Upload
goelge-e-dergi
View
261
Download
7
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
Temmuz 2016 sayı 106
ÇİZGİ ROMAN, SİNEMA, BİLİM KURGU VE FANTASTİK EDEBİYAT DERGİSİ
Sayı:
106www.golgedergi.com
Genel Yayın Yönetmeni:Mehmet Kaan SEVİNÇ
Editör ve Grafik Tasarım:Mustafa Emre ÖZGEN
Yayın Kurulu:Ahmet YÜKSEL, Sadık YEMNİ,
Hasan Nadir DERİN, Gülhan SEVİNÇ,Mehmet Berk Yaltırık, Melahat YILMAZ
Redaksiyon:Ecehan BİÇEN
Kapak:Rıza TÜRKER
Arka Kapak:Mehmet Kaan SEVİNÇ
http://twitter.com/GolgeDergihttp://issuu.com/GolgeDergi
http://golgedergi.deviantart.com/
İÇİNDEKİLER
2
7
12
15
17
21
25
29
30
33
38
43
50
55
58
64
68
ÖYKÜ: Akbabalar ve Sırtlanlar
HABER: Bursa’da Bir Şeyler Oluyor
ÖYKÜ: Tepedeki Bar, 6. Kısım
İNCELEME: Groucho ya da Arşak
ÖYKÜ: Süperbalık Tâcı
İNCELEME: Berserk
ÖYKÜ: Anadeniz Hükümdarları I
Edi ile Büdü
ÖYKÜ: Bu Senin Kaderin
Psikopat Anne 2. Bölüm
İNCELEME: Shoujo Kakumei Utena
ÖYKÜ: Timsahın Şöleni
İNCELEME: Escoflowne
ÖYKÜ: Tefrika III
ÖYKÜ: İki Şerhin Hikâyesi
ÖYKÜ: Mi Şah
Ankara’da Mayıs Festivalleri 2. Bölüm
Gölge e-Dergi internettenyayın yapan özgür ve
özgün içerikli tam bağımsız
bir dergidir.
Geç�ğimiz ay biz ve arkadaşlarımız için oldukça
hareketli geç�.
İlerleyen sayfalarda bolca yer verdiğimiz üzere,
Bursa'da ilk kez “Beleş Çizgi Roman Günü ve Cosplay
Etkinliği” düzenlendi.
İstanbul, Ankara ya da İzmir dışında da bu tarz
ekiplerin ortaya çıkması, hem çizgi roman, hem de
çizgi romanla bağlan�lı diğer alanların gelişmesi için
oldukça faydalı.
Öte yandan yazar ve çizerleri için de oldukça yoğun bir
ay oldu.
Aramıza yeni yazarlar ka�ldı. Ramazan Aykılıç ve
Buket Yıldırım Kantaroğlu'na hoş geldiniz diyorum.
Hekate Pususu'ndan tanıdığımız Teğmen Halil'in
maceraları, Timsahın Şöleni'nde devam ediyor.
Çizerlerimizden Tolga Tanyel küçük bir sağlık sorunu
yaşadığı için bu ay dergimizde yer alamadı. Sağlığına
hızla kavuşan Tanyel'e geçmiş olsun diyoruz.
Önümüzdeki ay yine bizimle olacak.
Bir diğer arkadaşımız Meryem Yavuz ise çizerliğini
profesyonel hale ge�rmek adına hazırlandığı yetenek
sınavlarından başarı ile çık�. Tercih edeceği
üniversitelerden birinde eği�me başlayacak. Onu da
tebrik ediyoruz.
Bendeniz Mustafa Emre Özgen, Mehmet Kaan Sevinç
ile çene çalmaya devam e�. Edi Büdü sayfalarında
görebileceğiniz sadece bir kısmı. Belki benim de
benzer bir sayfa hazırlamamın zamanı gelmiş�r!
Önümüzdeki bayramı “Gölge”de geçirmeniz dileğiyle,
gelecek ay görüşmek üzere.
Şimdiden herkese iyi bayramlar!
Editör Konuşuyor!
AKBABALAR VE SIRTLANLARYazan
Atilla BİLGENİllüstrasyon
Cihan Oğuz DEMİRCİ
Köylülerin şikâyeti üzerine Mehmet Hoca ilçe müftülüğüne çağırılmış ve tayininin çıktığı kendisine tebliğ
edilmişti. Elinde atama emriyle minibüsten indiğinde sürgün edildiğini köyde duymayan kalmamıştı. Hakkında
konuşulanları duymazlıktan gelerek camiye doğru ilerledi. Tam o sırada karşısına muhtar çıktı. Ellerini arkasına
kenetlemişti. Yüzünde ise karşısındakini hor gören, aşağılayan bir gülümseme vardı. Mehmet Hoca'ya tepeden
bakmak istercesine parmaklarının ucuna bastı ama boy fakiri olduğundan bir işe yaramadı. Bu ezikliğin acısını iri
cüssesiyle kapatmak istercesine kabardı. Nefesi leş gibi soğan kokuyordu. Mehmet Hoca yüzünü buruşturup
başını yana kaçırdıysa da Muhtar bunu umursamadı, aksine daha çok yaklaştı.
“Müsaadenle.” dedi Mehmet Hoca.
“Acelen ne?” diye sordu Muhtar “geç kalacah bir işin mi galdı? Ha ha ha”
Bir an, ama sadece bir an küçüklüğünden beri kendisine öğretilen değerleri unutmayı ve muhtara
anlayacağı dilden cevap vermek istedi. Ardından böyle düşündüğü için hemen tövbe etti. Nefret dolu bakışlarını
görmemek için gözlerini yumdu, soğan kokulu nefesini hissetmemek için soluğunu tuttu ve mağrur bir edayla
gülümseyerek “Elbette işim var” dedi.
“Bah şincik çoh merah ettim! Neymiş bu iş?”
“Unuttun herhalde. İmamım ve namaz vakti yaklaştı. Cemaat bekler beni.”
“Görevin govulmuş imamın cemaate önderlih yaptıhı nerede görülmüş?”
Yanıt vermedi. Gözü Muhtar'ın ön dişlerinin arasına sıkışan maydanoza takılmıştı.
“Ne o doğruları duyunca sesin soluhun kesildi.”
“Efendim!”
“Köyde görevinden govulduhunu duymayan galmadı Mehmet Efendi! Artıh o zehirli düşüncelerini kimseye
aşılayamayacahsın.”
“Yeni bir imam tayin edilene kadar görevimin başındayım.”
“Görevin govulmuş bir imamın arkasında mı secde duracağız! Bah bah… Öyle şeyin mümgünatı yohtur.
Haydi ufak ufak evinin yolunu tut ve eşyalarını topla.”
“Ya cemaat? Kim kıldıracak onlara namazı?”
Mehmet Hoca haklıydı. İmamsız bir camiye kimse gelmezdi. Köşeye sıkışmış olmanın verdiği tedirginlikle
etrafına bakındı. Yağlı yüzünde biriken terler yanağından aşağıya doğru yavaşça süzülürken sokağın başında
beyaz cübbeli bir adam belirdi. Kim olduğunu görebilmek için gözlerini kıstıysa da, tek seçebildiği ayrıntı siyah
sakallar oldu. Mehmet Hoca da onunla birlikte dönmüş gelen adama bakıyordu. İri cüsseli, beyaz cübbeli, siyah
sakallı adam yanlarına iyice yaklaştığında Muhtar'ın yüzü aydınlandı. Kollarını iki yana açarak “Kul sıkışmayınca
Hızır yetişmemiş derlerdi de inanmazdım. Hoş gelmişsin sefalar getirmişsin Maşallah Hocam” diyerek adama
sıkıca sarıldı. Ardından Mehmet Hoca'ya dönüp “Artıh merah etmene hiç gereh kalmamıştır. Camimiz Maşallah
Hoca'ya emanet. Yeni imam tayin edilene kadar burayı o idare edeceh.” dedi.
“Bu adam kim? Camiyi nasıl emanet edebilirim? Hem müftülükte buna razı olmaz.” diye itiraz etti Mehmet
Hoca.
“Maşallah; dini bütün, ilmi kuvvetli bir hocamızdır. Kendisine ben kefilim. Müftü zaten yakın dostumdur.
Maşallah Hoca'nın yeni imam tayin edilene kadar cemaate önderlik yapmasına itiraz etmez. Tabii bütün iş
hocamızın kabul etmesinde” dedi muhtar.
“Konuyu pek anlayamadım. Sorun nedir?” diye sordu Maşallah.
2
3
Muhtar yanıt vermeden önce dönüp Mehmet Hoca'ya baktı. Başını geri çevirdiğinde kötü bir tat
almışçasına yüzünü buruşturmuştu. “Şu gördüğün imam… Gerçü imam demehten de utanırım… Neyse bu adam
şeytani fikirlerini cemaate yaymaya çalıştığından dolayı govuldu. Buna rağmen utanmadan kalmış hâlâ namaz
kıldırmaya çalışıyor. Hele dinine imanına söyle Hocam, Allah'ın rahmetinden uzah bir insanın böyle bir görevde
bulunması vacip midir?” diye sordu muhtar.
“Asla ve kat'a.” dedi Maşallah.
“Tövbe de muhtar. Tüm bunların iftira olduğunu sen de en az benim kadar iyi biliyorsun” dedi Mehmet Hoca.
“Öyle mi? Allah Allah hiç haberim yoh! Maşallah Hocam bu adam var ya bu adam ölenlerin arkasından Allah
rızası için bir Kuran bile okumuyor. Dinine imanına söyle hocam, bu vacip midir?
“Asla ve kat'a.” dedi Maşallah.
“Şunu bir türlü o kalın kafanıza sokamadım. Kuran ölüler için değil diriler için indirilmiş bir kitaptır. Yaşarken
Kuran-ı Kerim okumadıktan sonra, isterseniz her gece ruhlarınıza okunsun fayda sağlamaz. Ölülere Kuran
okumak, trafik kazasından ölen birinin kulağına trafik kurallarını fısıldamaya benzer.”dedi Mehmet Hoca.
“Bah hâlâ konuşuyor.”diye söylendi Muhtar.
“Anlamını bilmeden okumak ve hayata yansıtmamak; reçetede yazılan ilaçların ismini okuyarak hastanın
iyileşmesini istemekle eşdeğerdir.”.
“Tövbe de. Arapça okumanın ayrı bir sevabı vardır.” dedi Maşallah.
“Anlamını bilmedikten sonra ne işe yarar o sevap?” diye sordu Mehmet Hoca.
“Artı bu adam mevlide de karşı hocam. Ne kadar zorlasah zorlayalım okumuyor! Dinini imanına söyle
hocam bu vacip midir?”
“Asla ve kat'a. Bilmediğindendir… Cahillik işte.” dedi Maşallah.
“Okumam elbet. Süleyman Çelebi'nin peygamberimize duyduğu sevgiyle yazdığı bu şiirin diğer şiirlerden
ne farkı var? İnsanların bunu ibadet hale getirmesi ve bundan çıkar sağlaması beni rahatsız ediyor.
Hazmedemiyorum.”
“Gördün değil mi Maşallah Hocam. Şimdi dinine imanına söyle böyle bir adamın camimizde imamlık
yapması vacip midir?”
“Asla ve kat'a.”
“Bu durumda bize yardım edeceh misin Hocam?”
“Asla ve… Yani ne desem şimdi? İşlerim de aksine bugünlerde çok yoğun. Beni öyle zor durumda bıraktın
ki…”
“Hocam lütfen bizi kırmayın.”
“Köyünüz yolumun üstündeydi. Geçerken bir merhaba diyeyim, acı bir kahveni içeyim diye uğradım.
Yardımıma ihtiyacı olan nice köyler sırada beklerken onları atlamak, takdir edersin pek münasip olmaz.”
“Olur hocam olur. Çünkü bizim köy imamsız. Çünkü bizim köy gariban. Çünkü bizim köy senin irfanına
ilmine aç. Yeni imam gelene dek bizi idare et hocam. Kurda kuşa ve dahi bu mendebura muhtaç etme. Emeğinin
gerçek hakkını ödememiz elbette mümkün değil; ama yine de köylümüzün eli açıktır. Seni mağdur etmeyiz.”
“Öyle mi? Ne kadar açık?”
“Buyur?”
“Yani ilme ne kadar açıksınız? Sonra emeğim boşa çıkarsa üzülürüm.”
“Yüzünüzü kara çıkartmayacah kadar açıh! “
Muhtarın bu sözleri söyledikten sonra göz kırptı. Maşallah mesajı havada kapmıştı. Uzun siyah sakalını
sağ eliyle sıvazlayıp, “O zaman Allah rızası için kalayım bari.”dedi.
Muhtar akşam ve yatsı namazları boyunca Maşallah Hoca'nın yanından hiç ayrılmadı. Her gördüğü insana
Maşallah'ın özelliklerini uzun uzun anlattı ve her seferinde sözlerini gözlerinde iki damla yaş, dudaklarında
4
“Bu günleri bize gösteren Allah'a şükürler olsun.” kelimeleriyle bitirdi. Akşam el etek çekilince Maşallah'ı
evine götürdü. Karısını ve çocuklarını gündüzden annesine göndermişti. İçeri girer girmez perdeleri sıkı sıkıya
kapattı ve “İçiyoruz değil mi?” diye sordu. Sağ eli uzun kara sakalında yukarı aşağı gidip gelirken “Sorman günah.
Doldur da hararetimiz sönsün” dedi. İlk dublelerini; kâh karınlarını doyurarak kâh sağdan soldan konuşarak içtiler.
Muhtar boşalan bardakları yeniden doldururken “Anlat bakalım yine neyin peşindesin?” diye sordu Maşallah.
“Heeeç. İmamsız kalmıştık. Seni bulduh ve iş bitti. Her şey bu kadar basit.”
“Öyle mi? Ben de inandım. Bana bak muhtar ikimiz de birbirimizin ne bok olduğunu çok iyi biliriz. Şimdi
bırak bu palavraları da ne dolaplar çeviriyorsun anlat bakalım.”
“Bir şey çevirdihim yoh. Köylü Mehmet Hoca'dan memnun değildi. Ben de gitmesi için aracı oldum.
İmamsız kalınca da Allah seni karşıma çıharttı.”
“Ulan şerefsiz söylediklerinin hangi birini düzelteyim. Birincisi ben ne imamım ne de hocayım. Sakal ve
cübbe sayesinde günü kurtarmaya çalışan dolandırıcının tekiyim. Bunu da en iyi bilen de sensin. Durup dururken
eski defterleri açtırtma bana. İkincisi Mehmet Hoca iyi ve dürüst bir adama benziyor. Senin hangi işine çomak soktu
da gönderdin? Hele bunları bir anlat bana.”
“Sayemde aç karnını doyuracahsın. Şükredecehine kalkmış hesap soruyorsun. Dünyanın çivisi çıkmış
be… Hele deyiver bakalım; ne arıyorsun burada? Yine kimden kaçıyordun?”
“Kaçtığımı nereden çıkarttın? Alt tarafı çocuğu olmayan kadına birazcık yardım ettim.”
“Muska mı yazdın deyyus?”
“Be muhtar hâlâ çocuğun muskayla mı olduğunu sanıyorsun?”
Ağız dolusu kahkaha attılar. Ardından kadehleri tokuşturup içtiler. Daha doğrusu muhtar bolca içti Maşallah
dudaklarına sürüp geri çekti. Muhtarın bardağı boşaldıkça tazeledi, tazeledikçe kafası dumanlandı,
dumanlandıkça dili çözülmeye başladı.
“Şimdi o şeeereffsiz var ya o şeeerefsiiz, imam değil sanki denetleme memuru. Sana ne ulan kavaklardan.
Bozarsan düzenimiii bozarım düzenini. Ne oldu şimdi o kavaklar? Girdi mi müsait bir yerine?”
“Sayende girmiştir.”
“Gireecehhh elbet. Müftülüğe köylülerin ağzından tek tek dilekçe verdim. “İstemiyoruz.” dedim.
“Süüüürün.” dedim. Süürdüüler. Hâlbuki dediğimi yapsaaaaydı ihyaaaa olurdu ihyaaaa.”
Sarhoş olmasına karşın Maşallah'ın merak ettiklerinin ağzından kaçırmadı. Zorladı; işe yaramadı. Boşalan
kadehini doldurdu; sadece dili peltekleşti. Sonra da sızıp kaldı. Maşallah o gece hiç uyumadı. O gece sadece
düşündü. Tan ağarırken de evden çıkıp camiye gitti ve sabah namazını kıldırdı.
Sabah muhtar ilçeye gitti ve tanıdıklarını araya koyarak geçici de olsa Maşallah'ın imam olmasını sağladı.
O günden sonra Maşallah herkesin yardımına koştu. Tatlı dili hoş sohbeti sayesinde kısa zamanda köyün en çok
sevilen kişileri arasına girdi. Dini bilgisinin azlığına karşın nüktedan ve hazırcevaptı. Bu özelliği sayesinde
cemaatin sorduğu her sorunun altından başarıyla kalktı. Bu arada Mehmet Hoca'yı ihmal etmedi. Boş kaldığı her
vakit soluğu onun yanında aldı ve sürekli alttan alarak güvenini kazandı. Tayin olduğu yere gideceği gün
vedalaşmak için yine yanına gitti. Bir müddet sağdan soldan muhabbet ettikten sonra “Hocam muhtar hakkında
ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
“Neden sordun?”
“Valla Hocam tanışıklığımız çok eskilere dayanır, ama yıllardır görmüyordum. Çok değişmiş. Günahını
almayayım lakin dini imanı para olmuş gibi. gibi geldi.”
“Doğru tespit etmişsin. Leşlerle beslenen bir akbabadır.” dedi ve durakladı. Bir süre anlatıp anlatmamakta
tereddüt yaşadıktan sonra “Sürgün yememin sebebi de odur. Caminin kavaklarını ona yedirseydim… Neyse sen
sen ol ondan uzak dur.” diye ekledi.
“Nasıl yani? Ne kavağı Hocam? Hiçbir şey anlamadım.
“Meraklanma yakında anlarsın. Bak şimdi zamanında hayırsever bir vatandaşımız camiye büyük bir arazi
hibe etmiş. Büyük bir bölümü kavak ağaçlarıyla dolu. Sırf oradan gelecek gelirle yedi sülalen doyar. Bu araziler
camide görev yapan imamın üzerine zimmetli. Kavakları el altından satalım, paranın ufak bir bölümünü camiye
5
geri kalanını cebe atalım diye bana yanaştı. Tabii ki reddettim. O da hakkımda türlü dedikodular çıkartıp
tayini çıkarttı. Şimdi senin peşine düşer. Aman diyeyim dikkatli ol.”
Mehmet Hoca'nın gitmesinin üzerinden bir ay geçmemişti ki, muhtar Maşallah'ı yemeğe çağırdı ve laf
arasında kavaklardan bahsetti. O an konuşmasını kim dinlese arazinin dağ başında olduğuna, içindeki birkaç
kavak ağacından gelecek gelirin caminin elektrik parasına bile yetmediğine inanırdı. Ardından derin bir of çekerek
“Emme gönlüm bu duruma gatlanmıyo be Maşallah.” dedi.
“Ne yapabilirsin ki Muhtar?”
“Bırahalım da camimiz bakımsızlıktan çürüsün mü Maşallah? Ahirette sorgu meleklerine ne derim sonra?
Düşündüm taşındım, araziyi almaya karar verdim. Gerçi beş para etmez emme maksat camimiz ayakta kalsın.
Hem almaya da gerek yok, kırk dokuz yıllığına kiralarım, siz de gelen parayla caminin ihtiyaçlarını karşılarsınız.”
“İyi hoş da bu işle benim ne ilgim var.”
“İmam caminin sahibidir. Ancak sen kiralayabilirsin. Ben de bundan böyle caminin giderlerini karşılarım.”
Maşallah tüm bu sözleri hiç sözünü bile kesmeden dinledikten sonra uzun siyah sakalını sıvazlayıp
“Hııııım” dedi.
“Bu hımm da ne oluyor?” diye sordu muhtar.
“Benim tanıdığım muhtar menfaati olmadı mı yaralı parmağa bile işemez. Kazandığının yarısını isterim.”
“O eskidendi.” dedi muhtar “artık bir ayağım çukurda. Fazladan ne kadar hayır duası alırım hesabındayım.
Ortak olmak istiyorsan masraflara seve seve katılırsın.”
Maşallah ne kadar ısrar ederse etsin başka tek kelime etmedi. Sonunda pes edip “Gerçekten değişmişsin
muhtar. Hep günah işleyecek değiliz ya bu sefer de hayra ortak olalım” dedi.
Notere gidip caminin bakım ve masraflarına karşın kırk dokuz yıllığına araziyi muhtara devrettiler. Ertesi
gün Maşallah ortadan kayboldu. Üç gün sonra da kavak ağaçları kesilmeye başlandı. Muhtar engellemeye
çalıştıysa da, başaramadı. Uzun uğraşlar sonunda gerçek ortaya çıktı: Maşallah sadece araziyi muhtara
devretmişti. Üzerindeki ağaçlar ise kırk dokuz yıllığına “Mete İnşaat A.Ş” satılmıştı.
Maşallah'ın icraatını tayin edildiği yerde öğrenen Mehmet Hoca; “Gökteki akbabalar sırtlanlara yön ve
hareket talimatı verir, zira akbabaların olduğu yerde yemek vardır. Yemeğin yerini bulmalarına rağmen, akbabalar
hep sırtlanlardan arta kalan leşlerle idare ederler” diye mırıldandı.
6
BURSA'DABİR ŞEYLER OLUYOR
Mustafa Emre ÖZGEN
Kentte, yalnızca çizgi roman çeşitleri satan tek
dükkan olan Çizman Çizgi Roman Sahaf'ta bir araya
gelen bir grup genç, yalnızca okur/tüketici olmaktan
vazgeçip büyükşehirlerde gerçekleşen,
katılamadıkları ama gıpta ile izledikleri etkinlikleri
Bursa'da düzenlemek için yoğun bir çalışma içinde.
Geçtiğimiz ay Bursa'da ilk kez “Beleş Çizgi Roman
Günü” düzenlendi. Çizman'da düzenlenen etkinlik,
yalnızca çizgi roman dağıtılan bir gün olmakla
kalmadı, cosplay çalışmaları ile etkinliğe katılanlar,
buluşmaya renk kattı.
Peki, bu nasıl olmuş?
BELEŞ ÇİZGİ ROMAN GÜNÜ VE?
Çizman'ın sahibi Levent Ertuğrul, bir süredir Beleş
Çizgi Roman Günü yapmak için hazırlık yapıyormuş.
Bir süredir bu gün için özel basılan İngilizce fasikülleri
toplayan Ertuğrul, dükkân müdavimlerinin baskısına
dayanamayıp “tamam düzenleyelim” demiş.
Henüz 19 yaşında ve sıkı bir çizgi roman okuru olan
Enes Taştan ile Bursa'da çektiği kısa filmler ile
tanınan, bir de çizgi roman çalışması olan Onur
Çetincengiz, bu etkinlikte itici güç olmuşlar. Organize
olunmuş, tüm Bursa'ya, hatta şehir dışına haber
uçurulmuş.
“Bursa Beleş Çizgi Roman Günü ve… Cosplay!”
Böylece kentte ilk defa bir cosplay etkinliği için
hazırlıklar başlamış…
Bizim Enes, yüzünü gözünü boyayıp Joker olmaya
karar vermiş. Onur Çetincengiz kolaya kaçıp bir tişört
bir de oyuncak tüfekle Punisher olmuş. Bu etkinlikten
haberdar olan diğer arkadaşları ise hazırlıklara.
Kimi Winter Soldier, kimi Spider-Man, kimi Daredevil,
Alt kültür alanında bir araya gelenlerin buluştukları yerler genellikle İstanbul, Ankara da İzmir gibi büyükşehirler olsa da, Bursa'da da benzer bir hareketlenme var.
7
kimi Quicksilver kostümlerine bürünmüş.
Gün gelip çattığında, Çizman dolup taşmış. “Ya bu ilk
etkinlik, çok gelen olmaz” diyerek elli, altmış kişi
bekleyen gençler, gün boyunca gelen yüzlerce kişi
karşısında şaşkınlıklarını koruyamamış.
Öyle ki, dağıtılan bütün çizgi romanlar tükenmiş.
Gelenler cosplayer'lar ile fotoğraflar çektirmişler. Aynı
ilgi alanının meraklıları pek çok genç tanışmış sohbet
etmiş.
COSPLAY BURSA
Etkinliğin ardından haberleşmeyi sürdüren gençler,
yakaladıkları bu heyecan ve birlikteliği devam
ettirmek istemişler. Bir hafta sonra yeniden
toplanarak yeni çalışmalar için plan yapmaya
başlamışlar.
Bir de isim vermişler ekiplerine, “Cosplay Bursa”
Daha önce kısa filmler çeken Onur Çetincengiz,
Joker cosplay'i gerçekleştiren Enes Taştan ile yeni bir
kısa film çekmek istemiş. Filmin adı “Punisher Joker'e
Karşı” olacakmış. Önce filmin tanıtımını çekmişler.
Beleş Çizgi Roman Günü'nde Winter Soldier olan
Enes Yetişkul, Quicksilver olan Canberk Sarıgöl ve
Spider-Man olan Alper Gündoğdu da filmde yer
alacakmış. Ekipteki diğer herkes ise çeşitli şekillerde
çekime yardım etmiş.
8
Cosplay çalışmalarına devam edecek olan gençler,
bir de Magic, The Gathering adlı kart oyunu ile alakalı
bir çalışma içine girecek ve bu oyunu Bursa'da daha
geniş kitlelere duyurmaya çalışacaklarmış.
Anlattığım bu olaylar, Haziran ayı içinde gerçekleşti.
Başkasından öğrenmiş gibi anlatmama rağmen
hepsinin içinde hem organizasyon hem de yardımcı
olarak yer aldım.
Bir süre öncesine kadar kitabımı alır, evimde okur ve
internet üzerinden yorumlara bakardık.
9
Bursa'da böyle bir birliktelik benim için hayal bile
değildi. Şimdi haftanın birkaç günü bir araya gelerek
sadece tüketen değil, üreten de olmak için çalışan
genç arkadaşlar ile bir aradayım. Bu gerçekten Bursa
için olağanüstü bir durum.
Yalnızca büyükşehirlerde değil, çizgi roman
okurunun, sinema izleyicisinin olduğu her yerde böyle
etkinliklerin yapılabileceğinin en güzel kanıtı Cosplay
Bursa ekibi.
Enes Taştan, oluşturdukları ekibi daha çok bir aile
olarak gördüklerini söylüyor ve etkinliklerinde özellikle
Bursalıların desteğini beklediklerini belirtiyor.
Enes, çizgi roman ile ilgilenmeye
nasıl başladın?
Çizgi roman ile tanışmam Örümcek
Adam vasıtasıyla oldu. Örümcek
Adam'ın 90'lı yıllarda yayınlanan
animasyon serisini, sonra ise
Marvel'ın diğer animasyonlarını
izledim. Geçtiğimiz Şubat ayında
Çizman'ın sahibi Levent Abi tanıştık.
New Avengers ciltlerini okumaya
başladım. Biraz geç kalmışsın
diyenler olabilir ama yoğun araştırma
ve okumalar yaparak arayı kapattım.
Cosplay etkinliklerine olan ilgin
nasıl ortaya çıktı?
Yine yaptığım araştırmalarda cosplay
olayını keşfettim. Amatör bazı çalışmalarım oldu. Bir
yandan ülkemizde de bu tip çalışmalar artış
gösteriyordu.
İlk ciddi cosplay çalışmamı Deadpool film
gösteriminde Bursa'da yaptım. Oldukça ilgi çekti.
Peki, Beleş Çizgi Roman Günü?
Levent Abi böyle bir şey düşünüyordu. Biz de biraz
baskı yaptık. Cosplay'i de etkinliğe kattık.
Etkinliğimiz 12 Haziran'da gerçekleşti. Hem Bursa
içinden hem de şehir dışından gelen pek çok
arkadaşımız oldu. Yoğunluğu görünce, tamam bu
kentte böyle şeyler yapabiliriz,
dedik ve çalışmaları hızlandırdık.
Nasıl bir topluluk oluşturdunuz,
neler yapacaksınız?
Ekibimizi topluluk olarak değil, bir
aile olarak görüyorum. Çizgi
roman, cosplay ve çeşitli rol yapma
oyunlarında faaliyetler
gerçekleştireceğiz. Ayrıca okullar
ve bunun gibi kurumlarda küçük
kardeşlerimiz ile de bir araya
gelmek ve onları mutlu etmeyi
amaçlıyoruz.
Bursa başta olmak üzere röportajı
okuyan herkesten çalışmalarımıza
destek bekliyoruz.
10
11
TEPEDEKİ BAR6. Kısım
YazanMehmet Berk YALTIRIK
Bekir, paşanın bu teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Paşa damadı bir kabadayı olarak Beyoğlu'nu
nasıl kasıp kavuracağını hayal etti. Fakat her şeyden önce sırtında debelenmekte olan öte âlemlere
karışmış paşa kızının varlığından duyduğu korkuyu bastırmalıydı. Kızı usulca yere bırakıp bir yandan da
hareketlerini zapt etmeye çalıştı.
Paşa'nın emriyle köşk ahalisinden şahitler toplandı. Uşaklar pencerelerden sızan rüzgârda
alevleri salınan kandillerle odaya geldikleri esnada dışarıda gök gürültüleri işitilmeye başlamıştı. Bekir
dışarıda kararmış bulutlar pek dikkatini çekmemişken birden patlayan fırtınaya bir anlam veremedi.
Akabinde hemen aklına hortlaklaşmış paşa kızının malik olabileceği tabiatüstü hadiseler geldi. İhtiyar
ninesi hep anlatmamış mıydı kara bulutları fırtınaları çekip sürüyen lügatlerin, kukuthilerin hikâyelerini?
Paşa'nın ihtiyar kâhyasının imamlığında oracıkta ecinnilerin hükmündeki paşa kızıyla Bekir'in
nikâhı kıyıldı. Ardından paşa Bekir'in verasetiyle alakalı ne iktiza ediyorsa oracıkta imzalayıp mühürledi.
“Artık damadımsın. Şimdi onu mahzene indirebiliriz…”
“Daha da fenalaşır more paşa hazretlerı. Peymanzer, kilerde var midır sarımsak? Getiresın demet
demet saralım etrafına, durulmaz bu başka türlü…”
Bekir bunu son anda hatırlamıştı. Peymanzer hemen kilere koşturup ne kadar sarımsak varsa
topladı. Daha odaya yaklaşır yaklaşmaz sarımsaklar tesirini göstermişti. Paşa kızı urganlarını bir
boğaymışçasına gerip olduğu yerde yılan gibi kıvrılıyor, korkunç çığlıklarıyla köşkü inletiyordu.
Oradakiler dışarıdan gelen gök gürültüleri ve yıldırımların şavkımasında hayli dehşetli bir sahneye
tanıklık etmektelerdi.
Paşa kızını zor bela zapt ederek sarımsakları urganların üzerine bağlamaya başladılar. Paşa kızı
görece dinginleşip durulunca Bekir yeniden kızı sırtına vurdu. Paşa ile kâhyanın ardına takılıp ahşap
merdivenlerden mahzene indi. Merdiven gıcırtılarıyla gök gürültülerinden başka herhangi bir ses
duyulmuyordu. Küf kokulu ve hayli tozlu mahzene indikten sonra mahzenin kömürlükten hallice bir
bölmenin önüne geldiler. Bekir paşa kızını bölmeye boylu boyunca uzattı. Paşa'nın önceden hazırlattığı
harcı hizmetkârlarla birlikte karıp duvarı örmeye başladılar, Paşa gözlerinde yaşlarla onların hummalı
çalışmasını seyrediyordu. Son taşı da en tepeye yerleştirip yegâne deliği kapattılar. Fırtına çoktan
dinmiş, mahzenin ufak pencerelerinden inceden havanın aydınlanmaya yüz tuttuğu ayan olmuştu.
Bekir, Paşa'ya döndü: “Çift kat ördük paşa hazretlerı. Urganlar bir gün çürür, sarımsaklar toz olur
ama istediği kadar bağırsın, tırmalasın yıkamaz bu duvari. Dualarla ördük taşlarıni!”
Paşa: “Ben ölünceye kadar bu sır aramızda kalacak. Ben öldükten sonra duvarı kırdırıp kızımı
öldürebilirsiniz… Bu sır asla buradan dışarıya çıkmayacak!”
12
(2010'lar…)
Vedat'ın bağırması üzerine Kenan merakına yenik düşüp, Pelin'e: “Senle sonra konuşucaz!”
diyerek köşke doğru koşturdu. Bu sefer Pelin arkasından bağırmaya başlamıştı: “Ne konuşucaz ulan?
Ne kaldı konuşacak?” Kenan köşke gireceği esnada bu sefer Pelin koşturup koluna yapıştı Kenan'ın.
Kenan şaşkın şaşkın yüzüne bakarken imkân bulsa bir kaşık suda boğacak gibiydi: “Ben senin istediğin
zaman hesap soracağın, kafana estiğinde de çekip gideceğin biri değilim artık!”
Kenan kolunu sertçe çekti: “Kavganın sırası mı kızım? Adam niye bağırdı ona bakacağım!”
Pelin'in suratında manalı bir ifadesizlik hasıl oldu: “Peki, bak. Ben Vedat'ın odasına çıkıyorum
dinleneceğim biraz…” diyerek bir hışımla merdivenlere doğru yürüyüp topuklarını vura vura yukarıya
çıkmaya başladı.
Kenan sesindeki tınıdan tiksinmişti, hırsından saldırabilirdi ama kendisini sinir etmek için kasten
yaptığını kendi kendine telkin ederek sakinleşti. Kel badigardla Vedat'ın tartışma seslerini dinleye dinleye
onların olduğu yere doğru ilerledi.
Taş merdivenlerden mahzene indiği esnada küf kokusunun genzini doldurmasıyla yüzünü ekşitti.
Tavandan sarkan tozlara, sağda solda yığılmış üstü neredeyse toprakla kaplı üstü örtülü eski eşyalara
bakına bakına ilerledi. Vedat'la kel badigardı bir duvarın önünde tartışırken gördü:
“Oğlum buradan gelen ses neydi? Tadilatta temizlikte hiç mi bakmadınız lan?”
“Abi sana ses geliyor deyince kızıyordun ne yapalım?”
“Ulan kauçuk insan gibi çağır burayı göster o zaman. Gelip kontrol etmesem, millet gelip gitmeye
başlayınca sesten rahatsız olsa batıracaksınız beni demek?”
Kenan: “Sesiniz ta yukarıya geliyor, ne oldu?”
Vedat: “Duvardan hakikaten ses geliyor ama boru sesi falan değil. Bildiğin çığlık sesi.”
“Kedi sıkışmıştır o zaman.”
“Tamam, da nereden girecek?”
“Kedi aga bu, pencereden falan girmiştir. Hem burada duvar olması saçma, diğer bölmeler açık
burası sonradan kapatılmış gibi. Ardında cam falan olan bir bölme var demek ki?”
“Manyak mı lan bunlar niye kapatsınlar duvarı?”
“Ben nereden bileyim senin dedenden kalmış, git ona sor!”
Badigard: “Abi günah olmasın da bu kendi kendine ölür bence içeride…”
Vedat hızla dönüp kel badigartın karnına yumruk attı. Tadilatçılardan kalma büyükçe bir balyozu
gösterip tükürükler saçarak haykırdı: “Senin bok yemen lan! Ben kedi medi istemiyorum. Yık duvarı çıkar
hayvanı! Hadi lan!”
Kenan'ın şaşkın, Vedat'ın öfkeli bakışları altında kel badigard tadilattan kalan araç gerecin
durduğu köşeye koşturdu. Kenan tepedeki ışıkları gösterdi: “Tesisatı siz mi döşediniz?”
Vedat gergince kafasını salladı: “Komple. Elektriği de biz çektik. Burada uzun süre oturan
olmamış, oturan da elektrik çektirmemiş niyeyse.”
13
Badigard elinde balyozla koşturup duvarın yan tarafına geçti. Besmele çekip ilk darbeyi duvara indirdi.
Darbenin sertliğinden duvarda bir çatlak oluşturmayı başarsa da pek etkilenmemiş gibiydi. Vedat'a
seslendi: “Abi çift kat örmüşler galiba?”
Kenan bağırdı: “Sıçarım katına kutuna lan! Yık çabuk çıkar hayvanı! Gözüm üstünde!”
Kel badigard bir kere daha bu sefer patronuna karşı beslediği öfkeyle savurdu. Duvarda ilk delik
açıldıktan sonra ağrıyan kollarına rağmen birkaç darbe daha indirdi. Neredeyse bir insanın sığabileceği
genişlikte bir delik açılmıştı. Tam bir lahza soluklanıp balyozu tekrar kaldıracağı esnada dışarıda bir
yerlere aniden yıldırım düştü. Köşkün duvarları yıldırımın tesiriyle zangırdarken bir anda ortalık zifiri
karanlığa gömüldü.
Üçü cep telefonlarını çıkarıp ışıklarını açtılar.
Vedat: “Ulan dışarıda bulut falan da yoktu ne ara geldi bu yıldırım?”
Kenan: “Sigortalar attı. Barın elektrik tesisatına ben bakardım yine bir kurcalayayım?”
Badigart: “Gidip açayım mı abi?”
Vedat: “Sen buradan bir yere ayrılma lan! Kenan sigortaların yerini bilmiyor gidip göstereyim, sen
burada kalıp o kediyi çıkar. Hadi!”
Kenan'la Vedat'ın elindeki telefonların ışıkları hızlı adımlarla mahzenin taş merdivenlerinin olduğu
yerde gözden yiterken kel badigard kendi kendine küfürler ederek telefonunu ışığı yanar vaziyetteyken
ufak pencerelerden birinin önüne bıraktı. Sırtını karanlığa vererek balyozu kaldırmak üzere tekrar
kavradı ama bir şey kaldırmasına neden oldu. Korkudan ayaklarının uyuştuğunu, sol koluna neredeyse
inme indiğini fark etti. Yürümek istiyordu ama yürüyemiyordu. Bağırmak istediğinde boğazından sadece
zayıf bir soluk sesi çıktı, boğazı kurumuştu.
Örümcek misali bembeyaz ince parmaklı iki elin deliğin içinden uzandığını ve kedigözü gibi iki
parlak gözün kendisine baktığını görmüştü…
14
Groucho ya da Arşak
Ahmet Ziya SEKENDİZ
Sevgili dostumuz Dylan Dog, Türkiye'de birçok yayınevi tarafından yayınlandı. İlk yayınlama teşebbüsü, 1990'ların ilk yarısında Tex'i çıkaran Galaksi Yayınları tarafından yapıldı. Ama Yeni Yüzyıl Gazetesi'nin günlük strip tarzı yayınını saymazsak ilk yayın AD yayıncılığa nasip oldu.
O ilk sayıda hayatımıza giren ve Dylan Dog'cuların bir başka sevdiği Groucho, çevirmenleri en çok zorlayan karakterlerden biri oldu. Çünkü sürekli yaptığı “saçma” esprilerin birçoğu kelime oyunlarına dayanıyordu. Mizahçıların “Laf esprisi” dediği bu nükteli sözleri çevirmek de haliyle pek kolay olmuyordu. Açıkçası çevirilerde zaman zaman orijinalinden uzaklaşmak zorunda
kaldığımızı belirtmek zorundayım. Bu arada ilginçtir, Grocho'nun esprilerine gülen pek kimseye rastlamıyoruz. (Bir macerada gördüğümüz zekâ geriliğinden muztarip bir vatandaş hariç)
Groucho'nun esprilerinin etkileri bazen kendisini iyi yönde gösterebiliyor.
Bir macerada Bloch vurulur ve komaya girer. Durumu çok kötüdür. Dylan kötülerin peşinde koşarken, Bloch'un başında bekleme işi Groucho'ya düşer. Groucho, dedektifin başında otururken bir yandan da kendi kendine saçma sapan fıkralar anlatmaya başlar. Saatlerce anlatır. Bloch, komada bile olsa daha fazla dayanamaz ve “yeteeeeer!” diyerek uyanır. Böylece Groucho tıpta “espri ile tedavi” yöntemini bulmuş olur
Bu arada Dylan Dog maceraları kurgulanırken, ilk olarak Dylan'ın yanına MelBrooks'un Genç Frankenstein filmindeki Igor'a benzer bir yardımcı vermeyi düşünürler. O sıralarda SergioBonelliTutto West serisi için “Rivel Bill” hikâyesini yazmaktadır ve o macerada komedyen GrouchoMarx'tan ilham alan bir karakter bulunmaktadır. (Tutto West
No:37) Böylece Groucho'nun Dylan'ın yardımcısı olması fikri doğar.
Dylan Dog henüz bir polisken de Groucho ile tanışmaktadır. Kâbuslar dedektifi olduktan sonra aldığı ilk işte bir kadın, evinin tavan arasını hayaletlerin işgal ettiğini söyleyerek Dylan'a başvurur. Dylan olay yerine gidince hayalet bulamaz. Ama bir sandığın içinde uyuyan Groucho'yu bulur. Bu olaydan sonra Groucho, Dylan'ın hiçbir zaman maaşını ödeyemediği yardımcısı olur. Ana görevi ise asla silah taşımayan Dylan'a gerekli durumlarda silah fırlatmaktır.
Groucho'nun birkaçı Türkiye'de de yayınlanan mini albümleri bulunmaktadır.
Ama benim söylemek istediğim bir şey daha var.
15
Sizce de
Groucho'nun bir
kişilik bölünme
sorunu olabilir mi?
Groucho kimdir? Yani
gerçek anlamda
soruyorum. Kim bu
adam? Karakterin
gerçek adının
Groucho olmadığını,
Amerikalı Groucho
Marx'ı taklit ettiğini
biliyoruz. Ama gerçek
adına hiçbir yayında
rastlayamıyoruz.
Sadece bir macerada
ona “Julius” diye
hitap edildiği için
gerçek adının Julius
olduğunu iddia
edenler var. (Bir
zamanlar ben de öyle
iddia ederdim) Ama
komedyen Groucho
Marx'ın asıl adının
Julius olduğunu göz
önünde
bulundurursak bunun
da gerçek adı
olmadığını
düşünebiliriz. Aynı şekilde orijinal 19. Sayıda “komik
bir adı” olduğunu ve adının Karl olduğunu söyler
Groucho. Ama bunun da ne kadar güvenilir bir bilgi
olduğu tartışılır.
Aslına bakarsanız Groucho'nun gizemli kişiliği
hakkında tek bildiğimiz şey,” ikili” şeylere pek meraklı
oluşu. Demek istediğim şu:
adının Groucho olduğunu
söylüyor ama aslında bir
başka adı daha var. Çift
anlamlı kelimelerle espriler
yapıyor. Mesela “capo”
kelimesinin çift anlamından
yararlanıyor. Capohem
“baş” hem de “patron”
anlamına geliyor.
Patronunu görmek
istediğini söyleyen birine
“omuzlarımın üzerine
bakabilirsiniz” şeklinde bir cevap verebiliyor. (Hoz 22,
Hoz 24)
Dylan'ın yanında ikinci adam olması, iki kişi
takılmaları da yine bu ikili durumlara örnekler olarak
sayılabilir.
Groucho'nun “ ikili” hayatına bir
katkı da benim en beğendiğim
çevirmenlerden Zeynep
Akkuş'un eli ile yapıldı. Zeynep
Hanım Groucho ismini “Arşak”
şeklinde çevirmekteydi. Kendi
çevirilerimde kullanmamış olsam
da bu uyarlamanın çok hoş
olduğunu ifade etmeliyim.
Komedyen Groucho Marx'ın
adının ülkemizde Arşak Palabıyıkyan şeklinde
uyarlandığını düşünürsek bunun gayet yerinde bir
çeviri olduğunu söyleyebiliriz. Netice itibariyle Zeynep
Akkuş, Groucho'nun ikili hayatına Türkiye'de yeni bir
madde eklemiş oldu.
Biz Groucho'ya yeni isim veririz de Amerikalılar durur
mu? Dylan Dog Amerika'da yayınlanırken Telif hakları
nedeniyle (zaten var olan bir tipi izin almadan
Amerika'da kullanamayacakları için) Grocho'nun adı
Felix oluverir. Al sana bir ikililik daha!
Dylan Dog'un filminde de Dylan'ın yardımcılığına
Groucho yerine (yine telif hakları nedeniyle) Sam
Huntington'ın canlandırdığı Marcus adlı karakter gelir.
Anlaşılan Groucho istese de istemese de onu türlü
türlü şekillere sokup bipolar kişilik bozukluğundan
hastanelik etmeye and içmiş birileri var. (!) Yine de
onu çok seviyoruz!
16
YazanBuket YILDIRIM KANTAROĞLU
İllüstrasyonGülhan SEVİNÇ
SÜPERBALIK TÂCI
Bugün su biraz daha soğuktu. Pembemsi pulları sanki dik dik olmuştu. Annesine okyanusta biraz
dolaşacağını söyleyip evden çıktı. Deniz fenerinin cılız ışığını rehber edinerek güneydoğu sularına doğru
yüzdü. En sevdiği şey okyanusta taklalar atarak yüzmekti. Çok çalışırsa büyüyünce yüzme yarışlarına
katılabilir, hatta şampiyon olup annesine o çok sevdiği beyaz istiridye incisini verebilirdi. Şöyle bir dolaştı
arkadaşlarıyla en çok oynadıkları kayanın etrafında. Şimdi niye kimse yoktu? Luna olsaydı onunla batıdaki Bay
Mel Köpek balığının evine kadar yarış yapabilirlerdi... Aklından binlerce düşünce geçiyordu, yalnız kalmak onu
üzmüştü... Mutsuzluktan yüzgeçlerinin ağrıdığını hissediyordu, gözlerini kapatıp dalgaya bıraktı kendini.
Sürüklenmişti! Uyanır uyanmaz alabora oldu. Bir hamle daha yaparak toparlandı etrafına bakındı çok karanlıktı
deniz fenerinin ışığı gözükmüyordu. Burada büyük balıklar vardı daha önce hiç görmediği bir yerde olduğunun
farkında varması sadece 3 saniyesini aldı. Paniğe kapılarak bir o yana bir bu yana yüzdü. Sanki her çırpınışı
daha da batırıyordu onu. Küçük bir mağara buldu. Yokluğunun çabuk fark edilmesi için yüce Yulla' ya yalvardı.
Minik bedeninden çıkan cılız sesini duyurabilmek için tüm gücüyle bağırdı... “Anne, benii kurtarr!”
Ortalık zifiri karanlıktı, zil çalan karnının guruldamaları Posi Meydanı'ndan bile duyulabilirdi. İyi de daha
önce hiç tek başına avlanmamıştı ki. Böyle çaresizce beklemeye devam ederse ya canlı canlı büyük bir balığa
yem olacak ya da açlıktan ölecek, yine büyük bir balığa yem olacaktı. Birilerinden yardım istemeye çalışsa;
yolunu kaybeden minik bir balığın başına neler gelebileceğini annesi en az on farklı hikaye kitabından
okumuştu ona. Çaresizce yanındaki yosunların etrafında dolandı, istemeyerek de olsa hayatta kalabilmek
adına biraz biraz yedi... Şuan için avlanmadan yiyebileceği tek şey yosunlardı. Yeniden mağaraya çekildi...
Kimse onu aramıyordu işte. Kimse fark etmemişti yokluğunu. “Boli doğduğu için mi artık sevilmiyorum?” Tüm
balıklar “Boli doğdu, artık senin pulların okyanusun dibine gömüldü” derken kardeşliğin önemini, abi olduğumu
defalarca söylememiş miydi babam? Peki şimdi neden yanımda yoktu? Neden imdadıma kimse
yetişmiyordu?... Gözlerinden akan yaşlar okyanusun soğuk sularıyla buluştu... Çaresizce uyuyakaldı...
Gözlerini açtığında güneş ışını okyanusu tamamen doldurmuştu. Ölmediği için büyük bir nefes aldı... Yine
parlak, ılık, mavi bir gündü. Tabi diğer balıklar için... “Karanlık, puslu, pis bir okyanus... Evimi özledim...” derken
korkusu, üzüntüsü yüzünden okunuyordu...
Mağaradan çıktı. Evine dönmek için bir şeyler yapmalıydı. Yanına biraz yosun alarak kuzeye doğru
yüzdü. Gün ışığı varken büyük balıklardan tanımadığı sularda kaçması biraz daha olasıydı. İşte, Karşıdan bir
Dubar balığı geliyordu! Hem boyutları da ona yakındı. Korkacak bir şey yoktu. Ona doğru yüzmeye başladı.
Yanına yaklaştı. “Merhaba, ben Lima yolumu kaybettim dünden beri karşıdaki mağarada ailemin beni
bulmasını bekliyorum. Alora Adası' nda yaşıyorum bana yardımcı olabilir misiniz?” dedi. Dubar balığı ona
gitmesi gereken yönü tarif etti fakat gittikçe uzaklaştığını fark eden Lima bir başka balığa daha sormaya karar
verdi.
Evinin önündeki yosunları temizleyen orta yaşlı bir Turna balığının yanına doğru yüzmeye başladı.
“Merhaba, ben Lima yolumu kaybettim dünden beri bir mağarada ailemin beni bulmasını bekliyorum. Alora
17
18
Adası' nda yaşıyorum bana yardımcı olabilir misiniz?”
Bu sefer de Bay Turna balığı ona tam tersi istikameti gösteriyordu. Başladığı yere geri dönmüştü. Ne
yapacağını bilemez hale gelmişti. Aklına, son seçimlerden sonra her bölgenin başkanlarının beta balıkları
olacaklarıyla ilgili izlediği bir haber geldi. En iyisi bu bölgenin başkanı Beta balığıyla konuşmak olacaktı.
Okyanus boyunca dümdüz yüzdü. O kadar yorulmuştu ki minik yüzgeçlerine binlerce deniz kestanesi aynı
anda batıyormuş gibi hissediyordu. Biraz dinlendi, yanına katık ettiği yosunlardan yedi, iyi ki yanına almıştı
yoksa açlıktan ölürdü... Birkaç balığa daha sorarak sonunda Beta balığının o mükemmel batığına ulaşmıştı...
Batığın içi rüya gibiydi... İleride yüzme şampiyonu mu yoksa bölge başkanı mı olmak istediğini düşündü bir an.
Kısa sürede bu şaşkınlığını üzerinden atıp Başkan Beta'yla konuşmak için kapısını tıklattı.
“ Giriniz.”
“Merhaba, ben Lima yolumu kaybettim dünden beri bir mağarada ailemin beni bulmasını bekliyorum.
Alora Adası'nda yaşıyorum bana yardımcı olabilir misiniz? Tek çarem sizsiniz artık evime dönmek istiyorum...”
Beta balığı şaşkın bir şekilde Lima'ya başka bir ülkenin okyanusunda olduğunu belirtti. “Oraya yeniden
tek başına gidebilmen senin kadar küçük bir balık için imkansız. Noka yolunu kullansan köpek balıklarına yem
olursun, Pey üzerinden gidersen de büyük okyanus şelalesinin azgın sularına kapılır okyanusun dibini
boylarsın”
Lima hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Lütfen, lütfen bana bir yol gösterin,lütfen...”
“Hep beni bulur!” Beta balığı daha fazla dayanamadı...
“Senin için yardımcımı görevlendiriyorum onun peşinden sakın ayrılma, deniz feneri yolunuzu
aydınlatasıya kadar bekleyin. Umarım bir daha yeni maceralara atılmazsınız küçük bey. Okyanus bizim kadar
küçük balıklar için yeterince büyük... “
Beta balığına minnet duyuyordu... Ama içten içe de ders almamışçasına “Macerasız yaşanmaz, büyük
balıklara yem olma korkusuyla hep aynı sularda yüzüp yeni yerler keşfedemezsem monotonluğa yem
olurum”...
İşte, deniz feneri okyanusa doğru ışığını göndermişti. Hareket zamanı...
Lima ve görevli yola koyuldular... Bu yolculuk saatler sürecekti... Ben buralara kadar tek başıma nasıl
geldim diye düşünerek korkuyla etrafına bakıp ilerliyordu...
“Bu büyük bir başarı! Varır varmaz Luna'ya başıma gelenleri anlatacağım. Kayadan Bay Mel Köpek
balığının evine kadar yüzmek çocuk oyuncağı! Ben ülke aşmayı becerdim! “ diyerek gururlandı kendisiyle.
Görevli bir hayli yaşlı bir balıktı. Türünü dahi bilmiyordu Lima. Eski sulardan derlerdi böyle yaşlı balıklar
için. “Umarım ona güvenmekle hata etmemişimdir daha konuşmayı bile bilmiyor sanırım, ne kadar sıkıcı bir
yolculuk!”
Okyanus yeniden karanlığa gömüldü. Görevli bir mağaraya doğru ilerledi, Lima da arkasından gitti.
Güneşi beklemeye başladılar... Lima o kadar heyecanlanmıştı ki. Hem çok uzun bir yolculuk geçirmişti, hem
ailesi onu çok özlemiş olmalıydı, hem de arkadaşlarına hava atarak anlatacağı ilginç birçok olay yaşamıştı.
Yavaş yavaş göz kapakları uykuya esir düşerken bile hâlâ bitmiyordu aklındaki düşünceler... Bu görevli ne
biçim bir balıktı? Tek kelime dahi etmiyordu... “Biirr yumurta, ikii yumurta, üçç yumurta, dörttt yumurtaa”...
ZZzZZzZZzZZzZ
19
Gün ışığı okyanusu okşadığı an görevli Lima'nın başına dikilmişti.Gözlerini açtığında görevlinin
yüzgeçlerinde bir kucak dolusu kalamar gördü.
“Hadi ye,yol uzun.”
Yemez mi hiç! Onca yavan yosundan sonra on yıl aç kalmışçasına yaladı yuttu.
Yola koyuldular... Görevli ağzının mührünü açmıştı. Ne kadar kibar ve bilgili bir balıktı... Meğersem bizim
görevli de minik bir balıkken Alora Adası'nda doğmuş... Lima dün düşündükleri için utandı. Bir anda kendini en
yakın hissettiği balık “Görevli” olmuştu.İsmini bile sormadı. Lima için o “Kurtarıcı görevli”ydi. Bir nevi
süperbalık! Adaya varır varmaz ailesine ve arkadaşlarına onu kurtaran görevlinin hem kanatlı hem yürüyebilen
hem de yüzebilen bir balık olduğunu anlatmayı düşündü.
Kalbi güm güm atıyordu heyecandan...
Ve işte.
Sonunda gelmişlerdi Alora Adasına... Lima koca yürekli dostunun beline sımsıkı sardı yüzgeçlerini... Ona
hediye olarak yolda kendi yüzgeçleriyle yaptığı yosun tâcı uzattı. “Bu senin süperbalık tacın!”
Görevli, Lima'nın başını okşadı...
“Hoşça kal cesur balık!”
20
BERSERKMANGA İNCELEMESİ
Olca KARASOY
Japonya'nın ve hatta dünyanın en ünlü, aynı
zamanda da en uzun soluklu manga serisi olan
Berserk'in mangaka'sı Kentaro Miura'dır. Aynı
zamanda Miura'ya da ün getiren seri, 1989 yılından
bu yana düzensiz bir şekilde yayımlanmaktadır.
Toplamda 37 cildi ve 343 bölümü sevenlerine
sunulmuştur. Özellikle 2010'un başlarından beri
bölümleri düzensiz bir şekilde çıkan Berserk, halen
devam etmekte. Birçok dile çevrilen manga,
ülkemizde de oldukça popülerdir ve ilk cildi 2012
yılında Gerekli Şeyler tarafından Türkçe olarak
sunulmuştur. Elbette bu kadar popüler olan bir manga
serisi sadece manga olarak kalmadı. 1997 yılında
Oriental Light and Magic anime stüdyosu tarafından,
serinin “Golden Age” hikâyesini anlatan 25 bölümlük
bir anime serisi, 2012 – 2013 yılları arasında Studio
4C tarafından yine Golden Age hikâyesini konu alan
üçleme film serisi yapıldı. 2016'nın Haziran ayında ise
Berserk ikinci bir anime serisine kavuşacaktır.
Berserk, bizi fantastik, orta çağ Avrupa'sı tarzı
bir dünyaya götürüyor. Guts, nam-ı diğer Kara Kılıç
Ustası'nın hikâyesini anlatıyor. Manga, Guts'ı tanıtan
“Kara Kılıç Ustası” hikâyesi ile başlıyor. Manganın ilk
sayfasını çevirdiğimizde metal bir sol kolu olan, tek
gözü olmayan kocaman bir adamın sarışın bir kadınla
ilişkiye girdiğine şahitlik ediyoruz. Nitekim sarışın
güzel birden bir iblise dönüşür ve adama “seni
yakaladım evlat” der. Adam ise karşılık verir:
“Görünüşe göre ben seni yakaladım.”. Adam, metal
kolunu iblisin ağzına sokar. Bir sonraki karede
21
22
adamın arkasında iblis cesedini bırakarak, neredeyse
kendisi kadar uzun kılıcı ile uzaklaştığını görürüz.
Evet, bu metal kollu, tek gözlü, kocaman kılıçlı iri yarı
adam, Guts'dır ve iblisleri avlamaktadır. Aslında
iblisleri özel olarak aramamaktadır. Ama geçmişinde
yaşadığı ve kolunu ile gözünü kaybetmesine neden
olan olaydan itibaren damgalanmış ve iblisler onun
peşine düşmüşlerdir. Guts'un aradığı ve öldürmeyi
çok istediği sadece bir kişi vardır. Bu kişi eski dostu
Griffith'tir. Kısa süren Kara Kılıç Ustası bölümünden
sonra olaylar geçmişe döner. Golden Age hikâyesi ile
Guts'ın henüz iki kollu- iki gözlü haline, gençliğine,
Griffith ve Şahinler Çetesi ile tanışmasına ve iblislerin
nereden geldiğine tanıklık ederiz.
Manganın çizimlerine baktığımızda cinselliğin
ve şiddetin ön planda olduğunu oldukça rahat bir
şekilde görebiliyoruz. Zaten daha ilk sayfalarda
karşımıza çıplak vücutlar ve parçalanan cesetler
çıkıyor. Her taraf kan, her taraf ceset. Görebileceğiniz
en karanlık mangalardan yani. Aynı zamanda Berserk
mangası yetişkinlere hitap etmesinin yanında
görebileceğiniz en ayrıntılı çizimlere sahip
mangalardan birisi. Karakterleri ile olsun arka plan
çizimleri ile olsun manga oldukça derin ayrıntılara
sahip. Şahsen bana seksenli yılların korku filmlerini
23
hatırlattı diyebilirim.
Elbette aynı
zamanda hikâye
olarak da büyük bir
derinliğe sahip. Yani
mangayı:“işte bir
adam var, kesiyor,
biçiyor
gidiyor”şeklinde
sanmayın. Özellikle
Golden Age
hikâyesinin sonunda
meydana gelen
olaylar bende olduğu gibi sizde de derin etkiler
bırakabilir. Ve öykü öyle bir akıyor ki “nereden
nereye” geldik demeden edemiyorsunuz. Yenilmez bir
ikili olan Gutsile Griffith'in birbirlerinin en büyük
düşmanları haline gelişleri ve akıbetleri beni olduğu
kadar sizi de meraklandıracaktır. Şunu rahatça
söyleyebilirim: Sayfalar deyim yerindeyse lokum gibi
gidiyor ve sürekli
daha fazlasını
istiyorsunuz!
Evet. Berserk'in
mangası 1989
yılından beri (benden
daha yaşlı!) devam
ediyor. Kimi zaman
ayda bir, kimi
zamansa birkaç ayda
bir ve abartısız
söylüyorum kimi
zaman yılda bir kere
çıktığına şahit oldum. Ve yayınlanan bölümlerin sayfa
sayıları da öyle ahım şahım değil. Ortalama 18 – 20
sayfa bir şey çıkıyor. Siz düşünün artık, birkaç ayda
bir sadece 20 sayfa… Bu yüzden temennim ya ben
ya da Miura ölmeden Berserk serisinin sona ermesi
yönünde. Bir sonraki manga incelememizde
görüşmek üzere.
24
YazanOğuz Özgür UĞUR
İllüstrasyonHüseyin ESEN
ANADENİZ HÜKÜMDARLARI
1.BÖLÜM: ANDALUS
“İskeleden biri bağırıyor!”
“Geride birini mi unuttuk?”
“Hayır, süvari bey. Kim olduğunu bilmiyoruz. Ne yapmamızı emredersiniz?”
“Ne bakıyorsunuz? Geri dönüyoruz!”
Serdümen olanca hızıyla orsa seyrinde süzülen karaveli kaptanın emriyle ters yöne hareket ettirdi. Kaptan Tartus limanı iskelesinden canhıraş çığlıklar atan adamı şüpheyle gözlüyordu. Tayfa gemiyi tanımadıkları biri için çeyrek fersah açıktan geri döndüren kaptanlarına hiç şaşırmamıştı. Bu onun sıradan tuhaflıklarından yalnızca biriydi. Serdümen gemiyi tornistan yaptırarak iskeleye yanaştırdı. İskeledeki adam paspal görünüşüyle dilenciden başka bir şeye benzemiyordu. Karavelin kaptanı Raşid güçlü sesiyle adama seslendi: “Hırsızlık mı yaptın yoksa adam mı öldürdün? Dilenci olmayacak kadar diri, katil olamayacak kadar ölüsün!”
“Yalvarırım beyim. Buralarda kimseyle bir husumetim yoktur. Her nereye seyredecekseniz beni de götürün. Param pulum yok lakin elim iş tutar. Ne derseniz yaparım.”
Kaptan mazlum adamı sakince dinledi. Gür kaşlarını göz kapaklarına kadar indirip söylediklerini tarttı. Parlak bir taşın hakiki mücevher olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibiydi. Lostromoya seslendi: ”İskeleye palamarı atın. Dikkat edin adam boğulmasın!”
Genç adam denize çarpan halatı var gücüyle kavradı. Sancak tarafından tırmanıp kendini geminin güvertesine bıraktı. Şükran dolu bakışlarla gördüğü herkese teşekkür ediyordu. Kaptan bir kez daha emir verdi: “Temiz kıyafet verin, karnını doyurun sonra da yanıma getirin. Tam yol ileri!”
Geminin bodoslaması hafif rüzgâr eşliğinde denizi yararak ilerliyordu. Andalus adlı gemi altmış tonilato kapasiteli, üç yelkenli eski bir karaveldi. Küçük yapısı hafif ve hızlı olmasını sağlıyordu.Tez canlı denizciler için bulunmaz bir nimetti. Gemide azılı suçlulara yer yoktu ancak tayfanın deneyimli olduğu da söylenemezdi. Andalusya'nın meşhur Palos limanındaki usta denizciler iç denizlerin sıradanlığından sıkılmış, kendilerini anadeniz sularının bilinmezliğine bırakmışlardı. Bu yüzden mürettebatın büyük çoğunluğu fakir ailelerini geçindirebilmek için çocuk yaşta hayata atılan miçolardan oluşuyordu. Karavelin kaptanı Raşid ön güvertede pruvaya dayanmış, denizi seyrediyordu. Yüzlerce defa geçtiği suları bıkmadan, saatlerce izlemeyi severdi. Mağrip topraklarına özgü esmer teni ve dazlak kafası çevik bedenine ihtişam katıyordu. Alnındaki kavisli kırışıklıklar bedeninden çok aklınıkullandığınınbelirtisiydi. Hacimli gür kaşları ve delici bakışlarıylahünkârları andıran bir çehresi vardı. Kemerli geniş burnu ve dolgun kara dudakları ona hasbir görünüm kazandırıyordu. Alnının sağından başlayıp yanağına kadar inen derin yara izi kemikli yüzünde gizemli bir hatıra bırakmıştı.İpek gömleğinin üzerine kabarık yakalı uzun siyah ceketini giymişti. Balkabağını andıran geniş Venedik pantolonu ve pahalı siyah çizmeleri giyim zevkinin hiç de fana olmadığını gösteriyordu. Yanından ayırmadığı kurmalı arbaletin kundağında yatan dişbudak ağacından bir ok,burma sırımdan yayla gerilmiş bir şekilde her zaman atışa hazır halde bekliyordu. Mürettebat gergin arbaletin kalplerine saldığı korkuyla işlerini bir an bile aksatmadan yerine getirmeye gayret ederdi.Amma velakin sert görünüşünün altında pürneşe bir tabiatı vardı. Dünyanın dört bir yanında girip çıktığı hanlar ona insanlar hakkında çok şey anlatmıştı. Sohbet ederek eğlenmesini bilirdi. İnsanlar bazen onun alay mı ettiğini yoksa gerçek mi konuştuğunu anlamakta güçlük çekerdi. Lostromo yabancının görüşmeye hazır olduğunu haber verdi. Yabancı aksak adımlarla
25
26
üverteye çıktı. Sol bacağı topallıyordu. Üzerine geçirdiği yeni kıyafetleri ve pabuçları onu pespayelikten kurtaramamıştı. Eğri büğrü duruşu, kucağında birleşen titrek elleri ve dağınık çatallı sakallarıyla yaşarken çürüyen bir vebalıyı andırıyordu. Kaptan daha fazla beklemeden söze girdi: “Söyle bakalım adın nedir? Kimlerdensin? Maşruk illerinde neyden kaçarsın?”
Genç adam ürkek sesiyle cevapladı: “Adım Magjan'dır beyim.”
“Demek bana bu kadarını bahşediyorsun. Öyle olsun.Senin kim olduğunun benim için hiçbir önemi yok. Soran olursa kölem olduğunu söylerim. Eğer benim gemimde kalacaksan kendine güzel bir hikâyeyaratsan iyi edersin. Akdeniz'in sultanı olduğunu söyle mesela. Aklını yitirdiğini sanırlar. Sana armut şarabı bile ikram edeceklerine bahse girerim.”
“Emrin olur beyim. Af buyurun, mahzuru yoksa… Bu gemi nereye gider acaba?”
Kaptanın yüzüne kısık bir gülümseme oturdu. “Üvey kardeşimin annemi biraz üzdüğünü duydum. Yanına gidip teselli etmek istiyorum. Güneşi kapatan bulutları dağıtmak gibi bir meşgalem var. Bir de koylarda dönen gizli pazarlıkları takip etmem gerekiyor. Eski bir alışkanlık.”
“Eskiden korsan mıydınız?”
“ Halen korsanım. Senin yaşın kadar ömrümü denizde geçirdim. Girmediğim ne koy kaldı ne de körfez. Merak etme hükümdardan iznimiz var. Yedi cihanda kapılar önüme açılır. Soysuz veletler gibi hırsızlıkla, zorbalıkla işim olmaz benim. Ah! Adımı söylemedim değil mi? Kendimi birine tanıtmayalı çok uzun zaman oldu. Adım Raşid. İsmim bana dedemden kalan tek yadigâr. Tayfam bana süvari bey der. Dostlarım al-Batros. Düşmanlarımsa Andalusyalı. Bana nasıl hitap edeceğini kendin seç. Ragusa'ya kadar durmaksızın devam edeceğiz. Orada görmem gereken biri var. Limanda inip yoluna devam edersin. Varana kadar sana ne iş verilirse onu yapacaksın. Şimdi biraz dinlen. Gücünü topla. Ne derler bilirsin; çabuk eller, çabuk işler.“
Magjan'ın al-Batrosla görüşmesi umduğu gibi geçmemişti. Kaptan sert görünüşünün aksine oldukça anlayışlı davranmıştı. Miçoların yanında yatacak bir yatak bulmuş, topallayan bacağını da sıhhat zabitine gösterebilmişti.Tabip bacağına önce yakıcı mürver yağı sürmüş, sonra da temiz bir bezle bir güzel sarmıştı. Peşindekinden kaçabilmesi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. On gün boyunca kendine verilen her işe koştu. Ana direklere bağlı gabyalardan en uçtaki babafingoya kadar karavelin her parçasına eli dokunmuştu. Yeri geliyorkalafatçıyla beraber geminin kaplamalarını ziftliyor, yeri geliyor armadorlarla serenleri düzeltiyordu.
Magjan kısa zamanda eski sağlam halinedönmüş, yaralı vicdanı bir nebze olsun durulmuştu.Fakat her gece uykusunu bölen kâbuslar geçmişi unutmasına imkân vermiyordu.Dolunayın dingin ışığının altında, hasır şiltesinin üzerinde yıpranmış yamalı pantolonunu incelerken buldu kendini. Yıllardır vicdanını delip geçen sözler bir kez daha ellerinin arasındaydı. Her kelimesi, her harfin her çizgisi zihnine kazınmış olsa da yeniden okumak için pantolonu ters yüz etti. Dizine dikilmiş yamanın arka yüzündeki mürekkep izlerine parmağıyla dokundu. Mürekkebin aktığı ilk günü hatırlıyordu. Onu canından bir parça gibi koruyacağına yemin etmişti. Şimdi ise yamanın üzerinde birbirine karışmış okunaksız harfler, adeta zamanla solan ruhunun bir yansımasıydı. Pantolonu tekrar tersine çevirip şiltenin altına sakladı.
Andalus'un yolculuğunun üçüncü haftasının başında al-Batros Magjan'ı yanına çağırttı. Kaptanın kamarası iki kulaçtan daha geniş değildi. İç içe geçen çıtalarla tutturulmuş iki kare pencere ve ahşap direklere asılı kil kandiller odanın yeterince ışık almasını sağlıyordu. Oda içki dolu fıçılar, kilitli abanoz sandıklar, kitaplarla bezeli raflar ve döşemeyi boylu boyunca kaplayan Akaraz kilimleriyle döşeliydi. Al-Batros pencere önüne mıhlanmış ahşap masanın başında misafirini bekliyordu. Masanın üzerine gelişigüzel serilmiş arbalet oklarının fildişi temrenleri Magjan'ın gözlerinin içine sabitlenmişti. Magjan çekingen adımlarla yaklaşırken kaptan siyah vezirle beyaz piyadeyi devirmek üzereydi. “Oynamasını bilir misin?” diye sordu. Magjan “Bilirim de, böylesini hiç görmemiştim.” diye cevapladı. Satranç iç içe sıralanmış dört halka çember üzerinde siyah-beyaz karelerden oluşuyordu. Kaptan beyaz atı vezirin tehdidinden uzaklaştırırken konuştu: “Öğrensen iyi edersin. Yolumuz uzun. Tek başıma oynamaktan sıkıldım. Gemim satranç taşı görse yemeye çalışacak adamlarla dolu. Sen ne olduğunu anlamadan koca fili mideye indirirler. Sadık dostumun ise öğrenmeye pek niyeti yok.”
“Sadık dostunuz?”
27
Kaptan odanın sol köşesini işaret etti. Magjan dev kaplumbağayı görünce irkildi. Ağzından istemsiz bir küfür savruldu. Al-Batros bu tepkiyi bekliyormuş gibi içten bir kahkaha koyuverdi.
“Korkma genç adam. Çenesi kuvvetlidir ama koşmaya başlarsan seni yakalayabileceğini sanmıyorum. Adı Yaleb, çelik kalkan anlamına geliyor. Savaş görmüş bir korsan için doğru bir seçim değil mi?”
Al-Batros Yaleb'in önüne turuncu bir kantalup fırlattı. Hayvan meyveyi güçlü çenesiyle parçalayarak yemeye koyuldu. Kaptandikkatini tekrar Magjan'a verdi: “Seni buraya Yaleb'in öğle yemeğini izlemeye çağırmadım. İki haftadır gemimdesin ve hakkında bilmediklerim beni huzursuz etmeye başladı. Günlerdir ne halt olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Birkaç fikrim var ancak hepsi bir noktada çıkmaza giriyor. Artık buna bir son vermenin zamanı geldi değil mi, Ne dersin?”
“Kim olduğumu umursamadığınızı söylemiştiniz. Hani gemide ilk gün…”
“Tamam, tamam biliyorum. Seni yaptıklarınla yargılayacak değilim. İstersen Paulus'un Doria'yı öldürtmek için yolladığı bir suikastçı ol, hiç umurumda değil. Gerçi bu hoşuma giderdi ya neyse. Seni konuşmaya zorlayamam. Onun yerinebir oyun oynayacağız. Çember satrancı bilirsin sanmıştım. Her ne kadar boynu bükük rolü yapsan da zamanında çok mürekkep yaladığın belli oluyor. Sen de fark etmişsindir, denizin orta yerinde imkânlarımız kısıtlı. Barbut oynamamaya da yeminliyim. O halde bilmece oyunu oynayacağız. Sana bilmece soracağım ve bilemezsen bana bir cevap borcun olacak. Kabul ediyor musun?”
Magjan kabul etmekten başka çaresi olmadığını sezmişti. Kaptanı başıyla onayladı.
“Peki, o zaman, iyi dinle; Ne bacağım var dans etmeye ne ciğerim var nefes almaya. Ne canım var yaşamaya ne de yerle yeksan olmaya. Hepsini yaparım sırasıyla. Söyle neyim ben?”
Magjan uzun uzun düşündü ancak bir cevap bulamadı. Kaptan kurnaz bir gülümsemeyle “ateş” dedi. “Ateşim ben. Şimdi soruma gelelim. Söyle bakalım gerçek adın nedir?”
Magjan tereddüt etmeden cevap verdi: “Adım Magjan'dır beyim. Size yalan söylememiştim.”
Al-Batros'un keyfi kaçmıştı: “Tanımadığın bir korsana adını söyleyecek kadar aptal olabileceğini düşünmemiştim.”
“Ben de bu yüzden gerçek adımı söyledim al-Batros. İnanmayacağınızı biliyordum.”
“Peki, öyle olsun. Yalnız bende bilmece bitmez. Bu sefer daha dikkatli düşün; Kaleler inşa eder, dağları delerim. Kimini kör eder, kimine yardım ederim. Söyle ben neyim?”
Magjan bir süre düşündü. Bilmeceyi içinden tekrarlıyordu. Bir anda heyecanlandı ve “kum” diye bağırdı. “Şimdi hatırladım. Az kalsın Kebir çölünün kumları beni kör edecekti.”
Kaptanın keyfi bir kez daha kaçmıştı. İçkisinden koca bir yudum aldıktan sonra konuştu: “Fırıncıdan bilmece öğrenirsen böyle olur işte! Sıkılmaya başladım Magjan. Son bir soru daha soracağım. Bilemezsen kimsin, necisin bir bir döküleceksin!”
Devam edecek
28
29
Öykü ve İllustrasyonRamazan AYKILIÇ
BU SENİN KADERİN
Akşam karanlığı, huzur. Evde yalnızsın, müzik dinliyorsun.
Zırrr... Zırrr... Kapı zili çalar. Akşamın bu saatinde kim olabilir acaba?
Kapıyı aralıyor, dışarı bakıyorsun. Karanlıkta, evin önünde park etmiş bir otomobil. Kapısı açık. Farları yanık.
Kapının eşiğinden dışarıyı süzüyor ve kimseyi göremiyorsun. Şaşırıyor, ürperiyorsun. Soğuk.
Salona dönüyorsun.
Karşındaki koltuğa oturmuş orta yaşlı, yakışıklı bir yabancının sana gülümsediğini görüyorsun. Saçları
yaşından önce ağarmaya başlamış beyaz gömlekli, lacivert ceketli ve açık mavi pantolonlu bir adam.
Dışarıdaki soğuğa aldırmadan giyilmiş rahat bahar kıyafetleri...
Sen, kapının önünde durmaya devam ediyorsun, şaşkın, donuk.
Yabancı gülümsüyor ve söze başlıyor:
"Özür dilerim, hanımefendi. Arabam arızalandı. Eviniz, yolumun üzerindeydi, bu yüzden yardım istemek
zorunda kaldım. Ancak, uzun bir yoldan geliyorum. İçecek bir şey ikram edebilir misiniz?"
Halen şoktasın. Ne diyeceğini bilemiyorsun.
"Bir kahve çok iyi olur. İçine de az rom koymanızı rica ederim, varsa!" diye devam ediyor adam.
Kendini mutfağa giderken buluyorsun. Mutfağa girdiğinde yabancı, buzdolabına yaslanmış,
gülümsüyor. Sevecen bir şekilde.
Soruyor: "Yardım etmemi ister misiniz?"
Şaşkınlığından sıyrılamıyorsun, ağzından bir kelime çıkmıyor.
Kahveyi hazırlıyorsun. Yabancı konuşuyor:
"Güzel bir ev. Sanırım yalnız yaşıyorsunuz. Bir de kediniz olduğunu anlıyorum. Ve. Vivaldi dinlemeyi
seviyorsunuz, tıpkı benim gibi. Beethoven' ı da çok beğendiğimi belirteyim.
Böyle geç bir saatte burada olmam, sizi korkutmamıştır umarım?
Ancak, beni buraya getiren, kalp atışlarınızın sesi oldu."
Kalbimin sesini nasıl duyabilir, diye düşünüyorsun.
"Şaşkınsınız, eminim. Bu, ailemden bana kalan bir miras. İnsanların kalp atışlarını duyabiliyorum."
Kahve hazır, uzatıyorsun. Kahveyi alan yabancı, müzik setine doğru ilerliyor.
"İzin verir misiniz?" Müzik setini işaret ederek.
Gözünü kırpmadan, başınla onaylıyorsun hafifçe.
Beethoven'ın "FürElise" sini seçer. Huzur veren piyano tınılarını duyuyorsun, bir an için rahatlıyorsun.
Halen ayaktasın. Salonun bir ucunda sen, diğer ucunda ise müziği dinlerken kahveyi keyifle içen
adam.Kahvesini içerken gözlerini senden ayırmıyor.
"Ben aslında bir avcıyım. Evet, bir avcı. Anlamakta zorlanacaksınız, eminim. Ancak.... Anlamanızı
sağlamaya çalışacağım.
Bir kurt olarak doğdum. 7 yaşıma kadar ormanda büyüdüm. İnsanlardan uzakta.
Annem ve babam insan. Yani, öyle görünüyorlar. 7 yaşıma geldiğimde, ben de insana dönüştüm.
Evet, İnanması oldukça güç. Ama lütfen dinlemeye devam edin.
Kurt olmamın tek farklılığı, insanlarının kalp seslerini duyabiliyor olmam.
Duymak zorundayım,çünkü çok özel bir kalp sesi arıyorum. Yıllardır....
7 ile 17 yaşlarım arasında ailemle birlikte şehirde yaşadım. Okul. Arkadaşlar. Sıradan bir hayat.
Ailemin isteğiyle, 17 yaşımda onları terk ettim. Böylece yolculuğum başladı. Arayış başladı.
Birçok şehir ve ülke dolaştım. Birçok işte çalıştım. Sayısız insanla tanıştım. Çok para kazandım, yatırım
30
31
yaptım. Ancak amacımı asla unutmadım.
Amacım, o çok özel kalp sesini bulmaktı.
Her kalbin, kendine özgü bir sesi vardır. İnsanoğlu bu gezegende yaşamaya başladığından beri,
neredeyse yirmi milyar insan doğdu, öldü... Her birinin kalp atış ritmi özeldir.
İnsanların kalp atışlarını her yerde duyuyorum. Sokakta, restoranda, her yerde... Aynı anda birçok şarkı
dinlemek gibidir bu.
Kulaklarımı kapatmam, duymamı engellemiyor. Çünkü, bu sesleri içimde duyuyorum. Kulaklarımla
değil.
Yıllar içinde, bu karmaşayı kontrol etmeyi öğrendim. Oysa ilk on yılım kabus gibi idi. Kalp sesleri her
yerdeydi. Çıldıracağımı sanmıştım.
Ancak annem ve babam, bana bu durumu nasıl kontrol etmem gerektiğini öğrettiler. Nasıl kabullenmem
ve odaklanmam gerektiğini... Bir nehir gibi akıp gitmesine izin vermeyi...
Yolculuğum, beni bu yakınlara getirdi. Ve bir an, "o" sesi duydum. Aradığım o kalp sesini...
Önce inanmakta güçlük çektim... Yıllardır aramaktan aklım karışmış ve yolculuktan yorgun düşmüş
olabileceğimi düşündüm. Sesi takip ettim. Ve işte buradayım.
Sormayacak mısın bana, bu sesi niye aradığımı? Yıllar boyunca...
Ancak sen, bu yabancı evine geldiğinden beri, sana bu inanması güç hikayeyi anlattığı zaman boyunca
ve şu an, donmuş bir halde duruyorsun. Tek bir kelime etmedin. Ona inanmalı mı, inanmamalı mısın?
Burada ne arıyor? Ne yapmak istiyor?
Ancak bu düşündüklerini soramıyorsun. Öylece dikiliyorsun. Bir heykel gibi. Bu yabancıya bakan, onu
dinleyen bir heykel.
Yabancı, hikayesini anlatırken salonda dolanıyor ve kahvesini yudumluyordu. Tanrım, kahvesi sanki hiç
bitmiyordu! Ve müzik! Halen aynı eser çalıyor, tekrar tekrar.
Tüm bunları düşünürken, şok olmuş bir halde olman için gerekli birçok nedenin var.
Bir anda yabancı, karşında beliriyor. Burun burunasınız. Kendi yüzünü, karşındaki bir çift gözün
yansımasında görüyorsun. O gözler, konuşuyor
"Kalp atışların... Kalbin... Sen... Beni uzun bir süredir bekliyordun. Kaderini bilmeden. İşte şimdi
kaderinle yüzleşmenin zamanı geldi."
Bir şeyler olacağını anlıyorsun. Hazırsın.
Yabancının gözleri ve dudakları sana daha da yaklaşıyor, gözlerini kapatıyorsun, dudakları dudaklarına
temas ediyor. Sonra karanlık... Ardından bir ses duymaya başlıyorsun, karanlıktan giderek yükselen bir ses.
küt. küT. kÜT. KÜT. KÜT. KÜT....
Gözlerini açıyorsun. Karanlık. Yıldızları seçmeye başlıyorsun. Ağaçların siluetlerini. Ormandasın.
Hemen yanı başında bir kalp atışı duyuyorsun. Karanlığın içinde bir kurt görüyorsun, yanında. Onu
takip ediyorsun. Bir nehir görüyorsun. Nehrin dingin sularında, gökteki dolunayın yansımasını titriyor.
Suya eğiliyorsun. Önce bir çift parlak göz görüyorsun, sonra da karanlık bir kurt yüzü; ve sudaki
yansımada, bir kurt yüzü daha beliriyor, gözleri aynı parlaklıkta.
Anlıyorsun!
İkiniz de, gözlerinizi tepedeki dolunaya çeviriyorsunuz. Ve aya doğru uluyorsunuz.
Auuuuuuuu-uuuuuuu......
32
33
34
35
36
37
Shoujo Kakumei Utena
Anime İncelemesiOlca KARASOY
Bir zamanlar küçük bir prenses varmış. Anne ve
babası öldüğü için çok üzgünmüş. Bir gün prensesin
önünde gezgin bir prens belirmiş beyaz atının
üzerinde. “Küçük kız” demiş prens, “bunca kederin
altında eziliyorsun; gücünü ve asaletini asla yitirme,
büyüdüğünde bile. Sana bu yüzüğü veriyorum, günü
gelince seni bana getirecek.”
Bunların hepsi iyi hoş, ancak kızımız prensten o
kadar etkilenmiş ki bir prenses değil, prens olmaya
karar vermiş. Ama bu sahiden iyi bir fikir miydi?
Susan J. Napier'in “ANİME” isimli kitabında
yukarıdaki paragrafı okumam ve merakla Utena
animesine başlamam bir oldu. Anime bittiğinde Utena
en sevdiğim animeler listesinde yerini almayı
başarmıştı. Sadece kısa bir paragraf ile izler kitleyi
üzerine çeken kaç tane anime var ki? Evet, Utena
sıradışı konusu ve gizemi ile her bölümde izleyici
dinamik tutmayı, anlatımı ile büyülemeyi başarmış bir
anime.
Öncelikle belirtmeliyim ki Chiho Saito'nun
mangasından uyarlanmasına karşın Shoujo Kakumei
Utena, bir süre sonra mangasından farklı bir yol
izlemeye başladı. Söz konusu durum Fullmetal
Alchemist'te de mevcut. Manga bitmeden animeye
başlandığında anime ya mangadan çok farklı bir
konuya dönüyor ya da yarım kalıyor. Animenin henüz
38
manga tamamlanmadan başlanması ya da manganın
yayın hızını geçmesi olumsuz durumlara neden
olabiliyor.
Serinin ana karakteri "Erkek Fatma" olarak tabir
edebileceğimiz UtenaTenjou. Çocukken gördüğü
nazik bir prensten o kadar etkilenir ki kendisi de bir
prens olmaya karar verir. Bunun için hem kişiliğini
hem de giyim kuşamını değiştirir. Ohtori Akademisi'ne
giden Utena burada Anthy Himemiya adlı bir kızla
tanışır. Anthy bir başka öğrenci ile taciz boyutlarına
varan bir ilişki içerisindeyken Utena onu korumak ister
ve kendisini öğrenci konseyi ile bir dizi kılıç düellosu
yaparken bulur. Anthy'ye "RoseBride" yani Gül Gelini
denmektedir. Yapılan düelloların kazananı Gül
Gelini'ne sahip olmaktadır. Turnuvayı kazanan
"dünyada devrim yapabilecek bir güce" sahip
olacaktır. Bu yüzden herkes Gül Gelini'ni istediği için
turnuva şampiyonu sürekli meydan okumalarla
karşılaşır.
Utena içinde yoğun bir biçimde metafizik,
gerçeküstücülük ve alegori barındıran bir shojo, yani
daha çok kızlara hitap eden bir anime serisi.
Takarazuka Revue adı verilen ve tamamı kadınlardan
oluşan müzikal tiyatro benzeri görseller ve gölge
oyunları da animede yer alıyor.
Animenin ana hikâyesi kendi içinde dörde
ayrılmış. Dört hikâyede de Utena farklı bir
mücadeleye giriyor. Ortak noktaları ise hikâyelerin
Ohtori Akademisi'nde geçmesi ve Utena'nın Gül
Gelini'nin sahibi unvanını korumaya çalışması. Düello
için meydan okumalar geri çevrilemez ve hepsi
akademinin dışında kalan yüksek platformda
gerçekleştirilir ki burası sadece düelloculara açık bir
yerdir. Gül Gelini düellocuların ceketlerine güller takar
ve düellocular da kılıçlarını kullanarak rakibinin
39
güllerini kopartmaya çalışır. Gülünü kaybeden
düellocu mücadeleyi kaybetmiş olur. Anime içerisinde
geçen dört hikâye sırası ile şöyle:
Öğrenci Konseyi
İlk bölümden 13. bölüme kadar sürmektedir ve
Utena, Anthy ve diğer karakterleri tanıtmaktadır.
Hikâyede Utena'nın Gül Gelini'ni nasıl kazandığı ve
öğrenci konseyi ile mücadelesi anlatılmaktadır.
Karagül Hikâyesi
14. bölümden 24. bölüme kadar sürmektedir.
Öğrenci konseyini bertaraf ettikten sonra Utena'nın
önüne yeni bir tehdit çıkar: Souji Mikage. 18 yaşındaki
dahi, bir danışman kılığında üstün zekâsını kullanarak
insanları manipüle etmektedir. Siyah gül armaları
taktırdığı öğrencileri Utena'nın üzerine gönderir.
Akio Ohtori Hikâyesi
25. bölümden 33. bölüme kadar sürmektedir.
Mikage olayından sonra Utena yeniden öğrenci
konseyi üyeleri ile düello yapmak zorunda kalır.
Üstelik öğrencilerin artık yeni yetenekleri de vardır.
Ayrıca, Akio onu baştan çıkarmaya çalışır ve bu
sebeple Anthy ile arası açılır.
Kıyamet Hikâyesi
34. bölümden son bölüm olan 39. bölüme kadar
sürer. Düelloların arkasındaki karanlık sırlar açığa
çıkar ve Akio ile Anthy'nin gerçek niyetleri belli olur.
Utena ile Akioilk ve son kez düello için karşı karşıya
gelirler. Utena, Akio'yu yener ama Anthy ihanet
edinceUtena kaybeder.
Mangada hikâye biraz daha farklı. Hikâyenin
başlangıcında Utenabaşka bir okula gitmektedir. Okul
yönetimi ile sorun yaşadığı için yönetim, iç mimar olan
teyzesi ile iletişime geçer. Utena'nın arkadaşı Kaido
izleyiciye tanıtılır. İkilinin arasında sıkı bir dostluk
vardır. Mangada Utena'nın anne ile babasının
ölümünden sonra bu kadar dik başlı hale geldiği
anlatılır. Utena'ya her sene güller açtığı zaman bir
mektup gelmektedir. Utena'nın söylediğine göre bu
mektuplar, henüz küçük bir kızken bir prens
tarafından kurtarıldıktan sonra gelmeye başlamıştır.
Kaido'nun da niyeti bu mektupları göndereni
bulmaktır. Mangada bölümler ilerledikçe Utena
teyzesinin iş arkadaşı olan AoiWakaouji ile tanışır.
Kendisi Utena'yı kurtaran prense çok benzemektedir
ve prensin taktığı yüzükten takmaktadır. Uteno, Aoi'yi
prensi sanır ama hayalleri Aoi ile teyzesini uygunsuz
olarak yakalayınca yıkılır. Kaido ise Utena'ya
gönderilen mektupların Aoi'un okuduğu okuldan
geldiğini öğrenir. Bunu öğrenen Utena da okulunu
değiştirmeye karar verir. Prensini aramaya giden
Utena arkasında kalbi kırık bir Kaido bırakır.
Utena'nın yapımında yönetmen
KunihikoIkuharadahil Sailor Moon animesinde görev
yapan birçok kişi çalışmış. Yönetmen Kuhara, bu
animede SailorMoon'daki başarıyı
yakalayabileceğinden emin olmamasına rağmen
Utena'nın son işi olduğunu düşünerek kariyerinin zirve
eserini yapmak istemiş.
Utena'nın, Shoujo Kakumei Utena
(Revolutionary Girl Utena) isimli beş sayılık mangası,
aynı isim ile yayınlanan 39 bölümden oluşan anime
serisi ve 1999 yılında yapılan Adolescence of Utenea
isimli bir anime filmi bulunmaktadır. Televizyon serisi
ile film paralel doğrultuda ilerlese de bazı değişiklikler
yapılmış. Utena'nın film versiyonu oldukça ilginç
bulunmuştur. Bu ilginçliğin en büyük sebebi
kahramanların görünüşlerinin ve karakterlerinin
değişmesidir. Özellikle filmdeki Anthy Himemiya
karakteri seriden oldukça farklıdır. Filmde Anthy
karakteri çiziminin seriye göre daha güzel olduğunu
40
söyleyebiliriz. Anthy
seride pasif bir karakter
olarak ortaya çıkarken,
filmde flörtöz ve dik başlı bir
karakter olarak
görünmekte. Ayrıca filmde
Touga Kiryuu ve Utena
arasında bağ, seridekinden
oldukça farklıdır.
Çizimleri bakımından
animeye, RiyokoIkeda'nın
The Rose of Versailles'in
(Versailles Gülü) ilham
kaynağı olduğu sıkça
konuşulmuştur. Kayan
aynalar, desteksiz
merdivenler gibi unsurlar
Versailles Gülü'nde de yer almıştı. Utena'da da
gerçeküstü manzaraların yanında buna benzer
sahneler mevcut. Ayrıca devrim yapmak, güllerin
sıkça kullanılması, asalet ve düellolar da Versailles
Gülü'nüfazlası ile hatırlatıyor. Özellikle UtenaTenjou
ile Oscar François daJarjeyes karakter olarak birbirini
anımsatmakta. (ikiside erkeksi dişi karakterler). En
büyük benzerliklerden bir diğeri ise Utena'nınAnthy'yi,
Oscar'ın ise Maria Antoinette'yi korumaya
çalışmasıdır. Maria Antoinette'in son derece kadınsı
olması ile Anthy karakterinin de aynı özelliği taşıması;
Oscar ve Utena'nında erkeksi dişi karakterler olma
özellikleri aynıdır. Oscar, babası tarafından erkek gibi
yetiştirilir, Utena babasız kaldığı ve güçsüz olmaktan
korktuğu için erkek gibi yetişir. Utena'nın savaşı Gül
Gelini'ni kurtarmak, Oscar'ın savaşı babasının
arzusunu gerçekleştirmek ve iyi bir asker olmaktır.
Her iki karakterde başkaları için kendi yaşamlarından
ödün vermişlerdir. Lakin bu konuşulanlara rağmen
yönetmen KunihikoIkuhara, Versailles Gülü'nün,
Utena'ya kaynak olmadığını birçok kez dile
getirmiştir. Ikuhara'nın söylediğine göre Utena'nın
konsepti, Sailor Moon Super S: The Movie anime
filminden gelmektedir. Çünkü Ikuhara'nın orijinal
fikirleri Sailor Moon filminde kullanılmamış, yönetmen
de akabinde projeden ayrılarak fikirlerini Utena'da
uygulamıştır. Sailor Moon animesinde de eşcinsel
karakterlerin bulunması Utena ile
benzerliklerindendir.
Utena'da masallarda kullanılan motiflere sıkça
rastlıyoruz. Kaleler, yakışıklı prensler gibi. Bununla
birlikte, hikâyeler mangalarda gördüğümüz
geleneksel shoujo temaları ile (güzel kızlar ve
erkekler, romantik yakınlaşmalar) desteklenmiş.
Utena'da metafizik göndermeler de bulunuyor. Utena
bir illüzyon dünyasında yaşamaktadır ve bu
dünyadan gerçekliğe adım atmaktadır. Serinin
sonunda Anthy'nineline bir çanta alması artık kendi
bağımsızlığını kazandığını ve zincirlerinden
kurtulduğunu temsil eder. Utena ve Anthy'nin ilişkisi
ise metafor olarak iki yarımın birleşme ihtiyacı olarak
tanımlanmıştır. Utena ne kadar erkek gibi davranırsa
Anthy o kadar narindir. Lakin ikisi de birbirlerine olan
sevgilerini doğrudan açıklamaz. Kullanılan kırmızı
renk ise karakterlerin hırsını temsil etmektedir.
Utena'nın merdivenleri çıkarken geçirdiği dönüşüm
ve çalan “ZettaiUnmeiMokushiroku”adlı parça, o
dönemin diğer popüler shoujo içeriği gibidir. Yani
müzik eşliğinde karakteri değişen ve dönüşüm
geçiren kız teması Utena'da da mevcut.
41
Utena için sürrealizm dolu bir anime denilebilir.
Bunda yönetmen Ikuhara'nın sanat ve tiyatro
sevgisinin yeri büyük. İlk bölümden son bölüme kadar
Utena, anlamı olmayan olaylardan adeta anlam
çıkarmaktadır. Sonu yokmuş gibi görünen spiral
merdivenlerin çıktığı düello meydanının tepesinde
süzülüyormuş gibi duran tersyüz bir kale, esrarengiz
yorumlar yapan gölge kuklaları, sözleri kadar değişik
ama bir o kadar da görkemli olan müzikleri animeye
gerçeküstü bir hava katıyor. Karakterlerin düşünceleri
ve duyguları mümkün olduğunca estetik bir şekilde
sunulmuş. Anthy her ne kadar kırılgan ve narin Gül
Gelini olarak lanse edilse de özellikle evcil hayvanları
başta olmak üzere garip zevklere sahiptir. Seride
bulunan tüm erkekler işe yaramaz ve zorba olarak
tasvir edilmiştir. Utena adeta kendi dünyasında bir
halüsinasyonun içinde yaşıyor gibidir. Serinin
sonunda ise şaşırtıcı gerçekler ortaya çıkar. Akio ve
Anthy hakkındaki gerçekleri öğrenen Utena ile birlikte
seyirci de büyük bir şokgeçirir. Anthy aslında bir
cadıdır. Yıllar önce Akio'yu kurtarmak için kendisini
kasabalıların önüne atmış ve öldürülmüştür. Utena
küçüklüğünde Anthy'in acılar içinde arafta sıkıştığını
görmüş ve bu sebeple prens olmaya karar vermiştir.
Anthy'ye sonsuz derecede güvenen ve onun için
ölümü göze alan Utena en büyük darbeyi de
Anthy'den alacaktır. Ama serinin sonunda Utena'nın
dileği gerçek olacak ve Anthy bir birey olduğunu
anlayacak, özgürlüğe adımını atacaktır.
Belirtmem gereken bir diğer nokta ise animede
ensest ve eşcinsel ilişkilerin bulunuyor olması ama
bunların açık şekilde gösterilmemesi. Anthy ve Utena
arasındaki duygusal ilişkiyi filmde daha net görürken
seride hiç görmediğimiz cinsel yaklaşımlarıda filmde
görmekteyiz.
1990'ların en önemli animesi olarak gösterilen
Utena, AnimationKobe tarafından yılın televizyon
animesi ödülünü 1997 yılında (2015'te kazanan
Shirobako) kazanmıştır.
Animedeki çeşitli biçimlerde tasvirler karşımıza
çıkmakta. Gerçekte yıllar önce bir yangında ölen
Mikage'nin seride bulunmasının nedeni herkesin onu
yaşıyor sanmasıdır. Dolayısıyla herkes onun
öldüğünü düşünürse var olmayacaktır. Kısacası tüm
mesele fikirlerin ne kadar güçlü olabileceğidir. Bu
örneğe serinin sonunda Utena'nın hatırasının
herkesin aklından silinmesi de verilebilir. Lakin Anthy
ve Akio hala Utena'nın kim olduğunu hatırladığı için
Utena bir yerlerde yaşamak zorundadır.
Seride karşımıza bolca gül çıkıyor. Kırmızı güller
bireyleri tek tek temsil ederken siyah güller hepsinin
ortak davasının (Utena'yı alt etmek) sembolüdür.
Kelebekler ise birçok tasvirde olduğu gibi başkalaşımı
temsil eder. Karagül hikâyesinin sonunda çıkan
kediler ise aileyi, Akio'nun tarottan gelen arabası
yetişkinliği, seks, tutku ile dönüşümü simgeler.
Bunların dışında Miki'nin sürekli kronometresine
bakması okulda zamanın farklı aktığının farklı
olmasından kaynaklandığı içindir. Yani Miki zaman
tutmaktadır. Son olarak animede bahsi geçen dünya
devrimiyse Anthy'nin itaatkârlığının yok edilmesidir.
42
YazanGökçe Mehmet AY
İllüstrasyonMehmet Kaan SEVİNÇ
TİMSAHIN ŞÖLENİ
Akıncılara katıldığımda sıcakta, enerji verimliliği için düşük güce geçmiş zırhımın içinde, eşyalarımın kayan
bir yıldız gibi yere düşeceğini izleyeceğimi hayal etmemiştim.
Hekate'nin sıcak iklimi Timsahlara uygundu. Diplomasi ekibi onlara kendi isimleri ile hitap etmemiz
gerektiğini söyleseler de, Xcolet insan ağzına uygun değildi. Hem de iki ayağı üzerinde yürüyen, dev timsah
benzeri yaratıklar söz konusu olunca timsah pek de kötü bir isim sayılmamalı. İmparatorluğun Galaksi Meclisine
karşı yaptığı saldırıları durdurabilmek için Timsahlara ihtiyacımız olmasaydı bu sıcak ve bunaltıcı gezegene
gelmeyebilirdim. Ancak diplomatlarımızı taşıması için Gayretgah görevlendirilince ben ve bağlı olduğum Akıncı
birliği Hekate'ye gelmiştik. Benim gezegen yüzeyine inmem bir acil durum sonucu olduğu için yanımda zırhım
dışında bir şey getirememiştim. Gayretgah'ın kaptanı bana kızgın olmasaydı belki eşyalarımı rokete bağlayıp
yollamayabilirdi. Zırhımın hesaplarına göre iniş noktasına yakın bir tepede bekliyordum.
"Merak etmeyin Teğmenim, eşyalarınız güvenle elinizde olacak."
"Başçavuşum ben sizin kadar emin değilim."
Başçavuş Boris, iki metreye yakın boyu ile korkutucu bir askerdi. Gülümserken avını kapmak üzere ileri
atılmaya hazır bir kurt gibi gözüküyordu.
"Merak etmeyin, Gayretgah'ın sızmalarda istenilen yere paketleri kolaylıkla yerleştirebilen bir ekibi var.
Sizin eşyalarınız düşman sahasına inmediği için hem gizli olmak zorunda değil, hem de pakete ateş edilmiyor."
Boris konuşurken içinde eşyalarımın olduğu kayan yıldızdan bir paraşüt fırladı ve kapsül yavaşlamaya
başladı. Kapsül on beş dakika sonra tam da istediğimiz noktanın 5 metre uzağına iniş yaptı. İçinde mesdresim,
tıraş malzemelerim ve yedek üniformam vardı.
#
Eşyalarımı aldıktan sonra dağların arasından şehre inen yoldan Quezlac'a vardık. Quezlac üç nehrin
kesişiminde kurulmuş bir şehirdi. Akşamüstü güneşi suların üzerinde ışıldıyor, suyun içindeki evleri aydınlatıyordu.
Biz insanlar gibi gökdelenler yerine geniş, bir veya iki katlı binaları vardı. Her evin nehre açılan bir kapısı ve evleri
birbirine bağlayan yollara açılan bir ikinci kapısı vardı. Suda sakince yatan timsahları gördüğünüzde,onların
Hekate'nin baskın türü olduğuna inanmak zordu. Yavru timsahların sığ suyun içinde zıplayıp birbirlerine yassı top
attıkları oyun sahasının yanından geçip bizi yerleştirdikleri binaya vardık. Meclis'in sırrını öğrenmek istediği,
dayanıklı bir malzemeden yapılmış zırhın içinde nöbet tutan iki timsah askerinin yanından geçip içeri girdik.
Yüzbaşı Tekin mavi kaftan giymiş bir timsahla konuşuyordu. Geldiğimi görünce yanına çağırdı.
"Teğmenim, seni güvenliğimizden sorumlu Yüzbaşı CualliIx ile tanıştırayım."
Yüzbaşı Ix bana baktı, ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi. Kendi dilinde melodik bir cevap verdi.
Ense kökümden beynime bağlı çip, söylediklerini anlayabileceğim dile çevirdi. Ne yazık ki tercümede onun
konuşmasındaki müzikten eser yoktu.
"Bu sizin canınızı ve bizim onurumuzu kurtaran kahraman öyle mi?" Yüzbaşı Tekin'e dönüp, burun
deliklerinden çipin gülme dediği bir ses çıkarttı. "Siz insanları doğru anlıyorsam daha yuvadan yeni çıkmış."
"Doğru yuvadan yeni çıktı ama güçlü bir savaşçıdır."
"Bu akşamki şölende ne kadar güçlü olduğunu görmek isteyenler olacaktır." Yüzbaşı Ix başını salladı.
"Eğer Itzmana'nın istediği savunma sistemi ve radarlar kurulmuş olsaydı İmparatorluk gizlice size saldıramaz ve
biz de sizin küçük kahramanı korumak zorunda kalmazdık.”
"Baş sözcü Itzmana'nın Hekate'de tek karar verici olduğunu sanıyordum. Neden istediğini yaptıramadı ki?"
43
44
Yüzbaşı Ix gene güldü. Elini kaftanının içine sokup, tabancasının üstüne koydu.
"Galaksinin kalanı ile karşılaştığımızda, bataklıklarımız ve mağaralarımızdan çıkmamız gerektiğini
anladık. Ancak ilk baş sözcüyü sizlerle karşılaşmadan yüz yıl önce seçmiştik. Ondan öncesi Su Efendilerinin
arasındaki savaşlarla doluydu. Sonunda savaş yuvalardaki yavruların sayısını azaltıp bizi yok olmanın eşiğine
getirince ilk Baş Sözcü'yü seçtik. Ancak baş sözcülerin sözü emir olsa da, her söyledikleri duyulmaz."
"Yani Baş Sözcü emirlerini yerine getirmesi için birileriyle anlaşmalı öyle mi?"
"Evet Yüzbaşı Tekin, aynen öyle. Yüz yıl, geçmişin alışkanlıklarını düzeltmek için yeterli değil. O
yüzden senin yavru Teğmenin Halil'in alevden kanatlarını dünyamız üzerinde açması gerekti. Bazılarımız
İmparatorluğu destekliyor ve Itzmana'nın yapabilecekleri sınırlı."
"Şölen güvenli mi peki?"
"Güvenli olması için Itzmana beni gönderdi. Merak etmeyin, siz ve diplomasi ekibi güvende olacaklar."
Saatine baktı. " Gitmem gerek, hoşça kalın."
Timsah yüzbaşısı gidince, Tekin Yüzbaşı beni taşınabilir bir güç kalkanı almak ve zırhımı kontrol
ettirmek için cephaneliğe gönderdi. Geri geldiğimde diplomatların başı HarukiOgawa ve bir kadınla
oturuyorlardı.
"Gel Halil" eliyle boş koltuklardan birini gösterdi. "Ekselansları Ogawa'yı tanıyorsun."
"Evet komutanım, sayın ekselansları" Ogawa selamıma gülümseyerek cevap verdi.
"Toplanmamızın sebebi senin Xcolet adetleriyle ve karşılaşabileceğin diplomatik sorunlarla nasıl baş
edebileceğini konuşmak. Açıkçası işin zor olabilir ve o yüzden sana destek olması için diplomasi ekibinden
Bayan Daya Levinson'un yanında olmasına karar verdik."
"Emredersiniz efendim. Ancak şölende nasıl olacak?" Bay Ogawa gülümseyerek söze girdi.
"Yüzbaşı Tekin'le konuştuğumuzda senin bu işe yeterli olduğunu söyledi, gene de Bayan Levinson'un
tecrübelerinin senin işini kolaylaştıracağını düşünüyoruz. O yüzden onun senin damın olarak şölene gelmesine
karar verdik."
"Emredersiniz efendim"
Bayan Levinson, siyah saçlı, spor kıyafetlerine rağmen kendini belli eden güzel bir kadındı. Bu şölene
gittiğim için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Hayallerim gözlerindeki buz bakışları gördüğümde
sönüverdiler. Daya Levinson savaşa gider gibi bakıyordu.
#
Aracımız yolun üstünde sessizce süzülerek şölenin verildiği Itzmana'nın konağına gidiyordu.
Mesdresimi giymiş, Yüzbaşının emri üzerine taşınabilir güç kalkanımı gömleğimin altına bağlamıştım. Yüzbaşı
Tekin, Ekselansları Ogawa ve Daya Levinson ile beraber aynı araçta olunca yarım saatlik yol boyunca
diplomasi konuştuk. Bay Ogawa timsahlarla yapılacak anlaşmanın Meclis'e başka türleri de aramıza aldığımızı
gösterecek iyi bir işaret olduğunu düşünüyordu. Yüzbaşı Tekin ise Hekate'nin imparatorluk gemilerinin yolunu
kesecek bir ön karakol olabileceğini savunuyordu. Büyük ihtimalle Meclis bu ikisini ve belki de bizim
bilmediğimiz başka konuları göz önüne alıp timsahlarla anlaşmaya karar vermişti. Daya'ya ne düşündüğünü
soracaktım ki konak yolun sonunda gözüktü.
Konak koca bir göletin ortasında halkalar halinde tek katlı binaların çevrelediği bir ufak ağaçlıktan
oluşuyordu. Yollar kırmızı, yeşil ve sarı lambalarla aydınlatılmıştı. Yaklaştıkça ufak tekneler ve bizimki gibi kara
taşıtlarıyla gelenler kalabalığı arttırdı. Timsahlar göz alıcı renklerde giyinmişlerdi. Dişi timsahların kıyafetlerinde
pırıltılı mücevherler vardı. Aslında renk seçimini bir kenara bırakılsa bizim büyük toplantılardan pek de farklı
değildi. Arabadan inip binaların arasından ağaçlığa ilerledik. Daya koluma girmiş, etrafı inceliyordu.
Ağaçlığın girişine vardığımızda yeşil kaftanlı, siyah bir timsah kalabalıktan ayrıldı ve kuyruğunu
kaldırıp bize selam verdi.
"Hoş geldiniz, uzak diyarların yolcuları." Sesini çok yükseltmemişti ama tüm timsahlar susmuş bizi
izliyorlardı.
45
"Ev sahibimiz Itzmana daha teşrif edemediler, ancak benden size yardımcı olmamı istediler." Ellerini
kaftanını önünde kavuşturup, kuyruğunu indirmeden bizi bekliyordu. Bay Ogawa öne çıkıp, başını hafifçe eğip
timsahı selamladı.
"Saygıdeğer Su Efendisi QoixlatChiok, sizi görmek bizim için de büyük mutluluk. Bana saygıdeğer ev
sahibimizinkonağını göstermenizden memnun olurum." Ogawa bize baktı. "Teğmen Halil, sizin yemeklerinizi
tanımıyor, siz bize şöleni gezdirirken onlar da bu eksikliği tamamlayabilirler."
"Elbette Ekselansları Ogawa."
Yüzbaşının bir göz işaretiyle onlardan ayrıldık. Daya beni ağaçlığın ortasındaki dev masaya doğru
götürdü.
"Eğer ev sahibimizin damak tadını öğrenmek istersen doğru yerdesin."
"Böyle bir isteğim yoktu aslında. Yemekleri nasıl?"
"Eğer et seviyorsan başarılı yemekleri var. Itzmana büyük ihtimalle birçok av hayvanı sunacaktır." Daya
kolumu bıraktı. "Birini gördüm, sen yemek yerken ben de onunla konuşmalıyım. Burada buluşuruz, tamam
mı?" Başımı salladım. Daya gülümseyip yanımdan ayrıldı.
Masaya yaklaşınca Daya'nın haklı olduğunu gördüm. Kuşa benzeyen kanatlı iki metrelik bir hayvan
pişirilmiş ve masaya kanatları açık yerleştirilmişti. Etrafında balık gibi başka etler vardı. Onların aralarında da
yeşil, mor ve sarı renklerde sebzeler dizilmişti. Masada tabaklar ve üç farklı çelik alet vardı. Hangisini
kullanacağımı ve hangi yemekten başlayacağımı düşünürken beyaz pullu, üzerinde kırmızı mavi kaftan olan
bir timsah yanıma geldi.
"Eğer Klovxta deneyeceksen, şu bıçağı kullanıp kanadından kesmelisin. Kanat eti bu mevsimde çok
güzeldir."
"Teşekkür ederim." Timsah ben bıçakla kuşun kanadından bir parça keserken beni izliyordu. Tabağa
koyup bir lokma ısırdım.
"Güzel değil mi?"
"Evet, çok güzel." Kanat eti yumuşak ve suluydu. "Kusura bakmayın, ben Teğmen Halil Kocasoy,
Galaktik Meclis Uzay Subayı'yım."
"Sizi tanıyorum Halil Teğmen. Ben de YioziMaxcla, Baş Sözcü Itzlan'ın Üçüncü Sofra Yamağıyım."
"Tercümede sıkıntı var galiba ne iş yaptığınızı anlayamadım. Şölenle mi ilgili acaba?"
"Öyle de diyebilirsiniz. Benim işim Baş Sözcü'nün böyle toplantılarda başının ağrımamasını sağlamak."
Gülümsedi.
Yiozi bana yardımcı oldu ve Xcolet yemek kültürüne hızlı bir giriş yaptım. Üçüncü tabağı
doldurduğunda patlamak üzereydim.
"Yiozi, benim için bugünlük bu kadar yemek yeter. Biraz ara versem iyi olacak."
"Elbette Halil. İstersen seni su dansı pistine götüreyim."
Daya etrafta gözükmüyordu. Masanın etrafında beklemekten sıkılmıştım.
"Olur gidelim."
#
Yiozi konuşan ve yemek yiyen timsahların arasından beni ağaçların açılıp göle kavuştuğu bir
yere götürdü. Timsahlar sahilde suyu izliyorlardı. Kulaklarımla değil, kemiklerimde hissettiğim bir ses duydum.
Sesin ardından da suyun içinden parıltılı pullarla kaplı, gök kuşağı renklerine boyalı bir timsah fırladı. Kıvrak
hareketlerle, suyun üstünde yürür gibi dans etti ve suya daldı. Gölün yüzeyi sanki hiç bir şey olmamış gibi düm
düzdü.
“İnanılmaz, muhteşemdi."
46
"Evet, Juecxla en iyi dansçılarımızdandır. İzle daha yeni başlıyor."
O tiz müzik tekrar gölü sardığında Juecxla'nın dansına hazırlıklıydım. Su üstünde muhteşem figürler
yapıp, karanlık suyun derinliklerinde kaybolurken tüm timsahlar ve ben huşu içinde onu izliyorduk. Juecxla
havaya yükselip etrafında dönerken birinin onun yerine beni izlediğini fark ettim. Başımı gayri ihtiyari
çevirdiğimde İmparatorluk üniforması içinde bir adam gördüm. Onu gördüğümü fark edince yanındaki timsahın
kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Yiozi dansa dalmıştı.
"O kim? Şölene İmparatorluk askerleri de çağırdığınızı bilmiyordum." Yiozi adama baktı. Dudakları
gerildi ve kuyruğunu yere vurdu.
"Onun burada olmaması gerekiyordu. Ne yazık ki bazı aşiretler Baş Sözcü'nün kararlarını böyle test
etmek istiyorlar." Biz konuşurken timsah bize baktı ve ağzını kocaman açıp kükredi. Diğer timsahlar dansı
bırakıp ona bakıyorlardı.
"Sen uzaklardan gelip, göğümüzü ateşle kaplayan. Pisliğinle suyumuzu kirletemezsin." Kuyruğunu üç
kez yere vurdu ve bana doğru zıpladı.
Timsahlar etrafımdan kaçışmışlardı. Farkında olmadan yakın dövüş duruşuna geçtim. Çipten güç
kalkanına ulaştım ve çalıştırdım. Koca timsah beş metrelik mesafeyi aşıp önüme geldiğinde hazırdım ki Yiozi
aramıza girdi.
"Değerli HuexlaMexlac, şölen Baş Sözcü'nün. Lütfen konuklarına saygılı olun." Huexla önce bana
sonra Yiozi'ye baktı.
"Bu yeni gelenler bırak Baş Sözcü'nün, bataklıkta gezinen akılsızların sofrasından kırıntı hak etmiyorlar.
Sen bir de kalkmış onları mı savunuyorsun." Diplomasiden ya da insan dışı varlıkların kültürlerinden anlamam,
ama birisi bana hakaret ettiğinde anlayabilecek aklım vardır.
"Benim ve Meclis'in subaylarının başkasının korumasına ihtiyacı yok." Bir adım öne attım, başımı
kaldırıp gözlerinin içine baktım. "Hele de İmparatorluk uşaklarından çekinecek değilim." Huexla kuyruğunu
kaldırdı. Üç kez yere vurdu ve kükredi. Ağzını kapatıp beni ısırmak istese başarılı olacağı kadar yakındı.
"O zaman gel suya ve korkman gerekir mi gerekmez mi öğren." Huexla kaftanını sıyırıp içindeki
ince,vücudunu saran kıyafetle suya girdi. Yiozi'ye ne olduğunu sormak için baktığımda donup kalmıştı.
"Yiozi, ne oldu, ne yapmam lazım?"
"Dostum Halil, sayende artık Klovxta yemi oldum. Baş Sözcü beni ufak parçalar halinde Klovxta
avlamak için kullanacak."
"Merak etme, sorunu Huexla'nın çıkarttığını ona anlatırım. Böyle bir şey olacağını bilemezdin."
"Sorun da bu, aslında böyle bir şey olacağını biliyordum."
"Nasıl yani? Beni buraya onu görmem için mi getirdin?"
"Evet, onun seni görmesini ve beni suya çağırmasını istiyordum. Ne yazık ki sen aceleci davrandın."
Huexla yavaş adımlarla suya giriyordu. Bana bakıp burnundan çıkarttığı iğrenç sesle güldü.
"Tamam peki, şimdi ne olacak? Dans gösterisinden bahsetmiyoruz değil mi?"
"Hayır, onunla dövüşmeni istiyor. Kimseden bir alet ya da yardım alamazsın. Üstünde seni suda
zorlayacak kıyafetin varsa çıkartabilirsin, o kadar."
"Peki, gösteri için mi bu dövüş yoksa ciddi mi?”
"Ciddi, eğer beni suya çağırsaydı karaya dönemeyecekti." Yiozi kaftanını açıp bacağına bağlı bıçağı
gösterdi.
Timsahların garip adetleri olduğunu tahmin etmiştim. Dövüşten kaçacak da değildim doğrusu ama
Yüzbaşı'nın ilk günüm bitmeden anlaşma yapmaya geldiklerimizden biriyle dövüşmeme ne diyeceğine emin
değildim. Ceketimi çıkartıp, güç kalkanımı ten yakınlığına çektim. Ayakkabımı çıkartıp suya girdim. Yiozi
eşyalarımı taşımak için suyun kenarına gelmişti.
47
"Yiozi sen bir tür istihbaratçısın değil mi?" Başını onaylar gibi salladı.
"Söylemiştim Halil. Ben Itzmana'nın baş ağrıları ile ilgilenirim."
Çipten Yüzbaşı'ya olanları anlatan ve yerimi söyleyen kısa bir mesaj attım. İki metre boyunda timsah
beni belime kadar gelen su içinde bekliyordu. Casuslar kimin olurlarsa olsunlar sorun demekti.
#
Huexla beni kıpırdamadan bekliyordu. Karşısına geçtim. O ellerini kavuşturunca ben de kavuşturdum.
Derin bir nefes aldım ve gözlerinin içine baktım. Sarı göz bebekleri aniden sola kaydı. Koca yumruğu bana
doğru geldiğinde hazırdım. Yumruğun altından hızla kaçtım ve yüzüne doğru hamle yaptım. Yumruğumu
keskin dişleri arasında kapmaya çalışınca burnuna vurdum. Hızla dönüp sular saçan kuyruğunu ayaklarıma
savurdu. Kaçacak yerim yoktu, suyun içine atladım. Takla atıp, yanına geçtim. Sağ elinden kaçıp yerden
karnına bir tekme attım. Güç kalkanını kullansam işi anında bitirebilirdim ama Yüzbaşı'dan emir gelmeden
bunu yapmam mümkün değildi. Uzun kollarından uzağa kaçtım. Sol yumruğunu fazla açmıştı, dişlerinden
kaçıp bir daha çenesine yumruğu patlattım ama bana yaklaşmıştı. Yumruğundan korunmak isterken suyun
altından kuyruğu ile beni yakaladı.
Bacaklarım yerden kesilmişti. Takla atıp kaçmaya çalıştım ama karnıma tekme attı. Kollarını açıp
üstüme sıçradı. Koca ağzını açmıştı. Güç kalkanımdan destek alıp tek elim üzerinde kalkarak ondan kaçtım.
Suya girdi ve dalga oluşturmadan kayboldu. Nefes nefeseydim. Karanlıkta nereden geleceği belli olmuyordu.
Suda hafif bir dalga görüp ondan uzağa sıçradım. Huexla fırlayıp beni yakalamaya çalıştı. Çok açılmıştı.
Haykırıp boynuna sarıldım. Takla atıp arkasına geçtim. Kollarımı koltuk altlarından geçirip başını yakaladım.
Azgın bir boğa gibi tepinmeye sallanmaya başladı. Kendini suya attı. Başımı suyun üstünde tutup kafasını
çekmeye devam ettim. Sırt üstü döndü. Ikimiz de suyun içindeydik. Boynunu bırakmıyordum. O da beni suya
batırıyordu. Bütün gücümle kafasını geri çektim. Gözlerimin kenarlarında küçük yıldızlar parlıyordu. Dirsekleri
karnıma vuruyor, su her darbede ağzıma doluyordu. Her şey kararmak üzereyken durdu. Dayanabildiğim
kadar suyun altında bekledim ve Huexla'nın altından çıktım. Bir kaç timsah kuyruklarını havada ıslıklar çalacak
şekilde sallıyorlardı. Huexla'yı karaya taşırken çip onların alkış olduğun söyledi.
Karada Yiozi beni bekliyordu.
"İyi dövüştü. Gördüğüm kadarıyla yaşıyor."
"Evet."
"Bu da işime yarar. Teşekkürler. Önemli bir baş ağrısından kurtulmamızı sağladın." Yiozi asker
üniformalı iki timsaha eliyle işaret edince Huexla'yı götürdüler.
"Sanırım benim için şölen artık bitti."
"İstersen seni Yüzbaşı ve diğer diplomatların yanına götürebilirim ya da konukevine bir araçla
bıraktırayım."
"Teşekkürler Yiozi. Önce Yüzbaşı ile konuşmam lazım." Yüzbaşıya tekrar çipten ulaşmayı denedim. Bir
terslik vardı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken çip ateşli silah alarmı verdi. Güç kalkanım otomatik olarak
koruma moduna geçti. Kalkana büyük hızla bir mermi çarptı. Geriye düştüm. Gözlerimin önünde mermi
kalkanın içinde havada asılı kalmıştı. Çip merminin geldiği yönü gösterdi. Bir timsah tüfek benzeri silahını bana
çevirmişti. Ayağa kalkmamı beklemiyordu. Hızla koşup güç kalkanımın gücünü de kullanarak ona bir yumruk
attım. Timsahın zırhsız çenesi yumruğumun altında kırıldı. O kanlar içinde yere yığılırken ben başka saldırılar
için tetikteydim.
Güvenlik görevlisi timsahlar silahlarını bana doğrultmuşlardı. Çipim hâlâ Yüzbaşı'ya ulaşamıyordu. Acil
durum sinyali verdim. Şehirden patlama sesleri geliyordu. Konağın içinde çipin tercümesi olmadan çığlık
olduğunu anladığım sesler duyuluyordu.
Yiozi koşarak yanıma geldi. Elinde bir telsiz vardı.
"Halil, Baş Sözcü'ye Meclis diplomatlarını ağırlarken saldırı olmuş. Itzmana iyi ama Yüzbaşıyla, Bay
Ogawa kaçırılmış. Konukevine de saldırı olduğu haberi geldi ama isyancılar oraya girememişler.”
Başçavuş Boris'i çipten çağırdım.
48
"Neler oluyor?"
"Teğmenim, konukevi saldırıya uğradı. Acil müdahale timi zırhlıydı, saldırganları etkisiz hale getirdik.
Size almak için bir uçucu hazırlıyordum."
"Tamam, Gayretgah'a ulaş. Yüzbaşı ve diplomatlar kaçırıldı. Uzaklaşmadan onları bulmalıyız."
"Emredersiniz komutanım. Zırhınızı da gönderiyorum."
Boris'le hattı kapatmadan çipime Daya Levinson'dan bir sinyal geldi.
“Halil eğer beni duyuyorsan sinyalimi takip et. Diplomatları kaçıranların uçucusundayım. Aralarında
İmparatorluk Kara El askerleri de var.”
Kara El İmparatorluğun özel görev birliğiydi. Daya'nın ne yaptığını soramadan hat kesildi. Ama çipim
şifreli takip sinyaline kilitlenmişti.
Sinyali takip edecek, akıncılarımla İmparatorluğun özel birliğine hadlerini bildirecek ve kaçırılanları
kurtaracaktım. Ama önce tekrar zırhımı kuşanmalıydım.
49
ESCAFLOWNE:A Girl in Gaea
mangAnime
mangAnime Türkiye'nin anime film gösterimi ve atölye çalışmalarının beşincisi ve bu sezonun son etkinliği 11 Haziran günü, Tasarım Atölyesi Kadıköy'de (TAK) gerçekleşti. Etkinlikte, “mecha” temalı bir yapıt olan “Escaflowne: A Girl in Gaea” ele alındı. Film gösteriminin ardından, atölye bölümünde katılımcılarla beraber film, karakterler, yönetmen ve tema hakkında sohbet ve incelemeler yapıldı. mangAnime Türkiye beşinci anime atölyesi ile 2016'nın ilk sezonunu kapatırken, Eylül ayında gösterim ve atölye çalışmalarının ikinci sezonu başlayacak.
FARKLI BİR MECHA ANİMESİ
Escaflowne, türe aşina olanlar için oldukça
farklı bir yapıt.
Ancak neden “farklı” dediğimizi açıklamadan
önce filmin hikâyesinden söz edelim biraz.
Escaflowne, tıpkı yeniden yorumlandığı The Vision of
Escaflowne (Tenkū no Esukafurōne) dizisinde olduğu
gibi dünyada yaşayan genç bir liseli kız Hitomi'nin,
fantastik bir şekilde paralel bir evren olan Gaea'ya
gitmesi ve orada “Kanatların Tanrıçası” olarak
karşılanması etrafında dönüyor.
Dünyada oldukça karamsar hatta neredeyse
bunalımda olan Hitomi'den beklenen Gaea'yı yıkıma
götürecek olan Escaflowne isimli zırh/savaş
robotu/mecha'yı çalışır duruma getirmesi ve onu
kullanabilecek 'asil' kana sahip Van'ın emrine
sunmasıdır. Van, filmin ilerleyen bölümlerinde daha
net bir şekilde ortaya çıkacak bir aile içi savaşın
taraflarından biridir ve kendisi gibi 'ejder kanı' taşıyan
Falken'i durdurabilmek için Escaflowne'yi kullanmayı
hedeflemektedir.
Her hikâyede olduğu gibi işler beklendiği gibi
ilerlemez, kendisinden bir tanrıça gibi davranması
beklenen Hitomi hiçbir gücü olmadığı için beklenen
mucizeleri gerçekleştiremez, Van savaşarak elde
ettiği Escaflowne'yi elinde tutamaz, düşmanlar
SESLENDİRME EKİBİ
Hitomi Kanzaki: Maaya Sakamoto
Van Fanel: Tomokazu Seki
Dune / Folken: Jouji Nakata
Allen: Shinichiro Miki
Millerna: Aki Takeda
Merle: Ikue Ohtani
Dryden: Juurouta Kosugi
Sora: Mayumi Iizuka
Dilandau: Minami Takayama
KÜNYE
Yıl: 2000
Süre: 95 dk.
Tür: Fantas�k, aksiyon, mecha
Yapım: BONES
Yönetmen: Kazuki Akane
Orijinal Hikâye: Hajime Yatate, Shoji Kawamori
Senaryo: Kazuki Akane, Ryota Yamaguchi
Müzik: Hajime Mizoguchi, Yoko Kanno
Karakter Tasarım: Nobuteru Yuki
50
amaçlarına biraz daha yaklaşır, üstelik
kahramanlarımızdan daha güçlü ve hedeflerine
daha yakındırlar.
Ancak hikâye ilerledikçe Hitomi
olgunlaşır, Van'ın geçmişindeki yaraların ikisi
arasındaki gerilimin kaynağı olduğunu keşfeder,
Kara Ejder İmparatorluğu'nun başındaki
Falken'e ve onun psikopat davranışlı subayı
Dilendau'ya karşı mücadelesinde Van'ın ve
arkadaşlarının yanında durur. Giderek keşfettiği
güçleri ile Gaea'nın yok olmasını engelleyip,
gezegenin sakinleri için yeniden yaşanabilir bir
yer olması için mücadele verir.
MECHA AMA BÜYÜ VE FANTASİK DE VAR...
Escaflowne'yi türün diğer örneklerinden “farklı”
kılan şeylerin başında mecha türü içinde olmasına
rağmen hikâyesinin bilimkurgu öğelerinden daha çok
fantastiğe yakın olması söylenebilir. Büyü, kılıç
dövüşleri, atlı şövalyeler (hatta samuraylar) kadar
Escaflowne isimli mechanın kendisi de bir neredeyse
organik bir savaş zırhıdır filmde.
Animeyi “farklı” kılan bir diğer şey de filmin
hem shonen hem de shojo unsurlar ile süslü olması.
Bir yandan Van'ın Escaflowne'yi kullanarak Gaea'yı
yok olmaktan kurtarmak için savaşı, diğer yandan da
Hitomi'nin geçirdiği dönüşüm ve kendini bulma
hikayesi, iç içe, sarmal bir şekilde animede yer alıyor.
Zaten hikâyenin işlendiği bir dizi manga içinde
shonen ve shojo türünde hazırlananlar da var.
Ayrıca filmin, yeniden yorumlandığı dizisine
göre oldukça farklı olduğunu da anımsatmakta yarar
var. Filmde diziye göre Japonya'ya ait göndermeler
ve tasarımlara daha çok yer verildiği gibi, hikâyenin
işlenişi de diziye göre (süre sıkıntısı nedeniyle
mecburi olarak) daha aceleye getirilmiş gibi. Bu
nedenle filmi izleyip beğenenlerin mutlaka diziyi de
izlemelerini öneriyoruz.
51
52
SHOJI KAWAMORI
Her ne kadar filmin yönetmeni Kazuki Akane olsa da, Escaflowne veya “mecha anime” alt janrı denilince asıl bahsedilmesi gerken isim, filmin yaratıcısı Shoji Kawamori'dir.
Şubat 1960 doğumlu Shoji Kawamori Japon anime
sektöründe gençlik yıllarından beri mecha
tasarımcısı, konsept yaratıcısı, senaryo yazarı ve
çeşitli projelerde de yapımcı olarak yer almış belki de
en önemli figürlerden biridir. Animeye ve özelinde
mecha animeye olan sevgisi lise yıllarında Space
Battleship Yamato'nun televizyonda yayınlanması ile
başlar. Gelecekte dahil olacağı Studio Nue'nin
kurucuları ile de Yamato'nun çekildiği stüdyoya
yaptıkları bir gezide tanışmıştır.
Kariyeri boyunca Kawamori'nin dahil olduğu en
önemli yapımlar The Super Dimension Fortress
Macross, The Vision of Escaflowne, Earth Maiden
Arjuna, Aquarion, Macross Plus, Macross 7, Patlabor
ve Ghost in the Shell filmleri, Gundam 0083, Future
GPX Cyber Formula, Eureka 7, Macross Frontier,
AKB0048 ve Macross Delta'dır. Bu serilerin bir
kısmında mecha tasarımcısı, bir kısmında genel
konseptin fikir sahibi, bir kısmında ise yönetmen
koltuğunda olan Kawamori birden fazla disipline
sahip olmasını Keio Üniversitesi'nde okuduğu
Makina Mühendisliğine dayandığını çeşitli
röportajlarında belirtmektedir.
Kawamori bir mecha tasarımcısı olmasının yanında
tasarımları ile oyuncak sektörüne de yön vermiştir.
Sonradan Transformers olarak anılacak Diaclone
oyuncak serisindeki en ikonik tasarımlar Battle
Convoy (Optimus Prime), Datsun Fairlady Z Robo
(Prowl/Bluestreak/Smokescreen), Nissan Cherry
Vanette Robo (Ironhide/Ratchet) ve Macross
serilerindeki üç farklı moda dönüşebilen uçak VF-1
ile oyuncak sektöründe tasarım, üretim yöntemlerinin
yanında kalite kontrol süreçlerinin de gelişmesine
önayak olmuştur. Vizyoner bakışı ile 1994 yılında
yanınlanan dört bölümlük Macross Plus'da başrolde
olan yapay zekaya sahip Sharon Apple isimli şarkıcı
karakterin gerçek hayata yansıması 2007 yılında
Hatsune Miku isimli şarkıcı personada
gerçekleşmiştir.
Shoji Kawamori halen Studio Satelight'da çalışmakta
ve Macross serisi başta olmak üzere, çok verimli bir
kariyere imza atmaya devam etmektedir.
MECHA / MECHA ANİME NEDİR?
Mecha, çok genel olarak İngilizcedeki
'mechanical' (mekanik) kelimesinin kısa kullanımıdır.
Ama önemli olan kelimenin Japon animasyonu
kültüründeki kullanımıdır. Anime'de mecha, mekanik,
elektronik veya biyomekanik her türlü yaratım, araç,
alet, donanım, varlık olarak tanımlanabilir. Ama
bundan da dar bir kullanım görülmektedir ki, bu da
mecha anime kavramının, dev mekanik savaş
araçlarının ve onların pilotlarının hikayelerinin işlendiği
diziler ve filmlerin oluşturduğu bir alt türü ifade
etmesidir. Bu anime alt türünün ilk örnekleri,
1960'larda görülmeye başlamıştır. Günümüzde de
bolca örnekleri bulunan bu türün sonu gelmeyecek
gibi görünüyor.
Ayrıca mecha kavramı aslında oldukça geniş
bir alandaki nesneleri de kapsamaktadır. Anime'lerde
görülebilecek mecha türlerini kısaca listeleyecek
olursak: Dev robotlar, oyuncak robotlar, minik robotlar,
cyborglar, androidler, kişisel zırhlar (body armor), dış
kabuklar (exo-skeleton), güç arttıran kıyafetler, uzay
gemileri, çeşitli kara/hava/deniz araçları, bilgisayarlar,
aletler, silahlar. Ve bunlar da kendi altlarında
bölümlenebilirler.
Mecha anime türünün ilk iki önemli eserinden
birincisi Osamu Tezuka'nın yarattığı “Tetsuwan Atomu”
(Batı'da bilindiği ismi ile Astro Boy) olarak
sayılmaktadır. Diğeri ise “Super Robot” akımını
53
başlatan “Tetsujin 28” (Iron Man No.28) olmuştur.
Tetsuwan Atomu ile robot ve insanın mükemmel
birleşimini, insanın iyi ve kötü her yanını yansıtan
karakterler ile görürken; Tetsujin 28 ise robot ve
insanı ayırmış, başrole bir çocuk kahraman ve onun
yönetimindeki, bilimadamı babasının icat ettiği dev
robotu getirmiştir.
Mecha Anime türüne genişçe bir bakış attığımızda,
çoğu dizi ve filmin içerik olarak belli özellikleri
taşıdığını görebiliriz. Bunalrın başlıcaları aksiyonun
yoğun kullanımı, teknolojiyi yüceltme ve insandan öte
bir öğe olarak sunma, kaçınılmaz şekilde devamlı bir
çatışma ve mücadele içeren senaryolar, savaş
ortamının sıklıkla işlenmesi ve bununla beraber
çoğunlukla görülen masif yıkım durumları. Ayrıca
mecha anime ve manga örneklerinin çoğu shounen
(genç erkek) kitleye hitap edecek şekilde tasarlandığı
ve pazarlandığı için, bu türün genel özellikleri olan
takım çalışması, kendini geliştirme ve büyüme, kişisel
sınırlarını keşfetme ve aşma gibi temalar da
neredeyse her eserde bulunabilir. Tüm bunların
dışında bir kısım mecha anime ve mangada
insanüstü güçlerin kullanımı veya mitolojiden ve
canavar kültürlerinden alıntılar/göndermeler da
bulmak mümkündür.
54
TEFRİKA- III -
YazanYasin YAVUZ
İllüstrasyonHamide AYDIN
Tam bir düş kırıklığı.
Kelimenin tam anlamıyla böyleydi. SamiraMemmedova, Kain'in düşündüğü gibi genç değil, oldukça
olgun bir kadındı. Oysa onu aradığında ahizeden duyduğu ses yirmili yaşlarının sonunda bir kadına aitmiş
gibiydi. SamiraMemmedova oldukça zarif bir kadındı. Siyah, klasik bir takım giymişti. Bir yetmiş boylarında ve
en fazla altmış kiloydu. Omuzları, genişti ve giydiği takımı sunturlu ve şık bir şekilde taşıyordu. Oldukça
bakımlıydı. Kırklı yaşlarındaydı. Sıcak bir ten rengine sahipti ve pürüzsüz, düz bir yüzü, maun rengi dalgalı
saçları vardı ve ela-yeşil arası gözlerinde duyduğu derin acının melankolisi hissediliyordu.
Kain kendi tanıttı ve kocası hakkında birkaç soru sormak istediğini belirtti. SamiraMemmedova bir
onaylama belirtisi olarak başını hafifçe eğdi. Oturması için Kain'e bir yer işaret etti ve ardından hafifçe bir iki
kelimeyi mırıldadı ama Kain bunlardan hiçbir şey anlamadı.
- Af edersiniz. Fakat söylediklerinizi anlamıyorum.
Yumuşak bir ses tonuyla ve belli belirsiz bir aksanla yanıt verdi:
- Özür dilerim. Bugün doğru kelimeyi bulmak çok zor.
- Anlıyorum. Fakat her yaşamın bir sonu, bir finali var.
- Kötü bir final, diye kederle yanıt verdi Samira.
Kain kasıldı. Soluk almak için ağzını açtı ve soluğunu derin derin aldıktan sonra kadını desteklemek
istedi:
- Kötü bir final, evet. Ancak finaller genellikle kötüdür. En azından, geride kalanlar için öyledir.
Samira omuz silkti:
- Ne anlama geliyor bu?
- Finali kavramamıza yardım ediyor.
Kain'in karşısına oturan Samira, fısıldar gibi konuştu:
- Sanırım finalin ne olduğunu biliyorum.
- Öyle mi? Nedir peki?
- Bir başlangıç. Hem göçen için hem de geride kalan için.
Kain sıkıntıyla soluk verdi:
- Sorun şu ki, söylediklerinizde sonuna kadar haklısınız. Bir yerden başlamak gerekiyor. Size eşiniz
hakkında birkaç soru sormak zorundayım.
- Yardımcı olmayı deneyeceğim. Sizin için yapacağım bunu.
- Teşekkür ederim. İnanın bana, çok sürmeyecek.
Kain soru sormadan önce birkaç saniye bekledi, doğru kelimeleri aradı:
- Sizi son zamanlarda rahatsız eden biri oldu mu?
- Nasıl bir rahatsızlıktan söz ediyorsunuz? Telefonla mı?
55
- Sadece o değil. Kimliği belirli ya da belirsiz kişiler tarafından takip edilme, sözlü ya da yazılı olarak
tehdit almak ya da bunlara benzeyen herhangi bir tatsızlık yaşadınız mı?
Samira tereddüt etmedi:
- Hayır, böyle bir şey olmadı.
- Peki ya, eşiniz? O yaşamış olabilir mi?
- Sanmıyorum, dedi Samira soğukkanlılığını koruyarak. O iş yerinde de oldukça sevilen biriydi ve bir
düşmanı yoktu.
Kain yön değiştirmeye karar verdi:
- Eşinizin iş yerindeki görevi tam olarak neydi?
- Yıllardır o firmada çalışıyor. Hızla yükseldi ve sonunda firma müdürü oldu.
- Yetki alanı genişti yani?
- Elbette. Ancak bundan dolayı bir sorun yaşadığını hiç sanmıyorum. İş yerinde her şey yolundaydı.
- Eşiniz sizden bir şey saklar mıydı?
Memmedova birden gerildi:
- Nereye varmak istiyorsunuz?
- Sakin olun, diye yatıştırmaya çalıştı Kain, lütfen. Buna benzer bir cinayet daha işlendi. İlk cinayet ile
eşiniz arasında bir bağ olmalı. Anlatmadığınız ya da bilmediğiniz bir şey var. Bu yüzden, lütfen bildiklerinizi
anlatın ki, neyi bilmediğinizi çözmemiz kolaylaşsın. Kocanıza bunu yapanı, bulmamı istiyorsunuz, değil mi?
- İstiyorum, evet.
- O halde, bize yardımcı olun ve tüm bildiklerinizi bizimle paylaşın, lütfen.
Samira Memmedova tekrar yerine oturdu. Orada, oturduğu berjerin üzerinde, tıpkı bir Klasik Çağ heykeli
gibi duruyordu. Bir sanat eseri gibi. Hayranlık verici.
Samira, bir anda, mucizevi bir bilinç çözülmesi yaşadı:
- Son yıllarda, dedi düşünceli bir halde, yaşadığımız tek kötü şey… mahkeme mevzusu. Ancak ölümüyle
bir alakası olacağını san…
- Ona ben karar vereceğim, diye sözünü kesti Kain, siz anlatmaya devam edin.
- Mikail'in müdürlüğe geçeceği yıl firmada ondan ayrı bir aday daha vardı.
56
- Adı neydi?
Kadın yeniden belleğini zorladı ve ne mutlu ki bu kez çözülmesi uzun sürmedi:
- Tüzer. Yakup Tüzer.
Kain bu ismi defterine not etti ve devam etmesi için kadına eliyle işaret etti.
- Firma ikiye bölünmüştü ve müdürün kim olacağı konusunda içten içe tahminler yürütülüyordu.
- Bir çeşit fraksiyon oluştu yani?
- Evet, öyle de denebilir. Ancak diğer aday bir trafik kazası geçirdi ve olay yerinde hayatını kaybetti. Eşi
bu olaydan bizi sorumlu tuttu ve dava edildik.
- Sonuç?
- Biz kazandık, dedi Samira. Başka bir ihtimal söz konusu bile değildi.
- Neden?
- Masumduk çünkü. Yakup Tüzer kaza geçirdiğinde ben ve eşim Ankara'da bile değildik.
- Neredeydiniz?
- İstanbul'da.
Kain fücceten ayağa kalktı ve kadına elini uzattı.
- Teşekkür ederim. Birkaç gün içinde ofisime uğramanızı rica ediyorum.
- Sebep?
- İfadenizi imzalayacaksınız, hepsi bu. Bu arada, görevli bir arkadaş bazı şeyleri teyit edecek.
- Elbette, dedi Samira, birkaç gün içinde uğrayacağım.
- Son bir sorum var, dedi Kain evden ayrılırken, kocanız öldürüldüğü gece eve hiç gelmedi ve siz de bir
ihbarda bulunmadınız. Randevusu mu vardı acaba?
- Bana bir şey söylemedi.
- Onun eve gelmemesi sizi endişelendirmedi mi?
- Bazen şafak sökene kadar çalışıp, eve uğramadığı günler olurdu. Çünkü rahatsız edilmekten hiç
hoşlanmazdı. En ufak bir tıkırtı tüm yoğunluğunu kaybettiriyordu. Ben de bu yüzden hiç aramazdım, anlıyor
musunuz? Eşimi öldürdüğümü düşünecek kadar çıldırmadığınızı umuyorum. Bana aklı başında bir polis olarak
göründünüz…
Kain'in şakakları zonkluyordu. Kafasını güçlükle sallayıp, zoraki bir gülümsemeyle kuvvetlendirdi
açıklamasını:
- İyimser olamayacağım. Ben bir polisim. Her şeye şüpheyle yaklaşmazsam, gerçeği nasıl kavrarım?
- Bu çok saçma, diye kestirip attı Samira. Ben o gün evdeydim.
- Göreceğiz, dedi Kain, evden ayrılmak üzereyken, gerçeği elbet göreceğiz, diye de ekledi.
devam edecek
57
İKİ ŞERHİN HİKÂYESİYazan
Tuğba TURANİllüstrasyon
Mehmet Kaan SEVİNÇ
Previously on Gölge:
"Yüzündeki sargıları çözmeme izin veriyor. Biraz da omzundakileri… Ama sonra elimi tutuyor,
durduruyor beni. Elimi kalbinin üzerine koyuyor.Kalbi hâlâ atan bir mumya. Benimki ise heyecandan
durmak üzere..."
***
"…Çünkü bu adalet sisteminde eşeği dürtmek serbest, “eşek dürtüldü” yazmak suçtu. Kör
olması gereken adalet sağır ve dilsizdi.Anlaşılan o ki okuma yazma da bilmiyordu.
– Kurcalama, dedi Gölge. Sıra onlara da gelecek. Ama önce annem ve annen gibi kadınlara
yardım etmeliyiz…”
***
"Artık beni tanıyorsunuz. Tanımayanlar bizden değildir. Epey uğraştık, kadınlara şiddet
uygulayan, taciz ve tecavüz eden, hatta yakarak öldüren pek çok (insan demeye dilim varmadı) caniyi
adalete teslim ettik."
***
Bu seferki hikayemizde politika ve aşk iç içe. Ne tesadüf ki, ikisinde de en iyi yalanı söyleyen
kazanır.Peki yalancının yalanı ortaya çıkınca ne olur?
Aşık, aşkını kaybeder ama politikacı, erken seçime gider ve daha büyük bir yalan söyleyerek oy
oranını %49.5'a yükseltir.
Lisbeth Salander ve ben Fransa'dayız. Ben kim miyim? Adım Gölge. Kimsesizlerin kimsesiziyim,
kimsesizim.Yalnızların yalnızıyım, yalnızım.Dertlilerin dertlisiyim, dertliyim.Aşıkların aşkıy__ Tamam
tamam biraz abartmış olabilirim.Zeki Müren'e de buradan bir rahmet okuyalım.
Gerçek şu ki kadınlara kötülük eden herkesin korkulu rüyasıyım. Ama işimi kanla değil akılla
hallederim. Suçluları, ortağım Lisbeth ile kıskıvrak yakalayıp adalete teslim etmek en büyük görevim.
Lafı uzatmayayım. 14 Temmuz 1789 Bastille Ayaklanması'nı izlemek için Paris'teyim.Ben
gölgeler arasından yolculuk edebilme yeteneğimle Dickens'ın 'İki Şehrin Hikayesi' kitabından geçerek
geçmişe geldim.Lisbeth ise zaman makinesi ile 1789'a gelecek. O zamanki ismi Place de Grève,
Grev meydanı olan yerde buluşacağız. Fransızlar, neye canları sıkılsa protesto etmek için soluğu bu
meydanda aldıkları için, Türkçe'ye de 'faire (la) grève; grev yapmak' fiiliyle girmiş olan bu meydanda.
Avare avare gezerken bir bakıyorum ki Lisbeth, peşinde meşhur beyaz elbisesiyle Marilyn
Monroe ve Taboo dizisinde giydiği uzun siyah şapkasıyla Tom Hardy... Bana doğru geliyorlar.
“A-aaaaa bunlar da nereden çıktı?!"
58
59
"Beraber film çekmeyecek miydik? LEGEND and LEGEND. Hatırlamadım mı? Aç Gölge E-
Dergi'nin 104. sayısını oku!"
"Yahu tamam da araya ensarlar, vakıflar girdi. O iş orada kaldı."
"Adam profesyonel. Sözleşme imzaladık diye işini gücünü bıraktı benle geldi. Marilyn de Tom'u
görünce anında kabul etti zaten filmi. O şuh sesiyle Tom Hardy! How hardy you are!demesini
duymalıydın!
"Öhöm. Tamam o zaman. Yapılacak bir şey yok: Hello leydiiz end centilmın, velkam."
"İngilizce kasmana gerek yok. Zaman makinesini geliştirip yolculuk esnasında ikisine de Türkçe
öğrettim."
"Bir 'I know kung-fu'culuğumuz eksikti, o da geldi tam olduk!"
"Ne dedin?"
"Matrix filan dedim. Tamam tamam yok bir şey. Eh hoş geldiniz madem!"
Lisbeth'in koluna girip, Marilyn ve Tom'u arkada bırakarak en önemli soruyu soruyorum:
"Biz şimdi bu ikisiyle ne filmi çekeceğiz?"
“Sana bir şey diyeyim mi,” diyor Lizbeth; “boş ver Mad Max'i ve Bane'i, bu adamın Kray ikizlerini
canlandırdığı o filmi var ya! Orada müthişti!”
İkizler? Birbirine benzeyen adamların aşık olduğu bir kadın? Ben bu hikayeyi nerede okudum?
Tabii ya!
Onlar zaman makinesinden geçerken dil öğreniyorlarsa, ben de içinden gölge olarak geçtiğim
kitabı baştan sona okuyabilirim. Birbirine tıpatıp benzeyen iki adamın aynı kadına aşık olma
hikayesini, Fransiz Devrimi'ni sahne alarak anlatan 'İki Şehrin Hikayesi' romanı! Bizim için biçilmiş
kaftan gibi! Charles Darnay ve Sydney Carton karakterlerinin ikisini de Tom Hardy canlandıracak.
Marilyn ise Charles'ın evlendiği ama Sydney'in de aşık olduğu güzeller güzeli Lucie Manette
karakterini...
Lisbeth'in "Bu hikaye benim için bile fazla acıklı. Çünkü ben hiçbir erkeğin, aşkı uğruna canını
feda edeceğine inanmam" diye itirazlarına rağmen bu hikayeyi çekmeye karar verdik. Filmin ve dahi
romanın sonunu size ifşa etmeden kısaca hikayeyi anlatmam gerekirse, aristokratlar tarafından
ezilmiş halkın devrim sonrası kendilerinden yana olmasına bakmaksızın, aristokrat aileye mensup
Charles Darnay'ı sebepsiz yere tutuklamaları, devrimlerin de bazen gitmeleri gereken haklı yönden
ne kadar sapabileceğini vurguluyor. Darağacı ya da giyotin kuruldu mu bir kere, 'Qu'ils mangent de la
brioche! / Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler!' diyerek (dediği iddia edilerek) halktan ve yoksulluktan
ne kadar kopuk yaşadığına vurgu yapılmak istenen Kraliçe Marie Antoinette'ten başlayarak tüm
aristokratlar ölüm cezaları için sıraya diziliyor. Ölüm, zengin fakir demeden herkesin eşit elde
edebildiği bir şey çünkü...
Bardağı taşıran onlarca damladan biri, 500 kilogram altın yahut 2006 yılı döviz bilgilerine göre
93 milyon dolarlık elmas gerdanlığın, kraliçe istememesine rağmen hazırlanmasıymış. Kraliçe, bizzat,
kraliyet deniz kuvvetlerinin paraya ihtiyacı varken sarayda böyle bir savrukluk yapılmasının yakışık
almayacağını açıklamış olmasına rağmen, gerdanlığın entrika üzerine entrika ile kötü ellere geçip
60
lınması, monarşinin kendi sonunu getiren sayısız bencilliklerinden bir tanesi.
Fransızlar 1700'lü yıllarda monarşi yani tekadamlığı yıkmak için ayaklanmışken, günümüzde
tekadamlığın önünde adeta secde ediliyor olması Avrupa'dan ne kadar geride olduğumuzun
göstergesi. Elmaslar, gerdanlıklar, gemiler paralar ve hırsızlıklar söz konusu olunca onlarla sidik
yarıştırabiliriz elbet; ama bizimki bardak değil necefli maşrapa olduğu için, henüz bardağı taşıran son
damlaya gelemedik.
Her neyse... İşimize bakalım. Film çekeceğiz. Senaryoyu 1935 yapımlı filmden edindik,
kostümleri terk edilmiş aristokratların evinden toparladık. İyi hoş da bu filme ışıkçı, setçi, kameraman,
figüran derken dünya kadar adam ve bir de yönetmen lazım!
Lisbeth akıllı kızdır.Ben hayıflanadururken, o koskoca Mad Max ekibini toplamış gelmiş
1789'a. Yavrum etme eyleme! Film çekeceğiz derken tarihin akışını değiştirmeyelim de! Düşünsenize
isyan zamanı Immortal Joe Paris sokaklarında Furiosa'yı kovalıyor! Sonra ortada ne karşı devrim
kalacak, ne Napolyon, ne imparator kalacak, ne Josephine!
Dedim ya Lisbeth akıllı kızdır diye. Günümüz Eurodisneyland'inin bulunduğu o zamanlar tarla
olan araziye topladı hepimizi.Hikaye hem Paris hem Londra'da geçtiğinden, araziye iki şehrin
maketlerini kurdurdu. Öyle ki, ortadan bir nehir geçiyor, yukarı tükürsen Seine, aşağı tükürsen
Thames!
Ben yönetmen koltuğunda George Miller için bakınırken bir baktım, Christopher Nolan bizimle.
Adam bilim kurguya alışkın tamam ama gerçekten geçmişe gidip film çekmek mi? Belgesel desenize
şuna!
“Yönetmeni neden değiştirdin?” diye soruyorum Lisbeth'e.“Nolan'a edilecek iki çift lafım vardı”
diyor. Dediyse eder. Korkmak lazım bu kızdan.
Film çekiminde son sahnelere geldik.Bu arada Paris'te halk ayaklandı. Ben filmi ehil ellere
teslim edince, halkın sokaklarda şarap gibi kan akıtarak Bastille hapishanesini yıkmalarına şahit
oldum. Acı, ve gözyaşı ve kayıplar…Kolay değildi ama hiçbir şeye müdahale edemezdim.Sadece
tanıklık edebilirdim.
Bu arada filmin en son sahnesine gelindiğinde Lisbeth, Nolan'ın kulağına eğilip izlediği
günden beri sinirini bozan filmle ilgili düşüncelerini söylüyor:
"Hocam Batman v Superman var ya muhteşerdi!"
Allah'tan yetişip duruma müdahale ediyorum:
"Muhteşem demek istedin herhalde."
"Hayır. MuhteŞER. Muhteşemin tersi.
"Zaman makinesinde öğrenilen Türkçe'den de bu kadar hayır gelir işte" diyorum dişlerimin
arasından.
"İyi de o filmi ben yönetmedim ki" diyor Nolan.
"Yapımcı olmuşsunuz ama. O c'anım Dark Knight serisinden sonra, Batman ve Superman'i
karşı karşıya getirecek daha akıllıca sebepler bulamadınız mı? Hiç yoktan kız meselesi için kavga
61
etselerdi?Batman, Ironman'e dönüşmüş o kaba kostümüyle ne çirkin görünüyor hiç fark etmediniz
mi? Kötü adam Lex Luthor'a gelince, Zuckerberg mi Lex Luthor mu olacağına karar verememiş, aynı
zamanda hem zeki hem kötü Jesse Esienberg de neyin nesiydi kuzum?"
Sinirlenen Nolan cevap vermeden kalkıp gidiyor. Lisbeth'e ne kadar kızsam boş:
“Sana ne elalemin Hollywood'u iki kahramanı saçma bir filmde bir araya getireceğiz diye milyon
dolarlar harcamışsa? Sen kendi verdiğin vergilere bak."
"Ben vergi vermem unuttun mu? diyor.
"Doğru, bilgisayar hacker'ısın. Bir iki tuşla kendi vergilerini hop diye silersin. Bizde de oluyor
böyle şeyler ama sadece emlak krallarının vergileri siliniyor nedense."
Biz Lisbeth'le lak lak ederken, Tom Hardy, filmin son sahnesinde yönetmenin seti terk etmesine
deliriyor:
"Yönetmen de ben olacağım. Süperman de benim. Mad Max de benim. 007 de ben olacağım.
Batman, Ironman, Ethan Hunt da ben olacağım" diye bağırarak geziyor.
Marilyn sonradan yapıştırma Türkçe'sini unutmuş:
"You are a real MAN honey! No matter what written in front of it! BAT or SUPER or IRON or
anything else! / Sen adamın dibisin hayatım.İsminin önünde yarasa, süper, demir yazmasa da olur!"
diyerek Tom'u sakinleştirmeye çalışıyor.
Lisbeth daha sakin:
"Güpeakşam n'oldu ki buna?"
"Güpegündüz denir sadece."
"Neden? 'Güpe' bir kuvvetlendirme öneki değil mi?"
"Ağlamak istiyorum sayın seyirciler ama şimdi Tom'la ilgilenmem lazım."
"Ne dedin?"
"Yok bir şey. Meşhur bir replik sadece."
Marilyn Tom'u o geniş omuzlarından tutmuş sarsıyor:
"Tom are you high?"
"Tom sen yüksek misin?" diye sesleniyor film setindeki bir simültane çevirmen. Artık yeter!
Ortalık çıfıt çarşısına döndü! Olaya acilen el koymam lazım!
"Arkadaşlar şuraya doğru dürüst bir çevirmen bulup getirsenize! Film Elif Şafak'ın İskender
çevirisine döndü yahu!
"Hepsi ben olacağım! Wolverine de ben olacağım! Avcı da ben ayı da ben olacağım! Oscar'ı da
her sene ben alacağım!"
Marilyn sakinleştirmeye çalışırken Tom Hardy'nin yüzündeki maskeyi yırttı.Altından
inanmayacaksınız ama Tom Cruise çıktı. Bir dakika? Ayı derken? Ya Oscar derken?
Ve sonra olay matruşka bebeklerine bağlandı. Tom Hardy'nin içinden Tom Cruise, onun içinden
62
de Leonardo di Caprio çıktı!
Leonardo meğer Tom'un son dönem başarılı işlerini kıskanmış, onun kılığına girmiş.Tom Cruise
kısmını biz de anlamadık. Maskeyi yapan özel efekt şirketi bir alana Cruise'unkini bedava mı
veriyormuş ne!!
***
Film çekmeyi elimize yüzümüze bulaştırdık ama sonunda işleri yoluna koyduk.Paris'e
götürdüğümüz herkesi senesi senesine evine bıraktık. Her ne kadar Tom gerçek Tom değilmişse de
Marilyn Tom'a aşık olmuştu. Onu kendi yılına bırakmak biraz zamanımızı aldı.
"İnan bana hayatım," dedi Lizbeth, "2000'li yıllar sana göre değil. Senin bu doğal güzelliğini bir
iki estetik operasyonla elde etmiş pek çok kadın var. Hele ki Kardashian'larla karşılaşmanı hayatta
istemem."
Marilyn her ne kadar “It takes a smart brunette to play a dumb blonde / Aptal sarışını oynamanız
için zeki bir kumral olmanız lazım!” dese de tüm sarışınlara yapıştırdığı yafta ile onu da kendi
zamanına bıraktık.
Lisbeth, dönüşte sahte isimle açtığı Facebook sayfasındaki bir bildirimi gösterdi bana:
"Duydun mu seni çizeceklermiş!”
"Beni çizecek adam daha anasının karnından doğmadı!"
"Bir dur ya! Atarlanma hemen! Çizgi roman olarak çizeceklermiş…SHADOW GIRL olacakmış
adı. Hikayesini de yazarımıza itham etmişler."
"İthaf'tır o doğru oku. Yazarımız adına teşekkür ederiz o zaman. Hatta düz yazıya konmaz ama
yanağı mahcubiyetten kızarmış smiley de olsun yanında..."
"Sence SHADOW GIRL'ün çizerleri bu hikayeyi sonuna kadar okuyup bu teşekkürü görürler
mi?"
"Sence?"
***
(Sahne biter. Işıklar kapanır:
"Hikayenin adını fark etmişler midir? Sonra dizgide düzeltmesinler."
"Dikkatli okuyucular evet."
"Neden iki şehir değil de iki şerh peki?
"İlki 'Sizin parti kongre yapamaz, yapsa da tüzük değiştiririz, kongre yapar ama yeni başkan
seçemesiniz' şerhi. İkincisi de 'Bizim partide kongre yapmadan yeni başkanımızı seçeriz, siz
çatlasanız da patlasanız da onu başbakan diye size yuttururuz' şerhi."
"Peki ya eski başbakanları ne yaparlar?"
"Ne bileyim, ya asarlar, asmadıklarını da beslerler herhalde!")
63
YazanCevher KARAKOÇ
İllüstrasyonMehmet Kaan SEVİNÇ
Mİ ŞAH
Sene bin dokuz yüz on sekiz, aylardan ekim, günlerden çarşamba. Genç Ahmet, zar zor bindiği trende
kendine yerleşecek bir vagon arıyordu. Almanlar her yerdeydi. Alman askerler, bürokratlar, onların eşleri ve
çocukları... Ahmet "Anlaşabileceğim kimseler yok..." diye düşünürken vagonların birinde Müslümana benzeyen
bir aile buldu. Önce kötü Türkçesi ile derdini anlatmaya çalıştı ama anlaşamadığı fark edince, Arapça konuşarak
devam etti.
Adam kötü birisi gibi durmuyordu. Ahmet'i kabul etti. Oturttu karşısına ve sordu : "Adın ne evladım?"
"Ahmet, Arif Hikmet Bey oğlu Ahmet... Sizin efendim?"
"Mahmut." diye cevap verdi. Biraz sessizlik olduktan sonra muhabbet olsun diye şöyle sordu:
"Nusaybin'den mi sen de? Kimlerdensin tam olarak?"
"Yok. Ben Bağdat'tan geldim. İngiliz işgalinden sonra durulmaz oldu. Annem, babam da olmayınca,
vurdum kendimi yollara. İstanbul'a gidecektim. Atla olur, yaya olur." Derken çantasından defterini çıkarıp sayfaları
arasında dolaşmaya başladı. "Nusaybin'e vardığımda tren seferi olduğunu görünce bir şekilde bindim."
Mahmut Efendi, kafasını sallayarak "İyi yapmışsın, iyi." deyip sonrasında "Ne yapacaksın İstanbul'da?"
diye sordu.
Bu şekilde biraz daha sohbet ettikten sonra havanın kararması ile birlikte uyudular.
Ahmet gözlerini açtığında gökte ay görünüyordu. Karşısında ise Mahmut Efendi duruyordu.
"Tam bir gün uyudum mu ben yahu!”
Mahmut Efendi sadece kafasını sallayarak cevap verdi.
Ahmet camdan biraz gökteki yıldızları izledikten sonra tekrar sızdı. Uyandığında yine akşamdı.
"Anadolu'da bir yerlerdeyizdir şimdi. Gündüz aydınlığında iyice görebilseydim keşke şu toprakları." dedi
kendi kendine ve sonra karşısındaki adama dönüp "Siz hiç görmüş müydünüz buraları?"
Mahmut Efendi konuşmamakta direterek kafasını sağa sola salladı. Belli ki hiç görmemişti buraları.
Ahmet etrafına bakınıp "Acaba bir şeyler mi yesem?" diye düşünürken yine sızdı kaldı oturduğu yerde; ve
yine uyandığında gökte güneş görünmüyordu.
"Akşam, yine akşam, yine akşam..." deyip etrafına bakındı. Mahmut Efendi bile uyuyordu. Dizinin üstünde
duran defterini eline aldı. Çantadan kalemini çıkardı ve az önce söylediği sözleri yazdı. Defterinde bunun gibi
birkaç mısra vardı yerini bulamayan.
"Ne yesem?" dedi. Bu sefer sesli söylemişti lakin vagondaki herkes uyuyordu, duyan olmamıştı. Çıkmaya
yeltendi ama her yer çocuk kaynıyordu. Oturaklarda, yerlerde, anne kucağında. Her yerde çocuk...
Başını cama yaslayıp baktı göğe. Artık yıldız bile yoktu. Sadece karanlık vardı.
64
Güzelce uyurken yine, sarsıldı tren, yer ve gök. Düşerek uyandı Ahmet. Çocukların üstündeydi. Belli ki tren
raydan çıkmış, devrilmişti. Kalkmaya çalıştı. Altındakileri eziyordu. Mahmut Efendiye baktı. Ölü gibi yatıyordu.
Çocuklar da.... Hanım da... Bir tek bizim genç Ahmet hayattaydı. Birazda zorlayıp kendini, tepesinde kalan
pencereyi kırdı ve ardından dışarı çıkmaya çalıştı. Oradan, buradan tutunup en son rahmetli Mahmut'un omzunda
yükselerek dışarı attı kendini. Trenin tepesindeydi.
Çevresine bakındı. Kendinden başka kimsecikler yoktu. Göğe baktı. Kırmızıydı. Güneş batışı gibi değil,
kan gibi kırmızıydı.
Sonra birden bir gürültü. Tam karşısında, yüzlerce belki binlerce adam... Ormandan çıkarak üzerine
koşuyor. Bağrışıyorlar... Devrik trenin önüne kadar geldiler ve durdular. Bağrışları artık anlaşılıyordu.
"Mi Şah! Mi Şah! Mi Şah!"
Doğru düzgün kıyafetleri yoktu bu adamların. Yırtık, kirli bezler... Diz çöküp, eğilip, doğrulup bağırıyorlardı.
"Mi Şah!"
Önlerinde farklı biri vardı. Elinde uzunca bir sapa sallıyor çıngırak gibi, dans ediyordu.
"Zaman tükendi tıpkı orman gibi, tıpkı bizim gibi, tıpkı sana olan özlem gibi."
Ahmet gözlerini yeni yeni açıyordu. Çadır gibi bir yerdeydi. Konuşan adama baktı. O geceki çıngıraklı
adama benziyordu. Adamın dedikleri dinlemeden doğrulup yürümeye başladı.
"Benim adım Sivap, ormanın ve insanlarımın öncüsüyüm."
Hafif hafif yürüyerek Sivap'ı geçti, çadırın çıkışına vardı. Aralayıp dışarı çıkınca, etrafına iyice bakarak
ilerledi. Orman gibi bir yerdeydi. Etrafta çadırlar ve insanlar vardı. İnsanlar onu görünce saygıdan büzüşüp yere
doğru bakıyorlardı.
65
Arkasından Sivap da çıktı ve "Efendim, tükeniyoruz, vaktimiz yok. Eğer iyiyseniz, gelin konuşalım."
diyerek ötedeki, diğerlerinden daha büyükçe olan çadıra doğru yöneldi.
Ahmet arkasından yürürken sordu : "Siz kimsiniz? Pek insan gibi değilsiniz."
"Sizin kullarınız." dediğinde çadırın önüne varmışlardı. Sivap, çadırı araladı ve efendisine yol verdi.
Ahmet içeri girdi. Karşısında büyükçe bir taht, yanlarında ise yol boyunca uzanan karşılıklı minderler vardı.
İstemsizce devam edip tahta oturdu.
"Mi Şah ben miyim?"
"Tabii ki sizsiniz efendim."
"Ben efendi falan değilim. Ben Mi Şah da değilim." dedi sesi gittikçe yükseliyordu. "Ben Arif Hikmet Bey
oğlu Ahmet'im. Siz de kim olduğunuzu açıklayın da anlaşabilelim."
Sivap, Ahmet'in önüne doğru yürüyerek "Adının ne olduğunun, kimin oğlu olduğunun bir önemi yok.
Yapabildiklerin önemli, yaptıkların önemli, yapacakların önemli." dedi ve yere çöküp devam etti. "Biz burada olan
bir kabileyiz ama burada olmamalıyız artık."
Sonra birden ağlamaya başladı ve "Kurtar bizi!" diye bağırdı. Salya sümük ağlıyordu.
"Ormanım ve ben buradan kurtulmak içim oradan buraya savruluyorduk. Sonra o şeye çarptık. O tepesine
çıktığın demir yığınına..."
Derdini anlatmak için çokça kullandığı kömür karası dudakları, dert dinlemekten sarkmış kulakları, şifalı ot
toplamaktan yıpranmış parmakları, her bir organı ayrı ayrı titriyordu.
"Gençtim, kendime, büyü gücüme, güvendim. Dışarıda gördüğün adamları arkama alıp bir maceraya
atıldım."
Ahmet, kavaktan yapılma tahtına Tedariksiz Ethelred gibi yayılmıştı. Başını sallayarak sessizce dinliyordu.
"Ormanımı ve halkımı, o dünyadan bu dünyaya gezdirdim durdum; ama buraya, dünyaya, gelince saplanıp
kaldı orman. Çıkmak bilmiyor. Bizi kurtar."
Ahmet baktı. Sivap da baktı. Bir süre öylece bakıştılar. Sonra Ahmet, "Ben ne yapabilirim ki?"
"Oku!" dedi ve hızlıca kalkıp tahtın arkasına dolandı. Elinde bir kitap ile geri döndü. "Bunu oku benim için,
bizim için, orman için..."
Mi Şah, tahtından kalktı yükselerek. Ağırca önündeki adamın yanına gelip kitabı elinden aldı. Sayfaları
çevirdi. Hiçbir şey anlamıyordu.
"Bir büyücüsün değil mi?"
"Öyleyim."
"Bu da bir büyü kitabı değil mi?"
"Öyle."
"O zaman sen oku!"
"Okuma bilmem ben şahım. Ezberlediğim büyüler ile geldim bugünüme. Aptalın tekiyim.”
Ahmet, susup kitabı kurcalamaya devam etti. Bilmediği bir alfabe ve belki de bilmediği bir dil...
66
Sivap, Mi Şah'ın ayaklarına kapanıp "Bir kehanette der ki: 'Koca demir yılana vurunca kavak, çıkar kurtarıcı
yılanın karnını deşerek.' " dedi. "İşte sen o kurtarıcısın."
"Benim yanımda bir defter vardı. Ne oldu ona? Belki bana yardımcı olur."
Aciz Sivap, "Aldık, sizin ile birlikte onu da aldık." diyerek dışarı fırladı.
Ahmet de kitapla birlikte tahta oturup sayfaları incelemeye devam etti. Anlamsız boş şekiller gibi geliyordu
ona. Yazıların, ne Fransızca ne Türkçe ne de Arapça ile alakası vardı. Kafayı yiyecekti. Bir an sinirlenip kitabı yere
fırlattı ve "Muallim Naci'nin yazdıkları bile daha anlamlı!" diye bağırdı.
O sırada Sivap, Ahmet'in defteri ile çadıra girdi. Havada süzülüp yerde dağılan kadim kitabı görünce kalbi
de kitap gibi dağılmıştı ama hissettirmedi. Sadece, "Defterinizi getirdim efendim." diyebildi.
Ahmet fırlayıp yerinden, defterini kaptı Sivap'ın elinden. Bayram çocuğu gibi şendi. Açıp defteri baktı ve
sonra duraksayarak ağırca "Bunlar... Bunları..." şeklinde birkaç söz geveledi. "Ben yazmışım."
Yazılanlar yabancı, yazım ise tanıdıktı. Ahmet ne zaman yazdığını düşünürken Sivap, yerden kağıt
parçalarını topluyordu.
"Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek... Bu sönen, gölgelenen dünyâda!"
Hafiften mırıldanarak, kitaptan okuyordu bunları. Ayrı ayrı sayfalardan, ayrı ayrı cümleler... Biraz böyle
okuduktan sonra tek bir dizenin yazılı olduğu bir sayfaya geldi.
"Akşam, yine akşam, yine akşam"
Hatırladı hemen. Trende yazmıştı bunu. Ardından ne yazsam diye düşünmeye başladı. Sanki şuan ki tek
terdi buymuşçasına. Tekrar etti bağıra bağıra. "Akşam, yine akşam, yine akşam..."
Ahmet, "Bir kamış olsam." diye bir cümle duydu. Bunu söyleyen kitabını toparlamaya çalışan Sivap idi.
"Keşke bu kadar insanı arkamda mağdur edeceğime bir kamış olsaydım."
"Üzgünüm, o yazıları okuyamıyorum. Bırak beni, gideyim."
"Biz seni burada zorla tutmadık ki Ahmet. Sana hiçbir zaman gidemeyeceğini söylemedik. Özgürsün."
"Tamam, o zaman gideyim ben. Peki nasıl gideceğim?"
"Gitmeden önce sana birkaç hediyemiz olacak. Üç dilek hakkı. Ne dilersen. Ezberlediğim büyüler ile
yapılabilsin yeterli."
Ahmet şaşkın bir ifade ile "Gerçekten mi?" diye sordu. Karşılığında "Evet" diye bir cevap alınca hemen
yapıştırdı: "İlk olarak şu lanet olası savaştan kurtar beni. İkincisi İstanbul'a yolla beni. Üçüncü olarak ise ünlü bir
şair yap beni."
Sivap, "Olur." deyip bir anda dans edip bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı ki genç oğlan "Sonuncuyu unut.
Onu ben kendim de yaparım. Sen bana babamı ver. Öldü ama yaparsın değil mi? Koskoca ormanı yürüten bir
mahlukatsın sonuçta."
Kıvrak Sivap, dansına kaldığı yerden devam ederek ortamdaki coşkuyu artırdı. Bir sağa bir sola derken her
şey oldu ve bitti.
Sene bin sekiz yüz doksan altı, aylardan ekim, günlerden çarşamba. İstanbul'da sarı veyahut kırmızı bir
yerlerde iki çift gözü boz merdivenler kaplamış. Alusizadelere mensup Arif Hikmet Bey ise, oğlu Ahmet'in elinden
tutmuş ağır ağır çıkıyor bu merdivenlerden.67
27. Ankara Uluslararası Film Festivali
6 Mayıs Cuma:
19:00 – Ankara Film Festivali'nin son üç gününe
girmişken, Uçan Süpürge başlamıştı bile. İki festivali
de eş zamanlı olarak takip etmeyi düşünmüştüm ama
Cuma günü ilk seanslarda başka bir işim çıkınca
ağırlığı yine Ankara Film Festivali'ne verdim. Bu
seans için seçtiğim film Coen Kardeşler'in yeni filmi
Yüce Sezar! (Hail, Caesar!) idi. Normal şartlarda bu
kadar yoğun bir festival programında, Coen'lerin filmi
nasıl olsa gösterime girer diyerek pas geçerdim ama
sürekli olarak bu filmin gösterime girmeyeceği
söyleniyordu. Nitekim bu yazı yazıldığı sırada halen
gösterim takvimlerinde yer almıyor. Yüce Sezar'ın
Coen filmlerini sıraladığımızda en üst sıralarda yer
almayacağı bir gerçek ama uzun yıllardır ülkemizde
gösterime girmeyen ilk Coen filmi olması da
gerçekten ilginç.
Yüce Sezar, Coen kardeşlerin daha “ciddi” filmleri
arasına sıkıştırdıkları “komedi” filmlerinden biri.
Sevdikleri bir dönem olan 1950'ler Hollywood'una
götürüyorlar bizleri. Filme adını veren Yüce Sezar
aslında o dönem çekilen bir film. Film içindeki film de
diyebiliriz. George Clooney de bu filmin başrol
oyuncusu. Filmin diğer ana karakteri ise Josh
Brolin'in canlandırdığı Eddie Mannix. O da dönemin
güçlü stüdyolarının başındaki isimlerden biri. En
önemli görevi ise oyuncuların karıştıkları skandalları
basından gizlemek. Filmde o dönemin gerçek
kişiliklerine göndermeler yapan pek çok karakter
görüyoruz. Coen'ler sinemasının en önemli
özelliklerinden biri olan renkli karakterler geçidi bu
filmde de eksik değil. Bu karakterler de elbette artık
Coen oyuncusu diyebileceğimiz isimler tarafından
canlandırılıyorlar. Yönetmen ve oyuncuların uyumu
perdeye de yansıyor.
Filmin, dönemin stüdyo sistemine de ciddi eleştirileri
var. Hatta işin içine bir de soğuk savaş girince olaylar
daha da çetrefil bir hale geliyor. Filmin sıkıntısı bir
türlü Coen'lerden beklediğimiz seviyeye çıkamaması.
Yine de bazı yorumlardaki kadar kötü bulmadım.
Sadece Coen filmleri denince ilk akla gelen
yapımlardan biri olmayacak.
21:30 – Festivalin Hamlet uyarlamaları bölümünün
sıradaki filmi Ophélia idi. Claude Chabrol'un 1963
tarihli filmi, yönetmenin ilk dönem filmlerinden ve çok
da bilinmeyen bir yapım. Film bir Hamlet uyarlaması
olarak bildiğimiz temaları karşımıza koyuyor. Yine
babası ölmüş ve annesi amcası ile evlenmiş bir genç
adam var karşımızda. Bundan dolayı bir bunalım
içinde. Hikayenin girişi bu şekilde ama ilerleyen
kısımlarda bildik Hamlet öyküsünden biraz
uzaklaşıyor. Filmin adının Ophélia olması, bu öykü
içinde Ophélia'ya odaklanılacağı izlenimini veriyor
ama bu pek de doğru değil. Chabrol, Ophélia
karakterini Shakespeare'in metninde olduğundan
farklı konumlandırmış olsa da temelde yine bir
Ankara'da Mayıs FestivalleriBölüm 2
Geçen ayki sayımızda Ankara'da Mayıs ayındaki festival maratonunda izlediğimiz filmlere başlamış ancak 14 günlük maratonun yarısının değerlendirmesini bu sayıya bırakmıştık. Lafı fazla uzatmadan Ankara Uluslararası Film Festivali ve Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali'nin güncesine devam edelim.
Hasan Nadir DERİN
68
Hamlet hikayesi anlatıyor. Bu arada Hamlet ve
Ophélia diyoruz ama filmdeki hiçbir karakter, oyundaki
karakterlerin ismini taşımıyor.
Neticede önemli bir yönetmenin çok bilinmeyen bir
filmini keşfetmek ve Hamlet'e farklı bir bakış görmek
açısından güzel oldu ama çok fazla iz bırakan bir film
olduğunu da söylemek zor.
7 Mayıs Cumartesi:
11:30 – Cumartesi gününün bu ilk seansında iki uzun
metrajlı film yer alıyordu. 30 dakikalık Mülteci
Kampının Orkestra Şefi (Maystro Al-Mokhayam)
filminde adından da anlaşılabileceği gibi bir mülteci
kampında yaşayan ve bu kampta sanatını icra
etmeye çalışan bir müzisyen olan AyhamAhmad'ın
hayatı anlatılıyordu. Bildik belgesel kalıplarının çok
dışına çıkmasa da savaşın orta yerinde de olsa
sanatın her zaman yeri olduğunu, hatta çoğu zaman
çok da önemli bir rolü olduğunu gösteriyordu. IŞİD
gibi bir yapının buna bile tahammülü olmayıp
Ayham'ın piyanosunu yakmış olmaları ise işin en acı
taraflarından biri.
Sınırda Yaşam (Life on
theBorder) ise aslında 8 adet
kısa filmden oluşuyordu. Bu 8
filmin şöyle bir özelliği vardı.
Suriye-Irak sınırında farklı
mülteci kamplarında yaşayan 8
çocuğa kamera kullanımı ile ilgili
basit bir eğitim verildikten sonra
onlardan kendi hikâyelerini
anlattıkları filmler çekmelerini
istiyorlar ve ortaya bu 8 film
çıkıyor. Bu filmlerden bazıları
kaçınılmaz olarak fazlaca
amatör, bazıları biraz fazla
duygu sömürüsü yapıyor ama
içlerinde keşke bu çocuğun
sinema eğitimi alma fırsatı olsa
dedirten, sinema duygusunu veren filmler de vardı.
Örneğin IŞİD tarafından kaçırılan kız kardeşinin geri
döndükten sonra hiç konuşmamasını anlatan ve
ameliyata ihtiyacı olduğunu öğrenen çocuğun filmi,
hem seçtiği görüntüler açısından etkileyiciydi, hem de
kız kardeşinin tecavüze uğradığını biz anlasak da
bunu net bir şekilde dile getirmeden anlatması ile
duyarlı bir sinemacı yaklaşımı sunuyordu. Bir kolunu
bombalamalarda kaybeden kızın filmi de bazı
yerlerde doğallıktan uzak olsa da kendi durumunu
acındırma için kullanmaması ile takdiri hak ediyordu.
American Sniper filmini izlerken gerçek hayatın
filmden daha etkileyici olduğunu fark eden çocukların
hikâyesi ise fazla klişe olsa da küçük çocukların
elinden çıktığını düşünürsek başarılı bir filmdi.
14:00 – Romanya sineması son yıllarda yükselişte
olan sinemalardan. Orizont Oteli (Orizont) da bu
sinemadan gelen bir suç filmi. Film bizi Romanya'nın
dağlarında bir otelin işletmesini devralan bir aile ile
tanıştırıyor. Uzun yıllar ülkesinin dışında çalışan
Lucian, ailesi ile birlikte bu otele yerleşerek yeni bir
yaşam kurmak istiyor. Ama daha oteli çalıştırmaya
başlamadan önce bölgede çeşitli yasadışı işleri
yönetmekte olan Zoli'nin adı kulaklarına çalınmaya
başlıyor. Film bir süre için Zoli'yi göstermeyerek, onu
güçlü ve gizemli bir figür olarak resmediyor.
Sonrasında olayın içine şahsen dâhil olması ile
Lucian ve ailesi ile Zoli ve adamları arasında giderek
yükselen bir gerilim tırmanmaya başlıyor.
Yönetmen Marian Crisan, iki taraf arasındaki gerilimi
yavaş yavaş ve sakince oluştururken belki tempoyu
biraz fazla düşürüyor ama ilişkilerin değişen
dengelerini de işin içinde katarak etkileyici bir finale
erişmeyi başarıyor. Neticede festivalin en iyilerinden
olmasa da izlenebilir bir filmdi.
69
16:30 – Patricio Guzmán'ın Sedef Düğme (El Bonon
de Nácar) filmi Ankaralı sinemaseverlerin uzunca bir
süredir bekledikleri filmlerden biriydi. Salonun
doluluğu da bu beklentiyi gösteriyordu. Önceki filmi
Işığa Özlem'de (Nostalgia for the Light) Şili'nin tarihi
ile astronomların Şili çöllerinde uzayla ilgili yaptığı
çalışmaları ortak bir paydada buluşturan Guzmán, bu
kez de suyu bir ortak payda olarak kullanarak Şili'nin
geçmiş dönemlerinde yaşamış yerlilerinden
başlayarak çok meraklı olduğu astronomi alanını da
es geçmeden kuyruklu yıldızlarda bulunan sulara
kadar uzanıyor. Önceki filminde çöl ve kumu kullanan
Guzman'ın bu kez okyanus ve suyu kullanması
tesadüf değil elbette. Darbe döneminde çöllere
gömülen insanlar gibi, helikopterlerden okyanusa
atılan insanlar da var.
Guzman'ın tarzını bilmeyen seyirci, tarih, astronomi ve
politika gibi kavramları aynı filmde eritmenin zor
olduğunu düşünebilir. Ancak Guzman bunu bir kez
daha çok etkileyici bir biçimde yapıyor. Klasik belgesel
kalıpları dışında, adeta şiirsel belgesel diyebileceğimiz
bu filmde aynı zamanda çok görkemli görsel
sahnelere de imza atıyordu. Rahatlıkla festivalin en
iyilerinden biri diyebileceğimiz Sedef Düğme, evde
küçük ekranda izlendiğinde aynı tadı vermeyecek
filmlerden. Festival ekibine bu filmi beyazperdede
izleme şansını verdiği için teşekkür etmeliyiz.
19:00 – Bu seans için Uçan Süpürge'deki Cadı Avı
filmi ile Ankara Film Festivali'ndeki Bin Başlı Canavar
(Un Monstruo de Mil Cabezas) filmi arasında çok
kararsız kaldım. Hatta Uçan Süpürge gösterimlerinin
gerçekleştirildiği Kızılırmak Sineması'na kadar gidip
sonradan Bin Başlı Canavar'da karar kılıp geri
döndüm. Rodrigo Plá'nın önceki filmlerinden La
Zona'yı çok sevmiş ve çok etkileyici bulmuştum.
Yönetmen hepimizin içinde bulunduğu ve bazen
yeterince dikkat etmediğimiz olaylar üzerinden giderek
bir sistem eleştirisine ulaşmayı beceriyor. Pla bu kez
sağlık sigortası olduğu halde masrafları
karşılanmayan kocasının dosyasını ilgili doktora ve
sigorta şirketinin yetkililerine elden götürerek bir
çözüm bulmaya çalışan, sistemin çarklarını farklı yöne
çevirmeyi başaramayınca da silahına davranan bir
kadını karşımıza getiriyor. Tek amacı kocasını
kurtarmak olan kadının kimseye zarar vermek gibi bir
niyeti yok ama dışardan öyle gözükmüyor elbette.
Pla, hikâyesini anlatırken kişileri hedef tahtasına
oturmaktan ziyade, genel olarak sistemi eleştiren bir
anlatım tutturuyor. Son derece sağlam şekilde
ilerleyen hikâyesi yanında filmin en başarılı
yanlarından biri de Pla'nın görüntü tercihleri.
Karakterlerini çoğunlukla başka bir karakterin
gözünden ya da belli bir mesafeden izleyen Pla, hiçbir
zaman kendimizi başkarakter ile özdeşleştirmemize
izin vermiyor ve seyirciyi gerçekten de seyirci
konumunda tutuyor ve en aksiyon dolu sahnelerde
bile seyirciyi olayın arka planı üzerine düşünmeye
yönlendiriyor. Hatta hasta olan kocayı neredeyse
hiçbir şekilde kadraja almaması bile olaya duygusal
açıdan yaklaşmak istememesinin bir göstergesi.
Haziran ayı sonunda kısıtlı sayıda salonda gösterime
giren film, muhtemelen Temmuz başında da
gösterimde olarak. Tavsiye edilir.
21:00 – Bu yılki festivalde süresi uzun filmlerin
sayısının çok fazla olduğunu geçen ay da belirtmiştim.
İşte Rabin'in Son Günü (Rabin, theLastDay) filmi de
153 dakikalık süresiyle bunlardan biriydi. İsrail
sinemasının önemli isimlerinden Amos Gitai, bu
uzunca filminde, ülkesinin hatta daha da ötesi Orta
Doğu tarihinin önemli olaylarından Yitzhak Rabin
suikastını incelemiş. İncelemiş diyoruz çünkü Gitai
adeta bir haber programındaymış gibi 4 Kasım 1995
70
1995 tarihinde gerçekleşen bu olayı farklı yönleri ile
karşımıza getirirken, günümüzde yapılan söyleşiler ve
o gün çekilen gerçek görüntüleri kullanırken bir
yandan da oyuncularla yapılan canlandırmalara yer
veriyor.
Gitai filmin önemli bir kısmında suikastı gerçekleştiren
kişinin o noktaya gelişini inceleyerek, Filistin ile
girişilen barış çabalarını ihanet olarak yorumlayan
bakış açısını eleştiriyor. Özellikle o dönemi bilenler
açısından etkileyici bir film ama süresinin uzunluğu
gerçekten zorluyor. Belki de günün son filmi olduğu
için bu hissi verdi ama 2 saatlik bir süre daha ideal
olabilirdi.
8 Mayıs Pazar:
11:30 – Festivalin Hamlet filmleri bölümünde yer alan
en ilginç yapımlardan biri, Mrduši Donjoj Köyü Hamlet
Sahneliyor (Predstava 'Hamleta' u Mrdusi Donjoj) idi.
1974 yılı Yugoslavya'sından gelen film, adından
anlaşılabileceği gibi bir köyde Hamlet sahnelenme
çabasını anlatıyor. Köyden bir kişi büyük şehre gitmiş
ve Hamlet'i izlemiş ve beğenmiştir. Köy kahvesinde
hikâyeyi kendinden de bir şeyler katarak anlatınca
köyün belediye başkanı bu oyunu sahnelemeye karar
verir ve köyün en eğitimli kişisi olarak öğretmenin
oyunu sahnelemesini ister. Elbette kendisi ve karısına
da oyunda önemli bir rol verilmesini ister. Bu arada
köyde bir yolsuzluk olayı da ortaya çıkar ve toplanan
paraların elinden geçtiği bir pozisyonda yer alan bir
adam bu yolsuzlukla suçlanır. Ama olayın arkasında
belediye başkanı vardır aslında. Yolsuzlukla suçlanan
adamın oğlunun Hamlet, onun sevgilisinin Ophelia,
belediye başkanının Kral, karısının da Kraliçe rolünde
yer alması oyunla gerçeğin iç içe girmesine yol açar.
Yönetmen Krsto Papic, bir yandan karşımıza çok
farklı bir Hamlet uyarlaması getirirken (Hamlet değil
Amlet hatta) bir yandan da dönemin politik atmosferi
üzerine de ciddi eleştiriler yapıyor. Başrolde gencecik
bir Rade Šerbedžija görmek de cabası. Aslında 70'ler
ve 80'lerde Yugoslavya'da tanınan bir isim olmasına
karşın bizim onu 1994 yılında Beforethe Rain ile
tanıdığımız düşünülürse bu filmde onu tanıdığımız
halinden 20 yıl önceki halini görüyoruz ki bu bile filmi
izlemek için yeterli bir sebep olabilir.
14:00, 16:30, 19:00 – Önümüzdeki üç seans için
Miguel Gomes'in üç bölümlük Binbir Gece (Arabian
Nights) filmlerini seçtim. Aslında bu filmler doğrudan
birbirleri ile bağlantılı değiller. Tıpkı Binbir Gece
Masalları gibi birbiri ile ilgisiz ya da çok az ilgili
hikâyeler anlatılıyor. Bu nedenle Huzursuz Adam,
Kasvetli Adam ve Büyülenmiş Adam alt başlıklarını
taşıyan filmler tek başlarına da izlenebilecek ve yorum
yapılabilecek filmler. Yine de tüm bu filmler bir şekilde
tek bir bütünün parçası oldukları ve yönetmen Miguel
Gomes de her filmin sonunda her üç filmin toplu
olarak indeksini verdiği için ben de toplu olarak
değerlendirmek istedim.
Üç filmin de ortak girişinde bu filmlerin Binbir Gece
Masalları'nın serbest bir uyarlaması olduğu ve büyük
bir ekonomik krizden geçmekte olan Portekiz'in 2015
yılındaki durumunu anlattığı söyleniyor. Ancak Gomes
bu girişten tahmin edilebileceği üzere sadece bu
ekonomik kriz üzerine eğilmiyor. Evet, bu üç filmdeki
hikâyeler içinde doğrudan bu konu ile ilgili bölümler de
var. Örneğin ilk filmde tersane işçilerinin sorunları
üzerine bir belgesel niteliğinde bir bölüm varken, ikinci
filmde bir köpeğin farklı sahipleri üzerinden günümüz
Portekiz'inden insan portreleri ortaya koyuyor. Üçüncü
filmde yine günümüz Portekiz'inden belgesel
niteliğinde uzunca bir bölüm var ama burada kuş
yetiştiricilerinin yarışmaları üzerine ciddi bir zaman
ayırarak toplumun bambaşka bir tabakasını karşımıza
getiriyor. Ancak hikâyeler sadece günümüz
Portekiz'inde geçmiyor. Bir bölümde Binbir Gece
Masalları'nın anlatıcısı olan Şehrazad'ı bir karakter
olarak karşımıza getirerek hikâyeyi yüzyıllar öncesine
taşırken Şehrazad ve babasını bir dönme dolaba
bindirerek zaman algısı ile oynamayı da ihmal
etmiyor.
Miguel Gomes'in, bu üç filmde en iyi yaptığı şeylerden
biri hemen her hikâyede farklı bir anlatım biçimi
kurması. Kimi zaman belgesel nitelikli, kimi zaman
kurmaca hikâyeler anlatırken, bazen tempoyu
hızlandırıyor, bazen yavaşlatıyor. Geniş kitleye sıkıcı
gelebilecek bölümler varken bir sonraki bölümde film
bir müzikal haline gelebiliyor.
71
Yukarda filmlerin indeksi dediğim gözlerden
kaçmamıştır. Gomes, filmlerine üç ciltlik bir edebiyat
eseri olarak yaklaşarak nasıl kitapların içindeki
bölümler sayfa sayıları ile verilirse, filmler içindeki
bölümleri de dakikaları ile vererek bir indeks
hazırlamış gerçekten. Bu edebiyat benzetmesi
özellikle üçüncü filmde iyice ön plana çıkıyor. Tüm
filmlerde ara yazılarla takip ettiğimiz bölümler var ama
üçüncü filmde bu iyice öne çıkıyor. Hatta hikâyelerden
birini neredeyse tümüyle yazılarla anlatılıyor ve adeta
beyazperdede bir hikâye okuyoruz.
Üç filmin toplam süresi 6.5 saati buluyor. Kimi zaman
izlemesi de seyirciden çaba gerektiren bir maraton
ama karşılığını da veriyor doğrusu. Ev sineması
koleksiyonuma alıp tekrar deneyimlemek istediğim
filmler olduğunu söyleyebilirim.
Ankara Film Festivali'nin bitmesi için bir seans daha
vardı ama bu seansta izleyebileceğin Denizdeki Ateş
(Fuocoammare) filmi vizyona gireceği için o zamanda
erteleyerek bu festivali kapadık.
19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri
Festivali
9 Mayıs Pazartesi:
13:30 – Aslında hiç öyle bir niyetim yoktu ama
programı inceleyince Ankara Film Festivali ve Uçan
Süpürge'yi bıçakla ayırmış gibi oldum ve 5 Mayıs'ta
başlayan Uçan Süpürge'ye ancak 9Mayıs'dadâhil
olabildim. Ama programdaki filmlerin bir kısmını
önceden başka festivallerde izlediğim için çok da film
kaçırmadım doğrusu.
Günün ve benim için festivalin ilk filmi Nojoom 10
Yaşında ve Boşandı (Ana Nojoom Bent
AlasherahWamotalagah) idi. Çok fazla bildiğimiz bir
sinema olmayan Yemen sinemasından gelen film, 10
yaşında bir kız çocuğunun 30'lu yaşlardan bir adamla
evlendirildikten sonra kaçıp bir mahkemeye
sığınmasını ve hâkime durumu anlatması sonrası
açılan boşanma davasını konu ediyordu.
2008 yılında gerçekten yaşanmış bir olaydan yola
çıkan film elbette doğru mesajlar veren iyi niyetli bir
film. Yemen'in ilk kadın yönetmeni olan Khadija Al-
Salami, çocuk gelinlere hayır mesajını yoğun bir
şekilde vurguluyor. Sorun şu ki, mesajlarınızın doğru
olması, filmi iyi bir film yapmıyor. Nojoom'u oynayan
küçük kızın doğallığı bir yana film çoğunlukla tek
boyutlu karakterler üzerinden yürüyor ve onları
canlandıran oyuncular da iyi performanslar ortaya
koyamıyorlar. Ayrıca film sürekli olarak mesaj
vermeye odaklandığı için işin sinemasal yönüne çok
önem vermiyor.
16:30 – Günün ikinci filmi Çarşamba Çocuğu
(SzerdaiGyerek) aynı yetimhanede büyümüş iki genci
karşımıza getiriyordu. Bu iki gencin bir de çocukları
olunca anne Maja, hayatına bir çeki düzen vermesi
gerektiğine karar veriyor ve bir kredi alıp küçük çaplı
bir iş kurma çabasına girişiyor. Sevgilisi ve çocuğun
babası Krisz içinse, ne Maja ne de çocuk çok önemli
değil. O hayatına devam edip ara sıra Maja ile birlikte
olmak istiyor.
Aslında filmin bir flashback ile açılması ve
karakterlerin ilk başta bize tanıtılış şekli bizi nasıl bir
hikâyenin beklediğini hemen gösteriyor. Bu açıdan
filmin bizi şaşırtan ya da beklenmedik bir olay örgüsü
yok. Ancak yönetmen Lili Horváth, filmi başarılı
kılacak doğru hamleler yaparken bir yandan da başrol
oyuncusu KingaVecsei'nin başarılı performansından
destek alıyor. Bu da filmi benzerlerinden bir adım öne
çıkarıyor. Yine de tam bir başarı olduğunu söylemek
zor.
19:00 – Son yılların öne çıkan yönetmenlerinden Mia
Hansen-Løve, yeni filmi Gelecek Günler (L'avenir) ile
Berlin'de en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı.
Sadece bu bile filmi merak etmek için yeterliyken
başrolde Isabelle Huppert'in oynaması merakları daha
da arttırıyordu.
Film tümüyle Huppert'in canlandırdığı felsefe
öğretmeni Nathalie'nin etrafında gelişiyor. Bu karakteri
perdede görmediğimiz sahne neredeyse yok gibi.
Orta yaşının sonralarına gelmekte olan Nathalie, artık
hayatını belli bir düzene oturttuğunu düşündüğü bir
72
anda hayatında bir takım değişikliklerle karşı karşıya
geliyor. Öğretmenlik yaptığı lisede öğrencilerin
gerçekleştirdiği eylemler ya da kitaplarını basan
yayınevinin değişen tavırları bu değişiklikler için ilk
göstergeler iken kocasının kendisini aldattığını
öğrenmesi ve annesinin hastalığı hayatı üzerinde
yeni kararlar alması gerektiğini gösteriyor.
Isabelle Huppert, her zamanki gibi rolünü büyük bir
başarıyla canlandırırken MiaHansen-Løve da değişen
döneme karşı ayakta kalmaya çalışan bir kadının
hikâyesini güçlü bir görsellikle karşımıza getiriyor.
Daha ilk günden Fipresci ödülü için önemli
adaylardan biri olduğu belli olan bu film, neticede
ödülü de alacaktı.
21:00 – Günün son filmi İsrail sinemasından
geliyordu. Dağ (Ha'har) adlı bu filmde dini kurallara
fazlasıyla bağlı olarak yaşayan bir aile karşımıza
geliyor. Zeytin Dağları'ndaki dünyanın en eski Yahudi
mezarlığının yanındaki bir evde yaşayan bu aile
yıllardır bu şekilde yaşamaya alışmış belki ama
kocası işe gittiğinde evde yalnız kalan Zvia son
zamanlarda yalnızlık hissini giderek daha fazla
hissediyor. Çünkü kocası ona olan ilgisini giderek
yitirmiş durumda. Zvia bir gece mezarlıkta cinsel ilişki
kurmakta olan bir çift görünce korku ile birleşen bir ilgi
ile onları izliyor ve sonrasında fahişeler ve onları
pazarlayan adamların mezarlığı mesken tuttuklarını
fark ediyor. Bir süre sonra bu iki taraf arasında sessiz
bir anlaşma kuruluyor. Zvia, onları izlemeye devam
ediyor, onlar da bunun farkındalar ama ses
çıkarmıyorlar. Bunun karşılığında Zvia da onlara
yemek yapmaya başlıyor.
Yönetmen Yaelle Kayam, bu ilk uzun metrajlı filminde
ağır tempolu ve sessiz sedasız bir anlatım kuruyor.
Film de kimi zaman seyirciyi içine almakta zorlanıyor.
Ancak başrolde Shani Klein'in başarılı oyunculuğunun
da katkısıyla kurulan başarılı karakter çalışması filmi
ilgi çekici hale getiriyor. Her ne kadar kendisini yalnız
hisseden kadın hikâyesi çok özgün olmasa da filmin
geçtiği mekân ve ailenin fazlasıyla tutucu olması
bildik bir hikâyeye farklı bir açılım getirmeyi başarıyor.
10 Mayıs Salı:
14:00 – Yönetmen Laura Bispuri, Yeminli Bakire
(Vergine Giurata) isimli bu ilk uzun metrajlı filminde
cinsel kimlikler üzerine ilginç bir hikaye anlatırken
Arnavutluk'ta hâlâ kabul gören bir geleneği de
öğrenmemize vesile oluyor. Balkanlarda farklı
ülkelerde de kabul görse de temel olarak
Arnavutluk'ta karşılaştığımız bu geleneğe göre bir
kadın, cinsellikten uzak kalmak üzere yemin ederse
kendisini erkek olarak tanımlayabiliyor. Kadın ve
erkek rollerinin geleneksel olarak tanımlandığı bir
toplumda kadın için biçilen anne olmak, yemek
yapmak, evi temizlemek gibi davranışları yapmak
zorunda kalmıyor, bir erkek olarak ava çıkabiliyor,
evin geçimini sağlayacak işler yapabiliyor ve daha
özgürce yaşayabiliyor.
İşte Alba Rohrwacher'in canlandırdığı Hana, genç
yaşta bu kararı almış ve kendisine Mark adını seçmiş.
Bu bir anlamda onun kaçış yolu olmuş. Kardeşi ise
kaçışı sevdiği adamla birlikte büyük şehre gitmekte
bulmuş. Yıllar sonra ailesinin ölümü üzerine
Arnavutluk'tan ayrılıp İtalya'ya kardeşinin yanına
giden Mark/Hana, bu büyük şehirde yıllar önce aldığı
kararı tekrar sorgulamak zorunda kalıyor. Yıllarca
kendisini erkek olarak kabul etmiş ve ettirmiş, ettiği
yemine de sadık kalmış ama ait olduğu çevreden
ayrılınca bu durum iyice zorlaşıyor.
Son yıllarda izlediğimiz filmlerinden iyi bir oyuncu
olduğunu bildiğimiz Alba Rohrwacher, nüansları olan
bu rolde yine gayet iyi. Rolünün gerektirdiği
kırılganlığı ve tereddütlü hali iyi yansıtmış. Ancak işin
içinde bir inandırıcılık sorunu olduğunu da
73
söylemeliyiz. Mark'ı tanıyan ve onun aldığı kararı
bilenlerin ona erkek olarak yaklaşması anlaşılabilir bir
durum ama onu ilk defa görenlerin de erkek olarak
algılaması çok inandırıcı değil. Her ne kadar Alba
Rohrwacher'in gösterişli bir fiziği olmasa da kadın
olduğu rahatlıkla anlaşılıyor. Bu durum özellikle filmin
başında hikâyeye adapte olmamızı biraz zorlaştırsa
da film ilerledikçe toparlanıyor ve bu ufak falsoyu
görmezden gelmemizi sağlıyor.
16:30 – Catherine Corsini yeni filmi Yaz Vakti (La
Belle Saison) ile bizi 1970'lerin Fransa'sına götürüyor.
Bir köyde ailesine çiftliklerinde yardım etmekte olan
Delphine, üniversite için Paris'e gidiyor. Burada
Carole ile tanışıyor. Kadın hakları hareketinin
canlandığı dönemler. Carole'un da etkisi ile Delphine
de bu harekete dâhil oluyor. Kürtaj karşıtlarına karşı
eylemler yapıyorlar, kadın tacizlerine karşı eylemler
düzenliyorlar, hatta ailesi tarafından bir akıl
hastanesine yatırılan eşcinsel bir erkek arkadaşlarını
oradan kaçırıyorlar. Filmin giriş kısmı çoğunlukla
Delphine'in köyünden çok farklı bir ortama uyum
sağlaması ile geçiyor ama Carole ile aralarında belli
bir çekim de hissediliyor. Delphine'in köyde de
lezbiyen deneyimleri olmuş. Carole'un erkek arkadaşı
olmasına rağmen bir noktada o da bu çekime karşı
duramıyor. Filmin büyük kısmını oluşturan aşk
hikâyesi de buradan sonra başlıyor. Yaz tatilinde
ikilinin köye gitmesi üzerine roller değişiyor ve bu kez
Carole kendisini yabancı bir ortamda buluyor. Paris'te
aşklarını daha serbest bir şekilde yaşarken köyde
herkesten saklanmak zorundalar.
Corsini, filminde dönemin atmosferini çok iyi
yansıtmış. Bir yandan özgürlükçü hareketler en üst
düzeye tırmanırken bir yandan da bazı kesimlerde
tutuculuğun devam etmesi, özellikle köyde
eşcinselliğin çok kötü karşılanmasının tezadı iyi
verilmiş. Bunun yanında iki kadının aşkı da son
derece güçlübir şekilde anlatılmış. İlişkinin gelişimi,
yaşanan sorunlar ve finalde gelinen nokta son derece
gerçekçi. Izïa Higelin ve Cécile De France gerçekten
de uyumlu bir ikili olmuşlar. İzlediğim anda Fipresci
için yarışan filmler arasında ön plana çıktığını ve
festival bitene kadar da favorim olduğunu
söyleyebilirim. Neticede kazanamadı ama bence
festivalin en iyi filmlerinden biriydi.
18:30 – Festivalin takip edemediğim bölümünde
yönetmen Anja Breien'in Zevceler (Hustruer)
üçlemesinin ilk filmi yer alıyordu. 1975 yapımı ilk filmi
izlemediğim için 1985 yapımı Zevceler – On Yıl
Sonra (Hustruer - ti åretter) filminde havada kalan
noktalar olacağını tahmin ediyordum. Yine de diğer
salonda izlediğim bir film olunca bunu tercih ettim.
İlk filmden tanımış olmamız gereken üç kadın, on yıl
aradan sonra mezunlar günü partisinde tekrar
buluşuyorlar. Partinin bitiminden sonra bu üç eski
dost geceye devam ediyorlar ve noel gecesini
beraberce bitiriyorlar. Bu esnada on yıllık arada
hayatlarında neler değiştiği, gençlik dönemlerindeki
hayallerini ne kadar gerçekleştirip
gerçekleştirmedikleri üzerine keyifli muhabbetler
ediyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse keyifli
konuşmalardı ama yine de baştan tahmin ettiğim gibi
bazı göndermeler çok boşlukta kaldı. Sanırım bu seri
hakkında ilk filmi de izleyip sonra yorum yapmak
daha anlamlı olacak.
20:30 – Günün son filmi olarak sırada
NaomiKawase'nin yeni filmi Umudun Tarifi (An) vardı.
Filme orijinal adını veren “an”, Japonya mutfağına
özgü bir yemek. İki pancake arasına doldurulan
kırmızı fasulye ezmesi ile yapılan bir yemek. Sentaro,
“an” yapan bir dükkânı işleten bir adam. Bir süredir
bu dükkânı işleterek ufak bir müşteri kitlesi de
oluşturmuş ama çok da tatmin edici değil. Pancake
yapımı konusunda sıkıntısı yok ama fasulye ezmesi
yapması için bir yardımcı arıyor. Günün birinde yaşlı
bir kadın olan Tokue işe başvuruyor. Yaşından dolayı
buna sıcak bakmayan Sentaro, kadının ısrarları
sonrasında bir şans vermeyi kabul ediyor ve onun
mükemmel bir fasulye ezmesi yaptığını fark ediyor.
Tabii ki onu işe alıyor ve işler büyümeye başlıyor.
Filmin ilk kısmında Kawase, karakterlerini bize yavaş
yavaş tanıtırken onlarla ilgili ipuçları veriyor. Bu
bölümde bir ara adeta yemek tarifi izler gibiyiz. Yaşlı
kadın, patronuna ve dolaylı olarak bize, fasulye
74
yaptığını fark ediyor. Tabii ki onu işe alıyor ve işler
büyümeye başlıyor.
Filmin ilk kısmında Kawase, karakterlerini bize yavaş
yavaş tanıtırken onlarla ilgili ipuçları veriyor. Bu
bölümde bir ara adeta yemek tarifi izler gibiyiz. Yaşlı
kadın, patronuna ve dolaylı olarak bize, fasulye
ezmesi yapmanın inceliklerini detaylı olarak anlatıyor.
Ancak film ilerledikçe bu iki karakter birbirlerine sıkı
bir bağla bağlanıyorlar ve geçmişlerini açıyorlar. Bu
kısım filmin ilk bölümünü de daha değerli hale
getiriyor. Bu kısımlarda filmden adeta bir roman tadı
alıyorsunuz ve dükkânın genç müşterilerinden birinin
de hikayeyedâhil olması ile film insanın içine huzur
veren bir finale doğru ilerliyor.
11 Mayıs Çarşamba:
14:00 – Uçan Süpürge'nin yarışmalı bölümünde yer
alan Martılar (Chaiki) tam da zaman zaman festival
filmi olarak tanımladığımız filmlerden. Film, kocası
Hazar denizinde ava gittiğinde sürekli olarak evde
kalıp onu bekleyen bir kadın olan Elza hakkında.
Elza, aynı zamanda piyano öğretmenliği de yapmakta
ama çevre onu kendi başına bir bireyden çok bir eş
olarak konumlandırmakta. Aslında mutlu bir evlilikleri
de yok ama Elza kocasını terk edecek cesareti de
bulamıyor. Günün birinde kocası avdan dönmeyince
Elza üstelik hamile iken kendini bambaşka bir
durumda buluyor. O artık kendi ayakları üzerinde
durmak zorunda olan bir kadındır.
EllaManzheeva, hikâyesini son derece sessiz ve
sakin anlatmayı seçen yönetmenlerden. Filmin ağır
temposu zaman zaman seyircilerden de sabır istiyor.
Ancak filmin çok başarılı görüntüleri ilgiyi ayakta
tutuyor (görüntü yönetmeni de yönetmenin eşi bu
arada). Bu ağır tempo içinde birkaç sahne özellikle
dikkat çekiyor. Örneğin Elza'ya bir süredir ilgi
duymakta olan bir adamın kocasının yokluğunu fırsat
bilip ona yaklaşma çabasına karşı tepkisi o kadar hızlı
ama gösterişsiz çekilmiş ki o an perdeye
bakmazsanız kaçırabileceğiniz bir an ama filmin en
sevdiğim anlarından biri oldu. Filmin diğer bir artısı da
başroldeki Evgeniya Mandzhieva. Son derece
ekonomik bir oyunculuk sergileyen Mandzhieva'nın
aslında bir model olduğunu öğrenmek şaşırtıcıydı.
Yılların oyuncusu izlenimi vermesi bir yana, ilk filmi
için böyle bir tercih yapması da takdir edilesi. Hem
yönetmen, hem de oyuncunun adlarını bir köşeye
yazın derim.
16:00 – Festivalin en keyifli filmi hangisiydi diye
sorarsanız hiç düşünmeden Zouzou diyebilirim. Üç
farklı kuşaktan 6 kadının hayatlarına bakan film için
cinsellik etrafında dönen bir komedi diyebiliriz. Ailenin
en büyüğü, büyükanne Solange'ın kızlarına âşık
olduğunu açıklaması sonrasında kızları küçük çaplı
bir şok yaşarlar. Bunun sonrasında 14 yaşındaki torun
Zouzou'nun odasında erkek arkadaşı ile seks yapıyor
olması da ikinci bir şoku yaşatıyor. Üstelik sonradan
onu odasında da bulamıyorlar. Büyük bir çoğunluğu
Zouzou'yu aramakla geçen filmde aslında bu arama
yönetmenin anlattıkları için bir bahane. Bu arama
sürecinde büyükanne ve kızların cinsellik üzerine pek
çok sohbetlerini izliyoruz.
Komedi kalıplarında anlatılan bu hikâyeyi izlerken bir
yandan da ne kadar farklı kültürler içinde
yaşadığımızı düşünmeden edemiyoruz. Örneğin
ailenin Zouzou ile ilgili temel sorunu 14 yaşında
cinsellik yaşıyor olması değil. Bunu gayet normal
karşılıyorlar. Sıkıntı kızın ortadan kaybolmuş olması
ve yeterli cinsel eğitimi alıp almadığına dair akıllarda
olan soru işareti. İşin ilginci kamera Zouzou'ya
döndüğünde onun gayet olgun bir şekilde,
heyecandan erken boşalmış olan erkek arkadaşını
teselli ettiğini görüyoruz. Film genç yaştaki cinselliğe
hoşgörü ile yaklaştığı gibi büyükannenin yaşadığı
75
cinselliğe de aynı şekilde yaklaşıyor ve cinsellik doğru
kişiyle olduğu sürece herkes için doğal bir olgudur
noktasına geliyor.
Film boyunca tüm oyuncuların çoğunlukla diyaloglara
dayalı rollerinde son derece başarılı olduklarını
söylemek mümkün. Komedide önemli bir unsur olan
zamanlama konusunda da doğru tercihler yapılmış.
Zouzou, belki sinemasal açıdan çok önemli bir film
değil ama gayet keyifli ve kahkaha dolu bir buçuk saat
geçirtebilecek bir film.
18:30 – Sırada dün ikincisini izlediğimiz Zevceler
üçlemesinin son filmi vardı. Zevceler III (Hustruer III)
adını taşıyan bu filmde, önceki filmlerde tanıştığımız
üç kadın arkadaşı bu kez 50'li yaşlarda görüyoruz.
Yukarda ikinci film için yazdığım yorumda ilk filmi
bilmemenin belli bir boşluk yarattığını belirtmiştim.
Üçüncü film için de aynı durum söz konusu olsa da bu
kez yönetmen Anja Breien, belki de ikinci filmdeki bu
hissi fark ettiği için eski filmlerden bahsedildiğinde
zaman zaman o filmlerden sahneleri de göstermekten
çekinmemiş. Bu sayede o boşluk hissi biraz dolmuş
ve karakterlerin geçmişe yönelik göndermeleri daha
anlaşılır olmuş. Aynı oyuncuları 20 yıl önceki ve
sonraki halleri ile görmenin farklı bir his yarattığını da
söylemek gerek.
Filmin tarzı ikinci filmle (ve muhtemelen ilk filmle de)
aynı. Karakterlerimiz arada geçen yıllarda başlarından
geçenlerden, mutluluklarından ve hayal
kırıklıklarından bahsediyorlar. Keyifli bir filmdi ama
yine de ikinci filmle aynı şeyi söyleyeceğim. Hepsinin
temeli ilk filmde atıldığı için onu izlemeden yorum
yapmak çok sağlıklı olmayacak.
20:30 – Günün son filmi olan Devrimciler (Pionery-
Geroi), 1987 yılında henüz çocuk yaşlarda Sovyetler
Birliği'nde devrimci olma hayalleri kuran üç arkadaşın
hikayesi. Komünist sistemin etkili olduğu bu yıllarda
çocuklar partiye en iyi şekilde hizmet etmek, suçluları
cezalandırmak ve kötülüğün kaynağı olan batıdan
gelen casuslara karşı tetikte olmak idealleri ile
yetiştiriliyorlar. Olga, Katya ve Andrey adındaki bu üç
arkadaşın biri hayatını insanlığa yararlı bir şeyler icat
ederek geçirmek istiyor, diğeri sürekli olarak çevrede
bir takım casuslar, kendilerine zarar verecek adamlar
görüyor. Sonuncusu ise ailesindeki ufak tefek suçları
partiye ve ülkeye karşı işlenmiş çok önemli suçlar
zannediyor ve onları ihbar edip etmemek ile ilgili kendi
içinde bir vicdan çatışması yaşıyor. Bu üç arkadaşı
günümüzde gördüğümüzde ise çocukluklarındaki
hayallerinin onları ciddi şekilde etkilediğini görüyoruz.
Panik ataklar, toplumdan uzaklaşmak, hayata karşı
tepkisiz kalmak günlük yaşamlarının parçası olmuş
adeta.
Yönetmen NatalyaKudryashova, kendisinin de dâhil
olduğu bir kuşağın yaşadıklarını belki de işin içine
otobiyografik ögeler de katarak çok içten bir bakışla
anlatmış. Zaten ana karakterlerden Olga'yı da kendisi
canlandırıyor. Geçmiş ve bugün arasında sürekli
olarak gidip geliyoruz ama zaman geçişleri çok yerli
yerinde kullanılmış. Geçmişin bugünü etkilemesini
başarılı bir şekilde veren bir senaryo matematiği var
filmin. Ancak son bağlantıyı kurmak için finalde
yapılan hamle bir miktar fazla geldi bana. Benzer bir
finale farklı şekilde de varılabilirmiş. Yine de
Devrimciler, festivalin iyi filmlerinden biriydi.
Günü bu iyi filmle kapadıktan sonra eve gelince kötü
bir haber aldık. Sinefil arkadaşlarla kurduğumuz
WhatsApp grubunda söylendiğine göre festivalin
gerçekleştiği Kızılırmak Sineması kapanıyormuş.
Başka birine devredilmiş ve devralan kişinin ne
yapacağı belli değilmiş.
12 Mayıs Perşembe:
Dün gece aldığımız kötü haber sonrasında buruk bir
hisle Kızılırmak Sineması'nın yolunu tuttuk. Sinemaya
gidince bir de baktık ki bu haber üzerine sinema
kapanmadan harekete geçip bir belgesel çekmek
isteyenler de var. Onlara da ufak söyleşiler de verdik.
Buruk bir günün ilk saatleri başlamıştı.
Hemen şu notu da düşelim. Kızılırmak Sineması'nın
kapanacağı haberini sosyal medyadan da
paylaştıktan sonra bu konuyu sinema yönetimine
soran arkadaşlara kapanma diye bir durumun
olmadığı, sadece festival sonrasında sinemanın
tadilata gireceği söylenmiş. Sinemanın Facebook
hesabında da bu yönde bir açıklama yapıldı. Bu
yazının yazıldığı tarih itibariyle de sinemanın
kapısında halen tadilat ibaresi var. Umalım ki doğru
76
olan budur ve Kızılırmak Sineması da şehrin kaybolan
değerleri arasında yerini almaz.
13:30 – Gelelim son günün ilk filmine. Festivalin
belgesel bölümünde yer alan Kuzey Bölgesi (Zona
Norte), Brezilya'nın en geri kalmış mahallelerinde
çocuklara eğitim vermek için uğraşıp didinen
YvonneBezerra de Mello'nun geliştirdiği proje ile ilgili
bir belgesel. Çoğunlukla cinsel kimlik rolleri üzerine
belgeselleri ile tanıdığımız yönetmen Monika Treut,
on beş yıl önce aynı bölgede yine de Mello ile bir
belgesel gerçekleştirmiş ve projenin ilk adımlarını
belgelemiş. Yönetmen on beş yıl sonra hem projenin
geldiği noktayı, hem de ilk filmdeki çocukların
bugünkü durumlarını inceliyor.
Kuzey Bölgesi'nin sinemasal olarak bildik belgesel
kalıpları dışına çıktığını söylememiz zor. Ele aldığı
kişilikleri günlük yaşamlarında izlemek ve onlarla
söyleşiler yapmak dışında çok farklı bir yaklaşımı yok.
Ancak filmde anlatılanlar önemli elbette. Ne kadar
olumsuz bir ortamda yetişirlerse yetişsinler çocuklara
doğru bir eğitim vermenin, bu çocuk anlamaz diye
kesip atmaktansa her bir çocuğu ayrı bir birey olarak
ele alıp, ona nasıl öğretebilirim diye düşünmenin ne
kadar önemli olduğunu anlatmayı başarıyor. En
önemlisi bu çabanın toplumu değiştirmek için de belki
küçük ama önemli bir çaba olduğunu da gösteriyor.
18:30 – Festivalin son günü gösterilen filmleri genelde
izlemiştim. Zaten salonların birinde kapanış töreni
olduğu için film sayısı da azalmıştı. Bu yüzden son
günü iki filmle kapadım. Diğer salonda kapanış töreni
varken izlediğim film, Nahid adını taşıyordu. İran
sinemasından gelen bu film yine tek başına ayakta
kalmaya çalışan bir kadını anlatıyordu. Nahid,
kocasından boşanmış bir kadın. Normalde İran'da
çocuğun velayeti babaya veriliyor. Nahid 10 yaşındaki
oğlunun velayetini almayı başarmış ama bunun bir
bedeli var. Eğer Nahid başka bir erkekle beraber
olursa, evlenirse velayet babaya verilecek. Günün
birinde Nahid'i seven ve onunla evlenmek isteyen bir
adam ortaya çıkınca işler karışıyor. Üstelik Nahid de
ona karşı boş değil ama evlenmesi de mümkün
gözükmüyor.
İran sineması üzerindeki baskıya rağmen kadın
hikâyelerini ve kadın-erkek ilişkilerini anlatmakta çok
başarılı bir sinema. Belki de sinemacılar bu baskıların
üstesinden gelmek için başka çözümler bulmak için
kafa yordukları için böyle. Burada da özellikle Nahid
ve yeni erkek arkadaşının ilişkilerinde bir türlü yan
yana gelememe, herkesten kaçma hissiyatı başarılı
bir şekilde verilmiş. Anne-oğul arasındaki ilişkinin inişli
çıkışlı halinin de başarılı bir şekilde yansıtıldığı
söylenebilir. Festivali kapamak için iyi bir filmdi
neticede.
Böylece 14 günlük festival maratonunu iki aya yayılan
yazılarla bitirmiş olduk. Yazın festivallere ufak bir ara
veririz. Önümüzdeki festivallerde görüşmek üzere.
77