120

Editörden/ · Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ertuğrul Yaman, Yrd. Doç. Dr. İbrahim Tüzer, Erciyes Üniversitesinden Prof. Dr. Hülya Argunşah,GOP Üniversitesi’nden Prof. Dr

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • Editörden/ Remzi Zengin………………………………………………………………...…..1

    Ertuğrul Yaman/ Tepkisel Davranmak Yahut Fikri Sefalet……………………………..….2

    Uğur Şahin/ Geçmişte Hoş Bir Seda…………………………………………..……………..4

    Necati Güneş/ Fetih ve Fatih…………………………………………………………………6

    Bekir Yeğnidemir/ Mustafa Necati Sepetçioğlu…………………………………………......9

    Ergün Veren/ Başçiftlik İlçesi Evlenme Adetleri……………………………………….….13

    Ahmet Divriklioğlu/ Ey...! Koca Türk……………………………………………………...19

    Ahmet Tevfik Ozan/ Mamak’ta Bir Gün…………………………………………………...19

    Tamilla Abbashanlı-Aliyeva/ Yunus Emre ve Azerbaycan………………………………..20

    Ayşe Paslanmaz/ Ölmeye Geldim…………………………………………………………..24

    Cemile Tekerlek /Git, Git Hasanım Git…………………………………………………….24

    Ebubekir Tahiroğlu/ Selam………………………………………………………..……….24

    Emine Sevinç Öksüzoğlu/ Vatan Sağolsun………………………………………………...24

    A. Turan Erdoğan/ Dyamandi’den Yaman Dede’ye………………………………..……..25

    Fatma Uçarlar/ Gönül………………………………………………………………..…......28

    Hüseyin Koç/ Heyhat…………………………………………………………………..……28

    Savaş Ekici/ Azebaycan ve Harput Müziği…………………………………………………29

    Bedrettin Keleştimur/ Doğayı Korumak, Hayatı korumaktır! …………………………….33

    Ali Bal/ Hayattır Sanatı Koruyan……………………………………………………………35

    Leyla Arsal/ Gönül-Gâh………………………….….……………………………………...37

    Mahir Gürbüz/ Doktor Abi………………………..………………………………………..38

    Mualla Katip/ Tükeniş Şimdi Aşkadır ……………………………………………………..38

    Sadun Köprülü/ Türkmenler Üzerine Bir Araştırma……………………………………….38

    Hasan Akar/ Gaziantep Yolunda……………………………………………………….…..43

    Muammer Karadeniz/ Ruhsuzluğuma Yor…………………………………………….…..47

    Metin Falay/ Nerdesin………………………………………………………………….…...47

    Nihat Aymak/ Gibisin………………………………………………………………………47

    Burhan Kurddan/Teslimiyet………………………………………………………………48

    Muhsin Demirci/ Edebiyatımızda Hayvan Motifleri……………………………….….…...49

    Osman Tekerci/ Başka Güzelsin……………………………………………………………57

    Öner Çağlar/ Hazan Yüreğim………………………………………………………………57

    Pınar Atay/ Yağmur………………………………………………………………………...57

    Süleyman Karacabey/ Artık Çok Geç……………………………………………………..57

    Hasan Akarslan/ Özbekistan Hatıraları……………………………………………………58

    Zühal Ekici/ Alışamadım…………………………………………………………………..62

    Yurdal Demirel/ Belli Değil……………………………………………………………….62

    Kutluhan Saygılı/ Ya Ben İstanbul’u Alırım Ya Da... ……………………………………63

    Duran Turhan/ Niksarlı İbrahim Hoca…………………………………………………….68

    Saffet Çakar/ Baba…………………………………………………………………………71

    Sevim Yakıcı/ Simav’a ve Simavlıya Selam Olsun Yurdumdan…………………………..68

    Fatih Tiryaki/ Şehir Manzaraları…………………………………………………………..75

    Saltuk Buğra Bıçak/ Memleketim…………………………………………………………77

    Erol Dinç/ Maksat Vatana Hizmet………………………………………………………….78

    Mustafa Güler/ Araştırmaların Dili………………………………………………………..81

    Muhammed Avşar/ Başçiftlik İlçesi evlenme Adetleri………………………………….. 83

    Neriman Çiğdem Bir Annenin İtirafları……………………………………………………88

    M. Nihat Malkoç/ Burhanettin Akdağ’ın Ardından………………………………………89

    Semra Meral/176. Zileli Şehidimiz’e İthâf’ımız………………………………………….91

    Rüveyda Nesibe Kantar/ Adın En Çok Neye Yakışır Senin……………………………..93

    Risalet Turak/ Dert Neredeyse Derman Oradadır………………………………………..95

    Mahmut Hasgül/ Ölü Ozanlar/Diri Ozanlar………………………………………………96

    Lütfi Sezen/ Dadaşın Kimliği……………………………………………………………..99

    Hadi Önal/ Abdürrahim Karakoç Hakk’a Yürüdü……………………………….………102

    Serkan Aktaş/Gerçek……………………………………………………………….……104

    Şiir Rüzgârı Yarışma Şartları ve Nisan Ayı Sonuçları………………………..……..105

    M. Şener Bulut/Türkiye Azerbaycan Kardeşliği ve Elazığ………………………………109

    Etkinlikler………………………………………………………………………………...114

    İÇİN

    DEK

    İLER

  • 1

    Ülke genelinde ve yurt dışında ses getiren pek çok teşekkür telefonu, mesajı

    ve köşe yazısıyla bizleri onurlandırdığınız KÜMBET ŞEHİTLER ÖZEL

    SAYISI’ndan sonra siz değerli okuyucularımızla 24. sayımızla

    karşınızdayız. Göstermiş oğlunuz bu ilgi ve desteğe teşekkürlerimizi

    sunuyoruz.

    Aradan geçen üç ay içerisinde Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ve

    KÜMBET Dergisi olarak imkânlar ölçüsünde faaliyetlerimize devam ettik.

    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin tarihinde Tokat Kent Konseyi

    Konferans Salonunda 15 Nisan 2012 tarihinde yapılan olağan kongresinde

    bir önceki yönetim kurulu güven tazeledi. Dernek ve Dergi Gazi Osman

    Paşa Bulvarı no 198 deki yeni adresine taşınarak faaliyetlerine burada devam

    edecek.

    20 Nisan 2012 ‘de Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde Tokat Kent

    Konseyi’nin Üniversite İLESAM Temsilciliği ve Tokat Şairler ve Yazarlar

    Derneği’nin organizesiyle Ölümünün 6.Yılında Çağımızın Dede Korkutu

    Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU ‘nu GOP Üniversitesi Öğretim Üyesi ve

    İLESAM Temsilcisi Yrd. Doç. Dr. Alparslan Demir’in ev sahipliğinde

    İLESAM Başkanı M. Nuri Parmaksız, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi

    Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ertuğrul Yaman, Yrd. Doç. Dr. İbrahim Tüzer,

    Erciyes Üniversitesinden Prof. Dr. Hülya Argunşah,GOP Üniversitesi’nden

    Prof. Dr. Münir Atalar,Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünden

    Uzman Bekir Yeğnidemir’in katıldığı bir panelle andık.

    Niksar Belediyesi ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneğince bu yıl

    üçüncüsü gerçekleştirilen “3.Cahit KÜLEBİ Memleketime Bakış Şiir

    Yarışması”nın sonuçları 29 Mayıs 2012 de Niksar’da Belediye Başkanı

    Duran Yadigâr ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı Remzi

    Zengin’in birlikte düzenlediği basın toplantısında kamuoyuna ilan edildi.

    Dereceye giren eser sahipleri 23–24 Haziran 2012 tarihinde Niksar’da

    “Niksar’ın Fidanları” etkinlikleri çerçevesinde düzenlenecek olan

    “Erzurumlu Emrah’tan Cahit KÜLEBİ’ye Şiir Gecesi”nde şiirlerini

    seslendirerek ödüllerini alacaklar. Etkinliklere derneğimiz ve İLESAM İl

    Temsilciliğimiz gerekli desteği verecekler.

    Derneğimiz üyelerinden Şair Hasan Akar ve A.Turan Erdoğan

    Gaziantep Şahinbey Kaymakamlığı’nca 5–7 Nisan 2012 tarihleri arasında

    düzenlenen “Şahinbey Kültür ve Edebiyat Günleri” etkinliklerine katılarak

    şehrimizi başarıyla temsil ettiler.

    Derneğimizin ve dergimizin çalışmalarını bundan sonra

    www.facebook.com/tosayadkumbetdergisi adresinden de takip edebilirsiniz.

    Bu sayımızda da birbirinden değerli kalemler sizlerle ilgi

    çekeceğinizi umduğumuz yazılarıyla buluşuyor. Bütün okuyucularımıza

    diğer sayımızda buluşmak üzere iyi tatiller ve esenlikler diliyoruz.

    Remzi ZENGİN

    Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı

    ED

    İTÖ

    RD

    EN

    http://www.facebook.com/tosayadkumbetdergisi

  • 2

    Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN

    TEPKİSEL

    DAVRANMAK

    YAHUT

    FİKRİ SEFALET

    Son yıllarda, ülkemizde, her geçen gün

    daha da yükselen bir ivme kazanan yeni bir

    akım ortaya çıktı. Bu adı konulmamış akım

    “tepkisellik”tir. İnsanlar; yeni, özgün, faydalı

    ve verimli düşünceler üretmek, işler yapmak,

    tasarımlar oluşturmak yerine gitgide bütün

    enerjilerini bir “şey”lere karşı olmaya

    odaklamakta ve bulundukları yerde patinaj

    yaparak ortalığı tozu dumana katmaktadırlar.

    Bu güruhlar, yeni hiçbir şey üretmeksizin

    yalnızca her “şey”in karşıtlığına soyunurlar.

    Tek marifetleri şeytansı dillerini kullanarak

    tekebbür eylemektir. Her yeniliğe, her görüşe

    karşı çıkarlar. Sürekli tepki içinde

    bulunduklarından yeniliklerin farkına bile

    varamazlar!..

    Reaksiyonerlik şeklinde ifadesini

    bulan bu hastalıklı ruh hali, günümüzde her

    türden sözde kimi aydınların yegâne gıdası

    olmaya başlamıştır. Her söz ve

    davranışlarında kin, nefret, husumet ve

    intikam kol gezmektedir. Her görüş ve

    ideolojiden gelen bu nevzuhur tepkiseller;

    gözleri kararmış, ağızları salyalanmış bir

    vaziyette ekranlarda, meydanlarda ve

    köşelerde avazları çıktığı kadar bağırıp

    çağırmakta; toplumu germektedirler. Fitne-

    fücur, hasetlik-fesatlık, dedikodu-gıybet,

    önyargı-küfür en vazgeçilmez malzemeleridir.

    Oysa; insan olarak en şerefli varlık

    olmanın gereğince hep güzel ve faydalı işler

    yapmaya memuruz. Hayatı anlamlı kılan da

    faydalı ve verimli çalışmalardır. Gayesiz,

    idealsiz yalnızca tepkilerden oluşan bir hayat

    bizatihi o insana hiçbir şey kazandırmadığı

    gibi insanlığa da hayır getirmez. Ayrıca şunu

    da bilmek gerekir ki tepkisel ortaklıklar, fikri

    sefaletin de göstergesidir.

    Bize düşen ve yakışan davranış

    öncelikli olarak tepkisellik değildir. Aslolan,

    aksiyoner olabilmektir. Yüce Allah’ın bizlere

    bahşettiği aklı kullanmak, derin ve analitik

    düşünmek; yeni buluşlar yapmak, her iki

    Dünya için durmaksızın çalışmaktır.

    Aklıselim ile düşünmek, o minval üzre

    davranmaktır. Doğru ama zor olan yol

    budur...

    Nitekim insanı diğer canlılardan ayrı ve üstün

    kılan en önemli özelliklerden birisi de

    düşünebilmesidir. Düşünebilmek için

    okumak, öğrenmek, bilmek ve uygulamak

    gerekiyor. Okunarak, dinleyerek öğrenilen

    bilgiler, düşünce tarlasına ekilmedikçe de

    verim elde edilemiyor. Düşünebilmek, bin bir

    zahmetle elde edilen bilgilerin aslına ulaşmak,

    tadına kavuşmak demektir. İşin aslına ulaşan

    birisi yaratılışın gerçeğini kavrar, olayları,

    kişileri ve gerçekleri daha çabuk sezinler.

    Düşünmek; aynı zamanda insan olabilmenin

    bir gereği olarak hayatı doğru

    anlamlandırmaktır. Diğer bir yönüyle de

    sağlıklı, olumlu ve geniş düşünebilmek, beyin

    ve kalp sağlığının da en önemli güvencesidir.

    Biyolojik ve psikolojik ihtiyaçların başında

  • 3

    düşünmeye yatkınlık gelmektedir.

    Sorgulayan, araştıran, düşünen ve uygulayan

    insanlar daha sağlıklı ve başarılı

    olmaktadırlar.

    Bunca koşuşturma yerine daha fazla

    düşünmeye hem de sükûnetle derin

    düşünmeye ihtiyacımız var. Bir konuyu

    bilmek başka; o konuyla ilgili “niçinler,

    nasıllar, nedenler?..” üzerinde yoğunlaşmak

    çok daha başkadır. Keşke konuşmaya,

    tartışmaya, kavga gürültüye ayırdığımız

    zamanın bir kısmını düşünmeye sarf

    edebilsek! Okumadan, bilmeden,

    öğrenmeden, yaşamadan ve düşünmeden

    insanlar, olaylar ve kişiler hakkında çoğu ön

    yargıya dayalı olan acele kararlar veriliyor.

    Sonra da verilen bu yanlış ve acele kararları

    düzeltebilmek uğruna çok daha zahmetli ve

    sıkıntılı süreçler yaşanıyor. Oysa

    düşünebilenler için her konunun birçok

    çözümü vardır.

    Akıllı insanlar, her bilgiyi, olayı,

    durumu pozitif ve negatif yönleriyle

    düşünürler. Doğruya ulaşmak için aceleci

    davranmaz, süfli duygularının esiri olmazlar.

    Erken karar verip kendine karanlık zindanlara

    mahkûm etmez. Sorar, öğrenir, düşünür ve

    sakince uygularlar. İşte gerçek huzur ve

    mutluluk burada yatmaktadır. Evrende yer

    edinmek, belleklerde kalmak, manen

    ölümsüzlüğe ulaşmak istiyorsak; konuşmak

    için ayırdığımız zamanın bir kısmını

    susabilmek, dinleyebilmek ve en önemlisi de

    düşünebilmek için kullanalım!

    Elhak! Tefekkür, yukarıda

    sıralanan ihtiyaç ve gerekçelerden

    doğmuştur. Boş ve anlamsız

    konuşmanın marifet sayıldığı bir çağda

    susmak ve düşünmek gerçekten zor

    iştir! İnsanların düşünmek, tefekkür

    etmek yerine fırsatçılara teslim olduğu

    bir zamanda etkin düşünmeyi yeğlemek,

    elbette bir ayrıcalıktır. Çünkü

    düşünmek, Yaratılışın hikmetine,

    hayatın hakikatine ulaşmak için gayret

    sarf etmektir.

    Bize düşen asli görev; derince

    düşünmek hayırlı, faydalı ve verimli

    işler yapmaktır. Düşünmeyi ve

    akletmeyi emreden Rabbimizin rızasını

    kazanmak için bunu yapmak zorundayız.

    Miskinlik, dedikodu, gıybet ve tekebbür

    yerine etkin düşünmeyi, gönül yapmayı,

    bozuğu onarmayı, yaraları sarmayı,

    suskunluğu tercih etmek tek çıkış

    yolumuzdur.

    Sonuç itibariyle kabaran öfkemizle,

    kuduran nefsimizle değil; kendimizin felahı,

    nefsimizin ıslahı, milletimizin refahı ve

    insanlığın selameti için sağduyulu düşünmek,

    mutedil davranmak, -varsa- önyargılardan

    kurtulmak... kısacası aklımızla ve

    mantığımızla davranmamız gerekiyor.

    Yüce Mevla’nın rızası da

    Efendimiz’in şefaati de Şerefli Türk

    Milleti’nin esenliği de Devlet’imizin bekası

    da bu tepkisellikten ve fikri sefaletten

    kurtulmakta yatmaktadır. Geliniz! Toptan

    Allah’ın ipine sarılalım. Biz ezelden beri

    kardeşiz, yeni icatlar çıkarmadan huzurumuz

    ve refahımız için; aklımızı, gönlümüzü ve

    gücümüzü birleştirelim. Yeniden yükselmek,

    değerlerimiz yüceltmek ve insanlığı

    aydınlatmak için tefrikaya düşmek çare

    değildir. Sizlere ayrımcılığı ve tepkiselliği

    altın kadehlerde bir zehir olarak sunmaya

    devam eden sahte Küresel Dostlarınızın yarın

    sizleri yarı yolda bırakması mukadderdir!..

    Aklınız varsa, düşmana fırsat vermeyiniz,

    vermeyelim! Hep birlikte bu gafletten

    uyanmak zorundayız. Bu korkulu rüyadan

    uyandığımızda, -inşaallah en kısa zamanda-

    kutlu gelecek de ebedi saadet de bizim

    olacaktır!!!

  • 4

    GEÇMİŞTE HOŞ BİR SEDA Uğur ŞAHİN

  • 5

    Yıl 1974, İstanbul’da bir hizmet içi eğitim seminerine katıldım. Seminerdeki öğretim

    görevlilerinden Prof. Dr. Doğan Kuban ve Prof. Dr.

    Metin Sözen’den aldığım ilhamla, görevli olduğum

    Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi’nde 1975–1976

    yıllarında öğrencilerimle birlikte Tokat’taki Eski Türk

    Evleri üzerinde o yıllarda mevcut sanat tarihi dersi ile

    ilgili olarak araştırma ve incelemelerde bulunduk.

    Beşer kişilik gruplar halinde öğrencilerime değişik

    mahalle ve sokaklardan tespit ettiğim evleri

    görmelerini, sahiplerinden izin ve randevu almalarını

    istedim.

    Onlar da ulaşabildikleri ev sahiplerine

    cumartesi-pazar günleri bir çay içimi öğretmenimizle

    gelip yarım saatlerini alacaklarını söylemişler. Benimle

    birlikte tespit edilen evlere gidildiğinde, genellikle

    cumbalı ve iki katlı bu evlerin bahçesi, avlusu, odalar

    ve yüklük, duvar-merdiven-tavan vb. bölümlerini ben

    anlatırken öğrencilerimde not alıyorlar, fotoğraf

    çekiyorlar daha sonra da çalışmalarını bir üniversite

    öğrencisi gibi tez hazırlayıp aralarında görev dağılımı

    yaparak bana sunuyorlardı.

    Hatta eserin önsözünde bana ve ev sahibine

    teşekkür etmeyi de ihmal etmiyorlardı. Bu çalışmalarda

    öğrencilerime sadece bu ahşap evleri değil, tüm tarihi

    eserleri koruma ve kollama bilincini kazandırdığımı

    sanıyorum. O dönemde birçok evin yıkılmasına

    rağmen, pek çok evin de restore edilip ayağa

    kaldırılmasında ve bizden sonraki kuşaklara

    aktarılmasında faydalı olduğumuzu düşünüyoruz.

    Eski Türk evlerindeki zarafeti, kullanılan

    malzemenin sıcaklığı, o evlere girildiğinde tadılan

    sevgiyi, insan ölçeğine uygunluğunu günümüzdeki

    evlerimizde maalesef bulamıyoruz.

    Ahşap, karkas taşıyıcı sistem arasına kerpiç dolgu

    tekniğiyle yapılan bu evler tatlı kireç sıvalıdır.

    Çoğunlukla iki ya da üç katlıdır. Üst katlarda sokağa

    doğru uzanan genellikle üçgen cumbalar sayesinde ev

    hem sokakla bütünleşen geniş bakış açıları kazanır hem

    de birbirine saygılı birbirinin görüşünü, ışığını

    kesmeyen evler dizisiyle o güzel sokak perspektiflerini

    oluşturur.

    Bütün evlerin bahçesi veya

    avlusu vardır. Zemin katlarda

    genellikle hayat adı verilen büyükçe

    bir taşlık mekân etrafında iş evi,

    kiler, mahzen gibi hizmet mekânları

    yer alır. Asıl yaşam alanları üst

    katlardadır. Üst katlarda bir veya

    bazen iki sofa etrafında konumlanan

    odalardan oluşur. Her bir oda kendi

    içinde çok işlevi yaşama, yemek,

    yatak odası, banyo, yüklük

    kullanımına uygun şekilde

    düzenlenmiştir.

    Geleneksel Türk evlerinde

    mekânların istenen kullanım

    amacına uygun olmasının yanı sıra

    detaylara da önem verilmiştir. Ev

    sahibinin ekonomik gücü, sosyal

    durumu büyüklük ve mimari

    özellikler açısından yapıyı ve

    yapıdaki detayları da etkilemiştir. Oda sayıları ve bu

    odalardaki ahşap süslemeler, odanın kullanım amacına

    göre farklılıklar göstermiştir. Mesela günlük kullanılan

    oda sade iken başoda dediğimiz manzaraya hâkim olan,

    misafir kabul edilen oda daha süslüdür. Eski Türk

    evlerinde oda; penceresi, dolabı, sediri, ocağı, kafesi ve

    ocağı ile bir bütün olarak düşünülmüştür. Bu bütünün

    bir parçası olan tavanlar da bulundukları mekânın

    işlevine göre şekillendirilmiştir. Bu anlayışın tabii bir

    neticesi olarak Türk evlerinde tavan, çok değişik

    örnekler gösteren bir form ve desen hazinesidir.

    Hayranlıkla seyrettiğimiz eski yapılarımızda

    tavan süslemeleri, kenar bordürleri artırılarak ve ortaya

    göbek konularak zenginleştirilmiştir. Göbeklere de

    sayısız şekil ve desenler özenle yerleştirilmiştir. Kimi

    zengin evlerin başodalarında kubbe şeklinde göbek

    görülmektedir.

    Bu arada, şu iki anekdotu da aktarmadan

    edemeyeceğim. 1975 yılı Mart ayında şimdi Müze Ev

    olarak kullanılan Latifoğlu Konağının önünden

    geçiyordum. Pencerelerin camı kırılmış, duvar sıvaları

    dökük, kapısında asma kilit ve boş durumda iken bir

    itfaiye arabası yaklaşmış, merdiveni açmıştı. Eyvah

    yangın çıkmış, yine eski bir evi daha kaybedeceğiz

    galiba diyerek telaş ve üzüntüyle hemen oraya koştum.

    Bir de baktım ki itfaiyenin yanında benim öğrencilerim

    ve itfaiye şoförü var. Şoföre yaklaşarak durumu

    sordum. Bana öğrencilere okuldan bir öğretmen

    tarafından ödev verildiğini, bu öğrencilerden birinin de

    yeğeni olduğu için ricasını kırmayarak ona yardım

    ettiğini, kapalı olan binaya merdivenle girerek fotoğraf

    çekeceklerini belirtti. Bu sözler üzerine rahatladım.

    O an çok duygulandım öğrencilerimin

    kendilerine verilen bu görev, ödev aşkını yerine

    getirebilmek için nasıl koşuşturduklarına nasıl mutlu

    oldum tarifi yok. Demek ki emeklerim boşa çıkmamış,

    onlarda bu tarihi eserleri araştırma ve koruma bilinci

    oluşmaya başlamıştı.

    Yıllar sonra restore edilen bu konakta duvarlar

    yutong malzemeden yapıldı. Yani orijinaline maalesef

    uyulmadı. Bu yapılan yanlış neden böyle yapıyorsunuz

    dediğimde:

    —Hocam bize iş çıkarma

    zaten iş gecikti. Dediler.

    Bizden sonraki

    araştırmacılara yanıltma olur,

    Osmanlı döneminde yutong

    malzeme var mı diyecekler. dedim.

    Yine de teşekkür ediyorum

    eksikliğine rağmen bu tür

    çalışmaları yapanlara. Zira şimdi

    ayakta ve gezip ziyaret edenlere

    hizmet veriyor bu tarihi yapı. Öte

    yandan çok üzgünüm. Zira Sivas

    Caddesindeki, örneği artık Tokat’ta

    kalmayan Kız Meslek Lisesine elli

    metre mesafedeki “Babacanların

    Evi” yıkıldı ve sadece bendeki bu

    fotoğrafı kaldı yadigâr.

  • 6

    FETİH VE FATİH

    “İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan

    ve onun askerleri ne güzel askerlerdir.”

    Hazreti Muhammed

    “Ya ben İstanbul’u alırım; ya İstanbul beni!”

    Fatih Sultan Mehmet

    Türk-İslâm mefkûresinde büyük bir önem

    kazanan İstanbul, deniz ve karaların bitişiği,

    harikulade tabiat ve iklim şartlarının birleştiği,

    Allah’ın çeşitli güzelliklerle bezediği, müstesna

    coğrafi ve siyasi mevkii, tarihin pek çok eser ve

    hatıralarla yumaklandığı emsalsiz bir beldedir. Üç

    kıtaya hâkimiyetin dayanağı ve cihanın idare

    merkezi olmağa lâyık bu beldenin fethinin, hak

    dinin gazi ve hamileri olan Müslümanlarca

    gerçekleştirileceği Allah’ın sevgili peygamberi

    tarafından müjdelenmişti.

    Osmanlı padişahları tarihi Türk cihan

    hâkimiyeti mefkûresine eskiden daha kuvvetli

    olarak bağlanırken İstanbul’u bu hâkimiyetin ilk

    merhalesi ve merkezi sayıyorlardı. Türk siyaset ve

    fikir adamları arasında gelişen bu milli ve İslâmi

    mefkûrenin halk kitlelerine ve askerlere “Kızıl-

    elma” adı ve efsanesiyle yayılması çok dikkat

    çekici olup İstanbul’u sembolleştiriyor ve Türkler

    için ona sahip olma emelini oluşturuyordu.

    Sultan Murat Gazi, oğlu şehzade

    Mehmet’i yalnız mükemmel bir tahsille

    yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda ona

    rakipsiz ve sağlam bir devleti de miras bırakmıştı.

    Şehzadeliğinden beri, bir an önce, İstanbul’u

    fethetmek, Hazreti Peygamberin müjdesine

    mazhar bir cihangir olmak idealiyle yanıp

    tutuşuyordu.

    1451’de 21 yaşında 3. defa Osmanlı

    padişahı olan Sultan II. Mehmet, tahta geçer

    geçmez hazırlıklara başlayarak, ilk olarak komşu

    ülkelerle anlaşmalar imzalamış, sınırları güvenlik

    altına aldıktan sonra, boğazdan geçişi engellemek

    için Rumeli Hisarı’nı yaptırmış büyük çaplı toplar

    döktürmüş ve orduyu hazırlamıştır.

    6 Nisan 1453 tarihinde başlayan kuşatma,

    54 gün sonra 29 Mayıs 1453 Salı günü Türk

    ordusunun şehre girmesiyle sonuçlanmış ve 1100

    yıllık Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nu

    ortadan kaldırılmıştır.

    İstanbul’un fethiyle Orta Çağ’ı kapatıp,

    Yeni Çağ’ı açan Genç Sultan II. Mehmet’e

    “Fatih” unvanı verilmiş, bu fetihle Karadeniz’i

    Akdeniz’e bağlayan ticaret yolu Türklerin

    egemenliğine geçmiş, büyük topların kullanılması

    Feodalitenin sonunu hazırlamıştır.

    İstanbul’u fethederek Türk ve İslâm

    dünyasına kazandıran ve Peygamberimizin

  • 7

    müjdelediği komutan olma şerefine ulaşan Fatih

    müstesna bir şahsiyetti.

    Fatih, Osmanlı hükümdarları içinde hem

    en büyük asker, hem en büyük devlet ve siyaset

    adamı, hem de en büyük âlim olanıdır. Bazı

    tarihçiler O’nu, dünya tarihinin en büyük şahsiyeti

    olarak ileri sürmüşlerdir. Yüksek kabiliyet ve

    dehasıyla, dost ve düşmana kudretini teslim

    ettirmiş büyük bir hükümdardı. O, hem zamanını,

    hem kendini aşmış fikir ve iman adamıdır. Öyle

    bir iman ve fikir adamı ki, kabına sığmayarak

    taşmış, yeni ve aydınlık bir çağın kapılarını bütün

    insanlığın ümidi ve ışığı olarak ardına kadar

    açmıştır.

    Kılıçla kalemi birleştiren, ilim ve irfan

    ordusunun da serdarı olan Fatih, bilhassa

    Manisa’da geçirdiği ikinci şehzadelik devresinde,

    dönemin en liyakatli âlimlerinden ders almış

    (Molla Güranî, Akşemseddin, Molla Hüsrev…),

    felsefe, matematik okumuş, Arapça ve Farsça’yı

    ana dili gibi öğrenmiş, Latince, Yunanca ve

    Sırpça’ya çalışmış, tarih, coğrafya ve askerlik

    bilgisinde fevkalade ilerlemiş, bir yandan da

    dünya cihangirlerinin hayatlarını incelemiştir.

    23 yaşında İstanbul’un fatihi olan Sultan

    Mehmet, azim ve irade sahibi, temkinli ve verdiği

    kararı kesinlikle uygulayan, devlet idaresinde sert

    bir şahsiyetti. Duygularını gizlemeyi bilir,

    yapacağı seferleri uygulamaya koyuncaya kadar

    gizli tutardı.

    Fatih, bilgili ve serbest fikirli olup,

    taassubu yoktu; âlimleri davet ederek, ilmi

    tartışmalar yaptırırdı. İlmi meselelerde hangi din

    ve mezhebe mensup olursa olsun âlimleri himaye

    etmiş ve onlara eserler yazdırmıştır. Her nerede

    büyük bir âlim duyarsa O’nu İstanbul’a getirmek

    için her fedakârlığı yapardı. Meşhur matematikçi

    Ali Kuşçu Onun zamanında İstanbul’a geldiği

    gibi, Molla Cami’yi de davet etmişti. Meşhur

    ressam Bellini de davetle İstanbul’a gelerek

    Fatih’in resmini yapmış ve büyük bir himaye

    görmüştür.

    Türkiye’de Rönesans’ı gerçekleştiren,

    hakiki bir kültür sentezi kurarak, âlimlerle içli

    dışlı olan Fatih, bütün tarih boyunca hocalara ve

    hocalık mesleğine en büyük samimi saygıyı

    gösteren hükümdarlar hükümdarıdır. Aslında ilme

    ve âlime saygı bu büyük milletin hamurunda,

    pişmiş aşında, teneffüs ettiği havasında vardır.

    Dizlileri diz çöktürüp, başlılara baş eğdiren Fatih,

    ancak bir âlimin elini öpmek için eğilirdi. Fatih,

    hocası Molla Gürani’yi nerede görse elini öper,

    Molla Hüsrev’e camide bile rastlasa ayağa

    kalkardı.

    Fatih Sultan Mehmet, 1481 yılına kadar

    otuz sene padişahlık yapmış, bizzat 25 seferde

    bulunmuştur. 20’den fazla devleti ve bu arada 3

    İmparatorluğu tarih ve siyasi coğrafya sahasından

    silerek mevcut Osmanlı mülküne katmış, Osmanlı

    Devleti’nin sınırlarını Tuna’dan Fırat’a kadar

    genişletmiş, bu devamlı yükseliş, Fatih’in

    beslediği Türk-İslâm Cihan hâkimiyeti ve

    mefkûresine daha büyük bir kudret ve hayatiyet

    bahşetmiştir.

    Büyük Türk Hakanı Trabzon fethine

    giderken (1461) Uzun Hasan, annesi Sâra Hatun’u

    kayınpederi Trabzon Tekfuru için şefaatte

    bulunmak üzere göndermişti. Fatih Sultan

    Mehmet bu hatunu ana edinmiş; seferde de

    beraber götürmüştü. Padişah sarp ve yolsuz

    Zigana Dağları’nı yaya yürümeye mecbur kalınca,

    Sâra Hatun:

    —Ey Oğul! Bu Trabzon’a bunca zahmet

    nedendir? Burasını gelinime bağışla” der. Padişah

    ise:

    —Bu zahmet din yolunadır, ahrette Allah

    huzuruna varınca inayet ola. Zira elimizde İslâm

    kılıcı var. Eğer bu zahmeti çekmezsek, bize gazi

    demek yalan olur.” cevabını verir.

    Bu olay bize Fatih’in İslâm ve Cihan

    Hâkimiyeti davasında ne kadar büyük bir irade ve

    kudrete sahip olduğunu gösterir. Askerlik tarihinin

    en parlak simalarından olan Fatih Sultan Mehmet,

    diplomaside de XV. yüzyılın en büyüğüdür.

    Kendisine barış teklifi ile gelen Bizans elçilerine;

    “Bizim gücümüzün eriştiği yere, sizin hayaliniz

    bile yetişemez” diyordu. Son Bizans İmparatoru

    Konstantin Paleologos’un Türklere karşı

    Katoliklerden yardım umarak birleştirmiş olduğu

    Doğu ve Batı kiliselerini (Ortodoks ve Katolik),

    İstanbul’un fethi üzerine hemen birbirinden

    ayırmış; böylece hem Ortodokslara inanç

    özgürlüğü tanıyarak onları Katoliklerin

  • 8

    baskısından kurtarmış hem de Hıristiyanlar

    arasındaki bu ayrılığı kullanarak fetihlerine devam

    etmiştir.

    Fatih aynı zamanda basiret sahibi, yani

    ileri görüşlüydü. O sırada henüz “Moskova

    Prensliği”nden ibaret olan Rus Çarlığı’nın ileride

    Osmanlı Devleti için ne büyük bir tehlike

    olabileceğini daha o zamandan anlayan Fatih’in,

    Kırım Hanlığı’nı hâkimiyeti altına alması,

    Karadeniz’in kuzeyindeki Ceneviz sömürgelerini

    işgal ettirmesi ve diğer bir takım tedbirleri alması

    da ancak yüzyılları aşan bir uzağı görebilme ile

    açıklanabilir.

    Alman tarihçisi A. D. Mordtman, Fatih

    için şöyle der; “Dünya tarihinde bir dönüm

    noktası yaratmış, Doğu ve Batı’nın kapısında

    durmuş, her iki âlemin kültürünü nefsinde

    toplanmış bir insandır.”

    Bilindiği gibi Fatih’in Avrupa kültürünü

    ve dillerini iyi bilmesi batıda olmadık ümitler

    yaratmış, Papa II. Pius, Fatih’e yazdığı mektupta,

    Hıristiyan olduğu takdirde, kendisini Roma

    İmparatoru olarak selâmlamaya hazır olduğunu

    bildirmiştir.

    Fatih devrinde Türk Devleti, Avrupa’nın

    XV. yüzyılda ilk “Merkezi Devlet” tipini

    oluşturmuş ve Yeni Çağ tarihinin siyasi aşama,

    tekâmül bakımından bir işareti olan bu yeni

    rejimin Avrupa’da ilk örneği olmuştur.

    Fatih büyük bir asker, büyük bir devlet

    adamı, büyük bir bilgin olduğu gibi, o ölçüde de

    hassas ruhlu bir şairdir. “Avnî” mahlasıyla

    duygulu, lirik şiirler yazan Fatih, çevresinde

    devrin en üstad şairlerini toplayarak, onlara ömür

    boyu maaş bağlamıştır. Avnî mahlasıyla yazdığı

    bir rubaisinde sevgiliye şöyle sesleniyor:

    Arzuhâl etmeye cânâ, seni tenha

    bulamam.

    Seni tenha bulacak, kendimi asla

    bulamam.

    Bazı gazelleri gayet ahenklidir. Mesela

    baştanbaşa musikiden ibaret olan uzun bir şiiri

    vardır. Bu enfes manzumenin bütün kıymeti, insan

    kalbinin hüzün ve hasretini, kelimelerin

    manâlarından ziyade, birbiri ardından gelen etkili

    ahengin hazin edası ile anlatabilmiş olmasında

    gösterilebilir.

    Sevdin ol dilberi söz eslemedin vây gönül

    Eyledin kendüzüni âleme rüsvây gönül

    Sana cevreylemede kılmaz o pervây gönül

    Cevre sabreyleyemezsin nideyin hây gönül

    Gönül eyvah gönül vay gönül eyvah gönül

    Onu, daima rahmet ve minnetle anmak,

    Türklüğün milli ve tarihi görevlerindendir.

    Yazımıza yine Fatih’in bir sözüyle son verelim:

    “Şühedaya rahmet-i rahman, gazilere

    şeref-ü şan, bu millete fahr-ü şükran lâyıktır.”

    M. Necati GÜNEŞ

    Eğitimci-Yazar

  • 9

    ÇAĞIMIZIN

    BİR ALP ERENİ:

    MUSTAFA

    NECATİ

    SEPETÇİOĞLU

    Bekir YEĞNİDEMİR

    18 Mart 1996’da Çanakkale Zaferi münasebetiyle

    Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesine konferans için

    davet edilen Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU,

    üniversitenin hatıra defterine şunları yazmıştı:

    “Benim de feyiz aldığım Tokat gibi bir eski ve

    büyük kültür merkezine Gazi Osman Paşa’nın ruh

    bütünlüğünde, yönlendirici bir üniversite şart ve ihtiyaç

    idi. İnşallah o eski büyük kültürün ilk adımları ve yine

    İnşallah geleceği aydınlatacak ışıltılı bir adım olur.”

    İşte şimdi görüyoruz ki Gaziosmanpaşa

    Üniversitesi’nde bu ışıltı tüm güzelliği ile onun istediği

    gibi devam ediyor. Dolayısıyla tüm emeği geçenleri tebrik

    ediyor bütün katılımcılara en derin saygılarımı

    sunuyorum.

    Büyük Hoca, Dede Korkut, Alp Eren…

    Evet, zamanımızın Dede Korkut’u olduğu gibi aynı

    zamanda zamanın Alp Eren’i de…

    Tokat tarihine bir göz attığımızda Tokat’ımızın il

    ve ilçelerinde yetişmiş ve zamanına damgasını, vurmuş

    çok değerli bilim adamları, düşünürler devlet adamları,

    kahramanlar görürüz. İşte Mustafa Necati

    SEPETÇİOĞLU da Tokat’ın yetiştirdiği çok güçlü bir

    kaleme sahip Türk edebiyatçısıdır. Tarihî roman, hikâye,

    Türk-İslam efsaneleri ve eşsiz Türk Destanları

    konularında çok değerli eserler yazarak, Türk kültür

    tarihine yeniden ruh vererek günümüze taşımasından

    dolayıdır ki zamanımızın DEDE KORKUT’U unvanını

    almıştır.

    Bu kutsal vatanı vatan yapmak için kopup gelen o

    günün Alperenleri kadar, bu vatanın nasıl vatan oluşunu

    zamanın insanlarına ve gelecek kuşaklara aktarmak, o

    ruhu taşımak ta o kadar önemlidir.

    Selahaddin-i Eyyubilerin, Kılıçaslanların, Alp

    Aslanların, Osman Gazilerin, Yıldırımların, Fatih Sultan

    Mehmet Han, Kanuni Sultan Süleyman gibi kutupların,

    ruhlarını zamanına ve gelecek nesillere taşımak, İla-yı

    Kelimetullah uğruna neler yapıldığını, neler yapılması

    gerektiğini anlatmak, onlardan aldığı şifreyi gelecek

    nesillere anlatmak ve aktarmak gibi bir görev üstlenmişti

    Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU.

    Hemşerisi olmakla gurur duyduğum, aynı havayı

    teneffüs etmekle, Zile’nin aynı cadde ve sokaklarında

    yürümüş olmakla onurlandığım Mustafa Necati

    SEPETÇİOĞLU’nu bugün burada tekrar, tekrar rahmetle

    anıyor, Allah’ın rahmeti üzerine olsun diyorum. O’nun

    yazarken kaleminin çıkardığı sesler, Ulu Cami’mizden

  • 10

    yükselen merhum Hüseyin Hafız’ların,

    Kadir Hafız’ların sesleri bugün de

    kulağımın süsüdür hâlâ…

    O’nun; Zile gibi tarihi binlerce yıl

    ötesine uzanan, sayısız önemli olaylara

    şahit olan bir şehirde doğması, o havayı

    teneffüs etmesinin, o ruha vakıf olmasının

    onlarca değerli esere imza atmasına temel

    oluşturmuştur.

    Bildiğiniz üzere 1932 yılında Zile’de

    doğan üstat, İlk ve ortaokul’u Zile’de

    okudu. 1947 yılında Zile’den ayrıldı. Yani

    bir insanın yetişmesindeki en önemli çağ

    olan yıllarını Zile’de yaşadı. Zile’de

    şekillenmeye başladı. Tıpkı insanın ana rahminde bir damla sudan şekillendiği gibi. O’nun da bu

    kudretli kaleminin ana rahminin Zile olduğunu orada ilk adımını attığını, yürüdüğünü

    düşünüyorum.

    Bir Alperenler diyarıdır Zile. Ergenekon’dan, Orta Asya’dan, Horasan’dan yetip Zile’yi

    kâfir elinden kurtaran bir ulu er Aslan Dede bir tepede yatar, Hüseyin Gazi bir tepede, Şeyh

    Ahmet Dede ise bir başka tepede, bir güzel köşesinde ise İsmail Dede yatar ki bu erenler

    Anadolu’nun tapu senedinin alınmasında Türkleşmesi-İslamlaşmasında mücadele eden ulu

    kişilerden sadece birkaçıdır. Bizde Alp Erenlerin ruhları el verirler sonra gelenlere. İşte bu el

    alan Alperenlerden biri de Zile’mizin medarı iftiharı Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU dur…

    Şimdi diyeceksiniz ki Zile, Zile, Zile… Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU vazgeçti mi ki

    Zile’sinden biz onu anarken Zile’sinden ayrı düşünelim. Değerli kardeşi M. Yılmaz

    SEPETÇİOĞLU, Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’ne gönderdiği mektubunda ağabeyi Mustafa

    Necati SEPETÇİOĞLU ile ilgili anılarını anlatırken “Ağabeyim Zile’yi çok seviyordu. Gerek

    düşüncesi gerekse yazıları ile Zile ile hep beraberdi. Çünkü harsının büyük bölümünü Zile’den

    almıştı; kişilik taşlarını aile yapısından ailesinin tevarüs ettiği Orta Asya’dan akıp gelen Türk

    töreleri, anlayış ve yaşayış esasları-bütün kutsal değerleri-gençlik ve ergenlik yıllarında Zile’de

    edinmiştir. O’nun için Zile’yi unutmak imkânsızdı ” diyor.

    Yine ağabeyi ile olan anılarında İstanbul Türk Ocağındaki çalışmalarından, o zamanki

    Türk Ocağı başkanı Hamdullah Suphi TANRIÖVER ile olan muhabbetini, kendisini de onunla

    tanıştırmasını, Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’nun liseye kaydında ilk velisinin Necip Fazıl

    Kısakürek olduğunu, kendi anlayışındaki edebiyatın öncülerinden Peyami Safa ve Nihal Atsız ile

    olan yakın arkadaşlıklarından söz etmektedir. Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’nun Zile

    yıllarından bahsederken “O zaman Zile nüfus bakımından30–35 vilayetten dahi büyük bir

    nüfusa sahipti” der.

    Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU o yıllarda Zile sokaklarında dolaşırken DÜRMELİK

    sokağından geçti. Ruhu orada küffarla cenk eden Melik Gazi ile kucaklaştı. Kılıcı parçalanan

    Melik Gazi’ye bulduğu bir deveye ait çene kemiğini uzatan O’nun çarpışmasına devam etmesini

    sağlayan belki de Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU Hoca’nın ruhu idi. Yine orada Melik Gazi’ye

    gaipten gelen “Dur ya Melik” nidasını işitti ve titreyerek kendine geldi.

    Oradan kalemize çıktı. Kalemizin surları üzerinde rahatlıkla yürünecek kadar geniştir.

    Zile’nin güneyine, Kıble istikametine baktığında Hüseyin Gazi tepesini gördü. Orada yatan

    Hüseyin Gazi’den onlarca metre uzaktaki gizli geçitten kaleye girerek düşmanla nasıl cenk

    ettiğini ve şahadetini dinledi. O’nun Hakk’a nasıl yürüdüğünü hissetti, gördü…

  • 11

    Burçları üzerinden doğuya baktığında Türklerin-büyük atalarımızın Ergenekon’dan, 40

    deve derisinden yapmış oldukları 40 körüğü kurup, 40 deve yükü kömürle demir dağı eriterek

    Anadolu’ya doğru yürüyen Alperenlerden batıya yürümenin, Anadolu’yu vatan yapmanın sırrını

    öğrendi. Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU bir eserinde;“Düşünebilen insan (için), 1071 ve

    sonrasında, Büyük Türkiye kurulurken Horasan Erlerinin erişilmez şuurunu ve bir yabansı

    toprağı nasıl bir efsane güzelliği ve tatlılığıyla –fakat ne zor- avuç, avuç vatanlaştırdığını ve

    kendilerinden sonra gelen askere yurt olarak hazırladığının” düşünülmesini öğütlemiştir.

    Kuzeye yöneldiğinde Sezar’ın Pontus ordusunu Zile’de nasıl dağıttığını da seyretti. Sezar’ın

    kaledeki dikili taşa yazdırdığı “Veni, Vidi, Vici” yani “Geldim, Gördüm, Yendim” sözünü okudu,

    unutmadı. İleriki yıllarda “Ve Çanakkale” üçlemesi olarak kaleme aldığı kitaplarına

    “Geldiler, Gördüler, Döndüler” adını vermiştir. Elbette döneceklerdi, çünkü defaatle

    kanlarımızla sulayarak vatanlaştırdığımız bu toprakları, bu vatanın evlatları yine kanı pahasına

    koruması gerekiyordu korumuştur da… Artık bu vatan gençlerin, sizlerin emanetidir, siz

    koruyacaksınız. Ve batı… Kalemizin batı cephesindeki giriş kapısının üzerindeki narin çok güzel

    bir sanat eseri ve dimdik batıya bakan saat kulesine çıktı. Oradan batıya ta uzaklara baktı.

    Osmanlı’nın altı asırlık şanlı yürüyüşünü seyretti heyecanla.

    Viyana kapılarını zorlayan kutlu askerlerini gördü Türk’ün. İstanbul fethinde,

    Estergon’da, Kanije’de, Kosova Meydan Muharebesinde, Plevne’de, Çanakkale’de şehit olan

    kutlu askerlerimize tas, tas su içirdi oradan… Ardına bakmadan saf, saf cepheye yürüyen

    Kınalı Ali’leri gördü. Redif taburlarının ardından baktı bir zaman. Bütün bunlar yazılmalıydı

    elbette. İşte bu ruhla kalemi eline aldı ve vefatına kadar da bırakmadı… Evet, Zile demek

    Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU demek, Zile demek vatan demektir.

    Vatanımızın her köşesi defaatle şehit kanlarıyla sulanmıştır. Onun için Milli Şairimiz

    Mehmet Akif ERSOY;

    “Bastığın yerleri diyerek geçme tanı!

    Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.”

    diye uyarmıştır bizleri.

    Değil Anadolu, dünyanın dört bir yanında şehitlerimizin, gazilerimizin döktüğü kanlar

    kurumamıştır hâlâ… Anadolu’da sayısız şehitliklerimiz olduğu gibi, dünyanın dört bir yanında da

    şehitliklerimiz mevcuttur. İzin verirseniz burada bir kaçını saymak isterim. Bunlar Türkün dün

    de dünyanın her yanında olduğunun delilidir.

    Avusturya: 4000 Japonya: 533

    Burma: 1000 Letonya: 163

    Çek Cumhuriyeti: 1100 Mısır: 3000

    Hindistan: 601 Romanya: 3632

    Irak: 1500 Suriye: 1000

    İran: 2500 Ukrayna: 3155

    İsrail: 6034 Yunanistan: 2817

    Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU“KİLİT” adlı kitabıyla şanlı tarihimizin yüzüne kapatılan

    kapıların kilidini kırmış, değerli milletimize, aziz neslimize tarihimizin müstesna sayfalarının

    arasına dalarak dünü bu güne, bu günü yarınlara taşımanın anahtarını sunmuştur. Türk

    kültürünü, adet ve töresini hep canlı tutmalıydı. Dün Türk’ün önünde hürmetle eğilenlerin,

    atının üzengisini öpenlerin bu gün kalkıp Türkleri aşağılamasına, hakaret etmesine göz

    yumamazdı.

    Bir şahlanış, bir başkaldırış gerekliydi ve ömür boyunca bu görevi üstlendi.

  • 12

    Türk her zaman uyanık ve tetikte olmalıdır. Bu vatanın evlatları uykuya düşkün olamaz.

    Gaflette olamaz. “Su uyur düşman uymaz” atasözünde olduğu gibi düşmanlarımız her devirde

    fırsat kollamış ve kollamaktadır.

    Türk her zaman hazırlıklı olmalıdır. Alpaslan misali beyaz kefenini giyip, atının

    kuyruğunu bağlayarak gelecek saldırılara hazır beklemelidir. Yani her çağın gereklerine göre

    kendini bilgi ile teknoloji ile donatmalıdır. Bir Hadis-i Şerifte “Düşmana kendi silahıyla” yani

    aynı silahlarla karşılık verin diye buyrulmuyor mu?

    Türklüğün örf, adet, töre ve geleneklerini, Türk kültürünü unutmadan, ilim irfan yolunda

    kararlı ve onurlu bir şekilde yürümelidir. Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU Gençlerimizin Türk-

    İslam kültürünü özümseyerek çağlara yürümesini düşlemiştir. Yine bir eserinde kültürdeki,

    edebiyattaki ve sanattaki yozlaşmalara dikkat çekerek; kendi öz milli kültür ve tarihimize,

    edebiyatımıza, güzel sanatlarımıza dönmezsek milletlerarası sanat sahnesinde hiçbir yer

    alamayacağımızı vurgulamıştır. Dilimizi, dinimizi, kültürümüzü, edebiyatımızı, sanatımızı hatta

    ve hatta siyaset kültürümüzü yozlaştıranlar onu derinden yaralamıştır. Ülkemizin istikbalinin,

    milletimizin geleceğinin bir başkalarının kucağına itilmesine isyan etmiştir.

    Eğer ülkemizin kıyamete kadar hür ve baki olmasını istiyorsak kendi öz kültür ve

    tarihimize dil ve dinimize, edebiyat ve güzel sanatlarımıza sahip çıkmalıyız. O nedenle kudretli

    kalemini; son mesajını Türklüğü, Türk kültürünü, Türk-İslam kimliğini özünde yaşayan,

    gergeflerde ilmek, ilmek işlercesine son derece titizlikle yetiştirdiği Alp Erenlerini dört bir

    yana yayan Hoca Ahmet YESEVÎ’yi anlatan o büyük hocaya adanan “YESİLİ HOCA AHMET”

    adlı eseriyle taçlandırmıştır.

    Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU Zile’yi çok sevdi, Zile’de onu. Zile onu hiç

    unutmayacaktır. SEPETÇİOĞLU’nun eserlerinin tümüne yakınında Zile’den bir anlık görüyoruz.

    Ya doğduğu Kişlik Mahallesi, Sepetçioğlu Sokak, ya kale, ya Aslan Dede, ya Şeyh Ahmet, ya

    Çeltek Baba yaİnönü İlkokulu, ya Zile Ortaokulu ya caddeleri, ya insanları ya sosyal hayatı ya

    kültür hayatı, ya ulu kavak seyri, ya Karadini Seyri, ya Ulu Camisi ya da Zile’ye 5 km uzaklıktaki

    Tren İstasyonu gibi her konuda ama her konuda mutlaka Zile’ye özgü duygu, düşünce ve

    hatıralarına rastlıyoruz.

    Tarih yalnız dünde kalanlar değildir. Dünkü tarihi özümseyerek bu günü ve yarını tarihin

    altın sayfalarına altın harflerle yazılacak kudreti, varlığı, güzelliği ortaya koyarak yaşamaktır.

    Tarihin yarın yazacaklarını bu günden hazırlamaktır.

    İşte Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU dünü bu günle harman etmiş, acıyı zaferle

    yoğurarak “Asım’ın Nesli”ne ışık tutmuştur…

    Ruhu şad olsun…

  • 13

    TOKAT-BAŞÇİFTLİK İLÇESİNDE Ergün VEREN

    EVLENME GELENEK VE GÖRENEKLERİ

    1. GİRİŞ

    İnsanoğlu yaşamak ve soyunu sürdürmek için

    çeşitli yöntemler geliştirmiş ve kurumlar

    oluşturmuştur. Bunları doğuştan var olan özellik

    ve yeteneklerinin yanında sonradan öğrendiği

    bilgi ve geliştirdiği becerilerinden de faydalanarak

    yerine getirmektedir.

    Tek başına yaşanamayacağı ve soyun

    sürdürülemeyeceği gerçeği insanı aileden

    başlayarak topluma ve millete uzanan kurumları

    oluşturmasına sebep olmuştur. Bir yandan fiziksel

    ihtiyaçlarının karşılanması diğer yandan da soyun

    devamı için karşı cinsle birlikte yaşama olgusu

    evlilik kavramını ortaya çıkarmış, zamanla

    geliştirmiş ve kurumsallaştırmıştır. Bu kurumun

    ortaya çıkması, toplumu oluşturan diğer bireylerce

    kabul görmesi, onaylanması ve içselleştirilmesi

    için kurallar belirlenmiş; ritüeller oluşturulmuş ve

    bunlar zamanla toplum normları haline

    dönüşmüşlerdir.

    Kuralları belirlenmiş, ritüelleri oluşturulmuş

    ve zaman içerisinde toplum normu haline

    dönüşmüş kurumlardan biride “evlenme”’dir.

    Evlenmenin nasıl yapılacağı, hangi ritüellerin

    gerçekleştirileceği ve hangi normlar

    uygulandığında sürekli ve ahlâki olacağına dair

    her toplumda kendine özgü kural, örf, adet,

    gelenek ve töreler oluşmuştur.

    Tüm toplumlarda ve yörelerde olduğu gibi

    “evlenme” , Tokat ilinin Başçiftlik ilçesinde de bu

    yöredeki örf, adet, gelenek ve göreneklere göre

    gerçekleştirilmektedir.

    2. BAŞÇİFTLİK

    Tokat iline bağlı Başçiftlik ilçesi kuzeyden

    Ordu-Aybastı ilçesi, doğusundan Reşadiye ilçesi,

    güneyinden Niksar ilçesiyle çevrilmiştir.

    Karadeniz sahilinden 85 km içeride,

    Canik Dağları'nın güney eteklerinde, havzanın

    batı kısmında yer alır. Bu havza doğuya gidildikçe

    genişler ve yörede İskefsür Ovası olarak

    adlandırılır. Yüzey şekilleri genelde yüksektir.

    Karasal iklim ile Karadeniz iklimimin

    karışımı hüküm sürer. Kış mevsimi çok kar yağışlı

    ve hava soğuktur. Kasım ortalarında başlayan kar

  • 14

    yağışları nisan ayına kadar devam eder. Hatta bazı

    yıllar mayıs ayının ortalarında kar yağdığı da

    görülmüştür. Kar ortalama 5 ve 6 ay kadar yerde

    kalır. Havadaki nem miktarı yüksektir. İlkbahar ve

    Sonbahar mevsimleri hemen hiç yok gibidir. Kış

    mevsiminden hemen yaz mevsimine geçilir. Yaz

    mevsiminde sıcaklık pek yüksek değildir (Tokat

    Tanıtım Dergisi S:7) (Karakoç 2010). Mevsim

    şartları nedeniyle halk arasında “Akıl ermez Melet

    ile İskefsirin işine, üç ay yazı var onu da kat

    kışına” şeklinde söylence vardır (K-3,4,5). Melet,

    Ordu-Mesudiye ilçesinin eski adıdır.

    Daha önceleri büyük şehirlere mevsimlik

    işçi olarak giden Başçiftlikli erkekler 1970'li

    yıllarda halıcılığın yaygınlaşmasıyla evlerinde

    kazanç yolunu seçerek gelir seviyelerini

    yükseltmişlerdir. Sonradan halıcılıktan yeteri

    kadar yararlanamayınca tekrar ilçe dışına işçilik,

    memuriyet ya da ticaret gibi nedenlerle göç

    başlamıştır. Ve gittikleri yerlere yerleşmişlerdir.

    Bugün Başçiftlik'te yaşayanlardan çok daha

    fazlası başka il ve ilçelerde yaşamaktadırlar. (Şen,

    2010). Okuryazarlık oranı % 98’dir. İlçe

    merkezindeki konutların %40ı ahşap % 60’ı

    betonarmedir. İlçede sosyal tesis

    bulunmadığından ve işsizlik had safhada olması

    nedeniyle halk gününü kendi özel işlerinde ve

    kahvehanelerde geçirmektedir. İlçe kırsal bir

    bölge olduğundan sürekli göç veren bölge

    konumundadır. Sanayi sektörü olmadığından genç

    nüfus büyük kentlere göç etmekte ve ilçede

    yaşayan nüfus her geçen gün azalmaktadır. Kalan

    nüfus genelde yaşlı ve kadın nüfustur. Yöre

    halkının çalışan kesimi tarım ve hayvancılıkla

    uğraşmaktadır. İlçe ekonomisi % 20 nispetinde

    halıcılığa %80 nispetinde çiftçilik ve hayvancılığa

    dayanmaktadır. (Kaymakamlık Verileri 2010)

    3. EVLENME

    Evlenme, bireylerin bir ev ya da aile

    birimi kurmalarının toplumca benimsenmiş ve

    yaptırıma bağlanmış biçimini oluşturan toplumsal

    kurumdur (Özkaya, 1975).

    Kadınla erkeğin aile kurmak için yasaca

    birleşmesi de olan evlilik kızın ve erkeğin

    sosyalleşme sürecinin önemli bir aşamasıdır.

    Aileler arasında dayanışmayı, toplumsal ve

    ekonomik ilişkiyi belirler ve düzenler. Evlenme

    törenleri bağlı bulunduğu kültür tipinin öngördüğü

    belirli kurallara ve kalıplara uyularak

    gerçekleştirilir. Evlenme, töre, adet, gelenek,

    görenek ve inanma bakımından zengin bir tablo

    çizer (Artun, 2009: 157’den Örnek, 1995:185).

    Evlenme törenleri bir dini toplumsal olayı

    da içine alır. Köy ortamında bir bayram şenliği

    olarak algılanır. Ulusal yapının oluşmasında

    birçok değer ve davranışın kazanılması yönüyle

    evlenme törenleri fonksiyonel etkinlik gösterir.

    Toplumların tarihi ve ekonomik yapıları, yerleşim

    şekilleri, üretim şekilleri ve gelenekleri evlenme

    biçimlerini belirlemektedir (Artun, 2009: 157’den

    Balaman, 1973:135).

    Evlenme iki gencin hayatını

    birleştirmesiyle gerçekleşir. Kadına ve erkeğe

    yeni bir rol kazandıran evlilik ile aile olabilmenin

    ilk adımı atılır. Evlilikle gelin ve damat artık eş ve

    karı koca, evli barklı olmuş; anne ve baba olmak

    için toplumun ilk olarak öne sürdüğü şartı yerine

    getirmişlerdir. Evlilikle ayrıca yeni akrabalık

    bağları da kurulmuştur (Artun, 2009: 157’den

    Altun, 2004:89).

    Evlenmenin gerçekleşmesi yönünde

    Anadolu’da uygulanan birçok yöntem vardır.

    Bunlar evlenecek kişilerin yaşlarına; sosyal

    durumlarına: bulundukları yöreye; örf, adet,

    gelenek ve göreneğe göre farklılıklar

    göstermektedir. Bunları “severek”, “görücü

    usulü”, “kız kaçırma”, “oturak alma”, “beşik

    kertmesi”, “berdel”, “taygeldi”, “levirat” ve

    “sorarat” şeklinde sınıflandırmak mümkündür.

    Severek evlenme kız ve erkeğin birbiriyle

    evlenmek için ortak karar vermeleri, ailelerinin de

    buna destek vererek evlilik kurumunun

    kurulmasıdır.

    Görücü usulünde izlenen yöntem erkeğin

    ailesinin kızı beğenmesi ve aracılarla bunu kız

    tarafına iletip istenmesi; kız tarafının da bunu

    kabul ederek erkek ve kızın evlendirilmesidir. Bu

    usulde kız ve erkeğin isteklerinin önemi

    bulunmamakta ailelerin verdiği karara

    uyulmaktadır.

    Kız kaçırma da ise kız ve erkek birbirini

    sevmelerine karşın ailelerin özellikle kızın

    ailesinin buna karşı çıkması söz konusudur. Bu

    durumda kız ve erkek anlaşarak kaçarlar ve

    evlenirler.

    Beşik kertmesinde ise yeni doğan kız ve

    erkek çocuklarının aileleri tarafından

    nişanlanmaları ve evlilik yaşına geldiklerinde

    evlenmeleridir. Burada amaç aileler arasında

    hısımlık, var olan dostluğu pekiştirme, ekonomik

    ilişkileri pekiştirmektir. Bu nişan çocukların

    beşiklerine “kertik” yapılmasıyla sembolleştirilir

    ki beşik kertmesi adı da buradan gelir. Hindistan

    ve Avusturalya’da da rastlanılan bu durumun

    ileride birçok sürtüşmelere yol açtığı da

    bilinmektedir. Erkek veya kız tarafından birinin

    ileride vazgeçmeleri durumunda kanlı olaylara da

  • 15

    dönüştüğü görülmektedir (Artun, 2009: 159’dan

    Örnek, 1995:187).

    Berdel, başlık sorununu ortadan kaldıran,

    hem kızı hem oğlu bulunan iki ailenin karşılıklı

    olarak çocuklarını evlendirme suretiyle

    gerçekleştirilen bir evlenme biçimidir. Böylece bir

    aile, diğer bir aileye kızının verir ve oğluna da

    ailenin kızını almış olur (Artun, 2009: 159’dan

    Altun, 2004:229). Ancak bu evlenme türünde

    evlenen çiftlerden biri boşanırsa diğeri de

    boşanmak ya da başlığı ödemek zorundadır.

    Başka bir evlenme biçimi de taygeldi

    evliliktir. Dul kadının, eski kocasından olan

    çocukları da alarak dul bir erkekle ya da dul bir

    erkeğin eski karısından olan çocukları da alarak

    dul bir kadınla evlenme biçimine taygeldi evlilik

    denilmekte, bu çocuklara da taygeldi adı

    verilmektedir. Bu evliliğin temelinde sosyo-

    ekonomik ve psikolojik etmenler rol

    oynamaktadır. (Artun, 2009: 159’dan Örnek,

    1995:189). Levirat yani kayınbiraderle

    evlenme biçiminde dul kadın, ölen kocasının

    kardeşiyle evlenmektedir. Bu da iki durumda

    görülmektedir. Birincisi, kayınbiraderin bekâr

    oluşu, diğeri ise kayınbiraderin evli oluşudur.

    Çocuklar açısından en iyi biçimde meşru

    babalığın amca tarafından yapılabilineceğinin ve

    çocuğun ortak mal üzerindeki haklarının bir

    yabancıya geçmeyip aile içinde korunabileceğinin

    düşünüldüğü yörelerde bu gelenek

    uygulanmaktadır (Artun, 2009: 160’dan Tezcan,

    1998:209).

    Sorarat yani baldızla evlenme biçiminde

    ise erkeğin karısı öldüğü zaman karısının bekâr

    olan kız kardeşi ile evlenebildiği görülmektedir

    (Artun, 2009: 160’dan Tezcan, 1998:208). Öksüz

    kalan çocuklara "üvey anne" olarak seçilen

    teyzenin daha hoşgörülü davranabileceği

    düşüncesi bu evlenme biçiminin tercih

    edilmesinde etkili olmaktadır.

    Evlenme çağına gelen gençler birtakım

    davranışlarla ailelerine bu isteklerini belli ederler.

    Bu çağ genellikle buluğ çağıyla da eşleşir.

    Gençler sinirli ve saldırgan tavırları, ev işi

    yaparken ve günlük yaşam içinde sürekli

    sıkılmaktan, bıkmaktan, soğuktan ve yalnızlıktan

    bahsetmelerinin yanında yörelere göre farklılıklar

    gösteren sembol hareketlerle de (pilava kaşık

    saplama, süpürge üstüne oturma, annesinin

    ayakkabısını eşiğe çakma, anneye içi geçmiş

    karpuz ikram etme gibi…) evlenme isteklerini

    dışa vururlar. Anadolu’da evlenmenin aşamaları

    vardır. Bunlar evlilik öncesi, düğün ve evlilik

    sonrası olmak üzere üç aşamadan oluşur. Bu

    aşamaların da kendi içinde ayrıca aşamalı

    pratikler bulunur. Evlilik öncesinde; sırasıyla kız

    bakma-kız görme, kız isteme-söz kesme ve nişan

    yapılır. Düğün aşaması daha ayrıntılı ve bol

    aşamalıdır. Bunlar; çeyiz götürme- çeyiz

    gösterme, gelin hamamı, kına gecesi (ana kınası-

    kız kınası), gelin alayı, gelin indirme, gerdek

    şeklinde sıralanır. Düğün sonrasındaki aşamalar

    ise, duvak günü, kız ardı, gelin paçası, düğün

    tatlısı gibi pratiklerden oluşur. Bunların pratikleri

    yöreye ve geleneklere göre varyant özellikler

    gösterir (Artun, 2009: 160;185).

    4. BAŞÇİFTLİK’TE EVLENME GELENEK

    VE GÖRENEKLERİ

    Başçiftlik ilçe merkezindeki evlenme

    gelenek ve göreneklerinin aşamaları kaynak

    kişilerin anlatımları, gözlemlerimiz ve yazılı

    kaynaklarda belirtildiği üzere şu şekilde

    gerçekleşmektedir:

    4.1. EVLİLİK ÖNCESİ

    “Evlenme Çağı-Evlilik Yaşı-Evlenme

    İsteğinin Dışa Vurumu-Kız Bakma (Kız Görme):

    Başçiftlik’te evlenme yaşı önceleri erkeklerde 17–

    18, kızalar da ise 14–15’di. Aileye yeni bir

    yardımcı, taze iş gücü düşüncesi ile erkek

    çocuklar küçük yaşlarda evlendirilirdi.

    Günümüzde bu gelenek ortadan kalmıştır. Sebebi

    ise, askerliğini yapmayınca, tahsilini bitirmeyince,

    eline işini alıp ailesini geçindirecek geliri

    bulamayınca kimsenin aklına eş bulmak

    gelmemektedir.

    1968 yılının Haziran ayında Başçiftlik’te

    Belediye teşkilatının kurulmasıyla, sosyal hayatta

    birçok değişiklikler başlamıştır. Bu değişikliklerin

    en belirgini evlenmelerde olmuştur.

    Başçiftlik gençleri buluğ çağıyla beraber

    karşı cinse ilgileri artar. Her genç erkek mutlaka

    bir kız bulur. Zamanla bu konuda artışlar

    gözlenmektedir.

    İlk uygulama mahalle ve sokaklarda gençlerin

    gezmeye başlamalarıyla başlar. İlçede yaşayan

    aileler hala tarım işleriyle uğraştıklarından her

    genç gönlünde sevdiği kızı, her zaman uzaktan da

    olsa görebilir. Bakışlar ve çeşitli işaretler sonucu

    birbirlerine ilgi duyarlar. Kız ve erkeklerde

    mektuplaşmalar ve flört devresi başlar. Yalnız

    flörtler çok gizli ya da çok yakın bir iki akraba

    aracılığı ile olmaktadır.

    Kız İsteme: Evlilik çağına gelmiş

    gençlerin evliliğe karar vermeleri sonucunda

    erkek tarafının oğullarının istediği kızı, kız

    tarafından istemesiyle (dünürlük) başlar. Eskiden

    ailede baba ve anne isteği ile evlendirilen kızlar

    çoğunluktayken, bugün durum tamamen olmasa

    bile kısmen ortadan kalkmıştır. Genelde son kararı

    kız verir. Kız istemezse o nişan çok zor yapılır.

    Böyle zorlamalarda çoğu kez kızlar kaçarlar.

    Başçiftlik'te başlık parası yoktur. Erkek tarafından

    anne, baba ve yakınlarından bir kaçı kız evine

    giderler. Sohbetten sonra "Allah'ın emri,

  • 16

    Peygamberin kavli" ile kız istenir. Kızın ailesi

    "Allah yazdı ise olur" diyerek biraz zaman

    isterler.

    Söz Kesme (Söz Alma): Bir kaç sefer

    gidip gelen dünürcülük sonucunda iki tarafında

    uygun görmesi ile söz kesme merasimi yapılır.

    Uygun bir gece tayin edilir. Kız tarafının evinde

    her iki tarafında yakın akraba, eş ve dostları

    toplanır. Adet gereği erkek tarafından uygun birisi

    kız babası ya da vekiline “Allah'ın emri,

    Peygamberin kavlini” tekrar iletir. Kabul sonucu

    dualar yapılır. Orada bulunanlar tarafından kız ve

    erkek tarafı kutlanır. Sonra sözü kesilen kız,

    arkadaşlarından bir ya da iki tarafından erkeklerin

    bulunduğu odaya getirilir. Şeker, lokum, kolonya

    ve sigaradan oluşan tepsiyi bulunanlara ikram ve

    el öpme töreni başlar. Herkes bahşişini tabağa

    koyar ve kızlar çekilirler. Kadınların bulunduğu

    toplumda sözü kesilen kıza nişan yüzüğü ve diğer

    takılar takılır.

    Bohça Götürme (Çıkı): Sözün kesildiği

    akşamın ertesi günü erkek tarafının genç kızları

    ve genç kadınları tarafından halı, ütü masası,

    tencere takımı, çaydanlık gibi ev eşyaları ile

    ekmek, kuruyemiş, lokum, gofret, şeker gibi

    yiyecekler kız evine götürülür. Kız ve arkadaşları

    gelenleri karşılar. Getirilenlerden ikramda

    bulunurlar.

    Nişan: Eskiden beri el öpme merasimi de

    denilen bir merasim tüm ilçe kadınlarının katılımı

    ile daha önceden tespit edilmiş olan gün ve saatte

    evde ya da düğün salonunda yapılır. Merasime

    katılan herkes yakınlık derecesi ve duruma göre

    altın, para, kap-kaşık, halı, kilim vb. hediyeleri

    salona getirir. İsimler teker teker okunarak

    hediyeler askılara asılır ya da ortaya konur. Kimin

    hangi hediyeyi getirdiği yüksek sesle okunur.

    Nişandan sonra erkek tarafı kız evine gelinlik

    görmeye giderler. Yakın akrabalardan da bu

    ziyarete katılanlar olur. Eğer nişanlılık dönemi

    uzun sürer araya bayram girerse erkek tarafın kız

    evine bayramlık gönderir. Kız tarafı da buna

    karşılık verir.

    Çeyiz Asma: Düğün başlamadan bir kaç

    gün önce gelin adayının arkadaşları kız evine

    gelerek düğün bitene kadar oradan ayrılmazlar.

    Bir taraftan eğlenceler devam ederken diğer

    taraftan da hazırlıklar sürer. Bu hazırlıklardan

    birisi de çeyiz asmadır. Öncelikle evin uygun bir

    odası bu iş için hazırlanır. Çeyiz demirleri takılır.

    İpler gerilir. Gelinin bütün çeyizi düzenli bir

    şekilde buraya yerleştirilir.

    4.2. DÜĞÜN

    Düğün günü kız ve erkek ailelerinin müşterek

    kararı ile kararlaştırılır. Düğünler resmi muamele

    ve askı sonucu gerçekleşir. Düğünler genellikle

    davul-zurna ile yapılır. Eskiden davetiye; şeker,

    sabun, havlu vb. şeyler olarak dağıtılırdı.

    Günümüzde ise davetiyeler bastırılarak ilçede

    oturan her aileye ve ilçe dışından çağrılacak

    olanlara ulaştırılır. Erkek tarafı tüm hazırlıkları

    yapar. Tüm ziynet eşyaları, beyaz eşyalar ve diğer

    eşyalar toplumun kabul ederek belediye tarafından

    ilan edilmiş şartlar ölçüsünde alınır. Bazı aileler

    normal kabul görmüş ölçüden fazla yapabilirler.

    Kız tarafı ise başlık almadan bazı mobilya ve

    beyaz eşyaları alırlar. Bunun sebebi, çevrenin

    halıcılık bölgesi olması ve evleninceye kadar

    kızların halı dokuyarak çok emek vermesi ve bu

    emeği babanın ödeme durumunda bulunmasıdır.

    Danışık Yemeği: Erkek tarafı düğün gününden bir

    ya da iki gün önce "danışık yemeği" verirler.

    Bunun adı her ne kadar yemek olsa da yemekten

    çok pasta türü şeylerdir. Bu yemeğe komşu,

    akraba, eş ve dostlar çağrılır. Burada düğünün

    nasıl ve ne şekilde yapılacağı karara bağlanır.

    Komşularca açılan oda ve sayısı, davetlilerin

    nerelere yerleşeceği, nasıl ve nerede ağırlanacağı,

    düğün töreninde kimlerin hangi görevleri

    yapacakları tespit edilerek kayda geçer. Burada

    düğün kâhyalarının kimler olacağı belirlenir.

    Kâhyalar yakın akraba, komşu, damadın yakın

    arkadaşları ve varsa düğün evinin damadı

    arasından olur. Sonra yemek verilir ve yemeğe

    katılanlar düğün günü buluşmak üzere ayrılırlar.

    Düğün Günü: Düğünler iki gün sürer. Ya

    çarşamba-perşembe ya da cumartesi-pazar günleri

    düğün günleridir. Sabah başlayan düğünde ilk gün

    ağırlık götürme, damat yıkama, gelin yıkama ve

    misafirlerin ağırlanması vardır. Genellikle öğlene

    kadar gençler davul zurna eşliğinde oyunlar

    oynayarak eğlenirler.

    Ağırlık Götürme; Öğle yemeğinden sonra

    ağırlık götürme için erkek tarafının yaptığı eşyalar

    bir traktöre yüklenir. Gelinin giyeceği elbise

    büyükçe bir tepsiye konarak üzerine erkek

    tarafının yaptığı ziynet eşyaları yerleştirilir.

    Gençler önde, yaşlılar arkada davul zurna

    eşliğinde Belediye binasının önüne gelinir.

    Yakınlar pahada ağır ziynet eşyası ile Belediyeye

    çıkarlar. Evlendirme memuru geline verilecek

    eşyaları tek tek kontrol ederek bir senetle

    sabitleştirir. Bu senet Belediye de bir dosyada

    saklanır. Bu senedin ileride karı kocanın

    boşanması halinde kullanma açısından önemi

    bulunmaktadır. Burada kızın dayısına sembolik

    bir para verilir. Sonra alay yine davul zurna

    eşliğinde bu eşyaları kız evine götürür. Gelin alma

    günü alınmak kaydıyla kız evine bırakılır.

    Böylelikle kız tarafı da oğlan evinin neler yapmış

    olduğunu görmüş olurlar. Kız tarafının damada

    giymek üzere koyduğu gömlek, mendil, çorap,

  • 17

    çamaşır vb. gelen tepsiye konularak düğün evine

    gönderilir.

    Damat Yıkama (Çimdirme); Akşamüzeri

    yine düğün evinde toplanan gençler damadı

    yanlarına alarak davul zurna eşliğinde yakın bir

    arkadaşının evine giderler. Düğün boyunca olduğu

    gibi burada sağdıç damadın yanından hiç

    ayrılmaz. Önce bekâr bir genç berbere tıraş olur.

    Sonra sıra da damat tıraşına gelir. Zurnacının

    çaldığı özel tıraş havası eşliğinde damat tıraş

    yapılır. Bu arada damadın elbise ve ayakkabıları

    çalınabilir. Çalanlar sağdıçtan bahşiş alarak geri

    verirler. Damat yıkanarak damatlık kıyafetini

    giyer. Gençlere sigara ve leblebi ikram edilir.

    Düğün alayı ilçenin sokaklarını gezerek düğüne

    evine gelir. Damat anne, baba ve yakınları

    tarafından kutlanır. Damat da büyüklerinin elini

    öper. Anne, baba ve büyükler ev, tarla, çayır,

    hayvan, altın, para vb. hediyelerini damada

    verirler. Eğer hediyeler gayrimenkul ise senet

    yapılır.

    Gelin Yıkama (Çimdirme); Erkek

    tarafından gelen genç kızlar ve gelinler ile gelinin

    arkadaşları damat yıkamaya benzer merasimi

    kendi aralarında gerçekleştirirler. Bu olay önceden

    her mahallede bulunan yunak (dere) larda

    yapılırdı. Ancak ilçede artık yunak olmadığı için

    bu işlem evlerde yapılmaktadır.

    Akşam düğün evinde yoğun çalışmalar

    olur. Danışık yemeğinde görev alanlar toplanırlar.

    Bu arada davetliler de gelmeye başlamıştır.

    Danışık yemeğinde görevlendirilen (yol

    bekleyenler) kişiler tarafından gelenler

    durumlarına göre evlere oturtulur. Düğün

    sahibinin görevlendirdiği bir ya da iki kişi

    davetlilere hoş geldin demeleri için bulundukları

    evlere gidilir. Şeker, lokum, bisküvi, sigara vb.

    ikram edilir. Davetliler de “hoş geldin tepsisine”

    zarf içinde hediyelerini bırakırlar. Bu hediyeler

    genellikle para veya altın olur. Damat, sağdıç ve

    düğün sahipleri gelenleri ziyaret ederek

    davetlilere “hoş geldin” derler. Davetlilere yemek

    ikram edilir. Hemen hemen tüm ilçe halkı düğüne

    davetlidir.

    Düğün yemeğinde çorba, et yemeği (kuru

    fasulye veya nohut), keşkek, dolma, pilav, cacık

    ve içecek ikram edilir. Düğünlerde alkollü

    içecekler genellikle bulunmaz. Düğün yemekleri

    özel aşçılar tarafından özenle hazırlanır.

    O akşam gece yarılarına kadar hem erkek

    evinde hem de kız evinde oyunlar, eğlenceler

    devam eder. Eskiden erkekler ve kadınlar ayrı ayrı

    eğlenirken günümüzde erkekli kadınlı eğlenilen

    düğünlerde görülmektedir. Damada yakılan kına

    eğlenceli, geline yakılan kına ise hüzünlü bir

    şekilde gerçekleşir.

    Kına: Düğün akşamı herkes eğlenirken erkek

    tarafının genç kızları, gelinleri, gönlü genç olan

    kadınlar davul zurna eşliğinde kına yengesi

    götürürler. Bir bohça içinde kına, leblebi, ekmek

    vb. şeyler vardır. Bohçayı düğün kâhyalarından

    biri taşır. Bahşiş alamdan da bohçayı vermez.

    Türküler eşliğinde gelin odaya getirilir. Bu arada

    kızlar da ellerinde mumlarla kınayı getirir. Kına

    yakılacağı zaman gelin avucunu açmak için bahşiş

    ister. Gelin avucuna para veya altın konulduktan

    sonra kına yakılarak gelinin eli sarılır. Kınadan

    orada bulunanlara dağıtılır. Geline kına yakılırken

    kına tepsisi ile gelenlerden bahşiş toplanır. Bu

    bahşiş çok cüzidir. Bu parayı gelin, saklayarak

    erkek evine gidince kucağına verilen çocuğa verir.

    Bir kısmı da gerdek gecesi damada verecektir.

    Gelin Alma: Sabahın erken saatlerinden itibaren

    toplanmalar ve gelin alma hazırlıkları başlar.

    Büyük bir itina ile süslenen gelin arabasının

    önüne ve arkasına yazılar yazılır. İlçedeki tüm

    otomobiller toplanır. Gelin alma konvoyuna

    katılacak tüm arabalara yazma, ipekli kumaş vb.

    şeyler bağlanır. Biri erkek evinin eşyalarını biri de

    kız evinin eşyalarını yüklemek üzere iki traktör

    getirilir. Arabalardan birisi de gelinin

    arkadaşlarına tahsis edilir. Gençler önde, yaşlılar

    arkada davul zurna eşliğinde kız evine gidilir.

    Damadın babası ve yakınları kız evine çıkarlar.

    Kız tarafı gelenleri güler yüzle karşılar. Önce

    eşyaların yüklenmesi için müsaade alınır. Bu

    arada davul-zurna ekibi “gelin alma havası”

    çalarlar. Varsa kızın erkek kardeşi yoksa münasip

    biri sandığın üzerine oturur. Sandık parası adı

    altında bahşiş verilir. Bütün bahşişlerin miktarı

    aşağı yukarı bellidir.

    Gelin anne, baba ve yakınları ile görüşüp

    vedalaştıktan sonra aşağı indirilerek gelin

    arabasına bindirilir. Araba konvoyu ilçenin

    sokaklarını, yayla zamanı ise yaylaları dolaşarak

    düğün evine gelir. Önce traktörden eşyalar

    indirilir daha sonrada dualar eşliğinde ve alkışlarla

    gelin indirilir. Gelin arabadan inerken damadın

    babası tarafından bahşiş verilir. Gelinin başında

    çerez ve bozuk para saçılır. Bu yeni kurulan aileye

    bereket getirmesi içindir. Damat ile yenge gelinin

    koluna girerler. Kötü alışkanlıklar ve davranışları

    var ise kırılsın diye, geline bardak veya cam eşya

    kırdırırlar.

    Bazı vatandaşlar ise düğünlerini ilahilerle

    yapmaktadır. Dini şiirler okuyan hafızlar eşliğinde

    düğün yapıldığında, müzikli eğlence

    yapılmamaktadır.

    Damat İçeri Atma (Güyeğü): Damat yakın

    arkadaşları ile birlikte yatsı namazını eve en yakın

    camide cemaatler kılar. Namazdan sonra yakınları

    ve imam ile birlikte eve gelirler. Evde bir gerdek

    yemeği verilir. Dini nikâh işlemi yapılır. Daha

  • 18

    sonra gelin odasının önünde imam dua okur.

    Yakınları da duaya eşlik ederler. Damat içeri

    girerken özellikle arkadaşları tarafından sırta

    vurma geleneği süregelmektedir.

    Damat geline yüz görümlüğünü vererek

    duvağı açar. Gelinle damat yatmadan önce abdest

    alırlar ve namaz kılarlar.

    Düğünden sonra gelin; kaynana, kaynata

    ve evin büyüklerine yaşmak tutar. Yani onların

    yanında hep kısık sesle konuşur. Yaşmağın

    bozulması için geline bahşiş verilmesi gerekir.

    4.3. EVLİLİK SONRASI

    Resmi Nikâh: Birkaç gün sonra gelinle

    damat Belediye Evlendirme Memuru huzurunda

    resmi evliliklerini yaparak imzalarını atarlar. Bazı

    hallerde bu işlem düğünden önce yapılır.

    Gelin Hediyesi: Gelin baba evinde hazırlamış

    olduğu çeyizinden damadın yakın akrabalarına

    uygun gördüğü hediyeleri birer bohça içerisinde

    götürür. Bohçada karyola takımı, havlu, yazma,

    patik, lif, namaz örtüsü gibi daha çok el emeği

    eşyalar bulunur.

    El Öpme: Düğünden bir iki gün sonra kız

    evine el öpmeye gidilir. Bu olay daha çok iki

    ailenin kaynaşması açısından önemlidir. Kız

    evinde yemekler hazırlanır. Sohbet edilir. Bu

    arada damat, kayınbaba ve kaynananın elini öper.

    Kayınbaba damada bahşiş verir. Bahşişi almadan

    damadın konuşmaması adettendir.” (K-1, K-2, K-

    3, K-4, K-5, K-6, K-7) (Şen, 2010) (Tokat

    Tanıtım Dergisi)

    5. SONUÇ

    Başçiftlik’te evlenmelerde “görücü

    usulü”nden “severek evlenme” biçimine hızlı ve

    sürekli bir geçişin yaşandığı görülmektedir. İlçe

    de “oturak alma”, “beşik kertmesi”, “berdel”,

    “taygeldi”, “levirat” ve “sorarat” şeklinde

    sınıflandırılan evlenme biçimleri

    uygulanmamaktadır.

    Başlık parası uygulamasının olmaması ile

    kızın kiminle evleneceği konusunda ailesi

    tarafından baskı yapılmaması da kişilik haklarına

    saygı duyulduğunun ve evlilik kurumunu kendi

    istek ve iradesiyle kurma tercihine destek

    verildiğinin dolayısıyla “İnsan Haklarına” saygı

    ve kabulün göstergesidir.

    “Danışık yemeği” uygulamasıkarşılıklı

    fikirlere saygı ve kararların “müzakere” yoluyla

    alındığına işarettir.

    Evlenme öncesi, düğün ve evlenme

    sonrasındaki uygulamalar; “birlik ve beraberlik

    ruhu”, “iş bölümü”, “organize olabilme” ve

    “yardımlaşma” kavramlarının ilçede yaşayanların

    yaşam felsefesi olduğunu göstermektedir.

    İlçe insanının genelde “muhafazakâr” olan yaşam

    biçimi, evlenme geleneğinin uygulamasının her

    aşamasında fark edilmektedir. Yine tüm

    aşamalarında dinsel etkiler kendini ortaya

    koymaktadır.

    İlçede halıcılığın yaygın olması nedeniyle

    evleninceye kadar kızların halı dokuyarak çok

    emek vermesi nedeniyle kız tarafı başlık almadan

    bazı mobilya ve beyaz eşyaları almaktadırlar.

    Yörede kızın emeğinin baba tarafından ödenmesi

    olarak görülen bu uygulamayla “emeğe saygı”

    kavramının hayata geçirildiği görülmektedir.

    İleride muhtemel bir boşanma durumunda

    mal paylaşımı ve ziynet eşyalarının iadesi

    konularında ispat açısından yararlı bir delil

    niteliğinde olan “çeyiz senedi” uygulaması ile

    kadının gelecekteki ekonomik mağduriyetinin

    önlenmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır.

    Başçiftlik’te evlenme gelenekleri; iklim,

    coğrafi şartlar, yöre insanının dünya görüşü,

    inanışları, ekonomik ve kültürel durumu,

    geçmişten miras olarak alınan toplumsal pratikler

    gibi birçok faktörün bir araya gelmesi sonucunda

    oluşan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaynaklar:

    Altun Işıl (2004),“Kandıra Türkmenlerinde Doğum, Evlenme

    ve Ölüm”,Yayıncı Yayınları, Kocaeli

    Artun Erman (2009), Türk Halkbilimi, Kitabevi Yayınları,

    İstanbul

    Atasoy Ali Rıza (1950), “Tokat Reşadiye İlçesi Halk Kitabı”

    Milli Mecmua Basımevi, İstanbul

    Balaman Ali Rıza (1973), “Gelenekler, Töre ve Törenler” ,

    Betim Yayınları, İzmir

    Karakoç M.Fatih (2010), http://www.basciftlik.com/

    (İnternet Erişim Tarihi: 08.01.2010)

    Kaymakamlık Verileri (2010), http://www.basciftlik.gov.tr/

    (İnternet Erişim Tarihi: 08.01.2010)

    Özkaya Özer (1975), “Toplumbilim Terimleri Sözlüğü” Türk

    Dil Kurumu Yayınları–415, Türk Dil Kurumu, Ankara

    Şen Ahmet (2010),

    http://www.basciftlik.info/haberdetay.asp?ID=138 (İnternet

    Erişim Tarihi: 12.01.2010)

    Tezcan Mahmut (1998),“Çocuk Nişanlılığı (Afyon Çayırbağı

    Köyü Örneği)”, Türk Halk Kültürü Araştırmaları 1997,

    HAGEM Yayınları, Ankara

    Tokat Tanıtım Dergisi (Bu derginin 6–7–8 ve 9 ncu

    sayfaların fotokopisi elde edilebilmiş olup, bunlardan da

    yayın yeri ve tarihi tespit edilememiştir.)

    Veren Ergün (2009), “Yazılı Kaynaklarda Anadolu’da Halk

    Takvimi ve Halk Meteorolojisi”, Türkerler Kitap Kır. Dağ.

    Paz. S. Ltd. Ş, Ankara

    Kaynak Kişiler (1995–1996 yılları arasında)

    K–1: Ahmet Aymak “İlçe Milli Eğitim Müdürü” Başçiftlik,

    1959 Doğumlu

    K–2: Ahmet Oğuz “Kaymakamlık Yazı İşleri Müdürü”

    Başçiftlik, 1956 Doğumlu

    K–3: Mehmet Çakırtaş “Öğretmen” Başçiftlik, 1950

    Doğumlu

    K–4: Mustafa Kılınç “PTT Memuru” Başçiftlik, 1970

    Doğumlu

    K–5: Recep Aydın “Öğretmen” Başçiftlik, 1953 Doğumlu

    K–6: Selahattin Aymak “İlçe Özel İdare Müdürü” Başçiftlik,

    1934 Doğumlu

    K–7: Yüksel Bayram “Belediye Başkanı” Başçiftlik, 1959

    Doğumlu

    http://www.basciftlik.com/http://www.basciftlik.gov.tr/http://www.basciftlik.info/haberdetay.asp?ID=138

  • 19

    EY…! KOCA TÜRK

    -Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’NA-

    Dağ yücesi hedeflerin vardı

    Dağlar taşırdı omuzların

    Her yiğit taşıyamazdı bunu

    Böylesi kutsal yükü omuzlayamazdı

    Yük ağır mı ağır

    İstiabını aşar kantarların

    Bu yük, yük değildi sana kutsal görevdi

    Bu kutsal yolda devleşti adımların

    Korkut Ata güç kattı bedenine

    Pir-i Türkistan nefes verdi

    Hayır duaları üstüne oldu hep

    Ak sakal ak pürçek Ataların

    KİLİT’liKAPI’larını açtı ANAHTAR’lar

    ÜÇLER YEDİLER KIRKLAR misafiri KONAK’ların

    GEÇİDE GİDEN ATLILAR’a

    KARANLIKTA MUM IŞIĞI yeterdi

    EBEMKUŞAĞI’ysa gök kubbende SABIR’la

    GECE VAKTİNDE GÜN DÖNÜMÜNDE

    İSTANBUL’unFETHİ’nde

    Süsledi senin ufuklarını

    VE ÇANAKKALE ve KUTSAL MAHPUS

    SABIR AĞACI mekânıydı SESLER ve IŞIKLAR’ın

    Sesler atiden gelirdi ışık atiden vururdu

    YUNUS EMRE gönlüne destur verdi

    Yüreğinde aşkın mağması

    Senin aşkın BİR’di, Milletindi Dilindi ve de

    VATANIN

    BİR’e bağlamıştın Özünü

    Güç verirken MİLLETİNE Kalemin satırların

    DİLİN kutsaldı ak sütü gibiydi Anaların

    VATANIN: KIZILELMA’ydı

    Vasiyetiydi EY KOCA TÜRK sana

    OĞUZ ATA’nın

    Ahmet Divriklioğlu

    MAMAK’TA BİR GÜN

    Külrengi bir Ankara sabahında

    Bir görüş günü..

    Sol yanımda

    Göklere tırmanırken yorulmuş

    Hüseyin Gazi Dağı

    Sağ yanımda

    Bir ağır kömür kokusunda

    Toz, duman altında ezilmiş Ankara!

    Ve önümde

    Mamak’ın bir zulüm yumağından örülmüş

    Demirden ağı..

    Karşımda

    Hüznün rüzgârları içinde

    Bir mahzun adam..

    Yani babam!

    Tek renkli bir nazi filminde bile

    Bir tebessüm olur, çiçekte dalda..

    Burda toprak zerre zerre kin kusar

    Yürekten kan çıkmaz, taşlar kanar da!

    Bir kurşuni bulut, bir ağır sistir..

    Gecesi Mamak’ın zulmün elinde

    Dostlar bir soluktur, bir can nefestir

    Copla ıslatılmış(!)görüş gününde.

    Sen, gurbet uykularını bilmezsin

    Bölünmüş parça parça geceler boyunca...

    Ve bilmezsin, sızısını gurbetin

    Sessiz sessiz bir kenara uzanmayınca!...

    Önce ceylan gözlü kızlar gelir

    Sonra ihtiyar kadınlar...

    Sen ağlamazsın, ağlayamazsın ama

    Taş duvar ağlar!...

    ‘‘Ak bir yemin üstüne bir damla kandır, Mamak!

    Ve veliler sofrası..tuzu nur, ekmeği nur!

    Yak, bir günah uğruna binlerce sevabı yak!

    İsm-i Rahim, gün olur: ‘‘Kahhar’’ la bir okunur!

    Katlanır her günü, biçilir; bir ateş kaftan olur!

    Yağar nurani hayaller, gözü yaşlı semadan...

    Katleder sükûtu çığlık, ekmeği taştan olur.

    Kimse bilmez nice ah yükselir, Ankara’dan...

    İçten içe yanıyor eşya da, kimse bilmez!

    Lav saçıyor ciğerim, sema bir kızıl yorgan..

    Tenim ateş kanıyor; yol, buz olsa gidilmez!

    Can kelebek ve fakat her çiçek burada kan!...

    Sen gurbet uykularını bilmezsin

    Bölünmüş parça parça geceler boyunca...

    Ve bilmezsin, sızısını gurbetin

    Sessiz sessiz bir kenara uzanmayınca!...

    Ahmet Tevfik OZAN

  • 20

    YUNUS EMRE VE AZERBAYCAN Doç. Dr.Tamilla Abbashalı-Aliyeva

    Eskişehir Osmangazi üniversitesi,

    Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü

    Öğretim Üyesi

    Yunus Emre hakkında ilk sözleri yazarken

    Türk dünyasının ünlü aydınlarından olan Namık

    Kemal Zeybek’in bu sözleriyle başlamak

    istiyorum:-Y. Emre ve onun şiirleri yedi yüz yılı

    aşan bir zamandan beri gönüllerde ve dillerde

    yaşıyor. Anadolu köylerinde böyle kulaktan-

    kulağa, nesilden-nesile geçen Yunus deyimlerini

    söyleyen insanlara rast geldim. Avustralya’da

    Türk’çe bilmeyen Pakistanlının dilinden Yunusun

    şiirlerini işittim. Arnavutluk’ta, Balkan

    ülkelerinde Yunusun şiirlerinin söylendiğini

    öğrendim. Y. Emre’nin adı gelince yüzler

    aydınlaşır ve bir sevgi rüzgârı esir. Y. Emre

    sevgisi bizi bir-birimize bağlayan en güzel

    bağlardandır. Milletimiz ona çok borçludur” (1)

    Ünlü aydın, Türk dünyası için büyük işler

    gören Namık Kemal Zeybek’in bir cümlesi bizi

    özellikle duygulandırdı: “Türkiye’de Yunusu

    sevmeyen var mı? Biz ise diyoruz:- Bütün Türk

    dünyası Yunusun hayranı, vurgunudur. Yunusu

    sevenler çoktur. Böyle olmasaydı, Yunusun

    mezarı Azerbaycan’da olmazdı. Bu da Yunusa

    olan sevginin kanıtıdır. Yunus hakkında

    Azerbaycan’a da araştırmalar yapılmıştır. Elbette,

    bu yeterince değil ve bunun da sebebi var.

    Azerbaycan Türk'’lerini Anadolu Türklerinden

    ayrı salmak isteyen ve onların bu Türklerle hiç bir

    ilişkisi olmadığını deyen Rus şovinistleri Türk

    edebiyatının Azerbaycan’ın Üniversitelerinde

    geniş şekilde öğrenilmesine her zaman mane

    olmuşlar. Ama her yerde çıkarlarını güden Ruslar

    özleri Y. Emre’nin ve Anadolu âşıkları hakkında

    çok sayıda kitaplar basmışlar. O kitaplardan biri

    1983 yılında Moskova’da “Bedii edebiyat”

    neşriyatı tarafından basılmıştır.(2) Kitap “Türk

    Âşık Şiiri” adlanır. Kitabı düzenleyen ve ön söz

    yazan dünyaca ünlü Türkolog, şimdi Hak

    dünyasında olan Haluk Köroğlu’dur(3). Kitap Y.

    Emre’nin şiirleri ile başlıyor. Bütün şiirleri Rus

    Türkologlar çevirmişler, bunların içerisinden

    sadece bir (A.İbrahimova) Türk var. Dünyaca

    ünlü bilim insanı Haluk Köroğlu kitaba yazdığı

    “Ön sözde” Y. Emre hakkında çok değerli fikirler

    söylüyor.(