72
Bismillahirrahmanirrahim Bir bebeğin, anne karnındaki teşekkülünün ilk döneminden başlanarak helal ve meşrû rızıkla beslenmesi fevkalâde önemlidir. Öyle ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetinde olduğumuz herhangi bir hadisedeki kopukluk, negatif bir vâkıa olarak çocuğa akseder. Anne-babanın damarlarındaki bir parça haram, çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir. Ebu Vefa Hazretleri bu mevzuyu anlatırken şahsî hayatından ve kendi çocuğunun bir huyundan misal verir: Hazret’in oğlu sürekli elinde bir çuvaldızla dolaşmakta ve devamlı surette tulumlarla su taşıyan insanların tulumlarını delmektedir. Ebu Vefa Hazretlerinin üzülmesine gönülleri razı olmayan ahâlî bu durumu uzun süre gizli tutar ve şikayetçi olmazlar. Fakat, zamanla iş çığırından çıkar ve çekilmez hale gelir; halk mecburen meseleyi Hak dostuna açar ve oğlundan şikayetçi olurlar. Hazret, oğlunun yaptıklarını öğrenince gerçekten çok üzülür ve bir o kadar da şaşırır. Durumu eşine anlatır; bunun sebebinin ikisinden biri olduğunu söyleyip hanımından çocuğa hamileyken yanlış bir harekette bulunup bulunmadığını sorar. Anne düşünür taşınır ve eşine şunları söyler: “Çocuğun doğmasından birkaç ay evvel komşunun evine gitmiştim. Orada portakal ve nar gibi meyveler gördüm. Canım çok çekti ama istemeye de utandım. Komşum görmeden elimdeki örgü tığımı meyvelere saplayıp saplayıp ağzıma götürdüm ve böylece onları tadarak meyve arzumu giderdim.” Ebu Vefa hazretleri bunu duyunca “İşte tığını meyveye saplayıp birkaç damla da olsa izinsiz ve haram olan meyve suyunu tatman, evladımızda tulumları delme şeklinde tezahür etti. Şimdi huzur-u kibriyaya yönel, ağla ki Allah günahını affetsin.” der. Annenin, kabahatini anlayıp ağlayarak dua dua yalvardığı ve sonra da komşusundan helallik aldığı aynı anda, çocuğunun içini bir pişmanlık hissi doldurur ve “Bu yaptığım iş bana hiç yakışmıyor. Artık, böyle bir şey yapmayacağım” diyerek elindeki çuvaldızı atar. Hâsılı, kendimiz ve çocuklarımız hakkında en çok korkmamız gereken hususlardan biri de haram yemek olmalıdır. Zira, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Haram lokma ile beslenip büyüyen bir insana ateş daha layıktır.” buyurmuştur. Her haram, ya yiyip içenden ya da onun çoluk çocuğundan burada olmazsa ötede mutlaka çıkacaktır. Evet, helal, kalbin cilası olduğu gibi, haram da onun karasıdır. İbadetlerinin mûteber, dualarının makbul ve çocuklarının salih birer kul olmasını arzu edenler, helal dairesinden ayrılmamaya azamî îtîna göstermelidirler. HEDİYE KİTABIMIZ Abonelerimize hediye edeceğimizi duyurduğumuz “Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinin Hayatı” adlı eserimizi inşallah mayıs ayı içerisinde abonelerimize ulaştıracağız. Bu eseri, dergimize abone olan ve iki bin on yılının abone bedelini ödeyen abonelere gönderebileceğiz. Dergimizi aylık bedel ödeyerek alan okurlarımıza bu eseri veremeyeceğiz. Takdir edersiniz ki bu dergimize büyük maddi bir yük getirmektedir. Bu yükün altından kalkabilmemiz ancak abonelerin ödemelerini geciktirmeden yapmalarıyla mümkündür. Allah’a emanet olunuz… EDİTÖR Yıl 5 Sayı 56 Mayıs 2010

EDİTÖR · [email protected] [email protected] BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik

  • Upload
    others

  • View
    13

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Bismillahirrahmanirrahim

Bir bebeğin, anne karnındaki teşekkülünün ilk dönemindenbaşlanarak helal ve meşrû rızıkla beslenmesi fevkalâde önemlidir.Öyle ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetindeolduğumuz herhangi bir hadisedeki kopukluk, negatif bir vâkıa olarakçocuğa akseder. Anne-babanın damarlarındaki bir parça haram,çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir.

Ebu Vefa Hazretleri bu mevzuyu anlatırken şahsî hayatındanve kendi çocuğunun bir huyundan misal verir: Hazret’in oğlu süreklielinde bir çuvaldızla dolaşmakta ve devamlı surette tulumlarla sutaşıyan insanların tulumlarını delmektedir. Ebu Vefa Hazretlerininüzülmesine gönülleri razı olmayan ahâlî bu durumu uzun süre gizlitutar ve şikayetçi olmazlar. Fakat, zamanla iş çığırından çıkar veçekilmez hale gelir; halk mecburen meseleyi Hak dostuna açar veoğlundan şikayetçi olurlar. Hazret, oğlunun yaptıklarını öğrenincegerçekten çok üzülür ve bir o kadar da şaşırır. Durumu eşine anlatır;bunun sebebinin ikisinden biri olduğunu söyleyip hanımından çocuğahamileyken yanlış bir harekette bulunup bulunmadığını sorar.

Anne düşünür taşınır ve eşine şunları söyler: “Çocuğundoğmasından birkaç ay evvel komşunun evine gitmiştim. Oradaportakal ve nar gibi meyveler gördüm. Canım çok çekti ama istemeyede utandım. Komşum görmeden elimdeki örgü tığımı meyveleresaplayıp saplayıp ağzıma götürdüm ve böylece onları tadarak meyvearzumu giderdim.” Ebu Vefa hazretleri bunu duyunca “İşte tığınımeyveye saplayıp birkaç damla da olsa izinsiz ve haram olan meyvesuyunu tatman, evladımızda tulumları delme şeklinde tezahür etti.Şimdi huzur-u kibriyaya yönel, ağla ki Allah günahını affetsin.” der.Annenin, kabahatini anlayıp ağlayarak dua dua yalvardığı ve sonrada komşusundan helallik aldığı aynı anda, çocuğunun içini birpişmanlık hissi doldurur ve “Bu yaptığım iş bana hiç yakışmıyor. Artık,böyle bir şey yapmayacağım” diyerek elindeki çuvaldızı atar.

Hâsılı, kendimiz ve çocuklarımız hakkında en çok korkmamızgereken hususlardan biri de haram yemek olmalıdır. Zira, PeygamberEfendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Haram lokma ile beslenipbüyüyen bir insana ateş daha layıktır.” buyurmuştur. Her haram, yayiyip içenden ya da onun çoluk çocuğundan burada olmazsa ötedemutlaka çıkacaktır. Evet, helal, kalbin cilası olduğu gibi, haram daonun karasıdır. İbadetlerinin mûteber, dualarının makbul veçocuklarının salih birer kul olmasını arzu edenler, helal dairesindenayrılmamaya azamî îtîna göstermelidirler.

HEDİYE KİTABIMIZ

Abonelerimize hediye edeceğimizi duyurduğumuz “SeyyidAhmed er Rufai Hazretlerinin Hayatı” adlı eserimizi inşallah mayısayı içerisinde abonelerimize ulaştıracağız. Bu eseri, dergimize aboneolan ve iki bin on yılının abone bedelini ödeyen aboneleregönderebileceğiz. Dergimizi aylık bedel ödeyerek alan okurlarımızabu eseri veremeyeceğiz. Takdir edersiniz ki bu dergimize büyük maddibir yük getirmektedir. Bu yükün altından kalkabilmemiz ancakabonelerin ödemelerini geciktirmeden yapmalarıyla mümkündür. Allah’a emanet olunuz…

ED

İTÖ

R

Yıl 5

Sayı 56

Mayıs 2010

AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ

Yıl: Sayı: 56

Mayıs 2010

SAHİBİ

Burhan Basın Yayın

Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.

SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ

Serdar TAŞAR

YAYIN DANIŞMANLARI

Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR

Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR

YAYIN KURULU

Yusuf ELİBOL

Ramazan ÇAKIR

Aydın BAŞAR

Salih AYDIN

Musa KARACA

GRAFİK TASARIM

Burhan Ajans

DAĞITIM ORGANİZASYONU

Asim AYDOĞDU 0538 233 5000

Fiyatı

Tek Sayı: 6 TL

1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL

6 Aylık Abone: 36 TL

Yurtdışı

1 Yıllık Abone: 75 Euro

Abonelik İçin Hesap Numaraları

Posta Çeki No: 5091167

Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi

Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.

Müşteri No 291928

IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01

Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi

Hesap No: 1673–44165588-5002

IBAN TR690001001673441655885002

YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ

Mehmet Akif Mah.

Kuran Kursu Cad.No: 87

Sultanbeyli / İST.

Tel: +9 (0216) 498 94 00

Faks: +9 (0216) 498 94 00

İNTERNET ADRESİ

[email protected]

[email protected]

www.burhandergisi.com

BASKI

Milsan A.Ş. 0212 697 1000

YAYIN TÜRÜ

Aylık Süreli Yayın

Gönderilen yazılarda editör ve yayın kuruludeğişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iadeedilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntıyapılabilir.

Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerinsorumluluğu reklam verene aittir.

içindekiler4 HZ. CÂBİR’İN YEMEĞİNİNBEREKETLENMESİProf. Dr. Mustafa AĞIRMAN

7 Hadis-i Şerifler

8 HELAL KAZANÇMehmet TALU

16 Üzümü Yemeden ÖnceNihat MORGÜL

18 “HELAL VE TEMİZ OLARAK YİYİN”Fuat TÜRKER

22 TASAVVUF FIKIHDr. Ebubekir SİFİL

29 Hadis-i Şerif

30 İhsânSeyyid Ahmed er Rufai Hazretleri

32 Tasavvuf Dinin Özünün ÖzüdürSezgin ÇAKIR

35 DİN İLE BARIŞMAKHasan BAŞAR

38 Mehmet Nuri Eminler:“Hakikatten huruç etmiş kimselerletevhidi bir toplum inşa edilemez.”Röportaj: Aydın BAŞAR

42 Dava Adamı BediüzzamanAydın BAŞAR

46 DÜNYA HAYATIYLA MUTMAİNOLMAKProf. Dr. Veysel GÜLLÜCE

48 Cennet Kimsenin Tekelinde Değil;Mâliku'l-Mülk Olan Allah'ın ElindedirMuhammed Ali es-Sâbûnî

(Çev: Ömer Faruk Tokat)

56 Muhabbet BahçesiYusuf ELİBOL

58 PEYGAMBERLER…(9)Osman KARABULUTOĞLU

60 ŞİMDİ TAM ZAMANIDIRAyşe BAĞCİVAN

62 Özgürlüğün TutsaklarınaÖzgürlük!Şeyh Raid SALAH

70 Burhan ÇocukMusa KARACA

72 Beni (Ey Rüzigar)Aşık Reyhani

4

62

48

46

38

32

22

Hz. Câbir’in Yemeğinin BereketlenmesiProf. Dr. Mustafa AĞIRMAN

Tasavvuf FıkıhDr. Ebubekir SİFİL

Tasavvuf Dinin Özünün ÖzüdürSezgin ÇAKIR

Mehmet Nuri Eminler:“Hakikatten huruç etmiş kimselerle tevhidi

bir toplum inşa edilemez.”Röportaj: Aydın BAŞAR

Dünya Hayatıyla Mutmain OlmakProf. Dr. Veysel GÜLLÜCE

Cennet Kimsenin Tekelinde Değil; Mâliku'l-Mülk Olan Allah'ın ElindedirMuhammed Ali es-Sâbûnî(Çev: Ömer Faruk Tokat)

Özgürlüğün Tutsaklarına Özgürlük!Şeyh Raid SALAH

4

Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN

HZ.CÂBİR’İNYEMEĞİNİNBEREKET-LENMESİ

Hz. Peygamber efendimiz ve ilk

Müslümanlar, İslâm’ın doğduğu

şehir olan Mekke’den Medîne’ye

hicret ettikten sonra Medîne şehrinde bir

İslâm devleti kurdular. Mekkeli müşrikler, bu

devleti daha kurulmadan yıkmak ve yok

etmek istiyorlardı. Bedir, Uhud ve Hendek

savaşlarını bunun için yaptılar. Bu savaşla-

rın her birinde de mağlûb oldular. Bu sa-

vaşlar, hem Müslümanları hem de

müşrikleri maddî bakımdan zayıflattı. Bu

savaşların üçüncüsü olan Hendek savaşı

sırasında Müslümanların maddî durumu

çok zayıftı. Karınlarını doyurmakta güçlük

çeken Müslümanlar, Mekke’den dört bin ki-

şilik büyük bir ordu ile yola çıkan müşrikleri

engellemek için kısa zamanda Medîne şeh-

rinin etrafına geniş ve derin hendekler kaz-

mak mecbûriyetinde kaldılar. Her sahâbî,

kendisine verilen bölümü kazıyor ve kısa

zamanda işini bitirmek istiyordu. Bin kişi

kadar olan Müslümanlar, cihâd heyecanı ile

açlığı unutmuş, kendilerini işe vermişlerdi.

Medîne’nin yerlisi olan Hz. Câbir (r.a), o

günlere âit bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Biz, Hendek Savaşı gününden önce,

Medîne şehrinin çevresine hendek kazı-

yorduk. Önümüze son derece sert bir kaya

- “Hz. Peygamber efendi-miz, sana ne kadar yemeği-miz olduğunu sordu mu?”dedi, ben de: “Evet, sordu.”dedim. O da:

Mayıs 2010

Başyazı

5

oğlak var.” dedi. Ben oğlağı kestim, derisini çabu-

cak yüzdüm ve etini parçaladım; eşim de arpayı

öğüttü. Eti tencereye koyduk. Hamur kıvamını

bulup ekmek yapılacak bir duruma geldiği ve ten-

cere de ocakta pişmeye başladığı bir sırada ben,

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'i dâvet için hendek

kazılan yere geldim. Yalnız evden çıkmadan önce

eşim bana şöyle demişti:

- “Bak, görüyorsun yemeğimiz az; sakın beni

Hz. Peygamber efendimize ve yanındakilere karşı

utandırma, zor durumda bırakma! Peygamberimi-

zin kulağına eğil ve dâvetini kendisine gizlice bil-

dir, kimse duymasın, çünkü yemeğimiz az.” Ben de

eşimin bu uyarısına uyarak Hz. Peygamber’in ku-

lağına eğildim ve:

- “Ey Allah'ın Rasûlü! Birazcık yemeğimvar, bir-iki kişiyle birlikte bize gidelim!” dedim.

Rasûl-i Ekrem:

- "O yemek ne kadar?" diye sordu. Ben de

evde olanı söyledim. Bunun üzerine:

- "Ooo! Hem çok, hem güzel! Git, hanımınasöyle de, ben eve gelinceye kadar tencereyiateşten indirmesin, hamuru da ekmek yapma-sın!” buyurdu. Sonra ashâbına:

- "Ey hendek halkı! Câbir, bir ziyâfet hazır-lamış; bizi dâvet ediyor, haydi buyurun, hep bir-likte gidelim!" dedi. Muhâcirler ve ensar hep

birlikte kalktılar. Ben telaşla koşarak eşimin yanına

varıp:

- “Vay başımıza gelenler! Peygamber sallal-

lâhu aleyhi ve sellem, yanında muhâcirler, ensâr

ve beraberlerinde olanlarla birlikte bize geliyor.”

dedim. Karım:

- “Ah seni seni!” dedi. Ben de eşime: “Aynen

senin dediğin gibi yaptım, Hz. Peygamber efendi-

mizin kulağına eğilip kendisini ve birkaç kişiyi dâvet

ettiğimi söyledim.” dedim. Bu sefer eşim:

- “Hz. Peygamber efendimiz, sana ne kadar

yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi, ben de:

“Evet, sordu.” dedim. O da:

Mayıs 2010

çıktı. Sahâbîler, Nebî sallâllahu aleyhi ve sellem'e

gelip:

- “Ey Allah’ın elçisi! Kazdığımız hendekte önü-

müze bu sert kaya çıktı.” dediler. Bunun üzerine

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

- "Ben, bu hendeğe ineceğim" diye buyurdu,

sonra da ayağa kalktı; açlıktan karnına taş bağla-

mıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tat-

maksızın orada aç kalmıştık. Peygamber sallallâhu

aleyhi ve selem, kazmayı eline aldı ve o sert ka-

yaya öyle bir vuruş vurdu ki, o kaya un ufak olup

kum yığınına döndü. Ben, Hz. Peygamber efendi-

mizin açlıktan karnına taş bağladığını görünce çok

üzüldüm ve:

- “Ey Allah’ın elçisi! Lütfen, bana evime kadar

gitmeme izin veriniz.” dedim. O da izin verdi. Eve

gidince de eşime:

- “Ben, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'i daya-

nılmayacak bir halde gördüm. Açlıktan karnına taş

bağlamıştı, evimizde yiyecek bir şey var mı?” diye

sordum. Eşim de:

- “Dağarcıkta biraz öğütülmemiş arpa ile bir de

6

riyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği ko-

parıp üzerine et koymaya ve arkadaşlarına ver-

meye devam etti. O gün Hz. Peygamber ile evimize

gelenler yaklaşık bin kişiydi (üç yüz ve sekiz yüz ri-

vâyetleri de vardır). Allah’a yemin ederim ki, onların

hepsi yediler ve doydular. Neticede bir miktar yiye-

cek arttı. Rasûlullah sallalâhu aleyhi vesellem, ka-

rıma:

- "Bu artanı hem sen ye, hem de konu kom-şuya hediye et, çünkü insanları açlık perişanetti." buyurdu ve sonra da ashâbı ile birlikte ay-rılıp gitti. Onlar giderken tenceremiz fokur fokurkaynıyor, kadınlar da ekmek pişirmeye devamediyorlardı.” (Kaynaklar: Buhârî, Meğâzî 29; Müs-

lim, Eşribe 141)

- Aziz okuyucu! Elbette ki bu olay, Hz Peygam-

ber efendimizin bir mûcizesidir. Peygamberlerin

mûcizeleri olduğu gibi müminlerin de kerâmetleri

vardır. Müminlerin kerâmeti, aynı zamanda pey-

gamberin mûcizesidir. Peygamberlere mûcizeleri,

müminlere de kerâmetleri lütfeden elbette Yüce Al-

lah’tır. Bu olay, Hz. Peygamber efendimiz için mû-

cize; Hz. Câbir, eşi ve müminler için de bir

kerâmettir.

Aziz okuyucu! Bugün yediklerimizin her biri

problemli ve şüphelidir. Ben, yediğimiz şeylerin

özelliğinin bozulduğundan, bize hormonlu şeyler

yedirildiğinden bahsetmiyorum. Bu gibi konuları uz-

manlarına bırakıyorum. Ben, evlerimizden ve ye-

meklerimizden bereketin kaybolduğundan söz

ediyorum. Kazancımızdan ve yemeklerimizden mü-

câhidlere pay ayırmadığımız için, yetimleri ve yok-

sulları arayıp bulmadığımız için bereketi kaybettik.

Bereketi olmayan kazançlarımızın hayrını göremi-

yoruz. Bereketi olmayan yemeklerimiz bize şifa ol-

muyor, zehir oluyor, bir türlü hastalıktan

kurtulamıyoruz. Şüpheli ve sıkıntılı olan yiyecekle-

rimize bir de bereketsizlik karışınca problemler ar-

tıyor. Üzerinde ciddî bir şekilde düşünmemiz

gereken eksikliklerimizden birisi de budur. Biraz da

bu konuya yoğunlaşalım. Çok kazanmayı, çok ye-

meyi, çok harcamayı düşündüğümüz kadar bere-

keti de düşünelim. Kaybettiğimiz bereketi, yeniden

bulmayı ve kazanmayı düşünelim.

- “Öyle ise tasalanma! Allah ve Rasûlü her şeyi

daha iyi bilir.” dedi. Onun bu sözleri bendeki sıkın-

tıyı biraz dağıttı ve rahatladım. Biz böyle konuşur-

ken, Rasûlullah sallallâhu alehi ve sellem ve

beraberindekiler geldiler. Evimizin kapısına vardık-

larında Hz. Peygamber, sahâbîlere:

- "Giriniz ve birbirinizi sıkıştırmayınız!" diye

buyurduktan sonra evimize girdi ve eşime hitap

ederek:

- “Sen ekmeği hazırla, eti bana bırak! Bir ek-mekçi kadın çağır, o da sana yardım etsin!” diye

buyurduktan sonra, ete ve hamura üfledi. Bunların

bereketli olması için Yüce Allah’a duâ etti. Daha

sonra kadınlar, fırında pişirdikleri ekmeği Hz. Pey-

gamber’e veriyorlar, O da ekmekten bir parça ko-

parıyor, üzerine et koyuyor, fırının ve tencerenin

ağzını kapatıyor, hazırladığı lokmayı ashâbından

birine veriyordu. Sonra tekrar ekmeği alıyor, tence-

renin ağzını açıyor ve sıradaki şahsa bir lokma ve-

Mayıs 2010

7Mayıs 2010

Ebu Râfî’ (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle bu-yurdular: “Herhangi birinizi tahtına koltuğuna yaslanmış olup benimemrettiğim veya yasakladığım bir husus ona intikal edince (umursa-madan) bilemem (Kur’an’dan başka bir şey tanımam ve tabi olmam)Biz Kitabullah’da ne bulduksa ona tâbi olduk. (Artık hadise tâbi ol-mayız) diyecek durumda bulmayayım.” (İbn Mace, 13)

Enes ibn Mâlik (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöylebuyurdu. “Bir kimse evinden çıkar da şöyle derse: Allah’ın adıyla baş-larım, Allah’a güvendim, Allah’a ibadete, günahtan kaçmaya ancakAllah’ın yardımı ile güç yeter, o kimseye şöyle denir: Bu durumda hi-dayet olundun, senin adına, düşmanlarına kafi gelinecek ve korun-muş olacaksın. Ayrıca şeytanlar ondan uzak dururlar.” (Ebu Davud, 5095)

Ebudderda dedi ki, ben Resûlullah (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu işit-tim: “Kim bir yola girer orada ilim tahsil ederse Allah (c.c) onu cennetegiden yollardan birine girdirir, melekler ilim tahsil edenlerden mem-nuniyetlerinden dolayı kanatlarını (talebelerin ayaklarının altına) se-rerler. Âlimler için gökte ve yerde olanlar ve suyun içinde bulunanbalıklar istiğfar ederler. İlim sahibinin ibadet sahibine üstünlüğü, on-dördüncü günde ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Ger-çekten ilim adamları Nebilerin varisleridirler. Hakikatte Nebiler, altınve gümüş miras bırakmadılar. Lâkin ilim mirası bıraktılar, kim ilim öğ-renirse peygamberlerin mirasından hissesini fazlasıyla almış olur.”(Ebu Davud, 3641)

Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullahsallallahu aleyhi ve sellem, "Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur" dedi: "Her kimbir dostuma düşmanlık ederse, ben ona karşı harb ilân ederim.Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan, bence daha sevimli herhangibir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten iş-lediği) nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihayet ben onu severim.Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutaneli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm,bana sığınırsa, onu korurum."

8

Mehmet TALU

HELALKAZANÇ

Kazanç mutlaka ama mutlaka helal vetemiz olmalıdır: Çünkü Mü’min birkimse her şeyden önce helal ve temiz

olan şeyleri tüketmek zorundadır. Yediği veyakullandığı şeylerde maddî ve manevî bir kirbulunduğu takdirde yaptığı ibadetlerin kabuledilmeyeceğini, Ebû Hureyre (R.A.) den ri-vayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendi-miz şöyle haber veriyor:

“Ey insanlar! Şüphesiz ki ALLAHTeâlâ tayyip yani her türlü noksanlıklar-dan beridir, temizdir. Tayyipten başkabir şey kabul etmez. ALLAH Teâlâ’nınMü’minlere emrettiği şeyler, Resullereemretmiş olduklarının aynısıdır. Nite-kim ALLAH Teâlâ peygamberlere: ‘EyPeygamberler! Tertemiz ve helal olanşeylerden yeyin; salih ameller yapın.Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bil-mekteyim.’[1] emretmiş, Mü’minlere de: ‘Eyiman edenler! Size verdiğimiz rızıklarıntertemiz ve helal olanlarından yeyin,eğer siz yalnız ALLAH Teâlâ’ya kullukediyorsanız, O’na şükredin.’[2] diyeemirde bulunmuştur. Sonra seferi uzatıp,saçı-başı dağınık, toztoprak içinde kalan veelini semaya kaldırıp: ‘Ey Rabbim, ey Rab-

“İnsanlar üzerine öyle bir zamangelecek ki, faiz yemeyen hiç¬bir kimsekalmayacaktır. Öyle ki, doğrudan ye-meyene de tozu-buharı bulaşacaktır.”

Mayıs 2010

9

Müslüman bir kimse, haram kazanç ve servet-ten ateşten kaçtığı gibi kaçar. Çünkü haram para vekazanç ateştir, yakar. Helal ve tertemiz az para, azmal; haram ve necis çok paradan, çok maldan binkere, milyon kere hayırlıdır. Bir materyalist dinsiz,haram ile helal arasındaki farkı ayırt edemez, Müslü-man ayırt eder.

Bir adama radyasyonlu beşi bir yerde altınlarverseler, aklı varsa bunları almaz. Çünkü radyasyononu öldürür. Haram para ve servet de böyledir. Talipolmayınız, manen ölürsünüz, cehenneme düşersiniz,ebedî saadetinizi yitirirsiniz. Daha açık konuşayım:Belânızı bulursunuz.

İslâm dini, insanın mal kazanıp zengin olmasınaengel olmaz. Tam aksine, çalışıp çabalamayı, elininemeğiyle geçinmeyi ve başkasına muhtaç durumadüşmemeyi tavsiye eder. Bütün bu konularda koy-duğu tek prensip, malı ve mülkü helâl yollardan ka-zanmak, haram yollara sapmamak ve malın hakkınıvermektir. Fakat sadece meşru yollardan kazanmaklaiş bitmemekte, kazancın nereye ve nasıl sarf edildiği-nin de bilinci içinde olunması gerekmektedir. Bunlaryerine getirildiği takdirde, kişinin Allah huzurundahesap verebilmek için üzerine düşen asgarî şatlara uy-duğu söylenebilir; istenilen de bundan ibarettir.

Helal rızık için çalışmak, her Müslüman içinfarzdır.

Ebu Seid (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygam-ber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “En faziletliamel helal kazançtır.”[4]

Abdullah b. Abbas (R.A.)den rivayete göreHz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:“Helali aramak, taleb etmek cihattır. Muhak-kak ki, ALLAH Teâlâ sanatkâr Mü’min kulunusever.”[5]

Enes b. Malik (R.A.)den rivayete göre Hz.Pey-gamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helalinne olduğunu öğrenip onu kazanmaya çalışmakher müslümana vaciptir.”[6]

Es-Seken (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygam-ber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helali ara-

Mayıs 2010

bim’ diye dua eden bir yolcuyu zikredip, bu-yurdu ki: Bu yolcunun yediği haram, içtiğiharam, giydiği haramdır ve netice itibarıyla ha-ramla beslenmektedir. Peki böyle bir kimseninduası nasıl kabul edilir?”[3]

Görülüyor ki, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizhac, cihad, sıla-i rahim, rızık kazanmak ve müstehapolan ziyaretler gibi itâatlerden birini yapmak için uzunyola çıkan, fakat yediği, içtiği herşeyi haram olan,yâni haramdan beslenen bir kimsenin dua ve itaatı-nın kabul edilmeyeceğini beyân buyurmuştur. Bu ba-kımdan Müslüman bir kimse önce yiyip-içtiğininmaddî-manevî temizliğine çok dikkat etmelidir. Aksitakdirde duası ve ibadeti kabul edilmeyecektir. Bunoktada bütün ibadetlerin ALLAH Teâlâ katında birnevi dua olarak yükseldiğini hatırlamamız gerekir.Öyle ise maddî ve manevî temizlik olmadı mı, iba-detlerimizin hiçbiri makbûl olmayacaktır. Bu sebepleMüslüman helâl mal kazanarak, helâlinden yemeli vehelâlinden yedirmeli; haram maldan sakınmalıdır.

Hadis-i şerifte geçen âyet-i kerimelere göre, taHz. Âdem (A.S.) dan beri bütün peygamberlere vedolayısıyla insanlara helal ve temiz şeylerin yenmesiemredilmiştir.

10

yıp taleb etmek; ALLAH Teâlâ’nın yolundakahramanca savaşmak gibidir. Helali arayıptaleb etmekten dolayı yorgun geceleyen kimse,ALLAH Teâlâ kendisinden razı olmuş olduğuhalde gecelemiş olur.”[7]

Cabir b. Abdullah (R.A.)den rivayete göreHz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Eyinsanlar! ALLAH'tan korkunuz ve dünyalığı is-teme hususunda dikkatli ve güzel davranınız.Her türlü aşırılıktan, ifrad ve tefritten sakını-nız. Çünkü hiçbir kimse, rızkı gecikse bile AL-LAH'ın kendisine taktir ettiği rızkınıtamamlamadan ölmeyecektir. O halde rızık ta-lebinde ALLAH'tan korkunuz.. Ve dünyalığı is-teme hususunda dikkatli ve güzel davranınız,gayr-ı meşru yollara sapmayın. Helal olan dün-yalığı alınız ve haram olanı terkediniz.”[8]

Bu hadis-i şerifte, dünya malı ve rızkı taleb edi-lirken çok dikkatli olunması, yani talepte kusur edil-memesi ve aşırı hırsa da kapılmaması, bunun meşru

ve helâl yoldan kazanılmaya çalışması emredilmek-tedir. Herkes kendisine takdir ve tâyin edilmiş olanrızkının tamâmını almadıkça ölmiyeceğine görebunun gecikmesi, sahibini mutedil yoldan saptır-mama-lıdır. Mü'minler rızıklarını helâl yoldan ve ol-gunluk içinde aramalıdır. Haramdan sakınmalıdır.

Ebû Humeyd es-Sâidî (R.A.)den rivayete göreResûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:“Dünya malını taleb etmekte dikkatli ve güzeldavranınız. Çünkü herkes kendisi için yaratıl-mış olan dünyalığa müyesser yani kazanmayahazırlatılmış durumdadır.”[9]

Abdullah (R.A.)den rivayete göre Resûlullah(S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helal rızık ara-mak dini yükümlülüklerden bir farzdır.”[10]

Hz. Ali (R.A.)den rivayete göre Resûlullah(S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “ŞüphesizALLAH Teâlâ, helal rızık arama yolunda ku-lunu yorgun düşmüş görmekten hoşlanır.”[11]

MÜSLÜMAN HELAL KAZANMALI, HARAMKAZANÇTAN SAKINMALIDIR

“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerleyemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanlarınmallarından bir kısmını, yalan yere yemin veşahitlik gibi haram yollardan yemeniz için omalları hakimlere, reislere, yetkili idarecilere,mahkeme hakimlerine el altından vermeyin.”[12]

Bu âyet-i kerimede işaret edilmek istenenmana, daha ziyade rüşvet ve çıkarcılıktır. Binaenaleyhaldatma ve dalavere ile elde edilen bütün kazançlarharamdır. Havle el-Ensariyye (R.A.)den rivayete göreHz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:

“Birtakım adamlar vardır, ALLAH’ın mül-künden haksız bir surette mal elde etmeye gi-rişirler. Halbuki bu, kıyamet günü onlara birateştir, başka değil.”[13]

Müslümanın en başta gelen vazifelerinden birihelal dairede yaşamak, helal kazanmak ve helal yoldaharcamaktır. ALLAH Teâlâ bizi imtihan etmek içinbazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmıştır. Fakat

Mayıs 2010

11

helal dairesini o kadar geniş tutmuştur ki, harama gir-meye ne ihtiyaç, ne de mecburiyet vardır. Sonraharam daireyi mayınlı bölge gibi tehlikelerle doldur-muş, helal daireyi de meyvelerle dolu güllük gülis-tanlık bir bahçeye döndürmüştür. Numan b. Beşir(R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendi-miz şöyle buyurdu:

“Şüphesiz helal belli, haram da bellidir.Ama ikisi arasında helal mı haram mı belli ol-mayan birtakım şüpheli şeyler vardır ki, onlarıinsanlardan bir çoğu bilmez. Şimdi bu şüphelişeylerden her kim sakınırsa ırzını yani haysi-yetini de dinini de kurtarmış, korumuş olur.Her kim de bu şüpheli şeylere dalarsa her anharama düşebilir. İçine girmek yasak olan koruetrafında davarlarını otlatan bir çobanın da-varlarını oraya kaçırması çok yakin olduğugibi. Dikkat edin, haberiniz olsun ki: Her pa-dişahın kendisine mahsus bir korusu vardır.Dikkat edin, gözünüzü açın... ALLAH'ın yer-yüzündeki korusu da haram ettiği şeylerdir.Dikkat edin, agâh olunuz... Bedende bir et par-

çası vardır ki, bu parça iyi olursa bütün bedende iyi olur. Bozuk olursa, bütün beden bozu-lur. Dikkat edin... İşte o et parçası kalbdir.”[14]

Ulemanın beyanına göre bu hadisin yüksekmertebede olmasına sebeb: Hz. Peygamber (S.A.V.)Efendimizin bunda yiyecek, içecek, giyecek gibi şey-lere, nikâh ve saireye tenbih buyurmuş olması vebunların helâlden olmasına dikkat çekmesi, helalınnasıl bilineceğine irşad buyurması, şübheli şeyleri ter-ketmeye teşvik etmesidir. Resûlullah (S.A.V.) efendi-miz bunları korunan bir yeri misal olarak izah etmiş,sonra dikkati gereken en mühim noktaya temas ilebunun kalb olduğunu bildirmiştir.

Selman-ı Farisî (R.A.)den rivâyete göre, Resû-lullah (S.A.V.) Efendimize yağ, peynir ve hayvan de-rilerinden yapılan elbiseleri giymenin hükmü sorulduda şöyle buyurdular: “Helal ALLAH Teâlâ’nın ki-tabında helal kıldığı şeylerdir. Haram da; yineALLAH Teâlâ’nın kitabında haram kıldığı şey-lerdir. Hakkında sükut ettiği şey ise affedil-miştir. Onun hakkında sual külfetinegirmeyiniz.”[15]

Bu hadis-i şerif, haramların ve helallerin mik-tarını, neler olduğunu sadece Kur’an-ı Kerim’in be-yanlarına bağlamaktadır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de

Mayıs 2010

12

ya açık bir surette ya da mücmel olarak gelmiştir.Ayet-i kerimede: “ALLAH’ın Resûlü size her negetirdi, size ne verdi ise onu alın, her neden deyasakladı ise onu terk edin, ondan sakının.”[16]

buyrulmuştur.

Bu ayet-i kerimede Kur’an-ı Kerim’de açık ola-rak zikri geçmediği halde Resûlullah (S.A.V.) Efendi-miz tarafından beyan edilen haramlar da mücmelolarak ifade edilmektedir.

Ebu Hureyre (R.A.) den rivâyete göre, Resûlul-lah (S.A.V.) Efendimiz: “İnsanlar üzerine öyle birzaman gelecek ki, o devirde kişi ele geçirdiğimalı helâldan mı, yoksa haramdan mı kazandı-ğına hiç aldırmayacak.”[17] Buyurdu.

Esas mesele mal-para kazanmak değil, helal ka-zanmak olmalıdır. Haramda hayır yoktur, bereketyoktur. Midelerine girenlerin helal mi, haram mı ol-duğunu araştıranlar iman bakımından yükselirler. Ka-zançları-nın helalliğini düşünmeden dünyalık peşindekoşanlar ise önce mide fesadına uğrarlar, sonra da

huzurları kaçar, manen yükselemez, alçalırlar. Ne iba-detlerinin,ne de yaptıkları iyiliklerin zevkine varabilir-ler.

Bir kimsenin servetinin nereden geldiğini öğ-renmek istiyorsanız, nereye harcadığına bakınız.Çünkü kötü kazançlar israfa harcanır.

Kişinin servetinin kaynağını araştırmaması,dâima murakabe üzere bulunmaması dîn zayıflığın-dan ve îmân gevşekliğindendir. Bir de bu aldırma-mazlık fitne ve fesadın umûmîleşmesi, ahlâksızlığınhalk arasında genişleyip yayılmasından olur.

Bu hadis-i şerifte amellerin muhasebesini terketmekten sakındırma vardır. Çünkü malın insanlararasında uyandırdığı fitne çok şiddetlidir.

Haramlar, ALLAH Teâlâ ile kullarının arasınagirer ve dualarının kabûlünü önler, engel olur. Bununiçin ALLAH Teâlâ, bütün Peygamberlere ve onlarınsonuncusu olan Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimize:

Mayıs 2010

13

“Ey Peygamberler! Temiz olan şeylerdenyeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızıhakkıyle bilmekteyim.”[18] buyurarak, kendisininbir lütfu olan güzel ve helal rızıklardan yararlanmala-rını, arkasından da salih amelleri işlemeyi emretmek-tedir.

Enes b. Malik (R.A.) şöyle dedi:- Dedim ki, Yâ Rasûlellah! Beni duası kabul edil-

miş bir kimse kıl! Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:

“Ey Enes! Kazancını helâl, tayyib kıl ki,duan kabul olsun! Zirâ kişi ağzına haram birlokma götürürse, duası kırk gün kabul olun-maz.”[19] Buyurdu.

Bunun sebebi, vücuda giren bir lokmanın ta-mamen tasfiyesinin biyolojik olarak kırk günde ger-çekleşebilmesi keyfiyetidir.

Bu hadis-i şerifler, mü’mini kazanç hususundadikkatli olmaya, haram bulaşıyor mu bulaşmıyor muaraştırmada bulunmaya sevketmektedir. Dikkatsizliksebebiyle, haramla bulaşan rızkın tüketilmesi, kişiyiduası kabul edilmeyenler zümresine dahil edebile-cektir. Şu halde haramla beslenme de böyle bir neti-ceye götürecek sebeplerden biri olmaktadır. Rabbimizmuhafaza buyursun. Amin.

İbadet ve duaların makbuliyeti yenilen lokma-ların manevi durumuyla yakından alakalıdır. Zirahelal lokma vücutta kulluk enerjisini meydana getirir.İnsanların isyanının sebebini haram lokmada aramakgerekir. Çünkü haram lokmayla beslenen bir vücu-dun ibadete meyilli olması mümkün değildir.Haramlabeslenen bir vücut, ibadetlere değil, şehvete meyilli-dir. Haramla beslenenler şehvet tüccarıdır.

Şeytan haram yiyenlerin dostudur, onların yol-daşları şeytandır. Şeytan onları gaflete, günaha sev-keder, ibadetlerden uzaklaştırır. Hz.Mevlana'nındiliyle: “Bilgi de hikmet de helal lokmadan doğar; aşkda, merhamet de helal lokmadan meydana gelir. Birlokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet mey-dana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiçbuğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü?”[20]

Kemale erenler, ancak midelerine gireni kont-rol etmekle kemale erebilmişlerdir. Kişinin dindarlığıekmeğinin helalliği nispetindedir. Yerken ağıza girene,konuşurken ağızdan çıkana dikkat etmek gerekir.

Müslüman mutlaka çalışıp kazanmalı, çevresinefaydalı olmalı, alan el değil veren el olmalıdır. Ancakçalışıp kazanma meşru yollarla yapılmalıdır. Kazançtaesas olan çokluk değil, helalliktir. Niceleri vardır ki ka-zandıkları hesapsız servet bir anda yok olup gider, nekendisine ne de başkasına fayda sağlar. Niceleri devardırki çok küçük bir kazançla mutlu bir şekildeyaşar, çevresine hesapsız yardımları dokunur.

Hz.Aişe (R.Anha) validemizden rivayete göreResûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: “Mu-hakkak ki, kişinin yediği en temiz yemek,kendi kazancından olanıdır. Çocuğu da kendikazancındandır.”[21]

Rafi b. Hudeyc (R.A.)den rivayete göre Resû-lullah (S.A.V.) efendimize hangi kazancın daha fazi-letli, daha hayırlı olduğu sorulmuş, Resûlullah(S.A.V.) efendimiz de:

“Kazancın en hayırlısı, insanın kendi eliile olan amelidir. Sanat ve işidir. Ve her birmebrur = hileden, hıyanetten beri, iyilik ile be-raber olan satış muamelesidir.”[22] Buyurdu.

Hadis-i şerif, kişiye en temiz mal olarak, kendigayretiyle kazandığı malı olduğunu göstermektedir.Bu sanatla olmuş, ticaret veya ziraatle olmuş farket-mez. Yeter ki meşru kazanç yollarından biriyle olsun.Hadis-i şerifte ifade edilen ikinci husus, evlad malı-nın anne veya babaya helal olduğu, adeta kendi malıdurumunda bulunduğudur.

Bir de helal kazanabilmek için haram kazançyollarını iyi bilmek ve o haram alanın içerisine düş-memek gerekir. Mesela: “Bir şeyin kullanılması, ye-nilmesi-içilmesi haramsa onun ticareti de haramdır.”Bu haram olanın zıddı ise mübah ve helal olanı oluş-turur.

Bir mü’min faizden elde edilen kazançtan sonderece kaçınmalıdır. Çünkü ALLAH Teâlâ, faizi ke-sinlikle haram kılmıştır. Şu ayet-i kerime faizin kesin

Mayıs 2010

14

haramlığını ilginç bir benzetmeyle ortaya koymakta-dır:

“Ey iman edenler! ALLAH'tan korkun.Eğer gerçekten mü’minseniz, eğer gerçekteninanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terke-din."

"Şayet faiz hakkında söylenenleri yap-mazsanız, bunun ALLAH'a ve peygamberinekarşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğertevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir;ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramışolursunuz.”[23]

Ebu Hureyre (RA.)den rivayete göre Hz. Pey-gamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Yedihelâk ediciden sakının!”

- Onlar nelerdir, Ya Resûlellah! Bunun üzerineResûlullah (S.A.V.) Efendimiz:

“ALLAH’a şirk koşmak, sihir, ALLAH’ınöldürülmesini haram kıldığı bir canı haksızyere, şer’i bir hüküm olmaksızın öldürmek, faizyemek, yetim malı yemek, cihaddan kaçmak veher şeyden habersiz namuslu mü’min bir ka-dına zina iftirasında bulunmak.”[24] Buyurarakfaizi, kişiyi helâk edici, cehenneme sürükleyici yedibüyük günahtan biri olarak açıkladığı gibi insanlığıngelecekteki faiz batağına saplanmasıyla da ilgili ola-rak, Ebu Hureyre (RA.) den rivayete göre şöyle bu-yurdu:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecekki, faiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacaktır.Öyle ki, doğrudan yemeyene de tozu-buharıbulaşacaktır.”[25]

Faizden tozun-buharın bulaşması, faiz muâme-lesine şâhidlik, kâtiplik yapmak veya faiz yoluyla eldeedilen kazançtan verilen ziyafetten yemek, böyle birkazançla satın alınan hediyeyi kabul etmek.. gibi de-ğişik şekillerde olabilir. Bu durumda, öyle bir zamanolacak ki, bu devrede kişi, bilfarz, hakikî fâizden ka-çınsa bile, dolaylı şekilde gelecek fâiz bulaşmaların-dan kendini kurtaramayacaktır.

Bu hadis nokta-i nazarından, muâmelâtınınesası fâize dayanan banka dâhil, bütün benzer mü-esseseler mevzuunda mümin Müslümanların dikkatliolmaları gerekir. Şu veya bu mülâhaza ve gerekçe-lerle, bulaşmak zorunda kalınan veya bulaşmak zo-runda kalındığı zannıyle bulaşma şıkkı tercih edilen“fâiz”li muamelelere, hiçbir surette kesin bir ifade ile“fâiz değildir” veya “câizdir” diye fetva vermemek ge-rekir. Fetva, büyük mesûliyet işidir. Dâima ihtiyat şık-kını tercih etmek en muvafıkıdır.

İslâm ulemasının ittifakla benimsediği umumîbir prensip mevcuttur: “Bir meselede helâl ve haramihtimali beraberce var ve fakat birini tercihe karineyok ise, ihtiyaten haram olma şıkkı esas alınır. Yanişüpheli şeylerden kaçmak esastır. Binâenaleyh, fâizşüphesi olan muamelelerin “fâiz olduğunu” esas alıp,kaçınmaya çalışmalı, kaçınamıyor isek tevbe ve istiğ-farı elden bırakmamalıyız. Her hâl u kârda “haramdeğil” diye fetva vermekten zinhar kaçınmalıyız, buebedî hayatımızı mahvedecek bir hata olur.

Bütün ihtilallerin, ictimâî fesadların, huzursuz-lukların, ahlâksızlıkların temelinde “sen çalış ben yi-yeyim” düşüncesi yatar, bunu da Faiz besler. Faizatalet verir, çalışma şevkini söndürür. Müslümanlaramutlak bir zarardır. Dinin hükmü: Faiz haramdır!Hakkın yoktur; dönmeli! Dinlemeyen bu emri, yer birsille. Daha müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.

Faiz şüphesi olan muamelelere, fetva verme-menin şu dünyevî faydası da gözden ırak tutulma-malıdır: Bu meselede vicdanen huzursuz olanmü'min, vicdanını huzura kavuşturacak müessesearayacak, nazariyat geliştirecek, maddî teşebbüste bu-lunacak, bu vâdide öncülük edenleri destekleyecektir.Bir kelime ile İslâmî tarzın arayışını devam ettirecek-tir. Karşısına çıkan iki müesseseden faiz endişesi dahaaz olan öbürünü tercih edecektir. ALLAH'a binlerhamd, mü'minler fâiz mevzuunda bugüne kadar ihti-yat tavırlarını koruyabilmişler ve son zamanlarda kârve zarar ortaklığına dayanan yeni banka modelleri-nin fiiliyata geçmesine zemin hazırlamışlardır. Bu çeşitmüesseselerin daha da gelişeceğini ümitle bekleyebi-liriz.

Özellikle günümüzde faizi meşrulaştırmak içinbilgiyi kötü yolda kullanmak isteyen kişiler; “istih-

Mayıs 2010

15

lak/tüketim”, “istihsal/üretim” faizi ayrımı yaparak di-nimizin yasakladığı çeşidin istihlak/tüketim faizi ol-duğu iddiasında bulunuyorlar. Kur’an ve Sünnetebağlı iktisadi bir projeyi güncelleştiremeyen insanlar,müslümanları değil de yaşadıkları sistemi rehabiliteetmek için bu tip fetvalar vermekten sakınmıyorlar.Halbuki ehil olan insanlar içtihadi faaliyette bulunupkonuyla ilgili vahiy merkezli çözümler üretseler,mü’min insanlar da böyle bir harama düşmekten kur-tulurlar

Kısacası: Sağlıklı fertlerden oluşan sağlıklı birtoplum oluşturmak isteyen Dinimiz, helal kazancabüyük bir önem vermiş ve her türlü haram kazançyolunu yasaklamıştır. Helal bir kazanç için insan gay-ret gösterirken hiçbir çaba onu:

“Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin ken-dilerini ALLAH'ı anmaktan, namaz kılmaktanve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır.Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğubir günden korkarlar.

Çünkü o günde ALLAH, onları yaptıkla-rının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lüt-fundan onlara fazlasıyla verecektir. ALLAH,dilediğini hesapsız rızıklandırır.”[26] Âyet-i keri-melerinde buyrulduğu gibi, ALLAH’ı zikretmekten,hakkıyla namaz kılmaktan ve zekatı vermekten tut-kuya kaptırıp alıkoyamaz.

Güçlü olup ve bu gücü ALLAH yolunda kul-lanmanın önemini mü’minler olarak kavramalıyız veen büyük ticari kazancın da: “Ey iman edenler!Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti sizegöstereyim mi?

ALLAH'a ve Resûlüne inanır, mallarınızlave canlarınızla ALLAH yolunda cihad edersi-niz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlı-dır.

İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı ba-ğışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennet-lere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlerekoyar. İşte en büyük kurtuluş budur.”

Seveceğiniz başka bir şey daha var:“ALLAH'tan yardım ve yakın bir fetih. Mümin-

leri bunlarla müjdele.”[27] Ayet-i kerimelerinin işa-reti ile imanı ve ALLAH için cihad ederek ahiret içinyatırım yapmakta olduğunu bilmeliyiz..........................................................................................

[1] Mü’minûn sûresi:51

[2] Bakara sûresi:172

[3] Müslim, Zekât:65, No:1015, 2/703; Timizî, Tefsir, No:2992

[4] Münavi, Feyzul-Kadir,No:1238; 2/34

[5] Fevaid-i Muhammed b. Mihled, 1/27, No:26, Müsned-i Şihab, 1/83, No:82

[6] Taberani; el-Mu'cemü’l-Evsat: No:8606; 9/278

[7] Beyhaki, Şuabül İman, Babut-tevekkül, No:1232, 2/86

[8] İbniMace,Ticarat:2, 2/725, No:2144; Hakim,Müstedrek,2/4.

[9] İbniMace,Ticarat:2, 2/725, No:2142

[10] Taberani, Mu'cemul-Kebir

[11] Camiul-Ehadîs, 8/247, No:7233

[12] Bakara sûresi:188

[13] Buhârî, Hums:7, 3/1135, No:2950; Tirmizî, Zühd:41

[14] Buhari, İman, 39, Büyû; 2 Müslim, Müsakat: 107,108, Ebû Davut, Büyû; 3, Tirmizi,

Büyû; 1 Nesai, Büyû; 2 Kudat 1, İbn-i Mace, Fiten 14

[15] Tirmizî, Libas:6, No:1726; İbn-i Mace, Et’ime:60

[16] Haşr sûresi:7

[17] Buhârî, Büyû:7, 23; Nesâî, Büyû:2

[18] Mü'minûn sûresi:51

[19] Aynî, Umdetul-Kârî, 17/260, Deylemî, Firdevs, 5/363, No:8446

[20] Tahirul-Mevlevi, Şerhi Mesnevi,3/832-834

[21] Ebu Davud, Büyû:79; Tirmizî, Ahkam:22; Nesâî, Büyu:1; İbnu Mace, Ticarat:1, , 64

[22] Taberanî el-Mu’cemü’l-Kebir; No: 4411; 4/276, A. b. Hanbel; No: 16814; 4/141

[23] Bakara sûresi:278-279

[24] Buhârî, Vesaya: 24, No: 2615, 3/ 1017; Müslim, İman:145, No:89, 1/92

[25] Ebu Dâvud, Büyû:3. 3/348, No:3331; Nesâî, Büyû:2; İbn-i Mâce, Ticârât:58

[26] Nûr sûresi:37-38

[27] Saf sûresi:10-13

Mayıs 2010

16

Nihat MORGÜL

[email protected]

ÜzümüYemedenÖnce

İslam terbiyesinde, insanın çocukluğundailk öğrendiği ilkelerden biri helal ve haramkavramıdır. Helal Allahın yapılmasını

onayladığı, istediği, izin verdiği davranışlar-dır. Haram ise Allahın yapılmasına izin ver-mediği, yasakladığı fiillerdir. Helal olan işlerdeinsanın faydasına bir durum varken haram-lar mutlaka biz bilelim veya bilmeyelim insa-nın veya toplumun aleyhinedir.

Helal ve haram Allahın insan hayatınıdisipline eden, onu düzenleyen bir otokontrolsistemi gibidir. Helal ve haram Allahın çizgilerive sınırlarıdır. Bu sınırlara dikkat etmeyenlerve hayatını keyfemayeşa (dilediği gibi), sınır-sız ve sorumsuz yaşayanlar, bunu özgürlükzannederek haddi aşarlar. Kendi sınırlarını,alanlarını geçip başkasının hududuna tecavüzederler. Zaten dünyadaki tüm kavgalar, çe-kişmeler, kaoslar, zulümler bazı insanlarınkendi alanlarıyla, imkânlarıyla, dünyalıkla-rıyla, kendi elindekiyle yetinmeyip başkasınınelindekine de sahip olmak istemesinden kay-naklanmaktadır. İnsan başkasının elindekinide her ne yolla olursa olsun elde etmek iste-yince zulme, güce, haksızlığa başvurmaktangeri durmuyor. Bu hırs, insanlığa tarihten buyana kan ve gözyaşından başka bir şey getir-miyor.

Nitekim Allah Teâlâ Tekasur suresininilk ayetinde “çok kazanma arzusu sizi helak

“Ey Peygamberler! Temizolan şeylerden yiyin; güzelişler yapın. Ben sizin yaptık-larınızı hakkıyla bilmekte-yim. ”

Mayıs 2010

17

elde edilebilir. Haram ile beslenen vücutlardan Alla-hın rızasına uygun ameller meydana gelmez. O haldeinsan terbiyesi insan doğmadan önce annesinin ye-diklerine dikkat etmesiyle başlar. Anneler babalarhelal rızıkla beslenmeli ki salih evlatlar dünyaya ge-tirsinler. Doğan çocuklar erdemli, karakterli, şahsi-yetli, imanlı, ihlâslı büyük insanlar, büyük âlimler,büyük fatihler olsunlar. İnsanlığa bu nesiller eliylehuzur gelsin, emniyet gelsin, barış gelsin.

Bunun için de çok kazanmak değil, helalindenkazanmak ve helal rızık yemek diye bir ilkemiz, birderdimiz, bir hedefimiz olmalıdır. Çocuklarımıza dabunu öğretmemiz gerekir. Bizim Türkçemizde “helallokma yemek” ve “boğazından haram lokma geç-memek” diye iki güzel deyimimiz vardır. İslam terbi-yesiyle yetişen insanımız, bu ikisine azami dikkateder. Bilir ki helal lokma, güzel nesil demektir, ailedehuzur demektir, çocuk için ahlak ve saygı demektir,memleket için vefa ve sadakat demektir. Vücudagiren haram lokma ise, ahlaksızlık, ihanet, terbiyesiz-lik olarak kendini belli eder. Haram lokma yiyenhuzur bulamaz, kendine, ailesine ve çevresine huzurveremez. Haram lokma yiyen vatanına, milletine, de-ğerlerine sadık kalamaz, ihanet eder. Haram lokmayiyen annesine, babasına, büyüklerine, âlimlere, fa-zıllara saygı gösteremez ve onlardan saygı görmez.

Haram tatlıdır derler. Şeytan onu insana güzelve hoş gösterir. İnsan da nasıl olsa geliyor der ve gelişyolunu sormaz. “Üzümü ye, bağını sorma” yanlış an-layışı onu felakete sürükler. Bir müddet sonra buharam insan vücuduna girip yerleşince insan bundanda rahatsızlık duymamaya başlar. Bu insan giderekharam bataklığına battıkça batar. Bir noktaya gelir kiAllah korusun insanın geri dönüşü de olmaz. Malı,evlatları, kazandıkları, huzuru kaybolur gider. Ancakbüyük felaketler, acılar ve ızdıraplar, büyük şoklar in-sanın aklını başına getirebilir. Allah korusun.

Hazreti peygamberimizin tavsiyesine kulak ver-meliyiz. "Meşru bir işten helal rızık kazanan kimse oişe devam etsin.” Aşırı hırsların kurbanı olmamalıyız.Üzümü yemeden önce bağını sormalıyız ki huzur bu-lalım. Unutmayalım ki haram lokma hiç kimseyemutluluk getirmemiştir. Toplumsal ve kişisel prob-lemlerimizin çözümü öncelikle nefsimizi ve neslimizihelal rızık ile beslemekten geçiyor.

Allah hepimize helalinden yemeyi nasip etsin.Boğazımızdan haram lokma geçmekten bizi muha-faza etsin. Vesselam.

Mayıs 2010

etti” buyuruyor. Hakikaten son iki yüzyıldaki dün-yada meydana gelen savaşlar ve acıları göz önüne al-dığımızda bunların sebebinin başka milletlerinelindeki yer altı ve yer üstü zenginlikleri elde etmek veonlara sahip olmak düşüncesinden başka bir şeyinolmadığını görüyoruz. Görüyoruz ve insanın Allah’ınterbiyesine, sınırlarına, uyarılarına ne kadar muhtaçolduğunu anlıyoruz.

Toplum ve devletlerin hayatında böyle olduğugibi tek tek fertlerin hayatında da durum aynı. Bugünherkes toplumda meydana gelen sapkın olaylardan,cinayetlerden, hırsızlıklardan, arsızlıklardan şikâyet et-mektedir. Üç kuruş için en yakınlarını canice öldü-renleri, soygunculuğu marifet bilenleri medyadanduyuyoruz. Her geçen gün mal, can, namus ve nesilemniyetimizden endişe ediyoruz. Endişe ettiğimizhalde toplum olarak dini, dindarlığı, Allah korkusunu,nesillerimize din eğitimi vermeyi de ihmal ediyoruz.Bunu hafife alıyoruz ve belki yeterince önemsemiyo-ruz. Oysa fert ve toplumun huzuru yeni nesle Allahkorkusunu ve helal – haram duygusunu vermektengeçer.

Hiç kuşkusuz, insan eğitiminin, ahlakının, ka-rakterinin oluşmasında yediklerinin de büyük etkisivardır. Sonuçta yediklerimiz sadece bedenimizi bes-lemiyor, ruhumuzu ve karakterimizi de meydana ge-tiriyor. Bu manada Allah Teâlâ kuranda birçok ayettehelal yiyeceklerden beslenmemiz konusunda biziuyarıyor. Örneğin bir ayette; “Ey Peygamberler!Temiz olan şeylerden yiyin; güzel işler yapın. Bensizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim. ” buyuruyor.

Bu ayet yiyeceklerle davranışlarımızın arasındadirek bir bağ olduğunu da açık bir şekilde ifade edi-yor ve bizim dikkatimizi yediklerimize çeviriyor. İyi vegüzel davranışlar ancak helal ve temiz kazançlarla

18

Fuat TÜRKER

[email protected]

“HELAL VETEMİZOLARAKYİYİN”

Allah'ın size rızık olarak ver-diklerinden helal ve temiz olarakyiyin. Kendisi'ne inanmakta olduğu-nuz Allah'tan korkup-sakının. (MaideSuresi, 88)

Sağlık, Allah’ın, Rahman sıfatınıntecellisi olarak dünya hayatında insanaverdiği en önemli nimetlerden biridir.Kuşkusuz sağlık, iman ile birlikte yaşan-dığında önemi daha iyi kavranır veşükür vesilesi olur. Peygamberimiz (sav)sağlığın cennet nimeti olduğunu şu hadi-siyle bildirir:

Mu'âz bin Abdullah babasından veamcasından anlatır: "Peygamber(sav)buyurdu ki: "Zenginlik hoştur, takvaile olursa zarar vermez. Sağlık,takva ile olursa, zenginlikten üstün-dür. Sağlıklı olmak, cennet ni'met-lerindendir.””

Müslüman farz kılınan günlük iba-detleri yaparken gösterdiği duyarlılığı,temizlik için de gösterir. Yüce Allah,Kur’an ayetlerinde temizliğin öneminedikkat çeker, temizlenenleri sevdiğinihaber verir.

"Kim, evinin hayır vebereketini Allah Teala Haz-retlerinin artırmasını dili-yorsa, yemeğe otururkenve yemekten kalkarken el-lerini yıkasın."

Mayıs 2010

19

disine uzattığı meyveyi “birşey olmaz” der, yı-kamadan ağzına atar ve yer. Oysa bedenimiz,Allah'ın lütfettiği en büyük nimetlerden biridir;bizler ona özen göstermekle sorumluyuz. Sağlı-ğımızı etkileyen bu sorumluluğu ciddiye alma-yarak, umursamaz davranmak, Allah'ınbeğenmeyeceği bir davranıştır. Bu yapıdaki ki-şiler, çevrelerine karşı da duyarlı davranmaz;pislik ve dağınıklıktan rahatsız olmaz, temizle-meyi düşünmek bir yana pisliklere aldırış dahietmezler.

ÜŞENMEK

Bir başka yanlış düşünce de 'üşenme'mantığıdır. Kuran ahlâkında yeri olmayan üşen-geç ahlaka sahip insan, doğru olanı bilir, vicda-nen de kabul eder ancak uygulamada tembellikgösterir. Örneğin, yemeğe başlamadan önce el-lerin yıkanması gerektiğini herkes bilir. Eğer birkişi yemek yemeye ya da hazırlamaya elleriniyıkamadan başlıyorsa, bunun en önemli nedeniüşenmesidir. Neden böyle yaptığı sorulacakolsa, muhtemelen az önce ellerini yıkadığı ce-vabını verecektir. Acaba geçen o süre boyuncahiçbir şeye dokunmamış mıdır? Kuşkusuz bura-daki Kur’anî bakış açısı, vicdanının insana nesöylediğidir. Peygamberimiz (sav) de Müslü-manların bu konuda özen göstermeleri gerekti-ğini bir hadisinde şöyle bildirir:

Enes İbnu Malik (ra) anlatıyor: Resulullahaleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Kim,evinin hayır ve bereketini Allah Teala Haz-retlerinin artırmasını diliyorsa, yemeğeotururken ve yemekten kalkarken elleriniyıkasın."

O halde inanan her insan, Kuran ahlâkınauygun olan davranış konusunda, vicdanınıngöstereceği doğru yolu üşenmeden ve kararlı-lıkla izlemelidir.

ASGARİ TEMİZLİK ANLAYIŞI(!)

Bu yanlış düşünceye göre kişi temizlik öl-çülerini kendi koyar; ölçüler asgari seviyededir.Koyduğu ölçülere göre kendi temizliğini de ye-

Mayıs 2010

Temizliğe bu kadar dikkat çekilmesinin birnedeni de, temizliğin insan sağlığını koruma-daki önemli rolüdür. Mikroplar, kirli ortamlardarahatlıkla çoğalıp insan sağlığını tehdit eder.Peygamberimiz (sav) de “Temizlik, imandan-dır.” buyurarak bu konunun önemini vurgular.

Din ahlâkından uzak, Kur’an ahlâkının ka-zandırdığı ince düşünceden yoksun bir insan,maddi ve manevi temizliği gerçek anlamda bi-lemez. Bu insan muhtemelen temiz olanı kirliolandan ayırt edebilecek ve pis olandan rahat-sızlık duyacak bir bilince de sahip olamaz,Kur’an ahlâkını yaşayan insanların temizlik ko-nusundaki duyarlılıklarını anlaması da beklene-mez.Toplumda, Kur’an’daki temizlik anlayışınauygun yaşamayan bu insanların, kendilerincegeliştirip uyguladıkları birçok mantık vardır:

UMURSAMAZLIK

Cahiliye toplumu bireylerinde 'birşeyolmaz' mantığına çok sık rastlanır. Bu çarpıkmantığa göre kişi, doğruyu bildiği halde yanlışolanı seçer. Örneğin manavın, tatması için ken-

20

terli görür. Örneğin, marketten aldığı meyveleriiyice yıkamadan, sadece suyun altından geçiripyer; hatta çevresindeki insanlara da bu şekildeikram eder. Bu yanlış düşüncedeki kişi, kendibedeninin temizlik ve bakımına, evinin, yiye-ceklerinin ve kıyafetlerinin temizliğine ilişkin öl-çüleri de aynı şekilde kolayına gelecek şekildebelirler.

Oysa uygun olan, bu konuda titiz olmak;her detayın, Allah'a yakınlaşma vesile olabile-ceğini umut ederek davranmaktır.

BAŞKALARI İÇİN TEMİZLİK YAPMAK

Bazı insanlar genellikle –yanlış bir tutumolarak- önemli gördükleri kişiler için bakımlı ol-mayı ve temiz görünmeyi tercih ederler. Hattayalnızca bir davete veya toplantıya katılacaklarızaman fiziksel bakımlarına özen gösterirler. Yal-

nız olduklarında aynı şekilde davranmazlar.Yani temizliği insanlar için yaparlar. Oysamümin, Kur’ân ahlakı gereği, başkaları içindeğil, Allah'ın beğendiği bir davranış olduğu vekendisi de bu şekilde rahat ettiği için temizliğiuygular. Yaptığı her temizlikte ibadet bilinciylehareket eder.

Başkalarına gösteriş için temizlik mantığı,genelde ev temizliğinde yaşanır. Misafiri gelecekolan kimse, yalnızca misafirlerin göreceği me-kanları temizlemeyi tercih eder. Birçok evdehemen hemen hiç kullanılmayan, yalnızca mi-safirlere özel ‘misafir odası’ bulunur. Bu odagenellikle misafir gelmeden önce temizlenir vekonuklara hazırlanır. Oysa Allah'ın rızasınauygun olan davranış, evin her tarafının herzaman ve her durumda temiz tutulmasıdır.Çünkü kişinin kendisi ve ailesi bu ortamdayaşar, yemek yer ve uyur.

Mayıs 2010

O, size ölüyü (leşi)-kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adınakesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kimkaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddiaşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona bir günahyoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

21

KUR’AN’A GÖRE YİYECEKLERDEKİTEMİZLİK

Müminler, her durumda yiyeceklerin temizolanlarını seçerler. Bu, Allah'ın Kur’an'da mü-minler için bildirdiği emridir.

Ey insanlar, yeryüzünde olan şeylerihelal ve temiz olarak yiyin ve şeytanınadımlarını izlemeyin. Gerçekte o, siziniçin apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi,168)

Allah müminlerin temiz yiyecekleri seçtik-lerini Ashab-ı Kehf'in kıssasında da bildirir.

... şimdi birinizi bu paranızla şehregönderin de, hangi yiyecek temizse bak-sın, size ondan bir rızık getirsin…" (KehfSuresi, 19)

HARAM KILINAN DOMUZ ETİ VEZARARLARI

O, size ölüyü (leşi)-kanı, domuz etinive Allah'tan başkası adına kesilmiş olan(hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakatkim kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taş-kınlık yapmamak ve haddi aşmamak şar-tıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona birgünah yoktur. Gerçekten Allah, bağışla-yandır, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 173)ayetiyle Müslümanlara domuz eti açıkça haramkılınmıştır.

Domuz eti yenmesinin sağlığa zararlı pekçok yönü vardır. Herşeyden önce domuz, çift-liklerde, bakımlı ortamlarda yetiştiriliyor da

olsa, gerek pislik yemesi gerekse biyolojik ya-pısı nedeniyle, bünyesi çok fazla antikor üretenbir canlıdır. Vücudunda, diğer hayvanlara ve in-sana oranla çok yüksek dozda üretilen büyümehormonu ve antikorlar, dolaşım yoluyla domu-zun kas dokusuna da geçerek birikir. Ayrıcadomuz eti çok yüksek oranlarda kolesterol velipid içerir.

Domuz etine dayalı bir beslenme sonu-cunda, aşırı büyüme hormonuna maruz kalaninsan vücudu önce çok fazla kilo toplar, sonrada deformasyona uğrar.

Bunların dışında, domuz etindeki sağlığazararlı maddelerden biri de "trişin" parazitidir.Bu parazit, insan vücuduna girdiğinde doğru-dan kalp kaslarına yerleşerek ölümcül tehlikeoluşturur.

Tüm bu sebepler, Rabb’imizin domuz etiniyasaklanmasının hikmetlerini gösterir. AyrıcaAllah’ın bu emri, her koşulda sağlığa zararlı et-kileri olan, denetimsiz üretiminde ise ölümcülolabilen domuz etine karşı bir korumadır. Yinede çok sayıda domuz üretim çiftliği bulunduğuve çok fazla sayıda domuz üretilip kesildiği ha-berleri medyada yer aldığı için, inanan insanlarbu konuda dikkatli ve uyanık olmalıdırlar. Şüp-heli ürünler ve markalara duyarsız kalmamalı-dırlar.

Temizlik ve hijyenin sağlığımızı birebir et-kilediğini unutulmamalıyız. Hepimiz, Rabb’imi-zin bize lütfetmiş olduğu en büyük nimetlerdenbiri olan bedenimizi, bir emanet gibi korumakve gerekli özeni göstermekle sorumluyuz.

Mayıs 2010

22

Dr. Ebubekir SİFİL

TASAVVUFFIKIH

İslam'ın, insanların algı tarzlarına bağlıolarak farklı şekillerde tezahür ettiğini vebu farklı görünümlerin hepsinin de İs-

lam'dan onay aldığını söyleyebilmek için İs-lamî disiplinlerden referans aramak, yabilgisizlikten ya da kötü niyetten kaynakla-nan bir tarz-ı harekettir!

Her ne kadar tarihsel ve aktüel vakıa-lara bakarak bu tarz-ı harekete dayanakarama ameliyesini meşru gösterme eğilim-leri var ise de, bizzat İslam'ın sabitelerininbuna ne kadar müsamaha ettiğini irdele-mekle bu meselenin can alıcı noktası gün-deme getirilmiş olacaktır.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki,İslam'ın Tasavvuf penceresinden farklı,Fıkıh penceresinden farklı göründüğü tezi-nin makbul addedilebilmesinin önündeki enbüyük engel, bizzat bu ekollerin tarihe malolmuş simalarının ve önde gelen temsilci-lerinin duruşlarıdır.

O büyük şahsiyetlerin hepsi, Kur'anve Sünnet'in emirleri/yasakları hayata ge-çirilmeden Mü'min olunamayacağı noktası-nın altını çizmekte müttefiktirler.

Her hangi bir Sufî "Tabakât" kitabınıntaranmasıyla bu söylediğimiz hususun ger-çeğe ne ölçüde tekabül ettiği anlaşılabilir.

"Takva'dan daha üstünbir azık, suskunluktandaha güzel bir hal, ceha-letten daha zararlı bir düş-man ve yalandan dahaonmaz bir hastalık yok-tur."

Mayıs 2010

23

TASAVVUF EHLİNİN "ZAHİRÎ İLİMLER"EBAKIŞI

Tasavvuf büyüklerinin, Zahir-Batın ikilisininbirbirinden ayrılmayacağını ve Kur'an ve Sünnet'euymanın kaçınılmaz bir görev olduğunu gösterensözlerinden de birkaç örnek zikredelim:

Önce bu yazının başlarında zikrettiğimiz"meşru ihtilaflar" dairesi hakkında Ebû Yezîd [Bâ-yezîd]-i Bistâmî (k.s)'nin bir sözü ile başlayalım:"Mücahede'de otuz yılım amelle geçti; bu süre zar-fında ilim öğrenmek ve ilme uymaktan daha zor bir-şeyle karşılaşmadım. Ulemanın ihtilafı olmasaydı(Şer'î delillerin hangisiyle nasıl amel edilmesi ge-rektiği konusunda) şaşırır kalırdım. Tevhid [Akaid]ile ilgili meseleler dışındaki konularda ulemanın ih-tilafı rahmettir. (es-Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye, 70.)

"Akıl, emrolunan ve yasaklanan hususlarakendisiyle delil getirilen bir araçtır" şeklindekisözün sahibi Seriy es-Sakatî (k.s): "Sünnet'euygun şekilde yapılan az amel, bid'at işleyerekyapılan çok amelden daha hayırlıdır." (es-Sü-lemî, a.g.e., 52.)

el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî (k.s): "Kulun,dinin kendisine yüklediği görevleri aksatarakveraı araması boşunadır." (es-Sülemî, a.g.e.,58.)

Hâtem el-Asamm (k.s): "Cihad üç türlüdür:Birincisi, başkasının bilmeyeceği şekilde şey-tanla yaptığın ve onun gücünü kırdığın cihad;ikincisi, aleni olarak farzları yerine getirmekiçin yaptığın cihad; üçüncüsü ise İslam'ı güç-lendirmek için Allah düşmanlarıyla yaptığıncihad." (es-Sülemî, a.g.e., 96.)

Ahmed b. Ebi'l-Havârî (k.s): "Sünnet'e ittibaetmeden amel eden kimsenin ameli batıldır."(es-Sülemî, a.g.e., 101.)

Ehl-i Tasavvuf'un Kelam ve Fıkıh gibi İslamîdisiplinler bakımından nerede durduğu sorsuna ge-lince;

Ehline malum olduğu üzere, Ebû Bekir Mu-hammed b. İshak el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)'nin et-Ta'arruf adlı eseri, Mutasavvıflar'ın İslamî disiplinlerkarşısındaki konum ve tutumunu sistematik ve derlitoplu bir biçimde zikreden, hacmi küçük fakatönemli bir çalışmadır. Her ne kadar Ehl-i Tasav-

Mayıs 2010

Burada özellikle Tasavvuf büyüklerinin bu ko-nudaki sözlerinin hatırlanmasında büyük fayda mü-lahaza ediyoruz.

Aşağıda da üzerinde duracağımız gibi,Zahir/Batın ayrımının belli bir gerçeğin farklı düz-lemlerde vurgulanması olarak anlaşılması ve bu ikikategorinin behemehal birbirini tamamlar tarzdamezcedilmesi gerektiğini ortaya koyanların bizzatTasavvuf büyükleri olması, meseleye getirilmeyeçalışılan sathi yaklaşımları kökünden çürütmekte-dir.

Bir diğer ifadeyle Tasavvuf'tan, modern za-manlara özgü "sofistike" bir "hümanizm" çıkarmagayretlerinin önündeki en büyük engel, yine bizzatTasavvuf büyüklerinin duruşları, tavırları ve sözle-ridir.

Öncelikle şunu belirtelim ki, özellikle erkendönemler itibariyle "Şeriat-Tarikat" ikilisi, yani"Zahir-Batın" ilimleri içiçedir ve bu ilimlerin her bi-rinde temayüz etmiş olan büyük simaların ilmî sil-sileleri, her iki alanı mezcetmiş üstadlardansüzülüp gelmiştir.

Sözgelimi Tasavvuf büyüklerinden Ebu'l-Kasım el-Kuşeyrî (k.s), hem büyük mutasavvıf EbûAli ed-Dekkâk'tan, hem de İbn Fûrek, el-Bâkıllânîve Ebû İshak el-İsferâînî gibi Hadis ve Kelam ule-masından feyz ve ilim almıştır. (İbnu'l-Mulakkın, Ta-bakâtu'l-Evliyâ, 258.)

Yine bu yolun büyüklerinden Habîb el-Acemî,Tabiun'dan el-Hasanu'l-Basrî ve İbn Sîrîn'e yetiş-miş ve bunlardan hadis rivayet etmiştir. (İbnu'l-Mu-lakkın, a.g.e., 182.)

Aşağıda bir eserinden alıntı yapacağımızEbû Abdirrahman es-Sülemî (k.s), Tasavvuf konu-sunda olduğu kadar, Tefsir ve Hadis konusunda dasöz sahibidir ve bu alanlarda eserler vermiştir. Hak-kında "İmam, Hadis hafızı, Muhaddis" nitelemele-rinde bulunan ez-Zehebî'nin belirttiğine görees-Sülemî'nin Tasavvuf konusundaki eserleri 700cüz, Hadis konusundaki eserleri de 300 cüz hac-mindedir. (Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, XVII, 247.)

Bu konudaki örnekler bu yazının hacminesığmayacak kadar fazladır. Ayrıntılı bilgi edinmekisteyenler için "Tabakât" türü kitapları tavsiye ede-rek bu örneklere son vermek zorundayız.

24

vuf'a ait pek çok eserde yukarıdaki tespiti yapma-mıza imkân veren malumata, çeşitli konular ara-sına serpiştirilmiş bir şekilde rastlamak mümkünise de, onun bu eseri, yukarıda işaret ettiğimiz özel-liğiyle ayrı bir öneme sahiptir. Şimdi el-Kelâbâzî(Gülâbâdî)'nin bu eserinde ortaya konan tespitleribirlikte okuyalım:

EHL-İ TASAVVUF'UN AKİDEVÎ ÇİZGİSİ

el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)'nin bu konuda verdiğimalumattan hareketle –ki tümünü burada vermekimkânsız olduğu için sadece özet olarak belirtmekdurumundayız– şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ehl-i Tasavvuf'un Akidevî/Kelamî çizgisi, Ehl-i Sünnetve'l-Cemaat'in itikadî kabulleri ile "tam anlamıyla"örtüşmektedir. O kadar ki, Ehl-i Sünnet'in imamları("Ehl-i Sünnet-i Hâsssa" denen Selef alimleri ile"Ehl-i Sünnet'i Âmme" denen müteahhirun alimler)topluluğu arasındaki birtakım cüz'î ve lafzî görüşayrılıkları, hemen tamamıyla Ehl-i Tasavvuf'un gö-rüşlerine de yansımış bulunmaktadır. (el-Kelâbâzî,a.g.e., 31-94.)

Ancak her topluluk arasında ifrat ve tefridakayanlar bulunabileceği gibi, Ehl-i Tasavvuf ara-sında da zaman zaman bu türlü kaymalar ve sürç-meler görülmesi de bir ölçüde normaldir.

Sözgelimi nasıl Fıkıh mezhebi olarak Hanefî-liği tercih etmekle birlikte Akide'de Mu'tezile'nin gö-rüşlerini benimseyenler, yahut Fıkıh mezhebiolarak Hanbelîliği benimsemişken, Akidevî görüş-lerinde teşbih ve tecsim inancına kayanlar var ise,Ehl-i Tasavvuf'un yolunu benimseyip de, Akidevîgörüşlerinde Ehl-i Sünnet çizginin dışına (Sâli-miyye diye anılan grup örneğinde olduğu gibi) çı-kanlar da bulunabilmiştir.

Ancak nasıl Fıkhî mezhep mensupları ara-sındaki bu türlü kaymalar Fıkhî mezhepler için birnakisa teşkil etmiyorsa, Tasavvuf ehli arasında gö-rülen bu türlü istisnaî durumlar da Tasavvuf'un aslıve öğretisi bakımından zedeleyici durum bir arzetmez.

EHL-İ TASAVVUF'UN FIKHÎ ÇİZGİSİ

Fıkıh alanında Mutasavvıfe'nin genel tutumu,Fukaha'nın icma ettiği görüşlerden ayrılmamak, ih-tilaflı konularda ise ihtiyata ve azimete en uygungörüşü almak şeklinde tezahür etmektedir.

(İmam eş-Şa'rânî'nin el-Mîzânu'l-Kübrâ'sı, Müçte-hid İmamlar arasındaki Fıkhî ihtilafları "azimet-ruh-sat" şeklindeki ayrımın içine oturtarak açıklamasıbakımından kayda değerdir. Bu meyanda Ebu'l-A'lâ Sâ'id b. Ahmed b. Ebî Bekir er-Râzî'nin –henüzgün yüzüne çıkmamış olan– el-Cem' Beyne't-Takvâ ve'l-Fetvâ fî Mühimmâti'd-Dîn ve'd-Dünyâadlı eseri, sahasında tek denebilecek bir çalışma-dır. Bu türlü çalışmaların tespit ve neşredilmesi ilekonu hakkındaki şüphelerin ve malumat eksiklikle-rinin büyük ölçüde giderilebileceği izahtan vareste-dir.)

İçtihad mertebesine erişmiş olan kimse, Şer'îdelillerden kendi içtihadıyla çıkardığı hükümleregöre amel eder; içtihad seviyesine erişmemiş olanise, ilmine güvendiği bir fakihin fetva ve hükmüneuyar. (el-Kelâbâzî, a.g.e., 95 vd.)

Ehl-i Tasavvuf'un Kelam ve Fıkıh ilimleri hak-kındaki tutumu konusundaki bu kısa malumattansonra, şimdi de zahirî ilimlerde söz sahibi ulemanınzühd hayatına bakışları ve Ehl-i Tasavvuf ile mü-nasebetleri üzerinde bir nebze duralım.

"ZAHİR ALİMLERİ" VE TASAVVUFÎ HAYAT

Bilahare sistemleşip "Tasavvuf" adını alacakolan disiplinin ilk öncüleri, hiç kuşkusuz Hz. Pey-gamber (s.a.)'in terbiyesinde yetişmiş olan Saha-be'dir.

Mayıs 2010

25

Onlardan sonra gelen kuşak arasında öneçıkan isimler arasında şunları sayabiliriz: Hz. Hü-seyin (r.a)'in oğlu Ali Zeynelabidîn, onun oğlu Mu-hammed el-Bâkır, onun oğlu Ca'fer es-Sâdık,Üveys el-Karenî (ülkemizde Veysel Karanî olaraktelaffuz edilir), Herm b. Hayyân, el-Hasan el-Basrî,Ebû Hâzim el-Medînî, Mâlik b. Dînâr, Abdülvâhidb. Zeyd, Utbe el-⁄ulâm, İbrahim b. Edhem, Fudaylb. Iyâd ve oğlu Ali b. Fudayl, Davud et-Tâî, Abdul-lah b. el-Mübârek, Süfyan es-Sevrî, Süfyan b.Uyeyne...

Burada sadece küçük bir kısmını zikrettiğimizbu isimlere dikkat edilirse, çoğunluğunun aynı za-manda Fıkıh ve Hadis gibi ilimlerde yed-i tûlâ sa-hibi oldukları görülür. Hatta bunlar arasında,Müçtehid-i Mutlak derecesini ihraz etmiş olan vekendi adlarına nisbet edilen Fıkıh mezhebi bulu-nan –ki bu mezhepler zamanla inkıraza uğramış-lardır– simaların mevcudiyeti dikkat çekmektedir.

Şimdi bu büyük zatlardan birkaçının konuylailgili tavrını birer-ikişer cümleyle nakledelim:

"Allah'a yemin ederim ki ey insanoğlu,eğer sen Kur'an'ı okur ve ona iman edersen,dünyada hüznün artar, korkun şiddetlenir veağlaman çoğalır" diyen ve devamlı hüzün halindebulunmasından dolayı, görenlerin sanki az öncebaşına büyük bir bela gelmiş zannettiği (bkz. EbûNu'aym, Hilyetu'l-Evliyâ, II, 156) el-Hasanu'l-Basrî,–o "hüzün abidesi"– hakkında ez-Zehebî, "İlim veamel bakımından yaşadığı dönemin seyyidi idi"der. (Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, IV, 565.)

Yine ez-Zehebî'nin naklettiğine göre onun, bi-risi evinde, diğeri mescitte olmak üzere iki ayrı ilimhalkası vardı. Evindeki özel halkada zühd ve batınilimleri dışında birşey konuşmaz, mescitteki ders-lerinde ise Hadis, Fıkıh, Kur'an ilimleri, Lugat vesair ilim dallarında dersler verirdi. (ez-Zehebî,a.g.e., IV, 579.)

İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin talebeleri ara-sında –yukarıda isimleri geçen– Abdullah b. el-Mü-bârek, Dâvud et-Tâî ve Fudayl b. Iyâd gibi zühd vevera ehli büyük imamlar vardı. (Bkz. el-Hatîbu'l-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIV, 250.)

Hatta İmam Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği nak-ledilir: "(Hal ehli) ulemanın tutumunun ve güzelahvalinin nakledilmesi bana Fıkh'ın pek çokbahsinden daha sevimli gelir. Çünkü bu nakil-

lerde onların adabı anlatılmaktadır." (Abdülfet-tâh Ebû Gudde, el-Hâris el-Muhâsibî'nin Risâletu'l-Müsterşidîn'ine yazdığı takdim yazısı, 3-4.)

Süfyân b. Uyeyne şöyle demiştir: "Bir yerdesalih zatlar zikredildiği zaman oraya rahmetiner." (A.g.e., 4.)

Selef alimlerinden pek çok büyük imam,meclislerinde gıyaben salih zatlar zikredildiğinde,onlara duydukları edepten dolayı toparlanır ve otu-ruşlarına dikkat ederlerdi. (A.g.e., aynı yer.)

İmam Ahmed b. Hanbel'in –bilindiği gibi–zühd hayatıyla ilgili hadisleri topladığı Kitâbu'z-Zühd adlı bir eseri vardır. İlginçtir, tarihte ve günü-müzde Ehl-i Tasavvuf karşısındaki ifrat tutumlarıylaöne çıkan bir kısım Hanbelî ve Vehhabîler'in ak-sine, bu büyük imam da salih zatlara karşı edepdekusur etmeyenlerdendir. Birgün hafifçe yan yatmışbir vaziyette otururken, yanında, salih zatlardanolan İbrahim b. Tahmân'ın adı zikredildiği zamanhemen doğrulmuş ve "Salih zatlar zikredilirkenbizim yan yatmamız uygun değildir" demiştir.(A.g.e., aynı yer.)

Ehl-i Beyt imamlarından, Hz. Hüseyin (r.a)'intorunu Muhammed el-Bâkır: "Allah'ın dininin özükimin kalbine girerse, o kişinin kalbi ondanbaşkasından arınır ve sadece onunla meşgulolur. Dünya dediğin nedir? Ha var, ha yok!Dünya, bindiğin binek, giydiğin elbise ve ev-

Mayıs 2010

26

lendiğin kadından başka nedir?" (ez-Zehebî, Si-yeru A'lâmi'n-Nübelâ, IV, 405.)

Yine Ehl-i Beyt imamlarından, Muhammed el-Bâkır'ın oğlu Ca'fer es-Sâdık: "Takva'dan dahaüstün bir azık, suskunluktan daha güzel bir hal,cehaletten daha zararlı bir düşman ve yalandandaha onmaz bir hastalık yoktur." (Ebû Nu'aym,Hilyetu'l-Evliyâ, III, 228.)

Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem anlatı-yor: "Birgün oturmuş abidler ve zahidler hak-kında konuşuyorduk. Söz Zünnûn el-Mısrî'yegeldi. Tam o esnada içeriye Ömer b. Nübâtegirdi. Ne konuştuğumuzu sordu, biz de abidlerva zahidler hakkında konuştuğumuzu söyledik.Şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki Muhammedb. İdris eş-Şâfi'î'den daha fasih konuşan vedaha fazla vera sahibi olan birisini görmedim.Ben, o ve el-Hâris b. Lebîd Safâ'ya çıkmıştık. el-Hâris, "Bu, ayrım günüdür. Sizi ve sizden ön-cekileri bir araya getirdik" (77/el-Mürselât, 38)ayetini okudu. eş-Şâfi'î'nin sarsıldığını ve hıç-kırarak ağladığını gördüm. Bir süre sonra şöyledua etti:

"İlahi! Yalancıların ahiretteki yerinden vegafillerin yüz çevirmesinden sana sığınırım.İlahi! Ariflerin kalpleri sana boyun eğmiş vemüştakların kalpleri seninle dolmuştur. İlahi!Cömertliğinden bana ihsanda bulun, merhame-tinin örtüsüyle benim kusurlarımı ört, ilahi ke-

reminle beni affet ey merhametlilerin en mer-hametlisi!" (Fahruddîn er-Râzî, Menâkıbu'l-İmâmeş-Şâfi'î, 311.)

Bu olayı anlatan Muhammed b. Abdillah b.Abdilhakem'in söylemek istediği, İmam eş-Şâfi'î'ninabidlik ve zahidlik yönünün de Zünnûn ve diğerabid/zahidlerle birlikte anılması gerektiğidir.

Süfyân es-Sevrî –ki Hadis, Fıkıh gibi ilimlerde"imam" olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur vehatta kendisinin bile kendisi gibi birisini görmediği,döneminin alimleri tarafından söylenmiştir– Fudaylb. Iyâd ile ilmî müzakerelerde bulunduktan, nasi-hatleştikten ve beraberce ağladıktan sonra şöyledemiştir: "Bu meclisimizin, bereket bakımındanmeclislerimizin en önemlisi olmasını umarım." (ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, VII, 268.)

"Zahirî ilimler"de parmakla gösterilen büyüksimalardan sadece birkaçının zühd hayatı ve za-hidler hakkındaki tutumuna ilişkin olarak buradaverdiğimiz örnekler –tıpkı daha önce zikrettikleri-mizde olduğu gibi– konu hakkında zikredilebilecekbinlerce örneğin sadece çok cüz'î bir kısmını teşkiletmektedir ve –yine daha önce belirttiğimiz gibi–"Tabakât" ve "Terâcim" kitapları bu tür ibretamiz va-kaların anlatımıyla doludur.

Bütün bu anlatılanların şu noktanın tebellüretmesine yardımcı olacağını umuyoruz: İslam tari-hinde Tasavvuf karşıtı akımların boy göstermesin-den önce "zahirî ilimler"de isim yapmış ulemanınTasavvuf'a karşı olumsuz herhangi bir tavrı söz ko-nusu olmadığı gibi, zahir/batın ayrımının da keskinçizgilerle birbirinden ayrıldığını söylemek mümkündeğildir.

Bir başka deyişle, genel olarak bir hadisçi yada fakih aynı zamanda abid ve zahid; zühd haya-tında öne çıkmış bir abid de aynı zamanda hadisçive fakih idi. Dolayısıyla onların anladığı ve uygula-dığı İslam, hiç bir zaman bugün yapılmaya çalışıl-dığı gibi birbirinden alabildiğine farklı tezahürleriolan farklı anlayışları ifade etmiyordu.

Hz. Peygamber (s.a.v)'den Sahabe'ye, onlar-dan Tabiun'a ve daha sonraki nesillere süzülerekgelen sahih İslam anlayışındaki zahir-batın den-gesi, İslamî ilimlerin Fıkıh, Kelam, Hadis, Tefsir, Ta-savvuf gibi sistematik disiplinlere dönüşmesindensonra hem zahirî ilimlerde, hem de batınî ilimlerdezirve noktasına ulaşmış olan –kelimenin gerçek an-lamıyla– "alim" zatlarda tecessüm etmiştir.

Mayıs 2010

27

Bunlara örnek olarak, muhtelif mezhepleremensup ulema arasında el-Gazzâlî, en-Nevevî,Fahruddîn er-Râzî, Takiyyuddîn es-Sübkî ve oğluTâcuddîn es-Sübkî, Veliyyüddîn el-Irâkî ve oğluZeynuddîn el-Irâkî, Cemâluddîn ez-Zeyla'î, Kemâ-luddîn İbnu'l-Humâm, Sirâcuddîn İbnu'l-Mulakkın,Ali el-Karî, Celaluddîn es-Suyûtî, Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, Muhammed Zâhid el-Kevserî ve daha bin-lerce isim sayılabilir.

Bütün bu dev simalar, zahir ilimlerde otoriteoldukları kadar, batınî ilimlerde ve zühd hayatındada etraflarını aydınlatan birer ışık olmuşlardır.

Gerek Sûfiyye'ye, gerekse Hadis ve Fıkıhalimlerine mahsus "Tabakât" kitaplarında, bu tür-den "zü'l-cenâheyn" alimler hakkında alabildiğinezengin malumat mevcuttur.

"ILIMLI İSLAM" MI?

Bu yazı boyunca ortaya koymaya çalıştığımızzahir-batın birlikteliğine ve her iki kesimde önderli-ğini kabul ettirmiş alimlerin İslam anlayışlarının bir-birinden farklı olmadığı hususuna şöyle birmuhtemel itiraz ileri sürülebilir:

"Madem ki zahir ulemasının temsil ettiğiİslam ile batın ulemasının temsil ettiği İslam ara-sında herhangi bir fark yoktur; o halde zahir ule-

masına nazaran batın ulemasının İslam anlayışı-nın "daha yumuşak ve daha insancıl" olduğu ka-naati nereden beslenmiştir?"

Böyle bir itirazın, her iki kesim alimlerinin tu-tumları hakkında sağlıklı bilgilere dayanmayan,"imajinatif" bir yanılgıdan kaynaklandığını rahatlıklasöyleyebiliriz.

Zira Tasavvuf büyüklerinin, Hadis ve Fıkıh ilebağdaşmayan bir zühd hayatını reddettiği, yanlışbulduğu nasıl bir hakikat ise, pek çok zahir ulema-sının da, zühd, takva, vera, ihlas... üzerine binaedilen "iç denge" olmadan, zahirî ilimleri sadece"bilmek"le Yüce Allah'ın murad ettiği ve razı olduğuİslamî yaşantıya ulaşılamayacağı konusundakiuyarıları da aynı derecede hakikattir ve dikkatealınmalıdır.

Yukarıdaki türden itirazların, meselenin –hangi cenah adına olursa olsun– tek taraflı ve yanlıbiçimde algılanmasından ve bilgi eksikliğinden kay-naklandığında kuşku yoktur.

Hele "Tasavvuf İslamı-Fıkıh İslamı", yahut"Türk Müslümanlığı-Arap Müslümanlığı" gibi bilgieksikliğinden kaynaklanan, tamamen spekülatif veağırlıklı olarak imajinatif kavramları öne çıkararakİslamî meseleler hakkında söz söylemek, –kimsekusura bakmasın ama– bu devasa kültür mirasıkarşısında "ukalalık" etmekten başka bir şey değil-dir!

Kur'an ve Sünnet'te tecessüm eden ilahî vah-yin somut tezahürü söz konusu olduğunda birkaçtürlü İslam anlayışının ortaya çıktığının görüldüğüşeklindeki iddianın açılımlarından birisi de şöyle:

"Hanefî-Maturîdî çizginin temsil ettiği İslamanlayışı, Şafiî-Eş'arî çizginin temsil ettiği İslam an-layışına kıyasla daha "ılımlı" ve çağın şartlarınauyum bakımından daha elverişli bir duruşu ifadeetmektedir."

Böyle bir tesbitin iler tutar tarafının bulunma-dığı ve hiçbir ilmî veriye dayanmadığı konusundauzun boylu tahlillere girişmenin gereksiz olduğunudüşünüyoruz. Bununla birlikte bu nokta hakkındabirkaç şey söylemeden geçmenin de, konuyu birtarafıyla eksik bırakmak anlamına geleceği içinuygun olmayacağı ortadadır.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Tasavvufîçizgiyi Fıkıh ve Hadis'ten bağımsız, "ılımlı", "hü-

Mayıs 2010

28

manist", "sofistike" İslam anlayışının temsilcisi ola-rak görenler ciddi bir yanılgı içindedirler. Zira Ta-savvufî geleneğin yetiştirdiği büyük simalararasında Şafiî-Eş'arî çizgiyi benimseyenlerin sayısıhiç te azımsanamayacak boyutlardadır. el-Gazzâ-lî'den tutunuz, Fahruddîn er-Râzî'ye, es-Suyûtî'ye,eş-Şa'rânî'ye kadar pek çok ünlü mutasavvıf buçizginin müntesibidirler.

Buna mukabil Hanefî-Maturîdî çizginin yetiş-tirdiği pek çok ünlü sima da, Tasavvuf müntesibideğildir. Ebû Ca'fer et-Tahâvî'den Bedruddîn el-Ay-nî'ye kadar birçok Hanefî muhaddis ve fakihin adıbu meyanda zikredilebilir. Her ne kadar bu söyle-diğimiz, Hanefî-Maturîdî çizgideki bu alimlerin Ta-savvuf karşıtı bir tutum içinde olduklarınıgöstermez ise de, burada bizim için önemli olan,bunların meşrep olarak Mutasavvıf olmadığı ger-çeğidir.

ŞİMDİ SORMAK DURUMUNDAYIZ

Yukarıdaki iki gruptan Şafiî-Eş'arî çizgidekiMutasavvıflar mı, yoksa Ehl-i Tasavvuf olmadıklarıhalde Hanefî-Maturîdî çizgide yer alanlar mı "ılımlı"ve "hümanist" İslam'ı temsil etmektedirler?

Bu sorunun cevabı, tarih boyunca birkaç türlüİslam anlayışının sergilenegeldiğini söyleyenlerinhaklılık payını (!) ortaya çıkarması bakımından sonderece önemlidir.

AKİDEVÎ İHTİLAFLAR VE "KÜLTÜRELZENGİNLİK"

Bir de tarih içinde, özellikle de erken dönem-lerde ortaya çıkmış olan Kelamî fırkaların temsil et-tiği İslam anlayışlarının bir "zenginlik" olarakalgılanması gerektiği tezi üzerinde biraz duralım.

Burada kastedilen, Mu'tezile, Haricîler, Mür-cie... gibi "bid'at fırkalar"ın ortaya koyduğu anlayı-şın da yanlışlanmaması gerektiğidir.

Ancak burada meseleye "inanç" boyutu mü-dahil olduğu için bu noktada alabildiğine hassasolmak durumundayız. Zira eğer bu fırkaların tümü-nün benimsediği –birbirinden farklı– inanç esasla-rının hepsinin de doğru olduğunu söylersek,bunun, aslında bu itikadî mezheplerin tümününyanlış olduğunu tersinden söylemekten hiçbir farkıyoktur.

Zira mesela kabir azabı, şefaat, sırat, mizan,evliyanın kerameti... gibi hususlar ya vardır, ya yok-tur. Bunlara "vardır" derseniz, "yoktur" diyenleriyanlışlamış; "yoktur" derseniz, "vardır" diyenlerletaban tabana ters düşmüş olursunuz.

Keza Allah Teala hakkında inanılması caizolan ve olmayan hususlar, Sahabe'nin konumu,Sünnet'in/hadislerin bağlayıcılığı... gibi pek çokkonu da aynı minval üzere değerlendirilmelidir.

Şu halde burada bir tercih yapmak ve bütünbu fırkalar içinde sadece birisinin doğruya isabetettiğini, diğerlerinin ise yanıldığını söylemek duru-mundasınız. Bunu yaptığınız zaman da, "birkaçtürlü İslam anlayışının bulunduğu ve bunların tü-münün doğru olduğu" şeklindeki anlayıştan sıyrı-lıp, zorunlu olarak "Ehl-i Sünnet–Ehl-i Bid'at"ayrımına gelirsiniz ki bu da, Ehl-i Sünnet dışındakibu fırkaların yanılgıya düştüğünün ve ana cadde-den ayrıldığının ikrarı demektir...

Sonuç olarak, neresinden bakarsak bakalım,"birkaç türlü İslam anlayışı" bulunduğunu söyle-yenlerin bu iddiası, daha önce de söylediğimiz gibiya bilgi eksikliğinden, ya da vakıanın bilinçli bir şe-kilde çarpıtılması maksadından kaynaklanmakta-dır. Tarihe ve olaylara şuurlu olarak veMüslümanca bakılabildiğinde böyle bir iddianın cid-diye alınır tarafının bulunmadığı rahatlıkla görüle-cektir...

Mayıs 2010

29Mayıs 2010

113. Câbir b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

“Kim bir müslümanı saygınlığının kaybolması, şerefinin eldengitmesi söz konusu olan bir yerde yardımsız bırakırsa, Allah daonu kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yalnızbırakır.

Kim de bir müslümana şerefinin elden gitmesi ve saygınlığınınyitirilmesi söz konusu olan bir yerde yardım ederse, Allah da onakendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yardım eder.”

(Ebu Dâvud, Edeb 36 (4884); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/39)

30 Mayıs 2010

Bir gün İmam Hüseyin (ra) Efendimiz, namaz için abdest aldığızaman rengi sarardı ve titredi. İbadetini bitirdikten sonra kendisinebunun sebebi sorulunca şu cevabı verdi: “Arşın Rabbinin divanına durankimsenin O’nun celalinden utanarak renginin değişmesi lazımdır.”

Bir gün Müslim bin Yesar (ra) namaz kılarken, aniden mescidin birkısmı çöküverdi. Fakat o, bunu hissetmedi.

İmam Ali bin Ebû Talip (k.v) yerin ve göklerin taşıyamadığı emanetieda ederken titrerdi. Bu emanet, namazdır.

Sâliha hatunlardan birini, namaz esnasında bir yılan kırk yerindenısırdı. Ama o, namazdan aldığı tat sebebiyle hiçbir acı hissetmedi.

Bir gün Müslim bin Yaser (ra) namaz kılarken, evinin bir köşesiyanmaya başladı. Halk, yangını söndürüp onu kurtarıncaya kadar hiçbirşey hissetmedi.

Ceriri der ki: “Ben zorla uyku uyumaya utanırım. Uykum gelipgözlerim kapanıncaya kadar beklerim.”

Muaze binti Abdullah (ra) kırk yıl gözünü kaldırıp gökyüzünebakmadı. Daima şöyle derdi:

“Ben Habib (Allah) kendisine bakarken uyuyana şaşarım!” BazenHakk’ın celali ve azametini tefekkür ederken kendinden geçerdi.

Davut (as) Hakk’ın celalinden duyduğu heybetten ötürü başınıgökyüzüne kaldırmazdı.

İbn-i Sinan (ra) der ki: “Allah boş yere İbrahim (as)’ı kendisine dostseçmedi. Onun kalbi Hakk’ın celaliyle havada uçan kuşlar gibi çırpınırdı.

Said olanların üç alameti vardır:Nebiyy-i Muhtar (sa)’in sünnetine sarılmak.Hakk’ın dostlarıyla birlikte olmak.Melik ve Cebbar olan Allah’tan utanmak.

Zebur’da şunlar yazılı idi: “Kulum dua ettiği zaman duasını kabuletmemeyi şanıma yakıştıramıyorum. Kulumun benim davetime icabetetmemesinden ben utanıyoruım!”

Resulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdular:“İhsan, Allah’ı görmüyormuşçasına O’na ibadet etmendir. Sen

O’nu görmesende O seni görmektedir.”

Fudayl bin İyaz (ra) bazen şöyle dua ederdi: “İlahi anlayabilse

İhsânSeyyid Ahmed er Rufai Hazretleri

31Mayıs 2010

senden haya etmesinden dolayı konuşamayacak olan kimseye senrahmet et!”

Amir bin Kays (ra) bir gün namaz kılarken, birden aslanlar etrafınısardı. Namazını bitirince, şöyle diyerek eliyle onların sırtını okşadı: “Sizler,Allah’ın yırtıcı hayvanlarıysanız ben de O’nun kuluyum!” Kendisineaslanlardan nasıl korkmadığını hayretle soranlara şu cevabı verdi: “BenRabbimden başka bir şeyden korkmaktan utanırım.”

Salih Mürri (ra) anlatır:“Bir gece rüyamda Rabbimi gördüm. O’nun yüceliğinin karşısında bir

sivrisinek gibi olmuş: “Sana geldim, Sana geldim! Dedim. Bunun üzerineRabbim bana şöyle dedi: “Beni arzu edenleri bilirim. Onların iniltileriniduyar ve hareketlerini görürüm. Kalplerinden ve iç âlemlerindenhaberdarım.” Bu sözlerden sonra O’ndan utanarak kendimden geçtim.”

Bir gün Hasan-ı Basri (ra) yüksek bir yere çıkmış ezan okuyordu.“Eşhedü en lâ ilahe illallah” dediği zaman, Hakk’ın celalinedayanamayarak bayılıp düştü.

Hz. Aişe annemiz (ra) şöyle anlatır:“Resulullah (s.a.v) bizimle konuşur, biz de onunla konuşur karşılıklı

sohbet ederdik. Namaza durduğunda ise sanki birbirimizi hiçtanımıyormuş gibi olurduk.”

İrfan sahiplerinden biri, Efendimiz (s.a.v)’in “Namaz gözümünnurudur” hadisinin manası hakkında şöyle demiştir: “Namaz gözününnuru olmadı. Ancak İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadetetmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görmektedir, hadisinin sırrı ilenamazı kılarken zaman göz bebeği nurlanıp, görmeye başlardı.

Fudayl bin İyaz (ra) anlatır:“Zünnûn’un arkasında ikindi ikindi namazı kılmaya durduk. Zünnun

tekbir almak isteyip elini kaldırdığında “Allah” deyince, hayretten adetacansız bir şekilde dona kaldı. Bir süre sonra ancak “ekber” diyebildi. BenZünnun’nun heybetli tekbir sedasını duyduğum zaman kalbim yerindenfırlayacakmış gibi olurdum.”

Bu meydanda şu şiiri mealen zikredebiliriz:“İnsanların rablerinden utanması azaldı, artık hepsinin takvası

görünüşte kaldı. Dünya işlerine dalıp elbisesindeki kire aldırmazoldu.

Ailesinin dargınlığından korkup Mevlânın dargınlığına aldırmaz oldu.

Enes bin Malik (ra)’ın rivayet ettiğine göre, Resulullah (sa)Efendimiz, Recep ayına girdi zaman şöyle dua ederdi:

“Allah’ım Recep ve Şaban’ı bizim için mübarek eyle, bize Recepve Şaban’da hayırlar ver ve bizi Ramazan’a kavuştur.”

Bu hadis-i şerifin içinde barındırdığı manalardan biri de Salih amelişlemek için uzun ömür istemektir. Ömrünü Allah’a adamak ve Allah içinSalih amel işlemek, Allah’ın elçisinin varisleri olan âriflerin gayesi ve takvasahiplerinin hâlidir.

32

Sezgin ÇAKIR

[email protected]

TasavvufDininÖzününÖzüdür

Tasavvuf, kimi kaynaklara göre

“soft”tan, kimilerine göre “Safa”dan,

kimilerine göre “suffa”dan geldiği tar-

tışılan bir kavramdır. Bu kelime hicretin

ikinci asrında bir şekilde doğup gelişmiş ve

Kur’an-ı Kerimdeki “Tezkiye” kelimesinin

yerine kullanılmıştır.

“O öyle bir Allah (c.c.) ki, önceleri apa-

çık bir dalalet içinde oldukları halde, ümmi-

lere, kendilerinden, onlara Allah’ın ayetlerini

okur, onları tezkiye eder (temizler), onlara

kitap ve hikmeti öğretir bir resul gönderdi.”

(Cum’a Suresi, ayet:2) Bu tezkiye, nefisle-

rin tezkiyesidir, ruhların tezhibidir. Bu tez-

kiye, ruhun bütün faziletlerle bezenmesi,

nefsin bütün kötülüklerden arınmasıdır. Bu

tezkiye, bu temizlik, tarihte eşi bulunmayan,

yüksek, faziletli, salah yolunda örnek bir

topluluk meydana getiren Ashab- Kiramın

ihlâs ve ahlak içinde geçen hayretengiz ha-

yatlarında misallerini bol bol gördüğümüz

tezkiyedir. Bu tezkiye cihanda misli bulun-

mayan asr-ı saadet fert, toplum ve devle-

tini oluşturan bir tezkiyedir.

Bizler, Allah’ın elçisinin bu tezkiyeyi

“ihsan” kelimesiyle ifade ettiğini görüyoruz.

Muttefekun aleyh olan Cibril hadisinde Pey-

Tasavvuf tesbih çekmeyiöğrettiği gibi yeri geldiğindede küffara karşı nasıl tetikçekileceğini de öğretmiştir.Gönüllü cephe komutanlığıyapan Sanamerli SeyyidHacı Ahmed Baba Hazret-leri gibi doksan üç harbindeve İstiklal savaşında der-gâhlarıyla birlikte savaşa ka-tılan nice mürşidler vardır.

Mayıs 2010

33

nezdindeki ecir, sabır, tevekkül, zühd, gönül en-

ginliği, cömertlik, edeb-hayâ, namazda duyulan

huşu ve tazarru, duada hissedilen derunî samimi-

yet, dünyanın aldatıcı süslerinden el etek çekme,

ahireti dünyaya tercih, Allah’a kavuşmaya karşı

uyanan şevk vs… Bunlar imanî ahlak ve Batınî

keyfiyettendir. Cesede göre ruh ne ise, şeriatın za-

hirine göre de batını odur. Bu unvan altına müsta-

kil bir ilim, başlı başına bir fıkıh olabilecek bir çok

âdab ve erkân, cüz’i ve tafsilî hükümler girmekte-

dir. Eğer birinci kısmın şerhini, izah ve tafsilatını ve

buna delalet eden tahsil yollarını tekeffül eden ilme

“Zahirî Fıkıh” denirse bu Batınî keyfiyetin şerhini ve

ona ulaşan yolları gösteren ilme de “Batınî Fıkıh”

denmelidir. Bu anlamda Seyyid Ahmed er Rufai

Hazretleri “ Tarikat aynuhu şeriat, şeriat aynuhu ta-

rikattır” buyurmaktadır. Yani şeriat ile tarikatın iliş-

kisi zarf mazruf ilişkisidir. Ayrı şeyler olarak

düşünülmesi asla mümkün değildir.

Biz, ister tezkiye diyelim, ister “fıkh-ul batın”

diyelim, ister “tasavvuf” diyelim üzerimize düşen

vazifenin farkında olalım. O vazifede, nefsin tezki-

yesini, nefsin şer’i faziletlerle bezenmesini, nefsanî

ve tabiî rezilliklerden arınmasını tekeffül eden; in-

sanı, iman-ı kâmile ve derece-i ihsanın husulüne

çağıran; Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmağa,

imanî keyfiyetinde ve Batınî sıfatında bizleri Pey-

gamberimize ittibaya davet eden bu ilme değer

vermek ve sahip çıkmaktır.

Müslümanların hepsi şunu kabul etmektedir-

ler ki: Tezkiye, İhsan, Fıkh-ı Batın; Kitap ve Sün-

netle sabit bir takım dini mefhumlar ve şer’î, ilmi

hakikatlerdir. İnsaf ehli herkes Hakka boyun eğerek

dinde böyle bir şubenin varlığını, onun erkân-ı İs-

lam’dan bir rukün olduğunu kabul etmek zorunda-

dır. Adına tasavvuf ve ya tezkiye diyin o, şeriatın

rühu, dinin özünün özü, hayatın zarurî ihtiyacıdır.

Esasen onsuz, ne dinin kemali, ne sosyal hayatın

düzelmesi mümkündür; ne de gerçek manası ile

İslamî yaşayışın bir tadı vardır. Hayatın kıvamı

ancak, dinin “ihsan cephesi”nin ve derunî cephesi-

nin hakikat olarak yaşanmasıyla mümkündür.

Hakikî tasavuf ehli, insanları ehl-i sünnet

inancına, salih amele davet ederler. Ruhî hayatın

bilgisi olan Fıkh-ı Batına ve İhsan derecesine in-

Mayıs 2010

gamber efendimize soruldu: “ ihsan nedir, Ya Ra-

sulallah? Buyurdu ki: “Allah ‘ı görüyormuşçasına

ibadet etmendir. Eğer sen O’nu göremiyorsan, O

seni görüyor.” İhsan, her müminin büyük bir iştiyak

ve özlemle beklediği ve uğruna ciddi gayretler sarf

edeceği yakînî bir keyfiyet ve derunî bir iç halidir.

Bizler, Şeriatı ve Peygamber (s.a.s)’den riva-

yet edilen şeyleri bir takım “Sözler ve Haller” olarak

buluyoruz. Kitaplarda yazılı olanları da iki kısma

ayrılmış olarak görüyoruz ki biri: Duygulara hitap

eden iş ve hareketlerden ibarettir. Mesela: Kıyam

ve kuud, rukü ve sucüd, tilavet ve tesbih, dua ve

zikr birçok hüküm ve amel… Bunları rivayet ve ted-

vin yönünden Hadis; İstinbat ve istihraç yönünden

Fıkıh meydana gelmiştir. Muhaddis ve Fakihler bu

vazifeyi yerine getirmişler, dinin esaslarını ümmet

için korumuşlar ve onların amel etmelerini kolay-

laştırmışlardır.

İkinci kısım ise, yukarıdaki iş ve hareketlerin

(ibadetlerin) edası sırasında onlarla bulunması ge-

reken bir takım Batınî keyfiyettir. Peygamberimiz

efendimiz (s.a.s) bunlara, kıyam’da ve kuud’ta

rukü, sucüd, dua ve zikir halinde, emredici ve neh-

yedici durumunda, evinin içinde ve cihad meyda-

nında hep devam buyurmuştur. Bunlar, İhlâs, Allah

Muttefekun aleyh olan Cib-ril hadisinde Peygamber efen-dimize soruldu: “ ihsan nedir,Ya Rasulallah? Buyurdu ki:“Allah ‘ı görüyormuşçasınaibadet etmendir. Eğer senO’nu göremiyorsan, O senigörüyor.” İhsan, her mümininbüyük bir iştiyak ve özlemlebeklediği ve uğruna ciddi gay-retler sarf edeceği yakînî birkeyfiyet ve derunî bir iç halidir.

34

sanları çekerler. Her asrın insanları için bu “nefes-

i nebevî” yi yenilerler. Ümmete İman ve İhsan la-

boratuarında hazırlanmış yeni bir ruh üfürürler.

Kalplerin Allah’a, cisimlerin ruh’a, cemiyetin ah-

lak’a, ulemanın Rabbaniyete karşı zayıflayan bağ-

larını yenilerler. Halk arasında, dünya hayatının

ziynetine, mal ve evlat fitnesine ve şehvanî ihtiras-

lara karşı bir mukavemet unsuru olarak bulunurlar.

Hiç şüphe yok ki, bu seçkin insanlar – ihsan

derecesine ulaşmış bu temiz ruh sahipleri- olma-

saydı İslam toplumu, iman ve ruhaniyet cephe-

sinde çoktan yıkılmış; azgın maddiyat dalgaları

milletin iman bakiyesini çoktan yutmuştu. Eğer

onlar olmasaydı, cemiyetin ahlak bağları kopar; ha-

yatın ruhla olan münasebeti kesilir; kalplerin Allah’a

olan bağı yok edilirdi. Eğer onlar olmasaydı ihlâs

tamamen kaybolur; manevî hastalıklar ortalığı

kasıp kavururdu.

Eğer onlar olmasaydı, riya, sum’a, makam

mevki hastalığı, riyaset belası ortalığı sarardı. Eğer

onlar olmasaydı, dinin en önemli özelliği olan tez-

kiye-i nefs unutulur ve insanlarda İhsana ulaşma

arzusu diye bir sıkıntı olmazdı. Onlar, ümmetin en

zor zamanlarında bu ümmete en zor şartlar altında

en güzel hizmetleri sunmuşlardır. Mahmud Sami

Ramazanoğlu, Mehmed Zahid Koktu, Hacı Şaban

Efendi, Ali Haydar Efendi, Alvarlı Muhammed Lütfü

Efendi gibi çevresine kandil olan unutulmaz hiz-

metler sunan mürşidler bunun en güzel örnekle-

rindendir.

Tasavvuf tesbih çekmeyi öğrettiği gibi yeri

geldiğinde de küffara karşı nasıl tetik çekileceğini

de öğretmiştir. Gönüllü cephe komutanlığı yapan

Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretleri gibi

doksan üç harbinde ve İstiklal savaşında dergâh-

larıyla birlikte savaşa katılan nice mürşidler vardır.

Tasavvufun nasıl bir fonksiyon icra ettiğini düşü-

nenler Bosna Hersek örneğine baksınlar. Make-

donya örneğine baksınlar. Çeçenistan örneğine

baksınlar. Doğu Türkistan örneğine vs. diğer böl-

gelere baksınlar. Bu kardeşlerimiz zulüm altında bu

kadar yıllardır kalmalarına rağmen tasavvufun be-

reketli nefesiyle şu veya bu şekilde ayakta kalmayı

başarabilmişlerdir.

Sözlerimizi sözlerin en güzeli olan bir ayet-i

kerime ile noktalayalım: “Fakat (Allah şöyle buyu-

rur): Kitabı öğretmekte olduğunuz ve ders alıp ver-

mekte bulunduğunuz için Rabbanîler –Bütün

fikirlerini Allah’a bağlamış kimseler- olunuz.” (Al-i

İmran Surei, 79)

Mayıs 2010

Tasavvufun nasıl bir fonksiyon icra ettiğini düşü-nenler Bosna Hersek örneğine baksınlar. Makedonya ör-neğine baksınlar. Çeçenistan örneğine baksınlar. DoğuTürkistan örneğine vs. diğer bölgelere baksınlar. Bu kar-deşlerimiz zulüm altında bu kadar yıllardır kalmalarınarağmen tasavvufun bereketli nefesiyle şu veya bu şe-kilde ayakta kalmayı başarabilmişlerdir.

Hasan BAŞAR

DİN İLEBARIŞMAK

Kültür, belirli bir toplumda ya da top-lulukta yetişen insanların öğrendik-leri beceri, dil, inanç ve

alışkanlıklardır. Her insan topluluğununkendine özgü bir kültürü vardır. Bu an-lamda kültür, bir insanın, yaşadığı toplum-dan aldığı tüm beceri ve alışkanlıklarıkapsar. Bir milletin, bir halkın ya da toplu-mun yaşam biçimi olarak da özetleyebile-ceğimiz kültür, kuşaktan kuşağa aktarılır.(Temel Britannica Ansiklopedisi)

Kültür bir toplumda geçerli olan veöteden beri süregelen her türlü duygu, dü-şünce, yaşam ve sanat anlayış biçimlerinintümüdür. Batılı anlayışa göre kültür, do-ğaya karşıt olan değerlerdir. İnsan kültürlehayvanlıktan uzaklaşır ve onun sayesindegerekli araçları yaratarak doğaya egemenolur. Bir ulusta mevcut bilgiler, dinselinançlar, sanat, ahlak, hukuk, adet, gele-nek ve kişinin toplum üyesi olarak edindiğidaha başka yetenek ve alışkanlıklar kültürkavramı içine girer. Bu bakımdan en ilkeltoplumların bile kültürü vardır. Toplumla-rın sürekliliğini sağlayan da kültürdür.(Görsel Genel Kültür Ansiklopedisi)

Kültür, etnik bir gruba, ulusa, uygar-lığa, niteliklerini veren bir başka grupta, bir

“Lisede Sophokles oku-duk. Klasik Türk Musikisinesövmeyi, divan şiirini horgörmeyi, buna karşılık; kötüçevrilmiş Batı klasiklerinekörü körüne hayranlık gös-termeyi öğrendik.

35Mayıs 2010

36 Mayıs 2010

din ve inançlar, ahlak kuralları, örf ve adetler, ya-salar ve hukuk kurallarıdır. Kültürü oluşturan un-surlar çeşitlilik arz etse de bunların içinde enönemlisi (bu kural bütün toplumlar için geçerlidir)dindir. Din toplumun şekillenmesinde belirleyicibir etmendir. Geleneklerin hâkim olduğu toplum-larda din kültürün yapısını etkiler. Dinin hem bi-reysel hem de toplumsal düzeyde kimlik inşaetmek gibi bir işlevi bulunmaktadır. Din dünyanınvar olduğu günden bu yana dünya üzerinde etkinve belirleyici olmuştur bundan sonra da olmayadevam edecektir. Bu gerçeği değiştiremeyiz. Bugerçeği yok saymakta sorunlarımızı çözmez.

Bizler bugün batı dünyasını değerlendirirkenHıristiyanlığı göz ardı edebilir miyiz? Hayır. Aynışey Türk milleti içinde geçerlidir. İslamiyet olma-dan Türk toplumunu kültürel anlamda değerlen-dirmemiz mümkün müdür? Kesinlikle mümkündeğil. İslamiyet bizim kültürümüzün en temel nok-tasını oluşturur. Türk kültürü, İslam dini etrafındaşekillenmiştir. İslamiyet’in güzelliği ve inceliği sa-yesinde kültürümüz zenginleşmiş asırlardan buyana insanlığa hizmet sunmuştur. Peki, ne oldu dabugün asırlar boyu insanlığa hizmet etmiş kültürü-müz eski görüntüsünden çok uzaklaştı. Sanıyorumbunun cevabını son 100- 150 yıllık geçmişimizdekiBatılılaşma çalışmalarında aramalıyız.

Tanzimat’la başlayan süreçte aydınımız Batı-lılaşmayı hep kurtuluş reçetesi olarak yorumladı veyeni oluşacak kültürü bu temel üzerine oturmayıhedefledi. Batı kaynaklı yeni bir kültürel değeroluşturmaya çalıştı. Ama oluşturmaya çalıştığı bukültürel değer içinde İslamiyet yok. Üstelik yanlışbununla da sınırlı kalmadı. İslamiyet ilerlemeninönündeki engel olarak ta algılandı. Nüfusunun%99’u Müslüman olan bir toplumda Müslüman’arağmen İslami değerleri esas almayan bir kültüroluşturmazsın. Oluşturmaya kalkışırsan o zamankarşına mücadele etmen gereken bir kültür çıkar:İslami değerlere sahip Türk kültürü. İşte son yüz,yüzeli yıllık tarihimizin özetidir bu mücadele. Ay-dınımız kendi kültürünü hor gördü, aşağıladı, yoksaydı. Peki, karşısına neyi koydu. Batı kültürünü.Batı kültürünü tam anlamıyla alabildi mi? Hayır.Tam olarak alabilir mi? Hayır. Niye? Çünkü oradada belirleyici unsur Hıristiyanlık.

başka ulusta olmayan maddi ve manevi olgularıntümüdür. (Büyük Larousse)

Kültür, bir topluluğun tinsel özelliğini, duyuşve düşünüş birliğini oluşturan gelenek durumun-daki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıkları-nın tümüdür. (Türkçe Sözlük TDK-1981)

Kültür unsurları maddi ve manevi olmaküzere ikiye ayrılır. Manevi kültür, inançlar, değer-ler, sosyal normlar şeklinde tasnif edilebilir. Man-evi kültür, kolayca bir milleti diğer milletlerdenayırt etme imkânı veren örf, adetler, davranışlar,ahlak anlayışı, değerler, sosyal normlar ve zihni-yet değişiklikleridir. Maddi kültür ise kullanılanmalzemeler ve yapılan aletlerdir.

Bütün tanımların ortak noktası kültürün birtoplumun kimliğini oluşturmasıdır. Yani kültür birtoplumun diğer toplumlardan ayrılması ve ayrış-masının yegâne belirtisidir. Peki, bu kültür dediği-miz değerler üç beş yılda oluşabilecek şeylermidir? Hayır. Kültür asırlar boyu süren bir yaşan-mışlığın ürünüdür. Bu yaşanmışlıklar toplumungenlerine işler ve nesilden nesile aktarılır.

Kültürü oluşturan temel etmenlere gelincebunlar maddi ve manevi etmenlerdir: Coğrafikonum, iklim özellikleri, arazi yapısı, simgeler, dil,

37Mayıs 2010

Tanzimat’tan bu yana aydınımızın sorunu buaslında. Kendi kültürel değerlerini beğenmemek.Onu aşağılamak ve çağın gerisinde kaldığını dü-şünmek. Aydınımız tam bir kafa karışıklığı içindene istediğini bilmeyen bir halde. Ama bildikleri birşey var o da kendi kültürlerini beğenmedikleridir.Aydınımızın içinde bulunduğu durumu Atilla İlhanne güzel özetlemiştir: “Lisede Sophokles okuduk.Klasik Türk Musikisine sövmeyi, divan şiirini horgörmeyi, buna karşılık; kötü çevrilmiş Batı klasik-lerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik.Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz, Mevlana,Dante’den küçüktü. Itri ise Bach’ın eline su dök-mezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğinikendi elimizle boynumuza geçiriyorduk.”

Son 100–150 yıllık tarihi serüvenimiz incelen-diğinde görülecektir ki aydınımız hep halk ve İslami-yet’le mücadele etmiş ve çatışmıştır. Onun inançlarınıyok saymış daha da ötesi müdahale alanı olarakgörmüştür. Kendi kültürüne karşı çıkan, yerine yeni-sini koyamayan daha doğrusu ne istediğini bileme-yen aydınımız ortaya çandır bir kültür çıkardı.Oluşturulan bu yeni kültür tabiri caizse ne olduğu be-lirsiz, yoz bir kültürdür. Oluşturulan bu yeni kültürdenkimse memnun değil ve ne yazık ki herkes mutsuz.Aydınımızın kafasındaki kültür, yani yeni oluşturul-maya çalışılan daha doğrusu halkımıza zorla kabul et-tirilmeye çalışılan kültür, ne aklımıza ne mantığımızane de kalbimize hitap ediyor. Ama sürekli dayatılıyor.

Buradan aydınımıza sesleniyorum. Halkın %99’u Müslüman olan bir milletin dini ve kültürel de-ğerleriyle mücadele etmek yerine onları anlamaya ça-lışın. Dinle barışın, saygı duyun o zaman bu milleteen büyük iyiliği yapmış olursunuz. Evet, bilerek ya dabilmeyerek geçmişimizde hatalar yapmış olabiliriz;ama bu hatalarımızı daha fazla devam ettirmeyelim.Zararın neresinden dönersek kardır. Hiç olmazsa bun-dan sonraki enerjimizi yozlaştırdığımız kültürümüzüyeniden sağlam temeller üzerine oturtmaya çalışmakiçin harcayalım. Bunu yaparken de en büyük refe-ransımız, İslami temellere oturtulmuş kendi Türk kül-türümüz olmalıdır. İslamiyet’i potansiyel bir tehditolarak görmeyelim. Unutmayalım ki Türkiye İslami-yetsiz olamaz. O zaman yapılacak en güzel şey top-lumu yeniden inşa ederken en büyük referansımızİslamiyet olmalıdır.

38

Röportaj: Aydın BAŞAR

Mehmet Nuri Eminler:

“Hakikatten huruçetmiş kimselerletevhidi bir topluminşa edilemez.”

“Mezar Yeri 47 Yıldır Tartışılan NurÜstad” adlı kitabıyla tanıdığımız MehmetNuri Eminler Bey’le cemaat, taassup vetoplumsal gıybet konuları etrafında bir Ri-sale-i Nur sohbeti gerçekleştirdik. BurhanDergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz.

Muhterem Eminler, sizin Risale-iNur’u en iyi anlayanlardan birisi olduğu-nuzu düşünüyorum. Gerek makaleleriniz,gerekse kitaplarınız bunu ispatlıyor. Önce-likle söyleşi talebimizi kabul ettiğinizdendolayı size teşekkür ederim. Müsaadenizlesorularıma başlamak istiyorum.

Ben teşekkür ederim. Tabi buyurun.

Toplumsal değerlerin aşınmaya yüztuttuğu bu dönemde ilmi eserlere olan ihti-yacımız da artıyor. Bu meyanda gençleri-mizin kökleriyle irtibatının kurulabilmesiiçin Risale -i Nur gibi büyük eserler önemtaşıyor. Bu konudaki görüşleriniz nedir?

Dediğiniz hâza hakikat; “Risale” gibibirleştirici eserlere ihtiyacımız açık. Amaasıl meselemiz onu Kur’an ve Hadis istika-metinde, Hazret’in yazdığı kelimelere kendi

“Ey ehl-i hak! Ey hakpe-rest ehl-i şeriat ve ehl-i ha-kikat ve ehl-i tarikat! Bumüthiş maraz-ı ihtilafakarşı birbirinizin kusurunugörmeyerek yekdiğerini-zin ayıbına karşı gözü-nüzü yumunuz.”

Mayıs 2010

39

oyunu kaidesine göre oynayacaksınız. Ne yapar-sanız yapın, hakkını vereceksiniz.

Basın yayın konusunda yapılanlar yeterli mi?Meseleye İslami açıdan bakıldığında basın yayındahususen gazetecilikte ne durumdayız?

Yapılan gazetecilikleri her grubun kendinedair haberleri vermek üzere çıkardığı bültenler ola-rak görmekteyim. İşin bir de politik yanı var elbet.Taraftarı olduğu görüşü onun bunun kalbine ilkaetme meşgalesinden fırsat bulunup da hakiki ga-zetecilik yapılamıyor ki…

Evet, gazetecilik alanında grup taassubu ol-duğuna ben de katılıyorum. Bakıyoruz bir grubungazetesi diğerinin, öteki de öbürünün aleyhine ya-yınlar yapıyor. Oysa yan yana yaşamak zorundaolduğumuz şu dünyada birbirimize karşı daha ilti-maslı olmamız gerekiyor. Kendi aramızdaki sorun-ların temelinde taassup kaynaklı çekişmeleryatıyor. Bu anlamda cemaatçiliği ve taassubu siznasıl değerlendiriyorsunuz?

Taassup, biliyorsunuz, Arapça menşeli bir ke-lime. “A’sab”dan müştak ve “asabiyet” mefhumuile de çok alâkalı. Eğer bahsettiğiniz “grup, cemaattaassubu” ise, bunun ırkçılık ve unsuriyetçiliktenbir farkı yok. Bazıları, belki de tıpkı “milliyet” mef-humu gibi bunun da “müsbet” ve “menfi”sinin bu-lunabileceği diyecektir, öyle düşünecek veya öyledüşünmek işine gelecektir!.. Hâlbuki Risale’de(Mektubat, 540) “menfi ve müsbet” olarak ayrılanhusus “milliyet”tir; “milliyetçilik” değildir. Eğer o“bazıları”nın suyunun suyu nevinden tefsirleridoğruysa, müsbet ya da menfi özelliğe sahip mef-hum “cemaat ve grup”tur; “cemaatçilik ya dagrupçuluk” değildir.

Üstad’ın eserlerinde geçen “cemaat” mef-humu hangi anlamdadır?

“Cemaat-ı İslamiye.” Yani İslamî cemaat;yani İslam müntesibi mü’minlerin hepsi bir tek ce-maattir, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mefhumundanda anlaşılabilir bu. Bu büyük daireye “hizmet” içinayrı “içtihadi” değerlere sarılmış, metod farklılık-ları olan “grupların” varlık realitesi, tıpkı Hucurat

Mayıs 2010

ilmî zaviyemizden bakarak, onun bunun indî te-villerine kulak asmadan, bir külliyat bütünlüğüiçinde anlamak ve anladığımızı da eğip bükme-den, “çağdaş yorum” gibi laflarla reforme etme-den yaşamaktır. Yani Nur Üstad’ı doğru takipetmektir. O, Erek Dağı’ndaki münzevî yaşayışın-dayken eski talebelerine şöyle öğüt vermiştir:“Korkmayınız, ders verdiğim imanî ve Kur’anî yol-dan arkamdan geliniz. Ebedi saadet ve selameteerişeceğinizi tekeffül edebilirim. Yalnız ahde vefagerek. Bu yakînî kanaatım, hususi bir İnayet-i Rab-baniye’ye binaendir.”

Okumayan bir toplum olduğumuz bilinen birgerçek. Böyle bir toplumda medeniyet ve kültürbirikimimizi aktarabilmek için başka çarelere debaşvurma ihtiyacımız var. Siz modern iletişim im-kânlarının yeterince kullanılabildiğine inanıyormusunuz?

Resul-ü Kibriya Efendimiz aleyhisselatü veselam’ın beyanı ne muhteşemdir: “Düşmanın si-lahıyla silahlanınız.” (Evkamekal) Bunlardanbiri de Sinema… Hakkını vererek yapılacak film-lerin büyük inkişaflara, fütuhatlara yol açacağınainanıyorum. Kısaca karşılık vereyim sualinize;

40

Suresi’nin 13. Ayet- i Kerime’sindeki “kavim” târifigibidir. Kavmiyet bir realitedir ve meşrûdur, ama“kavmiyetçilik, ırkçılık” memnûdur, yasaktır; bir“Cebbetü-l cahiliyye”dir.

Bundan anladığım şu: Aynı hedefe doğrukoşan farklı cemaatler esasında tek bir büyük ce-maatin unsurlarıdır. Bu anlamda farklı cemaatle-rin olmasında bir mahzur yok; belki bunda Allah’ınbir rahmeti de söz konusu. Fakat “cemaatçilik”mefhumu için aynı şeyi söyleyemiyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri Münazarat’da, Le-maat’da “hizip”lerin tek çatı altında toplanmasının“atalete”, meseleler karşısındaki vurdumduymaz-lığa itebileceğini der, İfadenin siyam ve sıbakınabakar ve fili târif eden körlerin hamakatine düş-mezsek, oradaki “hizip” mefhumunun “ehl-i hak”olan “amelî mezhepler” mânasına geldiğini görü-rüz. Mesele 20. Lem’a’da daha da vuzuha kavu-şur. “Ehl-i hak” mezheplerin alt birimleri olan diğermesleklere kadar iner. “Ey ehl-i hak! Ey hakperestehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müt-hiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu gör-meyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzüyumunuz.” Takdir edersiniz ki bahsedilen bu“ayıp”, dinî ve imanî kıymetlere karşı işlenen “in-hisarcılık, batıl hüküm verme, hakikati tersyüz

etme” gibi, - Üstad’ın tâbiriyle- “cinayât-ı azime”değil, ferdî günah ve amel eksiklikleridir.

Bireysel gıybetin helalleşme imkânı kolay-ken, cemaat ve toplumsal gıybetin helalleşme im-kânı o kadar kolay olmuyor. Çeşitli guruplarınbirbiri hakkındaki yerli yersiz sözlerini, ağır itham-larını nasıl yorumlamalıyız?

Gıybet mevzundaki hassasiyetiniz ne müsta-kim… Bu güzel sohbet havası içinde ilmihali mü-tearifelerle kimseyi sıkmak istemem ama gıybetinen çirkin olanının fıtrî uzuv eksikliği ya da bünyearızaları olduğunu diyen Allah Resulü’dür. Demekki “gıybet”, şahsî kusurları söyleyerek, -o insaneğer orada hazır bulunsaydı- darılmasını sağlaya-cak şeydir. Gıybetin caiz olduğu yerleri sayarkenBediüzzaman Hazretleri, dinî bir kusurdan dolayıve “istişare sünneti”nin hakkını vermek için kulla-nılan; ‘Onun ile teşri-i mesai etme. Çünkü zarargöreceksin!’ gibi ifadelerin gıybetin şümulüne gir-meyeceğini izah eder ve “İşte bu mahsus – hususi-maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat içingıybet caizdir” ( Mektubat, s: 467) der.

Peki, bir cemaatin gıybeti yapılabilir mi?

Hak ve hakikati izah için, umumi bir grupadını misal vermenin gıybet olduğu kanaatinde

Mayıs 2010

41

değilim, ama bahsedilen kayıtlarla: Garazsız ola-caksın, sırf hak için olacak niyetin, milletin imanınıbatıldan muhafaza maslahatını düşüneceksin kitavrın “livechillah” olsun. Bununla birlikte cema-atlerin topluca “ferdiyetle alâkalı” kusurlarını teş-hir, “ehl-i dalalet” ya da “ehl-i zındıka” denencanibin ekmeğine yağ sürmektir.

Evet haklısınız bunun için dilimize sahip çık-mamız gerekmiyor mu?

Hani mâna olarak Hadis-i Şerif malumdur.Hani bir Sahabi’ye buyuruyorlar: “İnsanı Cehen-neme yüz üstü sürükleyen şeyi söyleyeyim mi?”Eliyle dilini göstererek, “İşte buna hâkim olama-maktır.” diye izah buyuruyor. (Evkamekal) Biz bumânadaki emirleri sadece gıybet etmemek şek-linde anlıyoruz. Elbette şümulünde o da var amatemel talimatın, “dil ile imanın zıddına ve afâki te-viller”le söz söylemek olduğunu Hadis müfessirleribeyan ediyorlar. (Mesela İmam-ı Nevevi)

Biraz önce maslahat için gıybete cevaz veril-diğini söylediniz. İyi ama maslahat adına hakikatiincitenler yok mudur? Buna ne dersiniz?

Bir anekdotla cevap vereyim: Muhitimizdebir konferans düzenlenmişti birkaç sene evvel.Mevzu; “Peygamberimizden Müjdeler.” Konuş-macı, konferansın bir yerinde “Hâla Hz. İsa’nıninişini bekleyenler var!” gibi bir laf etti heyecanakapılarak; yani Hz. İsa’nın nüzul etmeyeceğini, sa-dece bir şahs-ı mânevi olduğunu demek istedi.Hâlbuki bütün ehl-i sünnet itikad kitaplarına bakı-nız, Risale-i Nur’un Mektubat eserinin 15. Mek-tup’taki izaha bakınız, oralarda Hz. İsa aleyhisselam’ın “semada cism-i beşerisiyle” bulunduğu,“zemin müheyya” olunca “Rahmet-i İlahiye’ninsemasından nüzul” edeceğinin izahından başka birşey göremezsiniz. Konuşmanın sonunda bunlarıhatırlatınca, kendisinin de bunları bildiğini, amamaslahat için o sözleri etmesi gerektiğini deyinceiçimden şu Hadis-i Şerif ’i hatırladım: “Ya hayırsöyle, ya sus!” Maslahat eğer hakikati eğdirip senibatıla atacaksa, susmayı seçebilirsin veya o mev-zua hiç temas etmezsiniz, olur biter. Ümmet-i Mu-hammed’in, yani Ümmet-i İcabe olan bizMüslümanların maslahat için hakikatı ters göster-

memelerinin, o ideal toplumun inşasındaki “şeh-rah”, en büyük yol, “cadde-i kübra” olduğuna ina-nıyorum. Maslahat eğer öyle gerekiyorsa susarsın,seni izleyenleri saptırmamış olursun böylece. Sap-mış, hakikatten huruç etmiş kimselerle de tevhidîbir toplum inşa edilemez. “Cemaatta vahid-isahih”in temini için “ilim” ve “cehaletin izalesi”şarttır.

Son olarak şöyle bir soru sormak istiyorum.Biz Müslümanların aramızdaki ayrılıklara sebepolan şey nedir? Nedir birliğimizi bozan?

İlim; Kur’an-ı Azimüşşan ve “Kur’an’ın tefsirimahiyetinde olan sünnet/hadisler”den müteşekkil-dir. Bedahetle görürüz ki; ihtilafımızın sebebi bun-lardan cehaletimizdir, Risale-i Nur’u“müsteşriklerin Mevlana Hazretlerine baktığı gibi”anlamamızın –yani anlamamamızın- sebebi de bucehalettir. “İttihad cehil ile olmaz” çünkü.

Mayıs 2010

42

Aydın BAŞAR

Dava AdamıBediüzzaman

Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleribatıl karşısındaki korkusuzluğu veİslamî mücadeledeki inatçılığıyla bi-

linen bir şahsiyettir. İnandığı idealler uğ-runda ömrünü tüketmiş bir dava adamıdır.O, kolay zamanda ahkâm kesenlerdendeğil, zor zamanda hizmet edenlerden ol-muştur. İslam’ın izzetini göstermek husu-sunda en ufak bir zaaf göstermemiştir.Nitekim Sibirya’da esaret altında kaldığı sı-rada Rus komutanın karşısında ayağakalkmaması ve “Ben İslam alimiyim, iman-sızın karşısında ayağa kalkamam” diyerekkarşı koyması; sarığını çıkartmasını iste-yen Ankara Valisi’ne “Bu sarık ancak bubaşla birlikte çıkar” diyerek cevap vermesi;İngiliz Anglikan Kilisesi Başpapazının; “İs-lamiyet hakkında sorduğum altı soruya altıyüz kelime ile cevap isterim” demesi üze-rine “Ayağını boğazımıza basmış vaziyetteküstahça soru soran bu papaza, değil altıyüz kelime; değil altı kelime bir tükürük ilecevap veriyorum!” beyanıyla anlamlı birders vermesi; Divan-ı Harp’teki mahkeme-den berat etmiş olmasına rağmen mahke-meye teşekkür etmeyerek, talebeleriylebirlikte “Zalimler için yaşasın cehennem”sloganıyla Beyazıt’tan Sultan Ahmet kadaryürümesi, onun İslam’ın izzetini en güzel birşekilde temsil ettiğini ispatlamaktadır.

“Ayağını boğazımıza bas-mış vaziyette küstahça sorusoran bu papaza, değil altıyüz kelime; değil altı kelimebir tükürük ile cevap veriyo-rum!”

Mayıs 2010

43

lışmak zorundayız. Kaldı ki bugün Müslümanlar

arası fikir ayrılıklarının ve ihtilafın en temel sebep-

lerinden bir tanesi yeteri kadar birbirimizi tanıma-

mamızdır. Karşılıklı derdimizi anlatmamız ve bir

şeyleri paylaşmamız, zannedersem iletişim prob-

lemlerinin yol açtığı ayrılıkları da bertaraf edecek-

tir. Nitekim Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri de

Müslümanların fikir birlikteliği içinde olmaları ge-

rektiğine inanmış ve din kardeşliğinin önündeki en-

gellerin aşılması için çalışmıştır.

Bizler Bediüzzaman gibi fikir dünyamızda iz

bırakmayı başarmış ve kitleleri etkileme gücüne

sahip müstesna şahsiyetleri tanımada bir acziyet

gösterecek olursak, bu durum; aynı dine inanan

farklı kitlelerin de birbirlerinden uzaklaşmasına se-

bebiyet verecektir. Bizim maksadımız, yeni ayrılık-

lar çıkartmak değil, ayrı düşmüş unsurlarımızı

bütünleştirmek olmalıdır. Şüphesiz bu anlayış Müs-

lüman kardeşliğinin bir gereğidir. Üstad’ın bu ko-

nudaki şu uyarısı gerçekten de takdire şayandır:

“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek

isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan is-

tifade eden zalimlere karşı “MÜMİNLER ANCAK

KARDEŞTİR” kal'a-i kudsiyesi içine giriniz, tahas-

sun ediniz Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de

Mayıs 2010

Bediüzzaman hazretleri ömrü boyunca zulme

boyun eğmemeyi ve batıl ile mücadele etmeyi ken-

disine bir vazife bilmiştir. Bu sebeptendir ki çileli

ömrünü, zindanlarda ve sürgünlerde geçirmek zo-

runda kalmıştır. Fakat zindanda bile olsa Yüce Al-

lah’ı tanımanın en büyük nimet olduğunun bilinciyle

hiçbir zaman bu durumdan şikâyet etmemiş; bila-

kis memnuniyetini şöyle ifade etmiştir: “O'nu tanı-

yan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır.

Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bed-

bahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum idam olunurken

bedbaht zalimlere demiş: Ben idam olmuyorum;

belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi

idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden, sizden

tam intikamımı alıyorum. Lâ ilahe illallah diyerek

sürûr ile teslim-i ruh eder.”

DİN KARDEŞLİĞİNİ DÜSTUR EDİNMESİ

Bediüzzaman’ın, döneminin siyasal güçleri

ile arasının açık olduğu bilinmektedir. Bu sebepten

birçok defalar haksızlıklara uğramıştır. Müslüman-

lığın mayasında din uğrunda haksızlığa uğrayan

tüm mazlumlara sahip çıkma ve onlara değer

verme erdemi olduğundan Bediüzzaman’ı da diğer

mazlum şahsiyetler gibi tanımak ve anlamaya ça-

44

hukukunuzu müdafa edebilirsiniz.” Bediüzzaman

“Müslüman kardeşliği” ilkesini kendisine düstur

edindiğinden dolaydır ki kavmiyetçiliği kardeşliğin

önündeki en büyük engel olarak görmüştür. Mese-

leye bu nokta-i nazardan bakarak şöyle söylemiş-

tir. “Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din

milliyet bizzat müttehiddir, itibari, zahiri, arizi bir ay-

rılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur.” Bu

önemli tespiti bile onun kıymetini bir kez daha göz-

ler önüne sermektedir.

MEDENİYETTEN İSTİFASI

Bediüzzaman istibdada ve baskıya boyun eğ-

meyen, özgürlüğünden taviz vermeyen haysiyetli

bir kişiliğe sahiptir. Zorlama ve dayatmalarla dava-

sından vazgeçecek veya şartların müsait olmadı-

ğını bahane ederek mücadelesini sekteye

uğratacak bir kişilik değildir. Öyle ki “Bu mimsiz me-

deniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i

kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Ana-

dolu’nun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâ-

dır” diyerek hürriyetsiz bir hayatı insanlık izzetine

aykırı bulmuş ve böyle bir hayatın figüranı olmak-

tansa, Doğru Anadolu dağlarındaki münzevi fakat

özgür hayatın başrolünde oynamanın evla oldu-

ğunu söylemiştir.

Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri medeni-

yetin kendi öz değerlerimizden beslenmesi gerek-

tiğini düşünmüş ve batıdan devşirilmeye çalışılan

sözde bir uygarlığın bizim dallarımıza aşılanma-

sına kavi bir şekilde karşı çıkmıştır. İslam’ın genle-

rinin bu toplumun iliklerine kadar işlediğini bilen

Üstad, biz “biz” olarak kaldığımız müddetçe böyle

bir aşının tutmayacağının da farkındadır. Bu dü-

şüncelerle –haşa- dayatılmış sahte medeniyete ki-

şiliğini kiraya vermek ve onun şartlarına adapte

olmaktansa, başına gelecekleri de göze alarak me-

deniyetten istifasını sunmuştur. Nitekim Mehmet

Akif Ersoy’u Mısır’a göç ettiren sebepler Üstad’ın

da böyle bir tavır almasını gerektirmiştir. Bediüz-

zaman, Akif’in “tek dişi kalmış canavar” olarak ni-

telendirdiği medeniyetten şu sözlerle istifa etmiştir:

“Medeniyetten istifam sizi düşündürecek. Evet

böyle istibdat ve sefahate ve zillete memzüc me-

deniyete bedeviyeti tercih ediyorum.”

Böyle bir kararı alarak bir nevi kendisini gün-

cel olaylardan soyutlamış ve batıdan gelen fikir

akımlarının zehriyle kıvranan İslam gençliğini ye-

niden imana döndürmek için eserler telif etmeye

koyulmuştur. Onun kendisini soyutlama nedeni, -

denemin fikir açlığı da düşünülürse-, bir nevi bu ko-

nudaki ihtiyacı karşılamaya yöneliktir. Zira o,

imanın delillerinin yeniden ortaya konulamadığı

takdirde, batıl felsefelerle ülkeye giren birçok ze-

hirli akımların büsbütün gençleri ifsat edeceğini dü-

şünmektedir. Her ne kadar gündemi takip etme

noktasında, medeniyetten istifasının gereğini

yapsa da zaman zaman hükümetin icraatlarını

genel ifadeler kullanarak eleştirmekten de geri dur-

mamıştır. Şu ifadeleri bunun bir örneğidir: “Hükû-

met-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum.

El'iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına, îmanına ve

âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları

yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise,

bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin

canım olsa, îmâna ve âhiretime feda etmeğe hazı-

rım. Ne yaparsanız yapınız!” Bu sözleri ile İslam

şeriatine bağlılığını bildiren Bediüzzaman hazret-

leri “Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda et-

meye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve

adalet-i mahz ve fazilettir” diyerek bu konuya bir

kez daha dikkat çekmiştir.

Bu ve benzeri sözlerinden dolayı defalarca

yargılanan ve uzun yıllar soğuk zindanlarda zor

şartlar altında yaşayan Bediüzzaman her mese-

leye İslam nazarından bakmasının sebebini ise

şöyle açıklamıştır: “Ben talebeyim; onun için, her

şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben mil-

liyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum; onun için, her

şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme

ediyorum.” Üstad yönetim alanındaki düşüncele-

rini söylemekten de çekinmemiştir. Öyle ki yönetim

ile ilgili temel görüşünü şu şekilde formülize etmiş-

tir. “Padişah peygamberimizin emrine itaat etse ve

yoluna gitse halifedir, biz de ona itaat edeceğiz.

Yoksa Peygamber’e tabi olmayıp zulüm edenler

padişah da olsalar haydutturlar.“

SİYASET HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ

Tarihçe-i Hayat’ta bildirildiğine göre Bediüz-

zaman hazretleri siyaseti dine alet etmekle ve gizli

Mayıs 2010

45

siyasi komite kurmakla suçlanmıştır. O bu suçla-

malara karşı şöyle cevap vermiştir: “Siyaseti din-

sizliğe âlet yapan bazı adamlar; kabahatlerinin

setri için, başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet

yapmakla ittiham ederler.”

Her ne kadar döneminin şartları ve o günkü

tek partili sistemde siyasi ortam müsait olmadığın-

dan veya iman hizmetinin sekteye uğramaması için

tedbir mahiyetinde siyasetin şerrinden Allah’a sı-

ğınsa da bu durumu kendi zamanı ile sınırlamıştır.

Kaldı ki kendi kullandığı lafızlara baktığımızda bir

mukayyetlik görülmektedir. “Şimdilik İstanbul siya-

seti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır” sözün-

deki “şimdilik” lafzını ve “Menfaat üzerine dönen

siyaset, canavardır” sözündeki “menfaat üzerine

dönen” kaydını boş yere söylemediğini düşünecek

olursak onun bu konudaki görüşlerini daha da iyi

anlarız.

Bediüzzaman aynı zamanda talebelerinin Ri-

saleyi Nur namına değil fakat kendi şahısları na-

mına siyasete girmelerinde bir mahzur

görmemiştir. Hatta kendi namına siyasete giren ta-

lebelerinin Risale-i Nur’un intişarı ve maslahatı he-

sabına çalışacaklarını söylemiştir.

AYASOFYA DAVASI

Bediüzzaman’ın en bariz vasıflarından birisi

de söyleyeceği sözü eğip bükmeden, İslam’ın iz-

zetine yakışır bir tarzda söyleyebilmesidir. Bir alim

olarak yalnızca Allah’tan korkmayı kendisine düs-

tur edinen Bediüzzaman yeri geldiğinde net tepki-

ler vermekten de geri durmamıştır. En önemli

itirazlarından bir tanesini bugün bazı çevrelerce

hemen hemen hiç dile getirilmeyen Fatih Sultan

Mehmet’in vasiyetnamesi konusunda yapmıştır. O

bu vasiyetnamenin ihlal edilmesine karşı çıkmış ve

şu sözleriyle tepki göstermiştir: “Ayasofya'yı put-

hane ve Meşihat'ı kızların lisesi yapan bir kuman-

danın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve

ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itibariyle amel

etmiyoruz.”

Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri kendi

döneminin şartlarını çok iyi tahlil edebildiğinden

Müslümanların sorunlarına mantıklı çözümler

üretme noktasında yol gösterici bir konuma sahip-

tir. Dost ve düşmanını çok iyi tanımakla beraber,

kime nasıl davranacağını da çok iyi bilen birisidir.

Ülkedeki dengeleri bozan gizli güçlerin faaliyetleri-

nin de farkındadır. Onlara karşı gözlerini yumarak

veya onları görmezden gelerek sorunların halledi-

lemeyeceğini bilmektedir. Üstad, sorunların teme-

line inmeyi başarmış ve kardeşlerini de şöyle

uyarmıştır: “Aziz Sıddık Kardeşlerim, Sizin sebat

ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün

plânlarını akîm bırakıyor” Görüldüğü gibi o, ülke-

deki dış mihrakların kuklası olan gizli güçleri inkar

etmemiş ve onlarla bir mücadelenin gereğine inan-

mıştır. Bugün gizli örgütlerden bahsedenleri “kom-

plo teorisi üretmek”le suçlayan bazı kimselerin

hayatın tozpembe olmadığını anlayıp, bu güçlere

dikkat çeken Bediüzzaman’ın tespitlerine kulak

vermeleri elzemdir.

SONUÇ

Bediüzzaman hazretleri dinin aleyhinde

kanun çıkaran hükümeti eleştirmesiyle, masonlara

ve onların gizli derneklerine karşı kardeşlerini uyar-

masıyla, Adnan Menderes’ten Ayasofya Camii’nin

tekrar ibadete açılmasını talep etmesi ve böylece

Fatih’in vasiyetine sahip çıkmak istemesiyle ve

daha birçok örnek vasıflarıyla büyük bir dava

adamı olduğunu ispat etmiştir.

Mayıs 2010

46

Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE

DÜNYAHAYATIYLAMUTMAİNOLMAK

Dünyaya aşırı meyil, onunla yetin-mek, ötesini düşünmemek âhiretihatıra getirmemeye neticede onu

inkâr etmeye götürebilir. Nitekim, "Huzuru-muza çıkacaklarını ümid etmeyen,dünya hayatına razı olup, onunla mut-main olanlar yok mu, işte onların kazan-makta oldukları günahlar yüzündenvaracakları yer ateştir" (Yûnus, 7-8), "Hayır!doğrusu siz dünyayı seviyor, âhireti bı-rakıyorsunuz" (Kıyame, 20-21) âyetlerinin deifâde ettiği gibi, âhireti inkâr sebeplerindenbirisi de, dünya hayatıyla itminândır.

""Dünya hayatına razı oldular veonunla mutmain oldular..." âyeti ifâdeediyor ki, onlar başka dâimî ve daha yük-sek bir hayat için düşünüp, fikir yürütmedi-ler. Çünkü dünya hayatına rızâ ve onunlayetinmek, nazarı âhiret hayatına delâleteden şeylerden uzaklaştırır. Ehl-i hidâyetise, bu dünya hayatını nâkıs bir hayat ola-rak görürler. Kendilerinde bu dünya hayatı-nın bulanık hallerinden müberrâ başka birhayatı arama hissi uyanır... Bu yüzdendünya hayatına razı olmak, zemmedilen veinsanı hüsrân uçurumlarına yuvarlayan birşey sayılmıştır"1.

Çünkü bu âyet mefhûm-u muhâlifiyle,dünya hayatıyla iktifâ etmemeyi emrediyor.Sadece dünya hayatına bağlanıp ötesiniaramamaktan sakındırıyor. Denilebilir ki,Yüce Allah hakikatte dünya hayatını böyle

"Dedi ki, bunun (bahçe-nin) hiç bir zaman yok ola-cağını zannetmiyorum.Kıyametin kopacağını dazannetmiyorum, faraza Rab-bimin huzuruna götürülür-sem bundan daha iyi birakibet bulurum"

Mayıs 2010

47

nâkıs ve insanı tatmin etmeyecek bir sûrette ya-ratmış ki, insanoğlu bu hayata nazar ederek, buhayatın gerçek hayat olmadığını, âhiretin lüzû-munu anlasın, rûhundaki ebediyet arzusunu tatminedecek başka bir âlem arasın. Fakat dünyayameyil insanı bu delillere karşı kör ediyor. Böylece“Dünya sevgisi her türlü hatanın başıdır”2 sö-zünün hükmü tezâhür ediyor.

"Dünya hayatı onları aldattı, oyaladı" âyeti debu manaya işâret etmektedir. Yani bunları dünyahayatı aldattı ve zannettiler ki dünya hayatı de-vâmlıdır. İman ettikleri takdirde ise, bu hayatınzevâl bulmasından korktular3. Yani imân onlaraâhireti, ölümü hatırlattığı için, dünya hayatının de-vâmlı olduğu vehmi de onları memnûn edip oyala-dığı için, imân edip de bu tatlı uykularındanuyanmak istemediler...

Bazen aşırı refâh ve zenginlik de, insanı şı-martıp, dünyaya ebedî kalacakmış gibi meyletti-rip, âhireti inkâra sebep olabilir. Şu âyet-i kerîmebu gerçeğe işâret etmektedir: "İnsan kendinimüstağnî gördüğü zaman azar" (Alak, 6-7). "Dedi-ler ki, biz malca ve evlatca çoğuz ve biz azabamarûz kalacak değiliz" (Sebe', 35) âyetinde de, evlâdve emvâlin çokluğuyla övünmeden sonra "Bizazaba marûz kalacak değiliz" denilmesi, mal veçocukların çokluğunun onları aldatıp, onlarla ebedikalacaklarını zannedip, azabı inkâr etmeye sev-kettiğine işâret etmektedir.

Nitekim, cahiliyye dönemi Mekke âhalisininzeki, kabiliyetli, dünya arzusuyla dolu olan zengintüccarları gelecek hayata, âhirete dâir hiç bir şeyöğrenmek istemiyorlardı. Onlara göre böyle bir şeyolamazdı. Mekkelilerin Kur'ân'ın tekrar dirilme fik-rine karşı olan bu menfi davranışlarında iş adamıolma zihniyetlerinin rolü büyüktür. Bu durum on-larda zengin tüccarların kendine güvenme halini,Kur'ân'ın deyişiyle istiğnâ halini doğurmuştu. As-lında bu istiğnâ durumu sadece Mekkelileri dindenuzaklaştırıcı bir sebep değil, bütün insanlar için ge-çerli fıtrî bir haldir. Bu yüzdendir ki, Kur'ân-ı Ke-rîm'de bu durum ifâde edilirken, "İnsan kendinimüstağnî gördüğü zaman azar" (Alak, 6-7) buyrul-muştur.

Kehf sûresinde kıssası nakledilen, öldüktensonra tekrar dirilmeyi inkâr eden bahçe sahibinininançlı arkadaşına hitaben söylediği şu ifâdeler deaşırı zenginlik ve mal düşkünlüğünün âhireti inkârasebep olabileceğini göstermektedir. Şöyle buyrulu-yor: "Dedi ki, bunun (bahçenin) hiç bir zamanyok olacağını zannetmiyorum. Kıyametin kopa-cağını da zannetmiyorum, faraza Rabbimin hu-zuruna götürülürsem bundan daha iyi bir

akibet bulurum" (Kehf, 35-36). Bu âyet, sahip olduğuzenginliğin ebediyyen kalacağını veya zenginliği-nin kendisini ebedileştireceğini zanneden kimsenindurumunu tasvîr etmektedir.

Ekinlerin, meyvelerin, ağaç ve nehirlerin hertaraf ve her köşede sürekli olarak devâm edip git-mesi ona böyle bir zan vermişti4. Hatta o, bu şey-lerin kendisinden ayrılmayacağına öylesineinanmıştı ki, farazâ âhiret olsa bile, orada da böyleşeylere kavuşacak, değişen bir şey olmayacaktır.Ona göre, madem ki, bu dünyada bu zenginliklerihak etmiştir, âhirette de bu zenginliklere kavuşmaktabiî bir hakkıdır5.

Zenginliğin pek çok insanı bu hale getirmesi,müslüman zenginler için de geçerli olabilmektedir.Nitekim, bazı müfessirler zamanlarındaki müslü-man zenginlerin de, dilleriyle söylemeseler de,lisan-ı halleriyle, "bunun hiç bir zaman yok olaca-ğını zannetmiyorum" ifâdesini terennüm ettikleriniifâde etmişlerdir6. Çünkü bazı zenginler zenginliğinverdiği şımarıklıkla, Allah ve âhiret endişesini orta-dan çıkararak, haşa, Allah ve âhiret yokmuş gibiyaşamaktadırlar7. Bir âyette de ifâde edildiği gibi,uzun müddet refâh içinde yaşamak, böyleleri için,Allah'ı ve âhireti unutmaya sebep olan büyük birmusibettir8.

Zenginliğin bu tehlikesinden olsa gerektir ki,Hz. Süleymân Allah'a şöyle yalvarmıştır: "Rabbim,bana ve ana-babama in'âm ettiğin nimetlere şü-kretmeye beni muvaffak kıl..." (Neml, 19) Peygam-ber Efendimiz (s.a.v) de şöyle duâ etmiştir:"Allahım, Muhammed ehl-i beytinin rızkını ye-teri kadar ver"9.

"O (arkadan çekiştiren, yüze karşı eğlenenkimse) mal topladı da onu sayıp durdu. Malınınkendisini ebedî kılacağını zannediyor" (Hümeze, 2-3)

âyetinde de, bu duygu yani cimrilikle toplanmış malve kazanılmış zenginliğin insanı nasıl âhirettenoyaladığı ve elindeki para ve malların kendisiyleberaber ebedî olarak kalacakları zann-ı bâtılına dü-şürdüğü, ulvî bir üslûbla ifâde edilmiştir.

"Allah'ın verdiği rızka karşı şükrü, onu yal-anlamakla mı yerine getiriyorsunuz?" (Vakıa, 82)

âyetinde de, inkârcıların, bir nimet olan rızık ve re-fâhı, şükür sebebi değil de, inkâr sebebi yaptıkla-rına işâret ediyor.................................................................................................

*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.

Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler

yapılarak hazırlanmıştır. , 1. İbn Aşûr, XI, 99., 2. Bkz. Alauddin Ali el-Muttakî el-Hindî, Kenzu'l-Ummâl fî Süne-

ni'l-Akvâli ve'l-Ahvâl, Müessesetu'r-Risale, Beyrut, 1979, III, 192. Bu sözün hadîs olması muhtemel olduğu gibi,

bazı büyük zatlara da nisbet edilmiştir (bkz. Aclunî, s.412-413). Hadîs olmasa da, manasının doğruluğu açık-

tır., 3. Kurtubî, VII, 57., 4. Bkz. İbn Kesîr, III, 88., 5. Bkz. Zemahşerî, II, 484., 6. Bkz, Zemahşerî, II, 484; Ne-

sefî, III, 13., 7. Bkz. Veli Ulutürk, Kur’an-I Kerim Allah’I Nasıl Tanıtıyor?, s. 278., 8. Bkz. Furkân, 18., 9. Buharî,

Rikâk, 17, VII, 181; Müslim, Zühd, 18, 19, IV, 2281; Tirmizî, Zühd, 38, VII, 101.

Mayıs 2010

48

Muhammed Ali es-Sâbûnî

(Çev: Ömer Faruk Tokat)

CennetKimseninTekelindeDeğil; Mâliku'l-Mülk OlanAllah'ınElindedir

Allah Teâlâ'ya hamd ve âlemlere rah-met olarak gönderilen O'nun değerli elçisiefendimize salât u selâm ederiz.

Değerli kardeşim Prof. Dr. SüleymanAteş'in, Türkçe olarak yayınlanan "İslâmîAraştırmalar" dergisindeki "Cennet KimseninTekelinde Değildir" başlıklı yazısını(*) çevir-men aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) ha-sebiyle, kardeşleri olan insanları savunmagayreti sebebiyle kendisini kutluyorum; Mez-kur makaleden anlaşıldığı üzere, sayın Ateşhiçbir insanın cehenneme gitmesini isteme-mektedir. Bu, her müminin hatta her aklı ba-şında insanın, beşeriyetin bütün fertleri içinarzu ettiği değerli bir insani taleptir. Çünkübizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz veÂdem'in çocuklarıyız. Nitekim Allah Teâlâbunu şöyle ifade eder: "Ey insanlar! Sizibir tek nefisten yaratan ve ondan daeşini yaratan ve ikisinden birçok erkek-ler ve kadınlar üretip yayan Rabbiniz-den sakının" (Nisâ, 1). Dolayısıyla akl-ıselîm bir insanın diğer insan kardeşlerininkurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez.

Ancak sayın Ateş'in makalesinin başlığıinsanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir.Biz Müslümanlar olarak cennetin "tekeli-mizde" olduğunu hiç öne sürdük mü? Yoksabu iddia hemcinsleri ve dindaşları hususunda

"«Yahudi veya Hıristi-yan olmayan kimse el-bette cennete girmeyecek» dediler" "Bu onla-rın bir kuruntusudur. Sende onlara: «Eğer sahidendoğru söylüyorsanız deli-linizi getirin» de" (Bakara, 111)

Mayıs 2010

49

için birtakım şartlar belirlemiştir. Bu şartları şöyle sı-ralamak mümkündür: Allah'a, kitaplara, peygamber-lere, âhiret gününe ve Kurân-ı Kerîm'in getirdiği herşeye, tahrif etmeden, saptırmadan ve değiştirmeden,"işittik ve îman ettik" teslimiyetiyle inanmaktır. Ni-tekim Allah Teâlâ bunu şöyle açıklar: "Peygamber,Rabbi tarafından kendisine indirilene imanetti, müminler de (iman ettiler). Her biriAllah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamber-lerine iman ettiler. «Allah'ın peygamberlerin-den hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik,itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüşsanadır» dediler." (Bakara, 285).

Peygamberler arasında ayrım yapmanın ma-nası, onların bazılarına inanıp bazılarına inanma-maktır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette bunuşöyle açıklar: "O kimseler ki ne Allah’ı tanırlarne rasûllerini ve o kimseler ki Allah’ı tanıdı-ğını iddia edip rasûllerini tanımayarak, Allahile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve okimseler ki «rasûllerin bazısına iman ederiz,bazısını reddederiz» derler ve böylece iman ileküfür arasında bir yol tutmak isterler, İşte bun-lar gerçek kâfirlerin ta kendileridir." (Nisâ, 150).Bütün müfessirlere göre bu ayet-i kerîme Yahûdi veHristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü pey-gamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını redde-denler onlardır; Yahûdiler Hz. Mûsâ'ya iman ederkenHz. İsâ ve Hz. Muhammed'i inkâr etmekte, Hristi-yanlar ise Hz. İsâ'ya iman ederken Hz. Muhammed'ireddetmektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ "İşte bunlargerçek kâfirlerin ta kendileridir" buyurarak onlarınhepsinin kâfir olduğuna hükmetmiştir.

YAHUDÎ VE HRİSTİYANLARIN KÂFİROLDUĞU KESİN AYETLERLE SABİTTİR

Yukarda da belirttiğimiz üzere mezkûr ayet-i ke-rîme dinsizlerle ve müşriklerle değil, ehl-i kitâb ile il-gilidir. Makalenin yazarı değerli dostumuz Prof. Dr.Süleyman Ateş'e soruyoruz: Yahûdi ve HristiyanlarHz. Muhammed'in peygamberliğine imân etmekte veKurân-ı Kerîm'e inanmakta mıdırlar? Eğer sayınAteş'in bu soruya cevabı "evet"se Kurân-ı Kerîm'in on-larla savaşılmasına yönelik hükümleri ve onlarınküfür ve sapkınlık içinde olduklarını belirten ayetlerinasıl açıklanacaktır? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyu-rur: "Kendilerine kitap verilenlerden olduklarıhalde, Allah’a da, âhiret gününe de iman et-meyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını

Mayıs 2010

ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Ya-hudi ve Hıristiyanlara ait değil midir?

Cennete girme hususunda "tekelci" bir yakla-şıma sahip olanların Yahûdî ve Hristiyanlar olduğunuKurân-ı Kerim haber vermektedir: "«Yahudi veyaHıristiyan olmayan kimse elbette cennete gir-meyecek» dediler" (Bakara, 111). Yani Yahudîleryalnızca kendilerinin cennete gireceğini, Hıristiyanlarda yine yalnızca Hristiyanlık dinine mensup olanla-rın cennete gireceğini iddia ettiler. Allah Teâlâ ise heriki grubu da yalanlayarak "Bu onların bir kurun-tusudur. Sen de onlara: «Eğer sahiden doğrusöylüyorsanız delilinizi getirin» de" (Bakara,111) buyurmaktadır. Yani Allah'ın cenneti diğer in-sanlara değil, yalnızca size tahsis ettiğine dair apaçıkdelil ve burhanlarınızı getirin. Eğer "cennete Yahudive Hristiyanlardan başka hiç kimse giremez" iddianı-zın doğru olduğunu düşünüyorsanız delilinizi gösterinbuyrulmaktadır. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim nassınında açıkladığı üzere, bu iddianın sahipleri, Müslü-manlar değil, Yahudi ve Hristiyanlardan oluşan ehl-ikitaptır. Allah'a hamdolsun ki biz Müslümanlar, cen-netle ilgili bu "tekelci" iddiadan beriyiz.

CENNETE GİRMEK İÇİN KUR'ÂN'CABELİRLENEN BİRTAKIM ŞARTLAR VARDIR

Şüphesiz Cennet kimsenin "tekelinde" ve mül-künde değildir. Yani orası, hiç kimsenin dilediğinioraya sokabileceği, dilediğine de onu yasaklayabile-ceği özel bir alan değildir. Bilakis o Allah'ın (azze vecelle) yedinde ve mülkündedir. Cennete girmeninKur'ân'ca belirlenen ve mutlaka uyulması ve yerinegetirilmesi gereken birtakım şartları vardır. Malum ol-duğu üzere Kurân-ı Kerîm güneşin gün ortası parlak-lığı kadar açık ve nettir.

Dostumuz Sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş, be-nimsediği mezkûr düşünceyle ilgili tutucu ve mutaas-sıp bir eda sergilemeyerek sağlıklı ve sakin birtartışmaya hazır olduğunu belirtirse sevinir ve müte-şekkir oluruz. Bu tartışmada doğruya ulaşmaktanbaşka bir hedefimin olmadığını burada bâhusûs be-lirtmek isterim. Hedefimiz, doğruya ulaşmak veKitâb-ı Azîz'in getirdiği saf hakikati hiçbir taassuba vetutuculuğa mahal bırakmadan bulmak olsun.

Kurân-ı Kerîm, gerek Hz. İsâ'nın, gerek Hz. Mu-hammed'in ve hatta bütün peygamberlerin –Allah'ınsalâtı hepsinin üzerine olsun– diliyle, cennete girmek

50

haram tanımayan, hak dinini (İslâm'ı) din ola-rak benimsemeyen kimselerle zelil bir vazi-yette tam bir itaatle, cizye verinceye kadarsavaşın." (Tevbe, 29).

Biz Müslümanlar, kıldığımız namazların her re-kâtında Fâtiha sûresini okuruz ve bu sûrede "Nimetve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Ga-zaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil."âyeti vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) buradaki "Ga-zaba uğrayanları" Yahûdiler; "sapkınları" ise Hris-tiyanlar olarak tefsir etmiştir. Takdir edersiniz ki, Hz.Peygamber'in bu tefsirinden sonra artık kimseye sözdüşmez (Bu açıklama için İbn Kesîr Tefsirine bakınız).Kurân-ı Kerim'de Yahûdi ve Hristiyanları cehennemkonusunda müşriklerle eş tutan bir çok ayet vardır:"Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olankâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehen-nem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıklarınen şerlisidirler." (Beyyine, 6), Yahûdilerle ilgili şöylebuyrulmaktadır: "Küfürleri ve Meryem hakkındapek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle(lânete uğramışlardır)" (Nisâ, 156), Hristiyanlarlailgili şöyle buyrulmaktadır: "Andolsun ki, «Meryemoğlu Mesih, Allah'tır.» diyenler kafir olmuşlar-dır" (Mâide, 17), "Andolsun ki, «Allah üçten bi-ridir» diyenler kâfir olmuştur" (Mâide, 73). YineHristiyan ve Yahûdilerle ilgili şöyle buyurulur: "Ya-hudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğullarıve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse gü-nahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?"(Mâide, 18).

Bütün bu ayet-i kerîmeler, Yahûdi ve Hristiyan-ların küfür içinde olduğunu açık bir şekilde belirtirkenve onlar Allah'ı ve Rasûlü'nü yalanlayıp dururken vehak dîni kabul etmezken biz onların îman sahibi ol-duklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebi-liriz? Üstelik Allah Teâlâ Hz. Îsâ'nın diliyle şöylebuyurur: "Oysa Mesih, «Ey İsrailoğulları! Rab-bim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin; kimAllah'a ortak koşarsa muhakkak Allah onacenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zul-medenlerin yardımcıları yoktur» dedi" (Mâide,72).

Onları cennete girmekten mahrum bırakan bizdeğiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh'in Al-lah'ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh'in çar-mıha gerildiğine inanarak ve ona ilahlık isnad ederekcennete girmekten yüzçevirdiler.

Kurân-ı Kerîm onların küfre saptığını, İsâ'yı ilah-laştırdıklarını veya Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunuveya "üçün üçüncüsü" olduğunu öne sürerek Allah'aortak koştuklarını anlatmaktadır.

Günümüz Yahudi ve Hristiyanları içinde Hz.Muhammed'in (s.a.v) peygamberliğine imân eden veKurân'ın doğruluğuna inananlar var mıdır? Böyle bi-rileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim geze-genimizde mi yoksa Zühre ya da Merih gibi bir yerdemi yaşamaktadırlar? Yahûdi veya Hristiyan olup daYahûdîlik veya Hristiyanlık dinine bağlı kalan;Allah'ın, cennete girmenin şartı olarak belirlediğibütün kitaplara ve peygamberlere îman eden bir ki-şiyi bize gösterebilir misiniz ki onun ehl-i îmândan ol-duğunu kabul edelim? Eğer böyle biri yoksa bumeyanda söylenilen bütün sözler bir takım hayal verüyalar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.

CENNETE GİRMEK İÇİN HZ. MUHAMMED(S.A.V)'E İMAN ETMEK VE ONA TÂBİ

OLMAK ŞARTTIR

Değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş'edemek isteriz ki; cennete girmenin olmazsa olmazşartı, Hz. Muhammed'e îmân etmek ve Allah'tan ge-tirdiği her şeye tâbi olmaktır. Yoksa sayın Ateş'in –Allah onu affetsin- "Yahûdi ve Hristiyanların Hz.

Mayıs 2010

51

Peygamber (s.a.v)'e, ona vahiy geldiğine ve getirdik-lerinin hak olduğuna inanmaları durumunda kendidinleri üzere ibadet etmeleri cennete girmeleri için ye-terlidir; dinlerini terk edip Hz. Peygamber'in dininetâbi olmaları şart değildir" mealindeki iddiası olabil-diğince problemli ve anlamsızdır. Daha önce de be-lirttiğimiz üzere ne Hristiyanlık inancının lideriVatikan'daki "büyük Papa", ne de en alt seviyedekibir papaz ya da haham, yani Yahûdi ve Hristiyanlar-dan hiç kimse Peygamberimizin ve Kurân-ı Kerîm'inhak olduğuna inanmamaktadır. Bütün Yahûdi veHristiyanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğini yal-anlamaktadır. Farz-ı muhal kabilinden bir an için on-ların Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğineinandıklarını, Mesîh'in ilahlığını ve Allah'ın oğlu ol-ması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsekbile bu yeterli değildir. Mutlaka, Hâtemu'l-Enbiyâ ve'l-Murselîn olan Hz. Muhammed'e tâbi olmaları veonun getirdiği dine ters düşen dini terk etmeleri ge-rekir ki bu Allah Teâlâ'nın yüce kitabında zorunlu kıl-dığı bir şarttır. Şurası kesin bir vakıadır ki, Hz.Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların öne sürdüğü gibisadece Araplara değil, bütün beşeriyete gönderilmiş-tir. Yahudi ve Hristiyanlarla Hz. Peygamber'in risâle-tiyle ilgili tartışmalarımızda kendilerine apaçık delillergetirdiğimizde, "O Arapların peygamberidir do-layısıyla ona tâbi olmak bize vâcip değildir"derler. Ama biz şu an Müslümanlarla ve Müslüman-lara tefsir ve diğer şer’î ilimler dersleri veren Prof. Dr.Süleyman Ateş'le karşı karşıyayız. Şimdi onlara sora-lım: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in risâleti Arap-larla mı sınırlıdır yoksa bütün insanlık için bağlayıcılıkifade eden bir kapsayıcılık mı ifade etmektedir? Busorunun cevabı çok açıktır; "Ey Rasûlüm, Biz senibütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, aza-bımızın uyarıcısı olarak gönderdik" (Sebe, 28),"Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafın-dan gönderilen Peygamberim" (A'râf, 158) âyet-leri sebebiyle Hz. Muhammed'in peygamberliğininumûmî olduğunu hiç kimse inkâr edemez. O haldeHz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmişse onatâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir? YoksaAllah Teâlâ ona îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonraona muhalefeti ve tâbi olmamayı mübah mı addet-miştir?!

Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.v)'e iman et-meyi, onu desteklemeyi ve getirdiklerine tâbi olmayıbütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta on-lardan söz (ahd ve mîsâk) almıştır: "Hani Allah,peygamberlerden: «Ben size Kitap ve hikmet

verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik edenbir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıpyardım edeceksiniz» diye söz almış, «Kabul et-tiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?» dediğinde,«Kabul ettik» cevabını vermişler, bunun üze-rine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinlebirlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu."(Âl-i İmrân, 81) O halde, bütün Peygamberler Hz.Muhammed'in dönemine yetişmeleri durumundaona tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerinümmet ve tâbilerinin Hz. Muhammed'in dinine tâbiolmakla mükellef olmadığını söylemek ne kadar ger-çekçidir? Şüphesiz bu, garip bir durum ve çok tuhafbir İslâm anlayışıdır.

Allah Teâlâ, Yahûdi ve Hristiyanların îmânınınsahih olması için Hz. Muhammed (s.a.v)'e tâbi olma-larını zorunlu kılarak şöyle buyurur: "Onlar ki yan-larında Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları oRasûle o, ümmî Peygambere ittiba' ederler"(A'râf, 157) Bu ayette sözü edilen peygamber kim-dir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. İsâ veya Hz. Nûh ya da Hz.İbrâhim midir? Hiç şüphesiz, burada zikredilen pey-gamber Hz. Muhammed (s.a.v)'dir. Çünkü ayet-i ke-rîme o peygamberi ümmîlikle vasfetmiş, Tevrat veİncil'de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahipolan peygamber de Hz. Muhammed'den başkası de-ğildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmektenveya risâletini tasdik etmekten değil ona tâbi olmak-tan sözediyor. Tâbi olmak ise onun getirdiği şeriatlaamel etmek ve dinine sarılmaktır. Yoksa zorunlulukve ittibâ içermeyen imanın anlamı yoktur. Bu aynı za-manda Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiğiPeygamber'i tasdik etmenin şartlarından değil midir?!Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer onlar da sizininandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuşolurlar" (Bakara, 137). Bu ayette de görüldüğüüzere hidayetin şartı Müslümanların îmân ettiği herşeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamberHz. Muhammed'e ve onun getirdiği İslâm dînine tâbiolurlar.

İSLÂMA TERS DÜŞEN HER DİNMERDÛDDUR

Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s. a. v)'in getirdiğiİslâm dînine ters düşen her dini reddetmiş ve men-supları dinlerini yaşasalar bile o dinlerin kendi in-dinde makbul olmayıp merdûd olduğunu belirtmiştir.Çünkü Son Peygamber'in gelmesiyle bütün dinler sonbulmuştur. Allah Teâlâ İslâm'ın dışındaki dinleri ke-

Mayıs 2010

52

sinlikle kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyu-rur: "Her kim İslam'dan başka bir din ararsaasla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğ-rayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85). Allah Teâlâ buayette İslâm'dan başka din arayanların isyan, sapkın-lık ve hüsran içinde olduğunu belirtir ve şöyle buyu-rur: "Allah katında din, şüphesiz İslam'dır" (Âl-iİmrân, 19) Yani Allah'ın, Hz. Muhammed'in getirdiğiİslâm dininden başka, kabul ettiği bir din yoktur.İslâm lafzı mutlak olarak kullanıldığında onunla İslâmdininden başka bir din kastedilmez. Nitekim şu ayet-i kerîmede bu çok açıktır: "Bugün size dininiziikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım vesizin için din olarak İslâm'a razı oldum." (Mâide,3) Şimdi akıl sahibi bir insan buradaki "İslâm" ile Hz.Nûh'un, Hz. İbrâhim'in, Hz. Mûsâ veya Hz. İsâ'nın Al-lah'ın hükmüne teslim olmaları manasında Müslü-manlar olmaları ve tevhîdi getirmiş olmalarıhasebiyle, getirdikleri dinlerin kastedildiğini söyleye-bilir mi? Yoksa bu ayetteki "İslâm"dan maksat yalnızcaHz. Muhammed'in getirmiş olduğu din değil midir?Hiç kuşku yok ki, bu ayet-i kerîme Kurân-ı Kerîm'innüzulünün tamamlanmasından sonra İslâm ümme-tini muhatap alarak inmiştir!!

Allah Teâlâ ayrıca şöyle buyurur: "Ancak müs-lüman olarak can verin" (Âl-i İmrân, 102). BuradaHz. Mûsâ ve Hz. İsâ tevhîd mesajını getirdikleri için

Yahûdilik ya da Hristiyanlık dinleri üzere can verme-miz mi kastedilmektedir yoksa ayet-i kerimede kaste-dilen, yalnızca İslâm dini midir? Bütün bunlararağmen değerli Dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş,herhangi bir semâvî dine mensup olan kimsenin -kendi dini üzere kalsa bile- cennetle müjdelendiğininasıl söyleyebilmektedir? Cenâb-ı Allah böyle kimse-lerin hüsrân ve isyân içinde olduğuna ve cehen-nemde ebedî olarak kalacaklarına hükmetmişkensayın Ateş'in bu sözleri ne anlama gelmektedir?

Bu sözlerden hangisi doğrudur? "…O, ahirettehüsrana uğrayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85) bu-yuran Allah'ın sözü mü yoksa cennetin kapılarını so-nuna kadar açan ve bütün dinlerin mensuplarına,"Kendi dîninize bağlı olarak yaşamanız sorun değil.Hâtemu'l-enbiyâ ve'l-murselîn'e tâbi olmasanız bile,buyurun cennete esenlikle ve selâmetle girin" diyenProf. Dr. Süleyman Ateş'in sözleri mi?!! Doğrusu sayınAteş'in bu aceleciliğine ve Kitab ve Sünnetîn katî nass-larına olan muhalefetine şaşırmamak elde değil. De-ğerli dostumuza soruyoruz: Kendisi Hz. Peygamber'insünnetini reddedenlerden midir yoksa ona inanan vetasdik edenlerden midir? Ben şahsen sayın Ateş'inböyle bir soruya Sünnetin Sâhibi (s.a.v)'ne saygı gös-tererek ve hürmet sadedinde başını saygıyla eğerekmukabelede bulunanlardan olduğunu düşünüyorum.O halde İmam-ı Müslim'in Sahîh'inde rivâyet ettiği,Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu sözüne kulak verelim:"Nefsimi elinde tutan (Allah'a) kasem olsun ki,bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Hristiyanolsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlereinanmadan ölecek olursa mutlaka cehennemehlinden olacaktır."

Görüldüğü üzere Allah Teâlâ Yahudi ve Hristi-yanların inançlarını terk ederek İslâm dinine girme-meleri durumunda cehenneme gireceklerinehükmetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v), hak dine tâbiolup, kendisinin peygamberliğine ve getirdiği kitabaîmân etmedikçe onların cehennemlik olduğunu açık-lamıştır. O halde kafamıza göre ahkâm keserek Ya-hûdi ve Hristiyanların cennete gireceğini söylememizve Kitâp ve Sünnete muhalefet etmemiz kesinliklecaiz değildir. Bütün insanların cennete girmesini arzuedebiliriz, ancak cennetin anahtarları ne biz Müslü-manların elindedir ne de keşiş ve ruhbânın elindedir.Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e muhalefeti gazap ve öf-kesine sebep addetmiştir: "O'nun (Peygamber'in)emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir be-lanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba

Mayıs 2010

53

uğramaktan sakınsınlar" (Nûr, 63). Hz. Peygam-berin emrine aykırı hareket edenler bile böyle anla-tılmışken ona hiç inanmayan ve Allah –azze vecelle-den getirdiklerine tâbi olmayanların durumunasıl olur?

İSLÂM ÜSTÜNDÜR; ONA ÜSTÜNGELİNMEZ

İslâm semâvî dinlerin en sonuncusudur. AllahTeâlâ bütün dinlerin kemâlâtını onda toplamış ve el-çisi Hz. Muhammed (s.a.v)'i diğer bütün dinleri nes-heden, hükmedici bir peygamber olarak gönderdiğinikesin nasslarla bildirmiştir: "O (Allah), müşriklerhoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlereüstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Dinile gönderendir" (Tevbe, 33). Ayet-i kerîmenin"Bütün dinlere üstün kılmak için" kısmının manası Ya-hûdilik, Hristiyanlık ve diğer dinlerin hepsinden üstünkılmak için anlamındadır.

Tefsir âlimlerinin önde gelenlerinden AllâmeEbu's-Suûd, tefsirinde der ki: Allah Teâlâ vaadiniİslâm dinini üstün kılarak gerçekleştirmiştir. Şöyle ki,islâmı son din yapmış ve onun dışındaki bütün dinlerimağlup ve makhûr kılmıştır (bkz. Tefsîru Ebî's-Suûd).Allah Teâlâ, bir başka ayet-i kerîmede de şöyle bu-yurur: "Sana da (Ey Muhammed,) önündekikitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahid-gözet-leyici-hâkim' olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik"(Mâide, 48). Dolayısıyla Kurân-ı Kerîm, kendisindenönceki kitaplara hükmeden ve onları denetleyen birkitaptır. Nitekim el-Hâfız İbn Kesîr bu âyetin tefsirindeşöyle der: Kurân-ı Kerîm, önceki kitapların doğru vemuharref yerlerini denetleyen ve onlara şâhitlik edenbir kitaptır. Allah Teâlâ Yahûdi ve Hristiyanların, ki-taplarını tahrif ettiklerini şöyle anlatır: "Yahudilerdenbir kısmı, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri esasmânâsından saptırırlar" (Nisâ, 46). Hristiyanlarlailgili de şöyle buyurur: "Kendilerine zikredilen (Ki-tab'ın) önemli bir bölümünü unuttular" (Mâide,14). Yani İncil'in hükümlerinden birçoğuyla amel et-meyi bıraktılar. "Bu yüzden Biz de aralarına kı-yamet gününe kadar sürecek kin ve nefretbıraktık" (Mâide, 14). O halde gerçek Tevrat nere-dedir ve kendisine sarılanı cennete götürecek asıl İncilnerededir?

Binaenaleyh, Hz. Muhammed'in gönderilme-sinden sonra bile olsa, semâvî dinlerden herhangi bi-rine tâbi olan kimse Allah'ın azabından kurtuluyorsa

Müslümanların da Kurân'la amel etmeyi bırakmalarımümkün olur. Oruç emrini veya meselâ cihâd farîza-sını bırakarak insanlara kıtâl ve cihâd gibi meşakkatliteklifler yüklemeyen İncil'e tâbi olmalarında bir sa-kınca görülmez. İncil'de geçen "Bir yanağına vurur-larsa diğerini çevir" sözüne göre amel ederek zevk usefâ içinde yaşayabilirler ki bu görüş hiç bir Müslü-man tarafından kabul edilmez.

BAKARA AYETİNİ TAMAMIYLA YANLIŞANLAMAK

Değerli dostumuz Bakara ayetini yanlış anla-mıştır. Ayet şöyledir: "Şüphesiz, inananlar, Yahudiolanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah'a ve ahiretgününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rableri-nin katındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzül-meyeceklerdir" (Bakara, 62). Sayın Ateş bu âyetebakarak herhangi bir semâvî dine mensup olan her-kesin cennete gireceğini zannetmektedir. Bundan do-layı dergideki mezkûr makalesinde "Bu Kurân,herhangi bir semâvî dine mensup olan, Allah'a veâhiret gününe inanan ve amel-i sâlih işleyen herkesecenneti müjdelemektedir" demekte ve yukarıdakiayeti bu iddiasına mesned kılmaktadır. Hâlbuki ayet-i kerîmeden böyle bir anlam çıkarmak mümkün de-ğildir. Çünkü ayet inanan grupları sıralayarak Hz.Mûsâ zamanında yaşayıp da kendisine îmân edenYahûdîlerden, Hz. İsâ'nın zamanında kendisine îmâneden Hristiyanlardan ve Hz. Muhammed'in peygam-berliği döneminde O’na inanan müminlerden sözet-mektedir. Şüphesiz bu peygamberlere tâbi olanlaryaşadıkları dönem içinde peygamberlerini tasdik ediponlara tâbi olmuşlarsa cennete gireceklerdir. Ancakîmân etmeyenler cehenneme girecektir. Nitekim AllahTeâlâ bunu şöyle anlatır: "İsrailoğullarından birzümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti" (Saf,14). Bu yüzden Hz. Muhammed'in bisetinden sonraHz. Mûsâ'ya veya Hz. İsâ'ya tâbî olmak ve onların ki-taplarıyla amel etmek câiz değildir. Bilakis Kurân'atâbi olmak ve bütün peygamberlere îmân etmek mut-laka gereklidir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v) Hz.Ömer'in Tevrat'tan bazı sayfalar okuduğunu gördü-ğünde kendisine kızmış ve şöyle demiştir: "Allah’akasem olsun ki Musa hayatta olsaydı bana tabiolmaktan başka çıkar yol bulamazdı." (el-Hâfızİbn Kesîr'in tefsirine bkz.)

Sayın Ateş (Allah onu affetsin) aynı zamandaMâide ayetini de yanlış anlamakta ve Hristiyanlar, İs-lâm'a girmeyerek kendi dinlerine tâbi olmaya devam

Mayıs 2010

54

etseler bile Allah Teâlâ'nın kendilerini övdüğünü san-makta ve ayetin kendisine delil olduğunu düşünmek-tedir. Yani Hz. Muhammed'e tâbi olmayarak kendidinine bağlı kalan Hristiyanların ehl-i îmân zümresin-den olduğunu ileri sürmektedir. Ayet-i kerîme şöyle-dir: "Onlar içinde iman edenlere sevgibakımından en yakın olarak da «Biz Hıristi-yanlarız» diyenleri bulacaksın" (Mâide, 82). Şayetsayın Ateş ayet-i kerîmeyi tamamlasaydı, onun Hris-tiyanlardan belirli insanlar için indiğini görürdü. Şüp-hesiz ki bu ayet, Habeşistanlı bir grup Hristiyanlailgilidir. Habeşli bir grup Hristiyan Hz. Peygamber(s.a.v) ile buluşup Kurân-ı Kerîm'i dinlediklerinde çokmüteessir olmuş, ağlamaya başlayarak Müslümanlık-larını ilan etmişlerdi. O denli ağlamışlardı ki sakallarıgözyaşlarıyla ıslanmıştı. Daha sonra bu insanlar Müs-lümanlıklarını ilan ederek Necâşî'ye dönmüşlerdi.Ayet-i kerîmenin devamı şöyledir: "Bunun sebebi,onların içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terketmiş rahiplerin bulunmasıdır ve bunlar bü-yüklük taslamazlar. Peygambere indirilenKur'an-ı işitince gerçeği tanımalarının sonucuolarak gözlerinden yaşlar akarken onlarınşöyle dediğini görürsün: «Ey Rabbimiz, inan-dık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasındayaz.»" (Mâide, 82-83) Bu ayetler, onların îmân edipHz. Peygamber'i tasdik ettiklerini açıkça göstermiyormu?!

Sayın Profesör'ün Hz. Peygamber'e tâbi olma-yıp İslâm dinine girmeseler bile Hristiyanların kendidinleri üzere devam etmelerinin makbûliyeti ve cen-nete girecekleri şeklindeki iddiasına delil olarak Hz.Peygamber'in, anlaşmayı bozdukları için Benî Kuray-za'ya Tevrat'la hükmettiği iddiası ise oldukça ilginçtir.İslâmî ilimlere derin vukûfiyeti olan bir hocanın mez-kûr hâdiseyi böyle anlaması/aktarması doğrusu anla-şılabilir cinsten değildir. Öncelikle sayın Ateş'in, buiddiasının doğru olmadığını söylemek durumundayız.Zira bütün müfessir ve siyercilerin de ittifak ettiğiüzere onlara Tevrât'ın hükmünce değil Hz. Sad'ınhükmüne göre davranılmıştı; Hz. Sad savaşçı erkek-lerin öldürülmelerine, kadınların ve çocukların esiredilmelerine hükmetti. Bunun üzerine Hz. Peygam-ber Sad'a: "Kuşkusuz sen, yüce Allah'ın yedi katgöğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hük-mettin" dedi. (Bkz: İbn Kesîr Tefsiri, Ahzâb Suresi).

Hz. Peygamber'in ehl-i kitâb konusundaAllah'ın emrine muhalefet etmesi nasıl tasavvur olu-nabilir? Allah Teâlâ ehl-i kitapla ilgili olarak "(Sana

şu talîmatı verdik): Aralarında Allah'ın indir-diği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Al-lah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmındanseni saptırmamalarına dikkat et." (Mâide, 49)buyurduğu halde Hz. Peygamber'in bu emre aykırıhareket ederek onları Tevrat'la yargıladığını ileri sür-mek nasıl bir şeydir? Bu ayete rağmen Hz. Peygam-ber'in Kurân'ı terk ederek onlara Tevrat'la hükmettiğinasıl söylenebilir?

"Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ınhükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olupda seni hakem tayin ediyorlar? Sonra ne diyepeşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyor-lar" (Mâide, 43) ayet-i kerîmesine gelince; Allah Teâlâburada Yahûdileri azarlamaktadır. Onların Tevrat'lahükmetmelerini onayladığını gösteren bir anlam buayetten çıkmaz. Aksine burada Yahûdîlerin bu dav-ranışlarının ne kadar tuhaf olduğu vurgulanmaktadır.Zira onlar hak olduğunu iddia ettikleri Tevrat'ı bir ke-nara bırakarak peygamberliğine inanmadıkları halde,Hz. Muhammed'e gelip aralarındaki anlaşmazlıklarıçözmesini ve bir hükme bağlamasını istiyorlardı. Do-layısıyla ayetin anlamı şöyledir: Yâ Muhammed! Nasıloluyor da o Yahûdîler ne sana, ne de kitâbına îmânetmedikleri halde senin hakemliğine başvurur ve ver-diğin hükme razı olurlar? Bu çok tuhaf değil mi?"Doğrusu onlar iman eden kimseler değildirler"(Mâide, 43).

Necrân Hristiyan heyeti hâdisesine gelince,Allah Rasûlü onların mescide girip kendi dinleri ge-reğince ibadet etmelerine izin vermişti. Ancak bura-dan sayın Profesör'ün iddia ettiği gibi Hz.Peygamber'in onların haçlarını ve Allah'ın dışında birşeye ibadet etmelerini onayladığı iddiasını çıkarmakmümkün müdür? Bu, tefsir kitaplarında zikredilen birhadisedir ve hülâsa olarak şöyledir: Necrân Hristi-yanlarından bir grup Hz. Peygamber'le tartışmaküzere Medîne-i Münevvere'ye gelir. Boyunlarındahaçlar asılıdır. Allah Rasûlü mescide girmelerine izinverir ve onları hoş karşılar. İbadet etmek için Hz. Pey-gamber'den izin isterler ve izin verir. Doğuya, Beytu'l-Makdis istikametine dönerek ibadet ederler ve Hz.Peygamber'le tartışmaya başlarlar:

- Niçin Bizim sahibimizle ilgili kötü sözler söylü-yorsun?

- Onunla ilgili ne söylüyorum?

- Onun kul olduğunu söylüyorsun.

Mayıs 2010

55

- Bu kötü söz müdür? O tabii ki Allah'ın kuludur.

- Bu nasıl olur? Hâlbuki o, ölüleri diriltiyor, dil-sizleri, körleri ve abraşları iyileştiriyordu.

Bunun üzerine heyettekilerden kimisi Hz.İsâ'nın Allah olduğunu, bazıları da "üçün üçüncüsü"olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (s.a.v):

- Siz bilmiyor musunuz ki, Rabbimiz diridir, İsâise ölümlüdür?

- Evet biliyoruz

- Peki bütün çocukların babasına benzediğini bil-miyor musunuz?

- Evet biliyoruz.

- Peki bilmiyor musunuz ki, yerde ve gökte olanhiçbir şey Allah Teâlâ'ya gizli kalmaz. İsâ ise sadeceAllah'ın kendisine bildirdiği şeyleri bilebilir?

- Hayır.

- Bilmez misiniz ki, Rabbimiz yemez, içmez vedef-i hâcet eylemez. İsâ ise yer içer ve bütün insanlargibi def-i hâcet eylerdi?

- Evet biliyoruz.

- Öyleyse nasıl olur da İsâ iddia ettiğiniz gibi ilâhya da ilâh'ın oğlu olabilir?

Necrân heyeti bu son soru karşısında susmuşve yüz çevirerek inkâra sapmıştı. Bunun üzerine Hz.Peygamber onları mübâheleye (lanetleşmeye) çağır-mıştı. Ancak onlar korkmuşlar ve mübâheleden ka-çınmışlardı. Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ Âl-i İmrânsûresinin şu âyetlerini indirdi: "Elif, Lâm, Mîm. Allaho İlahtır ki Kendinden başka tanrı yoktur. Hay O’dur,kayyûm O’dur… Allah nezdinde İsa'nın durumu,Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı.Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi. Gerçek, Rabbin-den gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. Artık sanabu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tar-tışmaya girerse de ki: «Haydi gelin oğullarımızı veoğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzatkendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Al-lah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Al-lah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.»"

Allah Rasûlü Necrân Hristiyanlarını mübâheleye ça-ğırmıştı. Davetin hikmetli üslubu böyledir. Yoksasayın Profesör, mesela Papa boynunda haçıyla, Şey-hu'l-İslâm'a gelse, Şeyhu'l-İslâm kendisine, "Çık dışarıey kâfir! Boynundaki haçı çıkarıp İslâm'a girmedikçeseninle tartışmam" demesini mi beklemektedir? BuHz. Peygamber'in yapmadığı bir şey olup aynı za-manda insan aklının ve hikmetin gereği bir davranışda değildir. Ancak (yukarıda geçen) bu hâdiseden Hz.Peygamber'in onların batıl inancını onayladığına dairbir sonuç kesinlikle çıkmaz.

Sonuç olarak değerli dostumuz Profesör Dr. Sü-leyman Ateş'ten, Allah'a iman etmeyip küfre sapan-lara karşı rahmet konusunda ifrata düşmemesinidiliyoruz. Zira kendileri Allah'ın kulları üzerinde Al-lah'tan daha merhametli olamaz. Eğer Allah, onlarınhak din olan İslâmâ girmemeleri durumunda cehen-neme gireceğine hükmetmişse bir Âdemoğlunun kal-kıp Allah'a muhalefet ederek "kesinlikle cennetegirmeliler" demesi mümkün olmadığı gibi gücü dâhi-linde de değildir. İnsanların en çok zararda olanı Al-lah'ın dininden yüz çevirerek dinini dünya iledeğiştirendir........................................................................................

(*) "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir", İslamî Araştırmalar, Yıl 1989, Cilt III, sayı 1.

Mayıs 2010

56 Mayıs 2010

Muhabbet Bahçesi

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’ye felsefecilerdenbir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler.Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî’ye havâleetti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-iTebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçleteyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelenfelsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler,Şems-i Tebrîzî;

- "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkanseçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.

Sormaya başladı- Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de

inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; - "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O; - "Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz,

sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateşateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî;

- "Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O; - "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının

cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanlarıcanları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kurukerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelenfelsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcıoldu. Ve;

- "Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu."dedi. Şems-i Tebrîzî;

- "Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i

Tebrîzî şöyle anlattı: - "Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de

inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısınıgöstersin de görelim." O kimse şaşırarak;

- "Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-iTebrîzî;

- "İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez.Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb

edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum.Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni detopraktan yaratıldı. Yine bana;

- "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın.Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canımonun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçinhakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük birmesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhirethayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu.

Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısındamahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.

İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri rh.a.,hac için yola çıkıp Medine\"ye ulaştığındakarşılaştığı Seyyid Muhammed BâkırHazretleriyle arasında şöyle bir konuşma geçer.Seyyid Muhammed Bâkır:

- Sen kendi aklınca kıyas yaparak,Peygamber dedemin dinini ve hadislerinideğiştiriyorsun, der.

- Böyle bir şey yapmaktan Allah\"a sığınırımefendim. Lütfen oturunuz. Rasulullah\"a olduğugibi benim size de hürmetim var, der İmam-ıAzam. Seyyid Muhammed Bâkır\"a yer gösterir.Her ikisi de yerini aldıktan sonra Ebu HanifeHazretleri söze başlar:

Üç mesele soracağım. Birincisi şu: Erkekmi daha güçsüz kadın mı?

- Kadın erkekten güçsüzdür.- Mirasta adamın payı kaç, kadının kaçtır?- Erkeğin mirastaki payı iki, kadının birdir.- İşte bu ceddin Peygamber s.a.v.’in sözüdür.

Eğer onun dinini değiştirmiş olsam, benim akılve kıyas yoluyla, kadın daha zayıf olduğu içinona iki pay, erkeğe bir pay düşer derdim.

Ebu Hanife Hazretleri tekrar sorar:- Namaz mı daha üstün, oruç mu?- Namaz oruçtan üstündür.- İşte bu da deden Rasulullah’ın sözüdür.

Eğer ceddinin dinini akıl ve kıyasla değiştirmişolsaydım, âdet halindeki kadının kılamadığınamazları kaza et mesini, orucu kazaetmemesini emrederdim.

Ebu Hanife Hazretleri üçüncü soruyu sorar:- Sidik mi daha pis, meni mi?- Sidik meniden pistir.- Eğer deden Peygamber s.a.v.’in dinini

kıyasla değiştirmiş olsaydım, sidikten dolayıgusletmek gerektiğini ve meniden dolayı dasadece abdest almak gerektiğini söylerdim.Fakat akıl ve kıyasla bu dini değiştirmektenAllah’a sığınırım.

Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleriyerinden kalkar ve Ebu Hanife’yi kucaklar.Tebrik edip ona ikramda bulunur.

ÜÇ SUAL ÜÇ CEVAP ÜÇ MESELE

57Mayıs 2010

Yusuf ELİBOL

Hz Lût (a.s), Arap yarımada-sını puta tapıcılıktan alıkoymak, or-taksız ve tek bir Allah’ı tanıtmaya ça-ğıran ve bu mukaddes yolda büyükbaşarılar kazanan Hz. İbrahim’in am-casının oğludur. Ömrü ve peygam-berliği bugün Ürdün devletinin sınır-ları içinde bulunan Lût gölüçevresinde geçmiştir. Günümüzdetuzlu suların doldurduğu orta bü-yüklükte olan su saha, eskiden top-rakları oldukça verimli bir vadi idi veo günün önemli şehirlerini sinesindebarındırıyordu. Bu şehirlerin ikisininadını bugün de biliyor ve yapılanilmi kazılar sonunda izlerine rastlıyo-ruz.

Şehirler; Şezum (Sodom) veOmore (Gomore) şehirleridir.

Hz. Lût (a.s) Şezum şehrindeoturuyordu. Şimdi size bu çevreninve bu çevrede dosdoğru Allah yolu-nun sözcülüğünü ve yılmaz mücade-lesini yapan Hz. Lût’un son günle-rine ait bir hikayeyi kısacaanlatacağız...

İnsanoğlu, yolun doğrusundanbir kere çıkmaya görsün; düşmeye-ceği sapıklık ve yuvarlanmayacağıuçurum yoktur. Hz. Adem’in oğluKabil’e yeryüzünün ilk cinayetini, üs-telik öz kardeşinin canına kıydırmaksuretiyle işleten şehvet hırsı, Hz.Lût’un kavmini büsbütün başka veyüz kızartıcı bir ahlak düşkünlüğünesürüklemiştir.

Bu sonsuz kavim erkek erkeğecinsi birleşmeyi (livata) vazgeçilmez,sapıkça bir huy haline getirmişlerdi.Hz. Lût’un dosdoğru yolu temsileden bir Allah resulü sıfatıyla dur-mak ve yorulmak bilmez bir gayretgöstererek yaptığı bütün ikazlar veverdiği bütün acı-tatlı öğütler bu ah-lak düşkünlerine zerrece bir tesir et-miyordu.

Nihayet her şeyi daha başın-dan bilen Ulu Allah’ın kesin ve de-ğişmez hükmünün günü geldi. Hz.Lût’un sapık kavmi, Allah’ın başla-rına vereceği karşı durulmaz bir fela-

ketle, toptan mahvolacak ve yoklu-ğun karanlıklarına gömülecekti.

Ulu Allah (c.c) bu kesin kara-rını bildirmek ve kendisine inanmışbirkaç yakını ile birlikte, son günleriniyaşayan günahkar şehirden ayrılma-sını söylemek üzere Hz. Lût’a gününbirinde üç tane melek göndermişti.Melekler; genç ve yakışıklı erkek kılı-ğına girerek yeryüzüne inmişlerdi.

Şezum (Sodom) şehrine var-dıklarında doğruca Hz. Lût’un evineyöneldiler. Şehvet sapıkları şehre üçtane genç ve yakışıklı delikanlınıngeldiğini duyunca bir anda yollaradökülerek gelenleri görmek istediler.Meleklerin geçtiği yolun hir iki yanı,ahlak düşükleri tarafından doldurul-muştu. Tap taze erkek kılığına girmişmeleklere bakarken hepsi şehvet ku-rurganlıkları içinde kıvranıyor; ağız-larından salyalar akıyordu. Azgın ka-labalığın arasında yollarına devameden melekler, Peygamber Lût’unevine vardılar. Kudurmuş ahlaksızla-rın hiçbirisi, ele geçirip azgın şehvet-lerini bir anlığına tatmin edebilmekiçin arkalarından kıvrandıkları genç-lerin, şehirlerini ve çevrelerini toptanyok etmeyi kararlaştıran Allah’ınemri ile birlikte gelmiş melekler ol-duğunu bilmiyor ve düşünmüyor-lardı.

Melekler Lût’un evine varıncaönce kim olduklarını söylemediler.Arkalarına takılan kalabalık evin ka-pısına dayanmıştı. Anlaşılmaz söz-lerle bağırışıyorlar ve Hz. Lût’unevine aldığı genç delikanlıları elle-rine vermesini istiyorlardı. Hz. Lût(a.s) gelen misafirlerinden utanı-yordu ve kapıda bağrışan kalabalığınazgın hırslarından endişe ediyordu.

Bir ara evinin kapısına çıktı;kudurmuş kalabalığa dündü "ey az-gınlar, soysuzlar, gelenler benim ol-duğu kadar kendinize de aziz misa-firlerdir; yani hepinizin misafirleridir.Bu kadar da mı insanlığınızı unuttu-nuz? Bir parça olsun kendinize geli-niz." diye söze başladı.

Kalabalıktan homurtulu gülüş-melerin geldiğini duyunca "size iki

tane genç ve güzel kızımı vereyim.Gözlerinizi bürüyen şehvetinizi on-larla tatmin edin de tek beni misafir-lerim karşısında rezil etmekten vaz-geçerek buradan uzaklaşın" diyeteklifte bulundu.

Fakat kendinden geçmiş kala-balık hiçbir söz dinlememekte ve hiç-bir teklife yanaşmamaktadır. Evin ka-pılarını arka arkaya zorluyor veiçerdeki gençleri istiyorlardı.

Ağlamaklı bir çehre ile içeriyedönen Hz. Lût’a kapıdakilerin ısrarlaistediği genç misafirler; melek olduk-larını, Allah’ın emri üzerine geldikle-rini bildirdiler ve dediler ki; "Allah’ınemri artık kesindir. Yıllardan beri sözdinletemediğin bu beyinsiz halkın ar-tık sonu gelmiştir. Birkaç saat sonratopuna gökten ateş ve ölüm yağacakve şehirleri ile birlikte yokluğa kavu-şacaklardır. Onların başlarına gelmeküzere olan bu felaket, ısrarla Allah’ınemirlerine karşı gelenlere ve Pey-gamberler’in verdiği öğütlerine arkadönen sapıklara bütün devirler bo-yunca ibret dersi olacaktır. Allah’ınsana emri böyledir:

Gece olunca sana inananlarıve yakınlarını alacak ve ölüm kokanşu lanetlik şehirden habersizce uzak-laşacak ve şu sapık halkı lanetlik aki-betleri ile baş başa bırakacaksın.Sana bunları söyleme geldik."

Allah’ın emri üzere Hz. Lût(a.s) ile inanmış yakınları meleklerindediklerine uyarak Sodam ve Go-mere’yi o gece yarısı, sezdirmedenterkettiler. Sabahın ilk ışıkları ile bir-likte lanetlik şehirlere ve sapık hal-kına gökyüzünden görülmemiş birAllah gazabı boşalmaya başlamıştı.Ahlaksız soysuzlar neye uğradıklarınıanlayamadılar. Yüce Allah (c.c.) ulusabrını iyice kötüye kullanarak gün-den güne daha da azgınlaşanlara ya-kıcı kükürt alevleri ile taşlar yağdırı-yordu. Bir kaç saniyelik afet ve ölümsaçan bir yağmur sonunda, halkınyekünü ile birlikte bütün şehirleriniilerdeki insanlığın gözleri önüne biribret dersinin örneği olmak üzere ha-rabeye çevirmiş ve yerle bir etmişti.

SODOM VE GOMORE

58

Osman KARABULUTOĞLU

PEYGAMBERLER…(9)

Ozaman bu kitaplarda ilmi araştırmayapana düşen, sağlam bir ölçü or-taya koymak, ihtilaf ve ittifak edilen

hususları okuyucuya arz etmek, bu mik-yasa uyanları kabul etmek. Diğerleri eğeraraştırma yapılır cinsindense araştırma ko-nusu yapmak gerekir” (Hayatı Muhammed,Heykel Paşa S.48,49)

‘Selefin bu kitaplarda yazdıklarınıaraştırmak, ilmi ve ince bir elekten geçir-menin sebeplerinden biri de bu kitaplarınen eskisi Nebi’nin (S.A.) vefatından yüz yılveya daha ziyade zaman dilimi içerisindeyazılmış olmasıdır.’

‘İslam devletlerinde siyasi ve siyasi ol-mayan çığırtkanlıklar ortaya çıktıktan sonraolaylara kılıf hazırlamak için aslı faslı olma-yan rivayetler, uydurma hadisler bu hadi-selerin ifşasının tuzu biberi oldu.’

‘O zaman, bu sıkıntılı, karışık ve ızdı-raplı günlerde, yani sonra yazılanlar husu-sunda sizin aklınıza ne gelir? İşte bu siyasimünakaşalar, hadis toplayanların münaka-şasına sebep olmuş ve onlar kalp gördük-lerini reddetmiş araştırma sonrası orivayetlerden sahih olduğuna inandıklarınıise bir araya getirmişlerdir.’

‘İslam devletlerinde siyasive siyasi olmayan çığırtkan-lıklar ortaya çıktıktan sonraolaylara kılıf hazırlamak içinaslı faslı olmayan rivayetler,uydurma hadisler bu hadi-selerin ifşasının tuzu biberioldu.’

Mayıs 2010

59

ikinci kez M‘ari’nin sözünü yazalım:

Nasın korkusu sadece Allah’tandır; Tenkitçinin elinde tenkit ziyadeleşince.

Eğer ben meselenin ehemmiyetini dikkatealarak ve yine ilimde alem olmuş o ulumanın hadistenkidi ve seçimi hususunda gösterdikleri azamigayreti şerh etmeye kalksam, hadis kitapları ve on-ların şerhi ve t‘alikatı hacminde kitaplar yazmamgerekir. O kitaplar ki, gerek şarkiyatçı ve gerekseİslami kitapların deveranı hadis tetkikleri ile dolu-dur. Çünkü hadis kitaplarının hepsi tenkit ve seçiş-ten ibarettir.

Heykel Paşanın bizatihi söyledikleri zatenyeter der artar bile o ne diyor: ‘Sadece İmam Bu-hari topladığı altıyüzbin hadisten dörtbinini seçmiş,Sahihi Buhariye yazmış, Ebu Davut sünenine, der-lediği beşyüzbin hadisten sadece dörtbinsekizyü-zünü almış.’

Şimdi soruyorum: Hangi büyük azimkâr altı-yüzbin hadis derleyecek, onlardan eleyip dörtbininiseçecek! Ve yine hangi gayretkeş beşyüzbin hadistoplayacak, onları ince elekten geçirip yaklaşıkbeşbinini seçecek! Var mı bugün böyle bir babayi-ğit?

İşte yukarıda anılan bu büyük hadis âlimleri-nin, ahadisi nebeviyi seçişteki, büyük azmi, gayretiinsan aklını hayrete düşürüyor.

Öyle ki: Heykel Paşa övünülmesi gereken buhususu, insanların kalplerinde hadis kitaplarınakarşı onların güvenini sarsmak için kullanıyor. Ay-rıca öyle bir takdim ediyor ki, sanki İmam Buharive Ebu Davut’un bu tetkik ve konuyu mevsuk halegetirişlerindeki örnek davranışları art niyetli gibigösteriliyor.

İnsan konuyu tersyüz edip hadis kitaplarınıngüvenilirliği aleyhine kullanma hususunda Allah’tankorkar.

Sayın Heykel anılan bu iki imamın hadis top-layışındaki metodunu tefsirde cidden uygun olma-yan bir yorum yapıyor. Örneğin diyor ki: ‘ …. Busöylenenlerden anlaşılıyor ki, mezkûr imamlarınindin de toplanan 150 hadisten sadece biri sahihbulunmuş.’ (Devam edecek)

Mayıs 2010

‘Konuyla alakalı olarak imam Buhari’nınbüyük meşakkatlerle, muhtelif İslam devletlerini ta-rayıp araştırarak hadis toplaması sanırım sana ki-fayet eder, yine o bu meşakkatli araştırmasındansonra altıyüzbine ulaşan hadisin dörtbinden fazla-sını sahih bulmaması manidardır sanırım. İmamınbu tavrının manası şudur: O,150000 hadisten sa-dece birini sahih bulmuş.’

‘Ebu Davut ise dercettiği beşyüzbin hadisten,dörtbinsekizyüzünü sahih bulmuş, diğer hadis top-layanların durumu da bundan farklı değil.’

‘Kaldı ki bu imamlar nezdinde sahih addedi-len birçok hadis, araştırmalar neticesi ulama in-dinde tartışma konusu olmuş ve birçoğureddedilmiştir. Çok büyük gayretlerle bir araya top-lanan hadisin konumu bu olursa sonradan yazılantarih hususunda yazılanların durumu nice olur? İlmiaraştırma yapılmadan bunları almak nasıl doğruolur?’ (Hayatı Muhammed Heykel Paşa)

Bende diyorum ki: Hadisi Nebevinin araştırıl-ması, güvenilir olanının olmayanından ayırt edil-mesi, bu hususta en uygun yolu seçiş zor olsa dahiçbir kişi veya topluluk için, geçmiş ulamanın sırfrızai ilahiyi gözeterek, bu araştırmanın hakkını ve-rerek, gereğini yerine getirerek, yaptığı tetkik gibibir tetkiki yapmak mümkün değildir; hele özellikleson asırlarda maddi olandan gayrisini gözü gör-meyenler için ise hiç mümkün değildir. Burada

60

Ayşe BAĞCİVAN

ŞİMDİTAMZAMANIDIR

Şimdi tam zamanıdır yeni bir şeylerebaşlamanın ya da vicdan aynamızıavuçlarımızda tutmanın… Mesela

uzun süredir kırgın olduğumuz eski bir dos-tun eskimeyen sesine “merhaba” demenin,sesinde eskimenin tam zamanıdır… Dosttagerçek dostu bulmanın. Ya da dostu olduk-larımızın gerçek dosta ulaşmasına vesileolmanın tam zamanıdır… Evet, şimdi tamzamanıdır;

Kırgını olduğumuz bir sese “mer-haba” demenin…

Mademki kul fani bu dünyada bakideğil ve madem faniye yapılan her tür iyilikbizi Baki olana götürecek o halde ruhu-muzu da Baki de bakileştirmenin zamanı-dır…

İstemenin tam zamanıdır mesela...

Maddeyi reddedip manada soyutlaş-manın, ilahi aşka teslim olmanın tam za-manıdır. Aşkı hücrelerimize kadar içimizeçekmenin, aşkı solumanın, Yudum yudum,nefes nefes Hakkı zikretmenin, aşkının sar-hoşu olmanın tam zamandır…

Yunus olup diyar diyar Hakk’ı arama-nın, tecelli ettiği güzelliklerde Hakk’ı dü-şünmenin tam zamanıdır. Yunus nidasıyla :

Ahmed-er Rufai olup te-vekkül elbisesini giymeninzamanıdır şimdi…

Mayıs 2010

61

Zamanıdır şimdi bir rüzgâr olmanın bir kuru

yaprak olmanın… Rüzgâr olup esmeli aşk adına.

Kuru bir yaprak olup bırakmalı kendini aşkın rüz-

gârına…

Ahmed-er Rufai olup tevekkül elbisesini giy-menin zamanıdır şimdi… Aşkın kanatlarıyla son-suzluklara uçmanın, kalbi yaratanın aşkınaboyamanın zamanıdır… Ahmed-er Rufai olup dilizikir örtüsüne örtmenin zamanıdır şimdi. Her görü-nen güzelliğin zahirinde Yaratanı görmenin gözlerigüzelliğinin sırrına erdirmenin zamanıdır şimdi. Be-şerlikten sıyrılıp aklın ve hayalin erişemeyeceğinurlara akmanın, zamandan ve mekândan geçe-rek her adı aşk olan denize akmanın zamanıdırşimdi… Ahmed-er Rufai olup peygamber şefkatinebürünmenin kendini incitenleri bile Yaratan içinsevmenin zamanıdır şimdi…

Seherlerde aşkın sarhoşluğuyla secdeye ka-

panmanın elleri semaya kaldırıp aşk ile yalvarma-

nın zamanıdır şimdi… Kâinatın gözlerini kapadığı

bir saatte aşk ile gözleri yalnız O’nun için açmanın

aşkı ile sızlanmanın zamanıdır şimdi…

Süleyman Hilmi Tunahan olup Yaratanın aşkı

ile kuranın sırrına ermenin, Kelamıyla konuşmanın

zamanıdır şimdi.

Bediüzzaman Said Nursi olup hakkın dava-sına benliği adamanın. Hakkın yarattığı bedeni da-vası için yine hakka sunmanın zamanıdır şimdi…

Mehmet Emin Tokadi olup divit kalemi aşklatutup Hakkın adını yazmanın, adım adım manayayürümenin zamanıdır şimdi…

Şimdi tam zamanıdır Yunus Emre olmanın,Mahmud Hudai olmanın. Ahmed-er Rufai olmanın,Süleyman Hilmi Tunahan olmanın, BediüzzamanSaid Nursi olmanın, Mehmet Emin Tokadi olmanın.Onların sevgisiyle sevgimizi Hakka sunmanın…Varlık sahasından kaçıp yokluk sahasına teslim ol-manın.

Şimdi tam zamanıdır erenlerle ermenin, Ya-ratanın aşkını âşıklarının aşkıyla istemenin âşıkla-rının hallerine ermenin…

Ş i m d i t a m z a m a n ı d ı r

Mayıs 2010

“Aşkın aldı benden beni

Bana seni gerek seni

Ben yanarım dünü günü

Bana seni gerek seni “

Diyerek Hak’tan aşkını dilenmenin... Cennet-

ten ve cennettin nimetlerinden de geçip:

“Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni…”

Demenin sadece hakkın aşkını dilemenin za-

manıdır… Zamanıdır şimdi ruhu Hakk’ın aşkına ka-

vuşturmanın. Ruhu arındırıp kirlerinden Hakk’ın

huzurunda Hak’la yanmanın tam zamanıdır…

Mahmud Hudai olup mevkiyi makamı bırakıp

yalnız O’na gönül bağlamanın zamanıdır şimdi…

Makamdan geçip aşkın sırrına ermenin, adını

kalpte titretmenin zamanıdır şimdi. Gözyaşlarını

Yaratan için akıtmanın kalbe adını işlemenin bu

adla inlemenin zamanıdır şimdi… Evet, Mahmud

Hudai olmalı çıkarıp sırttan dünyanın şaşalı kür-

künü, giymeli her nakşı aşk olan hırkayı. Bürünmeli

garip bir sessizliğe, dalmalı aşkın sesine…

Ahmed-er Rufai olup peygamber şefkatinebürünmenin kendini incitenleri bile Yaratan içinsevmenin zamanıdır şimdi…

62

Şeyh Raid SALAH

ÖzgürlüğünTutsaklarınaÖzgürlük!

Bu söylediğimiz ve halen söylemekte

olduğumuz bir gerçektir. Özgürlüğü,

özgürlük güneşinin tadını çıkar-

mayı, evlerimizde, çocuklarımız ve torunla-

rımızın yanında olmayı, onları sarıp

sarmalamayı, oynamayı, gülmeyi, dudakla-

rının üzerine gülücükler bırakmayı, yanak-

larındaki gözyaşlarını silmeyi, gözlerini

mutlulukla sürmelemeyi, ana babalarımızla

sohbet etmeyi, sabah öğle akşam onlarla

sofra başına oturmayı, onlarla el sıkışmayı,

sarılmayı, şakalaşmayı, anılarını, öğütlerini

dinlemeyi, eşlerimizle bayram mutluluğunu

ve her sene çocuklarımızın eğitim yolculu-

ğuna katılma mutluluğunu yaşamayı istiyo-

ruz. Onların anaokulu seviyesinden

başlayarak okuldan eve evden de bahçele-

rimize, sebzeliklerimize ve su arklarımıza

gittiklerini görme mutluluğunu yaşamak is-

tiyoruz.

Hapishanelerden, hapishane par-

maklıklarından, zindanlardan, zincirlerden

de nefret ediyoruz. Ama hapishaneden,

parmaklıklarından, zindanlarından ve zin-

cirlerinden korkmuyoruz. Hapsedilmekle

değerlerimiz, Kudüs’ümüz ve Aksa’mızdan

taviz verme arasında seçim yapmak zo-

runda kalsaydık mutlulukla "merhaba ha-

İsrail zulmüyle olan mü-cadelemiz hakkın batıllaolan kavgasından başka birşey değildir. Hakkın batılagalip gelmesi Allah’ın değiş-mez, ebedi sünnetlerindenbiri olduğu için hakkımız İs-rail batılını yenecek, adaleti-miz İsrail zulmünü,direnişimiz İsrail hapishane-lerini yenecek.

Mayıs 2010

63

orada daha temiz olur, saftır orada daha saf olur,

gururludur hapishanede daha gururlu olur. O iş-

kence görüyor, acı çekiyor ama o hapishaneden

önce, orada olduğu sürede ve sonrasında İsrail’in

işkencesine, azabına ve eziyetine galip gelecektir.

Zikrettiğim bu müjde verici kanaate canlı bir

örnek vermek için –ki siyasi esirlerin dosyası bun-

larla doludur- halen demir parmaklıklar ardında bu-

lunan siyasi tutuklu Muhammed Ali İbrahim’den

kısaca bahsedeceğim.

Onu 14.9.2007 tarihinde yazmış olduğu bir

mektup yardımıyla anlatacağım. Mektubun giri-

şinde şöyle diyor: 1968 yılı aralık ayıydı daha 17

yaşına girmemiştim. Bir Yahudi meslek lisesinde

okuyordum. Okuldaki atmosfer özellikle de 67 sa-

vaşından ve Arap ordularının yenilmesinden sonra

Araplara karşı ırkçılık ve nefretle doluydu. O

zaman bunun sebebinin işgal olduğuna inanmış-

tım. İşgale karşı arkadaşımla birlikte yazılı yayın

hazırladık. Yakalandık, bizi tutukladılar ve sorgula-

dılar. Arkadaşım suçunu itiraf etti ve beni de ele

verdi. Onu bir süre tutuklu sakladılar onlar için ca-

susluk yapmayı kabul etmesinden sonra onu ser-

best bıraktılar. Soruşturma esnasında bana bunu

itiraf etti. Ama ben aşağılanmayı ve onların kuklası

olmayı şiddetle reddettim. İstihbaratta çalışanlar

beni en şiddetli cezaya çarptırmakla tehdit etti. O

dönem kanununa göre verilebilecek en yüksek

ceza suçuma göre 6 aydı. Ama Hayfa’daki mahke-

mede beni yargıladıklarında yaşım 17 olmamış ol-

masına rağmen 2 sene hüküm yedim.

Ebu Basil 2 seneyi hapiste geçirdikten sonra

özgürlük güneşini gördü ancak İsrail istihbarat teş-

kilatı tarafından sürekli gözetim altında tutuldu ve

takip edildi. Mektubunda şöyle diyor: "Bana karşı

yapılan takibat ve provokasyon çalışmaları devam

etti. Soruşturma için sürekli olarak çağrıldım, daha

sonra da Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri de dâhil

olmak üzere 1697’de işgal edilen topraklara giri-

şimi engellediler."

Bu baskıya rağmen Ebu Basil sarsılmaz bi-

linçli bir bakışla sözüne sadık kaldı. O dönem ek-

meğini kazanmak için Hayfa’ya gitti. Orada

merhum mücahit Davut Türkî ile tanıştı. Basil o

Mayıs 2010

pishaneler, parmaklıklar, zindanlar ve merhaba zin-

cirler! En ufak değerimizden, Kudüs’ümüzün bir tek

taşından, Aksa’mızın bir karış toprağından taviz

vermeyeceğiz" derdik.

Bizler annelerimizin hür doğurduğu bir mille-

tiz, bizi köleleştirebileceğini zanneden olmadı, hür

doğduk, hür yaşarız ve hür öleceğiz. Bu nedenle

İsrail bilmelidir ki, hapishanelere sahip olabilir bizi

hapsedebilir ama irademizi zincire vuramaz. İra-

demiz bütün İsrail hapishanelerinden, parmaklıkla-

rından, zindanlarından ve zincirlerinden daha

güçlü kalacaktır. İsrail bizi takip edebilir, işkence

edebilir, bizi gözetleyebilir ama bizi korkutamaya-

cak, şevkimizi kıramayacak, kararlılığımıza karşı

duramayacak, emelimizi boşa çıkaramayacak,

hakkımızı elimizden alamayacak ve hedefimize

ulaşmamıza engel olamayacak.

İsrail zulmüyle olan mücadelemiz hakkın ba-

tılla olan kavgasından başka bir şey değildir. Hak-

kın batıla galip gelmesi Allah’ın değişmez, ebedi

sünnetlerinden biri olduğu için hakkımız İsrail batı-

lını yenecek, adaletimiz İsrail zulmünü, direnişimiz

İsrail hapishanelerini yenecek.

Her evde bir erkek kalacak, bu adam güçlü-

dür ama hapishanede daha güçlü olur, temizdir

64

dönem Türkî’nin başında olduğu gizli örgüte katıl-

mamış olmasına rağmen İsrail istihbaratı –örgütün

elemanlarını tutukladıktan sonra- Türkî’nin verdiği

ifadede sadece adı geçti diye kendisini ikinci defa

hapiste buldu.

Mektupta bunu şöyle anlatıyor: "1972’nin

sonlarında polis, istihbarat ve ordudan oluşan

büyük bir kuvvet geldi. Tepeden tırnağa kadar si-

lahlıydılar. Barbar bir şekilde eve girdiler ve sözde

silahları aramaya başladılar. Beni iğrenç taş zin-

danlara koydular, soruşturma esnasında onlarla

yardımlaşma teklifinde bulundular, tekliflerini sert

bir şekilde reddettim. Bunun üzerine beni 6-8 yıl

hapis cezasıyla tehdit ettiler. Onlara buna karar ve-

recek olanın onlar değil mahkeme olduğunu söy-

ledim. İstihbarattan biri beni sorgu odasının dışına

çıkardı ve yukarı bakmamı istedi sonra da "üstü-

müzde ne var?" diye sordu. "Gökyüzü var" dedim.

Bana "biz istihbaratçılar senin ölünceye dek gök-

yüzünü görmene engel olabiliriz, biz kanunuz, hâ-

kimiz, her şeyiz" dedi.

Bu adamın kanunu, hâkimi ve mahkemeyi

avucunun içine aldığından emin olduğu görünü-

yordu. Bu nedenle Hayfa’daki yerel mahkeme Ebu

Basil’i 6 yıl hapse mahkûm etti. Hüküm süresini

doldurmaya başlayınca bu süre fiili olarak 2 yıla uy-

gulamanın durdurulmasıyla da 3 yıla indirildi. Böy-

lece Ebu Basil ikinci defa Ramle ve Damon

Hapishanesinde 2 yıl hapis yatmış oldu.

Basil, komite vaktinin yaklaşmasını mektu-

bunda şöyle anlatıyor: "Bölgemizden sorumlu iki is-

tihbarat çalışanı geldi ve bunlardan biri beni kendi

saflarına katma amacıyla uzun uzun konuştu ve

üçte birlik dönemi kısaltmama imasında bulundu.

Bu aptalca sözleriyle alay ederek teklifini kesin bir

şekilde reddettim. Bana yurt dışındaki üniversite-

lerde eğitim masraflarımı karşılama karşılığında

vatandaşlığımdan feragat etmem ve bu ülkeden bir

daha dönmemek üzere çıkmam için bir belge im-

zalamayı teklif etti. Ona "bu ülkeden sen çık"

dedim. Öfkelendi, sandalyesinden kalktı ve eliyle

duvara vurdu ve benim de "duvar gibi kalın kafalı

olduğumu, hapisten çıktıktan sonra da peşimi bı-

rakmayacaklarını, işimde bana baskı uygulaya-

caklarını, rızkımı elimden alacaklarını" söyledi. Ben

de ona "istediğini yap, kendime ve halkıma ihanet

etmektense ölmeyi yeğlerim dedim. Kızdı ve teh-

ditler savururken hızlıca odadan çıkarılmamı" is-

tedi.

Tahmin edileceği gibi Ebu Basil’in üçte birlik

dönemi kısaltılmadı. 2 sene hapiste kaldıktan

sonra özgürlüğüne kavuştu. Ancak takip ve baskı

silsilesi daha sonra da peşini bırakmadı. Mektupta

şöyle deniyor: "1977 senesinin başında Ülkenin

Evlatları Hareketinin bir şubesini kurdum. Casus-

ları aracılığıyla aleyhimde ucuz propagandalar yay-

maya başladılar, benim casus olduğumu iddia

ettiler ve bana eşlik eden herkesi baskıyla tehdit

ettiler. Benimle olan çok sayıda genç soruşturmaya

alındı, aşağılandı ve işkence gördü. Bu konudaki

liste uzundur."

Ebu Basil bu çirkin yöntemlerden etkilenme-

diği için bazı istihbarat servisleri onu tuzağa düşü-

rüp sonra da uzun süreliğine hapse atmak için

peşine casus taktılar. Örnek olarak Ebu Basil mek-

tubunda şuna yer veriyor: "Bir defasında yanımdaki

bir müteahhidin işini kullanmaya çalıştılar. Bu bir

alüminyum müteahhidiydi. Yaptığı iş karşılığında

ödemem gereken ücretten benim lehime vazgeç-

Mayıs 2010

65

mesi için onu ikna ettiler. Beni tuzağa düşürmesi

karşılığında da ona benden alacağından daha faz-

lasını ödeyeceklerini söylediler."

Ama bu kişi ilk adımı atıp ona borç verdikten

sonra hiçbir şeyden haberi olmadığına dikkat etti

ve Ebu Basil’e istihbarat servisinin onu tuzağa dü-

şürmek için kullandığını itiraf etti. Basil başka bir

örnek anlatıyor: "İstihbarat teşkilatı Ülkenin Evlat-

ları Hareketinin bayan üyelerinden birini sorguya

aldı ve ondan beni tuzağa düşürmesini istedi. Bu

kız istihbarat teşkilatında başına gelenleri bana

açıkça anlattı ve yaptığını ifşa etmemem, onlar ta-

rafından aşağılanmamak ve bunun üniversite eği-

timine zarar vermemesi için bana ricada bulundu."

Üçüncü örnekse şöyle: "İlk intifada yıllarında

istihbarat bir gece yanlarında bir kızla bir grup

genci bana yolladı. Bu gençler intifada için çalış-

tıklarını ve benimde yardım komitelerinde oldu-

ğumu duyduklarını iddia ettiler. Amaçlarını ve

onları kimin yolladığını anladıktan sonra onları kov-

dum."

Dördüncü örnek: "Halk Cephesi adına yazılı

yayın dağıtımı ve ayaklanma çalışmaları yapılı-

yordu. Bu faaliyetlerin arkasında benim ve karımın

olduğu haberleri yayılmaya başladı. Karakolda sor-

guya çekmek için beni çağırdılar. Ümitleri boşa çık-

tıktan sonra beni serbest bıraktılar. Bir süre sonra

bu faaliyetlerin arkasındaki grubu tutukladılar. Bu

grupla yapılan soruşturma esnasında Shin Bet gö-

revlileri onlara benim bu işte parmağım olduğunu

itiraf etmeleri için baskı yaptı. Bunun sebebi beni

hapse atmaktı. Ama bu gruba bağlı üyelerin vic-

danı bunu yapmalarına izin vermedi."

İşte Basil’in evine girilmesi, soruşturma için

çağrılması, tehdit edilmesi, onun ve onunla birlikte

olan kişilerin gözetlenmesinden başlayıp son tu-

tuklanma olayına kadar devam eden başarısız ça-

lışmalar böyle sürüp gitti. Ebu Basil mektubunda

şunları söylüyor: "25.9.2005 tarihinde karanlık bir

gece ordu, polis ve istihbarattan oluşan büyük bir

grup gürültü çıkararak silahlarını çekmiş bir halde

evime beni tutuklamaya geldiler. Alçak casusların

verdiği bilgilere dayanarak sözde silahları bulmak

için evin dışını, içini ve atölyemi aradılar. Tabi bir

şey bulamadılar ve her zamanki gibi hayalleri suya

düştü. Sonra beni nezarete aldılar. Onlara açıkla-

yacak bir şeyim yoktu. Söyleyeceklerimi mahke-

mede söyleyeceğim dedim. Soruşturma esnasında

anladım ki, onlar benim atölyemde çalışmış 83 do-

ğumlu Tulkeremli birisini beni daha uzun süre

hapse atmak için kullanmışlardı.

Burada çirkin ırkçı komplo kanununa ve suç-

lamak için tek bir şahidin sözlerine dayanıyorlardı.

Bu kanunda tehlikeli olan durum, özellikle Arap di-

renişçilerine baskı uygulamak için koyulmuş ve

Shin Bet'e basit herhangi bir insanı satın alma ve

kendisi aleyhine kötülük yapmayı planladıkları kişi

için şahitlik yapmaya ikna etme fırsatı veren bir

kanun olmasıdır."

Ebu Basil’in marangoz atölyesinde çalışan bu

genç onun aleyhinde birçok suçlamada bulundu ve

yalancı şahitliği kaydedildi. Yalancı şahit olarak

mahkemeye sevk edildi. Peki, İsrail mahkemesi ne

yaptı? Ebu Basil, şahit mahkemede vicdanının

rahat olmadığını, Shin Bet'in isteği ve komplosu

doğrultusunda bunları yaptığını ve karakolda ver-

diği ifadendin yalan olduğunu söylemesine rağmen

İsrail mahkemesinin onu doğrucu Davut ilan etti-

ğini söyledi. Buna karşılık İsrail mahkemesi gerçeği

söyleyen ve şahitlik yapanların sözlerini reddetti.

Polisin tutanaklarında yer alan çelişkili sözleri ve

yalan ifadeleri dikkate almadı. Böylece aslında

adalet üzere kurulmamış devlette adaletin düştü-

ğünü söyleyebiliriz. Mesele Arap nezarethanesiyle

alakalı olunca adalet ve mantık ortadan kaybolu-

yor ve mahkeme koridorlarında Shin Bet'in dişleri

ortaya çıkıyor. Avukatların ortaya çıkardığı bütün

yalanları ve dolapları görmezlikten geliyorlar. Ebu

Basil mektubunda böyle diyor. İsrail mahkemeleri

bu şekilde birer komediye ve oyun alanına döndü.

İsrail Mahkemesi sabırlı, direnen ve müca-

dele eden Muhammed’i bu şekilde a’dan z’ye düz-

mece olan bir dosyayla 12 yıla mahkûm etti. İşte

Ebu Basil 2005’ten bu yana demir parmaklıklar ar-

dında bulunuyor. Shin Bet, halen onu takip ediyor

ve onu parmaklıklar ardında tutmakta ısrar ediyor.

Ama bütün bu iğrenç tuzaklara rağmen işte Ebu

Basil mektubunu onurlu ve değerli nasihatlerle bi-

tiriyor:

Mayıs 2010

66

"Bu çağrıda sadece kişisel olarak yaşadıkla-

rımdan bahsetmek istemiyorum. Shin Bet'in şerefli,

vatansever ve onların politikalarına ve direktiflerine

boyun eğmeyi reddedenlere darbe indirmek için

kullandığı cehennem planlarına ve kör kin tufanına

karşı şereflileri uyarmak istiyorum. Direnişçiler!

Halkımızın şerefli insanları özellikle de 48 toprak-

ları içinde yaşayanlar! Hedef alma siyaseti ve is-

tihbarat saldırılarının fazlalaşması devletteki en

yüksek makam tarafından yani hükümet tarafından

desteklenmektedir. Bu bir tesadüf değildir aksine

işgalci, saldırgan ve ırkçı politikanın devamı aynı

zamanda ırkçı, çirkin kanunlar koymak için baskı

unsurlarının geliştirilmesidir.

Yuval Diskin’in ırkçılık kokan açıklamaları

bizim için devlet üzerindeki stratejik bir tehlikedir.

Bu halk ve Filistin’i dert edinmiş öncüler olarak bizi

bekleyen tehlikeyi göstermektedir. Bu politika bizi

korkutmayı, hakkımız, vatanımız ve topraklarımız

için sürdürdüğümüz mücadeleyi felce uğratmayı

hedef almaktadır.

Biz ise bu vatana muhacir olarak değil ancak

ve ancak asıl sahipleri olarak geleceğiz. Diskin’e,

onun gibiler ve onun hükümetine verilecek cevabın

onların bizim ve dünya için tehlike oluşturduğu ol-

malıdır. Dünya için bütün uluslar arası ve insani ka-

nunları hiçe sayarak tehdit oluşturmaktadırlar."

Ebu Basil zalim hükümdarın yüzüne hakkı

haykırarak mektubunu bitiriyor: "Bana karşı yürü-

tülen bu çirkin saldırıya kaya gibi sert kartal gibi iz-

zetle cevap vereceğim. Ülkenin Evlatları

Hareketi'ndeki kardeşler haydi! İnsan haklarını sa-

vunan bütün siyasi hareketler, kurumlar ve örgütler

haydi! Sizlerden onların yalanlarını ortaya çıkar-

mak ve sizden birinize gelebilecek darbeye karşı

koymak için uluslar arası ve yerel düzeyde adli bir

kurum önünde bu dosyayı yeniden açmanızı isti-

yorum. Pes etmeyin ve asla durulmayın. Bu sa-

dece bir kişinin değil hepimizin özgürlüklerinin

çiğnenmesi demektir. Vakit geçmeden önce uyku-

nuzdan uyanın da “beyaz öküzün yenildiği gün ye-

nilmiştim” diyen öküzün başına gelenler bizim de

başımıza gelmesin."

İsrail hapishanelerinin parmaklıkları ardında

başı dik, sabırlı ve direnen Filistinli bayan esirler

var. İsrail’in zalim eli, 1967 yılındaki işgalden bu

yana kendini Filistinli kadınları tutuklamaya verdi. O

zamandan bu zaman kadar bu zalim el en ufak bir

vicdan azabı duymaksızın Filistinli kadınları tutuk-

ladı. Bu kadınlardan yaklaşık 600’ü 2000 yılı Aksa

İntifadası’nda tutuklandı. Bu kadınların 100’den

fazlası halen Telmond, Ramle ve Jalama hapisha-

nelerinde bulunuyor.

Şunu bilin ki;

İsrail’in zalim eli 2000 yılında başladığı Filis-tinli kadınları tutuklama devresinde 18 yaşını dol-durmamış iki kızı tutuklamıştır. Bunlar el-Halil’denAyşe Ganimat ve Ayat Debabse’dir. Bu kızlar tu-tuklandıklarında henüz 15 yaşındaydılar. Aynızalim el 29 Filistinli anneyi daha tutukladı. Bu ka-dınlar tutuklandıkları zaman küçük çocukları vardı.Bu çocuklar da zalim el annelerini dirilerin meza-rında diri diri gömdükten sonra hükmen yetim kaldı.

Şunu bilin ki;

2000 yılında tutuklanan esirlerin 3’ü çocukla-rını hapishanede doğurdu. Bunların sonuncusu27.4.2007’de oğlu Bera’yı doğuran Semer Sabih’tir.İsrail Bera’yı annesinin karnındayken suçlu bulmuşve sanki hapis cezası verilmiş gibi dünya ışığınagözlerini açamamış bu nedenle mahpus olarakdoğmuş, bebekliğini annesinin kucağında mahpusolarak geçirmiştir. Kim bilir doğduğu zaman elleriince ve narin olmasaydı İsrail bu ellere ve hapis-haneden kaçmasın diye ayaklarına da zincir vu-rurdu.

Şunu bilin ki;

2000 yılından bu yana devam eden tutuk-lama evresinde tutuklanan en kıdemli esir13.4.1997’de tutuklanan ve 12 sene hapis cezasıverilen Kalkilyalı Suna el-Rai’dir.

Şunu bilin ki;

Halen İsrail hapishanelerinde olan Filistinliesirler arasından 4’ü Filistin içinden. Arraba Buttofköyünden Lina Cerbuni’ye 18.4.2002 tarihinde 17sene hapis cezası verildi. Tayra’dan Verde Kasım4.10.2006’da 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı. ArrabButtof’tan Verde Bekravi 16.10.2003’te 8 yıla mah-

Mayıs 2010

67

kûm edildi. Aylut köyünden Hatice Ebu Ayyaş ise22.1.2009’da 3 yıla mahkûm edildi.

Ama her zaman sorulan ve sorulmayadevam edecek olan soru şudur: İçimizde gece vegündüz bu esirlerin nasıl işkence gördüğünü, İsrailhapishanelerinin parmaklıkları ardındaki bu esirle-rin günlerini nasıl geçtiğini bilen var mı? Bu soruyacevap olarak ben şu noktalara değineceğim. Belkide böylece Filistinli esirlerin yaşadığı trajik durumuhepimiz anlarız:

1- Hapishanedeki bazı esirler hücre hapsinemaruz kaldı. Hücre hapsi İsrail hapishaneler idare-sinin esirlere karşı uyguladığı en şiddetli işkence-lerden sayılıyor. Erkek ya da kadın esir uzunsüreliğine karanlık ve dar bir zindanda tutuluyor.Bu süreçte diğer esirlerle görüşmesine izin veril-miyor. Bu cezanın en tehlikeli yanı ise hücre hap-sinin belirli bir zaman diliminin olmaması. Bu ceza,süresini İsrail istihbarat teşkilatı ve hapishaneleridaresindeki güvenlik teşkilatının belirlediği meçhulbir cezadır. Esir burada cehennemi andıran daya-nılmaz koşullarda yaşamaktadır. Esirler en düşükinsani ve yaşam hakkı standardından bile yoksun-durlar. Aşağılanma ve dayağa maruz kalırlar. Busüre senelerce sürebilir ve bazılarının psikolojik veciddi fiziksel hastalıklara yakalanmasına sebepolabilir. Bu da hücre hapsinin İsrail askeri hapisha-nelerinin esirleri ezip aşağılamayı hedefleyen inti-kam politikası çerçevesinde dayattığı ek bir ceza

olduğu anlamına gelmektedir. Örneğin KudüslüÂmine Muna uzun aylar boyunca bu cezaya çarp-tırılmıştır.

Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?Uyanan var mı?

2- Filistinli bazı esirler İsrailli soruşturmacılarya da işgal kuvvetleri tarafından kötü muameleyeve şiddetli azaba maruz kalıyor. Bayan ve erkekesirlerin çoğu dondurucu soğukta uzun süre ellerive ayakları bağlı bir şekilde bırakılmaları, lavabokullanmalarına izin verilmemesine ek olarak tutuk-lanma ya da soruşturma sırasında dayaktan bar-barca saldırılara kadar gördükleri işkencenin canlıörneklerini sunuyorlar. Bazı esirler hamileyken tu-tuklandı, soruşturma esnasında şiddetli baskıyamaruz kaldı, çocuklarını düşürmeyle tehdit edildi,soruşturma esnasında kadın doktor bulunmasınaizin verilmedi ve hamile kadınlar özel yiyecekler-den mahrum bırakıldılar.

Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?Uyanan var mı?

3- Arap el-Dahil gazetesi 3.7.2009 tarihindeİsrail barosundan uzman avukatların hazırladığı birrapor yayınladı. Bu raporda kadın esirlerin hücrehapsinde yaşadıkları koşulları anlatırken tüylerimizdiken diken oluyor. Burada bu cezanın uygulandığıodaların çok küçük olduğu ve insan kullanımına el-verişli olmadığı görülüyor. Yine tuvaletlerin odanıniçinde ve alaturka olduğu ve odanın içinin kötükoku yayan şeyden temizlenmesinin zor olduğu,banyo musluğunun tuvaletin 50 cm üzerinde ol-duğu bu nedenle esirin banyo yapmak için kötü ko-kulu tuvaletin üzerine çömelmesi gerektiği ortayaçıkıyor. Banyo ve tuvaletin uyunulan yere yakın ol-ması ve aralarını ayıran bir şey olmaması nede-niyle esir su ve kanalizasyon suyuyla ıslanmışyatakta uyumak zorunda kalıyor. Ayrıca odalardagüneş ve hava girecek pencere bulunmuyor bu dakokuların keskinliğini artırıyor ve tahammül edile-mez hale getiriyor.

Bundan daha vahimi hapishane idaresi 12saat süresince esirleri ellerinden ve ayaklarındanyatağa bağlıyor. Çoğu zaman gardiyanlar esirlerintuvalete gitmek için zincirlerinin çözülmesi isteğinireddediyor ve bu nedenle onlar da ihtiyaçlarını el-biselerinin ve yatağın üzerinde gidermeye mecbur

Mayıs 2010

68

kalıyor. Hapishane idaresi de daha sonra bu yatağıdeğiştirmiyor. Esirler de günlerce bu yataklarınüzerinde uyumak zorunda kalıyor. Aynı şekilde te-mizlik maddelerinde ve kadınların kullandığı pet-lerde de büyük eksiklik yaşanıyor. Raporlar bayanesirlerden birinin banyo yapmak için sabun yerineçamaşır deterjanı kullandığını ve her yerinin yan-dığını aktarıyor. Gardiyanlar ise ihtiyaç giderme es-nasında kendi ihtiyaçlarını giderdiklerini kanıtlamakiçin esirleri avret yerlerini açmak zorunda bırakıyor.

Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?Uyanan var mı?

4- Sonara Gazetesi’nin 20.3.2009 tarihindeyayınladığı habere göre, Filistinli esirleri boğan butrajedik durum Yüksek Temyiz Mahkemesi BaşkanıAhmet Natur’u İsrail Hapishane İdaresi KomiseriPenny Kinyal’e Damon hapishanesindeki Filistinlikadınların durumu ve dini haklarından mahrum bı-rakılmaları hakkında protesto mektubu gönder-meye sevk etti. Mandela Esir ve TutuklularıKoruma Vakfının raporuna göre; mektupta hapis-hane yönetiminin Müslüman esirlerin Kuran oku-masına ve namaz kılmasına izin vermediği veiçeriye kitap sokulmasının yasaklandığı yer alıyor.Ahmet Natur, İsrail hükümeti yargı müsteşarındanMüslümanlara hapishanelerde bütün dini haklarıntanınması için hapishaneler idaresine talimat ver-mesini istediğini söyledi. Müsteşar hapishane ida-resine gitti ve Natur’a dini hakların İslam hükümleri

gereği sağlanacağı sözünü verdi. Ama Natur mek-tubunda bu sözün fiiliyata dökülmeyeceğinin anla-şıldığını açıkladı.

Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?Uyanan var mı?

5- Esir Muhammed’in eşi Nur’un bize anlat-tığı canlı tanıklığa kulak verelim. Arap el-Dahil Ga-zetesinin 20.2.2009 tarihinde yayınladığı haberdeNur şunları söylüyor: “Eşim halen idari gözaltındatutuluyor. Ben de tutuklandığım günden beri bu-rada idari gözaltı kapsamında bulunuyorum. Yak-laşık bir sene önce 20.2.2008 tarihinde yüksekmahkemede düzenlenen celse kapsamında Ür-dün’e sürülmemi önerdiler. Son celsemde ise idaritutukluluk süremin 3 ay daha uzatılmasını istediler.Bu seferki bahane gizli bir dosyaydı. Benim insan-ları devletin güvenliğine karşı kışkırttığımı iddia et-tiler. Tutukluluk süremde 2 kere açlık grevinegirdim. Bunların ilki 12.12.2006 tarihindeydi. Busüre zarfında 27 gün Telmond hapishanesindehücre hapsine maruz kaldım. Hapishanenin avlu-sunda dolaşmama bile izin vermiyorlardı.” Nurdevam ediyor:

6- Beni zindana soktuklarında içerisi camlarladoluydu. Hava soğuk ve camlar kırıktı. Zindandakicamların ortalıktan kaldırılmasını reddettiler vebenim temizlememe de karşı çıktılar. Açlık grevinin22. gününde ağzımdan kan gelirken bana tuz ver-mediler. Dilim şişmişti, ağzımdan ne olduğunu an-lamadığım maddeler geliyordu. Nur bütün bukoşullara rağmen idari tutukluluğu sonlanıncayakadar grevi bırakmamakta ısrar ettiğine işaret edi-yor ve hapishane müdürünün 3.12.2008 tarihindeonu serbest bırakma sözü verdiğini sözlerine ekli-yor. Böylece Nur grevine son veriyor ama bu vaatyalan çıkıyor. İdari tutukluluk süresi yeniden6.8.2008 tarihine kadar uzatılıyor. Nur şöyle diyor:“ Ben 6 çocuk annesi bir kadınım. Buraya gelme-den önce Hişaron hapishanesi 12. kısımdaydım.12.3.2008’de serbest bırakılma ümidim kaybol-dukta sonra el-Cezire kanalının yayınında çocuk-larımın benim serbest bırakılmam için sözverildiğini ama serbest bırakılmadığımı söyledikle-rini duydum. O günden sonra ikinci grevime başla-dım. Bu grev 6.4.2008’e kadar devam etti.”

Nur gardiyanların tepkisinin onu hücre hap-sine koymak, avluda dolaşmasına izin vermemek

Mayıs 2010

69

ve Hişaron hapishanesindeki zindana koymak ol-duğunu söyledi. “Zindanı su basıyordu ve tuvaletlezindan arasında bölme yoktu. Pencerelerde perdeolmadığı ve oda açık olduğu için banyo yapamı-yordum.” Bu esir 16.3.2008’de mahkemeye çıktı-ğını ve bundan bir gün önce de kan kustuğunudoğruladı. “Ağrının şiddetinden bağırıyordum. Çokhastaydım. Beni gece 3’te Hişaron’dan çıkardılarve Ramle hapishanesine götürdüler. Otobüstegece 3’ten sabah 7’ye kadar uyudum. Elim veayaklarım bağlıydı. Mahkemede idari tutukluluğu-mun 3 ay uzatılmasına karar verildi. Mahkemedensonra beni zindana geri getirdiler. Ellerim ayakla-rım bağlı şekilde akşam 6’ya kadar zindanda kal-dım. Banyoya gitmem izin vermediler. Daha sonrabeni Hişaron’a götürdüler. Gece 10’da oraya var-dık. Oraya vardıktan sonra hapishane müdürüneyalancı olduğunu, serbest kalacağıma dair söz ver-diğini ama yapmadığını söyledim. Ramle hapisha-nesinde hücre hapsine konulmama karar verdiler.Eşyalarımı aldılar (su, tuz, elbise ve Kuran) 8 günboyunca aynı elbiselerle zindanda kaldım. Onlar-dan eşyalarımı istedim ama vermediler. Sürekliolarak kan ve yeşil su kusuyordum. Bu, zindanınkokusunu ölü kokusu haline getiriyordu ve zindanagelen gardiyanlar maske takıyorlardı.”

Nur, hapishane idaresinin açlık grevi yaptığıiçin onu muayene etmeye karar verdiklerine işaretetti. O bunu reddetti çünkü yorgunluktan ayakta du-racak hali yoktu. Muayene için ısrar ettiklerinde eş-yalarını geri vermeleri şartıyla muayene olmayıkabul etti. Ama onlar eşyalarını vereceklerine onugece yarısı Jalama hapishanesine naklettiler.Orada da açlık grevine devam etti. Sabrı ve direnişiİsrail hapishaneler idaresini çocuklarını, eşini vekardeşini görmesi ve telefonla annesi ve çocukla-rıyla konuşması için izin vermeye mecbur etti. İsrailzulmüne karşı bu sabırla direnen mücadelesi ol-masaydı annesi ve çocuklarıyla konuşamazdı. Esirşöyle diyor: “Şuan sağlık olarak çok bitkin ve yor-gunum. Safra kesem ve böbreklerimde ağrılarımvar. İlk grevimde ciğerimde ağrı vardı. Son dö-nemde ise görüşüm zayıfladı.”

Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?Uyanan var mı?

7- Hak ve Özgürlüğün Sesi gazetesinin28.11.2008’de Vaid Esirler ve Özgürler Cemiyeti-nin ağzından yayınladığı başka bir drama bakalım.

Bütün insan hakları kuruluşları ve tıbbi örgütler dur-madan İsrail hapishanelerindeki Filistinli esirlerinözellikle de esir İsra Imarane’nin kurtarılması içinacilen harekete geçilmesi çağrısında bulundu. İs-ra’nın ailesi Vaid cemiyetine kızlarının diş teli ne-deniyle şiddetli dişeti iltihabı geçirdiğini vehapishane yönetiminin gerekli ilacı vermediğini, ha-pishanedeki doktorun ne olduğunu bilmediği hap-lar ve ağrı kesiciler verdiğini, kızlarının bu ilacıaldığında ağrıyı kısa bir süreliğine geçirdiğini his-settiğini bildirdi.

Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?Uyanan var mı?

8- Başka bir gazetenin Filistinli bir esirin ağ-zından yayınladığı ve tüyleri diken diken eden birolaya bakalım şimdi de. “Yahudi gardiyanların biritarafından dövüldüm. Bu gardiyan yönetime çokyakın olan kişilerdendi. Onu şikâyet ettiğimde elbi-selerimi çıkardılar, beni zincire vurdular ve hayızlıolmama rağmen beni hücre hapsine koydular. Gar-diyanlardan en azından elbiselerimi vermelerini is-tedim. Buna aldırış bile etmediler.” Yahudimahpuslardan biri saldırgan bir Yahudi mahpushakkında şunları söyledi: “Arap esiri döven Yahudimahpus hapishane yetkilileri tarafından övgü aldı.”

Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?Uyanan var mı?

9- Bu nedenle nasihat, uyarı ve hatırlatma ba-bında kendime ve sizlere diyorum ki; içimizden bi-rinin İsrail hapishanelerinin dikenli binalarınınönünden geçerken sanki hiçbir şey görmemiş gibigözlerini yummaması aksine bu binaya uzun uzunbakması ve kendi kendine şöyle demesi gerekiyor.“Bu parmaklıkların, duvarların ve tellerin ardındabenim onurum ayaklar altına alınıyor. Şerefim gar-diyanların ayaklarının altında çiğneniyor. Oradabenim esir annem, kardeşim, esir kızım gece gün-düz sabah akşam acı çekiyor ve hala yardım dile-niyor. Ben, sen, bizler ve sizler bu biricik esirler içinne yaptık? “Özgürlüğün tutsaklarına özgürlük! Öz-gürlüğün tutsaklarına özgürlük!” çağrısı içimizdeyankılanırken bizler ne yaptık?.................................................................................................

İslami Hareket Lideri Şeyh Raid Salah'ın Pls48.net'te yayınlanan "Özgürlüğün Tut-

saklarına Özgürlük! " başlıklı bu yazısı Gülşen Topçu tarafından İsra Haber için ter-

cüme edildi.

Mayıs 2010

70 Mayıs 2010

Musa KARACAmka ra ca_reh ber@hot ma il.com

B U R H A N Ç O C U KALLAH’I (C.C) TANIMAK

Arkadaşlar insan muhteşem bir varlıktır. Şu vücudunuza bakın fazla veya eksik bir organınız var mı?Asla her bir organımız bir sanat eseri gibi vücudumuza nakış nakış işlenmiştir. Her bir organımız o kadarkıymetlidir ki hangi organınızı satabilirsiniz? Böyle bir soruyu sorana inanılmaz tepki gösteririz değil mi?

İşte bu durum bize rabbimizin güç ve kudretini göstermektedir. Ya doğanın dengesine bakın. Çalış-mak için gündüzü, dinlenmek için geceyi yaratmış. Güneşi, ayı, denizleri ve ormanları yaratmış hepsi birölçü içerisinde hareket ediyorlar.

Bunların hepsi Allah (c.c) güç ve kudretiyle olmaktadır. Bizlerde bu dengeyi anlayabilmemiz içinAllah (c.c) tanımamız gerekmektedir. Peki bizleri yoktan var eden Allah (c.c) nasıl tanıyabiliriz?

Sevgili arkadaşlar öncelikle Allah'ın en güzel doksan dokuz ismini öğrenmemiz gerekir. Sonra Allah’ınzati ve sübuti sıfatlarını öğrenmemiz gerekir. Bizde ay konumuzu Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarına ayırdık.Bulmacamızda Allah’ın zati sıfatlarının anlamını verdik sizden karşılıklarını bulmanızı istedik. Bence Allah'ınsübuti sıfatlarının anlamını iyi öğrenin bir sonraki sayımızda bulmaca olarak karşınıza çıkabilir.

Bu sayımızın Allah'ın en güzel doksan dokuz ismini, Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarını öğrenmek içinbir başlangıç olması dileğiyle Allah’a emanet olun arkadaşlar.

BİLGİ DAĞARCIĞIAllah'ın Sübuti Sıfatları

1. Hayat: "Diri ve canlı olmak" demektir. Yüce Allah diridir ve canlıdır. Her şeye, kuru ve ölütoprağa can veren O'dur.

2. İlim: "Bilmek" demektir. Allah her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı, olacağı, gelmişi, geçmişi,gizliyi, açığı bilir.

3. Semi: "İşitmek" demektir. Allah işiticidir. Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle veya yükseksesle ne söylenirse Allah işitir.

4. Basar: "Görmek" demektir. Yüce Allah her şeyi görücüdür. Hiçbir şey Allah'ın görmesindengizli kalmaz. Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa Allah (c.c) görür.

5. İrade: "Dilemek" demektir. Allah dileyicidir. Allah varlıkların konumlarını, durumlarını veözelliklerini belirleyen varlıktır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz

6. Kudret: "Gücü yetmek" demektir. Allah sonsuz bir güç ve kudret sahibidir

7. Kelâm: "Söylemek ve konuşmak" demektir. Allah bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar in-dirmiş, bazı peygamberler ile de konuşmuştur.

8. Tekvîn: "Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkarmak" demektir. Yüce Allah tek yaratı-cıdır.

71Mayıs 2010

KISSADAN HİSSEKötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.

"Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş.Genç, birinci gün tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontroletmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış.

Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yenidentahta perdenin önüne götürmüş.

Gence bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerdenbir çivi çıkart, sök" demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona"aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Çok delik var. Artık geçmişteki gibigüzel olmayacak" demiş.

NE ALIRSINIZ?Yahya Kemal bir yokuşu çıkıncaya kadar nefes nefese kalır. Yokuşun sonundaki lokantanın

önünde dinlenmek ister. İçeriden bir garson seslenir: - Buyrun beyim ne alırsınız?

Yahya Kemal tebessümle: - Evlat, müsaade edersen bir nefes alacağım.

BİLMECELER1. Çaydanlık demliğe ne demiş?

2. Yurdumuzun en hasta ili hangisidir?

3. İnsanların en çok bakakaldığı yer neresidir?

4. Adamın biri gökdelenin tepesinden karpuzcuya ne diye seslenmiş?

5. Sürahi, bos bardağa ne demiş?

GÜLÜCÜK

Cevaplar: 1- Tepemde hoplayıp zıplama, 2- Ağrı, 3- Bakkal,4- Şu bezelyeden 2 kilo tartar mısın?5- Sen de olmasan içimi kime dökerim

Arkadaşlar Allah’ın Zâtî Sıfatlarınıbulmacamıza yerleştirelim

1.Allah’ın var olması

2.Allah’ın varlığının ezelî olması, başlangıcınınevvelinin, öncesinin olmaması

3.Allah’ın sonsuza deşin ebedî olarak var olması

4.Allah’ın bir ve tek olması

5. Allah’ın varlığının kendisinden olması

6. Allah’ın sonradan olanlara benzememesi

72 Mayıs 2010

Ey rüzigar gider isen canana söyle beniLütfünde keremi varsa yakmasın böyle beniBen bu aşka düş olalı bana Mecnun dedilerBen nasıl Mecnun’um bilmem aramaz Leyla beni

Ben bu aşka düş olalı gönlüm telaşta benimSinemi sitem bürüdü gözlerim yaşta benimNe dizimde kuvvet kaldı ne aklım başta benimİpsiz bağladı bu felek bir kaşı yayla beni

Reyhani der çok kişiler arzeder han olmayıHiç düşünmez mi gafiller bir kabristan olmayıİstemem senden muhtelif tahta sultan olmayıKo bana köle desinler yanında eyle beni

Aşık Reyhani

Beni (Ey Rüzigar)