48

heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

  • Upload
    others

  • View
    3

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı
Page 2: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı
Page 3: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı
Page 4: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Arthur Ignatius Conan Doy-le, 22 Mayıs 1859’da Edinburgh, İskoçya’da dünyaya geldi. Doy-les müreffeh bir İrlandalı-Ka-tolik aileydi. Arthur’un kronik alkolik olan babası Charles Al-tamont Doyle, ustaca başarılı bir sanatçıydı, parlak bir oğlu olmaktan ayrı olarak hiçbir şey başaramadı. Charles, yirmi iki yaşındayken, sevimli ve ateş-li, eğitimli genç bir kadın olan Mary Foley ile evlendi. Mary Doyle’un kitap tutkusu vardı ve usta bir hikaye anlatıcıydı. Oğlu Arthur, bir hikayenin do-ruk noktasına ulaştığı zaman annesinin “korkusuyla kapan-mış bir fısıltıya sesini batırma” hediyesi üzerine yazdı. Ailenin parası azdı, babasının aşırılıkla-rı ve düzensiz davranışlarından dolayı daha az uyum vardı. Art-hur’un annesinin yararlı etkisi-nin tarifine değinen açıklaması da otobiyografisinde “Benim erken çocukluğumda, her şeyi hatırlayabildiğim kadarıyla, o bana anlatacaklarını söyleyen canlı hikayeler, gerçek gerçek-leri örtbas ettiklerini açıkça ortaya koydu. benim hayatım.” Arthur dokuzuncu doğum günü-ne ulaştıktan sonra, Doyle ailesi-nin zengin üyeleri çalışmalarını ödemeyi teklif etti. İngiltere’ye kadar gözyaşları içinde, yedi yıl Cizvit yatılı okulda geçirdi.

1876’da 17 yaşındayken mezun

olan Arthur Doyle, adını “Co-nan” ı soyadına eklemeden önce çağırıldı, şaşırtıcı derecede nor-mal bir genç insandı. Doğuştan gelen mizah duygusu ve sporcu-luğuyla, kendine acıma duygu-larını dışlayan Arthur, dünyayla yüzleşmeye hazır ve istekli idi. Yıllar sonra şunları yazdı: “Bel-ki de vaktim çok zordu benim için iyi, çünkü ben vahşi, kanlı ve dikkatsiz bir çılgınım ... Ama durum enerji ve uygulama çağ-rısında bulundu, bu yüzden onu karşılamaya çalışmak zorunday-dım. Anne onu öyle muhteşem görmüş ki, onu başaramayaca-ğım “dedi. Arthur’un ilk görevi-nin, okuldan geri döndüğünde, o zamana kadar ciddiye alma-dığı babasının taahhütnamele-rini imzalamak olduğu söyleni-yordu. Arthur Conan Doyle’un 1880’de Gaster Fell’in Cerrahı adlı hikayesinde babasının hır-sızlığa karşı babasının hapse-dilmesini kuşatan dramatik ko-şullar hakkında oldukça iyi bir fikir edinilebilir. Aile geleneği sanatsal bir mesleğin peşinde olmam gerektiğini belirtirdi, ancak Arthur medikal bir kari-yer izlemeye karar verdi. Bu ka-rar, annesinin çekimser yapmak için kullandığı genç bir barınak olan Dr. Bryan Charles Waller’ın etkisinde kaldı. Dr Waller, Edin-burgh Üniversitesi’nde eğitim almıştı ve Arthur’un tıbbi çalış-malarını yürütmesi için gönde-rildiği yer burasıydı.

Page 5: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Genç tıp öğrencisi James Barrie ve Robert Louis Stevenson da dahil olmak üzere üniversiteye devam eden birtakım yazarlar-la bir araya geldi. Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı. Bütün bu nitelikler daha sonra ünlü dedektif Sher-lock Holmes’un şahsında bulun-muştu. Çalışmalarına birkaç yıl kala Arthur, kalemini kısa bir hikaye yazmaya çalışmaya ka-rar verdi. Sasassa Vadisi Gizemi başlıklı sonuç , Edgar Allan Poe ve o sırada favori yazarları Bret Harte’nin eserlerini çok hatırla-tıyordu. Thomas Hardy’nin ilk eserini yayınlayan Chamber’s Journal adlı bir Edinburgh der-gisinde kabul edildi. Aynı yıl, Conan Doyle’un ikinci hikaye-si The American Tale Londra Topluluğu’nda çok daha sonra yazdı, “Bu sene ilk önce şillerin phial’ları doldurmaktan başka yollarla kazanıldığını öğren-diğimi” söyledi. Arthur Conan Doyle’un yirmi yaşında olduğu ve tıbbi çalışmalarının üçüncü yılında kapının çaldığı bir ma-cera şansı vardı. Arctic Circle’a gitmek üzere olan balina avcısı olan Umut’ta gemi cerrahının görevine teklif edildi. Umut ilk mürettebatın mühürleri avla-mak için ilerlediği Grönland kıyılarında durdu. Genç tıp öğ-rencisi egzersizin acımasızlığı karşısında dehşete düştü. Fakat bunun dışında, gemideki dost-luğun keyfini çıkardı ve sonra-ki balina avı onu büyülemeye başladı. “Balina avcısına büyük bir stagging gençlik yaptım” di-yerek, “Güçlü, iyi yetişmiş bir adam çıktım” dedi. Arctic, yıllar sonra sonuçlanan “doğuştan ge-len bir gezginin ruhunu uyan-dırdı” dedi. Bu macera, deniz hakkındaki ilk hikayesini

keşfetti. Conan Doyle 1880 sonbaha-rında çalışmalarına geri döndü. Bir yıl sonra “Tıp Lisans ve Cerrahi Yük-sek Lisansı” nı aldı. Bu vesileyle, dip-lomasını alan mizahi bir eskiz çizdi. altyazı: “Öldürme Lisansı”. Arthur Conan Doyle, mezuniyetinin ardın-dan ilk kazanılan istihdam, Liverpo-ol ve Afrika’nın batı kıyıları arasın-da dolaştırılan, hırpalanmış eski bir gemi olan “Mayumba” gemisinde tıbbi görevli olarak çalışıyordu. Ne yazık ki Afrika’yı Arctic kadar çekici bulmadı, bu yüzden teknenin İngil-tere’ye geri inişini takiben vazgeçti. Sonra Conan Doyle’un kırk yıl son-ra The Stark Munro Letters’da canlı bir şekilde yer aldığı Plymouth’daki vicdana muhalefet etmeyen bir dok-tordan kısa ama oldukça dramatik bir oran geldi . Bu fiyaskonun ardın-dan ve iflasın eşiğinde Conan Doyle ilk uygulamasını açmak için Ports-mouth’tan ayrıldı.

Bir ev kiraladı, ancak hastalarının görebileceği iki odayı sağlayabildi. Evin geri kalanı neredeyse çıplaktı ve uygulaması için kayalık bir başlangıç yapmak üzereydi. Ancak merhametli ve çalışkandı, böylece üçüncü yılın sonunda pratik, onu rahat bir gelir elde etmeye başladı. Gelecek yıllar-da, genç adam iyi bir doktor olmaya çalışmak ve tanınmış bir yazar olmak için mücadele etmek arasında vakit ayırdı. 1885 yılının Ağustos ayında, hastalarından birinin kız kardeşi olan Louisa Hawkins adlı genç bir kadınla evlendi. Onu anılarında “yu-muşak ve sevimli” olarak nitelendir-di. Mart 1886’da Conan Doyle, şöh-reti kendine çeken romanı yazmaya başladı. Başlangıçta A Tangled Skein seçildi ve iki ana karaktere Sheridan Hope ve Ormond Sacker denildi. İki yıl sonra bu roman, Beeton’ın Noel Yıllığı’nda , Scarlet’te Bir Çalışma başlık bizi ölümsüz Sherlock Holmes ve Dr. Watson’a tanıttı. Conan Doy-le, sonraki romanı Micah Clark’ı çok tercih etti; bu da kabul görse de şim-di neredeyse unutuldu.

Bu, yazarın hayatında ciddi bir ikilemin başlangıcı oldu. Yaza-rının en iyi “ticari” olarak nite-lendirdiği öykülerinde çok hız-lı bir şekilde dünyaca meşhur olan Sherlock Holmes vardı ve Conan Doyle’un ciddi bir ya-zar olarak tanınması beklenen bazı ciddi tarihi romanlar, şi-irler ve oyunlar vardı. Bu süre zarfında, Cloomber’ın Gizemi adlı üç intikamcı Budist keşi-şin ömrü hakkında çok garip ve kafa karıştırıcı bir masal yazdı . Bu hikaye, Conan Doy-le’un para normal ve spiritüa-lizme olan hayranlığının baş-langıcını gösterir. Şaşırtıcı bir şekilde, o sırada Conan Doyle Amerika Birleşik Devletleri’n-de İngiltere’den çok yazar ola-rak biliniyordu. Lippincott’un Philadelphia’daki Aylık Der-gisinin editörlerinden Joseph Marshall Stoddart, 1889 yılının Ağustos ayında dergisinin İngi-liz baskısını düzenlemek üzere Londra’ya geldi. Conan Doyle’u daha sonra Londra’da bir dizi Holmesian macerasında bahse-dilecek zarif Langham Hotel’de akşam yemeğine davet etti ve o zamana kadar oldukça iyi tanı-dığı Oscar Wilde’yı sordu. Co-nan Doyle en iyi takım elbise-sine rağmen Oscar Wilde biraz lorik bir avluya benzerken, Pa-zar kıyafetleriyle bir avuç gibi görünüyordu. Oscar ve Arthur da ünlüler arasında.

Page 6: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

“Gerçekten benim için altın bir akşamdı.” Conan Doyle bu top-lantıyı yazdı. Lippincott, bu ede-bi soirenin bir sonucu olarak, genç doktora kısa bir roman yazmaya başladı ve bu kısa ro-man İngiltere’de ve ABD’de 1890 Şubat’ında basıldı. Bu Dörtlü Eser Sherlock Holmes’un ve Art-hur Conan Doyle’ın bir zaman-lar kurulmasında etkili oldu. ve herkese edebiyatın öykülerinde. Conan Doyle, The Four of Sign’ı yazmak için bir süre kenara çe-kilmek zorunda kaldı . White Company , her zaman söylediği tarihsel bir romandı, yazdıkla-rından en çok keyif aldığı eser-di. Bu şaşırtıcı değil, çünkü ana karakterlerin, yazarın yaşamı boyunca yönelttiği aynı onur ve şeref özellikleri vardı. Otuz yıl sonra, bir gazeteciye “Gençti ve hayatın ve hareketin ilk sevinci doluydu ve sanırım bazılarını sayfalarıma ekledim. Son satırı yazdığımda ağladım hatırlıyo-rum:” Eh, ben asla yenemem

ve mürekkep kalemi karşı du-vara attı.’’ Edebî başarısına, ge-lişen tıbbi pratiğe ve doğumuy-la zenginleşen ahenkli bir aile hayatına rağmen, kızı Mary, Conan Doyle huzursuzdu. Ports-mouth’u terk etmenin ve Oftal-molojide uzmanlaşmak istediği Viyana’ya gelme zamanının gel-diğini belirtti. Bir yabancı dil bu geziyi bir fiyaskoda ve Paris’i ziyaret ettikten sonra çevirdi; Conan Doyle nazik Louisa’nın ardından Londra’ya geri döndü. Conan Doyle, otobiyografisini okursanız, hiçbir hastanın ka-pısını geçirmemiş zarif Upper Wimpole Caddesi’nde bir uygu-lama açtı. Bu hareketsizlik ona düşünmek için çok zaman ka-zandı ve sonuç olarak, hayatı-nın en karlı kararını verdi, aynı karakterleri içeren bir dizi kısa öykü yazmaktan aldı. O zamana kadar, Conan Doyle, görevini “nefret dolu pazarlık” tan rahat-latmak olan görevli AP Watt ta-rafından temsil edildi.

Bu nedenle The Strand dergisi

ile anlaşma yapan Watt oldu Sherlock Holmes hikayeleri-ni yayınlamak için. Holmes’in “imajı”, büyük dedektife bir model olarak yakışıklı karde-şi Walter’ı getiren illüstratör Sidney Paget tarafından yara-tılmıştır. Bu işbirliği, onlarca yıldır sürdü ve yazar, dergi ve sanatçı dünyayı meşhur hale ge-tirmeye yardımcı oldu. 1891 Ma-yıs’ında, erken Sherlock Holmes kısa hikayelerinden bazılarını yazarken, Conan Doyle, birkaç gün boyunca hayat ve ölüm ara-sında bırakılan bir grip virüsü saldırısına maruz kaldı. Sağlığı iyileşince, tıp kariyerini edebi bir kariyerle birleştirmeye ne kadar aptalca davrandığını fark etti. “Vahşi bir coşku ile”, tıbbi kariyerinden vazgeçmeye karar verdi. Dedi ki, “Mutluluğumda, zayıf hissettiğim elindeki kapla-manın üzerine uzanan mendili alarak ve keyfimde tavana fır-lattığımızı hatırlıyorum. Sonun-da kendi efendim olmalıyım. “ 1892’de Louisa, gurur duyan ba-basının hayatlarının “baş olayı”

Page 7: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

olarak adlandırdığı Kingsley adında bir oğul doğurdu. Bir yıl sonra, herkesin heyecanına rağmen, şaşırtıcı derecede üret-ken ama çok itici yazar Sherlock Holmes’ten kurtulmaya karar verdi. İsviçre gezisi sırasında, kahramanının sonuna geleceği noktayı buldu. In Final Problem Aralık 1893 yılında yayınlanan Sherlock Holmes ve Professor Moriarty Reichenbach Falls ölü-me düştü. Sonuç olarak, yirmi bin okuyucu The Strand Der-gisine aboneliklerini iptal etti . Tıp kariyeri ve kendisini ezip kurgusal bir karakterden kurta-rıp daha ince çalışmalarını göl-gelediği Conan Doyle, kendisini daha da yoğun bir şekilde hare-kete geçirdi. Bu çılgın yaşam, eski doktorun karısının sağlı-ğındaki ciddi bozulmayı neden fark etmediğini açıklayabilir. Sonunda ne kadar hasta oldu-ğunun farkına vardığında Loui-sa’ya Tüberküloz teşhisi kondu. Yaşı sadece birkaç ay verilmesi-ne rağmen, kocası bakanlıkları onu Yeni Yüzyılda yaşattı. Sü-rekli yazıp, Louisa’ya bakarak, artık eş değil, bir hasta, ve baba-sını kaybeden, derinden sıkıntı çeken Conan Doyle. Onun ortaya çıkardığı depresyonda “perde-nin ötesinde yaşam” ın kendisi-ni daha da büyülemesine neden olmuş olabilir. Uzun zamandır Ruhsalcılıkla uğraşıyordu, an-cak Topluluk Medyası Araştır-maları Derneği’ne katıldığında, okült ilgisine ve inancına dair bir kamusal beyan olarak dü-şünülüyordu. Sherlock Holmes Watson’a “Çalışma, üzüntünün en iyi panzehiridir ...” dedi Co-nan Doyle, bir dizi konferans vermek üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmeyi kabul etti. 1894 Eylül’ünde New York’a kar-deşi Innes ile birlikte yola çıktı. Otuzdan fazla şehirde görüşme-ler yapmak üzere ayrıldı.

Ladies Home Journal’daki bir makaleye göre, tur büyük bir başarıydı . “Bu ülkeyi ziyaret eden az sayıda yabancı yazar, A. Conan Doyle’dan daha çok arkadaş doğurdu, kişiliği Ame-rikalılara özgü çekicidir çünkü çok sağlıklıdır ...” Yazar, Noel’de olduğu gibi zamanında da İngil-tere’ye geri döndü. “Tuğgeneral Gerard” hikayelerinin ilki olan The Strand Magazine’de yayım-landı. Bu hikayeler okuyucular-la anında bir hit oldu. 1896 yılı-nın kışında Mısır’a dönen Louisa gezisi, sıcak iklimin kendisini iyi hissedeceğini umduğunda , romanlarından bir diğeri daha üretti: Korosko’nun Trajedi. En yüksek ahlaki standartlara sa-hip bir adam olan Conan Doy-le’un, Louisa’nın hayatının geri kalanında bayağı kaldığı düşü-nülmektedir. Bu, Jean Leckie’yi 1897 yılının Mart ayında ilk kez gördüğünde derinden aşık olma-sını engellemedi. Yirmi dört ya-şında, o karanlık sarışın saçları ve parlak yeşil gözleri olan çar-pıcı derecede güzel bir kadındı. Birçok başarısı o zamanlar için alışılmadıktı: entelektüel, iyi bir sporcu ve eğitimli bir mez-zo-soprano’ydu. Conan Doyle’ı daha da çeken şey, ailesinin İs-koç kahramanı Rob Roy ile ilgili olduğunu iddia etmesiydi.

Aynı dönemde Conan Doyle, Sherlock Holmes hakkında bir oyun yazdı. Ona yeni bir hayat vermek değil, banka hesabını hazırlamaktı. Başarılı Ameri-kalı aktör William Gillette se-naryoyu okudular ve onu revize etme iznini istedi. Conan Doyle kabul etti ve oyuncu Holmes’te-ki kişiliği değiştirme iznini is-tediğinde, “Evlenip kendisini öldürebilir ya da ona hoşunuza giden bir şey yapabilirsin” diye yanıt verdi. Gillette’in revizyon-ları geri gönderilinceye kadar,

Page 8: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Conan Doyle’un orijinal senar-yosundan çok az kaldı. Yazarın Gillette’ye yaptığı açık sözler şunlardı: “Eski kızı tekrar gör-mek güzel.” Amerika Birleşik Devletleri’ndeki zafer turundan sonra oyun 1901 sonbaharında Londra’da Lyceum Tiyatrosu’n-da açıldı. İngiliz eleştirmenleri oyunu çevreledi ancak sıklıkla olduğu gibi vokus topluluğu ha-kim oldu ve oyun büyük başarı elde etti. Boer Savaşı başladı-ğında, Conan Doyle korkunç ai-lesine gönüllü olacağını söyledi. Becerilerini bir asker olarak sı-nama fırsatı bulamadan pek çok savaş hakkında yazdıktan son-ra, bunun, onun bunu yapmak için yaptığı son fırsatı olacağını hissetti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, 40 yaşındayken biraz fazla kilolu olmak, katılmak için uygun olmadığı düşünülü-yordu. Bir an kaybetmeden, tıp doktoru olarak gönüllü olarak çalışmaya başladı ve 1900 Şu-bat’ında Afrika’ya gitti. Conan Doyle, mermilerle savaşmak yerine mikroplara karşı şiddet-li bir savaş yürütmek zorunda kaldı. Afrika’da geçirdiği birkaç ay boyunca, savaş yaralarına göre daha fazla asker ve tıbbi personelin tifo ateşinden öldü-ğünü gördü. Büyük Boer Savaşı, 1900 Ekim’inde yayınlanan beş yüz sayfalık bir kronoloji, aske-ri bursların başyapıtıymış. Bu sadece savaşın bir raporu değil aynı zamanda İngiliz kuvvetle-rinin örgütsel eksiklikleriyle il-gili zekice ve iyi bilgilendirilmiş bir yorumdu. Yorgun düştü ve hayal kırıklığına uğratan Conan Doyle, İngiltere’ye döndüğünde bir başka yön değişikliği seçti. Kendisi, kendisini “İskoçya’nın başlıca Radikal kalesi” olarak nitelendirdiği Central Edinbur-gh’da bir koltuk koşarak siyase-te attı. Cizvitler tarafından bü-yütüldüğünde, Katolik bir

Page 9: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

gönüllü olmakla haksız yere suç-lanıyordu. Kredisine göre seçimi sadece dar bir marjla kaybetti. Daha sonra Londra’ya döndü ve yazmaya devam etti. Bir sonraki roman için ilham kaynağı, De-vonshire ormanlarında Dartmo-or hapishanesine yapılan ziyare-ti içeren uzun süreli kalışlardan geldi. Başlangıçta, çoğunlukla yerel folklora dayanılmaz bir malikâneden, kurtulmuş bir hükümlü ve büyük bir kara se-pulchral gövdeye dayanıyordu. Roman ilerledikçe hikayesinin bir kahramanın bulunmadığını fark etti. “Şimdiye kadar Sherlo-ck Holmes formuna girdiğimde böyle bir karakteri neden icat etmem gerekiyor” sözleriyle ak-tarıldı. Bununla birlikte, dedek-tif canlandırmak yerine, yazar hikayeyi önceden anlatılmamış bir maceraymış gibi yazdı. The Strand dergisi binlerce hayal kırıklığına uğramış taraftarının zevkine 1901 Ağustos’ında Bas-kervilles Hound of The Hound’ın ilk bölümünü yayınladı. Bir yıl sonra, Kral Edward VII, Coner Doyle’u Boer Savaşı sırasında Crown’a verilen hizmetler için şövalye ilan etti. Dedikodulara göre, Kral, yeni hikayeler yaz-maya teşvik etmek için yazarın adını Onur Listesine koymuş olan, çok hevesli bir Sherlock Holmes hayranıydı. 1903’de The Strand Magazine , The Return of Sherlock Holmes’u seri hale ge-tirmeye başladığında, Majeste-leri ve birkaç yüz bin konusun-dan memnun olmalıydı. Jean Leckie’yi mümkün olduğunca tedbirli bir şekilde görmek, golf oynamak, hızlı arabalar kullan-mak, sıcak hava balonlarında gökyüzünde yüzmek, erken an-tik ve oldukça korkutucu uçak-lara uçmak, “kas gelişimi” üze-rine vakit geçirmek gibi vücut geliştirme çalışmaları yapmak, binanın çağrılması gerekiyordu,

Conan Doyle aktif olmalı fakat gerçekten memnun olmama-lıdır. Halka hizmet etme ko-nusundaki derin arzusu, 1906 baharında ikinci bir siyaset gi-rişimi yaptı. Seçimi bir kez daha kaybetti.

Louisa 4 Temmuz 1906’da kol-larında öldükten sonra Conan Doyle, aylardır süren depresyo-na zayıf düşen bir duruma düş-tü. Kendisinden daha kötü bir durumda birine yardım etmeye çalışarak kendini perişan duru-mundan kurtardı. Sherlock Hol-mes oynamakla birlikte, İskoçya Yard’la adaletin düşürülmesine ilişkin bir davaya dikkat çekti. Bir sürü at ve ineği parçalamak-tan hüküm giyen George Edalji adlı genç bir adam katıldı. Co-nan Doyle, Edalji’nin görme ye-teneğinin o kadar kötü olduğu-nu gözlemledi ki, mahkumun bu korkunç işlemi yapamadığının bir kanıtı olduğu kanısındaydı. Birkaç yıl sonra, adaletsizliğe dayanamayan bu çarpıcı adam, başka bir ceza davası célèbre tarafından büyülendi. 1912’de yazdığı Oscar Slater Davası , bu meselenin ayrıntılı bir öze-tini verir. Sonunda, dokuz yıl gizli bir kurtuluştan sonra, Conan Doyle ve Jean Leckie 18 Eylül 1907’de 250 misafirin önünde çokça evlendi. Louisa’lı iki çocuğu ile hepsi Sussex’te “Windlesham” adlı yeni bir eve taşındı. Londra’daki küçük bir dairede yaşarken kalan hayatı-nı bu güzel evde geçirirdi. The Speckled Band’ın başarısından sonra Conan Doyle, “sahne ça-lışmasından” emekli olmayı seç-ti, “Bana ilgi göstermediğinden değil, ama çok fazla çıkarından dolayı” dedi. 1909’da iki oğlu Denis ve 1910’da Adrian’ın oğlu doğdu, ayrıca yazarın kurguya konsantre olmamasına katkıda bulundu. Son çocuğu, kızı Jean,

1912’de dünyaya geldi. Birkaç yıl, yazarın bir sonraki yaratı-lışından önce, eşi “mükemmel imkansız bir kişi” olarak ad-landırılan nefis çirkin Profesör Challenger’den geçti. Yeni kah-ramanı Sherlock Holmes’un tam tersiydi; Bununla birlikte, The Lost World hemen bir başarıydı. Profesörü, tarih öncesi fauna ve flora keşfederek Güney Ameri-ka’nın esrarengiz bir bölgesin-de gizlenmiş, bir dizi cazibeli karakterle, keyifle esprili bir maceraya dahil etti. O günler-de “Bilim Kurgu” terimi ortaya çıkmamıştı, bu yüzden Conan Doyle bu hikayeyi yazarken zih-ninde “çocuk kitabı” idi. Profe-sör Challenger’in maceraları ile ilgili dört romanı da The Lost World izledi . Bu dizi, yazarların “ödünç vermek” için herhangi bir sakıncası olmayan türden bir başyapıt olarak ön plana çıkıyor. İkinci tam uzunlukta Sherlock Holmes romanı olan The Valley of Fear , The Strand dergisinde 1914 başlarında ser-gilendi . Fakat Conan Doyle’un okuyucuları oldukça memnun değildi, çünkü Sherlock Holmes romanın büyük bir bölümünde yoktu. Mayıs 1914’te, Sir Arthur ve Lady Conan Doyle, yazarın yirmi yıl önceki ilk ziyaretinden bu yana olumsuz bir şekilde de-ğiştiği tespit edilen New York şehrine doğru yola çıktı. Kana-da, kısa bir süre geçirdikleri yerde, çift büyüleyici buldu. Bir ay sonra evlerine geri döndüler, muhtemelen Conan Doyle’un Almanya ile gelecek bir savaş-tan uzun süre ikna olduğu için. Birinci Dünya Savaşı’nın pat-lak vermesinden çok yıllar önce “Askeri hazırlık” organizasyonu hakkında gazetelere makaleler göndermişti. Devamı heybedar.com’da #sherlock

Page 10: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

1.Sherlock Holmes kimdir?

Sir Arthur Conan Doyle’un ya-rattığı hikaye karakteridir. 6 Ocak 1857’de Londra’da doğ-muştur. ‘’Dünyanın güneş etra-fında döndüğünü bilmek işime yaramıyorsa, neden bu bilgiyi kafamda tutayım ki?’’ cümlesini kurarak işiyle alakalı olmayan hiçbir konuya ilgi duymadığı-nı belirtir. Bugün müze halin-de olan evi, İngiltere’de Baker Sokak 221B’de bulunur. Garip zevklere sahip olan karakter, morfin ve kokain kullanır. Aynı zamanda bipolardır. Çok iyi ke-man çalar ve usta bir eskrimci-dir. Oldukça kibirli bir karak-terdir.

2.Nasıl ortaya çıktı?

Sherlock Holmes’un yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle, Edin-burgh Üniversitesi Tıp Fakülte-si’nden mezun olduktan sonra gemi doktoru olur. 1882 yılında Plymouth kentinde bir muaye-nehane açar. Sherlock Holmes tam da bu tarihlerde ortaya çı-kar. Yazarın açtığı muayeneha-neye hasta gelmeyince, bu işi fırsata çevirip hikayeler yazma-ya başlar ve bir süre sonra da Sherlock Holmes’u yaratır.

Sherlock Holmes, 1887 yılında yazarın ilk kitabı Kızıl Dosya (A Study in Scarlet)’da karşımıza çıkar.

3.Neden Sherlock?

Başlarda Sherlock Holmes’un ismi Sherrinford olacaktı fakat Sir Arthur Conan Doyle kriket hayranıydı ve o dönemde Sher-lock isminde bir kriket oyun-cusu vardı. Bundan dolayı da Sherrinford ismi Sherlock ile yer değiştirdi.

4.Sherlock Holmes gerçek mi?

Yazar tıp okurken, Joseph Bell isimli bir hekim ve tıp fakülte-si öğretim üyesinden ders alır. Doyle bu adamdan çok etkilenir; çünkü hastalıkları teşhis eder-ken kullandığı yöntemler,

Page 11: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

bir dedektifin kullandığı yön-temlere eşdeğerdir. Böylece Jo-seph Bell’in onda bıraktığı et-kiyle Sherlock Holmes’u yaratır.

5.Sir Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes hakkın-da ne düşünüyordu?

Kendisinin yarattığı bir karak-ter olmasına rağmen Doyle, Sherlock Holmes’tan nefret edi-yordu. Ona göre Sherlock Hol-mes hikayeleri önemsiz edebi bir başarıydı. Hatta bir keresin-de arkadaşına “Sherlock Hol-mes’tan o kadar bıktım ki, ona karşı hislerim pate de fore gras gibi. Bir keresinde o kadar çok yemiştim ki, bugün hala ismini duyduğumda midem ağrıyor” diye şikayette bulunmuştur.

6.Sherlock Holmes’a ne oldu?

Doyle, Holmes öyküleri dışında tarihi romanlar yazmak istedi-ği için Son Soruşturma adlı hi-kayesinde Holmes’u düşmanı Moriarty ile beraber şelaleden düşürüp öldürür. Fakat işler Doyle’un planladığı gibi gitmez. Sherlock Holmes’u öldürdüğü için halktan büyük tepki toplar ve İngiltere’de ulusal yas ilan edilir. Hatta kraliyet ailesi Doy-le’a üzerinde Holmes’un ölme-mesi gerektiğini yazan bir not gönderir.

7.Holmes dirildi mi?

Sir Arthur Conan Doyle bu tepkilerden sonra mecburen Sherlock Holmes’u diriltecekti. Yazdığı Boş Ev isimli hikayede Sherlock Holmes’u diriltir. As-lında Holmes ölmemiştir. Ka-rakter bu hikayede gözünü açtı-ğında kendini çadırında çıplak halde bulur. Yani Sherlock

Holmes gece uyurken, çadırına giren bir hırsız dedektifin kıya-fetlerini çalar. Sonuç olarak şe-laleden düşen kişi Sherlock Hol-mes değil, hırsızdır.

Tüm çabalarına rağmen Doy-le, ölene kadar Sherlock Hol-mes’tan kurtulamamıştır.

8.Sherlock Holmes, Türki-ye’ye nasıl ulaştı?

Osmanlı padişahı Sultan 2. Ab-dülhamid polisiye roman tut-kunuydu. Özellikle Sherlock Holmes romanlarını çok seven padişah, yeni çıkan eserleri ter-cüme ettirerek kendisine okut-tururdu. Hatta yazar Doyle’u İstanbul’a davet edip, kendisini Mecidiye Nişanı ile ödüllendir-diği söylenir.

Sultan 2. Abdülhamid’in Sher-lock Holmes hayranlığı kaleme alınır. Osmanlı yazarlarından Yervant Odyan, bu eserde Sul-tan 2. Abdülhamid ve Sherlock Holmes’u yan yana getirir.

9.Sherlock Holmes Müzesi nerededir?

Müzenin adresi, hikayedeki gibi 221 Baker Sokağı olarak geçse de bina aslında Baker Sokağı 237 ile 241 arasındadır.

10.Sherlock Holmes şim-diye kadar kaç filme uyar-landı?

Sherlock Holmes, şimdiye kadar filme en çok uyarlanan kurgusal insan karakterdir. IMDb’ye göre Sherlock Holmes 226 filmde gö-rüldü ve 19. yüzyılın sonların-dan itibaren onlarca farklı ak-tör tarafından canlandırıldı.

Page 12: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Güneşin batışına az kala şehri ince bir gaz kokusu kuşattı; herkes doğalgaz kutularını kontrol etti, her yerde elektrikler kesildi bir süreliğine. Işıklar yanar yanmaz; caddelere, sokaklara, denize hiç durmadan çürük incir yağmaya başladı; gözleri önünde karısını elli yerinden bıçaklayan adama şaşırmayanlar gök-ten incir yağmasını garipsiyorlardı, şimdi.

Beylikdüzü tarafından e-5’e bir atlı girmişti; araba-ları, otobüsleri, metrobüsleri yara yara korkunç bir süratle gidiyordu. At o kadar hızlıydı ki; üstündeki binicisinin ne yüzü, ne boyu posu seçiliyordu. Trafik birbirine girdi, yaklaşık on dakikadır süren incir ya-ğışı zaten trafiği durdurmuştu. Şimdi atlı hızla ilerli-yordu; lüks ciplere, yüz milyarlık arabaların üstüne basa basa, kaportalarını çiğneye çiğneye.

Kimse olup bitenin ne olduğunu anlamıyordu; atlının geçip gitti yerde ardı sıra milyonlarca lacivert, iri ka-rınca türüyordu. Karıncalar arabalara tırmanıyorlar; bir adam boyu zıplıyorlardı.

Televizyonlarda son dakika haberi olarak canlı ya-yınlanıyordu; olup bitenler... Kıyamet sadece İstanbul’da kopuyordu sanki. Atlı Bahçelievler’e varmıştı, yanından geçtiği bankala-rı, AVM’leri, gökdelenleri ve insanları sömürenlerin neyi var neyi yoksa yıkıp geçiyordu; atlının elinde uzun, ince kılıca benzer bir şey vardı; yanından geçti-ği binalara bu ışığı tuttuğu vakit bina havaya uçuyor-du. Ne hikmetse binanın içinde olan insanların kılı-na dahi zarar gelmiyordu, mucizelerin çok eskilerde kaldığına inananlar bile fikirlerini değiştirmişlerdi; fakat buna rağmen yolun kenarında olan binalar pa-ramparça olmuştu. Yollarda kalan insanlar araba-larının kapılarını, camlarını sımsıkı kapatmışlardı. Deniz kabarıyor dalgaların içinden bir şeyler saçmak istiyordu etrafa, ama kusamıyordu. Şehrin üstüne çö-reklenen devasa bulutlar, göğü olduğu gibi kapatmış-tı; gece mi, gündüz mü olduğu belirsizdi.

Atlı binaları sarsarak ilerlemeye devam etti, şehirde-ki tüm sarmaşıklar akıl almaz bir hızla uzuyor, tüm binaları sarıyorlardı. Ta Osmanlı zamanındaki çınar-lar yok edilen köklerinden çıkıyorlardı. İstanbul’un siluetini mahveden gökdelenler, yalan söyleyen tele-vizyon kanallarının binaları, gazete binaları, banka-lar yerle bir olmuştu.

Page 13: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

İstanbul’da ve Ankara’da derhal kriz masaları oluşturuldu; fakat ortada konuşulacak şey olağa-nüstü bir durumdu, ne yani bir atlının şehri alt üst ettiği, lacivert karıncaların yolları işgal etmesi, gökten çürük incir yağması ya da her yerden fırlayan ağaçlar mı konuşulacaktı? Çaresiz tartışmaya başladı insanlar; kime, neye başvurulacağı bilinmiyordu.

Tüm olup bitene rağmen, yaşlı bir kadın evinin balkonundan bağırıyordu;

‘’İçi dışından yorgun olanlara değmeyin.’’

Atlının geçtiği yollara sağlı, sollu konuşlanan yüzlerce polis nihayet atlıya ateş etmeye başladılar, aynı anda binlerce okun göğü kapatması gibi, binlerce kurşun bulutlardan ve toz dumandan geri kalan yeri dolduruyordu havada. Kurşunlar, bombalar ne atlıya ne de binicisine işliyordu. Ama çok kan geliyordu attan; ardından bıraktığı sıcak, kırmızı, köpüklü kırmızılıktan anlaşılıyordu bu.

Şehrin tarihi ve doğası, şehri beton yığınlarına, çirkinlik abidesine, para makinesi tarlasına dönüş-türenlerden şehri geri alıyordu sanki. Bulutlar bu kez de üzüm ve zeytin dökmeye başladılar yere. Şehrin her yerine incir, zeytin ve üzüm yağıyordu; normal olan tek şey minarelerden gelen ezan sesiydi. Artık saatlerden gece yarısına yaklaşıldığı anlaşılıyordu. Televizyonlarda yayın yoktu, in-ternete bağlantısı da gitmişti. Şehrin dört bir yanına asılan hoparlörler ve sokak sokak dolaşan minibüslerden İstanbul’da olağanüstü hal ilan edildiği duyuruluyordu ama minibüsler bile yağan zeytin selinin içine saplanıp kalmıştı. Atlı rezidanslara doğru ilerliyordu, artık atlının gri gölgesi kandan; yara bereden seçilmez olmuştu. İşin içine asker de girmişti; helikopterler, uçaklar, silahlar, panzerler, tanklar... Hepsi atlıyı yok etmeye çalışıyorlardı. Ama o kadar çok zeytin yağıyordu ki, he-likopterler ve uçaklar da fazla bir şey yapamıyorlardı. Atlı boğaz köprüsüne geldiği vakit kabaran denizin geniş dalgaları arasından ölü balık fışkırmaya başladı, dalgaları delen ölü balıklar korkunç sesler çıkararak sağa sola fırlıyorlardı. Kız Kulesi’nin tepesinden yılanlar iniyordu, aşağıya.

Tüm bunların ortasında yaşlı bir adam; sakalları burdan Çin’e, bağırıyordu;

‘’Kolundan değil kalbinden tut, o zaman kendi kalmak isteyecek.’’ diye.

Deliler ve çocuklar vardı sadece sokaklarda, üstlerine yağan yemişlerle sanki bir kurtuluşu kutlu-yorlardı. Serçeler, kargalar ve martılar ziyafetteydi. Ataşehir’e kadar gelmişti atlı, kurşunlar atın hızına yetişemiyordu, bu kez Asya yakasındaki binalar yerinden sarsılıyordu; villalar, yalılar, gece kulüpleri, bankalar, lüks araba galerileri... Atlının yarattığı sarsıntı şehrin her yerinden duyulu-yordu

Yönünü tekrar Boğaz Köprüsü’ne çevirdi atlı; artık şehirdeki gecekondular, kenar mahalleler, kü-çük dükkânlar seçilebiliyordu. İstanbul’un tüm urları kesilmişti.

Page 14: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Durduğun yerden akıp gidene daldığındaDuruyor her şey - akıp gidiyorsun,Bu bozkırda çocukluk böyle bir şeyDurBakAk

***

Hayal edemeyenCesaret de edemez bu coğrafyada.Sıkı giyin, Aralık kapıda,Cesaretin varsa;Gökyüzünü üzerine örtmüşHayallerini ayıklayan onlarca çoban görürsün.Onlar da uyumadan önce koyun sayar amaSebebi çok başka.

Page 15: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Çekiniyorum toslayınca bir taşa.

Üç kere ‘yokumdur’ deyipyine çıkıyorum karşıma.Unut varını, kendininunut aklanmayı kömürlükte.

‘bir ayıp gibiyimzulmü kendine hak.’

Rüyası için uyunan gecelerinİkindi çıkmazları varDoğuşunu göremediğim güneşindeğil penceremdedeğil penceremdedeğil penceremdeyüreğimde batması var.

Bu vakitler bana geç kaldı.Ne gündüzdenim ne geceden.Hislerimin meskeni olacakBir vakit gerek bana:

-kuyuda umut etmek yetmeyecekbiliyorum,kuyuyu sevme umudu gerek.

‘umut bu, yara kadar içli ve kara.’

Page 16: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Gittikçe büyüyen bir sessizliği bütünleyen şehrin ortasında aynada ağlayan bir kadın vardı.

Senelerce, senelerce evveldi;Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz,İsmi Annabel Lee;Hiçbir şey düşünmezdi sevilmektenSevmekten başka beni.

Gittikçe küçülen bedenimin ortasında oyna-yan, ruhumun boşluklarını kahkahalarla dol-duran bir kadın vardı. Ellerimi uzattığımda, tutmazdı. Parmak uçlarımı öpmenin ellerimi tutmaktan daha güzel olduğunu söylerdi.

Bir kadın vardı, hayata tutunmamı sağlayan bir kadın. Bana aşık bir kadın. Garip bir ka-dın yani. Yanımda uyumaktansa, benimle uyuduğunu düşlemenin onu daha mutlu etti-ğini söyleyen bir kadın.

O çocuk, ben çocuk; memleketimizO deniz ülkesiydi,Sevdalı değil, karasevdalıydık.Ben ve Annabel Lee;Göklerde uçan melekler bileKıskanırlardı bizi.

Annabel Lee, boşlukla konuşan bir kadındı. Kadınlığını çokça zikrettiğim bir kadın. Yağ-mur yağdığında çiçeklerin üzerinde biriken su damlalarını severdi. Yalınlığı hissetmeyi, yalnızlıkta üşümeyi severdi bazen. En çok da, en çok da izlemeyi severdi.

Ben ise… Ben ise tek bir şeyi severdim. Sade-ce onu severdim ve dünyamda sadece o var-dı. Güzeldi. Tutkuluydu. Sevdiğini gözlerinin içinde saklardı. Annabel Lee’ydi. İşte adı, işte adım; Annabel Lee’ydi.

Page 17: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Bir gün, işte bu yüzden göze geldi.O deniz ülkesinde,Üşüdü rüzgarından bir bulutunGüzelim Annabel Lee;Götürdüler el üstündeKoyup gittiler beni.

Özlediğim uzaklar vardı. Sokakları dünyanın sonuna bağlanan uzaklar. Annabel Lee merak-lı bir kadındı. Dudakları değerken parmak uçlarıma, dünyanın sonunu görmek istediğini fısıldardı.

Mezarı oradadır şimdi,O deniz ülkesinde.

Koyup gitmeden önce beni, geceleri sokakları arşınlayan bir çift ruhumuz vardı. Annabel Lee koyup gitmeden, ben ellerimi ona uzatamadan önce peşinde yürüdüğümüz karanlık bir sabah vardı. Annabel Lee’nin ilk defa ellerimi tuttuğu, benimse mutlu olduğum geceye dö-nen bir sabahtı…

Biz daha bahtiyardık meleklerden,Onlar kıskandı bizi.Evet! Bu yüzden şahidimdir herkesVe deniz ülkesi…Bir gece bulutunun rüzgarındanÜşüdü, gitti Annabel Lee…

Günler günler evvel bir kadın vardı. Deniz gibi bir kadın. Ben içerisinde süzülen hava kabar-cıkları olmak isterken kıyılarına vuran deniz köpüklerine karışmamı isteyen bir kadın. En çok da severken beni kayalıklarına çarpan bir kadın. Ah! Annabel Lee, kıyılarına karıştığım kadın.

Sevdadan yana kim olursa olsun,Yaşça başça ileri,Geçemezlerdi bizi;Ne yedi kat gökteki melekler,Ne deniz dibi cinleri,Hiçbiri ayıramaz beni sendenGüzelim Annabel Lee;Ay gelip ışır, hayalin irişirGüzelim Annabel Lee;Bu yıldızlar gözlerin gibi parlarGüzelim Annabel Lee;Orda gecelerim, uzanır beklerimSevgilim,sevgilim,hayatım,gelinimO azgın sahildekiYattığın yerde seni…

Page 18: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Muğlak bir rüzgara kapıldı gönül iklimim,Ne desem tesiri yok aşktan yana.Korkuyorum, dünyam başıma yıkılacak gibiAltında kalacağım son sözlerinin.Korkuyorum, soğutma yüreğini.

Ufkun sonsuza değdiği yerde,Bilinmeze kafa tutan, asi bir nokta.Sevdim mi yumuşak başlı, utangaç bir kızKızdım mı cehennemden bir kesit, inatçı bir iz.Korkuyorum, senden öteye gidemeyeceğim.

Sararmış yapraklar gibi şimdi yüzüm,İçimde senden kalan, yürek delen bir hüzün.Andırır yaralı bir geyiği yaz akşamları,Sevgilinin söyleyişiyle şekerrenk bir melodi.Korkuyorum, unutamayacağım gülüşlerini.

Tan yerini ağartan Rabbe yemin eder gibi,Daha gök aydınlanmadan seviyorum seni.Ölüm kokulu odalardan sızan çaresiz dualarla,Bekliyorum yollarda inşirah serinliğinde, sessiz seda-sız.Korkuyorum, ahdimiz yarıda kalacak.

Akan derenin huzur veren şırıltısında,Canımı kanatan bir aşk ve ısırgan otundan bozma acı-larla,Seni özlemek ne güzel, ne güzel hasret çekmekGülüşlerinin gölgesinde serinletirken yüreğimi.Korkuyorum, bozulacak hayallerimdeki sûretin.

Faydası yok kalemimin, sana yazmadıkçaİstemem, aşkın süheyla meltemi yüreğimi yakmasın.Yanacaksam yokluğunun soğuğunda yanayım,Öleceksem gözlerini gördüğüm anda.Korkuyorum, sensiz iki ömre merhaba diyeceğim.

Arzı bana dar etti özlemin,Söyle, sensiz bulmasın beni ölüm.Karanlığı korkutacak kadar kötüyüm bugün,Ne olur, hüznümün ateşini söndür artık.Korkuyorum, sevdikçe kanayacak yüreğim.

Şükrümdü, gecenin karanlığına vurulan kilitBazen umuda dokunuş, bazen kadim bir kadeh,Huzurun altın renkli şarabının içildiği.Yüreğim sensizlikte yanıyor alev alev,Korkuyorum, bu sevdanın yalnız külleri kalacak.

Ürkek bir papatyaydım, açtım gönlünün sıcak ikli-mindeBana hayat veren o yürek şimdi nerede?Kalmadı sevdanın harı, alabildiğine çorakKaskatı ve yakın, kıtaların yakınlığı kadar.Korkuyorum, sana uzak bir bakış olacağım.

Page 19: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Kaçamıyorum, hayalin canımı yaralıyor,Olmadığın her an kül bulutu hüzünler yağıyor yüreğime.O küller bir zaman güldü hem de,Bakışın külü güle, gidişin gülü küle çevirdi.Korkuyorum, bensiz her gülüşünde küle döneceğim.

Rayihâsı farklıymış bu özlem denen duygunun,Biraz acı, biraz kan, çokca sen.Bende bu kadar çok olmana rağmen,Neden bu kadar yoksun ki sen?Korkuyorum, yüreğim hasretinin altında ezilecek.

Üstümden bir türlü atamıyorum mutlu anıların acılarını,Bilmeden ne de güzel yakıyorsun öyle canımı.Korkma; seni bende yaşatacağım, canımda saklımsınSeninle her acım, her gülüşüm seninle; sensiz bir şekilde.Korkuyorum, hayalin de beni terk edecek diye.

Bulutsu sesin çıkmıyor aklımın sokak aralarından,Her köşe başında yıkılıyor yüreğim.Bir kahkaha tufanını tarumâr ediyor gidişin,Hüzünle karışık sitem yağıyor geceye, sensizce.Korkuyorum, gönlümün gökyüzü siyaha boyanacak.

Uykusuz gecelerden sesleniyor yüreğim,En güzel anılarımı çalıp nereye gidiyorsun maverâm?Hayallerimi bari bana bırak,Zaten senden başka her yol bana ırak.Korkuyorum, gönül menzilime karlar yağacak.

Lale yapraklarına yazıyorum artık hikayemi,Vazgeçtim, sensiz papatyadan da bahardan da.Kavrulsun yüreğim kışın ortasında,Ayrılacaksa yollarımız başka ırmaklara.Korkuyorum, sularımız başka denizlere karışacak.

Uğrak yeri oldu yüreğim;acının, özlemin, siteminHer baharın başında misafirdir bana ve her kışın yazın-da.Kapıyı kapatıp, kabul etmeyim misafiri diyorumLakin adınla çalınıyor kapım, ne yapayım?Korkuyorum seninle açılan bu kapı sensiz kapanacak.

Telâfisi olmayan bir ömrün haziranında,Bulunduğu gün kaybedilenlerin hatırasıyla,Her gün canımı kanatarak, aşk diye diyeYaşıyorum, elhamdülillah. Korkmuyorum; kalbimde Allah var.

Page 20: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Bazı sahneler vardır, filmin ismini hatırlamazsınız da o kısmı unuta-mazsınız. Bazı enstantaneler vardır, filme dair hiçbir şey hatırlamazsı-nız da zihin dünyanızda yer etmiştir. Hepinizin vardır. Hepimizin var.

Buna dair bir liste yapılacak olsa ‘herkesin listesi kendine’ manzarası ortaya çıkar. Doğaldır. Sahne özelindeki etki, neredeyse tamamen ki-şisel yaşanmışlık ve anlık etkileşimle alakalıdır. 10 yıl önce izlediğiniz bir film sahnesi, o dönem yaşadığınız duygusal yoğunluk veya yoksun-luk veya aşırılık sebebiyle etki bırakırken, bugün izlediğinizde aynı şeyleri hissetmeyebilirsiniz. Bu durum sinema sanatı adına bir noksan-lık değil, aksine insanla irtibatına dair deruni bir misaldir.

Herkesin listesinin kendine olacağını bilerek başlayacağım sırala-mamda (karışık sıradır) Babam ve Oğlum filmindeki avlu sahnesi var. Fikret Kuşkan’ın Çetin Tekindor ile hesaplaşma ve birbirlerini anlama anlarından olan sahnede Kuşkan, “Baba, ona bir oda ver. Dönebileceği bir evi olsun” der ve yere yığılır. Kuşkan’ın ayağa kalktığı andan itiba-ren müzikle desteklenen sahneye yazık edense bitişidir. Çağan Irmak ne yapmak istedi bilemiyorum fakat sahnenin sonunda kamera yerde yarım daire çizer. Duygusal etkiyi yerle yeksan eden hareketi görmez-den gelerek izleyiniz.

Ve her listemin vazgeçilmez ismi… Tarkovsky Baba… Tarkovsky de-nince İvan’ın Çocukluğu, İz Sürücü ya da Ayna filmindeki sahnelerden bahsedilir. Hakkı vardır. Her filminin her sahnesi ayrı bir derinlikte ustanın… Bende en çok iz bırakan ise Kurban filmi... Filmdeki iki sah-ne… Birincisi, dua sahnesi... Gözlerinizin içine baka baka (öznel kame-ra sayesinde) yapılan yakarışa içten âmin diyorsunuz.

Diğeri ise yangın sahnesi... Sahnenin sonundaki 5 dakikalık tek plan kısım… Esas oğlanımız adeta dünyaya demirlemişlerin bütün günahla-rını yakarcasına bir kıvılcım tutuşturur kibritle. Sonra da çılgıncasına koşar, oradan oraya… Sonunda elbette deli gömleği giydirmek için am-bulansa atarlar. Bizdeyse, bütün sahneye eşlik eden ‘çatır çutur’ ahşap yangını sesleri kalır. Geçmişten bir hatıra gibi... Hala bugünmüş gibi gelen anılar, acılar, günahlar ve pişmanlıklar gibi…

Page 21: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Genel kanaattir (daha çok televizyonda), kamera göz hizasında durur. Peki, ama hangi göz? Ve hangi hiza?

Kamera ve hiza denince aklıma hemen Ozu gelir. Japon sinemasının en mühim isimlerinden biri olan Yasujiro Ozu’nun kamerası hep 90 cm seviyesindedir. Neden? Japon kültüründe yas-tık (ya da minder) üzerinde oturmak, yüksek oturak kullanmamak geleneği mevcut. Hepiniz bilirsiniz. Ozu da kamerasını kültürünün hizasında (kalp hizası da diyebiliriz buna) tutarak apayrı bir hava oluşturur. Bütün filmlerinde bu hissiyata vakıf olursunuz. Ev sahnelerinde bu içten yaklaşımla kendinizi mekânın içine bırakırsınız. Haliyle, Ozu’nun hemen her sahnesi benim için unutulmazdır. Ve elbette Setsuko Hara’nın bulunduğu sahneler öncelikle…

İranlı yönetmen Mecid Mecidi’yi Mecid Mecidi yapan filmlerden biri Cennetin Rengi… Daha çok Cennetin Çocukları filmiyle tanırız kendisini. Bir de Türkiye’de tefe konup çalınan “Hz Muhammed (SAV)” filmiyle… Oysa Mecidi’nin en dokunaklı filmi belki de Cennetin Rengi (esa-sında Allah’ın Rengi’dir de Türkçe’ye öyle çevrilmiş).

Filmde, görme engelli oğlundan kurtulmaya çalışan (ya da bu ikilemde olan diyelim) babanın, filmin son sahnesinde yaşadığı pişmanlık ve son anda Allah’ın Rengi ile canlanan umudu sey-reyleriz. Hakikaten görme engelli olan çocuğun oyunculuğu filme sahicilik katarken, Meci-di’nin kendi tarzındaki ustalığıyla, filmin son sahnesi de zihnimizdeki ve kalbimizdeki yerini sağlamlaştırıyor.

Page 22: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Bir kurşun ki gözlerimi hesapsızca, korkusuzca delerNerde şimdi beni kör eden gözlerime inen perdelerSana duyduğum sevgi, papatyanın kokusundaki sırdırBıkmadan, usanmadan koşuyorum peşinde bilmem kaç asırdırHerkesi kucaklayan gönlün bana gelince neden sığdır?Şu kadarcık hatırım varsa o gönlüne beni de sığdırRabbinle dertleşmek için al eline bardağınıEskit yollarını yürüyerek, ser önüne Tur Dağı’nıSu misali akar zaman, kapanır ağızlar, lal olur dillerÖyle kutlu günlerdir ki yaşadığımız, yanar kandillerGel yanıma sensiz kaldım kaşı karam gözü karamBunca kedere şahittir elimde tuttuğum sigaramSana vurulup da kavuşamamak elbette bir dramdırİtibarını düşünüp çabalamamak hakkın nazarında haramdırSanki suda yürümüşsün kaybettim geride bıraktığın izleriSensiz buraların tadı çıkmıyor, topladım bütün valizleriGörmez beni gözün, duymaz kulakların ta ki bağırana kadarKaç gece bekledim seni sokaklarda tan ağarana kadarİşe yaramaz dedin, hor gördün kalbimi, ben de astım askıyaİzin veriyorum artık rabbimin şah damarıma yaptığı baskıyaSenin yoluna benim adadığım gibi ömrünü kim adarBıktım artık bu nazından, son sözümdür; benden bu kadar…

Page 23: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

90+7’de kornerden atılmış bir golün adıdır aşkMahşer sessizliğine bürünmüş aklın deplasman tribünüVe böyle sarılmışken sırılsıklam yağmuraLütuftur hayalini kurabilmek her lahzada

Kalbimin pencere kenarlarına konmuş Ürkek bir serçenin ekmek kırıntılarını yemesidir aşkPazartesi geceleri 11’de söndürdüğün odanın lambalarıEzbere bilinir kıtalararasındaNefesim sensizliğin tohumunda külleniyorPencerelerini açsanaYayılır saçlarının rayihasıKirpiklerinin altında ısınırımMetaforlar düşer zihnimin yorgunluğunaGönlündeki perdeleri de kapama.

İlkokul çocuklarının resim dersinde çizdiğiBoyalı bir yuvanın mutfağındaMercimek çorbasının sıcaklığıdır aşkSofra bezinde unuttuğum yetim duygularımYüksek binaların balkonundan silkeleniyorTeneşirin soğukluğuna bulanmış yokluğunun parmak izleriKova kova şiirler taşınıyor lügatimeTek diz yerde, elimde kalemÖzlemimle yazıyorum ismini ağaç kabuklarınaAşık akıbetinde kar zarar hesaplamazSevmenin şahıstaki matematiğidir sıfır ile çarpmak

Anladım kiSerenattan acizim her kelam aşina sanaHasret kaldım gözlerineGözlerin ki her derde deva

Page 24: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı
Page 25: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı
Page 26: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Zehri bal bilirdim geçsem dünyadanİmdi bilirimZaman akar bileklerimdenBir düş yitimi sancısıyla tazeKuşluk vaktinde tükenmişem ZahidHayalimdeBak anlar nasıl kıvrılmış gözlerimdeYokluğun uğultusu firarsa yüreğimdeBu ki güvercin pusulasındanYol bellemekBu kiNakavt olmuş bir bedenin‘Ya Allah’la saldırması dünyayaRüya içre rüya görmekle mağrurDervişem,Asam sözlerimdeBen melameti zuhur etmiş isem can özümdeHırka benim benliğimde, etimde, kemiğimdeBuğday başağın sinesindeAndan içeruÖlmüşem dünya benim nefesimde

Page 27: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

tut ki yanılgıdır gördüğüm düş,bakışın hapsolduğu çöl yeri gerçektir.dünya kaybolduğum beyhude düşüşçarptığım bu köşe başları gerçektir.

*

tut ki yanılsamadır yıldızlı gecegüvercin kanadında o bilindik heceistanbul yanarsa çözülür bilmecegalata’nın dar yokuşları gerçektir.

*

tut ki sönmüştür yaktığın közünbahara dönmüştür getirdiğin güzüntut ki unutuldu tüm yüzün gözünkalbinde vardığım kış yeri gerçektir.

*

tut ki yalandır sözlerim, özümörtün cümlelerimi, kalbini büzün.kim işlemiş göğsüme bir gergeflik hüzün?ömrümün ağlayan kuşları gerçektir.

*

tut ki tükenmemiştir dizlerimin feri,ay ışığı parlatır gözümdeki nemihayallerimi kazır gecelerin elisaçlarımın yere düşen telleri gerçektir.

Haziran, 17, İstanbul

Page 28: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı
Page 29: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

soğuk.kar yağıyor yüreğimebelli ki buzdan elleriyle okşuyor kalbimi.beyaz ellerini uzatıyor Müzne,elleri,kimsesiz ruhumun eşsiz eczasıdır.Müzne bilmez,en karanlık ve en kimsesiz gecelerimde dahiona sarılır, onda ısınırdım.tir tir titrerken bedenim.Müzne bilmez,bu kağıtlar ne bilsin!kağıtlar anlamazlar,anlamazlar sinelerinde taşıdıkları onca şiire rağmen.bilselerdi taşırlar mıydı hiç sevdayı,sevda ki düştüğü yâri yakar.

Page 30: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Kış habercisi vardı gözlerinde. Ölüm sessizligi sinmişti üzerine. Gergin ve korkaktı. Soğuktu üstelik.

Elleri ellerine teselliydi. Gözleri birbirlerini göremediklerinden, sahip-sizdi.Alçak bir zorlamanın neferleriydi.İçindeki karanlık müsaade etmiyordu yüz kaslarına.Gülemiyordu. Tedirgindi.Başlangıç kalmamıştı artık. Sondaydı. Son dem, son çıkmazdaydı.

“İlerlesene!” dedim.

“İlerle. Ne diye bekliyorsun bu soğukta ? Senin şu donukluğun bize mâni oluyor. Devam et! “ dedim.

Azarladım onu. İyice de payladım.

Başta korkar gibi yaptı. Sonra gözlerindeki o kara kış habercisi hiddet-lendi.Kaşlarını çattı.Olağan tüm nefesini yüzüme sürdü.

“son.” dedi.“sen seversin sonları.”

Sevmem diyemedim. Dilim buruşmuştu.Zihnim katılaşmış, bayat bir kestane kokusu iniyordu sinüslerime. Son-ları değil, son görünümleri severdim. Son-muş gibi. Ötesi var. En ötesi.

İyice yanıma sokuldu. Nefesindeki soğukluk talaş kokuyordu.“İçinde ne ağaçlar kesiyorsun sen ?” dedim.

İçimden dedim tabi.Yalnızca içimden. Dudaklarımdan irinler taşarak gerdanıma kıvrıldı.İnsanın söylemek istediklerinin anlaşılmamasından korkması ne ifrit kı-lıklıdır, bilirsiniz elbet.

Gözlerini yüzümün en ince ayrıntısına kadar gezdirerek mor lekeli elle-riyle yumruklar oluşturdu.

“Sana sonlar topladım işte. Sonlar topladım bahçelerimden” dedi.

Ne sonu diyecek oldum. Diyecek oldum yalnızca. Gelecek zaman kipinde kaldı tüm merakım.

“Niye durdun?” dedim.“İlerlesene.!”Önündeki beton yığınına bakıp,“Duvar.”dedi.“Duvardan geçen cinlerdir!”

Page 31: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Avuç ayalarından akan oluk oluk boya kalıntılarını sürdü gömleğine.

“Ellerim.. “ dedi. “Temizlenmeye ihtiyaçları var.”

Yavaşça doğruldu tuvalin karşısından.Su sesiyle kendi sesini birbirine kararak bir şeyler mırıldandı.

“Akşam olmuş.” dedi.

Ya da öyle bir şeydi ağzından çıkan.

“Boyaların kokusu zihnimi uyuşturuyor bazen.Niçin uyarmadın beni ? Çayını yalnız içmene müsaade etmiyorum, biliyorsun. Sonra zihnine kilitliyorsun bedenini, kendini soyutluyorsun.”

Islak ellerini göz kapaklarıma değdirdi.

“ Şu gözlerindeki ifade..” dedi.“Kara kış habercisi gibi.”

Bir yaşama geç kalmışlığın telafisini yapmaya çabalarmış gibi hızlı hareketlerle hole çıktı.Arkamı dönüp parmaklarımı kabarık guaj boyasının üzerinde gezdirirken,“Seni izliyordum.” dedim.“Bu... Sokaktaki duvar.. Çizerken ardını düşündün mü hiç? “ben düşündüm.

“Hayır” dedi.“Duvarın ardı cinlerindir.”

Mistik kaygılarının kurbanıydı, fayanslara çarpan sesini otist zihnime sığdırmaya çalışıyarak

“Sen çizersen bizim olur” dedim.Suratıma tuhaf bir ifade savurdu.Ağzının içini oyalayan ve hiçbir mânâ barındırmayan kelimelerinden birini söyleye-cekti. Belliydi. Kaşlarının ortasındaki cambazlardan biri sendelemişti çünkü. Kıkır-daklarındaki akordiyon tınısından sıyırdım kulaklarımı. Bir şeyler mırıldanacaktı yine.

“Sen, karanlıklarınla buluşmuşsun.”

“Karanlıklarım.”

dedim.

Page 32: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

çünküben de yorgunumve yorulmuşumdur.onlar bilmedenduysun diye bir kere benibirer zulüm niyetinekıyısından geçtiğim hayatımınve tüm hayatlarınkirli katmanları.

yaşadığımız hepherkese inatve yine de herkesle beraberbir yükü bin yük edipkambur kalmak endişesive utancı bir yanataşımak kaygısı.

düşünmüyorum.düşlüyorum.onlara inat ve sabırla.düşlüyor ve düşüyorum.memnunumgörüyorum onları.koca, pahalı, gösterişli silüetleriplastik, ucuz aynalarda.bir yandanbedenimi, içimdeki ayazı.

ben bir kadınsam eğerben korkunç ağrılar çekiyorsam eğeryeniden doğmaya ve doğurmayadurup durup, isyankarca fakat sonsuz bir umutlabüyük şehirlerin kirli sokaklarındahaykırmak istiyorum:doğrulmadan doğurmak istemem diye yana yana.başımdaki binlerce insan silüeti ve müsveddesiistiyorum ki bilsin bunu.bilsin, görsün ve ürksünler.inanıyorum.kıramaz kimse içimdeki umudu.

Page 33: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

iştahım yoktur, bilen bilir.bu kokuşmuş, fırıldak dünyaya.bir el sıkmadan bu boğazıve ben kusamadan içimdeki siyahıiçim demleyemeden bir çay yerine bir aşkıduyduğum tüm sancılar ancak sunidirbilirim.ve katlanılmaz bir yüktürkarnımın en yumuşak yerlerindedebelenen, doğurmadığım her bir çocuk adınabu hırçın, dayanılmaz ağrı.

usulca koyuyor her bir anı ve anıyıağrılar köşesine yine de bu çağrı.bir kez gel demeye görsünbu hüzün bırakmıyor senive terden sapsarı kesilmiş yakanı.hiçbir sabun yıkayamıyor yüzünühiçbir su temiz akmıyor bu çeşmede.ve ellerin kirlive ellerin boşve ellerinbomboş kalıyor.kalemsiz, bensiz, bir elsiz.sabrın ise yarı.

bir kere düşünve cevap ver.heybetli gövden bir çiçeğe humus iken bak gözlerime.görüyor musun beni.sert, kurumuş toprağın içindetaze bir ölüyken ve dönerken kendinebak bana ve söylekime kalmış kahrından evvel bu dünyanın bir gram kârı.

Page 34: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Mayısın güzel çiçekleri mavi göğe konuk olmuş beyaz bulutların himayesinde, insanı mest eden miskleri ile dört bir yandan yer-yüzünü ve gökyüzünü selamlıyor iken, henüz toprağa karışmamış olan varlığı, cılız kiraz ağacının gölgesinde biraz nefeslenmeyi ken-disine lütuf olarak gördü.

Havada uçuşan polenleri taşıyan ürkek esin-ti, saçlarının arasından kayıp gidiyor, gözle-rinin kepenkleri kapanmamak adına direni-yordu.

Uyumanın sırası değil diye düşündü.

Bahar, kimi zaman karlı dağları, kimi zaman kızgın sıcakları, kimi zaman ise hırçın rüz-gârları devirmiş ve şimdi tüm cömertliği ile bugünü ona hediye etmişti.

Bozkırın çetin havası, sahilin dingin suların-da dinleniyordu artık.

Yüreğini kâğıttan bir gemiye bindirdi ve se-rin sulara bırakıverdi.

Yolunu bulacağından elbet yoktu endişesi.

Nitekim -kuşlar da kaderle uçardı- bilirdi.

Bellerdi, her şeyin güzel olacağını.

Ruhunun en dibindeki ışık almayan, pencere-siz, köhne odasında bir başına bağdaş kurup otur iken dahi güneşin varlığını iliklerine kadar hissederdi. Sabretmenin kıymetini ve umudun en büyük lütuf olduğunu her daim hatırlatırdı kendine. Bugün de öyle yapacak-tı. Sabredecekti, bekleyecekti. En önemlisi ise bıkmadan usanmadan umut edecekti.

Gözlerini kapadı, derin bir iç çekti.

Yeniden başlamaya niyet etti. Ve kaldırdı gözlerine indirdiği kepenkleri. Hem bu güzel havada esaret adına hiçbir şey yer almama-lıydı. Bu önce kendisine ardından ise bahar hanıma yapılabilecek en büyük haksızlıktı. Kiraz ağacının himayesinden ayrılıp bir ba-şına yürümeye başladı.

Page 35: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Bir gün bu bir başınalığın biteceğine en içten olan inancıyla yola koyuldu. Yol nereyeydi, yol neydi?Bunları bilmiyordu, zaten pek bir önemi de yok-tu, aldırmadı. Kâğıttan gemiye binmiş olan yüre-ğinin izinden gitmeye karar verdi, bir limanda el-bet duracağını bildiği içindi belki de yolun nerede sonlanacağını merak etmemesi. Bildiği en güzel türküyü mırıldanmaya başladı, yol ilerledi. Türkü değişmedi. Başka bir şey söylemenin ihanet olaca-ğını düşündü. Tek başınalığı son bulana kadar aynı türküyü mırıldanmaya kendi içinde ant içti. Hem elinde bu türküden ve aynı memleketin göğünden başka bir şeyi de yoktu. Tanrı Dağları’ndan olmasa da tüm bu düşüncelerin bağrında en kıymetli tahtı kurmaya niyetli, karşısında bulunan heybetli dağ-dan bir rüzgâr esti.Hüznü getirdi.

Ardından sevdayı getirdi, başucuna bırakıverdi.

Ürkek bir kuş misali çırpındı kalbi.

Uyandı.

Ağaca baktı onu gördü, suya baktı onu gördü.

Parkta oynayan güneş saçlı kızda onu buldu.

Uçsuz bucaksız ummana ilişince gözleri, onun göz-lerini buldu. Tuhaftır belki de mavi de değildi göz-leri.

Ardından bir karıncanın yuvasına taşıdığı buğday tanesinde tılsımlı gülüşü geldi yâdına.

Sonra gece oldu.

Akşamın zifirinde, onun zülüflerini buldu.

Maha baktı gönlünü gördü, yıldızlarda umutlarını.

Mecnuna cihan dopdolu Leyla görünürmüş sırrına nail oldu.

Ardından kapadı gözlerini.

Her şeyini kaybetmiş insanların kaderiyle, keder-lendi. Sevgiyi bulan insanların yüreğiyle eğlendi.

Çünkü sevginin niçini olmazdı, bilirdi.

Önce sevilir sonra makul bir sebep aranırdı sev-meye.

Bir şiir kadar güzel olan bu gecede susmanın ba-zen hüsn dolu sözlerden bile âli olduğu kanaati-ne vardı.

Sustu.

Yüreği ve gözleri konuştu.

Korktu. Konuşmaktan korktu.

Şayet konuşursa, rüzgârın bir yaprağı dalından koparıp cılız bir suya bıraktığı gibi, hiç ait ol-madığı bir coğrafyada, bir vatanda, bir gönülde kendini bulmaktan korktuğu için sustu.

Bütün melalini ve dahi bütün sevgisini yüreği-nin iline hükümdar ederek sustu.

Konuşmak yersizdi çünkü.

Zannınca, ittifak gönüller arası yapılan antlaş-malar kelimelerin gölgesinde kalmamalıydı.

“Gönülden gönüle giden yol” elbet gizli olmalıy-dı.

Page 36: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı
Page 37: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Aldığımız duyumlara göre; ikamet etmekte olduğumuz bahtsız gezegenin toz bulutu olduğu zamanla-ra duyduğu özlem arş-ı âlâya ulaşmış. Dert yanıyormuş diğer gezegenlere, yaka silkiyormuş galaksilere “bu insanoğlunun ettiklerinden”. Ve insansız huzurlu günler aklına her düştüğünde bir kara delik olu-şuyormuş evrende. Kahrından ağlarken oluşmuş okyanuslar, derdinden kabarmış koca koca dağlar, en nihayetinde göz pınarları kuruyunca buz küreleri erimeye başlamış. Düşsün istemiş insanoğlu üzerin-den tepetaklak; bu yüzden dönermiş hem kendi etrafında hem Güneş’in etrafında. Planlı bir intiharmış bu.İlk hikayemi anlattığımda, çoraplarım ve halı birbirine temas etmiyordu. Kalemi tutarken yorulan par-maklarıma inat uçsuz bucaksız hayallerimin sığdığı kocaman bir kalbe sahiptim. Yaşayacak, yaşatacak ve anlatacak çok şey vardı.Toprağa düşen her kar tanesine bir isim verdim. İlkinin adı ‘Çiko’ydu. Çiko benim ilk ve tek hayali ar-kadaşımdı, hep sevdim onu. Sonra çok kar yağdı, şehirler değiştirdim. Ve bir gün bir kar tanesinin adı ‘Dicle’ oldu. Hani Diyarbakır’ın canı olan Dicle… Umut olsun istedim o kar tanesi; barışa, dostluğa umut.Bir sonraki sayfayı çevirirseniz hikayemde, ayrılıklar karşılayacak sizi. En evvel Çiko’yla vedalaştık, son sözü “Büyü artık” oldu. Medeni bir ayrılıktı. Dicle’yi ise ben terk ettim. Nankörlükle suçladı beni ardımdan, halbuki ben gözyaşlarımı sıkı sıkıya tembihlemiştim giderken sessiz olsunlar diye. Sakinliği bulduğum yerden ardıma bakmadan kaçmak benim hayat felsefem.Ne öğrendin tüm bu kaçışlardan derseniz eğer, tereddütsüz “ertelemek” derim. Hâlâ nefes alabilmemin sırrı hüzünleri, sevinçleri ve belki de yaşamı ertelemek. Hiç beklemediğim anda hayatımın seyri değişin-ce öğrendim bunu. Normal bir zaman diliminde-normal de neyse artık- tüm benliğimi altüst edecek olay-ları “Şu an buna üzülmenin sırası değil, bir ara üzüleceğim” diyerek erteledim. Ve yine o zaman dilimin-de ayaklarımı yerden kesip başımı bulutlara değdirecek olayları “başka”larının hüzünlerini hatırlayıp “Belki sonra, bir gün sevinirim” diyerek erteledim. Bazen felaketler kanat yaratıyor sanırım. Tufanlar kopuyor hayatının tam orta yerinde, üç adım sonrasını göremiyorsun ve yine de bir inat “yaşanacak günlerin en güzelleri yarınlardır herhal” diyorsun. Yarınlar derken, bugünden an be an vazgeçiyorum oysa. Hâlime şükredip daha beteri olsaydı daha mı güzel umursamazdım demekten kendimi alamıyo-rum. Ciddi olaylar karşısında kötü esprilere gülmek kadere en güzel “umrumda değilsin” deme şekli.Erteleyemediğim bir şey varsa şu hayatta, başkalarının acısına derman olamamak. En son ne zaman te-lefonda bir ses “Kendinize iyi bakın” diyince düğümlendi boğazın sevgili okur? Ne kadar iyi bakabildin kendine? Bir anne oğlunu beklerken o yeşil gözlerinden ne kadar yaş akar? Ya da bir baba ağlarken ne kadar güzel olabilir? Ve bir çocuk babasını kaç gün görmeyince yüzüne, kokusuna yabancı olur? Göz görmeyince gönül de unutur mu sahiden? Ya da sevgi tüm engelleri aşar mı? O bitmeyen telefon konuş-masından sonra devam edebildi mi günler devretmeye? Yoksa hep o tarihe hapis mi kaldı umutlar?Hiç gitmediğin bir şehirde hava ne kadar soğuk olur? Sayılı gün çabuk geçer, peki sayamadığın günler, soramadığın günler? Bir gün yeniden çalar mı o telefon, ve tamamlanır mı cümleler? Vazgeçer miyiz bu Polyannacılık oyunundan? Gururla anlatır mısın neler yaşadığını ve şükürle anımsar mıyız ne çok bek-lediğimizi, ne çok özlediğimizi? Konuşmak güzel. Susmak daha güzel.Zamanı dinlemek istiyorum. Geçen zamanı, yaşanmışları, yaşanmamışları, yaşansa neler olurduları, ya yaşanmasaydıları, keşkeleri, belkileri… Hepsini dinlemek, düşünmek, pişman olmak, heyecanlanmak, umutlanmak, mutlu olmak, heyecanlanmak istiyorum. Yaşamak istiyorum. Ertelemek istemiyorum. Korkmak istemiyorum. Ya sonraki sayfada olmazlarsa korkusuyla yaşamak istemiyorum. Ne kadar çok seversem giderler? Öğrenmek istemiyorum. Ayrılık konusunda yüzyılın cahili kalmak benim kariyer hedefim.Tüm yaşananlara rağmen, tüm inanmışlığıyla “yaşanacak günler var daha” diyor bir baba. En büyük rütbesi “baba” olmak. Sökülemez, alınamaz. İlelebet “baba”. Şerefiyle, namusuyla, dürüstlüğüyle yaşan-mış ömür bir babanın evlatlarına vereceği en güzel öğüt. Ben babamın en büyük hayranıyım!Umutların buz kestiği bir odada nasıl hayatta kalır insan? Sıvası dökülmüş bir tavana bakarak güneşli günler nasıl hayal edilir? Gözlerindeki hüzün en güzel hangi tebessümle saklanır? Realiteler denizinde kulaç atarken insan, nasıl rüyalar anlatır sevdiklerine? Duyduklarına inanmak isterken insanoğlu ne kadar aciz görünür gökyüzünden? Ve o rüyalar bir gün sahiden hayra çıkar mı?

Page 38: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

İliklerimize kadar soğuğu almak için Karadeniz yollarına düş-tük. Hayalimde tam da Dıranas’ın dediği gibi mavi gök, beyaz yer. Doğruca Trabzon yoluna koyulduk. Gece vakti varmıştık bu şehre. Hava çok soğuk olmasına rağmen beyaz örtü kaplanmamıştı daha. Sabah ilk görülecek yer olan Uzungöl’ün yolunu tuttuk. Dört arka-daş, dört çeker bir aracın içinde Of tabelasından Uzungöl’e doğru kıvrıldık. Yol uzadıkça ince ince süzülmeye başladı kar. Açıkçası karda araç sürmenin tehlikeli olabileceğini tahmin ettiğim seya-hatimiz keyifli başladı. Fotoğraflar, videolar çektik yol boyunca ve Karadeniz playlistlerinden güzel şarkılar açtık. Uzungöl’e yaklaş-tıkça kar şiddetini arttırmış ve nerdeyse yoldan kayma noktasına gelmiştik. Acelemiz olmadığı için yavaş yavaş seyir aldık. Uzun-göl’ün dağlarını inatçı bir duman sarmıştı, göğü göremiyorduk bile. İlk karşılaşmamızdaki yeşilliği güzel bir beyazlığa çevrilmiş-ti. Daracık yollarında arabayı koyacak yer bulmak zordu. Kar o de-rece yoğun ve hızlıydı ki yol kenarlarını kapatmış sadece yürümek için patikalar ara ara açıktı. Yol kenarında gördüğümüz bir yerde ısınmak ve bir şeyler içmek için durduk. Çaylarımızı söyledik ve Uzungöl manzarası ile keyfini çıkara çıkara çaylarımızı yudumla-dık.

Mevsim kış olmasına rağmen turistik yer olduğu için neredeyse mekânların çoğu açıktı. Yemek yemek, hediyelik eşya almak ve konaklamak için alternatifte hayli çoktu. Kar o kadar tatlı tatlı yağıyordu ki bir an önce kendimizi dışarı atmak istiyorduk. Elbet-te bu güzel manzarada fotoğraf çekilmeyi ihmal etmemek gerekti ancak hiçbir fotoğraf makinesi gözümüzle gördüğümüz bu güzelli-ği yansıtabilecek güzellikte değildi. Yolların kapanması ihtimaline karşı fazla durmadan tekrardan yola koyulduk. Aşağılarına doğru indikçe karın etkisi azalıyordu ve kar bazı yerlerde yağmura dö-nüşmeye başlamıştı.

Gün bitmeden Ayder’e yetişmek için hızlıca Rize’den yola devam ettik. Çamlıhemşin yoluna sapmamız ile kar tekrardan ince ince bastırmaya başladı. Yol kenarında rafting ve zipline aktivite yerle-ri bulunuyordu. Onlardan birinde durduk. Normalde bu mevsimde çok yapılmayan bir aktivite olduğu için, o müessese de çalışmıyor-du. E Karadeniz insanı tabii, bizi kırmadılar ve çaylarını da ikram ettiler. Daha öncesinde denemiştim ama kar yağarken zipline yap-mak farklı bir deneyim oldu benim için. Tehlike arz etmediği sü-rece hava nasıl olursa olsun kesinlikle denemelisiniz. Yağışın art-ması ve havanın biraz da olsa kararmaya başlaması ile yolumuza tekrardan koyulduk. İnanılmaz bir şekilde kar yağışı artıyordu. On kilometre gerimizde hiçbir yağış yokken burası adeta bembeyazdı. Arabanın da zaman zaman kayması ile çok yavaş seyir alıyorduk. Yol kenarında kara saplanan arabalar görmeye başladık bile. Bir yandan heyecanla ne olacak diye merak ediyorduk bir yandan da korkmaya başlamıştık. Daha önce böyle bir tecrübemin olmaması biraz beni endişelendiriyordu. Çok geçmeden tekrar yoldan kayan bir arabaya rastladık. Onlara yardım ettik kardan çıkardık derken bu sefer bizim arabamız kara saplandı. Tam çıktık gidiyoruz, Ay-der’e 5 km kaldı derken hop bu sefer önümüzde iş makinesi, yolda kalan bir aracı çıkarmaya çalışıyor.

Page 39: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Gerçekten mahsur kaldık gibi sonumuzu beklemeye başladık. Bir yandan havanın iyice kararmaya başlaması ve bir yandan kurt uğultuları. İlerde bekleyen Jandar-ma yolun ilerisinin kapalı olduğunu ve Ayder’e izin vermediğini söyledi. Yanımız-dan geçen belediye başkanının arabası dahil bütün arabalar geri dönmek zorunda kaldı. Karlı yolda tepe çıkmaktan daha zor olanı tepeden aşağıya inmekmiş. İnsan yaşayınca öğreniyor ancak. Tepelerden aşağıya iniyorsunuz ve frene basmamak ner-deyse imkânsız. Mecburen frene basmak zorunda kalıyoruz hoop tekrardan kayıyo-ruz. Hatta bir frene basmam ile yol kenarında bulunan dereye doğru kayıyorduk. Yol kenarlarını kar o kadar çok kaplamıştı ki arabanın önü kara saplandı ve korkudan bir arkadaşımızı arabadan kendini aşağıya atmış bulduk. Bu beni çok korkuttu ama neyse ki kimseye bir zarar gelmedi.

Hava karardı ve uzun zamandan beri yemek yemedik. Çamlıhemşin’de köfteci Ali Abi’nin dükkânına girdik. Donduğumuz o kadar belliydi ki sobayı hemen yanımıza yaklaştırdı. Sıcacık çorbalarımızı içtik ve yemeğimizi yedik. Ayder’e gidemiyoruz yol-lar kapalı ve burada da kalacak yerimiz yok. Turistik bir bölge olduğu için fiyatlar da çok yüksek burada. Öğrenci olduğumuz için pahalı yerlerde kalamıyoruz. Sağ olsun Ali Abi duruma el attı ve birkaç yeri aradı. Onun sayesinde Fırtına Deresi kenarında güzel bir yerde konakladık.

Karadeniz o kadar muazzam bir yer ki; yolları bazen size engel olabiliyor ama karşı-nıza başka fırsatlar çıkarabiliyor. Gecenin geri kalanında şaldır şaldır akan derenin sesi ve sıcacık ahşaptan odamızda dostlarla günün kritiğini keyifle yaptık.

Sabah uyandığımızda muazzam bir hava vardı. Tabiri caizse çivi gibi bir hava ve mas-mavi gökyüzü. Yollar ise buz tutmuş, bizim aklımızda Ayder. Güzel bir kahvaltı ve ardından derenin karşında çay keyfi yaptıktan sonra tekrardan Ayder için yola çık-maya karar verdik. Neredeyse bin km yoldan geliyorduk daha önce Ayder’i görmüş-tük ama böylesine bir manzarayı tekrardan görmek için can atıyorduk. Hava güzel ve yağışsız olmasına rağmen yollar buzluydu. Yavaş yavaş seyir aldık ve nihayetinde Ayder’e giriş yaptık.

Ayder bir Milli Park olduğu için girişinde azami bir ücreti oluyor. Böyle bir havaya rağmen arabamızı park edecek yer dahi zor bulduk. Bu güzel manzaraya tanıklık etmek isteyen herkes düşmüş yollara. Muazzam bir atmosfere giriş yaptık. Her adı-mızda tok bir kar sesi, hafif soğuk hava ve insanlar. Bizim gibi gezip görmeye gelen de var mangalını kapıp gelen de sadece horon tepip gideceğim diyen de.

Soğuk ve yağışlı bir mevsim olan kış ancak bu kadar güzelleşebilirdi. Her zaman kış mevsimi taraftarı olmuşumdur. Yollar nasıl olursa olsun şartlar ne kadar ağır olursa olsun asla yapmak istediklerinizden vazgeçmeyin ve ertelemeyin. Ya bir yol bulunur ya da bir yol açılır. Sevgiyle kalın.

Page 40: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Saklı sandıklarda dururSevebilmeye niyetlerimiz

Gölgelerimiz kadar heybetli yürü-mesek deEl sallamışlığımız vardır hicranlaÖzlem bulutları üşüşür başımızaGöremeyiz dermanımızı yasaklıdırDamla damla sayarız yalnızlığıHer nefeste yok olma sevinciTutar dizlerimizi gurur sarhoşuİfritle yüz yüze gelmesek deMuhabbetimiz olur ara sıraKalacağımız yerden giderizGideceğimiz yerde kalırızZahmet ekip dert biçtikçeOyalanır gözlerimiz göremezGöresimiz gelenleriBir aralık içimizden gelmese deGüleriz hatırımızdan önümüze ser-diklerimizeKapımızı çalanlar rüzgarcaEser iyi dilekleriyle çıkarlarKimisi baygın baygın seyrederOynadığımız rüya renkli hayalleri-miziKimisi sırtını dönmüştürKoşuşturur hayat renkli gerçekleri-mizleVe en sevilen muhtaç bıraktı daBizi hiçbir zaman muhtaç olmadı bizeOnun yetimliğiyle azad olmayacakSaf halimiz ve de karalamalarımızSaklı sandıklarda dururSevebilmeye niyetlerimiz

Page 41: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Gemiler yanaşmalı limana kardeşlerim, gemiler…Ve biz gitmeliyiz…Vakit gece olmalı, karanlık zırhlara bürünüp küfrü ezmeliyiz…Ansızın uzak ufuklarda,Rabıtasız vasıflara dayanarak,Hiç olmayacak olasılıklarda tüketilmiş ömre dairKurtarılacak bir dünyaya zafer,Bakılmayacak veçheden,Kıymet vermediğimiz aç korkudan,Günahlarını gömdüğümüz aşka,Affedilme visalinden kamaşarak,Tasasız mahur besteden,Yakamoz ışıltısıyla kesişmiş,Ay yüzünü dönerken inandıklarımızaAh’larımıza vadedilmiş akrep bakışlıHer şeye rağmen,Devrimci bir ağaç gibi köklerindenİştiyaksız devinim sürer insan…

Page 42: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Çeyrek asra yaklaşan ömrümün içine sığdıramadığım meçhul bir aşk…Her bakmadığım yüzde gördü-ğüm lakin her gördüğüm yüzde bulamadığım şey…Dumanı tüten her ocağı benim sanarak içeri dalmışım ve mesken sahipleri ‘acizdir, miskindir’ diyerek halime acımışlar da bir müddet ısınmama tahammül et-mişler. Sonra cebren yahut hüsn-ü lisan ile kapı dışarı etmişler beni. Her kovuluşumdan sonra öz evinden atılmış biçareler hükmüne ram olmuş saydım nefsimi. Oysa ne büyük bir gafilmişim. Arıyorum sandıkla-rımı buldum vehmi ile pençelerimin arasına almaya yormuşum zatımı. Pençelerime mukavemet gösteren masumları aşk sarayımı kökünden dinamitleyen merhamet ve duygu katilleri saymışım. Yel değirmenle-riyle savaşmak bahtiyarlığına bile eremedim, yel değirmenlerinin karikatürleri ile idi benim cehtim. Don Kişot görse halimi ‘be ahmak’ der suratıma tükürürdü.

Üç kuruşa aldığı piyango biletine milyonlarca lira isabet etmeyen istikbal avcılarının dizlerini beyhude yere dövmesi gibi dövüyordum dizlerimi aşk piyangosundan biletime ikramiye isabet etmedi diye. Oysa nimetin külfetsiz olması Sünnetullah’a aykırıdır. Evvela çaba, alın teri sonra sabır sonra da neticeye teslim olmak lazım. Ancak bu yolla külfetler nimete inkılap eder. Oysa ben… nasıl bir gayret sarf ettim aşk için ? Plastik çiçekleri suladım da durdum bir tomurcuk yetiştireyim diye. Lakin ne tomurcuk gördüm ne de çürüme sadece bir miktar pörsüme bende, plastik çiçekte ve gençlik heveslerimde…

Şimdi iç muhasebemi yaparken önüme çıkan aşk imkanlarını berheva ettim mi. Omuzlarıma çöken yaşa-mak prangasını kırmama yardım edecek dibini bulmak içinmiş aşk yoluna tevessülüm. Aşk aşk için arzula-maktan varheste aşkı hodmin yüreğime hürriyet vesikası kılmak için istemişim. Aman yarabbi ben cürüm işlemişim! Hele bir de nefsi tatmin için aşka saldırışım… Susamış bir atın bir yudum su için çatlarcasına nehre koşması gibi koşmuş da vardığım ilk nehirde su içmek ifratından çatlayıp gitmişim.

Bu minval üzere bir çift göz çıksa karşıma, helal süt emmiş bir dilber yani, bütün bakiyemi önüne mi ser-meliyim yoksa hayat defterimin eski sayfalarını yırtıp yeni sayfanın sağ üst köşesine bir besmele mi kon-durmalıyım? Eh varayım da biraz bunun narına düşeyim ne çıkar! Şairin dediği gibi:

Geçti istemem gelmeni yokluğunda buldum seniBırak vehminde gölgeniGelme artık neye yarar?

Page 43: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Zarif’in Serçekuşları, Exupery’nin Küçük Prensleri, Barış Manço’nun adam olacak çocukları, Nazım’ın Sevdalı Bulutları…

Kendi gezegenini yaratan ve bu gezegeni kocaman belleyen, mertekli evlerinin penceresinden bakınca iki sıralı evi bütün bir dünya sanan ve dağların ötesini merak eden ama bir türlü gidemedikleri o yerleri an-lamlandıramayan güzel gözlü çocuklar.

Yılmadan usanmadan dağ tepe gezen, elleri ve yüzleri rüzgârdan çatlayan, akan burunlarını yeni bir oyun ile sildikten sonra toprakla özdeşleşmiş çocuklar.

Yüzleri güneşten karardıkça olgunlaşırlar; büyüdükçe değil. Severler güneşi çünkü güneş tek anahtarıdır dışarıda olmanın.

Her şey geç gelir -beklemeleri gerekir- bekledikçe yaşlarından beklenmeyen bir sabır gösteren, bekleme-nin sonunda her ne gelmediyse artık ona üzülmeyen, hayal kırıklığına uğramayan çünkü hayal kırıklığına uğramanın ne olduğunu bilmeyen ince ruhlu çocuklar.

Sevince at arabası kadar seven (at arabası kocaman demektir), benzetmeleri süt ve tereyağı kokan, öğ-retmenlerini dünyada bildikleri tek şehir olan Paris’le özdeşleştiren, fast food yemedikleri için şanslı ol-duklarını bilmeyen, etraflarında onları incitecek kalabalıklar olmadığı için komşusuna ve arkadaşlarına güvenen, kedilerini beslemek için okul sütlerini kediye ayıran, hayvanları seven ve onlara merhamet eden, bitkilerin nasıl büyüdüğünü bilerek büyüyen, büyümesini seyrettikleri canlıya eziyet etmeyen, koşunca ‘hıpıshızlı’ koşan dayanıklı ve güçlü çocuklar.

Page 44: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Kafasında dönen tuhaflıklar yürüyüşüne, ellerinin ayaklarıyla bağlantı kuramama ritmine, sürekli içtiği kahvenin kokusuna kadar her şeyi esir alıyordu. Onunla tanışalı epey bir vakit oldu. Henüz sözlü bir iletişim kuramadım. Yalnızca onun her şeyini biliyor ve sürekli takip etmekle yetiniyor-dum. Böyle olmasını ben tercih ediyordum. Bazı şeylerin ötesi bütün büyüyü bozabilirdi.

İstanbul’un gökyüzünden gelen esir sulusepken kar, bizi biraz daha yavaşlatıyordu. Yeşil devrimci parkamın şapkasını ne vakit kafama geçirsem kendimi Deniz Gezmiş gibi zannederim. Öyle değilim, öyle de olamam zaten. Bazen kendimi fazla kaptırır ve Nazım’ın Delikanlım şiiri aklıma gelir ve ar-dından çat pat atlayarak yarım yamalak bildiğim mısraları okuyarak yeni bir şiir haline getiririm.

Akşam karanlığı İstanbul’u gölgelendirirken Nuruosmaniye’de oturduğu kafedeyiz. Kahvesinin dibi gelmek üzere. İlk kez gördüğüm bir adam geldi yanına.

“Nasılsın lan barbar? ” dedi bağırarak.

Aralarındaki sıcak muhabbet onların çok eskiye dayanan mazilerinin olduğunu açıkça gösteriyor. Kahvenin dibini görmeden kalktılar. Nuruosmaniye’den Sirkeci’ye kadar yürüdüler.

“Oğlum, lan barbar senin şu yokuş çıkmaman yüzünden bu kadar yer yürüdük. Ne olurdu yani Ca-ğaloğlu’ndan Marmaray’a binseydik.”

“Barbarlık yapma, geldik işte.”

Marmaray’dan sonrasını bilmiyorum. Onu sadece kafeye geldiği ve çıkışta gittiği güzergâhlar dâhi-linde elimde tutabiliyorum. Her gün birkaç farklı insanlarla görüşüyor ve onlara bir şeyler anlatıyor.

Her zamankinden daha erken geldi kafeye. Hiç oturmadı, içeri girdi, lavaboyu kullandı ve çıktı. Sir-keci’ye oradan Eminönü’ne ve köprüden karşıya Karaköy’e geçti. Işıklardan yolun karşısına geçti. Galata ‘ya çıkan yokuşa uzun uzun baktı. Çantasından sigarasını çıkardı ve rüzgâra inat, eliyle ateşi çember altına alarak sigarasından bir duman çekti.

Page 45: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Birkaç adım attı ve ardından durdu. Geri döndü, göz göze geldik. Herkese bakar gibi gözlerini birkaç saniye sonra başka yöne kaçırdı. Bana doğru yürüdü ve tekrar durdu. Hızlıca yokuş yukarı Galata‘ya yürümeye başladı. İnsanlara çarpa çarpa gidiyordu. Kadının biri arkadan;

“Barbar gibi yürüme, dikkat etsene ”dedi.

Bu adamı benden başka herkes tanıyor muydu? Kadına cevap dahi vermeden, durmaksızın yoluna devam etti.

Galata’nın dibine geldiğinde elindeki sigarayı fark etti. İzmaritinden başka hiçbir şey kalmamıştı. Yere attı. Sonra eğildi ve geri alıp cebine koydu. Kulenin tam dibindeki sandalyeye oturdu.

Dik dik, dövercesine bana bakmaya başladı. Eliyle işaret ederek beni çağırdı. Yanına gittim, yan san-dalyeyi çekip oturdum.

“ Git, her zamanki kahvemden al bana” dedi.

Kalktım, iki tane kahve aldım, masaya bıraktım.

“Otur” dedi.

“Nazım’ı mırıldanmak ya da başka birini, bir şey ifade etmez. Asıl olan onları anlayabilmektir” dedi. Hiçbir şeyi algılayamıyordum. Kahvesini bitirdi, ayağa kalktı ve çantasından bir kâğıt çıkarıp masaya bıraktı, gitti.

Arkasından ne bir şey söyleyebildim ne de bir şey yazabildim. Ters çevrilmiş kâğıdı aldım.

“Her yokuşun bir hikâyesi vardır. Kimse bilmiyor, ne sen ne de ben”

Ardından bakakaldım. Ansızın bağırdım.

“Görüşmek üzere!”

“Bakarız!”

Page 46: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı

Bir acayip ben varKalırım yine enkazların altında.Dilimde maziden anılar,Kalkmak için bahane ararSırtımda küflenmiş acılarla...

Bir acayip ben varTaşırım tebessümünü cüzdanımda.Gözlerimde ürkek gölgeler,Saçının aklarında ömrünü seyrederSolmuş bakışlarının ağırlığıyla...

Bir acayip ben varSeverim yine sigaranın dumanında.Ellerimde mahcup çaresizlikler,Kırgın sûkutunda boynunu bükerCeplerimde sensizliğin boşluğuyla...

Bir acayip ben varSaklarım sitemlerimi dilimin ucunda.Sesimde bakışlarından miras hüzünler,Dilindeki zehri sinesine çekerToprağa gömdüğüm ah’larla...

Bir acayip ben varArarım seni aynaların ardında.Kursağımda takılı hevesler,Bulmak için hayallerini çiğnerYürümeye mecalsiz ayaklarımla...

Bir acayip ben varİçim içine tutsak bir yangın.Âh ki nazarın ömrümü soldurur,Fikrin nedendir fikrime dargınÇehremde tebessümün ne de güzel durur...

Bir acayip ben varÂhh bir acayip benBu Derûni yaradır kavgam.

Page 47: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı
Page 48: heybedar€¦ · Ancak onu en fazla etkileyen adam şüphesiz ki öğretmenlerinden biri olan Dr. Joseph Bell’dir. İyi doktor; göz-lem, mantık, kesinti ve teşhis-te ustaydı