80
Temmuz 2016 sayı 106 ÇİZGİ ROMAN, SİNEMA, BİLİM KURGU VE FANTASTİK EDEBİYAT DERGİSİ

Gölge e-Dergi 106. sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Gölge e-Dergi 106. sayı

Temmuz 2016 sayı 106

ÇİZGİ ROMAN, SİNEMA, BİLİM KURGU VE FANTASTİK EDEBİYAT DERGİSİ

Page 2: Gölge e-Dergi 106. sayı

Sayı:

106www.golgedergi.com

[email protected]

Genel Yayın Yönetmeni:Mehmet Kaan SEVİNÇ

Editör ve Grafik Tasarım:Mustafa Emre ÖZGEN

Yayın Kurulu:Ahmet YÜKSEL, Sadık YEMNİ,

Hasan Nadir DERİN, Gülhan SEVİNÇ,Mehmet Berk Yaltırık, Melahat YILMAZ

Redaksiyon:Ecehan BİÇEN

Kapak:Rıza TÜRKER

Arka Kapak:Mehmet Kaan SEVİNÇ

http://twitter.com/GolgeDergihttp://issuu.com/GolgeDergi

http://golgedergi.deviantart.com/

İÇİNDEKİLER

2

7

12

15

17

21

25

29

30

33

38

43

50

55

58

64

68

ÖYKÜ: Akbabalar ve Sırtlanlar

HABER: Bursa’da Bir Şeyler Oluyor

ÖYKÜ: Tepedeki Bar, 6. Kısım

İNCELEME: Groucho ya da Arşak

ÖYKÜ: Süperbalık Tâcı

İNCELEME: Berserk

ÖYKÜ: Anadeniz Hükümdarları I

Edi ile Büdü

ÖYKÜ: Bu Senin Kaderin

Psikopat Anne 2. Bölüm

İNCELEME: Shoujo Kakumei Utena

ÖYKÜ: Timsahın Şöleni

İNCELEME: Escoflowne

ÖYKÜ: Tefrika III

ÖYKÜ: İki Şerhin Hikâyesi

ÖYKÜ: Mi Şah

Ankara’da Mayıs Festivalleri 2. Bölüm

Gölge e-Dergi internettenyayın yapan özgür ve

özgün içerikli tam bağımsız

bir dergidir.

Page 3: Gölge e-Dergi 106. sayı

Geç�ğimiz ay biz ve arkadaşlarımız için oldukça

hareketli geç�.

İlerleyen sayfalarda bolca yer verdiğimiz üzere,

Bursa'da ilk kez “Beleş Çizgi Roman Günü ve Cosplay

Etkinliği” düzenlendi.

İstanbul, Ankara ya da İzmir dışında da bu tarz

ekiplerin ortaya çıkması, hem çizgi roman, hem de

çizgi romanla bağlan�lı diğer alanların gelişmesi için

oldukça faydalı.

Öte yandan yazar ve çizerleri için de oldukça yoğun bir

ay oldu.

Aramıza yeni yazarlar ka�ldı. Ramazan Aykılıç ve

Buket Yıldırım Kantaroğlu'na hoş geldiniz diyorum.

Hekate Pususu'ndan tanıdığımız Teğmen Halil'in

maceraları, Timsahın Şöleni'nde devam ediyor.

Çizerlerimizden Tolga Tanyel küçük bir sağlık sorunu

yaşadığı için bu ay dergimizde yer alamadı. Sağlığına

hızla kavuşan Tanyel'e geçmiş olsun diyoruz.

Önümüzdeki ay yine bizimle olacak.

Bir diğer arkadaşımız Meryem Yavuz ise çizerliğini

profesyonel hale ge�rmek adına hazırlandığı yetenek

sınavlarından başarı ile çık�. Tercih edeceği

üniversitelerden birinde eği�me başlayacak. Onu da

tebrik ediyoruz.

Bendeniz Mustafa Emre Özgen, Mehmet Kaan Sevinç

ile çene çalmaya devam e�. Edi Büdü sayfalarında

görebileceğiniz sadece bir kısmı. Belki benim de

benzer bir sayfa hazırlamamın zamanı gelmiş�r!

Önümüzdeki bayramı “Gölge”de geçirmeniz dileğiyle,

gelecek ay görüşmek üzere.

Şimdiden herkese iyi bayramlar!

Editör Konuşuyor!

Page 4: Gölge e-Dergi 106. sayı

AKBABALAR VE SIRTLANLARYazan

Atilla BİLGENİllüstrasyon

Cihan Oğuz DEMİRCİ

Köylülerin şikâyeti üzerine Mehmet Hoca ilçe müftülüğüne çağırılmış ve tayininin çıktığı kendisine tebliğ

edilmişti. Elinde atama emriyle minibüsten indiğinde sürgün edildiğini köyde duymayan kalmamıştı. Hakkında

konuşulanları duymazlıktan gelerek camiye doğru ilerledi. Tam o sırada karşısına muhtar çıktı. Ellerini arkasına

kenetlemişti. Yüzünde ise karşısındakini hor gören, aşağılayan bir gülümseme vardı. Mehmet Hoca'ya tepeden

bakmak istercesine parmaklarının ucuna bastı ama boy fakiri olduğundan bir işe yaramadı. Bu ezikliğin acısını iri

cüssesiyle kapatmak istercesine kabardı. Nefesi leş gibi soğan kokuyordu. Mehmet Hoca yüzünü buruşturup

başını yana kaçırdıysa da Muhtar bunu umursamadı, aksine daha çok yaklaştı.

“Müsaadenle.” dedi Mehmet Hoca.

“Acelen ne?” diye sordu Muhtar “geç kalacah bir işin mi galdı? Ha ha ha”

Bir an, ama sadece bir an küçüklüğünden beri kendisine öğretilen değerleri unutmayı ve muhtara

anlayacağı dilden cevap vermek istedi. Ardından böyle düşündüğü için hemen tövbe etti. Nefret dolu bakışlarını

görmemek için gözlerini yumdu, soğan kokulu nefesini hissetmemek için soluğunu tuttu ve mağrur bir edayla

gülümseyerek “Elbette işim var” dedi.

“Bah şincik çoh merah ettim! Neymiş bu iş?”

“Unuttun herhalde. İmamım ve namaz vakti yaklaştı. Cemaat bekler beni.”

“Görevin govulmuş imamın cemaate önderlih yaptıhı nerede görülmüş?”

Yanıt vermedi. Gözü Muhtar'ın ön dişlerinin arasına sıkışan maydanoza takılmıştı.

“Ne o doğruları duyunca sesin soluhun kesildi.”

“Efendim!”

“Köyde görevinden govulduhunu duymayan galmadı Mehmet Efendi! Artıh o zehirli düşüncelerini kimseye

aşılayamayacahsın.”

“Yeni bir imam tayin edilene kadar görevimin başındayım.”

“Görevin govulmuş bir imamın arkasında mı secde duracağız! Bah bah… Öyle şeyin mümgünatı yohtur.

Haydi ufak ufak evinin yolunu tut ve eşyalarını topla.”

“Ya cemaat? Kim kıldıracak onlara namazı?”

Mehmet Hoca haklıydı. İmamsız bir camiye kimse gelmezdi. Köşeye sıkışmış olmanın verdiği tedirginlikle

etrafına bakındı. Yağlı yüzünde biriken terler yanağından aşağıya doğru yavaşça süzülürken sokağın başında

beyaz cübbeli bir adam belirdi. Kim olduğunu görebilmek için gözlerini kıstıysa da, tek seçebildiği ayrıntı siyah

sakallar oldu. Mehmet Hoca da onunla birlikte dönmüş gelen adama bakıyordu. İri cüsseli, beyaz cübbeli, siyah

sakallı adam yanlarına iyice yaklaştığında Muhtar'ın yüzü aydınlandı. Kollarını iki yana açarak “Kul sıkışmayınca

Hızır yetişmemiş derlerdi de inanmazdım. Hoş gelmişsin sefalar getirmişsin Maşallah Hocam” diyerek adama

sıkıca sarıldı. Ardından Mehmet Hoca'ya dönüp “Artıh merah etmene hiç gereh kalmamıştır. Camimiz Maşallah

Hoca'ya emanet. Yeni imam tayin edilene kadar burayı o idare edeceh.” dedi.

“Bu adam kim? Camiyi nasıl emanet edebilirim? Hem müftülükte buna razı olmaz.” diye itiraz etti Mehmet

Hoca.

“Maşallah; dini bütün, ilmi kuvvetli bir hocamızdır. Kendisine ben kefilim. Müftü zaten yakın dostumdur.

Maşallah Hoca'nın yeni imam tayin edilene kadar cemaate önderlik yapmasına itiraz etmez. Tabii bütün iş

hocamızın kabul etmesinde” dedi muhtar.

“Konuyu pek anlayamadım. Sorun nedir?” diye sordu Maşallah.

2

Page 5: Gölge e-Dergi 106. sayı

3

Page 6: Gölge e-Dergi 106. sayı

Muhtar yanıt vermeden önce dönüp Mehmet Hoca'ya baktı. Başını geri çevirdiğinde kötü bir tat

almışçasına yüzünü buruşturmuştu. “Şu gördüğün imam… Gerçü imam demehten de utanırım… Neyse bu adam

şeytani fikirlerini cemaate yaymaya çalıştığından dolayı govuldu. Buna rağmen utanmadan kalmış hâlâ namaz

kıldırmaya çalışıyor. Hele dinine imanına söyle Hocam, Allah'ın rahmetinden uzah bir insanın böyle bir görevde

bulunması vacip midir?” diye sordu muhtar.

“Asla ve kat'a.” dedi Maşallah.

“Tövbe de muhtar. Tüm bunların iftira olduğunu sen de en az benim kadar iyi biliyorsun” dedi Mehmet Hoca.

“Öyle mi? Allah Allah hiç haberim yoh! Maşallah Hocam bu adam var ya bu adam ölenlerin arkasından Allah

rızası için bir Kuran bile okumuyor. Dinine imanına söyle hocam, bu vacip midir?

“Asla ve kat'a.” dedi Maşallah.

“Şunu bir türlü o kalın kafanıza sokamadım. Kuran ölüler için değil diriler için indirilmiş bir kitaptır. Yaşarken

Kuran-ı Kerim okumadıktan sonra, isterseniz her gece ruhlarınıza okunsun fayda sağlamaz. Ölülere Kuran

okumak, trafik kazasından ölen birinin kulağına trafik kurallarını fısıldamaya benzer.”dedi Mehmet Hoca.

“Bah hâlâ konuşuyor.”diye söylendi Muhtar.

“Anlamını bilmeden okumak ve hayata yansıtmamak; reçetede yazılan ilaçların ismini okuyarak hastanın

iyileşmesini istemekle eşdeğerdir.”.

“Tövbe de. Arapça okumanın ayrı bir sevabı vardır.” dedi Maşallah.

“Anlamını bilmedikten sonra ne işe yarar o sevap?” diye sordu Mehmet Hoca.

“Artı bu adam mevlide de karşı hocam. Ne kadar zorlasah zorlayalım okumuyor! Dinini imanına söyle

hocam bu vacip midir?”

“Asla ve kat'a. Bilmediğindendir… Cahillik işte.” dedi Maşallah.

“Okumam elbet. Süleyman Çelebi'nin peygamberimize duyduğu sevgiyle yazdığı bu şiirin diğer şiirlerden

ne farkı var? İnsanların bunu ibadet hale getirmesi ve bundan çıkar sağlaması beni rahatsız ediyor.

Hazmedemiyorum.”

“Gördün değil mi Maşallah Hocam. Şimdi dinine imanına söyle böyle bir adamın camimizde imamlık

yapması vacip midir?”

“Asla ve kat'a.”

“Bu durumda bize yardım edeceh misin Hocam?”

“Asla ve… Yani ne desem şimdi? İşlerim de aksine bugünlerde çok yoğun. Beni öyle zor durumda bıraktın

ki…”

“Hocam lütfen bizi kırmayın.”

“Köyünüz yolumun üstündeydi. Geçerken bir merhaba diyeyim, acı bir kahveni içeyim diye uğradım.

Yardımıma ihtiyacı olan nice köyler sırada beklerken onları atlamak, takdir edersin pek münasip olmaz.”

“Olur hocam olur. Çünkü bizim köy imamsız. Çünkü bizim köy gariban. Çünkü bizim köy senin irfanına

ilmine aç. Yeni imam gelene dek bizi idare et hocam. Kurda kuşa ve dahi bu mendebura muhtaç etme. Emeğinin

gerçek hakkını ödememiz elbette mümkün değil; ama yine de köylümüzün eli açıktır. Seni mağdur etmeyiz.”

“Öyle mi? Ne kadar açık?”

“Buyur?”

“Yani ilme ne kadar açıksınız? Sonra emeğim boşa çıkarsa üzülürüm.”

“Yüzünüzü kara çıkartmayacah kadar açıh! “

Muhtarın bu sözleri söyledikten sonra göz kırptı. Maşallah mesajı havada kapmıştı. Uzun siyah sakalını

sağ eliyle sıvazlayıp, “O zaman Allah rızası için kalayım bari.”dedi.

Muhtar akşam ve yatsı namazları boyunca Maşallah Hoca'nın yanından hiç ayrılmadı. Her gördüğü insana

Maşallah'ın özelliklerini uzun uzun anlattı ve her seferinde sözlerini gözlerinde iki damla yaş, dudaklarında

4

Page 7: Gölge e-Dergi 106. sayı

“Bu günleri bize gösteren Allah'a şükürler olsun.” kelimeleriyle bitirdi. Akşam el etek çekilince Maşallah'ı

evine götürdü. Karısını ve çocuklarını gündüzden annesine göndermişti. İçeri girer girmez perdeleri sıkı sıkıya

kapattı ve “İçiyoruz değil mi?” diye sordu. Sağ eli uzun kara sakalında yukarı aşağı gidip gelirken “Sorman günah.

Doldur da hararetimiz sönsün” dedi. İlk dublelerini; kâh karınlarını doyurarak kâh sağdan soldan konuşarak içtiler.

Muhtar boşalan bardakları yeniden doldururken “Anlat bakalım yine neyin peşindesin?” diye sordu Maşallah.

“Heeeç. İmamsız kalmıştık. Seni bulduh ve iş bitti. Her şey bu kadar basit.”

“Öyle mi? Ben de inandım. Bana bak muhtar ikimiz de birbirimizin ne bok olduğunu çok iyi biliriz. Şimdi

bırak bu palavraları da ne dolaplar çeviriyorsun anlat bakalım.”

“Bir şey çevirdihim yoh. Köylü Mehmet Hoca'dan memnun değildi. Ben de gitmesi için aracı oldum.

İmamsız kalınca da Allah seni karşıma çıharttı.”

“Ulan şerefsiz söylediklerinin hangi birini düzelteyim. Birincisi ben ne imamım ne de hocayım. Sakal ve

cübbe sayesinde günü kurtarmaya çalışan dolandırıcının tekiyim. Bunu da en iyi bilen de sensin. Durup dururken

eski defterleri açtırtma bana. İkincisi Mehmet Hoca iyi ve dürüst bir adama benziyor. Senin hangi işine çomak soktu

da gönderdin? Hele bunları bir anlat bana.”

“Sayemde aç karnını doyuracahsın. Şükredecehine kalkmış hesap soruyorsun. Dünyanın çivisi çıkmış

be… Hele deyiver bakalım; ne arıyorsun burada? Yine kimden kaçıyordun?”

“Kaçtığımı nereden çıkarttın? Alt tarafı çocuğu olmayan kadına birazcık yardım ettim.”

“Muska mı yazdın deyyus?”

“Be muhtar hâlâ çocuğun muskayla mı olduğunu sanıyorsun?”

Ağız dolusu kahkaha attılar. Ardından kadehleri tokuşturup içtiler. Daha doğrusu muhtar bolca içti Maşallah

dudaklarına sürüp geri çekti. Muhtarın bardağı boşaldıkça tazeledi, tazeledikçe kafası dumanlandı,

dumanlandıkça dili çözülmeye başladı.

“Şimdi o şeeereffsiz var ya o şeeerefsiiz, imam değil sanki denetleme memuru. Sana ne ulan kavaklardan.

Bozarsan düzenimiii bozarım düzenini. Ne oldu şimdi o kavaklar? Girdi mi müsait bir yerine?”

“Sayende girmiştir.”

“Gireecehhh elbet. Müftülüğe köylülerin ağzından tek tek dilekçe verdim. “İstemiyoruz.” dedim.

“Süüüürün.” dedim. Süürdüüler. Hâlbuki dediğimi yapsaaaaydı ihyaaaa olurdu ihyaaaa.”

Sarhoş olmasına karşın Maşallah'ın merak ettiklerinin ağzından kaçırmadı. Zorladı; işe yaramadı. Boşalan

kadehini doldurdu; sadece dili peltekleşti. Sonra da sızıp kaldı. Maşallah o gece hiç uyumadı. O gece sadece

düşündü. Tan ağarırken de evden çıkıp camiye gitti ve sabah namazını kıldırdı.

Sabah muhtar ilçeye gitti ve tanıdıklarını araya koyarak geçici de olsa Maşallah'ın imam olmasını sağladı.

O günden sonra Maşallah herkesin yardımına koştu. Tatlı dili hoş sohbeti sayesinde kısa zamanda köyün en çok

sevilen kişileri arasına girdi. Dini bilgisinin azlığına karşın nüktedan ve hazırcevaptı. Bu özelliği sayesinde

cemaatin sorduğu her sorunun altından başarıyla kalktı. Bu arada Mehmet Hoca'yı ihmal etmedi. Boş kaldığı her

vakit soluğu onun yanında aldı ve sürekli alttan alarak güvenini kazandı. Tayin olduğu yere gideceği gün

vedalaşmak için yine yanına gitti. Bir müddet sağdan soldan muhabbet ettikten sonra “Hocam muhtar hakkında

ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

“Neden sordun?”

“Valla Hocam tanışıklığımız çok eskilere dayanır, ama yıllardır görmüyordum. Çok değişmiş. Günahını

almayayım lakin dini imanı para olmuş gibi. gibi geldi.”

“Doğru tespit etmişsin. Leşlerle beslenen bir akbabadır.” dedi ve durakladı. Bir süre anlatıp anlatmamakta

tereddüt yaşadıktan sonra “Sürgün yememin sebebi de odur. Caminin kavaklarını ona yedirseydim… Neyse sen

sen ol ondan uzak dur.” diye ekledi.

“Nasıl yani? Ne kavağı Hocam? Hiçbir şey anlamadım.

“Meraklanma yakında anlarsın. Bak şimdi zamanında hayırsever bir vatandaşımız camiye büyük bir arazi

hibe etmiş. Büyük bir bölümü kavak ağaçlarıyla dolu. Sırf oradan gelecek gelirle yedi sülalen doyar. Bu araziler

camide görev yapan imamın üzerine zimmetli. Kavakları el altından satalım, paranın ufak bir bölümünü camiye

5

Page 8: Gölge e-Dergi 106. sayı

geri kalanını cebe atalım diye bana yanaştı. Tabii ki reddettim. O da hakkımda türlü dedikodular çıkartıp

tayini çıkarttı. Şimdi senin peşine düşer. Aman diyeyim dikkatli ol.”

Mehmet Hoca'nın gitmesinin üzerinden bir ay geçmemişti ki, muhtar Maşallah'ı yemeğe çağırdı ve laf

arasında kavaklardan bahsetti. O an konuşmasını kim dinlese arazinin dağ başında olduğuna, içindeki birkaç

kavak ağacından gelecek gelirin caminin elektrik parasına bile yetmediğine inanırdı. Ardından derin bir of çekerek

“Emme gönlüm bu duruma gatlanmıyo be Maşallah.” dedi.

“Ne yapabilirsin ki Muhtar?”

“Bırahalım da camimiz bakımsızlıktan çürüsün mü Maşallah? Ahirette sorgu meleklerine ne derim sonra?

Düşündüm taşındım, araziyi almaya karar verdim. Gerçi beş para etmez emme maksat camimiz ayakta kalsın.

Hem almaya da gerek yok, kırk dokuz yıllığına kiralarım, siz de gelen parayla caminin ihtiyaçlarını karşılarsınız.”

“İyi hoş da bu işle benim ne ilgim var.”

“İmam caminin sahibidir. Ancak sen kiralayabilirsin. Ben de bundan böyle caminin giderlerini karşılarım.”

Maşallah tüm bu sözleri hiç sözünü bile kesmeden dinledikten sonra uzun siyah sakalını sıvazlayıp

“Hııııım” dedi.

“Bu hımm da ne oluyor?” diye sordu muhtar.

“Benim tanıdığım muhtar menfaati olmadı mı yaralı parmağa bile işemez. Kazandığının yarısını isterim.”

“O eskidendi.” dedi muhtar “artık bir ayağım çukurda. Fazladan ne kadar hayır duası alırım hesabındayım.

Ortak olmak istiyorsan masraflara seve seve katılırsın.”

Maşallah ne kadar ısrar ederse etsin başka tek kelime etmedi. Sonunda pes edip “Gerçekten değişmişsin

muhtar. Hep günah işleyecek değiliz ya bu sefer de hayra ortak olalım” dedi.

Notere gidip caminin bakım ve masraflarına karşın kırk dokuz yıllığına araziyi muhtara devrettiler. Ertesi

gün Maşallah ortadan kayboldu. Üç gün sonra da kavak ağaçları kesilmeye başlandı. Muhtar engellemeye

çalıştıysa da, başaramadı. Uzun uğraşlar sonunda gerçek ortaya çıktı: Maşallah sadece araziyi muhtara

devretmişti. Üzerindeki ağaçlar ise kırk dokuz yıllığına “Mete İnşaat A.Ş” satılmıştı.

Maşallah'ın icraatını tayin edildiği yerde öğrenen Mehmet Hoca; “Gökteki akbabalar sırtlanlara yön ve

hareket talimatı verir, zira akbabaların olduğu yerde yemek vardır. Yemeğin yerini bulmalarına rağmen, akbabalar

hep sırtlanlardan arta kalan leşlerle idare ederler” diye mırıldandı.

6

Page 9: Gölge e-Dergi 106. sayı

BURSA'DABİR ŞEYLER OLUYOR

Mustafa Emre ÖZGEN

Kentte, yalnızca çizgi roman çeşitleri satan tek

dükkan olan Çizman Çizgi Roman Sahaf'ta bir araya

gelen bir grup genç, yalnızca okur/tüketici olmaktan

vazgeçip büyükşehirlerde gerçekleşen,

katılamadıkları ama gıpta ile izledikleri etkinlikleri

Bursa'da düzenlemek için yoğun bir çalışma içinde.

Geçtiğimiz ay Bursa'da ilk kez “Beleş Çizgi Roman

Günü” düzenlendi. Çizman'da düzenlenen etkinlik,

yalnızca çizgi roman dağıtılan bir gün olmakla

kalmadı, cosplay çalışmaları ile etkinliğe katılanlar,

buluşmaya renk kattı.

Peki, bu nasıl olmuş?

BELEŞ ÇİZGİ ROMAN GÜNÜ VE?

Çizman'ın sahibi Levent Ertuğrul, bir süredir Beleş

Çizgi Roman Günü yapmak için hazırlık yapıyormuş.

Bir süredir bu gün için özel basılan İngilizce fasikülleri

toplayan Ertuğrul, dükkân müdavimlerinin baskısına

dayanamayıp “tamam düzenleyelim” demiş.

Henüz 19 yaşında ve sıkı bir çizgi roman okuru olan

Enes Taştan ile Bursa'da çektiği kısa filmler ile

tanınan, bir de çizgi roman çalışması olan Onur

Çetincengiz, bu etkinlikte itici güç olmuşlar. Organize

olunmuş, tüm Bursa'ya, hatta şehir dışına haber

uçurulmuş.

“Bursa Beleş Çizgi Roman Günü ve… Cosplay!”

Böylece kentte ilk defa bir cosplay etkinliği için

hazırlıklar başlamış…

Bizim Enes, yüzünü gözünü boyayıp Joker olmaya

karar vermiş. Onur Çetincengiz kolaya kaçıp bir tişört

bir de oyuncak tüfekle Punisher olmuş. Bu etkinlikten

haberdar olan diğer arkadaşları ise hazırlıklara.

Kimi Winter Soldier, kimi Spider-Man, kimi Daredevil,

Alt kültür alanında bir araya gelenlerin buluştukları yerler genellikle İstanbul, Ankara da İzmir gibi büyükşehirler olsa da, Bursa'da da benzer bir hareketlenme var.

7

Page 10: Gölge e-Dergi 106. sayı

kimi Quicksilver kostümlerine bürünmüş.

Gün gelip çattığında, Çizman dolup taşmış. “Ya bu ilk

etkinlik, çok gelen olmaz” diyerek elli, altmış kişi

bekleyen gençler, gün boyunca gelen yüzlerce kişi

karşısında şaşkınlıklarını koruyamamış.

Öyle ki, dağıtılan bütün çizgi romanlar tükenmiş.

Gelenler cosplayer'lar ile fotoğraflar çektirmişler. Aynı

ilgi alanının meraklıları pek çok genç tanışmış sohbet

etmiş.

COSPLAY BURSA

Etkinliğin ardından haberleşmeyi sürdüren gençler,

yakaladıkları bu heyecan ve birlikteliği devam

ettirmek istemişler. Bir hafta sonra yeniden

toplanarak yeni çalışmalar için plan yapmaya

başlamışlar.

Bir de isim vermişler ekiplerine, “Cosplay Bursa”

Daha önce kısa filmler çeken Onur Çetincengiz,

Joker cosplay'i gerçekleştiren Enes Taştan ile yeni bir

kısa film çekmek istemiş. Filmin adı “Punisher Joker'e

Karşı” olacakmış. Önce filmin tanıtımını çekmişler.

Beleş Çizgi Roman Günü'nde Winter Soldier olan

Enes Yetişkul, Quicksilver olan Canberk Sarıgöl ve

Spider-Man olan Alper Gündoğdu da filmde yer

alacakmış. Ekipteki diğer herkes ise çeşitli şekillerde

çekime yardım etmiş.

8

Page 11: Gölge e-Dergi 106. sayı

Cosplay çalışmalarına devam edecek olan gençler,

bir de Magic, The Gathering adlı kart oyunu ile alakalı

bir çalışma içine girecek ve bu oyunu Bursa'da daha

geniş kitlelere duyurmaya çalışacaklarmış.

Anlattığım bu olaylar, Haziran ayı içinde gerçekleşti.

Başkasından öğrenmiş gibi anlatmama rağmen

hepsinin içinde hem organizasyon hem de yardımcı

olarak yer aldım.

Bir süre öncesine kadar kitabımı alır, evimde okur ve

internet üzerinden yorumlara bakardık.

9

Page 12: Gölge e-Dergi 106. sayı

Bursa'da böyle bir birliktelik benim için hayal bile

değildi. Şimdi haftanın birkaç günü bir araya gelerek

sadece tüketen değil, üreten de olmak için çalışan

genç arkadaşlar ile bir aradayım. Bu gerçekten Bursa

için olağanüstü bir durum.

Yalnızca büyükşehirlerde değil, çizgi roman

okurunun, sinema izleyicisinin olduğu her yerde böyle

etkinliklerin yapılabileceğinin en güzel kanıtı Cosplay

Bursa ekibi.

Enes Taştan, oluşturdukları ekibi daha çok bir aile

olarak gördüklerini söylüyor ve etkinliklerinde özellikle

Bursalıların desteğini beklediklerini belirtiyor.

Enes, çizgi roman ile ilgilenmeye

nasıl başladın?

Çizgi roman ile tanışmam Örümcek

Adam vasıtasıyla oldu. Örümcek

Adam'ın 90'lı yıllarda yayınlanan

animasyon serisini, sonra ise

Marvel'ın diğer animasyonlarını

izledim. Geçtiğimiz Şubat ayında

Çizman'ın sahibi Levent Abi tanıştık.

New Avengers ciltlerini okumaya

başladım. Biraz geç kalmışsın

diyenler olabilir ama yoğun araştırma

ve okumalar yaparak arayı kapattım.

Cosplay etkinliklerine olan ilgin

nasıl ortaya çıktı?

Yine yaptığım araştırmalarda cosplay

olayını keşfettim. Amatör bazı çalışmalarım oldu. Bir

yandan ülkemizde de bu tip çalışmalar artış

gösteriyordu.

İlk ciddi cosplay çalışmamı Deadpool film

gösteriminde Bursa'da yaptım. Oldukça ilgi çekti.

Peki, Beleş Çizgi Roman Günü?

Levent Abi böyle bir şey düşünüyordu. Biz de biraz

baskı yaptık. Cosplay'i de etkinliğe kattık.

Etkinliğimiz 12 Haziran'da gerçekleşti. Hem Bursa

içinden hem de şehir dışından gelen pek çok

arkadaşımız oldu. Yoğunluğu görünce, tamam bu

kentte böyle şeyler yapabiliriz,

dedik ve çalışmaları hızlandırdık.

Nasıl bir topluluk oluşturdunuz,

neler yapacaksınız?

Ekibimizi topluluk olarak değil, bir

aile olarak görüyorum. Çizgi

roman, cosplay ve çeşitli rol yapma

oyunlarında faaliyetler

gerçekleştireceğiz. Ayrıca okullar

ve bunun gibi kurumlarda küçük

kardeşlerimiz ile de bir araya

gelmek ve onları mutlu etmeyi

amaçlıyoruz.

Bursa başta olmak üzere röportajı

okuyan herkesten çalışmalarımıza

destek bekliyoruz.

10

Page 13: Gölge e-Dergi 106. sayı

11

Page 14: Gölge e-Dergi 106. sayı

TEPEDEKİ BAR6. Kısım

YazanMehmet Berk YALTIRIK

Bekir, paşanın bu teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Paşa damadı bir kabadayı olarak Beyoğlu'nu

nasıl kasıp kavuracağını hayal etti. Fakat her şeyden önce sırtında debelenmekte olan öte âlemlere

karışmış paşa kızının varlığından duyduğu korkuyu bastırmalıydı. Kızı usulca yere bırakıp bir yandan da

hareketlerini zapt etmeye çalıştı.

Paşa'nın emriyle köşk ahalisinden şahitler toplandı. Uşaklar pencerelerden sızan rüzgârda

alevleri salınan kandillerle odaya geldikleri esnada dışarıda gök gürültüleri işitilmeye başlamıştı. Bekir

dışarıda kararmış bulutlar pek dikkatini çekmemişken birden patlayan fırtınaya bir anlam veremedi.

Akabinde hemen aklına hortlaklaşmış paşa kızının malik olabileceği tabiatüstü hadiseler geldi. İhtiyar

ninesi hep anlatmamış mıydı kara bulutları fırtınaları çekip sürüyen lügatlerin, kukuthilerin hikâyelerini?

Paşa'nın ihtiyar kâhyasının imamlığında oracıkta ecinnilerin hükmündeki paşa kızıyla Bekir'in

nikâhı kıyıldı. Ardından paşa Bekir'in verasetiyle alakalı ne iktiza ediyorsa oracıkta imzalayıp mühürledi.

“Artık damadımsın. Şimdi onu mahzene indirebiliriz…”

“Daha da fenalaşır more paşa hazretlerı. Peymanzer, kilerde var midır sarımsak? Getiresın demet

demet saralım etrafına, durulmaz bu başka türlü…”

Bekir bunu son anda hatırlamıştı. Peymanzer hemen kilere koşturup ne kadar sarımsak varsa

topladı. Daha odaya yaklaşır yaklaşmaz sarımsaklar tesirini göstermişti. Paşa kızı urganlarını bir

boğaymışçasına gerip olduğu yerde yılan gibi kıvrılıyor, korkunç çığlıklarıyla köşkü inletiyordu.

Oradakiler dışarıdan gelen gök gürültüleri ve yıldırımların şavkımasında hayli dehşetli bir sahneye

tanıklık etmektelerdi.

Paşa kızını zor bela zapt ederek sarımsakları urganların üzerine bağlamaya başladılar. Paşa kızı

görece dinginleşip durulunca Bekir yeniden kızı sırtına vurdu. Paşa ile kâhyanın ardına takılıp ahşap

merdivenlerden mahzene indi. Merdiven gıcırtılarıyla gök gürültülerinden başka herhangi bir ses

duyulmuyordu. Küf kokulu ve hayli tozlu mahzene indikten sonra mahzenin kömürlükten hallice bir

bölmenin önüne geldiler. Bekir paşa kızını bölmeye boylu boyunca uzattı. Paşa'nın önceden hazırlattığı

harcı hizmetkârlarla birlikte karıp duvarı örmeye başladılar, Paşa gözlerinde yaşlarla onların hummalı

çalışmasını seyrediyordu. Son taşı da en tepeye yerleştirip yegâne deliği kapattılar. Fırtına çoktan

dinmiş, mahzenin ufak pencerelerinden inceden havanın aydınlanmaya yüz tuttuğu ayan olmuştu.

Bekir, Paşa'ya döndü: “Çift kat ördük paşa hazretlerı. Urganlar bir gün çürür, sarımsaklar toz olur

ama istediği kadar bağırsın, tırmalasın yıkamaz bu duvari. Dualarla ördük taşlarıni!”

Paşa: “Ben ölünceye kadar bu sır aramızda kalacak. Ben öldükten sonra duvarı kırdırıp kızımı

öldürebilirsiniz… Bu sır asla buradan dışarıya çıkmayacak!”

12

Page 15: Gölge e-Dergi 106. sayı

(2010'lar…)

Vedat'ın bağırması üzerine Kenan merakına yenik düşüp, Pelin'e: “Senle sonra konuşucaz!”

diyerek köşke doğru koşturdu. Bu sefer Pelin arkasından bağırmaya başlamıştı: “Ne konuşucaz ulan?

Ne kaldı konuşacak?” Kenan köşke gireceği esnada bu sefer Pelin koşturup koluna yapıştı Kenan'ın.

Kenan şaşkın şaşkın yüzüne bakarken imkân bulsa bir kaşık suda boğacak gibiydi: “Ben senin istediğin

zaman hesap soracağın, kafana estiğinde de çekip gideceğin biri değilim artık!”

Kenan kolunu sertçe çekti: “Kavganın sırası mı kızım? Adam niye bağırdı ona bakacağım!”

Pelin'in suratında manalı bir ifadesizlik hasıl oldu: “Peki, bak. Ben Vedat'ın odasına çıkıyorum

dinleneceğim biraz…” diyerek bir hışımla merdivenlere doğru yürüyüp topuklarını vura vura yukarıya

çıkmaya başladı.

Kenan sesindeki tınıdan tiksinmişti, hırsından saldırabilirdi ama kendisini sinir etmek için kasten

yaptığını kendi kendine telkin ederek sakinleşti. Kel badigardla Vedat'ın tartışma seslerini dinleye dinleye

onların olduğu yere doğru ilerledi.

Taş merdivenlerden mahzene indiği esnada küf kokusunun genzini doldurmasıyla yüzünü ekşitti.

Tavandan sarkan tozlara, sağda solda yığılmış üstü neredeyse toprakla kaplı üstü örtülü eski eşyalara

bakına bakına ilerledi. Vedat'la kel badigardı bir duvarın önünde tartışırken gördü:

“Oğlum buradan gelen ses neydi? Tadilatta temizlikte hiç mi bakmadınız lan?”

“Abi sana ses geliyor deyince kızıyordun ne yapalım?”

“Ulan kauçuk insan gibi çağır burayı göster o zaman. Gelip kontrol etmesem, millet gelip gitmeye

başlayınca sesten rahatsız olsa batıracaksınız beni demek?”

Kenan: “Sesiniz ta yukarıya geliyor, ne oldu?”

Vedat: “Duvardan hakikaten ses geliyor ama boru sesi falan değil. Bildiğin çığlık sesi.”

“Kedi sıkışmıştır o zaman.”

“Tamam, da nereden girecek?”

“Kedi aga bu, pencereden falan girmiştir. Hem burada duvar olması saçma, diğer bölmeler açık

burası sonradan kapatılmış gibi. Ardında cam falan olan bir bölme var demek ki?”

“Manyak mı lan bunlar niye kapatsınlar duvarı?”

“Ben nereden bileyim senin dedenden kalmış, git ona sor!”

Badigard: “Abi günah olmasın da bu kendi kendine ölür bence içeride…”

Vedat hızla dönüp kel badigartın karnına yumruk attı. Tadilatçılardan kalma büyükçe bir balyozu

gösterip tükürükler saçarak haykırdı: “Senin bok yemen lan! Ben kedi medi istemiyorum. Yık duvarı çıkar

hayvanı! Hadi lan!”

Kenan'ın şaşkın, Vedat'ın öfkeli bakışları altında kel badigard tadilattan kalan araç gerecin

durduğu köşeye koşturdu. Kenan tepedeki ışıkları gösterdi: “Tesisatı siz mi döşediniz?”

Vedat gergince kafasını salladı: “Komple. Elektriği de biz çektik. Burada uzun süre oturan

olmamış, oturan da elektrik çektirmemiş niyeyse.”

13

Page 16: Gölge e-Dergi 106. sayı

Badigard elinde balyozla koşturup duvarın yan tarafına geçti. Besmele çekip ilk darbeyi duvara indirdi.

Darbenin sertliğinden duvarda bir çatlak oluşturmayı başarsa da pek etkilenmemiş gibiydi. Vedat'a

seslendi: “Abi çift kat örmüşler galiba?”

Kenan bağırdı: “Sıçarım katına kutuna lan! Yık çabuk çıkar hayvanı! Gözüm üstünde!”

Kel badigard bir kere daha bu sefer patronuna karşı beslediği öfkeyle savurdu. Duvarda ilk delik

açıldıktan sonra ağrıyan kollarına rağmen birkaç darbe daha indirdi. Neredeyse bir insanın sığabileceği

genişlikte bir delik açılmıştı. Tam bir lahza soluklanıp balyozu tekrar kaldıracağı esnada dışarıda bir

yerlere aniden yıldırım düştü. Köşkün duvarları yıldırımın tesiriyle zangırdarken bir anda ortalık zifiri

karanlığa gömüldü.

Üçü cep telefonlarını çıkarıp ışıklarını açtılar.

Vedat: “Ulan dışarıda bulut falan da yoktu ne ara geldi bu yıldırım?”

Kenan: “Sigortalar attı. Barın elektrik tesisatına ben bakardım yine bir kurcalayayım?”

Badigart: “Gidip açayım mı abi?”

Vedat: “Sen buradan bir yere ayrılma lan! Kenan sigortaların yerini bilmiyor gidip göstereyim, sen

burada kalıp o kediyi çıkar. Hadi!”

Kenan'la Vedat'ın elindeki telefonların ışıkları hızlı adımlarla mahzenin taş merdivenlerinin olduğu

yerde gözden yiterken kel badigard kendi kendine küfürler ederek telefonunu ışığı yanar vaziyetteyken

ufak pencerelerden birinin önüne bıraktı. Sırtını karanlığa vererek balyozu kaldırmak üzere tekrar

kavradı ama bir şey kaldırmasına neden oldu. Korkudan ayaklarının uyuştuğunu, sol koluna neredeyse

inme indiğini fark etti. Yürümek istiyordu ama yürüyemiyordu. Bağırmak istediğinde boğazından sadece

zayıf bir soluk sesi çıktı, boğazı kurumuştu.

Örümcek misali bembeyaz ince parmaklı iki elin deliğin içinden uzandığını ve kedigözü gibi iki

parlak gözün kendisine baktığını görmüştü…

14

Page 17: Gölge e-Dergi 106. sayı

Groucho ya da Arşak

Ahmet Ziya SEKENDİZ

Sevgili dostumuz Dylan Dog, Türkiye'de birçok yayınevi tarafından yayınlandı. İlk yayınlama teşebbüsü, 1990'ların ilk yarısında Tex'i çıkaran Galaksi Yayınları tarafından yapıldı. Ama Yeni Yüzyıl Gazetesi'nin günlük strip tarzı yayınını saymazsak ilk yayın AD yayıncılığa nasip oldu.

O ilk sayıda hayatımıza giren ve Dylan Dog'cuların bir başka sevdiği Groucho, çevirmenleri en çok zorlayan karakterlerden biri oldu. Çünkü sürekli yaptığı “saçma” esprilerin birçoğu kelime oyunlarına dayanıyordu. Mizahçıların “Laf esprisi” dediği bu nükteli sözleri çevirmek de haliyle pek kolay olmuyordu. Açıkçası çevirilerde zaman zaman orijinalinden uzaklaşmak zorunda

kaldığımızı belirtmek zorundayım. Bu arada ilginçtir, Grocho'nun esprilerine gülen pek kimseye rastlamıyoruz. (Bir macerada gördüğümüz zekâ geriliğinden muztarip bir vatandaş hariç)

Groucho'nun esprilerinin etkileri bazen kendisini iyi yönde gösterebiliyor.

Bir macerada Bloch vurulur ve komaya girer. Durumu çok kötüdür. Dylan kötülerin peşinde koşarken, Bloch'un başında bekleme işi Groucho'ya düşer. Groucho, dedektifin başında otururken bir yandan da kendi kendine saçma sapan fıkralar anlatmaya başlar. Saatlerce anlatır. Bloch, komada bile olsa daha fazla dayanamaz ve “yeteeeeer!” diyerek uyanır. Böylece Groucho tıpta “espri ile tedavi” yöntemini bulmuş olur

Bu arada Dylan Dog maceraları kurgulanırken, ilk olarak Dylan'ın yanına MelBrooks'un Genç Frankenstein filmindeki Igor'a benzer bir yardımcı vermeyi düşünürler. O sıralarda SergioBonelliTutto West serisi için “Rivel Bill” hikâyesini yazmaktadır ve o macerada komedyen GrouchoMarx'tan ilham alan bir karakter bulunmaktadır. (Tutto West

No:37) Böylece Groucho'nun Dylan'ın yardımcısı olması fikri doğar.

Dylan Dog henüz bir polisken de Groucho ile tanışmaktadır. Kâbuslar dedektifi olduktan sonra aldığı ilk işte bir kadın, evinin tavan arasını hayaletlerin işgal ettiğini söyleyerek Dylan'a başvurur. Dylan olay yerine gidince hayalet bulamaz. Ama bir sandığın içinde uyuyan Groucho'yu bulur. Bu olaydan sonra Groucho, Dylan'ın hiçbir zaman maaşını ödeyemediği yardımcısı olur. Ana görevi ise asla silah taşımayan Dylan'a gerekli durumlarda silah fırlatmaktır.

Groucho'nun birkaçı Türkiye'de de yayınlanan mini albümleri bulunmaktadır.

Ama benim söylemek istediğim bir şey daha var.

15

Page 18: Gölge e-Dergi 106. sayı

Sizce de

Groucho'nun bir

kişilik bölünme

sorunu olabilir mi?

Groucho kimdir? Yani

gerçek anlamda

soruyorum. Kim bu

adam? Karakterin

gerçek adının

Groucho olmadığını,

Amerikalı Groucho

Marx'ı taklit ettiğini

biliyoruz. Ama gerçek

adına hiçbir yayında

rastlayamıyoruz.

Sadece bir macerada

ona “Julius” diye

hitap edildiği için

gerçek adının Julius

olduğunu iddia

edenler var. (Bir

zamanlar ben de öyle

iddia ederdim) Ama

komedyen Groucho

Marx'ın asıl adının

Julius olduğunu göz

önünde

bulundurursak bunun

da gerçek adı

olmadığını

düşünebiliriz. Aynı şekilde orijinal 19. Sayıda “komik

bir adı” olduğunu ve adının Karl olduğunu söyler

Groucho. Ama bunun da ne kadar güvenilir bir bilgi

olduğu tartışılır.

Aslına bakarsanız Groucho'nun gizemli kişiliği

hakkında tek bildiğimiz şey,” ikili” şeylere pek meraklı

oluşu. Demek istediğim şu:

adının Groucho olduğunu

söylüyor ama aslında bir

başka adı daha var. Çift

anlamlı kelimelerle espriler

yapıyor. Mesela “capo”

kelimesinin çift anlamından

yararlanıyor. Capohem

“baş” hem de “patron”

anlamına geliyor.

Patronunu görmek

istediğini söyleyen birine

“omuzlarımın üzerine

bakabilirsiniz” şeklinde bir cevap verebiliyor. (Hoz 22,

Hoz 24)

Dylan'ın yanında ikinci adam olması, iki kişi

takılmaları da yine bu ikili durumlara örnekler olarak

sayılabilir.

Groucho'nun “ ikili” hayatına bir

katkı da benim en beğendiğim

çevirmenlerden Zeynep

Akkuş'un eli ile yapıldı. Zeynep

Hanım Groucho ismini “Arşak”

şeklinde çevirmekteydi. Kendi

çevirilerimde kullanmamış olsam

da bu uyarlamanın çok hoş

olduğunu ifade etmeliyim.

Komedyen Groucho Marx'ın

adının ülkemizde Arşak Palabıyıkyan şeklinde

uyarlandığını düşünürsek bunun gayet yerinde bir

çeviri olduğunu söyleyebiliriz. Netice itibariyle Zeynep

Akkuş, Groucho'nun ikili hayatına Türkiye'de yeni bir

madde eklemiş oldu.

Biz Groucho'ya yeni isim veririz de Amerikalılar durur

mu? Dylan Dog Amerika'da yayınlanırken Telif hakları

nedeniyle (zaten var olan bir tipi izin almadan

Amerika'da kullanamayacakları için) Grocho'nun adı

Felix oluverir. Al sana bir ikililik daha!

Dylan Dog'un filminde de Dylan'ın yardımcılığına

Groucho yerine (yine telif hakları nedeniyle) Sam

Huntington'ın canlandırdığı Marcus adlı karakter gelir.

Anlaşılan Groucho istese de istemese de onu türlü

türlü şekillere sokup bipolar kişilik bozukluğundan

hastanelik etmeye and içmiş birileri var. (!) Yine de

onu çok seviyoruz!

16

Page 19: Gölge e-Dergi 106. sayı

YazanBuket YILDIRIM KANTAROĞLU

İllüstrasyonGülhan SEVİNÇ

SÜPERBALIK TÂCI

Bugün su biraz daha soğuktu. Pembemsi pulları sanki dik dik olmuştu. Annesine okyanusta biraz

dolaşacağını söyleyip evden çıktı. Deniz fenerinin cılız ışığını rehber edinerek güneydoğu sularına doğru

yüzdü. En sevdiği şey okyanusta taklalar atarak yüzmekti. Çok çalışırsa büyüyünce yüzme yarışlarına

katılabilir, hatta şampiyon olup annesine o çok sevdiği beyaz istiridye incisini verebilirdi. Şöyle bir dolaştı

arkadaşlarıyla en çok oynadıkları kayanın etrafında. Şimdi niye kimse yoktu? Luna olsaydı onunla batıdaki Bay

Mel Köpek balığının evine kadar yarış yapabilirlerdi... Aklından binlerce düşünce geçiyordu, yalnız kalmak onu

üzmüştü... Mutsuzluktan yüzgeçlerinin ağrıdığını hissediyordu, gözlerini kapatıp dalgaya bıraktı kendini.

Sürüklenmişti! Uyanır uyanmaz alabora oldu. Bir hamle daha yaparak toparlandı etrafına bakındı çok karanlıktı

deniz fenerinin ışığı gözükmüyordu. Burada büyük balıklar vardı daha önce hiç görmediği bir yerde olduğunun

farkında varması sadece 3 saniyesini aldı. Paniğe kapılarak bir o yana bir bu yana yüzdü. Sanki her çırpınışı

daha da batırıyordu onu. Küçük bir mağara buldu. Yokluğunun çabuk fark edilmesi için yüce Yulla' ya yalvardı.

Minik bedeninden çıkan cılız sesini duyurabilmek için tüm gücüyle bağırdı... “Anne, benii kurtarr!”

Ortalık zifiri karanlıktı, zil çalan karnının guruldamaları Posi Meydanı'ndan bile duyulabilirdi. İyi de daha

önce hiç tek başına avlanmamıştı ki. Böyle çaresizce beklemeye devam ederse ya canlı canlı büyük bir balığa

yem olacak ya da açlıktan ölecek, yine büyük bir balığa yem olacaktı. Birilerinden yardım istemeye çalışsa;

yolunu kaybeden minik bir balığın başına neler gelebileceğini annesi en az on farklı hikaye kitabından

okumuştu ona. Çaresizce yanındaki yosunların etrafında dolandı, istemeyerek de olsa hayatta kalabilmek

adına biraz biraz yedi... Şuan için avlanmadan yiyebileceği tek şey yosunlardı. Yeniden mağaraya çekildi...

Kimse onu aramıyordu işte. Kimse fark etmemişti yokluğunu. “Boli doğduğu için mi artık sevilmiyorum?” Tüm

balıklar “Boli doğdu, artık senin pulların okyanusun dibine gömüldü” derken kardeşliğin önemini, abi olduğumu

defalarca söylememiş miydi babam? Peki şimdi neden yanımda yoktu? Neden imdadıma kimse

yetişmiyordu?... Gözlerinden akan yaşlar okyanusun soğuk sularıyla buluştu... Çaresizce uyuyakaldı...

Gözlerini açtığında güneş ışını okyanusu tamamen doldurmuştu. Ölmediği için büyük bir nefes aldı... Yine

parlak, ılık, mavi bir gündü. Tabi diğer balıklar için... “Karanlık, puslu, pis bir okyanus... Evimi özledim...” derken

korkusu, üzüntüsü yüzünden okunuyordu...

Mağaradan çıktı. Evine dönmek için bir şeyler yapmalıydı. Yanına biraz yosun alarak kuzeye doğru

yüzdü. Gün ışığı varken büyük balıklardan tanımadığı sularda kaçması biraz daha olasıydı. İşte, Karşıdan bir

Dubar balığı geliyordu! Hem boyutları da ona yakındı. Korkacak bir şey yoktu. Ona doğru yüzmeye başladı.

Yanına yaklaştı. “Merhaba, ben Lima yolumu kaybettim dünden beri karşıdaki mağarada ailemin beni

bulmasını bekliyorum. Alora Adası' nda yaşıyorum bana yardımcı olabilir misiniz?” dedi. Dubar balığı ona

gitmesi gereken yönü tarif etti fakat gittikçe uzaklaştığını fark eden Lima bir başka balığa daha sormaya karar

verdi.

Evinin önündeki yosunları temizleyen orta yaşlı bir Turna balığının yanına doğru yüzmeye başladı.

“Merhaba, ben Lima yolumu kaybettim dünden beri bir mağarada ailemin beni bulmasını bekliyorum. Alora

17

Page 20: Gölge e-Dergi 106. sayı

18

Page 21: Gölge e-Dergi 106. sayı

Adası' nda yaşıyorum bana yardımcı olabilir misiniz?”

Bu sefer de Bay Turna balığı ona tam tersi istikameti gösteriyordu. Başladığı yere geri dönmüştü. Ne

yapacağını bilemez hale gelmişti. Aklına, son seçimlerden sonra her bölgenin başkanlarının beta balıkları

olacaklarıyla ilgili izlediği bir haber geldi. En iyisi bu bölgenin başkanı Beta balığıyla konuşmak olacaktı.

Okyanus boyunca dümdüz yüzdü. O kadar yorulmuştu ki minik yüzgeçlerine binlerce deniz kestanesi aynı

anda batıyormuş gibi hissediyordu. Biraz dinlendi, yanına katık ettiği yosunlardan yedi, iyi ki yanına almıştı

yoksa açlıktan ölürdü... Birkaç balığa daha sorarak sonunda Beta balığının o mükemmel batığına ulaşmıştı...

Batığın içi rüya gibiydi... İleride yüzme şampiyonu mu yoksa bölge başkanı mı olmak istediğini düşündü bir an.

Kısa sürede bu şaşkınlığını üzerinden atıp Başkan Beta'yla konuşmak için kapısını tıklattı.

“ Giriniz.”

“Merhaba, ben Lima yolumu kaybettim dünden beri bir mağarada ailemin beni bulmasını bekliyorum.

Alora Adası'nda yaşıyorum bana yardımcı olabilir misiniz? Tek çarem sizsiniz artık evime dönmek istiyorum...”

Beta balığı şaşkın bir şekilde Lima'ya başka bir ülkenin okyanusunda olduğunu belirtti. “Oraya yeniden

tek başına gidebilmen senin kadar küçük bir balık için imkansız. Noka yolunu kullansan köpek balıklarına yem

olursun, Pey üzerinden gidersen de büyük okyanus şelalesinin azgın sularına kapılır okyanusun dibini

boylarsın”

Lima hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Lütfen, lütfen bana bir yol gösterin,lütfen...”

“Hep beni bulur!” Beta balığı daha fazla dayanamadı...

“Senin için yardımcımı görevlendiriyorum onun peşinden sakın ayrılma, deniz feneri yolunuzu

aydınlatasıya kadar bekleyin. Umarım bir daha yeni maceralara atılmazsınız küçük bey. Okyanus bizim kadar

küçük balıklar için yeterince büyük... “

Beta balığına minnet duyuyordu... Ama içten içe de ders almamışçasına “Macerasız yaşanmaz, büyük

balıklara yem olma korkusuyla hep aynı sularda yüzüp yeni yerler keşfedemezsem monotonluğa yem

olurum”...

İşte, deniz feneri okyanusa doğru ışığını göndermişti. Hareket zamanı...

Lima ve görevli yola koyuldular... Bu yolculuk saatler sürecekti... Ben buralara kadar tek başıma nasıl

geldim diye düşünerek korkuyla etrafına bakıp ilerliyordu...

“Bu büyük bir başarı! Varır varmaz Luna'ya başıma gelenleri anlatacağım. Kayadan Bay Mel Köpek

balığının evine kadar yüzmek çocuk oyuncağı! Ben ülke aşmayı becerdim! “ diyerek gururlandı kendisiyle.

Görevli bir hayli yaşlı bir balıktı. Türünü dahi bilmiyordu Lima. Eski sulardan derlerdi böyle yaşlı balıklar

için. “Umarım ona güvenmekle hata etmemişimdir daha konuşmayı bile bilmiyor sanırım, ne kadar sıkıcı bir

yolculuk!”

Okyanus yeniden karanlığa gömüldü. Görevli bir mağaraya doğru ilerledi, Lima da arkasından gitti.

Güneşi beklemeye başladılar... Lima o kadar heyecanlanmıştı ki. Hem çok uzun bir yolculuk geçirmişti, hem

ailesi onu çok özlemiş olmalıydı, hem de arkadaşlarına hava atarak anlatacağı ilginç birçok olay yaşamıştı.

Yavaş yavaş göz kapakları uykuya esir düşerken bile hâlâ bitmiyordu aklındaki düşünceler... Bu görevli ne

biçim bir balıktı? Tek kelime dahi etmiyordu... “Biirr yumurta, ikii yumurta, üçç yumurta, dörttt yumurtaa”...

ZZzZZzZZzZZzZ

19

Page 22: Gölge e-Dergi 106. sayı

Gün ışığı okyanusu okşadığı an görevli Lima'nın başına dikilmişti.Gözlerini açtığında görevlinin

yüzgeçlerinde bir kucak dolusu kalamar gördü.

“Hadi ye,yol uzun.”

Yemez mi hiç! Onca yavan yosundan sonra on yıl aç kalmışçasına yaladı yuttu.

Yola koyuldular... Görevli ağzının mührünü açmıştı. Ne kadar kibar ve bilgili bir balıktı... Meğersem bizim

görevli de minik bir balıkken Alora Adası'nda doğmuş... Lima dün düşündükleri için utandı. Bir anda kendini en

yakın hissettiği balık “Görevli” olmuştu.İsmini bile sormadı. Lima için o “Kurtarıcı görevli”ydi. Bir nevi

süperbalık! Adaya varır varmaz ailesine ve arkadaşlarına onu kurtaran görevlinin hem kanatlı hem yürüyebilen

hem de yüzebilen bir balık olduğunu anlatmayı düşündü.

Kalbi güm güm atıyordu heyecandan...

Ve işte.

Sonunda gelmişlerdi Alora Adasına... Lima koca yürekli dostunun beline sımsıkı sardı yüzgeçlerini... Ona

hediye olarak yolda kendi yüzgeçleriyle yaptığı yosun tâcı uzattı. “Bu senin süperbalık tacın!”

Görevli, Lima'nın başını okşadı...

“Hoşça kal cesur balık!”

20

Page 23: Gölge e-Dergi 106. sayı

BERSERKMANGA İNCELEMESİ

Olca KARASOY

Japonya'nın ve hatta dünyanın en ünlü, aynı

zamanda da en uzun soluklu manga serisi olan

Berserk'in mangaka'sı Kentaro Miura'dır. Aynı

zamanda Miura'ya da ün getiren seri, 1989 yılından

bu yana düzensiz bir şekilde yayımlanmaktadır.

Toplamda 37 cildi ve 343 bölümü sevenlerine

sunulmuştur. Özellikle 2010'un başlarından beri

bölümleri düzensiz bir şekilde çıkan Berserk, halen

devam etmekte. Birçok dile çevrilen manga,

ülkemizde de oldukça popülerdir ve ilk cildi 2012

yılında Gerekli Şeyler tarafından Türkçe olarak

sunulmuştur. Elbette bu kadar popüler olan bir manga

serisi sadece manga olarak kalmadı. 1997 yılında

Oriental Light and Magic anime stüdyosu tarafından,

serinin “Golden Age” hikâyesini anlatan 25 bölümlük

bir anime serisi, 2012 – 2013 yılları arasında Studio

4C tarafından yine Golden Age hikâyesini konu alan

üçleme film serisi yapıldı. 2016'nın Haziran ayında ise

Berserk ikinci bir anime serisine kavuşacaktır.

Berserk, bizi fantastik, orta çağ Avrupa'sı tarzı

bir dünyaya götürüyor. Guts, nam-ı diğer Kara Kılıç

Ustası'nın hikâyesini anlatıyor. Manga, Guts'ı tanıtan

“Kara Kılıç Ustası” hikâyesi ile başlıyor. Manganın ilk

sayfasını çevirdiğimizde metal bir sol kolu olan, tek

gözü olmayan kocaman bir adamın sarışın bir kadınla

ilişkiye girdiğine şahitlik ediyoruz. Nitekim sarışın

güzel birden bir iblise dönüşür ve adama “seni

yakaladım evlat” der. Adam ise karşılık verir:

“Görünüşe göre ben seni yakaladım.”. Adam, metal

kolunu iblisin ağzına sokar. Bir sonraki karede

21

Page 24: Gölge e-Dergi 106. sayı

22

Page 25: Gölge e-Dergi 106. sayı

adamın arkasında iblis cesedini bırakarak, neredeyse

kendisi kadar uzun kılıcı ile uzaklaştığını görürüz.

Evet, bu metal kollu, tek gözlü, kocaman kılıçlı iri yarı

adam, Guts'dır ve iblisleri avlamaktadır. Aslında

iblisleri özel olarak aramamaktadır. Ama geçmişinde

yaşadığı ve kolunu ile gözünü kaybetmesine neden

olan olaydan itibaren damgalanmış ve iblisler onun

peşine düşmüşlerdir. Guts'un aradığı ve öldürmeyi

çok istediği sadece bir kişi vardır. Bu kişi eski dostu

Griffith'tir. Kısa süren Kara Kılıç Ustası bölümünden

sonra olaylar geçmişe döner. Golden Age hikâyesi ile

Guts'ın henüz iki kollu- iki gözlü haline, gençliğine,

Griffith ve Şahinler Çetesi ile tanışmasına ve iblislerin

nereden geldiğine tanıklık ederiz.

Manganın çizimlerine baktığımızda cinselliğin

ve şiddetin ön planda olduğunu oldukça rahat bir

şekilde görebiliyoruz. Zaten daha ilk sayfalarda

karşımıza çıplak vücutlar ve parçalanan cesetler

çıkıyor. Her taraf kan, her taraf ceset. Görebileceğiniz

en karanlık mangalardan yani. Aynı zamanda Berserk

mangası yetişkinlere hitap etmesinin yanında

görebileceğiniz en ayrıntılı çizimlere sahip

mangalardan birisi. Karakterleri ile olsun arka plan

çizimleri ile olsun manga oldukça derin ayrıntılara

sahip. Şahsen bana seksenli yılların korku filmlerini

23

Page 26: Gölge e-Dergi 106. sayı

hatırlattı diyebilirim.

Elbette aynı

zamanda hikâye

olarak da büyük bir

derinliğe sahip. Yani

mangayı:“işte bir

adam var, kesiyor,

biçiyor

gidiyor”şeklinde

sanmayın. Özellikle

Golden Age

hikâyesinin sonunda

meydana gelen

olaylar bende olduğu gibi sizde de derin etkiler

bırakabilir. Ve öykü öyle bir akıyor ki “nereden

nereye” geldik demeden edemiyorsunuz. Yenilmez bir

ikili olan Gutsile Griffith'in birbirlerinin en büyük

düşmanları haline gelişleri ve akıbetleri beni olduğu

kadar sizi de meraklandıracaktır. Şunu rahatça

söyleyebilirim: Sayfalar deyim yerindeyse lokum gibi

gidiyor ve sürekli

daha fazlasını

istiyorsunuz!

Evet. Berserk'in

mangası 1989

yılından beri (benden

daha yaşlı!) devam

ediyor. Kimi zaman

ayda bir, kimi

zamansa birkaç ayda

bir ve abartısız

söylüyorum kimi

zaman yılda bir kere

çıktığına şahit oldum. Ve yayınlanan bölümlerin sayfa

sayıları da öyle ahım şahım değil. Ortalama 18 – 20

sayfa bir şey çıkıyor. Siz düşünün artık, birkaç ayda

bir sadece 20 sayfa… Bu yüzden temennim ya ben

ya da Miura ölmeden Berserk serisinin sona ermesi

yönünde. Bir sonraki manga incelememizde

görüşmek üzere.

24

Page 27: Gölge e-Dergi 106. sayı

YazanOğuz Özgür UĞUR

İllüstrasyonHüseyin ESEN

ANADENİZ HÜKÜMDARLARI

1.BÖLÜM: ANDALUS

“İskeleden biri bağırıyor!”

“Geride birini mi unuttuk?”

“Hayır, süvari bey. Kim olduğunu bilmiyoruz. Ne yapmamızı emredersiniz?”

“Ne bakıyorsunuz? Geri dönüyoruz!”

Serdümen olanca hızıyla orsa seyrinde süzülen karaveli kaptanın emriyle ters yöne hareket ettirdi. Kaptan Tartus limanı iskelesinden canhıraş çığlıklar atan adamı şüpheyle gözlüyordu. Tayfa gemiyi tanımadıkları biri için çeyrek fersah açıktan geri döndüren kaptanlarına hiç şaşırmamıştı. Bu onun sıradan tuhaflıklarından yalnızca biriydi. Serdümen gemiyi tornistan yaptırarak iskeleye yanaştırdı. İskeledeki adam paspal görünüşüyle dilenciden başka bir şeye benzemiyordu. Karavelin kaptanı Raşid güçlü sesiyle adama seslendi: “Hırsızlık mı yaptın yoksa adam mı öldürdün? Dilenci olmayacak kadar diri, katil olamayacak kadar ölüsün!”

“Yalvarırım beyim. Buralarda kimseyle bir husumetim yoktur. Her nereye seyredecekseniz beni de götürün. Param pulum yok lakin elim iş tutar. Ne derseniz yaparım.”

Kaptan mazlum adamı sakince dinledi. Gür kaşlarını göz kapaklarına kadar indirip söylediklerini tarttı. Parlak bir taşın hakiki mücevher olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibiydi. Lostromoya seslendi: ”İskeleye palamarı atın. Dikkat edin adam boğulmasın!”

Genç adam denize çarpan halatı var gücüyle kavradı. Sancak tarafından tırmanıp kendini geminin güvertesine bıraktı. Şükran dolu bakışlarla gördüğü herkese teşekkür ediyordu. Kaptan bir kez daha emir verdi: “Temiz kıyafet verin, karnını doyurun sonra da yanıma getirin. Tam yol ileri!”

Geminin bodoslaması hafif rüzgâr eşliğinde denizi yararak ilerliyordu. Andalus adlı gemi altmış tonilato kapasiteli, üç yelkenli eski bir karaveldi. Küçük yapısı hafif ve hızlı olmasını sağlıyordu.Tez canlı denizciler için bulunmaz bir nimetti. Gemide azılı suçlulara yer yoktu ancak tayfanın deneyimli olduğu da söylenemezdi. Andalusya'nın meşhur Palos limanındaki usta denizciler iç denizlerin sıradanlığından sıkılmış, kendilerini anadeniz sularının bilinmezliğine bırakmışlardı. Bu yüzden mürettebatın büyük çoğunluğu fakir ailelerini geçindirebilmek için çocuk yaşta hayata atılan miçolardan oluşuyordu. Karavelin kaptanı Raşid ön güvertede pruvaya dayanmış, denizi seyrediyordu. Yüzlerce defa geçtiği suları bıkmadan, saatlerce izlemeyi severdi. Mağrip topraklarına özgü esmer teni ve dazlak kafası çevik bedenine ihtişam katıyordu. Alnındaki kavisli kırışıklıklar bedeninden çok aklınıkullandığınınbelirtisiydi. Hacimli gür kaşları ve delici bakışlarıylahünkârları andıran bir çehresi vardı. Kemerli geniş burnu ve dolgun kara dudakları ona hasbir görünüm kazandırıyordu. Alnının sağından başlayıp yanağına kadar inen derin yara izi kemikli yüzünde gizemli bir hatıra bırakmıştı.İpek gömleğinin üzerine kabarık yakalı uzun siyah ceketini giymişti. Balkabağını andıran geniş Venedik pantolonu ve pahalı siyah çizmeleri giyim zevkinin hiç de fana olmadığını gösteriyordu. Yanından ayırmadığı kurmalı arbaletin kundağında yatan dişbudak ağacından bir ok,burma sırımdan yayla gerilmiş bir şekilde her zaman atışa hazır halde bekliyordu. Mürettebat gergin arbaletin kalplerine saldığı korkuyla işlerini bir an bile aksatmadan yerine getirmeye gayret ederdi.Amma velakin sert görünüşünün altında pürneşe bir tabiatı vardı. Dünyanın dört bir yanında girip çıktığı hanlar ona insanlar hakkında çok şey anlatmıştı. Sohbet ederek eğlenmesini bilirdi. İnsanlar bazen onun alay mı ettiğini yoksa gerçek mi konuştuğunu anlamakta güçlük çekerdi. Lostromo yabancının görüşmeye hazır olduğunu haber verdi. Yabancı aksak adımlarla

25

Page 28: Gölge e-Dergi 106. sayı

26

Page 29: Gölge e-Dergi 106. sayı

üverteye çıktı. Sol bacağı topallıyordu. Üzerine geçirdiği yeni kıyafetleri ve pabuçları onu pespayelikten kurtaramamıştı. Eğri büğrü duruşu, kucağında birleşen titrek elleri ve dağınık çatallı sakallarıyla yaşarken çürüyen bir vebalıyı andırıyordu. Kaptan daha fazla beklemeden söze girdi: “Söyle bakalım adın nedir? Kimlerdensin? Maşruk illerinde neyden kaçarsın?”

Genç adam ürkek sesiyle cevapladı: “Adım Magjan'dır beyim.”

“Demek bana bu kadarını bahşediyorsun. Öyle olsun.Senin kim olduğunun benim için hiçbir önemi yok. Soran olursa kölem olduğunu söylerim. Eğer benim gemimde kalacaksan kendine güzel bir hikâyeyaratsan iyi edersin. Akdeniz'in sultanı olduğunu söyle mesela. Aklını yitirdiğini sanırlar. Sana armut şarabı bile ikram edeceklerine bahse girerim.”

“Emrin olur beyim. Af buyurun, mahzuru yoksa… Bu gemi nereye gider acaba?”

Kaptanın yüzüne kısık bir gülümseme oturdu. “Üvey kardeşimin annemi biraz üzdüğünü duydum. Yanına gidip teselli etmek istiyorum. Güneşi kapatan bulutları dağıtmak gibi bir meşgalem var. Bir de koylarda dönen gizli pazarlıkları takip etmem gerekiyor. Eski bir alışkanlık.”

“Eskiden korsan mıydınız?”

“ Halen korsanım. Senin yaşın kadar ömrümü denizde geçirdim. Girmediğim ne koy kaldı ne de körfez. Merak etme hükümdardan iznimiz var. Yedi cihanda kapılar önüme açılır. Soysuz veletler gibi hırsızlıkla, zorbalıkla işim olmaz benim. Ah! Adımı söylemedim değil mi? Kendimi birine tanıtmayalı çok uzun zaman oldu. Adım Raşid. İsmim bana dedemden kalan tek yadigâr. Tayfam bana süvari bey der. Dostlarım al-Batros. Düşmanlarımsa Andalusyalı. Bana nasıl hitap edeceğini kendin seç. Ragusa'ya kadar durmaksızın devam edeceğiz. Orada görmem gereken biri var. Limanda inip yoluna devam edersin. Varana kadar sana ne iş verilirse onu yapacaksın. Şimdi biraz dinlen. Gücünü topla. Ne derler bilirsin; çabuk eller, çabuk işler.“

Magjan'ın al-Batrosla görüşmesi umduğu gibi geçmemişti. Kaptan sert görünüşünün aksine oldukça anlayışlı davranmıştı. Miçoların yanında yatacak bir yatak bulmuş, topallayan bacağını da sıhhat zabitine gösterebilmişti.Tabip bacağına önce yakıcı mürver yağı sürmüş, sonra da temiz bir bezle bir güzel sarmıştı. Peşindekinden kaçabilmesi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. On gün boyunca kendine verilen her işe koştu. Ana direklere bağlı gabyalardan en uçtaki babafingoya kadar karavelin her parçasına eli dokunmuştu. Yeri geliyorkalafatçıyla beraber geminin kaplamalarını ziftliyor, yeri geliyor armadorlarla serenleri düzeltiyordu.

Magjan kısa zamanda eski sağlam halinedönmüş, yaralı vicdanı bir nebze olsun durulmuştu.Fakat her gece uykusunu bölen kâbuslar geçmişi unutmasına imkân vermiyordu.Dolunayın dingin ışığının altında, hasır şiltesinin üzerinde yıpranmış yamalı pantolonunu incelerken buldu kendini. Yıllardır vicdanını delip geçen sözler bir kez daha ellerinin arasındaydı. Her kelimesi, her harfin her çizgisi zihnine kazınmış olsa da yeniden okumak için pantolonu ters yüz etti. Dizine dikilmiş yamanın arka yüzündeki mürekkep izlerine parmağıyla dokundu. Mürekkebin aktığı ilk günü hatırlıyordu. Onu canından bir parça gibi koruyacağına yemin etmişti. Şimdi ise yamanın üzerinde birbirine karışmış okunaksız harfler, adeta zamanla solan ruhunun bir yansımasıydı. Pantolonu tekrar tersine çevirip şiltenin altına sakladı.

Andalus'un yolculuğunun üçüncü haftasının başında al-Batros Magjan'ı yanına çağırttı. Kaptanın kamarası iki kulaçtan daha geniş değildi. İç içe geçen çıtalarla tutturulmuş iki kare pencere ve ahşap direklere asılı kil kandiller odanın yeterince ışık almasını sağlıyordu. Oda içki dolu fıçılar, kilitli abanoz sandıklar, kitaplarla bezeli raflar ve döşemeyi boylu boyunca kaplayan Akaraz kilimleriyle döşeliydi. Al-Batros pencere önüne mıhlanmış ahşap masanın başında misafirini bekliyordu. Masanın üzerine gelişigüzel serilmiş arbalet oklarının fildişi temrenleri Magjan'ın gözlerinin içine sabitlenmişti. Magjan çekingen adımlarla yaklaşırken kaptan siyah vezirle beyaz piyadeyi devirmek üzereydi. “Oynamasını bilir misin?” diye sordu. Magjan “Bilirim de, böylesini hiç görmemiştim.” diye cevapladı. Satranç iç içe sıralanmış dört halka çember üzerinde siyah-beyaz karelerden oluşuyordu. Kaptan beyaz atı vezirin tehdidinden uzaklaştırırken konuştu: “Öğrensen iyi edersin. Yolumuz uzun. Tek başıma oynamaktan sıkıldım. Gemim satranç taşı görse yemeye çalışacak adamlarla dolu. Sen ne olduğunu anlamadan koca fili mideye indirirler. Sadık dostumun ise öğrenmeye pek niyeti yok.”

“Sadık dostunuz?”

27

Page 30: Gölge e-Dergi 106. sayı

Kaptan odanın sol köşesini işaret etti. Magjan dev kaplumbağayı görünce irkildi. Ağzından istemsiz bir küfür savruldu. Al-Batros bu tepkiyi bekliyormuş gibi içten bir kahkaha koyuverdi.

“Korkma genç adam. Çenesi kuvvetlidir ama koşmaya başlarsan seni yakalayabileceğini sanmıyorum. Adı Yaleb, çelik kalkan anlamına geliyor. Savaş görmüş bir korsan için doğru bir seçim değil mi?”

Al-Batros Yaleb'in önüne turuncu bir kantalup fırlattı. Hayvan meyveyi güçlü çenesiyle parçalayarak yemeye koyuldu. Kaptandikkatini tekrar Magjan'a verdi: “Seni buraya Yaleb'in öğle yemeğini izlemeye çağırmadım. İki haftadır gemimdesin ve hakkında bilmediklerim beni huzursuz etmeye başladı. Günlerdir ne halt olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Birkaç fikrim var ancak hepsi bir noktada çıkmaza giriyor. Artık buna bir son vermenin zamanı geldi değil mi, Ne dersin?”

“Kim olduğumu umursamadığınızı söylemiştiniz. Hani gemide ilk gün…”

“Tamam, tamam biliyorum. Seni yaptıklarınla yargılayacak değilim. İstersen Paulus'un Doria'yı öldürtmek için yolladığı bir suikastçı ol, hiç umurumda değil. Gerçi bu hoşuma giderdi ya neyse. Seni konuşmaya zorlayamam. Onun yerinebir oyun oynayacağız. Çember satrancı bilirsin sanmıştım. Her ne kadar boynu bükük rolü yapsan da zamanında çok mürekkep yaladığın belli oluyor. Sen de fark etmişsindir, denizin orta yerinde imkânlarımız kısıtlı. Barbut oynamamaya da yeminliyim. O halde bilmece oyunu oynayacağız. Sana bilmece soracağım ve bilemezsen bana bir cevap borcun olacak. Kabul ediyor musun?”

Magjan kabul etmekten başka çaresi olmadığını sezmişti. Kaptanı başıyla onayladı.

“Peki, o zaman, iyi dinle; Ne bacağım var dans etmeye ne ciğerim var nefes almaya. Ne canım var yaşamaya ne de yerle yeksan olmaya. Hepsini yaparım sırasıyla. Söyle neyim ben?”

Magjan uzun uzun düşündü ancak bir cevap bulamadı. Kaptan kurnaz bir gülümsemeyle “ateş” dedi. “Ateşim ben. Şimdi soruma gelelim. Söyle bakalım gerçek adın nedir?”

Magjan tereddüt etmeden cevap verdi: “Adım Magjan'dır beyim. Size yalan söylememiştim.”

Al-Batros'un keyfi kaçmıştı: “Tanımadığın bir korsana adını söyleyecek kadar aptal olabileceğini düşünmemiştim.”

“Ben de bu yüzden gerçek adımı söyledim al-Batros. İnanmayacağınızı biliyordum.”

“Peki, öyle olsun. Yalnız bende bilmece bitmez. Bu sefer daha dikkatli düşün; Kaleler inşa eder, dağları delerim. Kimini kör eder, kimine yardım ederim. Söyle ben neyim?”

Magjan bir süre düşündü. Bilmeceyi içinden tekrarlıyordu. Bir anda heyecanlandı ve “kum” diye bağırdı. “Şimdi hatırladım. Az kalsın Kebir çölünün kumları beni kör edecekti.”

Kaptanın keyfi bir kez daha kaçmıştı. İçkisinden koca bir yudum aldıktan sonra konuştu: “Fırıncıdan bilmece öğrenirsen böyle olur işte! Sıkılmaya başladım Magjan. Son bir soru daha soracağım. Bilemezsen kimsin, necisin bir bir döküleceksin!”

Devam edecek

28

Page 31: Gölge e-Dergi 106. sayı

29

Page 32: Gölge e-Dergi 106. sayı

Öykü ve İllustrasyonRamazan AYKILIÇ

BU SENİN KADERİN

Akşam karanlığı, huzur. Evde yalnızsın, müzik dinliyorsun.

Zırrr... Zırrr... Kapı zili çalar. Akşamın bu saatinde kim olabilir acaba?

Kapıyı aralıyor, dışarı bakıyorsun. Karanlıkta, evin önünde park etmiş bir otomobil. Kapısı açık. Farları yanık.

Kapının eşiğinden dışarıyı süzüyor ve kimseyi göremiyorsun. Şaşırıyor, ürperiyorsun. Soğuk.

Salona dönüyorsun.

Karşındaki koltuğa oturmuş orta yaşlı, yakışıklı bir yabancının sana gülümsediğini görüyorsun. Saçları

yaşından önce ağarmaya başlamış beyaz gömlekli, lacivert ceketli ve açık mavi pantolonlu bir adam.

Dışarıdaki soğuğa aldırmadan giyilmiş rahat bahar kıyafetleri...

Sen, kapının önünde durmaya devam ediyorsun, şaşkın, donuk.

Yabancı gülümsüyor ve söze başlıyor:

"Özür dilerim, hanımefendi. Arabam arızalandı. Eviniz, yolumun üzerindeydi, bu yüzden yardım istemek

zorunda kaldım. Ancak, uzun bir yoldan geliyorum. İçecek bir şey ikram edebilir misiniz?"

Halen şoktasın. Ne diyeceğini bilemiyorsun.

"Bir kahve çok iyi olur. İçine de az rom koymanızı rica ederim, varsa!" diye devam ediyor adam.

Kendini mutfağa giderken buluyorsun. Mutfağa girdiğinde yabancı, buzdolabına yaslanmış,

gülümsüyor. Sevecen bir şekilde.

Soruyor: "Yardım etmemi ister misiniz?"

Şaşkınlığından sıyrılamıyorsun, ağzından bir kelime çıkmıyor.

Kahveyi hazırlıyorsun. Yabancı konuşuyor:

"Güzel bir ev. Sanırım yalnız yaşıyorsunuz. Bir de kediniz olduğunu anlıyorum. Ve. Vivaldi dinlemeyi

seviyorsunuz, tıpkı benim gibi. Beethoven' ı da çok beğendiğimi belirteyim.

Böyle geç bir saatte burada olmam, sizi korkutmamıştır umarım?

Ancak, beni buraya getiren, kalp atışlarınızın sesi oldu."

Kalbimin sesini nasıl duyabilir, diye düşünüyorsun.

"Şaşkınsınız, eminim. Bu, ailemden bana kalan bir miras. İnsanların kalp atışlarını duyabiliyorum."

Kahve hazır, uzatıyorsun. Kahveyi alan yabancı, müzik setine doğru ilerliyor.

"İzin verir misiniz?" Müzik setini işaret ederek.

Gözünü kırpmadan, başınla onaylıyorsun hafifçe.

Beethoven'ın "FürElise" sini seçer. Huzur veren piyano tınılarını duyuyorsun, bir an için rahatlıyorsun.

Halen ayaktasın. Salonun bir ucunda sen, diğer ucunda ise müziği dinlerken kahveyi keyifle içen

adam.Kahvesini içerken gözlerini senden ayırmıyor.

"Ben aslında bir avcıyım. Evet, bir avcı. Anlamakta zorlanacaksınız, eminim. Ancak.... Anlamanızı

sağlamaya çalışacağım.

Bir kurt olarak doğdum. 7 yaşıma kadar ormanda büyüdüm. İnsanlardan uzakta.

Annem ve babam insan. Yani, öyle görünüyorlar. 7 yaşıma geldiğimde, ben de insana dönüştüm.

Evet, İnanması oldukça güç. Ama lütfen dinlemeye devam edin.

Kurt olmamın tek farklılığı, insanlarının kalp seslerini duyabiliyor olmam.

Duymak zorundayım,çünkü çok özel bir kalp sesi arıyorum. Yıllardır....

7 ile 17 yaşlarım arasında ailemle birlikte şehirde yaşadım. Okul. Arkadaşlar. Sıradan bir hayat.

Ailemin isteğiyle, 17 yaşımda onları terk ettim. Böylece yolculuğum başladı. Arayış başladı.

Birçok şehir ve ülke dolaştım. Birçok işte çalıştım. Sayısız insanla tanıştım. Çok para kazandım, yatırım

30

Page 33: Gölge e-Dergi 106. sayı

31

Page 34: Gölge e-Dergi 106. sayı

yaptım. Ancak amacımı asla unutmadım.

Amacım, o çok özel kalp sesini bulmaktı.

Her kalbin, kendine özgü bir sesi vardır. İnsanoğlu bu gezegende yaşamaya başladığından beri,

neredeyse yirmi milyar insan doğdu, öldü... Her birinin kalp atış ritmi özeldir.

İnsanların kalp atışlarını her yerde duyuyorum. Sokakta, restoranda, her yerde... Aynı anda birçok şarkı

dinlemek gibidir bu.

Kulaklarımı kapatmam, duymamı engellemiyor. Çünkü, bu sesleri içimde duyuyorum. Kulaklarımla

değil.

Yıllar içinde, bu karmaşayı kontrol etmeyi öğrendim. Oysa ilk on yılım kabus gibi idi. Kalp sesleri her

yerdeydi. Çıldıracağımı sanmıştım.

Ancak annem ve babam, bana bu durumu nasıl kontrol etmem gerektiğini öğrettiler. Nasıl kabullenmem

ve odaklanmam gerektiğini... Bir nehir gibi akıp gitmesine izin vermeyi...

Yolculuğum, beni bu yakınlara getirdi. Ve bir an, "o" sesi duydum. Aradığım o kalp sesini...

Önce inanmakta güçlük çektim... Yıllardır aramaktan aklım karışmış ve yolculuktan yorgun düşmüş

olabileceğimi düşündüm. Sesi takip ettim. Ve işte buradayım.

Sormayacak mısın bana, bu sesi niye aradığımı? Yıllar boyunca...

Ancak sen, bu yabancı evine geldiğinden beri, sana bu inanması güç hikayeyi anlattığı zaman boyunca

ve şu an, donmuş bir halde duruyorsun. Tek bir kelime etmedin. Ona inanmalı mı, inanmamalı mısın?

Burada ne arıyor? Ne yapmak istiyor?

Ancak bu düşündüklerini soramıyorsun. Öylece dikiliyorsun. Bir heykel gibi. Bu yabancıya bakan, onu

dinleyen bir heykel.

Yabancı, hikayesini anlatırken salonda dolanıyor ve kahvesini yudumluyordu. Tanrım, kahvesi sanki hiç

bitmiyordu! Ve müzik! Halen aynı eser çalıyor, tekrar tekrar.

Tüm bunları düşünürken, şok olmuş bir halde olman için gerekli birçok nedenin var.

Bir anda yabancı, karşında beliriyor. Burun burunasınız. Kendi yüzünü, karşındaki bir çift gözün

yansımasında görüyorsun. O gözler, konuşuyor

"Kalp atışların... Kalbin... Sen... Beni uzun bir süredir bekliyordun. Kaderini bilmeden. İşte şimdi

kaderinle yüzleşmenin zamanı geldi."

Bir şeyler olacağını anlıyorsun. Hazırsın.

Yabancının gözleri ve dudakları sana daha da yaklaşıyor, gözlerini kapatıyorsun, dudakları dudaklarına

temas ediyor. Sonra karanlık... Ardından bir ses duymaya başlıyorsun, karanlıktan giderek yükselen bir ses.

küt. küT. kÜT. KÜT. KÜT. KÜT....

Gözlerini açıyorsun. Karanlık. Yıldızları seçmeye başlıyorsun. Ağaçların siluetlerini. Ormandasın.

Hemen yanı başında bir kalp atışı duyuyorsun. Karanlığın içinde bir kurt görüyorsun, yanında. Onu

takip ediyorsun. Bir nehir görüyorsun. Nehrin dingin sularında, gökteki dolunayın yansımasını titriyor.

Suya eğiliyorsun. Önce bir çift parlak göz görüyorsun, sonra da karanlık bir kurt yüzü; ve sudaki

yansımada, bir kurt yüzü daha beliriyor, gözleri aynı parlaklıkta.

Anlıyorsun!

İkiniz de, gözlerinizi tepedeki dolunaya çeviriyorsunuz. Ve aya doğru uluyorsunuz.

Auuuuuuuu-uuuuuuu......

32

Page 35: Gölge e-Dergi 106. sayı

33

Page 36: Gölge e-Dergi 106. sayı

34

Page 37: Gölge e-Dergi 106. sayı

35

Page 38: Gölge e-Dergi 106. sayı

36

Page 39: Gölge e-Dergi 106. sayı

37

Page 40: Gölge e-Dergi 106. sayı

Shoujo Kakumei Utena

Anime İncelemesiOlca KARASOY

Bir zamanlar küçük bir prenses varmış. Anne ve

babası öldüğü için çok üzgünmüş. Bir gün prensesin

önünde gezgin bir prens belirmiş beyaz atının

üzerinde. “Küçük kız” demiş prens, “bunca kederin

altında eziliyorsun; gücünü ve asaletini asla yitirme,

büyüdüğünde bile. Sana bu yüzüğü veriyorum, günü

gelince seni bana getirecek.”

Bunların hepsi iyi hoş, ancak kızımız prensten o

kadar etkilenmiş ki bir prenses değil, prens olmaya

karar vermiş. Ama bu sahiden iyi bir fikir miydi?

Susan J. Napier'in “ANİME” isimli kitabında

yukarıdaki paragrafı okumam ve merakla Utena

animesine başlamam bir oldu. Anime bittiğinde Utena

en sevdiğim animeler listesinde yerini almayı

başarmıştı. Sadece kısa bir paragraf ile izler kitleyi

üzerine çeken kaç tane anime var ki? Evet, Utena

sıradışı konusu ve gizemi ile her bölümde izleyici

dinamik tutmayı, anlatımı ile büyülemeyi başarmış bir

anime.

Öncelikle belirtmeliyim ki Chiho Saito'nun

mangasından uyarlanmasına karşın Shoujo Kakumei

Utena, bir süre sonra mangasından farklı bir yol

izlemeye başladı. Söz konusu durum Fullmetal

Alchemist'te de mevcut. Manga bitmeden animeye

başlandığında anime ya mangadan çok farklı bir

konuya dönüyor ya da yarım kalıyor. Animenin henüz

38

Page 41: Gölge e-Dergi 106. sayı

manga tamamlanmadan başlanması ya da manganın

yayın hızını geçmesi olumsuz durumlara neden

olabiliyor.

Serinin ana karakteri "Erkek Fatma" olarak tabir

edebileceğimiz UtenaTenjou. Çocukken gördüğü

nazik bir prensten o kadar etkilenir ki kendisi de bir

prens olmaya karar verir. Bunun için hem kişiliğini

hem de giyim kuşamını değiştirir. Ohtori Akademisi'ne

giden Utena burada Anthy Himemiya adlı bir kızla

tanışır. Anthy bir başka öğrenci ile taciz boyutlarına

varan bir ilişki içerisindeyken Utena onu korumak ister

ve kendisini öğrenci konseyi ile bir dizi kılıç düellosu

yaparken bulur. Anthy'ye "RoseBride" yani Gül Gelini

denmektedir. Yapılan düelloların kazananı Gül

Gelini'ne sahip olmaktadır. Turnuvayı kazanan

"dünyada devrim yapabilecek bir güce" sahip

olacaktır. Bu yüzden herkes Gül Gelini'ni istediği için

turnuva şampiyonu sürekli meydan okumalarla

karşılaşır.

Utena içinde yoğun bir biçimde metafizik,

gerçeküstücülük ve alegori barındıran bir shojo, yani

daha çok kızlara hitap eden bir anime serisi.

Takarazuka Revue adı verilen ve tamamı kadınlardan

oluşan müzikal tiyatro benzeri görseller ve gölge

oyunları da animede yer alıyor.

Animenin ana hikâyesi kendi içinde dörde

ayrılmış. Dört hikâyede de Utena farklı bir

mücadeleye giriyor. Ortak noktaları ise hikâyelerin

Ohtori Akademisi'nde geçmesi ve Utena'nın Gül

Gelini'nin sahibi unvanını korumaya çalışması. Düello

için meydan okumalar geri çevrilemez ve hepsi

akademinin dışında kalan yüksek platformda

gerçekleştirilir ki burası sadece düelloculara açık bir

yerdir. Gül Gelini düellocuların ceketlerine güller takar

ve düellocular da kılıçlarını kullanarak rakibinin

39

Page 42: Gölge e-Dergi 106. sayı

güllerini kopartmaya çalışır. Gülünü kaybeden

düellocu mücadeleyi kaybetmiş olur. Anime içerisinde

geçen dört hikâye sırası ile şöyle:

Öğrenci Konseyi

İlk bölümden 13. bölüme kadar sürmektedir ve

Utena, Anthy ve diğer karakterleri tanıtmaktadır.

Hikâyede Utena'nın Gül Gelini'ni nasıl kazandığı ve

öğrenci konseyi ile mücadelesi anlatılmaktadır.

Karagül Hikâyesi

14. bölümden 24. bölüme kadar sürmektedir.

Öğrenci konseyini bertaraf ettikten sonra Utena'nın

önüne yeni bir tehdit çıkar: Souji Mikage. 18 yaşındaki

dahi, bir danışman kılığında üstün zekâsını kullanarak

insanları manipüle etmektedir. Siyah gül armaları

taktırdığı öğrencileri Utena'nın üzerine gönderir.

Akio Ohtori Hikâyesi

25. bölümden 33. bölüme kadar sürmektedir.

Mikage olayından sonra Utena yeniden öğrenci

konseyi üyeleri ile düello yapmak zorunda kalır.

Üstelik öğrencilerin artık yeni yetenekleri de vardır.

Ayrıca, Akio onu baştan çıkarmaya çalışır ve bu

sebeple Anthy ile arası açılır.

Kıyamet Hikâyesi

34. bölümden son bölüm olan 39. bölüme kadar

sürer. Düelloların arkasındaki karanlık sırlar açığa

çıkar ve Akio ile Anthy'nin gerçek niyetleri belli olur.

Utena ile Akioilk ve son kez düello için karşı karşıya

gelirler. Utena, Akio'yu yener ama Anthy ihanet

edinceUtena kaybeder.

Mangada hikâye biraz daha farklı. Hikâyenin

başlangıcında Utenabaşka bir okula gitmektedir. Okul

yönetimi ile sorun yaşadığı için yönetim, iç mimar olan

teyzesi ile iletişime geçer. Utena'nın arkadaşı Kaido

izleyiciye tanıtılır. İkilinin arasında sıkı bir dostluk

vardır. Mangada Utena'nın anne ile babasının

ölümünden sonra bu kadar dik başlı hale geldiği

anlatılır. Utena'ya her sene güller açtığı zaman bir

mektup gelmektedir. Utena'nın söylediğine göre bu

mektuplar, henüz küçük bir kızken bir prens

tarafından kurtarıldıktan sonra gelmeye başlamıştır.

Kaido'nun da niyeti bu mektupları göndereni

bulmaktır. Mangada bölümler ilerledikçe Utena

teyzesinin iş arkadaşı olan AoiWakaouji ile tanışır.

Kendisi Utena'yı kurtaran prense çok benzemektedir

ve prensin taktığı yüzükten takmaktadır. Uteno, Aoi'yi

prensi sanır ama hayalleri Aoi ile teyzesini uygunsuz

olarak yakalayınca yıkılır. Kaido ise Utena'ya

gönderilen mektupların Aoi'un okuduğu okuldan

geldiğini öğrenir. Bunu öğrenen Utena da okulunu

değiştirmeye karar verir. Prensini aramaya giden

Utena arkasında kalbi kırık bir Kaido bırakır.

Utena'nın yapımında yönetmen

KunihikoIkuharadahil Sailor Moon animesinde görev

yapan birçok kişi çalışmış. Yönetmen Kuhara, bu

animede SailorMoon'daki başarıyı

yakalayabileceğinden emin olmamasına rağmen

Utena'nın son işi olduğunu düşünerek kariyerinin zirve

eserini yapmak istemiş.

Utena'nın, Shoujo Kakumei Utena

(Revolutionary Girl Utena) isimli beş sayılık mangası,

aynı isim ile yayınlanan 39 bölümden oluşan anime

serisi ve 1999 yılında yapılan Adolescence of Utenea

isimli bir anime filmi bulunmaktadır. Televizyon serisi

ile film paralel doğrultuda ilerlese de bazı değişiklikler

yapılmış. Utena'nın film versiyonu oldukça ilginç

bulunmuştur. Bu ilginçliğin en büyük sebebi

kahramanların görünüşlerinin ve karakterlerinin

değişmesidir. Özellikle filmdeki Anthy Himemiya

karakteri seriden oldukça farklıdır. Filmde Anthy

karakteri çiziminin seriye göre daha güzel olduğunu

40

Page 43: Gölge e-Dergi 106. sayı

söyleyebiliriz. Anthy

seride pasif bir karakter

olarak ortaya çıkarken,

filmde flörtöz ve dik başlı bir

karakter olarak

görünmekte. Ayrıca filmde

Touga Kiryuu ve Utena

arasında bağ, seridekinden

oldukça farklıdır.

Çizimleri bakımından

animeye, RiyokoIkeda'nın

The Rose of Versailles'in

(Versailles Gülü) ilham

kaynağı olduğu sıkça

konuşulmuştur. Kayan

aynalar, desteksiz

merdivenler gibi unsurlar

Versailles Gülü'nde de yer almıştı. Utena'da da

gerçeküstü manzaraların yanında buna benzer

sahneler mevcut. Ayrıca devrim yapmak, güllerin

sıkça kullanılması, asalet ve düellolar da Versailles

Gülü'nüfazlası ile hatırlatıyor. Özellikle UtenaTenjou

ile Oscar François daJarjeyes karakter olarak birbirini

anımsatmakta. (ikiside erkeksi dişi karakterler). En

büyük benzerliklerden bir diğeri ise Utena'nınAnthy'yi,

Oscar'ın ise Maria Antoinette'yi korumaya

çalışmasıdır. Maria Antoinette'in son derece kadınsı

olması ile Anthy karakterinin de aynı özelliği taşıması;

Oscar ve Utena'nında erkeksi dişi karakterler olma

özellikleri aynıdır. Oscar, babası tarafından erkek gibi

yetiştirilir, Utena babasız kaldığı ve güçsüz olmaktan

korktuğu için erkek gibi yetişir. Utena'nın savaşı Gül

Gelini'ni kurtarmak, Oscar'ın savaşı babasının

arzusunu gerçekleştirmek ve iyi bir asker olmaktır.

Her iki karakterde başkaları için kendi yaşamlarından

ödün vermişlerdir. Lakin bu konuşulanlara rağmen

yönetmen KunihikoIkuhara, Versailles Gülü'nün,

Utena'ya kaynak olmadığını birçok kez dile

getirmiştir. Ikuhara'nın söylediğine göre Utena'nın

konsepti, Sailor Moon Super S: The Movie anime

filminden gelmektedir. Çünkü Ikuhara'nın orijinal

fikirleri Sailor Moon filminde kullanılmamış, yönetmen

de akabinde projeden ayrılarak fikirlerini Utena'da

uygulamıştır. Sailor Moon animesinde de eşcinsel

karakterlerin bulunması Utena ile

benzerliklerindendir.

Utena'da masallarda kullanılan motiflere sıkça

rastlıyoruz. Kaleler, yakışıklı prensler gibi. Bununla

birlikte, hikâyeler mangalarda gördüğümüz

geleneksel shoujo temaları ile (güzel kızlar ve

erkekler, romantik yakınlaşmalar) desteklenmiş.

Utena'da metafizik göndermeler de bulunuyor. Utena

bir illüzyon dünyasında yaşamaktadır ve bu

dünyadan gerçekliğe adım atmaktadır. Serinin

sonunda Anthy'nineline bir çanta alması artık kendi

bağımsızlığını kazandığını ve zincirlerinden

kurtulduğunu temsil eder. Utena ve Anthy'nin ilişkisi

ise metafor olarak iki yarımın birleşme ihtiyacı olarak

tanımlanmıştır. Utena ne kadar erkek gibi davranırsa

Anthy o kadar narindir. Lakin ikisi de birbirlerine olan

sevgilerini doğrudan açıklamaz. Kullanılan kırmızı

renk ise karakterlerin hırsını temsil etmektedir.

Utena'nın merdivenleri çıkarken geçirdiği dönüşüm

ve çalan “ZettaiUnmeiMokushiroku”adlı parça, o

dönemin diğer popüler shoujo içeriği gibidir. Yani

müzik eşliğinde karakteri değişen ve dönüşüm

geçiren kız teması Utena'da da mevcut.

41

Page 44: Gölge e-Dergi 106. sayı

Utena için sürrealizm dolu bir anime denilebilir.

Bunda yönetmen Ikuhara'nın sanat ve tiyatro

sevgisinin yeri büyük. İlk bölümden son bölüme kadar

Utena, anlamı olmayan olaylardan adeta anlam

çıkarmaktadır. Sonu yokmuş gibi görünen spiral

merdivenlerin çıktığı düello meydanının tepesinde

süzülüyormuş gibi duran tersyüz bir kale, esrarengiz

yorumlar yapan gölge kuklaları, sözleri kadar değişik

ama bir o kadar da görkemli olan müzikleri animeye

gerçeküstü bir hava katıyor. Karakterlerin düşünceleri

ve duyguları mümkün olduğunca estetik bir şekilde

sunulmuş. Anthy her ne kadar kırılgan ve narin Gül

Gelini olarak lanse edilse de özellikle evcil hayvanları

başta olmak üzere garip zevklere sahiptir. Seride

bulunan tüm erkekler işe yaramaz ve zorba olarak

tasvir edilmiştir. Utena adeta kendi dünyasında bir

halüsinasyonun içinde yaşıyor gibidir. Serinin

sonunda ise şaşırtıcı gerçekler ortaya çıkar. Akio ve

Anthy hakkındaki gerçekleri öğrenen Utena ile birlikte

seyirci de büyük bir şokgeçirir. Anthy aslında bir

cadıdır. Yıllar önce Akio'yu kurtarmak için kendisini

kasabalıların önüne atmış ve öldürülmüştür. Utena

küçüklüğünde Anthy'in acılar içinde arafta sıkıştığını

görmüş ve bu sebeple prens olmaya karar vermiştir.

Anthy'ye sonsuz derecede güvenen ve onun için

ölümü göze alan Utena en büyük darbeyi de

Anthy'den alacaktır. Ama serinin sonunda Utena'nın

dileği gerçek olacak ve Anthy bir birey olduğunu

anlayacak, özgürlüğe adımını atacaktır.

Belirtmem gereken bir diğer nokta ise animede

ensest ve eşcinsel ilişkilerin bulunuyor olması ama

bunların açık şekilde gösterilmemesi. Anthy ve Utena

arasındaki duygusal ilişkiyi filmde daha net görürken

seride hiç görmediğimiz cinsel yaklaşımlarıda filmde

görmekteyiz.

1990'ların en önemli animesi olarak gösterilen

Utena, AnimationKobe tarafından yılın televizyon

animesi ödülünü 1997 yılında (2015'te kazanan

Shirobako) kazanmıştır.

Animedeki çeşitli biçimlerde tasvirler karşımıza

çıkmakta. Gerçekte yıllar önce bir yangında ölen

Mikage'nin seride bulunmasının nedeni herkesin onu

yaşıyor sanmasıdır. Dolayısıyla herkes onun

öldüğünü düşünürse var olmayacaktır. Kısacası tüm

mesele fikirlerin ne kadar güçlü olabileceğidir. Bu

örneğe serinin sonunda Utena'nın hatırasının

herkesin aklından silinmesi de verilebilir. Lakin Anthy

ve Akio hala Utena'nın kim olduğunu hatırladığı için

Utena bir yerlerde yaşamak zorundadır.

Seride karşımıza bolca gül çıkıyor. Kırmızı güller

bireyleri tek tek temsil ederken siyah güller hepsinin

ortak davasının (Utena'yı alt etmek) sembolüdür.

Kelebekler ise birçok tasvirde olduğu gibi başkalaşımı

temsil eder. Karagül hikâyesinin sonunda çıkan

kediler ise aileyi, Akio'nun tarottan gelen arabası

yetişkinliği, seks, tutku ile dönüşümü simgeler.

Bunların dışında Miki'nin sürekli kronometresine

bakması okulda zamanın farklı aktığının farklı

olmasından kaynaklandığı içindir. Yani Miki zaman

tutmaktadır. Son olarak animede bahsi geçen dünya

devrimiyse Anthy'nin itaatkârlığının yok edilmesidir.

42

Page 45: Gölge e-Dergi 106. sayı

YazanGökçe Mehmet AY

İllüstrasyonMehmet Kaan SEVİNÇ

TİMSAHIN ŞÖLENİ

Akıncılara katıldığımda sıcakta, enerji verimliliği için düşük güce geçmiş zırhımın içinde, eşyalarımın kayan

bir yıldız gibi yere düşeceğini izleyeceğimi hayal etmemiştim.

Hekate'nin sıcak iklimi Timsahlara uygundu. Diplomasi ekibi onlara kendi isimleri ile hitap etmemiz

gerektiğini söyleseler de, Xcolet insan ağzına uygun değildi. Hem de iki ayağı üzerinde yürüyen, dev timsah

benzeri yaratıklar söz konusu olunca timsah pek de kötü bir isim sayılmamalı. İmparatorluğun Galaksi Meclisine

karşı yaptığı saldırıları durdurabilmek için Timsahlara ihtiyacımız olmasaydı bu sıcak ve bunaltıcı gezegene

gelmeyebilirdim. Ancak diplomatlarımızı taşıması için Gayretgah görevlendirilince ben ve bağlı olduğum Akıncı

birliği Hekate'ye gelmiştik. Benim gezegen yüzeyine inmem bir acil durum sonucu olduğu için yanımda zırhım

dışında bir şey getirememiştim. Gayretgah'ın kaptanı bana kızgın olmasaydı belki eşyalarımı rokete bağlayıp

yollamayabilirdi. Zırhımın hesaplarına göre iniş noktasına yakın bir tepede bekliyordum.

"Merak etmeyin Teğmenim, eşyalarınız güvenle elinizde olacak."

"Başçavuşum ben sizin kadar emin değilim."

Başçavuş Boris, iki metreye yakın boyu ile korkutucu bir askerdi. Gülümserken avını kapmak üzere ileri

atılmaya hazır bir kurt gibi gözüküyordu.

"Merak etmeyin, Gayretgah'ın sızmalarda istenilen yere paketleri kolaylıkla yerleştirebilen bir ekibi var.

Sizin eşyalarınız düşman sahasına inmediği için hem gizli olmak zorunda değil, hem de pakete ateş edilmiyor."

Boris konuşurken içinde eşyalarımın olduğu kayan yıldızdan bir paraşüt fırladı ve kapsül yavaşlamaya

başladı. Kapsül on beş dakika sonra tam da istediğimiz noktanın 5 metre uzağına iniş yaptı. İçinde mesdresim,

tıraş malzemelerim ve yedek üniformam vardı.

#

Eşyalarımı aldıktan sonra dağların arasından şehre inen yoldan Quezlac'a vardık. Quezlac üç nehrin

kesişiminde kurulmuş bir şehirdi. Akşamüstü güneşi suların üzerinde ışıldıyor, suyun içindeki evleri aydınlatıyordu.

Biz insanlar gibi gökdelenler yerine geniş, bir veya iki katlı binaları vardı. Her evin nehre açılan bir kapısı ve evleri

birbirine bağlayan yollara açılan bir ikinci kapısı vardı. Suda sakince yatan timsahları gördüğünüzde,onların

Hekate'nin baskın türü olduğuna inanmak zordu. Yavru timsahların sığ suyun içinde zıplayıp birbirlerine yassı top

attıkları oyun sahasının yanından geçip bizi yerleştirdikleri binaya vardık. Meclis'in sırrını öğrenmek istediği,

dayanıklı bir malzemeden yapılmış zırhın içinde nöbet tutan iki timsah askerinin yanından geçip içeri girdik.

Yüzbaşı Tekin mavi kaftan giymiş bir timsahla konuşuyordu. Geldiğimi görünce yanına çağırdı.

"Teğmenim, seni güvenliğimizden sorumlu Yüzbaşı CualliIx ile tanıştırayım."

Yüzbaşı Ix bana baktı, ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi. Kendi dilinde melodik bir cevap verdi.

Ense kökümden beynime bağlı çip, söylediklerini anlayabileceğim dile çevirdi. Ne yazık ki tercümede onun

konuşmasındaki müzikten eser yoktu.

"Bu sizin canınızı ve bizim onurumuzu kurtaran kahraman öyle mi?" Yüzbaşı Tekin'e dönüp, burun

deliklerinden çipin gülme dediği bir ses çıkarttı. "Siz insanları doğru anlıyorsam daha yuvadan yeni çıkmış."

"Doğru yuvadan yeni çıktı ama güçlü bir savaşçıdır."

"Bu akşamki şölende ne kadar güçlü olduğunu görmek isteyenler olacaktır." Yüzbaşı Ix başını salladı.

"Eğer Itzmana'nın istediği savunma sistemi ve radarlar kurulmuş olsaydı İmparatorluk gizlice size saldıramaz ve

biz de sizin küçük kahramanı korumak zorunda kalmazdık.”

"Baş sözcü Itzmana'nın Hekate'de tek karar verici olduğunu sanıyordum. Neden istediğini yaptıramadı ki?"

43

Page 46: Gölge e-Dergi 106. sayı

44

Page 47: Gölge e-Dergi 106. sayı

Yüzbaşı Ix gene güldü. Elini kaftanının içine sokup, tabancasının üstüne koydu.

"Galaksinin kalanı ile karşılaştığımızda, bataklıklarımız ve mağaralarımızdan çıkmamız gerektiğini

anladık. Ancak ilk baş sözcüyü sizlerle karşılaşmadan yüz yıl önce seçmiştik. Ondan öncesi Su Efendilerinin

arasındaki savaşlarla doluydu. Sonunda savaş yuvalardaki yavruların sayısını azaltıp bizi yok olmanın eşiğine

getirince ilk Baş Sözcü'yü seçtik. Ancak baş sözcülerin sözü emir olsa da, her söyledikleri duyulmaz."

"Yani Baş Sözcü emirlerini yerine getirmesi için birileriyle anlaşmalı öyle mi?"

"Evet Yüzbaşı Tekin, aynen öyle. Yüz yıl, geçmişin alışkanlıklarını düzeltmek için yeterli değil. O

yüzden senin yavru Teğmenin Halil'in alevden kanatlarını dünyamız üzerinde açması gerekti. Bazılarımız

İmparatorluğu destekliyor ve Itzmana'nın yapabilecekleri sınırlı."

"Şölen güvenli mi peki?"

"Güvenli olması için Itzmana beni gönderdi. Merak etmeyin, siz ve diplomasi ekibi güvende olacaklar."

Saatine baktı. " Gitmem gerek, hoşça kalın."

Timsah yüzbaşısı gidince, Tekin Yüzbaşı beni taşınabilir bir güç kalkanı almak ve zırhımı kontrol

ettirmek için cephaneliğe gönderdi. Geri geldiğimde diplomatların başı HarukiOgawa ve bir kadınla

oturuyorlardı.

"Gel Halil" eliyle boş koltuklardan birini gösterdi. "Ekselansları Ogawa'yı tanıyorsun."

"Evet komutanım, sayın ekselansları" Ogawa selamıma gülümseyerek cevap verdi.

"Toplanmamızın sebebi senin Xcolet adetleriyle ve karşılaşabileceğin diplomatik sorunlarla nasıl baş

edebileceğini konuşmak. Açıkçası işin zor olabilir ve o yüzden sana destek olması için diplomasi ekibinden

Bayan Daya Levinson'un yanında olmasına karar verdik."

"Emredersiniz efendim. Ancak şölende nasıl olacak?" Bay Ogawa gülümseyerek söze girdi.

"Yüzbaşı Tekin'le konuştuğumuzda senin bu işe yeterli olduğunu söyledi, gene de Bayan Levinson'un

tecrübelerinin senin işini kolaylaştıracağını düşünüyoruz. O yüzden onun senin damın olarak şölene gelmesine

karar verdik."

"Emredersiniz efendim"

Bayan Levinson, siyah saçlı, spor kıyafetlerine rağmen kendini belli eden güzel bir kadındı. Bu şölene

gittiğim için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Hayallerim gözlerindeki buz bakışları gördüğümde

sönüverdiler. Daya Levinson savaşa gider gibi bakıyordu.

#

Aracımız yolun üstünde sessizce süzülerek şölenin verildiği Itzmana'nın konağına gidiyordu.

Mesdresimi giymiş, Yüzbaşının emri üzerine taşınabilir güç kalkanımı gömleğimin altına bağlamıştım. Yüzbaşı

Tekin, Ekselansları Ogawa ve Daya Levinson ile beraber aynı araçta olunca yarım saatlik yol boyunca

diplomasi konuştuk. Bay Ogawa timsahlarla yapılacak anlaşmanın Meclis'e başka türleri de aramıza aldığımızı

gösterecek iyi bir işaret olduğunu düşünüyordu. Yüzbaşı Tekin ise Hekate'nin imparatorluk gemilerinin yolunu

kesecek bir ön karakol olabileceğini savunuyordu. Büyük ihtimalle Meclis bu ikisini ve belki de bizim

bilmediğimiz başka konuları göz önüne alıp timsahlarla anlaşmaya karar vermişti. Daya'ya ne düşündüğünü

soracaktım ki konak yolun sonunda gözüktü.

Konak koca bir göletin ortasında halkalar halinde tek katlı binaların çevrelediği bir ufak ağaçlıktan

oluşuyordu. Yollar kırmızı, yeşil ve sarı lambalarla aydınlatılmıştı. Yaklaştıkça ufak tekneler ve bizimki gibi kara

taşıtlarıyla gelenler kalabalığı arttırdı. Timsahlar göz alıcı renklerde giyinmişlerdi. Dişi timsahların kıyafetlerinde

pırıltılı mücevherler vardı. Aslında renk seçimini bir kenara bırakılsa bizim büyük toplantılardan pek de farklı

değildi. Arabadan inip binaların arasından ağaçlığa ilerledik. Daya koluma girmiş, etrafı inceliyordu.

Ağaçlığın girişine vardığımızda yeşil kaftanlı, siyah bir timsah kalabalıktan ayrıldı ve kuyruğunu

kaldırıp bize selam verdi.

"Hoş geldiniz, uzak diyarların yolcuları." Sesini çok yükseltmemişti ama tüm timsahlar susmuş bizi

izliyorlardı.

45

Page 48: Gölge e-Dergi 106. sayı

"Ev sahibimiz Itzmana daha teşrif edemediler, ancak benden size yardımcı olmamı istediler." Ellerini

kaftanını önünde kavuşturup, kuyruğunu indirmeden bizi bekliyordu. Bay Ogawa öne çıkıp, başını hafifçe eğip

timsahı selamladı.

"Saygıdeğer Su Efendisi QoixlatChiok, sizi görmek bizim için de büyük mutluluk. Bana saygıdeğer ev

sahibimizinkonağını göstermenizden memnun olurum." Ogawa bize baktı. "Teğmen Halil, sizin yemeklerinizi

tanımıyor, siz bize şöleni gezdirirken onlar da bu eksikliği tamamlayabilirler."

"Elbette Ekselansları Ogawa."

Yüzbaşının bir göz işaretiyle onlardan ayrıldık. Daya beni ağaçlığın ortasındaki dev masaya doğru

götürdü.

"Eğer ev sahibimizin damak tadını öğrenmek istersen doğru yerdesin."

"Böyle bir isteğim yoktu aslında. Yemekleri nasıl?"

"Eğer et seviyorsan başarılı yemekleri var. Itzmana büyük ihtimalle birçok av hayvanı sunacaktır." Daya

kolumu bıraktı. "Birini gördüm, sen yemek yerken ben de onunla konuşmalıyım. Burada buluşuruz, tamam

mı?" Başımı salladım. Daya gülümseyip yanımdan ayrıldı.

Masaya yaklaşınca Daya'nın haklı olduğunu gördüm. Kuşa benzeyen kanatlı iki metrelik bir hayvan

pişirilmiş ve masaya kanatları açık yerleştirilmişti. Etrafında balık gibi başka etler vardı. Onların aralarında da

yeşil, mor ve sarı renklerde sebzeler dizilmişti. Masada tabaklar ve üç farklı çelik alet vardı. Hangisini

kullanacağımı ve hangi yemekten başlayacağımı düşünürken beyaz pullu, üzerinde kırmızı mavi kaftan olan

bir timsah yanıma geldi.

"Eğer Klovxta deneyeceksen, şu bıçağı kullanıp kanadından kesmelisin. Kanat eti bu mevsimde çok

güzeldir."

"Teşekkür ederim." Timsah ben bıçakla kuşun kanadından bir parça keserken beni izliyordu. Tabağa

koyup bir lokma ısırdım.

"Güzel değil mi?"

"Evet, çok güzel." Kanat eti yumuşak ve suluydu. "Kusura bakmayın, ben Teğmen Halil Kocasoy,

Galaktik Meclis Uzay Subayı'yım."

"Sizi tanıyorum Halil Teğmen. Ben de YioziMaxcla, Baş Sözcü Itzlan'ın Üçüncü Sofra Yamağıyım."

"Tercümede sıkıntı var galiba ne iş yaptığınızı anlayamadım. Şölenle mi ilgili acaba?"

"Öyle de diyebilirsiniz. Benim işim Baş Sözcü'nün böyle toplantılarda başının ağrımamasını sağlamak."

Gülümsedi.

Yiozi bana yardımcı oldu ve Xcolet yemek kültürüne hızlı bir giriş yaptım. Üçüncü tabağı

doldurduğunda patlamak üzereydim.

"Yiozi, benim için bugünlük bu kadar yemek yeter. Biraz ara versem iyi olacak."

"Elbette Halil. İstersen seni su dansı pistine götüreyim."

Daya etrafta gözükmüyordu. Masanın etrafında beklemekten sıkılmıştım.

"Olur gidelim."

#

Yiozi konuşan ve yemek yiyen timsahların arasından beni ağaçların açılıp göle kavuştuğu bir

yere götürdü. Timsahlar sahilde suyu izliyorlardı. Kulaklarımla değil, kemiklerimde hissettiğim bir ses duydum.

Sesin ardından da suyun içinden parıltılı pullarla kaplı, gök kuşağı renklerine boyalı bir timsah fırladı. Kıvrak

hareketlerle, suyun üstünde yürür gibi dans etti ve suya daldı. Gölün yüzeyi sanki hiç bir şey olmamış gibi düm

düzdü.

“İnanılmaz, muhteşemdi."

46

Page 49: Gölge e-Dergi 106. sayı

"Evet, Juecxla en iyi dansçılarımızdandır. İzle daha yeni başlıyor."

O tiz müzik tekrar gölü sardığında Juecxla'nın dansına hazırlıklıydım. Su üstünde muhteşem figürler

yapıp, karanlık suyun derinliklerinde kaybolurken tüm timsahlar ve ben huşu içinde onu izliyorduk. Juecxla

havaya yükselip etrafında dönerken birinin onun yerine beni izlediğini fark ettim. Başımı gayri ihtiyari

çevirdiğimde İmparatorluk üniforması içinde bir adam gördüm. Onu gördüğümü fark edince yanındaki timsahın

kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Yiozi dansa dalmıştı.

"O kim? Şölene İmparatorluk askerleri de çağırdığınızı bilmiyordum." Yiozi adama baktı. Dudakları

gerildi ve kuyruğunu yere vurdu.

"Onun burada olmaması gerekiyordu. Ne yazık ki bazı aşiretler Baş Sözcü'nün kararlarını böyle test

etmek istiyorlar." Biz konuşurken timsah bize baktı ve ağzını kocaman açıp kükredi. Diğer timsahlar dansı

bırakıp ona bakıyorlardı.

"Sen uzaklardan gelip, göğümüzü ateşle kaplayan. Pisliğinle suyumuzu kirletemezsin." Kuyruğunu üç

kez yere vurdu ve bana doğru zıpladı.

Timsahlar etrafımdan kaçışmışlardı. Farkında olmadan yakın dövüş duruşuna geçtim. Çipten güç

kalkanına ulaştım ve çalıştırdım. Koca timsah beş metrelik mesafeyi aşıp önüme geldiğinde hazırdım ki Yiozi

aramıza girdi.

"Değerli HuexlaMexlac, şölen Baş Sözcü'nün. Lütfen konuklarına saygılı olun." Huexla önce bana

sonra Yiozi'ye baktı.

"Bu yeni gelenler bırak Baş Sözcü'nün, bataklıkta gezinen akılsızların sofrasından kırıntı hak etmiyorlar.

Sen bir de kalkmış onları mı savunuyorsun." Diplomasiden ya da insan dışı varlıkların kültürlerinden anlamam,

ama birisi bana hakaret ettiğinde anlayabilecek aklım vardır.

"Benim ve Meclis'in subaylarının başkasının korumasına ihtiyacı yok." Bir adım öne attım, başımı

kaldırıp gözlerinin içine baktım. "Hele de İmparatorluk uşaklarından çekinecek değilim." Huexla kuyruğunu

kaldırdı. Üç kez yere vurdu ve kükredi. Ağzını kapatıp beni ısırmak istese başarılı olacağı kadar yakındı.

"O zaman gel suya ve korkman gerekir mi gerekmez mi öğren." Huexla kaftanını sıyırıp içindeki

ince,vücudunu saran kıyafetle suya girdi. Yiozi'ye ne olduğunu sormak için baktığımda donup kalmıştı.

"Yiozi, ne oldu, ne yapmam lazım?"

"Dostum Halil, sayende artık Klovxta yemi oldum. Baş Sözcü beni ufak parçalar halinde Klovxta

avlamak için kullanacak."

"Merak etme, sorunu Huexla'nın çıkarttığını ona anlatırım. Böyle bir şey olacağını bilemezdin."

"Sorun da bu, aslında böyle bir şey olacağını biliyordum."

"Nasıl yani? Beni buraya onu görmem için mi getirdin?"

"Evet, onun seni görmesini ve beni suya çağırmasını istiyordum. Ne yazık ki sen aceleci davrandın."

Huexla yavaş adımlarla suya giriyordu. Bana bakıp burnundan çıkarttığı iğrenç sesle güldü.

"Tamam peki, şimdi ne olacak? Dans gösterisinden bahsetmiyoruz değil mi?"

"Hayır, onunla dövüşmeni istiyor. Kimseden bir alet ya da yardım alamazsın. Üstünde seni suda

zorlayacak kıyafetin varsa çıkartabilirsin, o kadar."

"Peki, gösteri için mi bu dövüş yoksa ciddi mi?”

"Ciddi, eğer beni suya çağırsaydı karaya dönemeyecekti." Yiozi kaftanını açıp bacağına bağlı bıçağı

gösterdi.

Timsahların garip adetleri olduğunu tahmin etmiştim. Dövüşten kaçacak da değildim doğrusu ama

Yüzbaşı'nın ilk günüm bitmeden anlaşma yapmaya geldiklerimizden biriyle dövüşmeme ne diyeceğine emin

değildim. Ceketimi çıkartıp, güç kalkanımı ten yakınlığına çektim. Ayakkabımı çıkartıp suya girdim. Yiozi

eşyalarımı taşımak için suyun kenarına gelmişti.

47

Page 50: Gölge e-Dergi 106. sayı

"Yiozi sen bir tür istihbaratçısın değil mi?" Başını onaylar gibi salladı.

"Söylemiştim Halil. Ben Itzmana'nın baş ağrıları ile ilgilenirim."

Çipten Yüzbaşı'ya olanları anlatan ve yerimi söyleyen kısa bir mesaj attım. İki metre boyunda timsah

beni belime kadar gelen su içinde bekliyordu. Casuslar kimin olurlarsa olsunlar sorun demekti.

#

Huexla beni kıpırdamadan bekliyordu. Karşısına geçtim. O ellerini kavuşturunca ben de kavuşturdum.

Derin bir nefes aldım ve gözlerinin içine baktım. Sarı göz bebekleri aniden sola kaydı. Koca yumruğu bana

doğru geldiğinde hazırdım. Yumruğun altından hızla kaçtım ve yüzüne doğru hamle yaptım. Yumruğumu

keskin dişleri arasında kapmaya çalışınca burnuna vurdum. Hızla dönüp sular saçan kuyruğunu ayaklarıma

savurdu. Kaçacak yerim yoktu, suyun içine atladım. Takla atıp, yanına geçtim. Sağ elinden kaçıp yerden

karnına bir tekme attım. Güç kalkanını kullansam işi anında bitirebilirdim ama Yüzbaşı'dan emir gelmeden

bunu yapmam mümkün değildi. Uzun kollarından uzağa kaçtım. Sol yumruğunu fazla açmıştı, dişlerinden

kaçıp bir daha çenesine yumruğu patlattım ama bana yaklaşmıştı. Yumruğundan korunmak isterken suyun

altından kuyruğu ile beni yakaladı.

Bacaklarım yerden kesilmişti. Takla atıp kaçmaya çalıştım ama karnıma tekme attı. Kollarını açıp

üstüme sıçradı. Koca ağzını açmıştı. Güç kalkanımdan destek alıp tek elim üzerinde kalkarak ondan kaçtım.

Suya girdi ve dalga oluşturmadan kayboldu. Nefes nefeseydim. Karanlıkta nereden geleceği belli olmuyordu.

Suda hafif bir dalga görüp ondan uzağa sıçradım. Huexla fırlayıp beni yakalamaya çalıştı. Çok açılmıştı.

Haykırıp boynuna sarıldım. Takla atıp arkasına geçtim. Kollarımı koltuk altlarından geçirip başını yakaladım.

Azgın bir boğa gibi tepinmeye sallanmaya başladı. Kendini suya attı. Başımı suyun üstünde tutup kafasını

çekmeye devam ettim. Sırt üstü döndü. Ikimiz de suyun içindeydik. Boynunu bırakmıyordum. O da beni suya

batırıyordu. Bütün gücümle kafasını geri çektim. Gözlerimin kenarlarında küçük yıldızlar parlıyordu. Dirsekleri

karnıma vuruyor, su her darbede ağzıma doluyordu. Her şey kararmak üzereyken durdu. Dayanabildiğim

kadar suyun altında bekledim ve Huexla'nın altından çıktım. Bir kaç timsah kuyruklarını havada ıslıklar çalacak

şekilde sallıyorlardı. Huexla'yı karaya taşırken çip onların alkış olduğun söyledi.

Karada Yiozi beni bekliyordu.

"İyi dövüştü. Gördüğüm kadarıyla yaşıyor."

"Evet."

"Bu da işime yarar. Teşekkürler. Önemli bir baş ağrısından kurtulmamızı sağladın." Yiozi asker

üniformalı iki timsaha eliyle işaret edince Huexla'yı götürdüler.

"Sanırım benim için şölen artık bitti."

"İstersen seni Yüzbaşı ve diğer diplomatların yanına götürebilirim ya da konukevine bir araçla

bıraktırayım."

"Teşekkürler Yiozi. Önce Yüzbaşı ile konuşmam lazım." Yüzbaşıya tekrar çipten ulaşmayı denedim. Bir

terslik vardı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken çip ateşli silah alarmı verdi. Güç kalkanım otomatik olarak

koruma moduna geçti. Kalkana büyük hızla bir mermi çarptı. Geriye düştüm. Gözlerimin önünde mermi

kalkanın içinde havada asılı kalmıştı. Çip merminin geldiği yönü gösterdi. Bir timsah tüfek benzeri silahını bana

çevirmişti. Ayağa kalkmamı beklemiyordu. Hızla koşup güç kalkanımın gücünü de kullanarak ona bir yumruk

attım. Timsahın zırhsız çenesi yumruğumun altında kırıldı. O kanlar içinde yere yığılırken ben başka saldırılar

için tetikteydim.

Güvenlik görevlisi timsahlar silahlarını bana doğrultmuşlardı. Çipim hâlâ Yüzbaşı'ya ulaşamıyordu. Acil

durum sinyali verdim. Şehirden patlama sesleri geliyordu. Konağın içinde çipin tercümesi olmadan çığlık

olduğunu anladığım sesler duyuluyordu.

Yiozi koşarak yanıma geldi. Elinde bir telsiz vardı.

"Halil, Baş Sözcü'ye Meclis diplomatlarını ağırlarken saldırı olmuş. Itzmana iyi ama Yüzbaşıyla, Bay

Ogawa kaçırılmış. Konukevine de saldırı olduğu haberi geldi ama isyancılar oraya girememişler.”

Başçavuş Boris'i çipten çağırdım.

48

Page 51: Gölge e-Dergi 106. sayı

"Neler oluyor?"

"Teğmenim, konukevi saldırıya uğradı. Acil müdahale timi zırhlıydı, saldırganları etkisiz hale getirdik.

Size almak için bir uçucu hazırlıyordum."

"Tamam, Gayretgah'a ulaş. Yüzbaşı ve diplomatlar kaçırıldı. Uzaklaşmadan onları bulmalıyız."

"Emredersiniz komutanım. Zırhınızı da gönderiyorum."

Boris'le hattı kapatmadan çipime Daya Levinson'dan bir sinyal geldi.

“Halil eğer beni duyuyorsan sinyalimi takip et. Diplomatları kaçıranların uçucusundayım. Aralarında

İmparatorluk Kara El askerleri de var.”

Kara El İmparatorluğun özel görev birliğiydi. Daya'nın ne yaptığını soramadan hat kesildi. Ama çipim

şifreli takip sinyaline kilitlenmişti.

Sinyali takip edecek, akıncılarımla İmparatorluğun özel birliğine hadlerini bildirecek ve kaçırılanları

kurtaracaktım. Ama önce tekrar zırhımı kuşanmalıydım.

49

Page 52: Gölge e-Dergi 106. sayı

ESCAFLOWNE:A Girl in Gaea

mangAnime

mangAnime Türkiye'nin anime film gösterimi ve atölye çalışmalarının beşincisi ve bu sezonun son etkinliği 11 Haziran günü, Tasarım Atölyesi Kadıköy'de (TAK) gerçekleşti. Etkinlikte, “mecha” temalı bir yapıt olan “Escaflowne: A Girl in Gaea” ele alındı. Film gösteriminin ardından, atölye bölümünde katılımcılarla beraber film, karakterler, yönetmen ve tema hakkında sohbet ve incelemeler yapıldı. mangAnime Türkiye beşinci anime atölyesi ile 2016'nın ilk sezonunu kapatırken, Eylül ayında gösterim ve atölye çalışmalarının ikinci sezonu başlayacak.

FARKLI BİR MECHA ANİMESİ

Escaflowne, türe aşina olanlar için oldukça

farklı bir yapıt.

Ancak neden “farklı” dediğimizi açıklamadan

önce filmin hikâyesinden söz edelim biraz.

Escaflowne, tıpkı yeniden yorumlandığı The Vision of

Escaflowne (Tenkū no Esukafurōne) dizisinde olduğu

gibi dünyada yaşayan genç bir liseli kız Hitomi'nin,

fantastik bir şekilde paralel bir evren olan Gaea'ya

gitmesi ve orada “Kanatların Tanrıçası” olarak

karşılanması etrafında dönüyor.

Dünyada oldukça karamsar hatta neredeyse

bunalımda olan Hitomi'den beklenen Gaea'yı yıkıma

götürecek olan Escaflowne isimli zırh/savaş

robotu/mecha'yı çalışır duruma getirmesi ve onu

kullanabilecek 'asil' kana sahip Van'ın emrine

sunmasıdır. Van, filmin ilerleyen bölümlerinde daha

net bir şekilde ortaya çıkacak bir aile içi savaşın

taraflarından biridir ve kendisi gibi 'ejder kanı' taşıyan

Falken'i durdurabilmek için Escaflowne'yi kullanmayı

hedeflemektedir.

Her hikâyede olduğu gibi işler beklendiği gibi

ilerlemez, kendisinden bir tanrıça gibi davranması

beklenen Hitomi hiçbir gücü olmadığı için beklenen

mucizeleri gerçekleştiremez, Van savaşarak elde

ettiği Escaflowne'yi elinde tutamaz, düşmanlar

SESLENDİRME EKİBİ

Hitomi Kanzaki: Maaya Sakamoto

Van Fanel: Tomokazu Seki

Dune / Folken: Jouji Nakata

Allen: Shinichiro Miki

Millerna: Aki Takeda

Merle: Ikue Ohtani

Dryden: Juurouta Kosugi

Sora: Mayumi Iizuka

Dilandau: Minami Takayama

KÜNYE

Yıl: 2000

Süre: 95 dk.

Tür: Fantas�k, aksiyon, mecha

Yapım: BONES

Yönetmen: Kazuki Akane

Orijinal Hikâye: Hajime Yatate, Shoji Kawamori

Senaryo: Kazuki Akane, Ryota Yamaguchi

Müzik: Hajime Mizoguchi, Yoko Kanno

Karakter Tasarım: Nobuteru Yuki

50

Page 53: Gölge e-Dergi 106. sayı

amaçlarına biraz daha yaklaşır, üstelik

kahramanlarımızdan daha güçlü ve hedeflerine

daha yakındırlar.

Ancak hikâye ilerledikçe Hitomi

olgunlaşır, Van'ın geçmişindeki yaraların ikisi

arasındaki gerilimin kaynağı olduğunu keşfeder,

Kara Ejder İmparatorluğu'nun başındaki

Falken'e ve onun psikopat davranışlı subayı

Dilendau'ya karşı mücadelesinde Van'ın ve

arkadaşlarının yanında durur. Giderek keşfettiği

güçleri ile Gaea'nın yok olmasını engelleyip,

gezegenin sakinleri için yeniden yaşanabilir bir

yer olması için mücadele verir.

MECHA AMA BÜYÜ VE FANTASİK DE VAR...

Escaflowne'yi türün diğer örneklerinden “farklı”

kılan şeylerin başında mecha türü içinde olmasına

rağmen hikâyesinin bilimkurgu öğelerinden daha çok

fantastiğe yakın olması söylenebilir. Büyü, kılıç

dövüşleri, atlı şövalyeler (hatta samuraylar) kadar

Escaflowne isimli mechanın kendisi de bir neredeyse

organik bir savaş zırhıdır filmde.

Animeyi “farklı” kılan bir diğer şey de filmin

hem shonen hem de shojo unsurlar ile süslü olması.

Bir yandan Van'ın Escaflowne'yi kullanarak Gaea'yı

yok olmaktan kurtarmak için savaşı, diğer yandan da

Hitomi'nin geçirdiği dönüşüm ve kendini bulma

hikayesi, iç içe, sarmal bir şekilde animede yer alıyor.

Zaten hikâyenin işlendiği bir dizi manga içinde

shonen ve shojo türünde hazırlananlar da var.

Ayrıca filmin, yeniden yorumlandığı dizisine

göre oldukça farklı olduğunu da anımsatmakta yarar

var. Filmde diziye göre Japonya'ya ait göndermeler

ve tasarımlara daha çok yer verildiği gibi, hikâyenin

işlenişi de diziye göre (süre sıkıntısı nedeniyle

mecburi olarak) daha aceleye getirilmiş gibi. Bu

nedenle filmi izleyip beğenenlerin mutlaka diziyi de

izlemelerini öneriyoruz.

51

Page 54: Gölge e-Dergi 106. sayı

52

Page 55: Gölge e-Dergi 106. sayı

SHOJI KAWAMORI

Her ne kadar filmin yönetmeni Kazuki Akane olsa da, Escaflowne veya “mecha anime” alt janrı denilince asıl bahsedilmesi gerken isim, filmin yaratıcısı Shoji Kawamori'dir.

Şubat 1960 doğumlu Shoji Kawamori Japon anime

sektöründe gençlik yıllarından beri mecha

tasarımcısı, konsept yaratıcısı, senaryo yazarı ve

çeşitli projelerde de yapımcı olarak yer almış belki de

en önemli figürlerden biridir. Animeye ve özelinde

mecha animeye olan sevgisi lise yıllarında Space

Battleship Yamato'nun televizyonda yayınlanması ile

başlar. Gelecekte dahil olacağı Studio Nue'nin

kurucuları ile de Yamato'nun çekildiği stüdyoya

yaptıkları bir gezide tanışmıştır.

Kariyeri boyunca Kawamori'nin dahil olduğu en

önemli yapımlar The Super Dimension Fortress

Macross, The Vision of Escaflowne, Earth Maiden

Arjuna, Aquarion, Macross Plus, Macross 7, Patlabor

ve Ghost in the Shell filmleri, Gundam 0083, Future

GPX Cyber Formula, Eureka 7, Macross Frontier,

AKB0048 ve Macross Delta'dır. Bu serilerin bir

kısmında mecha tasarımcısı, bir kısmında genel

konseptin fikir sahibi, bir kısmında ise yönetmen

koltuğunda olan Kawamori birden fazla disipline

sahip olmasını Keio Üniversitesi'nde okuduğu

Makina Mühendisliğine dayandığını çeşitli

röportajlarında belirtmektedir.

Kawamori bir mecha tasarımcısı olmasının yanında

tasarımları ile oyuncak sektörüne de yön vermiştir.

Sonradan Transformers olarak anılacak Diaclone

oyuncak serisindeki en ikonik tasarımlar Battle

Convoy (Optimus Prime), Datsun Fairlady Z Robo

(Prowl/Bluestreak/Smokescreen), Nissan Cherry

Vanette Robo (Ironhide/Ratchet) ve Macross

serilerindeki üç farklı moda dönüşebilen uçak VF-1

ile oyuncak sektöründe tasarım, üretim yöntemlerinin

yanında kalite kontrol süreçlerinin de gelişmesine

önayak olmuştur. Vizyoner bakışı ile 1994 yılında

yanınlanan dört bölümlük Macross Plus'da başrolde

olan yapay zekaya sahip Sharon Apple isimli şarkıcı

karakterin gerçek hayata yansıması 2007 yılında

Hatsune Miku isimli şarkıcı personada

gerçekleşmiştir.

Shoji Kawamori halen Studio Satelight'da çalışmakta

ve Macross serisi başta olmak üzere, çok verimli bir

kariyere imza atmaya devam etmektedir.

MECHA / MECHA ANİME NEDİR?

Mecha, çok genel olarak İngilizcedeki

'mechanical' (mekanik) kelimesinin kısa kullanımıdır.

Ama önemli olan kelimenin Japon animasyonu

kültüründeki kullanımıdır. Anime'de mecha, mekanik,

elektronik veya biyomekanik her türlü yaratım, araç,

alet, donanım, varlık olarak tanımlanabilir. Ama

bundan da dar bir kullanım görülmektedir ki, bu da

mecha anime kavramının, dev mekanik savaş

araçlarının ve onların pilotlarının hikayelerinin işlendiği

diziler ve filmlerin oluşturduğu bir alt türü ifade

etmesidir. Bu anime alt türünün ilk örnekleri,

1960'larda görülmeye başlamıştır. Günümüzde de

bolca örnekleri bulunan bu türün sonu gelmeyecek

gibi görünüyor.

Ayrıca mecha kavramı aslında oldukça geniş

bir alandaki nesneleri de kapsamaktadır. Anime'lerde

görülebilecek mecha türlerini kısaca listeleyecek

olursak: Dev robotlar, oyuncak robotlar, minik robotlar,

cyborglar, androidler, kişisel zırhlar (body armor), dış

kabuklar (exo-skeleton), güç arttıran kıyafetler, uzay

gemileri, çeşitli kara/hava/deniz araçları, bilgisayarlar,

aletler, silahlar. Ve bunlar da kendi altlarında

bölümlenebilirler.

Mecha anime türünün ilk iki önemli eserinden

birincisi Osamu Tezuka'nın yarattığı “Tetsuwan Atomu”

(Batı'da bilindiği ismi ile Astro Boy) olarak

sayılmaktadır. Diğeri ise “Super Robot” akımını

53

Page 56: Gölge e-Dergi 106. sayı

başlatan “Tetsujin 28” (Iron Man No.28) olmuştur.

Tetsuwan Atomu ile robot ve insanın mükemmel

birleşimini, insanın iyi ve kötü her yanını yansıtan

karakterler ile görürken; Tetsujin 28 ise robot ve

insanı ayırmış, başrole bir çocuk kahraman ve onun

yönetimindeki, bilimadamı babasının icat ettiği dev

robotu getirmiştir.

Mecha Anime türüne genişçe bir bakış attığımızda,

çoğu dizi ve filmin içerik olarak belli özellikleri

taşıdığını görebiliriz. Bunalrın başlıcaları aksiyonun

yoğun kullanımı, teknolojiyi yüceltme ve insandan öte

bir öğe olarak sunma, kaçınılmaz şekilde devamlı bir

çatışma ve mücadele içeren senaryolar, savaş

ortamının sıklıkla işlenmesi ve bununla beraber

çoğunlukla görülen masif yıkım durumları. Ayrıca

mecha anime ve manga örneklerinin çoğu shounen

(genç erkek) kitleye hitap edecek şekilde tasarlandığı

ve pazarlandığı için, bu türün genel özellikleri olan

takım çalışması, kendini geliştirme ve büyüme, kişisel

sınırlarını keşfetme ve aşma gibi temalar da

neredeyse her eserde bulunabilir. Tüm bunların

dışında bir kısım mecha anime ve mangada

insanüstü güçlerin kullanımı veya mitolojiden ve

canavar kültürlerinden alıntılar/göndermeler da

bulmak mümkündür.

54

Page 57: Gölge e-Dergi 106. sayı

TEFRİKA- III -

YazanYasin YAVUZ

İllüstrasyonHamide AYDIN

Tam bir düş kırıklığı.

Kelimenin tam anlamıyla böyleydi. SamiraMemmedova, Kain'in düşündüğü gibi genç değil, oldukça

olgun bir kadındı. Oysa onu aradığında ahizeden duyduğu ses yirmili yaşlarının sonunda bir kadına aitmiş

gibiydi. SamiraMemmedova oldukça zarif bir kadındı. Siyah, klasik bir takım giymişti. Bir yetmiş boylarında ve

en fazla altmış kiloydu. Omuzları, genişti ve giydiği takımı sunturlu ve şık bir şekilde taşıyordu. Oldukça

bakımlıydı. Kırklı yaşlarındaydı. Sıcak bir ten rengine sahipti ve pürüzsüz, düz bir yüzü, maun rengi dalgalı

saçları vardı ve ela-yeşil arası gözlerinde duyduğu derin acının melankolisi hissediliyordu.

Kain kendi tanıttı ve kocası hakkında birkaç soru sormak istediğini belirtti. SamiraMemmedova bir

onaylama belirtisi olarak başını hafifçe eğdi. Oturması için Kain'e bir yer işaret etti ve ardından hafifçe bir iki

kelimeyi mırıldadı ama Kain bunlardan hiçbir şey anlamadı.

- Af edersiniz. Fakat söylediklerinizi anlamıyorum.

Yumuşak bir ses tonuyla ve belli belirsiz bir aksanla yanıt verdi:

- Özür dilerim. Bugün doğru kelimeyi bulmak çok zor.

- Anlıyorum. Fakat her yaşamın bir sonu, bir finali var.

- Kötü bir final, diye kederle yanıt verdi Samira.

Kain kasıldı. Soluk almak için ağzını açtı ve soluğunu derin derin aldıktan sonra kadını desteklemek

istedi:

- Kötü bir final, evet. Ancak finaller genellikle kötüdür. En azından, geride kalanlar için öyledir.

Samira omuz silkti:

- Ne anlama geliyor bu?

- Finali kavramamıza yardım ediyor.

Kain'in karşısına oturan Samira, fısıldar gibi konuştu:

- Sanırım finalin ne olduğunu biliyorum.

- Öyle mi? Nedir peki?

- Bir başlangıç. Hem göçen için hem de geride kalan için.

Kain sıkıntıyla soluk verdi:

- Sorun şu ki, söylediklerinizde sonuna kadar haklısınız. Bir yerden başlamak gerekiyor. Size eşiniz

hakkında birkaç soru sormak zorundayım.

- Yardımcı olmayı deneyeceğim. Sizin için yapacağım bunu.

- Teşekkür ederim. İnanın bana, çok sürmeyecek.

Kain soru sormadan önce birkaç saniye bekledi, doğru kelimeleri aradı:

- Sizi son zamanlarda rahatsız eden biri oldu mu?

- Nasıl bir rahatsızlıktan söz ediyorsunuz? Telefonla mı?

55

Page 58: Gölge e-Dergi 106. sayı

- Sadece o değil. Kimliği belirli ya da belirsiz kişiler tarafından takip edilme, sözlü ya da yazılı olarak

tehdit almak ya da bunlara benzeyen herhangi bir tatsızlık yaşadınız mı?

Samira tereddüt etmedi:

- Hayır, böyle bir şey olmadı.

- Peki ya, eşiniz? O yaşamış olabilir mi?

- Sanmıyorum, dedi Samira soğukkanlılığını koruyarak. O iş yerinde de oldukça sevilen biriydi ve bir

düşmanı yoktu.

Kain yön değiştirmeye karar verdi:

- Eşinizin iş yerindeki görevi tam olarak neydi?

- Yıllardır o firmada çalışıyor. Hızla yükseldi ve sonunda firma müdürü oldu.

- Yetki alanı genişti yani?

- Elbette. Ancak bundan dolayı bir sorun yaşadığını hiç sanmıyorum. İş yerinde her şey yolundaydı.

- Eşiniz sizden bir şey saklar mıydı?

Memmedova birden gerildi:

- Nereye varmak istiyorsunuz?

- Sakin olun, diye yatıştırmaya çalıştı Kain, lütfen. Buna benzer bir cinayet daha işlendi. İlk cinayet ile

eşiniz arasında bir bağ olmalı. Anlatmadığınız ya da bilmediğiniz bir şey var. Bu yüzden, lütfen bildiklerinizi

anlatın ki, neyi bilmediğinizi çözmemiz kolaylaşsın. Kocanıza bunu yapanı, bulmamı istiyorsunuz, değil mi?

- İstiyorum, evet.

- O halde, bize yardımcı olun ve tüm bildiklerinizi bizimle paylaşın, lütfen.

Samira Memmedova tekrar yerine oturdu. Orada, oturduğu berjerin üzerinde, tıpkı bir Klasik Çağ heykeli

gibi duruyordu. Bir sanat eseri gibi. Hayranlık verici.

Samira, bir anda, mucizevi bir bilinç çözülmesi yaşadı:

- Son yıllarda, dedi düşünceli bir halde, yaşadığımız tek kötü şey… mahkeme mevzusu. Ancak ölümüyle

bir alakası olacağını san…

- Ona ben karar vereceğim, diye sözünü kesti Kain, siz anlatmaya devam edin.

- Mikail'in müdürlüğe geçeceği yıl firmada ondan ayrı bir aday daha vardı.

56

Page 59: Gölge e-Dergi 106. sayı

- Adı neydi?

Kadın yeniden belleğini zorladı ve ne mutlu ki bu kez çözülmesi uzun sürmedi:

- Tüzer. Yakup Tüzer.

Kain bu ismi defterine not etti ve devam etmesi için kadına eliyle işaret etti.

- Firma ikiye bölünmüştü ve müdürün kim olacağı konusunda içten içe tahminler yürütülüyordu.

- Bir çeşit fraksiyon oluştu yani?

- Evet, öyle de denebilir. Ancak diğer aday bir trafik kazası geçirdi ve olay yerinde hayatını kaybetti. Eşi

bu olaydan bizi sorumlu tuttu ve dava edildik.

- Sonuç?

- Biz kazandık, dedi Samira. Başka bir ihtimal söz konusu bile değildi.

- Neden?

- Masumduk çünkü. Yakup Tüzer kaza geçirdiğinde ben ve eşim Ankara'da bile değildik.

- Neredeydiniz?

- İstanbul'da.

Kain fücceten ayağa kalktı ve kadına elini uzattı.

- Teşekkür ederim. Birkaç gün içinde ofisime uğramanızı rica ediyorum.

- Sebep?

- İfadenizi imzalayacaksınız, hepsi bu. Bu arada, görevli bir arkadaş bazı şeyleri teyit edecek.

- Elbette, dedi Samira, birkaç gün içinde uğrayacağım.

- Son bir sorum var, dedi Kain evden ayrılırken, kocanız öldürüldüğü gece eve hiç gelmedi ve siz de bir

ihbarda bulunmadınız. Randevusu mu vardı acaba?

- Bana bir şey söylemedi.

- Onun eve gelmemesi sizi endişelendirmedi mi?

- Bazen şafak sökene kadar çalışıp, eve uğramadığı günler olurdu. Çünkü rahatsız edilmekten hiç

hoşlanmazdı. En ufak bir tıkırtı tüm yoğunluğunu kaybettiriyordu. Ben de bu yüzden hiç aramazdım, anlıyor

musunuz? Eşimi öldürdüğümü düşünecek kadar çıldırmadığınızı umuyorum. Bana aklı başında bir polis olarak

göründünüz…

Kain'in şakakları zonkluyordu. Kafasını güçlükle sallayıp, zoraki bir gülümsemeyle kuvvetlendirdi

açıklamasını:

- İyimser olamayacağım. Ben bir polisim. Her şeye şüpheyle yaklaşmazsam, gerçeği nasıl kavrarım?

- Bu çok saçma, diye kestirip attı Samira. Ben o gün evdeydim.

- Göreceğiz, dedi Kain, evden ayrılmak üzereyken, gerçeği elbet göreceğiz, diye de ekledi.

devam edecek

57

Page 60: Gölge e-Dergi 106. sayı

İKİ ŞERHİN HİKÂYESİYazan

Tuğba TURANİllüstrasyon

Mehmet Kaan SEVİNÇ

Previously on Gölge:

"Yüzündeki sargıları çözmeme izin veriyor. Biraz da omzundakileri… Ama sonra elimi tutuyor,

durduruyor beni. Elimi kalbinin üzerine koyuyor.Kalbi hâlâ atan bir mumya. Benimki ise heyecandan

durmak üzere..."

***

"…Çünkü bu adalet sisteminde eşeği dürtmek serbest, “eşek dürtüldü” yazmak suçtu. Kör

olması gereken adalet sağır ve dilsizdi.Anlaşılan o ki okuma yazma da bilmiyordu.

– Kurcalama, dedi Gölge. Sıra onlara da gelecek. Ama önce annem ve annen gibi kadınlara

yardım etmeliyiz…”

***

"Artık beni tanıyorsunuz. Tanımayanlar bizden değildir. Epey uğraştık, kadınlara şiddet

uygulayan, taciz ve tecavüz eden, hatta yakarak öldüren pek çok (insan demeye dilim varmadı) caniyi

adalete teslim ettik."

***

Bu seferki hikayemizde politika ve aşk iç içe. Ne tesadüf ki, ikisinde de en iyi yalanı söyleyen

kazanır.Peki yalancının yalanı ortaya çıkınca ne olur?

Aşık, aşkını kaybeder ama politikacı, erken seçime gider ve daha büyük bir yalan söyleyerek oy

oranını %49.5'a yükseltir.

Lisbeth Salander ve ben Fransa'dayız. Ben kim miyim? Adım Gölge. Kimsesizlerin kimsesiziyim,

kimsesizim.Yalnızların yalnızıyım, yalnızım.Dertlilerin dertlisiyim, dertliyim.Aşıkların aşkıy__ Tamam

tamam biraz abartmış olabilirim.Zeki Müren'e de buradan bir rahmet okuyalım.

Gerçek şu ki kadınlara kötülük eden herkesin korkulu rüyasıyım. Ama işimi kanla değil akılla

hallederim. Suçluları, ortağım Lisbeth ile kıskıvrak yakalayıp adalete teslim etmek en büyük görevim.

Lafı uzatmayayım. 14 Temmuz 1789 Bastille Ayaklanması'nı izlemek için Paris'teyim.Ben

gölgeler arasından yolculuk edebilme yeteneğimle Dickens'ın 'İki Şehrin Hikayesi' kitabından geçerek

geçmişe geldim.Lisbeth ise zaman makinesi ile 1789'a gelecek. O zamanki ismi Place de Grève,

Grev meydanı olan yerde buluşacağız. Fransızlar, neye canları sıkılsa protesto etmek için soluğu bu

meydanda aldıkları için, Türkçe'ye de 'faire (la) grève; grev yapmak' fiiliyle girmiş olan bu meydanda.

Avare avare gezerken bir bakıyorum ki Lisbeth, peşinde meşhur beyaz elbisesiyle Marilyn

Monroe ve Taboo dizisinde giydiği uzun siyah şapkasıyla Tom Hardy... Bana doğru geliyorlar.

“A-aaaaa bunlar da nereden çıktı?!"

58

Page 61: Gölge e-Dergi 106. sayı

59

Page 62: Gölge e-Dergi 106. sayı

"Beraber film çekmeyecek miydik? LEGEND and LEGEND. Hatırlamadım mı? Aç Gölge E-

Dergi'nin 104. sayısını oku!"

"Yahu tamam da araya ensarlar, vakıflar girdi. O iş orada kaldı."

"Adam profesyonel. Sözleşme imzaladık diye işini gücünü bıraktı benle geldi. Marilyn de Tom'u

görünce anında kabul etti zaten filmi. O şuh sesiyle Tom Hardy! How hardy you are!demesini

duymalıydın!

"Öhöm. Tamam o zaman. Yapılacak bir şey yok: Hello leydiiz end centilmın, velkam."

"İngilizce kasmana gerek yok. Zaman makinesini geliştirip yolculuk esnasında ikisine de Türkçe

öğrettim."

"Bir 'I know kung-fu'culuğumuz eksikti, o da geldi tam olduk!"

"Ne dedin?"

"Matrix filan dedim. Tamam tamam yok bir şey. Eh hoş geldiniz madem!"

Lisbeth'in koluna girip, Marilyn ve Tom'u arkada bırakarak en önemli soruyu soruyorum:

"Biz şimdi bu ikisiyle ne filmi çekeceğiz?"

“Sana bir şey diyeyim mi,” diyor Lizbeth; “boş ver Mad Max'i ve Bane'i, bu adamın Kray ikizlerini

canlandırdığı o filmi var ya! Orada müthişti!”

İkizler? Birbirine benzeyen adamların aşık olduğu bir kadın? Ben bu hikayeyi nerede okudum?

Tabii ya!

Onlar zaman makinesinden geçerken dil öğreniyorlarsa, ben de içinden gölge olarak geçtiğim

kitabı baştan sona okuyabilirim. Birbirine tıpatıp benzeyen iki adamın aynı kadına aşık olma

hikayesini, Fransiz Devrimi'ni sahne alarak anlatan 'İki Şehrin Hikayesi' romanı! Bizim için biçilmiş

kaftan gibi! Charles Darnay ve Sydney Carton karakterlerinin ikisini de Tom Hardy canlandıracak.

Marilyn ise Charles'ın evlendiği ama Sydney'in de aşık olduğu güzeller güzeli Lucie Manette

karakterini...

Lisbeth'in "Bu hikaye benim için bile fazla acıklı. Çünkü ben hiçbir erkeğin, aşkı uğruna canını

feda edeceğine inanmam" diye itirazlarına rağmen bu hikayeyi çekmeye karar verdik. Filmin ve dahi

romanın sonunu size ifşa etmeden kısaca hikayeyi anlatmam gerekirse, aristokratlar tarafından

ezilmiş halkın devrim sonrası kendilerinden yana olmasına bakmaksızın, aristokrat aileye mensup

Charles Darnay'ı sebepsiz yere tutuklamaları, devrimlerin de bazen gitmeleri gereken haklı yönden

ne kadar sapabileceğini vurguluyor. Darağacı ya da giyotin kuruldu mu bir kere, 'Qu'ils mangent de la

brioche! / Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler!' diyerek (dediği iddia edilerek) halktan ve yoksulluktan

ne kadar kopuk yaşadığına vurgu yapılmak istenen Kraliçe Marie Antoinette'ten başlayarak tüm

aristokratlar ölüm cezaları için sıraya diziliyor. Ölüm, zengin fakir demeden herkesin eşit elde

edebildiği bir şey çünkü...

Bardağı taşıran onlarca damladan biri, 500 kilogram altın yahut 2006 yılı döviz bilgilerine göre

93 milyon dolarlık elmas gerdanlığın, kraliçe istememesine rağmen hazırlanmasıymış. Kraliçe, bizzat,

kraliyet deniz kuvvetlerinin paraya ihtiyacı varken sarayda böyle bir savrukluk yapılmasının yakışık

almayacağını açıklamış olmasına rağmen, gerdanlığın entrika üzerine entrika ile kötü ellere geçip

60

Page 63: Gölge e-Dergi 106. sayı

lınması, monarşinin kendi sonunu getiren sayısız bencilliklerinden bir tanesi.

Fransızlar 1700'lü yıllarda monarşi yani tekadamlığı yıkmak için ayaklanmışken, günümüzde

tekadamlığın önünde adeta secde ediliyor olması Avrupa'dan ne kadar geride olduğumuzun

göstergesi. Elmaslar, gerdanlıklar, gemiler paralar ve hırsızlıklar söz konusu olunca onlarla sidik

yarıştırabiliriz elbet; ama bizimki bardak değil necefli maşrapa olduğu için, henüz bardağı taşıran son

damlaya gelemedik.

Her neyse... İşimize bakalım. Film çekeceğiz. Senaryoyu 1935 yapımlı filmden edindik,

kostümleri terk edilmiş aristokratların evinden toparladık. İyi hoş da bu filme ışıkçı, setçi, kameraman,

figüran derken dünya kadar adam ve bir de yönetmen lazım!

Lisbeth akıllı kızdır.Ben hayıflanadururken, o koskoca Mad Max ekibini toplamış gelmiş

1789'a. Yavrum etme eyleme! Film çekeceğiz derken tarihin akışını değiştirmeyelim de! Düşünsenize

isyan zamanı Immortal Joe Paris sokaklarında Furiosa'yı kovalıyor! Sonra ortada ne karşı devrim

kalacak, ne Napolyon, ne imparator kalacak, ne Josephine!

Dedim ya Lisbeth akıllı kızdır diye. Günümüz Eurodisneyland'inin bulunduğu o zamanlar tarla

olan araziye topladı hepimizi.Hikaye hem Paris hem Londra'da geçtiğinden, araziye iki şehrin

maketlerini kurdurdu. Öyle ki, ortadan bir nehir geçiyor, yukarı tükürsen Seine, aşağı tükürsen

Thames!

Ben yönetmen koltuğunda George Miller için bakınırken bir baktım, Christopher Nolan bizimle.

Adam bilim kurguya alışkın tamam ama gerçekten geçmişe gidip film çekmek mi? Belgesel desenize

şuna!

“Yönetmeni neden değiştirdin?” diye soruyorum Lisbeth'e.“Nolan'a edilecek iki çift lafım vardı”

diyor. Dediyse eder. Korkmak lazım bu kızdan.

Film çekiminde son sahnelere geldik.Bu arada Paris'te halk ayaklandı. Ben filmi ehil ellere

teslim edince, halkın sokaklarda şarap gibi kan akıtarak Bastille hapishanesini yıkmalarına şahit

oldum. Acı, ve gözyaşı ve kayıplar…Kolay değildi ama hiçbir şeye müdahale edemezdim.Sadece

tanıklık edebilirdim.

Bu arada filmin en son sahnesine gelindiğinde Lisbeth, Nolan'ın kulağına eğilip izlediği

günden beri sinirini bozan filmle ilgili düşüncelerini söylüyor:

"Hocam Batman v Superman var ya muhteşerdi!"

Allah'tan yetişip duruma müdahale ediyorum:

"Muhteşem demek istedin herhalde."

"Hayır. MuhteŞER. Muhteşemin tersi.

"Zaman makinesinde öğrenilen Türkçe'den de bu kadar hayır gelir işte" diyorum dişlerimin

arasından.

"İyi de o filmi ben yönetmedim ki" diyor Nolan.

"Yapımcı olmuşsunuz ama. O c'anım Dark Knight serisinden sonra, Batman ve Superman'i

karşı karşıya getirecek daha akıllıca sebepler bulamadınız mı? Hiç yoktan kız meselesi için kavga

61

Page 64: Gölge e-Dergi 106. sayı

etselerdi?Batman, Ironman'e dönüşmüş o kaba kostümüyle ne çirkin görünüyor hiç fark etmediniz

mi? Kötü adam Lex Luthor'a gelince, Zuckerberg mi Lex Luthor mu olacağına karar verememiş, aynı

zamanda hem zeki hem kötü Jesse Esienberg de neyin nesiydi kuzum?"

Sinirlenen Nolan cevap vermeden kalkıp gidiyor. Lisbeth'e ne kadar kızsam boş:

“Sana ne elalemin Hollywood'u iki kahramanı saçma bir filmde bir araya getireceğiz diye milyon

dolarlar harcamışsa? Sen kendi verdiğin vergilere bak."

"Ben vergi vermem unuttun mu? diyor.

"Doğru, bilgisayar hacker'ısın. Bir iki tuşla kendi vergilerini hop diye silersin. Bizde de oluyor

böyle şeyler ama sadece emlak krallarının vergileri siliniyor nedense."

Biz Lisbeth'le lak lak ederken, Tom Hardy, filmin son sahnesinde yönetmenin seti terk etmesine

deliriyor:

"Yönetmen de ben olacağım. Süperman de benim. Mad Max de benim. 007 de ben olacağım.

Batman, Ironman, Ethan Hunt da ben olacağım" diye bağırarak geziyor.

Marilyn sonradan yapıştırma Türkçe'sini unutmuş:

"You are a real MAN honey! No matter what written in front of it! BAT or SUPER or IRON or

anything else! / Sen adamın dibisin hayatım.İsminin önünde yarasa, süper, demir yazmasa da olur!"

diyerek Tom'u sakinleştirmeye çalışıyor.

Lisbeth daha sakin:

"Güpeakşam n'oldu ki buna?"

"Güpegündüz denir sadece."

"Neden? 'Güpe' bir kuvvetlendirme öneki değil mi?"

"Ağlamak istiyorum sayın seyirciler ama şimdi Tom'la ilgilenmem lazım."

"Ne dedin?"

"Yok bir şey. Meşhur bir replik sadece."

Marilyn Tom'u o geniş omuzlarından tutmuş sarsıyor:

"Tom are you high?"

"Tom sen yüksek misin?" diye sesleniyor film setindeki bir simültane çevirmen. Artık yeter!

Ortalık çıfıt çarşısına döndü! Olaya acilen el koymam lazım!

"Arkadaşlar şuraya doğru dürüst bir çevirmen bulup getirsenize! Film Elif Şafak'ın İskender

çevirisine döndü yahu!

"Hepsi ben olacağım! Wolverine de ben olacağım! Avcı da ben ayı da ben olacağım! Oscar'ı da

her sene ben alacağım!"

Marilyn sakinleştirmeye çalışırken Tom Hardy'nin yüzündeki maskeyi yırttı.Altından

inanmayacaksınız ama Tom Cruise çıktı. Bir dakika? Ayı derken? Ya Oscar derken?

Ve sonra olay matruşka bebeklerine bağlandı. Tom Hardy'nin içinden Tom Cruise, onun içinden

62

Page 65: Gölge e-Dergi 106. sayı

de Leonardo di Caprio çıktı!

Leonardo meğer Tom'un son dönem başarılı işlerini kıskanmış, onun kılığına girmiş.Tom Cruise

kısmını biz de anlamadık. Maskeyi yapan özel efekt şirketi bir alana Cruise'unkini bedava mı

veriyormuş ne!!

***

Film çekmeyi elimize yüzümüze bulaştırdık ama sonunda işleri yoluna koyduk.Paris'e

götürdüğümüz herkesi senesi senesine evine bıraktık. Her ne kadar Tom gerçek Tom değilmişse de

Marilyn Tom'a aşık olmuştu. Onu kendi yılına bırakmak biraz zamanımızı aldı.

"İnan bana hayatım," dedi Lizbeth, "2000'li yıllar sana göre değil. Senin bu doğal güzelliğini bir

iki estetik operasyonla elde etmiş pek çok kadın var. Hele ki Kardashian'larla karşılaşmanı hayatta

istemem."

Marilyn her ne kadar “It takes a smart brunette to play a dumb blonde / Aptal sarışını oynamanız

için zeki bir kumral olmanız lazım!” dese de tüm sarışınlara yapıştırdığı yafta ile onu da kendi

zamanına bıraktık.

Lisbeth, dönüşte sahte isimle açtığı Facebook sayfasındaki bir bildirimi gösterdi bana:

"Duydun mu seni çizeceklermiş!”

"Beni çizecek adam daha anasının karnından doğmadı!"

"Bir dur ya! Atarlanma hemen! Çizgi roman olarak çizeceklermiş…SHADOW GIRL olacakmış

adı. Hikayesini de yazarımıza itham etmişler."

"İthaf'tır o doğru oku. Yazarımız adına teşekkür ederiz o zaman. Hatta düz yazıya konmaz ama

yanağı mahcubiyetten kızarmış smiley de olsun yanında..."

"Sence SHADOW GIRL'ün çizerleri bu hikayeyi sonuna kadar okuyup bu teşekkürü görürler

mi?"

"Sence?"

***

(Sahne biter. Işıklar kapanır:

"Hikayenin adını fark etmişler midir? Sonra dizgide düzeltmesinler."

"Dikkatli okuyucular evet."

"Neden iki şehir değil de iki şerh peki?

"İlki 'Sizin parti kongre yapamaz, yapsa da tüzük değiştiririz, kongre yapar ama yeni başkan

seçemesiniz' şerhi. İkincisi de 'Bizim partide kongre yapmadan yeni başkanımızı seçeriz, siz

çatlasanız da patlasanız da onu başbakan diye size yuttururuz' şerhi."

"Peki ya eski başbakanları ne yaparlar?"

"Ne bileyim, ya asarlar, asmadıklarını da beslerler herhalde!")

63

Page 66: Gölge e-Dergi 106. sayı

YazanCevher KARAKOÇ

İllüstrasyonMehmet Kaan SEVİNÇ

Mİ ŞAH

Sene bin dokuz yüz on sekiz, aylardan ekim, günlerden çarşamba. Genç Ahmet, zar zor bindiği trende

kendine yerleşecek bir vagon arıyordu. Almanlar her yerdeydi. Alman askerler, bürokratlar, onların eşleri ve

çocukları... Ahmet "Anlaşabileceğim kimseler yok..." diye düşünürken vagonların birinde Müslümana benzeyen

bir aile buldu. Önce kötü Türkçesi ile derdini anlatmaya çalıştı ama anlaşamadığı fark edince, Arapça konuşarak

devam etti.

Adam kötü birisi gibi durmuyordu. Ahmet'i kabul etti. Oturttu karşısına ve sordu : "Adın ne evladım?"

"Ahmet, Arif Hikmet Bey oğlu Ahmet... Sizin efendim?"

"Mahmut." diye cevap verdi. Biraz sessizlik olduktan sonra muhabbet olsun diye şöyle sordu:

"Nusaybin'den mi sen de? Kimlerdensin tam olarak?"

"Yok. Ben Bağdat'tan geldim. İngiliz işgalinden sonra durulmaz oldu. Annem, babam da olmayınca,

vurdum kendimi yollara. İstanbul'a gidecektim. Atla olur, yaya olur." Derken çantasından defterini çıkarıp sayfaları

arasında dolaşmaya başladı. "Nusaybin'e vardığımda tren seferi olduğunu görünce bir şekilde bindim."

Mahmut Efendi, kafasını sallayarak "İyi yapmışsın, iyi." deyip sonrasında "Ne yapacaksın İstanbul'da?"

diye sordu.

Bu şekilde biraz daha sohbet ettikten sonra havanın kararması ile birlikte uyudular.

Ahmet gözlerini açtığında gökte ay görünüyordu. Karşısında ise Mahmut Efendi duruyordu.

"Tam bir gün uyudum mu ben yahu!”

Mahmut Efendi sadece kafasını sallayarak cevap verdi.

Ahmet camdan biraz gökteki yıldızları izledikten sonra tekrar sızdı. Uyandığında yine akşamdı.

"Anadolu'da bir yerlerdeyizdir şimdi. Gündüz aydınlığında iyice görebilseydim keşke şu toprakları." dedi

kendi kendine ve sonra karşısındaki adama dönüp "Siz hiç görmüş müydünüz buraları?"

Mahmut Efendi konuşmamakta direterek kafasını sağa sola salladı. Belli ki hiç görmemişti buraları.

Ahmet etrafına bakınıp "Acaba bir şeyler mi yesem?" diye düşünürken yine sızdı kaldı oturduğu yerde; ve

yine uyandığında gökte güneş görünmüyordu.

"Akşam, yine akşam, yine akşam..." deyip etrafına bakındı. Mahmut Efendi bile uyuyordu. Dizinin üstünde

duran defterini eline aldı. Çantadan kalemini çıkardı ve az önce söylediği sözleri yazdı. Defterinde bunun gibi

birkaç mısra vardı yerini bulamayan.

"Ne yesem?" dedi. Bu sefer sesli söylemişti lakin vagondaki herkes uyuyordu, duyan olmamıştı. Çıkmaya

yeltendi ama her yer çocuk kaynıyordu. Oturaklarda, yerlerde, anne kucağında. Her yerde çocuk...

Başını cama yaslayıp baktı göğe. Artık yıldız bile yoktu. Sadece karanlık vardı.

64

Page 67: Gölge e-Dergi 106. sayı

Güzelce uyurken yine, sarsıldı tren, yer ve gök. Düşerek uyandı Ahmet. Çocukların üstündeydi. Belli ki tren

raydan çıkmış, devrilmişti. Kalkmaya çalıştı. Altındakileri eziyordu. Mahmut Efendiye baktı. Ölü gibi yatıyordu.

Çocuklar da.... Hanım da... Bir tek bizim genç Ahmet hayattaydı. Birazda zorlayıp kendini, tepesinde kalan

pencereyi kırdı ve ardından dışarı çıkmaya çalıştı. Oradan, buradan tutunup en son rahmetli Mahmut'un omzunda

yükselerek dışarı attı kendini. Trenin tepesindeydi.

Çevresine bakındı. Kendinden başka kimsecikler yoktu. Göğe baktı. Kırmızıydı. Güneş batışı gibi değil,

kan gibi kırmızıydı.

Sonra birden bir gürültü. Tam karşısında, yüzlerce belki binlerce adam... Ormandan çıkarak üzerine

koşuyor. Bağrışıyorlar... Devrik trenin önüne kadar geldiler ve durdular. Bağrışları artık anlaşılıyordu.

"Mi Şah! Mi Şah! Mi Şah!"

Doğru düzgün kıyafetleri yoktu bu adamların. Yırtık, kirli bezler... Diz çöküp, eğilip, doğrulup bağırıyorlardı.

"Mi Şah!"

Önlerinde farklı biri vardı. Elinde uzunca bir sapa sallıyor çıngırak gibi, dans ediyordu.

"Zaman tükendi tıpkı orman gibi, tıpkı bizim gibi, tıpkı sana olan özlem gibi."

Ahmet gözlerini yeni yeni açıyordu. Çadır gibi bir yerdeydi. Konuşan adama baktı. O geceki çıngıraklı

adama benziyordu. Adamın dedikleri dinlemeden doğrulup yürümeye başladı.

"Benim adım Sivap, ormanın ve insanlarımın öncüsüyüm."

Hafif hafif yürüyerek Sivap'ı geçti, çadırın çıkışına vardı. Aralayıp dışarı çıkınca, etrafına iyice bakarak

ilerledi. Orman gibi bir yerdeydi. Etrafta çadırlar ve insanlar vardı. İnsanlar onu görünce saygıdan büzüşüp yere

doğru bakıyorlardı.

65

Page 68: Gölge e-Dergi 106. sayı

Arkasından Sivap da çıktı ve "Efendim, tükeniyoruz, vaktimiz yok. Eğer iyiyseniz, gelin konuşalım."

diyerek ötedeki, diğerlerinden daha büyükçe olan çadıra doğru yöneldi.

Ahmet arkasından yürürken sordu : "Siz kimsiniz? Pek insan gibi değilsiniz."

"Sizin kullarınız." dediğinde çadırın önüne varmışlardı. Sivap, çadırı araladı ve efendisine yol verdi.

Ahmet içeri girdi. Karşısında büyükçe bir taht, yanlarında ise yol boyunca uzanan karşılıklı minderler vardı.

İstemsizce devam edip tahta oturdu.

"Mi Şah ben miyim?"

"Tabii ki sizsiniz efendim."

"Ben efendi falan değilim. Ben Mi Şah da değilim." dedi sesi gittikçe yükseliyordu. "Ben Arif Hikmet Bey

oğlu Ahmet'im. Siz de kim olduğunuzu açıklayın da anlaşabilelim."

Sivap, Ahmet'in önüne doğru yürüyerek "Adının ne olduğunun, kimin oğlu olduğunun bir önemi yok.

Yapabildiklerin önemli, yaptıkların önemli, yapacakların önemli." dedi ve yere çöküp devam etti. "Biz burada olan

bir kabileyiz ama burada olmamalıyız artık."

Sonra birden ağlamaya başladı ve "Kurtar bizi!" diye bağırdı. Salya sümük ağlıyordu.

"Ormanım ve ben buradan kurtulmak içim oradan buraya savruluyorduk. Sonra o şeye çarptık. O tepesine

çıktığın demir yığınına..."

Derdini anlatmak için çokça kullandığı kömür karası dudakları, dert dinlemekten sarkmış kulakları, şifalı ot

toplamaktan yıpranmış parmakları, her bir organı ayrı ayrı titriyordu.

"Gençtim, kendime, büyü gücüme, güvendim. Dışarıda gördüğün adamları arkama alıp bir maceraya

atıldım."

Ahmet, kavaktan yapılma tahtına Tedariksiz Ethelred gibi yayılmıştı. Başını sallayarak sessizce dinliyordu.

"Ormanımı ve halkımı, o dünyadan bu dünyaya gezdirdim durdum; ama buraya, dünyaya, gelince saplanıp

kaldı orman. Çıkmak bilmiyor. Bizi kurtar."

Ahmet baktı. Sivap da baktı. Bir süre öylece bakıştılar. Sonra Ahmet, "Ben ne yapabilirim ki?"

"Oku!" dedi ve hızlıca kalkıp tahtın arkasına dolandı. Elinde bir kitap ile geri döndü. "Bunu oku benim için,

bizim için, orman için..."

Mi Şah, tahtından kalktı yükselerek. Ağırca önündeki adamın yanına gelip kitabı elinden aldı. Sayfaları

çevirdi. Hiçbir şey anlamıyordu.

"Bir büyücüsün değil mi?"

"Öyleyim."

"Bu da bir büyü kitabı değil mi?"

"Öyle."

"O zaman sen oku!"

"Okuma bilmem ben şahım. Ezberlediğim büyüler ile geldim bugünüme. Aptalın tekiyim.”

Ahmet, susup kitabı kurcalamaya devam etti. Bilmediği bir alfabe ve belki de bilmediği bir dil...

66

Page 69: Gölge e-Dergi 106. sayı

Sivap, Mi Şah'ın ayaklarına kapanıp "Bir kehanette der ki: 'Koca demir yılana vurunca kavak, çıkar kurtarıcı

yılanın karnını deşerek.' " dedi. "İşte sen o kurtarıcısın."

"Benim yanımda bir defter vardı. Ne oldu ona? Belki bana yardımcı olur."

Aciz Sivap, "Aldık, sizin ile birlikte onu da aldık." diyerek dışarı fırladı.

Ahmet de kitapla birlikte tahta oturup sayfaları incelemeye devam etti. Anlamsız boş şekiller gibi geliyordu

ona. Yazıların, ne Fransızca ne Türkçe ne de Arapça ile alakası vardı. Kafayı yiyecekti. Bir an sinirlenip kitabı yere

fırlattı ve "Muallim Naci'nin yazdıkları bile daha anlamlı!" diye bağırdı.

O sırada Sivap, Ahmet'in defteri ile çadıra girdi. Havada süzülüp yerde dağılan kadim kitabı görünce kalbi

de kitap gibi dağılmıştı ama hissettirmedi. Sadece, "Defterinizi getirdim efendim." diyebildi.

Ahmet fırlayıp yerinden, defterini kaptı Sivap'ın elinden. Bayram çocuğu gibi şendi. Açıp defteri baktı ve

sonra duraksayarak ağırca "Bunlar... Bunları..." şeklinde birkaç söz geveledi. "Ben yazmışım."

Yazılanlar yabancı, yazım ise tanıdıktı. Ahmet ne zaman yazdığını düşünürken Sivap, yerden kağıt

parçalarını topluyordu.

"Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek... Bu sönen, gölgelenen dünyâda!"

Hafiften mırıldanarak, kitaptan okuyordu bunları. Ayrı ayrı sayfalardan, ayrı ayrı cümleler... Biraz böyle

okuduktan sonra tek bir dizenin yazılı olduğu bir sayfaya geldi.

"Akşam, yine akşam, yine akşam"

Hatırladı hemen. Trende yazmıştı bunu. Ardından ne yazsam diye düşünmeye başladı. Sanki şuan ki tek

terdi buymuşçasına. Tekrar etti bağıra bağıra. "Akşam, yine akşam, yine akşam..."

Ahmet, "Bir kamış olsam." diye bir cümle duydu. Bunu söyleyen kitabını toparlamaya çalışan Sivap idi.

"Keşke bu kadar insanı arkamda mağdur edeceğime bir kamış olsaydım."

"Üzgünüm, o yazıları okuyamıyorum. Bırak beni, gideyim."

"Biz seni burada zorla tutmadık ki Ahmet. Sana hiçbir zaman gidemeyeceğini söylemedik. Özgürsün."

"Tamam, o zaman gideyim ben. Peki nasıl gideceğim?"

"Gitmeden önce sana birkaç hediyemiz olacak. Üç dilek hakkı. Ne dilersen. Ezberlediğim büyüler ile

yapılabilsin yeterli."

Ahmet şaşkın bir ifade ile "Gerçekten mi?" diye sordu. Karşılığında "Evet" diye bir cevap alınca hemen

yapıştırdı: "İlk olarak şu lanet olası savaştan kurtar beni. İkincisi İstanbul'a yolla beni. Üçüncü olarak ise ünlü bir

şair yap beni."

Sivap, "Olur." deyip bir anda dans edip bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı ki genç oğlan "Sonuncuyu unut.

Onu ben kendim de yaparım. Sen bana babamı ver. Öldü ama yaparsın değil mi? Koskoca ormanı yürüten bir

mahlukatsın sonuçta."

Kıvrak Sivap, dansına kaldığı yerden devam ederek ortamdaki coşkuyu artırdı. Bir sağa bir sola derken her

şey oldu ve bitti.

Sene bin sekiz yüz doksan altı, aylardan ekim, günlerden çarşamba. İstanbul'da sarı veyahut kırmızı bir

yerlerde iki çift gözü boz merdivenler kaplamış. Alusizadelere mensup Arif Hikmet Bey ise, oğlu Ahmet'in elinden

tutmuş ağır ağır çıkıyor bu merdivenlerden.67

Page 70: Gölge e-Dergi 106. sayı

27. Ankara Uluslararası Film Festivali

6 Mayıs Cuma:

19:00 – Ankara Film Festivali'nin son üç gününe

girmişken, Uçan Süpürge başlamıştı bile. İki festivali

de eş zamanlı olarak takip etmeyi düşünmüştüm ama

Cuma günü ilk seanslarda başka bir işim çıkınca

ağırlığı yine Ankara Film Festivali'ne verdim. Bu

seans için seçtiğim film Coen Kardeşler'in yeni filmi

Yüce Sezar! (Hail, Caesar!) idi. Normal şartlarda bu

kadar yoğun bir festival programında, Coen'lerin filmi

nasıl olsa gösterime girer diyerek pas geçerdim ama

sürekli olarak bu filmin gösterime girmeyeceği

söyleniyordu. Nitekim bu yazı yazıldığı sırada halen

gösterim takvimlerinde yer almıyor. Yüce Sezar'ın

Coen filmlerini sıraladığımızda en üst sıralarda yer

almayacağı bir gerçek ama uzun yıllardır ülkemizde

gösterime girmeyen ilk Coen filmi olması da

gerçekten ilginç.

Yüce Sezar, Coen kardeşlerin daha “ciddi” filmleri

arasına sıkıştırdıkları “komedi” filmlerinden biri.

Sevdikleri bir dönem olan 1950'ler Hollywood'una

götürüyorlar bizleri. Filme adını veren Yüce Sezar

aslında o dönem çekilen bir film. Film içindeki film de

diyebiliriz. George Clooney de bu filmin başrol

oyuncusu. Filmin diğer ana karakteri ise Josh

Brolin'in canlandırdığı Eddie Mannix. O da dönemin

güçlü stüdyolarının başındaki isimlerden biri. En

önemli görevi ise oyuncuların karıştıkları skandalları

basından gizlemek. Filmde o dönemin gerçek

kişiliklerine göndermeler yapan pek çok karakter

görüyoruz. Coen'ler sinemasının en önemli

özelliklerinden biri olan renkli karakterler geçidi bu

filmde de eksik değil. Bu karakterler de elbette artık

Coen oyuncusu diyebileceğimiz isimler tarafından

canlandırılıyorlar. Yönetmen ve oyuncuların uyumu

perdeye de yansıyor.

Filmin, dönemin stüdyo sistemine de ciddi eleştirileri

var. Hatta işin içine bir de soğuk savaş girince olaylar

daha da çetrefil bir hale geliyor. Filmin sıkıntısı bir

türlü Coen'lerden beklediğimiz seviyeye çıkamaması.

Yine de bazı yorumlardaki kadar kötü bulmadım.

Sadece Coen filmleri denince ilk akla gelen

yapımlardan biri olmayacak.

21:30 – Festivalin Hamlet uyarlamaları bölümünün

sıradaki filmi Ophélia idi. Claude Chabrol'un 1963

tarihli filmi, yönetmenin ilk dönem filmlerinden ve çok

da bilinmeyen bir yapım. Film bir Hamlet uyarlaması

olarak bildiğimiz temaları karşımıza koyuyor. Yine

babası ölmüş ve annesi amcası ile evlenmiş bir genç

adam var karşımızda. Bundan dolayı bir bunalım

içinde. Hikayenin girişi bu şekilde ama ilerleyen

kısımlarda bildik Hamlet öyküsünden biraz

uzaklaşıyor. Filmin adının Ophélia olması, bu öykü

içinde Ophélia'ya odaklanılacağı izlenimini veriyor

ama bu pek de doğru değil. Chabrol, Ophélia

karakterini Shakespeare'in metninde olduğundan

farklı konumlandırmış olsa da temelde yine bir

Ankara'da Mayıs FestivalleriBölüm 2

Geçen ayki sayımızda Ankara'da Mayıs ayındaki festival maratonunda izlediğimiz filmlere başlamış ancak 14 günlük maratonun yarısının değerlendirmesini bu sayıya bırakmıştık. Lafı fazla uzatmadan Ankara Uluslararası Film Festivali ve Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali'nin güncesine devam edelim.

Hasan Nadir DERİN

68

Page 71: Gölge e-Dergi 106. sayı

Hamlet hikayesi anlatıyor. Bu arada Hamlet ve

Ophélia diyoruz ama filmdeki hiçbir karakter, oyundaki

karakterlerin ismini taşımıyor.

Neticede önemli bir yönetmenin çok bilinmeyen bir

filmini keşfetmek ve Hamlet'e farklı bir bakış görmek

açısından güzel oldu ama çok fazla iz bırakan bir film

olduğunu da söylemek zor.

7 Mayıs Cumartesi:

11:30 – Cumartesi gününün bu ilk seansında iki uzun

metrajlı film yer alıyordu. 30 dakikalık Mülteci

Kampının Orkestra Şefi (Maystro Al-Mokhayam)

filminde adından da anlaşılabileceği gibi bir mülteci

kampında yaşayan ve bu kampta sanatını icra

etmeye çalışan bir müzisyen olan AyhamAhmad'ın

hayatı anlatılıyordu. Bildik belgesel kalıplarının çok

dışına çıkmasa da savaşın orta yerinde de olsa

sanatın her zaman yeri olduğunu, hatta çoğu zaman

çok da önemli bir rolü olduğunu gösteriyordu. IŞİD

gibi bir yapının buna bile tahammülü olmayıp

Ayham'ın piyanosunu yakmış olmaları ise işin en acı

taraflarından biri.

Sınırda Yaşam (Life on

theBorder) ise aslında 8 adet

kısa filmden oluşuyordu. Bu 8

filmin şöyle bir özelliği vardı.

Suriye-Irak sınırında farklı

mülteci kamplarında yaşayan 8

çocuğa kamera kullanımı ile ilgili

basit bir eğitim verildikten sonra

onlardan kendi hikâyelerini

anlattıkları filmler çekmelerini

istiyorlar ve ortaya bu 8 film

çıkıyor. Bu filmlerden bazıları

kaçınılmaz olarak fazlaca

amatör, bazıları biraz fazla

duygu sömürüsü yapıyor ama

içlerinde keşke bu çocuğun

sinema eğitimi alma fırsatı olsa

dedirten, sinema duygusunu veren filmler de vardı.

Örneğin IŞİD tarafından kaçırılan kız kardeşinin geri

döndükten sonra hiç konuşmamasını anlatan ve

ameliyata ihtiyacı olduğunu öğrenen çocuğun filmi,

hem seçtiği görüntüler açısından etkileyiciydi, hem de

kız kardeşinin tecavüze uğradığını biz anlasak da

bunu net bir şekilde dile getirmeden anlatması ile

duyarlı bir sinemacı yaklaşımı sunuyordu. Bir kolunu

bombalamalarda kaybeden kızın filmi de bazı

yerlerde doğallıktan uzak olsa da kendi durumunu

acındırma için kullanmaması ile takdiri hak ediyordu.

American Sniper filmini izlerken gerçek hayatın

filmden daha etkileyici olduğunu fark eden çocukların

hikâyesi ise fazla klişe olsa da küçük çocukların

elinden çıktığını düşünürsek başarılı bir filmdi.

14:00 – Romanya sineması son yıllarda yükselişte

olan sinemalardan. Orizont Oteli (Orizont) da bu

sinemadan gelen bir suç filmi. Film bizi Romanya'nın

dağlarında bir otelin işletmesini devralan bir aile ile

tanıştırıyor. Uzun yıllar ülkesinin dışında çalışan

Lucian, ailesi ile birlikte bu otele yerleşerek yeni bir

yaşam kurmak istiyor. Ama daha oteli çalıştırmaya

başlamadan önce bölgede çeşitli yasadışı işleri

yönetmekte olan Zoli'nin adı kulaklarına çalınmaya

başlıyor. Film bir süre için Zoli'yi göstermeyerek, onu

güçlü ve gizemli bir figür olarak resmediyor.

Sonrasında olayın içine şahsen dâhil olması ile

Lucian ve ailesi ile Zoli ve adamları arasında giderek

yükselen bir gerilim tırmanmaya başlıyor.

Yönetmen Marian Crisan, iki taraf arasındaki gerilimi

yavaş yavaş ve sakince oluştururken belki tempoyu

biraz fazla düşürüyor ama ilişkilerin değişen

dengelerini de işin içinde katarak etkileyici bir finale

erişmeyi başarıyor. Neticede festivalin en iyilerinden

olmasa da izlenebilir bir filmdi.

69

Page 72: Gölge e-Dergi 106. sayı

16:30 – Patricio Guzmán'ın Sedef Düğme (El Bonon

de Nácar) filmi Ankaralı sinemaseverlerin uzunca bir

süredir bekledikleri filmlerden biriydi. Salonun

doluluğu da bu beklentiyi gösteriyordu. Önceki filmi

Işığa Özlem'de (Nostalgia for the Light) Şili'nin tarihi

ile astronomların Şili çöllerinde uzayla ilgili yaptığı

çalışmaları ortak bir paydada buluşturan Guzmán, bu

kez de suyu bir ortak payda olarak kullanarak Şili'nin

geçmiş dönemlerinde yaşamış yerlilerinden

başlayarak çok meraklı olduğu astronomi alanını da

es geçmeden kuyruklu yıldızlarda bulunan sulara

kadar uzanıyor. Önceki filminde çöl ve kumu kullanan

Guzman'ın bu kez okyanus ve suyu kullanması

tesadüf değil elbette. Darbe döneminde çöllere

gömülen insanlar gibi, helikopterlerden okyanusa

atılan insanlar da var.

Guzman'ın tarzını bilmeyen seyirci, tarih, astronomi ve

politika gibi kavramları aynı filmde eritmenin zor

olduğunu düşünebilir. Ancak Guzman bunu bir kez

daha çok etkileyici bir biçimde yapıyor. Klasik belgesel

kalıpları dışında, adeta şiirsel belgesel diyebileceğimiz

bu filmde aynı zamanda çok görkemli görsel

sahnelere de imza atıyordu. Rahatlıkla festivalin en

iyilerinden biri diyebileceğimiz Sedef Düğme, evde

küçük ekranda izlendiğinde aynı tadı vermeyecek

filmlerden. Festival ekibine bu filmi beyazperdede

izleme şansını verdiği için teşekkür etmeliyiz.

19:00 – Bu seans için Uçan Süpürge'deki Cadı Avı

filmi ile Ankara Film Festivali'ndeki Bin Başlı Canavar

(Un Monstruo de Mil Cabezas) filmi arasında çok

kararsız kaldım. Hatta Uçan Süpürge gösterimlerinin

gerçekleştirildiği Kızılırmak Sineması'na kadar gidip

sonradan Bin Başlı Canavar'da karar kılıp geri

döndüm. Rodrigo Plá'nın önceki filmlerinden La

Zona'yı çok sevmiş ve çok etkileyici bulmuştum.

Yönetmen hepimizin içinde bulunduğu ve bazen

yeterince dikkat etmediğimiz olaylar üzerinden giderek

bir sistem eleştirisine ulaşmayı beceriyor. Pla bu kez

sağlık sigortası olduğu halde masrafları

karşılanmayan kocasının dosyasını ilgili doktora ve

sigorta şirketinin yetkililerine elden götürerek bir

çözüm bulmaya çalışan, sistemin çarklarını farklı yöne

çevirmeyi başaramayınca da silahına davranan bir

kadını karşımıza getiriyor. Tek amacı kocasını

kurtarmak olan kadının kimseye zarar vermek gibi bir

niyeti yok ama dışardan öyle gözükmüyor elbette.

Pla, hikâyesini anlatırken kişileri hedef tahtasına

oturmaktan ziyade, genel olarak sistemi eleştiren bir

anlatım tutturuyor. Son derece sağlam şekilde

ilerleyen hikâyesi yanında filmin en başarılı

yanlarından biri de Pla'nın görüntü tercihleri.

Karakterlerini çoğunlukla başka bir karakterin

gözünden ya da belli bir mesafeden izleyen Pla, hiçbir

zaman kendimizi başkarakter ile özdeşleştirmemize

izin vermiyor ve seyirciyi gerçekten de seyirci

konumunda tutuyor ve en aksiyon dolu sahnelerde

bile seyirciyi olayın arka planı üzerine düşünmeye

yönlendiriyor. Hatta hasta olan kocayı neredeyse

hiçbir şekilde kadraja almaması bile olaya duygusal

açıdan yaklaşmak istememesinin bir göstergesi.

Haziran ayı sonunda kısıtlı sayıda salonda gösterime

giren film, muhtemelen Temmuz başında da

gösterimde olarak. Tavsiye edilir.

21:00 – Bu yılki festivalde süresi uzun filmlerin

sayısının çok fazla olduğunu geçen ay da belirtmiştim.

İşte Rabin'in Son Günü (Rabin, theLastDay) filmi de

153 dakikalık süresiyle bunlardan biriydi. İsrail

sinemasının önemli isimlerinden Amos Gitai, bu

uzunca filminde, ülkesinin hatta daha da ötesi Orta

Doğu tarihinin önemli olaylarından Yitzhak Rabin

suikastını incelemiş. İncelemiş diyoruz çünkü Gitai

adeta bir haber programındaymış gibi 4 Kasım 1995

70

Page 73: Gölge e-Dergi 106. sayı

1995 tarihinde gerçekleşen bu olayı farklı yönleri ile

karşımıza getirirken, günümüzde yapılan söyleşiler ve

o gün çekilen gerçek görüntüleri kullanırken bir

yandan da oyuncularla yapılan canlandırmalara yer

veriyor.

Gitai filmin önemli bir kısmında suikastı gerçekleştiren

kişinin o noktaya gelişini inceleyerek, Filistin ile

girişilen barış çabalarını ihanet olarak yorumlayan

bakış açısını eleştiriyor. Özellikle o dönemi bilenler

açısından etkileyici bir film ama süresinin uzunluğu

gerçekten zorluyor. Belki de günün son filmi olduğu

için bu hissi verdi ama 2 saatlik bir süre daha ideal

olabilirdi.

8 Mayıs Pazar:

11:30 – Festivalin Hamlet filmleri bölümünde yer alan

en ilginç yapımlardan biri, Mrduši Donjoj Köyü Hamlet

Sahneliyor (Predstava 'Hamleta' u Mrdusi Donjoj) idi.

1974 yılı Yugoslavya'sından gelen film, adından

anlaşılabileceği gibi bir köyde Hamlet sahnelenme

çabasını anlatıyor. Köyden bir kişi büyük şehre gitmiş

ve Hamlet'i izlemiş ve beğenmiştir. Köy kahvesinde

hikâyeyi kendinden de bir şeyler katarak anlatınca

köyün belediye başkanı bu oyunu sahnelemeye karar

verir ve köyün en eğitimli kişisi olarak öğretmenin

oyunu sahnelemesini ister. Elbette kendisi ve karısına

da oyunda önemli bir rol verilmesini ister. Bu arada

köyde bir yolsuzluk olayı da ortaya çıkar ve toplanan

paraların elinden geçtiği bir pozisyonda yer alan bir

adam bu yolsuzlukla suçlanır. Ama olayın arkasında

belediye başkanı vardır aslında. Yolsuzlukla suçlanan

adamın oğlunun Hamlet, onun sevgilisinin Ophelia,

belediye başkanının Kral, karısının da Kraliçe rolünde

yer alması oyunla gerçeğin iç içe girmesine yol açar.

Yönetmen Krsto Papic, bir yandan karşımıza çok

farklı bir Hamlet uyarlaması getirirken (Hamlet değil

Amlet hatta) bir yandan da dönemin politik atmosferi

üzerine de ciddi eleştiriler yapıyor. Başrolde gencecik

bir Rade Šerbedžija görmek de cabası. Aslında 70'ler

ve 80'lerde Yugoslavya'da tanınan bir isim olmasına

karşın bizim onu 1994 yılında Beforethe Rain ile

tanıdığımız düşünülürse bu filmde onu tanıdığımız

halinden 20 yıl önceki halini görüyoruz ki bu bile filmi

izlemek için yeterli bir sebep olabilir.

14:00, 16:30, 19:00 – Önümüzdeki üç seans için

Miguel Gomes'in üç bölümlük Binbir Gece (Arabian

Nights) filmlerini seçtim. Aslında bu filmler doğrudan

birbirleri ile bağlantılı değiller. Tıpkı Binbir Gece

Masalları gibi birbiri ile ilgisiz ya da çok az ilgili

hikâyeler anlatılıyor. Bu nedenle Huzursuz Adam,

Kasvetli Adam ve Büyülenmiş Adam alt başlıklarını

taşıyan filmler tek başlarına da izlenebilecek ve yorum

yapılabilecek filmler. Yine de tüm bu filmler bir şekilde

tek bir bütünün parçası oldukları ve yönetmen Miguel

Gomes de her filmin sonunda her üç filmin toplu

olarak indeksini verdiği için ben de toplu olarak

değerlendirmek istedim.

Üç filmin de ortak girişinde bu filmlerin Binbir Gece

Masalları'nın serbest bir uyarlaması olduğu ve büyük

bir ekonomik krizden geçmekte olan Portekiz'in 2015

yılındaki durumunu anlattığı söyleniyor. Ancak Gomes

bu girişten tahmin edilebileceği üzere sadece bu

ekonomik kriz üzerine eğilmiyor. Evet, bu üç filmdeki

hikâyeler içinde doğrudan bu konu ile ilgili bölümler de

var. Örneğin ilk filmde tersane işçilerinin sorunları

üzerine bir belgesel niteliğinde bir bölüm varken, ikinci

filmde bir köpeğin farklı sahipleri üzerinden günümüz

Portekiz'inden insan portreleri ortaya koyuyor. Üçüncü

filmde yine günümüz Portekiz'inden belgesel

niteliğinde uzunca bir bölüm var ama burada kuş

yetiştiricilerinin yarışmaları üzerine ciddi bir zaman

ayırarak toplumun bambaşka bir tabakasını karşımıza

getiriyor. Ancak hikâyeler sadece günümüz

Portekiz'inde geçmiyor. Bir bölümde Binbir Gece

Masalları'nın anlatıcısı olan Şehrazad'ı bir karakter

olarak karşımıza getirerek hikâyeyi yüzyıllar öncesine

taşırken Şehrazad ve babasını bir dönme dolaba

bindirerek zaman algısı ile oynamayı da ihmal

etmiyor.

Miguel Gomes'in, bu üç filmde en iyi yaptığı şeylerden

biri hemen her hikâyede farklı bir anlatım biçimi

kurması. Kimi zaman belgesel nitelikli, kimi zaman

kurmaca hikâyeler anlatırken, bazen tempoyu

hızlandırıyor, bazen yavaşlatıyor. Geniş kitleye sıkıcı

gelebilecek bölümler varken bir sonraki bölümde film

bir müzikal haline gelebiliyor.

71

Page 74: Gölge e-Dergi 106. sayı

Yukarda filmlerin indeksi dediğim gözlerden

kaçmamıştır. Gomes, filmlerine üç ciltlik bir edebiyat

eseri olarak yaklaşarak nasıl kitapların içindeki

bölümler sayfa sayıları ile verilirse, filmler içindeki

bölümleri de dakikaları ile vererek bir indeks

hazırlamış gerçekten. Bu edebiyat benzetmesi

özellikle üçüncü filmde iyice ön plana çıkıyor. Tüm

filmlerde ara yazılarla takip ettiğimiz bölümler var ama

üçüncü filmde bu iyice öne çıkıyor. Hatta hikâyelerden

birini neredeyse tümüyle yazılarla anlatılıyor ve adeta

beyazperdede bir hikâye okuyoruz.

Üç filmin toplam süresi 6.5 saati buluyor. Kimi zaman

izlemesi de seyirciden çaba gerektiren bir maraton

ama karşılığını da veriyor doğrusu. Ev sineması

koleksiyonuma alıp tekrar deneyimlemek istediğim

filmler olduğunu söyleyebilirim.

Ankara Film Festivali'nin bitmesi için bir seans daha

vardı ama bu seansta izleyebileceğin Denizdeki Ateş

(Fuocoammare) filmi vizyona gireceği için o zamanda

erteleyerek bu festivali kapadık.

19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri

Festivali

9 Mayıs Pazartesi:

13:30 – Aslında hiç öyle bir niyetim yoktu ama

programı inceleyince Ankara Film Festivali ve Uçan

Süpürge'yi bıçakla ayırmış gibi oldum ve 5 Mayıs'ta

başlayan Uçan Süpürge'ye ancak 9Mayıs'dadâhil

olabildim. Ama programdaki filmlerin bir kısmını

önceden başka festivallerde izlediğim için çok da film

kaçırmadım doğrusu.

Günün ve benim için festivalin ilk filmi Nojoom 10

Yaşında ve Boşandı (Ana Nojoom Bent

AlasherahWamotalagah) idi. Çok fazla bildiğimiz bir

sinema olmayan Yemen sinemasından gelen film, 10

yaşında bir kız çocuğunun 30'lu yaşlardan bir adamla

evlendirildikten sonra kaçıp bir mahkemeye

sığınmasını ve hâkime durumu anlatması sonrası

açılan boşanma davasını konu ediyordu.

2008 yılında gerçekten yaşanmış bir olaydan yola

çıkan film elbette doğru mesajlar veren iyi niyetli bir

film. Yemen'in ilk kadın yönetmeni olan Khadija Al-

Salami, çocuk gelinlere hayır mesajını yoğun bir

şekilde vurguluyor. Sorun şu ki, mesajlarınızın doğru

olması, filmi iyi bir film yapmıyor. Nojoom'u oynayan

küçük kızın doğallığı bir yana film çoğunlukla tek

boyutlu karakterler üzerinden yürüyor ve onları

canlandıran oyuncular da iyi performanslar ortaya

koyamıyorlar. Ayrıca film sürekli olarak mesaj

vermeye odaklandığı için işin sinemasal yönüne çok

önem vermiyor.

16:30 – Günün ikinci filmi Çarşamba Çocuğu

(SzerdaiGyerek) aynı yetimhanede büyümüş iki genci

karşımıza getiriyordu. Bu iki gencin bir de çocukları

olunca anne Maja, hayatına bir çeki düzen vermesi

gerektiğine karar veriyor ve bir kredi alıp küçük çaplı

bir iş kurma çabasına girişiyor. Sevgilisi ve çocuğun

babası Krisz içinse, ne Maja ne de çocuk çok önemli

değil. O hayatına devam edip ara sıra Maja ile birlikte

olmak istiyor.

Aslında filmin bir flashback ile açılması ve

karakterlerin ilk başta bize tanıtılış şekli bizi nasıl bir

hikâyenin beklediğini hemen gösteriyor. Bu açıdan

filmin bizi şaşırtan ya da beklenmedik bir olay örgüsü

yok. Ancak yönetmen Lili Horváth, filmi başarılı

kılacak doğru hamleler yaparken bir yandan da başrol

oyuncusu KingaVecsei'nin başarılı performansından

destek alıyor. Bu da filmi benzerlerinden bir adım öne

çıkarıyor. Yine de tam bir başarı olduğunu söylemek

zor.

19:00 – Son yılların öne çıkan yönetmenlerinden Mia

Hansen-Løve, yeni filmi Gelecek Günler (L'avenir) ile

Berlin'de en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı.

Sadece bu bile filmi merak etmek için yeterliyken

başrolde Isabelle Huppert'in oynaması merakları daha

da arttırıyordu.

Film tümüyle Huppert'in canlandırdığı felsefe

öğretmeni Nathalie'nin etrafında gelişiyor. Bu karakteri

perdede görmediğimiz sahne neredeyse yok gibi.

Orta yaşının sonralarına gelmekte olan Nathalie, artık

hayatını belli bir düzene oturttuğunu düşündüğü bir

72

Page 75: Gölge e-Dergi 106. sayı

anda hayatında bir takım değişikliklerle karşı karşıya

geliyor. Öğretmenlik yaptığı lisede öğrencilerin

gerçekleştirdiği eylemler ya da kitaplarını basan

yayınevinin değişen tavırları bu değişiklikler için ilk

göstergeler iken kocasının kendisini aldattığını

öğrenmesi ve annesinin hastalığı hayatı üzerinde

yeni kararlar alması gerektiğini gösteriyor.

Isabelle Huppert, her zamanki gibi rolünü büyük bir

başarıyla canlandırırken MiaHansen-Løve da değişen

döneme karşı ayakta kalmaya çalışan bir kadının

hikâyesini güçlü bir görsellikle karşımıza getiriyor.

Daha ilk günden Fipresci ödülü için önemli

adaylardan biri olduğu belli olan bu film, neticede

ödülü de alacaktı.

21:00 – Günün son filmi İsrail sinemasından

geliyordu. Dağ (Ha'har) adlı bu filmde dini kurallara

fazlasıyla bağlı olarak yaşayan bir aile karşımıza

geliyor. Zeytin Dağları'ndaki dünyanın en eski Yahudi

mezarlığının yanındaki bir evde yaşayan bu aile

yıllardır bu şekilde yaşamaya alışmış belki ama

kocası işe gittiğinde evde yalnız kalan Zvia son

zamanlarda yalnızlık hissini giderek daha fazla

hissediyor. Çünkü kocası ona olan ilgisini giderek

yitirmiş durumda. Zvia bir gece mezarlıkta cinsel ilişki

kurmakta olan bir çift görünce korku ile birleşen bir ilgi

ile onları izliyor ve sonrasında fahişeler ve onları

pazarlayan adamların mezarlığı mesken tuttuklarını

fark ediyor. Bir süre sonra bu iki taraf arasında sessiz

bir anlaşma kuruluyor. Zvia, onları izlemeye devam

ediyor, onlar da bunun farkındalar ama ses

çıkarmıyorlar. Bunun karşılığında Zvia da onlara

yemek yapmaya başlıyor.

Yönetmen Yaelle Kayam, bu ilk uzun metrajlı filminde

ağır tempolu ve sessiz sedasız bir anlatım kuruyor.

Film de kimi zaman seyirciyi içine almakta zorlanıyor.

Ancak başrolde Shani Klein'in başarılı oyunculuğunun

da katkısıyla kurulan başarılı karakter çalışması filmi

ilgi çekici hale getiriyor. Her ne kadar kendisini yalnız

hisseden kadın hikâyesi çok özgün olmasa da filmin

geçtiği mekân ve ailenin fazlasıyla tutucu olması

bildik bir hikâyeye farklı bir açılım getirmeyi başarıyor.

10 Mayıs Salı:

14:00 – Yönetmen Laura Bispuri, Yeminli Bakire

(Vergine Giurata) isimli bu ilk uzun metrajlı filminde

cinsel kimlikler üzerine ilginç bir hikaye anlatırken

Arnavutluk'ta hâlâ kabul gören bir geleneği de

öğrenmemize vesile oluyor. Balkanlarda farklı

ülkelerde de kabul görse de temel olarak

Arnavutluk'ta karşılaştığımız bu geleneğe göre bir

kadın, cinsellikten uzak kalmak üzere yemin ederse

kendisini erkek olarak tanımlayabiliyor. Kadın ve

erkek rollerinin geleneksel olarak tanımlandığı bir

toplumda kadın için biçilen anne olmak, yemek

yapmak, evi temizlemek gibi davranışları yapmak

zorunda kalmıyor, bir erkek olarak ava çıkabiliyor,

evin geçimini sağlayacak işler yapabiliyor ve daha

özgürce yaşayabiliyor.

İşte Alba Rohrwacher'in canlandırdığı Hana, genç

yaşta bu kararı almış ve kendisine Mark adını seçmiş.

Bu bir anlamda onun kaçış yolu olmuş. Kardeşi ise

kaçışı sevdiği adamla birlikte büyük şehre gitmekte

bulmuş. Yıllar sonra ailesinin ölümü üzerine

Arnavutluk'tan ayrılıp İtalya'ya kardeşinin yanına

giden Mark/Hana, bu büyük şehirde yıllar önce aldığı

kararı tekrar sorgulamak zorunda kalıyor. Yıllarca

kendisini erkek olarak kabul etmiş ve ettirmiş, ettiği

yemine de sadık kalmış ama ait olduğu çevreden

ayrılınca bu durum iyice zorlaşıyor.

Son yıllarda izlediğimiz filmlerinden iyi bir oyuncu

olduğunu bildiğimiz Alba Rohrwacher, nüansları olan

bu rolde yine gayet iyi. Rolünün gerektirdiği

kırılganlığı ve tereddütlü hali iyi yansıtmış. Ancak işin

içinde bir inandırıcılık sorunu olduğunu da

73

Page 76: Gölge e-Dergi 106. sayı

söylemeliyiz. Mark'ı tanıyan ve onun aldığı kararı

bilenlerin ona erkek olarak yaklaşması anlaşılabilir bir

durum ama onu ilk defa görenlerin de erkek olarak

algılaması çok inandırıcı değil. Her ne kadar Alba

Rohrwacher'in gösterişli bir fiziği olmasa da kadın

olduğu rahatlıkla anlaşılıyor. Bu durum özellikle filmin

başında hikâyeye adapte olmamızı biraz zorlaştırsa

da film ilerledikçe toparlanıyor ve bu ufak falsoyu

görmezden gelmemizi sağlıyor.

16:30 – Catherine Corsini yeni filmi Yaz Vakti (La

Belle Saison) ile bizi 1970'lerin Fransa'sına götürüyor.

Bir köyde ailesine çiftliklerinde yardım etmekte olan

Delphine, üniversite için Paris'e gidiyor. Burada

Carole ile tanışıyor. Kadın hakları hareketinin

canlandığı dönemler. Carole'un da etkisi ile Delphine

de bu harekete dâhil oluyor. Kürtaj karşıtlarına karşı

eylemler yapıyorlar, kadın tacizlerine karşı eylemler

düzenliyorlar, hatta ailesi tarafından bir akıl

hastanesine yatırılan eşcinsel bir erkek arkadaşlarını

oradan kaçırıyorlar. Filmin giriş kısmı çoğunlukla

Delphine'in köyünden çok farklı bir ortama uyum

sağlaması ile geçiyor ama Carole ile aralarında belli

bir çekim de hissediliyor. Delphine'in köyde de

lezbiyen deneyimleri olmuş. Carole'un erkek arkadaşı

olmasına rağmen bir noktada o da bu çekime karşı

duramıyor. Filmin büyük kısmını oluşturan aşk

hikâyesi de buradan sonra başlıyor. Yaz tatilinde

ikilinin köye gitmesi üzerine roller değişiyor ve bu kez

Carole kendisini yabancı bir ortamda buluyor. Paris'te

aşklarını daha serbest bir şekilde yaşarken köyde

herkesten saklanmak zorundalar.

Corsini, filminde dönemin atmosferini çok iyi

yansıtmış. Bir yandan özgürlükçü hareketler en üst

düzeye tırmanırken bir yandan da bazı kesimlerde

tutuculuğun devam etmesi, özellikle köyde

eşcinselliğin çok kötü karşılanmasının tezadı iyi

verilmiş. Bunun yanında iki kadının aşkı da son

derece güçlübir şekilde anlatılmış. İlişkinin gelişimi,

yaşanan sorunlar ve finalde gelinen nokta son derece

gerçekçi. Izïa Higelin ve Cécile De France gerçekten

de uyumlu bir ikili olmuşlar. İzlediğim anda Fipresci

için yarışan filmler arasında ön plana çıktığını ve

festival bitene kadar da favorim olduğunu

söyleyebilirim. Neticede kazanamadı ama bence

festivalin en iyi filmlerinden biriydi.

18:30 – Festivalin takip edemediğim bölümünde

yönetmen Anja Breien'in Zevceler (Hustruer)

üçlemesinin ilk filmi yer alıyordu. 1975 yapımı ilk filmi

izlemediğim için 1985 yapımı Zevceler – On Yıl

Sonra (Hustruer - ti åretter) filminde havada kalan

noktalar olacağını tahmin ediyordum. Yine de diğer

salonda izlediğim bir film olunca bunu tercih ettim.

İlk filmden tanımış olmamız gereken üç kadın, on yıl

aradan sonra mezunlar günü partisinde tekrar

buluşuyorlar. Partinin bitiminden sonra bu üç eski

dost geceye devam ediyorlar ve noel gecesini

beraberce bitiriyorlar. Bu esnada on yıllık arada

hayatlarında neler değiştiği, gençlik dönemlerindeki

hayallerini ne kadar gerçekleştirip

gerçekleştirmedikleri üzerine keyifli muhabbetler

ediyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse keyifli

konuşmalardı ama yine de baştan tahmin ettiğim gibi

bazı göndermeler çok boşlukta kaldı. Sanırım bu seri

hakkında ilk filmi de izleyip sonra yorum yapmak

daha anlamlı olacak.

20:30 – Günün son filmi olarak sırada

NaomiKawase'nin yeni filmi Umudun Tarifi (An) vardı.

Filme orijinal adını veren “an”, Japonya mutfağına

özgü bir yemek. İki pancake arasına doldurulan

kırmızı fasulye ezmesi ile yapılan bir yemek. Sentaro,

“an” yapan bir dükkânı işleten bir adam. Bir süredir

bu dükkânı işleterek ufak bir müşteri kitlesi de

oluşturmuş ama çok da tatmin edici değil. Pancake

yapımı konusunda sıkıntısı yok ama fasulye ezmesi

yapması için bir yardımcı arıyor. Günün birinde yaşlı

bir kadın olan Tokue işe başvuruyor. Yaşından dolayı

buna sıcak bakmayan Sentaro, kadının ısrarları

sonrasında bir şans vermeyi kabul ediyor ve onun

mükemmel bir fasulye ezmesi yaptığını fark ediyor.

Tabii ki onu işe alıyor ve işler büyümeye başlıyor.

Filmin ilk kısmında Kawase, karakterlerini bize yavaş

yavaş tanıtırken onlarla ilgili ipuçları veriyor. Bu

bölümde bir ara adeta yemek tarifi izler gibiyiz. Yaşlı

kadın, patronuna ve dolaylı olarak bize, fasulye

74

Page 77: Gölge e-Dergi 106. sayı

yaptığını fark ediyor. Tabii ki onu işe alıyor ve işler

büyümeye başlıyor.

Filmin ilk kısmında Kawase, karakterlerini bize yavaş

yavaş tanıtırken onlarla ilgili ipuçları veriyor. Bu

bölümde bir ara adeta yemek tarifi izler gibiyiz. Yaşlı

kadın, patronuna ve dolaylı olarak bize, fasulye

ezmesi yapmanın inceliklerini detaylı olarak anlatıyor.

Ancak film ilerledikçe bu iki karakter birbirlerine sıkı

bir bağla bağlanıyorlar ve geçmişlerini açıyorlar. Bu

kısım filmin ilk bölümünü de daha değerli hale

getiriyor. Bu kısımlarda filmden adeta bir roman tadı

alıyorsunuz ve dükkânın genç müşterilerinden birinin

de hikayeyedâhil olması ile film insanın içine huzur

veren bir finale doğru ilerliyor.

11 Mayıs Çarşamba:

14:00 – Uçan Süpürge'nin yarışmalı bölümünde yer

alan Martılar (Chaiki) tam da zaman zaman festival

filmi olarak tanımladığımız filmlerden. Film, kocası

Hazar denizinde ava gittiğinde sürekli olarak evde

kalıp onu bekleyen bir kadın olan Elza hakkında.

Elza, aynı zamanda piyano öğretmenliği de yapmakta

ama çevre onu kendi başına bir bireyden çok bir eş

olarak konumlandırmakta. Aslında mutlu bir evlilikleri

de yok ama Elza kocasını terk edecek cesareti de

bulamıyor. Günün birinde kocası avdan dönmeyince

Elza üstelik hamile iken kendini bambaşka bir

durumda buluyor. O artık kendi ayakları üzerinde

durmak zorunda olan bir kadındır.

EllaManzheeva, hikâyesini son derece sessiz ve

sakin anlatmayı seçen yönetmenlerden. Filmin ağır

temposu zaman zaman seyircilerden de sabır istiyor.

Ancak filmin çok başarılı görüntüleri ilgiyi ayakta

tutuyor (görüntü yönetmeni de yönetmenin eşi bu

arada). Bu ağır tempo içinde birkaç sahne özellikle

dikkat çekiyor. Örneğin Elza'ya bir süredir ilgi

duymakta olan bir adamın kocasının yokluğunu fırsat

bilip ona yaklaşma çabasına karşı tepkisi o kadar hızlı

ama gösterişsiz çekilmiş ki o an perdeye

bakmazsanız kaçırabileceğiniz bir an ama filmin en

sevdiğim anlarından biri oldu. Filmin diğer bir artısı da

başroldeki Evgeniya Mandzhieva. Son derece

ekonomik bir oyunculuk sergileyen Mandzhieva'nın

aslında bir model olduğunu öğrenmek şaşırtıcıydı.

Yılların oyuncusu izlenimi vermesi bir yana, ilk filmi

için böyle bir tercih yapması da takdir edilesi. Hem

yönetmen, hem de oyuncunun adlarını bir köşeye

yazın derim.

16:00 – Festivalin en keyifli filmi hangisiydi diye

sorarsanız hiç düşünmeden Zouzou diyebilirim. Üç

farklı kuşaktan 6 kadının hayatlarına bakan film için

cinsellik etrafında dönen bir komedi diyebiliriz. Ailenin

en büyüğü, büyükanne Solange'ın kızlarına âşık

olduğunu açıklaması sonrasında kızları küçük çaplı

bir şok yaşarlar. Bunun sonrasında 14 yaşındaki torun

Zouzou'nun odasında erkek arkadaşı ile seks yapıyor

olması da ikinci bir şoku yaşatıyor. Üstelik sonradan

onu odasında da bulamıyorlar. Büyük bir çoğunluğu

Zouzou'yu aramakla geçen filmde aslında bu arama

yönetmenin anlattıkları için bir bahane. Bu arama

sürecinde büyükanne ve kızların cinsellik üzerine pek

çok sohbetlerini izliyoruz.

Komedi kalıplarında anlatılan bu hikâyeyi izlerken bir

yandan da ne kadar farklı kültürler içinde

yaşadığımızı düşünmeden edemiyoruz. Örneğin

ailenin Zouzou ile ilgili temel sorunu 14 yaşında

cinsellik yaşıyor olması değil. Bunu gayet normal

karşılıyorlar. Sıkıntı kızın ortadan kaybolmuş olması

ve yeterli cinsel eğitimi alıp almadığına dair akıllarda

olan soru işareti. İşin ilginci kamera Zouzou'ya

döndüğünde onun gayet olgun bir şekilde,

heyecandan erken boşalmış olan erkek arkadaşını

teselli ettiğini görüyoruz. Film genç yaştaki cinselliğe

hoşgörü ile yaklaştığı gibi büyükannenin yaşadığı

75

Page 78: Gölge e-Dergi 106. sayı

cinselliğe de aynı şekilde yaklaşıyor ve cinsellik doğru

kişiyle olduğu sürece herkes için doğal bir olgudur

noktasına geliyor.

Film boyunca tüm oyuncuların çoğunlukla diyaloglara

dayalı rollerinde son derece başarılı olduklarını

söylemek mümkün. Komedide önemli bir unsur olan

zamanlama konusunda da doğru tercihler yapılmış.

Zouzou, belki sinemasal açıdan çok önemli bir film

değil ama gayet keyifli ve kahkaha dolu bir buçuk saat

geçirtebilecek bir film.

18:30 – Sırada dün ikincisini izlediğimiz Zevceler

üçlemesinin son filmi vardı. Zevceler III (Hustruer III)

adını taşıyan bu filmde, önceki filmlerde tanıştığımız

üç kadın arkadaşı bu kez 50'li yaşlarda görüyoruz.

Yukarda ikinci film için yazdığım yorumda ilk filmi

bilmemenin belli bir boşluk yarattığını belirtmiştim.

Üçüncü film için de aynı durum söz konusu olsa da bu

kez yönetmen Anja Breien, belki de ikinci filmdeki bu

hissi fark ettiği için eski filmlerden bahsedildiğinde

zaman zaman o filmlerden sahneleri de göstermekten

çekinmemiş. Bu sayede o boşluk hissi biraz dolmuş

ve karakterlerin geçmişe yönelik göndermeleri daha

anlaşılır olmuş. Aynı oyuncuları 20 yıl önceki ve

sonraki halleri ile görmenin farklı bir his yarattığını da

söylemek gerek.

Filmin tarzı ikinci filmle (ve muhtemelen ilk filmle de)

aynı. Karakterlerimiz arada geçen yıllarda başlarından

geçenlerden, mutluluklarından ve hayal

kırıklıklarından bahsediyorlar. Keyifli bir filmdi ama

yine de ikinci filmle aynı şeyi söyleyeceğim. Hepsinin

temeli ilk filmde atıldığı için onu izlemeden yorum

yapmak çok sağlıklı olmayacak.

20:30 – Günün son filmi olan Devrimciler (Pionery-

Geroi), 1987 yılında henüz çocuk yaşlarda Sovyetler

Birliği'nde devrimci olma hayalleri kuran üç arkadaşın

hikayesi. Komünist sistemin etkili olduğu bu yıllarda

çocuklar partiye en iyi şekilde hizmet etmek, suçluları

cezalandırmak ve kötülüğün kaynağı olan batıdan

gelen casuslara karşı tetikte olmak idealleri ile

yetiştiriliyorlar. Olga, Katya ve Andrey adındaki bu üç

arkadaşın biri hayatını insanlığa yararlı bir şeyler icat

ederek geçirmek istiyor, diğeri sürekli olarak çevrede

bir takım casuslar, kendilerine zarar verecek adamlar

görüyor. Sonuncusu ise ailesindeki ufak tefek suçları

partiye ve ülkeye karşı işlenmiş çok önemli suçlar

zannediyor ve onları ihbar edip etmemek ile ilgili kendi

içinde bir vicdan çatışması yaşıyor. Bu üç arkadaşı

günümüzde gördüğümüzde ise çocukluklarındaki

hayallerinin onları ciddi şekilde etkilediğini görüyoruz.

Panik ataklar, toplumdan uzaklaşmak, hayata karşı

tepkisiz kalmak günlük yaşamlarının parçası olmuş

adeta.

Yönetmen NatalyaKudryashova, kendisinin de dâhil

olduğu bir kuşağın yaşadıklarını belki de işin içine

otobiyografik ögeler de katarak çok içten bir bakışla

anlatmış. Zaten ana karakterlerden Olga'yı da kendisi

canlandırıyor. Geçmiş ve bugün arasında sürekli

olarak gidip geliyoruz ama zaman geçişleri çok yerli

yerinde kullanılmış. Geçmişin bugünü etkilemesini

başarılı bir şekilde veren bir senaryo matematiği var

filmin. Ancak son bağlantıyı kurmak için finalde

yapılan hamle bir miktar fazla geldi bana. Benzer bir

finale farklı şekilde de varılabilirmiş. Yine de

Devrimciler, festivalin iyi filmlerinden biriydi.

Günü bu iyi filmle kapadıktan sonra eve gelince kötü

bir haber aldık. Sinefil arkadaşlarla kurduğumuz

WhatsApp grubunda söylendiğine göre festivalin

gerçekleştiği Kızılırmak Sineması kapanıyormuş.

Başka birine devredilmiş ve devralan kişinin ne

yapacağı belli değilmiş.

12 Mayıs Perşembe:

Dün gece aldığımız kötü haber sonrasında buruk bir

hisle Kızılırmak Sineması'nın yolunu tuttuk. Sinemaya

gidince bir de baktık ki bu haber üzerine sinema

kapanmadan harekete geçip bir belgesel çekmek

isteyenler de var. Onlara da ufak söyleşiler de verdik.

Buruk bir günün ilk saatleri başlamıştı.

Hemen şu notu da düşelim. Kızılırmak Sineması'nın

kapanacağı haberini sosyal medyadan da

paylaştıktan sonra bu konuyu sinema yönetimine

soran arkadaşlara kapanma diye bir durumun

olmadığı, sadece festival sonrasında sinemanın

tadilata gireceği söylenmiş. Sinemanın Facebook

hesabında da bu yönde bir açıklama yapıldı. Bu

yazının yazıldığı tarih itibariyle de sinemanın

kapısında halen tadilat ibaresi var. Umalım ki doğru

76

Page 79: Gölge e-Dergi 106. sayı

olan budur ve Kızılırmak Sineması da şehrin kaybolan

değerleri arasında yerini almaz.

13:30 – Gelelim son günün ilk filmine. Festivalin

belgesel bölümünde yer alan Kuzey Bölgesi (Zona

Norte), Brezilya'nın en geri kalmış mahallelerinde

çocuklara eğitim vermek için uğraşıp didinen

YvonneBezerra de Mello'nun geliştirdiği proje ile ilgili

bir belgesel. Çoğunlukla cinsel kimlik rolleri üzerine

belgeselleri ile tanıdığımız yönetmen Monika Treut,

on beş yıl önce aynı bölgede yine de Mello ile bir

belgesel gerçekleştirmiş ve projenin ilk adımlarını

belgelemiş. Yönetmen on beş yıl sonra hem projenin

geldiği noktayı, hem de ilk filmdeki çocukların

bugünkü durumlarını inceliyor.

Kuzey Bölgesi'nin sinemasal olarak bildik belgesel

kalıpları dışına çıktığını söylememiz zor. Ele aldığı

kişilikleri günlük yaşamlarında izlemek ve onlarla

söyleşiler yapmak dışında çok farklı bir yaklaşımı yok.

Ancak filmde anlatılanlar önemli elbette. Ne kadar

olumsuz bir ortamda yetişirlerse yetişsinler çocuklara

doğru bir eğitim vermenin, bu çocuk anlamaz diye

kesip atmaktansa her bir çocuğu ayrı bir birey olarak

ele alıp, ona nasıl öğretebilirim diye düşünmenin ne

kadar önemli olduğunu anlatmayı başarıyor. En

önemlisi bu çabanın toplumu değiştirmek için de belki

küçük ama önemli bir çaba olduğunu da gösteriyor.

18:30 – Festivalin son günü gösterilen filmleri genelde

izlemiştim. Zaten salonların birinde kapanış töreni

olduğu için film sayısı da azalmıştı. Bu yüzden son

günü iki filmle kapadım. Diğer salonda kapanış töreni

varken izlediğim film, Nahid adını taşıyordu. İran

sinemasından gelen bu film yine tek başına ayakta

kalmaya çalışan bir kadını anlatıyordu. Nahid,

kocasından boşanmış bir kadın. Normalde İran'da

çocuğun velayeti babaya veriliyor. Nahid 10 yaşındaki

oğlunun velayetini almayı başarmış ama bunun bir

bedeli var. Eğer Nahid başka bir erkekle beraber

olursa, evlenirse velayet babaya verilecek. Günün

birinde Nahid'i seven ve onunla evlenmek isteyen bir

adam ortaya çıkınca işler karışıyor. Üstelik Nahid de

ona karşı boş değil ama evlenmesi de mümkün

gözükmüyor.

İran sineması üzerindeki baskıya rağmen kadın

hikâyelerini ve kadın-erkek ilişkilerini anlatmakta çok

başarılı bir sinema. Belki de sinemacılar bu baskıların

üstesinden gelmek için başka çözümler bulmak için

kafa yordukları için böyle. Burada da özellikle Nahid

ve yeni erkek arkadaşının ilişkilerinde bir türlü yan

yana gelememe, herkesten kaçma hissiyatı başarılı

bir şekilde verilmiş. Anne-oğul arasındaki ilişkinin inişli

çıkışlı halinin de başarılı bir şekilde yansıtıldığı

söylenebilir. Festivali kapamak için iyi bir filmdi

neticede.

Böylece 14 günlük festival maratonunu iki aya yayılan

yazılarla bitirmiş olduk. Yazın festivallere ufak bir ara

veririz. Önümüzdeki festivallerde görüşmek üzere.

77

Page 80: Gölge e-Dergi 106. sayı