44
edebiyat kültür sanat dergisi sayı #3 aralık-ocak 2012 - 2013 #Röportaj / Hakan KALKAN / Lale MÜLDÜR #Hikaye / Halit UYSAL #Deneme / Tarık KAY ş¡¡r - h¡kaye - deneme - röportaj - ¡nceleme - tanıtım -f¡lm - müz¡k - res¡m www.fundamentadergi.com ''Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan önce kendisinden başlamalıdır'' - Socrates - - Socrates -

FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Embed Size (px)

DESCRIPTION

FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3 ARALIK-OCAK SAYISI

Citation preview

Page 1: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

edebiyat kültür sanat dergisi sayı #3 aralık-ocak 2012 - 2013

#Röportaj / Hakan KalKan / Lale müldür #Hikaye / Halit UYSal #Deneme / Tarık KaY

ş¡¡r - h¡kaye - deneme - röportaj - ¡nceleme - tanıtım -f¡lm - müz¡k - res¡m

www.fundamentadergi.com

''Bir şeyleri değiştirmek

isteyen insan önce

kendisinden başlamalıdır''

- Socrates -- Socrates -

Page 2: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

İÇİNDEKİLER / SaYI#3İÇİNDEKİLER / SaYI#3

Kitaro- Aişe hümeyra

Üç Maymun-Deniz Sadık

Yedinci Gün-Halim Bekar

Ödevimiz Dergi-Ayşe Betül Kahraman&Aişe Hümeyra

İtalo Calvino-S.Betül İzgöer

Ahmet Demir

Emel Yılmaz

Halit Uysal-Götür Beni Gittiğin Yere

Müzeyyen Çelik-Eksik Noksan

Talha Orhan- Fazlaca Sıradan Bir Ofis Tecrübesi

Tarık Kay –Mazot 1

Hakan KALKAN – Ahmed Musab & S.Betül İzgöer

Lale MÜLDÜR – A.Büşra Erkeç

Mustafa Onur- Aişe Hümeyra

Ayşe Büşra ERKEÇ- BÜYÜ

Bünyamin KAVRUT- 15:00 Otobüsü Birkaç Ceset ve ben

Sümeyye SEVİM- Şehr’e Senfoni

Ahmed MUSAB-Farkında Değilsin Bi Ara Seni Düşünmedim

Mustafa ONUR-Sen Beni Bir Meşe’den

şiirşiir1

2

3

4

5

1

2

3

4

1

2

1

2

3

1

1

2

3

röportajröportaj

hikaye

deneysel yazı

hikaye

deneysel yazı

incelemeinceleme

illüstrasyonillüstrasyon

Page 3: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

EDİTÖRÜN KLAVYESİNDEN

dergi künyesi

dergi tayfası

İletişimedebiyat kültür sanat dergisi süreli yerel ve online iki ayda bir çıkar

Genel Yayın Yönetmeni : Betül İZGÖER

Şiir Editörü : Ahmed MUSAB

Hikaye Editörü : Betül İZGÖER

Kültür-Sanat Editörleri : Gamze OKUMUŞ /Aişe HÜMEYRA

Görsel Tasarım : İsmail KALECİ

İllüstrasyon : Emel YILMAZ

fundamentadergi.com - [email protected] - facebook.com/fundamentadergi - twitter.com/fundamentadergi

SUNUŞ“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz” - Yunus Emre -

Sözümüzü öyle bir tılsıma benzetir ki büyükler, ‘söz ağızdan çıkana kadar insanın köle-si; çıktıktan sonra da insan sözünün kölesi olur’ derler. Kalemi elinde tutan için yazının bundan bir farkı var mı? Silmek diyebilirsiniz veya yakmaktan mı bahsedeceksiniz –delete ile backspace’e hiç girmiyorum- fakat biz, zihnin içinde yüzen sözler kalemle harflere döküldükten sonra her ne ile imha edilmek istenirse istensin bir büyük defter-de zabt altına alındığını hatırlatacağız. Sözlerimizi kalemimizden çıkan yazılarla eşleştirdik. Biz bili-yoruz ki söylediğimiz her sözü, hissettiğimiz her duyguyu kalemimizle şekillendirerek anlam ka-zandırabiliriz. Fundamenta temkinli adımlarla sağına soluna dikkat kesilerek ve elbette hava durumunu takip ederek yürüyüşüne devam ediyor. Sözümüz, yazımız, eylemimiz ‘yağ ile bal’ olsun için derin-den alıp veriyoruz nefesimizi.

Ayşe Büşra yolun üçüncü kavşağın-da ellerinde bir takım ‘Büyü’lerle gülümsüyor ve hatrımızı soruyor: ‘Kadın aşkın büyüsüne kanar / Erkek büyünün kendisine / Nasılsın? / Kendime büyü yapıyorum ... teşekkür ederim’ Bünyamin ‘15:00 Otobüsü’ne binip varıyor durağına: ‘Ölebili-riz ama devlet kayıtlarına / yolun yorgunluğu ekle-nir.’ Derken Ahmed Musab bir meydana çıkarıyor bizi, ‘karmanyola haberler’ anlatıyor ve ekliyor: ‘Allahuekber’ lafzı yerlerde ise/ çıkılması gereken merdivenlerden inme vaktimiz gelmiştir’ Tam bu sırada Sümeyye Sevim, şehrin orta yerine davet ediyor bizleri ve sonra arkasını dönüp fısıldıyor: ‘Kimsesizlikten / Şaşırabiliriz’ Üçüncü durakta üç ayrı röportaj sizle-ri karşılıyor. Ayşe Büşra, Lale Müldür’ün kapısını çalıyor ve keyifli bir sohbete açılıyor kapı. Onlar kitaplarından şiirlerinden dünyadan konuşma-ya devam ederken ‘Şiir’ alanında iki editörümüz

Hakan Kalkan’a başvuruyor. Şiir bir şey anlatır mı anlatmaz mı, çıkış nerededir diyerek oturuyorlar Kalkan’ın sofrasına. Öte yandan Aişe Hümeyra ‘Kültür-Sanat’ alanında Mustafa Onur’u getiriyor yanımıza. Soru cevap ikliminden biraz uzaklaş-mak istediğimizde Halit Uysal, Müzeyyen Çelik ve Talha Orhan hikayeleriyle başbaşa kalıyoruz. Tanıtımda Deniz Sadık, Halim Bekar, Aişe Hümey-ra ile Deneysel Yazıda Tarık Kay, Ayşe Betül Kah-raman bizlere eşlik ediyor. Ahmet Demir ise bu sayıda bir çizimini bizlerle paylaşıyor. Yazmayı bir endişe eylemi olarak kabul edip, dünya denen yolculukta ‘yaşama’ endişemi-ze sizlerle beraber su serpmek istiyoruz. Yeni bir ifade, yeni bir bakış açısı ve yeni bir duruş hepi-mize farklı izahlar sunabilir. O yüzden burdayız, o yüzden yürümeye devam ediyoruz. Sayfalar bizi hangi dağa çıkaracak hangi ovaya indirecek han-gi yağmur ile ıslatacak hep birlikte görelim.

Kasım 2012

Page 4: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA4

A. Büşra Erkeç

BÜYÜSavaş sanatı ustalıklarıSevgili Enya, dünyaca ünlü büyülü şarkılar söyleSıkıca tutunmamak için meselaMesela, cam batırıyorum parmaklarıma

Böylece attığım adımları kontrol ediyorumBram bram bam bam bam bamNasıl ahenkle atar adımlarını kadın başka, estetik ve tetikteKadın aşkın büyüsüne kanarErkek büyünün kendisineNasılsın? Kendime büyü yapıyorum ... teşekkür ederim

İğne batırmaya benzemiyor bu başka bir şeyEtime işliyorum cam kırıklarını fazla dokunmak bir şeyeHerhangi bir şeyeBir kedinin tüylerine mesela yumuşak ve serinDokunuyor ve geri çekiliyorumDokunmak, sokulmaktır EnyaDokunmak, sığınmaktır LeylaDokunmak, soğumaktır Cesarin EveraDokunmaya çalıştıkça parçalanıyor çünküParmaklarımızda cam, sırtımızda yükBir kadını takip ediyor, yaşlı çirkin ve kambur bir kadınGece sakin ve duvarları kalınDeniz yarasaları gibi... deniz, sadece gündüz mavi değildirMavi değildir avutulmuşlar korosunda çocuklar

Büyüde cam gibi, bil artık bunu bil ve kabullenSen konuştukça şiddeti artacak parmaklarındaki sızınınKendine büyü yap büyülerin en sevimlisiniRüya gibi, efsunlu hayaller gibi, tadı yerinde turşu gibiEkşi ve mağrur kekremsi bir tatAraba tekerleğine yapışan ve yollara kayışlananHaşerat ya da savaş ne fark ederOnlar senin geçtiğin yollara serpişecekBuhuruna karışıp yollara hücrelerine yerleşecekKadın ey kadın, daha daha nasılsın? Kendimize büyüler yapar, efsunlarda yaşarızTeşekkür ederiz ...

Page 5: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3
Page 6: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Bünyamin Kavrut

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA6

15:00 Otobüsü Birkaç Ceset ve Senazrail in elinde tırpan olsa babama yardıma gelirdio vakit ben kazağını çıkaran çarmıhherkesten önce yola koyulana yakılan ağıtgerillaların geceye savrulan türküleri gibişam dan beyrut a ve kalbine bir cariyeninsoğuk sancılar içinde her şey olurdum

dört mevsim bir kabile geçti ve senpimi çekilen bomba gibi süzülürkenkuyunun neden dolmadığını açıklayacakayetler aradımhep bir şeyler eksikhep bir şeyler yanlış dendi ve bençantamda ekmek olmayışına o an ağladım

yol gitsin biz kalıyoruz ve kankadehini doldurmuyor başbakanınkırılan gözlerim imamı korkutuyordevenin ayaklarına inerken terkediyorum şehriel-fil öldü ama cumalar bununla başa çıkabilir

bir kez daha açıyor kanatlarını ama nedentaşı delecek su anlamıyor biziçitler işleniyor boğazıma odada hiç cam yokölebiliriz ama devlet kayıtlarınayolun yorgunluğu ekleniroysa keder diye inliyoruz bizayaklarımıza dolanan kumla yoğrulan birizerdüşt ün ateşi kadar aciz derken

kolum uyuşuyor hem uzandığım oraksakallarım için fazla küçükyaşayanlardan nefret eden morg görevlisini çiziyorumarenada ölen imparator olunca kalabalık neden susuyo

Page 7: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 7

Page 8: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Röportaj

Ahmed Musab

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA8

ADAM BUNLARI İYİ Kİ DEMİŞ

Page 9: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Betül İzgöer

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 9

Şiirlerine ilk olarak Şehrengiz, Atlılar, Huruç ve Fayrap dergilerinde rastladığımız, neo-epik şiirin çıkış noktası olarak kabul edilen Hakan Kalkan, Fundamenta Ekim-Kasım sayısında sorularımızı cevapladı.

2007 yılında Meryem Koçaklamaları adlı kita-bınız ile yayın hayatına giriş yaptınız. Bir ha-reket noktası olarak Meryem Koçaklamaları istediğiniz yerde miydi?Meryem Koçaklamaları’nı çıkaralı beş yıl ol-muş. Beş yıl sonra konuşulacak bir kitap ol-ması bir şeye işaret ediyor. Okunmaya devam ediyorsa bir şeydir. Meryem Koçaklamaları’nı okuyan biri “adam bunları iyi ki demiş.” diyorsa bir yere varmış demektir şiirler.

Hakan Kalkan okuyucuları, klasik dönem şa-irlerinden sonra bir yıkımla karşı karşıya. Kli-şelerin, benzer ifadelerin yerle bir edildiği bu şiirleri, şaire özgü bir duruş olarak mı kabul edeceğiz yoksa bu neo-epik şiirin bir gerek-liliği mi?Şiir benim için konuşmaktan, seslenmekten ibaret. Neyi yaşıyorsak, ne kadar görmüşsek neleri önemsiyorsak onu da söylüyoruz. Söyle-diğimiz şey şiirdir. Neo-epik şiirlerden çok şey öğrendim: Dünyada yalnız olmadığımı, “ben” denilen şeyden sıyrılmadıkça “ben” e yaklaşı-lamayacağını mesela. Ama zaten o yol üzerin-de yürüyorsun. O yol üzerinde seslenen birinin sesini duyuyorsun. Hiç şiir yazmamış, şiirden hiçbir şey anlamamış biri olsaydım bile yine neo-epik şairleri bir şekilde bulurdum. Yaşa-makla ilgili bir şey bu, dünyada kapladığın yerle ilgili. Bir şeyi yıkmak için bile o şeyin ne oldu-ğunu çok iyi bilmek gerekiyor. Şiir gelenekten bağımsız değildir, kendinizi geleneğe dahil ederseniz. Eğer Türk şiirinde yürünülecek bir yol açmışsanız sadece oraya eklemlenmiş bir halka olursunuz. Şiir zaten sarsmak demek değil midir? Şiir sıkı bir yumruk gibidir.

“Sana ekmeğimi uzatıyorumSana uzanıyorum aşkın olandaBir gülü uzatmıyorum sanaSana çünkü karalar ülkesindeyiz gemilerimizi yakmışlarSürgündeyizUysal ve kalabalık”

Hakan Kalkan neden ekmeği uzatıyor? Ek-meğin insan için en elzem ihtiyaç olduğundan yola çıkarsak, Kalkan burda gül yerine ekmek uzattığını söyleyerek, sürgün gerçeğini muha-tabına hatırlatıp beklentileri sıfıra indirmek düşüncesi mi benimsiyor?Allah var, umutsuzluk haram. Ben sadece bir şeyleri işaret etmek istedim. Gül-bülbül’den öte bir şeyi. Daha gerçek olanı, dünyada oluşu-muzu. Gül deyip durmak vardı; ben yolda yürü-mek gerektiğine, aramak gerektiğine inandım. Umut varsa karamsarlık da vardır. Biz ekmeği öpüp başımıza koyarız.

‘Gül’ ve ‘Ekmek’ Kalkan şiirinde neyin yerini tutmaktadır ki muhatabın ‘kullanılmış gülleri’ yüzünden ‘ekmek yetmemekte’dir? Kalkan’ın sözlüğünden ekmek ve gül bize ne anlatmak istiyor da mısralar arasında devamlı kendini hissettiriyor? Neo-epik şiiri tercih etmenize mi olanak sağlıyor?Gül bir şeyin yerini tutmuyor. Gül güldür o ka-dar. Meryem gülü sevmez, sevseydi sadece sevdiği bir çiçek olurdu benim için. Çiçek almak istesem saksı çiçekleri alırdım yada alıyorum. Ekmek eve gitmemi sağlayan bir şey. Ekmeği-ni sıkı tutmak gerekiyor. Kavgadır ekmek. Ben Karslıyım, Karslı için ekmek yemekten öte ve daha kıymetli bir şeydir. Sofrada ekmek yoksa hiçbir şey yoktur çeşit çeşit yemek olsa bile. Biz yemek yiyoruz demeyiz, ekmek yiyoruz deriz. Pay etmektir, güzel bir mısradır ekmek.

Page 10: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Ahmed Musab

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA10

Kalkan’ın devrine ait halleri sahneleri net, duru ve aynı zamanda arkadan gelen bir kahramanlık marşı ile okuyucularına ulaş-tırdığını görüyoruz. Bu ulaştırma eylemi şair için yeterli olacak mı? Şair şiirlerinde bir çözüm sunacak mı, sunmalı mı?İnsana bir şey yetiyorsa bir sonraki adım için çabalamıyor genellikle. Bundan sonra neler görürüm bu garip dünyada bilmiyorum, bildi-ğim şey iki günü aynı olan ziyandadır. Şiirden öte bir şey bu, daha önce de söylediğim gibi şiir olsun diye şiir yazmadım, yazmıyorum. Bir bakış için binlerce mısra yazmak ister-dim. Şiirim bir kahraman-lık marşıyla okuyuculara ulaşıyorsa buna sevinirim. Bir şeyleri çözümlemişsek neden çözümü sunmaya-lım. Tehlikeli bir yoldan geçiyorsun ve bunu haber veriyorsun. Bu şiirden bir şey götürmez. Her tanım bizi kalıba sokar. Şiir şudur, şiir bu değildir, şunu yapmaz bunu yapar. Şiir insanın söy-lediği bir şey. Söylediği şey için de çözüm de olur ve bazen çö-zümsüzlük de.

Şiir sadece şiir olmakla bile bir çıkış hare-keti midir?Sürekli bir çıkış arıyoruz. Sürekli bir yere varmak orada kendimize bir alan açmak için çabalıyoruz. Şiiri şiir olmaktan çıkarıp kut-sanmış, kutlu söz söyleme olarak göremeyiz diye düşünüyorum. Anlatamayınca şiir diyo-ruz. Şiir diyorsak bir çıkış elbet vardır. Çıkı-şın her daim olduğunu işaret ediyor bize şiir.

Hakan Kalkan ‘şiir’i neye yormaktadır? Mısralar arasında salınırken tanıştığımız

insanların tutunamamış yıpranmış ‘delice akan hayat ırmağı’nın bir şekilde kıyısında kalmış insanlar olduğunu görüyoruz ve şu soru ister istemez merak konusu oluyor: ‘Gerçek’ şair için o ırmak değil de, bu kıyıda kalmış insanlardan mı ibaret yoksa ‘Bakın bunlar da var’ demek mi istiyor?Kıyıda köşede kalmış insanlar demeyelim de kendi vatanında vatansız bırakılmak isteni-lenler diyelim. Kimdir kıyıda köşede duran-lar, her gün gördüğümüz, selam verdiğimiz insanlar mı? Yoksa mevki ve makamımıza göre bir yerlere sıkıştırmaya çalıştığımız in-

sanlar mı? Biz de birileri için kıyıda kö-şede kalmış insanlarız. Ya da öyle

olmamız isteniyor. Biz merkez-deyiz, birileri bizim merkezden

uzaklaşmamızı istiyor. Ama merkez biziz. Halktır.

‘Şairin gerçek işi öç almak-tır. Şair zulme uğradığı için şiir yazar’ deniliyor. Hakan

Kalkan kimden neyin öcünü almakta?

Her kim ki zalimdir, yaptığı zul-mün öcü alınmalıdır. Her kim ki

kulun hakkına göz dikmiştir öç almak gerektir. Her kim ki, yalan, iftira peşindedir ondan öç almak gerektir. Her kim ki, bizim olanı bizden almak için yalan söylemektedir öç almak gerektir. Her kim ki gavurun ekme-ğiyle beslenmektedir öç almak gerektir. Her kim ki gavura gavur demeyip ahkam kes-mektedir öç almak gerektir. Her kim ki ga-ribin rızkına göz dikmişse öç almak gerektir. Her kim ki ter dökenin hakkını yemektedir öç almak gerektir. Her kim ki emanete ihanet etmiştir öç almak gerektir. Dünyadan öç al-mak gerektir.

Röportaj

Page 11: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Betül İzgöer

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 11

Kalkan’a göre bir şiir ayarı var mı? Karşımı-za şiir diye gelen her metne şiir diye baka-bilir miyiz? Bir metin şiir midir değil midir nasıl anlaşılır?Şiiri tek bir mısradan bile anlayabiliriz. Türk şiiri “insan” üzerine kuruludur. İnsansız fo-toğraftan bahsedebilirsiniz, insansız müzik-ten…ama Türk şiirinden bahsedemezsiniz. Sarsan, saran, üşüyene örtü olan bir şey şiir. Birine “üşüme” dediğimizde artık şiirdir. Gayrısını günümüzde reklamcılar daha iyi ya-pıyor. Bunun için neo-epik şiir önemli. Bize bizden olanı, olanları haber verir. Bizi anlatır. Bize bir yurdumuz olduğunu yeniden hatırla-tır.

Önümüzdeki zamanlarda ‘biz okuyucuları-nıza kitap müjdeniz’ var mı?İkinci kitabın dosyasını hazırlıyorum. İnşal-lah zamanı geldiğinde kitaplaşır. Şimdiden bir şey diyemiyorum. Ama ikinci kitap hazır sayılır. Nasip, bakalım.

Hakan Kalkan’ın okuyucularından istediği bir şey var mı?Okusunlar. Türk şiirinin büyüklüğünü kavra-mak gerekiyor. Türk şiirini takip etsinler. Şi-irin insandan kopuk bir şey olmadığını, şiiri anlamak için yeniden insana dönmek gerek-tiğini söylemek istiyorum. Halk olduğumuzu unutmasınlar. Popülist kültürü takip etsin-ler. http://www.populistkultur.com/ ve http://www.fayrap.com/ bu sitelere bakabilirler. Bir okuyucu olarak kendi adıma söyleyebilece-ğim bunlar. Okumak, görmek, anlamak ge-rekiyor.

Hakan Kalkan’a teşekkürlerimizi iletir say-gılarımızı sunarız.

Page 12: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Sümeyye SEVİM

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA12

Dilindeki serseri ıslıklaGöğsünün orta yerinden geniş meydanlarVe kimsesiz,gri arka sokaklar açılan bu şehrin

Tam orta yerinde durabiliriz sevgilim Hayal ettiğimiz ahengi parmak uçlarından yakalayıpHer köşe başında tepesine dikilebiliriz.

Savaşabiliriz ideolojilerinin tüm kırmızılığıylaKanından beyazı ayırt edilmeyen bayraklarınıGökdelenlerinin tepesine geçirebiliriz.Bir yudum suya para sayıpÇitlerin ardındaki erik ağaçlarına Günahkar bakışlar savurabiliriz.

Yokuşu bin, inişi bir yıl olan bu şehrinTam orta yerinde durabiliriz.Özleyebilir tüm o kokulu bahçeler evimiziSevişebilir dut dalları ve erikler Parmaklarımızla.Bunu yapabiliriz.

Ve evet;GirebilirizBu şehrin muhtelif kapılarındanŞaşkın bir ıslıkla Toz yutmadan ve çarpışmadan duvarlarıylaMilyon yalnızlığa Tek seferde üstelikGirebiliriz.

GörebilirizDenizinde martısının nasıl ukalalaştığınıNasıl caka sattığını çingenesininVe nasıl saydığını malvarlığını dilencisinin.

Görebiliriz evet; Şiddetli yalnızlıktan.

ŞaşırabilirizEmzikli bebek nasıl teskin eder anneyiVe anneBir resme bakarak nasıl hayal ederDoğumunu beklediği bebeği.Sütü kan kırmızı gelebilirKimsesizliktenŞaşırabiliriz…

-Şeh

r’e

Senf

oni -

Page 13: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 13

Page 14: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Ahmed Musab

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA14

Otun kokusunu alan gençlerin birer birer gidişini izliyorum.her günün bir başka günü özlettiği şu günlerdealnımızın ortasına büzülmüş günahları taşıyoruzyazılarının okunmadığıcümlelerimizin tükendiği bir günü koyuveriyoruzharf inkilabının fayda vermeyeceğini söylemiştimsokulan borulardan dert yanarak şizofren kimliğimizi açık ettiksöyleceklerimizi ağzımıza doldurduk :işçinin hakkı bana kadar ulaşıyorsa bu yeryüzündekan akacak diye bağıran ergenler sokaklar da dolaşıyorsa“Allahuekber” lafzı yerlerde iseçıkılması gereken merdivenlerden inme vaktimiz gelmiştir.bunların söz konusu kimliği ekmeğe şarap dökme hikayesidir.

Hastane önünde duran polislerbekleme salonundaki kalabalıkölümü bekleriz bir anÖlüm;Polis joplarıyla korkutuyor bizi

kalabalıkta saklıdır ölüm-jopun bir ucunda,simsiyah bir jopun- ........................................karmanyola haberler dolaşır ajansta kahvede silah sesi!lazın biri diye başlar anlatmayaahali sokakta ruhsatsız kimlikleriyle izlerdeli safhalar işte “öcü alınmış bir kız meselesi” diye ekler çok hücreli düşünen canölümler başlar bi ara tarihte gizlidir ölümlerve hastanelerden çoktur polisler

Doğuş diye bağıran bir kurtarıcıyı hastanede herkes bilirişçiyi ahkam kesenler müstehzi konuşmalarıylabir sekreter daha alır işedövülen işçilerin sendikası olay mahalinde derkenajansta dolanan hikayeyi dillendirirkaybedilmiş sıcak cesetler ve soğukhangisi önce kaybedilirse işte ajanstan duyrulurmesleğinizin verdiği ölçüde bilgilendirilir.

SENİ DÜŞÜNMEDİM[Bİ ARA] FARKINDA DEĞİLSİN

Page 15: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 15

Page 16: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Deneysel Yazı

Tarık Kay

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA16

Ben uzun uzun yazarım. Siz dinler misiniz bil-mem. Siz; geçmişten ve gelecekten birçok insan. Din-lemezsiniz. Uzun yazıları sevmezsiniz. Akademisyen veya inek değilseniz edebiyat dergisi dahi olsa oturup beş kısa yazı okursunuz ama aynı satır adedince tek bir yazıyı okumazsınız. Psikolojiniz bozuk değil endi-şelenmeyin. Sadece bir tür zihin tembelliği. Bu yüzden yazımı belli belirsiz yerlerde böleceğim. Sizi kandır-mak istiyorum. Kompozisyon çalışmalarına başlarken hepimi-zin bildiği gibi giriş-gelişme-sonuç sıralaması önem-lidir. Hikâye ve romanlarda bu kalıbın dışına çıkabi-liyor olmak zannımca insanın kalemine daha geniş ufuklar açıyor. Düşünsenize, sırf bir hâli anlatmak için yola çıkacaksınız ama sizden o hâlin bilmem kaç per-de gerisini soruyorlar. Bu durum yazarın canını epey-ce sıkacaktı herhalde. Neyse ki, bizim artık bir şeyleri sorma yaşımız geçti ve okumaya başladığımız kitap zaten yazarın elinden çıkalı çok oldu. Yazar denen kişi, sokağın ortasında bağıran bir adamı pat diye sahneye ittiğinde ve siz koşuşturan insanların seslerini duyma-ya başladığınızda vaktin sabah mı akşam mı olduğunu bir yana bırakıp, birbirlerine seslenen bu insanların cümlelerini ayırt etmeye çalışıyorsunuz. Birileri birile-rini kovalıyor, sanat yönetmeni silahların bu sahnede iyi duracağını ileri sürüyor ve fakat silahlar herkes ta-rafından görüldükten sonra hikâyenin bir yerinde illa ki patlayacağını bilen yazar on beş sayfa sonrasında ufak bir değişiklik yapıyor. İki kedi iki kişinin ayakla-rına dolanarak mevcut karışıklığa katkı sağlıyor. Sah-neye ilk atılan adam eve gelip ayakkabılarını çıkararak kanepenin üzerine çöktüğünde sabahın beşi olduğunu fark ediyorsunuz ama aradan yedi sayfa geçmiş olu-yor. Heyecan verici öyle değil mi? Şimdi burada yazar, sabahın beşinde bağıran bir adamdan bahsedecekse o adamın bütün bir akşa-mını anlatmasına gerek yok. Ki, yazarın sabahın be-şinde bağıran bir adamı anlatmak istediği çok açık. Durum hikâyesi olarak adlandırılacak olan bu tür böylelikle yazarın ve okurun hayal ürünü ile sonuçlan-maktadır.

- MAZOT 1-- MAZOT 1-

Page 17: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 17

Bir de kılı kırk yaran yazarlar var. Sanki karşı-larında sağır dilsiz aynı zamanda âmâ bir okur duru-yormuş gibi olayı anlatmaya başlamadan önce apart-manları ve sıralanış biçimlerini sonra kaldırımları ve eksik taşlarını sonra ağaçların uzunluklarını ve hangi evlere gölge yaptıklarını sonra bakkalı ve haylaz oğlunu ve burnu havada kızını sonra muhtarın ne meymenet-siz bir adam olduğunu sonra sokakta oturan iki memur ailesinin hiç anlaşamadığını bu anlaşmazlığın eskilere dayandığını sonra bu sokağa hiç devriye uğramadığını sonra çöpçülerin iki günde bir çöpleri toplamaya gel-diğini anlatmaya üşenmezler. Okurun buna benzer so-kaklardan birinde oturma ihtimali yokmuş; anlattığı ayrıntılar çok ahım şahım şeylermiş gibi düşüncesizce kalemlerini tüketir dururlar. Olay hikâyesi olarak ad-landırılacak olan böyle hikâyelerin de elbette yazarın üstün dehasını ortaya koyduğu okurun ise sadece seyir-ci kaldığı bir bitişle sonuçlanacağı kaçınılmazdır. Yazının tam burasında iseniz hangi tür hikâyelerden hoşlandığımı anlamanız gerek. Yazarı ve okuru daha serbest bir düzleme taşıyacak anlatışlar peşindeyim. İlkokul yıllarım boyunca kompozisyon yaz-maktan nefret etmiş bir öğrenci olarak başka türlüsü beklenemezdi sanırım. Öğretmenler bir konu verir ve sizden yazmanızı isterler. O konu hakkında hiçbir şey merak etmiyor olabilirsiniz. Merak etmek istemiyor da olabilirsiniz. Merak zorlayarak oluşturulabilecek bir şey değil sonuçta. İnsan ilgi duyduğu şey hakkında bilgi sahibi ol-mak ister. Onun üzerinde fikir beyan etmek ister. Zavallı bir karıncaya nükleer santraller konusunda akıl danış-mamız gerekmez herhalde değil mi? Ama öğretmen kutsal bir varlık olduğu için isyan bayraklarınızı kalbiniz içinde gezdirip dururken, ‘Ormanlar bir ülkenin doğal güzellik ve zenginlik kaynağıdır’ şeklinde cümleler kur-maya başlarsınız. Okullar faydalı olduğu kadar örnekte görüldüğü üzere güven kırıcı yerlerdir. İlk satırdan buraya kadar toplam iki dakika otuz yedi saniye sürdü okumam. Yuvarlama yaparsak üç da-kika. Hayatınızdan bu ay üç dakikanızı bana ayırdığınız için teşekkür eder, saygılarımı sunar, esenlikler dilerim.

Page 18: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Mustafa Onur

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA18

SEN BENİ BİR MEŞE’DEN...Okunaksız bir tarih kitabıyken,Ellerin beni ovalıyor ellerin.Tuza pamuğa sardığın o kıtlık günlerinden,Bir tutam pencere ver.Yoksa tozmu desem, üstümde kan izlerim.Herkesin herkesle mutlak bir işi varken,Okumalısın beni,Okumalı ve ellerin.

Üstüme etiketler, dünden kalan naftalinler,Kırk yıllık bir ambarın en ücra yerlerinde,Dizlerine bakıyorum...Dizlerin.Korkusuz her romanda,Kuşkusuz çok kahraman,Hepsi ben olduğum zaman,Yasla sırtını beyin kıvrımlarıma.Seni ben kurtarmalıyım.Kök salıyor içime kırılgan yükselişler,Alçaklığın tadını özlüyorum nicedir.Dizlerini arıyorum...Dizlerin.

Yoksa sen beni bir meşeden,Hatta ucuza kapatılmış incirin gövdesinden,Çok daha iyi yapardın, kollarımı mesela.Şark’ın çay bahçesine dik düşürüp gölgemiAcemi askerlerin yalanmış saçlarına,Çok sürülsün diye sabun bile yapardın.Sen beni bir meşeden,Çelik çomak geceden,Çok yıldız kaysın diye üstüme pislemekten...

Page 19: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 19

Her yaraya mecburum, katlanası yokuşta.İnsanım diye mahkum, münferit bir hazımla.Hep eski kitapların o bilgin yazarları,Bir gecelik rüyada sokulunca koynuma,Başlıyor söğütlerin rüzgarla vals zamanı.Ben seni diliyorum, bir şey bilmez halini.Bir şey bilmez halinden çıkan saf gülüşleri.Bazen çok özlüyorum, sence bu iyi midir?Geredur içiyorum, sence de iyi midir?Şimdi boşver bunları, hem yaraya mecburum.Bi saniye bekle, ölüp diriliyorum.

Hadi sen beni pazara, tezgahlara tıkıştır.Satılası yok gibi değersiz bir reyonda,Baharat standının başucunda mesela.Kekiği de severdim, bundan yüzyıllar önce.Sahi bir ihtimal, onca kadın elinde,Alınıp satıldım da kıskanmış mıdır Tanrı?Sen beni düşsel kanıt,Beni güncel avutup,Boş yere çabaladım, sen beni burda unut.

Mecburum salya sümük kapına dayanmaya.Bir kereste kutudan, bir uzamış şiirden,Levha olunmayası paslanmış bir demirden,Yeryüzüne küs bakan zorlama bir resimden,Çok daha iyisini arzuladım evvelden.Mecburum, salya sümük tokmağına vurmaya.“Şimdi biraz müzik lütfen”

Page 20: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Röportaj

A. Büşra Erkeç

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA20

1956’da Aydın’da doğdu. Orta öğrenimini Robert Koleji’nde bitirdi. Şiir bursuyla İtalya’nın Floransa kentine gitti. Dönüşte birer yıl Orta Doğu Teknik Üniversitesi Elektronik ve Ekonomi bölümlerine devam etti. İngiltere’ye gitti, Manchester Üni-versitesi Ekonomi Bölümü’nden lisans öğrenimini tamam-ladı. Essex Üniversitesi Edebiyat Sosyolojisi Bölümü’nden master yaptı. Belçikalı ressam Patrick Jacquart ile evlenerek Brüksel’e yerleşti. Üç yıl sonra yurda döndü. Bir dönem Radi-kal Gazetesi’nde yazdı. İlk şiirleri Yazı ve Yeni İnsan dergi-lerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda Gösteri, Defter, Şiir Atı, Oluşum, Mor Köpük, Yöne-lişler, Sombahar gibi dergilerinde şiir ve yazıları yayınlandı. Şiirlerinden bazıları bes-telendi ve filmlerde kullanıldı. Birçok şiiri İngilizce, Fransızca ve İbranice gibi değişik dillere çevrildi. Türk şiirinin lirizm birikimle-riyle ilintisiz, imge ya da görüntü düzeyinden çok beslendiği farklı kültürlerdeki kavram-lar ve kaynaklar üzerine kurulu Türk şiiri-nin köşe taşlarından sayılan bir şiiri vardır. Şiirlerinden bir seçki “Water Music” adıyla 1988 yılında Dublin’de yayınlandı (Poetry Ireland). Fransız ressam Colette Deblé’nin resimleri üzerine yazdığı şiirler ise Fransız Enstitüsü’nden “Yağmur Kızı Böyle Diyor” adıyla Fransızca yayınlandı. Divanü lügat-it-Türk isimli kitabı Fransız bir Türkolog tara-fından Fransızca’ya çevrildi. Ultrazon’da Ultrason (2006) dlı kitabıyla 11. Altınportakal Şiir Ödülünü kazandı. Son çıkardı-ğı kitabı “Anne’ye Ayetler ve O’nun Postmortem Alâmetleri” üzerine konuştuk…Ayetler ve O’nun Postmortem Alâmetleri, postmortem ne demek, sürecini ve neden kitabınıza böyle bir isim verdiğinizi anlatır mısınız? Mortem ölüm demek. Postmortem, ölüm sonrası alametleri demek. Kitap eğer baştan sona okunursa, post-mortem ilişkiler olduğu gibi gözükebilir. Bunlardan bir tane-si, insan ölüp yeniden dirildikten sonra, dünyaya geliş yolları, niçin geldiği ve ne gibi şeyler beklediğini gösteren bir bilimdir.Bir kere ölen, tekrar ölmekten korkar mı? Hayır, korkmaz.Kitaplarınızda isimlerinin dikkatimi çektiğini ifade etmeli-yim. BuhuruMeryem, Medine&kavun Likörü ve son olarak

da Anne’ye Ayetler ve O’nun postmortem Alâmetleri bunlar arasında… Kitap isimleri içeriği belirleyen ve okuyucuyu ilk etapta çeken bir özelliğe sahip, fakat asıl beni cezbeden hem din öğeleri hem de karşı bir kavramı da içinde barındı-rıyor. Neden Medine ve likör? Neden Meryem ve buhur? Ve neden Anneye ayetler? Artık ben oralarda değilim, kavun likörü, eskiden bayramlarda likör ikram ederdik ona dair yazdığım bir şey, içkiyle alakalı olduğu için ya da karşıt bir kavramı dile getir-

mek için yazmadım. İçkiyi de sevmem aram yoktur zaten.Shakespeare şiirlerini 45 bin kelimeyle yazıyormuş. Gerçi sizin şiirlerinizde ser-bestlik dikkat çekiyor, özgür bir kulvarda koşturan mavi atları izler gibi okuyorum şi-irlerinizi… Kelime sayısı, vezin gibi ölçüle-re uyma içgüdüsü veya endişesi sizde hâsıl oldu mu hiç? Ben her şeyi çok planlı yaparım, biliyorsunuz zaten. Çok melodi vardır benim şiirlerimde. Ses vardır, müzik vardır. Anlam bütünlüğü de var içinde. Bir kitabı tümden okumadan pek anlaşılmaz. Benim şiirlerimde öyle.Şairlik ve o vasfı taşıyan benliklerin sahip olduğu dış görünüm, yani içerde yanan vol-kanın bedene yansıması ve gözlere sirayet etmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şair o kadar az ki, bir de onu dış görünüşünden tarif etseydim bilmiyorum ne olurdu. Bakışlarından fark edersiniz bir şairi.. Şairce bakar ama nasıl bir şey onu anlamak da an-latmakta zor. Balık gibi okyanusun dibine giderken, gördüğü dehşetli olaylara bakar gibi bakar. Delicidir bakışları. Şair olmasaydınız ne olurdunuz? Çok şey… Mesela diye örneklendirirsek? Şu anki aklımla cevap vermek başka, o zamanlar ki yani şair olmadan önceki aklımla cevap vermek başka. Ben kolejde okudum, o zamanlar gördüklerimi dile getirirken şiir gibi konuştuğumu söylerlerdi. Sonra onları yazmaya başla-dım… Sence ne olurdum?Ben Lale Müldür değilim, cevabı sizde bu sorunun değil mi? Evet, doğru söyledin. Ben daha önceki bir şiirimde

“İstanbul, bir caminin kubbesinden süzülen bir melek gibi...”

Leyla Müldür

Page 21: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 21

yazdığım gibi “Ben derbeder bir derviştim daha önce” diyo-rum. Bu yolda neler karşıma çıktı, neler yaşadım, bu insanlar bu dervişten neler bekliyor, kimseler bilemez. Ben biliyorum fakat insanlar vereceğim cevabı anlamazlar.İkinci bir hayatın varlığına inanıyor musunuz? Tabiî ki inanıyorum…Peki, önceki hayatınız da kim olduğunuzu bize söyler misiniz? Bunu söylemem çok ultra bir cevap olurdu. Çok bü-yük yankılar, sesler çıkar.Sizce Annelik ve şairlik arasında bir bağ var mıdır? Annemi çok takdir ederdim. Her şeyini çok beğenir-dim. Ve bağım kuvvetliydi. Son kitabımı onun için anneme it-haf ettim… Şair benim, anne benimdi, bir şey yapmak istedim iyi bir şey, ona şiirler yazdım. Sen gazetecilik dışında yazdığını da söyledin bana, hepsinin dışında başka bir şey yap, mesela heykel yap desem ne derdin bana? Heykel değil, çocuk yaptım… Derdim. İşte bilen bir insanın vereceği cevapta budur. Sende bizim yolda ilerliyorsun dikkat et, fakat yolun daha çok başın-dasın. Üstelik bulunduğun yaşa dikkat et, tehlikeli bir yaşın içindesin… (gülüyoruz…)Din ve Tanrı kavramlarına sıkça yer veriyorsunuz şiirleri-nizde, son kitabınızda ki “Dokunma Bana” isimli şiirinizde “Birisi Tanrı kadar uzak bana, Diğeri Muhammed kadar Ya-kın” diyorsunuz. Buhuru Meryem’de de Muhammed’e hitap ettiğiniz dizelerin olduğunu anımsıyorum, Muhammed’e şi-irlerinizde yer vermenizi nasıl anlamalıyız? Dini sevmeyen fakat Muhammet hayranı bir şairle mi karşı karşıyayız? Uzaklık yakınlık meselesi değil bu, ben Muhamme-di çok seviyorum, çok hakikatli bir şahsiye t olarak gö-rüyorum onu… Şiirlerimde ki Muhammet betimlemeleri var esasında bu doğru. Fakat Muhammed’e olan sevgim başka, bazı konularda kızıyorum ve anlamıyorum onu. Çünkü kadın-lar konusun da bu çağda eğer algılandığı gibiyse, yani 4 kadın alınabilir diye söylüyorsa, onların bakış açısını alan insanlar var. Bunu bu şekilde algılayıp kadınlarını üzüyorlar. Bu o in-sanların çok kadınlar alarak dini bilmediklerini gösterir bunu düşündürüyor bana. Bilmiyorlar ve o kısmı onlara cazip geli-yor. İşlerine geliyor yani. Muhammedi ve İsa’yı ya da Zülkarneyn’i size yakın, Tanrıyı uzak kılan şey nedir? Ben dinleri ve onu temsil eden insanları ayırmıyorum. Tanrıları seviyorum, dinlerin hepsi tek bir manayı işaret ediyor, mutlak sevgi, mutlak anlayış, mutlak kavrayış ve bütünlük. Benim için hepsi aynı, Tanrılar da, İsa’ya da, Muhammed’e de başka bir anlam yüklemiyorum. Bu insanların oyalanması demektir. Neden kısa yol varken, resmi parçalara böleyim ve yorulayım? Resmin bütününde daha güzel mesajlar var. Her şey bana yakın, hepsi benden uzaktır bu anlamda.Anneye Mektuplar’da İstanbul, İstanbul’un sahip olduğu mekânlar dâhil, Ayasofya gibi isimler sıkça geçiyor. İstan-bul sizde neyi ifade ediyor? Ben dünyanın pek çok yerini gezdim. Dünyanın her

yerini hemen hemen gördüm. İtalya’yı, Roma’yı Fransa’yı vs. Fransa benim için bir numaralı bir kenti. En çok görmek is-tediğim ve orada yıllarca kalmak istediğim, benim için özel olan bir kentti. Roma da öyle, sokaklarında gezerken hiç sı-kılmayacağınızı düşünürsünüz. Fakat belli bir zaman sonra sıkılmaya başlarsınız. Uzun yıllar kent kent dolaştıktan sonra İstanbul’u özlemeye başlıyorsunuz. Ben de özledim ve sonra buraya, İstanbul’a döndüm. İstanbul çok zengin bir kültüre ve tarihe sahip, buda onu gizemli bir şehir yapıyor. Her an neyle karşılaşacağınızı tahmin edemiyorsunuz. Bazen bir martıyı takip etmeniz size birçok hikâye sunabiliyor. İstanbul’un en çok neyini seviyorsunuz? Camilerini ve onun minarelerini seviyorum…Peki, onu neye benzetirsiniz? Çok yüksek, yüksek, yüksek bir minarenin en tepe-sinden efsunlu bir şekilde yeryüzüne aheste bir hal ile süzü-len bembeyaz kanatları olan bir meleğe benzetirim.Şiirlerinizi okurken, düşünmeyi seven insanlara farklı kapı-lar aralatan mısralara sıkça rastlanıyor… Roma Mitolojisin-de müziğin, sanatın ve şiirin tanrısı diye ifade edilen Apollo ve Hermes gibi tanrı diye tabir edilen isimler ve felsefe… Metafizik ve felsefenin şiirlerinize nüfus etmesi kasıtlı yap-tığınız bir şey mi? Güzel bir tesbit yapmışsın, bütün bunları bir şiirin içinde bulamıyorsanız o şiirde eksiklik vardır. Felsefe bunun en temel taşı. Evet, düşündürmeyi seviyorum, çünkü onlar düşünerek yazılıyor. Öyle gelişi güzel bir şiir diye değil. Ve Anneye Ayetler kitabında ve diğerlerinde anlatmak istediğim şeyler birçok şiirden sadece birini okuyarak anlaşılmaktan uzak şeyler. Her kitapta bir anlam bütünlüğü var. Bunu da iyi okuyucular ancak anlayabiliyor. Fakat şu da var, yıllar önce yazdığım şiirler şimdi daha çok seviliyor ve anlaşılıyor, bu-nun nedeni şuan anlayamadıklarını söyleyenlere bir cevaptır. Bu şiirlerimde yıllar sonra daha iyi anlaşılacak diye tahmin ediyorum. “ona kötü bir şey olsun istedim, bana âşık olsun istedim” şiiri gibi birkaç sevilen şiiri de aldım bu kitaba. Bunu açıklıyor aslında. Bir röportajınızda, Aralık 2012 de dünyanın yok olacağına inandığınızı ifade eden açıklamalar yapıyorsunuz? Kitabını-zın son kitap olmasıyla bunun bir ilgilisi var mı? Dünya ve insanlık yok olacak mı? Hepsi değil fakat bir kısmı yok olacak, zaten yok ol-maya da başladık. Bu hayat bir şekilde devam eder ama nasıl, hep beraber yaşayarak göreceğiz. Bunu ben söylemiyorum, tarihe baktığımız zaman yıllar önce düşünen insanlar söyle-mişler bunu, bende bir bildikleri vardır diyorum…Neden son kitabınız, bir şair şiir yazmazsa ne yazar? Roman yazar. Ben de romana başladım harika bir ro-man olacak. Konusunu sorma söylemeyeceğim o çok büyük bir sır. Bitince göreceğiz.Ruhunuzu ne besler ve ne sıkar? Sıradan olan ve basit olan şeyler sıkar. Elbette bende çok sıkılıyorum zaman zaman, fakat şiirlerle, müzikle ve ki-taplarla besliyorum ruhumu.

Page 22: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Aişe Hümeyra

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA22

Dünyada bir dergiye abone olunduğunda o dergi piyasaya sürülmeden önce okuma olanağı bulunmaktadır. Bu olanak, abone

sayısını artırmaktadır. Oysa Türkiye’deki posta sistemi bu konuda yetersizdir. Dergicilik alanında çok az bilgili insanın olması ise Türkiye’de dergiciliğin en temel sorunudur.

Ne zaman “dergi”den söz edilse ilkokul yıl-larım aklıma gelir. Televizyonun yaşama yeni girdiği yıllarda gazeteler de çok önemliydi.Ga-zeteler o vakit çıkardığı mavi cilt bezli küçük boy çocuk kitapları ilgi görüyordu. Evimizden uzak bir bakkala gelen cocuk dergisini almak

için okulun son zilinin çalmasını bekler, koşa koşa giderdim. Bakkaldan eve gelene kadar derginin o taze baskı kokusu-nu içime çekerek hızlı adımlarla yol alırdım. Daha sonra da geri sayım başlardı: 5 gün kaldı 4 gün kaldı. Yeni bir dergiyi elde tutmanın, o kağıdı hissetmenin, sayfalarını çevirmenin hazzı, geçen bunca seneye karşın hiç kaybolmadı. Bu keyfin de bir ikamesinin olabileceğini düşünmüyorum.

Günümüzde dergicilik çok gelişti. Her ilgi alanının neredeyse dergisi çıkmaya başladı; ki ben hala Türkiye’de çeşitlilik açısından az dergi çıktığını düşünüyorum. Özellik-le hobi olarak da adlandırabileceğimiz yaşamın çok değişik renk ve kültürlerine seslenen dergiler önemlidir. Edebiyat dergileri de bu gelişmelerden payını aldı elbette; ancak bas-kı kalite- si arttıkça, bir holdinge bağlı çıkmaya başladıkça

edebiyata gönül vermiş insanlara elini uzatamadı, sıcak-lığını hissettiremedi bu dergiler. Yaşasın edebiyat, E gibi dergiler de bu maddi desteğe rağmen kapandı maalesef. Herkesin dediği gibi Türkiye dergi mezarlığı ...

Velakin biz yine de size evveliyatdan söz edelim. Dergicilik; gündemi veya konusu belli olan der-

ginin okuyucuya ulaşması için sosyal bir faaliyettir. Der-gicilikte araç olarak kullanılan derginin günlük, haftalık, yıllık yayımlanması vardır. Tarihimiz boyunca dergicili-ğin faal durumu zamanın şartlarına göre değişmekte-dir. İlk zamanlarda bilgi edinme ağırlıklı kullanılırken zamanla ilgi alanlarına göre kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin;edebiyat dergileri geçmişte popülerken, şimdi kullandığımız dergiler gençlik, moda, özel şirket dergi-leri, mizah, marka tanıtım için kullanılan dergiler şeklin-de çeşitlenmiştir. Bu durum derginin ilgi alanları dışında bağlı olduğu ögelerin gelişimine de bakar.

Günümüzde Türk Dergiciliği ve ‘Ünlü’ Sığınmacılığı• Dünyada dergicilik altın çağını yaşarken Türk dergi-

ciliği ciddi bir çıkmaz içindedir. Dergicilik sektörünün temel sorunları aşma çabası göstermek yerine ünlü-lerin isimlerini dergi adı olarak tayin etmesi çıkar yol değildir.

• Değişime ve gelişmelere daha fazla duyarsız kal-ması mümkün gözükmeyen dergi sektörü, ‘bilgi’ ve ‘bilge’nin hakkını vermek zorundadır. Bunun gereği ne kadar erken keşfedilirse, sektör bundan o derece kârlı çıkacaktır.

• Derginin takip ettirilmesi için öncelikle okuyucu kit-lesi önemlidir. Dergicilik faaliyetlerinin ilk çıktığı za-manlarda zengin kesime hitap ederken yani dili eği-tim almamış yada alamamış kişilere hitap etmezken daha sonraları eğitimin gelişmesi ve yayılmasıyla halka hitap etmeye başlamıştır.

ÖDEVİMİZ DERGİ

Page 23: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

A. Betül Kahraman

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 23

• Gazetenin, zaman aralığı genişle-tilmiş ve ihtisaslaşmış türü ola-rak tanımlanabilecek olan dergi, yine gazeteciliğe paralel bir geli-şim süreci izlemiştir. Temelde iki-sinin de işlevi aynıdır: Haber ve/veya bilgi vermek. Bununla birlik-te oluşumları bakımından önemli ayrımlar sözkonusudur.

• Dergicilikte zaman aralığı geniş olduğu için doğru insan, doğru zaman ve doğru yöntem üzerin-de durulmaktadır. Oysa gazeteci-likte ‘zaman’ın baskısı vardır. Bir haber yakalanır yakalanmaz ha-ber atlamamak için doğru insan, doğru zaman ve doğru yöntem gözetilmeksizin harekete geçilir. Dergide ise zaman bol olduğu için içerik olarak dergilerin, konuları daha derinlemesine incelemesini mümkün kılar.

• Derginin avantajı, editörün ciddi bir araştırma yaparken gazetede-ki metinlerden daha ilginç daha iyi bir metin elde edinceye kadar uğraşabilme şansına sahip ol-masıdır. Şık bir sayfa düzeninde cömertçe kullanılmış fotoğraflar, başlık, sayfa bantları ve ara baş-lıklarla zenginleştirilmiş haber gövdesi, yazarı da okuru da doyu-rur.

• Gelişmiş ülkelerin çoğunda der-gi satışları gazete satışlarının önünde giderken, ülkemizde çeşitlerinin çokluğuna rağmen dergilerin okunma oranları ol-dukça düşüktür. İletişimci Aslı Yapar, bunun nedenlerini şu şe-kilde özetlemektedir: “Dergiler yeterince reklam alamadığı için parasal sıkıntı içindedir. Dünyada bir dergiye abone olunduğunda o dergi piyasaya sürülmeden önce okuma olanağı bulunmaktadır. Bu olanak, abone sayısını artır-maktadır. Oysa Türkiye’deki pos-ta sistemi bu konuda yetersizdir. Yani dağıtım da bir sorundur. Dergicilik alanında çok az bilgi-li insanın olması ise Türkiye’de dergiciliğin en temel sorunudur.”

• Günümüzde bilgi ve donanım yerine daha değişik bir çözüme başvurma eğiliminin ön plana çıktığı gözlemlenmektedir: Ünlü kişilerin ya da ciddi eski der-gi adlarından yararlanarak tiraj yapmak… Hülya Avşar, Gülben Ergen’in, ya da zaten var olan bir derginin okur kitlesine ulaşmak için eski dergilerin adlarının kul-lanılması buna örnek verilebilir. Ancak bunun çıkar yol olmadığı açıktır.

• Sonuç olarak; Dünyada dergicilik sektörü, radyo, televizyon ve ga-zetelerin önündedir. Türkiye de er ya da geç, bu sürece ayak uy-durmak zorunda kalacaktır. İşte o zaman ‘bilgi’ çok daha önem kazanacaktır.

Page 24: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Hikaye

Halit Uysal

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA24

Yeni Cuma camiinin bahçesinde oturuyoruz. Bizim ihtiyarlardan emekli komiser Rıza baba ve emekli Müezzin-i Kayyum Ömer babayla birlikte sigaralarımızı tellendiriyoruz. Geçmişten bahsediyoruz. Yaşım onların yaşının yarısı kadar etmediği için el pençe dinleme moduna almışım kendimi. Ömer baba öz evladı gibi büyüttüğü, şimdilerde mafya-devlet denkleminde heba olmuş evladı Polat’tan öfkeyle bahsediyor. Olur böyle şeyler Ömer baba diyorum ama umurunda mı? Rıza baba, senelerce hizmet ettiği devletten şikâyetçi. Ezan okunuyor camiye doğru süzülüyo-ruz. Ömer baba söyleniyor: Halit imreniyorum sana evladım, bizim Polat’ ı daha camiye sokamadık. Yaşlanınca o da gelir Ömer baba diyorum. Ayakkabılarımın bağcını çözmek için eğiliyorum, telefonum çalıyor, meşgule atıyorum. Nafile-Sünneti kılıyoruz. Müezzin ayağa kalkıyor. İmam odasında müthiş ihtişamıyla İskilipli Atıf Hoca görünüyor. Suphanallah diyorum. İhtiyarların ölümlerine kadar kombine bilet aldıkları ön safı yarıyorum, içine Ulubatlı Hasan kaçmış asker edasıyla. İskilipli Allahuekber der demez, Adliye Binasının sütunları çatırdamaya başlıyor. Namaz bitiyor, camiden deparla kaçan cemaatten bazıları fötr şapkalarını alıyor askıdan. Kel Ali cübbesini giymiş pişkin pişkin bakıyor. Yumruğumu sıkıyorum, yanına varıyorum Kel Ali’ nin, kulağına eğiliyorum: “eşkıya dünyaya hüküm-dar olmaz”, der demez Kel Ali buhar olup uçuyor. İskilipli gülümsüyor. Titreyerek çıkıyorum camiden. Ömer baba sesleniyor: Bu cami tek partili dönemde kapatılmış evlat, Menderes iktidarında yeniden açılmış ve ilk kılınan namazda Cuma namazı olduğu için ismi Yenicuma diye değiştirilmiş. Eski adı neydi ki Ömer baba. Pertev Paşa cami. Mimar Sinan’ın çırağı yapmış. Sağ olsun Menderes tekrar ibadete açmış. Cami cemaatinin en sessiz adamı, Gül Yetiştiricisi olduğunu bildiğimiz ihtiyar söylenerek geçiyor yanımız-dan. İşittirmek istercesine mırıldanıyor: Putu koruma yasası, putu koruma yasası, putu koruma yasası… Ömer baba bu ihtiyar karşısında ki tuhaf ezikliğinden olsa gerek, başını yere düşürüyor. Polis arabası hızla geçiyor önümüzden. Rıza baba: Oh ne güzel, eskiden yollar böylemiydi kardeşim. Böyle arabalar mı vardı. Bir olaya gitmek için yollarda yeni olaylara neden oluyorduk. Şimdi ne güzel bak, Allah Razı olsun tayyipten… Duble duble amin diyor Ömer Baba. Kureyş esnafı besmelesini çekerek açıyor dükkanını. Yağmur da yağıyor, güneşte yerinde. Kışladan gelen sesler bastırıyor konuşmamızı: “tanrımıza hamd olsun”. Okul bahçesinde ki mavi önlüklü askerler bağırıyorlar hep birden: “ türküm, doğruyum, çalışkanım”. Kürdün teki, doğru olamadığı için hayıflanıyor. Müezzin, bir koda-manın daha taca çıkışını ilan ediyor minare hoparlöründen. Banka önlerinde iyi giyimli şeytanlar bekliyor, çarpmak için. Genç kızlar şehrin orta yerinde gömülüyor gecelikleriyle. Puta taptırıyor analar-babalar. Ekranlarda Garfield kılıklı hokkabaz hocalar abdestin vaciplerini saydırıyor. Devlet, evlatlarına işkence ediyor gülümseyerek. Evlatlar tecavüzcüsüne hayran hayran bakıyor. Ömer baba cebinden helvasını çıkarıyor. Yermisin Halitim. Yüzüme bir Ömer hiddeti konuyor. İskilipli yanımızdan geçiyor. Arkasından sesleniyorum: Götür beni gittiğin yere…

Gittiğin YereGötür Beni

Page 25: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 25

Page 26: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Söyleyeşi

Aişe Hümeyra

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA26

MELEK İŞİDİR

SENİ SEVMEK

AncAk

Yazar, şair, radyocu ve 15 yıldır görsel med-ya sektöründe çalışan Mustafa Onur ile radyo ve edebiyat üzerine konuştuk.Öncelikle Mustafa Onur kimdir? Kendinizden bize kendi-nizce bahseder misiniz?

Mustafa Onur İstanbul’da doğup, yaşadığı çevre ve hayatı boyunca şiire merak salan,edebiyata uğraş veren ve 2 abiden sonra dünyaya gelince biraz yalnız, biraz da 3. ço-cuk olarak büyüyünce ister istemez içinde bulunduğu ruh haliyle birlikte edebiyat tutkunu haline gelen biridir.

Şiir ve edebiyat 9 yaşındaki bir çocuğun mesleği haline dönuşebilir miydi? Benim dönüş-tü ve bazı şeyler vardı; yaşadıklarım. ‘Yazmazsam öleceğim’ dediğim zamanlar oldu. Sonra yazmayı kendime meslek edindim.

Çünkü ülkemde promosyon da olsa kitap hala değer bulabilecek birşey…

Meslek edindim demişken hala yazmaya devam ettiğiniz kitaplarınız ve şu an baskıya girmek üzere olan kitaplarınız var mı?

Kadın temalı bir şiir yarışmasında «Bey-za» adlı şiir ile ilk ödülümü aldim.O kadar kelli

felli yazarların arasından ödülü benim almam, benim hiç unutamayacağım hayatımın temel taşlarından biriydi, beni dergi çıkarmaya ilk iten şey de buydu. 16 yaşımdan sonra şiirle uğraşırken radyoculuğa adım attım. Radyo program-ları yaparken bu vesileyle ‘Rasul’e Mısralar’ diye bir şiir albümü de çıkardık. Edebiyatın bir kısmını da sesli olarak anlatmaya çalıştım. Görsel olarak da birçok konser ve tv odaklı şiir programlarım oldu ve bunların neticesinde ki-taplar yazmaya başladım.Dergi üzerinden kitpalarımı okurlara hediye etmek mak-satlı olarak iki kitabım çıktı. Bunlardan ilki süre gelen şi-

irlerimin yer aldığı «Adem'i bulmak için» ve «Hoşçakal Bosna» isimli kitaplardı. Yalnızca dergi okurlarına bir armağan olarak tasarlan-dı. Çünkü ülkemde promosyon da olsa kitap hala değer bulabilecek birşey…

Dergi çıkarmak ülkemiz şartları düşünelecek olursa pek de rağbet gören bir uğraş olarak görülmüyor. Zor bir kulvarda ‹Parmak ucu› adlı edebiyat dergisini de çıkardınız ..

Dergiyi çıkartmaya başlarken amacım heyecandı. Edebiyatın içimize sığmamasıydı.Bunu düşleyerek bir ekiple başladık ve tecrü-

Kötü yazarlar kötü olduklarını anladığında

artık yazmayı bırakmış olacaklar.

Page 27: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 27

be ettik ki gerçekten dergi bir ekip işi. Çok eleştiri aldık, iyi veya kötü. Kötü eleştirileri duydukça aslında biz daha da iyileşiyorduk. Büyük bir heyecanla baslamıştık, ama bize hep şu denildi: Türkiye bir dergi mezarlığı. Aslında biz hep beklentilerimizi alçak tutup, yüksek şeyler gördük. Dergi baskıdan çıkıp elimize geldiğinde bunun heyecanını zaten yaşıyorduk. Derginin insan hayatındakı rolünü ancak yazısı çıkan anlar. Aslında gerçek olan da budur. Neye inanıyor-sanız onu yaşarsınız, biz Müslümandık, bizim edebiyatımız da İslamdı, dergimiz de küçük bir hafiz gibiydi ve size tav-siyem toplayın, pılınızı pırtınızı gidin bu diyarlardan (gülü-şüyoruz) İşin latifesi bir yana, yaptığınız iş hem zor hem kolay. Çünkü size başvuru olunabilecek nitelikte bir sürü kaynak kişi var. Bu ülkede bir şey yazmak çok kolay. Her pencereden bakıp kalemi eline alan bir hikaye buluyor ve başlıyor yazmaya. Şiirden tutun da romana kadar uzuyor iş. Ama bunların hangi elde değer bulacağı muallak. O açı-dan, hem seçici hem de yetkili bir mercii olmak durumun-dasınız. Çünkü aylık ya da uzun süreli dergilerin, kısa vade-de iyi şeyler yayınlaması şart. Dergi bir seçki işidir. Kaliteli olmadıktan sonra okuyucuyu yakalaması zor. Çünkü artık herkes şiirini ya da hikayesini dijital platformlarda çok ça-buk ve basit bir şekilde yayınlayabiliyor. Kaliteliyi okutmak dergicinin insafına, yeteneğine ve akılcı bir esnaf kimliğine düşüyor.

Edebiyat dünyasına, düzenine, sistemine bakışınız nedir? Yazmanın kolay olduğu bir ülkede okunmak neden me-şakkatli bir eylem?

Ben okuyucunun, araştırmacı bir tip olmasını umud ederek yazarım hep. Yazdığım bir cümle onu araş-tırmaya itecek, o araştırma esnasında başka bulgulara rastlayacak ve git gide ucu açık bir edebi ufkun kapısına dayanacak. Çünkü salt ve alelade eserler, çarçabuk tü-ketilen bir hamburger kadar doyurucu oluyor ancak. Kof aktarımlar ortaya çıkıyor. Önemli olanın gerçekten ileriye sürükleyebilen bir eser olmasnın kanaatindeyim. Zaman zaman kısa ve basit şeyler yazdığımda sırf bu yüzden silip yeniden tasarladığım anılarım az değil. İyi olmak zorunda-yız. Yazmak kolay ama okutmak daha zor. Bir el ilanında en belirgin özellik bazı maddelerin ya da ürün özelliklerinin koca puntolarla yazılmış olmasıdır. Çünkü ancak o kadar okunabiliyor elde duran şey. İnsan okuma işini bir zaman kaybı olarak görüyor. Yapacak o kadar işi var ki, okumaya sıra ne zaman gelecek diye düşünemiyor bile...

Türk edebiyatinin 50 yıl sonrası hakkında bir ütopya orta-ya koyar mısınız?

Kötü yazarlar kötü olduklarını anladığında artık yazmayı bırakmış olacaklar. (Bu gerçekten bir ütopya...500 yıl sonra bile)

Radyoculuk kariyerinizden ve tv programlarınızdan bah-seder misiniz...

15 yaşında başladığım ulusal yayın hayatıma hala ulusal bazda yayın yapan bir radyoda devam ediyorum. Şiir üzerine başlayan programlar farklı radyolarda isim değiş-tirse de kendi iskeletini koruyarak devam ediyor. Radyo, bir yazar için muhteşem tasarlanmış anlatım yeridir. Hem yazıp hem anlatıp hemde geri dönüşüne vakıf olmak haki-katen bir lüks. Ben bunu bir de Tv programlarım ile perçin-liyorum. Her ne kadar yıllarımı kamera arkasında yayınlar

hazırlamak ve seslendirme yapmakla geçirmiş olsam da, zaman zaman sahnede ve kamera karşısında bunları de-ğerlendirme fırsatı buldum. Yakın zamanda bir şiir prog-ramı planımız var. Sizin dergi ile yapıyor olduğunuzu biz hem tv hem de radyo ile yapmak zorunda oluyoruz. İşimiz gerçekten zor.

Radyoculuk ya da tv programcılığı ikisi de aslında farklı bir formattadır.Hayatınıza ne gibi katkıları olduğundan söz edebiliriz ?

Anlatım gücü daha da arttı. Araştırma yönüm git-tikçe gelişti. Çünkü siz eğer sunulmuş imkanları çarçur etmek yerine, çok uzaklarda sizi izleyen ve dinleyen birine gerçekçi bilgiyi ulaştıramazsanız, verdiğiniz muallak bil-giyle yaşayıp büyüyecek, gerçeği öğrenene kadar. Bu bir sorumluluktur.

-Ve bir şiirle bize veda etmek isterseniz; hangi dizeleri okursunuz ?

“Sonsuzluk Kervanı,“peşinizde ben,Üç ayakla seken topal köpeğim!»Bastığınız yeri taş taş öpeyim.Bir kırıntı yeter, kereminizden!Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben..”(Necip Fazıl)Sonsuzluk Kervanı; çünkü bu kervanın büyük şair-

lere adanmış olduğunu düşünerek okurum ben hep. Şiire ait bir kervanın geçtiği yerde ise benim gibi birinin mısralar arasındaki yeri elbette ‘üç ayakla seken topal köpeğim’ ibareleri içinde olacaktır.

-Teşekkürler.

Derginin insan hayatındakı rolünü ancak yazısı çıkan anlar.

Page 28: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Tanıtım

Aişe Hümeyra

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA28

Kendisi ufak tefek ama müziği dev olan mütevazı insan. Ku-lağımda hiç de mütevazı olmayan müziği, aklımda ne yazaca-ğım düşüncesi ile oturup Kitaro’yu satırlara oturtmaya calı-şıyorum. Masanori Takahashi olan Kitaro, Japonya’da dünyaya ge-lip, çok küçük yaşlarda müziğe ilgi duydu. İlk müzik deneyim-lerini lise yıllarında kurduğu “Albatross” gurubu ile edindi, Kitaro takma adı da bu yıllarda arkadaşları tarafından Japon ani-me karakterinden esinlenilerek verildi. Ailesi onun müziğe olan ilgisini destek-lemedi; bu yüzden lise eğitimi tamamla-nınca evinden ayrıldı ve Tokyo’ya yerleşti. Yarı zamanlı işlerde çalıştı ve müzikle ilgi-lenmeye devam ettı Müziğin ruhun gıdası cinsinden olanlarını yapan büyük şahsiyet Kitaro, bir çok tuşlu, vurmalı ve üflemeli enstrümanı kendine özgü yorumlarıyla çalma becerisine sahip müziklerinde doğu ve batı çalgılarını iyi harmanlayabilen ve insanı ruhsal olarak etkileyebilecek tarzda müzikleriyle tanındı. Felsefe inanışın-da ise Budizm veŞinto geleneklerini temel alarak “Müziğinin ruhsallığı çağrıştırdığını ve önemli olan şeyin dinleyiciyi dü-şünme ve hissetmeye sevketmesi” olduğunu söyler. Lise yıllarında ise gitarla blues çalan Kitaro 70’li yıllarda Almanya’da Klaus Schulze ile tanışır ve elektronik dünyasına da girmiş olur. Rahmetli Barış Manço’nun da et-kilendiği, Vangelis ile karşılaştırılabilecek tek sanatçı olan Kitaro’nun dünyayı dolaşma macerası ise, Tayland, Çin, Hin-

distan ve diğer Asya ülkelerine yaptığı gezilerle devam eder. Felsefi anlamda olgunlaştığı bu dönemlerde, gezip gördüğü yerlerden aldığı etkileri müziğine yansıtmayı da iyi başarmış-tır. Hayata bakışını kendi ağzından şöyle özetler, “İç huzuruma kavuşmamı sağlayan olay, doğduğum şehirden kilometreler-ce uzakta ve de ona kesinlikle benzemeyen bir başka ülkede,

mesela Kalküta’nın herhangi bir so-kağındaki bir dilenciyle eşit olduğumu farketmemdir.” der Kitaro’yu aslında biz Türkiye’de özellikle ‘İpek Yolu’ belgeselinin mü-zikleriyle tanıdık. Değişik bir akustiğe sahip enstrümanlarını çoğumuz bir orkestranın seslendirdiğini düşündük. Çoğu zaman adını bilmesek de müzi-ğine hayran kaldık. Belgeselle birlik-te bestesini yaptığı dizi müziği büyük beğeni toplamış ve uzun süre Türkiye dahil çoğu ülkede yayınlanmıştı. Kendi

hayat çizgisinin uzandığı Asya’dan Amerika’ya, dünyanın her yerinde geniş hayran kitleleri olan Kitaro’nun albümleri, mil-yonu aşan satışıyla sınıfının “Topten” listelerinde her zaman en üstte. Televizyon ve radyolarda fon müziği olarak genellik-le onun eserleri kullanılıyor. Herkesin tanıması ve hissetmesi gereken bir müzisyen; Kitaro’nun müziğine “ses resimleri” ya da “zihin müziği” tanımını getiriyorlar. Kitaro ise şöyle diyor: “Bir ressam doğaya bakar, fırçasını renklere batırarak tablo-sunu yapar. Ben de doğaya bakıyor, fırçamı seslere batırıyor ve melodilerle bir kainat tablosu yapmaya çalışıyorum.”

Kitaro

“Nereye gidiyor bu yollar? Nereden geldi bu bulutlar, nereye

gidiyorlar? Nasıl da akıp gidiyor zaman… Ben

neyi kaybettim, nerede unuttum?” diyorum ve müzik devam ediyor.

Page 29: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 29

Amerika’da, içinde orman ve bir de göl bulu-nan dev bir arazinin içinde, misafir kabul edilmeyen bir evde yaşayan Kitaro. “Doğa ile içiçe olmaktan mutluluk duyuyorum. Sessizlik içinde, huzurlu ve yalnızım. Bes-telerimi orada yapıyorum. ‘Kitaro’nun Sesi’ne yalnızken ulaşabiliyorum. Müziğimi doğa ile paylaşıyorum ve tabii doğa da kendi müziğini benimle paylaşıyor” diyor.Bir röportajında ise, “Hayat felsefem doğal ve sade ol-mak” diyor Kitaro. “Günümüz insanının sahte idealler peşinde koşarak doğal benliğinden ve gerçek huzur-dan uzaklaşmasını kabul edemiyorum. Çatışmalar, ruhi hayattan ayrı kalınmasından kaynaklanıyor. His, ruh, yardımlaşma, paylaşma... İnsanlar ne kadar ilgisiz bu yüksek değerlere! Kendi tatminlerinden başka bir şey düşünmüyorlar. İçi boş ve geçici mutluluklarla kendile-rini aldatıyorlar. Ne yazık ki bütün dünya gibi kendi vatan-daşlarım da bu fırtınaya kapılmış durumda. Hayatlarını rekabet yönlendiriyor. Fakat herşeye rağmen insanların sonunda doğruyu bulacakları ümidiyle yaşıyorum ve eserlerimde bunu seslendirmeye çalışıyorum” demiştir.

Aynı zamanda birçok başarıya imza atan Kitaro Thin-king of You” albümüyle ise “Best New Age Albüm” Grammy’sine layık görülmüş. Kitaro’nun müziği, batı sanat müziğinin bir adım ilerisinde sanki daha “rafine bir sanat”. Eserleri, kolayca algılanmayabilir (yeteri ka-dar dinleyip keşfetmek gerekebiliyor); bazı eserleri -ilk ve düz dinlemede- irrite edebilir de. Daha sonra ruhu yakalıyor ki zaten transandental meditasyoncuların gözdesi/vazgeçilmezi. Kitaro’nun müziğine aşina olduk-tan ve sıcaklık hissettikten sonra dikkati parçanın ikincil melodisine ya da ritmine odaklayarak dinlemek de farklı bir haz penceresi açıyor, kuşkusuz kulaklıkla ve gözler kapalı dinlemenin lezzeti yadsınamaz.

Page 30: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Görsel Okuma

Deniz Sadık

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA30

‘Üç Maymun’ en genç üyesini yitirmiş bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Bu aile için zaman farklı işliyor. Geçmiş, yaşanan travmanın acılaştırdığı, unutulmak iste-nen bir şey. Gelecek ise yok olmuş; çünkü geleceği temsil eden çocuk ölmüş. Geçmişsizlik ve geleceksizlik: Çürüme için en ideal ortam. Sadece geçmiş ve gelecek parantezine de alınmamış bu aile, yönetmen onları başka insanlardan da soyutlamış. Kendileri dışında kimse yok sanki. Filmde baba, anne ve oğuldan oluşan bu aile dışında galiba sa-dece beş kişi gözüküyor, bunlardan üçü de sadece bir tek planda. İnsanlardan bu soyutlanmışlık, yine bu travmanın aileye yaşattığı bir asosyalleşmeyi mi anlatıyor yoksa baş-ka anlamlar mı içeriyor, bilmiyorum.

UMUT MU? YOK ÖYLE BİR ŞEYBir gece yarısı, gözlerini açık tutmakta zorluk çeken mil-letvekili adayı Servet’i araba kullanırken görüyoruz ilk. Servet arabayı son derece yavaş kullanıyor ama yine de bir yayayı ezip öldürüyor (kazanın oluş anını görmediğimiz için ne olduğunu söylemek zor). Hemen şoförü Eyüp’ü arı-yor ve suçu üstlenmesini istiyor. Servet, Eyüp’ün maaşını

ödemeye devam edecek, ayrıca hapisten çıktığında miktarı konuşulmayan toplu bir parayı da verecektir. Servet pisli-ğin tekidir ama para ondadır. Ve parası sayesinde pisliğini başkasına bulaştırıp kendisini temiz gösterebilecek olana-ğa sahiptir. Pislik ya da kötülük bulaşıcı bir hastalık gibi yayılır. En tepeden başlar ve yavaş yavaş aşağı iner. Kadın ya da erkek, yoksul ya da zengin, patron ya da işçi, genç ya da yaşlı tanımaz. Yukarıdaki paragrafta sözünü ettiğimiz aile, yani şoför Eyüp, karısı mutfak işçisi Hacer ve yaşa-yan büyük oğulları İlyas, Servet’ten başlayan kötülükten nasibini alacak, yalana, aldatmaya ve nihayetinde cinayete varan bir sarmala gireceklerdir. Umut mu? Yok öyle bir şey, en azından bu filmde. Zenginden, yoksula ve daha da yoksula doğru akan kötülük konusunda Ceylan ilk çuvaldızı güçlü ve erkek politikacıya batırır ama alttakiler de daha iyi değildirler. Sadece olaylar zincirini başlatan onlar değildir. Ceylan geçmişi yaralı bu aileyle özel bir vakanın filmini mi yapmıştır? İşin garibi, bu çok önemli kayıp, ailenin boğularak ölmüş küçük bir üye-sinin varlığı sanki çok belirleyici bir role sahip değil film-de. Bu oğlan çocuğu ölmemiş olsaydı, aile farklı davranırdı gibi bir sonuca ulaşmak zor. O zaman o ölü çocuk niye var? (Aklımdan 12 Eylül geçmiyor değil. Masumiyetin ve gele-ceğin kayboluşunu simgeleyen o tarih. Çocukluğumuzun öldüğü tarih.) Konuya dönelim: Babasının denetiminden kurtu-lan İlyas, Fedai, Recai ve Sezai (beklenmeyen bir komiklik) adlı arkadaşlarıyla takılıp başını belaya sokunca, Hacer oğlunu kurtarmak için Servet’ten para ister ve oğluna bir araba alır. İlyas bu arabayla servis şoförlüğü yapacaktır.

MAYMUNÜÇ Tek bir karesinden bile bir filmin Nuri Bilge Ceylan’a ait olup olmadığını bilebilirsiniz. Bunun

ne kadar inanılmaz bir şey olduğunu bir düşünün.

Page 31: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 31

Ama bu aynı zamanda Servet’le Hacer arasında bir ilişki-nin de başlangıcı olacaktır. Çöl rüzgârları ve leş kargalarının çığlıkları fil-min sesinin temel unsurları. Gıcırdayan kapılar ve soluk alma sesleri de bunlara dahil edilmeli. Bir de Hacer’in cep telefonunun zil sesi olan, sevmemiş bir sevgiliye la-net okuyan Yıldız Tilbe şarkısı var. Filmde bazen komik etki yaratan bu trajik şarkı Servet’le Hacer’in ilk buluş-masında duyulur ve sanki Hacer’in gelecekte yaşayacağı duyguların habercisidir. Hatta bu şarkının ilk duyulması-nın ardından gelen sahnede Servet’in trafikte bazı ayılara (yanlışlıkla) dayılanması bizi bir an yanıltmış ve hafif bir filmle karşı karşıya olabilir miyiz acaba dedirtmişti. Öyle değilmiş, bu rahatlatma geçiciymiş. Asıl kâbus başlama-dan önceki soluklanma anlarıymış bunlar.

NURİ BİLGE VE ‘AN’LARIN SİNEMASIBu yazıyı filmi seyrettikten sonra okuyun dememiştim ama artık diyorum. O zaman yazının dağınıklığı canınızı daha az sıkar, umarım. Bilge Ceylan, anların, duygu du-rumlarının sinemasını yapıyor. İnanılmaz başarılı anlar var filmde. Bir cinayet düşünülürken, bıçağın rüzgârla hafif kıprdayıvermesi, ölü çocuğun hayalinin “abi” diye fısıldaması gibi. Filmin kastingi de inanılmaz. Hatice Aslan’ın yüzü nasıl bir yüz öyle? Hem güzel hem çirkin, hem genç hem yaşlı, hem iyi hem kötü. Yavuz Bingöl, genç oyuncu Ahmet Rıfat Şungar ve Ercan Kesal da çok iyiler.

SİZE DOKUNUR YA DA DOKUNMAZ, O AYRIBüyük bir hayranlıkla izlediğim bu filmin bana yine de

dokunmadığını söylemek garibime gidiyor ama öyle. Belki şundan: Bu ailenin durumu, özgünlüğü içinde an-lamlandırılmıyor, bütün toplumu, hatta insanlığı kesen bir evrenselliğin temsilcisi olarak yansıyor. Bu iyi bir şey olarak da görülebilir ama değil. Yani özgül koşulların (bir ferdini kaybetmiş olmak) bu aileyi nasıl etkilemiş oldu-ğunu ben filmden anlamıyorum. Annenin neden babanın çocuklarıyla birlikte çektirdiği resimde yer almadığını bilemiyorum. Babanın kazanmak için 9 ay hapis yatmak zorunda kaldığı parayı, anne ve oğulun nasıl gidip çek-tiklerini ve babaya söylemeden harcadıklarını anlamıyo-rum. (Tabii ki gerekçe var: Çocuk başını derde sokuyor ve anne onu kurtarmak istiyor ama yetmiyor). Bir de filmin misojen (kadın düşmanı) olup olma-dığı tartışması var. Filmde iki sahnede anne şiddete ma-ruz kalıyor. Bu iki sahnede de sanki asıl acı çeken taraf şiddeti uygulayan gibi gösteriliyor geldi bana. Belki bu yüzden bu sahneler rahatsız etti beni. Annenin cinayet sonrası poliste sorgulanışını görmemek de rahatsız etti. Babanın yaşadıkları daha önemliydi nedense. Ama film-de daha çok genelde insanlığa yönelik bir umutsuzluk var, özelde kadına değil. Nuri Bilge Ceylan gibi sanatçılar çok ama çok seyrek ye-tişiyor. ‘Üç Maymun’u koşa koşa izleyin. Böylesine özenli bir filme, böylesine iyi oyunculuğa, her saniyesi oya gibi işlenmiş bir filme uzun süre rastlamayacaksınız. Bütün bunlara rağmen size dokunur ya da dokunmaz, o ayrı.

Page 32: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Etkinlik

Aişe Hümeyra

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA32

İstanbul'da Bir SokAk kEdiSi

TiyATro

SErgi

BEyoğlu AkAdEmililEr sanat Merkezİ

orhan Veli, bizlere insan yanımızı hatırlatır. kültürel yozlaşmayı had safhada yaşadığımız; düşünmeyen, üretmeyen ve konuşmayan meka-nik birer makine halini aldığımız, çıkarlarımız uğruna gözümüzü kırpmadan yanı başımızdakinin ekmeğine saldırdığımız, savaşlar çıkararak toplu katliamlar yaptığı-mız günümüz dünyasında, orhan Veli’ yi dinlemek kendi vicdanımıza seslenmektir. orhan Veli yaşadığı dönemin zorlu koşullarına, yokluğa ve yoksulluğa rağmen şiirlerinde aşkı, sevgiyi ve mutluluğu anlat-maktan hiç bir zaman vazgeçme-miştir..

kenter tiyatrosutarihler: 18 Ocak 2013 Cuma saat: 20:30adres: Halaskargazi Caddesi no: 9 Harbiye Şişli İstanbul

Hüsnü koldaş Akademiler Sanat merkezi'ndeki ikinci kişisel sergisi "Za-man dışı" ile sanatseverlerin karşısına çıkıyor. Sanatçı kendi kaleminden bu yolculuğu şöyle anlatıyor; “Boşluğun milyarlarca tanığı yeryüzünü iz-ler. Evrende ve toprakta ve çimende bedenlerimiz yalnız ve çıplaktır. Bu-lunan hayat varlıkla yokluk arasında-dır. Zaman kavranılamaz. rakamlarla ifade edilen tarihler yok olur. Akrep ve yelkovan dolar. Takvim solar. Son-suzluğun ve hiçliğin belirsizliğinde bir sahne kurulur. Hem gerçek hem hayaldir. dünyevi varlığımızın ölümlü bedenine ve zamansızlığa aittir. Şimdi artık herşey zaman dışıdır.”

tarihler: 05 aralık 2012 Çarşamba 10 Ocak 2013 Perşembeadres: balo sok. no:37 beyoğlu İstanbul

Page 33: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 33

Şiir konSEr

nAZım HikmET ŞiirlEridenİze dönMek İstİyOruM!

realizme, hâlâ ulaşamadım. Birçok yazıları-mın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok fazla haykıran bir ‘propaganda’ edası taşı-yorlar. Bu hatamı anladım. yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim. Cihanı gö-rüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değişti.” (nâzım Hikmet, “Her Ay”, 20 nisan 1937) dünya şairi nâzım Hikmet’in (1902-1963) şiirlerinden kronolojik sıra gözetilerek derlenen dinleti, yaşamına göndermeler ya-pan bir sahne düzeniyle sunuluyor. Ayrıca, şiirle müziğin iç içe geçtiği denize dönmek istiyorum! adlı dinletide Vedat Sakman, şairin şiirlerinden bu gösteri için bestelediği şarkı-ların yanı sıra kendi şarkılarını da seslendiri-yor. kendine inanırsa kazanır insan. Hazırlayan: Atilla BirkiyeMüzik direktörü: Serdar yalçınsahneye uygulayan: mehmet BirkiyeŞiirleri seslendirenler: metin Belgin, Bülent Emin yarar, Hakan gerçekVedat Sakman vokal, gitaroya uysal kemanBahadır Peker elektro gitarBülent Tekelioğlu perküsyon

Mekan: İş sanat kültür Merkeziadres: İş kuleleri, 34330, levent

Arap dünyasının yetiştirdiği en büyük müzisyenlerden biri olan Brahem, udî Ali Sriti'den klasik Arap müziği eğitimi aldı. genç yaşta düğün orkestralarında çaldı. Bugüne dek 11 albüm ya-yımladı. Jan garbarek, richard galliano, dave Holland, manu dibango, Shaukat Hussain gibi farklı kültürlerden birçok usta sanatçıyla ortak çalışmalar gerçekleştirdi. Türkiye'den ise kud-si Ergüner ve Barbaros Erköse ile müzikal işbirliklerine imza attı. Atlantic adlı bir solo albümü de bulunan Barbaros Erköse dünyaca ünlü müzisyenlerle birçok çalışma gerçekleştirdi. Anouar Brahem: Tunuslu ud sanatçısıBarbaros Erköse: "roman cazcı", klarnet sanatçısı

AnouAr BrAHEm

trİO kOnserİ

Mekan: salon İksV, İstanbul adres: sadi konuralp Cad. no: 5 34433 ŞİŞHane / İstanbul

Page 34: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Betül İzgöer

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA34

“İki yolu var acı çekmenin; Birincisi pek çok ki-şiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu gör-meyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin orta-sında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”

Yazmanın cehenneminden bahsederken Italo Calvino aynen bunları söylüyor. İtalyan yazar Calvino’nun ortaya attığı bu iddiayı alıp ayak izlerine basarak yürü-meye başlıyoruz.

12 yaşında kitap okumaya başladığı söylentile-ri günümüze kadar ulaşan Calvino’nun az konuşan bir karaktere sahip olduğu bugün hemen hemen herkes tarafından kabul görmektedir. Kendisini sözleriyle de-ğil yazdıkları ile tanıtmak isteyen ve bunu en iyi şekilde başaran Calvino’nun bir yerde kendisine sorulan ‘Niçin yazıyorsunuz?’ sorusuna; “daha önce yazdıklarımdan memnun olmadığım ve bir biçimde onu düzeltmek-tamamlamak-bir alternatif sunmak istediğim için yazı-yorum. ” şeklindeki cevabı Peyami Safa ile bir gazeteci arasında geçen diyaloğa oldukça benzemekte; Gazeteci: ‘Yazdıktan sonra pişman olduğunuz bir eseriniz var mı?’ diye sorar, Peyami Safa: ‘Hepsi!’ diye yanıt verir. Burdan da yazarların ortak bir yazma alışkanlığına sahip olduk-larına vakıf olabiliz Ayrıca ayaküstü vermiş olduğu bu dahiyane cevap ile Calvino, aslında konuşarak da ken-disini çok iyi ifade edebileceğini fakat yazmanın sade-ce kendi tercihi olduğunu bizlere gösteriyor ve devam ediyor; ‘Benim için yazmak, başarıp başaramayacağımı bilmediğim bir şeyi oluşturmaya çalışmaktır.’

Calvino’nun eserlerini incelediğimizde her ki-tabında farklı bir üslup farklı bir kurguyla karşılaşıyo-ruz. Bu konuların tamamının aynı yazarın kaleminden çıkıyor olması hayret verici olsa gerek. Kimi yazarların oturmuş belli tarzlarının aksine Calvino’yu tek bir cüm-lesinden tanımak mümkün değil. Zira romanlarında ol-sun hikayelerinde olsun bambaşka yönlerini sergileyen Calvino duru zekası, coşkulu hayal gücü ile incelediği alanları ortaçağın masalsı havasından modern bilim kurgu ve fanteziye kadar genişletiyor. İşlediği arzu istek ölüm yaşam gibi konuları sadelik ve şiirsellik ile okuyu-cularına sunuyor.

Calvino, yazar olmadan iyi bir okuyucu olmanın gerekliliğine inanıyor. Bu yüzden ‘Klasikleri niçin oku-malı’ adlı kitabını kaleme almış. Kitabın arka kapağın-daki satırlar özet halinde Calvino’nu n okuma ile ara-

Böyle buyurdu

Calvino

sındaki bağı gün ışığına çıkarıyor; “ Öncelikle Stendhal’i severim çünkü yalnızca onda bireysel ahlaki gerilim, tarihsel gerilim, yaşam atılımı bir bütün oluşturur: Ro-manın çizgisel gerilimidir bu. Puşkin’i severim çünkü berraklık, ironi ve ciddilik demektir. Hemingway’i se-verim çünkü yalınlık, abartısızlık, mutluluk arzusu, hü-zün demektir. Stevenson’u severim çünkü sanki uçar. Çehov’u severim çünkü gittiğinden daha öteye gitmez. Conrad’ı severim çünkü derin sularda seyreder ve bat-maz. Tolstoy’u severim çünkü kimi zaman “hah, şimdi anlıyorum nasıl yaptığını” duygusuna kapılırım, oysa bir

“Bense konuşarak asla birşey söyleyemeyeceğimi bildiğim

için yazıyorum.”

Italo Calvino

Page 35: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 35

şey anladığım yoktur. Manzoni’yi severim çünkü düne ka-dar nefret ediyordum ( ...) Gogol’u severim çünkü açıkça, kötülükle ve ölçüyle çarpıtır. Dostoyevski’yi severim çün-kü tutarlılıkla, öfkeyle ve ölçüsüzce çarpıtır. Balzac’ı se-verim çünkü kâhindir. Kafka’yı severim çünkü gerçekçidir. Maupassant’ı severim çünkü yüzeyseldir. Mansfield’i se-verim çünkü zekidir. Fitzgerald’ı severim çünkü halinden memnun değildir. Radiguet’yi severim çünkü gençlik geri gelmez bir daha. Svevo’yu severim çünkü yaşlanmak da gerekir...”

Calvino’ya göre klasikler, hakkında asla ‘okuyo-rum’ sözünü değil genellikle ‘yeniden okuyorum’ sözünü

işittiğimiz kitaplardır. Bazı kitapların tek bir sefer okunup bırakılması taraftarı olabileceğimiz gibi çoğunun da bir kaç sefer okunması gerektiğine kanaat getirmemiz gerek. Klasikler bu anlamda tekrarlanarak okunması gereken kitaplardır. İlk okumayı konuyu öğrenmek ikincisini ya-zarın tarzına aşina olmak üçüncüsünü ise bir keşif gezisi şeklinde düşünerek okumak eserin takdire şâyan ölçüde anlaşılmasını sağlayacaktır. Çünkü klasik dediğimiz kitap-lar söyleyecek sözü bitmeyen kitaplardır.

Calvino yazmak için, ‘okuma’ ile sıkı bir bağ ku-rulması gerektiğini söylerken bizatihi ‘yazma’ işi ile de ipuçları veriyor. Kendi çalışma prensibinden bahseder-

ken; “Kırk yıl kurmaca yapıtlar yazdıktan, değişik yollar keşfedip çeşitli yazınsal deneyler gerçekleştirdikten sonra şunu öne sürebilirim: çalışma yöntemim çoğunlukla ağır-lığı azaltma yönünde oldu. Ağırlığı hafifletmeye çalıştım, kimi zaman insanlardan kimi zaman göksel cisimlerden, kimi zaman kentlerden. Herşeyin ötesinde öykülerin ya-pısındaki ve dilindeki ağırlığı azaltmaya çalıştım” diyerek yazma işinin rastgele yapılamayacağını, cümlenin taşıma kapasitesine göre kelimelerin cümlelere yerleştirilmesi gerektiğine değiniyor. Tıpkı araçlar gibi, cümlelerin de bir kapasitesi vardır. Yol üzerinde manevra yapabilmek, kulla-

nım rahatlığı oluşturmak için aracı fazla yüklerden ağır-lıklardan olabildiğince eksiltmemiz gerekir. Nitekim ede-biyatın kendi içindeki kerametlerini farkedebilmemiz için de yükümüzün hafif gönlümüzün samimi olması gerekir. Kelimeleri hakettikleri yerlere koymayı bilmeliyiz. Yani bi-raz samimiyet ve sadelik, istenilen kıvama yaklaşabilece-ğimiz anlamına geliyor. Bu vesileyle “Ağlatmak istiyorsanız ilk önce siz ağlayın” diyen Cemil Meriç’i de anmış olalım.

Tüm bunların ardından Calvino’yu okumaya başla-mayı düşünenler için ‘Kesişen Yazgılar Şatosu’nun yerini gösterip edebiyatın kesişen yollarına yeniden revan olalım.

Page 36: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA36

Kütüphanemizden

Halim Bekar

İhsan Oktay ANAR‘Yedinci Gün’

Bir kitap tanıtımın klasik bir girişi var mıdır bilmez yazan ve eğer bilinmesi gereken bir şey varsa o da okuyanlar bilir. Tek hakikat odur. Böyle bir yazının kimseye katkı sunma-yacağı bilinen bir gerçektir. Bize de buna inan-mamak kaldı. ‘Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı me-seleleri hala çözebilmiş değilim’ alıntısıyla başlayalım. ‘Puslu Kıtalar Atlası’nın bütün özetinin başlangıcı sayılacak iki yüz otuz ye-dinci sayfasındaki bu cümleler bize akıl versin diye yazarın ‘Yedinci Gün’ kitabı hakkında bir kaç kısa kelime kullanacağız. Bu alıntının devamında şöyle sürdü-rür yazar : “Rendekar düşünüyor olmasın-dan varolduğu sonucunu çıkarıyor… Ben de düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucu-nu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öy-leyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O ger-çek, ben ise bir düş oluyorum.” Descartes’in ‘Düşünüyorum o halde varım’ bakışına bir felsefe kitabından daha açık ve edebi yaklaşan bu romanda kullandığı üslübun ve varlığını düş ile gerçek arasında belirsizliğini koruyacak şekilde gizlediği için hayranlığımızı kazanmıştı ilk kitabında İhsan Oktay ANAR. Hatta bunu yazanın kim oldu-ğunu anlamazsınız. ‘ Sözgelimi Galata’da, Yel-kenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra sözgelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı?’ Şaşkınlığımızı kısaltmadan ‘Amat’ adlı esere bakıp bir kaç sayfa ilerleyince aniden bir ses duyulur: ‹Teyakkuz›. Hemen ardından ensesi kalın forsalar, dukalık askerler, san-cak bataryalar, Ejderdehanlar, kolomborneler, baltalar, kancalı sırıklar, Lomborlar, Zabitler,

Page 37: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 37

Porsunlar, Kan içindeki kıpkırmızı ölüler arasından haz ala ala kelimelerin sizde bıraktığı etkiden kurtulmadan bir yazarın kelimelerle seviştiğine tanıksınızdır.Keza Efrasiyab’ın Hikayelerinde de o şaşkınlığınızın baki ka-lacağına inanırsınız. Bu kitapta ise Anadolu›nun orta yerindeki bir

kasabada birbirlerine hikayeler anlatarak ilerle-yen Cezzar Dede ile Ölüm arasındaki sohbetin

diline o kadar alışırsınız; kendinizi masmavi bir denizin kıyısına komşu, kıvrımların

başak tarlasından geçtiği bir yolda Nancy Sinatra›dan Sugar Town dinli-yor sanırsınız. Bu neredeyse bütün kitapları için geçerli olduğuna inanacağımız ve

beklentimizi yükselltiğimiz yazardan ''Yedinci Gün'' adlı romanını okuduktan

sonra aynı şeyleri söyleyemeyeceğimizi dü-şündürttü.

Bazı yazarlara değer, yaşadığı dönemden elli yıl sonra verilmesine tarafız. bunlardan biri de İhsan

Oktay ANAR'dır. Böyle bir yazarı bestseller veya aynalı, janjanlı kitapların yanıbaşında görmek; okullarda açıldı fuarlar hızlandı, iyi bir fiyata satılır beklentisiyle yayıne-vi tarafından öğelerine ayrılmadan o güzelim kelimeleri

sayfalara sıkıştırmasına ve bu konuda içeriği de zayıf-latarak buna katkı sunan yazarımıza söyleyebileceğimiz ek şey; eski eserlerine tekrar kaçmamızdır. Zamanı sonsuz olan dilini bu kitabında çarçabuk tüketivermek için bu düzen nesline sunduğu harfleri eskisine nazaran yeni arayışını sürdüren ve yakın dö-nemden bahis açarak iyice popüler bir mana kazanan ''yedinci gün'' ikinci günde satış konusunda bekleneni vermiştir ne yazık ki. İçtimaiyat tahsil etmiş, ünsüzlüğüyle ünlü bir fi-lizof olan İhsan Oktay Anar. Duyulsun, okunsun diye çok korkarız ama ‹yedinci gün› bize bu günlerin yakın oldu-ğunu hem satış hem popülaritesini artıracak döneme denk gelmesiyle fazlasıyla hissettirmiştir. Sözlerimiz külliyatı derin olan üstadımız okurlarına zehir gibi ge-lebilir. Bilinmelidir ki eserinde zehir; içilmediği takdirde ömrü on yıllarca uzatan emsalsiz bir ilaçtır. Yine de bütün bu olumsuz puslu havaya rağmen teslim ederken sözlerimizi; son kitabından en değer-li bulduğumuz ve aklımızdan çıkmayacak bir alıntıyla veda edelim: Ve o gün öğle vaktine doğru İdris Amil ha-yatında, düğmelerini itinayla çözdüğü bluzunu bile incit-memeye özen göstererek, ilk kez aşık olduğu bir kızla birlikte oldu.

Page 38: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Hikaye

Müzeyyen ÇELİK

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA38

Dünden, önceki günden ya da bir önceki günden farklı olmayan bir sabahtı. Bir balçıktan kendini sökercesine yataktan çıktı. Telefonuna baktığın-da önemli bir arama ya da mesaj yoktu. Zaten olsa nelere heyecan duyabilirdi o da bilmiyordu. Sabah namazına uyanamadığı için bir ara içi acı-sa da sonra saatindeki tek alarmın işe ayarlı ol-duğunu biliyordu. Çabucak unuttu bunu. Bir gün her şey yoluna girecekti ama. Sabah namazları-na kalkabilecekti. Biri olacaktı yanında onu dür-ten. Duvara değdiğinde içi ürperecek sonra ya-nında atan bir kalbin sıcaklığına sığınabilecekti. Bir gün olacaktı. Şu içini rahatlatabilseydi. İş de umurunda değildi aslında. İçinde dinmek bilmeyen bir korkuyla nereye kadar yü-rüyebilirdi kendi de bilmiyordu. Geçmişte yaptığı bütün hatalar gün gelecek önüne çıkacak aya-ğının altındaki toprak çökecek o da içine yuvar-lanacaktı. Her sabah aslında bu kâbustu onu yorgun uyandıran. Bir sabah kâbussuz uyansa bu sefer hava kapatıyor yaşam enerjisi büsbü-tün yok olup gidiyordu. Duvarlar üstüne üstüne geliyor, gözü siyahtan griden başka renk görmü-yordu, dolaptan grileri siyahları üstüne yığıp işe iç karartısı gibi gidiyordu. Oysa yeniden başlaya-bilirdi. Çoğu kez adım atmıştı. Keşke unutma-sı mümkün olsaydı ama hayat acılarını sürekli taze tutması için özel tasarlanıyordu işte tam o sıralar. Olmuyordu. Çoğu zaman her şey yo-lundaymış gibi davranıyordu. Dışarıdan bakıldı-ğında da öyleydi zaten. İçinde her şey dağıldıkça dışında her şey düzeliyordu. Kütüphanesi günden güne büyüyor, eş-yaları renkleniyordu ama eksik olan parça hep karanlık kalıyordu. Bir kitap çıkacak ve bütün sorularına cevap olacak diye dergilerin, gazete-lerin kitap tanıtım sayfalarına sarılıyor aç göz-lülükle kitap alıyordu. Bir an için unutsa birkaç cümle ezberleyip ona göre yaşamaya çalışsa da eksik olan parça aydınlanmıyordu. Bir kitapta bahsedilen şeyhin mezarını Konya’da bulup git-ti medet umdu ama daha eve dönmeden gözü gönlü bulanmaya başlamıştı. O mezarın başın-da kendini daha eksik daha noksan daha yalnız

hissetmişti. Hâlbuki içindeki karanlığı oraya bırakıp kaçacaktı. Yine olmadı. Tutunamayanlar’da bile kendine yer bulamamıştı. Mezarda mı bulacaktı. Boş verip yok saymayı denemesi kaçınılmazdı. Kitaplığı güzel olmuştu ama. Arkadaşları için eğlenceli, iyi vakit geçirilebilen bir insan, ai-lesi için iyi bir evlat, işi için çalışkan bir personel olmasına rağmen neden bu kadar gri ve siyah giymesini belki de Zuhal’den başka kim-se umursamamıştı. - Neden sürekli siyah ve gri giyiyorsunuz Umut Bey, dedi bir gün hiç de karanlık bir insana benzemiyorsunuz? Hem adınız Umut. Bu siyahlar niye. İnsanın beyaz gömleği de mi olmaz. Umut neye uğradığını şaşırmıştı. Varlığından bile habersiz olduğu bu kız çat diye ona neler söylemişti. Hiçbir cevap vermedi kıza ama içinden yine çalkalanmaya başladı. Ayakkabılarına baktı siyah çorapları siyah pantolonu siyah gömleği siyah kravatı koyu gri saati-nin kordonu siyah.

EKSİKNOKSAN

Page 39: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 39

Öğle arasına çıkmadan Zuhal’in masasına git-ti. Yarım saat sonra onu Yaren’de bekleyeceğini söyledi. Zuhal, olur, diyebildi o kadar. Hızlıca bir şeyler atıştırıp kıza söz verdiği kafeye gitti. Zuhal gelmişti bile. Sandal-yeyi çekti, kocaman ekranlı son model telefonunu, sigara paketini, arabanın anahtarını masanın üstüne yan yana bıraktı. Bunlar sayesinde kendini güvende hissedebilirdi. Merhaba demeyi unuttuğunu düşündü ama demişti. Me-nüyü inceleyeme başladığında Zuhal’le ne konuşacağını bilmiyordu. Kız fazla candan, fazla güler yüzlü ve sevim-liydi. Böyle olmasa söze sağlam bir- sana ne benim kıya-fetimden- diye elbette başlayabilirdi. Hatta senin haddi-ne mi diyebilirdi de. Lakin karşısından duran koca beyaz yanaklara bu sözleri acımasız bir tokat gibi yapıştıramaz-dı. Cesaretin beni şaşırttı diyebildi. Zuhal’in hiç kork-muş, çekinmiş gibi bir havası yoktu. Öyle tabi Umut Bey.

Dünyanın sonu değil ya söylediysem. İnsan biraz da renkli bir şeyler giyer. Ne bileyim en azından kravatı renkli olur diye devam ederken Umut’un bu seri konuşma karşısında bir anda nefesi daraldı. İnsanlarla iletişimden ne kadar da uzakmış onu hissetti. Zuhal’in cümleleri beyninde eko yapı-yordu. Bir yandan da konuşurken yanağındaki gamze ne ka-dar da sempatikleştiriyordu bu kızı. Hiç insanla konuşmamış gibi hissetti kendini. Hâlbuki her hafta sonu arkadaşlarıyla buluşurdu. Sinemaya giderlerdi sık sık. Sinemada konuşul-mazdı ama. Sonra oturduklarında hepsi de telefonlarını çı-karır bir şeylerle meşgul olurlardı. Konuşmazlardı pek. Ara-da birisi komik bir fotoğraf gösterirse gülmek ve konuşmak için sebep bulurlardı. Umut düşündükçe Zuhal susmuyordu. Ama Umut Bey en azından hafta sonları için renkli bir şeyler alın, renkler sizin ruhunuzu yansıtır. Bırakın içiniz açılsın, diyordu. Umut konuşmasını bölmeye kıyamıyordu. Anahtarı çeviriyor kahvesini yudumluyor Zuhal’in renkler konusun-daki birikimini hayranlıkla dinliyordu. Dayanamayıp tamam kız dedi bu hafta sonu gidip rengârenk kıyafetler alacağım. Sonra kız dediği için utandı ama Zuhal bundan pek rahatsız olmamıştı. Ben de gelebilir miyim, diyerek Zuhal ikinci şoku da yaşatmıştı Umut’a. Gel dedi, ne desindi ya. İşe geri döndüklerinde ikisi de ne hissedeceğini bi-lemiyordu ama Zuhal daha cesurdu belki de. Umut tama-men yarın ne yapacağına odaklanmıştı. Bir kızla alışverişe çıkacaktı. Hem de kendine bir şeyler almak için. Pek gitme-diği yerler seçmeliydi. Kimseye görünmemeliydi. Kendini de salmamalıydı hemen. Ne olacaktı ya. Aralarında bir şey mi gelişecekti. Resmi görünmeye çalışmalıydı hatta kardeşim dese yakışıksız mı olurdu? Umut kafasındaki düşüncelerle boğuşurken önündeki boş kâğıdı karalayarak doldurmuş-tu. Bir şeyler yazıp yazıp karalamıştı. Onlara takıldı birden gözü. “Hep eksik, korkuyorum, acı çekmek istemiyorum, bütün insanlar aynıdır, kimseyi istemiyorum,” Bunları yazdı-ğına inanamadı o kâğıdı un ufak edip hemen çöpe attı. Yarın bir bahane bulup gitmese miydi? Gitti. Zuhal’le öğleye doğru alışveriş merkezinde buluştular. Umut birden robota dönüşmüştü. Kız vitrinlere baktıkça onun başı dönüyordu. Açık havaya oturmak, çay ve sigara içmek istiyordu. Boğuluyordu sanki. Zuhal bir camekânı işaret edecekken Umut’u kolundan tuttu. Hadi şuraya girelim dedi, girdiler ama Umut’un kolu uyuşmuş-tu sanki, hissetmiyordu. Kız neyi gösterdiyse beğenmiyor-du. Aslında onun bu gereksiz yakınlaşan cıvık samimi tavrı Umut’u rahatsız etmişti. Kırk yıllık arkadaşı gibi davranıyor-du. Bir yandan da sevimliydi ama Umut resmi davranma-lıydı. Samimiyetin boyutları her an ona zarar verebilirdi. O susmaya devam etti. İnanamıyordu ona pembe tişört göste-riyordu. Çıkalım mı dedi Zuhal’e. Daha bir şey almadık de-mesine fırsat kalmadan Umut çıkışa yöneldi. Zuhal üst kat-taki kafeteryalara gideceklerini sanıyordu. Umut ana çıkış kapısına doğru ilerliyordu. Gökyüzünü görmese rahat nefes alamayacaktı sanki. Dışarı çıktılar. Zuhal öylece dikiliyordu. Umut sigara yaktı. Senelerdir içmemiş gibi derin bir nefes çekti. Zuhal’in iki elini de avuçlarının içine aldı. - Zuhal beni rahat bırak lütfen!

Page 40: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Hikaye

Talha Orhan

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA40

Biri sekreter olmak üzere iki kız karşıladı beni. “Hoşgeldiniz, Ragıp Bey birazdan burada olur. Bekleme salonuna buyrun” Buyurdum. Bekleme salonu geniş bir yerdi. Deri koltuklar, LCD Televizyon, tablolar, biblolar doldurmuştu odayı. Modern mobilyalar, antikalarla dengelenmişti. Koltuk rahattı ama oturunca “fort” diye ses çıkarıyordu. Bu yüzden ikinci bir hareketle aynı sesin çıkmasını sağla-yarak, benden değil koltuktan geldi o ses, diyor-dum. Böyle şeyler önemlidir. Birazdan gelir denmişti ama birazdanı çok geçmesine rağmen gelmemişti. Önümde-ki sehpada bulunan kitapları karıştırıyordum. Kitaplardan biri Ragıp Kapısız’a aitti. Ragıp Bey şairmiş. Okumaya koyuldum. Bir müddet sonra odaya birisi daha geldi. Sürekli gülüyordu ve ken-di kendine fısır fısır konuşuyordu. Elleriyle beyni arasında bir uyumsuzluk var gibiydi. Tedirgin ol-muştum. Karşımda böyle biri varken vereceğim

FAZLACA SIRADAN BİR OFİS TECRÜBESİ

Page 41: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisi FUNDAMENTA 41

tepkileri ölçmeye çalışıyor olabilirlerdi. Nasıl bir çılgın böyle teste tabi tutardı ki? İlgilenmiyormuş gibi yapı-yordum ama sinirlerim çok bozulmuştu. Kendimi zor tutuyordum. Öfkeyle gülmek istiyordum. Sekreter kapı girişinden bir takım jestlerle, biraz sıkıntılı idare et, di-yordu. Rahatlamıştım. Yaklaşık bir saat bekletildikten sonra Ragıp Bey teşrif etti. Tokalaştık ve koltuğuna oturdu. Onun koltuğu daha rahat görünüyordu. Patronların koltuğu her zaman daha rahat görünür. Öyle görünmek zorundadır. “Bak ben patronum ve benim koltuğum seninkinden rahat” diye bağırır adeta. İlgilenmiyordu benimle. Telefon görüşmeleri ya-pıyordu, önündeki kağıtları karıştırıyordu, çalışanlarına kızıyordu vs. En sonunda aklına geldim ve bana döne-rek piyasanın kötü durumda olduğundan bahsetmeye başladı. Para vermemek için çektikleri en basit numara buydu patronların. Oturup birkaç farklı bahane üretme-ye üşenen insanlar. Ama rahat koltukları var. Beş dakikalık bir konuşmaydı. Bana işlerin nasıl

yürüdüğünü anlatırken, oğlunun başarılarını da sıkıştır-dı araya. Özellikle yapmıştı. Konuşmasında özetle şunu ima etti; «Az para alacaksın, çok çalışacaksın.» Sonra bir sessizlik çöktü. Birbirimize bakıyorduk ama konuş-muyorduk. Konuşacak bir şey kalmamıştı. Muhtemelen beni beğenmemiş ve benim reddetmem için çabalıyor-du. O şartları kabul etmem beklenemezdi. Çabasında başarılıydı. Ona sürpriz yapmayacaktım. Yapmam gere-ken tek şeyi yaptım. Kalktım ve sessizce kapıya yönel-dim. Çıkmadan önce aklımda olan tek şeyi söyledim;«Çok afedersiniz ama şiirleriniz bok gibi bayım» ve ses-sizce Ankara sokaklarına karıştım.Ragıp Kapısız, rahat koltuğunda kötü şiirler yazıyordu.

FAZLACA SIRADAN BİR OFİS TECRÜBESİ

Page 42: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

A. Büşra Erkeç

fundamentadergi.comedebiyat kültür sanat dergisiFUNDAMENTA42

Page 43: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

Emel Yılmaz

Page 44: FUNDAMENTA DERGİ SAYI 3

- İslamın Yenilikçileri 1- İslamın Yenilikçileri 2- Bana Dinden Bahset- Hanginiz Muhammed- Bu Belde- Adalet Devleti- Mülk Yazıları- Kur’an’a Giriş- İlk Mesajlar- Yaşayan Kuran

İnşa YAYINLARI

www.insayayinlari.com0212 621 24 74Akdeniz Cad. No:4 / Kat: 4 Fatih - İstanbul