimdir. “Teknik Olarak Sanat” başlıklı yazısında Viktor
Şklovski (1995: 72) “[s]anatın amacı, nesne duygusunu, görünen şey olarak
vermektir, tanınan, bilinen olarak değil; sanatın tekniği nesneleri farklılaştırma
(yabancılaştırma), biçimi anlaşılmaz kılma, algılamanın güçlüğünü ve süresini
artırma tekniğidir” der. Şklovski’nin bu sözlerinden hareketle Rus Biçimlerinin
sanattan ve edebiyattan propagandist beklentileri olmadığını çıkarmak mümkündür.
Çünkü Biçimcilere göre bir edebiyatçının kendi politik görüşlerini eserine
yansıtmaktan daha başka bir görevi bulunmaktadır: insanları “algılama
otomatizminden” kurtarmak (Şklovski, 1995: 72). Bu da ancak edebiyatın biçim ve
estetiğiyle gerçekleştirilebilir. Başka bir deyişle, edebilik edebiyatı araç olarak
görmekten çok daha fazlasını içermektedir. Biçimi öncelemeyen ve insanları
“algılama otomatizminden” kurtarmayan eserler edebiliklerini kaybetmiş olurlar.
Rus Biçimcilerinin biçime olan vurgularını tarihselliği yok saydığı için
eleştiren Marksist edebiyat kuramcıları da edebiyat ile propaganda ilişkisi hakkında
aydınlatıcı görüşlere sahiptir. Ancak Marksist edebiyat kuramcılarının görüşlerinden
önce Karl Marx ve Friedrich Engels’in edebiyat görüşlerini açıklamak
gerekmektedir. Çünkü bu açıklama, Marx ve Engels’in siyasal ve ekonomik alanlar
dışında edebiyatla da yakından ilgilendiğini göstermesi ve Marksist edebiyat
kuramcılarının Marx ve Engels’i edebiyat eleştirisi konusunda yanlış
48
yorumladıklarını göstermesi açısından önemlidir. Marksist edebiyat kuramcılarının
genel eğilimi, edebiyatı -politik ve ekonomik dinamiklerinden ayırmadan-
propaganda aracı olarak görmeleridir. Ancak Marx ve Engels’in edebiyata karşı bu
denli indirgemeci bir yaklaşımı yoktur.
Marx’ın edebiyat hakkındaki görüşleri edebiyat ile politika arasındaki ilişkiyi
düşünmemize olanak tanır. Marx, en basit şekliyle, politik kaygılarla edebi kaygıları
birbirinden ayırmaktadır (Ewers, 1943: 72). Örneğin, Franz Mehring Marx’ın
edebiyat eserlerini değerlendirirken tüm politik ve toplumsal önyargılarından
arındığını belirtir. Mehring, Marx’ın bir eseri “amaca giden araç olarak” görmediğini
de belirtmektedir (Eagleton, 2014b: 60). Bu sebeple, Marx’ın bir yazarın edebiyatı
politik amaçlar için araç olarak görmesini sakıncalı bulduğu ve edebiyat eserinin
özerkliğini zedelediğini düşündüğü sonucuna varılabilir. Çünkü edebiyatın başlı
başına amaç olması, edebiyata bir özerklik ve edebilik atfetmek anlamına
gelmektedir.
Benzer şekilde Engels de bir roman yazarının politik düşüncelerini saklı
tuttuğu oranda sanatına olumlu katkılar yapacağını düşünmektedir (Ewers, 1943: 72-
73). Bu noktada Engels’in de Marx gibi politik kaygılarla edebi kaygıları birbirinden
ayırdığı görülür. Ayrıca Engels, “siyasal eğilimi olan kurgu romanlardan hiçbir
biçimde hoşlanmadığını; bir yazarın açık bir biçimde partizan olmasını yanlış
bulduğunu” belirtmektedir (Eagleton, 2014b: 61). Partizanlık, propagandist
özellikleri çağrıştığı için, Engels’in propagandist niteliği olan romanları da yanlış
bulacağı fikri yanıltıcı görünmemektedir.
49
Bolşevik Devriminden sonra - Marx, Engels, ve Ekim Devriminin Bolşevik
liderlerinin aksine - siyasiler edebiyatı ve yazarları “sosyalizmin inşasında göreve”
çağırmışlardır (Türkeş, 2009: 857). Devrim sonrası edebiyata biçilen bu propagandist
görev, edebiyat ile propaganda arasındaki sınırları belirsizleştirmiştir. Bolşevik
Partisinin ilk beş yılında farklı edebiyat akımlarının (Futurizm, Biçimcilik, İmgecilik,
Yapısalcılık gibi) birlikte varolduğu “göreceli kültürel liberalizm” sonraları
edebiyatın propagandaya indirgenmesiyle son bulmuştur, öyle ki Stalin “sanatçıların
her şeyden önce partizan olması”na önem vermiş ve bunu resmi politika haline
getirmiştir (Türkeş, 2009: 858; Eagleton, 2014b: 55). Bu konuda Bolşevik Parti
Merkez Komitesinin 1928 yılında edebiyat ile ilgili aldığı karar da edebiyatın
propaganda niteliğini gözler önüne sermektedir. Komitenin kararına göre “edebiyat,
yazarları inşaat alanlarını ziyaret etmeye gönderen ve sistemi göklere çıkaran
romanlar üretmelerini isteyen partinin çıkarlarına hizmet etmeliydi” (Eagleton,
2014b: 53). Aynı komite 6 yıl sonra bu görüşünü daha da keskinleştirerek, “yazarın
görevini ‘devrimci gelişimi içerisinde gerçekliğin tarihsel-somut, hakiki bir
çözümlemesini yapmak’, ‘sosyalizm ruhu içerisindeki işçilerin eğitimi ve ideolojik
dönüşümleri sorununa’ çözüm bulmak” üzere edebiyatı işlevselleştirmişti. Başka bir
deyişle, Bolşevik Partisine göre edebiyat taraf tutmalı ve “parti-yönelimli” olmalıydı
(Eagleton, 2014b: 54).
Vladimir Lenin de edebiyatın partizan ve propagandist olması gerektiğini
savunan bir liderdir. Hatta bu konuda o kadar keskindir ki Party Organization and
Party Literature adlı kitabında “Kahrolsun partizan olmayan yazarlar!” demektedir
(akt. Eagleton, 2014b: 56). Lenin’in partizan olmayan edebiyatın, edebiyat
olmayacağı konusundaki bu fikri, Devrim sonrası edebiyatın propagandist oluşuna da
50
ışık tutmaktadır. Lenin’in “Parti Edebiyatı” dediği bu anlayış, edebiyatçı ve
sanatçılar için uymaları gereken kuralları sıralamaktadır (Türkeş, 2009: 858).
Edebiyatın partinin amaçları uğruna propagandist amaçlarla yazılması bu süreçten
sonra edebiyattan beklentileri de etkilemiştir. Devrimin ardından bir grup yazarın
oluşturduğu “Proleter Edebiyat” sadece propagandist amaçlarla tanımlamaktadır. Bu
dönemde; edebiyatın politikleşmesi gerektiği fikri o kadar keskin bir hal almıştır ki,
propagandist amaçları yerine getiremeyen - yani öngörülen bir dizi davranışı
üretmeyen - edebiyat bu grup edebiyatçılar tarafından kınanmaya başlanmıştır
(Ewers, 1943: 79). Ancak daha sonraları propagandist olmayan ama yine de edebi
değeri yüksek olan edebiyat eserlerinin varlığını gören bu yazarlar, her edebiyat
eserinin propagandist olması gerektiği hakkındaki düşüncelerini yumuşatmışlardır.
Ancak yine de Devrim sonrası edebiyat propagandist niteliğiyle hatırlanmaktadır.
Rus felsefeci Gustav Shpet edebiyat ve propaganda ilişkisini estetik değerler
üzerinden inceleyerek romanların propaganda metinleri olduğunu vurgulamaktadır.
Bunu savını ortaya koyarken Shpet, romanı şiirden ayrı tutar ve şiirin edebi, romanın
ise edebi olmadığını iddia eder. Çünkü Shpet’e (akt. Bahtin, 2014a: 42- 43) göre
roman “şiirsel yaratıcılıktan” doğmaz ve “çağdaş bir ahlaki propaganda biçimi”dir
çünkü roman sanat dışı - yani estetik dışı - bir retorik türüdür. Roman retorikten
ibaret olduğu için, roman yazarın politik görüşlerini düzenleyerek belirli bir anlatı
biçimine soktuğu bir propaganda biçimi haline gelir. Bu durumda roman bir edebi
eser değil, propaganda metni olur. Ancak Shpet’in bu görüşü her roman için geçerli
görünmemektedir. Ayrıca, Shpet’in bu yorumları edebi tür olarak romanı, şiire göre
ikincil gördüğü için indirgemecidir.
51
Shpet gibi edebiyatın retorik olduğunu belirten Amerikalı eleştirmen Mark
Van Doren’e19 göre de “her edebiyat eseri bir şekilde propagandadır.” Van Doren bu
konudaki görüşlerini belirttiği “Literature and Propaganda” başlıklı yazısında
edebiyat ve propagandanın kesiştiği noktalara işaret eder. Van Doren’e20 göre, sanat
ile propagandanın kesiştiği nokta, her ikisinin de retorik sanatından
yararlanmalarıdır. Ayrıca edebiyat da propaganda da gerçeği söylemekle ilgilenir.
Ama edebiyat gerçeğin söylenene kadar bilinemeyeceğini, propaganda ise gerçeğin
bilinene kadar söylenemeyeceğini hatırlatır. Başka bir ifadeyle; edebiyat gerçeği ve
hakikati göstermeyi, propaganda aksi ispatlanana kadar kendi doğrularını söylemeyi
vaat eder.
Shpet ve Van Doren gibi Marksist eleştirmen Terry Eagleton’ın da edebiyat
ile propaganda arasındaki ilişkiye dair bazı fikirleri vardır. Eagleton’a (2014b) göre
edebiyat eleştirisinde edebiyat ile ideoloji arasındaki bağlantıyı inceleyen iki hâkim
görüş bulunmaktadır. Eagleton’ın belirttiği bu ayrım, propaganda ile edebiyat
alanları için yapılmamış olsa da, bu ayrım propaganda ile edebiyat ilişkisine
uyarlanabilir. Eagleton’a (2014b: 31) göre ilk görüş edebiyatın “ideoloji dışında
hiçbir şey olmadığı” (vurgu yazara aittir) görüşüdür. Başka bir ifadeyle, edebiyat
metinleri, yaratıldıkları dönemin ideolojilerinin yansımalarıdır. Ve edebiyat
ideolojiden ayrı düşünülemez. Bu görüş, Marksistler tarafından benimsenen görüştür.
Diğer görüş ise edebiyatın, döneminin ideolojisine “meydan okuduğunu” öne sürer.
Bu görüşü daha çok Ernst Fischer benimsemektedir. Fischer’a (akt. Eagleton, 2014b:
19 <http://www.vqronline.org/essay/literature-and-pnda>
20 A.g.e.
52
31) göre, gerçek sanat her zaman “çağının ideolojik sınırlarının ötesine geçer; bize,
ideolojinin gözlerden kaçırdığı gerçekler”e bakabilme olanağı tanır. Dolayısıyla,
Fischer’a göre edebiyat yazarın ideolojisini ve siyasi görüşünü doğrudan yansıtmaz.
Eagleton Edebiyat Kuramı (2014a) adlı kitabında edebiyat ile ideolojinin iki
ayrı olgu olduğu görüşüne karşı çıkar. Ona göre (2014a: 36) edebiyat “kelimenin
miras aldığımız anlamıyla, ideoloji”dir çünkü edebiyatın “toplumsal iktidar
sorunlarıyla çok sıkı bağıntıları vardır.” Eagleton’ın bu görüşü, edebiyatın doğduğu
siyasal, ekonomik ve kültürel ortamdan ayrı düşünülemeyeceğine işaret eder.
Marksist edebiyat eleştirmenlerinden Mihail Bahtin’in roman hakkındaki
görüşleri de propaganda ile edebiyat ilişkisine ışık tutmaktadır. Ancak öncelikle
Bahtin’in romanı nasıl tanımladığına bakmak gerekmektedir. Bahtin, iyi romanda
bulunan ve bulunması gereken çoksesliliği ve çokdilliliği şu sözleriyle anlatmaktadır
(2014a: 37):
Roman, sanatsal olarak düzenlenmiş bir toplumsal söz tipleri çeşitliliği (hatta
bazen de diller çeşitliliği) ve bireysel sesler çeşitliliği olarak tanımlanabilir.
Herhangi tekil bir ulusal dil, içsel olarak, toplumsal lehçelere, tipik grup
davranışlarına, mesleki jargonlara, tür dillerine, nesillerin ve yaş gruplarının
dillerine, taraflı dillere, otoritelerin, çeşitli çevrelerin ve geçici modaların
dillerine, günün hatta saatin özel sosyopolitik amaçlarına hizmet eden dillere
(her günün kendi sloganı, kendi sözcük dağarcığı, kendi vurguları vardır)
bölünecek şekilde katmanlaşır; tarihsel varoluşunun herhangi verili bir
uğrağında her dilde mevcut olan bu iç katmanlaşma, bir tür olarak roman için
vazgeçilmez bir önkoşuldur.
53
Bu sebeple toplumdaki “heteroglossia21 romana girdiğinde” roman diyalojik
bir yapıya bürünmüş olur (Bahtin, 2014a: 76). Romanın toplumdaki çoksesliliği
yansıtması zaten romanı roman yapan en önemli unsurdur. Romanların bu çoksesli
ve diyalojik yapısı, onu aynı zamanda bir “karnaval”a dönüştürür. Bahtin’in karnaval
sözcüğünü edebiyata uyarlamasının sebebi karnaval töreninin doğasında yatmaktadır.
Bahtin’e göre (2014b: 224) “hayatta geçirgen olmayan hiyerarşik engellerle
birbirinden ayrılan insanlar karnaval meydanında” eşit ve özgür olurlar. Bahtin,
karnavalın bu çeşitliliğine benzeyen çoksesli ve diyalojik romanları “karnavallaşmış
edebiyat” olarak tanımlar (2014b: 205). “Karnavallaşmış edebiyat” kategorisine
girmeyen romanların, yani toplumsal heteroglossia’yı romana taşıyamayan ve bu
nedenle monolojik yapıya sahip romanların, propagandist içeriğe sahip olacağı
sonucunu çıkarmak mümkündür.
Ancak Bahtin, propaganda ile roman ilişkisi hakkında bir kavramsallaştırma
yapmamaktadır. Yine de romanlardaki çoksesliliğe önem vermesi ve romanı roman
yapan şeyin bu karnavalesk yapı olduğunu vurgulaması, sadece yazarın sesinin
duyulduğu propagandist romanları “karnavallaşmış edebiyat” kategorisine
koymayacağının işareti olarak görülebilir. Çünkü propagandist ve partizan edebiyat,
sadece yazarın siyasi mesajının duyurulması amacını taşıyacağı için monolojik
olmaktan kurtulamaz. Zaten propagandist romanların diyalojik olması da
beklenemez. Çünkü propagandist romanın en önemli özelliği, yazarın düşünce
yapısının tek doğru kabul edilmesi ve bu tür romanlarda diğer seslere yer
verilmemesidir.
21Bahtin’in romanda kullanılan dillerin farklı ve çeşitli olması anlamına gelen kavramı.
54
Bahtin gibi Georg Lukacs da romanın toplumdaki bütünselliği yansıtması
gerektiğini savunmaktadır. Lukacs Roman Kuramı (2003) adlı kitabında başarılı
sanatçıların insan hayatının bütünselliğini eserlerinde yaratabilenler olduğunu ileri
sürmektedir. Propagandist edebiyatta Lukacs’ın anladığı anlamda bir bütünsellikten
bahsetmek de imkânsızdır. Çünkü propagandist edebiyat Eagleton’ın (2014b: 43),
Lukacs’ın romanının toplumun “mikrokozmik” bir örneği olduğunu belirttiği
anlamda bir mikrokozmik dünya yaratmaz. Bunun yerine, propagandist romanlar
yazarın niyetine uygun bir dünya düzeni inşa ederek mesaj vermeyi amaçlar.
Bu iki ayrı kutbun dışında daha az keskin görüşleri olan James T. Farrell ise
A Note on Literary Criticism adlı çalışmasında insan tecrübesini estetik/öznel tecrübe
ve işlevsel/ objektif tecrübe olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Ona göre, aynı şekilde
edebiyatı da iki kategoriye ayırmak mümkündür. Estetik kaygılara aşırı yatkınlık
“sanat için sanat” ile sonuçlanır ki bu Farrell için sanatın hayattan kopması anlamına
gelmektedir. Edebiyatın işlevselliğine aşırı yüklenen edebiyat ise edebiyatı ahlaki,
dini ve politik değerlere göre değerlendirmeyi gerektirir. Yani, Farrell ne tamamen
işlevsel edebiyatı ne de tamamen hayattan kopuk edebiyatı onaylamaktadır. Farrell’e
göre birçok yazar yaşadıkları dönemin sosyal şartlarını yansıtmaktadırlar; bu şartları
etkilemek istedikleri ölçüde de işlevsel olurlar. Ancak eserlerini ölümsüz kılacak
olan eserlerinin estetik yönleridir. Bu sebeple Farrell, “tüm sanat eserleri
propagandadır” fikri yerine daha makul ve rasyonel bir slogan önerir: “edebiyat
sosyal etki için bir araçtır” (akt. Ewers, 1943: 79-80). Farrell’in bu duruşu,
edebiyatın işlevsel olabileceği gerçeğini yadsımamakla beraber, edebiyatın
propaganda ile eşitlenemeyeceğini de göstermektedir.
55
Bu tartışmalar ışığında hidayet romanlarındaki propaganda unsurları,
tartışılmadan önce A. Ömer Türkeş’in (2009: 868) kendi çalışmasında “Hatırlatmak
İçin” başlığı altında belirtmiş olduğu düşüncelerini hatırlamakta yarar vardır:
Romandaki indirgemeci eğilimleri, edebiyatla siyaseti tartışırken demiri bir
yana fazla bükmüş olabiliriz. Yanlış anlaşılmalara yol açmamak için tekrar
etmekte fayda görüyorum: Sorun roman içeriğinin siyasetin içeriğine
uygunluğu, yazarın bağlanmışlığı, metinden yayılan ideolojiler değil, bir sözü
iletmek uğruna romanın araçsallaştırılmasıdır.
C. İşlevsellik ve Edebilik Çıkmazında Türk Edebiyatı ve Hidayet
Romanları
Edebiyat, yazarların görüşlerini kitlelere aktarabilecekleri ve bu anlamda onu
araçsallaştırılabilecekleri bir sanat dalıdır. Öyle ki, tarih boyunca ifade gücü en
yüksek sanat dalı olan edebiyatın farklı amaçlara hizmet ettiği fikri kabul gören bir
yaklaşımdır. Edebiyatın bu farklı işlevlerinin farkında olan edebiyat eleştirmenleri ve
kuramcıları, edebiyatın hangi amaçlara hizmet ettiğini ya da bir amaca hizmet edip
etmemesi gerektiğini tartışmışlardır. Bu bağlamda, edebiyat eleştirisinde iki ana
akımdan bahsetmek mümkündür. İlk anlayışa göre edebiyat estetik değeriyle
gündeme gelirken, ikinci anlayışa göre ise sanatın toplumsal işlevleri bulunmaktadır.
Ancak Türkeş’e göre (2009: 844), sanattan ve edebiyattan farklı amaçlara hizmet
etmesini talep eden görüş “indirgemeci bir yaklaşım”dır. Çünkü edebiyatın sadece
bir amaca ve çıkara hizmet etmesi, sanatın özerkliğine zarar veren bir durumdur.
Yine de tarih boyunca edebiyatın esprileri, trajedileri veya kahramanlıkları ifade
etmek için kullanıldığı; eğitime, siyasete ve dine hizmet ettiği bilinmektedir (Ewers,
56
1943: 69). Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de siyasiler edebiyata çok fazla görev
yüklemişler ve edebiyatın özerk alnından kopmasına sebep olmuşlardır. Bu durum,
edebiyatın edebi değeri önemsenmeyerek “işe yararlılığı”nın ön plana alınmasını
beraberinde getirmiştir ki bu, romana ve sanat eserine yapılacak en büyük
haksızlıklardan biridir (Türkeş, 2009: 844).
Türk edebiyatında da dönem dönem edebiyatın işlevselliğinin ön plana
alınarak edebiliğinin ikinci konuma itildiği bir gerçektir. Bu da edebiyatın, öncelikle
siyasetle içli dışlı olmasına ve estetik dışı eleştirilere maruz kalmasına sebep
olmuştur. Türkeş (2009: 845), Türkiye’de edebiyatın bu duruma gelmesinin yani
“kendi dinamiklerine bırakılma”masının sebebi olarak geç uluslaşmayı gösterir. Ona
göre geç ulusallaşan ülkelerde kültürel ürünler, kimlik inşasında önemli bir noktada
durmaktadır. Türkiye’de de Tanzimat’tan başlayarak Cumhuriyet romanı, köy
romanları ve hidayet romanları kimlik inşasında önemli bir yerde durmuş ancak
kendilerine verilen görevi yerine getirmek için zaman zaman edebiliklerinden ödün
vermişlerdir.
Bu konuda Berna Moran (2013: 11) Türk edebiyatında Batı’dan ithal edilen
romana toplumu “uygarlığa götürecek araçlardan biri” olarak bakıldığına işaret eder.
Batı’nın edebiyatına duyulan hayranlık ve eski Türk hikâyelerini hor gören bu
düşünce yapısı, Tanzimat döneminde halkı eğitmek için kullandığı edebiyatı
ilerleyen dönemlerde farklı sebeplerle kullanmıştır. Özellikle 19. yüzyılın ikinci
yarısından sonra edebiyata ve romana verilen bu “eğitici” ve “bilinçlendirici” işlev
Türk edebiyatında romana bakışın genel çizgisini oluşturmuştur.
57
Cumhuriyet romanları cumhuriyet değerlerinin aktarılmasını, köy romanları
toplumsal gerçekliğin yansıtılmasını, hidayet romanları ise toplumun İslami
değerlere göre yaşamasını hedeflemiştir. Cumhuriyet romanlarına ve köy
romanlarına biçim olarak benzerlik gösteren ve “yine onlar gibi hiçbir edebi kaygı da
taşımayan” (Türkeş, 2009: 851) hidayet romanları işlevsellikleriyle ön plana
çıkmışlardır. Bu amaçlarını yerine getirirken roman türünün biçimsel özelliklerini ve
edebiliklerini ikinci plana itmişlerdir. Türkeş’e göre (2009: 845) Türk edebiyatına
hâkim olan bu eğilim, Türkiye’de döneme bağlı olarak “ekonomik ve politik
meselelerin edebiyat alanına” aktarılmasıyla sonuçlanmıştır.
Edebiyatın edebiliğinden vazgeçip işlevsellik kazandığı noktada edebiyatın
araçsallaştığı görülür. Türkiye’de edebiyatın araçsallaşmasından duyduğu rahatsızlığı
“[e]debiyatı siyasete indirgeyenler, sanatın yalnızca iyiye hizmet ettiğinde iyi
olabileceğini ve iyi yazının ancak iyi karakterlere bağlı olduğunu düşünenler
Platon’un tezlerini belki hiç duymamışlardı” sözleriyle gösteren Türkeş’e göre
(2009: 845) Türkiye’de edebiyattan toplum mühendisliği beklenmektedir. Bu
yaklaşım, toplum mühendisliğine zorlanan edebiyatın öldürülmesine zemin
hazırlamaktadır. Ülkenin geçtiği sıkıntılı dönemlerde siyasilere yardımcı olması,
halka yeni yeşeren fikirlerin/akımların aşılanması ve yeni bir ulus bilincinin
oluşturulması için edebiyat araçsallaştırılmıştır. Bunun sonucunda, işlevselliğiyle ön
planda olan ve edebiliği sorgulanabilecek romanlar yazılmıştır.
58
1. “Ahlaklı Edebiyat”22 Türü Olarak Hidayet Romanları
Hüseyin Karatay’a göre (akt. Akçay, 2006: 23) hidayet romanları “Hakk’a
ulaşmak için bir araç”tır ve Allah’a ulaşmak için yazılır. Karatay’ın önerdiği bu bakış
açısı hidayet romanlarının propagandist niteliğine ışık tutmasının yanında, hidayet
romancılarının edebiyatı nasıl araçsallaştırdıklarını ve edebiliği nasıl hiçe
saydıklarını göstermesi açısından da önemlidir.
Uğur (2013: 92) temel kaygısı İslami mesaj vermek olan hidayet romanlarının
“roman kalitesi”nin düşük olduğunu belirtmektedir. Hidayet romancılarının İslami
hayat tarzı konusundaki görüşlerini başka anlatı türleriyle (makale, kitap vb.)
anlatıyorken, roman da yazıyor olmaları, edebiyatın araçsallaştırıldığının
göstergesidir. Hidayet romancıları için roman sadece fikirlerini okura aşılayacakları
bir anlatı türüdür, bundan öteye geçemez. Hidayet romancılarının edebiyatı bu
şekilde araçsallaştırmaları da onların “estetik kaygıları arka plana” ittiklerini
kanıtlamaktadır (Çayır, 2008: 40-41).
Müstehcen olmayan- yani edepli ve ahlaklı olan- romanlar yazmak hidayet
romancılarının temel kaygıları arasındadır. Dolayısıyla, hidayet romancıları için bu
amacın yerine getirilmesi yolunda edebiliğin kurban edilmesinin bir sakıncası yoktur.
Buna paralel olarak, hidayet romanlarında estetik değerlerin nihai amaç olmadığını
“Kitle Kültürü ve Popüler İslami Romanlar” başlıklı makalesinde Sağlık (1999: 19)
şu sözleriyle belirtmektedir:
22 Ahmet Günbay Yıldız’a göre hidayet romanları “ahlaklı edebiyat” kategorisine girmektedir.
Yazının tamamı için bkz. <http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm>.
59
İslami romanlarda, belli şablonlara uyan, klişeleşmiş bir yapı mevcuttur. Sanat
kaygısıyla yazılan romanlarda, önemli olan “konu” değil, bu konunun
işlenişidir. Konu “İslam” da olsa onun sanat-estetik açıdan güzel işlenmesi,
roman açısından şarttır. Oysa İslami romanlarda “konu” ve bu konu aracılığı
ile iletilmek istenen “mesaj” ön plandadır. Sanat-estetik kuralları ifade eden
“romanda yapı” yönünden bu romanların durumu son derece zayıftır.
Sağlık, bu açıklamasıyla mesaj kaygısında olan bir romanın estetik değerinin
olmadığını vurgulamaktadır. Dolayısıyla, hidayet romanlarının edebi değerini
düşüren kriter, içeriği değil bu içeriği işleme biçimidir. Bu durum sadece Türk
edebiyatı için geçerli değildir. Orwell 1941’de yazdığı “The Frontiers of Art and
Propaganda”23 başlıklı yazısında sanat ve propagandanın sınırının biçim ve içerik
tartışmasında yattığını vurgulamaktadır. Başka bir ifadeyle, sadece içeriği
önemseyerek mesaj kaygısında olan sanatçıların eserleri politik olmaktan, dolayısıyla
propagandist olmaktan, kurtulamaz. Ancak sanat eserinin biçimini ve estetiğini ön
plana koyan sanatçılar için böyle bir durum söz konusu değildir. Başka bir deyişle,
bir edebiyat eserinin edebi değerini düşüren kriter o eserin içeriğinin biçimine tercih
edilmiş olması ve mesaj kaygısıyla yazılmış olmasından ileri gelir. Bu bakış açısına
göre hidayet romanları edebi olmaktan uzaklaşarak propagandaya hizmet etmiş
olurlar. Bu saptamayı, Ahmed Günbay Yıldız’ın romanlarındaki edebi kaygıların
hangi noktada mesaj kaygısından ayrıldığı anlatmak için söyledikleri de
desteklemektedir:
Hiçbir zaman, edebi bir çalışma yapacağım düşüncesiyle ile oturmam yazının
başına. Edebi değer, yazarken yaşadığın duygular, anlattığın şeylerin derinliği,
samimiyetin vs. gibi kavramlarla kendiliğinden gelen bir şeydir. Yoksa edebi
23 <http://orwell.ru/library/articles/frontiers/english/e_front>
60
çalışma, bir amaç değildir, en azından benim için bu böyle. Roman yazmak,
hayata ayna tutmaktır...24
Yazarın edebiliğin asıl amaç olmadığını belirtmesi, romanlarının
propagandist niteliğine ve düşük edebiliğine kanıt teşkil etmektedir. Bu saptamalara
paralel olarak, Akçay (2006: 58) hidayet romanlarının “herhangi bir olayın anlatımını
roman diye” sunduklarını belirtmektedir. Dolayısıyla, biçime ve estetiğe önem
vermeyen hidayet romanlarının roman türünde yazılmış olması onları edebi yapmaya
yetmemektedir.
Hidayet romanlarının edebi değerini düşüren bir başka etmen ise romanların
klişelerle yazılmış olmalarıdır (Uğur, 2013: 85). Bu klişeler hidayet romanlarının
şematiğe dökülebilmesini sağlar. Hidayet romanlarında arayış içinde olan ve
hidayete ererek huzur bulan karakterlerin hikâyeleri genellikle mutlu sonla biter
(Çayır, 2008: 38; Sağlık, 1999: 21). Ayrıca, romanlarda erkeklerin kadınların
hidayetine vesile olması, Batılılaşma/modernleşme eleştirisinin ateist karakterler
üzerinden yapılması, Müslümanların mağdur “dava” adamları olarak tasvir edilmesi,
karakterlerden ziyade tiplerin kullanılması, ulvi aşkın şehvete karşı yüceltilmesi ve
tüm bu klişelerin “biz ve onlar” karşıtlığı üzerinden inşa edilmesi gibi ortaklıklardan
bahsetmek mümkündür. Tüm bu klişeler, hidayet romanlarının edebi niteliğini
düşüren örneklerdir (Uğur, 2013: 92). Uğur gibi, Türkeş de (2009: 849) roman
türünün bu derece klişelere boğulmasının hidayet romanlarını “indirgemeci
zihniyetin en çıplak hallerinden birisi” haline getireceğini vurgulanmaktadır.
24 <http://www.timas.com.tr/kurumsal/haberler/ahmed-gunbay-yildiz-roportaji.aspx>
61
Edebilik tartışmaları, İslami çevrenin edebiyatı nasıl değerlendirdiğiyle de
yakından ilgilidir. İslami çevre, İslami mesaj vermeyen edebiyatı ya da sanat eserini
zararlı bulmaktadır. Cihan Aktaş (2007: 55) İslamcılığın ilk yıllarında örtülü dahi
olsalar kadınların basılı herhangi bir yayında görülmelerinin ya da kamusal alanda
seslerinin duyulmasının “fesat sebebi” olduğunu, sanat eserlerinin de “şeytanın
araçları” olarak görüldüğünü vurgulamaktadır. Bu dönemde günah olan şeytanla ve
fitneyle eşleştirilmekte ve insanların bunlardan uzak durması vazedilmektedir.
Çayır’ın (2008: 29) “ifşa etme” olarak adlandırdığı bu durum, romanın İslami
çevrelerce zararlı bulunması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Ahmed Günbay Yıldız
“Batı klasiklerinde olsun, yerli romanlarda olsun, örf, âdet ve inançlarımıza yer
verilmediği gibi bütün bunlara saldırıyı ve müstehcenlikleri görüyordum”25 diyerek
romanlardaki “müstehcenliğe” vurgu yapmaktadır.
İslami olmayan edebiyatın bu günahkâr doğasının ancak İslami olmaları
koşuluyla temizlenebileceğine inanan İslamcı yazarlar, hidayet romanları ile bu
günahkârlığı ortadan kaldırdıklarına inanmaktadırlar. Bu sebeple, ancak
İslamileştirilmiş roman İslami çevreler için meşru bir edebiyat türü haline
gelebilmiştir (Çayır, 2008: 34). Romanın meşru bir tür haline gelmesi edepli ve
ahlaklı olmasıyla doğru orantılıdır. Çünkü hidayet romancılarına göre İslamileşen
edebiyat “bir edep [ve] ahlak formu”dur (Akçay, 2006: 76). Ahmet Günbay Yıldız’ın
“Bizce ‘Amentü’den soyunmuş bir edebiyat ruhsuzdur” (Yardım, 2000: 170) demesi
ve hidayet romanlarını “ahlaklı edebiyat”26 olarak tanımlaması buna bir kanıt teşkil
25 <http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm>
26 A.g.e
62
etmektedir. Benzer şekilde, Emine Şenlikoğlu da edebiyatın edepli olması
gerektiğine inanır. Öyle ki, Şenlikoğlu’na27 göre (2007: 109) “edebiyatçı edepli
olmalı. Edepsizce söylenen söz ve yazılar edebiyat olamaz.”
Sağlık (1999: 19) roman aracılığıyla “toplumun düzeltilmesi” gibi bir hedefi
olan hidayet romanlarının edebilikten uzaklaşacağını vurgular. Bunun dışında,
tesadüflerle dolu hikâyelerin sonlarının okur tarafından tahmin edilebilmesi, beş-on
yıl kadar uzun zaman aralıklarının birer cümle ile atlanması, yazarların okurlara
İslami bilgiler verme kaygısının bulunması, romanlarda tiplerin kullanılması ve
karakterlerin psikolojik tahlilinin yapılamaması bu romanların edebiliğini ve sanat
değerini düşüren kriterlerdir (Sağlık, 1999).
2. “Karşı Edebiyat”28: Köy Romanlarına Karşı Hidayet Romanları
Yukarıda da tartışıldığı gibi, Türk edebiyatında, Cumhuriyet romanları, köy
romanları ve hidayet romanları dönemlerinin siyasal, toplumsal ve kültürel
ihtiyaçlarına göre işlevsellikleriyle ön plana çıkmışlardır. Romanların
araçsallaştırılmasını “bir sözü iletmek uğruna” edebi değerlerin göz ardı edilmesi
olarak tanımlayan Türkeş (2009: 845) Türk edebiyatında böyle bir durumun
oluşmasını önemli bir sebebe bağlamaktadır. Ona göre (2009: 846) Cumhuriyet tarihi
boyunca Türk yazarı “bilgilendirme, aydınlatma” arzusunda, okur ise aydınlanma ve
bilgilendirilme ihtiyacında olmuştur. Bu ihtiyaçların giderilmesi için Türk edebiyatı
27 Şenlikoğlu (2007: 116) edebiyatı da “güzel ve edepli anlatım tarzı” olarak tanımlamaktadır.
28 Akçay (2006: 17) hidayet romanlarının köy romanlarına karşı çıkmasından dolayı hidayet
romanlarına “karşı edebiyat” tanımlamasını yapmaktadır.
63
araçsallaşmıştır. Her dönem farklı amaçları yerine getiren romanların benzerlikleri de
bulunmaktadır.
Ana sorunsalı Batılılaşma olan Cumhuriyet romanı yazarları; yeni hayat
tarzının ve kadın erkek ilişkilerinin örneklenebileceği hikâyeler üretmiştir (Çayır,
2008: 28). Bu ilişkiler hakkında mesaj verilebilecek bir alan olarak seçilen
romanlarda Doğu-Batı çatışması ana temayı oluşturmaktadır. Moran (2013)
Cumhuriyet romanlardaki bu çatışmanın kendini eski/yeni, imam/muallim,
Osmanlıcı/Batıcı gibi ikiliklerle gösterdiğini belirtir. 1950’lilere gelindiğinde ise
“aydınlanmacı ve kalkınmacı ütopyaların cisimleştiği mekân” olan köylerin konu
edildiği köy romanları da “siyaseten” yazılmaya başlanmıştır (Türkeş, 2009: 858).
Köy romanlarında idealist öğretmenlerin ve kötü imamların yaratılması Cumhuriyet
romanlarının yaptığı tarzda bir mesaj iletme yoludur. Zaten hem Cumhuriyet
romanları hem de 1950’lilerin toplumcu gerçekçi köy romanları “en doğru bilgi
verme/edinme aracına dönüştürülmüştür” (Türkeş, 2009: 859). Bu iki tür roman ile
Batı’nın/yeninin daha ileri olduğu ve geleneğin/eskinin yozlaştırıcı olduğu fikri
aşılanmaya çalışılmıştır.
1960’ların sonunda yükselişe geçen ve 1980’lerde zirve yapan hidayet
romanları ise köy romanlarına tepki olarak çıkmışlardır (Akçay, 2006; Çayır, 2008;
Uğur, 2013). Hidayet romancıları olarak tanımlanan bir grup yazar, toplumcu
gerçekçi romanlardaki din adamlarının olumsuz, öğretmenlerin olumlu tasvirlerinden
rahatsızlık duymuşlardır. Bu noktada, Ahmed Günbay Yıldız’ın roman yazmaya
nasıl başladığını anlatırken söylediği şu sözler hidayet romancılarının bu tür
romanlara tepki olarak yazmaya başladıklarını göstermektedir:
64
Batı klasiklerinin yanında Türk romancılarını da okuyordum ama hiçbirinde
kendimi bulamıyordum. Sadece Batı’nın düşüncesi, Batı’nın fikir yapısı vardı.
Bu gücüme gidiyordu. 1963’te askerdeyken Çiçekler Susayınca’yı bitirmiştim.
Sonra ‘Yanık Buğdaylar’ı bitirdim. Bir tepki olarak yazdım onları. Şule
Yüksel Şenler, Hekimoğlu İsmail ve benim kitaplarımızın çıktığı 1968 yılına
kadar, bizim insanımızın dünyaya bakış açısını, inancını ve hayat tarzını
yansıtan bir edebiyat yoktu. Şiirde, makalede vardı; fakat edebiyatta yoktu.29
Böyle bir tepkiyle yazılmaya başlanan hidayet romanlarında dindar kişiler
olumlu tasvir edilirken, modernleşmeyi/Batılılaşmayı/Cumhuriyeti sembolize eden
öğretmenlerin olumsuz tasvir edilmesi (Uğur, 2013: 113) bu tepkinin sonucudur.
Diğer bir deyişle, köy romanlarındaki “aydınlanmacı/ilerici öğretmenler” ve “gerici
imamlar” klişeleri hidayet romanlarında yerini dindar insanlar “aydınlanmacı ve
gerici öğretmenler”e bırakmıştır.
Hidayet romancıları, Batıcı ve maddiyatçı zihin yapısından ve bu zihin
yapısının romanlara sızmasından rahatsızlık duydukları toplumcu gerçekçi yazarları
alt etmek için yine aynı romancıların tekniklerini taklit etmişlerdir. Bu bakımdan
Çayır’ın (2008: 33) hidayet romanları için yaptığı, “düşman silahı ile silahlanmak”
benzetmesi duruma uygun düşmektedir. Köy romanlarının içeriğinden ve okura
verdiği mesajdan rahatsızlık duyan hidayet romancıları, ellerinde var olan örneklerin
zıddını üreterek roman yazmışlardır. Bu nedenle, Cumhuriyet romanları ve köy
romanlarının yaptığı gibi hidayet romanları da “toplum mühendisliği”ne hizmet
etmiş ve “projelendirilmiş toplumun ve insanın kullanım kılavuzları” olarak işlev
görmüştür (Türkeş, 2009: 850).
29 <http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_ahmet-gunbay-yildiz-romanla-hidayete-
erilmez_777476.html>
65
Akçay ve Çayır’a benzer şekilde, Uğur da (2013: 96) hidayet romanlarında
Cumhuriyet romanlardaki “denklem”in tersine çevrildiğini belirtir. Bu yolla, hidayet
romancıları Cumhuriyet romanların “yanlış anlatılarını” ortaya çıkararak “gerçek
İslam”ın ne olduğunu topluma göstermek istemişlerdir (Çayır, 2008: 56). Çayır’ın
“yanlış anlatılar” olarak tanımladığı bu anlatılar, Cumhuriyet ve köy romanlarının
Doğu-Batı çatışmasında Batı’dan yana olunan ve Batılılaşma yönünde propaganda
yapan anlatılarıdır. Hidayet romancılarına göre, bu romanlar İslami hayatın
gerilemesinin ve yozlaşmasının sebebi olmuştur (Çayır, 2008: 8). Hidayet romanları
ise yeniye karşı gelenekseli, inançsızlığa karşı İslam’ı, Batı’ya karşı Doğu’yu,
şehirleşmeye karşı gecekonduyu, öğretmene karşı dindar kimseleri olumlu tasvir
ederek karşı bir propagandaya girişmişlerdir. Bu propagandist romanlar aracılığıyla,
Batılılaşma yönünde halkı aydınlatmayı amaçlayan toplumcu gerçekçi romanlar
karşısında hidayet romanları da halka İslam’ı aşılamayı hedeflemişlerdir (Akçay,
2006: 22). Ahmed Günbay Yıldız’ın Vurun Kahpeye romanı için söylediği sözler bu
durumu özetler niteliktedir:
(…) mesela Halide Edip Adıvar’ın “Vurun Kahpeye” kitabını okuduğumda
tüylerim diken diken olmuştu. İnancı, dini olumsuz tasvir ediyordu, imamları
her şeye menfaati için yaklaşan, vatanı satılık eden insanlar olarak tasvir
ediyordu. Bu beni çok üzmüştü. Müslümanlar öyle değildir. Müslüman hak
hukuk bilendir. Ben Müslüman’ım deyip yanlış yaşayanlar olabilir. Ama bu
genellenemez. Ben de Kur’an’daki İslam’ı edebiyatta anlatmaya çalıştım.30
30 <http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_ahmet-gunbay-yildiz-romanla-hidayete-
erilmez_777476.html>
66
Görüldüğü gibi, bu romanların içeriğinden rahatsızlık duyan hidayet
romancıları romanlarında, Batılı hayat tarzı karşısına İslami bir hayat tarzı
yerleştirmişlerdir.
D. “Güdümlü Edebiyat” 31: Hidayet Romanlarının Propagandist Niteliği
Hidayet romanlarının propaganda metinleri olarak nitelendirilmelerinin en
büyük nedeni, bu romanların mesaj verme kaygısında olmalarıdır (Akçay, 2006: 62;
Çayır, 2008: 113-114; Erekli, 2006: 67). Mesaj verme kaygısını, edebi kaygılara
tercih eden bu romanlar, roman biçimini mesajlarını iletebilecekleri bir araç olarak
görürler. Hâlihazırda makale, kitap ve dergi yayımlayan bu yazarların, fikirlerini
romanlarla da iletmeyi tercih etmeleri de edebiyatı araçsallaştırdıklarının kanıtı
konumundadır. Çünkü akademik yayınlardan farklı olarak, okurda sempati
uyandırabilecek hikâyelerin anlatıldığı bu romanlar sayesinde, yazarlar İslami
tezlerini rahatlıkla hedef kitlelerine iletebilirler. Akçay (2006: 9-10) da hidayet
romanlarının “fikir kitaplarından” çok daha etkili olduğunu belirtmektedir.
İslami çevre romana “sanatsal faaliyet olarak” bakmaktansa dini tezlerinin
aktarılması için kullanılacak olan bir araç olarak bakmaktadır (Çayır, 2008: 31). Yani
hidayet romanlarındaki asıl amaç, edebi bir ürün yaratmak değil, fikirleri roman
kalıbına sokarak propaganda yapmaktır. Akçay’a göre de (2006: 17,19) hidayet
romanlarının asıl hedefi okura “İslami hassasiyeti aşılamak” ve okuru “hidayete
çağırmak”tır. Öyle ki, Minyeli Abdullah’ın kahramanı “(…) İslamiyet her
Müslümanın malıdır. O’nu hepimiz yaşayacağız. Günahkârların, hidayetini
31 Akçay (2006: 57) tezli öyküler oldukları için, hidayet romanlarını “güdümlü edebiyat” olarak
tanımlamaktadır.
67
isteyeceğiz ve günahkâr tevbe edinceye kadar hepimiz ona karşı infial göstereceğiz”
diyerek yazarın asıl amacını kendi cümleleriyle söyler (İsmail, 2014: 112). Bunun
dışında, hidayet romanı yazarlarının, oluşturdukları benzer anlatılarla İslam’ın üstün
olduğunu okurlara kabul ettirmek, bu yolla okurların davranışlarında değişiklik
meydana getirmek ve toplumu yönlendirmek gibi ortak amaçları bulunmaktadır
(Akçay, 2006; Çayır, 2008; Uğur, 2013).
Çayır (2008: 8) ve Akçay (2006: 57) hidayet romanlarının “tezli öyküler”
olduğunu ileri sürer. Hidayet romanlarının “tezli” olmaları da mesaj verme
kaygılarından ileri gelmektedir. Hidayet romanlarının temel tezi ise Batılılaşma ve
Türk modernleşme projesinin Müslümanların huzurunu bozduğu ve çözümün
İslam’da olduğudur (Çayır, 2008: 106). Çözümün İslam’da olduğu fikri açık ve net
şekilde okura iletir. Örneğin, Çiçekler Susayınca’da (2015: 165) Dursun Yadigar’a
çözümün İslam’da olduğunu şu sözleriyle anlatır:
(…) Dinimiz ki bütün fenalıklardan arınmış, faziletlerle doludur. Hayatta hiç
aç mezarı gördün mü sen? İnsanlar üç beş gün aç kalmazlar ölmezler. Allah
doğruların yardımcısıdır. Biz kendimize düşen mücadeleyi yaptıktan sonra,
elbette bizleri yaratan, rızkımızı verecektir. Yeter ki kötürüm bir adamın
yürüyebilme özlemi, amanın görebilme ümidi, sağır ve dilsizin duyabilme
konuşabilme hasretini çektiği kadar dinimize bağlı kalalım. Kur’an’ın ipine
sarılanlar, hüsran tohumlarını kurutur. Allah katında din İslam’dır, İslam’ın
çizdiği yoldan çıkmayanlarsa kurtulmuşlardır. Yapacağın her işi İslam’ın
terazisine koy ve onun tartısına göre karar bağla…
Aynı şekilde Minyeli Abdullah’ın kahramanı Abdullah (2014: 49) da
yozlaşmışlığın çözümünün İslam’da olduğunu; “Bu Müslümanlar Kur’an cevheriyle
dolup onun ahlakıyla ahlaklaşınca İslamiyet’in nasıl kurtarıcı bir din olduğu o zaman
68
anlaşılacaktır” sözleriyle iletir. Abdullah, İslam’ın evrensel bir din olduğunu ise şu
sözlerle aktarır (2015: 46-47):
İslamiyet, yirminci asrın ihtiyacına cevap verebilir. Kanun ve nizamın eskidiği
yerde o yine yenidir. Halimize bakıp da deme ki budur İslamiyet! İslamiyet
Kur’an’dır.. Müslüman ona uyan!... Evet, İslamiyet bir bütündür; onun
hukuku, iktisadi, maarifi, siyaseti, hatta tıbbı vardır. Lakin bugün iman
sarsılmıştır, işe ondan başlamalı.
Yani okura İslam’ın tüm sıkıntılara cevap verebilecek bir din olduğu fikri
aşılanır. Hidayet romanlarında tüm sıkıntıların İslam’la aşılabildiği bir dünya
yaratılır. Böyle bir dünya görüşü çerçevesinde, Asr-ı saadet dönemi örnek alınarak
huzur bulunabileceği mesajı hâkimdir (Uğur, 2013: 113). Örneğin, Minyeli
Abdullah’ta geçen “Bizim için asıl kaynak, Asr-ı Saadet denen Peygamberimizin ve
Hulefa-i Raşidin’in devridir” sözü bu durumu özetlemektedir (2014: 124).
Ancak hidayet romanları propaganda yaptıklarını açıkça gözler önüne
sermezler. Bunun yerine okurlara rehberlik ediyorlarmış gibi görünürler. Başka bir
deyişle, hidayet romanları okurların gündelik hayatlarındaki her alanı nasıl
İslamileştireceklerine dair “rehber” kitap haline dönüşür (Uğur, 2013: 103; Akçay,
2006: 79). Şenlikoğlu bu konuda çok nettir: “Roman bana göre, topluma yol gösteren
kılavuz ya da ışıktır” (2007: 153). Öyle ki, bu hususta Bize Nasıl Kıydınız’da (2014:
255) Hüseyin, Rabia’ya -dolayısıyla okura- mektup yazar ve mektubunda okuması
gereken 21 adet kitabı listeler:
1- Fasıldan Fasıla’ya, Fethullah Gülen
2- Demokrasi Risalesi/ Yaşar Kaplan
3- Hz. Fatıma Can Parçası /Av. Sibel Eraslan
69
4- Uzay Ayetleri/ Celal Yeniçeri
5- Çilenin Böylesi/ Hüseyin Üzmez
6- Biz Müslüman mıyız? /Muhammed Kutub
7-İslam’ın Dünya Görüşü/ Seyyid Kutub
8-Yoldaki İşaretler/ Seyyid Kutub
9-Avrupa Öyküler İstasyon/ Hacer Doğru
10-Kuşlar Vuruldu/ Mecbure İnal
11-Hristiyan Gülü/ Emine Şenlikoğlu
12- Aile Bilinci/ Aysel Zeynep
13-Yeni Nesil Yeni Toplum/ Metin Köse
14-Yürek Fethi/ Mustafa İslamoğlu
15-Yürek Devleti/ Mustafa İslamoğlu
16- Dört Halife/ Adil Akkoyunlu
17-Düzceli Mehmet/ Halit Ertuğrul
18-Sabah Namazına Nasıl Kalkılır/ Cemil Tokpınar
19-Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar/ Emine Şenlikoğlu
20-Kur’an’ı Kerim Meali/ İpek Dağıtım
21-Kılavuz İslam’ı Doğru Anlamak.
Bu romanlar ve kitaplar, yazarın okurdan okumasını beklediği kitaplardır.
Tavsiye niteliğindeki bu liste, okurun dini alanda hangi kaynakları kendine temel
kaynak olarak seçmesi gerektiği sorusunun cevabını da vermiş olur. Ayrıca, hidayet
70
roman yazarına göre okur dini bilgi yönünden bilgilendirilmeye ve yönlendirilmeye
muhtaçtır.
E. Paternalist Hidayet Romancısı: Propagandacı mı Roman Yazarı mı?
Hidayet romanlarının yazarı ve okuru arasında paternalist32 bir ilişki
kurulmaktadır. Gerald Dworkin’e33 göre paternalizm; bir devletin ya da kişinin, diğer
bir kişiye, daha iyi olacağı ve kötülüklerden korunacağı iddiasıyla, müdahale
etmesidir. Bu müdahale, karşıdaki kişinin iradesinin dışında gerçekleşir. Onur
Köksal’a göre ise (2011: 103) “paternalizm olgusu ataerkillikten türemiş ve kişinin
karşısındakini baba gibi koruma ve bunun karşılığında sadakat ve itaat beklediği bir
süreç”tir. Yani, paternalist bir ilişkide taraflardan biri diğerini, korunmaya muhtaç bir
çocuk gibi görür, onu koruyup kollar ve bunun karşılığında ondan riayet bekler.
Köksal (2011: 103) bu ilişki biçiminin “ebeveyn ve evlat arasındaki ilişkiye”
benzediğini belirtir. Hidayet romanlarında da yazar ve okur arasında böylesi bir ilişki
biçimi kurulur. Öyle ki, hidayet romancıları, okurun dini bilgiden yoksun olduğu ve
bu sebeple onun korunmaya ve bilgilendirilmeye muhtaç olduğu varsayımıyla, ona
temel dini bilgileri aşılamaya çalışır. Bu süreçte, romanın teması ve yaratılan her tip
propaganda mesajını okura göndermeye yönelik olarak seçilir. Bu durumda, hidayet
romanlarının okur profili de önem kazanmaktadır. Hidayet romanlarının hedef kitlesi
çoğunlukla genç kızlardır. Barbarosoğlu da (Şişman, 2004: 90) hidayet romanlarını
daha çok genç kızların okuduğunu şu sözleriyle belirtir:
32 Paternalist, “babacanlık” veya “hamilik” anlamına gelmektedir (Köksal, 2011: 102).
33 Yazarın “Paternalizm” yazısı için erişim adresi: http://plato.stanford.edu/entries/paternalism.
71
(…) kitapçıların önemli bir kısmıyla yaptığım görüşmelerde hidayet
romanlarını alanların ya genç kızların kendisi olduğunu, ya da kızlarının ya da
kız kardeşlerinin okuması için babaların ve ağabeylerin aldığını söylemişlerdi.
Buradan hareketle, hidayet romanlarını daha çok genç kızların ve genç
kadınların okuduğunu söylememiz mümkün. Askere gidince vakit geçirmek
için hidayet romanları okuduklarını söyleyen beylere de rastladım.
Hidayet romancılarının okurlarıyla olan paternalist ilişkisi, bu yazarların
romanları ne amaçla yazdıkları sorgulandığında da görülmektedir. Öyle ki, hidayet
romancıları, romanları tebliğ görevlerini yerine getirebilecekleri bir alan olarak
görmektedirler (Uğur, 2013: 89; Akçay, 2006: 15). Romanlar aracılığıyla çok fazla
kişiye ulaşabileceklerini bilen bu romancılar hem çıkarları doğrultusunda okurları
yönlendirmiş olmakta hem de tebliğ görevlerini yerine getirmiş olmaktadırlar. Tebliğ
aracı olan bu romanların “didaktik” olması da bu durumdan ileri gelir (Akçay, 2006:
15). Zaten tebliğ görevini yerine getiren bir kişinin didaktik olması beklenir.
Dolayısıyla, didaktik olan yazarların romanlarında taraf tutması ve görüşlerini açıkça
vaaz verircesine açıklamaları şaşılacak bir durum değildir (Sağlık, 1999: 20).
Didaktik olan hidayet romancısı, basit kurguları ve tiplemeleriyle okurun dini bilgiyi
hap şeklinde almasını ve bu sayede tutumlarını kendi niyeti doğrultusunda
değiştirmesini bekler. Yazar, bunu okurun ahlaki açıdan korunması gerektiğini
düşündüğü için yapar. Bu durum, Dworkin’in “Ahlakı Önceleyen Paternalizmi”34ne
örnek verilebilir.
Didaktik ve paternalist olmanın yanı sıra omniscient (tümgüçlü) yazar olarak
örneklendirilebilecek bu yazarlar kahramanların iç dünyalarına ait her bilgiye erişme
34 Ahlaki açıdan karşı tarafa müdahalenin bulunduğu bu paternalist ilişkide, müdahale ahlaki olduğu
için meşru kılınmış olur.
72
imkânına sahiptirler. Yazarlar okura kahramanların ne düşündüğünü dolaysız olarak
iletirler. Ayrıca, hidayet romancıları hikâyenin gidişatına müdahale ederek fikirlerini
belirtmekten de çekinmezler (Çayır, 2008: 64; Uğur, 2013: 97). Örneğin, Bize Nasıl
Kıydınız’da Rabia’nın karşı karşıya kaldığı durumu yazar şu sözleriyle anlatır (2014:
74):
‘Önce böl, sonra yut’ politikasının küçülmüşüyle karşı karşıya olduğunun
farkında değildi. (…) Nerden bilseydi ki, bozuk niyetliler avını avlamak için
önce ona iltifat ederlerdi. Aldanıyordu Rabia… (…) Ne kadar suç işleyen
Müslüman görüyorlarsa hepsinin suçlusu İslam’mış gibi konuşuyorlardı. (….),
İslam’ı karalamak için Müslümanları devamlı suçlu gösterme taktiği
izleniyordu.
Okur, Rabia’nın başına gelenleri okurken yazarın bu sözleriyle anlatıya müdahale
etmesiyle, Rabia’nın karşısındaki bu “bozuk niyetli” kişilerin yazar tarafından
onaylanmadığı açık bir şekilde görür.
Benzer şekilde, Minyeli Abdullah’ta yazar Minye’deki Müslümanların dinlerini
şeklen yaptıklarını anlatırken “(…) ibadet (maalesef) bir şekil olarak yapılıyordu”
(İsmail, 2014: 20) der. Parantez içine “maalesef” yazması yazarın duruma dâhil olup
bu durumun kötü olduğunu vurgulaması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu
cümle, okura İslam’ı şeklen yaşamanın yanlış olduğunu tembihleyen bir tona
sahiptir. Huzur Sokağı’nda da yazar Feyza’nın kızının okul müdürüyle olan
diyalogundan sonra “Feyza, her şeyi en güzel ve en anlaşılır şekilde ifade etmişti
ama, maneviyat düşmanı materyalist fikirli müdür beyde bunu anlayacak kabiliyet
yoktu…” (2008: 303) diyerek sübjektif değerlendirmelerini okurla paylaşmaktan
çekinmez.
73
Hidayet romancılarının bu “öğretici” konumu, hidayet romanlarının yükselişe
geçtiği 1980’lerdeki vaizliğin bir görev haline gelmesinden kaynaklanmaktadır.
Aktaş’a göre (2007: 48) “Seksenler bir vaaz dönemiydi zaten; dinini öğrenen her
mümin, fırsat buldukça vaaz vermeye de gönüllü oluyordu.” Benzer şekilde Akçay
da (2006: 24) “dönemin hâkim İslam anlayışının” tebliğ olduğunu vurgular. Örneğin,
Huzur Sokağı’nın başkahramanı Bilal, Huzur sokağına inşa edilecek olan apartmana
taşınacak Batılı hayat tarzındaki insanların sokağın huzurunu kaçıracağı endişesiyle,
camide komşularıyla bir buluşma ayarlar. Camide geçiyor olması, bu konuşmanın bir
vaaz havasında geçeceğini gösterdiği gibi Bilal’i de bir vaiz konumuna taşır (Şenler,
2008: 56-58):
(…) Evvela hepimizin bildiği bir husustur ki içinde yıllar yılı eksilmeye bir
huzurla yaşadığımız, dert, felaket, üzüntü ve sevinçlerimizi hep birlikte
paylaştığımız bu sokak, şu ahlaken her gün biraz daha bozulmakta olan
cemiyetin süfliliği arasında eski fazilet devrinden kalmış paha biçilmez bir
antika hükmünde ve kıymetindedir. Bizler, kendimizi, Huzur Sokağı sakinleri
olarak genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle bu kıymetli antikayı
gözümüzün bebeği gibi sonuna kadar her türlü tehlikeden korumak, maddi ve
manevi tahribattan muhafaza etmekle mükellef addetmeliyiz.
Biliyorsunuz, sokağımıza, mütavazi evlerimiz arasına yeni bir bina, büyük ve
modern bir apartman kuruldu. Allah sokağımız için hayırlı etsin. Temenni
edelim ki buraya taşınanlar, bu sokak sakinlerinin mazbut yaşayışına zıt
düşünceli ve hareketli insanlar olmasınlar. İmanlı, mukaddesatçı, muhafazakar
insanlar olarak bizlere komşu olsunlar. Ancak bugünkü cemiyet içinde 8-10
daireli bir apartmanın bütün dairlerinin de imanlı ve muhafazakar insanlar
tarafından satın alınması, maalesef hemen hemen imkansız bir şeydir. Bu
bakımdan, taşınacakların ekseriyetinin kozmopolit, yani maneviyattan
habersiz, Garb taklitçisi asil olabileceğini hesaba katarak, güzel sokağımızın,
asil çehresinin zamanla değişebileceği endişesi içinde bazı mevzulara temas
etmek yerinde olacaktır.
74
Göreceksiniz, bir müddet sonra sokağımıza eşya dolu kamyonların biri gelip,
biri çıkacaktır. Bu kamyonların içinden şahane koltuk takımları, lüks yatak
odası ve yemek takımları, kıymetli halılar ve avizeler ve daha bir sürü pahalı,
gösterişli, şatafatlı eşyalar inecektir. Gerek bu birbirinden kıymetli ve
gösterişli eşyalar, gerekse geniş pencerelere takılan ağır ipek perdeler, naylon
tüller, olabilir ki yeni yetişen genç kızlarımızın ve bazı genç hanımların
yüreğini kabartıp içlerinde bir nevi yerinme duygusuna yol açacaktır.
Başlangıçta olmasa bile ileride onlarda beğenmediğimiz bir takım şeyler, bize
cazip görünüp kendi hayat tarzımızı, onların hayat tarzlarına, kendi
kıyafetlerimizi onların kıyafetlerine benzetmek meyli kalplerimizde
uyanabilir.
Şuna şimdiden muhakkak gözüyle bakabiliriz ki apartmana taşınacak
kimselerin çoğu bizlere yüksekten bakacak, bizleri hor görmeye kalkacak ve
hatta giyim, kıyafet, hareket ve düşüncelerimizden dolayı bizi küçük görüp,
alaya dahi almaya cür’et edecekler…
Muhterem kardeşlerim, kendi dinlerinin icaplarına saygısızca sırt dönmüş
kimseler oldukları için kendilerini medeni ve dinimizin emirlerini, hakiki
Müslümanlığa yaraşır şekilde yerine getirdiğimizden dolayı bizleri cahil, basit,
görgüsüz ve gerici olarak kabul etmeye alışmış bu insanlara karşı gereken
insani ve İslami vazifelerimizi yerine getirmekle beraber, son derece uyanık
olmamız da zaruridir.
(…) İmanlı hanımlar ve genç kızlar, daima mütevekkil ve kanaatkar olmakla
tarihte en mutena yeri işgal etmişlerdir… kanaat, kadının ziynetidir… o maddi
olan her eşyadan daha kıymetli ve daha değerlidir gerçek manasında…
Kıyafet mevzuuna gelince, sokağımızda mazbut giyimli, imanlı ve asil genç
kız ve hanımlarımızın, Avrupa’nın sokak fahişelerinden farksız kıyafetteki
benliklerinden kopmuş, açık saçık, mini etekli, müstehcen kıyafetli bu nevi
süfli kadın ve kızlara gıpta nazarlarıyla bakarak, bu kepaze kıyafetli kadın ve
kızları kendilerine örnek alabilecek kadar küçülebileceklerini düşünmeyi dahi
abes görmekteyim…
Hasılı bu sokağın şerefini, namusunu, iffetini, izzet ve hayatiyetini korumak
ve İslami yaşayış ve prensiplerimize en ufak bir halel düşürmemek yolunda,
75
bu günden itibaren birbirimizle adeta yarışa girişmeli, en ufak hata veya
birimizin o tarafa meyil etmemiz karşısında birbirimizi incitmeden ikaz
etmeliyiz kardeşlerim…
Yazarın bu sözleri Bilal’e söyletmesi okura dolaylı yoldan ulaşması anlamına
gelir. Bu satırlarda konu edilen Huzur Sokağı Türkiye’nin dindar kesimi olarak
düşünülecek olursa, apartman dairesine yerleşecek olan “Garp taklitçisi” insanlar da
“dinsiz” insanları sembolize eder. Böylesi uzun bir vaazla, yazar okura bu tür Batılı
bireylerden her şekilde uzak durmaları, onlara özenmemeleri ve özellikle genç
kızların namuslarını korumaları konusunda uyarıda bulunmuş olur. Benzer şekilde,
Çiçekler Susayınca’da Elif camide verilen bir vaaza denk gelir. Yazar bu vaazı
okurla paylaşır (Günbay Yıldız, 2015: 192-193):
Ey Yüce Allah’ın kendilerine vücut ve ruh vererek yeryüzüne imtihan için
gönderdiği insanlar! Sizlere hitap ediyorum.
Allah’ın en güzel nimetlerinden ve lütuflarından faydalanmaktayız. Bunlara
karşılık olarak, bizleri yoktan var eden kainatın sahibine şükretmek şöyle
dursun, günde beş defa isyan ediyor, emirlerine karşı geliyoruz! Düşünelim bir
kere, hangi yüzümüzle misafirhaneden ölümsüzlük diyarına göç edip, O’nun
yüce huzuruna çıkmayı bekleyeceğiz? Sorarım sizlere, nüfus kâğıtlarında
İslam yazan mümin kardeşlerim.
Yazarın böyle bir vaazı seçip okura yöneltmesi, yazarın öncelikli olarak okura
isyan etmemeleri; bunun yerine şükretmeleri hususunda mesaj iletmek istediğinin
göstergesidir. Bize Nasıl Kıydınız’ın (2014: 88-89) Hüseyin’i de çalıştığı yerdeki
işçilere konferans verir:
Sizi biraz yoracağım. Bıktığınız zaman söylersiniz. Söze iyi ve kötünün ne
olduğundan başlamak istiyorum. Kardeşlerim, inanın insanlara Allah’ı inkar
ettirmek isteyenler var. Kimi aldanıyor, kimi soruyor. “Nasıl olur da biz
76
Rabbimizi tanımaz, ona isyan ederiz? Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır
da, bize sayısız nimetler veren Allah’ımızın hiç hatrı yok mudur?” Bakın şöyle
bir kafamızı gökyüzüne kaldıralım, geceyi seyredelim, alemi, gökleri…
Kalbimizin bambaşka feyizler aldığını, ruhumuzun da biraz uyandığını
göreceğiz. Geceler derin ve de hüzünlü, Yunuslar buradan seslenir sanki.
“Gökyüzü de bir ayettir.” Der Rabbimiz. İsterseniz şu ilginç atmosfere bir göz
atalım. Atmosfer tabakası bir tavan hükmündedir. Rabbimiz onu da şöyle izah
eder biz kullarına: “Biz göğü korunmuş bir tavan kıldık.” Bu ayeti kerime,
mealen ifade ettiği birçok manalar yanında bizi güneşin zararlı ışınlarından
muhafaza eden atmosfer tabakasını da ifade etmektedir. Evet kardeşlerim,
Allah’ın varlığından şüphe etmek ya kasıtlıdır, ya da bilgisizliktir.
Örneklerde görüldüğü gibi, İslami yazarların İslami kaygısı ve romanlar
aracılığıyla okura mesaj verme kaygıları hidayet romanlarını “öğretiler
manzumesi”ne dönüştürür (Çayır, 2008: 56). Böylelikle, okurun dinlediği bu
tavsiyeleri özümseyerek hayata geçirmesi hedeflenir.
Hidayet romanlarının İslami değerleri aşılamaya verdiği öncelik ve edebi
kaygıları ikinci plana atmaları, bu romanların propagandist niteliğine ışık tutsa da
hidayet romancılarının bu konudaki görüşleri bu romanların propaganda metinleri
olduğu iddiası için daha önemli bir ölçüttür. Yazarların, muhtelif röportajlarda
sorulan sorulara verdikleri yanıtlar, yazdıkları romanların propaganda metinleri
olduğunu göstermesi açısından değerlidir. Öyle ki, asıl adı Ömer Okçu olan
Hekimoğlu İsmail bir röportajında neden roman yazdığı sorusuna şöyle yanıt verir:
Önce meseleye baştan başlayalım. 1960’lı yıllarda üç büyük fikir hareketi
vardı. Bir Türkçüler, iki dindarlar, üç dine karşı olanlar. Herkes kitap yoluyla
davasını anlatıyordu o dönemde. İşte komünistler, Türkçüler vs. dindarların
kitapları ise sadece ilmihallerden oluşuyordu. Durmadan ilmihal basılıyordu.
Hâlbuki ilmihal ancak İslam’ı kabul etmiş insanların okuyacağı bir kitaptır.
Önemli olan insanlara İslam’ı nasıl kabul ettireceğiz? Yani usul yanlış. Yoksa
77
ilmihal başımızın tacı. İslam’da fıkıh birinci sıradadır. Diğer ilimler sonradan
gelmeli. Sokaktaki adama hitap etmemiz lazım. Nasıl olacak bu? (…) Bunun
üzerine "Ben" dedim “roman yazacağım.” 35
Hekimoğlu İsmail’in asıl amacının “İslam’ı insanlara kabul ettirmek” olması
ve bunun için romana başvurması, edebiyatın araçsallaştırılmasına örnek teşkil ettiği
gibi bu yazarı bir roman yazarı yerine propagandacı yapmaktadır. Bunun dışında
hedef kitlesinin “sokaktaki adam” olması da önemli bir noktadır. Hidayet romanları
İslami bir hayat yaşayan ve ilmi kitapları okuyan kişilere değil, ilmi kitaplardan
bihaber olan ve “uçurumun kenarında olan”, “arada kalmış” kişileri hedef
almaktadır. Bu konuda Şule Yüksel Şenler de benzer görüşleri dile getirmektedir.
Şule Yüksel Şenler bir röportajında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendisine belge
verip camilerde vaize olarak çalışmasını teklif ettiğini ama kendisinin bu teklifi kabul
etmediğini belirtmektedir. Bunun nedeni olarak ise: “Mescitler camiler, bizim için
kutsal, şeref duyarım ama benim gayeme çok zıt. Camiye gelmeyenlere yöneliyorum
ben”36 diyerek hedef kitlesinin İslam’ı bilmeyenler olduğunu vurgulamaktadır.
Başka bir röportajında Hekimoğlu İsmail, hidayet romancılarına yapılan
eleştirilerin de bilincinde olarak romanlarının mesaj kaygısıyla yazıldığını şu
sözleriyle açıklamaktadır: “Romanlarımda fikir yönü ağır basar. Zaten bunun için
yani mesaj verdiğimiz için bunlara roman demiyorlarmış. Fakat Don Kişot’u, Monte
Kristo’yu, Sefiller’i, Faust’u, Hamlet’i, Karamazof Kardeşler’i, düşününüz, bunların
hangisi mesaj vermiyor ki…” (Yardım, 2000: 131). Hekimoğlu’nun bu sözleri
Sağlık’ın (1999: 21) hidayet romanlarını “İslam konulu bir makaleye” benzetmesini
35 <http://www.aksiyon.com.tr/portreler/biz-hz-isanin-hayatini-mi-yasiyoruz_508872>
36 <http://www.yenisafak.com.tr/roportaj/tesetturun-icini-bosalttilar-318080>
78
haklı çıkarmaktadır. Kendi fikirlerini romanları aracılığıyla ilettiğini belirten
Hekimoğlu İsmail, her romanın zaten bir mesajı olduğunu vurgulamaktadır. Her
romanın bir mesajı olduğu doğrudur, çünkü yazma eylemi ya da bir hikâyeyi anlatma
biçimi bir duruş sergiler. Örneğin, Van Doren37 de bir lirik şairin şiirinin teması
dışındaki temaları daha az önemsiz gördüğünü ya da sone yazan bir şairin
sevgilisinin kaşlarından bahsederken statükoyu savunduğunu söyleyebileceğini
belirtir. Ancak bu, her yazarın bu amaçla eser ürettiği anlamını taşımaz. Bir yazar bir
konu hakkında mesaj vermek ve okurun davranışlarını bu mesaj doğrultusunda
yönlendirmek niyetindeyse o romanın propagandist niteliğinden söz edilebilir. Keza,
Hekimoğlu İsmail de kitapları için, “Her makalem, her kitabım sevgilime yazdığım
bir mektuptur; sevgilim de İslamiyet’tir” 38 derken, romanlarının sadece İslamiyet’e
hizmet ettiğini kabul etmektedir.
Hekimoğlu İsmail gibi, Ahmed Günbay Yıldız da fikirlerini neden makale
gibi fikir yazılarıyla değil de roman aracılığıyla yazdığı sorusuna şu şekilde yanıt
vermektedir:
Romanın içinde her şey vardır. Makalede ve fikri eserlerde her şeyi
anlatamazsınız. Roman ise bir yaşam okyanusudur. İnsan neyi yaşıyorsa, o
vardır romanın içinde. Roman insanlara rol modeller sunar. Aslında ben de şiir
yazarak başladım. İlk romanlarımı bitirdiğimde 300 tane şiirim vardı. 1968
yılında Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ı çıkmıştı ve Ankara’ya
gelmişti. Tanıştık, nasip oldu. Ona kitaplarımı anlattım. Evime geldi ve
şiirlerimi, romanlarımı inceledi. Şiirleri okudu “Yırtacak mıyız, acımayacak
mısın?” dedi. “Niye yırtacağız?” dedim. Dedi ki; “Ancak tek yönlü gidersen
37 <http://www.vqronline.org/essay/literature-and-pnda>
38 <http://www.dunyabulteni.net/haber/181117/hekimoglu-ismaille-kitaplari-uzerine>
79
muvaffak olursun. Şu anda gereken romandır. Romanda hayat tarzı her şey
anlatılır.” dedi. “Yırtıyoruz abi!” dedim. Hiç acımadan yırttık. Ve onun
desteğiyle Yeni Asya’da Çiçekler Susayınca 6 ay tefrika edildi. 39
Böyle bir bakış açısıyla yayımlanan Çiçekler Susayınca’nın “rol modeller”
sunmak için yazıldığı gözler önüne serilmektedir. Ahmed Günbay Yıldız, başka bir
röportajında “‘Tezli’ çalışmalarınızın hepsinde mesaj verme kaygısı geniş ölçüde
hissediliyor. Sizce roman belli bir fikri empoze etmek zorunda mıdır? Bu açıdan
meseleye yaklaşıldığında sanat eseri ile ideolojik düşünce arasında nasıl bir bağlantı
kurulabilir?” (Yardım, 2000: 170-171) sorusuna şu şekilde yanıt vermektedir:
Edebiyat bir milleti yapmanın veya yıkmanın en tesirli aletidir. Bir kısım
çevreler edebiyatı ahlaksızlığa alet ettiklerinden cemiyetimiz iyice sarsılmış,
hapishaneler dolmuş, dolandırılanların sayısı artmış, aile sarsılmış,
meyhaneler, kumarhaneler tıklım tıklım dolup taşmaya başlamıştır. (…)
edebiyatı ailenin güçlenmesi, sefahatin azalması yönünde kullanmalıyız. (…)
Dünya üzerinde mesaj vermeyen roman yoktur. Çünkü bir roman ya iyiliği
anlatır, ya kötülüğü… Eğer iyiliklerin bütünü olan İslamiyeti anlatmak bir
mesaj ise, kötülükleri anlatmak da bir mesajdır.
Edebiyat için “kullanma” kelimesini seçmesi Ahmed Günbay Yıldız’ın
edebiyatı araçsallaştırdığının en belirgin kanıtıdır. Yazarın romanı “[b]ir milleti
yapmanın veya yıkmanın en tesirli aleti” olarak görmesi ise, yazarın romanlarını
toplumu yönlendirmek için yazdığını göstermektedir. Dahası, Ahmed Günbay Yıldız
“[a]macım, İslam’da hak edilen anlayışa doğru nesli götürmek”40 derken hidayet
romanlarının propaganda amaçlı yazıldığını vurgulamaktadır.
39 <http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_ahmet-gunbay-yildiz-romanla-hidayete-
erilmez_777476.html>
40 <http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm>
80
Huzur Sokağı romanının yazarı Şule Yüksel Şenler ise romanının dizi olarak
çekileceği ile ilgili olarak şu sözleri söylemektedir: “Benim vermek istediğim
mesajları değiştirmezlerse bu bana yeter. Ne de olsa Huzur Sokağı nice nice
hidayetlere vesile olsun, temiz, dürüst, imanlı, ahlaklı nesiller yetişsin diye yazıldı.”41
Huzur Sokağı’nın neden yazıldığına cevap teşkil eden bu yanıt, Şule Yüksel
Şenler’in asıl hedefinin okurları hidayete erdirmek olduğunu göstermektedir.
“Vermek istediği mesajlar”ın değiştirilmemesi kaydıyla romanın biçiminin herhangi
bir biçimde değiştirilmesinin de sorun yaratmayacağını belirtmesi, yazarın biçimi ve
edebiliği ikincil gördüğü gerçeğini de açıkça ortaya koymaktadır.
Şule Yüksel Şenler, bu amacını başka bir röportajında tekrarlamaktadır:
“Huzur Sokağı’nı yazmamdaki gaye İslami ahlakın o sokağa verdiği huzurun, sadece
mahalleye, şehre ya da ülkeye değil, bütün dünyaya yayılmasını sağlamaktı. Bütün
dünyanın aynı şekilde bu değerlerle yaşantılarını sürdürmesini istedim.”42 Yazar,
sadece romanlarının değil, konferanslarının da propagandist niteliği olduğunu şu
sözleriyle açıklamaktadır:
Ankara Dil Tarih'te verdiğim konferansta örtünmenin yaşlılara, cahillere
mahsus olmadığını anlattıktan sonra tahsil hayatında da hiçbir manisi
olmadığını söyledim. "İstanbul'daki arkadaşlarımız okula başörtüleriyle
geliyorlar" dedim. O sözüm elastikiydi. Geliyorlar deyince sınıfa öyle
giriyorlar anladılar. Zaten ben öyle anlaşılsın diye söyledim. Maya tuttu. 43
41 <http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_kitabim-dizi-olmus-televizyondan-
ogrendim_1331289.html>
42 <http://www.timeturk.com/m/haber.asp?id=563708>
43 <http://www.yenisafak.com.tr/roportaj/tesetturun-icini-bosalttilar-318080>
81
Yazarın bu sözleri, propaganda bölümünde anlatılan “Abartma ve Çarpıtma
Kuralı”44nı anımsatmaktadır. Yazarın, konferansa gelen dinleyicilerin yanlış
anladığını bilmesine rağmen konuyu anlatmaya devam etmesi propagandist
amaçlardan ileri gelmektedir.
Bize Nasıl Kıydınız romanının yazarı Emine Şenlikoğlu’nun yazar olmak
isteyenlere tavsiyeler verdiği Beyaz Devrim Kalemle Başlar adlı çalışması yazarın
edebiyatı nasıl algıladığını göstermesi açısından önemlidir. Zaten kitabın başlığından
anlaşılacağı gibi Şenlikoğlu’na göre “yazarların kalemlerinden dünya beyaz devrim
görecek”tir (2007: 55). Bu hususta, Şenlikoğlu’na göre yazar olmak isteyenler
İslam’dan ödün vermemelidir: “Şimdiden çevrenize bir gün yazar olacağınızı
Allah’ın izniyle şahsiyetli Müslüman duruşunuzdan taviz vermeyeceğinizi duyurun”
(Şenlikoğlu, 2007: 51).
Yazar, kitabına “Yazmak sanattır, disiplindir, toplumun mimarlığıdır.
Hepsinden öte yazmak büyük ibadettir” sözleriyle başlar (Şenlikoğlu, 2007: 15).
İmamlar gibi yazarların da toplumu yönlendirme güçleri olduğunu belirten
Şenlikoğlu’na göre (2007) yazarlar, yazarken hem ibadet yapar hem de toplumu
yönlendirirler. Yazarın bu özelliği ona propagandacı olmasının yolunu açar çünkü
propagandacıların en önemli özelliği kitleleri yönlendirme niyetleridir. Buna paralel
olarak, Şenlikoğlu (2007: 129) edebiyatın dini yaymak için araç olarak kullanılması
gerektiğini “[y]azılan kitaplarda okuyucunun idrakine gizli çalışma yapılmalı.
Kitabınızı okuyan okuyucunun idraki/ufku genişlemeli. Bu da okuyucuya
hissettirilmeden yapılmalı. Bu yöntemle yazan nice yazarlar, bir gecede okuyucusunu
44 Bkz. 32. sayfa.
82
dinden koparmıştır. O halde biz neden dinlerini tanıyarak sevmelerini
sağlamayalım?” sözleriyle anlatır.
Edebiyatın araçsallaştırılmasını doğal karşılayan Şenlikoğlu’na göre, zaten
mesajı olmayan bir roman olamaz: “Eğer bir romanın-hikayenin, mesajı yoksa, bir
tavsiyesi yoksa, bir meselesi yoksa, bir acısı yoksa ve bir derdi yoksa neden yazılsın
ki? Bizim saf heyecan olsun diye yazma lüksümüz yok” (2007: 154). Zaten
Şenlikoğlu (2007: 42), ilk yazılarında da “saf heyecan” olarak nitelendirdiği edebiliği
önemsemediğini “Ben tek noktaya odaklanmıştım. Cihat etmeliydim; akideyi bilerek,
İslam’ı bilerek cihad. Bunlardan pişman değilim olmazsa olmazlarımız bunlar. Fakat
bir de yazma sanatı üzerine biraz bilgim olsa daha güzel olmaz mıydı? Olurdu, ama
ben bilemedim” sözleriyle itiraf eder.
Görüldüğü gibi Şenlikoğlu’na göre cihat hâlâ yazmanın en önemli
parçalarından biridir. Bunun dışında, Şenlikoğlu’na göre yazarların “akide
bilgisi”45nin olması şarttır. Şenlikoğlu’na göre “Müslüman yazar için, edebiyattan
önce akidesini bilmek gelir” (2007: 91). Yani bir yazar için edebi kaidelerden önce
dini kaideler değerlidir. Hatta “dininden kompleks” duyan yazarlar “peşinen
harikasını katletmiş olur”lar (2007: 92). Bu nedenledir ki, diğer yazarlar gibi
Şenlikoğlu’na göre de edebilikten önce dini hassasiyetler gelmektedir.
Yazarların yukarıda alıntılanan görüşleri temel alındığında hidayet
romanlarının hangi amaçla yazıldığı görülmektedir. Ayrıca, yazarların bu romanları
45 Şenlikoğlu (2007: 97) akide bilgisini “Müslüman kişinin inancına ait bilgiler bütünü” olarak
tanımlamaktadır.
83
yazmadaki amaçlarının okura İslami değerleri aşılamak olduğunu kabul etmesi bu
romanların propaganda metinleri olduğunu kanıtlamaktadır.
Propaganda tanımının yapıldığı bölümde tartışıldığı gibi Qualter’ın (1980:
279) propaganda tanımının en önemli bölümlerinden biri propagandanın “bilinçli bir
faaliyet” olmasıdır. Bu bakış açısına göre, bir pratiğin propaganda sayılabilmesi için
propagandacının hedef kitlesinin tutumlarını değiştirmek ve yönlendirmek için kasıtlı
bir girişimde bulunmuş olması gerekmektedir. Bu sebepledir ki, bir araştırmacının
“(…) herhangi bir eylem veya edimin bir grubun tutumları üzerinde kontrol kurmak
için girişilmiş bilinçli bir faaliyetin bir bölümü olduğu ispat edilemedikçe” bu eylemi
propaganda olarak tanımlaması yanlış olacaktır (Qualter, 1980: 279-280).
Dolayısıyla, hidayet romanları yazarlarının yukarıda alıntılanan sözleri, hidayet
romanlarının “(…) herhangi bir eylem veya edimin bir grubun tutumları üzerinde
kontrol kurmak için girişilmiş bilinçli bir faaliyetin bir bölümü olduğu” (Qualter,
1980: 279-280) kanıtlaması açısından kritik öneme sahiptir.
84
III. BÖLÜM: HİDAYET ROMANLARININ İLK ÖRNEKLERİNDE
PROPAGANDA UNSURLARI
Çalışma kapsamında, iki erkek ve iki kadın yazarın romanları seçilmiştir.
Bunlar, Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı, Emine Şenlikoğlu’nun Bize Nasıl
Kıydınız?, Ahmed Günbay Yıldız’ın Çiçekler Susayınca ve Hekimoğlu İsmail’in
Minyeli Abdullah adlı romanlarıdır. Ancak hidayet romanlardaki propagandist
unsurlar incelenmeden önce romanların kısa özetlerinin yapılması gerekmektedir.
Amaç sadece romanları özetlemek değil, aynı zamanda hikâye anlatımlarındaki
benzerliklerin gösterilmesidir.
Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı adlı romanı inançlı insanların yaşadığı
Huzur Sokağının anlatımıyla başlar. Roman, Feyza ve Bilal karakterlerinin hikâyesi
temelinde şekillenir. Bilal, Huzur Sokağındaki gecekondulardan birinde yaşayan
inançlı bir gençtir. Feyza, Huzur Sokağına yapılan apartmana taşınır. Bilal ve Feyza
birbirlerine âşık olurlar ancak Bilal, Feyza inançlı olmadığı için başka bir kadınla
evlenir. Feyza da başka bir adamla evlenir ancak hiç mutlu olamaz. Bilal ve
Feyza’nın hikâyeleri ayrı ayrı anlatılırken, Bilal’in eşi ölür ve Nusret adında bir oğlu
olur. Feyza ise Hilal adında bir kız dünyaya getirmiştir ve kocasından boşanmıştır.
Kızı ve dadısıyla yaşamaya başlayan Feyza evde çalışmaktadır, Bilal ise yüksek
kimya mühendisi olmuştur. Bir gün Bilal ve Feyza karşılaşırlar ancak Feyza artık
hidayete erdiği için ve Bilal’in eşinin hayatta olduğunu düşündüğü için Bilal’den
uzaklaşma kararı alır ve başka bir semte taşınır. Bilal uzun süre boyunca Feyza’yı
arasa da bulamaz. Ancak Feyza ve Bilal’in yolları tesadüfî şekilde kesişir. Bilal’in
oğlu ile Feyza’nın kızı Hilal birbirlerine âşık olurlar. Feyza ise Nusret’in babasının
85
Bilal olduğunu ancak romanın sonunda öğrenebilir. Ancak öğrenmesi bir şeyi
değiştirmez çünkü Feyza mahkemede şahitlik yaparken vurulur ve ölür.
İkinci kadın yazar olarak seçilen Emine Şenlikoğlu’nun Bize Nasıl Kıydınız
romanı trajik bir sahne ile başlar. Romanın daha ilk sayfalarında roman kahramanı
Rabia ağlarken, yatak odasında bulunan annesinden gülme sesleri gelir. Annesi
odadaki halıya oturmuş, kendi dışkısıyla oynarken tasvir edilir. Bu tüyler ürpertici
sahne sonrasında, Rabia’nın kardeşi İsmail kömürlükte çuvalın içinde ölü bulunur.
Bu olaydan sonra, Rabia’nın annesi İsmail’i öldürmekle suçlanır. Akli dengesini
yitirmiş annesine bir süre evde bakan Rabia, daha sonra annesini akıl hastanesine
yatırmaya razı olur. Ancak bir süre sonra Rabia’nın babasının, annesini yengesiyle
aldattığı ortaya çıkar. Ayrıca, İsmail’i öldürenin de babası olduğu kanıtlanır.
Rabia’nın babası ve yengesi Nermin tutuklandıktan sonra, Rabia amcasıyla
yaşamaya ve bir konfeksiyonda çalışmaya başlar. Bu arada dinden iyice soğuyan
Rabia, çalıştığı yerdeki inançlı Hüseyin ile komünist Cemil arasında kalır. Ancak
Hüseyin, Cemil’den daha baskın çıkarak Rabia’nın hidayetine vesile olur. Daha
sonra; Rabia örtünür, konferanslar vermeye başlar ve inançlı bir adamla evlenir.
Seçilen erkek yazarlardan ilki Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah romanı
Minye’de geçer. Roman Abdullah’ın küçük bir çocukken yaşadıklarının anlatımıyla
başlar. Abdullah büyüyüp evlenir ve evde dini kitaplar okuduğu için hapse atılır. Eşi
Sevde, Abdullah hapishanedeyken zor durumda kaldığı için Abdullah’tan boşanır.
General Necip yönetime gelince Abdullah hapisten çıkar ve rıhtım hamalı olarak
çalışmaya başlar. Abdullah ayrıca, Halit isminde bir çocuğun okul için harcamalarını
karşılar ama karşılık olarak onun İslamiyet’e hizmet etmesini ister. Halit üniversiteyi
86
bitirip üniversitede hoca olur. Abdullah’ın hikâyesinin yanı sıra, Sevde ve oğulları
Bilal’in hikâyesi anlatılır. Bilal üniversiteyi kazanır ve tesadüf eseri Halit’in
üniversitedeki öğrencilerinden biri olur. Hocasından, babasının yaşadığını yine
tesadüfî şekilde öğrenen Bilal, babasıyla annesini bir araya getirir. Abdullah ve
Sevde tekrar evlenirler. Kısa sürede, Abdullah Kahire’nin baş komiserliğini alır
ancak bir vekilin oğlunu nezarethaneye attırdığı için baş komiserlik elinden alınır. Bu
arada, Bilal okulu bitirir ve konferanslar vermeye başlar. Bilal, verdiği konferansta
bir komünist tarafından öldürülür. Romanın sonunda da İsrail-Mısır savaşı patlak
verir. Bu savaşta, Abdullah ve Sevde ölür.
İkinci erkek yazar Ahmed Günbay Yıldız’ın romanının başlığı ise Çiçekler
Susayınca’dır. Hikâye Elif adında bir genç kızın Birli adında bir külhanbeyi
tarafından tecavüze uğradıktan sonra dine yaklaşmasını konu edinir. Elif’i babası
başına gelenlerden dolayı reddeder ve Elif, Keriman adlı inançlı bir kadının yanında
yaşamaya başlar. Bu esnada, Dursun ve Yadigar adlı iki gencin de hikâyesini
hikayesi anlatılır. Tesadüf eseri, Dursun Keriman’ın ev sahibi çıkar. Elif ve Keriman
ile Dursun ve Yadigar’ın hikayeleri bu şekilde kesişir. Dursun, Yadigar, Elif ve
Keriman bir fabrikada çalışmaya başlarlar. Elif’e tecavüz eden adamın Yadigar’ın
babası olduğu ortaya çıkınca evlenme kararı almış olan Elif ile Yadigar’ın yolları
ayrılır. Elif, Hayrullah adında bir adamla evlenir ve roman son bulur.
Çalışmanın bu bölümünde; yukarıda özetleri yapılmış olan hidayet romanları,
propaganda unsurlarına yer verdikleri ve propaganda tekniklerini roman söylemine
aktardıkları için birer propaganda metni oldukları savı üzerinden incelenecektir. Bu
inceleme için niteliksel metin analizi yöntemi kullanılacaktır. Bu yöntemin
87
seçilmesinin en önemli nedeni, metin analizinin biçim ve içeriği birlikte incelemeye
ve “anlatıcıların, dili belirli anlam ve deneyimleri anlatmak için nasıl kullandıklarını”
ortaya çıkarmaya fırsat veriyor olmasıdır (Punch, 2014: 212).
A. Tek Düşman Kurgusu Olarak “Allah’ın Düşmanları”
Birinci bölümün propaganda teknikleri kısmında anlatıldığı gibi propaganda
faaliyetleri çerçevesinde; Brown’un (1992) “Düşmanın Tanımlanması”,
Domenach’ın (1995) “Yalınlık ve Tek Düşman Kuralı” ve İnceoğlu’nun (1985)
“Basitleştirme ve Tek Hedef Kuralı” şeklinde adlandırdıkları propaganda tekniği ile
bir düşman seçilir. Bu düşman, “biz ve onlar” karşıtlığı temelinde tanımlanır. Yani,
düşman “biz”den olmayan tüm özellikleriyle “onlar” haline getirilir ve “öteki” olarak
inşa edilir. Propaganda hangi toplumda yapılırsa yapılsın bu teknik aynı şekilde
işlemektedir. Her kültürde “biz ve onlar” şeklinde sınıflama yapılacak değerler
sistemi mevcuttur.
Propaganda sürecinde düşman yaratırken bir takım kriterlere uyulması
gerekir. Öncelikle, kültürde yerleşik olan değerlere karşılık, “düşman” olacak
değerler “tehdit” olarak sunulmalıdır. Bunun yanı sıra, propagandası yapılan
değerler, kültürdeki “doğru”lar olarak ve karşıt görüşler ise “saçma” ya da
“uygunsuz” olarak konumlandırılmalıdır. Ayrıca eğer bir propaganda nesnesinin iyi
olan tarafı gösterilmek isteniyorsa, toplumun “kültürel değerlerinin koruyucusu”,
“hayallerimizin şampiyonu” ve “edep ve fazilet örneği” olarak sunulmalıdır
(Lasswell, 1927: 630-631). Böylesi bir durumda, hedef kitle propagandası yapılan
değerlerin kültürün bozulmasına engel olacağına ve düşmanın yaptıklarının bu
değerleri bozguna uğratacağına inandırılır. Berkes’e göre de (1942: 157-158)
88
propagandacı kendi davası için çalışanları “kahraman” ve “mazlum”; düşmanı ise
“şeytan” gibi gösterir. Ayrıca propagandacı düşmanını yaratırken, asla şüphe
oluşturmaz ve iddialı davranır. Bu yolla, hedef kitlede propagandacının davasından
şüphe etmenin en büyük “günah veya ihanet” olacağı hissi de uyandırılır.
Propaganda faaliyetlerinde bu şekilde oluşturulan düşman yaratma tekniği,
hidayet romanlarında da düşman karakterler ve değerler yaratılarak başarılır. Öyle ki,
hidayet romanlarında İslam’a karşı olan tüm değerler düşman olarak sınıflandırılır.
Dindar olan “biz”ler ile Allah’a inanmayan, Batı özentisi, züppe, içkici ve günahkâr
“onlar” arasındaki mücadele hidayet romanlarının iskeletini oluşturur. Diğer bir
deyişle, hidayet romanlarında dinsiz düşmanın inşası “biz ve onlar” dikotomisi
üzerinden kurgulanır. Örneğin, Huzur Sokağı’nda “biz ve onlar” ayrımı, Huzur
Sokağı’nda gecekondularda mütevazı hayatlar yaşayanlar ile lüks bir apartmanda
yaşayanların ilişkisinde, Bize Nasıl Kıydınız’da ise komünist Cemil ile dindar
Hüseyin karakterleri arasındaki mücadeleyle görünür hale gelir. Minyeli Abdullah’ta
ve Çiçekler Susayınca’da ise dejenere toplumun Batılılaşmış ve yozlaşmış bireyleri
“öteki” olarak inşa edilir.
Erekli’ye göre (2006: 66) hidayet romanlarının temel hedefi, “Müslümanların
karşısına konumlanan bu ‘ötekiler’ ve ‘öteki’lerin Müslümanlaştırılması”dır.
Akçay’a göre de (2006: 40) hidayet romanlarında “‘öteki’ her zaman yenilmeye
mahkûmdur.” Öteki olarak inşa edilen bu dinsiz düşmanlar aracılığıyla, hidayet
romancıları İslamcı kimliği inşa ederler. Türkeş’e göre (2009: 850) hidayet
romancıları “örnek Müslüman tipini seçtikleri ‘öteki’ler üzerinden” tanımlarlar;
zaten örnek Müslümanın kimliği bellidir: O, din yolunda canını ortaya koymaktan
89
çekinmeyen insandır; mümindir, mücahittir.” Böylesi bir “biz” yaratılarak gerçek
Müslümanların hep iyi, dinsiz olanların ise hep kötü olacağı bir dünya yaratılır. Bir
insanın dinsiz olup iyi bir insan olması mümkün olmadığı gibi, dindar karakterlerin
kötü bir davranışta bulunması da imkânsızdır. Huzur Sokağı’nda Feyza’nın dadısı bu
durumu açıkça anlatan şu sözleri sarf eder (2008: 141):
(…) Siz zaten hep böylesinizdir. Her türlü kötülüğü göz kırpmadan işler, sonra
da Müslümanlığa gelince, “Benim kalbim temiz, sen kalbe bak” der, çıkarsınız
işin içinden. Kalb temizliği, ancak Allah’ın emirlerini yerine getirmekle olur.
Sen tut, seni yaratan Rabbini unut, seni yoktan var eden Halik’ına sırt dön,
Müslüman olarak doğduğun halde, nüfusunda “İslam” yazdığı halde,
Hıristiyanlar, hatta dinsizler gibi yaşa, sonra da kalp temizliğiyle Müslüman
geçinmeye kalk. Sorarım sana Feyza, Allah’ın emirlerine asi gelen, bu yüce,
İlahi emirlere isyan bayrağı çeken bir kalp nasıl temiz olabilir?
Böyle bir bakış açısıyla, hidayet romanlarında insanlar sadece dindar ve
dinsiz olmalarına göre sınıflandırılabilirler. Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia da dinden
vazgeçmesini isteyen amcasıyla tartışırken, aralarında şöyle bir diyalog geçer (2014:
153):
-Yahu şu dinden vazgeç artık.
-Dini bırakayım mı?
-Elbette bırak.
-Dinsiz mi olayım?
-Canım dini bırakan dinsiz mi oluyor?
-Yok, dindar mı oluyor?
-Ben şimdi dinsiz miyim?
90
-Dindar mısın?
Bunun benzeri bir sınıflandırmayı Çiçekler Susayınca’da (2015: 39) Elif’in
babası Cemalettin de “Bir insan ya kâfir olmalı ya da Müslüman, bunun ikisinin
arasında kalmak imkânsız” diyerek sadece iki tarz insanın olabileceğinden bahseder.
Minyeli Abdullah’ta da Abdullah işçilere verdiği bir konferansta “Bütün insanlık iki
kısımdır: İman ehli ve küfür ehli…” diyerek insanlığı sadece iki kategoriye ayırır
(2014: 119).
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, Akçay’ın (2006: 21) 1980’lerdeki
İslamcılık için “İslam algısı hayatı siyah-beyaz bir kare gibi dayatıyordu” yorumu
hidayet romanlarındaki yerini siyah-beyaz karakterlerin üretimiyle bulmuş olur.
Ancak bu siyah-beyaz karakterler sadece dinsiz-dindar diye ayrılmazlar. Aynı
zamanda “zengin-fakir, güçlü-zayıf” şeklinde de kurgulanırlar (Sağlık, 1999: 20).
Örneğin, dindar karakterler genellikle yoksul, Batılı karakterler ise zengin tasvir
edilir. Bunun yanı sıra, zengin karakterler daha güçlü iken yoksul karakterlerin
sosyal yaşantılarında çok fazla etkileri yoktur. Ancak bu hidayet romanlarında dindar
karakterlerin hiçbir zaman zengin tasvir edildiğini göstermez. Örneğin, Huzur
Sokağı’nda Bilal sosyoekonomik durumu düşük biriyken, romanın sonlarına doğru
zengin bir mühendis olur. Bu durum Çiçekler Susayınca’nın karakteri Dursun için de
geçerlidir. Ancak bu noktada önemli olan, bu karakterlerin zenginliklerini helal
parayla ve hak ettikleri için kazandıklarının vurgulanmasıdır.
Bu iki kutuplu dünya inşasında, “onlar” olmadan “biz”in anlamı olmayacağı
gibi, düşman yaratılmadan İslam’a çağrı da imkânsız olur. Hidayete ermenin sebebi
olarak bu düşmanların yaşadığı bedbaht hayat gösterilir. Bu sayede, “onlar”ın
91
düştüğü yanlışlara düşmemek için hidayete ermenin şart olduğu fikri okura aşılanır.
Hidayet romanları “onlar”, “biz” tarafından hidayete erdirilmeden bitmez. Yani
düşmanın hidayete ermesinin vesilesi hep “biz” olur. Huzur Sokağı’nda Bilal
Feyza’nın, Bize Nasıl Kıydınız’da Hüseyin Rabia’nın, Minyeli Abdullah’ta Abdullah
Halit ve Hüseyin’in, Çiçekler Susayınca’da ise Keriman Teyze Elif’in, Dursun
Yadigâr’ın hidayetine vesile olur.
Türkeş (2009: 850), hidayet romanlarındaki düşmanları listeler: komünistler,
İslami hayat tarzına sahip olmayanlar, Batı taklitçileri, kozmopolitler, asriler,
maddiyatçılar, edepsizler, mini etekliler, içkiciler, kumarcılar. Tüm bu farklı
kategorilerde yer alan düşmanların her biri tek bir potada eritilerek İslam’ın düşmanı
olarak tek bir hedef haline getirilir. Bunun sebebi de, birinci bölümde bahsedildiği
gibi hedef kitle için tüm düşmanların tek bir düşman olarak gösterilmesinin
rahatlatıcı olmasıdır. Diğer bir deyişle, düşmanların çok farklı olduğunu düşünmek
hedef kitlede “biz”in yanıldığı gibi bir his uyandırabilir. Böyle bir durumun
yaşanmaması için, hidayet romancıları romanlarında tek bir düşman inşa ederler. Bu
da tüm düşmanların “Allah’ın düşmanları” olarak sınıflandırılmasıyla mümkün olur.
Hekimoğlu İsmail Minyeli Abdullah’ta (2014: 153) Abdullah’a “Allah düşmanlarına
düşman olmak ve Allah dostlarına dost olmak, baş vazife!..” dedirtirken hidayet
romanlarında kurgulanan düşmanı açıkça gösterir. Bize Nasıl Kıydınız’da Hüseyin de
İhsan’a yazdığı mektupta “İslam düşmanları”nın “biz”e neler yaptığını bir bir sıralar
(2014: 243):
Allah ile kulun arasına girdiler…
Peygamberimiz ile ümmetin arasına girdiler
92
İslam’dan Müslüman evladını soğuttular. İslam’ı kasdi olarak yanlış
tanıttılar…
Müslümanlara, evliyaları üfürükçü, gerici gibi tanıttılar…
Ana baba ile evladın arasına girdiler…
Karı ile koca arasına girdiler…
Kardeş ile kardeş arasına girdiler…
Evlerimize, gönüllerimize yerleşerek, kendimiz ile kendi aramıza girdiler…
(…) Bize kıydılar.
Hidayet romanlarında dinsiz olanların hepsi tek bir düşman gibi gösterilse
bile hidayet romanlarındaki düşmanları dört kategoriye ayırmak mümkündür.
Bunlardan ilki Batılılaşma yanlısı/özentisi bireylerdir. İkinci kategoride dini kamusal
hayattan özel hayata iten Kemalistler bulunur; üçüncü kategoride sosyalist, komünist
ve ateistler bulunurken; son kategoride ise gerçek İslam’ı lekeleyen geleneksel
Müslümanlar bulunur.
1. Toplumun “Veba Mikrop”ları: Asriler
Youssef Choveiri’nin “Radikal İslamcılık” olarak adlandırdığı çağdaş
İslamcılık ile Batı arasında “niteliksel bir çelişki” bulunur (akt. Gülalp, 1998: 45).
Zaten çağdaş İslamcılık hareketi Batılı değerlere ve Batılılaşmaya karşı duruşuyla
tanımlanmaktadır. Haldun Gülalp ise (1998: 53) İslamcılığı tanımlarken, İslamcılığın
Doğu ile Batı arasındaki farklılığına dayanan “Batı’yı reddedişi”ne vurgu
yapmaktadır. Gülalp’e göre (1998: 45) İslamcılık “Batıcı modernleşme vaatlerinin
boşa çıkması”ndan sonra “modernizmin bir eleştirisi” olarak ortaya çıkmıştır.
Gülalp, ayrıca, bu eleştirinin “İslam ve Batı arasındaki temel karşıtlık” üzerinde
temellendiğini belirtir (1998: 53).
93
Hidayet romancılarına göre ise Batılı hayat tarzının maddiyata ve gösterişe
düşkünlüğü İslami ahlakı yozlaştırmaktadır. Öyle ki, Abdullah’a göre “Dinsiz
medeniyet, yani sadece maddi kalkınma içinde insanlık, bir canavar hüviyetine
bürünür” (İsmail, 2014: 20). Abdullah’ın bu sözlerinde o dönemki İslamcıların genel
algısı okunabilir; İslamcılar için kalkınma “yatay ve dostluğa dayanan ilişkiler
ekseninde sürdürülen sosyal ve kültürel faaliyetler” ile mümkündür (Aktaş, 2007:
62).
Buna paralel olarak Cihan Aktaş da (2007: xv) çağdaş İslamcılığın “her
şeyden önce modernlik adına bütün kanallarla dayatılan ve ‘sahte, samimiyetten
uzak, hızlı’ gibi nitelikleriyle eleştirilen hayat tarzı fotoğraflarına duyulan tepkiden
de beslenmiş bir akım” olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca Aktaş (2007: 18-19),
İslamcılığın “zamanı, mekânı, parayı, maddi olanı modernlerin algılayıp tanımladığı,
vazettiği, hatta dayattığı şekilde değerlendirmekten uzak durma iddiasında” olduğunu
da belirtir. İslamcı aktörler, modernliğin eleştirisini yaparken Batı ile İslam’ı karşı
karşıya getirirler ve Batı yanlılarının Batı’nın üstün olduğu hakkındaki iddialarını
reddederler. Ayrıca, İslamcılar Batılı değerlere karşı duruşlarını sergilerlerken
Batı’yı bir bütün olarak ele alıp Batılı hayat tarzını reddederler. Bu aşamada
belirtilmesi gereken husus şudur ki İslamcılık kendisini bir “öteki” yaratarak var
etmektedir. Hidayet romanlarında da bu duruş düşman olarak en sık kurgulanan grup
Batılılaşma yanlısı bireyler olduğunda görünürlük kazanır.
Bu kişiler, Huzur Sokağı’nın Feyza karakterine göre “(…) gözü paradan ve
hayvancasına eğlencelerden başka bir şey görmeyen haris, maddeci ve ruhsuz
94
insanlar”dır (Şenler, 2008: 162). Benzer şekilde, Minyeli Abdullah’ta Abdullah da
Avrupalılaşan Minye’yi anlatırken şu şekilde bir değerlendirmede bulunur (2014: 8):
Gösteriş ve israf almış yürümüştü. Medeni olmak ise birkaç şekle ve eşyaya
bağlanmıştı. İçki içip kumar oynadığında medeni, evine koltuk alıp boynuna
kravat taktığında centilmen bir bey yahut modern bir hanım oluyordun!.. (…)
Ahlaksızlık artmış, hatta veba mikrobu gibi sâri ve öldürücü bir hal almıştı.
(…) Mısır üniversitelerinde Paris havası, firavun ahlakı hâkimdi. “İslami
ahlakın üniversitede işi yok” denebiliyordu.
Abdullah’a göre gösteriş, alkol ve diğer tüm ahlaksızlıklar Avrupalılaşan
bireylerde bulunan temel özelliklerdir ve bu kişiler topluma “veba mikrobu” gibi
hastalık yaymaktadırlar. Abdullah’a göre Batılılaşmanın çözümü zaten bellidir: “(…)
onlar garpçılığın kurbanı!.. Kurtulmak isteyen İslamiyete gelsin!..” (2014: 153). Yani
Abdullah’a göre garpçılık İslamiyet’in en büyük düşmanıdır ve “Mısır’a açıklık,
kumar, içki ve serseri bir gençlik” getirmiştir (2014: 170). Bu sözlerden hareketle
Minyeli Abdullah’taki Müslümanların en büyük probleminin Batılılaşma olduğu
söylenebilir (Uğur, 2013: 87).
Ancak Minyeli Abdullah’ın seçilen diğer hidayet romanlarından bir farkı
bulunmaktadır. O da romanın Türkiye’de değil, Minye’de geçiyor olmasıdır. İlk
bakışta, amaç İslami değerlerin okura aşılanması olduğu için bu farklılık pek önemli
görünmemektedir. Ancak Akçay’ın da (2006: 60) belirttiği gibi hidayet romanlarının
başka ülkelerde geçenleri, romanın odağını Türkiye’den uzaklaştırmak üzere işlev
görür. Hidayet romanlarının çıktığı dönemlerde İslami yayınların yasaklı olması ve
toplanıyor olması Hekimoğlu İsmail’i yazdığı romanının mekânı olarak Minye’yi
seçmek zorunda bırakmış olabilir. Zaten romanda Mete adlı bir karakter Abdullah’ın
hikâyesini yazmak istediğinde “Öyle zannediyorum ki, Mısırlı bir mü’minin hayatını
95
yazmak ve neşretmek Türkiye’de yasak olmaz” demesi yazarın neden Minye’yi
seçtiğini açıkça ortaya koyar (2014: 197).
Huzur Sokağı’nda kurulacak olan apartman da “Bilal’ın gözüne bir veba
mikrobu kadar tehlikeli görülmekte, yılların yıpratamadığı Huzur Sokağı için bu
binanın, ilerde pek çok zararlar tevlit edeceği” konusunda Bilal’i korkutmaktadır
(2008: 56). Huzur Sokağı’nda Batılılaşan ve modern hayata özenen bireylerin “onlar”
olarak tasvir edilmesi bu apartman sayesinde mümkün olur. Öyle ki, Huzur
Sokağında gecekondularında mütevazı hayatlarını yaşayan mahalle sakinleri,
mahalleye inşa edilecek olan bu apartmana taşınacak kişileri düşman olarak görürler.
Bilal, annesi bu apartmana taşınacak kişilerin onları hor göreceğini ve bu duruma
üzüldüğünü söylediğinde, bu kişileri Huzur Sokağı’nın “huzurunu kaçıracak”
düşmanlar olarak kurgular (2008: 53-54):
İlahi benim biricik anam (….) Sen bunca zamandır tatlı canını demek bunun
için mi üzüyordun? Sen bilir misin ki anacığım, onlar bütün lüks ve debdebeli
yaşayışlarına rağmen aslında ne zavallı, ne acınacak insanlardır? Onların
muhteşem döşenmiş salonlarda, kristal avizeler altında, lake yemek
masalarında gümüş çatal ve bıçaklarla yemiş oldukları yemekler, emin ol,
bizlerin şu fakir çatı altındaki fakirane yer sofracığımızda yemiş olduğumuz
yemekler kadar lezzetli değildir. Ve yine emin ol ki ne kadar zenginlik ve
şatafat içinde, rahat bir hayat içinde bulunurlarsa bulunsunlar, İslami emirlere
riayetteki o büyük lezzet ve saadetten mahrum oldukları için bizdeki şu
ahenkli huzur ve saadetten onlar mahrumdurlar. Yüzlerindeki o sahte
tebessüme aldanma sen. Yüzlerindeki o tebessüm, attıkları kahkahalar ve
yaşamış oldukları çılgınca eğlenceli hayat, hep içlerindeki huzursuzluğu
gizlemek, belli etmemek içindir. Bu apartmanın mütevazı sokağımıza
dikilişinden dolayı benim duymuş olduğum üzüntüye gelince, senin
düşüncelerinle tamamen zıd istikamette… evet, bu apartman Huzur
Sokağı’nın huzurunu kaçıracaktır. Ama hangi cihetten? Bir kere şayet daireleri
96
satın alacak olanlar, yaşayışları ile ecnebilerden farksız ailelerdense, her
şeyden evvel İstanbul içinde her nasılsa bozulmadan kalabilmiş, eski örf ve
adet ve ananelerine sadakati sarsılmamış, kıymetli ahlak ve fazilet değerlerini
aynen muhafaza edebilen, memleketin yegâne sokağı olarak iftihar edip
üzerine titrediğimiz şu emsalsiz ve mütevazı sokağımız için bu apartman zarar
üstüne zarardır…
Zira bizim çocuklarımız, onların çocuklarını, bizim genç kızlarımız, onların
genç kızlarını ve bizim hanımlarımız da onların hanımlarını göre göre,
zamanla sokağımız, bugünkü veçhesini kaybedip farkına varmadan tedrici bir
bozuluşa gidecektir. Ne derler: Üzüm üzüme baka baka kararırmış. Ya, işte
böyle benim canım anneciğim. Oğlunun yegâne endişesi budur.
Batılılaşmanın mekânsal sembolü olarak görülebilecek apartmanda yaşayan
bu aileler, “Osmanlı devrinin bütün ince ahlak ve faziletlerini sinesinde yaşatan ve
sanki şu tefessüh etmiş cemiyetle bütün bağlarını koparmış asude bir köşe” olan
Huzur Sokağının tadını kaçıracak kişiler olarak tasvir edilir (Şenler, 2008: 5).
Laswell’in (1927) belirttiği gibi, propaganda faaliyetlerinde “biz”in “edep ve fazilet
örneği” olarak kurgulanması bu noktada Huzur Sokağı’nda karşılığını bulur. Buna
karşılık, Feyza kızı Hilal ile konuşurken “onlar”ın nasıl insanlar olduğunu da şu
sözleriyle açıklar (2014: 380):
(…) Bak yavrum, onların isteği zaten bu, bizi türlü haksız muamelelerle
yıldırıp kabuğumuza çektirmek istiyorlar. Kültürlü ve örtülü bir İslam kızının
yetişmesine mani olmak istiyorlar. Eğer sen, bana ve sana yapılan
haksızlıklara tahammül edemediğin için tahsil hayatından vazgeçecek olursan,
onlar muzaffer olmazlar mı? Ve sen bir iki zındığa karşı mağlup olmuş olmaz
mısın?
97
İşte Feyza tarafından “onlar” “bir iki zındık” şeklinde adlandırılır ve bu da ilk
bölümde bahsedilen “İsimleri Bir Başka Lakapla Değiştirme” 46 tekniğinin romanda
nasıl kullanıldığını gösterir.
Emine Şenlikoğlu da çok sert şekilde Batılı hayat tarzını eleştirir (Uğur, 2013:
94). Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia Leyla’ya “her şeyin Batılı gibi. Müslümanlıkla en
ufak bir ilgin yok” derken Müslümanlıkla Batılılaşmayı iki karşıt düşünce biçimi
olarak sunar (2014: 130). Zaten Hüseyin de “[e]ğer Müslümanlar inancını yaşasaydı,
bugün batının inancı dünyaya hâkim olmaz, İslam inancı hâkim olurdu” diyerek
Batılılaşmanın yozlaştırıcı etkisini ancak İslam’ın yok edebileceği mesajını verir
(2014: 136). Romanda tüm yozlaşmanın suçlusu olarak gösterilen Batı, İslamiyet’i
yaşayamamanın hem sonucu hem sebebi olarak sunulur. Öyle ki Batıdan alınan
“kulüp”, “diskotek”, “….ev”, “içki”, “kumar”, “fuhuş kitapları” yani “gençliği
çürüten kültür”ün tüm ürünleriyle, toplumda cinsellik özgürce yaşanır, bekaret küçük
görülürken; homoseksüellik “normal” algılanır (Şenlikoğlu, 2014: 245-246).
Çiçekler Susayınca’da da düşman olarak kurgulanan grup yozlaştırmış ve
Batı özentisi insanlardan oluşur. Öyle ki, yazar birçok yerde dejenere olmuş
insanların İslam’ın düşmanları olduğuna değinir. Çiçekler Susayınca’da yazar,
Elif’in Batılı tarzda hayat yaşayan annesi Semra ve babası Cemalettin için “Bu
sorumsuzlukların arkasına sığınan şuursuz yaşantılar, sonunda dikenlerden yatak,
alevlerden nefes ve ateşten gömleklerin sahipleri olurlardı” derken Batılı hayat tarzı
yaşayanların bu ”şuursuz”lukla başlarına her şeyin gelebileceğini vurgulamaktadır
(2015: 40). Ayrıca, Yadigâr da İslam’ın düşmanlarını “(…) insanın üzerindeki
46 Bkz. 30. sayfa.
98
elbiseye göre değer veren biçareler” (2015: 178) şeklinde tanımlar. Şule Yüksel
Şenler’e göre de Allah’a inanmayan gençler (2008: 19) “[h]areketleri kalıplaşmış
robot insanlar… Zavallılar… Biçareler…” dir.
Yadigâr yozlaşmış cemiyeti “Bir millet ki toku açın halinden bilmez. Bir
millet ki tabibi hastasının şifa bulacağı ilacın reçetesini, ilaç fabrikasının hesabına
yazar. O millet sarsılır, çöker (…)” şeklinde tanımlar (Günbay Yıldız, 2015: 153).
Şule Yüksel Şenler ve Hekimoğlu İsmail için “veba mikrobu” olan bu cemiyetin kötü
insanları Ahmed Günbay Yıldız için “zehirli tohum”dan farksızdır (2015: 53).
Batılılaşmaya ve Batılılaşan bireylere duyulan bu öfke hidayet romanlarında
Batılılaşan bireylerin düşman olarak inşa edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu bireyler,
yazarların çoğuna göre “medeniyet ve ilericilik teraneleri altında dinsiz,
maneviyatsız, bütün mukaddes değerleri (…) geriliktir diyerek hor görüp çiğneyen”
kişilerdir (Şenler, 2008: 183). Batılı bireylerin “medeniyet ve ilericilik”
kavramlarıyla birlikte anılarak eleştirilmesi ve düşmanlaştırılması hidayet
romanlarında Kemalist projeye yönelik eleştirileri de gün yüzüne çıkarır.
2. İlim Yuvasındaki Düşmanlar: Ahlaksız Kemalist Öğretmenler
“Ulusalcı-devletçi modernleşme projesi” olarak tanımlanabilecek olan
Kemalist projeye (Gülalp, 1998: 49), İslamcılar tarafından karşı çıkılmasının
sebepleri bulunmaktadır. Öncelikle, İslamcılara göre Kemalistler ilerlemeye ve
kalkınmaya verdikleri önem ile yüzlerini Batı’ya dönmüş aktörlerdir. Batıyı düşman
olarak tanımlayan İslamcıların, Batıyı kendine referans alan her türlü projeyi de
düşman kabul etmesi olağan bir durumdur. Gülalp’e göre (1998: 50) Kemalistlerin
99
“muasır medeniyet seviyesine” çıkma hedefleri teknolojik ve ekonomiktir ancak
İslamcılar hem Batılılaşmaya karşı çıkmakta hem de Kemalistlerin Batılılaşma
yolunda yaptıklarını reddetmektedirler. Öyle ki, Minyeli Abdullah “Sadece maddi
terakki, medeniyet değildir” derken bu konudaki eleştirisini açık bir şekilde ortaya
koyar (İsmail, 2014: 237). Benzer şekilde, Bize Nasıl Kıydınız’da Taha adlı karakter
de “Ben atoma karşı değilim… Yalnız, atomu ilahlaştırmıyorum… Unuttun mu
Hiroşima’yı? Katiller, hünerlerini göstermek için milyonlarca canı harcadılar. (…)
kısacası, ben, haksızca insan öldüren fen ve tekniğe karşıyım…” sözleriyle bilim ve
teknolojiye olan mesafesini anlatır (2014: 207-208).
Bunun yanı sıra, Cumhuriyet döneminde dinin “kişisel plana” (Atay, 1998)
itilmesi de İslamcılar için ayrı bir eleştiri konusu olmuştur. Çünkü dinin kamusal
alanda yasaklı olması, dinin sosyal hayatta yok sayılmasını beraberinde getirmiştir
(Atay, 1998). Batılı bireylerin düşman olarak seçildiği bölümde de görüldüğü gibi,
bu dönemdeki İslamcı aktörler için “(…) insan ilişkileri yapaydı[r] (…) Hayatın
sürdürülmesi için mecbur kalınan pek çok kural ve fiil, ideal İslami hayat” için
engeldir (Aktaş, 2007: 17).
Kemalist proje İslamcılık için o kadar önemli bir tehdittir ki İslamcılık
tanımlamaları da İslamcılığın Kemalizm’e olan eleştirisi üzerinden yapılır. Örneğin,
Nilüfer Göle (2002: 111), İslamcılığı “Kemalist modernleşme projesinin ilkelerine ve
Batıcı seçkinlerin yerleşik çıkarlarına yönelik bir karşı saldırı olarak”
tanımlamaktadır. Ancak Göle (2012: 30) çağdaş İslamcılığı “modern hayat siyaseti
ve küreselleşmiş bir dünyadaki güncel meselelerin merceğinden bakılarak dinin
bilinçli ve kolektif bir şekilde yeniden ve farklı biçimlerde şekillendirilmesi” olarak
100
da tanımlamaktadır. Başka bir deyişle, Nilüfer Göle’ye göre İslamcılık sadece
modernizm eleştirisi değildir aynı zamanda “modern zamanlarda modern aktörlerle
gelişen bir olgu”dur (Göle, 2002: 23). İşte bu “modern insan başkasının
düşmanlığına ihtiyaç duyar. O olmazsa kendisi olmaz. Var olması için ‘öteki’si
olması gerek. Öteki yoksa bile kendisi bunu üretir” (Akçay, 2006: 69).
Göle’ye göre (2002: 17) “Düşmanlıklar uzaktaki yabancıya değil, yanı
başındaki, giderek kendisine komşu olan, hatta aynı alanı paylaşmakta olan, aynı dili
konuşan (ama küçük bir farklılık da taşıyan) gruplara yöneltilir. ‘Öteki’, yabancı olan
değil, fazla yakına gelerek, saflığı bozma tehdidini yöneltendir.” Kenan Çayır da
(2008: 7) İslamcılığı “İslam’ın hem özel hem de kamusal hayatı düzenleyen bir inanç
sistemi olarak çağdaş dünyada İslami aktörler tarafından yeniden yorumlanması”
olarak tanımlar ve İslamcılığın 1980’lerdeki hâkim söyleminin Kemalist projeye ve
batılılaşma olarak algılanan modernleşmeye olan muhaliflik olduğunu belirtir. Böyle
bir çerçeveden bakıldığında, hidayet romanlarındaki bir başka düşman ve “öteki”nin
neden Kemalist aktörler olduğu daha da belirgin hale gelir.
Hidayet romanlarında Kemalizm’in üzerinde durduğu medeniyet ve ilericilik
fikrine çok fazla göndermede bulunulur. Bu göndermelerde, Kemalizm’in dayattığı
ilericiliğin aslında sadece gericilik olduğu ve asıl ilericiliğin İslam’da olduğu fikri
aşılanmaya çalışılır. Öyle ki, Şule Yüksel Şenler’e göre (2008: 119) “Her şeyi dünya
zevk ve cazibesinin aldatıcı çerçevesi içinde mütalaa etmeye alışmış olan bu zavallı,
bomboş, gafil insanlar, her nedense içinde bulundukları en büyük geriliği, ilerilik, en
büyük iptidailiği ise ‘medeniyet’ olarak görmeye ve göstermeye alışmışlardı[r].”
Yani bu ikinci gruptaki düşmanların, ilericilik ve medenilik diye övündükleri şeyin
101
aslında sadece bir boşluk olduğu okura iletilir. Yine aynı romanda Necati hidayete
erdikten sonra ailesi Necati’nin bu durumuna üzülerek “Yazıklar olsun… Biz, seni
okuyup aydın ve ilerici bir insan olman için bunca sene emek verip okuttuk. Hâlbuki
sen imam-hatip okulunu okumuş bir cahil softa gibi çıktın karşımıza bugün…” der
(2008: 106). Yazarın, dindar olanların “öteki”si olarak konumlandırdığı bu aileye
oğulları için “cahil” dedirtmesinin önemli bir nedeni bulunmaktadır. Çünkü hidayet
romanlarında Kemalizm eleştirisinin yapıldığı en belirgin alan eğitim alanıdır.
Hidayet romanlarında, Kemalist projenin en önemli kalelerinden biri olan eğitimin
Kemalist öğretmenleri de bu anlamda eleştiri oklarının hedefindedir.
Modern eğitimin ve Kemalist öğretmenlerin düşman olarak kurgulandığı
romanların başında Huzur Sokağı gelmektedir. Feyza’nın kızı Hilal, Kemalist
öğretmenler yüzünden üç kere okul değiştirmek zorunda kalır. Ve Hilal’e yapılan
kötü muamelede hep Kemalist zihin suçlanır. Örneğin, Hilal’in gittiği okulda din
bilgisi öğretmeni (2008: 271) öğrencileriyle “muzaffer ve şeytani bir edayla”
konuşur:
Benim canım yavrularım… Size aile çevrenizde bazı fikirler son derece yanlış
öğretiliyor. Mesela Allah fikri… Siz istikbalin aydın kafalı kişileri
olacaksınız… Bunun için bazı köhne fikirleri kafanızdan atmanız lazım…
Bakın, beni görüyorsunuz, ama Allah’ı göremiyorsunuz… Bana seslendiğiniz
zaman ben size cevap veriyorum… Allah’a seslendiniz, hiçbir cevap
alamadınız. Beni gördüğünüze, sesimi duyduğunuza göre, demek ki ben
varım. Halbuki gördünüz ki, Allah ne görüyor, ne konuşuyor, ne de sesinize
bir cevap veriyor… Peki o halde kendisini görmediğiniz, sesini duymadığınız
bir şeye nasıl inanıyorsunuz?
Yazarın, öğretmeni bu şekilde “şeytani” tasvir etmesi, daha önce de
bahsedilen köy romanlarındaki idealist öğretmen tiplemesinin tersine çevrilmesi
102
olarak okunabilir. Bu “şeytani” tavırlar hayvan benzetmeleriyle daha da güçlendirilir.
Örneğin, yazar, Hilal’in yukarıda sözleri alıntılanan din öğretmeni öğrencilerine
“zehrini yavaş yavaş zerketmeye çalışan zehirli bir yılan sinsiliğiyle” yaklaştığını
belirtir (Şenler, 2008: 270). Benzer şekilde, yazar Hilal’in okulundaki
öğretmenlerinden birini tanımlarken şu sözleri kullanır (2008: 295):
Okulda aşırı kısalıktaki mini eteği, aşırı makyajı ve aşırı laubali, hafif
hareketleri ile dikkati çeken yılan gibi soğuk bakışlı Ayten isimli sarışın bir
kadın öğretmen vardı…
Ayten öğretmen, okula her gün değişik bir saç biçimi ve değişik bir kıyafetle
gelirdi… Esasen okul saatleri dışında bütün saatleri kuaför ve terzilerde, poker
partilerinde, eğlence yerlerinde geçerdi Ayten öğretmenin.
Ayten öğretmen sarışın ve müstehcen olmasının dışında “yılan” gibidir.
Eğlenceye çok düşkün olan Ayten öğretmen gibi Minyeli Abdullah’da da
Abdullah’ın öğretmeni “(…) zevkten başka bir şey tanımaz” (İsmail, 2014: 11).
Abdullah’ın öğretmeni “Kürsünün arkasında bir sandalyeye oturmuş, yüzünü
Abdullah’a dönmüş, dinliyordu. Sonra bir elini yüzüne koyarak kürsüye dayandı, bir
kadının kocası için muhafaza etmesi gereken halleri, hareketleriyle Abdullah’a ifşa
etti. Hem de ‘modern bir öğretmen’ olarak!..” şeklinde tasvir edilir (2014: 9). Bu
“şeytani” ve zevklerine düşkün öğretmenler dindar öğrencileri sürekli döverler.
Özellikle Hilal okulda namaz kıldığı ve arkadaşlarını da namaz kılmaya teşvik ettiği
için öğretmenleri tarafından sıkça olumsuz muameleye maruz kalır.
Öğretmenlerin bu olumsuz davranışlarının ardında hep dindar kişileri gerici
ve yobaz görmeleri yatar. Öyle ki, Hilal’in gittiği okulun müdürü Feyza’ya “(…)
kızınızın suçu, ilerici ve aydın bir okulda namaz kılmak ve arkadaşlarını teşvik
103
etmektir” (Şenler, 2008: 302) der. Bu satırlardan hidayet romancılarının Kemalizm
eleştirisini ilerici/gerici tartışması çerçevesinde ele aldıkları görülür. Kemalist
öğretmenlerin dini olumsuz görmelerinin en görünür kılındığı nokta ise Hilal’in
müdürünün “(…) bayrağımızdaki hilal ne kadar aydınlıksa kızınız Hilal’in o derece
karanlık bir iç âlemi var hanımefendi…” diyerek Feyza’yı uyardığı diyalogdur. Bu
diyalog, Kemalist öğretmenlerin dini “karanlık” olarak gördüklerinin mesajını verir.
Hatta okul müdürünün şu sözleri, Şenler’e göre Kemalist projenin özeti gibidir
(2008: 302):
20. asır gibi bir medeniyet asrında, üstelik bir okul talebesinin namaz kılışı,
elbette af edilmez bir suçtur. Biz çocuklarımızın zihinlerinden bu gibi geçmiş
ve köhne şeyleri silmeye gayret ederken, bir sınıfın yarısına yakın talebe, bu
aydın binada namaz kılacaklar… olacak şey mi bu, sorarım size?
Öğretmenin bu sözlerine Feyza’nın “Çok garip bir mütalaa.. Sorarım size
müdür bey. Atatürk Türkiyesi dinsizlik temelleri üzerine mi inşa edildi? Müslüman
Türk Milleti’nin kendi dinine sırt çevirmesiyle mi yaşayacak ve payidar olacaktır,
Atatürk Türkiyesi?” şeklinde yanıt verdiğinde yazarın Kemalizm eleştirisi yaptığı
netlik kazanır (2008: 303).
Hidayet romanlarında Kemalizm’e karşı konumlandırılan İslam’ın da eğitime
ne kadar iyi yönde şekil verdiği mesajı da verilir. Romanlarda kötü Kemalist
öğretmenlere karşı inançlı iyi öğretmenler de bulunur. Örneğin, Huzur Sokağı’nda
Hilal’in gittiği okullardan birinde iyi bir din öğretmeni vardır. Bu din öğretmeni,
derste Fatiha suresini kim okuyacak diye sorar ve sadece Hilal’in parmak kaldırdığını
görünce, “Oku Hilal. Oku da yüzleri kızarsın biraz arkadaşlarının” der ve Hilal
sureyi bitirince, “Aferin yavrum, senin gibi evlada sahip olan o anneye ne mutlu”
104
diyerek din bilgisi olduğu için Hilal’in diğer öğrencilerden daha iyi bir evlat olduğu
mesajını verir (2008: 290). Ayrıca iyi öğretmenlerden biri olarak tasvir edilen bir
öğretmenin “Hasan Ali Yücel gibi bir maneviyat düşmanının vaktiyle yetiştirmiş
olduğu bir eğitim kadrosundan, Eğitim Enstitüleri adı altında bir ahlaksızlık ve
dinsizlik yuvasından, bundan fevkalade şahıslar, idareciler ve öğreticiler yetişmesini
ummak doğru olmasa gerek” şeklindeki yorumu, yazarın Köy Enstitülerine olan
tavrını da açıkça ortaya koyar (2008: 305).
Bize Nasıl Kıydınız’ın yazarı Emine Şenlikoğlu da Atatürk ve inkılâplarına
karşı tepki duyar (Uğur, 2013: 95). Bize Nasıl Kıydınız’da da Kemalizm eleştirisi
modern eğitim üzerinden yapılır. Ancak bu defa “kötü” öğretmen tasvirinden çok
bilim ve din tartışmaları romanın merkezindedir. Örneğin, Leyla Hz. Adem’e
inanmadığını “İlk insan maymundan türemedi mi? Sen hiç kitap okumadın mı kızım?
Okulda ders kitaplarında okumadın mı?” sözleriyle açıklayınca, Rabia: “Okudum
ama onların sahtekârlığını anlayınca artık inanmıyorum” diyerek Kemalizm’de
yüceltilen modern bilime eleştirisini sunmuş olur (2014: 126). Bunun dışında
Cemil’in dini, din dersinde öğrendiğini söylediği tartışmada Hüseyin’in söyledikleri
yazarın modern eğitim hakkındaki fikirlerini açıklıkla ortaya koyar (2014: 83):
Dindersi’nden mi? Okulda ha? Hıh… Hem de okulda. Ne dini kardeşim?
Okulda öğretilen Dindersi yeterli olabilir mi? Matematik öğretir gibi din
öğretilmez. Bak, 1970’li yıllardayız, bilinçli olmalıyız. Dini eğitimin farklı bir
ruhu olur. Din, bir canlının doğmadan önceki hayatı ile doğduktan sonrası
hayatı ve öldükten sonraki hayatının gayesini bilmek demektir. Allah’tan
gelen bir hayat sistemidir, medeniyettir. İnsanı tanıtan bir sistem, adaleti
sağlayan bir nizam… Bunun neresini okudun okulda? Bir mini etekli ve de
ateist din dersi öğretmeni tanırım. Dinimizin “d” sini bilmez. Başlar, “Din
güzel ahlaktır, insan haklarına saygıdır.” demeye. İslam, Allah hakkı,
105
peygamber hakkı, insan hakkı, hatta hayvan hakkını bile bildirir ve sağlar.
Birkaç Yunur Emre şiiri ile Mevlana’nın “Gel, ister kafir ol, ister Mecusi, gel.
Bin kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel” mısralarından ibaret değildir. Din
diye Yunus Emre’ nin ruh yapısı anlatılmadan okutulan ve hayatı şiirleri ile
doldurulan derste “Dini öğrendim” diyemezsin.
Bu sözler üzerine Cemil “O halde sen Milli Eğitim’e karşısın” deyince,
Hüseyin şöyle yanıt verir (2014: 83):
Hayır, kuruma karşı değilim, eğitim sistemine, tedrisata karşıyım. Allah’a
karşı olmak suç değil de, Milli Eğitim’e karşı olmak mı suç? Verilen dini
eğitim yeterli değildir. Hem “Milli Eğitim” ne demektir? Önce milli
kelimesini ele alalım. Milli, milletten gelir. Yani milletin öz kültürünün
eğitimi. Bizim milletimizin eğitiminde ne işi var Darwin teorisinin? Ben böyle
bir eğitime milli demem.
Hidayet romanlarında eğitim tartışması üzerinden kurgulanan düşmanlar
sadece ilkokul ve ortaokulla sınırlı değildir. Üniversitelerde de düşmanların cirit
attığını düşünen Bilal oğlu Nusret’e şu şekilde nasihatte bulunurken, düşmanın kim
olduğu konusunda romanın hedef kitlesi olan genç okuru da uyarmış olur (2008:
448):
Üniversite, aslında bir ilim ocağıdır yavrum, lakin ne yazık ki, bizi içten
yıkmak, çökertmek isteyen düşmanlarımız, en desisene planlarla bu gün
milletin bu ilim ocaklarını da içten içe dejenere etmeye muvaffak
olmuşlardır… Şimdi, evlatlarına yüksek tahsil gördürmek, onları iyi bir
istikbale sahip kılmak isteyen anne babalar, ahlakları bozulacak, terbiyeleri
namusları heder olacak, saf ve temiz fikirleri bin bir türlü zararlı ideoloji ile
kirletecek diye evlatlarını fakülteye göndermekten adeta korkuyorlar…
106
Örnekte de görüldüğü gibi, bu satırlar sadece Bilal’in oğluna değil aynı zamanda
genç okura yönelttiği uyarı mesajıdır ve bu mesaj çok açıktır: “bilim yuvasındaki
ahlaksız insanlar sizin düşmanınızdır ve onlardan uzak durun.”
3. Kâfir Düşmanlar: Sosyalist, Komünist ve Ateistler
Hidayet romanlarında kurgulanan bir diğer düşman kategorisi ise
sosyalistleri, komünistleri ve ateistleri içerir. Abdullah “işe; komünistlere düşman,
Müslümanlara dost olmakla başlanabilir” derken bu düşmanlığı açıkça ortaya koyar
(İsmail, 2014: 153). Ancak sosyalistlerin de bu kategoriye eklenmesini gerektiren
önemli bir durum söz konusudur: Hidayet romancılarına göre “(…) sosyalistle
komünist aynı şey”dir (İsmail, 2014: 197). Ateistlerin bu kategoriye eklenmesinin
nedeni ise hidayet romancılarının tüm sosyalist ve komünistlerin ateist olduğunu
düşünmeleridir. Yani hidayet romanlarında bir karakter komünist veya sosyalist ise o
kişi aynı zamanda dinsizdir. Başka bir deyişle, bir insanın sosyalist olup inançlı
olması mümkün değildir. Bu kişiler ise İslamiyet’e en büyük tehlikeyi arz eden
kişilerdir. Öyle ki, Abdullah’a göre “Dindar insanlardan beşeriyete zarar gelmez.
Asıl tehlike olanlar dinsizlerdir, komünistlerdir” (İsmail, 2014: 161).
Bu kategorideki düşmanlar, hidayet romancıları için düşmanların en ezeli
olanlarıdır. Çünkü hidayet romancıları romanlarında propaganda yaparlarken,
dinsizliğe karşı propagandayı temel alırlar. Komünizmin ve sosyalizmin tehdit
olduğu mesajını karakterlere sık sık tekrarlatan Hekimoğlu İsmail, Abdullah’a
“[k]omünizm kötü bir rejimdir. O her ülkeyi, her milleti tehdit edebilir” dedirtirken
komünistleri hedef tahtasına oturtur (2014: 162).
107
Bize Nasıl Kıydınız’da ise sosyalizm ve komünizm düşmanlığı karakterler
üzerinden kurgulanır. Romanda Hüseyin adlı dindar karakterle, komünist olduğu
vurgulanan Cemil sık sık diyaloga girerler. Bu diyaloglar iki farklı dünya görüşünün
monolojik olarak çatıştığı sahnelerdir. Örneğin, Cemil ve Hüseyin’in arasında şöyle
bir diyalog geçer (2014: 142):
- (…) sizin bu özgürlük dediğiniz hikaye yalnız günahlar için mi geçerlidir?
Sevaplar için geçerli değil midir? Bir başka deyişle Müslümanlık dışında her
şeye özgürlük hakkı veriyorsunuz da, iş İslami inanca gelince mi fikriniz
değişiyor. Fikirlere özgürlük derken, yalnız kendi fikrinizi mi
kastediyorsunuz?
-Hayır… Herkesin fikrini.
-Bu sözünüze samimi iseniz, niçin bizim fikrimize özgürlük vermiyor ve
bizim fikrimizi, daha doğrusu inancımızı baltalamaya çalışıyorsunuz? Mesela,
şu haberi niçin sermaye olarak kullanıyorsunuz? Beş kişinin bir araya gelişi
zina evlerinde ayıp olmuyor da, ibadet evlerinde niçin ayıp oluyor? Doğrusu
mantığınız ne mantığıdır ben anlayamadım. Siz anladıysanız söyleyin de biz
de anlayalım. Benim görüştüğüm komünistler de var. Onların söylemi, yaşam
tarzları size hiç benzemiyor.
Hüseyin’in bu sözlerine karşılık yazar, Cemil’in ne cevap verdiğini okurla
paylaşmaz. Bu durum, bu diyalogun aslında gizli bir monolog olduğunu gösterdiği
gibi, hidayet romanlarında İslamiyet dışında başka hiçbir dünya görüşüne de yer
verilmediğini gösterir. Hatta yazar, Cemil’e söz hakkı vermediği gibi, kendi
yorumuyla da anlatıya müdahale eder ve Hüseyin için, “Ne söylüyorsa çok doğru
söylüyordu” demekten de çekinmez (2014: 142).
Bunun gibi birçok diyalogun bulunduğu hidayet romanları, daha önce
tartışılan Bahtin’in kötü romanların monolojik doğasına yaptığı vurguyu anımsatır.
108
Toplumdaki farklı dilleri yani heteroglossia’yı eserlerine aktaramayan hidayet
romanları bu sebeple “karnavallaşmış edebiyat” kategorisine girmezler.
Hidayet romanlarında komünizmin, sosyalizmin ya da ateizmin tehdit olarak
algılanmasının sebepleri de okurla paylaşılır. Öyle ki, komünizm ve sosyalizm
manevi değerleri hiçe sayan, ahlaksızlıkların baş nedenidir. Bu konuda Hekimoğlu
İsmail çok sert bir dil kullanarak kahramana “Fahişeliği kazanç, rüşveti kurtuluş
zanneden maddeci, mideci sosyalistlerin bu vatana faydası değil, zararı
dokunduğu”nu söyletir (2014: 249). Ayrıca, Abdullah’ın oğlu Bilal’i konferans
verirken komünistler öldürür. Yazarın inançlı bir genç olan Bilal’i İslam’a hizmet
yolunda bir komünist tarafından öldürtmesi; okurda inançlı karakterlere karşı
sempati, komünistlere karşı nefret oluşturmayı amaçladığını gösterir. Bu nefret,
ahlaki konularda daha yoğun olarak vurgulanır. Örneğin, Bize Nasıl Kıydınız’da bir
işçi Rusya’daki insanlar için: “(…) adamlar din tanımıyorlar. Bir defa, dinsiz
dünyada, insanlar insanlığı unutur. Hayvanlar gibi sokakta bile şey yaparlar”
yorumunda bulunur (2014: 78). Bu satırlarda, komünizmin insanlara vereceği en
büyük tehlikenin terbiyesizlik, ahlaksızlık ve dinsizlik olacağının altı çizilir.
Bu kategorideki düşmanlarla karşı kaşıya gelen dindar karakterler, tartışma
esnasında çok kesin konuşurlar. Örneğin, Cemil Türkiye’nin dindarlar yüzünden geri
kaldığını söyleyince, Rabia şöyle bir cevap verir (2014: 101):
Peki Türkiye’nin halkı İslam dinine bağlı mı ki, Devlet İslam kanunları ve
adaletli kişilerle mi yönetiliyor ki, sen Türkiye’nin geri kalmışlığını İslam
dininin üzerine atıyor? Bak Cemil ağabey, on beş gündür neredeyse tamamen
dinsiz olacaktım. Beni bayağı etkilemiştin. Meğer hiçbir şey bilmediğim için
109
senin etkinde kalmışım. Hele geçen gece sabaha kadar uyuyamadım. Hüseyin
ağabey sağ olsun, beynim örümceklenecekken beni kurtardı.
Rabia, bu sözleriyle sadece Cemil’e dinsiz demekle kalmaz aynı zamanda
okura bu tür dinsizlik aşılayan kişilerden uzak durmaları gerektiğini de anlatmış olur.
Buna benzer şekilde Huzur Sokağı’nda da “solculuk propagandasına” karşı okur
uyarılır. Yazar, Necati’nin kardeşi Ali’nin tarih öğretmeni için “Sınıfta talebelere
rahat rahat solculuk propagandası yapan ve tarihimiz hakkında utanç verici uydurma
hadiseler anlatarak Türk tarihini lekelemeye cür’et eden bu kadından, fazla asabi
olduğu için bütün talebeler korkar ve çekinirlerdi” der (2008: 109). Genç okurların
böyle öğretmenleri olması durumunda, bunun bir “solculuk propagandası” olduğu
konusunda okurları uyaran bu sözler, Kemalist öğretmenlerin birer sosyalizm
propagandacısı olduğunun da bir daha vurgulamış olur.
Ancak tüm bu kötülüklerin ardında, Uğur’a göre (2013: 90) “birçok hidayet
romanında, dışarıdan kendinden emin, gerçeği bulmuş gibi görünen ateistlerin aslen
içten içe bir bunalım yaşadığı anlatılır.” Bu insanlar o ya da bu şekilde inançlı
karakterler tarafından hidayete erdirilir ve iç çatışmalarından kurtarılırlar. Örneğin,
başta inançsız olan Huzur Sokağı’nda Feyza ve Necati; Çiçekler Susayınca’da Elif ve
Birli; Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia, İsa ve Yıldız inançlı karakterler sayesinde
hidayete ererler. Bu karakterlerin hidayete ermesinden sonra, daha önceki hayatlarını
eleştirmeleri, okur için bir ikna aracı görevi de görür. Örneğin Huzur Sokağı’nda
Necati kendini dine verdikten sonra Bilal’e şunları söyler (2008: 39-40):
Sana ne kadar teşekkür etsem azdır, Bilal. Yıllardır ne büyük bir gaflet içinde
olduğumu ancak bugün, şu birkaç evveline kadar benim de hakiki bir iman
lezzetinden mahrum diğer gençler ve gaflet içinde bulunan tüm insanlar gibi
110
şöyle bir felsefem vardı: “Bu vücudumuz kara topraklar içinde çürüyüp yok
olacak. Bunun için bu dünyada ne kadar eğlenip zevk alırsak, yanımıza kar
kalacaktır. Ölüm hatıra geldikçe, verdiği huzursuzluk ve manevi sıkıntıdan
kurtulmak için ancak çılgınca eğlenceler, felsefi nazariyeler, acayip
demagojilerle kâh sarhoşluklar ve kâh sefahat âlemleri ile kendimizi avutup
mesut olabilir, aradığımıza ancak böyle ulaşabiliriz” diyordum.
Ne garip ve sapık bir felsefe değil mi, Bilal? Halbuki çok geç de olsa, bu gün,
şu birkaç saat içinde öğrenmiş bulunuyorum ki: Hakiki saadet ve elemsiz
lezzet, ancak İslami emirlere riayette ve iman hakikatleri dairesindeymiş. (…)
Okuduğunuz o güzel eserleri dinledikçe dünyamın değiştiğini, dünya
görüşümün yepyeni bir aydınlığa kavuştuğunu hissediyordum… Bize gerilik
ve iptidailik olarak gösterilmek istenen dinimiz, meğer ne ulvi bir yüceliğe
sahipmiş!... Ve o yüce dinin mensubu olduğumuz halde ona sırt çeviren biz
gafiller meğer ne cüce birer varlıkmışız!...
Bu sözler okura, eğer Necati gibi bir düşünce yapısına sahiplerse, bunun
yanlış olduğu ve İslam’ın doğru yol olduğu konusunda propaganda yapmaktadır.
4. Dost Görünen Düşmanlar: Geleneksel Müslümanlar
Hidayet romanlarında yazarların sıklıkla üzerinde durdukları konulardan biri
de gerçek İslam ve gerçek Müslümanlıktır. İslam’ı sadece şeklen yaşayan ve
İslamiyet’in asıl kaynağı Kur’an ile değil de kulaktan dolma bilgilerle yaşayan
geleneksel Müslümanlar romanlarda sıkça eleştirilir. Bu kişiler, yazarların İslam
görüşüne göre kurgulanan bir başka düşman çeşididir çünkü bu kimseler İslam’ın
gerçek anlamının kaybolmasına sebep olmaktadırlar. Geleneksel Müslümanların
düşman olarak seçilmesi ilk bakışta paradoksal görünebilir. Ancak bu durumu
açıklamak için de İslamcılık hareketinin bu konudaki görüşlerine bakmak
gerekmektedir.
111
Göle’ye göre (2012: 30) çağdaş İslamcılık “köklü bir kopuş ve değişime
şahitlik etmektedir.” Bu kopuş, yaşlı kuşağın Müslümanlık anlayışından kopuşunu
simgeler. Çünkü İslamcılık sadece “modernist seküler Kemalist paketlere karşı”
değil aynı zamanda “din olarak sunulan geleneksel, muhafazakâr ve feodal paketler
karşısında” da eleştirel bir duruşa sahiptir (Aktaş, 2007: 131). Geleneksel
Müslümanlıkla bu yeni kurgulanan İslamcı birey arasında farklar bulunmaktadır.
Göle (2012: 89) Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar adlı kitabında kullandığı bir
dipnotta Müslüman ve İslamcı bireyi şu şekilde ayırır:
İslamcılıktan bahsederken, dinsel kimliği ifade eden Müslüman ile alternatif
bir toplumsal ve siyasal proje olarak Müslüman kimliğinin kolektif olarak
yeniden benimsendiği İslamcı terimlerini birbirinden ayırıyoruz. Dolayısıyla
İslamcılık Müslüman kimliğinin verili kategorilerine yöneltilmiş bir eleştiriyi
ve hatta bu kategorilerle arasında bir süreksizlik olduğunu ima eder;
Müslüman kimliğini geleneksel yorumlardan kurtarmak ve modernizmin
özümleyici güçlerine kafa tutmak suretiyle bu kimliği yeniden adlandırma ve
yeniden inşa etme çabasındadır İslamcılık.
Cihan Aktaş’a göre (2007: xxi) ise İslamcılık bireye İslam’ı “çağdaş dünyaya
ait dil ve duyuşla yeniden anlama ve anlatma” görevi vermiştir; bu da İslamcı
öznenin Müslüman özneden farkını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü İslamcı özne
modern dünyada kendine yer bulmaya ve bu dünyada kendine yeni bir kimlik inşa
etmeye çalışır; bu kimlik geleneksel Müslüman kimliğinden çok farklıdır. İslamcılık
“sisli geçmişe ve örtük kaynaklara yönelik derin bir merakla başlayan öğrenme
süreci” (Aktaş, 2007: 57) olarak tanımlandığından, İslami özne Kur’an ve hadislere
yani temel metinlere dönerek modern hayatta yaşam stratejileri geliştirmeye çalışan
bireydir.
112
Göle (2002: 28) “İslamcı kimlik, verili tanımları, ‘Müslüman olmanın’ kabul
edilmiş biçimlerini, kuşaktan kuşağa aktarılan ‘Müslüman olarak doğma’
kategorilerini reddetmeyi içerdiği” için geleneksel Müslümanlardan farklı olduğunu
belirtir. Göle’nin bu tanımından yola çıkarak Müslüman kimliğin verili bir kimlik
olduğu, İslamcı kimliğin ise bilinçli olarak oluşturulmuş kolektif bir kimlik inşası
olduğu göze çarpmaktadır. Ayşe Çavdar ile olan söyleşisinde Göle (2011: 78),
İslamcılık için “yeni bir çeşit özgürlük anlayışı söz konusuydu. Yeni Müslüman
aktörler, geleneksel aktörlere benzemiyorlardı. (…) Çok daha girişkenler,
sorgulayıcılar, geleneksel olandan onu sorgulayarak mesafe alıyorlar” diyerek
geleneksel Müslüman ile İslamcı öznelerin hayat tarzları arasındaki farklılığa bir kez
daha vurgu yapmaktadır.
İslamcılığın yükseldiği dönemde vaazların ya da sohbetlerin önemli
kavramlarından biri de “takva” olmuştur (Aktaş, 2007: 147). Takva, Müslüman özne
ile İslamcı özneyi birbirinden ayıran başka önemli bir kavramdır. Çünkü takva,
geleneksel olarak “İslamiyet’e mal edilen olumsuz yargılar birikimini sorgulama,
tashih etme gibi bir amaç”a da hizmet eder (Aktaş, 2007: 147). Buradaki sorgulama
Allah’a karşı gelmek anlamında değildir. Buradaki sorgulama, geleneksel olarak
öğrenilmiş pratiklerin sorgulanması ve kutsal kitaplarda karşılığının aranarak
bulunması anlamındadır. Yani İslamcılık daha bilinçli Müslümanlar olunması
gerektiği fikrine sahiptir. Bu görüşe göre, geleneksel Müslüman öğrendiklerini
sorgulamadan yaşayan kişidir. Dolayısıyla, İslamcı aktörlere göre din konusunda
yanlışlıklar varsa öğrenilmeli, Kur’an’a ve hadislere göre hayatın her alanı
düzenlenmelidir. İslamcılığın geleneksel İslam’a karşı olan bu eleştirel duruşu
hidayet romanlarında da açıkça belli edilir (Uğur, 2013: 97; Sağlık, 1999: 21).
113
Örneğin, Huzur Sokağı’nda Feyza komşusuna Müslüman çeşitlerini şu
şekilde açıklar (2008: 179-180):
Memleketimiz öyle bir hale gelmiştir ki sevgili kardeşim, çeşitli iç ve dış
tesirlerle halkımız bu gün iki, hatta üç kutuba ayrılmış durumdadır. Bir kısmı,
Müslüman olduğu halde kendi dinine düşman olmuş, bütün dini emirleri
reddedip Kur’an’a, Peygamberimize ve haşa Allah’a küfreden dinsiz
azınlıklardır. Bunlar, her fırsatta maneviyatla milletin tanıdığı bütün mukaddes
mefhumlarla saygısızca alay eder ve ecdadlarının kemiklerini kabirlerinde
sızlatacak her türlü çirkin hareket ve ahlaksızlığı mubah görüp bunları alenen
irtikâptan kaçınmazlar. Diğer ikinci kısım Müslümanlara gelince, bunlar da
Müslümanlığın hemen hiçbir icabını yerine getirmezler. Ancak Allah’a,
Peygamberimize ve Kur’an’a inanırlar. İslam dininin yüceliğini kabul ederler,
dini meselelere hürmetkârdırlar… Ve İslam’ın vecibelerini yerine
getirmediklerinden dolayı içlerinde daimi bir huzursuzluk ve üzüntü duyarlar.
Üçüncü kısma ayrılan Müslümanlar ise, hareketleri, kıyafetleri, hususi ve
içtimai hayatlarındaki yaşayışlarında dinlerinin emirlerine riayet eder, İslam’ın
yasakladığı her şeyden şiddetle kaçınırlar ki işte aslında hepsi de nüfus
kâğıdına göre Müslüman sayılan bu üç zümrenin içinde göğsünü gere gere,
alın akıyla “Müslümanım” diyebilecek gerçek Müslümanlar bunlardır.
Örnekte görüldüğü gibi, komşusuyla olan konuşması bir konferans havasında
geçen Feyza’ya göre üç çeşit Müslüman bulunur. Bunlardan sonuncusu “gerçek
Müslüman”dır ki, diğer iki gruptaki Müslümanlar “gerçek Müslüman” sayılmazlar.
Yazar okurun da “gerçek Müslümanlar” olmaları için, Feyza’ya bu tür bir konuşma
yaptırır.
Minyeli Abdullah’ta da geleneksel Müslümanlığa karşılık gerçek
Müslümanlık övülür (Uğur, 2013: 87). Abdullah, özellikle dini şeklen yaşayan
Müslümanlara karşı öfkelidir çünkü bu kişiler yüzünden İslam kirlenmektedir.
Abdullah bu konudaki görüşlerini bir memurla paylaşır (2014: 13):
114
Biz İslami hayat yaşamıyoruz; meyhane, kumarhane bizde; yalan, hile, rüşvet
bizde; kan davası, cinayetler bizde; her gün gazeteler dolusu hadise… Şimdi
sorayım, ismimiz Müslüman olmasaydı da başka bir şey olsaydı, bunlara
ilaveten daha ne yapabilirdik? Demek ki bizim ismimiz Müslüman. Kendimiz
başka bir şeyiz. Ve bu halimizle İslamiyeti lekeliyoruz.
Yani Feyza gibi, Abdullah’a göre de ismi Müslüman olan herkes gerçek
Müslüman değildir. Gerçek Müslümanlık için kişilerin daha fazlasını yapmaları
gerekmektedir. Bu anlamda kişileri gerçek Müslümanlığa götürecek şey ilimdir.
Hidayet romanlarında ilme büyük önem verilir. Öyle ki, Minyeli Abdullah’ın yazarı
bu konuda müdahaleci davranarak Abdullah için “Hâlbuki Abdullah okudukça
İslamiyet’in kitaplarda kaldığını, Müslümanların bir sürü bid’atlar içinde yaşadığını
anlıyordu. Kendisini tamamen ilme verdi” (2014: 18) diyerek okura gerçek İslam’ı
öğrenmek için ilim okumaları gerektiği mesajını verir.
Huzur Sokağı’nın kahramanı Bilal de sürekli ilimle meşguldür. Feyza da
hidayete erdikten sonra “Kütüphanesindeki ne kadar roman vs. lüzumsuz kitap varsa,
hepsini atmış[tır], yerine yeni almış olduğu dini eserleri, faideli kitaplarını, Kur’an
tefsirlerini, hadis kitaplarını ve lüzumlu ilmihalleri” koymuştur (2008: 154). Yazar
bu noktada anlatıya subjektif değerlendirmeleriyle dâhil olarak okura, “roman gibi
lüzumsuz kitap”larla değil de ilimle ilgilenmeleri konusunda mesaj verir. Ancak
burada ironik olan konu ise yazarın bu düşüncelerini bir roman aracılığıyla iletiyor
olmasıdır.
Bunlara benzer şekilde, Bize Nasıl Kıydınız’da da sürekli olarak “gerçek
dindarlar” geleneksel Müslümanlardan ayrı konumlandırılır. Örneğin, Cemil
babasının dindar ama huysuz biri olduğunu söylediğinde Rabia, “Demek babanız
115
gerçek dindarlardan değilmiş. Benim annem de dindardı ve çok da anlayışlıydı”
diyerek, gerçek dindarlığı anlayışlı olmaya indirger (2014: 75). Ayrıca, Rabia
“gerçek dindar” olmayan amcası için “Ben, amcama bir türlü anlatamadım bunu.
İnsan, İslam’ı biliyorum zannediyor… Hâlbuki bize, hurafeleri öğretmişler. Şimdi,
dinimize yönelip gerçeği öğrenelim, diyorum, bana kızıyor…” dedikten sonra Taha;
“Öyle oluyor Rabia kardeş, gerçekten. İslam düşmanlarının dinimiz hakkındaki
yalanlarına öyle aldanmışız ki, kendi dinimizden, öcüden korkar gibi kaçmışız”
diyerek yazarın bu konuda fikirlerini net bir şekilde ortaya koyar (2014: 204).
B. Kadın ve Erkek Temsili
Hidayet romanlarının propagandist özelliklerinden bir diğeri, romanlarda
kadın ve erkeklere nasıl bakıldığıyla ilişkidir. Çünkü roman söylemiyle iletilmek
istenen propaganda mesajları; kadının toplumdaki yeri ve erkeklerle olan ilişkileri
üzerinden kurgulanır (Çayır, 2008: 44). Bunun için, kadın ve erkek bedeni (ve
dolayısıyla kılık kıyafeti) üzerinden bir dünya yaratılır. Yaratılan bu dünyada, kadın
ve erkek bedeni bir dizi terbiyeye tabii tutulur ve okurdan bu terbiyeyi kazanması ve
uygulaması beklenir. Bu noktada, İslamcı hayat görüşünün bedene nasıl baktığı da
önem kazanmaktadır.
“Bedensel pratikleri düzenleyen” İslami hayat tarzı kadın-erkek ilişkilerine
sınırlar koyar (Göle, 2012: 107). Bu sınırların en görünür olanı tesettürdür. Kadının
bedeni bir bütün olarak “mahremdir ve örtülmesi gerekir” (Köse, 2014: 73). Bunun
en önemli nedeni, cinselliğin karmaşaya neden olabileceği korkusudur. Başka bir
ifadeyle, İslamcı dünya görüşüne göre kadının iffeti ve namusu örtünme yoluyla
korunur (Göle, 2014: 11; Çayır, 2008: 44).
116
Fatima Mernissi (1995) İslam düşüncesinde mekânın “iki alt evrene”
bölündüğünü belirtir: erkeklerin evreni olan “ümmet, dünyevi din ve iktidar” dünyası
ve kadınların evreni olan “cinsellik ve ailenin evcil dünyası.” Kadınlar evcil
dünyadan uzaklaşır ve erkeğin dünyasına girerse bu, “günah” olarak görülür (1995:
74- 75). Eğer kadın erkeğin dünyasına girmek zorundaysa tesettüre girerek her türlü
tehlikeye karşı korunmalıdır. Hidayet romanlarında kadın ve erkeğin bedenleri ve
kılık kıyafetleri üzerinden yapılan net ayrımlar cinsiyet farklılıklarını vurguladığı
gibi, kadın-erkek ilişkilerindeki kontrolü ve bireylerin “namuslu” olmasına da imkân
tanır. Ancak bu durumda kadına daha fazla görev düşmektedir. Öyle ki, kadın
bedenini örterek fitne ve fesattan hem kendini hem de erkeği uzak tutacağı için olası
ahlaksızlıkların önünü kapatır. Köse’ye göre (2014: 158) İslam dünyasında ideal
kadın sessiz olan kadındır. Tesettür de sessizleşmenin en önemli göstergelerinden
biridir. Çünkü Köse’ye göre de tesettür “bedenin sessizleştirilmesi” anlamını taşır
(2014: 161). Hidayet romanlarındaki dünya görüşüne göre bedeni
sessizleştirilmiş/örtünmüş kadınlar erkekler tarafından görülmez ve duyulmaz olurlar
ve böylelikle fitne de önlenmiş olur. Bu görüş hidayet romanlarındaki hâkim
görüştür. Seçilen romanlarda örtülü kadınlar namuslu ve faziletli kadınlardır. Bunun
için, romanlarda kadınların faziletli ve namuslu olabilmeleri için örtünmeleri
gerektiği mesajı verilir. Örneğin, Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia durakta otobüs
beklerken iki erkeğin konuşmalarına şahit olur. Bu diyalogda kadın erkek
ilişkilerinde olası bir ahlaksızlığın önlenmesi için kadının giyimine dikkat etmesi
gerektiği vurgulanır (2014: 167):
-Yalnız bazı kadınlar, kızlar var, hak ediyorlar kardeşim. Güzel kokular,
erkeği tahrik eden giyimler. Kadın dediğin, namusunu korumasını bilmeli.
117
Namus illa zina yapmakla elden gitmez ki… Erkeklerin tahrik edilmesi de
ahlakı zedeler. Özellikle tahrik edenler var.
-Doğru valla. Ama ona tacizde bulunma hakkı yine de hiçbir insana verilmiş
olamaz. Ben erkek olmama rağmen, kadınların giydiği o şehvete davet eden
elbiseleri, giyemem… Bunlarda Allah korkusu hiç mi yok? Vallahi karıma
öyle giydirmem.
Huzur Sokağı’nda da Bilal’in annesi iffetini örtü sayesinde korur. Bu konuda
Bilal’in her daim örtülü olan annesini düşünürken aklından geçenler bu durumu
özetler niteliktedir (2008: 21):
Kadın denilince aklına derhal annesi gelirdi. Kendisini bildiği yaştan beri bu
mübarek, faziletli kadını, daima vefakâr, daima fedakâr, eşi ve çocuğu için
canını tereddütsüz feda eden bir şefkat kahramanı, lüzumu olmadıkça asla
sokağa çıkmayan saadeti, huzuru yalnız evinde duyan, zevki maddede değil
manada bulan, iffet ve izzet sahibi muhterem bir varlık olarak görmüştü.
Minyeli Abdullah’ın eşi Sevde de “(…) başını güzelce kapamış, güneş
gözlüklü, elleri eldivenli ve pelerinli bir hanım” olarak tanımlanır (İsmail, 2014: 91).
Çiçekler Susayınca’da da Dursun Elif’in “mükemmel ve hatasız” olması için
örtünmesi gerektiğini savunur (2015: 213). Elif de romanın ortalarına doğru Dursun
sayesinde örtünmeye karar verir.
İlyasoğlu’na göre (2013: 80-81) İslam bedeni iki boyutta algılar. Bunlardan
ilki fiziksel boyuttur, ikincisi ise “fıkıh tarafından” sınırları çizilen beden
tasavvurudur. Bedeni bu denli “dünyevi” algılayan İslam’da kadın ve erkek
cinslerinin ayrı konumlandırılması ve kılık kıyafetin önemli olması bu şekilde
açıklanabilir. Kadın ve erkeklerin kıyafetleriyle görünür hale gelen bu sınırlar,
toplumsal düzeni sağlar. Hidayet romanlarında da verilen mesaj budur. Ancak
118
Şişman’a göre (2004: 89) hidayet romanlarında kıyafetlerin yüzeysel bir şekilde ele
alınarak bireyler arasında “sığ bir çatışma”ya sebep olması hidayet romanlarının
eleştirilme nedenlerinden biridir. Hidayet romanların tesettürlü olmayan kadınların
kötü, tesettürlü kadınların iyi olması ya da örtü takmaya başlayan kadınların bir
gecede iyi insan olmaları hidayet romanlarında kıyafete ve bedene ne kadar yüzeysel
bakıldığının göstergeleridir (Şişman, 2004: 89). Örneğin, Huzur Sokağı’nda
Necati’nin kardeşi Zühal’in kıyafetleri sayesinde bir anda nasıl değiştiği şu şekilde
anlatılır (2008: 127-128):
Zühal, ağabeysinin düğününden bu yana tanınamayacak derecede değişmişti.
O hoppa züppe, mini etekli, makyajlı kız, şimdi dizlerini örten uzunlukta
pardösüsü bütün saçlarını içine alan başörtüsü ve ayağındaki kalın, renkli, spor
çoraplarıyla ağır başlı, hanım hanımcık bir Müslüman kızı oluvermişti…
Huzur Sokağı’nda da Feyza sayesinde örtünen “O sosyetik züppe kadın ve
kızların hepsi topu topu bir ay içinde” örtünürler ve “dinlerine bağlı hanım hanımcık
hatunlar” olurlar (2008: 240).
Dilek Zaptçıoğlu (2012: 200) tesettürlü olmayan kadınların namuslu olmadığı
düşüncesini “bir kuruntu değil bilinçli bir tasarım” olduğunu belirtmektedir.
Zaptçıoğlu’nun bu düşüncesinden hareketle, hidayet romanlarında yapılan tesettürlü
kadın ve tesettürlü olmayan kadın arasındaki ayrımın “bilinçli” olarak yapıldığı
söylenebilir. Bu bilinçli tavır, “tesettür propagandası”47 olarak adlandırılabilir.
Romanlarda tesettürlü olmayan kadınlar, Müslüman erkeklere âşık olur ve onlar
sayesinde tesettüre girerler (Köse, 2014: 219). Bu kadınların tesettüre girdikten sonra
47 E. Köse, Sessizliği Söylemek: Dindar Kadın Edebiyatı, Cinsiyet ve Beden, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2014.
119
ne kadar mutlu bir hayat sürdükleri ve ne kadar doğru bir karar verdikleri okura
sürekli olarak hatırlatılır. Bu yolla, propagandanın “Yineleme”48, “Düzenleme”49
veya “Tekrar”50 kurallarına uygun olarak, yazarlar kadın okurların tesettüre girmeleri
için propaganda yapmış olurlar. Örneğin, Huzur Sokağı’nda yazar örtünmenin kadına
neler katacağını Bilal, annesini tanımlarken şu sözleriyle belirtir (2008: 15):
(…) gencecik yaşında dul kalan bu çileli, bu vefakar kadın, bütün çile ve
ızdırablarına rağmen hala eski güzelliğini kaybetmemişti. Hele başından hiç
çıkarmadığı beyaz örtüsü, ona öyle nurani, öyle cazibeli bir hal veriyordu ki
en iyi ve en pahalı makyaj malzemeleri, onun parlak cildinde sönük kalırdı…
Bize Nasıl Kıydınız’da örtünmeyen kadınların kıyafetleri için “yatak odasında
gezilen kıyafetler” (2014: 96) benzetmesi yapan Hüseyin Rabia’nın örtünmeden işe
gitmesine karşıdır. Rabia’yla örtünmesi için yaptığı konuşmalar aslında okura
yöneltilen propaganda mesajlarıdır (2014: 94):
-Peki niçin kapanmıyorsun? Kusura bakma, ben herkese sormam. Annen
dindarmış da onun için soruyorum. Seni bu kadar erkeğin içinde çalışmana
vicdanım razı gelmiyor. Çünkü gençlerin gözü sende. İmanım kıskanıyor
-Mecburum Hüseyin Ağabey.
-Yooo… Zeytin ekmek buluyorsan mecbur değilsin. Sonra en azından başını
kapatabilirsin. Söylesene açılmaktan gayen nedir? Başörtüsü senin işini mi
engeller? İşi bahane ediyorsun değil mi?
-Bilmem… Çevrenin rolü büyük.
48 Bkz. 32. sayfa.
49 Bkz. 34. sayfa.
50 Bkz. 30. sayfa.
120
-Bak bu söz sana yakışmıyor, cahiller gibi konuştun. Çevreden sana ne? Çevre
Allah’a uymuyor, sen çevreye uyuyorsun. Oldu mu ya? Bak kardeşim Rabia,
seni otobüse kadar götürüyorum. Aslında dinen iyi değil. Fakat senin gibi
dindar bir annenin kızını bu vahşilerin arasına bırakamam. Gel kardeşim işten
ayrıl… Babanın kazandığı sana yeter.
Başka bir diyalogda ise yazar Hüseyin’e “Şu kısacık eteğinle sokakta binlerce
erkeğin içine çıkmıyor musun? Sana söyledim, çık şu işten” dedirterek kadın
okurlara seslenmiş olur (2014: 140). Kadın okurlara çalışacaklarsa da örtünmeleri
gerektiği; eğer örtünmeyeceklerse de işten çıkmaları gerektiği mesajı verilir. Benzer
şekilde Minyeli Abdullah’a göre de “kızlar bütün tahsillerini kız mekteplerinde
yapmalıdır. Kız üniversiteleri açılmalı. O zaman kızını mektebe veren çok olur.
İçtimai hayatta kadın-erkek ayrı çalışmalı” diyerek bu konudaki fikirlerini okura
ulaştırmış olur (2014: 57).
Ancak başörtüsünün kadınların erkeklerle olan ilişkilerinde onları
sınırladığını söylemek eksik bir yorum gibi görünmektedir. Göle (2012: 41)
başörtünün kadınların kamusal alana çıkmalarına yardımcı işlevi de olduğunu belirtir
çünkü “örtünme, performatif ama sessiz, sözlü olmayan bir iletişimin benimsenmesi
yoluyla toplumsal ahlak kuralları üzerine verilen mücadeleyi” de gözler önüne
sermektedir. Böylece, örtünme kadın ve erkeklerin hareketlerini düzenleyerek
kadınların kısıtlı bir şekilde kamusal alana çıkmalarını mümkün kılar. Bu konuda
Göle’nin “modern mahrem” kavramsallaştırması önem kazanır. Modern Mahrem:
Medeniyet ve Örtünme adlı kitabında İslamcı kadınların kamusal alana çıkışını
“modern mahrem” olarak kavramsallaştıran Göle’ye göre (2014: 21) modern
mahrem “kamusal alana mahremi sürdürerek katılması” anlamına gelir. Dolayısıyla,
İslamcı kadınların örtünerek kamusal alana çıkışını “yasaklı modern” (Göle, 2012:
121
107) olarak görmek daha çok boyutlu bir bakış açısı sunmaktadır. Kadınlar örtünme
sayesinde modern hayata karışmaktadır ancak bu sınırlı bir modernliktir çünkü
modern hayatta “mahrem” olan örtü ile daha da belirginleştirilir. Örneğin, Huzur
Sokağı “kadının kamusal alan tecrübesini” de gözler önüne serer (Akçay, 2006: 18).
Feyza, kamusal alana örtüsü sayesinde çıkabilir. Her ne kadar evde çalışarak
geçimini sağlasa da Feyza, ev dışındaki işlerini halletmek için örtüsünü takar. Benzer
şekilde, Çiçekler Susayınca’nın Elif’i ve Bize Nasıl Kıydınız’ın Rabia’sı da eğer
çalışacaklarsa örtünmeleri gerektiği hususunda erkek karakterlerden nasihat alırlar.
Hidayet romanlarında tesettür kadın kahramanlar için ne kadar önemliyse,
sakal da erkek kahramanlar için bir o kadar önemlidir. Aktaş (2007: 19) kadınların
tesettür ile “belirginleşen Müslüman görüntüsü”ne erkeklerin “sakal ve ütüsüz
gömlekle” ulaştığını belirtmektedir. “Dişilliğin sembolü” olan tesettür gibi “sakal da
erkekliğin sembolüdür” (Köse, 2014: 155). Bize Nasıl Kıydınız’da (2014)
Hüseyin’in, Minyeli Abdullah’ta (2014) da Abdullah’ın sakallı olduğu vurgusu
yapılır. Hüseyin ve Abdullah gibi Huzur Sokağı’nda Bilal de “ütülü pantolonu, kolalı
gömleği ile tertemiz kıyafetli, temiz ve asil çehreli, güzel, yakışıklı ve nezih bir
genç” olarak tasvir edilir (2008: 8-9). Bu kahramanların sakallı ve düzgün giyimli
erkekler olarak tasvir edilmesi, erkek okurun nasıl giyinmesi gerektiği hakkında da
bilgi vermiş olur.
Ayrıca hidayet romanlarında toplumun düzenini bozan karakterler hoş
karşılanmaz. Bunun en net örneği, romanlarda toplumun düzenini ve ahlakını bozan
kadınların “şeytan” olarak tasvir edilmesidir. Ancak toplumun düzenini bozanlar
erkekler de olabilir. Bu durumda, romanlarda kötü erkek karakterler “ırz düşmanı”
122
olarak tasvir edilirler. Bu tarz tasvirler, okura bu tür insanlardan uzak durulması
gerektiği mesajını verdiği için romanların propagandist niteliğini pekiştirmiş olur.
Comer, Firestone ve Greer gibi feminist eleştirmenler romantik kurguların
“kolay kananlar için bir uyuşturucu” olduğunu ve kadınların erkeklere daha fazla
itaat etmesi için bir “beyin yıkama aracı” olarak işlev gördüğünü belirtirler (akt.
Stevi Jaskson 2006: 170). Bu bakış açısından hareketle, birer romantik kurgu olarak
düşünülebilecek olan hidayet romanlarının da propaganda aracı olarak işlev
gördüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Hidayet romanlarındaki kadın ve erkek temsilinin incelenmesinin önemi, bu
temsillerin propagandaya hizmet ettiğinin düşünülmesidir. Bu temsiller, propaganda
tekniklerinden olan “Kalıplaşmış İmajların Kullanılışı”51 ya da “İsimleri Bir Başka
Lakapla Değiştirme”52 tekniklerinin hidayet romanlarında uygulanışı olarak
düşünülebilir. Kadınların “şeytan” ya da “melek”, erkeklerinse “mücahit” ya da “ırz
düşmanı” olarak tasvir edilmesi; bu karakterlerin kendi kişilikleriyle değil de
İslam’da kalıplaşmış olan söylemlerle tanımlandıkları anlamına gelir. Bu durumda,
okura insanların sadece tanımlanan gruplardan birinde bulunabileceği fikri aşılanır.
Diğer bir ifadeyle, bir kadın dindar değilse “şeytan” dindarsa “melek”tir. Aynı durum
erkekler için de geçerlidir. Bir erkek dindarsa “mücahit”tir değilse “ırz düşmanı”dır.
Bu, propagandacının işini kolaylaştıran bir tekniktir. Çünkü propagandacı okurun
hayat tarzını değiştirmek amacıyla yaptığı propagandada iki keskin taraf
belirlemelidir ki okur bu iki taraftan birini seçebilsin. Nitekim, bu tez çalışması için
51 Bkz. 30. sayfa.
52 Bkz. 30. sayfa.
123
seçilen romanlar iyi ve dindar olan karakterlerin tarafındadır ve okurdan da aynısını
yapmasını bekler. Bu tasvirlerin roman boyunca tekrarlanması da “Yineleme”53 veya
“Tekrar”54 kuralları altında değerlendirilebilir çünkü hidayet romancıları
propagandasını yaptıkları görüşü, okurda yerleşmesi için sürekli olarak tekrarlarlar.
Bunu da “şeytan”, “melek”, “mücahit” ve “ırz düşmanı” temsillerine sıklıkla yer
vererek başarırlar. Ayrıca, sadece ahlaksızlıkları ya da dindar oluşlarıyla tanımlanan
bu kahramanların birer tip olduğunu (bu sebeple psikolojik derinliklerinin
olmadığını) ve bu tiplemelerin propaganda mesajlarını iletmek için birer araç olarak
yaratıldıklarını belirtmek gerekir. Çünkü hidayet romancıları bu tiplemeler
sayesinde, kadın erkek ilişkilerine dair fikirlerini okura aşılayabilirler.
1. “Evdeki Melekler”e55 Karşı Sokaktaki “Şeytanlar”
Hidayet romanlarındaki ana mücadele “melek” ve “şeytan” olarak tasvir
edilen tipler arasında geçmektedir (Şişman, 2004: 91). Hidayet romanlarındaki bu
“melek” ve “şeytan” tasvirleri genellikle kadın karakterler üzerinde yoğunlaşır.
Hidayet romanlarındaki bu izlek, Batı edebiyatındaki kadın karakterlerin “melek” ve
“şeytan” tasvirlerini anımsatır. Hidayet romanlarındaki kadınların bu şekildeki
tasvirlerini analiz etmeden önce, Batı edebiyatındaki bu geleneğe bakmak
gerekmektedir. Feminist eleştirmenler Sandra Gilbert ve Susan Gubar’ın (1984)
çalışması olan The Madwoman in the Attic, 19. yüzyılda Batı’da üretilen edebi
eserlerden yola çıkarak, bu eserlerde kadın karakterlerin “melek” ve “canavar”
53 Bkz. 32. sayfa.
54 Bkz. 30. sayfa.
55 “Evdeki melek” kavramı İngiliz şair Coventry Patmore’un “melek” olarak tanımladığı karısına
yazmış olduğu şiirinin başlığı olan “The Angel in the House” (Evdeki Melek) dan esinlenerek
yaratılmıştır.
124
imgelerinin nasıl yaratıldığının izini sürerler. Öyle ki, yazarlara göre Orta Çağ’da
“saflığın temsilcisi” olan Meryem Ana, 19. yüzyılda yerini “evdeki melek” temsiline
bırakmıştır. Erkek yazarlar tarafından kurgulanan “melek” ve “canavar” imgeleri,
kadın yazarların eserlerine de yayılmıştır. Batı edebiyatında bu imgeler o kadar
yaygındır ki çok az sayıda kadın yazar bu imgeleri yok edebilmiştir. Virginia
Woolf’un kadın yazarların yazmaya başlamadan önce “evdeki meleği” öldürmeleri
gerektiği hakkındaki düşüncesini hatırlatan yazarlar, kadın yazarların erkek yazarlar
tarafından kurgulanan bu imgeleri aşmaları gerektiğini belirtirler (Gilbert ve Gubar,
1984).
Kadınların “melek” olması gerektiği fikri 18. yüzyıldan itibaren kadınların
nasıl davranması gerektiğine yönelik yazılan rehber kitaplarda da yaygın bir
görüştür. Bu kitaplarda kadınlara; itaatkâr, alçakgönüllü ve melek gibi olmaları vaaz
edilir. Ancak edebi eserlerdeki ve rehber kitaplardaki bu “melek” temsili kadını
“benliksiz” bireyler olarak inşa etmektedir. Çünkü bu kadınların, erkekleri ve
çevrelerindeki diğer kişileri mutlu etmekten başka “görevleri” ve “hikâyeleri”
yoktur. Dolayısıyla, etraflarındakilere olan görevleriyle tanımlanan bu kadınlar
özlerinde hiçbir şeydirler. Bu “benliksiz” olma durumu, “evdeki meleklerin” ölü gibi
bir hayat yaşamalarına sebep olur. Ve bu kadınlar, ölü hayattan “şeytani” bir şekilde
kaçmak isteyebilirler (Gilbert ve Gubar, 1984). Edebiyattaki kadın karakterlerin
“şeytan” temsili de bu şekilde oluşmuş olur.
Batı’daki 18. yüzyıl hiciv yazılarında ise “evdeki meleğin” zıttı olarak
“dışarıdaki fahişe” kurgulanır. Bu eserlerde, “dışarıdaki fahişeler” maneviyatı güçlü
olmayan ve sadece kendi özel ihtiyaçlarını düşünen “doğanın kazaları”dır ve bu
125
deformasyonun ortadan kalkması gerekir. Kadının böyle tasvir edilmesi, kadının
saldırgan ve iddialı olmasından kaynaklanır. Çünkü bu özellikler “erkeksi”dir ve bu
istenmeyen bir durumdur. Dolayısıyla, erkek yazarlar eserlerinde “evdeki melekleri”
överken, kötü karakterli “yılan” gibi olan kadınları ise yerden yere vururlar (Gilbert
ve Gubar, 1984). Gilbert ve Gubar’ın izini sürdüğü Batı edebiyatındaki bu
gelenekleşmiş “melek” ve “canavar” kadın temsili hidayet romanlarına, dindar
kadınların “melek” olarak, dindar olmayan kadınların ise “şeytan” olarak
tanımlanması şeklinde yansır.
Hidayet romanlarında kadınların bu şekilde tasvir edilmesi ile İslami dünya
görüşündeki kadının nasıl algılandığı arasında güçlü bir ilişki vardır. Öyle ki,
hadislerde kadının şeytan olduğu fikri hâkimdir. Çalışlar (1991: 152) Riyazüs
Salihin’de geçen şu hadisi alıntılar: “Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar…
Size doğru bir kadının geldiğini gördüğünüz zaman bilesiniz ki size yaklaşan bir
şeytandır.” Mernissi (1995: 44-45) ise İslam’da Batı kültürünün aksine kadının
ikincil bir konumu olmadığını iddia eder. Ona göre İslam inancında kadının ikincil
olmasından ziyade kadının “güçlü ve tehlikeli” olduğu fikri hâkimdir. Bu sebeple,
kadının kontrol altında tutulması gerektiği düşünülür. Kontrol altında tutulmayan
kadın, toplum için bir tehlike arz eder. Handan Koç (2006a: 21) ise Ortaçağdaki
Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslam dünyasında da kadının “ipleri şeytanın elinde olan,
bir dünya fitnesi” olarak kurgulandığı için kadın, “melek yüzlü bir şeytana, avlayan,
kaçan, zulmeden tehlikeli bir canavar”a benzetildiğini belirtir. Köse’ye göre de
(2014: 75) İslam’da kadınların “cezalandırılmış bir fıtratla şeytana yakın bir varlık
126
olduğu düşüncesi” hâkimdir. Kadının “cezalandırılmış” olduğu fikri Adem ile
Havva’nın hikayesinden56 gelmektedir.
Yine Mernissi’ye göre (1995: 60- 61) İslam düşüncesindeki kadın erkek
ilişkilerini açıklayan iki kuram bulunmaktadır: Açık ve kapalı kuram. Açık kurama
göre erkek “saldırgan” kadın pasiftir; kapalı kurama göre ise erkek pasif kadın ise
“avcı” rolündedir. Yani kapalı kurama göre kadında “keyd gücü” bulunur. Bu güç
kadının erkekleri av olarak görüp onları etkilemesi anlamına gelir. Kapalı kuramın
savunucularından olan Gazali bu gücü kadının topluma zarar verici “şeytanlığına”
bağlar. Hidayet romanlarında da dini hayat tarzı olmayan kadınlarda “keyd gücü”
bulunduğu çok açık şekilde gözler önüne serilir. Örneğin, Huzur Sokağı’nın Bilal’i
yolda ağlayan bir genç kız görünce, kıza neden ağladığını sormak ister ama soramaz
çünkü bu ağlamanın “her hangi bir düşük sokak kadınının erkek avlamak için değişik
bir numarası” olabileceğini düşünür (2008: 248). Benzer şekilde, Feyza’nın dadısı
Feyza hidayete ermeden önce onda bulunan “şeytani” gücün farkındadır. Dadı,
Bilal’i ayartmaya çalışan Feyza’ya, “Çocuğu baştan çıkaracağın yetmiyormuş gibi,
dinden imandan da çıkaracaksın desene? Tevekkeli dememişler, kadın kısmı şeytan
gibidir diye?” der (Şenler, 2008: 78). Minyeli Abdullah’ın yazarı ise kadını “Havva
annemizin şahsında hülasa edilen mizacı ile; erkeğini kandıran ve erkekle şeytan
arasında muvasalat rolü oynayan bir mahluk” olarak tanımlar (2014: 211). Çiçekler
Susayınca’da Elif de erkeklerde bu tarz bir şehvet uyandıracak “sarıya dönük saçları”
olan bir kız olarak tanımlanır (2015: 12). Elif’in dindar bir karakter olmadığı
romanın ilk sayfalarından belli olur. Elif, şımarık ve hoppa bir kızdır. Külhanbeyi
56 Havva şeytana uyduğu için her ikisi de cennetten kovulmuştur. Bu hikayede Adem bir kadına
uyduğu için başına bunlar gelmiştir (Çalışlar, 1991: 151).
127
olan Birli adındaki bir adam, Elif’e onu arabasıyla eve bırakmayı teklif eder; zaten
Elif de bu tekliften “şeref” duyacak bir kızdır (2015: 14). Elif’in bu yanlış tavrı
tecavüzle son bulur. Tecavüzün sebebi de Elif’in şehvetli olması ve Birli’ye hayır
dememesi olarak sunulur.
“Şeytan” şeklinde tasvir edilen bu kadınlara karşın hidayet romanlarında
erkeklerden kendini sakınmaya çalışan, dindar, “melek” kadınlar da bulunur. Tania
Modleski’ye göre (1982: 9) erken Batı edebiyatında kadın kahramanlar, kendilerine
zarar verecek erkeklere karşı çıkarak “toplumsal itibarını korumak zorunda”dırlar.
Hidayet romanlarında da dindar ve “melek” kadınlar kendilerini örtünerek korurlar.
Örneğin, Bilal Feyza’nın bindiği taksinin şoförüne Feyza’nın nerede indiğini
sorunca, taksici “Öyle kapalı kadınlarla bizim ne alışverişimiz olur ki, ne yöne
gittiğini bilelim be ağabey? (…) sorduğun yakası paçası açık bize göre parçalardan
olsaydı neyse…” şeklinde cevap verir (2008: 244). Taksi şoförünün bu sözleri,
Köse’nin (2014: 215) hidayet romanlarında “açık” kadınların tacize/tecavüze karşı
da “açık” olduğunu anlatan bir dünya yaratıldığı hakkındaki fikrini olumlar. Bunun
en güzel örneklerinden biri de, Huzur Sokağı’nda Feyza’nın dadısı örtünmeyen
kadınların tacizi hak ettiğine dair düşünceleridir. Feyza, dadısına örtünmediği için
satılık olup olmadığını sorunca dadısı şunları söyler (Şenler, 2008: 143-144):
(…) elbette satılık değilsin yavrum… Ama hakikat şu ki, beğendirmek için her
tarafını açıp saçarak kendini, güzelim vücuduna elalemin, binbir erkeğin
gözleri önüne serip teşhir edersen satılık bir mal gibi olursun. Etrafında
dolanan şu kocan olacak adamın arkadaşlarının sana nasıl yiyecek gibi
baktıklarına bir dikkat etsen, bana sen de hak verirsin… Aç kalmış bir
fukaranın, lokanta vitrininde teşhir edilen enfes yemeklere duyduğu iştiha ile
bakıyor herifler sana… Hani haksız da değiller.. böyle şahane bir kadının
teşhir edilen açık-saçık vücuduna her erkek, kedinin ciğere baktığı gibi
128
bakar… İçinden de “Ah bir elime geçse” diye ne fesatlıklar geçirirler kim
bilir?
Bize Nasıl Kıydınız’da da Rabia işten çıkarken sokakta birkaç çocuğun
taciziyle karşılaşır. Yazar, Rabia’nın böyle bir tacize maruz kaldığını çünkü
çocukların Rabia’yı “sokak kızı” sandığını söyler (2014: 121). Burada da yazarın
mesajı çok açıktır: ancak “sokak kızı” olan biri tacizi hak eder, bu sebeple kızlar
örtünmelidir. Yukarıda belirtildiği gibi, Çiçekler Susayınca’da Elif karakteri de
hoppa bir kız olarak tasvir edilir ve tecavüze uğrar. Elif’in başına gelenler gibi bir
durumda kalınmaması için yazarlar kadın okurlara mesaj verirler. Bunun için,
kadınların her zaman “iffetli ve namuslu” olmaları gerektiğine dikkat çekilir (Çayır,
2008: 44). Hidayet romanlarında örtünen kadınlar, fitneden uzak kalır ve ideal kadın
yani “melek” kadın tiplemesine dönüşür.
Aktaş (2007: 152) 1970’ler ve 1980’lerdeki örtünmeyle ilgili savaş halinde
olanların bir “melekleşme hareketi” içinde olduğunu belirtir. Bu bağlamda, hidayet
romanlarını “melekleşme hareketi”nin bir parçası olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Hidayet romanlarında özellikle dindar yaşlı kadınlar ve anneler “melek” olarak tasvir
edilir. Örneğin, Huzur Sokağı’nda Bilal’in annesi “[t]ertemiz papatya gibi örtüsünün
içinde nurdan bir melek gibi saf ve temiz” bir kadın olarak anlatılır (Şenler, 2008:
21). Bilal sürekli olarak diğer kadınlarla annesini karşılaştırır ve annesinin ne kadar
iyi bir kadın olduğunu vurgulayarak bir kadının nasıl olması gerektiğini annesi
üzerinden anlatılır (Şenler, 2008: 21):
Fakültedeki sulu, hoppa ve hafif meşrep, yapışkan kız talebelerin, erkeklere
taş çıkartacak ve fütursuzluk ve serbestlik içinde, yakışıklılığı ve
güzelliğinden dolayı kendisine her sırnaşış ve yaklaşışlarında, nefsini bu
129
tehlikeli afetlerin serinden muhafaza edebilmek için gözlerinin önüne annesini
getirdi… Onun o asil, şefkat yüklü, meleki siması, etrafını saran kız ve kadın
kılıklı bir sürü insi şeytana karşı kendisine muhtaç olduğu iradeyi bir anda
bahşeder en nazik anlarda dahi nefsiyle giriştiği mücadele daima galip
çıkarırdı onu…
Kadın denilince aklına derhal annesi gelirdi. Kendisini bildiği yaştan beri bu
mübarek, faziletli kadını, daima vefakâr, daima fedakâr, eşi ve çocuğu için
canını tereddütsüz feda eden bir şefkat kahramanı, lüzumu olmadıkça asla
sokağa çıkmayan saadeti, huzuru yalnız evinde duyan, zevki maddede değil
manada bulan, iffet ve izzet sahibi muhterem bir varlık olarak görmüştü.
Bilal’in annesi kendisi gibi olmayan kadınların “şeytan” olduğunu düşünen
biridir. Annesi, Bilal’e “şeytan” bir kızın âşık olduğunu öğrendiğinde şunları söyler
(Şenler, 2008: 47):
Allah’ım, büyük Allah’ım… Nihayet korktuğum başıma geldi? Demek seni
avlamak için kuyruk sallayıp peşinde koşan, etrafında fır dönen o yılışık
kepazelerden biri nihayet seni elde etmeye, baştan çıkarmaya muvaffak oldu
ha?... anlat Bilal’im anlat… Nasıl şey, ne tipte ve ne karakterde bir insan
hayatına giren, söyle yavrum.
Bilal’in annesi gibi Rabia’nın annesi de melek olarak tasvir edilir. Rabia, ölen
annesinin arkasından, onun zina yapmadığını ve kardeşini öldürmediğini öğrendikten
sonra “Ah benim temiz, melek anneciğim… Meğer sen suçsuzmuşsun. Meğer sen bir
melekmişsin” der (Şenlikoğlu: 52). Burada önemli olan, bir kadının “melek” olması
için zina yapmamış olmasının ve örtülü olmasının yeterli olmasıdır. Rabia annesinin
zina yapmadığını öğrendiği için annesine “melek” demektedir. Aksi durumda,
annesini “şeytan” olarak görecektir. Minyeli Abdullah’ın eşi Sevde de başı örtülü ve
“melek güzelliği”nde bir kadındır (İsmail, 2014: 179). Çiçekler Susayınca’da ise
Elif’i kurtaran ve hidayetine vesile olan Keriman karakteri de örtülü ve “melek
130
ruhlu” olarak tanımlanır (2015: 190, 83). Hidayet romanlarındaki bu “melek”
kadınlar itaatkâr ve sessizdir. Örneğin, Bilal’in eşi “iyi huylu, terbiyeli ve itaatkâr”
olarak tanımlanır (Şenler, 2008: 127). Abdullah’ın eşi Sevde’nin de itaatkâr57 bir eş
olduğu sürekli tekrarlanır (2014: 183). Hidayet romanlarında tasvir edilen bu
“melek” kadın karakterlerin bir derinliği yoktur. Çünkü bu tiplemeler yazarın
propagandist amaçlarına uygun düşecek şekilde tasarlanmıştır. Bu karakterler ya
“melek”tir ya “şeytan” bunun dışında bir özelliğe sahip değillerdir. Dolayısıyla, bu
durum, “Kalıplaşmış İmajların Kullanılışı”58 ya da “İsimleri Bir Başka Lakapla
Değiştirme”59 tekniklerinin hidayet romanlarındaki uygulanışı olarak görülebilir.
Hidayet romanlarında hidayete erdikten hemen sonra örtünen kadınların
“melek” olarak tasvir edilmesi önemli bir eleştiri konusudur. Şişman’a göre (2004:
91) hidayet romanları gerçek hayattaki kişilerin farklılıklarını yok sayar ve bu
romanlarda kişilerin bir gecede hidayete erip “o andan itibaren melek, huri sıfatını
almaya” başlaması o romanların zayıflığıdır.60 Huzur Sokağı’nda Feyza ve Seval bir
anda hidayete erer. Hidayete erdiği zaman yazar, yüzünde makyaj olmadığı için
“Sapsade, melekler kadar saf bir güzelliği vardı namaz örtüsünün içinde” diyerek
Seval’i över (Şenler, 2008: 93). Buna benzer şekilde, bir gecede hidayete eren Feyza
için dadısı “Feyza’m… Feyza’m benim. Nur kızım, melek kızım” der (Şenler, 2008:
148). Minyeli Abdullah’ın eşi Sevde de örtülü olduğu için “nur yüzlü” (2014: 209)
bir kadın olarak tanımlanır. Çiçekler Susayınca’da Elif “her kadının kıymet
57 Sevde kocasına “efendim” diye seslenir (İsmail, 2014: 179).
58 Bkz. 30. sayfa.
59 Bkz. 30. sayfa.
60 Bu, aynı zamanda hidayet romanlarının edebiliğini de zedeleyen özelliklerden biridir.
131
kazanabilmesi için, yapılması gereken”i yapar ve örtünür (2015: 218). Elif, örtünüp
hidayete erdikten sonra yeni bir kimlik kazanır. Öyle ki, yazar Elif’i “Mavi, beyaz
puanlı eşarp ve mavi camlı güneş gözlüğü, uzun kıyafet, yepyeni bir Elif” olarak
tanımlar (2015: 219). Bu örnekler Köse’nin (2014: 123) İslam dünyasında tesettürün
kadınlara farklı bir güzellik kattığına inanıldığına ve bu güzelliğin etrafa da
yansıdığına dair düşüncelerini de doğrular niteliktedir. Bu noktada, kadın okurlara
örtündükleri takdirde yeni bir kimliğe kavuşacakları ve güzelleşecekleri mesajı
verilmiş olur.
2. Mücahit Erkeklere Karşı “Irz Düşmanları”
Hidayet romanlarında, erkek karakterler de iki şekilde tasvir edilir. Birinci
grupta bulunan erkekler İslam’ın gerektirdiği şekilde davranan ve “namuslu”
erkeklerdir. Bu erkekler, yukarıda bahsedilen “şeytan” kadınlardan kendilerini
koruyan ve İslami hayat yaşayan erkeklerdir. Örneğin, Bilal Feyza’dan hoşlanmaya
başladığı an, “Yarabbim (…) Bana ne oldu böyle? O şımarık züppe kız neden birden
benliğime hakim oldu?.. Yoksa sevgi denilen, aşk denilen şey bu mudur? Lakin ben
böyle bir kıza aşık olamam. Hayır, hayır… Bu geçici bir histir” diyerek kendini
kontrol etmeye çalışır (Şenler, 2008: 67). Zaten, yazar da Bilal’i “Hayatı müddetince
kadınların ne seslerine, ne de kendilerine pek ehemmiyet” veren biri olarak tanımlar
(Şenler, 2008: 63). Bilal gibi Hüseyin de “kızlara bakması için nefsi onu dürtse bile”
onlara bakmayan bir erkek olarak tanımlanır (Şenlikoğlu, 2014: 84). Hüseyin “uzun
boylu, kömür gözlü ve nur yüzlü esmer, çok zeki bir genç” tir (2014: 97). Minyeli
Abdullah da “üstün bir ruha sahip”tir ve “(…) kızların sarkıntılıklarına sık sık hedef”
olmasına rağmen, onlara yanıt vermez (2014: 10). Hatta Abdullah, hamallık yaptığı
kadın, ona evine girmesini söylediğinde içinden şunları geçirir (2014: 76):
132
Nasıl girebilirim, evde başka kimseler yok. Kadınla erkeğin yalnız kaldığı
yerde şeytan hemen bitermiş. Allah, şeytandan ve şeytani hareketlerden beni
korusun. Bu insanlar, Müslüman bir erkeğin halini anlayamıyorlar. Müslüman
bir erkek namusunu korumak için elinden gelen her türlü gayreti sarf eder,
Allah’a sığınır. Zira Peygamberimiz (sav) buyurmuştur ki, diline ve beline
sahip olan cennete girer. Şimdi bir öpmede, bir sevmede boğulan pek çok
yiğitler cehennem çukurunu boylamaktadır. Ya Rab beni nefsimle baş başa
bırakma, rızana muvafık noktada bulundur, Resulullah’ın şefaatine nail eyle…
Çiçekler Susayınca’da da Dursun böyle bir biridir. Namazını aksatmayan
Dursun “gecekondusundan gelen üç beş kuruşla kitap alıp gününü okumakla akşam
eden, kendisini ilme vakfetmiş, üniversite mezunu” bir erkektir (Günbay Yıldız,
2015: 72). Elif’i koruyup kollayan Dursun, bir kere olsun Elif’e cinsel anlamda
yaklaşmaz ve onu kardeşi gibi görür.
Hidayet romanlarındaki bu dindar erkekler “mücahit tipler”dir ve “tebliğ
faaliyetlerinde kukla görevi” görürler (Akçay, 2006: 19). Örneğin, Hüseyin “tam bir
mücahit aşkında ve heyecanında olduğu için, bazen ölçüleri aşar olsa da, dava aşkı,
gayreti, samimiyeti, feyzi çok güzeldi”r ve işyerinde işçilerle dini içerikli,
bilgilendirici konuşmalar yapar (2014: 98). Minyeli Abdullah da “dava adamı” dır
(2014: 197) ve asıl görevi “İslamiyete hizmet”tir (2014: 215). Minyeli Abdullah da
Hüseyin gibi işçilere konferanslar verir. Çiçekler Susayınca’daki Dursun da
konferanslar veren bir mücahittir. Hidayet romanlarının bu mücahitleri, etraflarındaki
kişilere İslamiyet’i anlatarak, onların dine yönelmelerine vesile olurlar. Bu “mücahit”
erkekler, tebliğ görevi adı altında, “şeytani” kızları hidayete erdirirler. Bilal,
Feyza’nın; Hüseyin ise Rabia’nın; Dursun, Elif’in hidayetine vesile olur.
133
Hidayet romanlarının ana şeması, erkek karakterlerin kadın karakterin
hidayetine vesile olması üzerine kuruludur. Literatürde bu izlek, aşk romanlarının
temel kodudur (Akçay, 2006; Erekli, 2006). Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’na göre
de hidayet romanlarının en dikkat çeken özelliği “romanın erkek kahramanı
vasıtasıyla, modern hayat yaşayan kızların hidayete ermesidir” (Şişman, 2004: 85).
Modleski’ye göre ise (1982: 8) popüler romanlar kadının biçimsizleştirilmesi, ölmesi
veya evcilleştirilmesiyle son bulur. Bu bakış açısı hidayet romanlarına aktarıldığında,
hidayet romanlarındaki kadın karakterlerin “evcilleştirilmelerinin” dini içerikli
olduğu görülür. Kadınlar, dindar erkeklere âşık olurlar ve bu sayede hidayete ererler.
Bize Nasıl Kıydınız’da Hüseyin’e “Şu ölen dindar Hanım’ın kızını kurtarayım”
dedirterek erkeklerin kadınları kurtarma misyonunu açık etmiş olur (Şenlikoğlu,
2014: 97). Hüseyin’e göre erkeklik kadınları kötü yoldan kurtarmakla eş anlamlıdır.
Minyeli Abdullah’a göre ise “kadın, bizlere [erkeklere] Allah’ın emanetidir”
dolayısıyla kadınları koruma görevi erkeğe verilmiştir (2014: 56). Çiçekler
Susayınca’da da Dursun’a göre Elif’i “korumak” kendisine verilmiş bir görevdir
(2015: 199). Keza, Dursun bunu kendine görev edinerek, Elif’i her gün işe götürür ve
işten almaya gider. Ancak hidayet romanlarında erkek karakterler sadece kadın
karakterlerin hidayetine vesile olmazlar, aynı zamanda hidayete eren kadının yeni
hayatının tüm sınırlarını da erkek karakterler çizer. Çünkü her durumda kadının
terbiyecisi erkektir (Akçay, 2006: 84). Örneğin romanlar boyunca, Rabia Hüseyin
tarafından; Elif Dursun ve Yadigar tarafından, Hilal Nusret tarafından; Sevde ise
Abdullah tarafından korunmaya devam eder.
Barbarosoğlu hidayet romanlarında neden erkeklerin kadınları hidayete
erdirdiği gibi bir geleneğin olduğunu şu sözleriyle açıklar (Şişman, 2004: 86):
134
Birlikte bir roman kurgulayalım. Romanın kadın kahramanı tesettürlü bir
kadındır ve bu defa bir erkeği etkileyerek hidayete ermesine vesile olacaktır.
Diyelim ki hidayete erecek erkek kahraman, kadının hastasıdır. Tesettürlü
doktor kadın, ne vesileyle hangi ortamda hastasına İslam’ı tebliğ edecektir?
Onun kafasındaki sorulara hangi ortamda cevap bulacaktır? Halbuki popüler
İslami romanlarda inanmış erkek ile inkar eden kadın, genellikle bahis yoluyla
birbiriyle karşılaşırlar. İnanmış erkek çok yakışıklı olduğu için, inkâr içinde
olan kız onu tavlayacağı konusunda arkadaşları ile bahse girer. Bahsi
kazanmak için inanmış erkeğin dünyasında yer almaya başlayınca,
delikanlının tebliği neticesi hidayete erer. Tebliğ mekânları çok çeşitlidir.
Kızın arkadaşlarının da yer aldığı bir doğum günü partisinden tutun da çay
bahçesine üniversite anfisine kadar gündelik hayatın her mekânı tebliğ
sahnesine fon teşkil edebilir.
Bu şablon dâhilinde, inanmış kız, inkâr eden erkek ile hangi mekanlarda, ne
vesile ile bir arada olacaktır? Bahis kolaylığının burada da işlediğini, inkâr
eden delikanlının inanmış kızı tavlamak üzere arkadaşları ile bahse girdiğini
düşünelim. Burada hemen tesettürlü bir kızın erkeklerle muhatap olmaması
meselesi girer devreye. Alışılagelmiş şablonda inanmış erkek, inkâr eden kızın
ait olduğu her çevreye girer. Aynı durumun inanmış kız için tekrarlanması
mümkün değildir. Böyle bir kitap çok tepki alır.
Barbarsoğlu, hidayet romanlarının dikkat çekmemek için bu tarz bir kodu
kullandığını vurgular. Ancak bu kodun bundan başka bir amaca daha hizmet ettiğini
belirtmek gerekir. O da bu kodun propaganda amaçlı kullanılmasıdır. Bu kod
aracılığıyla, romanları okuyan genç kızların kadın erkek ilişkilerinin sadece bu
şekilde olması gerektiği mesajı vurgulanmış olur. Öyle ki, Koç’a göre (2006b: 141)
kurtaran erkek ve kurtarılan kadın imgeleri “kadınların köleleşmesine hizmet
etmektedir.”
Hidayet romanlarında mücahit erkeklerin karşısında bir de “ırz düşmanı”
erkekler bulunur. Yazarlar, kadın okurları bu tür erkeklere karşı dikkatli olmaları
135
konusunda uyarılırlar. Örneğin, bu hususta Huzur Sokağı’nın Bilal’i bir genç kıza
“(…) sizin gibi kuzuları midelerine yem yapmak için pusu kurmuş aç kurtların
tuzaklarına düşmek tehlikesiyle her an karşı karşıya olduğunuzu bilmelisiniz” der
(Şenler, 2008: 262). Huzur Sokağı’ndaki kötü erkek karaktere örnek olarak
Feyza’nın eski eşi Selim verilebilir (Erekli, 2006: 98). Selim, Feyza’nın dine
yönelmesine karşı çıkan ve onun süslü püslü kıyafetler içinde gezmesini isteyen bir
adam olarak tasvir edilir. Çiçekler Susayınca’da ise Selim’den daha ahlaksız bir
adam bulunur: Birli. Birli bir külhanbeyidir ve Elif’e tecavüz eder. Birli’nin ırz
düşmanı olması hayvan benzetmesiyle daha da keskinleşir. Yazar, Elif’i gördüğünde
Birli’yi “Kedinin yakalamak istediği avına bakması gibi baktı Elif’e” şeklinde anlatır
(2015: 15). Bize Nasıl Kıydınız’da ise her ne kadar zinanın sebebi bir kadın olarak
gösterilse de Rabia’nın babası zina yapan bir erkek olarak sunulur. İhsan bey, dinine
çok da bağlı bir adam değildir, zaten eğer dindar bir karakter olsaydı yazar ona zina
yaptırmayacaktır.
C. Aşkın ve Cinselliğin Araçsallaşması
Hidayet romanlarında aşk ve cinselliğin sadece araç olarak kullanıldığı
görülür. Öyle ki, romanlarda âşık olan karaktere hidayet romanlarının asıl hedefi olan
“hidayet kapısı” da aralanmış olur (Akçay, 2006: 50). Diğer bir ifadeyle, bu
romanlarda dindar erkeğe âşık olan kadın bu aşkı sayesinde hidayete erer. Feyza,
Bilal sayesinde hidayet erer. Çiçekler Susayınca’da Elif Dursun sayesinde hidayete
erer. Hidayet romanları aracılığıyla yapılan propagandada, aşk ve cinsellik kritik bir
öneme sahiptir çünkü okurlara aşk ve cinselliğin ancak Allah yolunda ve Allah’ın
rızasını kazanmak için kullanılması gerektiği mesajı verilir. Seçilen romanlarda,
dindar karakterler diğer karakterlere sırf dindar olduğu için âşık olurlar. Örneğin,
136
Bilal’in oğlu Nusret’in Feyza’nın kızı Hilal’e duyduğu aşk, böylesi bir aşktır. Hatta
bu kadar hızlı şekilde âşık olması karakterleri de şaşırtır. Hilal “hiç bir-iki görmeyle,
insan sevebilir miyim?” diye kendini sorgular (Şenler, 2008: 452).
Hidayet romanlarında aşkın ve cinselliğin araçsallaştırılmasının İslami
düşünce yapısında aşkın ve cinselliğin nasıl algılandığıyla ilgisi büyüktür. İmam
Gazali İhya Ulum al-Din’de aşkın ve cinselliğin İslami hayat tarzında “Tanrı’nın
amacına hizmet eden bir araç” olduğunun altını çizer (akt. Mernissi, 1995: 57):
Her şeye gücü yeten Allah eşleri yarattı; erkeği penisi, testisleri ve
böbreklerindeki tohumuyla yarattı (…) Bu nedenle testislere damarlar ve
kanallar koydu. Kadına tohumu içine alıp saklayan rahmi verdi. Kadınları ve
erkekleri cinsel istekle doldurdu. Tüm bu gerçekler ve organlar yaratıcılarının
iradesinin güzel birer ifadesidir ve akıl bağışlanmış her insana O’nun
tasarımının amacını bildirirler. Üstelik Tanrı ‘Evlenin ve çoğalın’ diyerek ilahi
hedefi bilinir kılan elçisi (…) aracılığıyla kendi iradesini açıkça sergiledi.
Nasıl olur da insan Allah’ın böylesine sarahatla gösterdiği niyetini ve ortaya
koyduğu yaratılış sırrını anlayamaz? Evlenmeyi reddeden kişi tohumunu
ekmeyerek onu yok eder ve Tanrı’nın amacına hizmet eden bir aracı çöpe
indirger.
Mernissi de (1995: 57) aynı şekilde İslami düşünce sisteminde, Allah’ın rızası
olan şekilde yaşanan cinselliğin “hem Allah’ın hem her iki dünyada insanın
çıkarlarına hizmet” ettiğini belirtir. Hidayet romanlarında Allah’ın rızasının olduğu
kişilere âşık olmanın Allah’a âşık olma yolunda bir adım olduğu fikrinin altı çizilir.
Bu düşüncenin de İslami gelenek içerisinde bir gerekçesi bulunmaktadır. Ahmet
Atilla Şentürk “Güzele âşık olan insan gerçekte Tanrıya âşık olmaktadır” diyerek bu
durumu açıklar (akt. Koç, 2006b: 41). Ancak hidayet romanlarındaki bu “güzellik”,
dindar olan ve İslami tarzda hayat süren kişilerdeki güzelliktir.
137
1. Ulvi Aşklar: Hak Yolunda Yapılan Evlilikler
Koç (2006: 142) eski Türkçe’deki aşk çeşitleri şu şekilde sıralamaktadır:
“Aşk-ı cismani: Maddi, tensel aşk; Aşk-ı eflatuni: Maddi olmayan, platonik aşk;
Aşk-ı manevi: Tanrı aşkı ve Aşk-ı marazi: Karasevda, melankoli.” Koç’un belirttiği
bu aşk çeşitlerinden hareketle, hidayet romanlarında sadece “aşk-ı manevi”nin
kutsandığı; “aşk-ı cismani”nin ise günah olduğu gerekçesiyle kötülendiği
söylenebilir. Örneğin, Bilal “en üstün aşk senin, senin aşkındır. Senin aşkına gölge
düşürecek aşktan beni koru Rabbim!” diyerek aşk-ı maneviyi aşkların en kutsalı
sayar (Şenler, 2008: 245). Aktaş da (2007: 56) İslam’da aşkın “ilahi aşk olarak”
algılandığının altını çizer. Ancak bu, İslam’ın cinselliği yok saydığı ya da reddettiği
anlamına gelmez. Bunun yerine, İslam “doğru cinselliği” vurgular (Köse, 2014: 148).
Bu da ulvi aşkla birlikte gelen meşru cinselliktir. İlyasoğlu’na göre de (2013: 80)
İslam’da “duyuların, erotik güdülerin, yani meşru cinselliğin inkâr edilmediği bir
beden” algısı vardır. Meşru cinsellik sadece Allah’ın onayladığı cinsel ilişkidir. Öyle
ki, ancak birbirine helal olan kişiler (karı-kocalar) birbirleriyle cinsel ilişkiye
girebilirler. Nikâhlı olmayan kişiler arasında mesafe bulunması gerekir çünkü
Müslüman bedenin terbiyesi bunu gerektirir.
Hidayet romanlarında anlatılan ve kabul gören aşk, ulvi aşktır. Romanlarda
aşk, Allah’a ulaşmak için yapılan evliliğin sadece harcıdır. Ulvi aşk ile yapılan
evlilikler de kendi başına bir amaç değil Allah’a ulaşmak için sadece bir araçtır.
Örneğin, Nusret Hilal için “Bu melekler kadar güzel, imanlı ve mesture İslam kızını
sevmek, onu Allah’a bir kat daha yaklaştırıyordu” diyerek bu durumu özetler (Şenler,
2008: 476).
138
Çayır’a göre (2008: 72) bu romanlarındaki kimlik arayışındaki karakterlere
Batılı/modern ve Doğulu/İslami hayat tarzı dışında “ilahi ve maddi aşk” konusunda
seçim yaptırılır (Çayır, 2008: 72). Karakterler “ilahi aşk”tan yana seçim yaparlar ve
bu seçimin doğru seçim olduğu her fırsatta söylenir. Örneğin, Bilal ile Feyza’nın
Nusret ile Hilal’in aşkının “meşru” olduğu sürekli tekrarlanır (Şenler, 2008: 478,
490, 246, 317). Bilal, aşka dair hadisleri okuduktan sonra, Feyza’ya duyduğu aşkı
anlattığı “Böylece çok iyi anlamıştı ki Feyza’ya duymuş olduğu bu temiz his, dinen
de meşru kabul edilmekteydi… Ve bütün kalbiyle sevip ideal bir yuva kurmak için
talip olduğu Feyza da, hadiste ‘iyi kadınlar’ olarak bahsi geçen dünya metasının en
hayırlısıydı” sözleri durumu net bir şekilde açıklamaktadır (Şenler, 2008: 246).
Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia da Hüseyin’e karşı ulvi bir sevgi duyar. Öyle ki,
Hüseyin’e olan duygularını şehvetle değil de şu şekilde açıklar: “Bildiğim bir şey
varsa, o da beni kısa sürede etkilemiş olmasıdır. Nişanlı olmasaydı belki ona
evlenme teklifi bile yapardım. Çünkü gerçekten ruhumu ısıttı, beni çok etkiledi”
(2014: 230). Çiçekler Susayınca’da Elif ve Yadigar arasındaki aşkın meşru olduğu,
çift arasındaki sevginin “sevgilerin en berrağı ve en şereflisi” olduğu sözleriyle
vurgulanır (2015: 247). Ancak Elif’e tecavüz eden Birli’nin Yadigar’ın babası
olduğu ortaya çıkınca, Elif ile Yadigar evlenmekten vazgeçer çünkü Elif artık
Yadigar için “haram” olmuştur (2015: 309).
Evliliğin yani meşru cinselliğin hidayet romanlarında kutsanmasının önemli
bir dayanak noktası bulunmaktadır: İslam düşüncesinde zinadan korunmanın yolu
Allah’ın rızasıyla yapılan evliliktir. Çünkü evli olanlar, cinsel olarak tatmin olurlarsa
zinadan uzak dururlar (Mernissi, 1995: 89). Köse de (2014: 77) İslam’da evliliğin
139
önemini, “(…) nikâh sadece cinsel ilişkiyi ima etmez, aynı zamanda kadınla erkeğin
kötülüğe ve düzensizliğe yol açabilecek arzulardan arınma ritüelidir. Arzu toplumun
ve Tanrı’nın bilgisi dâhilindedir bundan böyle” şeklindeki sözleriyle
vurgulamaktadır. Allah’ın bilgisi dâhilinde olan şehvet de meşru kılınmış olur.
Ancak meşru aşk ancak dindar ve namuslu insanlar arasında olabilir. Öyle ki,
Şenlikoğlu bu konudaki görüşünü Rabia’ya “Namussuz olan erkeklerin namuslu
kızla evlenmek istemesi çok tuhaf. Namussuz erkek namussuz kızla evlenmeli”
dedirterek gösterir (Şenlikoğlu, 2014: 242). Çiçekler Susayınca’da Dursun, Yagidar
biriyle evlenmek istediğini söylediğinde ona nasıl bir kadınla evlenmesi gerektiğine
dair bir tavsiyede bulunur: “Sıcak çorbamızı pişirecek, işten döndüğümüz vakit bizi
karşılayacak, sevinçlerimizin ve kederlerimizin ortakçası, yuvamızın bekçisi bir
kadın”la evlenmelidir Yadigar (2015: 223). Bu evliliğin kiminle yapılması gerektiği
konusunda önemle vurgulanır. İlyasoğlu bu durum için “Mahrem ve namahrem
terimleri evliliğin mümkün olduğu veya olmadığı kişileri birbirinden ayrıştırmakta,
uzak durulması gereken yabancıları tanımlamakta ve diğer boyutlarıyla birlikte
toplumsal cinsiyet planında meşru bir alanın etrafını çerçevelemektedir” diye fikrini
belirtir (2013: 120-121).
İlyasoğlu’nun bahsettiği “uzak durulması gereken yabancılar” hidayet
romanlarında çok net şekilde belirlenmiştir. Önceki bölümde bahsedilen “şeytan”
kadınlar uzak durulması gereken ve evlenilmemesi gereken kadınlardır. Örneğin,
Feyza hidayete ermeden önce Bilal’in dindar eşinin ondan ne fazlası olduğunu sorar
dadısına. Dadısı da “Şu geçici güzellik ve caziben hariç her şeyi yavrum, her şeyi
senden üstün. En büyük üstünlüğü ise, sırtındaki pardesü, bacağındaki kalın çorap ve
başındaki o alay ettiğin örtüsü ile kıldığı beş vakit namazıdır…” şeklinde cevap verir
140
(Şenler, 2008: 140). Yazar dadıya bu sözleri söyleterek, evlenilecek kadının nasıl
olması gerektiğini de okura ulaştırmış olur.
Benzer şekilde, hidayet romanlarında kadınların nasıl erkeklerle evlenmeleri
gerektiği konusunda da uyarılar bulunur. Bize Nasıl Kıydınız’da Hüseyin Rabia’ya
“dinini bilen bilinçli biriyle evlen” diyerek okura da mesaj vermiş olur (2014:140).
Minyeli Abdullah da Hüseyin evlenmek istediğini söylediği zaman ona tavsiyede
bulunur (2014: 84):
Evlen. Lakin evvela dindar bir kız almalısın. Sonra biraz kitap okumuş ve
mürekkep yalamış olsun. Şimdikiler çeyiz hazırlamakla meşgul. Sen mala
değil, imana ve ilme bak. Sonra kızla (annesinin babasının yanında) konuş.
İslami bir kıyafette gezecek, İslami olmayan yerlere gitmeyecek. Evine
misafir gelecek. Sohbet edip, kitap okuyacaksın. Ve âlimlerin meclisine gidip
ilim öğreneceksin. O bunlara mani olmayacak. Asgari geçim şartları içinde
geçinecek, gerisini İslamiyetin istediği yere vereceksiniz, ibadet edecek, kitap
okuyacak, öğrendiklerini kadınlara anlatacak. (…) Evlendikten sonra kadını
mutfağa ve beşiğe mahkûm etme! En çok Allah’ı sev.
Meşru evliliğin ve cinselliğin kutsandığı hidayet romanlarında, evlilik
yaşantısında kadın ve erkeğin yapması gerekenler de sıralanır. İslami gelenekte
evlenecek olan kadınların gerekirse “ev işlerinden ve eğlenceden” ödün vermesi
gerekir (Aktaş, 2007: 221). Buna benzer şekilde, hidayet romanlarının okurlarının da
böyle evlilikler yapması gerektiği mesajı verilir. Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia
kendisiyle evlenmek isteyen Ramazan adlı gence şartlarını yazdığı bir mektup yollar.
Bu mektup okura da yazılmış bir tavsiye mektubudur aynı zamanda (2014: 261-262):
1- Ben, eşya ve altın olarak size hiçbir şart koşmuyorum… Paranız varsa,
altından gümüşe ne isterseniz yapın. Paranız yoksa hasır, kilim alabilirsiniz.
Fakat siz de benden, her şeyini gösterişe dökmüş kızların götürdüğü çeyizi
141
istemeyecek, ben ne getirirsem onu kabul edeceksiniz… Sonra sitem istemem.
Siz de bir eve ne lazımsa eşya olarak imkânınız varsa ihtiyaç olanını alın.
2- Şimdiden söyleyeyim, kapıma ev sahibi, alacaklı bakkal gelecekse bu
evlilik olmamalı. Kaidelerden bahsediyorum.
3- İslam’a göre düğün istiyorum.
4- Çocuk olana kadar her gün en az beş saatimi İslami öğrenmek ve öğretmek
isterim. Bu konuda görüşünüzü bilmek isterim.
5- Eşimden izinsiz, hiçbir yere gitmem, eşimden de sadakat isterim… Gece,
onikilere kadar kahvede gezen bir eş düşünemiyorum… ( Siz öyle
olamazsınız. Ben ihtimalen şartımı söylüyorum…)
6- Ben İslam’dan taviz verirsem beni engellemeniz gerekir. Ben de sizde
görürsem Tevbe Suresi 70-71’e göre ben de sizi engellemeye çalışırım.
Kadınlardan bilgi alma kompleksiniz varsa şimdiden düşünün.
7- Kendi aile efradınıza benim nasıl saygı göstermemi istiyorsanız, ben de
sizden aynı saygıyı aileme karşı isterim. En azından ilgi.
8- Benim hatam olursa, ki mutlaka olur, önce bana bildirmenizi isterim,
benden önce bir başkasının duymasını asla istemem. Toplum içinde
aşağılamak asla tartamayacağım bir olaydır.
9- Ne benim için aile tarafını, ne de ailesi için benim tarafımı tutsun isterim.
Sadece adalet isterim. Haklı kim ise doğruyu söylemesini isterim. Bazı cahil
erkekler, kadın bulunur ana bulunmaz, diye, anneleri haksız olsa da eşlerine
bunu söylemezler. Hâlbuki buradaki konu birinin bulunması bulunmaması
değil, adalettir. Ben haklı olduğum halde bana haklısın diyecek yüreği
olmayan erkeğe ben saygı duymam. Ben de o tür adaletsizlikler yapmam.
10- Ben, yemeğimi, evimin işini elimden geldiğince yapmaya çalışacağım. Bu
arada yaptığım küçük hataların büyümemesini, hatamın İslam’a uygun şekilde
söylenmesini isterim.
142
11- Mihir alma hakkımı kullanmak istiyorum, imkânınız varsa karşılıklı
konuşalım. Bunu konu bile etmezdim, ama ben gece yarısı sokağa atılıp, yol
parası var mı, diye sorulmayan kadınların perişan halini görünce, demek ki,
Allah boşuna mehir koymamış diyorum şimdi.
Bu şartların karşılığında Ramazan Rabia’dan “sadece İslam’a göre hareket
etme”sini ister (2014: 266). Bu örnekler, Çayır’ın (2008: 102), hidayet romanlarında
karakterlerin “ideolojik evlilikler” yaptığı hakkındaki fikrini olumlamaktadır. Bu
evlilikler, okurun da bu tarz evlilikler yapması gerektiğine dair mesajı güçlendirir.
Okurların bu tarz evlilikler yaparlarsa mutlu olacakları mesajı hidayet romanlarının
ana temalarından birini oluşturur.
2. Şehvetli Aşklar: Zina
Zina, hem evli hem de bekâr kişilerin evlilik dışı cinsel ilişkilerini
tanımlamaktadır ve Allah’ın emirlerine karşı bir “suç” olarak algılanmaktadır
(Mernissi, 1995: 89). Zina şehvetli aşkın bir sonucudur. Hidayet romanlarında da
evliliğin ve meşru aşkın karşısında işlenen en büyük suç zina ve şehvetli aşktır.
Romanlardaki bu tutum, İslami dünya görüşünde zinaya bakış açısından
kaynaklanmaktadır. Öyle ki, Aktaş (2007: 72) İslam’da “[e]vlilik bağının kutsallığına
karşı işlenen her suç[un], Allah karşısında olduğu gibi halk karşısında da yüz
kızartıcı” sayıldığını belirtmektedir. Hidayet romanlarında zinanın bir günah
olmasının yanı sıra, genellikle kadından kaynaklanması önemli bir ayrıntıdır. Yani
dindar kadınların zina yapması hidayet romanlarında karşılaşılacak bir durum
değildir. Bu konuda, hidayet romancıları çok nettir: Zinayı sadece dindar olmayanlar
yaparlar. Örneğin, Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia’nın annesi dindar bir kadın olarak
anlatılır. Ancak aynı kişi zina ve adam öldürmeyle suçlanır. Romanın ortalarına
143
doğru bu suçlamaların asılsız olduğu ortaya çıkar ve Rabia annesi için şunları söyler
(2014: 59):
(…) Annem dinini sonradan tanımış, ama son derece ona bağlanmış bir
kadındı. Dürüsttü… Babamı hem seviyor, hem de sayıyordu. Bizim İslam’ı
öğrenmemiz için çok gayret sarfetti. (…) Annem başımı örtmemi, babam
açmamı istiyordu. İkisinin arasında çok bocaladım. Annem baskı yapmaz, ama
örtünmediğim için çok ağlardı. (…) Her neyse, annem çok dindardı. Namaz
kılmamamdan dolayı da ağlardı. Allah’ı çok severdi. Yalan konuşmazdı.
Saygıdeğer bir hanımefendiydi. Bir çoklarının dediği “kapalının altında neler
var” cinsinden değildi. İnsanlardan korktuğu için değil, Allah’ın emrinden
dolayı kapalıydı. Şimdi size soruyorum: Allah’ı bu derece seven bir kadın zina
yapar mı?
Köse’ye göre (2014: 129) hidayet romanlarında kadın karakterlerin “şehvet
fazlalığı” vurgulanmaktadır. Bu kadınlar genellikle, dindar olmayan kadınlardır ve
erkeklerin aklını çelerler. Mernissi’ye göre (1995: 69-70) İslam’da kadınların en
tehlikelisi ise, cinselliği yaşamış olanlardır. Bu görüş, hidayet romanlarına da yansır.
Örneğin, Huzur Sokağı’nda Bilal üniversitedeki kızların “Barlarda vazifeleri gönül
eğlendirmekten ibaret olan konsomatris kızlardan ayırt edilemeyecek kadar aşağı bir
zavallılık içinde” olduklarını söyler (Şenler, 2008: 19). İşte bu tür kızlar, çok
tehlikelidir.
Zinadan korunmak için kadınların bedenlerinin “ayrıntılı ve titiz bir beden
terbiyesine” ihtiyaçları vardır ki bu da kadın bedeninin sessizleştirilmesi anlamını
taşır (Köse, 2014: 159). Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia kendi bedenini sessizleştirmesi
gerektiğini annesinin mezarında şu şekilde anlatır: “Bundan sonra elimden geldiği
kadar erkeklere çekici görünmeyeceğim (…) Hiçbir kadının kocasına şuh
görünmeyeceğim” (2014: 161). Zaten Rabia hidayete erip namaz kılmaya da
144
başlayınca yazar Rabia’nın “dişiliğini değil, kişiliğini ön plana” çıkardığını söyler
(2014: 117).
Hidayet romanlarında erkeklerin ve kadınların zinadan korunması gerektiği
her fırsatta söylenir. Bu doğrudan söylenmese de zina yapmış kişilerin perişan
halleriyle zinanın kötü olduğu okura hissettirilir. Örneğin, Bilal’in üniversitede
tanıştığı bir genç kız olan Zeynep bir gece alkol alır ve biriyle cinsel ilişkiye girer.
Ertesi sabah, bilmediği bir evde çıplak şekilde uyanır. Bu olaydan sonra Bilal’e “Ben
mahvoldum. Ben o yüzüne tükürdüğümüz kötü kadınlardan oldum artık. Haydi ne
duruyorsun öyle taş gibi karşımda… Tükürsene yüzüme!... Tükürsene!...
Tükürsene!...” diyerek okura ibret dersi verir (Şenler, 2008: 29). Bu gibi durumlarda
yazarların “Abartma ve Çarpıtma Kuralı”61nı uyguladığını söylemek yanlış
olmayacaktır.
Hidayet romanlarında zinanın dışında ensest de zina kadar korkulan bir
olgudur. Ensest uzak durulması gereken bir eylem olarak anlatılır. Erden (2011:
2008) ensestin sadece kan bağı olan kişiler arasında değil, üvey kardeşler, enişte-
baldız, kayın-yenge gibi kan bağı olmayan kişiler arasında da olan cinsel ilişkinin
ensest sayıldığını belirtir. Örneğin, Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia’nın babası ile
yengesi zina yaparlar ve bu romanda çok büyük bir suç olarak tanımlanır. Benzer
şekilde, Minyeli Abdullah’ta da fuhuşun topluma çok büyük zararlar vereceği
söylenir (2014: 57-58).
61 Bkz. 32. sayfa.
145
Ancak ensestin önlenmesi için yine kadınlara büyük görev düşmektedir. Bu
konuda Köse (2014: 74) “Nur suresinde, her iki cinsin de namahremden kaçınması
konusunda emir verilmişse de, cinsler arasındaki iffetin sağlanması için asıl
sorumluluk kadına aittir” diyerek durumu açıklar. Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia’nın
babası İhsan’ı zinaya teşvik eden Rabia’nın yengesi “Sarışın Nermin”dir (2014: 16).
İhsan, Nermin’in kendisini ayarttığını ve kendisinin bir suçu olmadığını, “Hem
sigarasını içiyor, hem de bacak bacak üzerine atmış, beni tahrike çalışıyordu. Ben de
şeytana uydum. Hâlbuki ben karımla mutluydum” sözleriyle açıklar (2014: 64).
D. Mağduriyetin ve Mazlumluğun İnşası
Hidayet romanlarında dindar karakterler “mazlum” ve “mağdur” olarak
temsil edilirler (Çayır, 2008: 89). Bu tutum, İslami düşünce sisteminde de
vurgulanan bir meseledir. Bu konu hakkında Göle (2012: 99) İslami kesimin sıklıkla
“mazlum kurbanlık diline” başvurduğunu ve “mağduriyetten yakınma ve ağlama gibi
ortak duygu pratikleri”ni kullandığını belirtir. Fethi Açıkel’e göre de (1996:173)
Ortadoğu’nun tek tanrılı dinlerinin anlatılarının hepsinde mazlumluk söylemi
bulunur. Bu dinlerin peygamberlerinin de ortak bir özelliği vardır: Hepsi ya yetimdir
ya da ailesiz. Hidayet romanlarında da karakterlerin çoğu ya ailesiz ya da yetimdir.
Karakterlerin bu şekilde yaratılması, karakterlerin mazlumluklarını daha da vurgular.
Örneğin, Çiçekler Susayınca’da Elif tecavüze uğradığı için anne babasından ayrı
yaşamaya başlar. Minyeli Abdullah’da Abdullah’ın, Huzur Sokağı’nda Feyza’nın
anne ve babası ölmüştür. Bize Nasıl Kıydınız’da ise Rabia’nın annesi ölmüş, babası
ise hapistedir. Dindar olmayan karakterler tarafından sürekli dövülen, hor görülen,
yoksul hayat yaşayan ve haksız yere sürekli hapse giren dindar ve öksüz/yetim
insanların hikâyeleri, okurda o kesime karşı bir sempati uyandırır. Bu durum,
146
İnceoğlu’nun kurallarından olan “Sempati Kuralı”62nı anımsatır. Okur zaten dindar
olmayan kesim için olumsuz bir yargıya sahipken, romanlarda dindar karakterlerin
başına kötü olayların gelmesinin sebebi olarak dindar olmayan karakterler
gösterildiğinde, bu tutum daha da şiddetlenme eğilimi gösterebilir. Bu da
Domenach’ın “Aşılama Kuralı”63na örnek olarak gösterilebilir. Bu sayede, hidayet
romancılarının hedef kitlede yerleşik olan tutumlarını pekiştirmek için yarattığı bu
durum propagandasının etkili olmasını sağlamaktadır.
Açıkel “‘Kutsal Mazlumluğun’ Psikopatolojisi” başlıklı makalesinde Türk-
İslam sentezindeki mazlum/ezik söylemini sosyolojik ve psikanalitik açıdan irdeler.
Mazlum özne; yaşadığı haksızlıklar ve zorluklardan dolayı “hınç” ve “intikam”
arayışındadır ancak aynı zamanda huzurlu geçmişine64 özlem duyduğu için de “iade-i
itibar” ve “iktidar” da arayışındadır (Açıkel, 1996: 163). Açıkel’e göre Türk-İslam
sentezinin “Kutsal mazlumu” yaşadığı çileler için başkalarını suçlar, bu da
sorumluluktan kaçma anlamına gelir (1996: 165) çünkü ona göre yaşadıkları
zorluklar kendi suçu değildir, kendi dışındaki kişilerin ve olayların sonucu olarak
gelişmiştir. “Ortak Düşman Kurgusu Olarak ‘Allah’ın Düşmanları” bölümünde de
incelendiği gibi, hidayet romanlarında dindar karakterlere kötü davrananlar hep
düşmanlardır.
62 Bkz. 31. sayfa.
63 Bkz. 34. sayfa.
64 Fethi Açıkel (1996: 164) Türk-İslam Sentezinde Huzur ideasının önemli bir yere sahip olduğunu
belirtir. Açıkel’e göre Huzur ideası “Huzur Sokağı”, “huzur ve asayiş”, “huzur veren gazete” ve
“huzur İslamdadır” gibi sloganlardan da okunabilir.
147
Hidayet romanlarında mağdur karakterler, yine mağdur karakterlerle işbirliği
içindedirler. Mazlum ise kendi gibi zorluk ve çile çekmiş kişilerle “ittifak” kurar
(Açıkel, 1996: 172). Çünkü mazlum kişi diğer mazlumlarla ortak kaderi paylaşır.
Örneğin, Çiçekler Susayınca’da Elif ve Keriman, Yadigâr ve Dursun ile birlikte
sıkıntılara göğüs gererler. Bize Nasıl Kıydınız’da Rabia ve Hüseyin; Minyeli
Abdullah’da Abdullah ve Sevde; Huzur Sokağı’nda ise Feyza ve Hilal birbirlerine
destek olurlar. Okurun böylesi bir dayanışmaya şahit olması ve eğer benzer
mağduriyetler yaşıyorsa, bu karakterlere kendini yakın hissetmesi olağandır. Bu
durumda da, propagandada sürüleşme güdüsünden yararlanmayı tanımlayan
“Uyumlaştırma Kuralı”65 görünür hale gelmiş olur.
Huzur Sokağı’ndaki mazlumluk hikâyesi, Hilal’in “okula gitmesiyle başlayan
süreçte” açık hale gelir (Erekli, 2006: 82). Hilal, gittiği okullarda başını örtüyor ve
namaz kılıyor diye çok kötü muameleyle karşılaşır. Öğretmeni, Hilal’i ve Başak adlı
diğer örtülü kızı döver. Hatta bir gün öğretmeni Hilal’i dövmekle kalmaz, “yırtıcı bir
aslan gibi üzerine” atlar (Yüksel Şenler, 2014: 327). Yaşadığı kötü muameleler
sonucunda, Hilal annesine “Öyle bir memlekete gidelim ki hiç kimse, kimseyi namaz
kıldığından, Allah’a inandığından dolayı, ayıplamasın, sövmesin ve dövmesin o
memlekette…” der (Şenler, 2008: 299). Cevap olarak, Feyza her şeyin onların elinde
olduğunu söyleyince bu defa Hilal, “Elbette yanında yapamayacakları da vardır.
Onlar benim öğle namazıma mı mani olmak istiyorlar? Ben ki okulda kılmam ama,
mutlaka bir yerde kılarım namazımı…” diyerek okurda sempati uyandırır (Şenler,
65 Bkz. 32. sayfa.
148
2008: 300). Bu tür olayların sıklıkla anlatılması “Büyütme ve Bozma Kuralı”66
altında değerlendirilebilir. Çünkü yazar, Hilal’in okulda yaşadığı iyi olaylara
değinmektense, mağduriyetini anlatacak durumları anlatmayı tercih eder.
Bize Nasıl Kıydınız’da da Müslümanlar mağdur olarak tasvir edilir. Zaten
romanın başlığı da “onlar”ın “biz”e kıydığı ve “biz”in mağdur olduğu üzerinedir.
Romandaki en önemli mağduriyet unsuru Hüseyin’in inançlarından dolayı haksız
yere hapse atılmasıdır. Okur, Hüseyin’in bu haksızlığa uğramasından dolayı ona
sempati duyar. Hüseyin gibi, Minyeli Abdullah da hapse atılır. Abdullah’a
hapishanede Çin işkencesi yapılır ve Abdullah, bu kötü muamelelerden dine daha da
bağlanarak kurtulur. Yazar, Abdullah’ın mağduriyetini daha da vurgulamak için
hapse atıldığındaki halini “Hilal kaşları pörsümüş, uzun kirpikleri ıslanmış,
burnundan akan kanlar ağzının etrafını kızıla boyamıştı. Yanakları kan olmuş,
dudakları yer yer çatlamıştı. Mahzun yüzünün her yerinden kanlar sızıyordu”
sözleriyle anlatır (2014: 30). Huzur Sokağı’nda Bilal’in oğlu Nusret de haksız yere
hapse düşer. Hapse girmesi gereken karakter Selimken, Nusret zor zamanlar geçirir.
Nusret’e benzer şekilde Dursun ve Yadigâr da bir süre hapishanede kalır. Dursun ve
Yadigâr’ın mağduriyetleri sadece hapishaneyle sınırlı değildir. İkili çok yoksuldur ve
çok zor geçinmelerine rağmen dinlerinden vazgeçmezler. Öyle ki, ikilinin çektiği
sıkıntıların anlatıldığı bölümün adı da “Bitmeyen Dert”tir ve bu bölüm mağduriyetin
uzun manzumesi gibidir (2015: 147).
Açıkel’e göre (1996: 187) Mazlum özne yaşadığı sıkıntıları düşünerek
“kendisini adalet gününe hazırlar.” Bu durumda, “geçmişle hesaplaşma ve adalet
66 Bkz. 33. sayfa.
149
isteği” (vurgu yazara aittir) mazlumun söylemlerinde açıkça görülür (Açıkel, 1996:
167). Mazlum, geçmişle hesaplaşırken ve kendisine yapılanların telafisini beklerken
“intikam” ve “hınç” duyar. Örneğin, yaşadıkları mağduriyetten dolayı Feyza “Yakın
gelecekte istikbal bizlerin, yani imanlılarındır” diyerek bu mağduriyetin hesabını
soracaklarının altını çizer (Şenler, 2008: 370). Benzer şekilde, Rabia da “(…) yavaş
yavaş herkes anlayacaktır ki, asıl kültürlü olan Müslümanlardır” der (Şenlikoğlu,
2014: 256).
Hidayet romanlarında mağduriyet ve mazlumluk mütevazı hayat tarzı ve
gecekondu övgüsüyle ile birlikte işlenir. Gecekondu övgüsü İslami düşünce
sisteminde de kendine yer edinmiştir. 1980’lerde İslami kesimde gecekondu hayatı,
apartmanlaşmaya karşı olarak sunulmuştur. Çünkü apartmanlaşma, “komşuluk ve
akraba ilişkilerini güçten düşüren” bir unsur olarak değerlendirilmiştir (Aktaş, 2007:
17). Apartmanlaşmanın modernlik ve Batılılaşmayı çağrıştırması, gecekondunun ise
mütevazı ve sade bir hayatı çağrıştırması Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı adlı
romanında da açıkça görülmektedir. Huzur Sokağı gecekonduların bulunduğu bir
sokaktır. Sokağın sakinleri mütevazı hayatlar yaşamaktadırlar. Öyle ki, yazar,
Bilal’in odasını şu şekilde tanımlar (2008: 11):
Burası, fakirhane döşenmiş bir odaydı. Yerde eski bir kilim, duvar diplerine
serpiştirilmiş bir kaç basma yer minderi, köşede üstü kitaplarla dolu eski bir
komodin, pencere dibinde rengi solmuş, basma örtülü, tahta bir divan ve
duvarda asılı birkaç ayet-i kerime ve üzerinde ibretli sözler bulunan çerçeveli
birkaç tablodan başka hiçbir eşya yoktu bu odada… Sade, temiz, mütevazi bir
oda…
Minyeli Abdullah da mütevazı bir hayat yaşayan bir karakterdir. Hatta
Abdullah, Sevde’yle ikinci kez evlenirken “Bize birkaç kap-kacak, birkaç yatak ve
150
iki-üç hasır kâfi gelmeli. Paramızın artanını fakir çocuklara, muhtaç kimselere
vereceğiz” der ve bu sayede okura mütevazı hayat yaşanması gerektiği mesajı verilir
(2014: 96). Çiçekler Susayınca’da da benzer şekilde gecekondu vurgusu vardır. Elif
ile Keriman ve Dursun ile Yadigar da gecekonduda kalırlar. Elif ile Keriman’ın
kaldığı gecekonduda “duvarlara bitişik iki ahşap sedir, ortaya serilmiş, soluk yeşil bir
kilim, sedirlerin karşısına düşen duvarda, uygunsuz çakılmış bir raf, kapının sağ
köşesine bırakılmış bir gazocağı ve birkaç kap kacaktan” başka bir şey bulunmaz
(2015: 55). Bu mütevazı hayat, okurda kahramanlara karşı sempati uyandırmak ve
kendilerinin de benzer hayat tarzı yaşamaları konusunda uyarmak için kullanılır.
151
SONUÇ
Bu çalışmada, seçilen hidayet romanlarının propaganda unsurlarına nasıl yer
verdiği ve bu sayede edebiyatın ne şekilde propaganda aracı olarak kullanıldığı ele
alınmıştır. Bu doğrultuda, seçilen romanların tez çalışmasının “Propaganda” başlıklı
birinci bölümünde tartışılan propaganda tekniklerini roman söylemine aktardıkları ve
bu vesileyle edebilikten çok mesaj kaygısı taşıdıkları ortaya konmuştur. Ancak bu
noktada, seçilen romanların yazarlarının romanlarını mesaj kaygısıyla yazdıklarını
bizzat dile getirmeleri önemli bir veri olmuştur. Çünkü bu tez çalışmasındaki
propaganda kavramsallaştırması için temel alınan kuramcı Qualter’a göre (1980:
280) “herhangi bir eylem veya edimin bir grubun tutumları üzerinde kontrol kurmak
için girişilmiş bilinçli bir faaliyetin bir bölümü olduğu”nun ispat edilmesi, bir
faaliyetin propaganda olarak tanımlanmasında en önemli kriterdir. “Paternalist
Hidayet Romancısı: Propagandacı mı Roman Yazarı mı?”67 başlığı altında tartışıldığı
üzere seçilen romanların yazarları, romanlarını okuru hidayete erdirmek için
yazdıklarını belirtmektedirler. Edebi eserler vermeyi öncelikli amaç olarak görmeyen
yazarların asıl hedefi, okurun İslami hayat tarzına uygun yaşaması için tutumlarının
kontrol altına alınmasıdır. Okurun tutumlarında değişiklik yaratmak yerine, varolan
tutumlarını pekiştirmeyi amaçlayan yazarlar, romanlarını bir şemaya uygun olarak
yazmışlardır. Bu şemalardan en belirgin olanı, dindar olmayan kadın karakterlerin
dindar olan erkek karakterler tarafından hidayete erdirilmesidir. Bunun dışında, bu
romanlar her zaman dindar karakterler için mutlu sonla bitmektedir.
67 Bkz. 70. sayfa.
152
Ayrıca okurun dinî yönden bilgilendirilmesi gerektiği fikriyle hareket eden
yazarların, okurlarıyla paternalist bir ilişki kurduğu görülmüştür. Bu paternalist ilişki
tarzına göre, okura bir çocuk gibi yaklaşılır. Bu yaklaşım aynı zamanda hidayet
romancılarının, roman aracılığıyla tebliğ görevlerini yerine getirdikleri fikriyle de
uyumlu görülmüştür. Ayrıca, tebliğ aracı olan bu romanlar “didaktik”tir (Akçay,
2006: 15). Zaten tebliğ görevini yerine getiren yazarın “öğretici” konumundan
konuşması beklenen bir sonuçtur. Tüm bu değerlendirmeler, “Edebiyat ve
Propaganda: Benzerlikler ve Farklılıklar” başlığı altında tartışıldığı gibi Orwell’ın68
ahlaki ve politik mesajlarını ön planda tutan yazarların edebiliklerinin zedeleneceği
hakkındaki görüşlerini hatırlatmaktadır. Orwell’ın mesajı ön plana alan edebiyat
eserleri için vurguladığı bu nokta, hidayet romanları için de geçerli bulunmuştur.
“Edebiyat ve Propaganda: Benzerlikler ve Farklılıklar” başlığında tartışıldığı
gibi Bahtin’e göre (2014a) toplumdaki farklı sesler ve düşünceler iyi romana
“çokseslilik” olarak yansımaktadır. Ancak araştırma için seçilen roman yazarlarının
mesajlarını okura iletebilmek için monolojik tarzda yazdıkları, bu sebeple romanların
“çoksesli” olmadığı görülmüştür. Başka bir ifadeyle, bu romanlarda sadece yazarın
sesi duyulmakta ve yazarın görüşü dışındaki görüşlere yer verilmemektedir. Bu
sebeple, bu romanların Bahtin’in (2014b) kavramı olan “karnavallaşmış edebiyat”
kategorisine girmediği sonucuna varılmıştır. Araştırma için seçilen roman
yazarlarının her biri bu monolojik yapıyı açıkça dile getirmeseler de bu tez çalışması
için seçilen romanlardan biri olan Bize Nasıl Kıydınız (2014: 9) romanının
önsözünde, yazar Emine Şenlikoğlu bu monolojik yapıyı “Elinizdeki kitabı, gençlik
68 <http://orwell.ru/library/articles/frontiers/english/e_front>
153
yıllarımda, kitap tekniği ve türü konularında bilgi sahibi değilken yazdım (…) Ne ki,
adeta monologdan ibaretmiş gibi yazmışım bu durumdan romanı pek kurtaramadım”
diyerek kabul eder.
Bu doğrultuda, romanlarını monolojik olarak yazan hidayet romanı
yazarlarının, romanı ne şekilde işlevselleştirdiği ve propaganda tekniklerini ne
şekilde romana aktardıkları dört ana başlık altında incelenmiştir. “Tek Düşman
Kurgusu Olarak ‘Allah’ın Düşmanları’” başlığı altında incelenen propaganda unsuru
hidayet romanlarındaki düşmanın inşasıdır. Seçilen hidayet romanlarında, yazarların
okuru İslami bir hayat yaşamaya yönlendirebilmeleri ve mesajlarını okura
iletebilmeleri için bir düşmana ihtiyaçları vardır. Bu, propaganda tekniklerinden olan
“Düşmanın Tanımlanması”69 tekniğinin romanlardaki tezahürü olarak düşünülebilir.
Bu tekniğe göre, propagandacı hedef kitleye bir düşman sunar ve bu düşman
üzerinden kendi davasının haklılığını ispatlar. Seçilen romanlarda da; Batılılaşmış
bireyler toplumu zehirleyen düşmanlar olarak, Kemalist öğretmenler ise öğrencileri
dinsizliğe sürükleyen düşmanlar olarak tasvir edilirler. Aynı şekilde; sosyalist,
komünist ya da ateist olarak tanımlanan karakterler insanların Allah inancını yok
eden düşmanlar olarak gösterilir. Son olarak, geleneksel Müslümanlar, bilinçsizce
dini yaşadıkları için İslam’ın yanlış anlaşılmasına sebep olan insanlar olarak tanıtılır.
Romanlarda yaratılan bu düşman karakterler sayesinde yazarlar, okura bu tip
kişilerden uzak durmaları gerektiği konusunda vaaz vermiş olurlar. Ayrıca bahsi
geçen dört farklı düşman türü, tek düşman yani “Allah’ın düşmanları” olarak sunulur
çünkü propagandada hedef kitleye birbirinden farklı olan düşmanların tek düşman
69 Bkz. 30. sayfa.
154
olarak sunulması esastır. “Basitleştirme ve Tek Hedef Kuralı”70na ya da “Yalınlık ve
Tek Düşman Kuralı”71na örnek teşkil eden bu düşman inşası, okura tek hedef
göstermeyi amaçlar: “Allah’a inanmayan ve bu yolda gitmeyenler sizin
düşmanınızdır ve sizler onlar gibi olmayınız.” Bunun, okurun yazarın davasından
şüphe etmemesi için tasarlanmış bir kurgu olduğunun belirtilmesi gerekmektedir.
Aksi halde, çok farklı düşmanın var olduğunu bilmek hedef kitlede kendi taraflarının
haksız olabileceği hissini uyandırabilir. Kendi taraflarını belirlemeleri beklenen okur
için romanlarda “biz”e karşı “onlar” kurgulanır. “Onlar” Allah’a inanmayan, dindar
insanlara kötü davranan ve hidayete ermesi gereken kişilerken, “biz”ler Allah’ın
yolunda giden dindar insanlardır. “Biz ve onlar” dikotomisi üzerine inşa edilen
hidayet romanlarında kazanan taraf her zaman “biz” olur ki bu da okura davalarının
haklılığı konusunda cesaret veren bir unsur olarak görülebilir.
Seçilen hidayet romanlarında kadın erkek temsilindeki propaganda
unsurlarının incelendiği “Kadın ve Erkeklerin Temsili” başlıklı tartışma, bu
temsillerin dindar olan kadın ve erkeklerle dindar olmayanları çok keskin şekilde
birbirinden ayırdığını ortaya koymuştur. Kadın-erkek temsillerindeki bu net ayrım
“Kalıplaşmış İmajların Kullanılışı”72, “İsimleri Bir Başka Lakapla Değiştirme”73 ya
da “Ad takma”74 tekniklerine örnek teşkil etmektedir. Çünkü romanlarda dindar olan
kadınlar “melek”, olmayanlar ise “şeytan” olarak tasvir edilirler. “Melek” olan bu
70 Bkz. 32. sayfa.
71 Bkz. 33. sayfa.
72 Bkz. 30. sayfa.
73 Bkz. 30. sayfa.
74 Bkz. 29. sayfa.
155
kadınlar, örtülüdür ve “şeytan” olan kadınların düştüğü hatalara düşmezler. Onlar
eşlerine sadık, dindar hayat yaşayan melek yüzlü kadınlardır. “Şeytan” kadınlar ise,
örtünmeyen ve İslami hayat yaşayamayan kadınlar olarak sunulur. Benzer şekilde,
dindar erkekler “mücahit”, dindar olmayanlar ise “ırz düşmanı” olarak tasvir
edilirler. “Mücahit” olarak tanımlanan erkekler dindar olmayan kadınları hidayete
erdirmekle görevli oldukları gibi, etraflarında kişilere dini tebliğ eden bireyler olarak
sunulur. Buna karşılık, “ırz düşmanı” erkekler dinden uzak yaşayan ve şehvetli
erkekler olarak anlatılır. Bu noktada, bu karakterlerin dindar olup olmamaktan başka
hiçbir özellikleriyle tanımlanmaması, okura “sizler de dindar olunuz çünkü bir insan
ya dindar ya dinsiz olabilir” mesajını vermeyi amaçlar. Bu tarzda bir siyah/beyaz
dünya inşası okurda iki taraftan birinin seçilmesi gerektiği fikrini uyandırır. Zaten
propagandacı olan yazarın yapmaya çalıştığı da budur. Çünkü propaganda da hedef
kitlenin bir taraf seçmesi ve bu tarafın çıkarlarına uygun davranması
hedeflenmektedir.
“Aşkın ve Cinselliğin Araçsallaştırılması” başlığında ise hidayet romanlarının
aşka ve cinselliğe bakışı propaganda unsuru olarak ele alınmıştır. Öyle ki,
romanlarda Allah’a ulaşmak için yapılan meşru evlilikler ancak meşru aşk ve
cinsellikle mümkündür. Romanlarda yalnızca birbirlerine helal olan kişiler
evlendirilir. Yasaklı olan “şehvetli” aşk ve cinselliği yaşayanların ise yanlış yolda
olduğu mesajı verilir. Şehvet zinaya yol açacağı için tehlikeli görülürken, “ulvi”
aşkın insanların hidayetine vesile olduğu vurgusu yapılır. Bu noktada, aşkın ve
cinselliğin araçsallaştırıldığı görülür. Çünkü aşk ve cinsellik sadece Hakk’a ulaşmak
için bir araçtır. Meşru olan aşk ve cinselliğin sadece Allah yolunda yaşanan aşk ve
156
cinsellik olduğunun mesajını veren hidayet romanları, okura da ulvi aşklar
yaşamaları ve dindar insanlarla evlenmeleri konusunda mesaj vermiş olur.
Son olarak, hidayet romanlarında dindar karakterlerin mağdur ve mazlum
olarak temsil edilmelerini inceleyen “Mağduriyetin ve Mazlumluğun İnşası” başlığı
altında, bu temsilin propagandaya nasıl hizmet ettiği incelenmiştir. Dindar
karakterlerin bu şekilde temsil edilmesi okurda bu karakterlere karşı sempati
uyandırmak için yapılır. Propaganda tekniklerinden olan “Sempati Kuralı”na75 göre
de etkili bir propaganda için hedef kitlede savunulan değere karşı bir sempati
yaratmak amaçlanır. Romanlarda da dindar bireylerin başına gelen kötü olayların,
mağduriyetin ve mazlumluğun çok sık şekilde vurgulanması okurda o bireylere karşı
sempati, düşmanlara karşı ise öfke oluşturur. Çünkü dindar karakterlerin yaşadıkları
mağduriyetin sebebi olarak kurgulanmış düşmanların gösterilmesi de bu sempatiyi
ayrıca pekiştirmektedir.
Seçilen hidayet romanlarındaki propaganda unsurları, yukarıda da özetlendiği
gibi, dört başlık altında incelenmiştir. Bu propaganda unsurlarının, kadın ve erkek
yazarlar tarafından benzer şekilde ele alınması ve bu doğrultuda romanlarda
ortaklıkların bulunduğunun saptanması da önemli bir veridir. Öyle ki, bahsi geçen
kadın ve erkek yazarların okura mesaj verme kaygısıyla yazdıkları romanlarındaki
hikâye örüntüleri arasında ve yazarların, romanlarında propaganda tekniklerini
kullanış tarzlarında bir farklılık tespit edilmemiştir. Bu durumda, araştırma için
seçilmiş hidayet romanlarındaki propagandist içeriğin kadın ve erkek yazarlar
tarafından benzer yöntemlerle ele alındığı sonucu ortaya konmuştur.
75 Bkz. 31. sayfa.
157
Ancak seçilen hidayet romanlarının sadece propagandaya hizmet ettiği için
edebiliğinin düşük olduğu düşüncesi, politik mesajı olan her edebiyat eseri için
geçerli değildir. Çünkü politik ya da ahlaki bir duruşu olan herhangi bir edebiyat
eserinin propaganda metni olduğunu söylemek yanlış bir değerlendirme olacaktır. Bu
noktada ayırt edici olan kriterin, edebiyat eserlerinin politik ya da ahlaki mesaj
kaygılarının edebi kaygılara göre daha önde tutulması hatta tek amaç olarak
gözetilmesi olduğunu belirtmek gerekmektedir. Mesaj kaygısının edebi kaygının
önüne geçtiği eserlerde de edebiyatın işlevselleştiği görülür ki bu durum tez
çalışmasının da odak noktası oluşturmuştur.
Bu tez çalışmasına konu olan hidayet romanlarının ilk örneklerinden farklı
olarak, 1990’lar ve 2000’lerde yayımlanan hidayet romanlarının içeriğinin değişime
uğradığının belirtilmesi gerekmektedir. 1990’lardan sonra yayımlanan İslami
romanlarda, ilk örneklerindeki siyah/beyaz dünya algısı yerini çatışmalı bir dünya
algısına bırakmıştır. Hatta Çayır’a göre (2008) 1990’lı yıllarda basılan hidayet
romanları, ilk örneklerdeki dünya algısını sorgulamaya başlamışlardır. Bu dönemde
İslamcı çevrenin hayat tarzındaki değişiklikler, romanlardaki değişimin nedeni olarak
gösterilebilir. Modernist ve kapitalist hayat tarzı, roman yazarlarının dünyayı
algılama biçimini değiştirmiştir. Bu doğrultuda, 1990’lar ve 2000’lerin İslami
romanlarındaki karakterler, 1980’lerdeki örneklerinden farklı olarak; iç çelişkileri
olan (dolayısıyla derinliği de olan) karakterlerdir.
1980’lerde yazılan romanlarda İslami hayat tarzı görüşü çerçevesinde sadece
“dindar” ve “dinsiz” olarak tasvir edilen karakterler; 2000’lere yaklaştıkça, dünya
işlerine ilişkin problemleriyle de tanımlanmaya başlanmışlardır. Bu da İslamcı
158
yazarların 1980’lerdeki örneklerine göre daha eleştirel ve sorgulayıcı bir düşünce
yapısına sahip olduklarını kanıtlar niteliktedir. Bu yeni düşünce yapısı, roman
kurgusuna ve içeriğine de yansımış ve Çayır’ın (2008) “özeleştirel” diye
nitelendirdiği romanların yazılmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla, 1980’lerdeki
hidayet romanlarındaki propaganda unsurlarının, 1990’lardan sonra yazılan İslami
romanlarda da bulunduğunu belirtmek yanlış bir değerlendirme olacaktır. Bu
sebepledir ki, bu tür romanlar bu tez çalışması kapsamı dışında tutulmuştur.
Tüm değerlendirmeler ışığında, “edepli edebiyata” dönüşen 1980’lerin
hidayet romanlarının, edebi kaygılarla değil, ahlaki mesaj kaygısıyla yazıldıkları
ortaya çıkarılmıştır. Ancak yapılan araştırma, yukarıda da belirtildiği gibi belirli bir
örneklem üzerinden incelenmiştir. Bu inceleme sonucunda; işlevselliği ön plana
çıkarıp edebiliğini yitiren hidayet romanlarının propaganda aracına dönüşebildiği
ortaya konmuştur. Ancak bu sonuç, hidayet romanları kategorisine giren tüm
romanlar için genellenemez. Bu anlamda, başka örnekler üzerinden bu tür romanların
işlevselliğinin olup olmadığı ve propagandist bir özellik taşıyıp taşımadığı daha
kapsamlı şekilde incelenebilir.
159
KAYNAKÇA
Açıkel, F.,(1996), “Kutsal Mazlumluğun” Psikopatolojisi, Toplum ve Bilim, (70):
153-198.
Ahıska, M., (2005), Radyonun Sihirli Kapısı: Garbiyatçılık ve Politik Öznellik,
İstanbul: Metis Yayınları.
Akarcalı, S., (2003), 2. Dünya Savaşında İletişim ve Propaganda, Ankara: İmaj
Yayınevi.
Akçay, A. S., (2006), Bellekteki Huriler: İslamcı Popülist Kültüre Eleştirel
Bakış, İstanbul: Selis Kitaplar.
Aktaş, C., (2007), Bir Hayat Tarzı Eleştirisi: İslamcılık, İstanbul: Kapı Yayınları.
Arat, Y., (1998), Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar, S. Bozdoğan ve R.
Kasaba (ed.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, İstanbul: Tarih Vakfı
Yayınları, 82-98.
Armağan, A., (1999), Siyasal Bir İletişim Türü Olarak Propaganda, İstanbul
Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (9): 417-426.
Atabek, N., (2003), Propaganda ve Toplumsal Kontrol, Selçuk İletişim, 2(4): 4-12.
Avcı, Ö., (2012), İki Dünya Arasında: İstanbul’da Dindar Üniversite Gençliği,
İstanbul: İletişim Yayınları.
Ayhan, A., (2007), Propaganda Nedir?: Propaganda ve Halkla İlişkiler
Ekseninde A.B.D. Dış Politikası, İstanbul: Literatürk Yayınları.
160
Bahtin, M. M., (2014a), Romanda Söylem. Karnavaldan Romana: Edebiyat
Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, 2. Baskı, (C. Soydemir, Çev.), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları, 33-76.
Bahtin, M. M., (2014b), Dostoyevski’nin Yapıtlarında Tür ve Olay Örgüsü
Kompozisyonunun Karakteristikleri. Karnavaldan Romana: Edebiyat Teorisinden
Dil Felsefesine Seçme Yazılar, 2. Baskı, (C. Soydemir, Çev.), İstanbul: Ayrıntı
Yayınları, 197- 294.
Bektaş, A., (2002), Siyasal Propaganda, İstanbul: Bağlam Yayınları.
Berkes, N., (1942), Propaganda Nedir?, Ankara: Recep Ulusoğlu Basımevi.
Brown, J.A.C., (1992), Siyasal Propaganda, İstanbul: Ağaç Yayıncılık.
Casson, H. N., (1930), Propaganda ve İlancılık San’atı Nedir?, (M. Mubahat,
Çev.), İstanbul: Ağah- Sabri Kitaphanesi.
Clark, T., (2011), Sanat ve Propaganda: Kitle Kültürü Çağında Politik İmge, 2.
Baskı, (E. Hoşsucu, Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Combs, J. E. ve Nimmo, D.D. (1993), The New Propaganda: The Dictatorship of
Palaver in Contemporary Politics, New York: Longman.
Çalışlar, O., (1991), İslamda Kadın ve Cinsellik, 3. Baskı, İstanbul: Afa Yayınları.
161
Çayır, K.,(2008), Türkiye’de İslamcılık ve İslami Edebiyat: Toplu Hidayet
Söyleminden Yeni Bireysel Müslümanlıklara, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları.
Domenach, J., (1995), Politika ve Propaganda, 2. Baskı, (T. Yücel, Çev.), İstanbul:
Varlık Yayınları.
Eagleton, T., (2014a), Edebiyat Kuramı, 4. Baskı, (T. Birkan, Çev.), İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Eagleton, T., (2014b), Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, 2. Baskı, (U. Özmakas,
Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları.
Ellul, J. (1965). Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes, New York:
Vintage Books.
Erden, A., (2011), Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar (Kötücüllük- Cinsellik-
Erotizm), İstanbul: Hayal Yayıncılık.
Erekli, A., (2006), Medeni ya da Müslüman: Popüler Aşk Romanlarında Feyza
Olmak, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Erkış, İ. U. ve Summak, M. E. (2011), Propaganda ve Dış Politika, Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler MYO Dergisi, 14 (1-2): 293- 310.
Ewers, J. K. (1943), Literature and Propaganda, The Australian Quarterly, 15(2):
66- 81.
162
Gilbert, S. ve Gubar, S., (1984), The Madwoman in the Attic: the Woman Writer
and the Nineteenth- century Literary Imagination, New Haven: Yale University
Press.
Göle, N., (2002), Melez Desenler: İslam ve Modernlik Üzerine, 2. Baskı, İstanbul:
Metis Yayınları.
Göle, N., (2012), Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar, İstanbul: Metis Yayınları.
Göle, N.,(2014), Modern Mahrem: Medeniyet ve Örtünme, 12. Baskı, İstanbul:
Metis Yayınları.
Gülalp, H., (1998), Türkiye’de Modernleşme Politikaları ve İslamcı Siyaset:
Bozdoğan & R. Kasaba (ed.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik,
İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 43-47.
Günbay Yıldız, A., (2015), Çiçekler Susayınca, 56. Baskı, İstanbul: Timaş
Yayınları.
İlyasoğlu, A., (2013), Örtülü Kimlik: İslamcı Kadın Kimliğinin Oluşum Öğeleri,
4. Baskı, İstanbul: Metis Yayınları.
İnceoğlu, M., (1985), Güdüleme Yöntemleri, Ankara: Ankara Üniversitesi Basın-
Yayın Yüksek Okulu Yayınları.
İsmail, H.,(2014), Minyeli Abdullah, 91. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları.
Jackson, S., (2006), Kadınlar ve Heteroseksüel Aşk: Suç Ortaklığı, Direniş ve
Değişim, (İ. Kenar & A. Spangler, Çev.), Pazartesi Dergisi, (108): 169- 183.
163
Jowett, G. S. ve O’Donnell, V. (2012), Propaganda and Persuasion, California:
Sage.
Kellen, K. (1965), Introduction. Jacques Ellul. Propaganda: The Formation of
Men’s Attitudes, New York: Vitage Books, v-viii.
Koç, H., (2006a), Muhafazakârlar, Feminizm ve Aşk, Pazartesi Dergisi, (108): 18-
23.
Koç, H., (2006b), Âşık-erkek, Sevgili Kadın, Pazartesi Dergisi, (108): 141-142.
Kuruoğlu, H., (2006), Propaganda ve Özgürlük Aracı Olarak Radyo, Ankara:
Nobel Yayın Dağıtım.
Köksal, D., (2013), Sosyal Bilimlerin Kıyısında Edebiyat, T. Bora, S. Sökmen ve K.
Şahin (ed.), Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek: Yeni Bir Kavrayışa Doğru, 4.
Baskı, İstanbul: Metis Yayınları, 221-226.
Köksal, O., (2011), Bir Kültürel Liderlik Paradoksu: Paternalizm, Mustafa
Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 8(5): 101-122.
Köse, E., (2014), Sessizliği Söylemek: Dindar Kadın Edebiyatı, Cinsiyet ve
Beden, İstanbul: İletişim Yayınları.
Lasswell, H.D., (1927), The Theory of Political Propaganda, American Political
Science Review, 21 (3): 627-631.
164
Lasswell, H. D., (1964), The Structure and Function of Communication in Society,
L. Bryson (ed.), The Communication of Ideas: A Series of Addresses, New York:
Cooper Square Publishers, 37- 52.
Lippmann, W., (1965), Public Opinion, New York: The Free Press.
Lukacs, G.,(2003), Roman Kuramı (C. Soydemir, Çev.), İstanbul: Metis Yayınları.
Mernissi, F., (1995), Peçenin Ötesi: İslam Toplumunda Kadın-Erkek
Dinamikleri (M. Küpçü, Çev.), İstanbul: Yayınevi Yayıncılık.
Mitchell, M. G., (1970), Propaganda, Polls, and Public Opinion: Are the People
Manipulated?, New Jersey: Prentice- Hall Inc.
Modleski, T., (1982), Hınçla Sevmek: Kadınlar için Kitlesel Fantezi Üretimi (Y.
Alogan, Çev.), İstanbul: Pencere Yayınları.
Moran, B., (2013), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 26. Baskı, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Okutan, B. B., (2013), Popüler Kültür, Din ve Kadın: Marjinalizasyondan
Entegrasyona, İstanbul: Düşün Yayıncılık.
Orwell, G., (2008a), Charles Dickens. G. Packer (ed.), All Art is Propaganda:
Critical Essays, New York: Houghton Mifflin Harcourt Publishing, 1-62.
Orwell, G., (2008b), Good Bad Books. G. Packer (ed.), All Art is Propaganda:
Critical Essays, New York: Houghton Mifflin Harcourt Publishing, 248- 252.
165
Orwell, G., (2008c), Writers and Leviathan. G. Packer (ed.), All Art is Propaganda:
Critical Essays, New York: Houghton Mifflin Harcourt Publishing, 337- 345.
Oskay, Ü., (1995), Önsöz. Jean- Marie Domenach. Politika ve Propaganda, 2.
Baskı, İstanbul: Varlık Yayınları, 5- 14.
Özsoy, O., (1998), Propaganda ve Kamuoyu Oluşturma, İstanbul: Alfa Basım
Yayım Dağıtım.
Özsoy, O., (1999), Politik Propaganda Teknikleri, İstanbul: Alfa Basım Yayım
Dağıtım.
Pratkanis, A. R. ve Aronson, E. (1992), Age of Propaganda: The Everyday Use
and Abuse of Persuasion, New York: W.F. Freeman.
Punch, K. F., (2014), Sosyal Araştırmalara Giriş: Nicel ve Nitel Yaklaşımlar, 3.
Baskı, (D. Bayrak, H.B. Arslan & Z. Akyüz, Çev.), Ankara: Siyasal Kitabevi.
Rapley, T., (2007), The SAGE Qualitative Research Kit: Doing Conversation,
Discourse and Document Analysis, London: SAGE Publications.
Qualter, T. H., (1980), Propaganda Teorisi ve Propagandanın Gelişimi (Ü. Oskay,
Çev.), Siyasal Bilgiler Dergisi, 35(1): 255- 307.
Sağlık, Ş., (1999), Kitle Kültürü ve Popüler İslami Romanlar, Dergâh Dergisi,
9(107): 19- 21.
Schiller, H., (1993), Zihin Yönlendirenler, (C. Cerit, Çev.), İstanbul: Pınar
Yayınları.
166
Şenler, Y. Ş., (2008), Huzur Sokağı, 94. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları.
Şenlikoğlu, E., (2007), Beyaz Devrim Kalemle Başlar: Yazar Olmak İsteyenlere
İlk Adım, İstanbul: Mektup Yayınları.
Şenlikoğlu, E., (2014), Bize Nasıl Kıydınız?, İstanbul: Mektup Yayınları.
Şişman, N., (2004), Kamusal Alanda Başörtülüler: “Fatma Karabıyık
Barbarosoğlu ile Söyleşi”, 3. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları.
Şklovski, V., (1995), Teknik Olarak Sanat, T. Todorov (ed.), Yazın Kuramı: Rus
Biçimcilerinin Metinleri, (M. Rifat & S. Rifat, Çev.), İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 66- 83.
Topal, M. C., (2011), Halkla İlişkiler ve Savaş: Toplumları Cinayete Ortak Etmek, S.
Becerikli (ed.), Halkla İlişkiler ve Reklamın Anatomisi: Eleştirel Bir Kavrayış,
Ankara: Ütopya Yayınevi, 166-196.
Türkeş, A. Ö., (2009), Toplum ve Kimlik Kurma Kılavuzu Olarak Roman. T. Bora &
M. Gültekingil(ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Dönemler ve
Zihniyetler, 9. Cilt, İstanbul: İletişim Yayınları, 844- 869.
Uğur, V., (2013), 1980 Sonrası Türkiye’de Popüler Roman, İstanbul: Koç
Üniversitesi Yayınları.
Yardım, M. N., (2000), Romancılar Konuşuyor, İstanbul: Kaknüs Yayınları.
167
Zaptçıoğlu, D., (2012), “Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahım”: Modernlik,
Dindarlık ve Özgürlük, İstanbul: İletişim Yayınları.
Elektronik Kaynaklar
Atay, T., (1998), Bir Sorun Olarak Dine Bakış, Birikim, (105-106),
http://www.birikimdergisi.com/sayi/105-106/bir-sorun-olarak-dine-bakis, (Erişim
tarihi: 08.03.2015).
Bernays, E. L., (1928), Propaganda, New York: Routledge Publishing,
http://www.whale.to/b/bernays.pdf, (Erişim: 25.04.2015).
Doren, M. V., (1938), Literature and Propaganda, VQR,
http://www.vqronline.org/essay/literature-and-propaganda, (Erişim tarihi:
30.04.2015).
Dworkin, G., (2014), Paternalizm, Stanford Encyclopedia of Philosophy.
http://plato.stanford.edu/entries/paternalism/, (Erişim tarihi: 05.09.2015).
Günbay Yıldız, A., (2000), Evrensel Ahlak İçin Yazıyorum, Zaman Gazetesi,
http://arsiv.zaman.com.tr/2000/11/10/hayat/hayatdevam.htm, (Erişim tarihi:
04.05.2014).
Günbay Yıldız, A., (2008), Romanla Hidayete Erilmez, Gülizar Baki İle Röportaj,
Zaman Gazetesi, http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_ahmet-gunbay-yildiz-
romanla-hidayete-erilmez_777476.html, (Erişim tarihi: 25.04.2015).
Günbay Yıldız, A., (2012), Toplumu Bozan Kalelerin Burçlarına Ahlak Sancağı
Dikmek Lazım, Nil Gülsüm ile Röportaj, http://www.timas.com.tr
/kurumsal/haberler/ahmed-gunbay-yildiz-roportaji.aspx, (Erişim tarihi: 04.05.2015).
168
İsmail, H., (2002), Biz Hz. İsa’nın Hayatını mı Yaşıyoruz?, Cemal A. Kalyoncu ile
Röportaj, http://www.aksiyon.com.tr/portreler/biz-hz-isanin-hayatini-mi-
yasiyoruz_508872, (Erişim tarihi: 04.05.2015).
İsmail, H., (2011), Hekimoğlu İsmail’le Kitapları Üzerine, Yasemin Muş ile
Röportaj, http://www.dunyabulteni.net/haber/181117/hekimoglu-ismaille-kitaplari-
uzerine, (Erişim tarihi: 04.05.2015).
Orwell, G., (1941), The Frontiers of Art and Propaganda,
http://orwell.ru/library/articles/frontiers/english/e_front, (Erişim tarihi:28.04.2015).
Postman, N. (1979), Propaganda, https://neilpostman.org/articles/etc_36-2-
postman.pdf, (Erişim tarihi: 02.10.2015).
Standler, R. B. (2005), Propaganda and How to Recognize It,
http://www.rbs0.com/propaganda.pdf, (Erişim Tarihi: 03.10.2015).
Şenler, Ş. Y., (2011), Tesettürün İçini Boşalttılar, Emeti Saruhan İle Röportaj,
Yeni Şafak Gazetesi, http://www.yenisafak.com.tr/roportaj/tesetturun-icini-
bosalttilar-318080, (Erişim tarihi: 04.05.2015).
Şenler, Ş. Y., (2012), Kitabım Dizi Olmuş Televizyondan Öğrendim, Tuğba
Kaplan İle Röportaj, Zaman Gazetesi, http://www.zaman.com.tr
/cumaertesi_kitabim-dizi-olmus-televizyondan-ogrendim_1331289.html, (Erişim
tarihi: 03.05.2015).
Şenler, Ş. Y., Şenler, Erdoğan’la İlgili Bilinmeyeni Anlattı, Timeturk.com,
http://www.timeturk.com/m/haber.asp?id=563708, (Erişim tarihi: 02.05.2015).
169
ÖZET
Propaganda ile edebiyat arasındaki ilişki, edebilik tartışmalarıyla yakından
ilgilidir. Yazarların politik duruşları edebiyat eserlerine sirayet edebilmektedir ancak
sadece politik ya da ahlaki mesaj kaygısında olan edebiyat eserlerinin edebilikleri
zedelenmektedir. Türk Edebiyatı’na Batı’dan getirilen roman türü de dönem dönem
işlevsel amaçlar için kullanılmıştır. Türk Edebiyatının edebilikten çok, mesaj kaygısı
taşıyan örneklerinde propaganda unsurları bulunmasına rağmen bu konu yeteri kadar
incelenmemiştir. Bu araştırma, Türk Edebiyatı’nda kendine 1960’ların sonunda yer
edinmeye başlayan İslami popüler romanlar olarak da bilinen “Hidayet
Romanları”nın propagandaya hizmet edip etmediğini araştırmaktadır. Çalışmada,
seçilen romanlar niteliksel metin analizi yöntemiyle incelenmiştir. Çalışmanın amacı,
araştırma için seçilen hidayet romanlarının okura mesaj vermek uğruna edebiliğini
yitirdiklerinin ve bu nedenle propaganda aracına dönüşebildiklerinin ortaya
konmasıdır. Çalışmanın önemi; mesaj kaygısı edebi kaygının önüne geçtiğinde,
edebiyatın propaganda aracına dönüşebildiğinin gösterilmesinde yatmaktadır.
170
ABSTRACT
The relationship between propaganda and literature is closely linked to the
discussion of literariness. Political stance of the writers can reflect on writers’ works;
however, literary works which are only written for political or moral purposes can
lose their literariness. Novel in Turkish Literature has been brought from the West
and it has been used for functional purposes in the history. Although there are
propagandist elements in some examples of Turkish literature, whose only concern is
its message- not its literariness, this subject has not been studied substantially. This
study examines whether “Hidayet Novels” also known as Islamic popular novels
finding its place in Turkish literature in the 1960s serve for propagandist purposes or
not. The novels chosen for this study are examined through qualitative textual
analysis. This study aims to reveal that the novels selected for this study lose their
literariness and thus turn into a propaganda tool for the sake of giving writers’
message to the reader. The importance of the study is that it examines literature can
become a propaganda tool when its concern for literariness becomes only secondary
to its concern for message.